EMR-İ MA’RUF NEHY-İ MÜNKER.. 5

TAKDİM... 5

ÖNSÖZ.. 8

GİRİŞ. 9

HAYRA DA'VET VE HÜKMÜ.. 9

Âyetin  Önceki Âyetle  İlgisi 10

Hayra Da'vet 10

Rasulüllah'ın (S.A.V.) "Hayır" Kelimesin! Açıklaması 12

Selef'ln   "Hayır"  Kavramını Yorumlaması 12

1. BÖLÜM... 13

MA’RUFU EMR MÜNKERİ NEHİY" GÖREVİNİN FARZİYET VE ÖNEMİ 13

"Ma'rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy" Rasülullah'ın (S.A.V) Risalet Görevinin Özünü İfade Eden    Kur Ani Bir Terimdir 13

Lokman'ın Oğluna Yaptığı Vasiyetinde; "Ma'rufu Emretme, Münkeri Nehyetme Görevini   Yüklemesi". 13

Eh-1 Kitap Müminleri De Marufu Emr Ve Münkeri Nehyetmekle Sorumlu İdiler 13

İslâm Ulemâsının; "Marufu Emr, Mûnkeri Nehiy" Çalışmasının, "Peygamberlerin En Önemli Görevi Olduğunu Açıklaması 13

Ma'rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy,İslâm Ümmetinin  Görevidir 14

Münkeri Nehyetmeye Çalışmak, İbâdetlerin En Zorudur 17

Hadislerde "Ma'rufu  Emr, Münkeri  Nehiy" Görevinin Farziyyeti Ve Önemi: 17

Ümmetin Icmaı İle Ma'rufu Emr Ve Münkeri Nehyetmeye Çalışmanın Farziyyeti 18

Bir Âyet-I  Kerîmenin  Gerçek Ve Doğru Yorumu. 19

II.   BÖLÜM... 20

Marufu Emr Ve Münkeri Nehyetmeye Çalışmanın   Hükmü. 20

Farz-L Ayn İle Farz-I Kifâye Arasındaki Fark. 20

Farz-I Kifâye Kapsamına; Bütün Müslümanlar Mi Yoksa Muayyen Bir Grup Mu Girmektedir?. 20

Cumhur-I  Ulemâya Göre  "Ma'rufu Emr Ve Münkert Nehy'ın  Hükmü  Farz-I  Kifâyedir 21

Cumhurun  Görüşü. 21

I. Delil 21

II. Delil: 21

Ma'rufu  Emredip Münkeri  Nehyetmentn Farz-1 Ayn  Olduğunu  İlert Sürenlerin  Delilleri 22

Çoğunluğun Görüsüne Karşı Bir Tenkld. 23

Yukarıdaki Tenkide Cevap. 24

Doğru Görüş. 24

Cumhur Ulemânın Bu  Konudaki Görüşünün  Geniş Bir Tahlili 26

III.BÖLÜM... 29

"MARUF"  VE  ""KlÜNKER"  KAVRAMLARININ MAHİYETİ VE NE İFÂDE ETTİKLERİ 29

Ma'ruf'u Emretmek Münkeri Yasaklamak, Ahlâkî  Konulara Ait Bir Kavram Değildir 29

Ma'ruf ve Münker Kavramların Doğru Anlamak. 29

İlim Otoritelerinin Açıklamaları 31

İlahî Şerîat Ma'ruf, Ona Aykırı  Her İdare Ve Anlayış Münkerdir 31

Ma'ruf Ve Münker Dinin Tarifidir 32

IV.   BÖLÜM... 34

MA'RUF VE MÛNKER SAHASININ GENİŞLİĞİ VE KAPSAMI 34

Marufu Emredip Münkerl Yasaklama, Davet Ve Eğitimle İlgili Bir Görevdir. 34

Ümmet İslaha Çalışmak Ve Eğitmek, Ma'rufu Emr Münkeri Nehiy Görevidir 36

Ma'ruf Ve Münker Görevinin Kur'an-I Kerim'deki  Genel Hükmü. 37

Îslam: 38

I. Fasıl 39

Dîne  Da'vet İslâm'ın   İçinde Doğup Geliştiğe Toplumun Yapısı 39

Peygamberin   (S.A.V.)   "Ma'rufu  Emr-Münkeri Nehiy Görevine Mekke'de Başlaması 40

Ma'rufu  Emretmek,  Dolayisiyla Münkeri Nehyetmek Demektir. 41

Rasûlûllah (S.A.V.)  Ma'ruf Ve Münker Görevini Birlikte Yürüttü. 41

Allah Rasûlü  (S.A.V.)  Ma'ruf Ve Münker Görevini Belli Bir Cemaata Tahsis Etmemiştir 41

Ma'ruf'u Emretmek, Münkerden Nehyetmek Ve İnzar 43

Mü'minlerın, Ma'rufu Emredip Münkeri Yasaklama Yoluyla Dine Da'vet Etme Çalışmaları 43

Marufu Emretmek, Münkeri Nehyetmeye Çalışmak, İlmi Bîr Çalışmadır. 44

II. Fasıl 45

Allah Yolunda  Cıhad. 45

Allah Yolunda Cihad"   Kavramlarının Anlamı 45

Allah Yolunda Cihad, Ma'ruf Ve Münker Görevinin Tabu Sonuçlarındandır 46

Cihad Konusunda İlim Otoritelerinin Açıklamaları 46

Şah Velıyullah  Ed-Dehlevî'nin  Görüsü. 48

III.  Fasıl 49

İslâm  Devleti 49

Ma'rufu Emredip Münkeri Yasaklamağa Çalışmak Kuvvet Ve İktidara Muhtaçtır 49

İslâm Devletinin Kuruluş Programi Ve Stratejisi 51

Mü'mınlerin  Ferdî Ve Siyası Vasıfları 51

Ma'rufu Huri Dip  Münkerden  Nehyetmeye  Çalışma  Şeriatın  Bütün Yönleriyle Tatbikatını  Gerektirir 53

Ma'rufu Emredip Münkerden  Nehyetmek, Îslâm  Devletinin  Gayesidir 53

"Hısbe Tekılâtı"  Maruf Ve Münker Görev Lerınden-Bıridir 53

Ma'rufu  Emredip Münkerden  Nehyetmeye Çalışmak, İdarecilerin Görevldlr 55

İdarecileri Islaha Çalışmak, Ma'rufu Emredip Münkerden Nehyetmenln Gereğidir 55

Îbn  Hazm'ın  Görüşü. 56

Cessas'ın Görüşü. 58

IV.  Fasıl 58

Dinîn Yenilenmesi Ve Ümmetin  Islahı: Ümmetin   İlerlemesinde Ve Gerilemesinde. 58

Sünnetullah'ın  Rolü. 58

Islah Edenler Umûmî Azabtan   Kurtulurlar 59

Kur'an-I  Kerîm'de Cumartesi Ashabı Kıssasına  Getirilen Yorum.. 60

Salih  Kişilerin Başkalarını   Islahetmeye  Çalışmaları Farzdır 60

Başkasını Islaha Çalışan Kimse Kendini Islah Etmiştir 61

İsraılogullarının  İçindeki Salih  Kişilerin Bozulması, Ma'rufu  Emredip Münkerı Yasaklamayı İhmal Etmeleri Yüzündendi 61

Ma'rufu Emredip Münkerî Nehyetmeyi  İhmalleri Yüzünden Israilogullarının Kınanması 62

İslâm  Tarihindeki   "Asr-I Saadet"   İslam  Ümmeti  İçin Her.Açıdan   En  Yüce Örnektir 62

Doğusunda Ve  Nihâyetinde  İslâm'ın Garip  Karşılanışı 63

İnkarcıların   Dîni  Garip  Karşılamaları 63

İnsanlar Arasında Dinin Garip Kalması 64

Fitnenin  Çoğaldığı Asırda Allah Rasûlü'nün Sünnetine Bağlı Kalmanın Emredilmesi 66

Fitnelere Karşı Durmak, Ma'ruf'u Emredip Münkerden  Nehyetmek Demektir 67

Bu Ümmet,  Dini  Koru Yaca K. Bîr Topluluktan Asla Uzak  Kalmaz. 67

Ümmeti   Islah  Etmek Ve Dini Yenilemek, Tüm İslâm Ümmetinin Sorumluluğudur 68

Ma'rufu Emredip Münkerden Nehyetmeye Çalişma İle Hakkı Tavsiye Etme Arasındaki Fark. 69

Ma'rufu  Emredip Münkeri  Nehyetme   İle "Nasihat Etme"   Arasındaki Fark. 70

V.   BÖLÜM... 71

Ma'rufu Emredip Münkert Nehyetmenîn   Şartları 71

Ma'rufu  Emr Münkeri Nehiy Görevinin Sıhhat Şartları 72

Devlet Başkanı Veya İzni 74

Ma'rufu Emredlp Münkeri Nehyetme Görevinin Vücûb Şartlari 75

Güçsüzlüğün Kısımları 76

Tehlike Korkusu. 76

Kötülüğün   Çeşitli Yönleri 77

Din Uğrunda Kınanmak Dâvayı Kaybetmek Anlamını Taşımaz. 78

Başkasının  Zararından  Korkmak. 79

Galib Zanna Göre Acizliği Reddetmek. 79

Azimet Yolu. 79

Diğer Birtakım Zararların Meydana Gelmesinden Korkmak. 80

Et.Kîsi  Olmasa  Dahi,  Ma'rufu Emretme Çalışmasını  Ruhen Takviye Ettiği Sürecl Terketmemek Gerekir 82

Tesir İmkânının Araştırılması 83

Yapıldığı Anda Etkisi  Olmasa Bile, Ma'rufu Emredip Münkeri  Nehyetmenin Önemi 84

Mutlak Kudret 86

El Veya Dil İle Ma'rufu  Emretme Ve Münkerden Nehyetme Gücünün  Bulunmayışı: 86

Kalp  İle Münkeri  Nehyetmenin   Caiz Oluşu Ve  Doğru  Olmayan Yönü. 86

VI.   BÖLÜM... 87

MARUFU   EMREDİP   MÜNKERİ   NEHYETMENÎN YOL   VE   VASITALARI 87

Münkeri Yasaklamanın Vasıtaları  Veya Hisbenin  Dereceleri 87

Va'z Ve  Nasihatle Toplumu Islah Etme Yöntemi 88

Kuvvet Yoluyla İslah Etmek Herkesi Kapsayan Bir Görev Midir?. 88

Münkeri  Ortadan   Kaldırmak Kuvvet  Kullanmak. 89

Münkeri  İşleyene  Karşı  Kuvvet Kullanmak. 90

Bir Şüphenin  Ortadan   Kaldırılması 90

Halkın  Kuvvete Başvurma Şartları 91

MÜNKERİ  YASAKLARKEN  Fttne VE FESADA SEBEP OLMAMAK.. 92

Münker İşleyen  Topluma Karşı Kuvvet Kullanmak. 92

VII. BÖLÜM... 93

MA'RUFU   EMRETME   VE   MÜNKERİ   NEHYETMENİN SINIRLARI,   USÛL   VE   KAİDELERİ 93

Ma'rufu Emretme  İle Münkeri  Nehyetme Arasındaki Fark. 94

Ma'rufu Emretmenin  Farziyeti Ve Mubah  Sayılması 94

Münkeri   Nehyetmetin   Farziyeti  Ve Mubah Oluşu. 94

Ayıp Ve  Kusurları Araştırmak. 94

İhtilaflı  Olmayan  Münkeri Yasaklamak. 96

Bid'atları  Yasaklamak Farzdır 96

Dıne Aykırı Kitapları Yasaklamak. 97

Yakınlara Ma'rufu Emredip,  Onları Mûnkerden  Nehyetmek. 98

Buluğa Ermeyen Çocuklara Ma'rufu Emredip Onları Mûnkerden Men'etmek. 98

Buluğa Eren   Çocuğa Ma'rufu Emretmek Ve Onu Münkerden Men'etmek. 98

Ana-Babaya Karşı Marufu  Emr Münkerf Nehyetmek. 99

Eşlere Karşı Ma'ruf'u  Emr Ve Mûnkeri Nehyetmek. 100

Kocaya  Karşı   Ma'ruf Ve Münker Görevini Yapmak. 102

VIII.  BÖLÜM... 102

MA'RUF   VE   MÜNKER   GÖREVİNİ YAPANLARDAN   İSTENEN   VASIFLAR.. 102

Namaz. 102

Sabır 103

Affetmek Ve Yüz Çevirmek. 103

İhlas. 104


EMR-İ MA’RUF NEHY-İ MÜNKER

 

Bismillahirrahmanirrahim

( Başarı Ancak Allah'ın yardım etmesiyledir.)

Muhterem Mehmet KARABULUT,

Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun:

Medine İslâm Üniversitest'nde okuyan değerli öğrenciniz Mehmet KAYA vasıtasıyla gönderdiğiniz mektubunuzu almış bulunuyorum. Üstad Celâlüddin el-UMERÎ'nin "MARUF VE MÜNKER" konusunda kaleme aldığı kitabın tarafınızdan takdir edilmesinden dolayı Allah Teâlâ'ya hamdettim. Kitaba, Urduca'dan Arapça'ya çevirmemden başka bir katkım olmamıştır. Bu çalışmanın Allah'ın rahmetine vesile olmasını umuyorum.

Mehmet KAYA vasıtasıyla bu kitaptan bir adet size gönderiyorum. Türkiye'ye geldiğinde size takdim edecektir.

Kitabın Türkçe'ye tercüme edilmesinde bizce hiçbir mazhur yoktur. Aksine böyle hayırlı bir çalışma beni ve kitabın muhterem müellifini son derece memnun edecektir. Böylelikle kitap daha geniş bir kitleye hitap etme imkânına kavuşmuş olur. Sizden ricam, Arapça baskısında vaki olan baskı hatalarını düzelt­meniz ve tercüme ile ilgili gelişmeyi haber vermenizdir. Allah mükâfatınızı ihsan buyursun, çalışmanızın karşılığım versin.

Allah'tan sıhhat ve afiyetler dileriz.

Sevgi ve muhabbetlerimin kabulü dileğiyle.

Dt: Muhammed Ecmel Eyyûb el-İSLAHÎ

5 Ramazan 1404-11 EKİM 1983 MEDİNE

 

TAKDİM

 

Haindin ve şükrün her çeşidi Allah'a, Salât ve selâm O'nun yüce ve eşsiz Rasûlü Muhammed Mustafâ'ya (s.a.v.), âline ve ashabına olsun.

Kur'an ve Sünnetten kıl payı ayrılmadan eşsiz İslâm Nizamının sa­vunuculuğunu üstlenen islâm ümmetinin şanlı ulemasına Al­lah'tan rahmet dilerken onların şefaatine nail olmamızı yine Hak Teâlâ'dan niyaz ederiz.

Bugün İslâm'ın fitneye ma'ruz kalıp hedef seçilmesi, İslâm düşman­larının bu derece azgınlaşması, hiç şüphesiz ki hayatını İslâm'a adayan ve ümmeti yönlendirip islâm ile tanışmasını sağlayan ulemanın olmayı­şındandır. Geçmişte ulemaya bağlılığı Allah Rasûlü'ne bağlılık diye te­lakki eden bir cemaat var idiyse, bunu, mutlaka İslâm'ı, medrese at­mosferinde tahsil edip devlet politikasını arkasında bulan İslâm ulema­sının mevcudiyetine bağlı kabul etmek bir realitedir. Yani İslâm'ın dev­let desteğinde varlığını sürdürmesi, onun engelsiz anlaşılmasına birinci sebeptir, İslâm'ı "Allah Teâla koruyor" diyerek onun kurumlaşmasını ve siyasi bir güç haline gelmesini gerekli görmeyenler, ya İslâm'ı anlamak­tan âciz ve câhil kişilerdir, ya da dış güçlerin ve emperyalist kâfirlerin yerli işbirlikçiliğini ücret karşılığı üstlenmiş münafıklardır. Üçüncü bir ihtimali düşünmek zaittir. Çünkü müslüman gafil olamaz, ikinci defa aldanma hakkını tanımayan islâm, kendini hayattan koparacak kadar fırsat tanımaz. Hiç bir beşerî sistem bile, varlığını ortadan kaldıracak kadar saf davranmaz veya kendini tarihlen silecek kadar fırsat tanımaz. Kaldı ki îslâm uyandırır. Müslüman uyanık ve en akıllı kişidir. Neyi, nerede, ne zaman ve hangi ahvalde söyleyeceğini en iyi bilen kişidir. Kendi dışındaki herhangi bir süper gücü tercih edemez. Çünkü kendisi süper güçtür. Kur'an ve onun tebliğcisi, ümmetine böyle öğretmiş ve sünnetullah böyle cereyan etmiştir. Bunun dışında bir çıkış öneren, İs­lâm ve müslümanlar adına konuşan, yol gösteren ve ahkâm kesen ise tek kelime ile hâindir.

"Ma'ruf ve münker" kavramlarını konu edinen bu tercüme, kendi sahasında yeni bir etki göstermezse bile, umuyorum ki zihinlerde yeni bir istifham uyandıracaktır. Bu bir iddiadır. Kitap okunup bitirilince bu iddianın doğru olduğu görülecektir.

Yazarın kitapta güttüğü hedef, İslâm insanını, devlet plânında ve desteğinde inşa etmektir. İslâm'ın öz kaynaklarına dayalı bir eğitim sis­teminden geçmeyen müslümanm, özellikle entellektüel müslümanın güdümsüz bir kişiliğe sahip olacağını söylemek, sanırım kelimenin en açık ifadesiyle saflık olur. Zira bağımsız bir medeniyet ve kültür yapısı­nın eğitim sistemi ile yetişen insan, varlığında, kendisine göre şekillen­diği medeniyetin görüntülerini yansıtır. Artık o kişi istediği kadar için­de yaşadığı millet ve topluluğa ait olduğunu iddia etsin, değişen bir şey olmaz.

Bugün batının kültür istilâsı altında onun eğitim sistemi ile yetişen gençliğimizin islâm dışı bir hayat yaşadığını söylemek yanlış olmaz. îşte bu söylenenler açısından günümüzde halkı müslüman ülkelere ba­kılınca, bu iddiamızın ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktır. Kitabini yazan, İslâm insanı inşa olunmadan, ümmetin bu kültür istilâsından kurtulacağını- şuurlu her müslümanın inanmadığı gibi inanmamakta­dır.

Kitap "ma'ruf ve münker" kavramlarını âyet ve hadislere dayandıra­rak, bu iki kavrama Kur'an perspektifinden taze ve canlı bir nazarla bakmakta, islâm ulemasının görüş ve yorumlarıyla desteklemektedir.

Ma'ruf: Allah Teâlâ'nın güzel gördüğü için yapılmasını emrettiği, münker ise yapılmasından hoşlanmadığı için yasakladığı hususlar şek­linde bir ayırıma tâbi tutulursa, Kur'an-ı Kerim'in bu iki kavram için âdeta savaş alanı olduğu görülecektir. Böyle bir savaş alanında Hak'tan yana olanlar ve onların izinden gidenlerin Hak Cephesini, Hak'km kar­şısına çıkıp ona kafa tutanlar ve onları izleyenlerin ise Batıl Cephesini oluşturdukları ortaya çıkacaktır. İşle bu savaş alanında Hak cephesini oluşturup bâtıla karşı savaşanlar Peygamberler ve onları izliyenlerdir. Peygamberler her türlü icraatını saf dışı bırakmak için tâbileriyle birlik­te ezel ve ebed ölçüleri içerisinde bu savaşı sürdürmüş ve Allah'ın des­teğine mazhar olmuşlardır. Bâtıl cephesi ise her defasında hüsrana uğ­ramışlardır.

Tarihçiler, Peygamberlerin -ilk Peygamber dahil- sürdürdükleri bu soylu kavganın adına cihad, kavgayı verenlere de mücahid adını vere­rek tarihin altın sayfaları arasından bize mesajlar sunmuşlardır.

İlk peygamberlerle başlayan iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama ci­hadı, tarihî seyir içerisinde gelen peygamberler ve onların yılmaz ve azimli izleyicileri tarafından devam ettirilmiş, nihayet kâinatın önderi Allah Rasûlü ve onun İslâm ile çelikleşen ashabı tarafından doruk nok­taya ulaşmıştır. Saadet asrının, ölmeden önce cennetin kokusunu bu­ram buram hesseden ve duyan bu İslâm ordusu, cihanın bir daha şâhid olamayacağı kadar büyüktür. Bu ordu en soylu kavgasını ve hayat mo­delini arzederek, unutulmayacak hatıra ve anlayışlarıyla tarihe şeref ka­zandırmıştır. İşte o gün bugündür bu şerefli neslin geride bıraktığı yolu izleyenler,' tarihî süreç içerisinde bu görevi zaman zamam ihmale uğrat­mış olsalar da 60 yıl öncesine kadar biatlı ve halifeli bir toplum olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nihayet İslâm ümmeti'nin dağılmasını ve tarihe karışmasını engelleyen merkezî otorite, nizâm-ı âlem anlayışı ve devlet-i ebed-müddet inancı, bu ümmetin ezelî düşmanları tarafından keşfedilip ortaya çıkarılınca, şer güçler tüm varlığını, bu merkezî otori­teyi parçalamak ve ümmetin dağılmasını sağlamak için kullanmış, uzun vadeli bir plân ve strateji hazırlamışlardır. Bu plânı uygulamak için de asırlardan beri çalışmaktadırlar.

"İlmî anlamda Oryantalizm adını alan bu hareket havadan bir uy­durma değildir. O, birkaç neslin birlikte çalışarak uzun yatırımlarla meydana getirdiği önemli bir doktirinler ve uygulamalar paketidir.[1]

Neticede bu uzun vadeli ve sabırlı çalışmaların sonuçlarını da gör­müşlerdir. Onların bu çalışmalarına tarihte İlmî Sömürgecilik ve Kültür Emperyalizmi adı verilir. Bugün içinde yaşadığımız bu istilânın, ruhu­muza vurduğu damgayı silme mücaddesinin şuuruna varıp, ona karşı yeniden bir İstiklâl mücâdelesi hazırlıklarının arefesine girmiş bulunu­yoruz. Bu mücadele, bin yıllık tarihimizi neslimize unutturmaya çalı-Şan batılı emperyalistlere karşı verilen bir mücadele olacaktır. Bu savaş, kültür savaşı ve ekonomik bağımsızlık savaşı'dır. Kültürümüzün kimliğini ispatlama ve ortaya çıkarma savaşı......

Halkı müslüman ülkelerimi gençliğini İslâm ile tanıştırmak, eşyaya ve dünyaya İslâmî perspektifden bakmalarını sağlamak, bilgi ve düşün­celerini İslâmlaştırmak ve her an İslâm motofini üzerinde taşıyan bir kültürel yapıya ulaştırmak zorunluluğu vardır.

Bugün bu çığır açılmıştır. Uğratıldığımız kültür istilâsına kafa tuta­cak, istalâya uğratanlardan hesap soracak İslâm gençliğini sahnede gör­mek, göz yaşartıcı ve yarınlar hakkında güven duygusu veren bir man­zaradır.

Peygamberlerin yürüttükleri "Marufu emretmek münkerden neh-yetmek" görevi kendilerinden sonra İslâm ümmetinin omuzlarına yük­lenmiştir. Ümmet bu görevi kendi şartları ve kaideleri içerisinde yürüt­tüğü sürece de zaferden zafere ulaşmıştır.

Günümüz tarihçileri ve islâm'ın genç kuşağı, bu görevin sukût'a uğratıldığı başlangıç tarihini ümmetin yıkılmağa yüz tuttuğu tarih ola­rak tesbiı etmiştir. Ve peygamberine ümmet olmanın şuurunu kazanan müslüman gençlik, o günden bu güne kadar dış güçlere İslâm âleminde meydana getirilen onulmaz yaraları, iyiliği emir ve kötülüklerden sa­kındırmanın tüm yollarını deneyerek tedavi etmeye başlamalıdır. Bilin­melidir ki, tedavi edilmeyen yaralar vücudun ölümüne sebep olur.

Ma'ruf ve münker görevinin sükûtu; müslümanlarm dünyayı idare etmekten el çekmesi ve İslâm'ın dünyaya şekil vermesinden uzaklaştı­rılması demektir. Çünkü Ma'ruf; Allah Teâlâ'nın rızasına göre İslâm'ın devletleşmesi, hâkim güç ve yönlendirici âmil-olmasıdır. Münker ise; devletleşen bu güç vasıtasıyla O'nun arzu etmediklerinin safdışı bırakıl­ması, hayata hükmetmesine engel olunmasıdır.

Dünyamızı modern putperestliğin egemenliğine terk eden hâkim güçler, kurdukları câhiliyye eğitim sisteminin (= İslâm'ın damgasını, renk ve muhtevasını taşımayan her sitemin) temelinde zulüm ve şirk vardır. Dolyısıyla bu sistemle eğitilen modern dünyanın (!) insanı da zâlim ve müşriktir. Zâlimden adalet beklemek zulmün devamını dile­mektir. Zâlime zulmünde yardım etmek dolayısıyla zalim olmaktır. Bu da adalet esprisine aykırıdır. Ancak İslâm, iktidar olduğu ve siyasal bir kuvvet olarak hükmettiği zaman zalimi zulmünden vazgeçirmek müm­kün olur. Fert bazında da Rasûlallah'ın talimatı gereği mazluma yardım edildiği gibi zalimin zulmüne engel olunmak suretiyle ona yardım edil­melidir. [2] İslâmî eğitime dayalı sistemde ise insanın kendi fıtratına uy­gun bir devlet düzeni kurulur. Böyle bir devlette, o devletin dünya gö­rüşünü yansıtan fert ve toplumlar yetişir.

İslâm'ın çağlar üstü olduğu, eskimediği ve her devirde hâkim olduğu bölgelerde dünya dengesini en âdil şekilde koruduğu görülmüştür. Hiç­bir çağ ya da hiçbir çağdaş devlet modeli, İslâm üstü olamaz. Mümin böyle inanır, bunu savunur ve bu düşünce tarzı ile hayatını sürdürür. Bu, onun tevhîdî dünya görüşü'nün de gereğidir.

İslâm, zaman ve mekân ayırımı yapmaksızın Allah'ın indirdiği hü­kümlere boyun eğilmesini ve tevhidde olduğu gibi hüküm vermede de Allah'ın adil hükümlerine muhalefet ederek şirk koşulmasını yasakla­mıştır. Böyle bir anlayışın sonucudur ki İslâm, Mekke'den Medine'ye taşındığı gün Devlet ve İktidar'a dönüşmüştür.

Demek oluyor ki ma'ruf ve münker görevi, müslümanm ihtiyarına terkedilmiş bir sorumluluk değildir. Bazı müslüman aydının ma'ruf ve münkere bakış açısı ne yazık ki ihtiyari olma noktasında düğümlen­mektedir. Bu, sanırım ki batının aydınımıza aşıladığı sakat bir görüştür. Varılan nokta göstermiştir ki, peygamberlerin yürüttükleri bu görev, mahiyet itibariyle küllenmiş, bu kavramların Kur'an'da ve Sünnet'te ne ifâde ettikleri eksik anlaşılmıştır. Kitabın yazarı "Mar’uf ve Münker" görevinin yeniden dirilişini ve bunun gereğini ileri sürer, İslâm'ın dev­lete dönüşmesinin ve söz sahibi kılınmasının yolu, "Ma'rufu emr ve Münkeri nehiy' görevinin Kur'an ve Sünnet ışığında anlaşılabileceği gö­rüşündedir.

İslâm dâvetçesini yetiştirmek İslâm ümmetinin görevidir. Bu göre­vin ihmâli, Allah'ın dinine isyanı ve isyan edenlerin sayısının artması ve nihayet câhiliyenin hüküm sürmesi ve insanlara hükmetmesi anla­mını taşır, İslâm ümmeti, İslâm'ın din ve dünya, din ve devlet, din ve siyaset, din ve sosyal hayat denklemini kurduğunu, evrensel bir mesaj ve çağlar üstü bir nizam olduğunu ispat etmakle yükümlüdür. İslâm'ı anlayan ve her devirde onu insanlığa sunan ilim otoritelerinin yetiştiril­mesi farzdır. Bu, İslâm ümmetinin diğer ümmetler karşısındaki varlığı­nı ve hayatiyetini ifâde eder.

Günümüzde itikad alanında müslümanlar arasında yaygınlık kaza­nan bid'atlerin başında "Siyaset Kavramı ile Din Kavramı" arasındaki sürtüşmenin sonucu olan laiklik gelmektedir. Bu kavram, "müslümanları, eli kolu bağlı vaziyete getirmek için dış güçlerin kullandığı en et­kin silahdır" demek, asla yanlış olmaz. Bugün halkı müslüman ülkele­rin insanları fikir ve otoritede kendi ülkelerinde yabancı güçlere terkel dilmiş birer mevta durumundadır. Yabancı kültürün İslâm ümmetine açtığı savaş sonucudur ki, islâm dünyasında batı kültürü standırtlarma ve eğitini felsefesine göre yetişmiş müslüman entellektüeller, laiklik kavramını ilmî verilere dayandırarak savunur hale gelmişlerdir. Hatta batı kaynaklı bu kavram diğer çağdaş kavramlar gibi müslümanlarm düşüncelerine yerleştirilmiş ve böylece entel müslümanlar ile müslü­man halk arasında korkunç boyutlarda anlaşmazlık tohumları saçılmış­tır. Hatta bu kavram karşısında antipatisini ifâde eden müslüman, entel müslüman tarafından hainlikle itham edilir hale gelmiştir. Bu ise Avrupalı olma, çağdaş uygarlığa kavuşma ideali uğruna yapılmıştır.

İslâm dünyasındaki düşünürler, secularism (=lâdînîlîk) konusunu işlerken genelde Osmanlı ve hilâfet meselesini de tartışırlar. Arap kö­kenli mütefekkirlere göre, Osmanlı, İslâm'a hizmeti inkâr edilemiyecek üstünlükte olmakla beraber, kimi eylemleriyle kendi kuyusunu kazmış ve yönetimi altındakiler! de beraberinde yıkıma sürüklemiştir. Umumî kanaat olmamakla beraber, yaygın görüş budur.

Dinde reform adıyla, İngiliz'e ve Batı'ya kucak açmayı, hatta onlarla içli-dışlı olmayı normal gördüğü halde müslüman şahsiye ti erdeki basit hataları enine boyuna tartışırken kâfirlere hoşgörü kanatlarını açan Muhammed Abduh, böyle bir konuda zikredilmeden geçilmez şüphe­siz.

"el-İlmâniye" kitabının, müellifi Sefer b. Abdürrahman el Hevâlî, Mu­hammed Abduh'un fikir ve tavırlarını gündeme getirdikten sonra diyor ki:

"......Muhammed Abduh lâik değildi (!) ama, fikirleri Avrupa laikli­ği ile İslâm dünyası arasında birleştirici halkayı temsil ediyordu. Bunun içinde Haçlı-Yahudî plâncıları onu kutlamış, bilimin ve eğitimin, İslâm dünyasında laikleştirilmesi ve dinin sosyal hayattan uzaklaştırılıp, cahaliyye kanunlarına dönülerek şeriat ile amelin iptalinde bir köprü ola­rak kullanmıştır onu. Müslüman yığınlar da, lâikliğe geçişte onun re­formcu fikirlerinin arkasına sığınmıştır. [3]

Ma'ruf, İslâm nizamının hükümleri, genel prensipleri ve teşri ruhu uyarınca, yapılması ve söylenilmesi gereken her söz ve fiildir. Münkei ise, ister mükelleften, ister mükellef olmayan birisinden gelsin, İslâm hukukunun yasakladığı her türlü suç ve günah fiildir. İşlenen suç isteı gizli ister açık olsun, görenin ona engel olması vaciptir. [4]Bazı hukuk bilginleri, münkeri, işlenmesi şer'an mahzurlu olan heı şey, diye tarif ederler. [5] Bu hukukçular, "işlenmesi yasak olan" tabirini suç ve günah deyimine üstün tutarlar. Zira onlara göre münker, günah­tan daha çok umumiyet ifâde eden bir lafızdır.

Şu halde marufu emir, İslâm şeriatı uyarınca, yapılması veya söylenme­si gereken hususları teşvik etmektir. Münkeri nehiy ise, terkedilmesi gerekeni ortadan kaldırıp, şeriatın uygun gördüğü şeyleri teşvik etmektir. [6]

Bu görev bu kadar önem arzedince, İslâm ümmetinin ihmalkâr dav­ranmasının neye mal olacağı açıkça anlaşılmaktadır. Bugün işte kor­kunç boyutlarda seyreden olumsuz İslâmî hayat bu ihmalin sonucudur. Sağlam İslâmî bir hayat, elbette ki İslâm'ın kâmil anlamda söz sahibi ol­duğu hayattır. Bunun da İslâm'ın develet olduğu dönemlerde açıkça gö­rüldüğü tarîhen sabittir.

Bu uzun takdimden sonra şu hususları kısaca arzetmekte fayda mü­lahaza ediyorum.

1- Eserin tercümesine çalışırken mümkün olduğu kadar manaya sa­dık kalmakla beraber, üslûbun sâde olmasına gayret ettim.

2- Lafzı tercüme yerine tefsiri tercüme yolunu tercih ettim. Yazarın ifâde ettiklerini türkçe olarak anlamağa ve öylece ifâdeye etmeye ça­lıştım.

3- Tercümedeki vaki hatalar bana aittir. Uyanlara ve hataların düzel­tilip bildirilmesine gönlümüz açıktır.

4- Eser sekiz ana başlık altında işlenmiştir. Kitabın orijinali Urdu­ca'dır. Arapça'ya çeviren Medine İslâm üniversitesi öğretim görevli­lerinden Muhammed Ecmel Eyyûb-El-Îslahî'dir. Bize Türkçeye tercüme iznini bildiren mektubunu da kitabın baş tarafına koydum.

5- Kitap akıcı olmayabilir. Fakat anlaşılır ifâdeler kullanmağa gayret edilmiştir. Kaynaklar konuşturulmuş yorumlar getirilmiştir.

6- Dipnotlarla kitaptaki bazı önemli fikirleri açıklamaktan kendimi alamadım. Ayrıca tercüme arasında dahi bazı parantez içi açıklama­lar da yapılmıştır.

Konunun çok önemli olması ve İslâmî açıdan hayatî bir önem arzetmesi nedeniyle çevirimiz umarım ki sevab kazandıracaktır.

Eğer kitap "ma'ruf ve münker" kavramlarına takdir edilen önem ve değerin anlaşılmasına yardımcı olursa görevini yapmış demektir. Bu iki kavram çeşitli kitaplarda bir takım başlıklar altında işlenmiştir. Bu mu­hakkak. Ama yazarın çok zengin bir bibliyografyaca başvurarak hazır­ladığı bu kitap, inanıyorum ki müslümanın sahip olduğu ideale bir çok açıdan katkıda bulunacak ve ufkunu daha da genişletecektir. Bazı araş­tırmacılara da yeni ufuklar açacağını umuyorum. Eser kendi sahasında belki ilk detaylı bilgi ile karşımıza çıkmaktadır. Bu benim sahip oldu­ğum kanaat. Ama şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, kitap bana çok şey­ler kazandırmıştır.

Cenâb-ı Hakk'tan bu nâçiz tercümeyi hayırlara vesile kılmasını di­lerken, doğacak sevaptan tüm geçmiş büyüklerimin ruhlarının hisseyâb olmasını umarım. Yine İslâmi uyanışımı ve şuurumu kendilerine borç­lu olduğum İslâm'ın mücâhid ulemasını, geride bıraktıkları dinî heye­can ve yaşayışlarından dolayı rahmet ve minnetle anarken şefaatlerine nail olmak ve gönüllerimizde bıraktıkları o ulvî ideallerin islâm'a susa­mış tüm gençliğe nasib olması da en büyük temennimdir.

Mehmet Karabulut

5.5.1991

Maîtepe/Îstanbul

 

ÖNSÖZ

 

Hamdın ve şükrün her çeşidi Allah'a, Salât ve Selâm O'nun yüce ve ejsiz Rasülü Muhammed Mustafâ'ya (s.a.v.), âline ve'ashab'ına olsun.

Değerli okuyucu! Kitabımıza konu olarak seçtiğimiz "Ma'rufu emr münkeri nehiy" terimi Kur'ân ve Sünnette çokça rastlanılan bir terimdir. Kitabımız okunup incelenince bu terimin hukukî bir statüye sahip olduğu görülecektir. Zaten elinizdeki bu kitap bu terimin genişçe bir şerh ve tefsiridir. Yine bu incelememizde bu terimin sanıldığı kadar dar bir çerçevede ele alınmadığı görüleceği gibi, aksine islâm'ın inanç ve amelî bir nizam olduğu da görülecektir.

Öyle ise, İslâmî da'vetin mahiyeti nedir? Herkesi bu da'vete muhatab kılmak ve yeryüzünde bu da'vetin inanç ve amel nizamını yerleştir­mek için mü'minlerin yerine getirmekle yükümlü oldukları ilmî ve amelî çalışma ne olmalıdır? Bu da'vetin neticesinde kurulan İslâmî Devlet'in diğer devletlerle ne gibi benzerlik ve ayrıcalıkları olacaktır? Müslümanm böyle bir devletteki sorumlulukları nelerdir. Devletin te­mel felsefesine uygun olarak kurulacak müesseselerin yönlendirilmesi­ni kim yapacak? Devletin başındaki yönetici ve onun her açıdan destekleyicisi olan müslüman tebaa, tüm cahiliyye düzenleriyle savaşarak dinin onaylamadığı her türlü gayr-i meşru hayatı lağvedip İslâmî renge dönüştürerek yapılan çalışmayı ve buna karşı çıkacak her çeşit güçleri etkisiz hâle getirmek üzere yapılacak cihad'ı nasıl yönlendirecektir? Evet, İslâm'ın inanç ve amel nizamının gerçekleşmesi etrafında bu tür mukadder sorular hatıra gelmektedir.[7]

İslâm'ın temel öğretisine göre Allah Teâlâ mü'min ile kendi arasın­daki bağın gereği olarak mü'mine bir takım görevler yüklenmiştir. Bu cümleden olarak mü'min, Allah Teâlâ'yı tanıyıp O'na da'vet edecek, Kur'an ve Sünnetin çeşitli ifâdelerle açıkladığı "şirk'ten uzaklaştıracak ve tüm peygamberlerin çağırdıkları tevhid sistemine da'vet edecek, on­ları kula kulluktan kurtarıp, kendi öz fıtratına uygun ilahî atmosferi ya­şatmaya çalışacaktır.

Yine ölüm ötesi hayatın ve hesabın hakikatma işaret ederek; insan­lığı Allah'ın azabıyla korkutup cennetiyle müjdelemek, Allah Teâlâ'ya karşı yeryüzündeki şahitlik görevini yapmak, insanlığın ve dünyanın İslahına çalışmak, hakkı tebliğ etmek, Allah'ın muradına uygun bir in­san yetiştirmek uğrunda cihad yapmak, Allah'ın, kurtuluşa vesile olan ve bunu va'deden dinini yaşatmak ve yaşatmağa çalışmak, O'nun ka­nunlarını her türlü beşeri düzenlerin üstünde tutmak (i'lây-ı kelimetillah), hakkı tavsiye ve şeriatın emir buyurduğu her çeşit iyilikte yardımlaşmak........ Evet bütün bunları yapmak, "Ma'rufu emr ve münkeri nehi" kavramının kapsamında mevcut olan Mü'minin yegâne görevidir. [8]

"Ma'rufu emr, menken nehiy" kavramının ifâde ettiği anlam ile tâli derecedeki esaslar arasında önemli bir farkı vardır. Diğer esaslardan her biri, bu mühim kavramın belirli oranda çeşitli yönlerinin birer açıkla­masıdır. Kaldı ki bu kavramın sınırlarının genişleyip daralması gibi bir özelliğe sahip olması, fer'i tarafını ilgilendiren bir özelliktir. Fakat bü­tün bunlarla beraber, gerek bu kavram olsun, gerek fer'i sahayı ilgilen­diren esaslar olsun, tek bir gerçeğe işaret eder ve tek bir gayeyi hedef edinir.

Binaenaleyh, "Ma'rufu emr münkeri nehiy" teriminin neyi hedefle­diğini kavradığımız zaman, Kur'an-ı Kerim'in mahatabi olan insanın al­dığı tavır, durum ve şartlar muvacehesinde bu terimin tarihî misyonu­nu da derinlemesine anlamakda gecikmiş olmayız.

Durum böyle olunca Kur'an ve Sünnet sahasında derinlemesine bil­gisi olmayan kimselerin "Ma'rufu emr, münkeri nehiy görevini sıhhatli bir şekilde yapamayacağı gerçeği ortaya çıkacaktır. Aslında da dinin "yapınız" dediğini yapmak ve "yapmayınız" dediğini yapmamak görevi son derece önemli ve bilgi isteyen, ehliyet gerektiren zor bir görev değilmidir? Zira bu görev, mü'minin en açık ve ayırıcı özelliği ve onun vakırını yansıtan davranışlarının en belirgin alâmeti, içtimaî varlığının sebebi ve sırrıdır Mü'min en ufak bir şekilde bu görevinden gafil davra­namaz. Çünkü böyle hassas bir noktada mazur sayılmaz. Aksi halde is­yan ve belâya sürüklenmesi kaçınılmazdır. Allah Teâlâ'ya karşı suç işlemek, cehennemi hayata düşmek gibi açık bir akıbete razı olmak ise do­ğacak korkunç hesapları yapmamak ve şuursuzca davranmaktan başka bir hareket olmasa gerekir.

İslâm'ın mü'mine yüklediği bu önemli görev gibi yapılan her şuurlu çalışmanın etrafında daima bir takım sorular sorulmuştur. O halde önemi bu kadar büyük olan bu görev hükmen farz mıdır? Yok­sa bu görevi yapıp yapmamakda müslüman serbest mi bırakılmıştır? Şayet farz ise bu görev îslâm toplumunun her ferdine mi, yoksa belli bir kesime mi aittir? Bu çağrının mahiyeti ve varmak istediği hedef ne­dir? Yine bu görevi icra etmede İslâm ümmeti dışındaki ehl-i kitap da ortakmıdır? Bu konudaki çalışmanın smın nedir? Şartları var mıdır? Varsa ne gibi özellikler taşır? vb. sorular......İşte bu kitap, bütün bu so­rulara genişçe cevap vermektedir.

"Ma'rufu emr, münkeri nehiy" görevinin birçok âyet ve hadiste zik­ri geçer. Âyet ve hadislerin bir kısmı bu görevin değişik açılarına cevap teşkil eder. Meselâ; bir âyet bu görevin farziyet ve keyfiyyetine delâlet ederken, diğer bir tanesi bunun kapsamını ve genişliğini açıklar. Ayrıca sınırlarını ve şartlarını birlikte izah eden âyetler de vardır. Fakat araştır­mamıza konu olan tüm âyet ve hadisleri nakletseydim, çokça tekrar olur ve kitabın hacmi son derece kabarık olurdu. Bunun için feferruata ait olanlarını bırakarak sadece konumuza ışık tutan ve incelememizi net sonuçlara bağlayanları zikretmekle yetindim. Kur'an ve Sünnete gö­re konuyu kavramak gaye olunca, sayın okuyucunun bu âyet ve hadis­leri iyice kavraması, sabırla katibetmesi, değişik bir takım durumlarda nasların açıklamak istedikleri maksada değişik açılardan bakması gere­kir.

Böylelikle hükmün bir yönünü konu alan hadis-i şerif, çok kere bu­nun diğer yönünü de araştırma sahasına çekmektedir. Okuyucu bu konuyu eleştirmek ve daha derinlemesine kavramak için yalnız düşün­mekle yetinmeyecek, aksine tüm kitabı inceleme mecburiyetini hisse­decektir.

Kur'ân-ı Kerim, bir yerde "Ma'rufu emr münkeri nehiy" ifadesini "hayra davetle" birlikte zikretmiştir. Kitaba da zaten bu âyetin kısaca tefsir ve şerhiyle başladım. Çünkü bu âyet "Ma'ruf ve münker" kavram­larını daha açık bir şekilde tesbite çalışmaktadır. Ayrıca kitap, akıl ve mantık kurallarına dayanan bir uslûb içerisinde, dinin herhangi bir hükmünü veya yalnız herhangi bir cephesini ele almamakta elki Al­lah Teâlâ'nın emrettiklerini Rasûlüllah'ın (s.a.v.) bize getirdiklerinin ha­kikat ve mahiyetlerini öğrenmeye teşvik etmektedir. Zira Kur'an ve Sünnetein bu açık hükümleri, gönülden inanıp fıtraten kabule hazır olanlara ve bunların farziyetine inananlara hitabetmektedir. İnsan haya­tını kuşatan bu hükümleri, Kur'an ve sünnetin ifadelerinde açıkça gör­mek mümkündür.

İctihad ehliyetini taşıyan İslâm ulemâsının, kitap ve sünnetin içti­hada konu olan sahasında ihtilafa düşmeleri mümkündür. Fakat bu va­sıfları taşıyan kimselerin ihtilâfları mübahtır, hatta müstehabdır. Yeter ki bu nassaları İslâm'ın usûlü din kuralları içeriside anlamakla fikrî hitilaflar olsun. Fakat iş, ehil olmayan bir çevrenin eline düşüp, ehil olan­lar da bu sahada susukun vaziyette kalırsa o vakit çıkacak ihtilaf, hiç de iyi olmayan sonuçlara götürür. Binaenaleyh câhillerin eline düşen ko­nu- âdeta leş üzerine üşüşenler gibi- mevcut görüşlerin çelişik yönle­riyle izaha kalkışılırsa, sonuçta istenmeyen bir çizgiye gelindiği görüle­cektir. Bu nedenle de birbirleriyle çelişkili görülen iki nassı, Kur'an ve hadislerin kabul etmeyeceği tefsire uydurmamız mümkün olmayacak­tır. Halbuki bu çeşit bir yaklaşımdan Kur'an ve sünnetin muhakkik âlimleri şiddetle kaçınmışladır.

Şüphesiz ki Kur'an ve hadis tefsirinde tercih edilen en doğru metod; bu iki kaynağın bizzat açıkça işaret buyurup gösterdiği metoddur. Yahut en azından bu iki kaynağın uslûb ve ifâde tarzları vasıtasıyla or­taya çıkarılan izahtır. Zaten bu görüşü ilim ehlinin ispatları da destek­lemektedir.

Kitabımı yazarken de ititnad edilen bu ikinci metodu Kur'an ve sonette tercih edilen hüküm çıkarma metodunu kullandım. Fakat kâmil mânâda bu yolu takip ettiğimi de iddia edemem. Zira mutlak kemâl yalnız Allah Teâlâ'ya aittir. Allah'tan, bu çalışmamın hüsn-i kabul gör­mesini ve kullarına faydalı kılmasını diliyorum.

24 Şubat 1966

Ceîâlü'd-Din d-Umerî

Hindistan

 

GİRİŞ

 

HAYRA DA'VET VE HÜKMÜ

 

Allah Teâlâ Âl-i İmran sûresinde inananlara şöyle hitabeder:

Siz­den öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (Onlar herkesi) hayra çağır­sınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vaz geçirmeye çalışsınlar. İşte on­lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[9]

 

Âyetin  Önceki Âyetle  İlgisi

 

Allah Teâlâ, bundan önce geçen ayette İsrail oğullarının, dinlerini arka plâna atıp, dinin hayatla irtibatını kestiklerini, bununla da yetin­meyerek insanların dinî hayatlarına müdahale ettiklerini ve bu konuda tüm gayretlerini sarfettiklerini bize bildirmektedir. İsrailoğularının bu korkunç hataları kendilerini Allah'ın rahmet ve rızasına nail olmaktan ve hidâyetinden mahrum bırakmıştır. Takiben gelen "âyetle mü'minlere hitabedümekte, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa, O'nun muradına uygun olarak korkmaları ve müslüman olarak ölmeleri, bâtıla karşı topyekün Allah'ın ipine (Kur'an'ın emirlerine) sarılıp, İslâm'la içice ol­maları, bundan asla taviz vermemeleri, aksi halde siyasi iktidarları'ndan uzaklatırılacakları, bunun daha önce örneklerinin olduğu ve bu gerçeğe tarihî perspektifden bakılması gerektiği açıkça beyan edilmek­tedir.

Bütün bu açıklamalar, mü'mini ruhen bu iktidara hazırlayacağı için, onu evvelâ ruhen bu iktidarın sorumluluğuna yönlendirmektedir. Fakat Mü'minlerin kendi dışında yapmak zorunda oldukları çalışma ise -ki bu çalışma iktidar olmayı gerektiren bir çalışmadır- konumuza baş­lık olarak seçtiğimiz âyet-i kerîmenin, en kuvvetli alternatif olarak sunduğu ve kesin nassa bağlı olarak, 'İnsanları Hayra Davet Et­me, Dînîn Hoş Gördüklerim Emretme Ve Hoş Görmedîklerînî Yasaklama" gibi çok önemli ve İslâm Devleti için temel ola­rak seçtiği görevdir. Bu hususda Kur'an yorumcularından iki otoritenin görüşlerini arzetmeye çalışalım: İmam Râzî der ki:

"Allah Teâlâ ehl-i kitabı, bundan önceki âyette iki sebepten dolayı suçlamıştır:

1- Küfre düşmeleri

2- Başkalarını küfre sokmak için yaptıkları çalışmalar."

Bu âyeti müteakiben, hitab mü'münlere yönelmekte ve müminler evvelâ takva ve îman ile emrolunmakta, sonra da ehl-i kitabın yap­tıkları ve işledikleri korkunç cürüme karşı; sapmışların hakka, îma­na ve itaate yönelmeleri, sapmamışlann da hak üzere sebat etme hu­susunda son derece gayret sarfetmeleri istenmektedir.[10] Allâme Seyyit el-Âlusi söyle der:

"Allah Teâlâ, mü'minlerden, hak düşmanlarının her çeşit engelle­melerine karşı koymak için evvelâ kendilerini islah etmelerini, sonra da başkasını İslah etmelerini istedi. Zira kendilerini doğruya getiremeyen­lerin, başkalarını doğruya çağırmaları abes olurdu. Âyetteki hükme gö­re ehl-i kitap hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını saptırdı.[11] İslâm ümmetinin tarihî seyir çizgisinde sürekli üstlendiği ağır bir sorumluluğu vardır ve bu sorumluluk hâlen devam etmektedir. Bu, Tağut'un her türlü tasallutuna karşı koyma görevi idi. Âyet-i kerime bu mühim göreve iki terkible dikkat çekmektedir:

1- Hayra da'vet

2- İyiliği emredip kötülükten sakındırma.

 

Hayra Da'vet

 

İslâm ümmetinin yerine getirmekle mükellef olduğu bu kavramın ifade etmek istediği mana, Rasûlullah'ın (s.a.v) bize tebliğ etmiş olduğu İslâmı taşıma ve ona da'vet sorumluluğudur. Bu ise îtikâdî, nazarî, siyasî, ahlâkî ve ibadetle ilgili sahaları kuşatan "Hayr'ın" bizzat kendisidir. Allah Teâlâ hayatın her cephesini kuşatan, din ve dünya ayrılığını asla kabul etmeyen bu eşsiz nizam'a da'vet etme görevini îslâm ümmetinin omuzlarına yüklemiştir.

İslâm'a göre hayır ve şerrin ölçüsü yalnız Allah'ın dinidir. Alah'ın dini neye "hayır" demişse o hayırdır. Neye "şer" demişse o da şer'dir. İslâmî çizgiden saparak bir takım arzulara göre şekillenen yollara ve sistemlere göre insanların tavır almalarını ve şekillenmelerini istemek, Allah'ın dinine savaş açmak demektir. Bu yetkiyi hiç kimse kendinde bulamaz. Çünkü İslâm dışı fikir ve ideolojiler, hayattaki düzenlemelere ve geçim yollarına çeşitli şer renkleriyle bakarlar. İslâm, hayatı yeniden ilâhî düzenle şekillendirmek üzere dünya gezegenine ayak bastığı zaman bu çeşit hayat telâkkileriyle karşılaşınca bunlara savaş açtı ve bü­tün gücüyle bunların aleyhinde kesin tavrını takındı. Allah Teâlâ'nın yüce irâdesini hâkim kılmak için tüm insanlığı bu da'vete uymaya ça­ğırdı. Bunu yaparken doğacak bütün riskleri de gözönüne aldı.

"Hayra Da'vet" hayatın tüm cephelerini kuşatan İslâm'ın bütünlüğü içerisindedir ve bu görev dinin yalnız bir cüz'ü anlamına gelmez. İslâm ümmeti, bu parçalanmayı kabul etmeyen bütüne taliptir. Tüm gayretle­rini bu uğurda seferber etmediği müddetçe kabullendiği sorumluluktan kurtulamaz. îşgal ettiği stratejik konuma göre "Ahlâkî İslah" ve Siyâsî înkılab" bu ümmetin aslî görevidir. Ne zaman ki sadece ibâdetleri tel­kin edip, hayatın sosyal problemlerini İslâm'a göre düzenleme gayretle­rini bırakarak hayra da'vet etmişse, her zaman onun ezelî düşmanları­nın işine yaramış ve taşıdığı bu sorumluluktan da kurtulamamıştır. Çünkü "Hayr", tarifine uygun olarak, parçalanma kabul etmemektedir. Bir parçanın bir mânâ ifâde etmesi ancak diğer parçalarıyla birlikte mü­talaa edilmesiyle mümkündür.

İşte İslam ümmeti hayr'ın her cüz'ünü yaşamağa ve yaşatmağa me­mur olduğu şuurunu taşıdığı sürece bu sorumluluğunu idrak etmiş de­mektir. Bu hususu Kur'an-ı Kerim'in birçok âyeti açıklamıştır. Allah Te­âlâ İbrahim, İshak ve Ya'kub (a.s.) gibi peygamberlerden söz ettikten sonra şöyle buyurur:

“Onları emrimizle dosdoğru yolu gösterecek rehberlerkıldık, ken­dilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi variyettik. Onlar bize ibâdet edicidirler.[12]

Âyet-i kerîmede geçen "hayrat" (=hayırlı işler) kelimesi, Allah Te­âlâ'nın, peygamberinin yapıp işlemelerini emrettiği işlerdir ki kesinlik ifâde eder. Araştırıldığında görülecektir ki onların yapmakla mükellef oldukları "hayırlı lşler"in kapsamı son derece geniştir. Bu kapsama, ibâdetler, ahlâkı, davranışlar ve insanlar arası tüm muameleler girer. İş­te dinin muamelât ile ilgili kısmına şeriat denildiiği gibi tümüne de şe­riat denir.

Bu açıklamardan anlaşılıyor ki "hayrat" kelimesi, Allah Teâlâ'nın, şeref ve izzet sahibi peygamberlerine gönderip de amel etmelerini iste­diği mükemmel şeriata verilen addır. Eşsiz yasaları yaşatıp, aktaran in­sanlar ancak canlı birer örnek ve ölümsüzleşen birer tablo oluşturan peygamberlerdir. (Onlara ve da'valarına gönül verenlerine saadet dile­mek, saadetlerine katılmak en büyük dileğimizdir.)

Allame el-Bağavî bu âyetin tefsirinde der ki: "Biz onları önderler kıldık." Yani hayırlı her türlü işlerde uyulan liderler kıldık demektir. "Emrimizi gösterirler." Yani insanları dinimize da'vet ederler. "Ve biz onlara hayırlı işler yapmalarını vahyettik" yani ilâhi yasalara uymaları­nı emrettik. [13]

Hazin Tefsiri de "hayırlı işler" ifadesiyle "İlâhî yasaları hayata tatbik etme" olarak anlar ve öyle savunur. [14]

Şu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki "Hayır" kelimesi "İlâhî Şeriat" ile eş anlamlıdır. Ve peygamberler bu "Hayrı" tatbikatlarıyla emretmiş, hayatlarında en doğru ve en kâmil mânâda temsil etmişlerdir. Bizzat ya­şadıkları bu hayata da'vet etmişler, bu da'vetin ise kulluk görevinin ve Allah'ın hükümranlığım ilan etmenin en yüksek derecesi olduğuna ina­narak O'nun gerçek kullarından olmuşlardır.

Şimdi ise "Hayır" kelimesini daha iyi anlamak için Mâide sûresinde geçen diğer bir âyet üzerinde duralım. Bu âyet şeriatlerin çeşitli olabile­ceğinden bahseder. Oysa ruh ve asıl itibariyle Allah'ın dini daima tek bir dindir, asla değişmez. Fakat asırların değişmesiyle şeriatlar değiş­miştir.

Meselâ; İsrâiloğullarına gönderilen şeriat, Hz. Muhammed'in (s.a.v) gönderilmesiyle ilga edilmiştir. Yani Hz. Musa'nın (a.s.) şeriatı hükmen kaldırılmıştır. Ama ruh ve asıl itibariyle kalkmamıştır. Çünkü hedefe varmada maksad aynı, ancak metod değişiktir, islâm ise hedefe varma­da son uygulamadır. Binaenaleyh "Şeriatların değişik" olması kesinlikle "dinlerin de değişik olduğu" anlamına gelmez.

Geçmiş milletlere gönderilen şeriatler, İbâdetlerin ve kulluğun yal­nız Allah'a.yapılacağını, tek kelimeyle hükümranlık hakkının, en bü­yük otorite sahibi olan Alah'a ait olduğunu ilân etmişler ve insanlığın her peygamberin gelişi ile yeni bir şeriat'a boyun eğmeye hazır olmasını icbar etmişlerdir. Yeni bir şeriat'ın gelmesinden sonra geçmiş şeriattan ayrılmayan kimse, gönderilen yeni şeriatı inkâr etmiştir. (Çünkü her yeni gelen şeriat eskisine nisbetle daha kâmildir.)

Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"(Ey Musa'nın, İsa'nın, Muhammed'in ümmetleri!) sizden herbiriniz içn bir şeriat, bir yol (yasa) tayin ettik: Eğer Allah dileseydi (topunuzu bir şeriata tabî) bir tek ümmet yapardı. Fakat o size verdiği (muhtelif şeriatlar dairesi)nde sizi imtihan etmek için (ayırdı). Öyle ise (hepiniz) Hayır işlerde (=Şeriatîerde) birbirinizle yarış edin.[15]

Ayette geçen "Hayırlı işlerde yarışma"dan maksat; Allah Rasûlu Hz. Muhammed'e (s.a.v.) gelen şeriata uymaktır. Şüphesiz kurtuluş İslâm'a uymaktır, başkasına değil. (20. asırda kurtuluşu va'd eden demokrasi­nin her çeşidi, aslında İslâm'dan kurtuluşu hedef edinmiştir. Ama bil­miyordu ki "Gerçek demokrasinin şudur ki tefsiri; Halk hak'kın esiri devlet halkın esiri". [16]

Allâme İbni Kesîr "Hayırlada yarışın" âyetini tefsir ederken der ki: "Bu yarışma, Allah'a itaat, kendisinden önceki şeriatları kaldıran İslâm Şeriatına tâbi olmak ve Allah'ın insanlığa indirdiği kitapların sonuncu­su olan Kur'ârn-Kerîm'i tasdik etmektir.[17] Allâme Şeyyid el-Âlûsî şöyle der:

"Bu yarışmadan maksad; Kur'ân'dan kaynaklanan salih ameller, sağlam hükümler ve hakîkî îman manzumesinden oluşan, dünya ve âhiret diye iki temel üzerine kurulan ve hayırlı, en iyi ve en güzel hayat sistemi İslâm'ı yaşamada yanş edin.[18]

Allâme Nizamü'd-Din el-Kumnî en-Nisâbûrî ise: "Âyetteki "Hay­rat"; inanç, hüküm ve sorumluluklardan oluşan hak olanları demek­tir[19] der.

Tüm bu açıklamalar gösteriyor ki "Hayırlı işlerde yarışma" kavra­mı; Allah'a itaatte ve ibâdette, peygamberlerine itaatte ve şeriat hüküm­lerine uymada yarışmayı ifâde etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'in kendi ifâdesi ve üslûbu içinde mâna kazandırdığı "Hayır" kelimesi tek başına dahi, tüm önleriyle inanç ve Amel (yâni Allah'a iman'a dayalı insanın dünyadaki her çeşit davranışını yasalaştıran) nizam'ı ifâde eder. İşte bu iki temel kavrama ve esasa dayalı haya­tın yasası Kur'ân-ı Kerim olarak ortaya çıkmıştır. Bu ise İslâm ümmeti­nin tüm insanlığı kendisine da'vetle emrolunduğu hayr'ın ta kendisidir. Şimdi "Hayr'a Da'vet'i emreden âyet-i kerimeye dönelim ve bakalım ki Rasûlulah (s.a.v.), sahabe, tabiîn ve müfessir âlimler (Allah onlardan ra­zı olsun) bu âyet-i kerimeyi nasıl açıklamışlardır.

 

Rasulüllah'ın (S.A.V.) "Hayır" Kelimesini Açıklaması

 

Ebu Ca'fer el-Bakır (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: "Rasûlullah (s.a.v)

"Sizden hayra da'vet eden ber ümmet (cemaat) olsun." âyetini okudu ve

"Hayır; Kur'an'a ve sünnetime uymaktır" buyurdu"[20]

Şu hale göre hayr'a da'vet; kitap ve sünneti yaşamağa da'vet demek oluyor, tslâm ümmeti "Kitap ve Sünnet" çizgisi dışına çıkmadan İslâm'a da'vetle mükelleftir. Bunun dışında yapılan ve yapılacak olan her da'vel İslâm'a da'vet olmayacağı gibi, yapılan her çalışma da hayr'a da'vet ça­lışması olamaz.

 

Selef'in "Hayır" Kavramını Yorumlaması

 

Ebu Hayyan el-Endülüsî Tabiînin bu konudaki sözlerini ve görüşle­rini şöyle nakleder:

"Hayır, İslâm demektir. Allah'ın emirlerine itaat edip bu emirlere göre yaşamaktır." (Mukatil)

"Hayır; cihad ve İslâm'dır." (Ebû Süleyman ed-Dımışkî). [21]

Allame el-Bağavi; "Hayır kelimesini "İslâm" diye tefsir etti.[22] Celâleyn sahibi de aynı görüşe katılmıştır.

Şu bir gerçektir ki İslâm, ne yalnız "Hayr" kavramının bir bölümü, ne de belirli bir takım sahalarda Allah'a itaattir. Aksine bütün renk ve muhtevasıyla tüm hayatı kuşatan ve insanın her davranışında Allah'a itaati emreden bir dindir. İşte islâm ümmeti, hayatın her cephesini ku­şatan bu kâmil dine, insanlığı da'vet etmekle emrolunmuştur.

Allâme es-Sâvî Celâleyn tefsirinin şerhinde şöyle der: "Hayır" kav­ramının İslâm'a has kılınması onun her işin başı olmasındandır.[23]

Büyük müfessir İmam İbn-i Cerîr et-Taberî, "Hayır" kavramını genişçe açıklar ve şöyle bir sonuca bağlar:

"Ey mü'minler! Sizden bir cemaat olsun. Yani hayr'a da'vet eden bir Cemaat. İslâm'a ve Allah Teâlâ'nın kullarına kanun olarak gönderdiği şeriatlarına göre yaşamağa da'vet. [24]

Ebu Havyan el Endülüsi: "Hayr'a Da'vet" ifadesi Mü'minin yap­makla sorumlu olduğu ve terketmekle  emrolunduğu mükellefiyetler­le ilgili genel bir ifadedir. [25] Kadı Beydâvi ise:"Hayra'da'vel, din ve dünya ile ilgili her çeşit ıslaha ve  çalışmağa  da'veti genelleştirmeyi ifade eder[26] der. İmam Ebu's -Suûd ve seyyid Alûsî de bu son görüşe iştirak etmişlerdir.

İslam ümmetinin, tüm insanlığı, da'vet etmekle sorumlu olduğu bu dînî ve dünyevî ıslahat, aslında Kur'ân-ı Kerim ve Rasülullah'ın (s.a.v.) sünnetinin yaşanmasıdır. Kur'an-ı Kerim'in ve sünnetin çizdi­ği ve yol gösterdiği bu "îman ve ameller nizamı", zaten dünya barışının ve kurtuluşunun yegane teminatıdır. İslamı çizgiden geçmeyen ve İs­lâm ile bağdaşmayan İslâm dışı sistemler, Zulüm, sapıklık ve fesatta birbirleriyle yanşan kısır çekişmeler ve insanlığı Teğut'a mahkûm eden kölelikten başka bir şey değildir . Müfessirlerin "Hayır" kavramından anladıkları da budur zaten.

Eş-Şeyh İsmail Hakkı, "Din ve dünya sulhu'nu " Şer'i bir sorumlu­luk" diye niteler. Şer'i sorululuk ise ancak Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'i ve Rasülullah'ın (s.a.v.) yaşadığı İslâm demek olan sünnetini yaşa­makla gerçekleşir. İsmail Hakkı açıklaması şöyle sürdürür:

"Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (Onlar herkesi) hary'a ça­ğırsınlar. [27] Yani "Hayrın her çeşidi'ne çağıran bir cemaat..... içinde Dünya sulhunu kesin va'deden" dinin hükümran olması için yapılacak her çeşit çalışmaya da'vet... Bu çalışma ise herkesin yapmakla mükellef olduğu Allah'ın arzusuna mavafık ve yine Allah'ın arzu etmediği ve insanın terketmekle emrolunduuğu bir görevdir ki herkesi ilgilendirecek genişlikte bir sorumluluktur.[28]Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki Kur'an-ı Kerim'in nasları ve müfessirlerin açıklamalarının vardıkları ortak nokta; "Hayra da'vet'in bizzat "İslam'a da'vet olduğu noktasıdır.

Şüphesiz ki İslâm ümmetinin "Hayr'a da'vet sorumluluğu, sadece İslâm'ın çok yüce bir din olduğu, saygı duyulması gerektiği, koruyucu­su Allah olduğu için çalışmaksızın hayata hakim olacağı, bolca överek hakkının verileceği, hak din olduğuna dair kitaplar yazılarak hizmet edileceği şeklinde, yapılacak kuru ve samimiyetsizce çalışmalarla yeri­ne getirilemez; getirilmiş olamaz. Ne zaman ki bu ümmet, asr-ı saade­tin şehâdet mantığını kabullenerek, cihada bürünerek bu dinin dünya sathında hâkim unsur olması için tüm varlığını feda eder, ruhî ve bede­nî güçlerini bu dinin emrine verir, varmak istediiği hedef için her çeşit maddî çalışması demek olan; siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel çalış­masını yaptıktan sonra da neticeyi Allah Teâlâ'ya bırakırsa Allah'ın yardımını mutlaka görecektir. Bütün bu sayılanlar  yapılmadan başarıya ulaşacağım sanmak ve inanmak saflıktan başka bir şey değildir. Yine mezkûr çalışmaları yapmak zaman ve şartlara göre hükmen farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olan çalışmalardır.

Böylelikle bu ümmetin savaşı ve barışı, hayat ve ölümü islâm için olmuş olur.

 

I. BÖLÜM

 

MA’RUFU EMR MÜNKERİ NEHİY" GÖREVİNİN FARZİYET VE ÖNEMİ

 

"Ma'rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy" Rasülullah'ın (S.A.V) Risalet Görevinin Özünü İfade Eden Kur’ani Bir Terimdir

 

Bu görev, peygamberlik ile ilgili zorunlu bir görevdir. Kur'an-ı Kerim'in kendi üslubu ile ele aldığı, peygamberlerin üzerinde yürü­dükleri hayat felsefeleri, kendilerinden sonra da halifelerinin üstlendiği ve onların tatbikatlarını ifade eden bir kavramdır. Kur'an-ı Kerim Rasüllullah'ı (s.a.v) şöyle vasfetti:

O kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten alıkoyuyor.[29]

 

Lokman'ın Oğluna Yaptığı Vasiyetinde; "Ma'rufu Emretme, Münkeri Nehyetme Görevini   Yüklemesi"

 

Hz. Lokman (a.s) oğluna, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamağa ça­lışmasını emreder; bu görevi yaparken karşılaştığı ve karşılaşacağı her türlü zorluğa karşı sabırlı olmasını ve sebat göstermesini vasiyet eder. Evet bu vasiyet; sadece vasiyetten ibaret bir söz kalabalığı değildi."Din nasihattir" buyurulmuyor mu ? Ama bu vasiyet, ona kulak verene dev­let ve imparatorluklar kurdurmuştur. İşte bu vasiyete kulak verip samimi davrananlar, büyük bir çalışma, sâdık bir niyyet ve azimle gay­ret sarfederler. Bu gayretin vefakâr sahipleri ve örnek önderleri peygamberlerdir ve onlar sâlih ve azimkar mü'minierdir. O hakiki mü'minler ki bu çalışma karşısında sabırlı ve sebat sahibidirler. Hz. Lokman (a.s) oğluna Kur'an lisanıyla hitap eder: "Oğulcağızım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) isabet eden şeylere katlan. Çünkü bunlar ke­sinlikle farz kılınan işlerdendir. [30] Hz. Lokman, peygamber ve nebi de­ğilse de Allah'ın muttaki ve salih kullanndandır. Yoksa ömek olması bakımından Kur'an-ı Kerim onun bu vasiyetini zikretmezdi. Çünkü bu vasiyet, O'nun hayat ve ahlâkına ışık tutmaktadır. Allah, Teâlâ ise o'nun bu vasiyetine uymamızı ve böyle bir çizgide yürümemizi emir buyurmuştur. Allâme el-cessas şöyle der:

"Allah Teâlâ. emrettiklerine uymak, nehyettiklerinden uzaklaşmak için kulu Lokman'ın vasiyetini bize nakletti.

 

Eh-i Kitap Müminleri De Marufu Emr Ve Münkeri Nehyetmekle Sorumlu İdiler

 

Kur'ân-ı Kerim nazil olduğu vakit ehl-i kitap arasında fesat ve sa­pıklık yaygın haldeydi. Zira Hak'tan sapmışlar ve hak dini terk etmiş­lerdir. Fakat tüm bu manzaraya rağmen, içlerinde iyiliği emreden, kö­tülükten vazgeçirmeye çalışan bir cemaat varolagelmiştir, Kur'ân-ı Ke­rim bu cemaatı övmüştür, Bu husus da göstermektedir ki iyiliği emre­dip kötülükten vazgeçirmeye çalışmak için amellerin değer kazandı­ğı "Hak çizgide" kalmada zorunluluk vardır, insanın takdir ölçüleri, yapılan çalışmaların karşılığım doğru olarak vermekten âcizdir. Allah Teâlâ buyurur ki:

Hepsi bir değildirler. Ehl-i kitap içinde ayakta diki­len (istikamet sahibi olan, yahut Allah'ın divanında namaz kılan) bir cemaat vardır ki gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve âhiret gününe inanırlar; iyiliği emrederler. Kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar; hayır işlerinde de birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar sarihlerdendir.” [31]

 

İslâm Ulemâsının; "Marufu Emr, Mûnkeri Nehiy" Çalışmasının, "Peygamberlerin En Önemli Görevi Olduğunu Açıklaması

 

Kur'an-ı Kerim'in genel manzarası göz önünde bulundurulduğunda "Ma'rufu emr ve münkeri nehiy", peygamberliğin gönderilme hizmeti­nin gereği olduğunu açıklayan "Kur'anî bir kavram"dır. Bu kavram peygamberlerin ve ondan sonra gelen İslam yöneticilerinin üstlendikleri İslâm! hayat düzeninin yalnız bir bölümünü veya bir cephesini ifâde et­mez. Aksine, Allah'ın dini uğrunda peygamberlerin ve halifelerinin tüm

gayret ve çalışmalarım kapsayan geniş bir kavramdır. Zira onların bü­tün emir ve talimatları "Emretme" ve "Yasaklama" ikilisi üzerine kurul­muştur. Yani ya Allah'ın emrettiklerini emrederler yasakladıkları herşeyi yasaklarlardı.

Bu yol, dirilişimizi kendisine borçlu olduğumuz yegâye yol, başvu­racağımız tek kapıdır. Bütün peygamberlerin ve onların vârisleri olan sâlih ulemâ ve yöneticilerin îfâ ettikleri bu eşsiz kavram yöntemi ile ya­pabildiklerini ve başardıklarını asrımızda da ancak onların bu eşsiz stratejisiyle başarabiliriz. Açıktır ki binlerce açıklama ve talimatı özün­de toplayan, fakat benzerini meydana getirmenin mümkün olmadığ bu özlü kavram, bâtıl karşısında hak'kı savunmak için peygamber ve nebi­lerin gönderildikleri maksadı sembolize eder. Bu sonuç, bize ait bir yo­rum ve hüküm değildir. Bunun önemli bir görev olduğunu söyleyen, bu konuda yetkili olan ulemâdır.

İmam îbni Teymiye der ki: "Ma'rufu emr, münkeri nehiy" Allah Teâlâ'nın gönderdiği kitaplarında hâkimiyetini gerçekleştermek ve dini­nin mesajını tebliğ için peygamberlerini üzerinde yürüttüğü yoldur. [32]

İmam Kurtubî şöyle der: "Ma'rufu emr, münkeri nehiy" geçmiş üm­metlerde icra olunan iki görev idi. Binaenaleyh bu görev peygamberli­ğin maslahatı ve nübüvvetin insanlığa bıraktığı hilâfettir. [33]

Allâme Seyfüddîn Âmidî: "Hiç bir ümmet yoktur ki insanları, inan­dıkları peygamberlerine ve getirdikleri şeriata da'vet etmek için, ma'ru­fu emretmiş, dinsizliği savunup peygamberlerini yalanlayan insanları men'etmeye çalışmış olmasınlar." der. [34]

İmam Râzî: "Ma'rufu emretmek, münkeri yasaklamağa çalışmak ve Allah'a (c.c) inanmak. İşte bu üç vasıf geçmiş ümmetlerin değişmez vasfı ve özelliği idi. [35] demektedir.

Aileme es-Seyyid Reşit Rıza el-Mısrî de şöyle der: "Peygamberlerin, nebilerin ve selef-i sâlihînin sünneti; hayra da'vet, ma'rufu emredip münkeri yasaklamağa çalışma esası üzerinde cereyan etmiştir. Bu görev her türlü zor şartlarda, sabır ve sebatla, kuvvetli bir direniş ve ısrarla yürütülmüş ve onların mühim görevlerinden olmuştur. Onların bize bı­raktıkları en çıkar yol da bugün de gelecekte de budur. [36]

 

Ma'rufu Emr Ve Mûnkeri Nehiy,İslâm Ümmetinin  Görevidir

 

Şu açıklamalara dayanarak diyebiliriz ki, ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmak, her asırda tazeliğini koruyan, peygamberlerin ve onların ümmetlerinin, özellikle İslâm Ümmetinin ifâ borcunda oldukları ve ayakta kalabilmelerinin yegâne gücü ve stratejisidir. Müs­lüman, İslâm'ın üstün hikmet ve mekânını, gaye ve hedefini kavrayıp düzenli olarak, sadece nefsinde yaşamakla yetinmez. Onun bundan sonra Allah teâlâ'nın yeryüzündeki şahidi olarak, O'nun mesajını tüm insanlığa iletme sorumluluğunu taşıyarak, araya giren engelleri kaldır­mağa ve insanların hak ile karşı karşıya gelmesine çalışacak, bâtılın tüm engellemelerine karşı en son varlığını tüketecektir. O, işte buna kumanda etmek için gönderilmiştir.

İslâm böyle bir görevi ibâdet kabul etmiş, zühd olarak îlân etmiştir. (Zaten asıl zühd İslâm ile meşgul olmaktır. Mü'min İslam ile meşgul iken yalnızdır. Onun bundan başka meşgalesi olamaz. Halk arasında yalnız kalmak karanlığa saplanan yolun ışığı olmak ve çokluk içinde yokluğu zevk kabul etmek Asıl bunlara gönül bağla­mak Evet asıl zühd Beşerin liderliği ve yöneticiliği, mü'minin bu sınırsız merhameti ile renk kazanmıştır. Allah'a (c.c) ibâdet ve O'nun kullarına gerçek doğruyu göstermek, batılların bulanıklığını ve şüpheciliğini dağıtmak. Evet bu iki tanım, ma'ruf ve münker kavramla­rının doğru olan bir başka tanımlarıdır. Bunlardan birini ihmâl etmek diğerini anlamsız bırakmaktır. Aksi halde insanın hüsranını hazırlayan bir suç olur. Şu âyet-i kerimeyi dikkatle dinleyiniz ve sonra elinizi şa­kaklarınıza dayayarak düşününüz.

Siz insanlar için (insanlığın faydası için) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz.[37]

Ayet-i kerîme "İslâm ümmetini", "en hayırlı ümmet" diye vasıflan­dırdı. Bu vasıflanmanın göze çarpan iki önemli özelliği vardır:

1- Bu ümmetin iyiliği emredip yâni İslâm'ın onaylamadığının dışın­da, Allah'ın (c.c) arzuladığı herşeyi emretmesi ve İslâm'ın onayladı­ğının dışında kalıp Allah Teâlâ'nın arzu ve direktiflerine aykırı her şerri ve ona götüren yolları, vasıtaları ve düşünceleri yasaklamaya çalışması.

2- Allah'a îman edip O'na teslim olması ve bu inancım hâkim kılma çalışması.

Zira Allah'a (c.c) îman demek; insanın, ibâdetini yalnız Allah'a tah­sis etmesini sağlaması ve bunun ise Allah'ın (c.c) hâkimiyetine bo­yun eğmeye götürmesi demektir. Her konuda O'nun hâkimiyetinin belirtileri görülmüyorsa, bu kuru bir iddiadan öteye geçmez. Zira îman, kalbin teslimiyet ve bunun sonucu hak olana uyma eyleminin gerçekleşmesidir. Sağlam bir iman, uygun bir eylemi doğurur. Mü'min böyle bir îmân olgunluğunu ispat etmek mecburiyetinde­dir.

Allâme el-Hazin, âyetteki "Allah'a îman" deyimini şöyle açıklar: "(Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz. Yâni O'nun koyduğu hükmü (ve ha­yata verdiği modeli) tasdik ediyorsunuz. Tevhîdi (her hususda O'nun tek ve eşsiz oluşunu), ibâdet (en yüksek merci ve başvurulacak son ka­pı) anlayışını yalnız O'na tahsis ediyorsunuz. [38]

Bu açıklamalar bize gösteriyor ki, İslâm Ümmeti "en hayırlı üm­met" olma haysiyyetini ve taşıma liyakatini haketmiştir. Çünkü kötülü­ğün renk verdiği bir dünyaya nisbetle en hayırlısıdır. Bir taraftan "doğ­ruyu ve hakkı" göstermesi, öbür taraftan da kâmil anlamda "Allah Teâlâ'ya itaatkâr bir ümmet" olması bakımından, ona bu meşru hakkı ka­zandırmaktadır.

İslâm ümmetinin, bu vasfıyla peygamberlere benzemesi ve tümü­nün tevhid çizgisinde yürümüş olması, hiçbir ümmetin erişemeyeceği büyüklükte bir şeref pâyesidir. Övülmeye lâyık olması açısından da ye­terli bir sebeptir. Bu vasıftaki bir ümmetin hayır yarışında önde olması gayet tabiîdir. Geride kalmasının tasavvuru bile doğru değildir.

Allâme es-Sâvî bu âyete şu yorumu da getirir: “Bu ümmetin tabi­atında; başkasına hakkı ve doğruyu göstermesi bakımından peygamber­lerin müşterek vasıflarında bir benzeyiş varvr.”[39]

Gerçekten ma'rufu emretmek, münkeri nehyetmek, Allah Teâlâ'ya inanmak ve bu inancı "Kayıtsız-şartsız" kavramlarıyla sınırlandırmak gibi özellikler, bu ümmeti geçmiş ve gelecek ümmetlerden ayıran ve ona "en hayırlı ümmet" vasfını kazandıran özelliklerdir. Bu özelliklerle bilinen ve tanınan bu ümmet ne zaman ki düşmanlarmca keşfedilip bu özelliklerini kaybetti, Allah Teâlâ da onun şeref ve azamet elbisesini soydu. Böylece tarihdeki seyir çizgisinden ve yörüngesinden çıkarak di­ğer ümmetler seviyesine düşürüldü. (Bu, düşmanın itirafı ile 300 yıllık bir plân sonucu ve kültür istilâsıyla başarıya ulaşmıştır. Bu ümmetin is­tikbâlini omuzunda taşıyacak olan gençlik savaşa sokulmadan öldürül­dü. Ama mukaddes gençlik, emânetini taşıma sorumluluğunu anlamakda gecikmedi. Şimdi geç de olsa vahyin ışığında şekillenen müstak­bel gençliğin bu yeniden doğuşun sancılarını çektiğini görme bahtiyar­lığına eriştiğimiz için bir ömür boyu Allah'a hamd etme makamında, dudaklarımızda şarkısını bırakıp giden üstâd Necib Fazü'ı rahmet ve minnetle hatırlıyoruz. Ruh dünyamızda estirdiğin fırtınayı dindirme­den onu okyanuslara taşırmağa çalışacağız inşaallah......)

Hz. Ömer (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi bir hac mevsiminde okumuş ve şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Kim şu ümmetten bir ferd olduğu için sevinirse, o ümmetten olduğuna dair Allah'ın nişanını taksın.”[40]

Mücâhid; bu âyeti tefsir ederken; “Siz, insanlara ma'rufu emredip onları münkerden uzaklaştırmanız ve Allah Teâlâ'ya îman etmeniz şartı üzere insanlan hakka da'vet etmeniz nedeniyle onların en hayırlısısınız.”[41] diyerek hayırlı olma nedenini belirtir.

Allâme el-Kurtubî der ki:

"Ma'rufu emreder, münkeri nehyedersiniz." (Bu, mü'minin gerçek­leştirmek istediği ve onu son hedefe vardıran iki ana temeli belirten ve ümmetin yeniden oluşumunu garanti eden bir görevdir.) Övülmeye lâ­yık bir görevdir. Ama bu vasfı taşıdığı sürece bu övgü îslâm ümmetine yeterlidir. Aksi anlamda izzet ve şeref gibi ancak Allah'ın (c.c) takdir edeceği fırsatı kaçırmış olur. Bu ise şeriatımızın reddettiği ve dalâlet di­ye vasfettiği bir damgadır. Bu damgayı yiyenler övülme vasfını kaybe­der, yerilmeyi hak eder. Âkibet ölüp yok olmaktır. [42]

Râzî bu gerçeği, fıkhî ve hukukî bir kaide olarak açıklar ve şöyle der: "Usûl-i fıkıhda meşhur bir kaidedir: "Bir hükmün uygun bir vasıfla yan yana gelmesi, o hükmün bu vasıfla açıklandığına delâlet eder." Bu­rada Allah Teâlâ bu ümmeti "hayırlı olma" hükmüyle vasfetti. Sonra bu hükmün akabinde bu itaatleri yani ma'rufu emr, münkeri nehyetmeye çalışma ve Allah'a kayıtsız şartsız îman etme gibi özellikleri zikretti. Bi­naenaleyh bu "hayırlı olma" vasfı bu ibâdet ve itaatlerle açıklanmış­tır. [43]

"Ma'rufu emr ve münkeri nehyetmek", ayrılığa düşmeleri tasavvur olunmayan mü'minlerin özelliklerindendir. Mü'min olma vasfını taşı­dıkları müddetçe onları bu özellik ve vasıflardan uzak düşünmek mümkün değildir. Allah Teâlâ onları dâima bu vasıfla görmek ister. Bi­naenaleyh onların en bariz görüntüleri "Ma'rufu emretmek, münkeri ortadan kaldırmağa çalışmaktır", îmân için istenen ölçü; insanın sade­ce kendi kendisini günahlardan temizlemesi demek değildir. Gerçek îman, şerefli varlık olan insanlığı küfür ve şirkin kirlerinden uzaklaştı­ran îmandır. Şirkin karanlığında şuursuzca yürüyen insanlığı gördü­ğünde yırtınmayan, acı çekip garipleşmeyen bir kalp sahibi, ruhunu, özünü ve sevmemi kaybetmiştir.

Kur'ân-ı Kerim, bu ümmeti "en hayırlı ümmet" diye vasıflandırdı. Zira insanlığın menfaatma, kurtuluşuna neden olan her olumlu hizmeti bu ümmet üstlenmekte, insanlığın tabiatıyla zıtlaşan ve ölüme mah­kûm eden her olumsuz davranıştan da uzaklaştırmağa çalışmaktadır. Ehl-i kitap müminlerini de "hakkı ayakta tutan topluluk" diye vasfetti. Çünkü ehl-i kitabın hak çizgisinde ve tevhid üzere olan bu topluluk Al­lah'ın kitabım okur, ibâdeti yalnız Allah'a (c.c) tahsis eder ve ölüm öte­sine inanırdı. Üstelik de bu grup ma'rufu emreder, münkeri yasaklama­ğa çalışırdı.

Bütün bunlar gösteriyor ki " en hayırlı" olma ile "hak üzere sebat etme" gibi vasıfları taşıyanlar, bu ümmete mensup olduğu, onunla or­ganik bir bağla bağlı olduğu ve onun şahs-ı manevisi ile renk kazandığı anlamına gelmez. Böyle bir kişinin ümmetin yeterli ve emin bir ferdi olabilmesi için böyle bir vasfa sahip olması yeterli değildir. Bununla be­raber Rasûlullah'm (s.a.v.) "risalet davasına" gönülden bağlı, mutlak değerlerin meş'ale taşıyıcısı rolünü üstlenerek insanlığın "yöneticiliğini ve yol göstericiliğini" de üzerine almak, İslâm ümmetinin hakikî bir ferdi olmasının zorunlu şartıdır. (Çünkü onun Allah'ın mutlak otorite Bağlılığını gösteren bir yöneticilik vasfı vardır. Taşıdığı "hayırlılık" vas­fının gerekli sonucudur bu vasıf. Geçmişte bu ümmetin sergilediği muhteşem örnek, insana sosyal hayatın pisliklerini temizleme ve siya­sal örgütlenişi çürüten şer sızmalarını kontrol etme imkânını vermekte­dir. Bu ışık, insan hayatının her an ve her alanında bir hidâyet kaynağı­dır. Peygamberin mirasını devam ettirmede en güzel yarışı, bu ümme­tin sâlih kişileri üstlenmiştir. Başında ulemanın bulunduğu dönemlerde bu ümmet, insanlığın yöneticiliğini kimseye kaptırmadı. O zaman bu­gün çokça aranılan saadet ve ihtişam devrini yaşadı. Zira tüm sâlih kişi­ler her zaman "zıtlık içinde birlik" ortaya koymuşlardır.) "Çeviren"

Allâme Ebussuud bu ifâdeye şu yorumu getirdi: "İyiliği (ma'rufu) emrederler, kötülükten (münkerden) nehyederler." Bu iki sıfat, başka­sını kemâle erdirme ile ilgili üstün sıfatlarla "Yahudi milletine muhale­feti" gerçekleştirdiğinden "ilâhi mükâfatı" haketmiş ümmetin ayırıcı alâmetidir. Ruh olgunluğu ile ilgili özellikler de "Yahudiye zıddiyet" be­yânının izlerini taşır. Sorumluluk taşımada onlara dalkavukluk etme­yip, aksine taarruz etmiş, insanları haktan saptırma ve Allah'a ulaştıran yolu tıkamada onlara muhalefette bulunmuştur bu ümmet. Çünkü o Yahudiler kötülüğü emrettiler, iyiliği yasakladılar. [44]

Allâme Ebu'l-Hayyan el-Endülûsî bu yoruma şunu da ilâve eder:

"Onlar nefislerini kemâle erdirip ruh olgunluğunu elde edince, ma'rufu emredip münkeri nehyetmek yoluyla başkasını kemâle erdirmeye ko­şarlar"[45]

Hz. Lokman'ın (a.s.) oğluna yaptığı vasiyette "namazı dosdoğru kıl­mak" hususu "ma'rufu emr, münkeri nehiy" göreviyle yanyana zikredil­miştir. Bu iki ibâdet, kişinin kendisini ve başkasını kemâle erdirmesi­nin iki unvanıdır.

Âlûsî bu âyet-i şöyle tefsîr eder: "Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl. Kendini kemâle erdirmek için iyiliği emret. Başkasını kemâle erdirmek için de kötülükten vazgeçirmeye çalış.[46] İmam Râzî bu hususu daha geniş açıklayarak şöyle demektedir:

"İnsan, kendini bir ibâdetle ruhî olgunluğa erdirince, başkasının ol­gunlaşması için de çalışır. Şüphesiz ki peygamberlerin çabası ve âlimle­re bıraktıkları miras, nefsî ve ruhî olgunlaşmaya erdikten sonra başka­sının da bu olgunluğa ermesine vesile olmaktan ibaretti"[47]

Tevbe sûresinde geçen bir âyette bu husus daha açık bir şekilde an­laşılmaktadır. Allah Teâlâ mü'minleri şöyle vasıflandırdı:

Tevbe edenler, ibâdet edenler,.(cihad ve ilim tahsili için) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve (onlan) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın sınırlannı (ceza yasalarını) koruyanlar (yok mu!) İşte onlar da cenneL ehlidir. (Habibim!) Sen o mü'minlere (cenneti) müjdele.” [48]

Âyette geçen mü'minlere ait bu sıfatlar, onun kendisine ait aslî sı­fatlarıdır. Tevbe, ibâdet, hamd, Allah yolunda seyahat, rükû ve secde gi­bi sayılan bu sıfatlar, mü'minlerin kendi dışındakilere etkisi olmayan sı­fatlardır. Yani bunlar, gerçek bir mümin olmak için cephe gerisindeki hazırlık safhasıdır. Fakat ma'rufu emredip münkeri nehye çalışmak, kendi dışındakileri muhatap alan ve İslâm toplumunun oluşmasını he­defleyen çalışmayı temsil eder.

Allâme İbn-i Kesîr der ki:

"Onlar; Allah'ın kullarına faydadan başka bir şekilde yaklaşmazlar. Ma'rufu emr, münkeri nehiy yoluyla insanları Allah Teâlâ'ya itaate yö­neltirler. Çünkü yapılması gerekeni yapar ve terkedilmesi gerekeni bile­rek terkederler. Bunlar da, bilerek ve tatbik ederek helâl ve haram sınır­ları içinde Allah'ın şer'î cezalannı korumak ve yerine getirmektir. Al­lah'a ibâdet ederler, insana nasihat ederler. Bunun için Allah Teâlâ: "Mü'minleri müjdele." buyurdu. Çünkü îman tüm sıfatları kapsamına alır. Gerçek saadet de bu sıfatlarla bezenmektir. Allah'ın boyasıyla (İslâmla) renklenebilmek. Tüm dava bu.) [49]

Allame el-Âlûsî âyetteki sıfatları taşıyanları veciz bir cümle ile açık­lamağa çalışır: "Sanki bu âyet şunu demek istemiştir: "Onlar ruhi ke­mâle eren ve başkasını kemâle erdirenlerdir. [50]

İmam Râzî, "ma'rufu emr, münkeri nehiy" kavramını izah ederken: "Bu görv yalnız ibâdetten ibaret değildir. Belki ibâdetlerin en zoru, fa­kat en hâyâtî olanıdır." der ve yorumunu şöyle sürdürür: "Âyette ge­çen mü'mine ait her sıfat birer ibâdettir. Bunların her biri insanın kendi tekâmülü ile ilgilidir, başkasına ait değildir. Fakat münkeri (dinin onaylamadığı her kötü söz ve davranışı) yasaklamağa çalışmak, mü'minin kendi dışındaki insanların tekâmülü ile ilgili bir ibâdettir. [51]

 

Münkeri Nehyetmeye Çalışmak, İbâdetlerin En Zorudur

 

İmam İbn-i Teymiye:

"İmkân ve şartların elverdiği nisbette ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmak, Allah'a ibâdet ve emirlerine itaattir, [52] der.

Yukarıdaki açıklama göz önünde bulundurulunca İslâm ümmeti­nin, insanlığın ıslahını üstlenip, esasen dünyadaki yöneticilik hakkının kendine ait bir hak ve sorumluluk olduğu, bu sorumluluğun da "ma'rufu emr, münkeri nehiy" kavramı ile ifadesini bulduğu hemen anlaşılacaktır. Bu açıdan Ümmetin din ve inancının gereği; ma'rufu emr, münkeri nehyetmektir. Bu sorumluluk, sıra ile ümmetin her kade­medeki ferdi ile paylaşılan bir sorumluluk olduğu anlaşılmış bulun­maktadır. Zaten peygamberler de bu görevle gönderilmiştir. İslâm ise bu görevin kâmil anlamda tüm peygamberlerin taşıdığı sorumlulukla­rın özü olup, İslâm ümmeti peygamberlere vekâleten bu şerefli görevi üstlenmiştir. İşte bu ümmet, gösterilen bu hedefinden en ufak bir sap­ma ile yan çizerse, taşıdığı vekâleti üstünden atmış, tarihî sorumluluk ve misyonuna ihanet etmiş olur.

Hasan el-Basrî (r.a.) Rasûlullah'ın (s.a.v.), “Kim ma'rufu emreder, münkeri nehyederse o kimse yeryüzünde Allah'ın halifesi, peygamberi­nin halifesi, kitabının halifesidir.” [53] buyurduğunu rivayet eder.

 

Hadislerde "Ma'rufu  Emr, Münkeri  Nehiy" Görevinin Farziyyeti Ve Önemi:

 

Şimdi Rasûlullah'ın (s.a.v.) "ma'rufu emr, münkeri nehiy" görevinin ilim, takva, yakınları ziyaret etme gibi yüksek fazilet ve yüce sıfatlar gi­bi bir takım derecelere göre değer kazanacağı ile ilgili bir kaç hadis-i şerifî arzetmek isterim. Diğer bir ifâde ile îman olgunluğu; hakka da'vet yolunda daima gayret göstermek, İslâm'ın sosyal hayattaki görüntüleri olan ahlâkî yaşantıyı yaygın hale getirmek ve bunda sebat etmek. Bu ise şahsî, fikrî ve pratik faziletlere bürünerek ıslaha çalışmak ile olur. Allah Rasûlü (s.a.v.) İslâmî toplumdaki bu tür çalışmayı "dinin temel esasla­rı" saymıştır. "Ma'rufu emr, münkeri nehiy" görevinin İslâm toplumu­nun inşa ve kuruluş esası, onun temel kavramı ve müslümanın ilk ve son hedefi olduğunun bilincinde olmayan kimseyi ıslah görevinden uzaklaştırmıştır veya uzak kalmasını istemiştir Rasûllah'ın (s.a.v.) bu görevi ifâ etmede titizlik gösterdiğini ve her hal-û kârda kusur etmedi­ğini ve ihmalkâr davranmadığını görmekteyiz. Hatta bu kadar önemli bir görevin terki hâlinde Allah Teâlâ'nın gazabının hemen ineceğini ha­ber vererek duyduğu korkuyu bile açığa vurmuştur.

1-Düne bint-i Ebi Leheb rivayet eder: "Rasûlüllah (s.a.v.) minberde halka hitab ederken, adamın biri ayağa kalktı” ve şöyle dedi:

“Ya Rasûlallah! İnsanların en hayırlısı kimdir?” Allah'ın Rasûlü:

“İnsanların en hayırlısı, insanlara selâm veren, Allah'tan en çok kor­kan, ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışan ve yakınlarını ziyaret eden kimsedir.”[54]

2. Ebû Hûreyre (r.a.) Peygamber'den (s.a.v.) şöyle rivayet etti: İslâm Allah'a ibâdette (din ve dünya işlerinde, hüküm vermede ve şartsız itatte) her ne şekilde olursa olsun ortak koşmaman, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, Allah'ın evini haccetmen, ma'rufu emredip münkerden.nehyetmen ve hakkı ehline teslim etmendir. Kim bunlardan birini ihmal etmez ve bu hu­susta kusur işlemezse o, İslâm'dan alacağı nasibini almıştır. Kim de bu görevlerin hepsini terkederse o kimse arkasını İslâm'a çevirmiştir. [55]

3.Abdullah b. Abbas (r.a) Nebî'den (s.a.v) şöyle rivayet etmiştir: "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı duyma­yan, Allah'ın emrettiklerini emredip, yasakladıklarını ve arzu etme­diklerini yasaklamayan yani ma'rufu emredip, münkeri nehyetmeyen bizden değildir. [56]

4. Huzeyfe (r.a) Nebî'den (s.a.v.) şöyle rivayet eder:

"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; ya ma'rufu emreder münkerden vaz geçirmeye çalışırsınız yahut Allah Teâlâ'nın si­ze azab göndermesi çok yakındır. Sonra Allah'a ( bu azabtan ve ce­zadan kurtulmanız için) yalvarırsınız; lâkin Allah duanızı kabul et­mez. [57]

5. Câbir'dan (r.a) rivayetle Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdular: "Allah Teâlâ Cebrail'e bir şehri ahâlisiyle birlikte altını üstüne çevirmesini emretti de Cebrail (a.s):

"Ya Rabbi! onların aralarında sana karşı göz açıp kapama miktarı da olsa isyan etmeyen falan kişi de var" deyince, Allah Teâlâ "onu da onlarla birlikte yok et. Çünkü bir saat de olsa işlenen münker karşısında yüzü kızarmadı."[58] buyurdu.

 

Ümmetin İcmaı İle Ma'rufu Emr Ve Münkeri Nehyetmeye Çalışmanın Farziyyeti

 

Gerek ilk asır gerekse son asır İslâm âlimlerinden, ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevinin, dinin, üstünde kurulduğu bir temel ve İslam ümmetinin en büyük görevi olduğunu kabul etmeyen birine rastlamak mümkün değildir.

ed-Dahhak:

"Allah Teâlâ'nın emrettiklerini emretmek ve yasakladıklarını yasak­lamak, O'nun mü'minlere farz kıldığı bir görevdir[59] der.

İmam Gazâlî, Ma'rufu emr, münkeri nehiy konusunu inceden ince­ye tedkik ederek şu gerçeklere işaret etmiştir:

"Şeriat açısından yapılması istenen ve tatbiki farz olan (ma'ruf), yi­ne yapılmaması ve İslâm toplumunun zıddı olan cahiliyye toplumunun tüm kirlerinin yasaklanması demek olan (münker) görevi, dinde " en büyük kutub noktasıdır." Allah Teâlâ tüm peygamberlerini bu mühim görevi icra ve îfâ etmeleri için göndermiştir. Şayet bu görevin hakkıyla ifâsı için gerekli ilmî ve amelî çalışma olmasaydı peygamberlik görevi yapılmaz, dînî hayat silinip kalkar, ihtilaflar çoğalır, sapıklıklar yayılır, cehalet kol gezer ve insanlığın her kesimi fesada uğrardı. Öyle ki insan­lığın, düştüğü böyle bir kaosdan kurtulup uyanması kıyamete kadar mümkün olmayacaktı. Bozgunlukların ardı arkası kesilmeyecek, millet­ler kurtulamayacakları hastalıklara müptelâ olup insanlar süresiz bir korku ile başbaşa hayat sürecekti. Korkularından ne yapacaklarını bile­meyecek kadar şaşkınlaşacaklardı.

İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönecekleri apaçık bir gerçek iken, ne yazık ki günümüzde, insanlığın her zamandan daha çok muh­taç olduuğu bu kadar önemli bir görevin- aslına uygun olarak yürütülmesi için- ne ilmî ne de amelî hiçbir çalışma yapılmamıştır. (Emperya­lizmin kültür yoluyla ve onun ümmetin fertlerinin harîm-i ismetine ka­dar uzanmış olan televizyon silahıyla istilâ ettiği) kafalarda böyle bir görevin yeniden işler hale gelme düşüncesi bile silinmiştir. Dalkavuk­luk gönülleri istilâ etmiş ve Allah Teâlâ'nın murakabe korkusu kalpler­den silinmiştir. İnsanlar otlağa salıvermiş, hayvanlar gibi sadece mide ve şehvetinden başka bir şey düşünemez hale getirilmiştir. Yeryüzünde Allah yolunda cihadı terkettiiği için kendisine yöneltilen tehdit ve yer­melere aldırış etmeyecek kadar duygusuzlaşmıştır. Cihad ilmini üstlen­mek, icrasını yürüten, kaybolan bu farizayı yeniden dirilterek isbatına çalışan, aralanmış bu zamanı cihad aşkıyla dolduran açılmış gediği son gayretiyle kapatmak için gayret gösteren kimse.......Evet böyle bir kim­se......Zamanın fitnelerinin ve korkunç kültürünün katlettiği bu sünneti dirilterek ortaya çıkaran kimse, tüm yükseklik ve yüceliklere nisbetle zirveye çıkmış ve kutup noktadan hizmet vermiş olur.

Sonra Gazâlî birinci bölümde söze şöyle başlar: "Birinci Bab: "Ma'rufu emredip, münkeri nehyetmenin fazileti, bu görevin ihmali ve ihmal sonucu yok olmanın kınanması."

Ma'rufu emredip münkeri nehyetmenin farzıyyeti ve faziletini sağ­lam düşünce ve akıl sahibi herkesin kabul ettiği gibi, İslâm ümmetinin bu görevin ehemmiyeti üzerinde icmaı da vardır. Konu ile ilgili birçok âyet hadis ve haber de mevcuttur.[60] Ebu Bekir el-Cessas şöyle der:

"Allah Teâlâ, ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevinin farziyetini Kur'an-ı Kerim'in bir çok âyetiyle te'kid etmiş ve Peygamber'den (s.a.v.) rivayet edilen mütevâtir hadisler bu görevi detaylarıyla açıklamıştır. Selef-i sâlihîn ve her devirde yaşayan ulemâ, fakih ve müctehid imamlar da bu görevin farziyyeti üzerinde ittifak etmişlerdir. [61] İbn Hazm şöyle der:

"İslâm ümmetinin, topyekün fertleriyle birlikte bu görevin farziyeti üzerindeki ittifakı, münakaşasız bir gerçektir. [62] İmam Nevevi ise:

"Ma'rufu emr ve münkeri nehiy çalışmasının farziyeti üzerinde ki­tap, sünnet ve icma-ı ümmet mutabakat halindedir. "Din Nasihattir," hadisinin de sahasıdır," der. [63]

Eş-Şevkânî bu konuyu şöyle noktalar:

"Ma'rufu emr, münkeri nehiy" farziyeyti kitap ve sünnetle sabit bir gerçektir. Dinin, üzerinde kurulduğu ve gaye edindiği bir temeldir ve en kuvvetli direğidir. Bu temel esasla "Islami düzen" asıl anlamını kaza­nır ve zirveye ulaşır. [64]

Şeriatça yapılmasını istenen ve uygulanması farz olan her emri ye­rine getirmek ve bunları kurumlaştırmak, buna aykırı her türlü İslam dışı cahilliye tortulanyla savaşarak, Allah'a ulaştıran yolu ve vasıtaları hazırlama görevi islâm ümmetine tevdi olunmuştur. Farz bir görevdir. İslâm'a göre siyaset bunun için vardır. Devlet bu maksatla kurulur. Kur'an-ı Kerim'in emir ve yasakları ancak bu yolla korunur, himaye gö­rür ve yeryüzünün en ücra köşelerine ulaştırma imkânı bu yolla ortaya çıkar, ihmal kabul etmez. Her müslüman buna da'vetle mükelleftir. İmam İbn-i Teymiyye, bu görevi ve Allah yolunda yapılan cihadı, mü­tevâtir şeriat yasalarının en kuvvetlilerinden kabul eder. "İslam ümme­tinin en ufak bir cemaatı dahi bu görevi ihmal ederse, ümmetin tümü­nün hakka dönünceye kadar bu cemaatle savaşması farzdır." der ve açıklamasını şöyle sürdürür:

"Herhangi bir cemaat, tevatürle sabit İslâmî ilkelerin birinden ayrılırsa, müslüman müctehidlerin ittifakı ile onlarla savaşmak farz olur. Velev ki kelime-i şahadeti ve kelime-i tevhidi tasdik de etseler. Bu iki şehâdeti kabul ve tasdik edip namaz kılmıyorlarsa, namaz kılın caya ka­dar savaş devam eder. Aynı şekilde dinin emir ve yasaklarına uymayıp cihadı engelleyen kâfirlerle savaşma da İslâm devletine düşen bir farz­dır. Bu farziyet; müslüman olmaları veya zillet ve teslimiyetlerini kabul ederek islâm devletine cizyelerini vermelerine kadar devam eder. [65]

 

Bir Âyet-i  Kerîmenin  Gerçek Ve Doğru Yorumu

 

Mâide sûresinde geçen bir âyetin yorumu üzerinde durmak istiyo­rum. Âyete doğru ve sıhhatli bir yaklaşım konumuzu aydınlığa kavuş­turur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Siz nefisleriniz (i ıslah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar vermez.”[66]

Evet âyet-i kerimenin zahirine bakılınca, ilk anda ma'rufu emredip münkeri nehyetme görevinin sadece farz bir görev olduğu anlaşılır. Bu­nun ötesinde amelî olarak yapılacak bir çalışmanın olmadığı vehmine sürüklemektedir insanı. Yani insan, kendisiyle meşgul olup, kendini kurtardıktan sonra başkasıyla meşgul olmayacak yahut bu görevin yü­rütülmesi için bir takım organizasyonlara girişmeyecek, sadece nefsini slaha çalışacaktır. Âyetin dış görünüşü bunu haber vermektedir.

Oysa işin gerçeği böyle değildir. Müfessirler, bu âyetin gerçek ve doğru olarak yorumlanmadığına dâir görüş birliği içindedirler. Çünkü böyle bir yorum, Kur'an ve sünnet naslarının çoğu ile çelişir. Âyetin gerçek yorumu ise:

"Müşrik-kâfir bir toplumda yaşayan ve hak çizgisinden ayrümayıp, dine da'vet görevini üstlenmiş, bu konuda gayret ve sebat örneği gös­termiş, ihtilaflardan uzak, kötülüklerle savaş halinde, fesat odaklarının her çeşit entrikalarının kendilerine zarar vermediği, Allah'ın ipine sım­sıkı sarılan, inançlarına karşı son derece sabır ve sebat gösteren ve kıl payı isyan etmeyen mü'minleri müjdelemektedir. Âyet-i kerimede mü­minlerin kurtuluşunun, ma'rufu emr, münkeri nehiy görevinin farzıyyetine bağlı olmadığına işaret eden ne bir ihtimal ne de bir izah tarzı vardır."

Bazı müfessirler de bu âyetin tefsirinde ince bir nüktenin varlığını kabul ederek şöyle bir açıklamada bulunmuşlardır: "Bu âyet-i kerîme, mü'minler, hak yolda olduklar müddetçe sapıklardan kendilerine bir zararın ulaşamayacağım açıklamaktadır. însan kendini islâh etmekle yetinmez ve yetinmemelidir. Başkasını ıslah için de çalışıyorsa o zaman en doğru yolu bulmuş olur. Bu konudaki çalışmayı terkeden kimse -kendisine hâkim, sâlih bir kişi' de olsa- hak çizgiden sapmıştır.

Eğer âyetin vurgulamak istediği yukarıdaki açıklama ise bunun in­ce nükte ile bir ilgisi yoktur. Belki "böyle bir açıklama Kur'ân ve Sünnet'in ruhuna uygun bir açıklamadır" demek daha doğru olur.

Allâme ez-Zemahşeri bu âyeti tefsir ederken der ki: "Âyet, ma'rufu emr, münkeri nehyetmeye çalışmayı terketmeyi kastetmez. Aksine gü­cü yettiği halde bu görevi terkeden kimse hak yola arkasını çevirmiştir. Aslında bu tür bir açıklama, sapıkların veya ard niyetlilerin âyeti kendi indî görüşlerine göre açıklamasıdır. [67]

Allame Ebussuud bu konuda şöyle der:

"Yapabilme kudretkine sahib olduğu halde ma'rufu emredip mün­keri nehyetme görevinin terkedilebileceği hususunda bu âyetin bir ruh­sat olduğu zannedilmesin. Hem nasıl böyle tasavvur olunabilir ki? Münker olan herşeyi ortadan kaldırmayı amaç edinmek, doğruyu ve hakkı bulmanın gereğidir. Yeter ki bunu kaldırmaya gücü yetsin. [68]

Ebussuud'un bu açıklamasına Allâme el-Cessas da iştirak eder ve şöyle der:

"Gerek nefsimizde gerek dış hayatımızda olsun, Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına uymak doğruyu bulmanın ve hak çizgide yürüme­nin gereğidir. Âyette, mu'rufu emr ve münkeri nehyetme farziyyetinin olmadığına işaret eden hiç bir anlam yoktur"[69]

Hz. Ebu Bekr (r.a.) bir hutbesinde şöyle buyurur: "Ey insanlar! Ey îman edenler! Siz nefisleriniz (i ıslah etmey)e bakın. Kendiniz doğru yolun bulunca sapanlar size zarar vermez." âye­tini okuyorsunuz ve bunu "ma'rufu emr ve münkeri terk" hususunda bir ruhsat sayıyorsunuz. Allah'a yemin ederim ki Allah (c.c) Kur'an'da bundan şiddetlisini indirmedi. Vallahi ya iyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız veya Allah'ın azabı hepinize ulaşacaktır.[70] Diğer bir rivayette:

"Ey insanlar! Siz bu âyeti okuyorsunuz, fakat onu Allah'ın muradı­nın dışında bir anlamda yorumluyorsunuz." Doğrusu ben Allah'ın rasülü'nden (s.a.v.) şöyle dediğini işittim:

“Hangi topluluk olursa olsun günah işleyip de aralarında bunlara engel olacak güçte kimseler bulunduğu halde onlara engel olmazlarsa muhakkak ki Allah azabiyla hepsini kuşatır.” [71]

Netice olarak diyebiliriz ki bu âyet-i kerime ma'rufu emredip mün­keri nehyetme görevini iptal etmez, aksine en kuvvetli bir tonla ve en açık bir ifâde ile farziyyetini desteklemektedir. Buna ilâveten bu göre­vin, Kur'ân ve Sünnetin hayatta hükümran olması için en önemli farz­lardan biri olduğu vurgulanmaktadır.

Asrımızda da hiçbir islâm âlimi bu görevin farzîyetinde şüphe et­memiştir. Biz Ümmet olarak, Allah'ın dininin, İslâm toplumunda lâyık olan yerini almasını görmek istiyor ve Allah kelâmının dünyada en üs­tün hâkimiyet mevkiinde olmasını temenni ediyoruz: Bunun temen­niden ibaret İslâmî "Ma'rufu emr münkeri nehyetmek" tir.

Bu, asr-ı saadetin de mantığıdır. Bunun dışında hiçbir çıkar yol yoktur. Zira bu, Allah'ın nizamını ve İslâm'ın hayata hakim olmasını ar­zuladığımızın yoludur. Allah'a da'vet eden bütün insanların, nebilerin ve onların izinde yürüyenlerin tuttukları yoldur bu yol. Allah Teâlâ buyurur "ki:

Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse muhakkak ki en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.[72]

 

II.   BÖLÜM

 

Marufu Emr Ve Münkeri Nehyetmeye Çalışmanın   Hükmü

 

Şu bir gerçektir ki şeriatça emredileni yapmanın ve şeriat dışı câhiliyye sistemleriyle savaşmanın (= ma'rufu emr, münkeri nehyin) iarziyeti üzerinde ulema arasında hiç bir ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece farziyetin keyfiyeti hususundadır. Yani bu görev hükmen; farz-ı ayn mı yoksa farz-ı kifâ'ye mi?

Şimdi bu soruya, iki farz arasındaki farkı belirtmek suretiyle cevap vermeye çalışalım:

 

Farz-ı Ayn İle Farz-ı Kifâye Arasındaki Fark

 

Allâme İbn Bedran el-Hanbelî bu farkı açıklamada en güzel yolu tutmuş ve şu bariz farkı belirtmiştir: "Kulluk ve maslahat hususunda farz-ı ayn ile farz-ı kifâye müşterektir. İkisi arasındaki fark şudur: Farz-ı kifâyeden maksad, kapsamına aldığı maslahatın elde edilmesidir. Farz-ı aynda ise kişilerin bizzat istemeleriyle maksat elde edilir. Yani farz olan bir ibâdetin, her mükellefin bizzat işlemesiyle sorumluluktan kurtulmaktır."[73]

Eş-Şeyh Abdûl Ali el-Ensârî ise şu kaideyi zikreder: "Farziyetten maksad; erkân-ı erbaa yani dört rükünde[74] olduğu gibi bazan mükelle­fin uğradığı sıkıntı ve meşakkatler şeklinde ortaya çıkar. Bazan niyet edilen şey başka olabilir. Niyyet ve maksat bununla ortaya çıkar. Mak­sat elde edilince -cihâd da olduğu gibi- farziyyetin farziyeti kalmaz. Yani farziyet kalkar. Nasıl ki cihâd farziyetini taşıyan mükellefler bu görevi yapınca sorumluluk hepsinden kalkıyorsa. Şayet hiç birisi yapmazsa hepsi günankâr olur. Cihad ancak söz hâkimiyeti Allah'ın olsun diye yapılır. Allah Teâlâ'nın insan hakkındaki yasası, en üstün icra mevkiin­de olsun diye çarpışan bir kısım müslüman ortaya çıkınca farziyyet kalkmış ve ümmetten sorumluluk düşmüş olur. [75]

 

Farz-ı Kifâye Kapsamına; Bütün Müslümanlar Mı Yoksa Muayyen Bir Grup Mu Girmektedir?

 

Farz-ı kifâye ile farz-ı ayn arasındaki bu fark üzerinde ulemânın gö­rüş birliğine (iciriaa) vardıktan sonra, şimdi farz-ı kifâye; bir kısım müslümanın edâ etmesi ile sorumluluktan tüm müslümanlardan kalkar mı, yoksa yalnız bir gruba sorumluluk yüklerken diğerlerini kapsamı dışında mı bırakir? sorusu üzeride ihtilâf vardır. Bu konuda İslâm ule­mâsının çoğunluğu sorunun birinci şıkkını savunup tercih ettiler. Razı, Şâtibî ve İbni Sübkî gibi bazı muhakkık’ın uleması ise ikinci şıkkı ter­cih ettiler.

Diğer bir grup ise şu ihtilâfa düştü:

"Acaba farz-ı kifâye sorumluluğu taşıyan kimse, tayin ve tesbitle mi seçiliyor, yoksa buna kadir olup yeterlilik vasfını taşıyan herkes yürüte­bilir mi?"

İbni Sübkî der ki; "Tercihe şayan görüşe göre; farz-ı kifâye sorumlu­luğu taşıyan kimse belirsiz ve tayin olmamış olmalıdır. Çünkü böyle bir kişiyi tayin eden hiç bir şer'i delil yoktur. Bu farziyeti yapabilen kim varsa onun fiiliyle farziyet kalkmış olur."

Denilir ki: "Nasıl ki başkasının, adma ödemesiyle borç ödeme mü­kellefiyeti bir kimseden kalkıyorsa, bunun gibi de başkasının yapma­sıyla veya kendi şahsının fiiliyle farziyet sorumluluğunun kalkmasıyla birlikte, bazı kimselerin Allah Teâlâ tarafından tayin olunmasına her­hangi bir engel yoktur." diyenler de vardır.

Yine denilir ki: "bir kısım" tabiri ile sorumluluğun düşmesi için onu fiilen yapan kimse kastedilmiştir. [76]

İmam Şâtibî: "fraz-ı kifâye, ancak onu yapmaya elverişli ve yeterlilik vasfını taşıyan kimseye sorumluluk yükler," görüşündedir. [77]

 

Cumhur-ı  Ulemâya Göre  "Ma'rufu Emr Ve Münkert Nehy'ın  Hükmü  Farz-ı  Kifâyedir

 

İslâm ümmetinin çoğunluğuna göre bu görevin hükmü farz-ı kifâye iken, diğer bazılarına göre farz-ı ayndır.

Allâme Seyyid Mahmud el-Âlûsî der ki:

"Ma'rufu emr münkeri nehyetmeye çalışmanın farz-ı kifâye olduğu üzerinde İslâm uleması müttefiktirler. Bu görüşe muhalif olanlar azın­lıktadır.[78]

Cumhurun görüşünü düşündüğümüz zaman görülecektir ki "farz-ı kifâye tüm müslümanları içine alan bir farzdır. Bir kısım ehil kimsele­rin edasıyla diğerlerinden sorumluluk kalkar," diyenlerin görüşleri ile "Farz-ı kifâye yalmz bir kısım ehil kişilere sorumluluk yükleyen bir farzdır" diyenlerin görüşleri cumhurun görüşlerinin genel espirisi için­de zaten mevcuttur. Bu görüşler; cumhurun vardığı son görüşlerin te­mel noktalarıyla müştereklik kazanmaktadır.

 

Cumhurun  Görüşü

 

I. Delil

 

Konumuzla ilgili ulemânın çoğunluğunun kabul ettiği birinci görü­şün delillerini arzetmek isteriz. Bu görüşün birinci delili, Kur'an-ı Kerim'de geçen iki âyettir. Allah Teâlâ buyururlar ki: “Sizden öyle bir ce­maat bulunmalıdır ki (onlar herkesi hayra çağırsınlar, iyiliği emretsin­ler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar.” [79]

Diğer âyet ise şudur:

Siz insanlar için (İnsanlığın faydası için gaybden, yahut levh-i mahfuzdan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsizin. İyiliği emre­dersiniz, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah'a inanı­yorsunuz.” [80]

İbnü'l-Arabî el-Malikî, bu iki âyet "ma'rufu emr, münkeri yasakla­mağa çalışmanın farz-ı kifâye olduğuna delildir," der. [81]

Her iki âyete genel bir açıdan bakıldığında sonucu şöyle ifâde etme­miz mümkündür: "Birinci âyet İslâm ümmeti içerisinde ma'rufu emre­dip münkeri yasaklamaya çalışan bir cemaatın varlığını farz kılarken, ikinci âyetle ise bu görevin bütün İslâm ümmetini kapsamına alan bir sorumluluk yüklediğini görmekteyiz. Bundan anlaşılıyor ki, ma'rufu emredip münkeri nehyetme görevi ümmetin tümüne farz ise de, üm­met içerisinde bu görevi üslenen bir kesimin varlığı, ümmet üzerindeki bu sorumluluğu düşürmektedir."

Müfessirlerin büyük bir kısmı da birinci âyetteki (Mîn) harf-i cerrinin teb'iz (=bir kısım) için olduğu görüşündedir. Bu da bu mühim gö­revin îslâm ümmetinin- bir cemaatin varlığı halinde- her ferdine farz olmadığına delildir.

Kadı Beyzâvî ve Allâme ez-Zamahşerî derler ki:a "Âyetteki Mîn, " bir kısım" için kullanılmıştır. Çünkü ma'rufu ve müriker görevini yü­rütmek kifâye farzlanndandır. [82]

Ebu Bekir el-Cessas bu konuda fikrini şöyle açıklar: "Bu âyette üm­met içerisinde bir kesimin bir kesime nisbetle üstünlük vasfı vurgulan­maktadır. Buna göre, ma'ruf ve münker görevi ancak "yeterlilik ve ikti­dar vasfını taşıma" esası üzere farzdır. Bu vasfı taşıyan şahıs ve gruplar bu görevi yaptığı zaman geri kalanlardan sorumluluk kalkar. [83] Bu konudaki son söz, İmam Gazâlî'ye aittir. Konuyu veciz bir şekil­de ifâdeye çalışan Gazali şöyle der: "Âyetteki ifâde tarzına bakıldığında ma'ruf ve münker görevinin hükmünün, farz-ı ayn değil farz-ı kifâye olduğu görülecektir. Ümmet içerisinde bir kısım cemaat bu görevi ya­pınca geri kalanlardan bu farziyetin sorumluluğunu kaldırmış olur. Çünkü âyette; "Hepiniz ma'rufu emrediniz" denilmemiş aksine: "Siz­den bir cemaat olsun." diye açıkça ifâde olunmuştur. Öyle ise bu göre­ve ehil olan herhangi bir kişi veya cemaat bunu îfâ edince ümmetin tü­münü sorumluluktan kurtarmış olurlar. [84]

 

II. Delil:

 

Bu delil de, mârufu emredip münkerden nehyetmenin farz-ı kifâye olduğu konusuyla ilgilidir. Aslında bu görev, sağlam bir iktidar ve ehli­yet, üstün meziyet ve maharet isteyen bir görevdir. Aynı şekilde bu gö­revi üstlenen kişinin, ihtisas ehli, îslâm şeriatını anlama ve aktarma ko­nusunda üstün yetenek sahibi, cesaret ve şahsiyetiyle seçkin bir kişi ol­ması gerekir. Da'vet görevini yaptığı ve üstlendiği toplumun veya şah­sın, psikolojik bir takım davranışlarını ve çeşitli yaratılış farklılıklarını kavramak, konuştuklarının zaman ve zeminini ayarlamalı, bulunduğu makamın ve ortamm inceliklerini anlamak için hassas duygulara sahip olmalı, doğacak sonuçları anlaması için ileriye bakış tarzı ve sezgisi kuvvetli olmalıdır.

Davete muhatap toplumu seçerken o anki çalışma şartlarını hesap­layarak karşılaşacağı çarpık düşünce tarzlarının karmaşıklığı karşısında muvazenesin kaybetmemeli, mevcut toplumun atmosferine ayak uy­durması için yeni ortaya atılan leh ve aleyhindeki felsefî ekolleri bilme­li. Aksi halde mevcut ortamı İslâm'a kanalize etmesi güçleşecektir.

Yukarıda saydığımız bu özellikleri her kişide ve aynı oranda bulmak mümkün olmayacağı bir gerçektir. Bu nedenle de "Ma'rufu emr münkeri nehiy görevini, ancak bu vasıfları taşıyanlar yapabileceğinden, bu görevin hükmen farz-ı ayn değil, kifâye olduğu neticesine varıyoruz." İmam ez-Zemahşerî şöyle der:

"Bu görev; ihtisas ve ilim isteyen bir görevdir. Yoksa bu görevin dü­zenli ve verimli yürümesi nasıl mümkün olacaktır. Şüphe götürmez bir gerçektir ki, çoğu kere ehil olmayan câhillerin eline düşen görevler olumsuzlukla sonuçlanmıştır. Hele hele ma'rufu emr münkeri nehiy gi­bi çok önemli bir görev, câhil bir insanın eline düşerse çok kere ma'rufu yasaklayıp, münkeri emredecektir.

Yine çoğunlukla hakkında kesin bir hüküm bulunan konularda kendi reyini ileri sürer, önüne çıkan mes'eleleri kendi dar görüşüne gö­re hükme bağlar. Mezhebinin görüşlerini bilemediğinden emredeceği ma'rufu kime yapacağını da bilemeyecektir. Bazan muhatabına karşı yumuşak davranması gerektiği yerde sert ve kaba davranması, sert ve kaba kavranması icabeden yerde yumuşak davranması, kendisini bir çıkmaza sokar. Böylelikle münkeri işlemeyenleri ve ma'rufu abes gör­meyenleri kınadığı gibi, münkeri alkışlamayanlara da -kendi düşüncesine uyamayacağı için- düşman gözü ile bakar. [85]

 

Ma'rufu  Emredip Münkeri  Nehyetmentn Farz-ı Ayn  Olduğunu  İleri Sürenlerin  Delilleri

 

"Ma'rufu emredip münkeri nehyetmenin" İslâm'a göre farz-ı ayn ol­duğunu ileri sürenler "sizden bir cemaat olsun...." şeklinde ifâdesini bulan âyetin bu görevin farz-ı kifâye anlamı taşıdığını ve bu âyetin bu iddia için kesin bir nass olacağını kabul etmiyorlar. Zira âyetteki "Min" harf-i cerrinin ba'ziyet (=bir kısım) için değil, diğer bir âyette geçtiği gi­bi mecaz yoluyla geldiğinin ispatıdır. Nitekim diğer bir âyet olan "el-Ahkaf: 31"'de şöyle buyurulmuştur.: "......Ona imân edin ki (Allah) sizin günahlarınızdan bir kısmını yarlıgasm. [86]Âyette geçen "min zûnûbi-kûm" ifâdesinde geçen "Min" ile "vekekun minkum" ifadesinde geçen "Min" aynı maksat için kullanılmıştır farz-ı ayn taraftarlarınca.

Açıktır ki âyet-i kerimede: "Allah Teâlâ bazı günahlarınızı mağfiret eder" diye kastedilmiştir.[87]

Farz-ı ayn taraftarlarına göre birinci âyetin mânâsı: "İslâm ümmeti, ma'rufu emredip münkeri yasaklamağa çalışan bir ümmet olsun" demektir. [88] Oysa şu bir gerçektir ki herhangi bir görevin sıhhatli olmasının şartı, ehliyet ile iktidardır. Fevkalâde bir görev olan "ma'rufu emr münkeri nehiy"de ancak " "İlmî iktidar ve ehliyet sahipleri" tarafından hakkıyla yürütülebilir. Ümmetin her ferdinin ayni derecede ehliyet sa­hibi olması düşünülemeyeceği gerçeğini göz önünde bulundurarak "di­nin temel esaslarım" her müslümanın sıhhatli bir şekilde ve ilmî dere­cede bilemeyeceği de açıkça ortadadır.

Nasıl ki devlet başkanlığı görevlerinden olan bazı ilim ve ehliyet is­teyen yetkileri halk tabakası bilememektedir. Meselâ; namaz ve orucun farziyeti, içki, zina v.b. gibi suçların haram oluşu ve bunlara takdir edi­len cezaların tatbiki gibi hususuları herkes icra edememektedir. Aynı şekilde "Ma'ruf ve münker" gibi önemli bir görevin ifâsı için de ilim ve ehliyet şartı aranması kadar tabii bir şey olamaz. Her müslüman ancak bu vasfı taşıdığı an, yürütme hakkına sahip olur.

Şüphesiz ki sıradan bir insanın, ilmî meselelerde, araştırma ve ihti­sas isteyen sahalarda görüş beyan etmesi gerekmediği gibi, mümkün de değildir. Fakat câhil bir kimsenin yapabileceği bir işi üslenmesi zor de­ğildir. Aynı şekilde ma'ruf ve münker sahasında ehliyet taşıyan kimse­nin de sorumluluk taşıması ve bunu kolaylıkla yürütmesi mümkündür. Aileme şehid Abdülkadir Udeh konu ile ilgili görüşünü şöyle arzeder: "Bilgisiz ve sahasında câhil olan birisine "ma'rufu emr münkeri nehiy" görevi verildiği an peşinen doğacak zararları kabullenmek anlamını ta­şır. Zira câhil, muhasebe ile meselelere yaklaşmaz ve meydana gelecek zararlara düşmekten kendini kurtaramaz. Câhil kimse, tabiatı icabı; hükmü açık olan ameller müstesna, ma'rufu emredip münkeri nehyetmez."Meselâ; namazın edası, hırsızlık ve zinadan nehiy gibi üzerinde ihtilaf olmayan konular hariç, bilgi ve derin sezgi isteyen konularda câ­hil daima yanılır. Yani bilgisize, ancak taşıyacağı kadar sorumluluk taşı­mak düşer. [89] Mü'minin yüklenmesi gereken görev, Kur'an-ı Kerim'in mesajını taşıdığını bilmesidir. Şüphesiz müslümanm, kendisine farz olana yabancı kalması ve câhil davranması kadar büyük bir fitne yok­tur. O, ilim ve ma'ruf-münker arasındaki farkı bilmekle emrolunmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'in ilmî ıstılahına göie ma'ruf; mutlak manada aklın ve sağlam fıtratın çirkin gördüğü herşeydir. Bunu tanımak için ibni Abidîn'in dürer üzerindeki haşiyesini, Fethu'l-Kadîr'i ve Mebsut'u oku­mak gerekmez. [90] Hakiki irşad edici güç kaynağı, -sağlam fıtratı koru­mak şartıyla tcvâıür- ve amelle nakledilen Allah'ın kitabı ve Rasûlullah'ın (s.a.v.) sünneti'dir. Bu ana kaynak, bir kimseye cehaleti caiz görmez. Müslüman ancak bu ana kaynaklara bağlanmakla müslümandır. Ma'rufu emr münkeri nehyetme görevinin genel olmasını men' edenler, İslâm'ın tesbit ettiği hayır ve şerri tanımayacak, ma'ruf ve münker ara­sını ayıramayacak kadar müslümanm câhil olmasını tecviz edenler­dir. [91]

Abduh'un konu ile ilgili diğer bir görüşü de şöyledir: Ma'rufu emr münkeri nehiy farziyeti, hac farziyetinden daha kuvvetlidir. Hac farziyetinde" güç yetme" şartına karşılık, ma'rufu emr münkeri mehiy farziyetinde "güç yetme" şart koşulmamıştır. Zira bu farziyat, herkesin ya­pabileceği bir görevdir. [92]

Şu bir gerçektir ki Allah Teâlâ'nın emir ve direktiflerini emretmek, yasaklarını ve her türlü câhiliyye sistemlerini yansıtan inanç ve amelle­ri ortadan kaldırmağa çalışmak, dinin temel yasaklarıyla ilgili olduğun­dan, böyle genel bir savaşta gücü nisbetinde herkesin görev üstlenmesi ve itikad savaşının bir gereği olarak kapsanıma alması tabiidir. Nasıl ki bir müetehid âlimlerden birinin yaptığı içtihadı bir çalışma, ma'ruf kap­samına giriyorsa, bu görev de bazan ince ilmî bir yöntemle, bazan da basit bir yaklaşım ile yapılır. Şartlar neyi gerektiriyorsa alınacak tavır da ona göre tesbit edilir. Aynı şekilde çok defa Kur'an ve Hadis sahası için geniş bir araştırma ve dinî ilimleri elde etmek için derin bir bilgi ve ha­zırlık istiyorsa, bazan dinin temel yasalarını ve ilkelerini toplu olarak bilmekle de yetinilir.

Bazan bu çalışma yolunda, zaman ve mekânın şartlarına göre geniş bir anlayış ve yüksek bir ilmî yeterliliğin kolayca çözmesini istediği zor engeller ortaya çıkar. Nasıl ki konuşma, ilim ve düşüncenin kolay yolla savunmasına imkân verdiği güçlükler etrafında dönüp dolaşıyorsa, bu görevin de bu tür engellerle karşılaşacağını hesaba katmak gerekir. Bi­naenaleyh bu derece önemli bir esasa dayalı bir görevin, onu ihmâl edecek ve yapamayacak kimselere tevdî edilmesi, affedilmeyecek bir hatadır. Yine bu konuda uluorta konuşmak da aynı vebale denktir.

 

Çoğunluğun Görüşüne Karşı Bir Tenkid

 

İslâm ulemasının büyük çoğunluğu; "ma'rufu emredip münkerden ehyetmeye çalışmak ümmetin tümüme vaciptir. Fakat ehil bir grubun bu görevi üstlenmesiyle ümmetin sorumluluğunu kaldırır," görüşünde ittifak halindedir.

Ulemanın üzerinde ittifak ettiği bu görüş, şöyle tahlil edilmektedir:

'Bir kere bu görevi, herkesin eşit ağırlıkta yüklenmesi mantıkî olarak uygun değildir. Ümmetin her ferdine vacip olması da imkânsızdır." Zira bu delilin bizzat kendisi, onu ileri sürenin iddiasını dahî çürütmekte­dir. Çünkü şeriatın herhangi bir hükmü, ancak onu yapmağa gücü yet­tiği zaman kişiye vacip olur. Temel felsefe ve hikmet bu olduğuna göre, ma'rufu emredip münkeri nehyetmek gibi İslâm'ın varlık sebebini ve devletinin temel düşüncesini oluşturan bir görevin, ümmetin her ferdi­ne yetkili-yetkisiz her kese farz olması gerekmez. Belki buna ehil olan herkese farzdır, demek en doğru olur.

İmam Şâtibî ve bazı fikrî ortakları; 'farz-i kifâyenin, İslâm ümmeti­nin tümünü kapsamına almayıp, ancak ifâya muktedir olana yönelik bir farz olduğunu" ileri sürerek şöyle dediler:

"Hükmün muhatab ve kapsamı, ısrarla "bir kısım" üzerinde cere­yan etmektedir. Bu nasıl olur? İşte bilinmesi gereken espri bu noktada yatmaktadır. Genel bir kaide olarak; "her işin olumlu sonucu, onu ya­pabilmenin ehliyetine ve bilincine bağlıdır. " noktasından hareketle, bu görevin sıhhatli yürümesinde aranan şarda; kişinin onu "yapabilme eh­liyetini" taşımış olmasıdır. Hükme muhatab olan, direkt olarak ümme­tin tümü değildir."

Görülüyor ki cumhurun ileri sürdüğü nass ile "sizden bir cemaat olsun...." ifadesinden bir sonuç çıkmaktadır. Bu âyet ma'rufu emredip münkeri nehyetme görevini tüm ümmetin değil, ümmet içerisinde bu işe ehil bir cemaatın, bir ilim kadrosunun ve ihtisas ehlinin üstlenmesi gereğini vurgulamaktadır.

Şatibî, görüşünü böyle sürdürerek diğer bir âyetle açıklık getirmeye çalışır. "Kur'an'da bu ve buna benzer birçok hususlar vardır. Bu tür âyetlerde emir, tümüne değil, ehil bir kesimi muhatab alarak nazil olur. [93]

İmam Râzî, geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken, bazı kimselerin, "ma'rufu emredip münkerden nehyetme sorumluluğunun iki sebepten dolayı İslâm ulemasına tahisis edildiğini" ileri sürdüklerini zikreder: Bi­rincisi; Bu görev ilme muhtaçtır. İkincisi; Bu görevin "yeterlilik ve ehliyet" yoluyla farz olduğu üzerinde ittifakın mevcut olmasıdır. Bu şu demektir: " Ne zaman, bu görev, bir ehil grup tarafından ifâ edilirse, di­ğerlerinden sorumluluk düşer." Bu böyle olunca şu anlam ortaya çık­mış olur: "Bu görevi bir kısmınız yapsın. Ama hakikatte içinizde ehil olan birisi yapacak, hepsi değil. [94]

 

Yukarıdaki Tenkide Cevap

 

Arzedeceğimiz bu görüş Şâtibî'nin görüşüne yakın bir görüştür. Bu da "farz-ı kifâyenin, onu yapmağa ehil olan kimseleri kapsamına almış olmasıdır" Bu görüşe taraftar olanlar ise Farz-ı kifâyenin bütün ümmeti kapsamına aldığını ileri sürenlerdir. Şöyle ki: Şüphesiz müslümanlar eğer farz-ı kifâyeyi ihmal ederse doğacak günah ümmetin tümüne ait olur. Şayet farz-ı kifâye görevini yapmak, ümmetin yalnız bir kısmına gerekiyor da diğerlerini kapsamına almıyorsa, neden yapılan kusur ve ihlâlden dolayı ümmetin tümü sorumlu olsun? [95]

Kur'ân-ı Kerim'de buna benzer bir çok hitablar vardır. Farz-ı kifâ­yeyi yalnız bir kısım müslümanın yapmasını sorumlu tutarken, hitabın kapsamına tüm ümmet girmiş olur. (Nasıl ki "Ey Rasul! Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan görevini yapmamış olursun" hitabı peygambere ise de topyekün İslâm ümmetini de muhatap almaktadır.)

Meselâ: Cihad farz-ı kifâyedir. Fakat Allah (c.c) bu farziyeti, "size cihad farz kılındı" âyeti ile emretti.

Açıktır ki bu ifâdelerle yöneltilen hitap, bir ferd veya topluma değil, bilâkis ümmetin tümüne yöneltilen bir ifâde tarzı kullanılmıştır. [96]

Evet, "Sizden bir cemaat olsun" ifâdesi, ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışma görevini üstlenecek bir ehil cemaatın varlığını ge­rekli kılmaktadır. Fakat bu cemaatın varlığı, farziyetin kapsamına tüm ümmetin girmesine engel teşkil etmez. Zira Allah Teâlâ bu cemaatı belli ölçülerle sınırlandırıp tayin etmiş olsaydı, biz bu görevin herkese değil, bu cemaate farz olduğunu ileri sürebilirdik. Âyetteki hüküm sınırlandı­rılmamış ve hitabın tüm ümmete yöneltilmiş olduğunu görmekteyiz. Ancak ümmetin bir kısmı, maksadı gerçekleştirecek görevi ifâ edince "sizden bir cemaat olsun" âyetinin işaret ettiği sorumluluk kalkmış olur.

Beyzâvî şöyle der: "Ümmetin tümüne yapılan bir hitap ve bir cema­atın yapmasını istemek, bu görevin, ümmetin sorumluluğunda icra edilmesi gereğini vurgular. Hatta bu görev bilfiil terkedilse, ümmetin tümü günah işlemiş olur. Fakat bu sorumluluğun kalkmasının şartı, ümmetin içinden çıkacak ve ümmetin yetiştirmek mecburiyetinde ve borcunda olduğu ehil bir grubu yetiştirmesidir. ihtisas isteyen bir çalış­ma sahasını hazırlamak farz-ı kifâye ise de ümmetin topyekün iştirakiy­le ve herkesin gücüne göre farz olduğu gerçeği asla unutulmamalı­dır. [97]

Eş-Şeyh İsmail Hakkı bu âyet-i kerimeyi şu şekilde açıklar: "Âyetteki "minkum" kelimesinin başındaki "Min" harf-i cerri arapçada "bir kısım" ifâde eden "teb'iz" içindir.

Da'vetin, bir kısım ehil kimseye yöneltilmiş olması ile birlikte hita­bın ümmetin tümünü kapsamına almış olması, da'vet farzziyyetinin, "ilmi ehliyet" anlamını ortaya çıkarmak içindir. Da'vet ise inanmış her­kese farz bir görevdir. Fakat bu işe ehil bir kişinin tayin edilmiş olması, da'vetin sıhhatli ve özüne uygun yapılmasını temin içindir. Ancak bu ehil kadronun ortaya çıkması ise ümmetin omuzundaki önemli bir so­rumluluğu ifâde eder. Böyle bir kadronun ortaya çıkışı ile sorumluluk; ümmetten kalkar. İhlâl ve ihmal halinde, ümmetin her ferdi cürüm işlemiş olur. Herkes da'veti ihmalden dolayı günaha girmiş olmaz da'vetçiyî yetiştirmemiş olması nedeniyle cürüm irtikâb etmiş olur. [98]

 

Doğru Görüş

 

Konu ile ilgili her iki muhalif görüş taraftarının ileri sürdükleri delilleri arzettik. Her iki grubun taraftarlarının kritiği yapılacak delilleri varsa da görüşlerinde isabet de vardır. Zaten iki tarafın fikir ve ilim taraftarları, kendi düşünce ve ictihadîarına yönelik delilleri reddetmişlerdir. Fakat bununla beraber, hakkı ehline teslim etmek gerekirse her iki  tarafça ileri sürülen deliller, büsbütün hata ve tutarsız sonuçlardan da uzak değildir. Problem kesin bir sonuçla çözülememiştir.

Kanaatımızca bu konuda isabetli veya doğruya daha yakın olan so­nuç; "el-Muvafat fi-Usûl-iş-Şeriâ" adlı kitabın yorum ve tanıtıcısı olan Dr. Abdullah Dıraz tarafından verilmiş olan sonuçtur.

Yukarıda arzedilen açıklamalardan anladım ki, İmam Şatibî'ye göre farz-ı kifâye, ancak onu ifâya muktedir olan kimsenin yükleneceği farzdır. Bu görüşünü de "sizden bir cemaat olsun" âyetiyle dikkat çekerek diğer bir takım âyetlerle desteklemiştir.

Dr. Abdullah Dıraz, bu görüşe karşı çıkararak kanaatini şöyle belirler.

"Bu âyetler, taleb'in (âyetteki tebliğ görevinin istenmesi), ümmetin bir kesimine yönelik olduğuna işaret etmez. Aksine taleb'e muhatab; tüm İslâm Ümmeti olup, insanlığı kuşatan bu mesajın gerçekleşmesi için, her türlü vasıta ve sebeplerle bu görevi üstlenenlere yardım edener, onların gayretlerini kamçılayanlar ve kendi iktidarları oranında hamiyyet ve çabalarını esirgemeyen ümmetin her kesimini içine alan bir farzdır. Bu görevin ihmali, topyekün ümmet fertlerinin günah ve isyanda müşterekliğini ifade der. [99]

Çok enteresandır ki Şâtıbî, bu açıklamanın sonunda insanı   konu­nun ağırlığından âdeta kurtarır ve husûsî bir gözle bakıldığında problem pozisyonunda kalan bir yanı görülmeyecektir. Dr. Abdullah Dıraz bu konuyu şöyle bir sonuca bağlar:

"Bu görev mecaz yönü ile ümmetin her ferdine yönelik bir farzdır." denilmesi bazan doğrudur. Bu farzı ifâ etmek, umumun maslahatını te­min etmekle tahakkuk eder. Yani bu görev, İslâm Ümmetinin tümünü kuşatan bir görevdir. Meselâ; Ümmetin bir kesimi bir açıdan bu görevi destekleyebiliyorsa bu ehliyeti ifâde eder. Geri kalanlar güçleri bizzat görevi yürütmeye kâfî değilse bile göreve ehil olanları desteklemekle yükümlüdürler. Kimin bir işe gücü yetiyorsa ve onu yürütmede ehil ise, onun sorumluluğunu taşıyor demektir. Buna ehil olmayan ise yapa­bileceği ve yürüteceği bir başka sahada sorumluluk taşır. O da; esasen görevi üstlenmiş olana destek olmak, sabır ve metanet tavsiye edip onu görevine icbar etmektir. Öyleyse görevi yapmağa kadir olan farzı yap­makla sorumludur. Gücü yetmeyen ise, kadir olanı teşvik etmek, des­tekleyebildiği kadarıyla takviye etmekle sorumludur. Çünkü görevin ifası, ancak buna ehil olanın yapmasıyladır. Gayeye de ancak bu yolla ulaşılır. İşte bu açıdan ihtilâf ortadan kalkar. Fikrî ihtilaflara açık kapı bırakılmış olmaz. [100]

Varılan bu sonuç açısından bakıldığında; Şatıbî'nin ilmî açıklaması ile artık farz-ı kifâyenin kapsamı konusundaki ihtilaf çözülmüş demek­tir. Keza "ma'rufu emredip münkeri nehyetme" konusu etrafında mev­cut ihtilaflar yani "fraz-ı ayn veya farz-ı kifâye mi" problemi sona ermiş olmaktadır.

Şeyh Muhammed Abduh ise aynı konuya şu şekilde ve dolayısıyla katılır.

"Ma'rufu emretmek münkeri nehyetmek hükmen farz-ı ayndır. Âyet-i kerimedeki ".... sizden bir cemaat olsun...." kısmındaki "Min" harfinin "bir kısım" anlamında olduğu doğrudur. Böyle bir tefsin so­nuç, ma'rufu emr ve münkerden nehyetmeye çalışmanın, bu işte İktidar ve yeterlilik vasfının farziyeü ile ilgili görüş taraftalarının delillerindendir" Abduh de'vamla.." ma'rufu emr ve münkeri nehyetmek farz-ı kifâ­ye olmakla beraber sonuç itibarıyla farz-ı ayna dönüşeceğinin kesin olarak bir seyir takibettiğini....." ileri sürer ve:

"Şimdi âyette "bir kısım" manasındaki "Min" harfini gözönünde bulundurarak âyetin anlamı "Sizden, da'vet görevini, ma'rufu emr Ye münkeri nehiy çalışmasını yürütecek seçkin bir sınıf oslun... şeklinde olur" der. Zira bu emre muhatab aslında "topyekün İslâm Ümmeti ve inananlar topluluğudur" Onlar, bu faziyeti ayakta tutacak ve imanın iktidanna götürecek olan bu "kadroyu" -nasıl ve nerede hangi şartlarda yetişip görev başına getirilmesi gerekiyorsa- yetiştirmekle mükelleftir­ler.

Meseleye genel açıdan bakıldığında şu iki sonuç ortaya çıkar:

1. Tüm müslûmanlara sorumluluk yükleyen farz,

2.  İslâm ümmetinin "İslâm Devleti" için, varlığı, farz olan "da­vet kadrosunu" yetiştirmesinin ve bu görevinin farziyeti.

Aslında "ma'rufu emr ve münkeri nehiy" kavramının "ümmet" kav­ramıyla, birbirinden ayrılması mümkün olmayan ilişkileri vardır. Ma'ruf ve münker, ancak "ümmet" kavramının ifâde ettiği mânâ ile doğru olarak anlam kazanırlar.

Bilindiği gibi ümmet, cemaat manâsına gelmez. Cemaatten ayrı bir anlam taşır. Fertlerinin, birbirleriyle kopmaz bağlarla kaynaştığı cema­ate ümmet denir. Bir insan bünyesindeki organlar gibi bir nizam uy­gunluğu içinde görünen vahdettir.

"İnanlar topluluğu" kavramından murad; bu ümmetin, böyle bir önemli göreve muhatab oluşunda, tek ve eşsiz oluşudur. Zira bu üm­met her ferdi çelik bir irâde, insanlığı bir cemaat oluşturmada veya bir ideal etrafında toplamada pratik bir amel kabiliyeti, gücü nisbetinde davranışlarını kontrol eden bir oto-kontrol özelliği, fertlerinin birbirle­rine karşı sorumluluk duyarak takib ettiği seyir çizgisinde, bir hata ve haktan sapmayı gördüklerinde düzeltici ve hakka yöneltici bariz bir özelliği olan bir ümmettir. [101]

Şüphesiz ki dini tebliğ etmek, bir ümmetin ıslahına çalışmak ve onu temel felsefesi etrafında cemaatleştirmek ve bunu muhafaza etmek, insanlığı hak ölçülere da'vet edip, onlara karşı (silah kullanmadan) is­lâm'ın râm edici ölmez ölçüleriyle ayakta tutmak kolay bir iş değildir. İslâmî düzende her ferd, gücü ve yeterlilik oranında bir görevden so­rumludur. Eğer bir mü'minin ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye gücü yetiyorsa evvelâ bu mü'min kendi sorumluluğundaki görevi hak­kıyla yapıyor demektir. Gücü yetmeyen kişi, yapabileceklerini, belli sı­nırlar dahilinde yapma gayretini gütmelidir. Böylece bir güçten de mah­rum olan bir kimse ise, gücü yeten kimseyi teşvik ile sorumludur.

Ma'rufu emr münkeri nehiy farziyeti gibi bir görevin yüklediği so­rumluluğun ümmet fertleri arasında paylaşılması gerekir. Zira bu önemli sorumluluk ihmal kabul etmez.

 

Cumhur Ulemânın Bu  Konudaki Görüşünün  Geniş Bir Tahlili

 

"Ma'rufu emr-münkeri nehiy" görevinin; gerek farz-ı ayn gerekse farz-ı kifâye olduğu konsunda görüş sahiplerinin delilleriyle ilgili açık­lamaya geniş yer vermiş olduk. Bu görüşlerden birincisi Cumhur-ı Ule­manın görüşüdür ki bazı yönlerinin şerh ve izaha muhtaç olduğunu ifâde ile konu ile ilgili açıklamaları maddeler halinde sıralayalım:

1-Ma'rufu emr-münkeri nehyetme çalışmasının, "farz-ı ayn olduğu" fikri-cumhurun savunduğu gibi-farziyet açısından ve hüküm itiba­riyle bir değişiklik arzetmez. Yani farz-ı ayn olduğu gerçeğinde ihti­lâf yoktur. Keza farz-ı ayn ve farz-ı kifâye olayında da bazı kimsele­rin var sandıklan ve inandıkları ihtilaf doğru değildir.

Allâme el-Âmidî der ki:

"Farziyetin, her ikisinin hududunu kapsamına alması, vücûp açısın­dan farz-ı kifâye ile farz-ı ayn arasında mezhebimiz açısından fark olmadığındandır. Buna muhalif olan bazı kimseler, "farz-ı ayn, baş­kasının yapmasıyla sorumluluk düşmez, farz-ı kifâyede olduğu gibi" derler ki maksad, sorumluluğun kalkması-kalmaması konusundaki ihtilâftır. Bu ise hakikatte ihtilâfı gerektirmez.[102]

2-Farz-ı ayn, ümmetin her ferdine ayrı ayrı farz iken, farz-ı kifâye ümmetin tümüne müştereken bir farzdır. Her ferdin nasıl ki farz-ı aynda gösterdiği azmin, yapılmadığında sorumluluk kalkmayacağı konusunda gösterilen inancın, farz-ı kifâyede gösterilmesi gerekir. Zira farz-ı kifâye âmmeyi ilgilendirdiğinden; bilerek önem vermemek, ihmâl etmek veya ihmâle sevkedecek her çeşit engelleri kaldır­mağa çalışmamak, ümmetin tümünü isyana ve gûnüha sokmak an­lamını taşır.

Evet, bir ehil grubun bu görevi yapmasıyla, ümmetin sorumluluğu kalkmış olur. Ve bu görevi yapanlar sevab ve ecre nail olur. Ümme­tin de bu ecirde ortak olması için, bu görevi yürütecek ehil cemaatın yetişmesinde ortak olması şarttır. Zaten bu yönüyle farz-ı kifâye ümmetin tümüne şâmil bir görevdir, denilmektedir. eş-Şeyh Abdul Ali el-Ensarî, farz-ı kifâyeyi şöyle sınıflandırır. "Ya­panların yapmalarından dolayı sevap kazandığı ve terkedenlerin cezalandırılmadığı farz. Bir cemaatin yapmasıyla edâ edilen farzdır. Eğer bir tek kişi bu farzı edâ etmezse hepsi âsî olur. [103]

O halde, Allah'ın (c.c.) azabından- maddî-manevî olarak- korkan, herşeye gücü yeten ve yegane galib Cenâb-ı Hakkın her çeşit cezalandirmasından kurtulmak isteyen cemaatin, farz olan bir nizama suresizce ve tavizsizce tâbi olması, itaat etmesi böyle bir farziyete, her çeşit ihtimamı -her görevden önce- göstermesi ve ma'rufu emr-münkeri nehiy çalışmasını ümmetin her ferdine mâl etmesi gerekir.

3- Farz-ı kifâye mi yoksa farz-ı ayn mı daha üstündür veya hangisi ilk planda getir? sorusu gündeme gelmektedir. Bu konuda Celâlüddin el Mahallî şöyle buyurur;

"Zihinlerde münakaşaya yer vermeksizin, bazan aklımızda, farz-ı ayn, çoğunlukla her mükelleften istenmesi nedeniyle Allah Teâlâ'nın çok önem verdiği" sonucu ortaya çıkar. Halbuki Ebu İshak el İsferâyinî, İmam'ul Harameyn ve babası eş-Şeyh Muhammed el-Cüveynt gibi itim otoriteleri farz-ı kifâyenin, sorumluluk ve kapsam bakımından farz-ı ayndan daha üstün olduğu fikrini savundular. Zira ehliyet­li ve iktidar sahibi bir cemaatin bu görevi yapmakla, mükellef müslümanların topluca Allah'a isyandan kurtulmalarını sağlar. Farz-ı ayn ile ancak onu bizzat yapan, terkiyle yine işleyeceği günahtan yalnız kendisi korunur. [104]

Bu yönü ile ma'rufu emr-münkeri nehiy çalışması, farz-ı kifâye ol­duğu sözü ile konun önemini daha da arttırır.

4- Tüm insanlığı Allah'ın dinine da'vet etmek ve aralıksız bu da'vet görevini sürdürmek, insanın Allah ile olan ilişkisini sürdüren nama­zın kılınmasını sağlayacak zemini hazırlamak, terkine götürecek en­gelleri yoketmek, içki içip aklı sahasının dışında kullanacak her çe­şit haramların terki için, organizeli ama ısrarlı bir çatışma sistemi kurmak (basın-yayın gibi) da ma'rufu emr münkeri nehiy görevinin gereğidir.

Allah'ın dinine da'vet, kesiksiz ve daimî olduğu halde ikinci şıktaki namazı terk ve içkiden vazgeçme ve vazgeçirme gibi çalışma, her ferdin hayat boyu ve iktidan nisbetinde yürütmesiyle mümkündür. Bir kimse "bu çalışmanın pratikte sona erdiğini" asta iddia edemez. Bu vadinden bakılınca ma'rufu emr münkeri nehiy çalışmasının hükmen farz-ı ayn olduğunu söylemek mümkündür. Fakat ikinci çalışma için, her ferdin ayrı ayrı yapması gerekmez, İslâm'a aykırı bir münkerin işlenmesi halinde cemaatten bir kişinin müdahalesi yeterlidir.

Meselâ; bir toplulukta şeriat'a aykırı ve uygun olmayan bir söz sarfedilirse, hazır olan cemaatin tepki gösterip reddetmeleri gerekir. Bu tepkiyi, topluluğun birden ve müştereken değil içlerinden birinin müsamaha ile yaklaşıp onu mehyetmesi yeterlidir. Zaten tümünün anî bir şekilde karsı koymasına da ihtiyaç yoktur. Ehil birinin mese­leyi soğukkanlılıkla halletmesi ve kargaşaya meydan vermemesi ha­linde, orada oturanların sorumluluktan kurtulmalarına vesile olur. Böyle bir ortamda mevcut topluluğun susması ve hiç birinin cevap vermemesi, hepsini günaha ve isyana sokmuş olur. Ma'rufu emr-münkeri nehiy çalışmasına bu açıdan bakılınca, onun farz-ı ayn de­ğil, farz-ı kifâye olduğunu görürüz.

5- "Ma'rufu emr-mûnkeri nehiy" görevi farz-ı kifâyedir" dememiz şöyle de anlaşılmamalıdır: Yeryüzünün belirli bir mıntıkasında İs­lâm ümmetinin bir veya bir kaç grubunun bu farziyeti ifâ etmesiyle, bütün ümmeti sorumluluktan kurtarır. Kaldı ki ma'rufu emr-mün­keri nehiy çalışması, bir taraftan gayr-ı müslim ülkelerde icra edil­mesi gerekirken, bir taraftan da müslümanlar arasında edaya ihtiyaç duyacaktır. Eğer birinci iş gayet zor ise, ikincisi ona nisbetle küçümsenmiyecek kadar büyüktür.

Şüphesiz ki İslâm ümmeti, belli sınırla çevrili ve belli bir kıt'ada oturan küçük bir azınlık değildir. Bugün (kitabın yazıldığı tarih olan 1966 yılı itibarıyla) 900 milyonu aşmış, muhtelif ülkelere da­ğılmış, birbirine uzak mıntıkalarda yaşamaktadır. Lisanları ayrı, bir çatıda birleşemeyecek kadar- bugün için- mümkün olmayan bir da­ğınıklık içerisinde yaşamaktadır.

Aynı şekilde bugün bu ümmet, dinî bir birlik oluşması gerekmesine rağmen, davranışlarında, görünüşlerinde, giyinişlerinde, dâva ve problemlerinin çözümünde gruplara ve cemaatlara bölünmüş, tabi­atıyla idareleri ve anayasaları da ayn, büyük coğrafî sınırlarla çevrili ve değişik medeniyetlere boyun eğmiş ve eğdirilmiş olması sonucu bu dîni vahdetin oluşmasını zorlaştırmaktadır. Binâenalyh ümmetin iç ve dış dünyasını kuşatan bu emperyalist çember karşısında, ma'rufu emr-mûnkeri nehiy görevini bir ferdin veya bir grubun üst­lenmesi ve yürütmesi gayet zordur. Bunun için devlete tâlib bir üm­metin bü kadar geniş bir organizasyona ihtiyaç duyacaktır. Da'vet kadrosunu ve ulemasını yetiştirmeyen bu cemaatin böyle bir çaışmaya kalkışması gülünç olur, saf dillik olur. Bu nedenle her kıt'a ve ülkede her İslâmî cemaat, ehliyetli ve ilmî kariyeri taşıyan İslâm âli­minin yönlendirmesinde birlikler oluşturmalı ve ma'ruf-münker gö­revini bugünkü şartlarda yürütmelidir. Bu, ümmet olmanın ilk basa­mağıdır ve büyük olmanın ilk şartıdır. Şayet tüm dünyada üstün gücü ile ilkel olmayan bir takım vasıta ve yollarla ma'rufu emr-münkeri nehiy görevini yürüten bir cemaatin varlığını kabul etsek bile yine bu cemaat, aynı şekilde, her ülkede kendilerini kuşatan giyiniş, davranış ve yaşadıkları şartları ve bölge özelleklerini gözetip strataji tesbit edecek olan ehliyetli-tebligci ve- da'vetçilere ihtiyaç duyacaktır. [105]

Kur'ân-ı Kerim bu çalışma metodunu şöyle işaret buyurur: "(Bununla beraber) mü'minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkma­ları lâyık değildir. O halde (onlann her sınıfından birer zümre sava­şa gitmeli) kimi de din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeli ve vimleri (savaştan) dönüp kendilerine geldikleri zaman, onları Al­lah'ın azabıyla korkutmaları için (gitmeyip kalmalıdırlar.) Olur ki (bu suretle mü'minler dine aykın hareketlerden) kaçınırlar.  Âyette önerilen metod, Beyzâvî'nin açuıklamalarma uygunluk arzetmektedir. Beyzâvî şöyle der: "Kabile gibi her büyük bir topluluktan bir kişi, şehir ahalisinden de bir cemaat... Bunlar, çalışma gayelerini, yüce ideal ve maksatlarını İslâm Hukukuna göre düzenleyecek, topluma yol gösterip yönlendirecek ve şeriata aykın tutum ve davranış­lardan dolayı uyaracakladır. Bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, ma'rufu emr münkeri nehiy görevi, muhtelif şehirlerde ve değişik mıntıkalarda aralıksız sürdürülecektir. Varılmak istenen gaye ve maksatların gerçekleşmesi için bununla da yerinilmeyecek, büyük veya küçük şehirlerde, köy ve kasabalarda bu organizeye bağlı çalışmalar sistemli bir şekilde sürdürülecektir. [106]

Allâme el-Bagavî bu âyeti tefsir ederken şöyle der: "Fıkıh, şeriat hü­kümlerini tanımaktır. Bu hükümleri tanımak da farz-i ayn ve farz-ı kifâye yollarıyla olur. Farz-ı ayn bilgisi; taharet, namaz ve oruç gibi sahalara hitabeden Her mükellefin bilmesi gerekir." Allah'ın Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur: "İlim öğrenmek her müslüman erkek ve kadı­na farzdır." Aynı şekilde Allah Teâlâ kullarından bir kişiye farz kıldı­ğı ibâdeti, onu tanıyacak ilmi öğrenmesini de farz kılmıştır. Eğer dince zengin ise Zekât bilgisini, hacc ibâdeti için de haccı ifâye ve sıhhatli bir şekilde edaya yarayacak ilmi öğrenmesi farzdır. Farz-ı kifâye'ye gelince; ictihad derecesine ve fetva verecek rütbeye erişinceye kadar ilim öğrenilir ve öğretilir. Bir şehir halkı, söz gelimi, bu farzı terkeder de ehliyetli kodroyu yetiştirip, dini sıhhatli bil kaynaktan öğrenmezse, o cemaatin tümü Allah Teâlâ'nın şeriatına isyan etmiş olur. Aksi bir ifâde ile "dini bütün yönleriyle" ve "Bir bütün olarak" öğrenip anlatacak bir "ilim kadrosu'nu yetiştiren münslümanlar farz-ı kifâye sorumluluğundan kurtulmuş olur Halkın başına gelecek herhangi bir olayda bir fıkıh âliminin taklidi ümmete vacip olur.

Hakkında kesin hüküm bulunmayan davalarda, haktan ve hak çizgi­den sapmamaları için, insanlara hakkı gösteren her mıntıkada İslâmi çözümler getiren ulemanın varlığı farzdır. Bu, geçmişin değişme­yen sünnetidir. Her asrın İslâmı cemaatlerinde olduğu gibi, her ge­len İslâmî Cemaatlerin de Ma'ruf ve mûnker görevini öğretecek İs­lâm âlimini yetiştirmesi zorunludur. Bunun dışındaki her çalışma, ümmete zaman kaybettirmekten başka bir işe yaramaz. Bu görev ye­rine getirilmediği sürece Ümmet âsîdir ve günahkardır.

6- İmam ibn-i Teymiyye' şöyle buyurur:

"Ma'rufu emredip münkeri yasaklama görevi bizzat herkese (yani direkt herkese) farz olmayan bir görevdir. Kur'an-ı Kerim'in işaret buyurduğu gibi, bu farz yeterlilik ve iktidar ehliyetine göre cereyan eder. Cihad bu görevin tamamından sayılınca, aynı şekilde kifâye Farzlarından olur. [107]

İslâm Hukukçuları, cihad hakkında şu mütalaada bulunur: "Düş­man İslâm ülkelerinden birine taarruz edince halkı savaşa çağıran ister güvenilir olusun, ister fâsık olsun farz-ı ayn açısından ikisi de eşit sorumluluk taşırlar.

İslâm ümmetinin son 300 yılı içerisindeki dağılışını hızlandıran Emperyalist güçler, çok yönlü bir sömürü plânı hazırlayan haçlı zihniyeti, İslama karşı tarihî kinini nihayet peygamberin varislerini ortadan kaldırmakla ortaya koymuşlardır. Demek oluyorki İslâm'ın devlet ve iktidardan düşüşü; gerçek ve mûcâhid ulemanın ortadan silinişiyle sağlanmıştır.

Ümmeti cephede yenemeyen İslâm düşmanları toprak işgalinden ümit kesmiş, uzun vadeli plânlarını devreye sokmuş, ümmeti ayakta tutan merkezi otoriteyi ortadan kaldırmış, böylece ümmet başsız kalmıştır. Ümmet olma şuurunu, inandığı genç nesle aşılama uğrunda hayatını zindanlarda feda etmiş ve hâlis hürriyeti Hakka kölelikte bulan şair: (Nfk):

İpi kopan teşbihim, Dağılmış tane tane, Acı amma teşbihim. Hani nerde İmame? Taneleri toplayın, Hak ipine derleyin, Bir Îmâm'e bağlayın, Tevhid gelsin meydana" «yerek, İslâm ümmetinin arzetügi enkaz karşısında acı acı ağlamıştır. Evet, şimdi tes-bıh kopmuştur. Ümmeti yönlendiren Ulema itelenmiş, İslâm dışı modern câhiliyye bütün kurumlarıyla sultasını kurmuştur. (Çeviren)

Bu nedenle o ülke halkının tümüne seferberlik farz olur. Aynı şeilde bu ülke halkından olmasa bile, bu ülkenin müslüman ahalisine cihâd, kifâye vasfına göre farz olur. Yakın veya komşu bir müslüman ülke yoksa, yani arada kâfir bir devlet var da ondan sonra İslâmî bir  ülke varsı, bu defa seferberlik halindeki İslâm ülkesinin yardımına koşması bu ülke halkına farz olur. Böyle bir ortamda "ben uzak bir ülkeyim, yapamam, edemem, diyerek bu farklı konumlu İslâm ülkeleri, cihad ve savaş halindeki İslâm ülkesine yardımda bulunmayıp, 9 ihmalkâr davranırsa, isyankârlar ile sorumsuzlukta yâni isyanda eşit olurlar. Binâenaleyh sorumluluk çemberi, böylelikle doğulu ve batılı  İslâm ümmetini kuşatır ve farz-ı ayn durumuna geçer. [108]

Bu açıklamalar zaviyesinde konuya bakılınca, kıyasın zarûretininin ortaya çıktığım görürüz. Söyle ki: "Bir yerde şeriat emirleri zayıfla­mış, nehiyleri yaygın hale gelmişse, bu emirleri tekrar yaşanır hale getirmek, yasakları da toplumdan uzaklaştırmak, o yerin ahalisine farz olur. Şayet o yerin halkı sorumluluklarını taşımaz veya bu sorumluluklarını taşımada gaflete düşerlerse, yakın komşu müslüman ülke, isyan halinde olan bu topluma, sorumluluklarını hatırlatmak ve yardımda bulunmak üzere devreye girecektir. Ya da fiilen ihmal yüzünden yönetimini düşmana kaptırma derecesine getiren bu halkın yönetimini üstlenecektir..Sözgelimi, müslüman bir cemaat veya ülke, şeriatın yasakladığı herhangi bir haramı veya suçu işleme tehlikesine düşmüş, bu da onu dinden çıkaracak kadar tehlikeli bir fit­ne halini almışsa, inanç ve itikadları da bozulmaya yüz tutmuşsa, içlerinde de kendilerini ıslah edecek bir dâvetçisi ve dâvetçileri de yoksa, bu takdirde, bu cemaate yakın olan müslümanlara, onları ıslah edip tekrar İslâm'a ısındırma sorumluluğu düşmüş olur. Bu komşu cemaat veya ülke de bu görevini yapmazsa, sorumluluk cihadda olduğu gibi- ümmetin tümünü kapsar.

7- Ma'rufu emretmek münkerden nehyetmek, cunıhur'a göre farz-ı kifâye olmasına rağmen, bazı şartların ortaya çıkardığı zorunluluk­lar nedeniyle farz-ı ayn olur. Bunlardan birkaçını arzedelim:

a- İslâm Devleti'nin görevlendirdiği kimselerin bu görevi yapmaları farz-ı ayrıdır.

Nizamuddin-en-Nisâbûri: “Devlet, ma'rufu emr-münkeri nehiy gö­revini yürütmek için bir kişi tayin, etse, o kimseye bu konuda yetki vermiş demektir. Ve o kimse Muhtesib”dir der[109]

b- Bir yerde Ma'rufu emretme esasları değişikliğe uğrar, mimker de işlenmiş olup, bu durumu, bir kişiden başkası da bilmiyorsa, mafu emr münkeri nehiy görevi, otomatikmen bu kişiye verilmiş de­mektir.

Aliyyul-Kârî der ki: "Ma'rufu emredip münkeri nehyetmek, bir ki­şiden fazla kimseler tarafından bilmiyorsa farz-ı kifâye olur. Aksi halde gören herkese farz-ı ayndır. [110]

c- Ma'rufu emredip münkeri nehyetmek, usûlüne uygun olarak mü­nakaşa ve mücâdeleyle ihtiyaç hissettiriyorsa, buna ehil olan herke­sin iştiraki farz-ı ayndır.

İbnul-Arabt el-Malikî: "Ma'rufu emr münkeri nehyetmek farz-ı kifâyedir. Mü'min kendinde bu görevi yapabilme salahiyet ve yetkisini görüp, tek başına ve bağımsız olarak yürütebileceğine inanıyorsa bu durumda bu vasıfları taşıyan herkese farz-ı ayn olur," der. [111]

d- Ma'rufu emr-münkeri riebiy görevini yürütecek bir tek kişi kal­mışsa, bu kişi de bu görevi yürütebilecek iktidarı kendinde bulabiliyorsa bu, hükmen farz-ı ayn olur.

İmam İbni Teymiyye şöyle der: "Ma'rufu emr, münkeri nehiy; güç, iktidar ve ehliyet kapasitesine göre farzdır. Gücü yeten herkesin bu gö­revi üstlenmesi farz-ı ayn'dır. [112]

İmam Gazâlî de aynı anlamı desteleyerek şöyle der: "Ma'rufu emr münkeri nehyetmek farzdır. Şüphesiz ki bu farziyetin sorumluluğu; kudret ve ehliyet sahibi olanların ifâ etmesiyle kalkar. [113]

Genişçe incelemeye çalıştığımız ve görüşlerle desteklediğimiz bu konu, her nekadar farziyeti, iktidar ve ehliyet şartlarıyla kayıtlı görünü­yorsa da, zaruretlerin gerektirdiği her yer ve zamana, bu görevi yapabi­len her kese farzdır. Fakat herkesin yapması ve bu konuya el atması, nazik bir konuyu hakkıyla izah edememe zorluğunu da ortaya çıkara­caktır. Bu caiz de değildir. Aslında bu duruma düşmeden önce tedbir almak en çıkar yoldur. Çünkü bu, ihmal kabul etmeyecek kadar nâzik bir konudur. Peygamberler hayat boyu yürüttükleri bir görevi ihmal et­mezken, müslümanm ihmal etmesi ve bu sahanın bilincinde olmadan, sahanm adamım yetiştirmemesi kadar büyük cürüm olur mu?

Ma'rufu'emr-münkeri nehiy konusunda, hiç bir ihmal müslümam mazur göstermez.

 

III.BÖLÜM

 

"MARUF"  VE  ""MÜNKER"  KAVRAMLARININ MAHİYETİ VE NE İFÂDE ETTİKLERİ

 

Ma'ruf'u Emretmek Münkeri Yasaklamak, Ahlâkî  Konulara Ait Bir Kavram Değildir

 

Ma'rufu emr-münkeri nehiy, o kadar önemli bir görevdir ki, üm­metin omuzlarına yüklenen devlet gibi bir organizenin kuruluşu için veya iktidara götüren en yüce inkılâbı hareketin temel felsefesini ifade eden bir unvan anlamını taşır.

Öyle ise "ma'rufu ve münker" kavramlarını İslâm'ın yüklediği an­lam ve kapsam ile anlamamız gerekir. Şimdi bu iki kavramla ne anlatıl­mak istenmektedir. Asıl olan; Allah'ın bu iki terim ile nasıl bir hedefi mü'minlere göstermek istediğidir. Öyle ise iki kavram tanıtılmadan, bi­ze yüklenilen görevi kavramamız mümkün olmayacaktır.

Günümüz müslümanlarınca kullanılan ve revaçda olan anlamıyla ma'ruf; herkesçe bilinen ve iyiliği sınırlı olan, olsa da olmasa da yapılan ahlâkî faziletler olarak anlaşılmaktadır. Bunun gibi münker de; genel ahlâka aykırı ve herkesin çirkin gördüğü ahlâkî davranışlar olarak anla­şılmakta veya sanılmaktadır. Daha sonra da "ma'rufu emr-münkeri ne­hiy" gibi bir görevi de; herkesi iyi davranışlara yöneltmek ve kötülüğü hoş görmeyen bir kamuoyu oluşturmak şeklinde anlarlar. Tabii ki bu kötülük İslâm'ın hoş karşılamadığı kötülük değildir.

Oysa Kur'ânı Kerim'in bu iki kavram ile anlatmak istediği, yukarı­da sanıldığı gibi çok dar ve indî olarak ifâde edilenler değildir. Ma'ruf ve Münker kavramlarının sahasını böyle dar anlamak, avamın kendi arasında anladıklarından farklı bir konum işgal etmeyecektir. Öyle ise Kur'ân-ı Kerim'in arz ettiği ve hayat felsefesinin temelini oluşturan bu kavramları anlamak için düşüncelerimizi zorlayarak, Kur'ân ve sünne­tin ışığında en doğru anlamım araştırmak mecburiyetindeyiz.

Kur'an-ı Kerim açısından bu kavramlara bakıldığından görülecektir ki; yalnız Ahlâki Sınırlarla ifadesini bulan bir anlam taşımadığı gibi, sadece va'z ve öğütten ibaret bir sahaya da sıkıştınlmamıştır. Kur'an-ı Kerim'in ifâde ve üslûbunu iyice kavrayanlar göreceklerdir ki bu iki kavramın kapsamı çok geniştir. Hatta "Kur'an ve İslâm bu iki kavram üzerinde kurulmuştur," denilse yanlış olmaz. Zira "dini hayatı canlı ve diri tutmak, dünyadaki tüm İslâm dışı yanlış ve eğrileri düzelt­mek için" sarfedilen çabaları ve gayretleri ifâde edecek kadar geniş sa­halıdırlar. Bu iki kavramı böyle anlamağa bizi iten saik, elbette ki Kur'an'n tatbikatıdır. Veya hedeflediği toplum anlayışıdır. Aksi halde ma'ruf ve münkeri öyle dar anlamak; hedefi olmayan bir çabayı sarfetmeye götürecek ve sadece câhiliyyenin "iyi ahlâk" deyip, kendine karşı aktif olmasını arzu etmediği bir hümanizma anlayışına mü'mini sürük­leyecektir. Böylelikle de dinin ve dinî hayatın ayakta tutulması için her­hangi bir gayret ve çalışma sarfedilmeyecek. Mü'min gönderildiği hede­fini tanımayacaktır. Kapsam ve anlamı böyle anlaşılan bir kavramın farziyetine de inanmayacaktır. Dinin ve dini hayatın üzerinde kurulduğu bu iki kavramın mana' ve ihemmiyeti ile ilgili her türlü çalışma artık boş bir hayâl halini alacaktır ve İslâm ümmetinin, görevi ile ilgili çalış­mayı da dar ve sınırlı bir sahaya hasredecektir.[114]

Bu düşünceye sahib kişiye: "Allah teâlâ" dini hayatın yaşanmasını" bize emretmiştir" diye sorsan, cevabı; "Onları ahlâkî güzelliklere çağı­rıp böyle bir hayatın varlığını duyurduktan sonra görevimiz sona er­miştir" diye cevap verecektir. Şüphesiz ki bu düşünceye sahip bir kimsenin maruf ve münker kavramlarını anlamadığı söylenemez. Ancak bu kavramların açıklanmasında hataya düşmüştür denilebilir. Hatta deni­lebilir ki bu kişi, dinden kaynaklanan doğru bir tasavvur ve anlayıştan uzak kalmıştır. Tıpkı ümmetin, niçin ve hangi maksat ve hedefleri ger­çekleştirmek için gönderildiğini anlamadığı gibi. Demek oluyor ki aslolan; Kur'an'ın maksad ve hedefleri doğrultusunda yaşanan islâm gerçek İslâm'dır.

 

Ma'ruf ve Münker Kavramlarını Doğru Anlamak

 

Ma'ruf ve münker, sadece Kur'an-ı Kerim'in asıl maksadına uygun olarak kullanıldığı iki kavramdır. Kur'an'ın kendi yöntemiyle bakıldı­ğından, bu iki kavramla ne anlatılmak istendiği kolayca anlaşılır. Bu konuyu şu açılardan inceleyelim:

1- Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin görevinden söz ederken, ma'ruf ve münker kavramlarını kullanmıştır. Hiç şüphesiz ki peygamberler, sadece insanların güzel huylu olmalarını sağlamak için gönderilmiş değillerdir. Bu, sadece onların gönderildikleri hedefleri gerçkleştirmek için görevlerinden biridir. Zira onların görevleri, açık ve net olarak; insanları tek Allah'a boyun eğmeye, şartsız itaata ve onun hâkimiyetini kabul edip, onun dışında her türlü beşerî otoriteyi red­detmeye da'vet etmeleridir. Allah'a şartsız itaat ise, yalnız Allah'ın hükümranlığı için hayatın tüm cephelerini kuşatma anlamındaki boyun eğişi ifâde eder. Mü'min, böylece hayatı, yalnız bir cephesiyle değil, onu kuşatan atmosferi bütün renk ve muhtevasıyla değiştirici ve kapsayıcı büyüklükte bir anlayış ve evrensel bir tasavvur çerçeve­si içerisinde İslaha, yenilemeye ve yönlendirmeye koyulacaktır. Ar­tık o, gerçek ve kâmil imanın ancak böyle bir ortamda yaşanabilece­ğine inanacak ve tüm gayretini bu yönde sarfedecektit Hedefi; Allah'ın emir ve nehiylerinin hayatın her sahnesinde söz sahibi olmasmr sağlamak olacaktır. İnançlarında.... Düşüncelerinde İbâdet ve ahlâk ölçülerinde....Medenî, sosyal, siyâsî ve insanî tüm ilişkile­rinde göstereceği gayret, bu hedeflerin tahakkuku uğrunda olacak­tır.

Anlaşılıyor ki ma'ruf, Allah Rasûlü'nün, tatbikatını emrettiği şer'i öl­çülere uygun, hayatın her safhasını kuşatan Allah'ın rızası, münker ise tatbikatını arzu etmediği ve hayatın tüm safhalarında yaşanan Allah'ın rızası dışındakiler demektir. Yani ma'ruf ve münkerin sahası, hayatın her safhasıdır. Hayatı bütünüyle etkiler ve kucakar. 2- Nebi ve peygamberlerin gönderilişindeki gaye ve amaç; bizzat is­lâm ümmetinin varoluş gayesi'dir. Binaenaleyh bu ümmetin görevi; ma'rufu emretmek, münkeri yasaklamaktır. Bu yönüyle bu ümmet "en hayırlı ümmet" diye adlandırılmıştır.

Şayet ma'ruf ve münker kavramlarıyla yalnız "Ahlâki öğüt" kastediliyorsa, dünyanın her tarafında ve sürekli olarak bu görevi yapan topluluklar mevcuttur,

20. asır, ahlâki çözüntünün zirvede seyrettiği bir asırdır. Nice ahlâkî değerlerin, renk ve mekân değişikliğine rağmen bugün her yerde ahlâk öğretilmektedir. Konferanslar, edebî toplantılar ve makaleler sunulmakta, kitap ve broşürler yayınlanmaktadır. Kitlelere ahlâkın yüceliğini tanıtmak ve bu kitleleri ahlâki degerelere göre yönlendir­mek için gayret sarfeden, çeşitli renk ve muhtevada yanşa giren ku­ruluşlar görmekteyiz. Bu kuruluşlara karşı İslâm ümmeti, geçmişte­ki aktif pozisyonunu takınarak, dünya insanına mesajını aktaracal ve toplumu inkılâbı bir ruhla yeniden İslâm'ın kucağına oturtacak tır. Dünyamız, şartların zorladığı bir ortamda böyle ahlâkî bir islah; ne kadar da muhtaçtır. Bu, İslâmî anlamda bir cemaat işidir. (Gayelerini tahakkuk ettirecek bir lider etrafında toplanma ruhundar, mahrum olanlar cemaat olmaktan uzaktırlar. Biatlı toplum olmak mecburiyetleri vardır bugünkü müslümanlarm....) Fakat bu ümmet, dünyada yaşayan diğer ümmetlere nisbetle "en hayırlı ümmet" vas­fını sadece bu çalışmasıyla elde etmiş değildir. Çünkü onun gerçek görevi yalnız "ahlâkî ıslah"dan ibaret değildir. Bunun dışında haya­tın her safhasında ve tedricî usûllerle "İslâm insanını inşa" etmektir. Bu yönüyle bu ümmet, peygamberlerin görevini üstlenmekle diğer insanlar arasından seçilmiş bir ümmettir. Peygamberlerin insanlara nisbetle işgal ettikleri mevkî ve statükoyu koruma ve sürdürme an­lamını taşır bu ümmetin üstlendiği görev. Aksi halde Allah Teâlâ'nın onu "en hayırlı ümmet" diye vasfetmesinin bir anlamı olmazdı. Zira mücerret ahlâka da'vet, dinin bir bölümünü ifade eder. Ümmet sa­dece bu yönüyle bu ismi almamıştır. Çünkü tarihî görevi itibariyle bu ümmet; Allah'ın dinini her türlü ve çok geniş boyutlu emperya­list tasullutlara karşı koruyacak ve dini bütün kurumlarıyla ayakta tutmak için, Allah'ın yeryüzündeki var olan şahitleridir. İnsanların arasından seçilip gönderilmiş oimasi da bu yönüyledir. Allâme Ebu'l-Hayyan el-Endülisi şöyle buyurur: "Kur'anı Kerim'in bu ümmeti "en hayırlı ümmet" diye vasfetmesi şu özelliklerinden dolayıdır:

"Bu ümmet, Allah'ın Rasûlü'ne iman etmeye da'vet ederek, Allah'ın yardımına güvenip dayanmış, şeriat ilmini koruyup kollamış, bunun için her şeyini feda etmeyi cana minnet bilmiş ve ülkeleri bu idealle fethederek diğer ümmetlerle yarışta birinciliği kazanmıştır.[115]

3-Allah Teâlâ Âl-i İmran sûresinde, İslâm ümmetinin, ma'rufu emredip münkeri yasaklama ve hayra da'vet görevinin birlikte yürütül­mesini emretmiştir. Bu iki emirden biri, diğeri olmadan yürütüle­mez. Hayra da'vet ma'rufun açıklanmasıdır. Çünkü hayra da'vet et­mek; tüm insanlağı Allah'ın dinine ve bütün kapsamıyla Allah'ın şe­riatına da'veti ifade eder. (İnanç ancak amelle anlam kazanır. Aslolan ölçü yaşayıştır. "Diğer dinler, bağlılarından sadece iman etmele­rini istemelerine karşılık İslâm, inanmak ve inandığı gibi yaşamayı da istemiştir. Hak olan bir davranıştan yoksun olan İman meziyet değildir. Tıpkı yerine geritirilmeyen bir görev gibi eksiktir. Ölçü ya­şayıştır.")

Müfessirler derler ki: "Allah Teâlâ "hayra da'vet" kavramıyla ma'ruf ve münker ikilisini iki temel kabul ederek, İslâm'ı bütün kurumlarıyla bu kavramın hükmü ve otoritesi altına almak" istemiştir. İmam Râzî şöyle buyurur:

"Hayra da'vet cins bir kavramdır. Altında iki anlam yatar: Biri ma'rufu' emretmeyi gerektiren çalışmaya teşvik diğere münkeri yasakla­mayı konu alan her çeşit çalışmaya teşviktir. [116]

Netice olarak; "Hayra da'vet, ma'rufu emredip münkeri yasaklama­ya çalışmak" kavramlarıyla, insanlığı Allah Teâlâ'nın dinine da'vet et­mek ve tüm hükümranlık haklarını bu dine veren ve bunu açıkça ilan eden her çeşit çalışma anlaşılmaktadır.

 

İlim Otoritelerinin Açıklamaları

 

13 yüzyıl boyunca İslâm ulemasının, maruf ve münker kavramları­na sadece ahlâkî ve dayanıksız bir takım ilmî nazariyelerden öteye geç­meyen anlamlar verdiği zannedildi. Oysa ma'ruf ve münker kavramları sanıldığı kadar dar sınırlı kavramlar değildir. Hükmettikleri sahaları tesbit ettiğimiz zaman görülecektir ki bu ilmî kavram; inanç, ibâdet, ahlâk ve tüm sosyal ilişkileri ve ilâhî hukuku sahasına almışür. Hayatın sadece belli bir bölümünü ele aldığı şeklindeki gayr-ı ilmî bir sınırlandırma yapmak, gayr-i ilmi olduğu gibi, bu kavramların ne ifâde ettikle­rini de anlamamak olur. Şimdi bir çok ilim otoritelerinin konu ile ilgili ilmî bakışlarım arzederek, onların ma'ruf'un; ahlâkî diriliş ve Kur'an'i hayata hâkim kılma, münker'in ise ahlâki çöküntünün unvanı olduğu­nu ispatlayan derin anlayışlarından birkaç tanesini arzedelim: İmam eş-Şevkâni der ki:

"İbn-i Ebî Hatem Eb'ul-Âlîye'den şöyle bir tanım nakleder: "Allah Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerim'de ma'rufun emredilmesi ile ilgili zikrettiği her âyet İslâm'ı, münkerin yasaklanması ile ilgili zikrettiği her hükmü put­lara ibâdeti ifade eder." Bu, tayin ve tesbiti güç olan bir tahsisdir. Ne arap dilinde, ne şerl örfde böyle bir tanıma rastlanmamıştır.[117]

Allâme Ebu'l-Hayyan el-Endülisî şöyle der: "Bazı kimseler ma'rufu tevhid, Münkeri de küfür ile tefsir ettiler. Şüphesiz ki tevhid ma'rufun, küfür de münkerin temel felsefesidir. Fakat bununla beraber her ma'ruf'da genel belirti, şeriatın emirlerine teşvik etmek, her münkerde de şeriatın yasaklarına uyma anlamı vardır. [118]

İmam Razî şöyle buyurur: [119]

"Ma'rufun başı Allah'a îmam'dır. Münkerin başı da Allah'ı inkârdır."İmam Ebu Bekir el-Cessas buyurur ki:

"Ma'ruf Allah'ın emrettikleridir. Münker ise Allah'ın yasakladığı şeylerdir. [120]

Allâme el-Heddâdi:

"Ma'ruf, sünnet, münker, bid'attır. [121] der.

Allâme Seyyid el-Alüsi buyurur ki:

"Ma'rufa uymak: itaat ve Allah'ın emirlerine uymak, münker ise şe­riatın meşru görmediği günah ve günah sahalarıdır. [122]

Allaame İbni Hacer el-Heysemi: "Ma'rufu emredip münkeri yasakla­mak: şeriattın esaslarıyla hükmetmek, haramlarını yasaklamak demek­tir[123] diye tanımlar.

Allâme b. Malik ise konuya şöyle bakar:

"Münker, söz ve amel yönünden Allh'ın rızasının olmadığı her ha­karet ve davranış, ma'ruf ise bunun zıddı olan sahanın adıdır. [124]

Allâme Aliyyü'l-Karî der ki: "münker: Dinin hoş görmediği, isteme­diği ve rıza göstermediği her şeydir. [125]

Allâme el-Münavî münker kavramının geçtiği âyeti tefsir ederken derki: "(Sizden bir kimse herhangi bir münkeri görürse yani söz ve amel olarak İslâm'ın çirkin görüp, söz ve amel olarak yasakladığı her­hangi bir şeyi görünce (onu değiştirip hayattan kovsun. [126] der. İmam İbn-i Teymiyye: Ma'ruf her farzı, münker ise her çirkin dav­ranış ve ameli ifade eder. Çirkin ameller ise günah ve mahzurları kap­samına alır ki, şirk, yalan ve zulüm gibi yüz kızartıcı söz ve davranışlardır. [127]

Gerçek şu ki ma'ruf, yalnız yüksek ahlâkî değerler için kulanılmaz. Zira bu değerler ma'rufun bir parçasıdır. Münker ise fesad ve ahlâksız­lık anlamını taşır, ama sadece "bozuk ahlâk" diye tanımlanamaz.

Allah'ın zat ve sıfatlan Rasûllullah'ın (s.a.v.) sünneti ve İslâm şeriatı maa'ruftur. Uluhiyyet ve peygamberliği inkâr, din ve şeriate muhalefet de münkerdir.

Şimdi bu ilmî tanımları arzettikten sonra konuya diğer bir açıdan ve derinlemesine bir gözle bakmaya çalışalım.

 

İlahî Şerîat Ma'ruf, Ona Aykırı  Her İdare Ve Anlayış Münkerdir

 

İnsan her halü kârda dine muhtaçtır. Teşri hakkı dediğimiz (emret­me ve yasaklama) kanun koyma ve yapma hakkı sadece Allah'ındır. İn­san ferdî ve sosyal hayatında kanun dediğimiz nizamdan uzak yaşaya­maz. Fakat bizzat kendisine, kendisini bağlayacı bir kanun yapma yet­kisi de verilmemiştir. Çünkü insanın kendisi hakkındaki anlayışı, ken­disini izah eden felsefesi hiç bir zaman yeterli olmamıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ'nın, insanın izahı demek olan din, ma'rufun ta kendisidir. Ve insanı beşeri ölçü ve bakışlarla izaha kalkışan her sistem de câhiliyyedir, münkerdir.

İnsan, kanun koyma ve kanun yapma hakkının Allah'a ait bir hak olduğuna inanıp itiraf edince, hayatının her safhasında ma'rufa boyun eğmiş ve hakkı doğrulamış olur. Şayet bu hakkı Allah'a ait görmeyip kendi arzularını kanun yapmağa yeltenirse iki durumdan birine rıza göstermiş olacaktır.

Bunlardan ilki; insanı kanun koymanın ölçüsü kabul etmiş olacak, idare hakini insan arzusuna ve mücerret akla vermiş olacaktır ki her söz ve amelinde bunların arzusuna boyun eğemek mecburiyetinde ka­lacaktır.

İkincisi; kendisinin kendisi gibi bir kişinin veya kişilerin (yani meclislerin) millet adına çıkardıkları emir ve yasaklara boyun eğmeye razı olmasıdır.

Günümüz insanlığının sahib olduğu temel felsefe, bu iki yaklaşı­mın değişik çehreleridir. Her iki yöntem de aldatma ve sömürme yollarıdır. İnsanlığı hüsran ve ölüme mahkûm eder. İnsanı, insanlığın kullu­ğuna ve şahısların katı arzuları demek olan despotizme kurban eder. Halbuki ma'rufu emr-münkeri nehiy; insanın, kulların hükmetmesin­den kurtarılıp Allah'ın hâkimiyetine ve gerçek hürriyete teslim edilme­sidir. Şartsız itaat olan Allah'a ibâdet etmeye ve yalnız ona boyun eğme­ye çağırmaktır. Allah'ın gönderdiği din, İslâm'dır. Tek hedefi, i'lâ-yı kelimetullah yani Allah'ın (c.c.) her sahada tek hâkim kabul edilmesi, her sahada söz sahibi olması, yönetim ve hükümranlık hakkının kendisine verilmesidir.

Allah'a inananlar onun dinini açıkça ilan etmeli ve onunla çatışan her çeşit sistem ve felsefelerin aleyhinde birlikte savaşmahdırlar. Ta ki fitne ortadan kalkıncaya kadar.... Allah, fikrî ve amelî olarak her türlü yabancı unsurlardan arınmış saf  İslâm şeriatını tatbik etme görevini bu ümmete yüklemiştir. Hayatın her çeşit idare ve şubesinde emir ve nehiylerine uyularak tatbikatını istemektedir. İslâmda kanun koyma hak­kı, hiç bir yasama organının hakkı olamaz. Nefis ve arzuların kanun yapma hakkı İslâm'da yoktur. Çünkü İslâm ile terbiye edilmemiş bir nefsin, insanlığa vereceği ve sunacağı hiçbir olumlu mesajı yoktur.

Hiç bir insanın Allah'ın dinini tebdîle ve tağyire yeltenme hakkı yoktur.

Allah'ın dininden sapmak ve din düşmanlığı yapmak kadar büyük münker olamaz. Münker taraftarlarının çoğalması ve savunucularının mevcudiyeti de münkerdir. Allah Teâlâ İslâm ümmetinden ma'ruf'a tabî olmasını ve uygulamasını istemektedir, İslâm'ın hayata uygulanma gö­revinin ma'ruf ehlinden ve onu savunanlardan istenmesi kadar tabiî birşey olamaz. Bu istek ve arzunun, müslümanın iç ve dış dünyasında gö­rünür halde belirlenmesi ve savunulması gerekir. Her fırsat ve adımda bu istek ve arzunun tezahürlerini vermesini sağlamak müslümanın görevidir.

İmara İbn-i Teymiyye şöyle der:

"Emir ve nehiy insanoğlunun varlığının gereğidir. Kim Allah ve Rasûlü'nün emirlerini emretmez, yasakladıklarını yasaklamazsa, ya ma'rufa muhalefet etmiş olacak, ya da Allah'ın hükmetmesini emrettiiği hak­kı bâtıla karıştırmış olacaktır. Eğer bu tür bir anlayıştan ayrümazsa uydurma bir din edinmiş olur.

İslâm müctehid imam ve ilim otoritelerinden naklettiğimiz bu açık­lamaların ışığı altında vardığımız kanaat gösteriyor ki ma'ruf ve mün­ker kavramları, salt ahlâkî kavramlardan olmayıp, "Şeriat Hukukuna ait" iki temel kavramdır. Bu iki temel kavram, Allah'ın dinini ve şeriatı­nın tatbikatını ifade eden iki mücmel ifâdedir. Bu nedenle ifâde ve kap­sam açısından bu iki kavrama bakıldığında, görülecektir ki ma'ruf; Al­lah'ın dininin emrettiği inanç, fikir, ibâdet, usûl ve metodlar, ahlâki il­keler, siyasî ve medenî kanunların tümü, bunların dışında 'kalan saha da münkeri ifâde etmektedir. İşte bu ümmet birincisini emretmek ikincisini de nehyetmekle emrolunmuştur.

 

Ma'ruf Ve Münker Dinin Tarifidir

 

Şimdi yanlış bir anlayış üzerindeki perdeyi kaldırmak istiyoruz. Bu yanlış anlayış sıhhate kavuşmadan ma'ruf ve münker kavramlarım anlamakda daima güçlük çekmiş olacağız.

Bu yanlış anlayış; ma'rufu'un; "bir davranışı iyi ve güzel bulmak" münkerin ise, "herhangi bir şeyi sadece hoş görmemek veya çirkin bul­mak" gibi anlamlar ifade ettiğidir. Keza ma'ruf, herhangi bir fert ve top­lumun hoş görüp kendisiyle amel ettiği davrımşı da ifâde etmez. Yine fert veya cemaatın hoş görmediği ve bilinmeyen bir davranış da mün­keri ifâde etmez. (Zira fert veya toplumun hoş görmediği bir davranışı, din hoş görebilir veya onaylayabildiği bir amel olabilir. Yine hoş gördü­ğü bir ameli dinin ona münker damgasını vurduğu cinsden bir davranış olabilir.) Çünkü ma'ruf ve münkerin Kur'anî ifadeyle özel bir anlamı vardır.

Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim'in genel esprisi açısından bakıldığında ma'rufun; "ilahî yasanın sunmak istediği inanç ve ameli" ifâde ettiği he­men anlaşılacaktır.

Aklımızın mahsûlü olarak keşfedilen bir sahanın insanlar tarafından hoş görülüp beğenilmesine ma'ruf diyemeyiz. Ancak keşfedilen bu saha Kur'an ve sünnet tarafından kabul görürse ma'ruf olur. Aynı şekilde ak­lımızın kabul etmeyip, insanların da sevmediği, alışamadığı ve uygun olamayan bir davranışı İslâm şeriatı, onun münker olduğuna hükmet­mediği sürece münker diye ilân edemeyiz.

Herhangi bir amel veya tatbikatın din nazarında münker olduğu halde o günkü düşünür veya ilim ehli tarafından ma'ruf kabul edilmesi ileri sürülebilir. Dinin bu tatbikatı onaylaması istenemez. Nasıl ki bir kısım şahıs veya kurumların münker olarak kabul ettikleri bir tatbikat dince ma'ruf kabul edilmediği gibi. [128]

İmam Râğıb el İsfehânî şöyle buyurur:

"Ma'ruf, akıl ve dinin hoş ve uygun gördüğü her amelin adı, mün­ker ise akıl ve dinin hoş görmeyip yasaklamayı emrettiği her amelin adıdır. [129]

Bu açıklamada ma'ruf ve münkerin tanımında aklın, din mevkiine konulduğu anlaşılmasın. Zira bu hususda akıl hür değildir. Aksine dine boyun eğmiştir. Bununla beraber, fesada uğratacak bir hastalığa yaka­lanmadığı sürece, bütünüyle dinle uyum içindedir. Şüphesiz ki dinin hiç bir hükmü sağlam akılla çatışmaz. Bu nedenle imam Râğıb el-İsfehâni, akıl ile dini aynı makamda zikretti. Binaenaleyh bir davranışın ma'ruf veya münker oluşu ile ilgili hüküm vermede akü acziyete düşse bile din tek başına konuya çözüm getirecek yeterliliktedir, İmam Râğib bu hususa, münker'i açıklarken şöyle temas eder. "Münker, aklın, çir­kinliğine ve kötülüğüne hükmettiği, yahut bir davranışın çirkin ve kötü oluşunda aklın durakladığı fakat dinin “çirkindir” dediği ve hükmet­tiği her ameldir.

İbni Cemre şöyle der:

"Ma'ruf, dinin ma'lum delil ve kıstaslarıyla bilinen her iyi amel ve davranışın adıdır. Bu ister âdet cinsinden olusun, ister dışındaki bir davranış olsun hüküm birdir. [130]

İslâm uleması, İslâm toplumunda bir amelin yaygın oluşu veya ka­bul görmeyişi, güzel görülmesi veya reddedilişi, ma'ruf ve münkerin tanımıda din ile beraber bir kıstas ve ölçü oluşundan söz etmiştir. Bu doğru bir yargı olmayıp sadece bir zandır. Fakat bununla beraber şu da bir gerçektir. İmân sahiplerinin inanış ve amel cinsinden güzel kabul ettikleri davranışların ma'ruf, hoş karşılamadıkları davranış ve tutumla­rı da münker diye adlandırmamızda bir sakınca yoktur. Böyle bir so­nuç; "akıl ve tecrübelerinin ürünleridir. Yahut muhtemel ki millî gele­nekleri ve ırkî tutumlarıdır" denilemez. Çünkü Allah ve Rasûlü'ne sâ­dık bir imanla teslim olanlar, ma'ruf veya münker bir amele, ancak Al­lah'ın dininin ışığında, O'nun şeriatine tâbi olarak ve emirlerine bağla­narak bakarlar.

İlâhî Şeriatın, tanıyıp kabul ettiği her amel ve davranış onlarca da ma'ruf, hoş görmeyip reddettiği her davranış da münker kabul edi­lir. Bu yargılarında hiçbir şüphe ve zan içinde değildirler. Dinin "ma'ruf kabul ettiğini "münker" diye ileri sürecek kadar cesaret gös­termeleri düşünülemez. Bunun ötesinde bu konuda ihmalkâr bile davranmalarının affedilmeyecek kadar bir suç telâki edilmesi ayrıca zikre değer bir davranıştır. Kaldı ki dinin münker dediğini ma'ruf diye îlan etmeleri veya azıcık da olsa rağbet göstermeleri hiç mümkün değildir. İmam Cerir et-Taberî şöyle buyurur:

"Ma'rufun aslı; inananlarca bir amelin güzel kabul edilip hoş görülmesidir. Meselâ; Allah'a itaat ma'ruftur. Çünkü İman taşıyan herkes, bunun güzel bir amel olduğunda müttefiktir. Münkerin aslı ise; Allah Teâlâ'nın hoş görmediği ve mü'minlerin de tabiatları gereği reddettiği her ameldir. Bu nedenle Allah'a itaat etmemek ve âsî olmak münker di­ye kabul edilmiştir. Çünkü îman edenler böyle bir davranışı en büyük suç saymış ve hoş görmemiştir. [131]

İmam eş-Şevkânî, İslâm ümmetini şöyle vasfeder: "Onlar, dinin em­rettiklerini emrederler, yasakladıklarını da yasaklarlar. Onların, bu dav­ranışları ma'ruf ve münker diye kabul etmelerine delil ise Kur'an ve sünnettir. [132]

Görülüyor ki İslâm uleması, "ma'ruf kavramını; hikmet, felsefe ve mantık terimleriyle ifade ettikleri gibi, asırlarındaki geleneklerin ışığın­da anlamağa çalışmamışlardır. Aksine hep dinin ve sünnetin saf ışığın­da anlamağa çalışmışlar ve hükme bağlamışlardır.

Bir diğer önemli anlayışları da; Ma'ruf ve münker kavramlarım "Al­lah'a itaat" ve O'na isyan" şeklinde oluşudur. Bu açıdan bakılınca görü­lecektir ki; helâl ve haram, farz ve nafile, müstehab ve mekruh kavram­ları da bu iki temel kavramın sahasına girmiştir.

Bütün bu açıklamalar yine bizi; "Allah'ın şeriatı, ma'ruf ve münker denilen iki temel'e oturmuştur" yargısına götürmektedir. Çünkü bu din, Allah Teâlâ'nın, sevdiği ve hoşlanmadığı şeyleri bize haber vermek­tedir. Helâl ve haram nedir? Vacip ve mendup nedir? Haram ve mekruh ne demektir? sorularının cevaplarını en yetkili bir şekilde önümüze sermektedir.

İbnü'l-Esîr, ma'rufu şöyle tanımlar;

"Ma'ruf; Allah'a itaat, onun rızasına nail olma, insanlara (dini mesaj açısından yaklaşıp) iyilikte bulunma, dinin çağırdığı tüm iyilikleri ve nehyettiği tüm kötülükleri kapsamına alan toplayıcı bir kavramdır. Bu tanım, ma'rufun meşhur özelliklerindendir. Yani insanlararası bilinen iyi şeyler, müslümanların kötü görmedikleri ve İslâm ile çatışmayan davranışlardır. [133]

İbnül'l-Esîr münkeri de şöyle tanımlamağa çalışır: "münker, Ma'ru­fun zıddıdır. Dinin çirkin gördüğü, haram kabul ettiği ve hoşlanmadığı her eylem ve ameldir. [134]

Allâme es-Sâvî: "Ma'ruf kavramından ınurad; Allah Teâlâ'nın istedikleridir. Bu, ister beş vakit namaz, anne babaya iyilik ve yakınları zi­yaret gibi vücûb ifâde eden emirler olsun, ister nafileler ve nafile sada­kalar gibi mendub cinsinden ameller olsun değişmez. Münker ise şeriat sahibinin yasakladığı şeylerdir. Bu yasaklar, ister zina ve hırsızlık gibi haram yollarla işlenmiş olsun, isterse arzulamadığı amel ve davranışlar şeklinde olsup, hoş görmediği şeylerdir, [135] şeklinde mütalaa beyan eder.

Allâme şe-Şehîd Abdülkadir Udeh bu iki kavramı daha da bir ge­nellemeye tabî tutar. Söyle ki: "Ma'ruf ve münker, sahaları geniş olan temel iki îslâmı kavramdır. Dinin, yapılmasını farz kıldığı her şeyi em­retmek yahut namaz, oruç, zekât, tevhid (Allah Teâlâ'yı her sahada rakibsiz kabul etmek ve her sahada söz hakkım ona vermek) gibi temel esaslar üzerinde mü'minleri eğitmek... inanç ve amel olarak din ile çatı­şan her türlü düşünce ve davranışı yasaklamak, bir daha yeşermemek üzere bunların kökünü kazımak ve bu düşünce ile karşı çıkmak.... Se­mavî dinlerden Hrıstiyanlığa ait münkerlerden, Teslis inancı ve İsa'nın (a.s.) çarmıha gerilip öldürüldüğü iddiası, Ruhbanlık, içki içmek, do­muz etini yemek, İslâm dinin diğer dinlerle çatıştığı (çatışır ama muharref şekliyle, ilk haliyle değil) iddiasını ortadan kaldırmak için yapı­lan tüm çalışmalar bu iki davramm sahalarıdır.[136]

Tüm bu hükümlerden ve varılan sonuçlardan anlmaşılmaktadır ki ma'ruf ve münker kavramları, herhangi bir kimsenin istediği yorum ve izahla doğru anlaşılamaz. Genel bir anlayışla bakmak gerekir. O zaman görülecektir ki bu iki kavram Allah'ın "rızası" ve "gazabı" şeklinde an­lamını bulur. Bir amel ve davranışı "ma'ruf ve münker" sınırı içinde mütalaa etmek insan aklının yetkisi dışındadır. Zira ma'ruf ve Münker diye amelleri iki temel üzerine oturtmak Allah'ın şeriatının hakkıdır. Kim Allah'ın şeriatının üstünde, bir ameli ma'ruf veya münker kabul ederek hükmetme hakkım kendinde görürse, o kimse kendini Allah Teâlâ'nın makamına koymuş ve teşri hakkını kendi varlığında toplamış olur. Böyle bir tavır içine girmek, yalnız Allah'ı inkâr değil, aynı zaman­da Allah'a karşı savaş açmak ve topyekün insanlığı ölüme mahkûm ederek, dine karşı isyan etmek demektir. (Bu gün aynı isyan ve küfrü yaşıyoruz. El-İyazu billâh)

 

IV.   BÖLÜM

 

MA'RUF VE MÛNKER SAHASININ GENİŞLİĞİ VE KAPSAMI

 

Marufu Emredip Münkerl Yasaklama, Davet Ve Eğitimle İlgili Bir Görevdir.

 

Ma'ruf ve münker çalışması iki temele dayanır:

1- Da'vet çalışması 2- Eğitim ve düzenleme çalışması Bu iki temel esas, tabii bir şekille ve iyi bir düzenleme ile gayesine hizmet eder. Şöyle ki: İlk planda insanlar Allah'ın dinine davet edilir. Sonra bu dinin eğitim felsefesine göre eğitim çalışmasına tabî tutulur­lar. İşte bu, da'vetin başarısı için hareket noktası ve temel felsefesidir. Eğitim çalışması bu nokta üzerinde düğümlenir. Metod, ne kadar sağ­lam, eğitim ne kadar kuvvetli ve kusursuz olursa da'vet o nisbette başa­rıya ulaşmış olur. Yoksa daha ilk plânda yapılan çalışma çözülme ile karşı karşıya kalır. Zira da'vet ve irşâd ile uygulanacak bir eğitim ve metod arasında kuvvetli bir ilişki, güvenilir bir bağ vardır. Bu nedenle davet olmaksızın salt eğitim ve metod bir fayda vermez. Nasıl ki me-todsuz ve eğitim felsefesi olmadan, yapılacak da'vet çalışmasının, arzu­lanan gayesine ulaşması mümkün değildir.

Şüphesiz ki davet ve irşadın kendine yöneltildiği kimse, eğitim ve metod çalışmasının üzerinde uygulandığı kimse değildir. Çünkü dîne da’vet, da'vete inanmayanlara yöneliktir. Eğitim çalışması ise da'vete inananlar üzerinde cereyan eder. Fakat bununla birlikte her iki çalışma da tek bir hedefe yöneliktir.

Şüphesiz Allah'a şartsız ibâdet eden kimse, insanları, Allah'a ibâde­te ve kulluğa çağıracak ve bu temel üzere cemaatini oluştururken, in­kâr eden de toplumu küfre ve tâğut'a çağıracak ve kendi paralelinde bir cemaat meydana getirecektir.

Aslında söz konusu edilen bu iki çalışma, farklı görüntülerine rağ­men tek bir maksada göre düzenlenmiştir. Ümmet, bu çalışmayı ger­çekleştirmekle sorumludur. Diğer bir ifade ile bu ümmet, ma'rufu emr’i münkeri nehiyle görevlendirilmiştir.

Ümmetin kendi dışında yapmakla sorumlu olduğu çalışma "Da'vet  ve irşâd", kendi içinde yürütme ve ifâ etmekle mükellef olduğu çalışmada "eğitim ve düzenleme" adını alır.

Müfessirler derler ki: "Allah'tan gayrisine itaat edip ona hâkimeyet hakkını tanıyanlara muhalefet etmek, küfür ve şirk düzenleriyle savaş­mak, Allah yolunda cihad etmek, îman ve İslâm'a da'vet etmek, ma'ruf ve münker görevinin gereğidir. Aynı şekilde şer'î cezaları ve ta'zirleri uygulamak, insanları, Allah yolunda mal ile cihad etmelerini teşvik ve tavsiye etmek, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) sünnetine (İslâm'ı yaşama biçimine) uymak, bid'atçı (İslâm dışı tatbikatın her çeşidinden) her tatbikat ve hayat felsefesinden uzaklaşmayı tavsiye etmek vb. her türü çalışma da ma'ruf ve münker kapsamına girer.

Anlaşılıyor ki mezkûr iki çalışma birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Biri da'vet ve yönlendirme, diğeri metod ve eğitim.

Binaenaleyh müfessirelere göre ma'ruf ve münker sadece bu iki ça­lışmayı kapsamına almaz. Müfessirler bu iki çalışmayı, ma'ruf ve mün­keri kapsamına alan her âyete dayandırarak, o âyetleri dayanak olarak gösterirler. Âyetin zahiri ister davet yönüne baksın, isterse ma'ruf ve münker eğitimine baksm değişen bir sonuç ortaya çıkmaz. Ma'ruf ve münker kavramları, Kur'anı'ın neresinde geçerse geçsin İslâm ümmeti­nin bizzat kendisini ıslahı emrettikleri gibi, kendi dışmdakileri de Al­lah'ın dinine da'veti ve İslâm'ın mesajını onlara duyurmayı gerekli ve

şart kılmaktadır.

Şimdi bu kesitte önemli bir noktaya parmak basmak istiyoruz. O da; "İslâm ümmetinin ortaya çıkışıyla, marufu emredip münkerden uzaklaştırma görevini üstlenmesi ve bu sahadaki organizeyi üzerine al­mış", olmasıdır.

Allah Teâlâ, İslâm ümmetinden Bahisle, dilediği bu mühim görevi kendisine yükleyerek şöyle buyurdu. “Siz insanlar için (insanların faydası için gaybden, yahut levh-i mahfuzdan ve tâ ezelden seçilip) çıka­rılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkeri yasaklarsı­nız. (Çünkü) Allah'a inanıyorsunuz.”[137]

Âyetin üslûbuna bakıldığında görülecektir ki ma'rufu emretmek münkerden nehyetmek, İslâm ümmetinin ortaya çıkış ve varlık nedeni­dir. Kur'ân-ı Kerim, ümmetin varlık nedeninden dolayı ona "insanlar içerisinden seçilip çıkarılmış en hayırlı ümmet" vasfını vermiştir.

Bu görev kendisine karşı değil, kendi dışındaki insanlara yöneliktir. Zaten kendisi hidayet üzere gelmiştir. Ama bu ümmetin var oluş nede­ni; gerçekleşmesine çalışacağı muayyen bir gayenin varlığına ma'tufdur. Bu gaye de; "insanlığı ıslah edip onların hidâyetine vesile olmak, dünya dengesinin bağlı olduğu İslâm'ın adaletine da'vet etmektir.

Her toplum, kendi varlık gayesini anlamada ve bu gayeye ermek için yapacağı çalışma ve araştırma oranında hürdür. Fakat "en hayırlı ümmet" kavramı, Allah Teâlâ'nın insanlığa inirdiği Kur'an düzeninin tamamına eksiksiz bir şekilde inanan ve bu anlayışla bu düzeni, kendi hayat telakkisi kabul eden, bu düzene, kendi varlık nedeni ve gayesi olarak bakan bir topluluğa verilen addır. Bu cemaatin, nefsin arzu ve is­teklerine boyun eğmesi ve bu istikamette şekillenmesi asla düşünülmez ve zaten bu onun azametine lâyık da olamaz. [138]

Bu ümmetin, böyle bir isimle övünmesi onu ölümsiz yapmaz. Yani "en hayırlı ümmet olma" vasfını taşımak, mücerred bir isimle yücelik kazanmak için yeterli değildir. Oysa, ona bu vasfı kazandıran etken, dünyada Allah Teâlâ'nın rızasını ve arzusunu sembolleştiren ma'rufu emretmesi, yine gazabını ve arzu etmediklerini sembolleştiren münkeri yasaklaması dır. İşte onun varlığının gayesi; bu emre bağlılığıdır.

Allah Teâlâ bu ümmetin yüceliğini, bu görevi yapmak veya yapma­mak, başarılı olması veya başarısızlığı ile ilâhî yasanın hükümran olup olmamasıyla orantılı kılmıştır. Yâni bu ümmetin, bu görevi yapması ha­linde İslâmî düzenin ayakta kalacağı, yapmaması halinde müslümanların daima (emperyalist güçlere) mahkûm olacağını kendisine bildirmiş ve onu bu görevi hakkıyla yapmakla görevlendirmiştir.

Eş-Şeyh Ebu's-Suûd "İnsanlar için çıkarılmış..."âyetini açıklarken derki: "Bu özellik, bu ümmete has bir özelliktir. "Li'nnas" kelimesinin başındaki "lam" "uhricet" fiiline müteallaktır. Yani bu ümmet, insanlar için ortaya çıkmıştır. Bir başka görüşe göre, "en hayırlı ümmet" demek, "insanlık için, insanların en hayırlısı ve en çok yararlı olanı oldunuz" anlamındadır. Açıktır ki "hayırlılık" kavramı "insanlığa faydalı olma anlamını taşır. Onların ortaya çıkışlarından bu mânâyı anlamak, aynı şekilde onlar içindir. Yani bu ümmet, insanlığın ve onların faydasına olan her şeyi gerçekleştirmek için seçilmiştir. [139] İmam Razî buyurur: insanlar için çıkarılmış...."âyetinin tefsirinde iki görüş vardır:

1- Bu ümmetin, her asırdaki neslin en hayırlısı olması; insanlığa faydalı olu­şudur. İnsanlığın galip kesimi, üstün ve seçkin sınıfı, gündemden silinme­yen simasıdır bu ümmet. Onun değişmeyen ve kaybolmayan fârik alâmeti ayırıcı özelliği budur.

2- İnsanlar için" demek "oldunuz, idiniz" sözünün sonucudur. Bu takdirde anlam şöyle olur: “Siz insanlar için ümmetin (insanların) en hayırlıları ol­dunuz (idiniz, olmakda devam edeceksiniz.)” [140]

Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifde Allah Rasûlü: "Siz insanlar için (Allah tarafından seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmet (ce­maat) oldunuz, "âyetini okudu sonra söyle buyurdu: "İnsanlarlardan bazıla­rının diğerlerine karşı hayırlı olanları şu kimselerdir ki İslâm cemaatine, boyunları lâleli esirlerle gelirler, nihayet o esirler İslâm'a girerler. [141]

İbn-i Hacer, Ebu Hüreyre'nin (r.a.) rivayet ettiği hadisde

"İnsanlar bazılarının diğerlerine karşı hayırlı olanları" şeklinde geçen kısmın İs­lâm ümmetini vasfedişi hakkında şöyle der:

"Bazı insanların diğerlerine karşı hayırlı davranmaları yani onlara karşı faydalı olmaları, onların hakka, gerçeğe dönmek için vasıtaları ha­zırlamak ve İslâm'a geçişlerine vesile olmak şeklinde olur. [142]

Yukarıda arzettiğimiz Kur'ânî nasslar, lafız ve uslûb açısından bazı ilginç konuları da ortaya koymuştur. Bu tür dikkat çekişler okuyucuyu çok meşgul eder. Bununla birlikte geniş açıklamalar verdik. Zira bu açıklamalar, sırf ilmî ve edebî bir uslûb içerisinde İslâm ümetinin varlı­ğına ve varlık sebebine dair sonuçlar vermektedir.

"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz....." âyeti bize, bu ümmetin, dünyada inanç, kültür ve medeniyet üçlüsü üzerinde oluşmuş diğer ümmetlere ve milletlere kıyasla "önder bir ümmet" ol­duğu sonucunu vermektedir. Çünkü diğer ümmetlerde veya diğer bir ifâde ile İslâm dışı yaşayan ümmetlerde olmaları bir takım özellikler ta­şımaktadır. Bu da bir nizam ile beraber savunduğu hayata yönlendirme gücünü taşımış olmasıdır. En doğruya, Allah Teâlâ'nın va'dettiği garan­tiye yönlendirme. Allah'ın dinine da'vet ve İslâm'ın rengine girme yarışı..... Kur'an-ı Kerim bu ümmeti şu iki ana temel özellik ile vasfetmektedir.

"Allah'ın hoş görüp arzu ettiklerini emrediyor ve O'nun rızasıyla çatışan ve hoşlanmadığı her şeyi yasaklıyorsunuz. "Evet, ma’rufu emre­dip münkeri yasaklamak, aslında iddialı ve mü'minin îman ve teslimi­yetini açığa vuran bir çalışmadır. İslâm ümmeti, her aşılmaz sanılan şartlardan dahi bu görevi yapmak burcundadır.

Hiç kimse, ma'rufu emr mürkeri nehiy gibi bir görevden daha önemli bir görevin olduğunu söyleyemez. Bunu, ancak konu ile ilgili âyet-i kerimeyi hakkıyla anlamayanlar ileri sürebilir. Âyetin varmak is­tediği sonucu düşünmeden hüküm verenler ve onu derin bir anlayış, ince bir sezgi ile kavrayamayanlar, şüphesiz ki Allah'ın ihsanından nasi­bi olmayanlardır.

Kur'ân-ı Kerim, bu âyet-i' kerimeyi destekleyen bir başka yerde de şöyle buyurur:

“Böylece (sizi doğru yola ittiğim için) sizi (ey Muhammed ümmeti) vasat (orta yani ifrat ve tefrittn uzak, mu'tedil, hayırlı, âdil ve mümtaz) bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı (hakikatin) şahitler(i) olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye.” [143]

Bir önceki âyette "hayırlı ümmet" diye vasfedilirken, bu âyette ikin­ci bir vasıf olan "orta bir ümmet" diye adlandırılıyor. Hedefe varma noktasında iki âyet arasında bir çelişki yoktur. Çünkü hayırlı ümmet, hayatın akışında ölçülü ve itidale bağlı kalarak, amel ve düşüncesinde ifrat ve tefritten korunan ümmettir. Yine bu âyette İslâm ümmeti, in­sanlara karşı "şahitlik görevini" yapmakla tavsif edilmişken, önceki âyette ma'rufu emredip, münkeri yasaklamak ile görevli olduğu ve bu nedenle gönderildiği bildirilmektedir. Her iki âyet arasındaki fark, lâfız­da ve ifâde farklılığında olup, anlamda değildir. Zira insanlığa karşı şâhitîik yapan kimselerin, onlara, onların menfaatına, kurtuluşuna neden olacak iyiliğin her çeşidini emretmesi, manen ölümlerine ve yok oluşla­rına sebeb olacak kötülükleri bildirip onları bu akıbetten sakındırması kadar tabii bir şey olamaz.

 

Ümmet Islaha Çalışmak Ve Eğitmek, Ma'rufu Emr Münkeri Nehiy Görevidir

 

Kur'an-ı Kerim'in İslâm ümmeti kavramı hakkındaki açıklaması, oize bu ümmetin "en hayırlı bir ümmet" olduğunu, insanlar arasından Seçilip çıkarılmış ve onlara karşı en faydalı davrananı olduğunu, Allah Teâlâ'nın arzularını savunan, arzu etmediklerini yasaklayan bir ümmet olduğunu bildirmekte, eşsiz bir dinin mesajını insanlığa ilan etme göre­vini yüklendiği yine bu âyetlerden anlaşılmaktadır. Fakat hiç kimse, "bu ümmetin kendisi ihmal edilmekte, iç ve dış eğitimi unutulmaktadır bu âyette" gibi bir sonuç çıkaramaz. Şüphesiz ki insanlığı hakka çağı­ran bir ümmetin eğitimsiz ve bilinçsiz bir ümmet olduğu düşünülemez. Zira böyle bir ümmet, her şeyden önce da'vet görevini yapamaz. Bir ta­raftan kendini İslaha çalışırken öbür taraftan insanlığı hakka çağırmak­tadır. Yani iç savaşını kazanmamış, bir ümmetin dışa karşı ıslah hakkı doğmaz. Bu zaten caiz de değildir. Da'vet ve tebliğ kusur ve yanlış ka­bul etmez.

Keza âyet, bu ümmetin kendi dışında yapmakla mükellef olduğu görevi, kendi içinde yürütmeyi de farz kılmaktadır. Hatta âyet bu göre­vi başaramamış yani ma'ruf ve münker görevini hakkıyla îfâ edememiş ümmetin dışa açılmasına müsâde vermemektedir. Bu zaman sürecinden geçememiş eğitimsiz cemaatin, kendi dışındakilere zaten vereceği bir şeyi yoktur. Ma'rufu emr münkeri nehiy görevi eğitimsiz ve ilimsizlerin işi değildir.

Biri diğerinin tabiî sonucu olan bu iki görev, âyetin kapsamında mevcuttur aslında.

Allâme es-Sâvî şöyle der:

"Âyetteki. "İnsanlar için" ifâdesinde "min" harfi değil, "lam" harfi­nin kullanıldığını görüyoruz. Yani "insanlardan çıkarılmış" şeklinde değil "insanlar için çıkarılmış" şeklinde anlam kazanması, bu ümmetin, dünyada tüm insanlığı hakka ve adalete da'vet etmesi, âhirette ise pey­gamberlere şahitlik etmesi açısından, hem kendisi hem topyekün mahlûkat için bir rahmet ve hakka yönelmede önderlik işareti vardır. [144]

Melâciyun:

"İnsanlar için çıkarılmış" demek; pemgamberlerin da'vetlerine şa­hitlik etmeleri, kâfirlere karşı cihad veya tüm inananlar için şahitlik gö­revini üstlenmek demektir. [145] der.

Allâme es-Sâvî'nin: "Bu ümmet dünya ve âhiret hayatında, hem kendisi hem de tüm insanlık için rahmet ve menfaat kaynağıdır." sözü "İslâm ümmetinin" ıslah ve da'vet denilen iki önemli sahada görev aldı­ğının farziyetine işaret etmekte, bunun da "ma'ruf ve münker" kavramlarının, ümmetin bünyesindeki önemini ve farziyyetini ortaya koydu­ğunu ispatlamakta olduğunu görmekteyiz. Bu kaziyyenin, bu ümmetin içe ve dışa yönelik iki temel esası gerçekleştirdiğini ve böylelikle en havırlı ümmet olma gibi bir imtiyaz kazandırdığını görmekteyiz. Melcaciyyun: "Kafirlere karşı cihad ve tüm inananlar için bir rahmet için çı­karılmış..." sözü ile bu gerçeğe işaret eder. [146]

 

Ma'ruf Ve Münker Görevinin Kur'an-ı Kerim'deki  Genel Hükmü

 

Münker ve ma'ruf görevinin kapsam ve sahasını açıklamamız için diğer bir âyetin izahına geçmemiz lâzımdır. Allah Teâlâ bu âyet-i kerime'de İslâm Ümmetine şöyle emretti:

Sizden öyle bir cemaat bulun­malıdır ki (onlar herkesi) hayra çağırsınlar. İşte onlar muradına erenle­rin ta kendileridir.” [147]

Birinci âyette geçen "insanlar için çıkarılmış" ifâdesi, bu ümmetin, ma'rufu emretmesi münkeri nehyetmesinden dolayı bütün insanlar ara­sında seçilip çıkarıldığına işarettir. Oysa bu âyette "Hayra da'vetle emredilmesi, ma'rufu emredip münkerden nehyetmesi" vasfıyla daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Aslında bu âyet "insanlar için çıkarılmış" vasfını kapsamına almaktadır. Çünkü bu âyet, ma'rufu emr münkeri nehiy görevini yapmakla yükümlü bu ümmetin, insanlar ara­sından çıkarılmış belli bir topluluk veya cemaat olduğunu özelleştirmez. Belki denilir ki emir "mutlak" olarak zikredilmiştir. Ümmet içeri­sinde ehil bir cemaat bu görevi îfâ edince diğerlerinden farziyyetin so­rumluluğu düşer.

Allâme el-Alûsî şöyle der:

"Âyette geçen üç fiilin mef'ûlü hazfedilmiştir" kaidesine uygundur ki ya yapılan işin ortaya çıktığını bildirmektir, yani bu ümmet (toplu­luk) -mükellef olmasa dahi- tüm insanları Allah'ın dinine da'vet eder. Çünkü bu, onun ayrılmaz vasfıdır. Allah Teâlâ'nın arzuladıklarını emre­der, arzu etmediklerini yasaklamağa çalışır. Ya da yapılan işin bizzat or­taya çıkarılmasına niyyet edildiği için zikredilmemiştir. Meselâ; "Falan kimse Allah için veriyor" yani hakka da'vet etmekte, ma'rufu emredip münkeri nehyetmekte ve da'vet işini bizzat yürütmektedir. [148]Âlûsî'ye göre âyet iki anlamdan birine muhtemeldir:

1- Âyette bu ümmetin, tüm insanlığa -istisnasız- ma'rafu emredip münkerden nehyettiğine dâir, bir işaret vardır.

2- Ma'rufu emredip münkerden nehyetmekden maksad, bu görevi yapan cemaat veya taife, gözönüne alınmaksızın ümmetin tümünün bu görevi yaptığına dair işaret vardır.

Binaenaleyh iki muhtemel mânâ taşıdığı görüşü varsa da, genel esp­ri içinde mütâlâa edildiğinde, her iki mânânın da kasdedildigi ilâhî murada daha uygundur. Şu bir kesin sonuçtur ki Kur'ân-ı Kerim, ma'ruf ve münker kavramlarını sağlam temellere oturtmuştur. Aynı biçimde bu görevin bu ümmet tarafından îfâ edileceği de kesin çizi gilerle belirlenmiştir.

Ma'ruf ve münker görevinin, bu ümmetin temel görevi olduğu kesin olmasına rağmen, ne acıdır ki günümüzde çoğu insan "Allah'ın di­nini hâlâ tanımıyor ve İslâm dini diye bir dinin de farkında değildir" dense mübalağa yapılmış olmaz. Allah'ın bu eşsiz dini ve risâleti, tüm insanlara tebliğ edilip dünyanın en ücre köşesindeki insana ulaştırıncaya kadar, bu ümmetin görevin farziyeti kalkmaz ve kalkmayacaktır. (Zi­ra bu ümmetin görevi insan ile İslâm arasındaki engelleri kaldırıp, en­gelsiz bir tebliği sağlamaktır.)  Hiç bir ma'zeret ümmetten bu sorumlu­luğu düşürmez. Her sınıf insan bu farziyet karşısında sorumludur. İster hakkı tanıyıp teslim olmayan câhiller, ister haktan yüz çeviren zâlimler veya hakkı tanıyıp îman ettikten sonra intikam alma mevkiinde olan herkes bu farziyet karşısında sorumluluk taşır.

Ümmetin bu mühim, mühim olduğu kadar ma'zeret kabul etmeyen görevini, belli bir topluluğun omuzuna yüklemek asla doğru değildir. Zira ümmetin, insanlığın belli bir kesimini Allah'ın azabından kurtar­mağa çalışması, diğer bir kısmını kendi haline terketmesi, Kıar'ân-ı Kerim'in bakış açısına ters düşer. Mü'min de taşıdığı bu sorumluluktan asla kurtulmaz.

Şüphesiz ki Allah Teâlâ, ister fert, ister cemaat kim olursa olsun di­ninin herkes tarafından öğrenilip amel edilmesini ister. Unutulmağa yüz tuttuğunda ma'ruf ve münker görevinin yeniden devreye sokulması ve devlete giden yolun açılması, yaygınlaşan münker ve îslâm diş,ı her çeşit sistemin geçersiz olduğunu ilan etmesi mü'minin asıl görevidir.

Fuhuş, ister fertte ister ailede isterse devlet çapında destek görüp yaygın hale gelsin, aleyhinde çalışıp onu toplumdan uzaklaştırmak hususunda ittifak etmek müslümanlarm görevidir. Münkerin- Küçüklük veya büyüklük açısından değişmez- görüldüğü her yerde yok edilmesi mutlak manâda elzemdir. Zira münkerin olduğu her yerde, müslümanın savaş halinde olduğuna işaret vardır. Dinden soğutma veya uzaklaştarmağa matuf her çeşit çalışma demek olan fesad ile savaşmak farzdır. Bu, ister ümmetin bünyesinde olsun ister fert ve cemaat arasında olsun. Tüm insanlık, fert, cemaat ve topluluklar Allah'ın dinine itaat edip O'na boyun eğerek O'nun tüm yasalarına teslim oluncaya ka­dar Evet, fesatla savaşmak her mükellef müslümana farzdır.

Hal böyle olunca, Kur'ânî bir kavram olan ma'ruf ve münkerin ne kadar kapsamlı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Müslümanın göster­diği her çeşit davranış, münker ve ma'ruf ölçülerine göre değerlendiri­lir. Küçük-büyük her yapılan amel ve davranış, dine yaptığı ve yapacağı hizmetin her çeşidi ma'ruf ve münker ölçülerine göre değer kazanır. Bu nedenle Îbnu'l-Arâbî el-Malîkî şöyle der:

"Ma'ruf ve münker çok önemli ve büyük bir konudur. Dinin ilk ba­samağı, İslâm'ın ilk temel düşüncesi olduğu gibi, sona erdiği düğüm noktasıdır. [149]

Yukarıda arzettiğimiz bölümlerde yaptığımız açıklamalar ışığında şu sonuca varırız. Bu kavram iki önemli görevi önümüze sermektedir.

1- Da'vet ve tebliğ görevi

2- Eğitim çalışması

Böyle bir sonuç, İslâm ümmetinin yapmak zorunda olduğu böyle bir çalışma, düzenlemenin iki ayrı toplumda yürütülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

 

Îslam:

 

1- İslâm Toplumu 2- İslâm- Dışı Toplum" olmak üzere iki çeşit toplum kabul eder.

Bu ayırıma göre yapılacak çalışma da elbetteki değişik iki çalışma biçimi olacaktır. Binaenaleyh İslâm dışı bir toplumda yapılacak ma'ruf ve münker görevi şu sahalarda yapılacaktır.

a- Batıl düşünce ve ideolojilerin geçersizliğini açıklayıp müminleri bu ideolojilerden sakındırmak.

b- Fesad odaklarını tespit edip bu sahadaki fikir ve düşünceleri or­tadan kaldırmak.

c- Güçlü bir da'vet sistemi kurup insanları İslâm'a da'vet etmek, İs­lâm ile insanlar arasındaki engelleri kaldırmak

d- Bâtıl ile yapılan cihadda sabır ve sebatı öğrenip öğretmek.

e- Hakkı açıklamada gayret sarfetmek ve hak-perest olmak.

f- İ'lâ-yı Kelimetullahı yâni Allah'ın eşya ve hâdisata ait hükmünü her türlü görüş, düşünce ve sistemin üstüne çıkarma cehd ve gayretini aşılamak ve tüm bunlar uğrunda maddî ve manevî varlığını feda etmek, İslâmî bir toplumda ise bu görev şöyle icra edilmelidir:

a- Ma'ruf ve münker görevinin temellerini- yani yapılacak çalışma­nın stratejisini- sağlam esaslara oturtmak

b- Rükünlerini güçlendirmek

c- Zaaf sonucu çökmüş müesseseleri ıslah etmek ve fesadın tahriba­tım azaltmak

d- Allah'ın yasalarını her türlü beşerî sistem ve düzenler karşısında yüceltmek (i'lây-ı kelimetullah) ve ehil olanlara müslümanların idarele­rini teslim etmek ve tüm dünyada Allah'ın dinini galip duruma getir­meye çalışmak.

 

I. Fasıl

 

Dîne  Da'vet

 

İslâm'ın İçinde Doğup Geliştiğe Toplumun Yapısı

 

Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v), ın en şiddetli bir muhalefe­tin karşısına dikildiiği bir toplumda İslâm dinini tebliğ ettiğini söyle­meye ihtiyaç yoktur sanırım. Çünkü bu dinin tabiatı ve nizâm anlayışı, devrinin ve asrının yaşama sistemine ve özüne ters düşüyordu. Mesajı­nın insanlara yaptığı etki, o günkü ve daha önce bilinen hayat telakkilerinden bambaşka idi.

Cahiliyye müşrikliğinin devlet olduğu dönemde, bu din ile karşıla­şan her insan âni bir değişikliğe uğruyor ve bir gariplik içine giriyordu, inkâra kalkışıyor, reddediyor. Fakat bir türlü etkili olamıyordu. Bu yeni dini ilk defa duyanlar korkuyor ve çekiniyorlardı. Hatta yeni dinin etki alanına girmemek konusunda son derece titiz davranıyorlardı.

Nihayet câhiliyye toplumunun ileri gelenleri, yiğit ve cesur kimse­leri, azimlileri bu dine gönül açıp îman edince, ailelerinden ve kabilele­rinden tecrid edildiler, yalnız bırakıldılar. Kendileriyle her türlü ilişki ve münâsebet kesildi. Boykot ve nümayişler düzenlendi. Günler yeni dinin mensuplarına çeşitli gaileler yükledi. Onlar yeni bir eğitim döne­minin ilk öğrenceleri oldular adetâ. Durumlar ve şartlar değişmeye yüz , tuttu. İnsanlar Allah'ın bu yeni dinini tanımağa başladı. Tarihin akışını değiştirecek olan bu yeni insanlar yeni dinin savunmasında çelikleşen askeri oldular, insanlar dalga dalga, kabile olarak bu dine girmeye baş­ladı.

Böylece bu din adım adım insanların kalplerinde kökleşmeye başla­yarak topyekûn insanlığı etkilemeye başladı.

Tarihte eşine rastlanmayacak şekilde fedâkârlıklar gösteren Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) ile ashabı büyük bir cehd ve gayretle bu dinin savunuculuğunu üstlendi. Çölün o çekilmez şartlarına rağmen bir avuç insan, şanlı sahâbi, şirk zulmü altında ezilen bu müstakbel toplumun ilk ko­ruyucuları fakir kimselerdi. Sayı ve kuvvet bakımından düşmanlarına kıyasla çok az idi. Fakat yeni din sayesinde elde ettikleri dinamizm ve aktif davranışları, onlara, ilk ortaya çıkışlarından itibaren üstünlük sağ­ladı. Azimleri zayıflamadı. Düşmanlarına karşı sabır ve metanet göstermeye devam ettiler.

Evet… İşte beklenen ve özlenen nizamın ilk müjdecileri yeryüzün­de görünmeye başladı. Allah'ın arzında İslamın gücü iktidar oldu. 14 asır önce tamamlanmış bu büyük ınkılab, "ma'ruf ve münker" çalışmasını temel olarak kabul etmişti. Yani ma’ruf ve münker bu inkı­lâbın güvenilir ve yaygın tefsir idi. Bu evrensel inkılâb incelendiği za­man üç sahada çalışma yaptığı görülür:

1- Da'vet ve tebliğ

2- İslâm Devleti'ni kurma hedefi

3- Allah yolunda cihad

Müslümanm hayat boyu tahakkukuna çalışacağı bu üç saha, esasen ma'rufu emr münkeri nehiy görevinin bizzat kendisidir. Çünkü bu sa­halarda yapılacak çalışma; Allah'ın arzu ettiği nizâmın kuruluşu ve ona zıd olan her çeşid sistemin de ortadan kaldırılışını hedef alır. Bu sahalar dışında yapılacak her çalışma; ne Allah'ın dinine da'vet olur, ne de bu da'vet İslâmî bir da'vet olur. Yapılan cihad, cihad sayılmadığı gibi, tat­bik edilecek hüküm de ilâhi şeriatın hükmü olmayacaktır. Şimdi bu üç temel sahadan genişçe söz etmek istiyoruz:

Da'vet ve Tebliğ: Terim olarak, ma'ruf ve münker görevi, çoğu kez da'vet ve tebliğ ile ilişkili olmadığı, ancak idare ve otoriteye muhtaç bir çalışma olduğu sanılır. Oysa geçmiş bölümlerde açıkladığımız gibi bu kavramlarla ilgili böyle bir ş üpheye düşmenin yersiz olduğu görü­lecektir. Kapsam ve sahası itibariyle de bu böyledir. Kaldı ki ilim otori­telerinden naklettiğimiz görüşler böyle bir şüpheye de yer bırakma­maktadır. Çünkü dine da'vet ve onu tebliğ etmek, ma'ruf ve münker ça­lışmalarından biridir. Esasen "ma'ruf ve münker bu kanalla yapılır" dense daha doğru olur.

Bu görüşümüzü te'yid edecek başka açıklamalar arzedelim:

İbn-i Cerir et-Taberî'ye göre, Kur'an-ı Kerimin'in "en hayırlı üm­met" diye vasıflandırdığı ümmet, ma'ruf ve münker görevini yürüten ümmet olarak anlaşılmıştır. Çünkü "ma'ruf'u emredersiniz," ifadesi Al­lah'a ve peygamberine îman eder ve onun getirdiği şeriatıyla hükmet­meyi emredersiniz." demektir. "Münkerden nehyedersiniz," yani Al­lah'a şirk koşmaktan, peygamberi ve onun tebiğ ettiği şeriatını yalanla­maktan ve her çeşit şirk düzenlerine tabi olmaktan insanları men' eder­siniz" demektir. [150]

Melâciyyun şöyle der:

"Ma'rufu emredersiniz" yani Hz. Muhammed'e (s.a.v.) Kur'an-ı Kerim'e iman etmeyi veya Allah'a ve onun tüm kanunlarına itaat etmeyi emredersiniz, "Münkeri nehy edersiniz." yani inkarcılıktan, tüm isyan ye günahlardan insanları men' edersiniz. [151]

İmam eş-Şevkanî: Sizden, hayra da'vet eden, ma'rufu emredip münkerden uzaklaştırmağa çalışan bir ümmet "cemaat" olsun, âyetini tefsir ederken şöyle der:

"Dehhak'tan gelen rivayete göre; "ma'rufu emrederler, yâni Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne îman etmeyi, Allah yolunda harcamayı ve Allah'a her hâl-ü kârda itaati emrederler, şirk ve kâfirlikten men'ederler. [152]

İslâm alimlerine göre ma'ruf ve münker çalışmasının diğer bir yolu da şudur:

1- İnsanları Allah'a, Rasûlûn'e ve kitabına da'vet etmek (yani bir da'vet müessesesi kurmak).

2- Şirk, küfür ve peygamberliği inkâr edip onun lüzumsuzluğunu savunanlara karşı kesin tavır takınıp onlarla savaşmak ve bu savaşın farz olduğuna inanıp süresiz cihad yapmak.

Tabiînin büyüklerinden olan Ebu'l-Aliye şöyle buyurur: "Allah Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerim'de zikrettiği "ma'rufu emretmek"ten murad; insanlığı şirkten kurtarıp islâm'a kazandırmak, "Münkeri nehiy" ise putlara, putçuluga ve şeytanlara boyun eğip kul olmaktan insanlığı uzaklaştırmak' tır. [153]

 

Peygamberin (s.a.v.) "Ma'rufu  Emr-Münkeri Nehiy Görevine Mekke'de Başlaması

 

Şu hususu anlamak, ilk plânda sanırım en sıhhatli ve en güzel bir tesbit olacaktır. "Acaba ma'ruf ve münker çalışması, yalnız, devleti ilgi­lendiren siyasi bir kadro çalışması mı, yoksa sadece bir da'vet işi mi? Şimdi bu soruya cevap olmak üzere, yüce peygamberimizin tatbikatla­rından bazı örnekler verelim:

Acaba Allah'ın Rasûlü, ma'ruf ve münker çalışmasını, devlet olduktan ve hükümet kurduktan sonra mı, yoksa bundan önce mi başlattı? Şüp­he yoktur ki Nebî (s.a.v.) bizim için örnek ve önder bir şahsiyettir. İslâmî çalışmalarımızda takib edeceğimiz yol, onu adım adım ve safha saf­ha takip etmek olacaktır.

Şimdi sorumuza cevap olam üzere, "ma'rufu emretme" ile ilgili ola­rak Rasûlüllah'm. (s.a.v.) tatbikatını bize bildiren ve Araf sûresinde ge­çen âyete değinelim. Çünkü A'raf sûresi Mekkî bir sûredir. Ma'rufu em­retme çalışması da gayr-i İslami bir toplumda yani Dârül küfür olan Mekke'de başlatılmış ve ilk defa burada tatbikata konulmuştur. Allah Rasûlü Mekke'de kaldığı sürece Allah'ın dinine da'vet etti. Ma'ruf ve münker görevini yaparken Devlet ve Otorite halinde değildi. Böyle bir ortamda bu görevi yürütmek, ma'rufun emredilmesi için yal­nız başına da'vet ve tebliğin yeterli olduğu anlamını taşımaz. Yani ma'ruf ve münker görevi yalnız tebliğ ile ifâ edilebileceği şeklinde anla­şılmamalıdır. Mekke'de ma'rufun böyle bir süreç içerisinde yapıldığını ve emredildiiğini söylemek, belki bu görevin ilk defa da'vet ve tebliğ ile başladığını ifâde eder. Sonra bunu siyasî merhale takip eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“(Habibim) sen (güçlüğü değil) kolaylığı (sağlayan yolu) tut. İyiliği emret (yani urfu) cahillerden yüz çevir. [154]

Âyet-i kerimede geçen "urf" kelimesi "ma'ruf anlamında kullanıl­mıştır. Ma'ruf ise yukarıda geçtiği gibi bütünüyle Allah'ın dini ve şeri­atı demektir. Allah'ın Rasûlü, tabiatında ve yapısında İslâm'ın tevhîdî dünya görüşüne zıd müşrik bir toplumda bu görevi üstlendi. Tevhid'e çağrı böyle bir toplumda başlatılınca küfrün topyekün muhalefetiyle karşılaştı. Bu, Mekke'de hak ve bâtılın ilk kavgası idi, İslâm'ın dünyaya mesajını sunarken, her çeşit hakaret, acı söz, yüzünden ve arkasından çekiştirme Büyük bir saldırı  çekişmeler, taarruzlar peşi peşine takib etti. Tehdid edegeldikleri ezalar ve işkenceler safha safha, ama sis­temli bir şekilde devam etti. Acımasızca tüm fırsatlar değerlendirildi. (Aslında muhalefetsiz bir İslâm da düşünülemezdi. Gayr-i İslâmî bir toplumda yaşayan müslümanlar, asr-ı saadetin bu mantığıyla hareket etmedikleri sürece, aslına uygun bir İslâmî hayat sunmuş olamazlar. Zi­ra muhalefetsiz bir İslâm olamaz. Şayet varsa böyle bir anlayış, onun ezeli düşmanları tarafından aşılanmış ve kendilerine zarar vermeyecek sekile sokulmuş bir din haline getirilmiş demektir. Küfre zarar vermeyen, tâğut'u reddetip ona dayalı her türlü akımı tehlike kabul etmeyen bir anlayış İslâmî olamaz.)

İşte İslâm'a muhalif olan böyle bir toplumda ma'rufu emretmek ve Allah'ın dinine da'vet etmek yaşanılan zaman mekân,  da'vet fırsatı tanınmazken bu da'veti kesintisiz sürdürmek... Bütün bu safhalarda sabredip sebat göstermek. Evet bütün bunlar, da'vetin, dinin yalnız bir kaç cephesiyle değil, aksine dinin tüm kurumlanyla ilgili olduğunu göstermektedir. Binâenaleyh da'veti, dînî tatbikattan ayırmamız ve ayrı düşünmemiz mümkün değildir.

İmam İbn-i Cerir et-Taberî şöyle buyurur:

"Allah Teâlâ insanları urf'e da'vet etme görevini peygamberine ver­miştir. Arap dilinde "urf" maruf demektir. Münasebetlerini kesen kim­seye sıla-ı rahm yapmak, iyilikten mahrum bırakanlara iyilik etmek ve zulmedenleri affetmek ma'ruftur. Emrettiği her iyi amel, veya da’vet et­tiği her iyi iş de urf dür. Allah Teâlâ böyle kimseye, ma'ruftan tamamen uzak bir anlam tahsis etmedi. Bu konuda söylenecek tek şey; ma'ruf olan her şeyi Peygamber'in (s.a.v.) tebliğ etmesini emrettiğidir.[155]

Hâzin ve el-Begavî, "Urf’u emretme" kavramını daha öz olarak açıkladılar. Fakat bununla beraber "Allah'ın peygamberine gönderdiği dinin tamamım tebliğ etme" şeklinde de tasrih ettiler.

El-Hâzin şöyle dedi: "urf'u emret" yani Allah'ın sana vahyettiği her şeyi emret, Allah'tan gelen vahyi vasıtasıyla bütün bunları anlatın ki bu da kanun koyucu olan, Allah Teâlâ'mn emrettiklerinin tümüdür. [156] El-Beğavî'nin lafzı da şöyledir:

"Urf'u emret" yani ma'rufu emret. Ma'ruf ise şeriatın bildirip emret­tiği her şeydir. [157]

Allâme Âlûsî şöyle buyurur:

"Ata; "urf dan kasdedilen anlam "lâ ilahe illallah" kelimesidir. Fa­kat bu herhangi bir sebebe dayanmayan bir tahsisdir. [158] der.

 

Ma'rufu  Emretmek,  Dolayısıyla Münkeri Nehyetmek Demektir.

 

Yukarıda arzetteğimiz âyet, kısaca ma'rufu emretmekle yetindi. Ni­tekim bazı hadis-i şerifler de ma'rufu zikretmeksizin sadece münkeri nahyetmekden bahseder. Bu tür bir lâfız, bir inceliği ifâde etmek için­dir. Biri zikredilince, diğer hüküm kapsam dışında kalmaz. Çünkü bir ma'rufu emretmek, onun karşılığında bir münkeri kaldırmayı gerekti­rir.

El-Alkamî şöyle der:

Bir şeyi emretmek, onun zıddını nehyetmektir.”[159] Nebî (s.a.v.) bazı hadis-i şeriflerinde görüldüğü gibi, bir münkeri ortadan kaldırmayı emrederken, bir ma'rufu yerleştirmeye de işaret bu­yurmuşlardır. Molla Aliyyü'l-Kârî bunun illetini şöyle açıklar: "Bir münkeri nehyetmek yerine bir ma'rufu koymak demektir. Çünkü bu bir mantık kaidesidir:" Bir şeyi yasaklamak, arzu edileni emretmek ve onun yapılmasını arzulamak anlamına gelir. [160]

 

Rasûlûllah (s.a.v.) Ma'ruf Ve Münker Görevini Birlikte Yürüttü

 

Konudan sarf-ı nazar ederek, A'raf sûresinde geçen bir âyette, bu iki görevin nasıl birlikte îfâ edildiğini görelim: “(Onlar) nezdlerindeki Tev­rat ve İncil'de (ismini ve sıfatını) yazılı bulacakları ümmî nebî olan re­sule tabî olanlardır. O, kendilerine ma'rufu emrediyor, onları münkerden nehyediyor, onlara (nefislerine ma'rufu emrediyor, onları münkerden nehyediyor, onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri he­lâl, (helâl kıldıkları) murdar şeyleri de (kan, domuz eti, faiz ve rüşvet) üzerlerine haram kılıyor. Onların ağır yüklerini, sırtlarında olan zincir­leri indiriyor o (yani çetin teklifleri). İşte ona îman edenler, onu ta'zim edenler, ona yardım edenler ve onunla (onun nübüvvetiyle) birlikte in­dirilen nuruna ve Kur'ana) tâbi olanlar; onlar selâmete erenlerin tâ ken­dileridir.[161]

Bu âyet-i kerime Rasûlüllah'ı (s.a.v.) üç göreviyle tanıttı:

1- Ma'rufu emredip münkerden nehyetmesi.

2- Temiz ve güzel şeyleri helâl, pis ve murdar şeyleri haram kılması,

3- Ağır şeyleri ve sırtalarında taşman zincirleri (ki bunlar ağir ve çe­tin tekliflerdir) kaldırması.

Görülüyor ki âyette geçen 2. ve 3. sıfatlar, birinci sıfat olan "ma'ruf ve münker" görevinin bir açıklamasıdır. Çünkü güzel ve temiz şeyleri helâl kılmak, ma'ruf emsinden, kötü ve murdar şeyleri haram kılmak, münker cinsinden bir çalışma ve görevdir. Biri ma'ruf görevi, diğeri münker görevinin gereğidir. Ve her iki görev birlikte yapılmaktadır. Bi­naenaleyh ma'rufu emredip münkeri nehyetmeyi gerektiren ve bu.göre­vin sonucu olan bu gibi emir ve yasaklar; insanın kendi adına uydurdu­ğu ve ortaya kanun diye koyduğu ideolojik bid'atlar, modern hurafe ve gelenekleri terketmeye zorlar. Tevhidi çizgide ve Allah inancı dışındaki her türlü şirki ve putperest düşüncelere mahkum olup onlara ibâdet ve saygı beslemekten insanı kurtarır. Gerçek hürriyetin Allah'a kul ve köle olmak olduğunu öğretir.

İmam İbn-i Teymiyye der ki; "Allah Teâlâ, Nebisi Muhammed'in (s.a.v.) diliyle her çeşit ma'rufu emretti ve her çeşit münkeri de yasakla­dı. Her temizi helâl her kötüyü haram kıldı. Böylece ma'ruf ve münker görevini farz kılmakla, her iyi şeyi helâl, her kötü şeyi haram kılan Al­lah'ın son dininin kitabı tamamlanmış oldu. Nasıl ki temiz şeyleri helâl kılmak, ma'rufu emretme hududları içerisine giriyorsa, kötü şeyleri ha­ram kılmak da mûnkeri nehyetme sahasına girmektedir. Çünkü temiz ve güzel şeyleri helâl kılmak, Allah Teâlâ'nın helâl kıldıklarıdır, haram sayldıkları da Allah Teâlâ'nın yasakladıkları şeylerdendir. Evet, gerek ma'ruf gerekse münker kabul edilen esaslar, ma'rufun genel esprisi içinde bulunan güzel ahlâk ve davranışın kâmil anlamda uygulayıcısı Allah Rasûlü'nün tatbik ettiği yöntemle ancak anlaşılır. [162]

 

Allah Rasûlü  (s.a.v.)  Ma'ruf Ve Münker Görevini Belli Bir Cemaata Tahsis Etmemiştir

 

Ma'rufu emredip münkeri nehyeden âyetin siyakı[163] Resülullah'ın (s.a.v.), bu görevi İsraüiloğulları arasında da üstlendiğine işaret etmekte­dir. Fakat açıktır ki bu, Rasûlullah (s.a.v.) onların dışında kalanlara iyi­liği (ma'rufu) emredip münkerden uzaklaştırmağa çalışmadığına veya sahası olmadığına delâlet etmez. İster Yahudî ve Hıristiyan olsun, ister müşrik ve münafık olsun, her kesimi İslama da'vet ettiği, ma'ruf ve münker görevini her sınıf insan arasında yürüttüğü muhakkaktır. Hatta ashabının eğitim ve öğretimine yardımcı olması, doğru ve salih amele yöneltmesi, onlara Allah'ın âyetlerini hatırlatması, güzel ahlâk ve terbi­ye ile yetişmelerine özen göstermesi Evet tüm bu gibi vasıflarla- da­ha önce arzedildiği gibi- "İslâm insanını oluşturmak, ma'rufu emr-münkeri nehiy" görevinin gereğidir. Bu çalışma, da'vetin başından so­nuna dek devam eder. Da'vetçi, damarlarından akan kan'a aldırmadan, ruhunu bu yolda teslim edinceye kadar çalışmasını sürdürür. Bu ne­denle müfessirler, ma'ruf ve münker çalışmasını sadece âyette geçen Ya­hudilere tahsis etmedi. Aksine her kesimde dallanan ve etkinliğini his­settiren bir çalışma olarak nitelediler.

Hafız İbn-i Kesîr buna şu açıklamayı ilâve etti: " O, kendilerine iyi­liği emrediyor ve onları kötülükten menediyor." Bu, Allah Rasûlünûn önceki kitaplarda geçen vasfı olmakla beraber, yaşadığı asırda da aynı görevi yürütmeye ve aynı vasfı taşımaya engel değildir. Çünkü o, her zaman ve mekânda, her türlü zor şartlara rağmen hayrı (İslâm'ı) emre­diyor, serden uzaklaştırmağa çalışıyordu. Bundan daha önemlisi, hiçbir ortağı olmayan ve eşsiz olan tek Allah'a ibâdeti emrediyor, onun dışın­daki her türlü tâğuta kulluk etmeyi yasaklıyordu. Bu hükümler, ken­dinden önceki bütün peygamberlere de bildirilmiştir. [164] İmam el-Bağavî söyle buyurur:

"O kendilerine ma'rufu emrediyor" yani îman etmeyi ve Allah'a tes­limiyeti emrediyor. "Onları münkerden nehyediyor" yani Allah'a yöne­tim ve teşriinde ortak olmayı yasaklıyor. Ma'rufu; şeriat ve sünnettir. Yani "Allah Rasûlü'nün, İslâm'ı anlama ve yaşamasıdır" Münker ise şe­riat ve sünnetçe onaylanmayan herşeydir. Ata şöyle der: "Onlara ma'ru­fu emrediyor" Yani her türlü İslâm dışı hayat telâkkilerini reddedip (in­sanları İslâm ile vasıtasız olarak karşı karşıya getirmeyi) güzel ahlâkı ve yakınları ziyaret etmeyi emrediyor. "Onları kötülükten (münkerden) men" ediyor." Yani putların hükümranlığını ve putçuluğun hayata hük­metmesini ve akrabayı ziyaret etmeyi engellemekten men' ediyor. [165]

Eş-Şeyh ismail el-Hakkı hazretleri şöyle der: "O; kendilerine ma'ru­fu emrediyor", Yani Allah Teâlâ'nın her sahada tek hâkim kabul edilme­sini ve İslâmî ilkelere uyulmasını emrediyor. "Onları münkerden mehyediyor" Yani şeriatçe ve sünnetçe tanınmayan ve bilinmeyen her söz ve amelden nehyediyor. [166]

İmam İbn-i Cerir et-Taberî âyetteki "ma'ruf ve münker" kavramla­rını şöyle yorumluyor: “Bu ümmî Nebî kendi tâbilerine ma'rufu emre­diyor ki bu, Allah'a ve onun nizamına iman, emir ve nehiy konusunda­ki ölçülerine itaat zorunluluğudur, işte bu, onun insanlara emrettiği ma'ruftur. "Onları münkerden nehyediyor". Çünkü nehyettiiği şey, Al­lah'a yönetim hakkı hususunda yasakladığı ortaklıktır. Allah'ın yasakla­dıklarından yasaklamaktır.” [167]

İmam Râzî, bu iki kavram için geniş bir yorum getirmiş ve lâyık ol­duğu mekâna oturtmuştur: "Ma'ruf ve münker çalışmasının genel anla­mı ana hatlarıyla, Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) şu eşsiz sözlerinde ifâde edilmiştir: "Allah'ın (c.c) emrine (her sahayı kuşatan hükmüne) boyun eğip onu her türlü hüküm ve yasakların üstünde tutmak, saygı ve ta'zim göstermek ve Allah'ın mahrukatına şefkat ve merhamet etmek. "Et-Ta'zîm emrillah ve'ş-Şefekatü ala halkillah" Bu, şu demektir:

"Şüphesiz ki varlık; ya zâtının varlığıyla vacip veya zâtının varlığıy­la mümkündır. Varlığı zâtıyla vacip olan Allah'tır. Onun emir ve direktiflerini her çeşit emir ve buyruğun üstünde tutmak, izzet ve galibiyeti­nin kapısı önünde açık bir tavırla boyun eğip, her türlü ahval içinde yalnız ondan korkmak, onun en kâmil sıfatlarla vasıflandığını itiraf et­mek gibi daha şerefli bir mertebenin olmadığını bütün varlığıyla kabul­lenmek, O, bütün noksanlıklardan ve her türlü âfetten uzaktır. Onun varlığında çelişkiler yoktur. Hükmünde benzeri ve ortağı da yoktur."

Zatıyla mümkün olan varlığına gelince; eğer o yaşamıyorsa, canlı değilse, diri değilse, kendisine diriliği ve iyiliği ulaştıracak ve onu diril­tecek hiç bir vasıta yoktur. Çünkü faydalanmak; hayatta olmak ve diri olması şartına bağlıdır. Bununla beraber, Allah'ın yaratıcı olması açısın­dan O'na ta'zim gözüyle bakmak ve O'nun eşsiz sanatını her türlü sana­tın fevkinde görmek gerekir. O'nu her türlü noksanlıktan uzak kabul edip inanmak, tek hâkim oluşuna açık bir delil kabul edip, yine zerreyi var edemeyene kıyas etmeyip O'na ta'zim göstermek vaciptir. Eğer yara­tık hayvan cinsinden biri ise insan gücünün yettiği son sınıra kadar onun, Allah'ın eşsiz sanat eseri olduğunu kabullenmek ve her türlü saygının üstünde saygı göstermek yine vaciptir. Hadisin ortaya koydu­ğu saha geniş ve hududsuzdur. Bu cümleden olmak üzere, anne-babaya saygı, yakınları ziyaret ve ma'rufu emretmek Allah'a saygıdır.

İşte bütün bu ve benzeri daha nice sayısız görevleri, Allah Resulü (s.a.v.): "Allah'ın emrine ta'zim ve yaratıklarına şefkat" sözüyle formülleştirdi. Bu söz "Ma'rufu emretme" kavramını bütün yönleriyle toplayı­cı bir ifâdedir.

"O, onları münkerden nehyediyor" Evet bu ifadeden maksat ve amaç; Allah'ın hâkimiyetine gölge düşüren ve insan yönetimini doku­nulmaz diye sembolleştiren putçuluk anlayışına ve onun sonucu de­mek olan her türlü İslâm dışı zıtlık ve noksanlıklarla dolu olan hayat anlayışım reddetmekten, ilimsiz olarak Allah'ın zat ve sıfatlan hususunda konuşmaktan, Allah'ın (c.c) bütün peygamberlere gönderip ve vahiy devletinin anayasaları olan kitapları reddedip inkâr etmekten, ya­kınları ziyareti terkedip anne babaya itaatsizlik yapmaktan sakındırmaktır. [168]

Sözlerini ve görüşlerini naklettiğimiz İslâm ulemasının vardığı so­nuç şudur: "Hiç şüphe yoktur ki Rasûlüllah (s.a.v.) insanlan, bu hududsuz kâinat hakkında düşünmeye, onun yaratıcı ve yöneticisini tanı­maya da'vet etti. Onlara Allah hakkında sağlam bir tasavvur ve tefekkür metodu verdi. Güzel ahlâk ve yaşayışı öğretti. Allah'ın dinine inananla­ra, ona ibâdet etmeyi ve şeriatına uymalarını emretti. Kendini de ruhen her çeşit sıkıntıdan arınmaya ve hayatını ıslah etmeye önem verdi."

İşte bu, Allah Teâlâ'nın'övüp önem verdiği bir çalışmadır ki Kur'an-ı Kerim'in "ma'rufu emr-münkeri nehiy" diye ifâde ettiği "da'vet ve eği­tim" safhasıdır.

 

Ma'ruf'u Emretmek, Münkerden Nehyetmek Ve İnzar

 

"Allah'ın azabıyla uyarıp korkutmanın mânâ ve hikmeti" Şu anda "eğitim" konusundaki açıklamamızı burada kesiyor, Al­lah'ın dininin en sıhhatli bir metodla insanlığa nasıl arzedileceği, ma'ruf ve münker çalışmasının nasıl yapılacağı ve bu yolla dine davet et­menin nasıl olacağı hususunu açıklamak istiyoruz. Aslında bunu "tev­hide davet" diye de adlandırabiliriz. Çünkü bu yol, şirk ve şirk üzerin­de kurulan her çeşit hayat nizâmını reddeder. Tevhîdî da'vetin üzerinde kurulduğu formül şudur: "Kendisinden başka hiç bir kanun koyucu­sunun bulunmadığı ancak tek Allah vardır. Önünde boyun eğilinen ye­gâne mutlak hâkim O'dur. Onun dışındakiler sahtedir, uydurmadır. (Onların reddi müslümanlar üzerine vaciptir) O'na ibâdet edip, onun hükümranlığı karşısında dikilen müstekbirler dünya ve âhirette hüsran içindedirler, onların hiçbir nasibi yoktur. (Allah'ın sâlih kullan yer yü­zünün haklı sahipleri, yöneticileri ve hâkimleri olmaları farz olduğun­dan, onlara hayat hakkı yoktur. Onun için hakkın ve bâtılın mücâdelesi kıyamete dek devam eder.)"

Kur'an-ı Kerim, da'vetle ilgili bu önemli görevi, "korkutma ve müj­deleme"; "tebliğ etme ve hatırlatma" diye adlandırdı. Oysa tebliğ ve da­vet açısından bu kavramlarla, "ma'rufu emr-münkeri nehy" kavramları arasında herhangi bir fark yoktur.

Kur'an-ı Kerim'in peygamberlerin da'vetleriyle ilgili olarak çokça bahsettiği bir terim de inzardır. Hatta Kur'an'da Peygamber (s.a.v.) hak­kında: "nezir" (Korkutucu) veya "Nezîrun Mübîn" (Apaçık bir korku­tucu) diye çokça kullanılan bir terim olarak görüyoruz.

Allah Teâlâ ikinci veya üçüncü kez vahyi bu terimlerle göndermiş­tir.

Ey bürünüp sarınan (Habîbim) kalk, artık (kâfirleri azab ile) kor­kut.[169]

Sen (Habîbim) ancak bir münzirsin (eğri yolun sonunu insan­lara haber verensin) her kavmin de bir hidâyet rehbersiz.” [170]

Aslında "inzar" terimi, kâinatın yöneticisine karşı haddi aşmaktan ve isyanın kötü sonuçlarından tüm insanlığı sakındırmaktır. Fakat hı­zarla emredilmenin, yalnız bu zorlayıcı emirle îfâ edileceği anlamı çıkmaz. Çünkü bu kavramın kapsadığı alan bundan daha geniştir. Öyle ki Allah Teâlâ insanları, doğruya ve hakka yöneltmek için tüm peygam­berleri bu mühim vazife ile görevlendirmiştir. Şayet gönderildikleri üm­met içerisinde bu görevlerini îfâ etmezler de hakka dönülüp vahiy yasa­sına göre hayat şekillenmezse, Allah'ın azabı, her çeşidiyle o ümmeti ablukaya alır ve mukaddes cezaya çarptırılır.

O halde "inzar" kavramı için arzedilen bu tanımı düşünmek ve İmam İbn-i Teymiyye'nin bu terime getirdiği yorum ışığında, "ma'ruf ve münker" kavramlarıyla "inzar" terimi arasındaki manevî bağı ve ilişkiyi anlamak gerekir. İbn-i Teymiyye der ki:

"İnzar kavramının ruhu ve özü, ma'rufu emredip münkeri nehyetmektir.[171]

Bu tanımdan anlaşılıyor ki ma'rufun her çeşidini emretmek, mün-kerin her türlüsünü yasaklamak, tamamen "inzar" gibi da'vetle ilgili ge­niş kapsamlı bir kavramdır.

 

Mü'minlerın, Ma'rufu Emredip Münkeri Yasaklama Yoluyla Dine Da'vet Etme Çalışmaları

 

Allah'ın dinine inanmayanları, dine da'vet etme çalışması, gerçek anlamda hedef ve amacına ulaşması uzak bir ihtimaldir. Fakat dine ina­nanlara gelince; eğer aralarında bir zaaf, bir kusur ve inançsızlıktan do­ğan bir gevşeklik varsa, evvelâ ıslah ve eğitime ihtiyaç var demektir. Yok eğer inandıklarını iddia etmelerine rağmen, bu toplumda dine kar­şı olumsuz tavır takınan bir kesim veya fert, Allah'ın ceza hududlarını çiğniyor, yahut dinin temel esasları ve aslî görüşleri konusunda bir şüp­hede iseler, bu cemaat ve fert de da'vet çalışması sahasına girer ve da'vete muhatap olurlar. İslâmî her toplumda böyle bir sınıfın bulunması, İslâm davetine muhâtab olmadığı veya olamıyacağı söylenemez. Çünkü dîne inandığını söylemesine rağmen, onu inkâr edenlere cürümde işti­rak ederek ortak olmuştur.

20. Asır müslümanlarının sığındıkları, daha doğrusu sığınmak zo­runda bırakıldıkları tâğûtî güçlere rağmen, İslâmî ıslah ve eğitime muh­taç oluşlarıyla birlikte, da'vet ve tebliğe ne kadar muhtaç olduklanm da görürsünüz. Çünkü bu ümmet bugün fiilen iki kışıma ayrılmıştır. Birinci Kısım: Ümmetin çoğunluğunu teşkil eder. Bu kısım, Allah'a peygambere ve âhiret gününe inanır. Kur'an ve sünneti hayatının ana­yasası ve çalışmasının programı olarak görür. Fakat fikrî ve amelî saha­da istikrarsız ve tutarsız bir zeminde seyretmektedir. Böyle bir kesimin dine inanması için da'vete gerek yoktur. Ancak fikri ve amelî planda ıs­laha muhtaçtır.

İkinci Kısım: Bu kesim Allah'ın dinine inanmaktan tamamen kopmamıştır. Fakat bu tuplumdan biri ortaya çıkar da îman esaslarını ha­kim kılmak için teşebbüs etse, kararsızlık içine düşer, zihin ve kalple­rinde depresyonlara mâruz kalır. Böyle olunca da bunları topluma bağ­lamada ve toplumun bir organı olmada kitap ve sünnetin bir etkinliği olmaz. Ümmetin bir kesimini, sosyal bağlar, toplumsal gruplar arasın­daki yaşayış ve ilişkilerin tabiî sonuçları olan ırkî yakınlıkların hâkim olduğu birtakım grupları oluşturur. Çoğu kez bu ilişki ve bağlar olmaz­sa, ümmet ve din ile hiç bir bağları kalmaz. Bundan daha kötüsü de bu ümmetin bazı kimseleri, dine muhalif görünmemelerine rağmen, fakat din ve din kurumlarıyla alay etmede herhangi bir sakınca da görmezler. Bu konularda tereddüt etmedikleri gibi, herhangi bir utanma duygusu da kendilerini bu cürümlerinden men'etmez. Ne hukuka riâyet ederler, ne de saygı gösterirler. Gayr-i müslim ümmetin dışındakilerin muhtaç olduğu gibi, bu kesimin de her şeye rağmen dine da'vet edilmeleri gere­kir.

Kur'an-ı Kerim nazil olduğunda, ehl-i kitabın (Yahudi ve Hıristi­yanların) maruz kadığı fikrî ve amelî fesat, günümüz İslâm ümmetinin mübtelâ olduğu fesattan daha korkunç idi! O günkü ehl-i kitap, Al­lah'ın dininden ayrıldı ve dine karşı ayak diretti. Halbuki Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) gönderildikten sonra; şayet onun risâletine inanıp ümmetine iştirak etselerdi- geçmişlerine bakılmaksı­zın- gerçek kurtuluşa ereceklerdi. Çünkü onun gönderilmesiyle, bütün geçmiş şeriatler hükmen tatbikattan kaldırılmış oldu. Bu durum karşı­sında ehl-i kitabın yapacağı tek şey; İslâm şeriatına ebediyyen boyun eğ­mek olacaktı. Zaten Hz. Muhammed'e (s.a.v.) tabî olmalarını açıkça emreden ve dinlerinin temellerini oluşturan sahifeler, bu sahifeler idi. Fakat heyhat ki, nefisleri kendilerini aldattı. Nebî'ye (s.a.v.) karşı kin ve düşmanlıklarını gizlediler. O'nun risâletine îman etmekten korktukla­rından dolayı, mukaddes kitaplarında, Allah Rasûlü ile ilgili haberleri değiştirerek, en büyük bir cinayet örneği sergilediler. Bununla beraber Allah'ın dînine tabî olmak ve onun sancağını (inanip yaşamamalanna rağmen) taşıdiklanndan dolayı da övünüp durdular. Hakikatte onlar dinden çıkıp tamamen din ile olan ilişkilerini koparmışlardır. Ancak iç­lerinden az bir kısmı inançlarda sefeât edip onların sapıklıklarına katıl­madı. Bu taife, yalnız hak üzere kalmakla yetinmeyip, başkalarını da ıslaha çalıştı. Peygambere karşı beliren menfî hareket ve davranışları da engelledi ve imansız kesimi iman etmeye da'vet etti. Kur'an-ı Kerim onların yaptıkları bu ıslah hareketlerini ve da'vetle ilgili çalışmalarını şö'yle övdü:

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde ayakta dikilen (istikamet sa­hibi olan) bir ümmet (cemaat) yardı ki gecenin saatlerinde onlar secde­ye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve ahiret gününe ina­nırlar, ma'rufu emrederler, münkerden vazgeçirmeye çalışırlar, hayır iş­lerinde de birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar salih kimselerdendir­ler. [172]

Âyetin parmak bastığı gibi, ma'rufu emretmek, münkeri nehyetmek, da'vet çalışması ile ilgili bir konudur. Bu çalışmanın kâfirler ara­sında yürütülebileceği gibi mü'minler arasında da yapılacağı âyetten delâlet yoluyla anlaşılmaktadır.

Ehl-i kitap arasında zikredilen bu mü'min cemaatin, yalnız ehl-i ki­tap mü'minleri olduğu anlaşılmaz. Zira "sebebin hususî olması, hük­mün umumî olmasına engel değildir." kaidesi meşhurdur. Âyette adı geçen topluluğun, yaşadıkları kavimleri dışında herhangi bir kimseyi Allah'a ve peygamberine iman etmeye çağırmıyorlardı. Öyle ise bu mü'minlerden murat; yaşadıkları toplumları içersinde da'vet görevini ifâ edenler asırdaki' toplumun inançlı yönetici ve da'vetçi kadroları'dır. Bu nedenle müfessirler onların bu çalışmalarını her asra teşmil ederek, herhangi bir zorlamaya girmeksizin, âyetin anlatmak istediğinin; bu da'vetçi kadro olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.

İmam İbn-i Cerîr et-Taberî, Âl-i İmran sûresinde geçen "ma'rufu emrederler, münkeri nehyederler" âyetini açıklarken şöyle der: "Onlar Allah ve Rasûlü'ne îman etmeyi, Hz. Muhammed'in (s.a.v) getirdikleri­ni kayıtsız ve şartsız tasdik etmeleri için insanları da'vet edip hakka yö­nelmelerini emrederler. "Münkeri nehyederler" yani, Allah'ı inkâr et­mekten, Muhamed'i (s.a.v) ve Allah tarafından kendilerine inen yasala­rı yalanlayıp reddetmekten insanları men' ederler. [173] Müfessir el-Cessas şöyle der:

“Bu, ehl-i kitaptan iman edenlerin sıfatıdır. Çünkü onlar Allah  peygamberlerine   imam ettiler. Hz Muhammed'i (s.a.v.) tasdik etmey insanları davet ettiler ve ona muhalif olanların çalışmlarını engelleyip yasakladılar.   Böylelikle Allah Teâlâ'nın "siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz (inançlı ve da'vetçi bir yönetici kadrosunu [174]diye vasfettigi insanlar ve cemaatler oldular.”

 

Marufu Emretmek, Münkeri Nehyetmeye Çalışmak, İlmi Bîr Çalışmadır.  

 

İslâm'a da' vet etme görevi, sıradan bir çalışma değildir. Bazen va'z, nasihat, hatırlatma ve uyarma şeklinde bir takım yollarla da'vet yapılır­sa da, bazen de özel ilmî bir çalışma isteyen yolla da'vet zorunluluğu ortaya çıkar. Delil ve ispat gereken ortamlara ihtiyaç duyar. Böyle du­rumlarda delil getirerek ilmi bir yöntemle dine da'vet ve hizmet, ma'ru­fu emr, münkeri nehy çeşitlerinden biri olarak karşımıza çıkmış olur. Demek oluyorki: İslâm'a hizmet yolları çok çeşitlidir. Hedef  İslâm'ı hâ­kim kılmak olunca yöntemin değişik oluşu, İslâmî çizginin dışına çıkıl­mış olmaz.

Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) maruf ve münker görevini Mekke'de üst­lendiğini daha önce zikretmiştik. Mekke dönemi, dinin, insanın şirk anlayışıyla kıyasıya savaştığı dönemdir. Kuvvetli delillere dayanılarak din arzediliyordu. (Buna i'tikad savaşı demek daha doğru olur.) Demek oluyor ki Allah Rasûlü, sadece dine inanmayı tavsiye etmekle yetinmi­yor, arzettiği yeni dinin hak olduğuna dair ileri sürdüğü gibi, inkarcıla­rın yönelttiği sorulara cevaplar vermeyi de ihmal etmiyordu. Çünkü bu din, son din, son din olması nedeniyle, peygamberin izinde yürüyenle­re, tâğut karşısında daima zafer elde edileceğini bildiriyordu.

Tahlilimizden anlaşılıyor ki bu çeşit çalışma, çok geniş kapsamlı bir çalışmadır. İslâm devletinin kuruluşunu hazırlayan ve tüm peygamber­lerin üzerinde yürüdükleri insanlık tarihi kadar eski olan bir yoldur. İmam er-Razî müfessirlerden şöyle nakleder:

"Örf ile emret" âyetini; "hak dini açıkça ilân etmek ve delillerini açıklayıp bildirmek" şeklinde anladıklarını söyler. [175] İbn'ul-Arabî el-Mâlikî de şöyle der:

"Muhaliflerine karşı dinin galibiyetini delillerle ayakta tutmak ma'rufu emr münkeri nehiyetmenin gereğidir"[176]

Konuya geniş açıdan bakıldığında görülecektir ki ma'ruf ve münker kavramları geniş sahalı iki temel kavramdır. Denilebilir ki "Allah yo­lunda olma kaydıyla" yapılan her çeşit çalışma ve sarfedilen her çeşit gayret bu kavramların sahasına girer. Zira insanları Allah'ın dinine da'vet etmek, peygamberin risâletini yalanlamak, şeriata muhalefet et­mek, hüccet ve delillerle dini açıklamak vs.... hükümler hep ma'ruf ve münker kavramlarının sorumluluk sahalardır. Şüphesiz ki Allah'ın di­ni, hak olan dindir. Topyekûn dünya ve içinde yaşıyan insanlığın saade­tini tekeffül eden tek nizamdır. Bu nizam, asırlarca ayakta durması için milyonlarca can feda olmuş bir nizam.... Uğrunda yapılan hizmeti zevk kabul etmiş bir ümmetin volkan gibi patlaması, bu nizamın haklılığına en büyük delil değil midir? İnsanlığın dini olması açısından tüm insan­ların minnet ve şükran duyması bir boyun borcudur. Her türlü gayret ve çaba onun için harcanmalı. Ne mutlu, bu eşsiz görevi hakkıyla yapa­na! Yazıklar olsun ondan gafil yaşayıp şahsî zevkini dinin fevkinde tu­tana! öyle ki, bugünün insanı korkunç akıbetini kendi eliyle hazırla­makta, fakat nefsinin mahkûmu oluşu, ona bu kudsi görevi unuttur­muşa benziyor. Sanki bu görevle mükellef değilmiş.....Sanki farz değil­miş bu görev kendisine. Sanki Allah'ın nizamını omuzlayıp bu uğurda can verenleri sadece seyretmekmiş görevi.....

 

II. Fasıl

 

Allah Yolunda  Cihad

 

“Allah Yolunda Cihad" Kavramlarının Anlamı

 

Allah yolunda cihad" evrensel İslâm şeriatına has bir kavramdır. Bu kavramla "topyekûn maddî-manevî varlığını Allah yolunda tüket­mek" kastedilmiştir. Çünkü Allah'ın dini, kendi uğrunda, canını, malı­nı feda etmesini, en samimî ilişkiler içinde kudret, imkân ve gayretini sarfetmesini mü'minden ister. Dindar oluşu ve hizmeti bu yolla ancak gerçekleşir. (Zira din, gerçek manâda inanan insan ister. Onun hedefi, insanı uyandırıp onu en üstün güç kaynağı yapması ile gerçekleşir. Ta­rih, bu galibiyetin müşahhas örnekleriyle doludur. İnanan insan için "tarih tekerrürden ibarettir" kaidesi değişmeyen bir kıstasdır.) Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Allah yolunda (nasıl savaşmak lazımsa öylece hakkıyla cihâd edin"[177]

"Emru bi'l-ma'ruf nehyu ani'l-münker" Allah yolunda bir cihaddır. Bu açıdan bakıldığında; "Allah yolunda cihad" kavramı gerçekten geniş sahalı bir kavramdır. Zira "ma'rufu emr münkeri nehiy" bütünüyle ci­hâdı ifâde eder. Bir ma'rufu emr münkeri nehiy" bütünüyle cihâdı ifâde eder. Bir ma'rufu emredip topluma yerleştirmek, bir münkeri yasakla­yıp, toplumu bundan kurtarmağa çalışmak, hakikatte Allah yolunda ci­had yapmak demektir.

Cihad konusunda allâme ibn-i Âbidin şöyle der: “Maruf ve münker görevi, mücâhidi her açıdan kuşatacak kadar geniş bir görevdir.[178]

Dini, kuvvet ve iktidar yoluyla gâlib hale getirmek; yeryüzünü fitne ve fesadın her çeşidinden temizlemek ve müslümanın gönül huzuru içerisinde Allaha karşı her türlü ibâdetini engelsiz olarak icra ve îfâ etmeşini sağlamak için ortamın İslâm'a göre düzenlenmesi uğrunda yapı­lan her türlü çalışma, Allah yolunda cihadın açık görüntülerindendir.

Şüphesiz ki kuvvet kullanmak, fitne kalmayıp, hâkimiyet bütünüy­le Allah'ın dinine ait oluncaya kadar, yeryüzünde hüküm süren fesadın (İslâm'ı ortadan kaldırmaya yönelik her türlü çabanın) aleyhinde işbir­liği yaparak ortadan kaldırmağa çalışmak, buna mukabil Allah'ın dini­ne, her türlü görüş ve felsefenin üstünde hükümranlık hakkı tanımak, çoğu kez karşı konulamayacak kadar caydırıcı bir yoldur.

Yeryüzü vahy'in adaletine ve merhametine susadığı zaman. İn­sanlar kardeşlerine karşı et yiyen yırtıcı kuş ve cesetler üzerine üşüşen kurtlara dönüştüğü zaman Ümmetler ve nesiller, yine insan eliyle yazılıp beşer vicdanına tahakküm etmek için baskı unsuru kabul ettik­leri kanun ve yasalarının zulmü altında inledikleri zaman Allah'a kul olup gerçek hürriyeti bu yolda arayan ve sırf O'nun arzu ve direktifleri doğrultusunda, îman ve arzuları istikametinde hayatlarını düzenledik­lerinden dolayı işkence edildikleri zaman....Evet, bütün bu neticelerle karşı karşıya bırakıldığı zaman müminin, fitneyi susturmaya kalkışma­ması, adaletten yana olanların müdahale etmemesi, fitneye ve İslâm düşmanlığına, bilerek veya bilmeyerek çeşitli yollardan destek sağlama­sı affedilmeyecek kadar büyük bir ihanet ve cürümdür.

 

Allah Yolunda Cihad, Ma'ruf Ve Münker Görevinin Tabu Sonuçlarındandır

 

Allah Rasûlü, ashabıyla birlikte Mekke'de kaldıkları sürece yeni di­ni ilân etmedi, şirke karşı gâlib duruma getiremedi ve bâtılı yeryüzün­den silip yok edemediler. Çünkü Mekke'nin şirk devleti iktidar olduğu bu dönemde müslümanlar, kendilerini İslâm'a göre inşa etmekte, bu uğurda yalnızlığın her türlüsüne göğüs gererek zulme kafa tutan birer mazlum örneğini sergiliyorlardı. Her çeşit eza ve cefayal, düşmanca her türlü saldırıya hedef oluyor, buna rağmen şartların elverdiği oranda Al­lah'ın dinine göre hayat sürüyor ve hayata aralıksız insanları da'vet ediyorlardı.

Nihayet bilinen bu toplum, İslâm devletini kurma olgunluğuna, kurduktan sonra da koruma seviyesine erişince, müşrik saldırı ve iş­kenceler son haddinde seyrediyordu. Allah Rasûlü (s.a.v.) ashabıyla bir­likte Medine'ye hicret ederek mazlumların devletini kurmasıyla, çalışan zulüm makineleri susmağa mahkûm oldu.

Hicret, birinci dönemin yani işkence, bilenme ve İslâm toplumunun inşa edildiği dönemin sonucu oldu. [179]

Medine'ye yerleşmekle Allah Rasûlü, zulüm ve istibdadın aleyhinde kullanılmak üzere güçlü bir otorite elde etti. Artık iktidar olmuş islâm, fitnenin pençelerini, bâtılın hâkimeyetini kırıyor, kulun kula olan kulluğunu kuvvet yoluyla sarsıyor ve gerçek hürriyeti va'deden islâm'ın adaletiyle hükmederek, Allah'ın arzını tâğûtî her türlü güçten ve câhiliyye tasallutundan kurtarmış oluyordu, işte böyle bir ortamda idi ki kuvvet yoluyla cihad emredildi. Kur'an-ı Kerim bunu "Allah yolunda savaş" diye adlandırdı. Bu öyle bir savaştır ki Allah'ın arzusu ve onun yüce hâkimiyetini istemek ancak bu yolla gerçekleşebilirdi. Evet bu savaş, ma'rufu emredip münkeri Mehyetmek gibi temel bir görevin en önemli esaslarından biridir. Her ne kadar "Allah yolunda cihad" Medine'de meşru kılınmış ise de "Ma'rufu emr münkeri nehy hükmünün" emredildiği Mekke müşrik devletinde temelleri atılmıştır. Bu nedenle ma'ruf ve münker daha geniş kapsamlı olmuş olmaktadır.

İmam Şâtibî, "el-Muvafakat fî-usûl-iş-Şeria" adlı ölümsüz eserinde şöyle buyurur:

“Ma'rufu emretme, münkeri nehyetme görevinin en önemli temel taşı olan cihad Medine'de farz kılındı ise de Mekke'de îlan edilmiş­tir.” [180]

"El-Muvafakat" eserinin şârihi Dr. Abdullah Dıraz Şâtıbînin bu gö­rüşüne şunu da ekledi:

"Hatta Cihad, ma'rufu emr münkeri nehiy müessesesinin en yüce temelidir. [181]

 

Cihad Konusunda İlim Otoritelerinin Açıklamaları

 

Cihadın bir çok şartları ve belirlenmiş sınırları vardır ki bunlara ri­âyet edilmeden cihad yapmak caiz olmaz. Şimdilik bu şartlardan sözetmeyeceğiz. Ancak bizi ilgilendiren husus, "ma'rufu emr münkeri nehiy" esassının; dîne davet ve onu insanlığa tebliğ etmek, dine karşı ka­vas açıp, onunla insanlar arasına bir takım engeller ihdas ederek, bari­kat koyanlarla savaşmak ve dini bu tür engeller karşısında korumak, hükmedecek mevkiine getirmek ve de her türlü düşünce ve sistemin üstünde yer vermek için var olan gayreti sarfetmek gibi bir takım hayatî önem taşıyan unsurları taşımasıdır.

Şimdi bu açıklamalarımızı destekleyen güvenilir islâm ulemasının görüş ve düşüncelerini arzedelim:

Tercümânu'l-Kur'an Abdullah b. Abbas (Ra) der ki: "Siz insanlar (insanlann kurtuluşu) için çıkarılmış en hayırlı ümmetsi­niz" ve "onlara ma'rufu emredersiniz."

Bu esasa göre; “Allah'tan gayrinin ulûhiyete lâyık hiç bir ilâh olma­dığına şehâdet etmek, Allah'ın, insanlığa gönderdiği ve insan hayatını kuşatan her sahadaki emir ve nehiylerini birer kanun olarak kabullen­mek, Allah'tan başka hiç bir hâkirneyet ve otorite mercii olmadığı' haki­kati uğruna topyekûn inkarcılarla savaşmak ma'ruf'un en büyüğüdür. "Münkri nehyedersiniz" Yani Allah Teâlâ'nın hükümranlığına gölge dü­şürecek her türlü saldırıya karşı savaşırsınız. Münker; yalanlamaktır. Bu ise münkerin en çirkini ve en büyüğüdür.” [182]

Mütekellimin ulemasının büyüklerinden Kaffal, İbni Abbas'ın bu görüşünü destekleyerek şöyle der: "Onların, kendilerinden önceki üm­metlere olan üstünlüğü; verdikleri soylu kavga ve cihad yollarının en kuvvetlisi olan ma'rufu emr münkeri nehyetmeleridir." Ma'rufu emret­mek; bazan el ile, bazan dil ile, bazan de kalb ile olur. Bunların en kuv­vetlisi ise savaş yoludur. Zira mü'min kendini bilinen bir tehlikenin ku­cağına atmaktadır. Ma’rufun en üstünü ise hak dini tebliğ, tevhid ve nübüvvete inanmaktır. Münkerin en çirkini; Allah Teâlâ'yı inkâr etmektir.

Din yolunda cihad, mazlumlara, yönelik en büyük zarara ve ölüme göğüs gererek, onlara İslâm'ın adaletini götürmek ve onları ölüme gö­türecek korkunç akıbetten kurtarmağa çalışmakla olur. "Zira defi mefâsid celb-i menâfiden evlâdır. Yâni fesadı, bozgunluğu ortadan kaldır­mak menfaatleri dağıtmaktan daha öncedir." Bunun için cihad, ibadet­lerin en büyüğü olarak farz kılınca, diğer şeriatlerdeki ibadetlerden da­ha kuvvetli bir ibadet olmuş olur. Bu nedenle dünyanın sulhu demek olan cihad gibi bir ibâdet vasfını taşıyan İslâm ümmetinin, diğer ümmetlere nisbetle üstün oluşuna da haklı bir gerçekçe olmuş olur. işte bu görüş, İbn-i Abbas'ın yorumunu haklı olarak desteklemektedir. [183]

İmam İbn-i Teymiyye şöyle der:

“Allah Teâlâ, bu ümmetin, tüm insanlık için en hayırlı bir ümmet olduğunu beyan buyurdu. Çünkü tarihi bir ispattır ki bu ümmet insan­lığa her açıdan en büyük iyiliği yapmış ve en faydalı olanı takdim etme şerefine erişmiştir, İslâm'ın mesajım dünyanın en ücra köşelerine gö­türmekle, hayatını insanlığa feda etmiş, kendisine ma'ruf ve münker nedir öğretmiş olması bakımından, kendisine bir kıymet ve sıfat kazan­dırmıştır. Bu ise onun kemâle ermesine bir sebeb teşkil etmektedir, işte bu ümmet bu şanlı görevi yaparken, Allah yolunda canlarını ve malları­nı feda etmekten çekinmedi. İnsanlığa takdim edilen kâmil anlamda bir menfaat varsa sanıyorum ki o da bu şekilde olur.”[184]

Aynı konuda İbn-i Teymiye yine şöyle der: "Şu açık bir gerçektir ki ma'rufu emredip mûnkerden nehyetmeye çalışmak ve bunu cihad yo­luyla da tamamlamak, yapmakla emrolunduğumuz ma'rufun en büyü­ğüdür." Başka bir yerde de İmam Teymiyye: "Allah Teâlâ mü'minlere, îman edip şer'î ölçülere göre amel etmeyi ve insanları da îman ve salih amel üzere hakka da'vet edip cihad etmelerini emrederek şöyle buyur­du: "(Dinine) yardım edenlere elbette Allah da yardım eder. Şüphesiz Allah güçlüdür ve emrinde yegâne galiptir. Onlar ( o müzminlerdir ki) eğer kendilerine yer (yüzün'de bir iktidar olma imkânı verirsek dos­doğru namaz kılarlar, zekâtı verir (sosyal dengeyi sağlar) lar, ma'rufu emrederken, mûnkerden vaz geçirmeye çalışırlar. (Bütün) işlerin akıbe­ti nihayet Allah'a dır. [185]

İmam İbni Teymiyye'nin delil olarak ileri sürdüğü Hacc süresindeki bu âyet-i kerime, iktidar mevkii, İslâm devletinin stratejik noktalarını ve otorite anahtarlarım ele geçirdikten sonra İslâm ümmetinin yapmak­la sorumlu olduğu görevin ne olduğunu belirlemektedir. [186]

Bu noktaya ileride daha geniş bir perspektifden bakma imkânımız olacaktır inşâallah. Ancak şunu belirtmeliyiz ki; ma'rufu emr münkeri nehyetmeye çalışmak, cihad konusunu içine aldığı gibi dine da'veti de kapsamına alır.

İmam İbn-i Cerir et-Taberi şöyle buyurur:

"(Sizden bir cemaat olsun)" "(Onlar iyiliği emrederler)" Yani Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Allah Teâlâ'dan alıp arzettiği dine tabî olup. Onun çizgisinde yaşamayı insanlara emrederler, (münkeri yasaklarlar) Yani Allah'ı inkâr etmekten, Peygamber'i (s.a.v.) ve kendisine gönderi­len şer'î yasaların ve İslâm düzeninin temel kitabı Kur'an-ı Kerim'i ya­lanlamaktan onları men' ederler. Din Allah'ın dini olup insanlar, O'nun otoritesine boyun eğinceye kadar el ve dil gibi vasıtalarla onlara karşı cihad ederler. [187]

Allâme el-Kurtubî şöyle buyurur:

"Mü'minlerin özelliklerinin başında, ma'rufu emretmek, münkeri nehyetmeye çalışmak, bu vasıflarının da başında "İslâm'a da'vet edip bu uğurda cihad etmek gelir. [188] imam er-Râzî şöyle buyurur?

“Ma'rufun başı Allah'a iman, münkerin başı ise Allah'ı inkardır. Cihad ise îmana teşvik etmeyi, küfürden uzaklaştırmayı gerektirir. Bina­enaleyh cihad ma'rufu emr münkeri nehyetme görevine dahildir.” [189]

Allame Şemsü'l-Eimme es-Serahsî şöyle buyururlar: "Allah'ın Rasûlü cihadı, "dinin doruk noktası" diye isimlendirdi. Zira cihad ruhunda ma'rufu emr münkeri nehyetme esası yatar. Bu ise İslâm ümmetinin vasfıdır. Aynı şekilde cihad, derecelerin en yükseğine teşvik etmektir. Bu ise şehitliktir. [190]

 

Şah Vehyullah  Ed-Dehlevî'nin  Görüşü

 

Dehlevî'ye göre, İslâm ümmetinin en hayırlı bir ümmet oluşu ve in­sanların hayrına çıkarılmış olması, Allah Rasûlü'nün gönderildiği gaye ve maksadın gerçekleşmesi için; müslümanların tüm dünyaya dağılma­ları, İslâm'ın mesajını dünyanın her bölgesine iletip her sınıf insanı bu mesajdan haberdar etmeleri ve islâm, otorite elde edilinceye kadar Al­lah yolunda cihad etmeyi şart koşar.

"Dehlevî'nin konu ettiği din, Allah'ın Rasûlü'nün (s.a.v.) getirdiği ve geçmiş dinlerin hükümlerini yürürlükten kaldırmış olan en kâmil din olan İslâm'dır. Nitekim bu dine olan ihtiyaç da gerçek anlamda ortaya çıkmıştır. Çeşitli ümmetler, aralarında çıkan savaşlar ve boğuşmalar so­nucu sahip oldukları dinlerinin ruhunu kaybetmiş, asılları değiştirilmiş olup sadece bir takım gelenekler, âyinler ve dış görüntüleri bize kadar gelmiştir. Kendilerine gönderilen din ve şeriatın temel esasları hakkın­da ihtilafa ^düşmüşlerdir. Zulüm, bâtıl ve sapık yollara sapmışlar, haklı ve doğru yoldan sapmışlardır. Kendi elleriyle dinlerini parçalamışlardır. Doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı birbirine karıştırmışlardır. Hak dine olan ihtiyaç âranır ve söylenir hale gelmiş, millet kendi arasında, birbirine düşman ve yeryüzü yeniden bozguna uğramıştır. Öyle bir zaman gelmiş ki, artık bu millete gönderilen hak dinin yolu anılmaz olmuş, insanlar nefsî arzularına uyup onîan kanun ve anayasa yapmış, gerçek dinle il­gisi bulunmayan bâtıl inançların etrafında toplanmışlardır. Hak çiğnen­miş, zuîüm ve bâtıl alkışlanmıştır.

Ed-Dehlevî sözlerini şöyle sürdürür:

"Böyle bir durumda insanlar, zalim ve müstekbir bir idarecilere kar­şı kâmil, sahih ve âdil bir halifenin yönetimine kavuşturacak yeni bir peygambere şiddetle ihtiyaç duydu. Bütün insanlığı tek bir din üzerin­de toplayacak önderin, bir takım da'vet ve tebliğ usûllerine ihtiyaç du­yacaktır. Bu usullerden olmak üzere; Allah Rasûlün'nün câhiliye toplu­munu İslâm şeriatına da'vet etmesi, onları her türlü şirk pisliklerinden temizlemek istemesi ve İslam ile yeni bir toplumu inşa etmesini sayabiliriz.

"Câhiliyye asrını tahlil eden tarihçiler, bu söylediklerimizin bütü­nünün mevcut olduğunu tasdik ederler. Her türlü bozgunculuğun, câhiliye devrine nasıl hâkim olduğunu, yazdıkları eserlerde uzun uzun anlatmışlardır." Sonra bu önder, davet ettiği bu câhil ve vahşî toplumu etrafında topluyor ve cemaatleştiriyor. Önceleri illegal olarak çalışıyor. Kuvvetli bir organize, disiplin ve takib içerisinde, ileride dünyayı İs­lâm'ın ilkelerine göre yeniden inşa edecek (Hizbullahî müslümanlar ile yeryüzündeki tüm bozuk sistem ve düzenleri tarihin çöp sepetine ata­cak) cihad silahını kullanıyor ve İslâmın ezelî düşmanlarını her karşı­laştığı cephede yenik duruma sokuyordu. İnsanlar dalga dalga dünya­nın bu yeni kurucularına katılıyordu. Allah Teâlâ bu şerefli ümmete hi­taben şöyle buyurur:

Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, ma'rufu emre­den, münkerden nehyedip (insanları sakındıran) ve Allah'a inanan ha­yırlı bir ümmetsiniz. [191]

Sonra ed-Dehlevî şöyle der:

“İslam gelmeden önce, yeryüzünde yaşayan bütün milletler, o gün iki büyük emperyalist imparatorluğun bayrağı ve hükümranlığı altında yaşıyarlardı. Bu iki emperyalist imparatorluktan biri Iran, diğeri ise Bi­zans idi. Bu her iki millet ve devletin yeryüzünde meydana getirdiği tahribatı ortadan kaldırmak, hak dine yönelik saldırıları yok etmek üzere Allah (c.c) İslâm ümmetini görevlendirdi. Bu ümmetin görevi; ma'rufu emretmek münkerden mehyetmeye çalışmaktı. Böylece bu her iki devlet, İslâm milletinin eliyle tarihe karışacaktı. Allah Rasûlü bu müjdeyi Hendek savaşında vermişti. Bu iki devletin yıkılacağını şöyle ifade buyurdular: "İran ve Bizans krallıklarının bir daha kurulmamak üzere yıkıldığını gördüm.” [192]

“Böylece İslâm'ın hak dâvası, yeryüzünde egemenliğini sürdüren bütün şer güçleri silip ortadan kaldıracaktı. Gerek câhiliyye Araplarının ve gerekse bu her iki emperyalist devletin yeryüzünde bıraktıkları tüm kötülükler, kurumlarıyla birlikte tarihe karışacak ve geride gelecek olan 14 asırlık bir süre içerisinde nefes aldırtmayacaktı. Allah'ın Rasûlü bu işe önce Araplardan başlayarak yeryüzünü tüm tağutlardan temizle­yecek, bunun yerine Allah'ın hükmü tatbik edilecekti.” [193]

Gerek Peygamber'in (s.a.v.) gerekse halifelerin vazifesi; islâm dinini yeryüzünde hâkim kılmağa çalışmak ve bütün dinlerden üstün kılmaktır.

Yeryüzünde yaşayan insanları, gerek kendi arzusu ile gerekse zorla islâm'ın bayrağı altında toplamak için cihâd yapmıştır. Burada zorla toplamaktan kasıt, inkarcılar içindir. Yahudi ve hırıstiyanlar için geçerli değildir. Halifeler, dinin esaslarını korumak ve yüce Allah'ın hükümle­rini uygulamakla emrolunmuşlardır. Bu hususda Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir hutbesinde şöyle buyurmuşlardır. “Sizin varlığınızın devamı, yöne­ticilerinizin doğruluk ve hak üzere bulunmalarına bağlıdır.” [194]

Gerçekten bu ümmet, ancak zâlim, bâtıl sistem ve yasaları tüm ku­rumlarıyla birlikte yok edip yerine Allah'ın yasalarını koymak, İslâm dışı hayat ve felsefelere hak tanımamak ve İslâm'ı bütün kurumlarıyla yerleştirmek için gönderilmiştir. Evet bu ümmet ancak böyle bir yolla yine tarihî misyonuna kavuşacaktır. Amelî, fikrî ve iktisadî varlığını topyekûn seferber ederse yine destanlar yazacaktır. (Bu din, feda ede­cek can istemektedir. Gözüpek yiğit istemektedir. Kurban istemek­te.....)

Öz olarak arzına çalıştığımız ümmetin bu görevi; Kur'an-ı Kerim'in, sünnetin, Allah yolunda cihad etmenin, ma'rufu emredip münkeri neh-yetmenin gereğidir.

 

III.  Fasıl

 

İslâm  Devleti

 

Ma'rufu Emredip Münkeri Yasaklamağa Çalışmak Kuvvet Ve İktidara Muhtaçtır

 

Allah Teâla, İslâm ümmetine emir ve yasalarını teklif ettikten sonra, hayra yani İslâm'a da'vet, ma'rufu emredip münkeri yasaklamağa çalış­mayı hemen peşinden getirmiştir. Yani mükellefiyet ile birlikte emir ve nehiylere muhatab olma devreye girer. Böylece emâneti yüklenmiş olur. Âl-i imran sûresinin şu âyetindeki incelik dikkatimizi çekmektedir:

Siz, kendilerine apaçık deliller (ve yasalar) âyetler gedikten sonra par­çalanıp ayrılanlar, ihtihaf ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar (in hali): En büyük azâb onlarındır.[195]

Acaba âyette "tefrika ve ihtilafdan nehyetme" ile "ma'rufu emredip münkeri yasaklama" esasları niçin peşipeşine geldi? Bu husus, insanı, konu ile ilgili düşünceye ve fikir yürütmeye sevketmektedir. Çoğu kez de insanı bir takım sebeb ve yönlere bakmaya zorlamaktadır. Fakat dik­katlerimizden kaçmayan, en açık ve belirgin husus, ma'rufu emr mün­keri mehiy görevinin, da'vet ve tebliğe ihtiyaç duyduğu gibi kuvvet ve iktidara da ihtiyaç duymuş olmasıdır. Zira kuvvet ve iktidar şüphesiz ki birlik ve ittifak halinde başarıya ulaşır.

Buna göre; şunu açıkça haykırabiliriz: "Tefrikaya ve dağılmaya yüz tutmuş cemaat ve ümmetler Allah'ın arzında iktidar kurmaya layık ola­maz" Allah böyle bir topluma yabancı emperyalist güçleri musallat eder. Böylelikle o cemaat bu yabancı ve istilâcı güçlere kul ve köle olur. Onların her türlü emir ve arzularına mahkûm duruma düşer. (Artık bu yabancı güçler, başsız toplumların perde arkası yöneticileri olurlar o toplumun fertlerinin bu perde yöneticilerden haberleri olmaz. Sun'î sı­nırlarla çevrili toprak parçaları üzerinde köleliğe alıştırılmış böyle bir toplum ve millet, bu yabancı güçlerin egemenliğini, koruyuculuk ve hi­mayeciliğini hürriyet ve bağımsızlık olarak kabul ederler. Siz onların sömürüldüğünü söylediğiniz takdirde, sizi fitneci, ayrılıkçı ve iç düş­man olarak telakki eder. Zira bu toplum, yabancı gücün kültür istilası­na uğramış bir toplumdur. Onların uyanışı adeta bir neslin değişmesi ve yeniden kendi kültürüyle irtibat kuruncaya kadar, yeniden bir kül­tür savaşı vermek kadar zor alacaktır. Beden yerli beden, kalp atışı ya­bancı atışı. Bu bedenin taze kana ihtiyacı vardır. Değiştirmedikçe değişeceğine inanmak kadar safdilik olmaz.....) (Çeviren).

Böyle bir toplumun uyanışını engellemek için, bu yabancı güçler daima her tedbiri almıştır. Onları mevcut sömürü düzenlerinin tasallu­tundan kurtaracak kendi kültürlerine ve inançlarına dayalı siyasal ikti­darın gölgesinde yaşama hakkından daima mahrum bırakmışlardır. Bu güçler tarafından kültürel ve ekonomik bağımsızlıklarına fırsat verilmez olmuştur.

İşte âyet-i Kerime bu gerçeğe işaret etmiştir. Bu da müslümanlara şunu ikaz eder: Eğer siz ma'rufu emredip Allah'ın arzu etmediklerini yasaklamak istiyorsunuz; birlesiniz, bir araya geliniz, güç birliği, kül­tür birliği yapıp yardımlasınız. Ülfet ve sevgi sizleri bir ceset haline ge­tirsin. Bu cesedin bir organı şikâyet ettiği zaman diğerleri onun şikâye­tini dinleme fırsatını elde etsin ki, birliğinizi parçalamaya yönelik her türlü iç ve dış saldırılara hedef olmayasmız. Allah da sizlere tekrar üm­met olma şerefini bahşetsin.

Fakat siz bu anlaşmayı ve her sahadaki ittifakı sağlamazsanız siyasi gücünüz zaafa uğrar dağılır. (Sanki dağılmamış gibi. Tabii ki müellif bundan haberdar. Arzetmek istediği; genel bir kaideyi tarihe sunmak­tır.) Binaenaleyh her türlü fikrî ve amelî krizle karşı karşıya kalırsınız. Bu krizlerden sonra da artık birbirinize; ma'rufa tâbi olmayı münkerden kaçınmayı tavsiye etmeniz de güçleşir, hatta imkansızlaşır. Dinini­zin, yapmanızı emrettiklerini Allah'ın arzında yaşama fırsatını bulamayacak, anayasal icraatınıza imkân kalmayacak, tüm câhiliyye düzenleri­nin, önünüze diktiği engelleri, savaş yoluyla bile ortadan kaldırmak güçleşecek ve Tâğûtî güçleri yok etmeye yönelik siyasî güç ve otoriteni­ze kavuşma imkânını elde edemeyeceksiniz. [196]

İmam Râzî, bu âyetin iki açıdan kendinden öncekiyle bağımlı oldu­ğunu söyleyerek şöyle izaha kalkışır:

“Birinci: sözün geliş ve üslûbuna bağlı olması.

İkincisi: Bu âyetin sadece ma'rufu emr münkeri nehiy hükmüne bağlı bulunmasıdır.

Allâme Seyyid Reşit Rıza, bu irtibatın birinci yorumunu uygun gör­müş, fakat Razi'nin açıkladığı ikinci yönü tercih etmiştir.” [197]

Şöyle ki: “Allah Teâlâ ma'rufu emr münkeri nehiy görevini farz kı­lınca; bir şartla bu görevi ifa etmek mümkün olacaktır ki o da: "Zulme ve azgınlığa karşı bu farziyeti yapabilme gücüne ve ehliyetine sahip ol­maktır." Bu güç ise haktan ve dinden yana olan tüm inananların îman sevgisi ve kardeşliği üzerinde ittifak haline geçtikleri zaman elde edil­miş olabilir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ böyle bir ortamda bu işbirliğine ta­lip olanları ayrılık ve ihtilaf fitnesinden korur. Bu tür ihtilafların önlen­mesini sağlamak, bu farziyeti yerine getirirken zaaf ve çözülmelere düş­memeleri içindedir.” [198]

Allame Nizâmüddin en-Nisâbûrî de bu ilişkiyi iki âyet-i kerime ara­sındaki alâkaya bağlı olarak açıkladı.[199] Şayet bu münâsebet ve ilişki­den sarf-ı nazar etsek bile, ma'rufu emr-münkeri nehiy çalışmasının, her türlü bölünme ve ihtilaftan korunması ve bu hususda ümmetin saf­larının birleşmesi için çok ciddî bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu, âyet manen bizi ikaz etmektedir.

İmam İbn-i Teymiyye bu hususu destekleyerek der ki; “Ma'rufu emretmek, kaynaşma ve cemaatleşmeyi gerektirdiği gibi, ayrılık ve par­çalanmaktan da men' etmeyi gerektirecektir.” [200]

Gerçekten de Ma'rufu emr, münkerden nehiy görevinin, istenen he­defe ulaşması ve tam isabeti, ancak müslümanların iktidar ve hâkimiyet kurmalarına bağlıdır. Bunun da gerçekleşmesi için, ümmetin Kur'an'da ve İslâm'da ittifak edip kaynaşması şarttır.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki "ma'ruf ve münker görevi", İslâm ümmetinin sorumlu olduğu mücerred bir da'vet izinden ibaret olmayıp, aynı zamanda siyasi bir çalışmaya da muhtaçtır. "Mu'ruf ve münker" görevinin hakkıyla ifasından sonradır ki İslâm devletine giden yol açı­lacaktır. Daha açık bir ifâde ile bu görevi hakkıyla îfâde etmenin yolu; hem da'vet, hem siyâsettir.

Geçmiş konularda bu görevin da'vet yönünü izaha çalışmıştık. Bundan sonra ise konunun siyâsi yönünü ele almağa çalışacağız. Allah Teâlâ bu ümmetin ilk ve en yüce nesli hakkında verdiği hük­mü şöyle beyan buyurmuştur: "Bu ümmet siyasal iktidarın gücünü ve anahtarını elinde tuttuğu müddetçe, ma'rufu emreder, münkerden nehyeder. Yani basiretli ve şuurlu bir anlayışla taşıdıkları sancağı ve insan­lar arasında; inandıklarını yükseltmeye çalışmaları için hakk'a da'vet et­meleri şarttır. Yaşadıkları dünyada otorite ve hâkimiyet kurmadan, gaye ve hedeflerine erişmeleri imkânsızdır. Çünkü bu güç kurulmadan, so­nucu elde etmeleri Allah Teâlâ'nın yasasına aykırıdır."

Hâc süresindeki âyet-i kerimede Allah Teâlâ, Peygamber'in (s.a.v.) ashabı hakkında hüküm verirken, kendilerine hâkimiyet ve iktidar yo­luyla nimet vermeden, diğer amellerinin bir değer ifade etmeyeceğini açıkça beyân etmiştir.

Onlar (o mü'minlerdir ki) eğer kendilerine yer (yüzün)de bir ikti­dar mevkii ve imkânı verirsek, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, ma'rufu emrederler, münkeri nehyetmeye çalışırlar. (Bütün) işlerin âkibeti (nihayet) Allah'a (râci) dır.” [201]

 

İslâm Devletinin Kuruluş Programı Ve Stratejisi

 

Hacc sûresinin 41. âyet-i kerimesi bize "İslâm devletinin kuruluş felsefi ve stratejisini" bir temel esas olarak anlamamız ve kavramamız gerektiğini açıklamaktadır. Zira âyet, müslümanların, hâkim vaziyete ve konuma geldikleri zaman yapmakla mükellef oldukları "siyasi çalış­manın mahiyetini" açıklamakta ve "İslâm'ın iktidarında" varılmak iste­nen gaye, kurulan devletin taşıdığı karakter, yapacağı işler ve böyle bir iktidarın, üzerine oturtulduğu çalışma programı ve stratejisinin tesbitini ve sürekliliğini açıklamaktadır. Bunun için de her türlü meşru ze­minde alınacak tedbirlerin, sağlanacak vâsıtaların ve bunların tatbiki­nin yöntemi ortaya konulmaktadır. Keza İslâmî hükümetin karakterini, yapacağı işleri, gelişmesini ve gayesini tahakkuk ettiren sebep ve vasıta­ların, devletin ayakta kalması için emrine tahsis edilmesini de açıkla­maktadır.

Daha doğru bir ifâde ile bu veciz âyet -tam ve net bir ifâde ile- mü'minlerin kurmakla görevlendirildikleri hükümetin aslî görevlerini  îlân etmektedir.

Hafız Ebu'l-Berekât en-Nesefî ve diğer bazı müfessirler âyetteki bu hususa şöyle işaret buyurmaktadırlar:

"Muhacirlerin hayat telâkkileri üzerinde kurulacak hükümetin ve yer yüzünde kurulacak iktidarın, bu iktidarın yayılma politikasının ve din hâkimiyetinin nasıl kurulacağını Allah Teâlâ haber vermektedir. [202]

 

Mü'minlerin  Ferdî Ve Siyasi Vasıfları

 

Hacc süresindeki bu âyet, yeryüzünde İslâmî iktidar kuracak mü­minleri dört görevle sorumlu tutmaktadır.

1- Namazı dosdoğru kılmak.

2- Zekâtı vermek.

3- Dinin tasvib ettiği herşeyi emredip (insanları) ona davet et­mek. Emr-i bi'l-Ma'ruf

4-Dinin tasvip etmeyip yasaklanmasını farz kıldığı her çeşit kötülü­ğü yasaklamağa çalışmak. Nehy-i ani'l-Münker

ilk iki sıfat mü'minlerin ferdî davranışlarım (ahlâkî formasyonları­nı) tesbit etmekte, son iki vasıf da siyasî ve sosyal davranışlarını be­lirlemektedir.

Allâme Ahmet Mustafa el-Meragî bu âyet-i kerimeyi tefsir ettikten sonra, sözlerini şöyle noktalar:

"Onlar, takatleri miktarınca namazda yöneldikleri Allah'ın huzu­runda bulunmayı arzu etmekle ruhları kemâle eren kimselerdir, ihtiyaç sahiplerine ve fakirlere yardım etmekle de ümmete yardımcı oldular. İlim ve ahlâklarını yayarak diğer ümmetlerin, hakkı ve doğruyu bulma­larına vesile oldular. Yüce ahlâk ve terbiyeye erişmeye engel olan her türlü zararlı cereyanları yasaklamaya çalıştılar. [203] İmam İbn-i Cerîr et-Taberî bu âyet-i kerimeyi şöyle yorumlar:

"Eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek" ifâdesi "kendilerini ülkelerden birine yerleştirirsek, müşriklere üstün gelirler ve oradaki müşrikleri (onların sistemlerini ve savunucularını) mağlub ederler. Bunlar Allah Rasûlü'nün (s.a.v) yüce ashabıdır." anlamındadır. Allah (c.c.) onlar hakkında şöyle demek ister:

“Düşmanlarına karşı onlara yardım edersek Allah'a şirk koşanları mağlub ederler. Namazlarını şer’i hikmetine uygun olarak dosdoğru kılarlar, zekât borcunu verirler. (Sosyal adaletin teminâtı demek olan toplumun fakir kesimine ait mad­di hukuku gözetirler. Böylece malzeme olarak kullanılan bu kesimi sö­mürme imkân ve fırsatını ortadan kaldırmış olurlar.”

"Ma'rufu emrederler"; İnsanları, hâkimiyet kayıtsız ve şartsız ken­dine ait olan Allah'a, O'na itaate ve müminlerin iyi gördüğü şeylere da'vet ederler. "Münkerden nehyederler": Allah'a ve O'nun düzenine ortaklık koşmaktan O'na isyandan, iman ve hak sahiplerinin kötü gör­düğü her şeyden uzaklaştırmağa çalışırlar. [204]

İmam Veliyullah ed-Dehlevî buna şu yorumu getirir:

"Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler" Âyetinin vurgulamak is­tediği, İslâm'ın temellerinin canlı ve dinamik olarak ayakta tutulması gereğine işarettir. "Ma'rufu emrederler": Bu ifade tüm dînî ilimleri di­riltme anlamında kullanılan genel bir ifâdedir. "Münkerden nehyeder­ler": Kâfirlerle yapılan cihadı ve onlardan alınan cizye gibi hususları kapsamına alır. Çünkü kâfirlikten daha şiddetli münker, onları öldür­mek, onlardan cizye almak ve müslümanlardan suç işleyen kimselere tatbik edilecek şer'î ceza ve ta'zirden de daha kuvvetli nehiy yoktur. [205]

Müfessir Kurtubî, "ma'ruf ve "münker" kavramlarından bahisle söyle der: "Ma'rufu emretme görevi herkesi ilgilendirmez. Şer'î hadler, devlet başkanı tarafından verilecek ta'zirler, hapis, serbest bırakma, mahrum etme ve uzaktlaştırma gibi cezalar, ancak uygulama ile yü­kümlü yönetici kadro tarafından icra edilebilir. Her beldede Salih, kuv­vetli ve güvenilir bir kişi tayin edilir. Bu görevi bu kişi yürütür. Sert ce­zaları eksiksiz olarak, konulduğu maksada göre tatbik eder. Allah Teâlâ bunun için;

Eğer onlara yeryüzünde iktidar (yasaları tatbik imkânı ve devlet olma fırsatını) verirsek namazı dosdoğru kılarlar. [206]

İmam İbn-i Teymiyye ise bu konuda şöyle der:

"Emru bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker; ancak serî cezalann tatbik olunmasıyla tamamlanır. Bir hadis-i şerifde Allah Rasûlü (s.a.v.) : "Al­lah Teâlâ, Kur'an ile karşı koyup, ortadan kaldırmadığı çok şeyi "hükü­met" vastasıyla karşı koyup ortadan kaldırır. [207] Şer'î cezaları tatbik et­mek devlet reisi üzerine farzdır. Bu da, farzları terk edip haramları işle­yene karşı verilecek cezaları tatbik etmekle mümkün olur"[208]

Kur'an-ı Kerim'in vasfedip ortaya sergilediği bütün deyimlerden; "inanların hükümeti" sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu hükümetin üyesi olan mü"minler Allah Teâlâ'ya itaat ederler, Kur'an-ı Kerim'de açıkça beyan ettiği şer'î hadlere riâyet ederler. Ne şekilde ve hangi durumda olursa olsun, haddi aşmazlar. Hem de Allah'ın dinine da'vet eder, îmane aml-i salih işlemeyi öğütlerler. Dinî ve dinle ittifak için her çeşit ilmi öğrenir ve yayarlar. Şeriatı tatbik ederler. Allah'ın emrettiklerini ihmal edenleri, nehyettiklerini işleyenleri cezalandırırlar. Bütün bunların da fevkinde, Allah yolunda cihâd eder ve her doğruyu savunup –kötülü­ğün hâkimiyetine son verip- iktidarlarını kuruncaya kadar sürekli çalı­şırlar. Yeryüzünün en ücra noktasına kadar tüm dünyaya Allah'ın dîni­ni hâkim kılmaya çalışırlar.

 

Ma'rufu Emredip  Münkerden  Nehyetmeye  Çalışma  Şeriatın  Bütün Yönleriyle Tatbikatını Gerektirir

 

Ulemânın, bu davetin şerh ve tefsiriyle ilgili açıklamalarından nak­lettiğimiz bütün bu görüşler, dinin temeli ile ilgili bir takım prensipler ortaya koyduğu gibi bizi düşünmeye de sevketmektedir. Fakat bu, İs­lâm Devleti'nin yalnız bu mezkûr prensiplerde İlâhı şeriat'a uyması an­lamına gelmez. Bilâkis bütün yönleriyle dine uymak ve onu tatbik et­mek, islâm devleti üzerine farzdır.

İyiliği emredip kötülüğü yasaklamaya çalışmak, Kur'an-ı Kerim bu görevi, İslâmî iktidarı kuran ve kurmaya çalışanların en açık vasıfların­dan biri saymıştır bundan önce de açıkladığımız gibi gerçekten sahası geniş bir tatbikattır.

Ma'ruf; tüm emir ve yasaklar konusunda İslâm şeriatının emrettiiği herşeyi kapsamına alır. Bu nedenle Muhammed Hatib eş-Şerbîni bu gö­revi, İslâm devlet idarecilerinin diğer idarecilerden ayrıldıkları bir vasfı olarak açıklar ve der ki: "İyiliği emrederler" Yâni Allah ve Rasûlü'nün emrettiklerini. "Kötülüğü yasaklarlar" Yani Allah ve Resûlü'nün yasak­ladıklarım yasaklarlar. [209]

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki İslâm devlet idarecilerinin özelliği, daima ma'rufu emredip münkerden nehyetmeleridir. Yâni onlar “İlâhî şeriatı" bütün yönleriyle tatbik ederler. Ne birşey çıkarırlar ne de bir şey ilâve ederler. Şeriatı tatbikattaki yöntemleri ise, ilkelerine bağlı ka­larak bir bütün halinde onu tatbik etmeleridir.”

 

Ma'rufu Emredip Münkerden  Nehyetmek, Îslâm  Devletinin  Gayesidir

 

Gerçekte ma'rufu emretmek, münkerden nehyetmek, İslâm devleti­nin üzerinde kurulduğu temeldir. Bu, görebildiğim kadarıyla onun iste­nen maksadıdır. İslâm devleti bu yönüyle, diğer devlet ve hükûmmetlerden ayrılmaktadır. O, bu vasfıyla tatbik edilmeyip ihmal edilirse, asıl İslâmî yapısından çıkarılmış olur.

İbnü'l-Arabî el-Maliki der ki; "Ma'rufu emredip münkeri nehyetmek dinin aslı ve müslümanlann hilâfet görevidir.[210] İmam İbn-i Teymiyye der ki: "Dinin ve siyasî iktidarın tümü emir ve yasaktan ibarettir. Allah Teâlâ, peygamberlerini ma'rufu emretmekle görevlendirmiştir. Men'etmekle görevli olduğu kötülük ise dinin yasakladıkları şeylerdir. Bu görev peygamber ve onun tabileri olan mü'minlerin bariz özelliğidir. [211]

Ma'rufu emredip münkerden nehyetmey çalışmak, İslâm devletinin görevlerinden biri değil, belki onun tüm görevi budur demek daha doğ­rudur.

İslâm devletinin tüm vâsıta ve imkânlarıyla gerçekleşmesi uğrunda seferber olduğu tek çalışma budur. Devlet bütün müessese ve kurumla­rıyla buna boyun eğer.

İmam İbni Teymiyye ve İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye aynı ifâde ile derler ki: "İslâm Siyasal iktidarlarından istenen tek şey; şeriatın onay­ladığı her emrini ifa etmek, yasaklayıp tasvib etmediği herşeyî yasakla­maktır."

İmam İbn-i Teymiyye bu görüşü şöylece açıklar:

"Siyasal iktidarların tümü; mü'minlerin emirliği gibi dînîdir. Bunun dışındaki idarî teşkilatlar; bakanlık ve meclislere ait birtakım yazışma­ları yapan ister mesaj kâtipleri, ister ekonomik hesapları düzenleyen yazışma kurumlan olsun, tüm idare şekilleri, cemaatlar arasında çıkan çarpışma veya benzeri hususlardaki tüm ihtiyaçların temini için vardır veya bunlar için ortaya çıkmıştır. Bu ve benzeri ihtiyaçlar için var ol­makla beraber, İslâm'ın siyasal gücü ancak ma'rufu emretmek ve kötü­lüğü yasaklamak için meşru kılınmıştır. [212]

 

"Hisbe Tekilâtı" Maruf Ve Münker Görevlerinden Bıridir   

 

Nasıl ki ekonomik, siyasal ve eğitim kurumlarıyla İslâm devletinin, İslâm şeriatına boyun eğmesi zorunlu ise, ümmetin dînî, ahlâkî ve İslâmî kaidelerin tatbikatını üslenmiş kontrol mekanizması dediğimiz hisbe teşkilâtının da bütün yönleriyle insanları islâm iie ıslah ettiği bir gerçektir. [213]

İslâm ulemasının "ma'rufu emr ve münkeri nehy" kavramı içinde bu teşkilâtı zikretmesi değerini daha da yükseltmiştir. Allâme İbn-i Haldun şöyle der:

"Hisbe teşkilâtı ise müslümanların idaresini üslenmiş idareciye farz olan ma'rufu emredip münkerden sakındırmaya çalışması gibi İslâm'ın temel mekanizması içinde dînî bir görevdir. Bu göreve ehil olan tâyin edilir. Kendisine maaş bağlanır. Görevi ciddi yürütmesi için yardımcı elemanlar verilir. Kötülükleri araştırır. Kötü fiilleri işleyenleri durumla­rına göre terbiye eder ve ta'zir cezaları verir. Şehirde amme menfaatini temin için halka sorumluluklar yükler. [214]

İslâm ulemasının açıklamalarına dayanarak "hisbe idaresinin görev­lerini" üç kısma ayırmamız mümkündür.

1- Ümmeti dînen ve ahlaken ıslah etmek:

Meselâ: Halkı, namaz kılmağa yöneltmek, imam ve müezzinlerin görevlerini îfâ etmede ihmalkar davranmamaları ve görevi terketmemeleri için uyarmalar yapmak, ehliyetsiz kişilerin şefî mes'elelerde rastgele görüş beyân etmelerini engellemek, halkı, mahrem kadınlarla oturmaktan ve onlarla karışık oturup gezmek gibi şeriat ve ahlâkla çatışan davranışlardan men'etmek.

2-Ölçü veya tartı konularında; eksik ölçüp tartmak, alış veriş veya fiat tanzimindeki kusurları gizlemek, yeme-içme, özürlü eşyayı alıp satmak, yasak antlaşmalar, vurgunculuk (ihtikâr) gibi hüküm saha­sına girmeyen mes'eleleri çözmek veya mahkemelere sevkedip halli güç olan işlerin denetimini yapmak.

3- Umûmî yolculuğu kontrol:

Meselâ; halkın içecek sularını temin, surlarını inşa etmek, gelen yolculara yardım etme ve gereken kolaylıkları çoğaltmak, ulaşım kurallarına riayeti sağlamak ve halkı bu tür kurallara uymaya icbar etmek. Sahibine ve mala zarar vermemek cihetiyle balkonlu binaları yıkmak.[215]

Hisbe teşkilatı, hükümetin men'ettiği bir işi yapmaz. Hükümetin hisbeye tâyin ettiği memurlarına rağmen bu görevi yapmak aynı şekilde halkın da görevidir.

Devletçe yasaklanmış fiilleri işleyen herkesi hesaba çekmek halkın görevi olduğu gibi idarecilerin de sorumluluk sahasıdır. Ancak ilk plân­da hükümetin tayin ettiği hisbe teşkilatındaki görevlilerin bu vazifeyi yürütmeleri zorunludur. Başkalarına göre bu görev nafile mertebesin­dedir. Yâni fahri bir görevdir.

Şimdi muhtesib ile mutetavvf (=fahri memur) arasındaki farkı be­lirtelim.

İmam el-Mâverdî bu iki görevli arasında dokuz fark sayar. Şöyle ki:

1- Muhtesib, resmî memur olması nedeniyle farz işleri yaptırmakla görevlidir. Farz-ı kifâyeler dâhil nafile işleri yaptırma da fahri me­murun görevidir.

2-  Muhtesibin farz olan işleri yapması resmî görevidir. Görevini bı­rakıp başka işlerle uğraşamaz. Fahrî memurun görevi nafile cinsin­den olduğundan onun yerine başka işlerle de uğraşabilir.

3-Muhtesib duyulan zaruret üzerine tayin olunmuştur. Fahrî me­mur ise bir zaruret ve arzu üzerine tayin olunmamıştır.

4- Muhtesib kendisini tâyin edene cevap vermek ve direktiflerini ye­rine getirmek zorundadır. Fahri memur ise cevap vermek ve emirle­re uymak mecburiyetinde değildir.

5-Muhtesibin, açıkça işlenen kötülüklerden, terkedüen iyiliklerden bahsetmesi gerekir ki kötülüklerin kalkmasını, iyiliklerin yapılıp ya­yılmasını sağlayabilsin. Fahri memur ise bu çeşit kötülük ve iyilik­lerden bahsetmekle, yapılmamasını veya yapılmasını başkasına emredemez.

6- Muhtesib, açıkça işlenen kötülüklerin yapılması, iyiliklerin yapıl­maması halinde bir takım yardımcıları tutabilir. Kötülükleri yenme­de, iyilikleri yapmada resmî görev yaptığından., yardımcılar alma yetkisi vardır. Oysa fahrî memurun kendi sahasına giren konularda yardımcı alması doğru değildir. [216]

7- Muhtesib, alenî olarak kötülükleri işleyenleri, suçlar için konulan cezaların sınırlarını aşmamak üzere tazir cezalarıyla cezalandırır. Fahrî memur ise kötü işlere karşılık tazîr cezaları veremez. [217]

8-Muhtesib, çalıştığı teşkilâttaki görev karşılığı hazineden maaş alır. Fahrî memurlar önlediği kötülükler karşılığında maaş alamaz. Çünkü yaptığı işleri karşılıksız yapar.

9-Muhtesib, dinî hükümler dışında örfe ait hususlarda içtihadıyla hareket serbestisine sahiptir, insiyatifini kullanabilir. Sokaklarda oturma, sokaklara saçaklar, balkonlar çıkarmak gibi hususlarda gö­rüşü ne ise onu uygular. Bu yetki nafile işleri yapan fahri memurda yoktur. [218]

İslâm devletinin yapısı ile ilgili verilen açıklamalardan şu netice or­taya çıkmıştır; "Ma'rufu emredip münkerden nehyetme" İslâm dev­letinin yapıp yapmamakta muhayyer kaldığı bir görev olmadığı gibi, bu görevi yapanın sadece sevap kazanacağı terkedenin cezalandırıl­mayacağı bir çalışma da değildir. Aksine Allah Teâlâ'nın İslâm devle­tine farz kıldığı bir görevdir. Bu farziyeti yerine getirmek, devletin sorumluluklarının en önemlisi ve görevlerinin en büv görevi ihmâle uğratacak ve İslâm devletini ma'zur gösterecek hiç bir engel tecviz edilemez. Bu nedenle bu görev  "İslâmî karakteri dinin renk ve boyasını" tam anlamıyla yansıtan yegâne çalışmadır.

 

Ma'rufu  Emredip Münkerden  Nehyetmeye Çalışmak, İdarecilerin Görevidir

 

İslâm devleti ancak ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalış­makla ayakta kalır. Dolayısıyla ülkede dinin emir ve direktiflerine göre hayatm tüm kurumlarını yerleştirmek ve dinle çatışan her türlü isyan ve câhiliyye tortularını yok edip yasaklamak devlet başkanının görevi­dir. Devletin başı bu önemli görevi en ufak bir şekilde ihmal ederse devlet kuruluş gayesini gerçekleştirmede kesinlikle başarılı olmaz. Bu nedenle İslâm uleması der ki: "Ma'rufu emretmek münkerden nehyetmek, devlet başkanının görevidir."

el-Emir Sıddîk Hasan Han, "hacc" sûresinde geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederek şöyle der:

“Bu âyette, Allah'ın yeryüzünde iktidar verdiği kimselere ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmayı kabul etme ve bu görevi yap­maya da muktedir, kılma hükmü açıkça belirlenmiştir.” [219]

Ma'rufu emir, münkeri nehiy sadece bir görev değil, devlet başkanı­nın da başkasına yükleyeceği bir sorumluluktur. Çünkü devlet başkanı, herkesten daha çok bu görevin önemini anlama kudretine sahiptir. Zira ma'rufu emredip münkeri nehyetme görevi, kudret nisbetinde başarılı veya başarısızdır.

İmam İbn-i Teymiyye şöyle der: "Otorite sahibi, başkalarına nisbetle daha muktedirdir. Onların üzerindeki sorumluluklar, diğerlerinde yoktur. Şüphesiz ki sorumluluğun illeti kudrettir. Her insan kudreti nisbetinde sorumludur. [220]

İmam eş-Şevkânî: "Edasına kuvvet ve kudreti olmasına rağmen, ma'rufu emredip münkeri nehyetme farziyyetini ihmal edenler, en bü­yük ve en şiddetli günahı işlemiştir." görüşünü ileri sürer ve şöyle der: "Ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye kimin gücü daha çok olduğu halde, görevi îfâ etmezse, onun günahı şiddetli, cezası daha büyük ve suçu daha korkunçtur. Bu hususda Allah'ın kesin delilleri gelmiş, bur­hanları açıklanmış, mukaddes kitapları bunu dile getirmiş ve peygam­berleri de kullarına tebliğ etmiştir. [221]

Şüphesiz ki halktan birinin ma'rufu emretme ve münkeri nehyetme farziyyeti konusundaki ihmalkârlığı, -başkasına nisbetle güçlü ve oto­rite sahibi olduğu halde- ihmalkâr davranan devlet başkanının bu göre­vi yapması, başkasına kıyasla daha kolay ve daha hayırlıdır.

 

İdarecileri Islaha Çalışmak, Ma'rufu Emredip Münkerden Nehyetmenin Gereğidir

 

İslâm Devleti, katıksız dînî yasalara ve din kurallarına dayalı bir devlettir. Binaenaleyh onu yöneten idarecinin de Allah'tan hakkıyla korkan takva sahibi, âdil, ma'rufa tâbi ve münkerden kaçınan bir insan olması gerekir. Fakat bununla birlikte diğer insanlar gibi karar ve tatbi­katlarında hata veya isabet edebilir. Bazen ma'rufu terkeder, münkeri işler. Gerçekten onun bozguncu olması, zulmetmesi ye doğru yoldan sapması imkânları başkasına nisbetle daha çok olur.

Öyle ise, ma'rufu terkedip münkeri işlemeye başlayınca müslüman halk ne yapması gerekir? Bu durum, cidden muğlak konudur. Şimdi bu konuyu en doğru bir şekilde çözümlemek ve bu nedenle evvela esas teşkil edecek bazı temellerin tesbitini açıklamak gerekir.

Ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışma görevi, hükümet ve halkın birlikte sorumlu oldukları bir görevdir. Nasıl ki halktan bazı kimselerin şeriat kurallarına aykırı davrananları, devletin muaheze et­mesi görevi ise, halkın da devlet yöneticilerini işleyecekleri cürümleri sebebiyle muaheze etmesi en tabii hakkıdır. Fakat bununla beraber halk, İslâm devlet yöneticilerine iyilikte bulunmak ve onlara saygılı davranmakla emrolunmuştur.

Bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur:

Kim Allah'ın yeryüzündeki temsilcilerine (îslâm devlet yöneticilerine) saygılı davra­nırsa, Allah da kıyamet günü ona iyilikte bulunur. Onlara hainlik eden, saygılı davranmayanları da Allah kıyamet günü onları alçaltır, onlara değer vermez.” [222]

Eğer halk idarecilere iyiliği emredip onları kötülükten men'etmelerinden sorumlu ise -ki bunda hiçbir şüphe yoktur- idarecilerin, onlar­dan, kendi şahsiyet ve makamlarına halel gelmemesi açısından bu fari­zayı îfâ etmeleri gerekir. Halkın bu ikazlarını dinlemeleri, halk içindeki saygınlıklarının yitirilmesine, onlar üzerindeki otoritelerinin zayıflayıp ayıplanmalarına hedef teşkil etmez.

Allah Rasûlü (s.a.v.) aşağıdaki hadis-i şerifte halkm idarecisine kar­şı görevini nasıl yapacağım belirtmiştir:

“Ma'rufu emretme konusunda idarecilere yol göstermek isteyen kimse, bunu açıkça yapmaz. Elinden tutar kendisiyle tek başına görüşeceği bir yere götürür -eğer bu şekilde kabul ederse- söyleyeceğini söy­ler. Yok bunu kabül etmezse, o zaman üzerine düşeni yapar.” [223]

İdarecileri vaaz ve nasihatla düzeltmede hiçbir tereddüd yoktur. Bu tatbikat muhtelif asırlarda devam etmiş ve teamül haline gelmiştir. Ba­zen de güzel meyvesi de görülmüştür. Fakat ne zaman ki hisbe teşkilâtı ve idarecilerinin yaptıkları îkaz teamülünün etkinliği ortadan kalkmışsa, idareci zulüm ve azgınlığı devam edip haddi aşınca devletin işleri çözülemeyecek bir mecraya dökülmüş ve böyle bir tatbikat, mücâdele­ye, ayaklanmaya ve sorunları artırmağa zemin hazırlamıştır. İmam Gazali bu konuda şöyle buyurur:

"İdarecileri zorla men'etmeye çalışmak halkm kârı değildir. Yapacakları şey, iyilikle ve nasihatla ikazdır. Üçüncü mertebeye gelince (ki bu da sövme ve azarlamadır) onların kasalarmdaki mallarını ele geçirmek üzere saldırıp mallarını hükümdarlara teslim etmek, giydiği ipekli elbi­sesinden iplikleri sökmek, halk içindeki saygınlığına halel getirip, oto­ritesini düşürecek şekilde evindeki içki kaplarını kırmak gibi hususlar­da çeşitli görüşler vardır. Bu çeşit bir tatbikat mahzurludur. Böyle bir ortamda "münker karşısında susmak suretiyle nehyetmek" şeklinde tatbik olunan bir yöntemle yaklaşmak gerekir.

Burada iki mahzur aynı şekilde çelişmektedir. Bu hususda hüküm; münkeri nehyetmedeki aşırılığa ve idareciye yapılan saldırı nedeniyle otoritesinden azalan miktara göre, çözüm içtihada bırakılmıştır. Bu ise tesbiti mümkün olmayan hususlardan biridir.

Şüphesiz ki İslâm devletinin başkanı, kendisine yapılan beklenme­dik bir iyiliği hafif görür veya bir cahillik yapınca, dille yapılan nasiha­tin iyiliğe dönüşeceği devamlı bir münker işleyebilir. Aslında o genel olarak başarılıdır. Fakat idareci çok kere bununla yetinmez. İyilikleri ihmâl etmeyi ön plâna alır, kötülüklerle onları örter. İyilikleri yok et­mek ve kötülükleri diriltmek için devletin vâsıtalarını bu tatbikatın em­rine verilmesini umar, vasıtaları da bunun içirt hazırlar. Kuvvet ve ikti­darını, şerri desteklemede kullanır. Bunu yayar ve bununla zevk duyar! İyiliği zayıflatmak suretiyle dağıtır. Dînî görevlerini yapmayı ihmâl eder. Bu çeşit görevlerini ihmal edenleri ve şeriatçe yasaklanmış suçlan işleyenleri muaheze etmez ve bunları işleyenleri de cezalandırmaz.

Öyle ise müslüman bir toplumun kuvveti, idarecisinin ıslahında is­tihdam etmesi hakkıdır. Huzur ve sükûneti teminde yahut böyle bir idareciyi değiştirip yerine sâlih idareciler getirmeye çalışma hususunda böyle bir hükmü tatbik etmeye devam etmek caiz olmaz mı?

Sanıyorum ki İmam Gazali, idareciyi temize çıkaracak bir tarafı kal­madığı, saygınlığını yitirdiği- yukarıdaki sözünden de anlaşıldığı gibi- ve işlediği kötülüğüne karşı, kuvvet yoluyla aleyhinde hüküm verme­nin gerekli olduğu böyle durumlarda fetva vermektedir.

 

Îbn  Hazm'ın  Görüşü

 

İbni Hazm ve el-Cessas'ın bu konuda derinlemesine uzun araştırma­ları vardır. Fakat bu iki araştırıcının araştırmalarım doğru bir yaklaşım­la anlamağa çalışmamız ve maksatlarını tam anlamıyla elde etmemiz ancak bu konuda iki önemli hususa parmak basmak istediklerini dü­şündüğümüz zaman anlarız. O iki husus da şudur:

1- Ma'rufu emredip münkerden nehyetmesi için İslâm devlet başka­nına karşı silaha başvurma hususunda şeriatın hükmü.

2- Halktan bir cemaat ayaklanınca müslümanların takınacağı tavır.

Şimdi imam İbn-i Hazm'ın bu konudaki görüşünü evvelâ özetleye "İslâm ümmeti hiç biri hariç, olmamak üzere ma'rufu emretmek münkerden nehyetmeye çalışmanın farziyyeti üzerinde ittifak etmiştir. Fakat bu görevin keyfiyyeti hususunda ihtilâf içindedir. Ashâb-i kiram'dan (R.annum) Ehl-i sünnetin kadîm bir kısım uleması ve onlar­dan sonra gelenlerden bazıları; "bu farziyetten maksat; sadece kalb ile olmasıdır. Eğer güç yeterse dil ile söylenebilir. Yoksa el ile, kılıç çek­mekle ve hele hele silah kulanmakla asla îfâ edilmez " der.

Ancak ehl-i sünnetten bu görüşü ileri sürenlerin çoğu, halk arasın­da adalet varlığını kaybedince bu yola başvurmayı kabul ederler. Şayet adalet var fakat bunu yürüten de fâsık biri ise müslüman halkın kork­madan adaletli bir yönetici ile silaha başvurması farzdır.

Ehl-i Sünnet mezhepleri, mü'tezile mezhebinin tümü, Haricî ve Zeydiye fırkasının tüm ulemâsı, ma'rufu emredip münkerden nehyet­meye çalışma ancak silaha başvurmakla hallolacaksa silah kullanmanın farziyyetine'l hükmederek şöyle dediler. ''Eğer halkın taraftar ve savunu­cuları İslâmî anlamda bir cemaat halinde ise ve münkeri ortadan kaldır­ma imkânı olup kazanacaklarından ümitsiz değillerse, bu yola başvur­maları kendilerine farz olur. Şayet kendileriyle savaşmaları umulamayan ve başarıyla kendilerini zayıflatacak güce sahip olmadıkları bir düşman içinde iseler, münkeri el ile değiştirmeyi terk hususunda ruhsat içine girmiş olurlar."

İlk görüş taraftarlarından bazıları şöyle dediler: "Böyle bir durumda ayaklanma, kan akıtma, mallan ele geçirme, namusa tecâvüz ve olayın yayılmasında haramı mübah kılma anlamı vardır."

Diğer bir grup ise buna şu cevabı verdi: "Asla.... Zira ma'rufu emre­dip münkerden nehyetmeye çalışan kimsenin haram hududlarını çiğ­nemesi, haksız yere mal ele geçirmesi, kendisiyle savaşmayana taarruz etmesi helâl değildir. Eğer bu cürümlerden bir tanesini işlerse, görevi dışında bir davranış içine girmiştir. Fakat şeriatın yasaklayıp onaylama­dığı münkeri işleyeni öldürmesi -az veya çok da olsa- kendisine farz olur. Halkın, münkeri işleyenleri öldürüp, mallarını ele geçirmeleri ve bunları tahrip etmeleri haramdır. Bütün bunları işlemek, halkın değiş­tirmesi hakkı olmayan münker cinsinden bir tatbikat olur. Aynı şekilde münkeri değiştirmek ve ma'rufu emretme cinsinden ileri sürdükleri tat­bikatın korkusu bir engel olacaksa, bu bizzat ehl-i harb ile yapılan cihad çeşidinden bir engel olurdu. Bu, müslümanm onaylamayacağı bir davranıştır.

Şayet bu durum, Hristiyanlarm, Müslümanların kadınlarına ve ço­cuklarına sövme, mallarını ele geçirip, kanlarını akıtarak ve mahremle­rine tasallut şeklinde ortaya çıkarsa, yapılan tasallutların varlığına ba­karak, onlarla cihât etmenin farziyyeti hususunda müslümanlar arasın­da hiç bir ihtilâf yoktur. Şu halde bu iki tatbikat arasında hiç bir fark yoktur. Binâenaleyh bu iki durumu böyle kabul edip tatbik etmek cihâddır. Kur'an ve sünnetin çözümüne da'vettir."

Yapılması gereken şu; az da olsa bir zulüm ortaya çıksa, İmam Gazâli'nin bu konuda ileri sürdüğü görüştür.[224]

Devlet başkanı yaptığından men'edilir. Eğer bundan vazgeçer de hakka döner, vücut veya vücut organları hakkındaki kısasa boyun eğer­se, zina edene hadd tatbik edip, kazf (zina iftirası) ve içki içen için ge­rekli cezayı uygularsa azledilmesine hiç bir yol yoktur. O, olduğu gibi meşru devlet başkanıdır. Azledilmesi helâl olmaz.

Şayet görevlerinden birini ifâdan kaçınıp şer'i ölçülere dönmezse azledilmesi ve hakkı tatbik edecek birinin devletin başına getirilmesi farz olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“…İyilik etmek, fenalıkan sakınmak hususunda birbirinizle yar­dımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayın. [225]

Şeriatın yetkilerinden tek birini dahi ortadan kaldırmak caiz değil­dir. Nerede kaldı şeriatı tüm müesseseleriyle ilga etmek caiz olsun. [226]

Böylelikle bu zihniyeti taşıyanlar, bu ümmete muhalefet eden d\işmanlarıyla. aynı safta birleştiler. Çünkü bu kimselerin yaptıkları, İslâm'a karşı isyan eden toplulukla savaşmaktan, zulüm ve haksızlık yapan devlet başkanının İslâm'la çatışan davranışlarını men'etmekten müslümanları vaz geçirmek demekti. Hatta onların bu tutum ve anla­yışları yüzünden islâm milleti ahlâksız ve fâsık idarecilere mağlub oldu. Mecûsî ve her renkteki İslâm düşmanları ümmetin kurduğu İslâm bi­nasında büyür gedikler açtı. Zulüm yayıldı. İslâm'ın hükümranlığındaki ülkeler bir bir elden çıktı. Müslümanların hem dini hem dünyası el­den gitti. Dinsizlik, tecâvüz, putperestlik, Haramiyye ve Mazdekçilik gibi bâtıl mezhepler ortaya çıktı:

İşte bütün bu olanlar, İslâm ümmetini, şeriatın arzu ettiklerini emretmeye, onunla çatışan her çeşit ideolojik bâtılları men'etmeyi terketmeye ve zâlim devlet yöneticilerine karşı hakkı ketmetmeye şevketti. [227]

İmam'ul-Harameyn şöyle buyurur;

"O günkü devlet başkanı zulmeder, zulüm ve haksızlığı ortaya çı­kar da, yaptıklarından men'edildiği zaman vazgeçmezse, ehlü'l-hall ve'l-akd meclisi silah kullanmak ve kendisine karşı savaş açmakla da olsa bu devlet başkanını ittifâken görevden alırdı.[228]

İmam Nevevî bunu böylece arzettikten sonra şunu da ilâve etti: "Her ne kadar bu şekildeki bir görevden el çektirme garip karşılanırsa da böyle bir tatbikat "herşeyi alt üst eden bir ayaklanmanın doğu­racağı kargaşa ve fesat, devlet başkanını görevden el çektirmesiyle do­ğacak fesattan daha tehlikeli ve büyük olacağı" sonucunu doğuracağına hamledilmiştir. [229]

İmam Nevevî, İmamu'l-Harameyn’in ileri sürdüğü kesin görüşünü arzetmekle beraber sahip olduğu görüşde yalnız bırakmadığı halde bu görüşüne muvafakat da etmedi. İmam İbn-i Hazm, imam Cessas ve mu­hakkikin ulemasından başkaları da- yukarıda arzeitiğimiz gibi- Nevevi’nin görüşünü desteklemektedirler. Fakat "müslüman halkın ayaklan­masından doğacak huzursuzluk ve fesat, devlet başkanının görevden alınmasından doğacak fesattan daha tehlikeli olacağı ve ümmetin bunyesinde derin bir yara bırakacağı" ile ilgili görüş takdire şayandır. Kim bu delilin kuvvet ve üstünlüğünü inkâr edebilir:

 

Cessas'ın Görüşü

 

İmam Ebu Bekir el-Cessas'ın konu ile ilgili görüşü ise şöyledir; "Ümmetin selef-halef hukukçuları ve âlimlerden hiçbiri, münkeri terketmeyen devlet başkanına veya isyankâr bir topluluğa karşı silah kullanılamayacağı tezini müdafaa etmedi. Ancak birtakım kendim bil­mez, kimseler ve hadisi bildiğini sanan câhiller buna karşı çıkarak muhalefet ettiler.

Bu kimseler, silah taşıma ve kullanma meşrûiyyetine dair delil orta­ya çıkınca, isyan eden bir toplulukla savaşmayı, ma'rufu emredip mün­keri nehyetme görevini silaha başvurarak yürütmeyi hoş görmedikleri gibi, ma'rufu emredip münkeri nehyetmeyi fitne olarak isimlendirdiler. Hem de Allah Teâlâ'nın Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâ­vüz ediyorsa siz o tecâvüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar sa­vaşın[230] âyetin hükmünü işitmelerine rağmen, isyan eden fırka ile sa­vaşmayı hoş görmemeleri şâyân-ı hayrettir. Ayrıca âyetin lafzı, isyankar fırka ile kılıç ve benzeri silahlarla savaşı da farz kılmaktadır. Bununla beraber onlar: devlet başkanının zulüm ve haksızlık yapması, Allah'ın haram kıldığı birini öldürmesini münker olarak kabul etmediler. Mün­keri nehyetmeye çalışmak, ancak devlet başkanının dışındakilere kar­şı yapılır. Bu da, silah kullanmaksızın sadece el ve sözle ifâ edilir," zannına kapıldılar. Şeriatın yetkilerinden tek birini dahi ortadan kaldırmak haramdır.

 

IV.  Fasıl   

 

Dinîn Yenilenmesi Ve Ümmetin  Islahı: Ümmetin   İlerlemesinde Ve Gerilemesinde

Sünnetullah'ın  Rolü

 

Yeryüzünde hiç bir insan topluluğu yoktur ki tam anlamıyla düzen­li ve emin olarak yüksek bir seviyede hayat sürdüğü görülmüş olsun. Hayat seviyeleri ne tam düzenli ne tam düşük, ölüp ölmemek arasında standart bir hayat seviyesine sahiptirler. Durum böyle olunca, düzenli hayat sahiplerinin ve hayatlarını İslâm'la birleştirmiş salih kimselerin, içinde yaşadıkları toplumda daimî ve hamiyetkâr bir şekilde ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmaları gerekir. Ancak bu yolla onlar, fesatçıyı ıslah ederler, eğriyi doğrulturlar ve insanları disiplin al­tına alırlar. Zâlimin elinden tutup doğru yola getirirler. (Zira hayat İs­lâm'la tabîi seyrini takib eder.)

Şayet hakka da'veti yüklenen bu salih kişiler görevlerinde kusur ederlerse kötülük yaygınlaşır, şerr zararlı hale gelir, ümmetin tümü yok olmakla karşı karşıya kalır. Toplumda üstün ve faziletli yaşayışı yayıp, rezil ve kötü alışkanlıkları yok edenler, yeryüzünün tuzu ve dünyanın güzellikleri mesabesindediler. Toplumun bu kesimi susup görevini yapmakda gecikirse ümmet ruh ve canlılığını kaybeder. Fertlerine bir ço­ban gözü ile bakıp onları koruduğu, onlardan her türlü kötülüğü uzak­laştırıp, hergün ahlâkça kuvvetlendiği zaman bu ümmetin yıldızı parlar ve işte o zaman ilerler.

İyileri kötülerinden daha çok (Yâni iyilerin hâkimiyeti kötülerin mahkûmiyeti demek olanlar) ve fesadın, hayatının belirli bir kesimi arasına sıkışıp kaldığı toplumun, dünyadaki hayatını Allah mes'ud kı­lar. Allah Teâlâ böyle bir topluma ilerleme ve yükselme fırsatlarını ha­zırlar. Fakat iş aksine olunca yâni, toplumun kötü olanları iyi olanlarını mağlub etmiş ve iyi olanlar üzerinde hâkimiyet kurmuş, fesat umumi­leşmiş ve kötülük toplum hayatının her kesimini istilâ etmiş ise Al­lah'ın bu toplum hakkındaki yasası, "yavaş yavaş bu topluluğun dağıla­cağı, hâkimiyetinin azalacağı ve her çeşit sıkıntıyla karşı karşıya bırakı­lacağı" şeklinde tecellî eder.

Allah'ın, hakkında kesin olarak hükmetmiş olduğu bu sıkıntı ve anarşi, bazı beşerî güçlerle-askerî ve polisiye tedbirler-geçici olarak önü alınabilirse de, kendisine zulmetmiş (Allah'ın çözüm yolunu beğenmeyip, kendi kısır düşüncelerine kendilerini mahkûm etmiş) bu zâ­lim toplumun bütünüyle huzursuzluktan kurtulması kesinlikle müm­kün değildir.

Çünkü böyle bir toplumun -beşerî hangi gücü devreye sokarsa sok­sun- kurtulamıyacağını Allah Teâlâ şu âyet-i kerimesiyle işaret buyur­maktadır.

Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (toplumun bütününe de bulaşır ve hepsini perişan eder.) Hem bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.[231]

Zeynep binti Cahş Nebî (s.a.v.)'e "Aramızda iyi kimseler olduğu halde helak olur muyuz?" diye sordu da Allah Resulü:

“Evet, kötülük çoğalınca diye cevap verdi.”

Âyet ve hadis; "bir topluluğun iyileri kötülerler iç içe yaşar, salih kişiler zalimlerle aynı atmosferde yer alır, iyiler kötülere dokunmadan (sanki hiç bir fitne yokmuş, herşey süt liman, üstelik dînî kisve giyen­lerin kötülerin hâkimiyetinde yaşamalarını sürdürmek için zaman za­man fetvalar da üretirse) kahhâr olan Allah'ın azabının bu toplumu -iyi kötü demeden- topyekün azapla kuşatacağını" açıklamaktadır.

Görülüyor ki burada gelecek azab kesin olarak ifâde edilmiştir. Fa­kat genel olarak durum böyle değildir. Bu konuya genişçe bir nazar at­fetmemizde yarar vardır.

 

Islah Edenler Umûmî Azabtan   Kurtulurlar

 

Toplumda bazı kimseler vardır ki, kendini ıslah etmekle yetinir, başkalarına karışmazlar. Meselâ; kötülüklerden sakınırlar, fakat içinde yaşadıkları toplumda kötülüğe karşı sabreder ve kötülükle beraber ya­şarlar.

Bunun aksine bazı kimseler de, aldığı terbiye ve sahib olduğu iyi hasletleri; yaşadığı toplumda yok olan bir sünnet, dirilen bir bid'at, mağlub edecek bir bâtıl, başkasının aleyhine kullanılacak bir hak, yay­gınlaşan bir kötülük ve gizlenen bir iyilik karşısında seyirci kalmalarına ve müsamaha göstermelerine müsâde etmez. Böyle kimseler Allah'ın emirlerini Allah Rasûlü'nün ölçüleriyle yapar ve yapılacak amellerin bu ölçülerle yapılmasını emrederler. Kötülükten sakınır ve bunu aynı şekilde yasaklamaya çalışırlar.

Bazı ulema; "Umûmî azab salih kişilerden; âsî olan ve olmayan her iki gruba da bulaşır" görüşünün ileri sürdüler ki bu doğru değildir. Doğrusu, içinde yaşadığı toplumu ıslaha çalışmayan, sadece nefsini ıs­laha çalışan kişiler umumî azaba çarptırılacak, ikinci kısma dahil olan­ları -yâni hem kendilerini ıslah etmiş hem de başkalarının ıslahına çalı­şanları Allah koruyacaktır.Kur'an-ı Kerim azmış ve isyan etmiş ümmetlere azab gönderilince, peygamberlerin ve onlara îman edenlerin kurtulacağını açıkça haber vermektedir;

"Nihayet biz Rasûllerimizi ve îman edenleri selâmete erdiririz. (Müşriklere azâb çattığı zaman) böylece müminleri de, üstümüzde bir hak olarak kurtaracağız. [232]

Şüphesiz ki Allah Teâlâ, insanları ıslah etmek ve onlara doğru yolu göstermek için peygamberleri gönderir. Bu seçilmiş ıslahatçılar da, ka­vimlerinin işledikleri sapıklık, içine düştükleri şaşkınlık, çıkardıkları fesad, fitne, zulüm ve isyandan kurtarmak için devamlı ve çok kuvvetli bir mukavemetle karşı koyarak, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine göndere­ceğini va'dettiği mânevi yardım ve mühletlerden istifâde ile bu gayenin gerçekleşmesine çalışırlar. Bu nedenle kavimlerinin tertipledikleri komploların kötü sonuçlarından Cenâb-ı Hak kendilerini korur.

İşte bu 'âyet ve izahlar gösteriyor ki hidâyete vesile olanlar, salih ki­şi ve ısah edenler (gerek tarikat ve tasavvuf ehli, gerekse ilmen uzman­laşmış ve ruhî terbiyeyi de beraber yürütmüş olanlar olsun. Zira günü­müzde tarikat ve ruh terbiyesini almadan toplumun ıslah edilebileceği iddiası içinde olanlar var. Bugün bu görüşün iflâs ettiği en yetkili ilim otoriteleri tarafından ifâde edilmişti. Zira Allah Rasûlü de ilim hayatınruh terbiyesiyle beraber yürütmüştür. İşte bu vasıf ve karakteri taşıyan­lar her hâl-ü kârda Allah'ın azabından kurtulurlar.

Hadis-i şeriflerde de, Allah Teâlâ'nın zâlimlerle beraber salihlere azab etmeyeceği kesinlikle ifâde edilmiştir. Ancak bu salih kişiler ma'rufu enredip, münkerden nehyetmeye çalışmada ihmalkâr davranıp, uydurma ve bid'atlan değiştirmeye çalışmazlarsa cezaya çarptırılacakla­rı muhakkaktır.

Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur:

Hiç bir toplum yoktur ki içlerinde günah işlensin, sonra bunu de­ğiştirip yasaklamaya güçleri yettiği halde yasaklamamış da Allah Teâlâ oradaki bütün insanları azaba uğratmamış olsun.” [233]

Diğer bir hadisde:

"Şüphesiz ki Allah Teâlâ, işlenen özel bir günah sebebiyle halkın tümüne azab etmez. Ta ki işlenen günahlar her kesimi istilâ ettiğini gördüklerinde bunu yasaklamaya güçleri yettiği halde yasaklamazlar da işlerlerse, Allah o toplumun tümünü azaba uğratır."

Yukarıda arzettiğimiz hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki Allah Te­âlâ'nın azab ettiği kimseler, günah işleyenler, yasaklamaya güçleri yetti­ği halde münkeri men'etmeye çalışmayanlardır.

Bozuk bir toplumda münkeri ortadan kaldırmakla görevlerini ya­panlara gelince, bunlar açıkça ortaya atılmışlar. Bu nedenle de Allah'ın azabından kurtulmuşlardır. Hadis bilgini İbn-i Ebi Hamza ve Allâme Kurtubî de aynı görüşü savunmuşlardır. [234]

 

Kur'an-ı Kerîm'de Cumartesi Ashabı Kıssasına Getirilen Yorum

 

Yukarıda arzetmeye çalıştığımız hususlar, Kur'an'daki "cumartesi ashabı" dediğimiz kavmin durumunu teyid ediyor. Allah Teâlâ İsrâiloğullarına cumartesi gününde çalışmayı haram kıldı. Bu günü ibâdete tahsis etmelerini emretti. Bu nedenle İsrailoğulları bu günde dünya iş­leriyle uğraşmadılar. Fakat bir kasaba halkı deniz kenarına gelerek ko­nakladı ve Allah'ın emrine muhalefet etti. Cumartesi günlerinde balık avlamaya başladı. Kur'an-ı Kerim, kasabanın diğer halkından bir grub, onları bu yaptıklarının men'edip kendilerine öğüt verdiğinde üçüncü bir grubun şöyle dediğini bize nakletmektedir:

Allah'ın kendilerini (dünyada) helak edeceği veya (âhirette) çetin bir azab ile cezalandıra­cağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” [235] Va'z eden ıslâhçıların cevabı şu oldu:

"Rabbinize özür (dilemeye yüzümüz olsun) için. Umulur ki sakı­nırlar. [236]

Görülüyor ki kasaba halkı üç gruba ayrıldılar:

Birinci grup: Rabbinin emrine isyan etti ve Allah'ın yasaklarını çiğ­nedi.

İkinci grup: İsyankâr gruba öğüt verdi, işledikleri haramlardan on­ları vazgeçirmeye çalıştı.

Üçüncü grup ise: Allah'ın emrine itaatten ayrılmadı ama isyankâr zâlimleri men'etmeye de çalışmadılar.

Kur'an-ı Kerim şu ifâdelerle durumun seyrini sürdürür: "Vaktaki onlar artık yapılan vaazlar unuttular. Biz de kötülükten vazgeçirmekte sebat edenleri selâmete çıkardık. Zulmedenleri ise yapmakda oldukları isyan ve günahları yüzünden şiddetli bir azab ile yakaladık. Bu suretle onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakda ısrar edince kendilerine: "hor ve zelîl maymunlar olun" dedik[237]

Kur'an-ı Kerim, bu iki âyette iki önemli hususu açıklamaktadır: Birincisi: Azan ve isyan eden bir toplumun muhakkak Allah'ın aza­bına çarpılacağı,

İkincisi: Öğüt verip münkeri yasaklamaya çalışan toplumu da Al­lah'ın koruduğu ve koruyacağıdır.

Binaenaleyh hükmümüzü şöyle koyabiliriz:

"Şüphesiz ki Allah Teâlâ bir toplumu cezalandırınca, ma'rufu emre­dip, münkeri yasaklamaya çalışma farziyyetini hakkıyla îfâ edenler kur­tulacaktır."

Kur'an-ı Kerim, cumartesi günü hürmetini çiğnemeyen ve bu güna­hı işleyenleri men'etmeyen üçüncü bir grubun durumunun nasıl oldu­ğunu hususunu açıklamadı.

Ulemadan bazısı: "Bu grup da aynı şekilde kurtulan gruba dahil­dir." dedi. Bir kısım ulema da: "Bu grup, cezaya çarptırılan grup gibi Allah'ın azabına uğradı" görüşünü ileri sürdü.

Bu son görüşü, ma'rufu emretmeye ve münkeri nehyetmeye gücü yetenlere işaret buyuran yukarıda verdiğimiz hadis-i şerifler te'yid et­mektedir. Hadis şunu ileri sürüyordu. "Bir toplum görevlerini ihmal et­tiği zaman, Allah'ın, hakkında takdir ettiği azab kendisine isabet ede­cektir."

Allame eş-Şevkânî şöyle der:

"Ma'rufu emredip, münkeri nehyetmeye ehil olan herkes, Allah'ın hüccetini ayakta tutmayı üstlenmez ve Allah'ın kullarına tebliğ etmeyerek bundan yüz çevirirse o kimse, içinde yaşadığı toplumdan önce aza­bı hak etmiştir. Tıpkı Musa (a.s.) tâbilerinden cumartesi gününün kudsiyetini ihlâl edenlerin kıssasında olduğu gibi. Allah Teâlâ ma'rufu em­redip münkeri terkedenleri gazâbiyle azab ederek bize örnek veriyor. Cenab-ı Hak günah işlemekle haddi aşanların işlediklerini işlememekle beraber, onlan aşağılık maymunlar ve domuzlar olarak vasıflandırmak­tadır. Çünkü bu vasfı taşıyanlar, Allah'ın hüccetini (Kur'ânı hayatı ve tevhidi çizgiyi) insanlara anlatmaktan, ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmaktan kaçındılar ve sustular.

Nitece olarak, günah işleyenle onu işlemeyip işlenmesine rıza gös­teren (Yâni İslâm'ın yasakları çiğnendiğinde hiç ses çıkarmayıp susan ve îman gayreti taşımayan kimse) arasında hiç bir fark olmadığı gibi -içinde yaşadığı toplumdan bu günahı bütünüyle yasaklamaya gücü yet­memekle beraber- isterse bu günahın işlenmesine rıza göstermesin, yi­ne de bu münkeri yasaklamayı terk eden kimse arasında da fark yoktur. [238]

 

Salih Kişilerin Başkalarını Islah Etmeye Çalışmaları Farzdır

 

Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde Hak ile Bâtıl'ın mücâdele hikâ­yeleri çok tekrarlanmıştır. Bu gösteriyor ki hakka da'vet etmek husu­sunda insanlık iki gruba ayrılmıştır.

Birinci grup; Ümmete her merhalede muhalefet edip aşırı gidenler­dir.

Diğer grup ise; kalpleri ve düşüncelerinin derinliklerinde depres­yonlar meydana gelen, bu depresyonaların amel ve düşüncelerine yan­sıdığı insanlara, sevgi ve samimiyetle yaklaşan kâinatın rabbi olan Allah için ölüm kalım düşüncesine sahip olup çeşitli zorluklar ve meşakkatelere katlanıp bu uğurda son derece gayret gösterip, bunları eğitmekle kendilerini sorumlu sayan ihlâslı gruptur. Fakat bu konumda olan gru­bun durumu, pek uzun süre sıhhatli devam etmez. Yükselen ışık yavaş yavaş sönmeye mahkûm olabilir. (Yâni yapılan ihlâslı çalışmalara menfi propaganda ile gölge düşürülür. Zaten bu, şeytanın ve onun izinde gi­denlerin hedefledikleri çalışma programlarıdır, ihlâslı kişilerin yaptık­ları bu çalışma; günümüzde ister dünya müslümanlarının siyasî, sosyal ve hukukî sorunları olsun, ister ekonomik bağımsızlıklar olsun, daima tâğûtun emrinde olan doğu ve batı emperyalizminin, kendi arzuları doğrultusunda şekilendirdikleri bilinen bir gerçekteir. Umarız ki İslâm gençliği, emperyalizmin İslâm ümmeti için dirilişini engelleyen her tür­lü oyunlarını bozacaktır.) (Çeviren)

Nihayet münafıklar, ihlâslı mü'minlerin çalışma sahalarına nüfuz ederler. İslâmî görünümlerini korumakla beraber, inananlan, Allah Te­âlâ ile bağlantı kurmadan uzaklaştırmağa çalışırlar.

Allah Teâlâ peygamberlerin'den (a.s.) bir kaçını zikrettikten sonra şöyle buyurur:

"İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimet verdikleri pey­gamberlerden, Adem'in (a.s) zürriyetinden, Nuh (a.s.) ile beraber taşı­dıklarımızdan, İbrahim (a.s.) ile İsrail'in neslinden hidâyete erdirdiği­miz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara çok esirgeyici (Allah'ın) âyet­leri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Sonra, arkaların­dan öyle kötü bir nesil geldi ki namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardı." [239]

Âyet-i Kerime'de geçen bu nesil (kötü nesil) hak da'vete rezilce utanmadan da çağırıyorlardı. Fakat çoğu kez de böyle bir neslin varlığı, İslâm ümmetine karşı mücadeleci hasımlardan daha tehlikelidir. Sâdık mü'minlerin böylelerini ıslaha çalıştıkları, başkaları üzerinde bıraktık­ları kötü izlerini silmek için gayret sarf ettiklerine, zaman zaman tarih şahitlik eder.

Böyle bir neslin varlığından elem duymayan, kendisini harekete geçirmeyip bu neslin ıslahına ve değişmesine çalışmayanların îmanı çok korkunç ve büyük bir tehlikededir. Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur.

"Benden önce Allah'ın, bir ümmete gönderdiği hiç bir peygamber yoktur ki o peygamberin ümmetinden havariler ve sünnetine tâbi olup emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonralan onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan bir takım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücâdele ederse o rnü'mindir. Kim onlara karşı diliyle fnücâhede ederse o da nrü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücâhede ederse o da mü'mindir. Ama bunun ötesinde îmandan bir hardal danesi de yoktur." [240]

 

Başkasını Islaha Çalışan Kimse Kendini Islah Etmiştir

 

Ahlaken çökertilmiş bozuk bir toplumda yaşayan kişi -eğer salih bîr insan ise- ayağının kaymasından korkar. Böyle bir tehlikenin yok edilmesi için tek bir çıkar yol vardır. O da kişinin sahibi olduğu tüm gücü ile içinde yaşadığı topluma karşı mukavemet göstermesi, şerr ve rezilliğin karşıtı olan hayra ve fazilete da'vet etmesi, toplumun bünye­sindeki yaralan kapatmaya ve üzerindeki gafleti atmaya çalışmasıdır.

Aksi halde yapacağı en ufak bir ihmâl, bu toplumun etkisinde kalması işten değildir. Şüphesiz ki beyinsiz takımın karakteri iyiylere etki eder. iyiler de kendilerini fesattan kurtaramaz. Çoğu kez insan bu beyinsiz takımın sözlerini dinlemediği halde inanır, faydasız nasihatlerini ve ge­ride eser bırakmayan hatıratını yâd etmeye bile meyleder. Böylelikle ey­yamcı bir anlayışa sahib olarak, toplumu ıslah edici çalışmalarını terkeder, ye'se düşer, kendisinden başka kimseye zarar vermez.

Bir insan münker önünde hezimete uğrayınca, onu ortadan kaldır­maya yönelik çalışmadan da yüz çevirir. Artık kalbinde nefrete yer kal­maması, kazandığı kötülükten uzaklaşmaya çalışmaması tabiî hale ge­lir. Nihayet bu kötülüğü âdet edinir. Oysa daha önce bundan şiddetle nefret etmekte ve çok tiksinmekte idi.

 

İsrailogullarının  İçindeki Salih  Kişilerin Bozulması, Ma'rufu  Emredip Münkerı Yasaklamayı İhmal Etmeleri Yüzündendi

 

Allah Rasûlü (s.a.v.), İsrailoğulları arasında günah ve isyanlar işle­nip yayılmaya başlayınca, salih kişilerin bu günahları hoş karşılamadık­larını haber verir. Fakat bu salih kişiler, onların işledikleri münkeri gördüklerinde susmamaları için herhangi bir engel de görmediler. Son­ra onlarla aynı yerlerde birlikte oturdular, senli benli olup birbirlerine karıştılar. Oysa günahlardan nefret ettirmeye iten bu tür davranışlar (aslında bu tür hassasiyet, mü'minin sahib olduğu bir üstünlüktür) mü'minlerin kalplerinden silindi. Artık aralarından münkeri yasakla­maya çalışacak bir kimse kalmadı. Böylece Allah'ın rahmeti onlardan uzaklaşınca lanetine uğradılar.

Ebu Davud'da geçen bir hadisde Allah Rasûlü (s.a.v.) buyurdu ki:

"İsrailoğulları arasında bozgunluk şöyle başladı: "Bunlardan birisi, gü­nah işleyen diğer birisine rastlar: "Be adam Allah'dan kork, yapmakda olduğun işi bırak; zira o iş sana helâl değildir," der. Ertesi gün yine ada­ma aynı halde rastlar. Böyle olduğu halde, o adamla yiyip içmekten ve onunla düşüp kalkmaktan çekinmezdi. Onlar öyle yapınca Allah Teâlâ bunların kalplerini birbirine benzeti. Sonra; "İsrailoğulları içinde kâfir olanlar, isyanları ve Allah'ın ceza sınırlarını aşmaları yüzünden, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlendiler. Onlar yaptıkları günahlardan birbirini men’etmeye uğraşmazlardı. Bu ne çirkin bir şeydi. Bunlardan bir çoğunun kafirleri dost tuttuklarını görürsün. Onların nefisleri, ken­dilerini ne fena şeye, Allah'ın gazabına götürdü. Onlar azabda daim kalacaklardır. Bunlar Allah'a peygambere ve ona gönderilen Kitab'a inan­mış olsaydılar. Bunlar Allah'a peygambere ve ona gönderilen Kitab'a inanmış olsaydılar, kâfirleri dost etmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktırlar." mealindeki âyeti okudu sonra şöyle buyurdu:

"Hayır, ya ma'rufu emr ve münkerden nehyeder, zâlimi zulmetmekten men'eder, onu hakka çevirir ve hak üzerinde durdurursunuz, yahut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir; sonra sizi de İsrailoğullarını la'netlediği gibi la'netler." [241]

 

Ma'rufu Emredip Münkerî Nehyetmeyi  İhmalleri Yüzünden Israilogullarının Kınanması

 

Kur'an-ı Kerim'in, İsrail oğullarının ulema ve idarecilerini şiddetle kınamasının sebebi; Allah Teâlâ'nın, bu millete ümmetin ıslahında yükser bir görev sorumluluğunu yüklemesi, fakat onların ise bu sorumluluklarını edada kusur etmeleri, neticede gözleri önünde Allah'a isyan eden insanları gördükleri halde ses çıkarmamaları, başkasının hukuku­na tevâvüz edip, helâl ve haram arasını ayırmamaları ve kesin tavır ta­kınıp bâtılları değiştirmeye çalışmamaları idi. Allah Teâlâ buyuruk ki;

"Onlardan bir çoğunu görürsün ki günah (işlemek) de düşmanlık (yap­mak) da ve haram yemelerinde birbirleriyle sürat koşusu yaparlar, işlemekde oldukları şey elbet ne kadar kötü!..... Bari bilginleri, fakihleri onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye ça­lışsalardı ya. Herhalde yapmakda oldukları bu (san'at) ne kadar kötü. "[242]

Müfessir Er-Râzî bu iki âyeti tefsir ederek şöyle der:

"Şüphesiz ki Allah Teâlâ İslâm ümmetinin ehli kitaptan uzak kal­masını istemiştir. Çünkü onlar, sefil ve alçakları, halkı günah işlemek­ten men'etmediler. (Yâni bu, onların değişmeyen tabiatı haline geldi­ğinden ehl-i kitaptan, İslâm ümmetinin uzak kalması istenmiştir.)"

İşte onların bu tutumu bize; "münkeri nehyetme görevini terkedenlerin, bizzat onu işleyenin makamında olduğu" gerçeğine işaret et­mektedir. Allah Teâlâ yukarıdaki âyet-i kerimede iki grup insanı aynı ifâde ile kınamıştır. [243]

Bu gerçeğe parmak basan yalnız Râzî ve benzeri müfessirler midir? Kur'an-ı Kerim de münkeri terkedeni, onu işleyenden daha şiddetli ola­rak kınamıştır. Maide:62. âyetinde "Ya melûn"lafzı ile iktifa edilmişken, -(ki bu âyette münkeri işleyenler zikredilmektedir)- 63. âyette âlim ve fakihlerden, münkeri işleyenlerin bu yaptıklarından vazgeçirilmesi istendiği haberi verilmektedir. Münkeri yasaklamayı terkedenler "yasnaün" fiiliyle anılmakladırlar ki eğer bunlar, yasaklama görevlerini hak­kıyla yapsalardı, toplumda sefil bir grup türemeyecekti. Binaenaleyh münkeri nehyetmemek bir san'at olarak telakki edilmekte bu bu san'at sahipleri, Kur'an-ı Kerim'in -en yüksek tonuyla- itabına pazarlama­sına maruz kalmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim'in mezkur iki âyette İsrailoğullarının âlimlerine yönelttiği tenkidde, İslâm ümmeti ve özellikle İs­lâm uleması için bir ibret, bir öğüt ve büyük bir ders sergilenmektedir.

Âyet, görevini yerine getirip, sorumluluklarını yaparken ağır dav­ranmak, ümmetin ıslahı demek olan bu görevi terkedip, bundan yüz çevrildiğinde İslâm ümmetinin de -(İsrailoğullarının uğradığı akibet gibi)- Allah'ın gazab ve kınamasına ma'ruz kalacağım teyid etmektedir. Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak bir kimseye mücerred zatından dolayı düş­manlık yapmayıp, yaptığı iyiliklerine karşı buğz yapmadığı gibi, her­hangi bir kimseyi de şahsını sevdiği için günahlarını hoş görmeyebilir. Bu nedenle gerçek ulema, bu âyette daimî olarak, kendileri için şiddetli bir azarlama olduğu görüşündedirler.

İmam İbn-i Cerir et-Taberî şöyle buyurur: "ulema şöyle diyordu; "Kur'an-ı Kerim'de ulema için, bu âyetten daha şiddetli bir azarlama ve bundan daha korkunç bir âyet yoktur."

Yukarıda arzettiğimiz bu açıklama, Abdullah b. Abbas, Dahhak ve Ata'dan (R. amhum) rivayet olundu. [244]

Nebi (s.a.v.) bir defasında, İsrail oğullarının içtimâi fesad ve helake uğradığını anlattıktan sonra ümmetine şunu tavsiye etti:

"Hayır vallahi! Ya ma'rufu emr, münkerden nehyeder, zâlimi zul­metmekten men'eder, onu hakka çevirir ve hak üzerinde durdurursu­nuz. Yahut da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, sonra sizi de İsrailoğullarını lanetlediği gibi lanetler." [245]

 

İslâm Tarihindeki "Asr-ı Saadet" İslam Ümmeti İçin Her Açıdan En Yüce Örnektir

 

Asr-ı saadet dediğimiz İslâm'ın kamilen hayata tatbikatı demek olan bu ilk asır, her açıdan İslâm ümmeti için en üstün ve eşsiz bir hayat ör­neğidir. Çünkü bu asır, Allah'ın dinine hizmet ve tüm İslâmî ürünlerin gözle görülmesi açısından, geçmiş ve gelecek bütün asırların en hayırlısıdır. [246] Allah'a teslimiyet ve tevhidin bu asırda en büyük damgası vardır. Hak, bu asırda muzaffer idi. Bâtıl kovulmuş, hayır gelmiş, şerr arka çevirmiş, şeriatın onayladığı herşey katıksız hâkim ve her açıdan durulanmış halde. Onaylamadığı herşey (münker) solgun ve yeniktir. Nebî'nin (s.a.v.) en yüksek düzeyde dine da'vet görevini yürüttüğü gibi, "Bu din aynı şekilde gücümü en yüksek seviyede sarfederek bu ümme­tin ıslah ve eğitimini üslenmemi de benden istemektedir." buyurmuştur.

Peygamberin (s.a.v.) vefatından uzun bir zamana kadar herşeyden arınmış bu temiz asrın ürünlerinin hayattaki canlılığını muhafaza etti­ğine şahit olmaktayız. Sonra İslâm ümmetinin binasından birer birer te­mel taşların düştüğü müşahede edilir. Diğer bir ifâde ile ümmet, asırlar sonrası fesad boşluğuna yuvarlanarak en parlak hayat devresini sona er diriyordu.

Kâinat Efendisi'nin (s.a.v.) derin sezgisi bize şunu haber veriyordu:

"Sizin en hayırlınız benim asrımdır. Sonra onların peşinden gelen­ler. Daha sonra onlam peşinden gelen, daha sonra onları takib eden asırda gelenlerdir."

İmran: "Rasûlullah (s.a.v.) kendi asrından sonra iki defa mı dedi, üçmü bilemiyorum." demiş. Müteakiben:

"Onlardan sonra bir toplum gelecek ki, şâhid çağırılmadıkları halde şehâdet edecekler. Hiyânet edecekler. Emniyet olunmayacaklar. Va'd edecek yerine getirmeyecekler. Aralarında şişmanlık zuhur edecek.buyurmuşlar." [247]

Görülüyor ki İslâm ümmetinin bu b'irinci asrı için takdir edilen fazilet ne bir esasa ne de üstün tutulan bir tercihe göre takdir edilmiştir. Belki bu üstün övgüyü hakketmişlerdir. Şüphesiz ki onlar, Allah'ın din uğrunda büyük fedâkârlıklar göstermede ileri gitmişlerdi. Ümmetin ıs­lahında, eğitimde ve onlara nasihat etmede hiç bir gayreti esirgemedi­ler. Eğer daha sonraki asırlarda onların bu özellikleri görülmüşse şüp­hesiz ki bu övgüye lâyık idiler.

Allâme el-Kurtubî şöyle der:

"Şüphesiz ki Allah Rasûlü'nün asrı, mahza fazilet idi. Çünkü etra­fındaki bir avuç insan, kâfirlerin çokluğu nedeniyle inançlarında garib kimseler idiler. Dinlerine bağlı, bu uğurda gelen eziyet ve işkencelere karşı sabrederlerdi. Bu ümmetin son nesli, dini dosdoğru yaşar, ona sımsıkı sarılır, şerrin, fasıklığm, kargaşalığın, küçük ve büyük günahla­rın ortaya çıkışında yegâne hâkim Allah'a itaat üzere sabrederse, aynı şekilde -(başlangıçda olduğu gibi)- onlar da garib kimseler duruma dü­şecekler. İşte o vakit bu neslin yaptığı çalışmalar sadece İslâm için ol­muş olacak. Tıpkı bu ümmetin başlangıçtaki saf İslâm neslinin yaptığı gibi." [248]

 

Doğuşunda Ve Nihâyetinde İslâm'ın Garip Karşılanışı

 

Nebî (s.a.v.) bu dinin, içinde doğduğu toplumca garip karşılandığı gibi, günün birinde tekrar başladığı gibi garip karşılanacağım buyur­muştur. Dinlerine sâdık kalıp, dini Allah Teâlâ'nm muradına bağlı kala­rak yaşayanları -bulundukları hal üzere direnenleri- kutlamış. Bu ne­denlerle onlar içinde yaşadıkları toplumları içinde garip duruma düş­müşlerdir. (Yâni ölçü; müsluman -hangi asırda olursa olsun- içinde ya­şadığı toplumca garip karşılanmaya başlanınca, İslâmi yaşamaya başla­mış demektir. Öyle ise iyice garip olmaya devam etmelidir. Sahne sah­ne, gün be gün İslâm'ın her bir esasını hayatına dayanak, rengini kendi­ne renk seçmelidir. Her yönüyle Allah'ın boyasına bürününceye dek.) Nebi’den (s.a.v.) rivayet edilir, şöyle buyurmuştur:

"İslâm garip başladı. Ve (günün birinde) tekrar başladığı gibi garip kalacaktır. Ne mutlu o gariplere!" [249]

 

İnkarcıların Dîni Garip Karşılamaları

 

Günümüzde "dinin garip olması" demek, yaşadığı son asrında di­nin, Peygamber (s.a.v.) zamanında olduğu gibi bâtılın hâkim unsur ve satvet sahibi olduğu, sapık düşünce ve fikirlerin, uydurma sistem ve nazariyelerin tahakkümüne ma'ruz kaldığı, câhiliyenin güçlenip hâkimiyetini kurduğu ilk asrına dönmesi demektir. Fakat doğru fikrin taşıyıcısı ve buna da'vet edici makamında olanlar, daima azınlığı teşkil et­miş, toplumdaki varlıkları daima -ekseriyetçe ve sürü kalabalıklar tara­fından- rahatsızlık kaynağı olarak görülmüş ve kabul görmemiştir. Böy­le bir durumda insanlarla dolup taşan her şehir (genel olarak her yer) daima ahlaken çöker ve Allah'ı anmaktan uzaklaşır. Yeryüzünde din ile hükmedenler azalır ve rablerini unuturlar. En küçük bir yerde insanla­rı aydınlatacak kâmil bir insan aramak niyetiyle çıkıp, zor ve meşakka­te katlanır da uzun süre yorulsan ve araştırsan dahi derde deva bir kim­se bulamayacak kadar zor şartlarla karşılaylacaksm. islâm'a ışık tutacak ve onu bağrına basacak birini bulmak o kadar güçleşecektir. Eski bir Arap şairi şöyle der:

"İnsanlar ne kadar da çoğaldı. Hayır aksine ne kadar da azaldı. Al­lah şahittir ki ben yalan söylemiyorum. Çok kişiyi görmek için gözleri­mi açıyorum. Fakat hiç birini göremiyorum."

Nebî'ye (s.a.v.) "bu gariplerin kim olduğu" sorulunca şöyle cevap verdiler:

"Halkt kötülüklere mağlub olmuş ve isyankârları itaat edenlerinden daha çok bir toplumun arasında kalan salih kişilerdir." [250]

İşte bu salih kişiler, cehaletin ve azgınlığın karanlığında hidâyetin meş'alelerini taşıyan Allah'ın kullardır. Dünyada insanları ıslah etmek ve ruhlarını terbiye etmek gibi önemli ve zor bir görevi üstlenmişlerdir. Bâtılın kabarmasından korkmazlar. Aksine hakkı, ortadan kalktığı za­man tekrar yerine koyup, onun hakimiyetini kurmaya çalışırlar. Hatta onları "peygamberlerin halifeleri" diye adlandırırsak, hak ve doğrulu­ğun sınırlarını aşmış olmayız. Zira onlar, peygamberlerin üslendikleri en mühim bir görevi yüklemişlerdir. Yolunu kaybedenler, nebiler ve peygamberler vasıtasıyla doğru yolu buldukları gibi, onlar vasıtasıyla da hakkı ve doğruyu bulurlar. Bu nedenle Allah Rasûlü'nden (s.a.v.) ri­vayet edilen bir hadis-i şerifde "garipler" sözü şöyle açıklanmıştır.

"İnsanların (şeriat ve sünnetten) bozduklarım düzeltmeye çalışan­lardır. [251]

Nebî'nin (s.a.v.) bu sözleriyle ifâde etmek istediği bu salih kişiler, içinde yaşadıkları insanlar arasında yabancı garipler durumuna düşer­ler. Herkesçe garip karşılanır, düşünceleri hoş karşılanmaz, görüşleri yadırganır. Halk onların sözlerini, davranışlarını, iyiliklerini ve ahlâkla­rını garip bulur. Yolları tektir. Bu yolda kendilerine arkadaşlık edecek tek bir dostları yoktur. Buna rağmen, hayatlarının son anına kadar Al­lah'a güvenip dayanarak varacakları yere ulaşırlar. Bu ne büyük kurtu­luştur.

Allame İbnü'l-Esîr "din garibi" hadisini şöylece açıklar:

"İslâm, doğduğu asırda -o gün müslümanların azlığı nedeniyle- yanında hiç bir kimsesi olmayan tek başına kalan garip kimse gibi idi. Yine garip doğduğu güne dönecek. Yâni son zamanda gerçek müslümanlar azala­cak, garipler gibi olacaklar. Ne mutlu o gariplere! Yâni İslâm'ın doğu­şunda yaşayan o garip müslümanlar nasıl ki cenneti hakketmişler, so­nunda onların durumuna düşen garip müslümanlar da cennete girmeye hak kazanacaklardır. Bunların "garipler" diye tercih ve tahsis edilmele­ri, başlangıçta olduğu gibi sonuçta da inkarcıların eziyetlerine karşı sabretmeleri ve islâm'a bağlı kalmakta ısrar etmelerindendir." [252]

Bu garipler her zaman değişmez bir kural olarak İslami her çizgi­de yürüyenlerin karşılaştığı tüm meşakkat ve akıbetlerle karşılaşırlar. Bazen eziyetlere hedef, bazen acı söz ve darbelere maruz kalırlar. Hayat saadeti ve gönül rahatlığından mahrum, yakınları bile kendilerine düş­man önlerine mayın tarlaları çıkar. Huzur duyacağı yeryüzü kendileri­ne dar gelir. Yaşadıkları vatanda garip, aileleri içinde yabancılar gibi yaşarlar. Çok defa da kahır, zulüm ve işkence çektirilerek, varlıklarından ve yurtlarından çıkartılarak hicrete zorlanırlar.

"Kabilelerden (yâni bulundukları toplumlarından) koparılmak su­retiyle yalnız, kalanlar" hadisinde[253] geçen "Garipler" kavramının geniş anlamı bu ölçülerle ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Muhaddislerin açıklamalarına bakılırsa garipler, muhacirlerdir. Bu kelime tek başına doğru bir tasvirle "gariplik, işkence ve zulüm" olarak ifâde edilmektedir. Bu kavramı, tarihin derinliklerinden bakarak izah edersek göreceğiz ki hak taraftarlarından ilk cemaatin üzerinde yürü­düğü yolu "mahrem yol" şeklinde tasavvur etmek mümkündür. Bu mahrem yol başlangıçtakilerin çizdiği yol olmakla beraber, onların izle­rini sürdüren son nesil ise aynı yolun kurbanlarıdır.                             

 

İnsanlar Arasında Dinin Garip Kalması

 

Dindarların, dînî hayatı ihmal etmeleri, kâfirlerin yuvarlandıkları bâtılın akıntısına kürek çekip fitne uçurumuna düşmeleri, aynı şekilde dinin garip kaldığını ifâde eder. Artık kâfirin hâkimiyet kurduğu bir ül­kede -hükümran olmalarını sağlayan tüm kurumlarıyla yerleştiği için- fitnelere karşı mü'minin diretecek gücü, aksiyonu ve îman kuvvetinden söz edilemez, İslâm'a karşı küfrün ve İslâm dışı hayatın kurumlaştığı böyle bir toplumda, İslâm ışığında toplumun sorunlarını çözecek fikir kadrosunu oluşturan ulemanın, ilim öğrenip İslâm'ı yaşama gayetini güdenlerin sayısı azaldıkça azalır. Diğer bir ifâde ile çoğunlukla dine mensup olanlar, kuvvetli dînî tefekkür ve salih amel sahipleri azınlığa düşer, işte böyle bir vehâmet tablosu içinde sâdık mü'minler, Allah için çalışanlar ve Allah'ın dini uğrunda cihad yapanlar, bizzat kendilerine uyanlar içinde garip duruma düşerler. Fakat Allah ve Rasûlü'nün (s.a.v.) hadis-i şerifle'rinde bu çeşit garipliğin izahını görmekteyiz. Ga­riplerin kimler olduğu sorulunca: "İnsanlar ahlaken çökünce, îman ve ahlâk üzere sebat edeni erdir. "[254]

Diğer bir hadis-i şerifte "gariplerin kim olduğu" sorulunca şöyle ce­vap buyurular:

"İnsanların, sünnetimden (İslâmî yasaları ve benim tatbikatlarımı yürürlükten kaldırmak suretiyle) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalı­şanlardır. [255]

Diğer bir rivayet de şöyledir:

"Sünnetimi yaşatanlar ve onu insanlara öğretenlerdir." [256]

Bazı muhaddisler bu hadis-i şerifi çeşitli yönlerden açıkladılar. Meselâ İmam El-Evzâî şöyle buyurur:

"İslâm'a inananlar silinip gitmez. Fakat sünnete sarılanlar yavaş ya­vaş azalarak varlıkları yok olur. Hatta öyle bir zaman gelir ki bir ülkede ancak birkaç yerde sünneti yaşayan birkaç salih kişiye rastlanır. İşte bunlar garip kişilerdir." [257]

İmam İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye "Gurbet" kelimesini derinlemesi­ne inceleyerek daha geniş yer vermiş ve şöyle demiştir.

"İnsanlar arasında müslümanlar gariptir. Müslümanlar arasında mü'minler gariptir. Mü'minler arasmda ilim sahipleri gariptir, Bid'at eh­li ve nefislerinin arzularını kanun yapıp bu arzularına uyanlar içerisin­den ayrılıp sünneti yaşıyanlar gariptir. Muhalliflerin işkence ve eziyet­lerine sabrederek sünnetleri yaşamaya da'vet edenler, bu sayılanların en çok garip olanlarıdır. Fakat bunlar Allah Teâlâ'ın hakîkî yakınlarıdır. Aslında onlar asla garip değildirler. Onların gariplikleri ancak çoğunluk arasında görünüş itibariyledir.                                                     

Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"Eğer yer (yüzün) de bulunan (insan)larm (kâfir yahut câhil ve ar­zularına uyanların) çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar tereddütten gayri bir şeye uymazlar, onlar yalan söyler (adamalardan başka da (birşey) değildirler." [258]

Ayetin vasfettigi yeryüzündeki, "insanların çoğu "ifadesi, Allah'tan, peygamberlerinden ve dininden uzak yaşayan gariplerdir, Onların garabeti -âyette işaret edilen tanınmış kişiler de olsalar- vahşi ve ürkütücübir garipliktir."

İbnü'l-Kayyım satırlarını şöyle sürdürüyor:

"Gariplik birkaç çeşittir. Halk arasında; Allah dostları salih kişilerin ve peygamberlerinin sünnetine sarılan salih ulemânın garipliği. Bu, Al­lah Rasûlü'nün (s.a.v) övdüğü garipliktir. Bu gariplik bazen belli olma­yan biryerde, bazen belirsiz bir vakitte, bazen de bilinmeyen bir toplu­luk arasmda olur. Fakat bu garipliğe erenler Allah'ın hakîkî taraftarları­dır. Allah'tan başkasına kesinlikle sığınmazlar, peygamberi Hz. Muhammed'den (s.a.v.) başkasına mensup olmazlar ve onun mesajından baş­kasına kulak, vermezler....."

İbnü'l -Kayyım incelenmesinin özünü şöyle açıklar: "Gerçek İslâm (ki Allah Rasûlü (s.a.v.) ile ashabının anladığı İs­lamadır) ilk çıkışma kıyasla bugün en şiddetli yanhzhğmı yaşamaktadır. Her ne kadar görünen manzara ve izleri ile tanınacak şöhrette ise de hakîkî müslümanlık cidden gariptir.

Böyle bir İslâmî anlayışın taraftarları, halk arasında en şiddetli yal­nızlığı yaşayan gariplerdir. Öyle ise Rasûlullah'ın (s.a.v.) işaret buyur­duğu tabileri ve başkanlıkları, makam ve idare sahibi 72 fırka arasında bir tek fırka nasıl az ve garip olmaz? Bu fırkaların arkasından gitmek ancak Rasûllulah'ın (s.a.v.) arzettiği İslâm'a muhalefet olmaksızın mümkün olmaz. Çünkü Rasûllullah'ın getirdiği İslâm'da, onların arzu ve zevkleriyle temelde bir çatışma vardır. Çalışma ve faziletlerinin sonu demek olan bu yeni icad ve şüphelerle uzlaşmaları, istek ve maksatları­nın gayeleri olan şehvetlerini terketmeleri mümkün müydü? Zira her biri kendi görüşünü beğenmiş, ihtiraslarının kölesi olmuş ve arzuları­nın peşinden sürüklenmiş böyle bir toplum arasında, şeriatine uyma çizgisinde Allah'a bağlı kalan mü'minler nasıl garip kalmazlar?" Bu konuda devamla İbnü'l-Kayyım şöyle der:

"İslâm hakkındaki derin sezgisi, peygamberin sünnetini anlamada­ki derin anlayışı, Kur'ân-ı Kerim'i kavrayışından dolayı Allah'ın (c.c.) yaşattığı insan.... Özünü istilâ etmiş sınırsız arzular, uydurma ve dalâ­letlerden kendisini koruduğu, Resûlulah (s.a.v.) ile ashabının üzerinde bulunduğu dosdoğru yoldan uzaklaştıranları kendisine tanıttığı mü'min, eğer arzu etsin.... Evet mü'min, her yönüyle açık seçik böyle bir hayatı arzuluyorsa, câhilleri ve bid'at ehlini etkisi altına almaya alış­tırsın. Onların kendisine karşı hücumlarına, kendisini hiç yerine koy­malarına, insanları kendisinden nefret ettirmelerine ve halkı kendisin­den uzaklaştırabileceklerini hesaba katarak alışık ve hazırlıklı olmalı. Nasıl ki önceki kâfir selefleri Allah Rasulü'ne ve onun izinde yürüyen­lere karşı her çeşit boykot ve hakaretleri yapmakda geri kalmadı.

Fakat onları hakka çağırırken savunup inandıkları şeyleri birden kötülemek; onların ayaklanmalarına, kendisi hakkında kötü niyet bes­lenmelerine, tuzak kurup ileri gelenlerini ayaklandırıp aleyhine çevire­bileceklerini de hesaba katmaları gerekir.

İşte inançları bozuk bir toplum içinde, dinini yaşayan böyle bir da'vetçi gariptir. Usûlüne uygun namaz kılmamalarından dolayı usûlü­ne göre namazını kılan kişi gariptir. Gidiş yolları bozuk ve sapık olan toplum içinde hidâyet yolu İslâm çizgisinde yürüyen mü'min gariptir. Hak'ka mensup olup hakkı savunduğundan dolayı, bâtıla karşı çıkıp bâtıllara muhalefet yapan müslürnan gariptir. Onlarla olan ilişkilerde bile gariptir. Zira mü'min, İslâmî ölçülerle ve onların arzularına muha­lefet ederek onlara yaklaşır veya uzaklaşır.

Tek kelimeyle, mü'min dünya ve âhiret hayatında daima gariptir.

Halktan uzanacak sıcak bir dost ve yardımcı eli bulamaz. Câhiller ara­sında yaşayan bir âlim, bid'at ehli arasında kalan bir peygamber takipçi­si, bid'atlere ve sapık arzulara da'vet edenler arasında Allah ve Rasûlü'ne çağıran bir da'vetçi gariptir. Şeriatın onayladığı her emrini yaşayıp ve emreden kimse gariptir. Ma'rufu emreden bir toplum araısnda, münkere ma'ruf, mu'rafa münker gözü ile bakan şeytânı bir toplumu bu sa­pık anlayışından vazgeçirmeye çalışan İslâm da'vetçisi gariptir. [259]

"Dinin garipliği" ile ilgili verilen bilgiler, onu olumsuz görenlerin iddialarının geçersizliğini ve Nebî'nin (s.a.v.) yol göstericiliğinin ışığı altında eriştiği hidâyet yolundan İslâm ümmetini saptırma temayülleri­nin boşa çıktığını açıkça ortaya koymuştur. Bu şartlar içerisinde Allah Rasûlü'nün sünnetine bağlı kalmaya ve onu -her ne olursa olsun- yaşat­mağa çalışanlara ne mutlu. Fakat sünnetin, Nebî'nin (s.a.v.) hayatının muayyen bir cephesi şeklinde anlaşılması gözden uzak tutulmamalıdır. Zira sünneti Allah Rasûlünün tüm hayatını programlaştıran şümullü bir hayat programı olarak kabul etmek zorunluluğu vardır. (Çünkü en ekmel nizam olan islâm onun eşsiz varlığında yaşatılmıştır. O, İslâm'ın müşahhas ve tek örneğidir)

Diğer bir ifade ile sünnet, Nebi'nin (s.a.v.) bütün yönleriyle da'vet ettiği îman ve amel nizamı'nı temsil eder. Bir kimse bu nizamın tümü­nü kabullenip uymadığı müddetçe sünnete bağlı olduğunu asla iddia edemez. Onun getirdiği îman ilkelerine, yasal olarak inanır, hiç bir şüp­he isnâd edemez. Arzu ve şehvetlerin kirletmediği bir amel olarak ya­şar.

İbn-i Receb el-Hanbeli şöyle der:

"Hasan, yunus b. Ubeyd, Süfyan, Fudayl gibi ulemanın dedikleri gi­bi kâmil sünnet, şüphe ve aşırı arzulardan uzak olan yoldur. "[260]

 

Fitnenin  Çoğaldığı Asırda Allah Rasûlü'nün Sünnetine Bağlı Kalmanın Emredilmesi

 

Hadis-i şeriflerde geçen "dinin garip olma zamanı" "fitne zamanı" olarak adlandırıldı. Hikmet açısından bakıldığında görülecektir ki, in­san fikrî ve amelî yönden bu dönemlerde sınavdan geçer. Kör dimağlar ve basiretsizler bu fitnelerden kurtulmadıkça, bazı dönemlerde ise azim sahibi ve îman ehli ihlâslı kişiler bu fitnelerden emin olmadıkça fitne tehlikesi hüküm sürer. Kasırga ve fırtınalar gibi yayılarak her tarafı ka­sıp kavurur. Amel ve îman binası sarsılır.

Tarihe bakıldığında, İslâm ümmetinin böyle fitne asırlarının çoğunu yaşadığı, dinin ve îmanın çeşitli tehlike ve mihnetlere ma'ruz kaldığı görülecektir.

20. Asır İslâm Ümmeti, aynı şekilde, ilhad ve dinsizliğin fikrî, te­orik, ahlâkî, ibâdet, medeniyet, kültür, sosyal ve siyasal yapısıyla tehdid edildiği korkunç fitneler merhalesinden geçmektedir. Bu sınavda başa­rılı çıkmanın tek yolu -dün olduğu gibi bugün de- Peygamber'in (s.a.v.) ve ashabının anladığı asr-ı saadet mantığına göre şekillenen İslâm'a ye­niden dönmektir.

Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) bir defasında bir hutbe îrad etti, bir yerinde şöyle buyurdular:

"Benden sonra yaşayacak olanlarınız çok ihtilaflara şâhid olacak. Böyle bir zamanda size düşen, benim ve hidayet üzere olan râşid halife­lerimin tatbikatına sımsıkı sarılmanızdır. Bu tatbikat üzere kalmakda -ısrar ederek  dişlerinizi sıkınız. Sizleri, işlerin uydurmasından- dinde olmayan asılsız şeylerden  sakındırırım. Şüphesiz ki her dinde olmayan şey bid'attır. Her bid'at ise sapıklıtır. Her sapıklık ise cehenneme götürür." [261]

Nebî (s.a.v.) bu hadiste; sünnete sarılma, sünnetleri yaşatma, fitne­lerin hüküm sürdüğü asırlarda bid'atlerden kaçınıp onları yok etmeye teşvik etmekte ve Rasülüllah'ın (s.a.v.) hayatını yaşama savaşını veren mü'min ve ihlâskar liderlerin bu gayretlerinin karşılığında çok çeşitli ecirlerle müjdelenecekleri haberi verilmektedir.

1- "Amr b. Avf  El-Müzenî'den (r.a.) rivayet edilmiştir:

Rasûlullah (s.a.v.) Bilal b. El-Hârise "Şunu bil" buyurdu da Bilâl:

"Neyi bileyim ya Rasûlallah!" Rasûl-i Ekrem buyurdular ki:

"Şunu bil ki, benden sonrası sünnetlerimden; tatbikatı hayattan kaldırılmış birini kim tekrar yaşatırsa, ona sünnette amel edenler kadar hiç bi­rinin savatımdan hiç bir şey eksik olmaksızın sevap vardır." [262]

2- "Ümmetimin (İslâm'dan uzaklaşması demek olan) fesadı sırasın­da sünnetime yapışan kimseye birşehid sevabı vardır.

Bu hadisin başka bir rivayet şekli de şöyledir:

"Ümmetimin bozulması anında sünnetime bağlı kalan kimseye yüz şehid sevabı vardır."

Yukarıda arzettiğiimiz iki hadis, bir yönden sünnete uymanın ehemmiyetini açıklarken, diğer yönden de hadislerde şiddetle yerilen sapıklık ve fesad diye ifâde edilen bid'at'ın kötülenme sebebine işaret etmektedir.

Şu bir gerçektir ki bid'at; "dinin değiştirilmesi ve maksadından saptırılmasıdır" Binaenaleyh her ne zaman bid'at bir fırsat bulduysa dinin kökü olan sünneti tahribe yeltenmiştir. Afif b. Haris es-Semâlî'den riva­yet edilir: Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Bir bid'at ortaya koyan bir topluluk yoktur ki onun karşılığında bir sünneti kaldırmış olmasın. O halde sünnete (Rasûlüllah'ın (s.a.v.) tatbikatına) sarılmak bir bid'atı kaldırmaktan daha hayırlıdır." [263]

Abdullah b. ed-Deylemî [264] şöyle buyurdu: "Dinin ilk unutulacak olan kısmının sünnet olduğu haberi bana ulaştı. Din, sünnet'in birer bi­rer unutulmasıyla ortadan kalkar. Tıpkı ipin kat kat çözülüp yumağın azaldığı ve yok olduğu gibi." [265]

Diğer bir rivayette şöyle buyrulur:

"Kim bid'atçıyı ağırlarsa İslâm'ı yıkmak üzere yardım etmiştir. [266] Sünnet, dün olduğu gibi bugün île gariptir. Ama her Bid'atı parçalamak ve sünnete sarılmayı kendilerine görev olarak yükleyenler kurtulmuş­lardır.

İmam ez-Zührî şöyle buyurur:

"İslâm uleması daima şunu söyler; "Sünnete sarılmak kurtuluştur." [267]

 

Fitnelere Karşı Durmak, Ma'ruf'u Emredip Münkerden  Nehyetmek Demektir

 

Sünnet ehli, insanların, Nebî (s.a.v.)in insanlığa takdim buyurduğu İslâm üzere sabit kalmalarında ısrar ederler. Hangi şartalarda olursa ol­sun, insanların sünnet çizgisinden sapmamaları için ona da'vet etmeyi şiar edinirler. Bu nedenle de sünneti lâyık olduğu mevkiye yerleştirmek ve insanlar arasında hâkim unsur oluncaya dek tüm varlıklarını sefer­ber etmişler, sahip oldukları tüm vasıtaları, İslâm'la çatışan her çeşit fit­ne, bâtıl hareket ve saptırıcı cereyanlara karşı koymada kullanmışlardır. Görülüyor ki arzettiğimiz bütün bu çalışmalar, ma'rufu emredip münkerden nehyetme gibi İslâm devletinin temel esasının geniş sahası için­de yer almaktadır. Böyle bir çalışma, devamlı olarak İslâm ümmetinin himayesinde var ola gelmiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)  bu ümmetin ya­şayacağı son asırlarda aynı şekilde ma'rufu emredip münkerden neh­yetme görevini üstlenecek ve İslâm'a karşı boyunlarım verip her çeşit fitneye karşı koyacak bir cemaatın varlığını bize haber vermiştir. Efen­dimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Bu ümmetin nihayetinde bir toplum çıka­cak ki İslâm'ın başlangıcındaki inanan ilk topluluğun elde ettiği ecrin benzerini elde edecekler. Onların özelliği; ma'rufu emretmeleri, münkeri nehyetmeleri ve her çeşit fitne ile savaşmalarıdır. "[268]

Diğer bir hadis-i şerifte şöyle, buyurulmuştur:

"Ümmetimden öyle bir topluluk vardır ki evvelkilerin elde ettikleri sevaba nail olacaklar. Zira onlar şeriatın hoş görmeyip yasakladığı her çeşit kötülüğü kötü görürler. [269]

 

Bu Ümmet, Dini Koruyacak Bîr Topluluktan Asla Uzak Kalmaz

 

Kâinat, son olarak Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed (s.a.v.) vasıtasıy­la gönderdiği din ile şereflenmiştir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Allah Teâlâ dinini kıyamete kadar dipdiri olarak, tam bir vakarla, her çeşit şer cereyanlarından uzak kalmasını ister. Bu nedenle her asrın ba­şında unutulmak üzere bulunan dinini yenileyip koruyacak bir müceddidi (=kafa ve gönüllerden silinmiş ve unutturulmak istenmiş dini ye­niden yorum ve açıklamalara tabi tutarak arzeden müctehid islâm bil­gini, arifi ve peygamber vârisi birini) gönderir.

Peygamberimiz (s.a.v.) dinine tâbi olanların, dînî ve ahlâkî bir çok günah ve isyanlara gireceklerini, bu nedenle de geçmiş ümmetlerin iş­ledikleri cürümleri işleyerek tarihin tekerrür edeceğini, fakat -bununla beraber- aralarında, dini aslî şekil üzere koruyacak, ümmeti iç veya dış her çeşit saldırı ve zararlı cereyanlara karşı savunacak, dine yönelik hü­cumlara karşı koyacak, dini aslî şeklinden çıkarıp tahrif edecek davra­nışlara yönelik reformist yaklaşımları boşa çıkaracak İslâm savunucusu. bir cemaatin var olacağını da haber vermiştir. Bu cemaat, Allah'tan gay­ri hiç bir şeyden korkmaz. Allah'tan başkasına sığınmaz. Hiç bir emper­yalist tahakküme boyun eğmez. Her cephede dini uğrunda savaşır. Taş­kınlıklar başa gelince bütün varlığını feda eder. Kendisini aşağılayanları sıkıntıda bırakır. Kendisine muhalif davrananlara karşı hak uğrunda çarpışır. Nebî (s.a.v.) bu taife hakkında şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimden bir taife Allah'ın emrini (Allah'ın yeryüzündeki yö­netimini üstlenip) tutrnakda devam edecektir. Onları aşağılayan veya muhalefet edenler kendilerine zarar veremeyecektir. Nihayet Allah'ın emri gelinceye kadar onlar düşmanlarına karşı galip durumda olacak imam Buhârî hadisde geçen taifeyi "ilim sahipleri" olarak kabul eder." [270] Fakat imam Nevevî bu taifenin vasıflarına daha geniş açıdan bakar ve şöyle der:

"İhtimal ki bu taife muhtelif yerlerde yaşayan mü'minler arasında dağılmıştır. Bazıları yiğit savaşçılar[271]bir kısmı hadis ve fıkm ulema­sı, kimisi zühd (ve takva) ehli; kimisi de ma'rufu emreden, münkeden nehyeden zevattır. Bunlardan her birisi hayır ehlidir. Hepsinin bir yerde bulunması gerekmez. Bazen de yeryüzünün çeşitli kıta ve ülkelerine dağılmış olabilirler." [272]

Nebi (s.a.v.) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurdular: "Bu ilim (sünnet ilmi, İslâm ilmi), kendisini yasaklayacak kimsele­re karşı, güvenilir kimselerce isyankârların tahrifinden, bâtıl ehlinin hi­lesinden ve câhillerin yorumlarından korunarak (gelecek nesle) taşınıp aktarılacaktır." [273]

Allah Rasûlü (s.a.v.) bu göreve "dini yemlemek" diye adlandırdı ve şöyle buyurdular;

"Allah Teâlâ her yüz sene başında bu ümmetin dinini yenileyecek bir müceddidi muhakkak gönderir"[274]

Gerçekten bu müceddidler, dini, ilk ve en doğru safiyeti üzere ko­rumuşlar. Tıpkı fesadın ve dalâletin, topyekün ümmetin bünyesine ya­yılmasına müsâde etmedikleri gibi.

Tarih, Nebî'den (s.a.v.) önce gönderilen peygamberlere şehadet eder ki, bir kısım peygamberin, -eseri kalmayacak şekilde tarihe karı­şıp getirmiş oldukları ilâhî talimatları yok olmuş. Bir kısmının ümmeti bu ilâhî esasları tahrif ederek- hak ve bâtıl birbirinden ayırdedümeyecek şekilde birbirine karıştırmıştır. Fakat kâinat efendisi Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) getirdiği İslâm dinini kıyamete dek bilen ve temsil eden bir taife var olduğu gibi, aslî şeklini korumak üzere de devanı edecek­tir.           

Her ne vakit fitne ateşi şiddetlenir, hemen bu ateşi söndürmekte tereddüt göstermeyen ehlullah'dan insanlar ortaya çıkar. Çok defa ma'ru­fu emredip, münkeri nehyetmeyi teşvik eden bu kişiler, bazen zaaf gös­terir, fakat bu zaaf süresiz devanı etmez. Toplumun vicdanını karartan ve bünyesine yerleşmiş bulunan her çeşit tahrifat ve uydurmaları, ya­lancıların hilelerini ve saptırıcı yorumlarını yok edecek mücâhid, ihlâslı da’vetçiler ve dini aslî şekli üzere koruyacak müceddidler ortaya çı­kar.

Dini korumak için sahip oldukları bütün güçlerini seferber edenler var olacaktır. Velev ki bu gayretleri, içten ve dışdan veya onların temiz varlıklarını zahiren kirletecek yönde, kendilerine yönelik bir takım ağır sorumluluklar yüklese de, din adına bu tür ağır risklerin altına girmek­ten çekinmezler. Bugün bunları tanımamız zor olmakla beraber varlık­ları bir gerçektir.

Ümmetin varlığı kendileriyle kâim müceddidlerin varlığı bu ümmet içinde gerçekleşmiştir. Şöyle ki; her ne zaman bu ümmetin içinde fesat veya hak çizgiden sapmalar meydana gelmişse, ümmetin içinden yiğit­çe ortaya çıkan ıslahçılar görev başına geçmiş, fesadın önüne sed çek­mişler, fesatçıyı ıslah etmişlerdir. Böylelikle bu ümmet büsbütün aslî varlığından kopmamış, 14 asır gibi uzun bir müddet içerisinde -velev bir merhale de olsa- dalâlet üzerinde ittifak etmemiştir. Allah Rasûlü (s.a.v.) bu hakikati şöyle belirlemiştir:

"Ümmetin dalâlet (= matlub ve maksud'a ulaştırmayan bir yola bağlanma) [275] üzerinde birleşmez." [276]

İslâm'ın geçmiş tarihinde bu haber tasdik görmüştür. Bugün de ge­lecekte de bu tasdik devam ediyor ve edecektir inşallah.

 

Ümmeti   Islah  Etmek Ve Dini Yenilemek, Tüm İslâm Ümmetinin Sorumluluğudur

 

Şüphesiz ki İslâm ümmeti içinde en nazik dönemler ve zor şartlar içinde de olsa bütün bu zorluklara rağmen ümmetin ıslahı ve dinin ko­ruyuculuğu gibi hayatî bir görevi üstlenen müceddidlerin varlığı kesin­tisiz devam etmiştir. Fakan acaba ümmetin ıslahı, kendi içindeki her ferde mi farz, yoksa muayen bir taifenin bu görevi üzerine alması mı gerekir? sorusuna Kur'an-ı Kerim şöyle cevab verir:

"Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcıları) dır. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vazgeçir­meye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah onları rahmetiyle yarlıgayacaktır. Çünkü Azîz'dir (va'd ve va'dini yerine getirmekten hiçbir şey onu acze düşüre­mez.) Hakîmdir (herşeyi yerli yerinde, hikmetle yapandır.) "[277]

Âyet-i Kerime, ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışma görevi ile ümmetin ıslahı görevinin, ümmetin hiç bir kesiminin hâriç ; olmaksızın, hiç bir taifeyi hedef almaksızın topyekûnüne farz olduğuna parmak basmaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, mü'minlerin kendi arala­rında ma'rufu emredip, münkerden nehyetmeye çalışırken görmek is­ter. (Yâni Kur'an'ın hedefi böyle bir toplum oluş tunu akdır. Binâenaleyh bu merhaleyi elde edinceye kadar mücâdele ile sürdürür bu hedefini....) Zîra bu merhale, onların en sıhhatli bir halde olduklarının ve en önem­li çalışmayı yürüttüklerinin bir delilidir. Bu vasıfla üstünlük kazanma­yan fert, İslâm toplumunun hasta birer unsurudur. İmam Gazâlî şöyle buyurur:

"Âyet-i Kerime mü'minleri, "ma'rufu emrederler, münkerden nehyetmeyle çalışırlar" diye açıkça vasfetmiştir. Ma'rufu emredip münker­den nehyetmeye çalışma görevini terkeden kimse ise bu âyette vasfedilen mü'minlerin dışındadır." [278]

Allame Abdülkadir Udeh şöyle demektedir:

"İslâm hukukçularının tümü, ma'rufu emredip münkerden nehyet­meye çalışma görevinin, ümmetin bir kesimine değil, tüm fertlerine va­cip olduğu hususunda ittifak içindedirler. [279]

 

Ma'rufu Emredip Münkerden Nehyetmeye Çalişma İle Hakkı Tavsiye Etme Arasındaki Fark

 

Kur'an-ı Kerim "hakkı ve sabrı tavsiye" şeklinde ümmetin ıslahı için yapılacak çalışmayı, aynı şekilde ma'rufu emredip münkerden neh­yetmeye çalışma kavramı ile açıklamıştır. Hatta bu çalışmayı, îman ve amel-i salihten sonra, ümmetlerin ve milletlerin kurtuluş vesilelerinden saymıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Andolsun asra ki, muhakkak insan kat'î bir ziyandadır. Ancak îman edenlerle güzel güzel amel (ve hareket)lerde bulunanlar, bir de birbirlerine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle değil (onlar zi­yandan müstesnadırlar) "[280]

"Hak" kelimesi bütün bağlarıyla dini kapsar, "sabır" ise din üzere sebatı ifâde eder. Hakkı ve sabrı tavsiye etme ifâdesi ise dine bağlı kalı­nıp, dînî çizgiden sapmadan hakkı ve sabrı tavsiye etmekten ibarettir. Fesadın yayılmaması için ümmetin dînî çizgide sebat edip, bu savun­mayı daima canlı ve diri tutması gerekir. Böyle olunca fesat ortaya çıksa da ümmet içinde yaygmlaşmaz, durum gerginleşmez, cehalet hâkimiye­tini kaybeder. Aksi halde fesat hâkimiyet akma alınamayacak boyutlara ulaşır.

Dînî çizgide sebat edilmesi sonucu, ümmeti ıslah edecek yollar açık olacak, "hakkı ve sabrı tavsiye ilkesi" güçlü bir savunma ile korunduğu sürece -bu ilkeye yönelik tehlike ne kadar da büyük olsa- ümmetin hak çizgiden sapması önlenebilecektir. Şayet bu savunma sistemiyle ümmet kesin tavır takınmaz da bu güç ortadan kalkarsa, fesat zararlı bir unsur halinde hâkim olur, cehalet her tarafı hâkimiyetine alır, her cins hasta­lık zararlı hale gelir. Durum, gün geçtikçe vehâmet derecesine ulaşır ve tüm ıslah yolları kapanır. Akıbet, ölüm ve tarihten silinmekle noktala­nır.

Halbuki İslâm, toplum içinde iyiliğin kuvvetlenip geliştiği, şerrin zayıflayıp tamamen kuruduğu bir ortamın varlığını ister. Bir insan şer'î ölçüye muvafık bir çalışma gayretine girdiği zaman, her adımda toplu­mun arkasından takip ettiğini, kendisiyle uyuştuğunu ve kendisine yardım ettiğini hissedip görecektir.

Bunun aksine bir suç işlediği zaman içinde yaşadığı toplumca ya­dırganır, herkes tarafından hor görülür ve toplum içinde büyük bir muhalefle karşı karşıya kalır. Ma'rufu emretme gibi önemli bir görev ona, ikinci hatta son plâna atılacak kadar önemsiz gelin Münkeri irtikâb et­mek, onun için bir engel olmaktan çıkar, peşipeşine gelen çıkmazlara hedef olmaktan kurtulamaz.

Oysa İslâm Ümmeti iyilik ve takva üzere yardımlaşmak, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamakla emrolunmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur.

"İyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardım­lasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayım Al­lah'tan korkun." [281]

Ümmetin hak üzere oturması için Kur'an ve Sünnet'in işaret ettiği yol; sorumluluğu daima fertlere yüklemiş olması, faziletin korunması için tüm fırsatların hazırlanması, rezalet ve ahlâksızlığı yok etmek için tüm gayretlerin harcanmasıdı.

Bu yolun birinci şıkkı için kalplerde sevgi tohumu yeşerecek, ikinci şık da kalpde dostluk ve beraberliği sağlamadığı için kin ve nefret tohu­mu ekecektir. Bir münkeri işlemesi nedeniyle kişi toplumdan atıldığın­da, fertler onu, münkeri işlemekten men'edip hak çizgiye gelinceye ka­dar elinden tutacaklardır.

Şüphesiz ki yardımlaşma, yalnızca kişiyi ıslah etmek üzere yapılan yardımdan ibaret değildir. Bununla beraber onu düştüğü isyan yolun­dan vazgeçirmek ve men'etmek de yardım çeşitlerinden biridir. Bu ne­denle Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır.

"(Ey mü'min! Mü'min) kardeşin, ister zalim olsun, ister mazlum olsun, yardım et!" buyurmuştur. Birisi

"Ya Rasûlüllah! Şu mazlum kişiye yardım edebiliriz. Fakat o zali­me nasıl yardım ederiz!" diye sordu. Rasûl-i Ekrem:

"Zalimi de zulmünden men'edersin" diye cevap verdi. [282]

 

Ma'rufu Emredip Münkeri Nehyetme İle "Nasihat Etme" Arasındaki Fark

 

Kur'an veya Sünnet, "mârufu emredip münkerden nehyetme" kav­ramını "toplum içinde nasihat etmek" sözü ile de açıklamıştır, "nush" kelimesi çok geniş bir sahayı kapsar.

Luğat anlamı: Allah için yapılan va'z ve nasihat ve bir şeyi katıksız vapıp güzelleştirmek gibi anlamlarına gelir. Îbnü'l-Esîr: der ki:

"Nasihat kelimesi bir cümle ile; "bir kimseye hayır ve iyilik dile­mek" demektir. Bunu başka bir kavramın bu şekilde bir tek kelime ile ifâde etmesi mümkün değildir. [283]der.

"Nasihat" sözcüğü îmana da'veti, ahlâkı ıslah, tüm fikrî ve ameî terbiye gibi sahaları içine alacak kadar geniş kapsamlıdır.

İslâm, tüm tâbilerinden "nasihat savunucusu" olduklarını ispatla­mak için Allah yolunda olgunlaşmak üzere mesafe kat'etmelerini ister. Öyle bir toplumun her ferdi, başkasına nasihat edecek ve onu ıslah edecek. Hâkim mühkurnun, mahkûm da hâkimin ıslahına çalışacak. Zengin, fakirin zayıf taraflarına elini uzatacak, fakir zenginin hasta taraflarını münasip lisanla düzeltmeye çalışacak. Âlim câhili hatalarından dolayı uyaracak. Câhil ise âlimin ayıplarını gösterecek. Böylelikle tüm ümmetin içinde bir "nasihat" ve "iyilik hususunda yardımlaşma" ve bu­nunla birlikte" "Bizzat kendini ıslah etme imkânı" doğacak, meydana gelen böyle bir atmosfer her tarafı kuşatacaktır.

Eğer ümmetin bu düzenli havasını bozan bir fesat ortaya çıkarsa, başkası bu ümmetin ıslahından sorumlu tutulmaz. Çünkü her ferdi başkasına nasihat edici, onun hayır ve ıslahını isteyici makarmndadir. Nefsinin terbiye ve eğitimine önem verdiği gibi müslüman kardeşleri­nin de ıslahına önem vermesi bir borçtur.

Temîmü'd- Dari'den rivayet edilir ki Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:

"Din, nasihat etmektir. Biz kime? diye sorunca şöyle cevap verdiler; Alllah'a, kitabına, peygamberine, müslümanların yöneticilerine ve tüm müslumanlara" [284]

Bu hadis-i şerifte Nebî (s.a.v.) beliğ ve kısa bir ifâde ile, ahlâkî değe­ri yüce duygular açısından, îmanın insan ruhunda ancak dinin hâkimi­yetiyle gelişebileceğini beyân etmiştir.

Yukarıda arzettiğimiz nasihatin ifâde ettiği iki yön vardır:

1- İnsanın, İmanıyla, inancıyla, kendim ıslah etmek ve eğitimiyle il­gili yönü.

2- Da'vet, tebliğ, ümmetin haricî ve dâhili hayatında müslümanın yapmakla sorumlu olduğu eğitim (nefis tezkiyesi)'nin önemi ile ilgi­li yönü.

Özel açıdan bakıldığında hadis bize, Allah'ın dininin tüm -emir ve yasalar dediğimiz- direktifleri doğrultusunda hareket etmemizi teklif etmektedir. Bu nedenle muhaddisler (hadis uzmanları) bu hadis­ten çok şeyler anlamışlar. Hadisin şerhim yapan geçmiş ulemanın sözlerinin ışığında İmam Nevevî'nin açıklamalarını özetle sunalım:

"Allah'a Nasihat: Bundan maksat, Allah'a îman etmek, şirkten uzak durmak, sıfatlarında küfre girmemek, Onu bütün kemâl ve celâl sıfatlarıyl vasfetmek, O'nu noksanlığın her çeşidinden tenzih etmek, O'na itaat etmek, O'na isyandan kaçınmak, Allah için sevmek, Allah için boğzetmek, O'na itaat edenlerle dosluk, düşmanlık edenlere düşmanlık yapmak, küfredenlerle cihad etmek, nimetlerini itiraf ederek şükretmek her işde ihlâs ve samimiyet göstermek.

Evet böylece Allah'a nasihat demek; bütün bu saydığımız vasıflara da'vet ve teşvik etmek, bütün insanlara veya insanlardan bu görevi hak­kıyla yapanlara saygı ve sevgide bulunmak demek oluyor.

Allah'ın Kitabına Nasihat: Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelâmı olduğuna, insanların sözlerinden hiç birinin ona benzemediğine, in­sanlardan hiç kimsenin onun benzerini meydana getiremeyeceğme iman etmek, sonra ona ta'zimde bulunmak, tecvid ve usûlüne riâyet ederek, okurken harflerine riâyet ederek huşu ile okumak, onun yasalarına vâkıf olmak, beraber tatbik etmek, Kur'ânî ilimleri ve temsillerini/ anlamaya çalışmak, nasihatlerinden ibret alarak sergilediği acâip manzaraları hususunda düşünceye dalmak, muhkem âyetleriyle amel et­mek, müteşabih olanlarını ise tasdik etmek, umum ve hususunu, nasih ve mensûhunu araştırmak. Tek kelime ile Kur'ânî ilimleri (özel araştırma enstitüleri kurarak, devlet düzeyinde ilgilenerek ve büyük mâlî destek ile) neşretmek ve tüm insanlığı yeniden Kur'âna (Kur'ân'la bütünle­şerek) da'vet etmek.

Rasûlüllah'a (s.a.v.) Nasihat: Onun peygamberliğini tasdik , ederek, getirdiği tüm şer'î düzene îman etmek, emir ve yasaklarında an­cak ona itaat etmek, hayat ve ölümünde ona müzaherette buunmak, ona (dâvasını hayata hâkim kılmada) yardım edenlerle dostluk, onun getirdiği şer'î düzene düşman olanlara düşmanlık etmek, O'na ta'zimde bulunmak, onun tatbikatını yaşatmak, da'vet ile şeriatını yaymak, şeri­atına yönelik her çeşit ithamı etkisiz hale getirip, onun ilimlerini öğ­renmek, manalarını araştırarak öğrenmek ve başkalarını bunları öğren­meye da'vet etmek, okuyup öğretirken bu anlam ve ilkelerine saygılı ve hürmektar davranmak, terbiye ve nezâket sınırları içerisinde okumak, bilmediği bir esası hakkında konuşmamak, ona mensup olan ulemaya hürmet ve ta'zim de bulunmak, onun ahlâk ve yaşayışla ahlâlanmak, ehl-i Beytini ve ashabını sevmek, sünnetinde olmayan bir esası uyduran (bid'atçı)larm ve ashâbma dil uzatıp, ileri geri konuşanların (en azın­dan) yanlarından uzaklaşmak gibi hususlardır.

Müslümanların Yöneticilerine Nasihat: Hak uğruna onlara yardım ve onlara itaat etmek, haktan sapmaları halinde onları uyarmak, unuttukları şeyleri veya henüz duymadıkları müslümanların haklarını, yumuşaklık ve nezâketle ihtarda bulunmak ve bildirmek, on­lara karşı çıkmamak (tabi ki müslüman olan devlet yöneticilerine) ve halkın Allah'a itaat etmeleri şartıyla onlara itaat hususunda gönül birli­ği içerisinde itaat etmek.

Hattabî, "ulûl-emrin arkasında namaz kılmayı onunla birlikte ci­had etmeyi, rivayet ettiklerini kabul etmeyi, idare hususunda onlara itaat etmeyi ve kendilerine hüsn-i zanda bulunmak gibi hususları... na­sihatten kabul etmiştir.

Tüm Müslümanlara Nasihat: Bunlar müslüman halktır. Bunlara nasihatten maksat; din ve dünyalarına faydalı olan şeyleri ken­dilerine göstermek, din ve dünyalarıyla ilgili bilmedikleri hususları öğ­retmek, söz ve fiille bu hususda kendilerine yardım etmek, ırz ve na­muslarını korumak, erkek-kadın gayr-i meşru beraberliği hazırlayan yolları tıkamak, onlara karşı kin ve hased beslememek, kendisi için di­lediği iyiliği onlar için de istemek, kötü gördüğünü onlar için de kötü görmek, onlann mallarını, ırzlarını ve diğer şahsî durumlarını müdafaa edip sözlü ve fiilî olarak korumak, kendilerini yukarıda zikrettiğimiz şeylerle ahlâklanmaya teşvik etmek ve itaatlere olan gayretlerini can­landırmak.. [285]

Nebî'nin (s.a.v.) bazen ashabından "nasihat üzere biat" istemesi müslümanlara nasihat etmenin ne kadar önemli olduğunu gösterir. On­lardan özel mîsâk alırdı. Cerîr b. Abdillah'dan (r.a.) rivayet edilir: "Ziyad, Cerir b. Abdillah'ı : Ben peygamber'e (s.a.v.) her müslümana nasi­hat etmek üzere biat ettim" derken işitmiştir. [286]

Bu açıklamalarla, ümmeti ıslah edip ona her hâl-u kârda nasihat et­menin ulaştığı ehemmiyetin derecesini takdir etmemiz mümkün ola­caktır. Bununla beraber bu önemli çalışmayı îfa etmenin; bir takım sı­nırlandırmaların gerekli kıldığı şartlar, usûl ve âdâbt vardır. Çalışmak için kullanılması caiz olan ve olmayan vasıtaları vardır. Bu tür konuları açıklarken konu ile ilgili geniş atıflar yapacağız inşallah. Bunların varlığı aslında ümmetin ıslahına bağlıdır. Binaenaleyh ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışma gibi geniş kapsamlı ve önemli bir gö­revin şartları, sınırları, vasıtaları, yolları, bu görevi yapanların sıfat ve ahlâkının ne olması gerektiğinin dereceleri açık bir şekilde anlatılacak­tır.

 

V.   BÖLÜM

 

Ma'rufu Emredip Münkert Nehyetmenîn Şartları

 

Ma'rufu emredip münkeri nehyetme görevinin varlığı şüphesiz ki her hangi bir asra, bir topluma ve bir millete tahsis edilemez. (Diğer bir ifâde ile bu görev asır ve toplumla mukayyed değildir. Yani iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmerıin modasının geçtiği veya geçe­ceği hiç bir asır yoktur ve olamaz. Kötülüğün hiç bir zaman fayda verdiği, namusdan fedâkârlık yapmanın medeniyet gereği deyyusluğun kalkınma şartı olduğu tarihin hiç bir sürecinde, mevcûd iddiayı doğru­ladığı görülmemiştir. Onun için İslâm, hangi asırda olursa olsun moda­sı geçen bir düzen değildir. Onu, kanun olarak görderen Allah (c.c) kendi yarattığı varlığın ihtiyaçlarına, normal işleyiş ve seyrine göre bir rahmet olarak gönderdi. Birileri ortaya çıkıp da: "Yok efendim, artık göksel kanunlarla, çöl bedevilerinin yaşayaşını modern asra tatbik et­mek geriye doğru dönüştür.,.." derse çağlar üstü İslâm hukukuna göre kâfir statüsüne girer. Zaten İslâm devletinin kuruluş gayesini hedefle­yen ma'ruf ve münker kavramlarının hikmet-i teşrîiyyesi de budur. Kâ­firler; egemen güçler ve tâğût hoşlanmayacak diye müslümanların bu görevden vazgeçmeleri, dinden irtidaddır. Aslında bu görevin bir saat taüli demek, tüm kâfir güçlerin bir saat dünyada hâkim olmasını iste­mek demektir.)

Hangi hal ve şart olursa olsun bu görevi en ufak bir şekilde ihmal etmek caiz değildir. İmam Gazali şöyle buyurur:

"Ma'rufu emredip münkerden nehyetme görevini -hangi şartlarda olursa olsun- kesinlikle terketmemek gerekir.[287]

Fakat bununla beraber İslâm hukukçuları bu görevin bir takım şartları olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Bu şartların bazıları üzerinde icma', bazılarında ihtilaf ortaya çık­mıştır. İmam Gazali bu şartlardan beş tanesini sayar.

1- Teklif, 2- İman, 3- Adalet, 4- Velayet veya vâlî tarafından bu hu­susa mezun olması, [288] 5- Kudret[289] Bunlardan îman, adalet ve velayet veya izn-i imam denilen üçünü "sıhhatinin şartları" diye adlandırma­mız mümkündür. Nasıl ki teklif ve kudreti de "Vücûbunun şartları" olarak kabul ettik. Bu şartlardan ilk üçü, ma'rufu emredip münkerden mehyetme şartlarıdır ki bunlar olmadan sahih olmayacağına delâlet eder. Son ikisi ise vacip olan hallerde sorumluluğu mükelleften kaldı­ran durumlara işaret etmektedirler.

Şimdi burada bu şartların hangi sınıra kadar kabul görmesi müm­kün? İşte bu noktaları belirlemek için kısa da olsa bunları açıklamak gerekir.

 

Ma'rufu  Emr Münkeri Nehiy Görevinin Sıhhat Şartları

 

1-Îman: Ma'rufu emredip münkerden nehyetme şartlarının ilki, "îman"dır. Mû'min tek başına bu görevi yapar. İmam Gazali bunun şart oluş yönüne şöylece işaret eder.

"Ma'rufu emretmek, dine hizmettir. Dini inkâr edip, dine düşman olan bir kimse dine nasıl hizmet edebilir? [290]

Ma'rufu emredip, münkeri nehyetmek dine hizmet ve onu himaye olunca, mü'tninlerin tek başına da olsa herkesden daha çok bu hiz­mete ehil olmaları ve sorumluluğunu taşımaları gayet tabiîdir. Buna inanmayanlara gelince, zaren onlar hu görevi yapmaya ne yet­kilidirler, ne de bunu yerine getirmek için peşine düşerler. (Zira bu görev yapılmış yapılmamış onların sorunu değildir. Gölge etmesin­ler başka ihsan istenmez onlardan.)

Alfâme Şehîd Abdül Kadir Udeh "gayr-i müslimlerin ma'rufu emre­dip münkerden nehyetme sorumluluğundan istisna edilmiş olması, İslâm'ın onlara karşı beslediği müsamahasına bir delildir." görüşünü ileri sürer ve şöyle der:

Zira ma'rufu emredip münkerden nehyetmek demek; İslâm şeri­atının, yapılmasını emrettiği veya insanların yapmasından hoşlandı­ğı namaz, oruç, hacc ve tevhid gibi hususları emretmektedir......

Münkerden nehyetmek ise şeriatla çatışan her çeşit inanç ve ameli yasaklamaktır. Meselâ; Hıristiyanlıktaki teslis inancı, Hz. İsa'nın (a.s.) asıldığı ve öldürüldüğü gibi hususlar bu sahaya girer. Binaenaleyh, müslûman olmayan bir kişiye, ma’rufu emredip mün­kerden nehyetme görevini yüklemek; onu, müslümanların dedikle­rini demeye ve inandıklarını inanmaya zorlamak olur ki, bu da onun dînî inancını hükümsüz, İslâmî inancı zorla kabul ettirmek yani dinlerini terk etmeye zorlamak olur. Bu ise, İslâm şeriatının ya­sakladığı ve "dinde zorlama yoktur" diye belirttiği hükme açıkça ters düşer.

Şu halde inanç hürriyetinin himaye altına alınması gayesiyle İslâm hukuku, bu görevin sorumluluğunu sadece müslümanlara yükle­miştir. [291]

2-Adalet: Bazıları bu şarta çok önem vermiştir. Dolayısıyla ma'ru­fu emredip de münkeri nehyetmeye çalışanların herkesten önce ma'rufu kendilerine emredip münkerden kaçınmalarının şart oldu­ğunu ileri sürdüler.

Ma'rufu yapmayıp münkerden kaçınmayanlar, elbette ki başkalarına iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma hakkını elde ede­mezler. Kur'ân-ı Kerim, insanlara iyiliği emredip de kendilerini unu­tanları en şiddetli bir şekilde yermektedir. Bu hususu şöyle dile geti­rir. Allah Teâlâ:

"İnsanlara iyiliği emredip de kendinizi unuturmusunuz?." [292] buyurdu diğer bir âyetle ise:

"Ey iman edenler, yapamayacağınız şeyi niçin söylersiniz. Yapama­yacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz(u da'vet etmiş olmak) bakımından Allah indinde büyüdü." [293]

Kendilerine öğüt vermeyen vaizlerin kötü bir imajla vasıflandığı ve son derece kınandıklarını bildiren hadisler de çoktur. Buna kıyas yo­luyla delil getirirler. Şöyle ki:

"Uyuyan kimsenin başkasını uyandırması doğru değildir. Başkasını doğrultmak, doğruluğu bulmanın sonucudur. Başkasını düzeltmek, düzelmenin ifadesidir. Şüphesiz ki sonuç, asıl ol­madan bulunmaz. Yani her sonuç bir asıldan doğmadır. Başkasını dü­zeltmek, düzelmenin zekâtıdır. Nisab bulunmayınca hangi şeyden zekât verilir? (Ağaç doğrulmadan gölge nasıl doğratabilir?" [294] İmam Gazâlî buna şöyle cevip verir:

"Derler ki, bütün aklî deliller hayal mühsulüdür. Gerçek olan şu­dur ki: Fasık da olsa ma'rufu emretmeli münkeri yasaklamağa çalışma­lıdır. Bunun delili şudur: Ma'rufu emredip münkeri nehyedenin, her yönden masum olması şart mıdır? Eğer şarttır, derseniz bu hüküm icma'a aykırı olduğu gibi, aynı zamanda da ihtisab kapısını da kapamak­tır. Çünkü sahabe bile ma'sum değildir. Nerde kaldı diğerleri. [295]

Ma'rufu emredip münkerden nehyedenler için takva ve salâhın (kendini düzeltme) şart olduğunu ileri sürenler, bu sözleriyle da'vetçinin, büyük veya küçük her çeşit günahtan masum olduklarını kasdetmezler. Ancak bilinen, fazilet ve ahlâkla süslenmeleri en azından büyük günahlardan kaçınmaları gerekir. Fakat imam Gazâlî aynı şekilde buna da cevap verir ve içki içenin cihada iştirak ettiğini -muhtelif asırlarda da fiilen savaşa iştirak etmiştir- ve zina edenin öldürmekten menetmek hakkı vardır. Bu şart fasittir. Bu şu demektir; kötülüğü işlememek baş­ka, başkasını kötülüğü işlemekten men'etmek başka şeydir. Bu iki du­rum arasında benzerlik vardır demek doğru değildir. Şu takdirde gü­nahkâr şöyle der:

"Adam dese ki benim iki vazifem vardır: Birisi kötülüğü yapma­mak, diğeri de kötülükten men'etmektir. Bunlardan birini yapamıyorsam, diğerinden beni kim men'edebilir? Bu yönden isyan ediyorum, öte yönden de mi isyan edeyim? derse buna ne cevap veririz? Kötülükten men etmek bana borç olduğuna göre, bu borç benden nasıl düşer? (Zi­ra şarap içmediği müddetçe şarap içmekten men'etmek vaciptir, içerse bu borç sakıttır, denemez. Zira başkasına emredip, onu nehyetmek kendisinin âmir olup nehyedilmesi için şart değildir.) "[296]

İmam Gazali bu meselede "genel bir kaide" koymakta ve şöyle de­mektedir: "Başkasını ıslah kendini ıslah için değildir. Nitekim kendini ıslah etmesi, başkasını ıslah için olmadığı gibi. Bunları da oruç ve sahur gibi birbirine bağlamaya çalışmak tühakkümdür. [297]

Gerçek şu ki, ma'rufu emredip münkeri yasaklamak müstakil bir farizadır. Bu farizanın edası için kendinden önceki görevlerin edası şart koşulmaz. Her fariza şeriatın tarzlarından biridir. İster yerine getirilsin ister getirilmesin, vakti gelince edasını gerektirir.

Bu münâsebetle Alîâme Ebu Bekir el-Cessâs şöyle der:

"İnsan bazı farzları terkedince diğerlerinin faziyeti kendi üzerinden kalkmaz. Şu bir gerçek değil midir? Namazı terkeden kimseden oruç ve diğer ibâdetlerin farziyyetleri kendisinden kalkmaz, işte bir kaç ma'ru­fu yapmayıp münkerden bazılarını yasaklamayan kimsenin durumu da bunun gibidir. Yani topyekûn ma'rufları emredip münkerlerden nehyetme farziyyeti kendinden kalkmaz. "[298]

Fâsık vaizin meselesi dışındaki durum ise, başka açıdan bakıldığın­da üzerinde düşünmek gerekir. Şöyle ki: Halk herhangi bir kimsenin sözünü kabul etmesi için, yaptıklarının sözlerini doğrulaması gerekir. Yani ameli, sözlerini yalanlıyorsa kabul görmez. Bunun aksine çoğu kez fâsık vaizin yaptığı va'z boşa gitmez ama etkilemez de. Eğer fâsık kesin­likle bilse ki ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışması hiç bir şekilde fayda vermeyecek, o halde bu farizayı yerine getirmesi gerekir mi? İhmalden dolayı cezalandırılacak mı yoksa muaf mı tutulacak? İmam Gazali şöyle der:

"Cevaben deriz ki: "İnsanlar fâsık olduğunu bildikleri için va'z u nasihat yolu ile yapılan iyiliği enir, kötülüğü yasaklamanın tesir edeme­yeceğini bilen kimsenin, va'z etmesinin hiç bir faydası yoktur. Çünkü böyle bir tatbikat, tesirsizdir. Onun fasıklığı, sözünün etkisini kaybet­tirmiştir. Fasıklık, ma'rufu emretmenin etkisini kaybettiği için, farziyyetini da kaldırmış olur. "[299]

Bu görüş va'zın yalnız sözle olan şekli hakkındadır. Bir de ma'rufu emredip münkerden nehyetmenin diğer bir yolu daha vardır ki, o da ma'rufu yerleştirip münkeri tümüyle kökünü kazımak da "kuvvet kul­lanmak" şeklidir. Bu yolu deneyecek kişinin salih ve günahtan sakınan (vera' sahibi) biri olması şart değildir. Fasık veya âsî, gücü yeterse bu görevî îfâ ederken kuvvetini kullanması gerekir. İmam Gazâlî şöyle devam eder:

"Kuvvet (silah v.b.) yolu ile kötülüğü önlemeye gelince; burada da adalet şart değildir. Fâsık'ın gücü yettiği zaman, içkiyi dökmek, çalgı âletlerini kırmak ve benzeri kötülükleri önlemesinde hiç bir mazhur yoktur, işte bu hükmün açıklamasında en insaflı yol budur." [300]

Ma'rufu emredip münkeri nehyeden için salâh ve takvayı şart ko­şanlar -daha önce geçtiği gibi- Kur'an-ı Kerim'den iki âyeti delil göster­diler.

Bu âyetler hakkında imam Gazâlî şöyle der:

"Bu hususda delil olarak ileri sürdükleri âyetlere gelince, bu âyetler, Ma'rufu emrettikleri için değil, ma'rufu terkettikleri için aleyhlerinde kir delildir. Şöyle ki; ma'rufu emretmeleri bilgi sahibi olduklarına delil­er. Âlime verilecek cezaya gelince, daha şiddetlidir. Kuvvetli bilgisi nedeniyle artık hiç bir mazereti yoktur. Böyle bir mazereti ileri de süremez. "[301]

Bu hususda Said b. Cübeyr'in (r.a.) söylediği şu söz, insan fıtratına ve gerçeğe ne kadar da yakındır:

Şayet va'z u nasihati, hiç bir yönden kusurlu olmayan yapacaksa, kimsenin ne ma'rufu emretmesi ne de münkerden nehyetmesi gere­kir. [302]

Said b. Cübeyr'in bu sözünü Malik b. Enes işitince:

"Doğru söylemiştir. Günah ve kusuru olmayan kim vardır ki?" [303]

Bu sorunun fıkhı yönüdür. Kişinin sözünün fiiline uygun olmasına gelince, bunu kesinlikle hiçbir önemi yoktur. Hafız İbn-i Kesir şöyle der:

"Bazıları, günah işleyenin, başkasını kötülükten menedemeyeceği görüşüne sahib oldular ki bu zayıf bir görüştür. Doğrusu ise bilen kim­se, kendisi yapmasa da ma'rufu emreder. îrtikâb etse de kötülükten men'eder.... Fakat bu durumda basirete muhalefet, bildiği halde gü­nah işleyip itaati terkettiğinden dolayı kınanır. Zira bilen, bilmeyen kişi gibi değildir. "[304]

Konuştuklarına ameliyle muhalefet ettiği hususlara, insanları davet etmek, dinle alay etmenin en kötüsüdür. Çünkü bu, dinin şerefine dil uzatmak, onun azamet ve kudsiyetine kötülük etmek demektir. Bina­enaleyh fasıklık yalnız iman zaaflığına delâlet etmez. Aynı zamanda sa­hibini ölçüsüz ve etkisiz konuşmaya da iter. Kur'an-ı Kerim, yapamaya­cağını söylememeyi, sözlerinde meleklerin, amellerinde şeytanların or­tak olduğu münafıkların izinde gitmemeyi mü'minden ister.

Şuayb (a.s.) Allah'ın peygamberlerindendi. Dinini insanlara tebliğ etti. Fakat onlara, nehyettikleri şeyleri işlememelerini, aksi halde ken­dilerini öğütlemeyen bir vaiz ve söylediklerini yapmayan bir sözcü du­rumunda olacaklarını da açıklıyor, üstelik de dinlenmeyeceklerini ve da'vetlerinin kimsenin kabul etmeyeceklerini haber veriyordu. Allah Teâlâ Şuayb'ın (a.s.) lisanıyla şöyle buyurur:

"Ey kavmim, dedi ya ben Rabbim'den (gelen) apaçık bir burhanın üzerinde isem (Peygamberlik) ve O, bana kendisinden güzel bir rızık ihsan itmiş ise. (Buna) ne dersiniz? Size ettiğim yasağa rağmen kendim size muhalefet etmek istemiyorum ki. Ben gücümün yettiği kadar islahdarı başka bir şey arzu etmem. Benim muvaffakiyetim ancak Allah in yardımıyledir. Ben yalnız O'ria güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim." [305]

Nebî (s.a.v.), va'z edip de öğüt almayan vaizin kıyamet gününde cehen­neme atılacağını şöyle haber verir:"

"Kıyamet gününde bir kimse getirilip Cehennem'e atılır; bağırsak­ları karnından dışarı fırlar ve o halinde değirmen çeviren merkeb gibi döner. Cehennemdekiler onun yanına toplanırlar ve:

"Be adam, bu ne hal, senin burada ne işin var? Bize iyiliği emreden kötülüğü işlememizi yasaklayan sen değil mi idin?" derler. O da:

"Evet, iyiliğii emrederdim; fakat onu yapmazdım. Sizleri kötülük iş­lemekten men'ederdim de onu kendim yapardım, der. "[306]

 

Devlet Başkanı Veya İzni

 

Bazı ulema "ma'rufu emr münkeri nehy görevinin herkesçe yapıla­mayacağını ileri sürerek, bunu ancak devlet başkanı, vali veya bunlarca izin verilip görevlendirilenler yapabilir" dediler.

Evvela şuna bakalım; ma'rufu emredip menkerden nehyetmekle, yalnız idareci ve yöneticiler mi, yoksa aynı şekilde bütün toplum da bundan sorumlu mudur?

Şüphesiz ki İslâm devletinin temelini oluşturan bu görev, bazan kuvvet kullanmağa bile ihtiyaç duyar. Fakat bu, umûmun iştirak etme­diği anlamına gelmeyeceği ve onların bunu yapmayacağını ileri süre­rek, ancak iktidar ve otorite sahibi birinin yürütmesi gerektiğini söyle­mek doğru değildir. Zira bu görüş, zorbacı bir idarecinin ve halka zul­meden bir yöneticinin huzurunda hak ve adaleti sağlamaya çağıranları öven açık hadislere ters düşer. Bu hadisler şunlardır:

1- Cihad'ın en üstün olanı zalim bir yöneticinin yanında hakkı söy­lemektir. [307]

2- Şehidlerin efendisi Abdulmuttalib'in oğlu Hz. Hamza ile zalim devlet başkanına iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalıştığın­da devlet başkanı tarafından öldürülen kimsedir. [308]

İmam Nevevî şöyle der:

"Ulema şöyle dedi: "Ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışma görevi yalnız devletin tayin ettiği memurlara mahsus değildir; Müslümanlardan biri de bu görevi yapabilir."

İmamu'l-Harameyn: "Buna delil müslümanların icmaldir. der. Fil­hakika gerek asr-ı saadette gerekse diğer asırlarda bu iş için tayin olma­yanlar, iyiliği emreder, kötülükten men'ederlerdi. Müslümanlar da onların bu yapıtıklarını onaylar ve kabul ederlerdi. Bu görevle meşgı olanların işine karışıyorlar diye onları ayıplayıp azarlamazlardı. [309]

Kur'an-ı Kerim Hacc sûresinde mü'minler şöyle vasıflandırılmıştır

"Onlar (O müminlerdir ki) eğer kendilerine yer (yüzün) de bir iktidar mevkii (siyasal iktidar) verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verir­ler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. (Bütün) umu­run akıbeti (nihayet) Allah'a (râci1) dir." [310]

Âyetin açıkça işaret ettiği gibi, ma'rufu emr münkeri nehy görevi yalnız müslüman yöneticilere tahsis edilmez. Âyette geçen "mü'minler" ifadesi genel olup her müslümanı kapsar. Hiç bir kimse bu görevi yap­maktan men'edilemez.

Ömer b. Abdülaziz bu âyet hakkında şöyle der:

"Dikkat edilirse âyet yalnız yöneticilerle ilgili olmayıp fakat aynı zamanda yönetilenlere de hitabetmektedir. [311]

Şimdi düşünelim; ma'rufu emredip münkerden nehy etme çalışması idarecinin izni olmaksızın yapılması caiz mi, değil mi?

Gerçekten ma'rufu emredip münkerden nehyetme görevi için vâli'nin izinini gerekli görenler, bununla bu mühim vazifenin düzenli yü­rütülmesini kastediyor ve şöyle diyorlar: "Eğer ma'rufu emredip mün­kerden nehyetme izni herkese verilse, çalışma düzeni ve organize diye bir şey kalmaz. O zaman da fesat ve karmaşanın yapacağı tahribatın, yapılacak ıslahdan daha çok zararlı olmasından korkulur. Zira toplu­mun herbir ferdi kendi başına birer buyruk olur. Fesad da böyle bir or­tamda iktidarını kurar, küçülmüş ve bölünmüş güçleri çabucak yener, O zaman da kurulması hasretle beklenen İslâm toplumunun kuruluş tarihi durmadan gecikir. Günümüz İslâm Ümmetinin hazin manzarası budur billahi." (Çeviren)

İmam Gazali bu şarta muhalif olmakla beraber şöyle der:

Fakat etrafında dolaştığı işlere nisbetle günah olduğu bilinebi­len ve içtihada muhtaç olan hususlarda halkın, içtihada dalıp hükme varma mes'elesine gelince, bozdukları düzelettiklerinden daha fazla olacağı için, hisbenin bu işe müdahale edebilmesi için vali tarafından tayin edilmesi görüşü kuvvet kazanmıştır. Çünkü böyle olmasa, bazen diyanetinde ve bazan de bilgisinde kusuru nedeniyle ehil olmayan her­hangi bir kimse bu işde büyük kusurlar meydana getirebilir. [312]

Allâme Şehid Abdüîkadir Udeh şöyle der:

"Devlet başkanı veya yöneticilerin iznini şart koşanlar aslında, ma'rufu emredip münkerden nehiy görevinin düzenli ve organizeli bir şekilde yürütülmesini arzu edenlerdir." [313]

Ma'ufu emredip münkerden nehyetme hükmünün geçtiği tüm âyet ve hadisler mutlaktır. Bunun için ulema bu şarta itibar etmedi. Bunu fâsid gördüler.

İmam Gazâlî der ki: "Birçokları bunu şart koştu ve gelişigüzel bu salâhiyeti herkese vermediler. Halbuki bu şart fasittir. Çünkü arzettiğimiz âyet ve hadisler, kötülüğü görüp de susanın âsî olduğunu açıkça ifâde etmektedir. Nerede ve ne halde olursa olsun, gördüğü kötülüğü men'etmek herkese borçtur. Bunu imamın (devlet başkanının) tasarruf ve idaresine verip hususîleştirmek, asılsız bir zorlama olur. [314]

Biraz önce zâlim devlet yöneticisine karşı hakkı "Yani İslâm'ı" söy­lemeyi cihadın en büyüğü olarak ilan eden bazı hadisler naklettik, İmam Gazali bu hadislere işaretle şöyle der:

"İmama karşı söylenmesi caiz olan bu gibi hak sözü başkalarına da söylemek için imamdan izin almaya niçin ihtiyaç olsun"[315] Bu hususa bir islâm alimi şunu ilave eder:

"Selef-i salihinin, münkeri işleyen yönetici ve idarecileri reddetme­leri hususundaki âdetlerinin aynı tarz üzere devam etmiş olması, onla­rın iznine gerek duymadıklarının kesin ve açık delilidir. Hatta emredi­len ma'rufu, vali veya yöneticiler kabul ederlerse ne âlâ; şayet kendileri­ne yapılan iyiliği emre karşı kızarsa, onların kızmaları da ayrıca münker bir davranıştır. Bunu reddetmek vaciptir. Bu yöneticinin inkâr ede­ceği hususlarda ondan nasıl izin istenebilir? "[316]

Gerçek anlaşılmıştır ki ma'rufu emr münkeri nehiy görevi, yalnız müslüman idarecilere tahsis edilemez ve bunun için izinleri şart koşulamaz. Belki buna ehil olan her müslümanın yerine getirmesi vaciptir. Allâme Sa'du'd - Din et-Taftazânî şöyle buyurur: "İslâm'ın saadet asrında ve ondan sonraki asırlarda da Müslümanlar hiçbir kimseden zor görmedikleri gibi, herhangi bir idareciye de bildirmeden devlet yöneticilerine iyiliği emrediyor ve onları kötülük­ten men'etmeye çalışıyorlardı. Bundan da anlaşılıyor ki bu görev yalnız yönetici kadroya tahsis edilmiş olmayıp, aynı zamanda tebaadan her­hangi birinin sözlü ve amelî olarak ifâ etmesi caizdir. [317]

 

Ma'rufu Emredlp Münkeri Nehyetme Görevinin Vücûb Şartlari

 

1- Teklif: Ma'rufu emr münkeri nehy görevini yapacak olan kim­sede aranan ilk şart, dince mükellef olmasıdır. Zira mükellef olmayan kimse sorumluluk taşımaz ve şer'î görevlerin sorumluluğundan istisna edilir. Bu demek değildir ki mükellef olmayan çocuk, ma'rufu emredip münkerden men'etmeyecek. Ancak görevi ihmal veya terkettiği zaman günahkâr olmayacak demektir. Fakat görevi yapınca da ecir kazanmış olacak. İmam Gazali bu şartla ilgili şunları söyler: "...Mükellef olmayan bir kimseye emretmek borç değildir. Biz vücûbun şartlarını anlatıyoruz. Bunda şart yok ki vücûb olsun. Bir işin mümkün ve caiz olabilmesi için ise, akıl şarttır. Hatta ergenlik çağı­na yaklaşan (mürailik) bir çocuk, iyiyi-kötüyü ayırdedebilecek se­viyede olduğu için, mükellef olmasa bile münkeri men'etmek, içki­yi dökmek ve çalgı âletlerini kırma hakkı vardır. Bunu yaparsa mü­kâfatını alır ve mükellef değildir diye ona kimse engel olamaz. Çün­kü bu hareket, namaz ve diğer ibâdetler gibi Allah'a yakınlıktır. Ço­cuk da buna ehildir. [318]

2- Kudret: Ma’rufu-emr münkeri nehyetmeye çalışanda aranan ikinci şart kudrettir. Zira bu görevi, ancak gücü yeten kimse yapabi­lir. Nebî (s.a.v) şöyle buyurur:

"Sizden biri bir münker görürse onu eliyle değiştirirsin. Buna gücü yetmezse diliyle. Dili ile de değiştiremezse kalbiyle onu çirkin his­setsin. Bu seviyeye düşmek, îmanın en zayıf derecesidir." [319]

Görülüyor ki münkeri yasaklamak kuvvete bağlı görülmekle, vücub kudretle gerçekleşmektedir. Bu yolla yapamıyorsa, işlenen münker karşısında gür sesle bağırmak. Buna da gücü yetmezse, onu sadece kal­biyle çirkin görmelidir.

Ebu Bekir el-Cessas buyurur ki:

"Allah Rasûlü (s.a.v.), kötülüğü yasaklamağa çalışmayı; -şartları el­verdiği nisbette- bu üç açıdan ele almıştır. Hadisin seyrine bakıldığında el ile (yani gücüyle) yasaklanamayan münker dil ile yasaklama yolu, buna güç yetiremeyince sadece kalb ile nefretten öte bir müdahalenin olmadığı görülmektedir. (İste hadisteki bu sıralama, münkeri yasakla­mada şartların tanıdığı veya tanımadığı güce işaret vardır.) [320]

 

Güçsüzlüğün Kısımları

 

1- Hissî Acizlik : Şimdi çeşitli açılardan bakalım: Güçsüzlüğün kısımları nelerdir? Bu kısımların dince hükmü nedir? Açıklayalım:

Birinci kısım: İslâm hukukçularının ifâde ettiği "hissî âcizlik"dir. Ya­pısı zayıf, ma'rufu yerleştirmekten ve münkeri yok etmekten âciz olacak kadar kuvvet yoksunu kimsenin ma'rufu emredip münkeri men'etmesi gerekmez, İmam Gazâlî buyurur ki: "Herhangi bir kötülüğü el veya dil ile yasaklamaktan âciz olan kim­seye kalbi il ona buğzetmek düşer. [321]

2- İlmî Âcizlık: Ma'rufu ve münker bilgisinden mahrum bir kim­se, birincisini emr, ikincisini men'etmekten sorumlu değildir. Allâme Abdül kadir Udeh. "hissî acizliğe ilmî acizliği de dâhil etti. [322] Görülüyor ki "ma'ruf" ve "münker" kavramlarının sınırı cidden ge­niştir. Her müslümanın bilmesi gereken dinin hükümlerini kapsadı­ğı gibi, bu hükümleri anlamak ve bunları basiret, gayret, dikkat ve düşünce gibi süzgeçlerden geçirerek tanımak gibi sahaları da kapsar. Ma'rufu emredip münkerden nehyetme, ancak kişinin bu iki kavram hakkına sahip olduğu bilgi ve kültürü ile mümkün olur. Çünkü çok kere, iyiliği ve dine hizmet etmeyi istediği halde, kişiyi da'vet edip onu bu da'vete hazırlarken haddi aşarsa, dine zararlı olmuş olur. Bundan dolayı ulema, halkın; ancak bilinen ve tanınan ma'rufarı emredip, şöhret derecesine ermiş (!) mûnkerleri yasaklayabileceğini açıklamışlardır. İnce içtihadı mes'eleler ise ilim ehline bırakılmıştır.

Îmarnu'l-Harameyn der ki:

"Bir mes'ele hakkında dînî hükmü idrak ve anlaşıyda, halk ve ule­ma eşit duruma düşerse, çözüm ve söz hakkı ulemanın olur. Halk ise ma'rufu emredip münkeri yasaklamaya çalışır. Mes'eleyi anlamakda, ictihad ihtiyacı ortaya çıkarsa, emredip nehyetme yetkisi halka değil, ictihad ehline düşer." [323]

İmam Nevevî de şöyle der:

"Bu vazifeyi ancak bilen kimseler yapar. Emir ve nehiylerin çeşitli olmasıyla görev yapanların dereceleri de değişik olacaktır. Şayet yapıla­cak emir namaz, oruç vs. gibi herkesin bildiği farzlardan, nehiy ise zina ve içki gibi meşhur yasaklardan olursa bunları emir ve nehiyde bütün müslümanlar müşterektir. Fakat çok az tesadüf edilen fiil, kavil ve içti­hada ve ince mes'elelere dair ise halk tabakasının gerek ispat gerek nefî suretiyle bu işe müdâhale hakları yoktur. Bu defa mes'ele yalnız ulema­ya ait olmuş olur. Ulema dahi ittifak edilmiş mes'elelere dair emir ve nehiyde bulunurlar. İhtilaflı mes'eleler hakkında bir şey diyemezler  îmam Gazâlî bunu şöyle açıklar: "Avamın yapacağı ma'ruf ve münker, ancak bilmen açık hususlarda olması gerekir. "[324]

 

Tehlike Korkusu

 

Kişinin -ma'rufu emredip münkerden nehyetme görevini yapınca- kendisine isabet edecek bir kötülükten korkması da güç ve kudretinin olmadığım ifâde eder. O takdirde bu kişiden farzın sorumluluğu kalkar. İmam Gazali der ki; "Vücüb'ın kalkması için yalnız hissi acizlik yeterli değildir. Bir de kötülüğün kendisine geleceğinden korkmalıdır ki bu, acizlik anlammadır." [325]

Muhaddis İbn-i Battal der ki:

"Nasihat takat nisbetinde gerekir. Nasihat eden kişi nasihatinin ka­bul göreceğini bilir ve kendisine bir kötülüğün gelmeyeceğinden emin olursa, nasihat etmesi vaciptir. Bir kötülük geleceğinden korkuyorsa nasihati terketmede ruhsat vardır." [326]

 

Kötülüğün   Çeşitli Yönleri

 

İmam Gazâlî İhyâu Ulumi'd-Dîn gibi kıymetli eserinde kötülüğün ve eziyetin çeşitli yönlerini ve farklılarını derinlemesine incelenmiş ve tedkik etmiştir. Biz burada onun bu geniş tedkikatımn hülâsasını arzedeceğiz.

Gazâlî bu konuda şöyle der: "kişinin, kendisi, akrabası ve dostları için istedikleri arzuları dörttür:

1- İlim, 2- Sıhhat ve sağlık, 3- Servet, 4- Mevki ve makam. Bu dört şeyden iki husus sevilmez ve hoş görülmez:

1- Kazanılanın elden çıkması.

2- Umduğuna kavuşamaması.

(Demek ki, zarar, mevcudun kaybolmasında veya istediğinin eline geçmemesindedir. Çünkü beklediği şey, eline geçmesi mümkün olan şeydir. Mümkün ise olmuş gibidir. Onun imkânını kaçırmak, kendisini kaybetmek gibidir.)

Buna göre mekruh ikiye dönüşmüştür:

1- "Umduğu ve beklediği şeyin kaybolup eline geçmemesinden kormaktadır. 2- Bu korku, ma'rufu emredip münkeri terketmek için bir ruhsat olamaz" Sonra Gazâlî istenen bu dört yöne misaller veriyor.

1-  Öğretimden mahrum kalır ve hocası kendisine kızar da bir daha ders vermez, korkusuyla ma'rufu terketmek.

2- Sağlık nedeniyle ma'rufu terketmek. Gelen doktor, ipek elbise gi­yiyor veya altın-gümüş işlemeli eyere biniyorsa şayet buna üzerin­deki münkeri terketmesi için nasihatta bulunursa, doktor kızıp kendisine bakmaz korkusuyla ma'rufu emredip münkeri yasaklamaktan vazgeçmek.

3- Mal ümidi sebebiyle ma'rufu emretmeyi terketmek. Devlet baş­kanına, adamlarına ve kendisine maddî yardımda bulunanlara karşı gelecekte bu yardımı yapmazlar korkusuyla ma'rufu emredip mün­keri yasaklamaktan vazgeçmek.

4- Mevki ve makam. İlerde yardım ve mevki beklediği kimselere, bu yardımı yapmaz ve bu mevkî'i vermez veya verdirmezler korkusu ile ma'nıfu emr ve münkeri nehiy görevini terketmek."

Gazali bu misallerden sonra şöyle der:

"Bütün bunlar, ma'rufu emretme sorumluluğuma kaldıramazlar. Zi­ra bunlar mümkün olmayan ziyâdeler kabilindendir. Bu gibi fazlalıkla­ra zarar adı vermek mecazdır. Esas zarar, eldeki varlığın gitme korkusu­dur. Bundan hiç birşey istisna edilemez. Ancak ihtiyacın da'vet ettikleri şey müstesna. Bunların kaybolmasında, münker karşısındaki susmanın zararından daha büyük mahzur ortaya çıkar,"

Gazali istisnanın bu yönünü yukarıda verdiği misâllerle açıklamak­ta ve şöyle demektedir:

"Mühim dînî mes'elelerin câhili olup da bunları öğrenmek için bu­lunduğu yerde de ancak bir âlim olursa başka tarafa gitmesine de gerek yoktur. Kendisine ma'ruf emredilip münker nehyedilen kimse, bu âli­me itaat edip ondan okuması ve sözlerini dinlemesine vesile olacak im­kândan men'edilirse, bir yarıdan dinin mühim mes'elelerini öğrenmeyip câhil kalmak üzere sabretmek mahzurlu, bir yandan münker karşısında susmak mahzurlu. Bu takdirde birini diğerine tercihe mecburdur. Bu da münkerin son derece çirkin oluşu ve dinin mühim mes'eleleriyle ilgili olan ilme şiddetûi ihtiyaca göre değişir."

Sıhhat konusuna gelince; nasıl ki insan helake götürücü bir hasta­lıktan dolayı doktora muhtaç oluyorsa, sıhhat de doktorun tedavisini gözetir. Tedaviyi geciktirmesinde süratli bitkinlik, hastalığın uzaması ve ölüme sürükleme durumu olduğunu bilir.

Mala gelince, bu da kazanmak ve birşey istemekten âciz olan kimse gibidir. Ne kuvvetli bir tevekkül ruhuna sahip, ne de bir kişiden başka­sına infak etmekte. Şayet ma'rufu emrederse rızkı kesilir, onu elde et­mede fakirleşir ve haram kazancı aramağa koyulur veya açlıktan ölür korkusu olursa, aynı şekilde -içinde bulunduğu durum şiddetlense da­hi- münker karşısında susma ruhsatına sahip olamaz.

Makam ve mevki elde etme düşüncesi: Kötü bir kişi kendisine eziyet eder, kötülüğünü önlemek için devlet başkanından (veya onun vekillerinden) bir mevkki olmadığı müddetçe, kendisini bu adamın şer­rinden kurtaramaz. Devlet başkanı da ipek elbise giyen veya içki içeni bir adamdır. Ancak kurtulma çaresi de buna sığınmaktan başka bir yo­lunun olmamasındandır.  Şayet ona "içki içme" veya ipek elbise giyme" diye kendisini, işlediği bu dînî yasaktan men'etse o'da kendisine bu fırsatı vermeyecek ve bu mevkü elde edemeyecektir. Bu sebeple o, kötü insanın kötülüğüne katlanıp duracaktır.

Gazali bu misalleri verdikten sonra şöyle der:

"İşte bütün bu hususlar ortaya çıkıp kesinleştiği zaman ma'rufu emretmede istisna uzak değildir. Fakat bu hususda ictihad etmek -kalbine danışıp neticeye varıncaya kadar- muhtesibin (ma'rufu yapanın) kendisine bırakılmıştır. Mahzurlardan birini diğerin göre ölçüp tarta­rak, heva ve arzu ile değil, din gözü ile bir yönünü tercih eder. Şayet di­nin ölçülerine göre susmayı tercih ederse, onun bu susmasına "mudara" denir.Eğer arzu ve hevesinin ölçülerine göre susmayı tercih ederse buna da müdâhene (= yağcılık) adı verilir. Bu da insanın iç dünyasına ait bir davranış olup, ancak ince düşünce ölçüleriyle anlaşılır. Fakat herşeyin iç yüzünü bilen Allah'tır . Dini düşünce ve amele sahip herkes kalbini kontrol etmeli ve Allah Teâlâ'nın, kalbinde geçeni bildiğini, ar­zusuna göre mi yoksa dini çizgide mi yürüdüğünü bileceğini anlama­lıdır. Her kim iyilik veya kötülük cinsinden ne yapmışsa, onu Allah katında hazır bulacaktır. Allah hiç bir kimseye zulmetmez.

Sonra İmam Gazali ikinci kısmı ele alır ve şöyle der:

"İkinci kısım ise elde olanı kaybetmektetir. Bu, hoş görülmeyen bir davranıştır, ilim hariç diğer dört husuzda susmak caizdir. İlimin hariç tutulmasının sebebi, çünkü ilimden bir şeyin kaybolmasından kor­kulmaz. İnsanın, başkasından zorla ilim söküp almaya gücü yetmez .

Fakat sıhhat ve selâmete gelince, bunların kaybedilmesi dövülmekle olur. Şiddetle dövüleceğini bilen kimseye -ma'rufu emretmek müstehap bile olsa- ma'rufu emretmesi gerekmez. İnsanı açındıran dayakda hüküm bu olduğuna göre, kesip kırmakda ve ölüm korkusunda ruh­sat evleviyetle ortaya çıkar.

Servet korkusu: Evini yıkıp yağma edeceklerini veya elbisesini so­yup alacaklarını anlayınca -aynı şekilde- ma'rufu emretme vücûbu ken­disinden kalkar. Fakat müstehap hükmü devam eder. Çünkü dünyalığı­nı verip dinini almasında mahzur yoktur.

Gazâlî bu konuda "küllî bir kaide" koyar ve şöyle der:  "Dayağın ve evin yağma edilmesinin de az ve çokluk bakımından dereceleri vardır. Malın bir tanesini almak gibi. Hafif bir tokatm vurulmasının verdiği acı da böyledir. Ama hızlı vurmasında had vardır. Bu da içtihada konu olan "dövmeye benzer" esasına kıyas edilerek had vurulur. Buna göre değer taşır. Dindar olan, mümkün olduğu kadar dînî yönünü tercih etmelidir.

Makam ve mevkî: Bu konuda iki husus düşünülür: Birincisi, "İn­sanlığını kaybedecek, başı açık, yalın ayak şehir içerisinde dolaştarılmak gibi bir durum ile karşılaşacaksa, insanlığını korumak şer'an me­mur olduğu bir vazife olduğundan, ma'rufu emretmekden kaçınıp, sus­masında ruhsat vardır.

İkincisi, sırf mevkî ve yüksek mertebedir. Değerli elbise ile dışarı çıkmak ve vasıtalarla dolaşmak gibi. Şayet ma'rufu emr, münkeri nehyetttiginde, âdî elbiselerle yaya olarak, alışkın olmadığı bir biçimde gezdirileceğini bilirse, bunlar öyle bir takım meziyetlerdir ki, bunları korumak makbul bir şey değil, fakat mürüvvetini korumak makbuldür. İşte bu gibi tehlikeli durumlarda ma'rufu emredip münkeri nehyetme görevini terketmek uygun olmaz."

Gazâlî bu geniş açıklamadan sonra konuyu şöyle noktalar:

"Umûmî emirler, ma'rufu emretmenin kuvvetli bir vacip olup, ona karşı susmanın son derece büyük bir tehlike olduğuna ve olacağına de­lâlet etmektir. Bunun asıl büyük tehlikesi, dinin mahzurlu kabul ettiği tehlikedir. Mal, can ve servetin büyüklüğü şer'an sabit olmuştur. Fakat mevkiin meziyeti haşmet, süslenme dereceleri ve halkın övgüsünü iste­me gibi şeyler o kadar tehlikeli değildir." [327]

 

Din Uğrunda Kınanmak Dâvayı Kaybetmek Anlamını Taşımaz

 

Ma'rufu emredip münkeri nehyetmek mü'minin görevidir. Bu görevi yaparken hiç bir kimsenin kınaması, azarlaması ve kızmasından korkmaz. Aslında bu, davayı kaybetmek ve mağlubiyeti kabullenmek değildir. Kur'ân-ı Kerim bunları; "Allah'ı sevenler ve Allah'ın da kendi­lerini sevdiği kimseler" olarak vasfetmiştir. Allah Teâlâ buyurur ki:

"Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse Allah -mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin on­ları seveceği, onların da kendisini seveceği- bir topluluk getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiç bir kınayanın kınamasından (dedikodu sundan) çekinmezler. "[328]

Hafız İbn-i Kesir bu âyeti şöyle yorumladı:

"Yâni onları, Allah'a itaatten, şer'î cezaları tatbik etmekten Allah'ın düşmanlarıyla savaşmaktan ve ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmaktan hiç bir güç geri çeviremez. Hiç bir kuvvet onları tuttuğu yoldan men'edemez. Hiçbir kimsenin kınaması onlara etki edemez ve hiç kimse de onları da'valarından azledemez." [329]

Ubâde İbn-i Sâmit'ten rivayet edildi. Şöyle dedi:

"Biz Rasûlullah'a (s.a.v.), nerede olursak olalım, hakkı söylemek ve Allah uğrunda kimsenin kınamasından korkmamak üzere biat ettik." [330]

Ebu Zerr'den rivayet edilen diğer bir hadis yukarıdaki hadisi des­teklemektedir.

"Dostum Allah Rasûlü (s.a.v.) bana şu iyi hasleti yapmamı tavsiye etti. Bana: "Allah yolunda kimsenin kınamasından korkmamayı, acı da olsa hakkı söylememi" vasiyet etti" [331]

Allâme Kurtubî: "Müslümanlar, İbn-i Abd'il-Berr'in "gücü yeten her kimsenin, münkeri değiştirmesi vaciptir. Eğer onu değiştirmeye gücü yetmezse, eziyet ve işkenceye uğramayacak kadar kınamak (ve nefret etmek)le yetinir. Şüphesiz ki onun bu davranışı münkeri değiştirmeye de engel olmamalıdır," görüşünde icma etmişlerdir." der. İmam Gazâ-lî der ki:

"Eğer kınayanın kınaması, fâsıkın gıybeti, sövüp sayması, kötü söz­ler söylemesi veya kalbinden düşecek korkusu veya buna benzer deği­şiklik ile ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevi terkedilseydi, ma'rufu emretmenin vücûbu ortadan kalkardı. Zira ma'rufu emr, hiçbir zaman bunlardan ayrılmaz. "[332]

 

Başkasının  Zararından  Korkmak

 

Ma'rufu emr münkeri nehy farziyetini bizzat üstlenen kimseye do­kunacak zarardan bir takım sonuçlar arzettik. Fakat akrabasına ve ya­kınlarına zararı dokunacak korkusu ile ma'rufu emr, münkeri yasakla­mayı terk etmesine gelince, durum nasıl olur?

İmam Gazâlî şöyle der:

"(Serveti bulunmayan bir zahidin servet sahibi akrabaları olur. Bu zâhid, benim neyimi alır diye devlet başkanına ma'rufu emr, münkeri nehyetmeye kalkışır ve devlet başkanına da zâhidden intikamını almak için) yaptığı bu ma'ruf ve münker görevinden akraba ve komşularına eziyeti dokunacaksa bu görevi terkeder. Çünkü münkere karşı susmak, mahzurlu olduğu gibi, müslümanlara eziyet vermeğe sebep olmak da mahzurludur. Şayet, mal ve canlarına zararı dokunmayacak, fakat zarar kendilerine kötü sözler ve sövme suretiyle dokunacaksa, bu kadar şey için, bu görevi terketmek biraz düşündürür. Burada da durum; "men edilerek münkerlerin, büyüklüğü ve söylenen mahzurlu sözlerin kalbi rencide edip etmemesi ve şahsiyyetine olumsuz yönde tesir nazar-ı titbâra alınır," şeklinde ortaya çıkar. "[333]

 

Galib Zanna Göre Acizliği Reddetmek

 

Bu açıklamadan anlaşılmıştır ki ma'rufu emr münkeri nehyetme farziyyeti, insanın bu görevi yapmaktan âciz olmasıyla kalkar. Bu aciz­lik ister cismî, ister ilmî olsun aralarında fark yoktur. Zira bunun çıkış noktası, zarar korkusu veya bilginin tesir etmeyişidir. Fakat acaba aciz­liği reddedip mazeret kabul etmeyen husus nedir? Mücerred galip zann, acizliğin reddine yeterli midir, yoksa hakkındaki kesin bir bilgi olması da gerekir mi ki onun farziyyeti -bu kesin bilginin elde edimesiyle- kalksın?                     

İmam Gazali bu soruya "zarar korkusundan dolayı sözünün âciz oluşu" babında cevap vermiş ve şöyle demiştir:

"Zann-ı galibe göre kötülük gelme ihtimâli zayıf ise ma'rufu emrin farziyeti kalkmış. Yalnız bir ihtimâl, ma'rufu emretmenin vücûbunu kaldırmaz. Çünkü bu ihtimal, her ma'rufda daima vardı." [334]

Diğer bir yerde bizat aynı konuda, ma'rufu emretmenin vücûbu, ancak zarar bilinince düşeceğini söyler ve buradaki "bilgi" kavramını şöyle açıklar: "Kastettiğim bilgi, zann-ı galiptir. Öyle bir zann ki, kendi­sine zarar vereceği bu kadarcık bir zan nedeniyle bilindiği takdirde, su­yu terk edip teyemmüm etmenin caiz oluşu gibi. Binaenaleyh durum böyle bir noktaya gelince ma'rufu emretmeyi terketmekte ruhsat var­dır." [335]

 

Azimet Yolu

 

Yukarıda zararın varlığı ve yokluğu durumunda yapılacak muame­lenin tüm yönlerini arzettik. Yine ma'rufu emredip münkeri nehyetmenin farziyeti, bu görevi yapanın, şeriatın meşru' saydığı bir zararın gel­mesinden korkması halinde kalacağını da ifade ettik. Fakat bu, bir kim­se bu farziyeti yaparsa uğrayacağı eziyet ve işkenceden korkmaz, hoşla­nılmayan bir şeyin kalkmasına önem vermez, bir kusur işleyip de güna­ha dönüşecek bir tehlikeden üzülmez ve buna aldırmaz demek değildir. Şüphesiz ki bu farziyeti yerine getirmek bu yönüyle caiz değildir. Bu şartlar içerisinde böyle davranmak aynı şekilde dince ruhsat tanınmıştır. Vazifenin ıskatına bir engel gibi görmek doğru değildir.

Canın veya malın tehlikeye girme korkusu ile ma'rufu emr münke­ri nehiy görevini terketmek, ancak şer'iatın zayıf imanlılar için tanıdığı bir ruhsattır. Fakat azimet yolu ve bunun da üstünü; Allah'ın dinini gerçek anlamda îlân edip onu yerleştirme azminden dönmeksizin, sahib olduğu tüm varlığını kişinin feda etmesidir. Hz. Ömer'in (r.a.) riva­yet buyurduğu hadis-i Nebevî bu hakikate şöyle işaret eder: "Ümme­tim, İslâm'ın yaşayacağı asrında, kendisini idare eden yöneticilerinden birtakım baskı yöntemleriyle şiddetli saldırılara (fikrî ve amelî olarak) maruz kalacaktır. Allah'ın dinini tanıyıp, diliyle, eliyle ve kalbiyle cihad eden, bu saldırılardan kurtulmuştur. Bu kişi yarışmayı önde götürendir, Allah'ın dinini tanıyıp, susan da kurtulmuştur. Ancak susup kurtulan kişi, iyilik yapanı görünce sevinir, bâtıla hizmet edene ise buğz eder. Bu kişi de bu meziyetlerini kalbinde gizlemek üzere (son sırada yer alarak) kurtulmuştur. [336]

Hakikatte, hakkı açıkça îlân etme yolunda canı ve malı feda etmek, sanıldığı kadar basit ve kolay bir iş değildir. Bu, kuvvetli bir sevgi, de­rin bir ihlâs, sâdık bir azim, eşsiz bir gayret isteyen bir cihaddır. Fakat şu da bir gerçektir ki azim sahipleri ve ihlâs erlere derece ve makam ba­kımından Allah katında en yüce kişilerdir. Nebî (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Bildiği hak sözü söylemekten insan korkusunun men'edemediği kişiyi ve cihadın en üstününü size haber vereyim mi? Ashab, buyur ya Rasûlallah! deyince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki:

"Zulüm ve haksız­lık yapan devlet başkanının yanında hakkı söylemektir. "[337]

Bundan önce geçen Nebî'nin (s.a.v):

"Şüphesiz ki cihadın en üstü­nü zâlim devlet başkanının yanında hakkı söylemektir." diye buyurdu­ğu sözü şu anlamdadır: "Hak sözü söyleyen kişi, Allah katında hakket­tiği ecir ve sevap, çarpışıp da uğradığı tehlike ve karşılaştığı musibet mikdârma göredir. Ama "zalim devlet başkanına karşı hak sözü söyle­mek" ifadesine gelince, İmam Hattâbî bunu şöyle bir ilmî açıklama ve yoruma tâbi tutar:

"Bu sözün, cihadın en üstünü olması ancak şu sebepledir; "Bir kere düşmanla çarpışan kişi, korku ve ümid arasında tereddüt içinde olur. Düşmana karşı galib mi mâğlub mu olacağını bilemez. Halbuki devlet başkanının elinde "istediğini zorla yapma güç ve otoritesi" vardır. Ma'rufu yapan, hakkı konuşup kendisine iyiliği emredince, onun varlı­ğını yok etmeye kalkışır ve öldürebilir. İşte bu, ölüm korkusunu yene­rek ve göz göre göre öleceğini bilerek hakkı söylediğinden, cihad çeşitlerinin en üstünü olmuş olur. [338]

Allah'ın, ma'rufu emr ve münkeri nehiy gibi mühim bir görevi omuzlarına yüklediği ve bizzat kendi kendisini ıslah etmesini emrettiği bu ümmetin, sadakat, şecaat, şehâmet ve harp meydanlarında hakkı ilan gibi vasıflarını bize aktaran asil, şerefli ve parlak bir tarihi vardır. Bu ümmetin içinde, münker karşısında susan, İmanının sönüklüğünden ma'rufu açıklamaya gücü yetmeyen korkaklar görsek de, azim sa­hiplerini bâtıla meydan okuyup kılıçların gölgesinde hak uğrunda şehid olanların varlıklarını da görmemezlikten gelemeyiz.  Bu da gösteri­yor ki bu ümmet, özünde canlılığını ve bekasını sürdüren hayatiyet cevherini hâlâ taşımaktadır. Bir gün bu ümmet topyekün varlığının özü demek olan bu ruhu kaybederse: Evet fedâkârlık, cihad uğrunda ölüm ve ölümsüzlüğe susama ruhu....İşte bu ruhun kaybedilişi, bu ümmetin tarihinde en meş'um gün olacak. Allah'ın rahmet kanalları kesilmiş ola­cak. Kendisiyle ölümü arasında bir engel kalmayacak. Bir düşüş ki kal­kışı olmayan en aşağılara düşüş.....

Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Ümmetimi, zâlime karşı korkarak: Ey Zâlim dediğini görürseniz düzelmesinden ümit kesilmiştir." [339]

Şüphesiz ki nefis ve mal sevgisi, genel olarak, ma'rufu emr münkeri nehiy yolunda en büyük engeldir. Kendisini esirgeyip tutmayan var mı? Mala doyan kimse var mı? İnsan kalbi kendisine gösterilen hayal karşı­sında heyecanlanır, korkar. Eğer bâtıla batıl derse -özellikle elinde iş yapabilme, çevirebilme imkânı varken- ve zulme karşı inancını haykırsa -özellikle de bunu güçlü ve galib durumda iken söylerse- kendini tehlikeye ma'ruz bırakmış olur. Cismen ölümden kurtulsa da, çoğu kez iktisâdı çöküntü ve ölümden kurtulmaz. Zira iktisadi çöküş ve ölüm, bazan cismen ölmekten daha şiddetli ve daha büyük bir mağlubiyet olur.

Fakat mü'min korku ve sabırsızlık gibi ölümün kucağına atacak davranıştan kendini korur ve gözetir. Şayet o, böyle bir duruma düşü­yorsa bu, îmanın zayıflığından kaynaklanıyordur. Çünkü hayat ve ha­yatın tüm sebepleri Allah Teâlâ'nın kudret elindedir. İnsanın, hakkı ilân ederek elde etmesi ve yenilmiş olarak dönmesi, ha­yatının ve rızkının bir beşerin elinde olduğuna delâlet eder. Veya tam olarak Allah'a güvenmiyor, en azından O'na hakkıyla tevekkül etmiyor.. Bu nedenle Rasûlullah (s.a.v.) ma'rufu emredip münkeri nehyederken, canlarımız ve mallarımız karşısında korkmaksızın emretmemizi istemistir. Zira bu, dinimizin farz kıldığı ve imanımızın hükmettiği bir emirdir.

Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdular:

"Ey insanlar! Allah'a dua etmeden önce, iyiliği emredip kötülükten nehyediniz. Yoksa dualarınız kabul olmaz. Ondan mağfiret dilemeden önce (yine) iyiliği emir, kötülükten nehyediniz. Aksi halde Allah sizi bağışlamaz. Şüphesiz ki ma'rufu emr münkeri nehiy ne rızkı geri çevi­rir, ne de eceli yaklaştırır." [340]

 

Diğer Birtakım Zararların Meydana Gelmesinden Korkmak

 

Ma'rufu emr münkeri nehiy görevini yapan kimse -bu görevi yap­maya kadir de olsa- kendisine yönelecek birtakım sonuçlara düşme hu­susunda düşünmesi ve kulak vermesi gerekir. İzleyeceği yöntemle ilgili gerekli tedbirleri mütalaa etmelidir. Zira bu hususlar gözetilmezse, bir ma'rufu yerleştirmek için yapacağı çalıma, diğer bir ma'rufun ortadan kalkmasına, bîr münkeri ortadan kaldırırken de ondan daha büyük bir münkeri yerleştirme durumuna düşürmemesi bakımından çok önemli­dir.

Allâme İzzüddin İbn-i Abdi'l - Melik, münkeri nehyetme farziyyetinin bazı şartları olduğunu söyler ve bunları şöylece sıralar:

"Galib zannına göre bir kimse, münkeri nehyederse kendisine bir zarar gelmeyecek ve bir münkerden dolayı yanılarak nehyettiği mün-kerlerin de artmayacağı kanaatma varması."

Ma'rufu emr münkeri nehiyden dolayı kötü bir davranışa cevap verme diye bir olay ortaya çıkınca iki durumla karşılaşılır:

1- Bu görevi yapanın bir zarara uğraması.

2- Kendisini zarara sokmaması.

Fakat burada suçsuz bir adamın öldürülmesi gibi diğer bir zarar or­taya çıkmakta veya münkeri vb. suçları işleyen daimî ve ısrarlı olarak fazlalaşmaktadır.

İkinci kısma gelince; yani çirkin bir fiilden vazgeçirme olayı: Ule­ma, bu durumda, ma'rufu emr ve münkeri nehiy farziyyetinin terkedilebileceği üzere icma etmişlerdir.

Birinci şıkkın üzerinde daha önce genişçe durmuştuk. Ancak bu konuyu sıhhate kavuşturmak için burada özel bir açıdan konuya bak­mamız iyi olacaktır.

Allâme Sa'dü'd-Din et-Taftazânî der ki:

"Ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevinin şartlarından biri de; "bir mefsedet ve zararı uzaklaştırmak, bir mûnker veya benzerinden daha çok evladır." Bu hüküm cevaz değil, vücüb ifâde etmektedir. Hatta şöy­le dediler.

"Ma'ruf görevini yapan kişi dövülme ve benzeri bir şekilde dayak yemek suretiyle kesin bir mağlubiyet değil de öldürüleceğini bilirse gö­revi terketmesi caiz olur. Fakat susması hususunda ruhsat vardır." [341]

İmam Gazâlî şüphesiz ki bu davanın böyle genel bir açıdan bakışla sıhhat kazanamayacağı görüşünü ileri sürer.

Allah yolunda kendini feda etmek, şüphesiz ki şehitliktir. Şehitlik ise müminin kalbinin arzuladığı en yüce ve satın alınamayan en pahalı bir mertebedir. Fakat her halü kârda mü'minin kendini feda etmesi, di­nine bir fayda dokunacak mı dokunmayacak mı? Buna dikkat etmesi gerekir. Hiç bir kârı olmadan kendini ölüme atmak, övülmüş ve sevap takdir edilmiş bir ölüm değildir.

Gazâlî der ki: "Ma'rufu yapanın, müdahalesiyle bir münkerin orta­dan kalkmasına karşılık, bir zarara uğrayacağını bilmesidir. Meselâ; içki kadehini atıp kırması ve içkiyi dökmesi veya elindeki değneğini, kıza­rak ve sertçe elinden alıp o anda kırması böylece bu münkerden onu uzaklaştırıyor fakat sonra da karşılığında kendisinin dayak yiyeceğini biliyor. İşte bu şekilde davranması ne vacip ne de haramdır, belki müsetehaptır."

Gazâlî, konuya bundan sonra derinlemesine bakarak geniş bir şe­kilde ele almış, bu vadideki sözünü naklederek lâyık olan mevkiye oturtulduğunu görmekteyiz. Gazâlî der ki:

"(Ebu Abide (r.a) diyor ki: "Tehlike demek, yaptığı bir kötülükten sonra başka bir iyilik yapmamak ve bu hal üzere ölmek demetir. Öldürülünceye kadar kâfirlerle cihâd caiz olduğuna göre, öldürülünceye ka­dar emr-i ma'ruf etmesi caizdir. Fakat düşmana saldırmasında bir şeye yaramayacağından, bu, haram olup kendini tehlikeye atmaktır ki, tehli­ke âyetinin şümulüne girer. Bu gibi fedailik, öldürülünceye kadar öldü­rüleceğine ve düşmanın kalbine korku salacağına inanan kimseler için caizdir. Yani adamın böyle yapmasıyla diğerlerinin de Allah yolunda şehâdet mertebesine ulaşmak için hayalarına hiç kıymet vermediklerini görüp düşmanın maneviyatlarını sarsmak gayesini taşırsa, bu saldırış caizdir.)

"Bunun gibi münkerin kaldırılmasında, yapacağı ma'rufun bir etki­si olacaksa, kendini darbelere ve ölüme hedef yapması caiz olduğu gibi müstehabdır da. Veya kötülerin gönüllerine dehşet salmakda, iyilerin maneviyatını takviye etmekde bir tesiri varsa tehlikeli de olsa caizdir. Fakat zâlim bir adamın elinde kadeh, bir elinde kılıç vardır. Ona "kade­hi at" dersen, kadehi içecek ve kılıç ile de boynunu koparacak. Bu gibi kimseye ma'rufu emretmeye kalkışıp kendini tehlikeye atmak caiz de­ğildir. Çünkü bu, doğrudan doğruya bir intihardır. Oysa istenilen; din adına bir fayda sağlamak ve bu uğurda can feda etmektir. Hiç bir fayda olmadan kendini tehlikeye atmak elbette mânâsız bir davranıştır. Hatta bu gibi ma'rufu emretmek haramdır. Ma'rufu emretmenin müstehab ol­ması, ancak münkeri işlemez imkânı olduğu veya hiç olmazsa bir yön­den faydası orataya çıktığı zamandır. Bu da ancak, o münkeri irtikâb edenin şahsına münhasır olmalıdır. Şayet, akraba, yakınları ve arkadaş­larını da içine alacak bir dövülme olayına ma'ruz kalacağını bilirse, ma'rufu emretmek caiz değil, belki haramdır. Bir kötülüğü düzeltelim derken daha kötü birtakım münkerlerin ortaya çıkmasına vesile olur. Münker bir şeyi kaldırmakta maksat bu değildir. Hatta ma'rufu emret­mekle bir kötülüğün önleneceğini ve fakat buna karşılık başka bir kö­tülüğün doğmasına sebep olacağını anlarsa, ma'rufu emretmek kişiye helâl olmaz. Çünkü maksadı; mutlak olarak, şer'an münker olan şeyleri kaldırmaktır. Yoksa Zeyd veya Amr gibi muayyen kimselerden birtakım hususları kaldırmak değildir.

Düzeltilen münkerlerin dereceleri arasında bir ayrım yapmak da mümkündür. Meselâ; bir adam başkasına ait olan bir koyunu kesip ye­mek istediği zaman, onu bu işden men'ederseniz ve yerine bir adam ke­sip yiyeceğini anlarsanız, onu bu münkerden nehyetmek yanlış olur. Çünkü buna mâni olmanın kârı, zararından büyüktür. Fakat bir insanı öldürmesindensen ona mâni olup yalnız malını almasıyla başbaşa bı­rakmak daha evlâdır.

Bütün bunlar üzerinde ictihad edilmesi gereken ince meselelerdir. Ma'ruf yapan kişi, bütün bu hususlarda içtihadına uymak zorunda­dır. [342]

İmam İbnü'l- Kayyım bu problemi güzel bir sonuca kavuşturmuş­tur, bu mes'eleye değişik açılardan baktıktan sonra şu güzel nokta ile noktalamaktadır.

"Nebi’nin (s.a.v.) bu ümmete bir münkeri kaldırmasını emretmesi demek, Allah ve Rasûîü'nün sevdiği ve onayladığı bir ma'rufu yerleştir­mesi demektir. Fakat bir münkeri kaldırmak, diğer bir münkerin ortaya çıkmasına sebep olacaksa bu kaldırılan münkerden daha kötüdür, caiz değildir."Münkeri nehyetmenin dört derecesi vardır:

1- Bİr münkerin kaldırılıp yerine bir ma'rufım yerleşmesi,

2- Münkerin tümü nehyedilmiyorsa azaltılması,

3- Benzeri bir münkerin yerleşmesi,

4- Kendisinden daha kötü olan münkerin yerleşmesi.

İlk iki derece meşrudur. Üçüncüsü ictihad konusudur. Dördüncüsü haramdır.

Bilahere İbn’-l-Kayyım bu konuyu genişçe ele alır ve şöyle der: "Günahkâr ve fâsık birtakım kimseleri satranç oynarken gördüğün za­man onları bu münkerden nehyetmen, bilgisiz ve basiretsizce bir yakla­şım olur. Ancak onları, ok atmak ve at yarışı vb. gibi Allah ve Rasûlü'nün tasvib buyurdukları birtakım meşru eğlencelere çevirmen, yapa­cağın en iyi ma'ruftur.

Şayet günahkâr birtakım insanların tekraren yazılmış oyun, eğlen­ce, mûsiki, ıslık çalmak ve el çırpmak gibi bir yerde toplandıkları görü­lürse, yapılacak iş onları bu işten vazgeçirip Allah'a itaat etmeye çağır­maktır. Maksat da budur. Yoksa bulundukları durumda bırakmak, bun­dan daha büyük bir münkeri ortaya çıkarmaktan daha hayırlıdır. Zira onlar meşgul oldukları durumdan başkasıyla oyalanacak değillerdir.

Yine bir adamın bir takım mizah ve benzere kitaplarla meşgul oldu­ğunu görürsen, şayet münkerden nehyetmen, bu kişiyi bid'at, sapık ve sihir kitaplarını okumağa yönelticeğinden korkarsan, onu okuduğu ilk kitaplarıyla başbaşa bırak. Çünkü onu daha büyük.bir münkeri işleme durumuna düşürme ihtimâli vardır.

Şeyhu'l İslam İbn-i Teymiyye'nin (Allah ruhunu takdis ve kabrini nurlu kılsın) şöyle dediğini işittim.

Tatar istilâsı sırasında idi. Bazı arkadaşlarımla birlikle içki içen bir cemaata uğradık. Arkadaşlarım onları bu münkerden nehyetti. Ben de kendilerine "Allah içkiyi haram kıldı. Çünkü içki Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor, dedim. Halbuki içki içmeleri, onları insan öl­dürmekten, birbirlerinin zürriyetine sövmek ve mallarını almaktan vazgeçirmişti. Öyle ise onları kendi hallerine bırakın dedim. [343]

 

Etkîsi Olmasa Dahi, Ma'rufu Emretme Çalışmasını Ruhen Takviye Ettiği Süreci Terketmemek Gerekir

 

Çok kimseler var ki ma'rufu emr, münkeri nehiy görevini îfâ ederken bir zarara uğrar veya başka bir münkeri meydana getirse bile kork­maz. Ama ma'rufu emretmesi ve münkeri nehyetmesinin bir yarar sağ­lamayacağını ve bir fayda elde edilmeyeceğini bilse dahi böyle bir or­tamda da bazı âlimler, ma'rufu emredip münkeri nehyetmenin vacip ol­duğu görüşündedirler. [344]

İmam Nevevî; "İnsanlar kabul etmese dahi, rnü'min ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevinden sorumludur." der ve şöyle devam eder:

"İslâm uleması der ki: "Ma'rufu emr münkeri nehiy görevi mükel­leften kalkmaz, Çünkü mükelefin görevi, yaptığı emir, sadece görev ol­duğu için onu yapacaktır. Hatırlatma ve ikazın mü'minlere fayda vere­ceği ise âyetle sabittir. Emir ve nehiy görevinin sorumluluğunu taşıyan kimseyi daha önce tarif etmiştik. Muhatabın kabul etmesinin şart ola­cağı söz konusu değildir. Nasıl ki Allah Teâlâ'nın: "Peygambere düşen, ancak tebliğdir" buyruğunun buna bir misâli olduğu gibi. [345]

İmam Nevevî'nin sözünden anlaşılıyor ki ma'rufu emr münkeri ne­hiy görevi, kesinlikle fayda vermese dahi cumhur-i ulemâya göre vacip­tir. Fakat bu doğru değildir. Şüphesiz ki ulemâ genel olarak bu görevin -bir kötülükten veya zarardan korkmuyorsa- ancak faydalı bir etki bı­raktığına gövenmek şartıyla müslümana vacip olduğunu söyler. Eğer onu bir oyalama olarak görürse görev sorumluluğu (vücûbiyeti) kalkar. Allâme İzzüdin Abduhnelik: "Yapılan münkerin etkili olduğunda galip zann varsa abes değildir" esasını, ma'rufu emr, münkeri nehiy şartların­dan sayar. [346]

Fakat İmam Gazali; "faydalı olmayacağı kanaatına varan kişinin ma'rufu emredip münkeri nehyetmesinin şart olduğunu kabul etmez ama müstehab olduğunu söyler. Çünkü "ma'rufu emr görevi faydasız da olsa İslâm'ın savunulması ve şiarıdır. Müslüman, münkeri nehyet­menin fayda vermeyeceğini bilir de korkmazsa, faydasız yere ma'rufu emretmesi vacip olmaz. Ancak İslâm'ı koruma alâmetlerini açığa vur­mak ve insanlara dinin emir ve direktifini hatırlatmak bakımından müstehabdir. [347]

Bazı ulemâ, Gazâli’nin görüşüne dayanarak bizzat bunun delil ol­duğunu savunarak, böyle şartlarda ma'rufu emretmeyi müstehab kabul ettiler. Çünkü "dinin var oluş alâmetlerini" açıkça îlan edip onları ha­tırlatmak, ma'rufu emr münkeri nehiy gayelerinin en önemlilerinden­dir. Bu maksadın gerçekleşmesi için yapılacak çalışma ve gayret abesle (boş yeri) meşgul olmak değildir.

Allâme Taftazanî aynı görüşü paylaşarak, ma'rufu emr münkeri nehyetmenin, dinin değerini yücelteceğinde şüphesi olmadığını ileri sürer. Fakat bazan da dine zararlı olabileceğini, dolayısıyla her halükâr­da farz olduğunu söylemenin doğru olamayacağını söyler. Taftazanî ma'rufu emr münkeri nehyetmenin şartlarından bahsederken der ki: Kendisini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaması ve abesle iştigal et­memesi için, ma'rufu emretmenin kesin olarak etkisiz olacağını bilmemesiyle birlikte iz bırakmanın bile caiz olması, şayet "dini yüceltmek için etki etmese bile vaciptir," dense;

Deriz ki: "Evet, ama olur ki insanı zelil kılar." [348]

 

Tesir İmkânının Araştırılması

 

Ma'rufu emr münkeri nehyetmenin etkisi ve etkisizliği ile ilgili yu­karıdaki sözle, "emredilince ma'rufun ortaya çıkışı, nehyedilince de münkerin yok oluşu veya bunun aksi bir sonuç" istenmektedir. Fakat diğer bir açıdan mes'eleye bakmamızda yarar vardır. O da şudur: Şüp­hesiz ki müslümanın ma'rufu emr münkeri nehiy çalışması peşin bir tesir ortaya koymasa bile etkisinin nereye varacağını hissetmediği bu görevini sürdürmesi gerekir. Bu etkinin, bundan sonra ma'rufu emret­meye ve münkeri terketmeye bir sebep olması ihtimalden uzak değil­dir. Bizzat ma'rufu ihmâl etmesi ve münkeri irtikâb etmesini, kendisine sevap kazandıracak ihlâslı bir çalışma olarak kabul etmeyebilir. Hatta bunu din ve şeriatın hükmüne göre bir hata ve günah olarak görebilir de. Fakat nasihat ve ıslah sözünü kabul etmemesi, onun azminin sağ­lamlığından ve kuvvetli görüşünden değildir. Bu tutum, olsa olsa ancak yararlı bir davranışı reddetmekten ibarettir. Bu nedenle -bu davranış zayıf bir ihtimâl de olsa- çalışmasını sürdürmesi, istikbâle uzanan haya­tını güzelleştirmesi, umulmadık bir sonuç doğurabilir.

Duruma bu açıdan bakıldığında ma'rufu emr münkeri nehiy çalış­masının tesirini gerçek bir değerlendirme ile takdir etmek ve bunun ehemmiyetini- o anda peşin bir etkisi görülmese de- tam bir şuurla hissetmek mümkündür.

Bu açıdan imam Muhammed eş-Şeybâni bu mes'eleyi derinlemesine anlamış ve tam anlamıyla İslâm ümmetinin psikolojik tavrını inceleye­rek şöyle demiştir.

"Ma'ruf ve münker görevini yapan kişiye -içinde yaşadığı toplum tarafından ölümle karşı karşı bırakılsa dahi- devamlı, sürekli ve sebatla çalışmak düşer. İçinde yaşadığı cemaat onun ölmesiyle parçalanmaz. Burada cemaatten kasıt, İslâm da'vetçisinin emrettiklerine gönülden inanan müslümanlardır. İslâm toplumu bunu açığa vurmasa bile, onun bu yaptığına kalben teslim olmalıdır. [349]

Gerçekten müslümanların arasında ma'ufu emr münkeri nehiy gö­revini ifâ ederken iki çeşit sonuç elde edilir:

1- Yapılan ma'rufun etkisinin daha ilk anda görülmesi

2- Etkisinin bir süre sonra gömülmesi

Birinci sonuç ma'rufu emr görevinin birtakım engellere rastlama­dan ifası, bazı gayretlerle oluşturulan özel şartların sonucudur. Bu özel hallerde halk, fert veya cemaatler halindedir. Yaşadığı vasatta genelde iyilikten uzak, kötülüğe daha yönelik bir atmosferde yaşamaktadır. Kö­tülüğü terketmeye, iyiliği kabul etmeye ruhen müsait değildir. Genel­likle iyiliğe (dinin tasvib ettiklerine, dindarlağa, müslümanca yaşama­ya) ve iyilik adına bir kelime dahi olsa işitmeye, duymaya kulakları ka­palıdır. Alıştıkları şey; nefsin güzel gösterdiği kötülüğü duymak ve sonuçlarını görmektir.

İşte böyle durumlarda iyiliğin ortaya çıkması, kötülüğün de kaybol­ması mümkün olduğu gibi, insanın bir ma'rufu diriltip bir münkeri de yok etmeden, kendine dönüp ma'rufu emretmesi umulur. (Bu, onun paslanmış kalbinin derinliklerindeki îman kıvılcımı sayesinde olabilir. Zira insan hiçbir zaman bir şeye inanmaktan uzak kalmaz.)

İkincisi sonuç ise, bu özel şartların sona ermesi, o zaman da ma'ru­fu emr münkeri nehiy görevini yapan kimse için -topluma ister ferd is­ter cemaat halinde olsun- doğruya yöneltecek düşünme ve hatırlatma fırsatları daha da çoğalacaktır. [350]

Böylelikle bu sonuç, genel bir şekilde müslüman ferdin veya müslüman bir toplumun varlığında cidden faydalı bir düzenleme meydana getirecektir.

Şayet müslümanlardan bir fâsık, insanlığı ıslah edenin veya dine da'vet eden da'vetçinin boynunu vurmaya kalkışırsa, kendisine nasihat eden, karşılıklı iyi ilişkiler kurmaktan çekinip sert bir düşman olduğu halde şefkatli davranan bu da'vetçinin insanî muamelesi karşısında vic­dan azabından kurtulmayacak ve dine olan temayülünden dolayı duy­duğu bu derin hissin doğrultusunda da'vetçinin da'vetine icabet etmek­ten uzak durmayacaktır..

Şayet da'vetçi, din adına yaptığı bu insanî muamele ve arzudan vazgeç­mezse, umulur ki bu ıslah çalışması ona, hakkı kabul etme kabiliyetine kalplerinde taşıyanlardan daha çok fayda verecektir. Velev ki bu kişi onlarla günah ve isyanda ortak olsun.

İslâm tarihi -bir defa dahi olsa- ma'rufu emr münkeri nehiy görevi­nin herhangi bir asırda gerçek anlamıyla ifâ edilip de tüm ümmetin bu çalışmanın temiz neyvelerini ve iyi sonuçlarını elde etmediğini kaydet­memiştir. Bu nedenle muayyen bir zaman veya imkân tanımayan özel bazı şartlarda ma'rufu emr çalışması etkisini ortaya koymayınca, gele­cekteki çalışmaya zemin hazırlamaya fayda sağlayacağını hatırdan uzak tutmamak ve bunu göz ardı etmemek gerekir. Zira bugün bunun etki edemeyişi, yarın meyve vermesinden ümit kesmek anlamına gelmez. Hatta bugün başlanan çalışma -uzun. bir müddet sonra meyvesinin ile­ride alınacağı- boş bir çalışma olarak görülebilir.

Anlaşılıyor ki fayda ummadığı bu ve benzeri durumlarda ma'rufu emr münkeri nehiy farziyetini ifa etmeyi herkes arzu edip rağbet gös­termemektedir.

Mekânın daraldığı, hayatın çekilmez hal aldığı ve şartların bozulup, Allah'ın dinine bağlanmak zor bir sınava dönüşünce, müslümanların yapacağı iş ve takınacağı tavır; dinlerini ve inançlarını korumaları o an için yeterlidir. Ma'rufu emredip münkeri nehyetme gibi bir yükün altı­na girmeleri doğru olmaz. Hatta ileri gelen kesim dahi buna riâyet et­mezlerse -kendilerini aşan yüklerin altına girip işin içinden çıkamazlarsa- kendilerine, varlıklarına ve güçlerine zulmetmiş olurlar.

 

Yapıldığı Anda Etkisi  Olmasa Bile, Ma'rufu Emredip Münkeri Nehyetmenin Önemi

 

Peygamber'den (s.a.v.) rivayet olunan hadis-i şerifler de bu tezimizi desteklemektedir. Bu hadislerden anlaşılmaktadır ki, genellikle her şe­yin bozulduğu ortamda kişinin, ma'rufu emr münkeri nehyetmeyi bıra­kıp kendisiyle başbaşa kalıp (yukarıda açıklandığı gibi inanç ve dininin esaslarını korumak üzere) oturması caiz olur.

Yine hadislerin ortaya koyduğu diğer bir esas da; toplumdan kopa­rak onun bozulmuş karakterlerini düzeltmekten kaçınanların, hakkı kabul etmeye kabiliyetli olan kalplerin bir gün hakka dönmelerine vesîle olmaları için ıslah ve hatırlatma görevini sürdürmelerinin övülmüş olmasıdır.

Şimdi burada evvelâ, etkisi olmadığı zaman ma'rufu emr münkeri nehyetme farziyetinin kalktığını açıklayan üç hadis-i şerif arzedelim:

1- Birbirinize iyiliği emrediniz ve fena şeylerden birbirinizi men'ediniz. Hatta (ey mü'min!) insanlar arasında cimriliğe boyun eğildiğini, nefsâni arzulara uyulduğunu, dünyanın (dine) tercih edildiğini ve her görüş sahibinin (ictihad ehli ve müctehid sünnet takipçilerini değil de) kendi görüşünü beğendiğini (ve seyirden baş­ka da bir iş kalmadığını) gördüğün zaman artık sen kendi başının çâresine bak ve halkı bırak." (Ardınızdan gelecek olan) öyle günler var ki o günlerde (dinin emirlerine uymak hususunda gösterilen) sabır, bir ateş parçasını elde tutmak gibi (çetin) dir. O günlerde (di­nin ahkâmı ile) amel edenlere, sizin amelinizi isleyen, elli kişinin se­vabı kadar sevap verilecektir.) [351]

Bazı rivayetlerde: "Gücünün yetmediği bir iş gördüğün zaman" ilâ­vesi vardır. [352] Yâni fesat gücünün yetmediği ve karşı koyamadığın seviyeye ulaşınca,' ma'rufu emredip münkeri nehyetme çalışmasını bırakman caizdir.

2- "Abdullah b. Amr (b. El As) dan (R. anhuma) rivayet edilmiştir ki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"İnsanların elekten geçirilerek iyilerin gittiği, kötülerin kaldığı, ahidlere sadakat ve emanetlere riâyetlerin bozulduğu, ihtilâfa düş­tükleri (Resûl-i Ekrem (s.a.v.) parmaklarını birbirine geçirerek) ve "şöyle oldukları "yakın bir gelecekte hâliniz nasıl olacak?" buyurdu. Sahâbiler:

"Yâ Rasûlellah! Anlattığın duruma erişince nasıl yapalım? diye sor­dular. Rasûl-i Ekrem (s.av.): "(Hak olduğunu) bulduğunuzu tutarsı­nız. Mûnker gördüğünüzü terkedersiniz. Kendinize ait şeylere (şah­sınız ve ailenizi ilgilendiren işlere) yönelirsiniz ve başkalarının isini terkedersiniz. [353] Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle soruldu "Yâ Rasûlallah! İyiliği emretme kötülüğü nehyetme görevini ne za­man bırakalım?

Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle cevp verdiler:

"İsrailoğullarında ortaya çıkan durum içinizde de çıktığı zaman. Biz: "İsrailoğulları içinde ortaya çıkan durum ne idi? diye sorduk, bu­yurdular ki: "Devlet idaresi ve yöneticilik (yaşça) küçük (ve tecrübesiz) olanlarınızın eline geçer, zina ve fuhuş (yaygınlaşarak) büyüklerinize bulaşır ve ilim de (karaktersiz ve aşağılık olan) rezilleriniz (dilinden verip öğretildiiği kimseler) de olur." [354]

Bu hadisler bütün açıklığıyla bizi uyarıp aydınlatmaktadır ki bu  şartlar içinde ve buna benzer durumlarda ma'rufu emr münkeri nehiy, vacip veya mendup değil, ancak mubah olduğu hatırdan asla uzak tu­tulmamalıdır.

Allâme Cessas hadisi açıklarken dedi ki: "Yani -Allah (c.c.) en iyi­sini bilir ya- ma'rufu ve münkeri kabul etmeyip görüş ve arzularına tâbi oldukları zaman, insanları kendi hallerine bırakmakta serbestsin. [355]

İkinci hadise gelince; Sünen -i Ebi Davud'un Hindli Şârih eş-Şeyh Muhammed Eşraf-ul Azim Âbâdî der ki:

"Hadis, kötüler çoğalıp iyiler güçsüz duruma düşünce ma'rufu emr münkeri nehiy görevinin terkedilebileceği hususunda bir ruhsattır." [356] Allame Taftazânî üçüncü hadisi yoruma tabî tutarak şu neticeyi çıkarır:

"Hadis, fesadın devamlı ve sürekli olup ma'rufu emretmenin fayda­sız hale gelmesiyle şartın yok olması anında, vücûbün kalkacağına de­lâlet etmez." [357]

Şayet fesat ve şerr hâkim duruma gelip, insanın kendisi hariç, din ve inancını koruyamayacak bir çaresizliğe uğrar ve insanlarla ilişkileri­ni kesmek mecburiyetinde kalırsa, bu görevi teketmesi caizdir. Çünkü imam korumak, herşeyden öncedir. Bir şeyden dolayı terkedilmez ama herşey onun için terkedilir. Bu durumda ma'rufu emr ve münkeri nehiy vücübbiyeti düşer. Fakat ümmeti ıslahı için Allah'ın (c.c) gönderdiği seçkin insanlar, yalnız farz ve şahsî görevlerin edasıyla yetinmezler. Ak­sine bunların da ötesinde doğacak muhtemel durum ve şartları da hesa­ba katarlar. Yalnız kendi çıkarlarını değil, başkalarının durumu da ken­dilerini ilgilendirir. Hem insanlardan uzak yaşamak hem de alâkayı kesmek kendilerine caiz olduğu halde buna rıza göstermezler. Çünkü eğer meydandan çekilip kaçarlarsa asıl kahramanlar kendileri iken ma'ruf lehine söylenecek bir tek kelime dahi söylenemeyeceği gibi, münker aleyhinde de hiç bir ses yükselmez. Şüphesiz ki insanın, dinini korumak üzere, fitnenin hakim olduğu zamanda yaşadığı toplumla iliş­kisini kesmesi caizdir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Bu da gösteriyor ki mücerred îman, münkeri ortadan kaldırmağa yeterli bir güç değildir ve olamaz da. Fakat hakkı yüceltmek ve bâtılın hâkimiyetini yok etmek için Allah yolunda cihad etmek, Allah yanında münkeri değiştirmekten daha üstündür. Nebî'nin (s.a.v.) mübarek hadislerinden üç tanesini bu­rada arzedelim:

1- "Ebu Hüreyre'den: Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Yaşayan insanla­rın en hayırlısı; Allah yolunda atının dizginini tutup onun sırtında uçan, düşman sesi veya düşmana hücum naraları işittikçe at üstün­de rüzgârlaşan, öldürmeyi ve ölümü, ümid edilen yerlerinde arayan adamdır. Yahut şu tepelerden birinin üstünde veya şu vadilerden birinde koyun sürüsünün içinde bulunup namazını kılan, zekâtını ve­ren ve eceli gelinceye kadar Rabbine ibâdet eden insanlara hayırdan başka bir şey yapmayan kimsedir." [358]

Bir kimse bu hadis, "Allah yolunda cihad eden, tepelerden birine sı­ğınıp bir yerde ayak üstü durup ibâdet eden kişinin durumuna" işa­ret ettiğini sanmasın. Şüphesiz bu -bilindiği gibi- zulümdür. Allah ve Rasûlü yanında bir geçerlilik ifâde etmesi mümkün değildir. Diğer bir hadis-i şerif de bu anlamda vârid olmuştur. Bu hadis birin­ciden daha veciz olmakla beraber, cihadın mekân bakımından daha üstün ve derece açısından yüce olduğunu açıklamaktadır. Sonra îmanı korumak üzere dünya sevgisinden uzaklaşmayı ve insanlar­dan ayrı yaşamayı önermektedir. "Ebû Said-i Hudrî'den (r.a) şöyle dediği rivayet olunmuştur. (Bir kere Rasûlallah'a (s.a.v.) Yâ Rasûlellah! Hangi insan daha üstündür? diye soruldu da Rasûlullah (s.a.v.):

Canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad eden mü'min, buyurdu Sonra kim? diye sordular. Rasûlullah:

“Vadilerden birinde (uzleti tercih eden) mü'mindir ki o, Allah'tan korkar da insanları, şerrinden dolayı rahat bırakır,” buyurdu. [359]

2- '"Kuvvetli mü'min (îman ve kültür açısından) Allah (c.c) katında zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevgilidir. Her ikisinde de ha­yır vardır. [360]

İmam Nevevî bu hadisin izahında der ki:

"Kuvvetli mü'minden" murad, âhiretle ilgili işler hakkında tam bir şuur, sarsılmaz bir azim ve kesin bir karar gücüne sahip olan uyanık mü'mindir. Bu vasfı taşıyan kimse cihadda düşmana karşı herkesten önde olur, cesaretle bunu ister ve ona koşar Hiç kimseden çekinme­den iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamak görevini tam bir ciddiyetle îfâ eder; bu uğurda karşılaştığı eziyetlere sabreder., Allah Teâlâ'nın zatına îman uğrunda çektiği meşakkat ve zorluklara katla­nır. Namaz, oruç, zikir vesair ibâdetler hususunda çok istekli, bunla­rı yapmakda ve korumakda gayretlidir."

"Her ikisinde de hayır vardır." cümlesinden maksat ise; "Kuvvetli olan mü'min ile zayıf olan mü'min îmanda ortak olmaları nedeniyle ikisinde de hayır vardır. Ayrıca zayıf olan mü'min  yukarıda arzedildiği gibi îman kuvvetine sahip olmamakla beraber, ibâdetler bakı­mından da kendisinde hayır vardır.

3- İnsanlar arasına karışıp onların eziyetlerine katlanan müzminin ecri, insanlara kanşmayıp ve eziyetlerine sabır göstermeyen mü'minin ecrinden daha büyüktür. [361]

Hadis, "İnsanlara karışıp dinin mesajını onlara duyurmak, yasakladığı tüm serleri kaldırıp onların dünya hayatlarını İslâm'la renklen­dirmeye sebep olanların fazileti açıklamakda ve bunun, insanlara kanşmayıp yahut onlara karışıp da eziyetlerine sabır göstermeyenle­rin ecrinden daha çok olduğunu hükme bağlamaktadır." [362]

Yukarıda verdiğimiz hadislerden ve ulemânın çıkardığı yorumlar­dan anlaşılmaktadır ki; durumlarını ıslah etmek için ortamın müsait (tebliğ şartları ve zemini) olmadığı bir toplumda ma'rufu emredip münkerden nehyetmek gerekmez. Fakat bununla beraber bu görevi ta­til etmemenin, yabana atılmayacak bir fazileti ve büyük bir önemi var­dır. Bu da yapılacak çalışmanın topluma ma'rufu yerleştirmek (dini ih­tiyaç haline getirip, toplumun kültür seviyesini ve dînî hayatı pratiğe aktaracak ve kabul edecek duruma getirmek) ve münkere de hayatında yer vermeyecek bir anlayışa ma'tuf olması gerekir. Bu çalışma bugün et­kisini göstermezse yarın göstermesi kuvvetle muhtemeldir. Fakat bu konuda yapılacak çalışma tümden ihmal edilirse, ıslaha götürecek ümit sebepleri ortadan kalkmış olacak ve toplum topyekün (cehalet silahıy­la) yok edilecektir.

 

Mutlak Kudret

 

Yukarıda açıkça ifâde etmiştik ki ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmanın, mü'min için etkisiz olacağı şeklinde alâmetler be­lirince, yahut bir zarardan çekinip korkunca yahut da bir fesat ortaya çıkacağı kesinleşince farziyeti kalkar. Fakat bu durum ortadan kalkınca da o zaman "mutlak kudret" İmam Gazâli’nin ifâde ettiği çizgide olur ve bu durumda mü'minin hisbe görevini yerine getirmesi gerekir. Gazâlî şöyle der.

Muhtesibin, kötülüğün, el ve dil ile ortadan kalkacağını bilmesidir. Hğer bu kötülüğü ortadan kaldırmaya gücü yetmezse kalbiyle buğzedip onu çirkin görmesi vaciptir. îşte bu da bizzat mutlak kudrettir. [363]

 

El Veya Dil İle Ma'rufu Emretme Ve Münkerden Nehyetme Gücünün Bulunmayışı:

 

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki ma'rufu emredip münkerden nehyetmenin farziyetleri eşittir. Kişi bu farziyeti el veya dil ile yerine getirmek ister. Bunlardan her biri taşıdıkları sorumlulukları ancak kud­ret ve güç taşıma imkânsızlığı ile düşer. Bu nedenle de el ve dilin görev­leri sona erer. Allâme Ebu Bekir el-Cessas buyurur ki:

"Bu sorumlulukların sona ermesi, birtakım merhalelere ihtiyaç du­yar, şöyle ki:

1- İmkân ve şartlar elverdikçe kötülüğü el ile (sahip olduğu her tür­lü maharetini kullanarak) değiştirmek.

2- Eğer buna imkân yok da yani el ile kötülüğü ortadan kaldırmaya başlayınca kendinden korkuyorsa, diliyle önlemeye çalışması gere­kir. Şayet meşru mazeret gösterip diliyle bunu yapamayacağı ortaya çıkarsa, söylediğimiz gibi işlenen münkeri kalbiyle çirkin görmesi gerekir. [364]

Kadı İyaz, ma'rufu emredip münkeri nehyetmenin izahı hususunda son derece tatmin edici bir yorum getirmiştir: Da'vetçinin galip zannına göre, şayet el ile kötülüğü (genel anlamda) kaldırmak, kendisinin öldü­rülmesinden daha korkunç bir kötülüğe sebep olacak veya bu münkeri yasaklaması nedeniyle başkası öldürülecek olursa el ile yapmaktan vaz­geçer, va'z ve korkutmak yöntemiyle dili devreye sokarak yetinir. Şayet dil ile kötülüğü engellemeye çalışmasından da korkarsa, o zaman kal­biyle hoş görmemek suretiyle bu görevini yapmış ve meşru sahaya gir­miş olur. [365]

Allâme el-Münâvî, münkeri nehyetme konusunda vârid olan hadis-i şerifi şöyle açıklar:.

"Şayet kendisine zararın geleceği zannıyla, eliyle münkeri nehyetmeye gücü yetmiyorsa, diliyle yâni yardım dileme, azarlama veya şartına riâyetle şiddetli ve sert davranmak gibi sözlerle nehyeder. Fitne korku­su, canından korkma, bir organının veya malının yok olma endişesi gi­bi bir engelin varlığı nedeniyle buna gücü yetmiyorsa, sadece kalbiyle nefret etmesi yeterlidir. [366]

 

Kalp İle Münkeri Nehyetmenin Caiz Oluşu Ve Doğru Olmayan Yönü

 

Münkeri üç yolla yasaklayan hadis-i şerifin arzettiği ilk iki yol yâni el ve dil yoluyla nehyetme üzerinde genişçe duruldu. Fakat kalb ile münkeri nehyetmek ise kalben ondan hoşlanmamak ve çirkin görmektir. Bu yöntemle münkeri nehyetme, ancak ilk iki yolla mümkün olma­yınca bu yolu seçme hürriyet vardır. Meselâ; el veya dil ile münkeri nehyetme gücünü taşıyan bir kimse, mücerred kalb ile çirkin görmesi, onu sorumluluktan kurtaramaz.

Allâme el-Kurtubî, İbn-i Abdi'l-Berr'den, müslümanların şu icmânı nakleder:

"Bu yolun dışında başka çıkar bir yol bulamayan kimsenin kalp ile çirkin görmesi, üzerindeki sorumluluğun kalkması için yeterlidir." [367]

Hadisde geçen münkeri nehyetme merhaleleri konusunda Aliyyü'l-Karî şöyle der: " Kim bu merhaleleri (hadiseki sırasına göre) kudreti ol­mamakla beraber değiştirirse günahkârlardan olur. Kim de kudreti ol­mamakla beraber bu sıramaları terkeder veya faydasından çok bunu za­rarlı olarak görürse, o zaman münkeri nehyetme görevini kalb yoluyla yapma durumuna düşer ve bu kişi de mü'minlerden olur. [368]

İbn-i Hacer el-Heysemî bundan daha açık bir ifâde ile şöyle der: "İmkân ve şartlar elverdiği sürece, her çeşit yolla münkeri ortadan kal­dırma imkânı olan kimse va'zla yetinemez. Dil ile nehyetme imkânına sahip olan da kalb ile çirkin görme yoluna başvuramaz. [369]

Mü'minin, münkerden söz edemeyeceği ve ameli bir şekilde mün­keri ortadan kaldıramayacağı bir takım durum ve şartlarla karşılaşması mümkündür. Fakat münkeri kalp ile çirkin ve hoş görmemeye hiç bir mazeret yoktur. Çünkü kalben münkeri çirkin görüp ondan tiksinmez­se bil ki ondan, îman harereti ve neş'esi silinmiştir. Bu nedenle hadisin diğer bir rivayetinin son cümlesi şöyledir; "Artık bunun da ötesinde (yâni münkeri kalb ile çirkin görmenin ötesinde) hardal tanesi kadar îman yoktur. [370]

Gösterişsiz ve sorumsuz olarak, günahı çirkin görüp ona buğz eden kimsenin, onu işleyenlerden de kaçınması gerekir. İnsanın, bir kimse ile ilişki kurup da onun etkisinden kalmadan yaptığı işi çirkin görmesi kesin olarak mümkün değildir. Bu nedenle kalp ile yapılan nehiyle be­raber şerlilerin şerrinden de kaçınmak gerekir. Allîme el-Cessas buyurur ki:

"Onlardan ayrıldığını açığa vurup şerlerinden kaçındıktan sonra, münkeri yasaklamayınca kendilerine karşı susması caizdir." [371]

Buna ilâveten de mümin, münkeri ortadan kaldıramaymca bu acizliğine razı olması gerekmez. Aksine eğer ortadan kaldırma imkânı doğarsa bunu eliyle kaldıracağını temenni etmeli ve zararı def edip münkere rıza göstermeyi âdet edinmemelimidir? Hatta bir daha geri gelmemek üzere, gücü yeterse münkerin tamamen ortadan silinmesi için devamlı bir şekilde gayretim açığa vurmalıdır.

Münkerin kalp ile nehyi konusunda allâme el-Münâvî der ki: "Onu kalbi ile çirkin görür. Gücü yetince de onu kökünden kazımağa azmeder. [372]

İbnu Hacer el-Hesyemî:

"Kalbiyle münkeri çirkin görür. Söz veya fiil ile onu ortadan kaldır­maya imkân bulursa tamamen yok etmeye azmeder." der. [373]

 

VI.   BÖLÜM

 

MARUFU EMREDİP MÜNKERİ NEHYETMENÎN YOL VE VASITALARI

 

Münkeri Yasaklamanın Vasıtaları Veya Hisbenin Dereceleri

 

İslâm ümmeti içinde, Ma'rufu emredip münkeri yasaklama görevini yerine getirmek için başvurulacak yol ve vasıtaların neler olduğunu belirlemek cidden mühimdir. Yâni Allah'a, Rasûlü'ne ve âhiret gününe inanmış bir toplumda münkeri ortadan kaldırıp yerine ma'rufu yerleş­tirmek için, insanın kullanması caiz olan ve olmayan vasıtalar neler ol­malıdır? İmam Gazâlî bu soruya genişçe cevap vermiştir. Fakat soru­nun cevabını "hisbenin dereceleri" şeklinde ifâde etmiştir. Bunun yanında şehid Abdülkadir Udeh bu kısmı "münkeri önlemenin vasıtaları" diye adlandırmıştır. Şimdi burada İmam Gazâlî'nin sözlerini kısaca özetliyelim: Gazâlî'ye göre "hisbe"nin sekiz derecesi vardır. Şöyle ki:

1- Taarruf: Yâni, münkeri araştırıp mahiyetini öğrenmeye çalışmayı kastediyoruz bu kelimeyle Bir de "tecessüs" vardır ki, bu yasaktır. Bir kimsenin komşusunun evine kulak verip içeride nelerin olduğu­nu anlaması gerekmez.

Evet, kendisi hiç soruşturmadan iki' âdil şahidin haberine dayana­rak, içeride işlenecek münkeri önlemek için müsâde istemeden biri­nin evine girebilir. (Yâni mesken masuniyetine riâyet etmeden içeri girmek, bu kötülüğü önlemek için caiz olmuş olur.)

2- Ta'rif: Bazan câhil, cahilliği nedeniyle münkeri önde tutar. Sonra onun münker olduğunu anlayınca terkeder. Öyle ise sert davranma­dan, yumuşaklıkla münkeri ta'rif edip tanıtmak gerekir.[374]

3- Va'z ve nasihat ve Allah'ın (c.c) azabı ile korkutmak suretiyle ne­hiy yapmaktır. Bu da bir davranışın münker olduğunu bilerek veya o hareketin münker olduğunu bildikten sonra üzerinde ısrar eden kimseye karşı yapılır. Bu gibi kimselere va'zu nasihatta bulunmak ve onlan Allah Teâlâ'nın azabıyla korkutmak, konu ile ilgili korkutucu haberleri açıklamak, eskilerin âdet ve davranışlarını ve takva ehlinin ibâdetlerini bunlara anlatmakdır. Bütün bunlar şiddet ve sert yönetemlerle değil, tatlılık ve yumuşaklıkla yapılmalıdır.

4- Söz ile haşin davranmak, hakaret etmek ve ağır konuşmaktır. Bu dereceye, tatlılıkla yapılan yasakdan ve yapılan ısrar belirtileri orta­ya çıkıp âciz duruma düşünüldüğü zaman geçilir. Biz sert ve haşin konuşur derken; sövüp sayar, zina isnadı yapar ve yalan söyleyebilir şeklinde kastetmiyoruz.

5-El ile değiştirip bozmaktır. Bu da çalgı âletlerini kırmak, içkiyi dökmek, adamın sırtındaki ipek elbiseyi çıkarmak şeklinde olur. Bu, bazı günahlar hakkında düşünülürse de bazılarında düşünülmez. Dil ve kalp ile işlenen günahı bu yolla nehyetmek mümkün değildir. Günahları kendisini alâkadar eden bâtınî azalar ile yapılan günahlar da böyledir.

6- Tehdit ve korkurtmak: Bu derecenin edebi, yapamayacağı şey ile korkutup tehdit etmemektir. Ama "bu işi terket, yoksa kafanı kıra­rım" gibi sözlerle korkutabilir. "Evini yağma ederim, çocuğunu dö­verim" gibi sözler veya buna benzer sözler sarfetmek doğru değildir. (Şayet bu sözü yapmak azmiyle konuşuyorsa, bu haramdır. Şayet böyle bir azmi yoksa, konuştuğu yalandır.[375]

7-Silah çekmeksizin el ve ayakla dövmektir. Bu da münkeri önleye­cek derecede olmak üzere, zaruret şartıyla fertler için caizdir. Mün­ker önlenince dövmekten vazgeçmek gerekir.

8-Bizzat bu kötülüğe gücü yetmeyip, silahlı bir gücün yardımına muhtaç olmasıdır. [376]

 

Va'z Ve Nasihatle Toplumu Islah Etme Yöntemi   

 

Ma'rufu emr münkeri nehiy için başvurulacak bu çeşitli vasıtaları  iki kısma ayırmamız gerekir:

Birincisi; va'zla ıslah etmek.

İkincisi; kuvvet kullanarak ıslah etmek.

Yâni da'vetçi evvelâ va'z, nasihat ve yumuşaklıkla ıslah etmeye çalışır. Eğer bu yolda sarfettiği gayret başarıya ulaşamazsa kuvvet yoluyla ıslah etmek vacip olur. Birinci yolun etkisiz oluşu ortaya çık­madığı müddetçe ikinci yolla ıslaha kalkışmak caiz olamaz. Allah Teâla yüce Kur'an da şöyle buyurur:

"Eğer mü'minlerden iki grup birbiriyle dövüşürlerse (savaşırlarsa) aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüz (e devam) ediyorsa siz o tecâvüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın. Binnetice eğer (Allah'ın emrine) dönerse ar­tık adalet (le hareket) edin . Allah şüphesiz ki âdil olanları sever." [377]

Âyet-i-Kerime'de müslümanların, bir ihtilaftan dolayı savaşan iki grubun arasını hakla (İslâmî ölçülerle) ıslah etmeleri emredilmektedir. İki taraftan biri hakka boyun eğmemekte diretirse, zulme uğrayan tarafın himâyesi için zulmedene karşı savaşmanın farz olduğu hükmü ortaya çıkmaktadır. [378]

Allah Teâlâ evvelâ ıslah için çalışmayı emretmiş sonra savaşı. Bu nedene İslâm uleması, va'z ve nasihat yolu ile ıslah olmalan umulduğu müddetçe kuvvet kullanmanın caiz olmadığı görüşü üzerinde ittifak et­mişlerdir. Allame el-Cessas buyurur ki:

"Allah Teâlâ savaştan önce hakka da'veti emretti. Şayet hakka dön­memekte diretirlerse kendileriyle savaşılır. [379] Allame ez-Zemahşerî ise:

"Islah'a kolay yolla başlar. Fayda vermezse zora başvurur. [380]

İbn-ul Arabî el-Mâliki:

"Allah Teâlâ savaşmadan önce (problemlerin) sulh yoluyla halledil­mesini emretti. (Şayet bu yolla müslümanlar arası problemler halledilmezse) yapılan zulüm ve isyana, savaşla karşılık verilmesi ortaya çık­mış ve böyle arzu edilmiştir." [381]

Kurtubî de: "Münkeri nehiy görevini yapan kişi, imkân bulduğu zaman söz ile ortadan kaldırsın. Ceza vermek veya öldürmek yolu ile münkeri nehiy, tek çıkar yol ise yapsın. Şayet öldürmeksizin ıslah etme imkânı varsa, öldürme yolu meşru değildir. [382]

 

Kuvvet Yoluyla İslah Etmek Herkesi Kapsayan Bir Görev Midir?

 

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmaktadır ki söz ile ıslah etmeye çalışmak, kuvvet kullanmak yoluyla ma'rufu emredip münkeri nehyet­mekten önce gelir. Bu nedenle bu görevi yapmak her müslümana caizdir. Hatta ma'rufu hatırlatıp münkerden kaçındırmak suretiyle şeriatle hükmetmek kendisine farzdır. Fakat kuvvet kullanma konusuna gelin­ce; acaba şeriat kuvvet kullanmağa kadir olana müsâde vermiş mi, yok­sa yalnız idareci ve devlet başkanına mı bu yetkiyi vermiştir?

İslâm uleması bu hususu derinden derine araştırmış ve etraflıca incelemiştir. Şimdi bu konudaki Ulemanın görüşlerini özetleyerek arzedelim.

Allâme el-Kurtubî der ki; "El ile ma'rufu emretmek islâm devlet yöneticilerine, sözle ma'rufu emretmek ulemaya, kalp ile emretmek zayıf insanlara yâni halka düşen bir görevdir." [383]

Kurtubî'nin, ulemâdan naklettiği bu açıklama genel bir kaide olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da şu anlama gelmektedir.: "Kuvvet ve iktidar sahibi İslâm devletinin, kuvvet yoluyla ma'rufu (İslâm yasasına göre emredilen her fiili) yerleştirmesi ve münkeri (İslâm hukukunun yasakladığı, İslâm'la çatışan her çeşit suç ve günahı) ortadan kaldırması farzdır."

Aynı şekilde tebliğ, ıslâh ve irşâd görevini ifâ edebilen din ulemâsı'nın müslümanları ma'rufu işlemeye teşvik etmeleri ve onlara münkerin kötülüğünü açıklamaları farzdır. Fakat mevcut şartlar içerisinde bu görevi yapmakdan mahrum kalanların, ancak ma'rufu sevmeleri ve kalpleriyle münkerden nefret etmelerinden başka yapacakları bir şey yoktur.

Ulemânın görüşünden çıkan bu sonuçtan, bazı kimseler, ken­dilerini günaha sokacak "yüz kızartıcı bir suç işleyebilecekleri" hük­münü kesinlikle çıkaramazlar. Zira elinde hüküm ve otorite yoktur ki büsbütün bu konuda sükût etsin. Kaldı ki o günahın ortadan kalkması için son gayretini sarfetmedikçe susması caiz değildir. Çünkü İslâm, bir münkeri görüp onu yumuşaklık, şefkat ve merhamet beslemek suretiy­le ortadan kaldırmayı (ince bir siyâset yöntemini kullanarak) her fert­ten istemiştir. Fakat bunda muvaffak olamadığı zaman kuvvet kul­lanarak mevcut münkeri ortadan kaldırabilecekse kuvvete başvurması meşru olur.

 

Münkeri Ortadan Kaldırmak İçin Kuvvet Kullanmak

 

Ma'rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışma konusunda kuvvet kullanmanın iki yönü vardır.

Birincisi; Eğer münker kuvvete başvurularak ortadan kalkmağa ihtiyaç gösterirse -içki dökmek, eğlence ve şarkı âletlerini kırmak gibi- kuvvete başvurularak ortadan kaldırır.

Diğeri ise; Münkere karşı değil, münkeri işleyene karşı kuvvet kul­lanmak. Zinadan men'etmek için zina suçunu işleyeni dövmek, vazgeç­mezse kendisini öldürmek gibi.

Birinci görüş hakkında İmam Gazâlî der ki:

"Eğlence âletlerini kırmak ve içkileri dökmek, içtihada başvurmak­sızın bunların niçin kırıldığı, gerçekten anlaşılmağa sebep olacaksa imamdan (Devlet başkanı veya mahali mülkiye amirinden) izin is­temeye ihtiyaç yoktur." [384]

Kadı İyaz şöyle der: "Bu hadis, münkerin ortadan nasıl kal­dırılacağı hususunda hüküm koyan bir ölçüdür." Münkeri değiştiren kimseye düşen görev; sözle olsun veya fiilen olsun, onu ortadan kal­dıran her vasıtaya baş vurmasıdır. Meselâ; bâtılın her çeşit âletini kırar, içkiyi ya bizzat kendisi döker veya onu dökecek birine emreder. Gasbedilen malları ya kendisi onu gasbedenden alarak sahiplerine geri verir, yahut imkânı varsa başkasına emrederek bunu yaptırır. [385]

Hafız İbn-ul-Kayyım el-Cevziyye şöyle der:

çki kaplarını kırmak veya içki tulumlarını yere çarpıp (par­çalamak) hususunda asla tazminat yoktur. [386]

İmam Gazâlî Şafiî Mezhebindedir. Fakat Kadı İyaz Mâliki mezhebindedir. Hafız İbnu'l-Kayyım, Ahmed b. Hanbel mezhebine mensubdur. Bu her üç İslâm âlimi kendi mezheblerini temsil ederler.

Hanefî'ler ise bu hususda kâfir ile müslüman arasını ayırırlar ve şöyle derler: "Yok edilen münker, eğer müslümanın mülkiyetinde ise, ister kafir ister müslüman olsun, onu yok edenin, bedelini tazmin et­mesi gerekmez. Çünkü haram şeylerin müslüman nazarında hiç bir değeri yoktur. Fakat yok edilen münker kâfirin mülkiyetinde ise, onu ortadan kaldırıp yok eden, ister kâfir ister müslüman olsun, yok ettiği şeyin kıymetini tazmin etmesi gerekir. Allâme el-Kâşâni şöyle buyurur: "içkiyi döküp domuzu öldüren müslümanın ödemekten kurtulması için, fiili işleyen ister müslüman ister zim'mî olsun değişmez. (Yâni bunların bedelini tazmin etmeleri gerekmez.) Şayet içkiyi döken veya domuzu öldüren bir müslüman veya zimmî ise -Şâfînin aksine- bize göre bedelini tazmin eder."  [387]

 

Münkeri  İşleyene  Karşı  Kuvvet Kullanmak

 

Yukarıda münker olan bir fiile karşı kuvvet kullanma keyfiyeti hakkında söz ettik. Şimdi ise münkeri işleyene karşı kuvvet kullanma hak­kında ulemânın görüşünü arzedelim: Allâme şehid Abdülkadir Udeh şöyle der:

"Cânî, cinayeti işlerken görüldüğünde -kim olursa olsun- işlediği suçtan kuvvet yoluyla men'edilir ve bunu engellemek için gerekli kuv­vet kullanılır, işlenen suç, ister hırsızlık gibi fertlerin hukukuna tecâvüz, ister içki içmek ve zina yapmak gibi toplumsal haklara saldırı şeklinde olsun değişmez. Böyle bir savunma "umumî mânâda meşru müdafaa hakkı" adını alır. [388]

Allâme Ebu Bekir el-Cessas'ın bu konuda geniş ve derin bir açık­laması vardır. Bu açıklama delil ve ispatlarla sınırlandırılmış olup, mânâ ve muhtevasına halel getirmeden mühim bazı bölümlerini burada nakledelim:

"Ma'rufu emr münkeri nehiy esasının iki durumu vardır.

Biri; münkeri ortadan kaldırmananın mümkün olmadığı durum.

Diğeri; münkeri değiştirip onu ortadan kaldırmanın mümkün ol­duğu durum. Eliyle münkeri ortadan kaldırma imkânına sahip olana bu görev fazdır. El ile kaldırmanın da bir takım şekilleri vardır. Meselâ; Münkeri kaldırmanın bütün yolları denendikten sonra, iş kılıç çekme ortamına ve münkeri işleyeni öldürme sınırına kadar gelmişse bunu yapması gerekir. Bu durum, kendisine kastetmeyi veya başkasını öldür­meye niyet eden veya malını alma niyyetini güden yahut bir kadınla zina etmeye kesin olarak niyyet eden ya da buna benzer bir cürüm işleyeceği kesinlik kazanmış, sözle veya silah kullanmadan kendisiyle çarpışarak işlediği münkerden vazgeçmeyeceği bilinirse -Rasûlullah (s.a.v.)'in şu hadisine istinaden- öldürülmesi gereken kimsenin duru­muna benzer. Allah Rasûlü (s.a.v.) bu hadisde şöyle buyurur:

"Kim bir münker görürse onu eliyle ortadan kaldırsın. Şayet onu ortadan kaldır­mak eli ile değil de -artık çâre- bu münkeri işleyeni öldürme şartlarını hazırlamışsa, onu öldürmek kendisine farz olur."

Birinin malını gasbeden bir adam hakkında, İbn-i Rüstem, Muhammed'den şunu nakletmiş tir.; "Onu öldürmek sana caizdir. Ta ki malı alıp onu sahibine veresin. Eve giren hırsız hakkında Ebu Hanife'nin hükmü de böyledir. Senin dişini söküp çıkarmak isteyen "bir adam" hakkında da Ebu Hanife: "Halkın sana yardım etmeyeceği bir yerde ona rastladığın zaman onu öldürmen gerekir." (veya O'nun dişini söküp çıkarman gerekir.)

"Halkın malından aldıkları vergi ve gümrük kaçakçıları hakkında da hüküm, yukarıda söylediğimiz gibidir.

"Onların kanları mübahtır. Onları öldürmek müslümanların görev­idir. Gücü yeten her bir müslümanın, böylelerini ikaz etmekizin ve sözlü olarak kendilerine yaklaşmaksızın öldürmeleri görevleri gereğidir. (Onlar hakkında uygulanan böyle bir muamele son olarak yapılan muamele olduğu için) durumları açıkça gösterir ki artık onların bunu bilmelerine rağmen kendilerine karşı münkeri yasaklama görevi­ni yapmak isteyenlerin ikazlarından yüz çevirirler, hatta istedikleri münkerden vazgeçmeleri de mümkün değildir.

"Büyük günah işleyip de bunlardan ısrar eden ve bunları açıkça iş­leyenler hakkında hüküm de; işledikleri münkeri elleriyle değiştir­meleri münkün olduğu halde değiştirmemeleri nedeniyle, yukarıda arzettiğimiz gibi kendilerine öldürme cezası tatbik edilir."

Arzettiğimiz bu hükümler, Allah Teâlâ'nın: ".... O tecâvüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın, "âyetine dayanır. Âyette ken­dileriyle savaş emredildi. Allah'ın emrine dönünceye kadar kendileriyle savaşın devam edileceği enıredilmekte. Ta ki münker işlemek ve hakka tecâvüzden vazgeçsin. [389]

 

Bir Şüphenin Ortadan Kaldırılması

 

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, ister kendini isterse başkasını savunmak, yahud ferd ve toplumu himaye etmek için mün­keri ortadan kaldırma görevini îfâ etme mecburiyetine düşünce, (ve de yapılan tüm ikazlara rağmen vazgeçmeyenleri, İslâm'ı koruma ve kol­lamaya engel olan ve vazifesini iskata sebep olan kim olursa olsun) kar­şı çıkanı öldürmek mü'minin görevidir.

Fakat bu noktada biri şöyle bir soru sorabilir:

Şüphesiz ki İslâm, insanı, kendini, malını ve ırzını müdafaa hakkıy­la başbaşa bırakmıştır. Yine başkasının malını ve ırzını korumakla da sorumlu tutmuştur. Bu hükümle kendisine ve başkasına yönelik her türlü tecâvüz ve saldırıyı yok etmek için karşı çıkmak da meşru kılın­mıştır. Şimdi burada bu tür müdafaa hakkı ile ma'rufu emredip, mün­keri nehyetme arasında bir fark var mı yok mu? sorusu karşımıza çık­maktadır.

Evet, şüphesiz ki fark vardır. Bir kere müslümanın, kendini ve baş­kasını meşru müdafaa hakkı, dinin ölçüleriyle sınırlıdır. Fakat ma'rufu emredip münerden nehyetme sahası, bir çok açıdan daha geniş kapsamlıdır.

Birincisi "Özel meşru müdafaa" diye isimlendirilirken, ikincisi "umumî meşru müdafaa hakkı" diye adlandırılır.

Meselâ; bir kadına, kaçırma niyetiyle saldıran kişi "saldırgan" diye nitelendirilir. Burada kadının kendisini savunması "özel meşru müdafaa" dır. Fakat kadın kendi rızasıyla adama varır da o da kadını kaçırırsa bu davranışları münkerdir. Bu da nıünker olması îtîbâriyle -değerlendirilerek- önlenmelidir. İşte bu da "umûmî meşru müdafaa" konusuna girer.

Yine bir kişiyi öldürmeye çalışanın davranışı "saldırı" olarak değer­lendirilir. Buna karşı yapılacak müdafaa, özel meşru müdafaadır. İn­tihara teşebbüs edenin fiili münkerdir. Buna engel olmak, "münkere engel olmak ve onu ortadan kaldırmak" statüsüne girer.

Kısaca şeriatın kabul etmediği ve önlemeye imkân verdiği her çeşit fiili ortadan kaldırmak münkeri değiştirmektir. Bu, ister müdafaa ister başka şekilde olsun. [390]

 

Halkın Kuvvete Başvurma Şartları

 

Bu açıklamalardan şu netice ortaya çıkmaktadır: "Kuvvete baş­vurarak münkeri ortadan kaldırmağa çalışmak herkesin hakkıdır şüp­hesiz. Fakat bunun da şartları vardır. Şimdi bu şartlara temas edelim:

a- Münkerin o anda mevcut olmasıdır:

Münkeri ortadan kaldırmak için halkın kuvvet kullanması, ancak münkeri işleyeni gördükleri zaman meşru olur. ileride meydana geleceğinden korktuğu bir münkeri şimdiden önlemeğe kalkışması doğru değildir. Günah işlendikten sonra onu men'etmeğe kalkışmak da böyledir. Ancak münkeri işleyen va'z ve nasihat yoluyla aydınlatılabilir.

İmam Gazali buyurur ki:

"Ma'siyetin üç hali vardır:

1- Kendi kendine zarar vermek için bir organını kesmeye kalkış­mak. Böyle bir suça karşı şer'î ceza veya ta'zir uygulanır. Bu da her­kesin değil, İslâm devletinin görevidir.

2- İşlenen günah küçük olup bizzat sahibinin işlemesi. İpek giymek, yanında çalgı ve şarap bulundurmak gibi. Daha büyük veya benzeri başka bir ma'siyeti ortaya çıkarmadığı müddetçe imkân nisbetinde bunu önlemek vaciptir. Bu suçu önleme hususunda fertler de halk da yetkilidir.

3- Vaziyete bakarak bir kötülüğün yapılacağını tahmin etmektir. Meselâ; Oda donanmış, içki içmek için masalar kurulmuş, kadehler hazırlanmış vaziyette. Artık içki içileceği tahmin ediliyor. Fakat henüz içki gelmemiştir. Bu şüphelidir. Belki bir engel nedeniyle içki içilmeyecektir. Bu durum karsısında herkesin saldırıp ortalığı dağıt­ması ve buna niyet edenlere karşı kuvvet kullanması caiz değildir. Ancak va'z ve nasihat yolu ile ikaz edilebilir. Şiddet kullanmak vurup-kırmak fertler için caiz olmadığı gibi, yöneticiler için de caiz değildir. Ancak devamlı olarak burada içki içildiği biliniyorsa, bu defa da ma'siyeti işlemek için bütün sebepleri hazırladı ve kötülüğü işlemek için herhangi bir sebep dolayısıyla bekliyor demektir. (Kadınları görebilmek için, kadınlar hamamının etrafında dolaşan gençler gibi. Her ne kadar etrafın geniş olması sebebiyle bunlar yolu. daraltmıyorlarsa da, bu maksatla toplanan gençleri, şiddet vb. yön­temler kullanmak suretiyle buradan dağıtmak caizdir.... Zira buralarda bulunmak da ma'siyetür.)" [391]

Allâme İbn-i Nüceym, "ta'zir" konusundaki incelemesinde şöyle der: "Dediler ki: Şuç işleme anında her müslümanın müdahale hakkı vardır. Fakat suç işlenip bitirildikten sonra ona müdâhale hakkı devlet başkanına geçer, halkın yetkisi sona erer. [392]

Bu husus fıkıh kitaplarında şöyle delillendirilir:

"Fuhuşla meşgul halde iken faile müdâhale edip önlenirse bu, ön­leyenin tabiî hakkıdır ve gayet normaldir. Çünkü, münkerden nehiydir. Herkes de bununla görevlidir. Münker fiilini bitirip ayrılmışsa faili yakalayıp kaba kuvvet kullanarak şahsına müdâhale etmek münkerden nehiy değildir. Çünkü geçmiş bir durumdan nehyetmek düşünülemez ki ta'ziren cezalandırılsın. Böyle bir durum devlet başkanına intikâl eder. [393]

İslâm hukukçuları, münker bir fiilin işlenip sona ermesinden son­ra, kuvvet kullanmanın cinayet olacağını, böyle bir fiili işleyenin sor­guya çekileceğini açıklamışlar ve şöyle demişleridir. "Münkeri işleyip bitireni cezalandıran kimseye ceza vermek muhtesibin hakkıdır." [394]

Bunu bir misâlle açıklayalım:

Bir kimse diğerine hücum eder, silahını çeker de onu öldürürse veya diğeri kendini korumak için onu öldürmesine karşı bir şey gerek­mez. (Çünkü İslâm'da kendini koruma hakkı, meşru müdafaa hakkına girer.)

Bu açıklamalar gösteriyor ki, münkeri değiştirip ortadan kaldırmak için kuvvet kullanmak, münkeri işleme anında caizdir.

"Bir adam diğerine karşı silah çeker de onu dövüp ayrılır, Sonra dövülen (silah çekilen) de döveni (silah çekeni) dövüp öldürürse ken­disine kısas tatbik edilir." [395]

Bu hukukî kaide ise "münker işlendikten sonra kuvvet kullan­manın caiz olmayacağı " şeklinde ortaya çıkır.

b- Zaruret miktarınca kuvvete başvurmak:

Zaruret miktarınca kuvvete başvurmak; Halkın ma'rufu emredip münkeri nehiy yolunda kullanacağı kuvvet zaruret miktarmcadır. Bu miktarı aşmak caiz değildir, İmam Gazâlî', inel ile münkeri değiştir­menin metodlarından biri olarak: "Münkeri değiştirip ortadan kaldır­mak için ihtiyaca göre müdâhale yapmak gerekir. [396] diye ifade eder.

"Bir kimse bir yer gasbetse, gâsıbı oradan çıkarmak için elinden tutup da oradan çıkarmağa çalışan kimse çıkarırken ayak ve sakalından tutarak gasbedilen yerden çıkarması caiz olmaz. [397]

"Münkeri nehyederken, kullanılacak kuvvetin sınırını aşmak cinayettir. Kmlmaksızm dökülmesi kolay iken, içkiyi dökmek için kır­dığı içki kabının bedeli, şer'an kırandan alınır ve tazmin etmesi gerekir. Fakat eğer kırmaktan başka bir çıkar yol bulamazsa kırması caizdir. [398] Aynı şekilde birinin evine bir hırsız girse, ev sahibi bağırdığı takdir­de, hırsızın çıkıp eşyasını götüreceğini anladığı halde onu öldürürse kendisine kısas gerekir. Fakat kendisine bağırmakla asla çıkmayacağını anladığı zaman öldürürse hukuken cezalandırılmaz. [399]

Gazalî bu hususda Umumi Bir Kaide ortaya koyar ve şöyle der: "Halktan bir kimsenin ancak önleme yetkisi vardır. O da münkeri ortadan kaldırmaktır. Bu yetki aşılınca ister geçmiş bir suça verilen ceza olsun, ister onu takip eden bir suçtan men'etmek olsun, bu yetki Islâmî yönetimde idarecilere geçer, halkın yetkisini aşar. [400]

 

Münkeri Yasaklarken Fitne Ve Fesada Sebep Olmamak

 

Ma'rufu emredip münkeri nehyetmede, ancak ma'rufu yerleştirip münkeri ortadan kaldırma ümidi olup herhangi bir fitne veya fesada dönüşmekten korkulmadığında kuvvete başvurmak doğru olur. Düş­man tarafından yapılan baskın hallerinde münkeri ortadan kaldırmak, için kuvvet kullanmak, önemli boyutlara ulaşacak bir tehlike oluştur­maz. Fakat bu maksat için silah çekmek çok kere fitneyi ayaklandırır. Bu nedenle İmam Gazâlî, ihtiyaç hasıl olunca münkeri işleyeni dövmeyi herkesin tabiî hakkı olarak görür. Fakat fitneden emin olun­madıkça da münkeri işleyene karşı silah kullanmak caiz değildir.

Gazâlî hisbenin sekiz derecesini sayarken yedinci derecede şöyle der: "Yedinci derece de silah kullanmadan el ve ayakla dövmektir. Bu da yalnız münkeri ortadan kaldıracak derecede olmak üzere zaruret şartları içerisinde caizdir. Münker önlenince el ve ayakla dövmekten vazgeçirmek gerekir. Şayet silah kullanmağa ihtiyaç duyulur ve bu yolla kötülüğü önlemeğe kadir olacaksa fitneyi uyandırmayacak derecede silah vb şeylerle yaralamak caiz olur. [401]

 

Münker İşleyen Topluma Karşı Kuvvet Kullanmak

 

"İslâm devletinde bir kimsenin, münker işleyen birine karşı kuvvet kullanması caiz midir?" sorusunu geçmiş konularda cevaplandırmıştık. Şimdi karşımıza, -bu soruyu takibeden - diğer bir soru çıkmaktadır.O da; "Bir kimse tek başına karşı koyamayacağı münker işleyen bir fert veya gruba karşı bir takım yardımcıları toplayıp işlenen münkeri or­tadan kaldırmak için kuvvete ve silaha başvurması caiz midir?" sorusudur. Öyle ki böyle bir tatbikat sonucu münker kalkacak ma'ruf da yerleşecektir. Fakat bununla beraber fitne ve fesadı da peşinden sürükleyeceğinden korkulmaktadır. Durum nasıl olacaktır? İmam Gazâlî der ki: "Yardımcılar toplanıp silah kullanmağa gelince; bu da umûmî bir fitneyi peşinden sürükleyecekse bu hususda görüşler var­dır." [402]

Gazâlî bu safha hakkında bizzat şöyle der: "Münkeri ortadan kal­dırmak için bazan insan silah kullanıp birtakım yardımcıları toplamaya ihtiyaç duyar. Eğer münkeri yok etmek için ihtiyaç duyulursa savaş­mak kendisine caiz olur." İşte Gazâlî hisbenin derecelerinden sekizin­cisi ile ilgili olarak şu sonucu verir:

"Münkeri önlemeğe bizzat gücü yetmeyip, silahlı bir kuvvete muh­taç olmasıdır. Çok kere de münker işleyen fâsık da yardımcılar isteme durumuna düşer. Bu durum ise karşılıklı adamlarını toplayıp silah kul­lanarak bir savaşa götürür. İşte böyle bir durumda devlet başkanının müsâdesine ihtiyaç olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır.

Bir kısmı; "fertler bu hususda yetki sahibi değildir. Çünkü böyle bir yetki, fitnenin uyanmasına, fesadın yayılmasına ve ülkenin topyekün yok olmasına neden olur." demişler. Diğer bazıları da; "Hayır! Devlet başkanının müsâdesine ihtiyaç yoktur, dediler ki, bu da en uygun kıyasdır. Zira fertler vasıtasıyla ma'rufu emretmek caiz olduğundan bunun birinci dereceler ikincilere, ikinci dereceler de üçüncü dere­celere ve derken durum dövüşmeye kadar uzanabilir. Dövüşme de yar­dımlaşmayı da'vet eder. Binaenaleyh, ma'rufu emredip münkerden uzaklaştırma sebeplerinin sahasını daraltmağa gerek yoktur. Bunun sonuncu, isyanları önlemek için Allah'ın hükümranlığı uğrunda or­dunun müdâhelesine kadar gider. Biz fertlerin toplanıp kâfirlerden her­hangi bir grupla çarpışmalarını caiz görürken, fesat çıkaranları yaptık­larından men'etmek için onlarla dövüşmeyi neden caiz görmeyelim? (Kâfiri öldürmekte bir sakınca olmayıp, bu uğurda ölen şehid olduğu gibi, savaşa kalkışan fâsıkı öldürmekte de bir sakınca yoktur. Hakkıyla ma'rufu emredip münkeri nehyeden kimse de bu uğurda zulmen öldürülürse şehittir.)

Netice olarak; hisbe konusunda ma'rufu emretmenin bu dereceye ve böyle bir ortama varması çok ender rastlanan durumlardan olduğu için kıyas kanununu değiştirmez. [403]

Gazâlî'nin ileri sürdüğü bu görüşe bütünüyle katılmamız mümkün değildir. Şüphesiz ki bir İslâm devletinde yaşayan halk, İmam Gazâlî'nin tecviz ettiği bu geniş yetkiye dayanarak halkın karşı karşıya gelip kuvvete başvurmağa başlaması, emniyeti ortadan kaldırır, her tarafa anarşiyi yaymaya neden olur. Çok kere de bizzat devlet, yaygın­laşan bu ortama karşı koyamaz olur.

Şu duruma göre birisi şöyle bir soru bize yöneltebilir: "Münkeri or­tadan kaldırmak için ferdin bir diğerini (münkeri işleyeni) öldürmesi caiz olunca, bizzat aynı amaç için münker işleyene karşı cemaatın sil ha baş vurması nasıl caiz olmasın? Bu sorunun cevabını verebilmemiz için iki hususun gözden uzak tutulmaması gerekir:

1. Yukarıda arzzettiğimiz gibi herhangi bir fitne veya karışıklığın meydana gelmesinden korkuluyrsa, ma'rufu emredip münkeri nehyetme uğrunda bir kemsenin diğerini öldürmesinin caiz olmıyacağıdır.

Bu kaidenin ışığı altında soruya bakıldığında görülecektir ki, cemaatın bulunduğu statü ile ferdin statüsü değişiktir. Münkeri ortadan kaldırmak için, cemaatın cemaatle çarpışmasından doğacak fit­ne korkusu ferdin fertle çarpışmasından doğacak fitne korkusu ile denk tutulamaz. Aksine bir cemaatın diğer bir cemaatle çarpışmasın­dan doğacak fitne korkusu -mantıkî olarak herkesin kabul edeceği gibi- ferdlerin çarpışmasından doğacak fitne korkusuna nisbetle yüz derece fark ortaya çıkacaktır. Cemaatı ferde itibar etmek doğru olmaz.

2- Kendisinden kurtulma imkânı bulamayınca, ma'rufu emredip münkeri nehiy uğrunda ferdin bir başkasını öldürmesinin kesin olarak caiz oluşu. Görülüyor ki bunun caiz oluşu, zaruretin şart koşulmuş ol­masıdır. Fakat normal durumlarda; iş, savaşa, silah kullanmaya ve hükümeti yıpratmaya kadar varınca ulemanın bu konudaki açık­lamaları ve değişik görüşleri karşımıza çıkar:

Ulemanın bu açıklamalarını aşağıya arzediyoruz:

İbnu'l-Arabî el-Malikî; " kaba ve sert davranmanın gerektiği haller hariç, münkeri ortadan kaldırmak için ferdin silah kullanması caiz değildir. Aynı şekilde birini öldürmeye kalkışanı, yaptığı haksızlıkdan kurtarmak için onunla çarpışan kimse gibi silah kullanılmadığı zaman daha büyük bir kötülük ortaya çıkmasından korkulursa silah kullan­mak caizdir der."Fakat normal durumlarda İbnü'l-Arabî sorunun hük­münü şöyle açıklar:

"Eğer silah kullanmak ve çarpışmaktan başka bir şeye gücü yet­miyorsa onu kendi haline bırakır. Çünkü silah kullanmak devlet baş­kanının yetkileri dahilindedir. Hem halk arasında silah kullanmak, ma'rufu emredip münkeri nehyetmekten daha çok bazen fitneye çıkış kapısı, bazen de fesat ve bozgunculuğa dönmeye zemin hazırlamış olur.[404]

İmamü'l-Harameyn şöyle der: "Silah çekmeye ve savaşa sebep ol­mamak şartıyla, sözle vazgeçirilemeyen büyük günah sahibini, devletin tebaası fiilen o günahları men'edebilir. Durum savaşa dönüşecekse devlet başkanına havale edilir. [405]

Allânıe ez-Zemahşerî şöyle der:

"Savaş yoluyla münkeri kaldırmaya, devlet başkam ve onun temsil­cileri daha lâyıktır. Çünkü onlar, siyâseti ve siyâsi malzemeyi herkesten daha iyi kullanmayı bilir. [406]

Ma'rufu emredip münkeri nehiy için fertlerin silah çekmesi ihtilâfa konu olunca, nerede kaldı ki cemaat için caiz olsun. Fakat zaruri hal­lerde nasıl ki fertelerin kuvvet kullanarak münkeri ortadan kaldırması caiz ise aynı şekilde cemaatler için de caiz olur. Meselâ; Yol kesici bir grubun köye hücum etmesi karşısında tüm köy halkının onlara karşı koyması ve onları köyden çıkarması caiz olmakla beraber, eğer zaruret varsa onları öldürmesi bile caizdir.

Yukarıda arzetüklerimizin ışığı altında, "münkeri işleyen bir top­luluğa karşı başka bir topluluğun silah kullanması caizdir." Dememiz mümkündür. O halde bir cemaatın silah kullanabilmesi için şu şart­ların ortaya çıkması gerekir.

1- Durumu hükümete bildirmek mümkün olmadığında,

2- Herhangi bir fitnenin meydana gelmesi ve bu fitne atmosferinin etrafa yayılmasından korkulması.

3- Silah kullanılmadığında daha büyük bir münkerin meydana gel­mesinden korkulması.

Bununla beraber şüphesiz ki böyle bir plânın benzeri daima istisnaî hallerde olur. Bize göre tercih edilen tatbikat; normal hallerde ma'rufu emredip münkeri nehiy konusunda bir cemaatın, diğer bir fert veya cemaate karşı kuvvete başvurmasının caiz olmadığıdır.

 

VII. BÖLÜM

 

MA'RUFU EMRETME VE MÜNKERİ NEHYETMENİN SINIRLARI, USÛL VE KAİDELERİ

 

Şüphesiz ki müslümanların ıslahı, eğitimi, ma'rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışmaları çok mühim ve hassas bir çalışmadır. Aynı şekilde bu çalışmanın bir takım sınırları ve belli kaideleri vardır. Gerçekten bu esaslara riâyet etmeden böyle bir çalışmayı başarmak, zor olmakla beraber en güzel ve en verimli bir görevdir de. Bununla beraber, bu belli sınırları bırakıp, usûl ve kaidelerinden sarf-ı nazar edildiğinde, ma'rufu emrederken münkeri işlemeye, münkeri ortadan kaldırırken ma'rufu yok etme yanlışlığına düşülebilir, işte aşağıdaki bölümlerde, bu durumlara düşmemek için bu önemli görevin sınır­larından, usûl ve kaidelerinden genişçe söz edeceğiz.

 

Ma'rufu Emretme İle Münkeri Nehyetme Arasındaki Fark

 

Aslında "ma'rufu emr" ile "münkeri nehiy" kavramları arasında hiç bir fark yoktur. Hakikatte ma'rufu emretmek münkeri nehyetmek, münkeri nehyetmek de ma'rufu emretmek demektir. Fakat bu iki kav­rama, nazar-ı dikkatle bakıldığında aralarındaki fark ortaya çıkacaktır. Böylelikle ma'rufu emretmeyi "olumlu bir amel", münkeri nehyetmeyi ise "olumsuz bir amel" diye ifâde etmek mümkün olacaktır.

Müslümanlara nasihat etmek, onları eğitmek, ıslah edip onlara dinlerinin esaslarını öğretmek, kendilerine din sevgisi aşılamak, zor durumlarda ve benzeri şartlarda yardımlaşmak gibi hususlar ma'rufu emretme sahasına girer. Fakat münkeri nehyetme ise müslümanları, itikad ve amel cinsinden dünya ve âhirette zararlı şeylerden sakındırma çalışmasıdır.[407]

 

Ma'rufu Emretmenin Farziyeti Ve Mübah Sayılması

 

Ma'rufu emredip münkeri nehyetmek ne zaman müslümana farz­dır?

Ne zaman mübah veya yalnız mendub olur? Ma'rufu emretme konusunda İslâm uleması der ki:

"Ma'rufu emretmek emredilen şeye tâbidir. Eğer emredilen şey farz ise onu emretmek farzdır. Eğer emredilen şey mendup ise onu emret­mek mendup olur." [408]

 

Münkeri Nehyetmetin Farziyeti Ve Mübah Oluşu

 

Münkeri nehyetme konusunda Allâme Ebu's-Suûd şöyle der: "Mün­kerin her çeşidini nehyetmek farzdır. Çünkü şeriatın hoş görmediği (yasakladığı) her şey haramdır." [409]

Fakat Allame Ebus-Suûd'un ileri sürdüğü görüş kabule şayan değil­dir. Doğrusunun ma'rufu emretme ve münkeri nehyetme hükmünün aynı olmasıdır. Nasıl ki marufun bir çok dereceleri var. Gereğine göre bunları emretmek farz veya müstehabdir. Aynı şekilde münkerin de bir takım dereceleri var. Bazı durumlarda münkeri nehyetmenin farziyeti, bazı durumlarda ise müstehab hükmünün cereyan ettiği görülür. Bu önemli noktaya Aliyyü'l-Kârî şöyle işaret eder.

"Münker haram emsinden bir fiil ise onu men'etmek farz, mekruh cinsinden bir kötülük ise onu men'etmek farz değil, müstehabdir. Maruf ise tâbi olduğu hükme göredir. Farz ise onu emretmek farz, müs­tehab ise emredilmesi' müstehab olur." [410]

 

Ayıp Ve Kusurları Araştırmak

 

Yüce şeriatımız tecessüs (ayıpları araştırmak) dan men'etmiştir. İn­sanların ayıplarını dışa vurmayı caiz görmemiştir. Allah Teâlâ buyururki :

"...Birbirinizin kusurunu araştırmayın." [411]

Resûlullah (s.a.v.) buyurur ki;

"Devlet başkanı insanlar hakkında şüpheye düştüğü vakit onları ifsâd eder."[412]

Diğer bir rivayette Allahm resûlu: "Şüphesiz insanların ayıplarının (açığa çıkması için) peşine takıldığın zaman onları bozmuş olursun. [413]

Münker işleyen birini, açıkça işlemesi müstesna muaheze etmek doğru değildir. Abdullah İbn-i Mes'ud'a: "Falan adam sakalına şarap damlattı,: diye haber verilince: Ayıpları açığa vurmaktan men' olduk. Fakat açıktan bir şey işlesin onu (hemen) hesaba çekeriz." buyurdu. [414]

İslâm Hukuku, bir kimse işlediği suçu, bulunduğu topluluk içinde açıktan yapmayıp, toplumun her kesimine yayılması için yaptığını giz­ler ve suç haddi aşmazsa Resulullah'ın (s.a.v) şu hadisine dayanarak durumu hükme bağlanmıştır:

"Şu pisliklerden kim görür, karşılaşırsa Allah'ın örtüsünden münasip bir örtü ile örtsün. Kim o pislikleri açığa vurup perdeyi aralar­sa Allah'ın kitabında onun hakkındaki cezasını uygularız. "[415]

Bu açıklamalardan anlaşılıyorki, işlediği hatasını örtüp de onu açık­tan yapmayan kimse şeriatın emrine uygun davranmış olur. Fakat açık­tan suç işleyen ise diğer bir suçu irtikap etmiş demektir. Bu nedenle İs­lam uleması der'ki; "ma'rufu emr münkeri nehyetme görevini tahakkuk ettirmek için halkın kendi aralarında fısıldaşıp gizli konuştuklarını ifşa etmesini istemek doğru değildir. Aynı şekilde evine girmekle adamın gizlice işlediği suç, evinde "dinleme hırsızlığı" yapması, hariçten bil­mek istemesi ve İşlediği günahı almak için komşunun evinde cereyan eden bir iç olayım öğrenmek istemesi de doğru değildir. Zaten evinde günah işlediği doğrulanan kimse Allah katında sorumludur. Ma'siyet evine münhasır kaldığı sürece, herhangi bir kimsenin müdahale hakkı olamaz.

Bu konuda tarihde Hz. Ömer (r.a) ile bir adam arasında geçen vak'a anlatılır. Şöyle ki:

“Hz. Ömer (r.a) adamın birinin evine pencereden içeri girer ve adamı istenmeyen bir halde yakalayarak:

Bu yaptığın nedir?” diye adama çıkışınca, o da:

“Ey mü'minlerin emîri! Ben Allah'a bir açıdan isyan ettiysem, sen üç açıdan günah işledin" diye cevap verince,

Hz. Ömer (r.a):

“Nedir onlar?” diye sorunca adam:

Allah Teâlâ: "Gizli kusurları araştırmayın" [416] buyurdu. Sen araştırdın. Allah Teâlâ; "Evlere kapılardan giriniz."[417] buyurdu. Sen pencereden girdin. Allah Teâlâ: "İçinde bulunanlara selâm verip onlara ünsiyet etmeden başkalarının evine girmeyiniz." [418] buyurduğu halde, sen selâm vermeden içeri girdin, dedi. Bunun üzerine tevbe elmek şartıyla Hz. Ömer (r.a) kendisini bıraktı. [419]

Kaval, utar ve benzeri çalgı âletlerinin ve sarhoşların kendi aralarında alışıp kullana geldikleri edeb dışı sövme sesleri, evin dışın­daki kimselerce -münker belirtileri olduğu açıkça- anlaşılır, evin duvar­larından dışarı taşarak sokaktaki halk tarafından işitilmekle beraber, Allâme el-Mâverdî'ye göre eve girmek caiz değildir. Onu ayıp görerek münker görevini dışarıda yapması gerekir. Gizli işlenen ma'siyetin emarelerinin dışarıya taşması içerde işlendiğinin ortaya çıktığı şüp­hesiz. Fakat münkeri nehiy için gizlenen masiyetleri ortaya çıkarmak caiz değildir. [420] Fakat İmam Gazâlî bu görüşün aksini savunur. Ona göre bu emareleri ortaya çıkan bir münkeri ayıp görmek yeterli olmayıp, işlen­diği eve girerek içki kadehlerini kırmak ve içkiyi dökmek lazımdır. Buna ilâveten de şöyle der Gazâlî:

Yükselen sarhoş naralarını sokaktakiler duyduğu zaman mün­keri nehyedebilir. Bazan şarap kapları ve çalgı aletleri koltuk ve etek altlarına gizlenebilir. Fasık bir kimsenin eteğinin altında ne olduğunu anlamak için açtırıp bakmak caiz değildir. Onun kötü bir insan olması, koltuğunda taşıdığı şeyin içki olduğuna delâlet etmez. (Zira onun da başka maddelere ihtiyacı vardır. Sirke veya benzeri başka bir şey de ola­bilir. Artık bu gizlediği helâl birşey olsa onu gizlemezdi deyip delil olarak ileri sürülemez. Çünkü bir yandan gizlemesi ve bir yandan şarap kokusu zan ifâde eder. Bu hususlarda zan, ilim gibidir). Ud da böyledir. Üzerinde ince bir bez bulunduğu zaman şekliyle tanınır. Şeklin delâleti, koku ve sesin delâleti gibidir. Delilleri belli olan şey gizli sayılmaz. (Bizler, Allah Teâlâ'nın gizlediklerini gizlemekle, açığa çıkan kötülük­leri de inkâr ve reddetmeğe memuruz.) [421]

İmam Gazâlî'nin ileri sürüğü bu görüş, bize, bu konuya doğru yak­laşma şansını bahsetmiştir. Şüphesiz ki kişiyi ilgilendiren şahsî işlerin­den birine müdahale etmek doğru değildir. Fakat emâreleriyle ortaya çıkan ve tüm halkın farkına vardığı herhangi bir amel şahsî sayılmaz. Onu nehyetmek farzdır. Aksi halde ma'rufu emr münkeri nehiy görevi hakkıyla yerine getirilmiş olmaz. Hatta bu ma'rufu emr ve münkeri nehiy kanunu tatbik edilmesine rağmen hâlâ günah işlenip yaygınlaş­tığım ve suça hürriyet derecesinde üstünlük tanındığını ifade eder.

Münker işlendikten sonra onun nerede işlendiği bilinmezse, el-Mâverdî'ye göre bunu araştırmak, izlemek ve meselâ "falan adam zina edecek veya öldürmek için köyden birini alıp dağa çıkardı" şeklinde kesin bir haber ortaya çıkınca acilen müdahale etmek caizdir. Bu durumda gevşek ve tedbirsiz davranmak caiz değildir. Çünkü bir kişi haramı çiğneyip zina edecek ve haksız yere adam öldürecektir. [422]

Bütün bu açıklamalardan anlaşılmıştır.ki "ayıp araştırmamak" ma'rufu emr münkeri nehyetmenin en mühim âdâbındandır. Ancak geniş kapsamlı (bir operason) olmamak kaydıyla bazı zamanlarda bu yola başvurmak caizdir. İmam Gazâlî: "Bizler, Allah Teâla'nın gizledik­lerini gizlemekle karşımıza çıkan kötülükleri de münker görüp red ile emrolunduk." [423]

Gazâlî ilâveten şunu söyler:

"Tecessüs (ayıpları araştırmak) demek, tanımaya vesile olacak emare ve delilleri aramaktır. Tanıma delilleri kendiliğinden ortaya çık­mış ve tanıyıp anlama ifâde etmişse gereği ile amel olunur. Fakat bu hususta bilgiye vesile olacak emareleri araştırmağa müsade yoktur." [424]

Bu meseleyi çözmede, genel bir kaide olması bakımından İmam Gazâlî'nin görüşü ne kadar da haklıdır.

 

İhtilaflı Olmayan Münkeri Yasaklamak

 

İhtilaflı olmayan münkerin men'edilmesinin caiz olduğu bir gerçek. İçtihada konu olan yerlerde işlenen münkerleri men'etmeye kalkışmak doğru değildir. Gazâlî bunu hisbenin şartlarında zikretti:

"Münker olduğu içtihada lüzum göstermeden bilinmiş olmasıdır. Münker olduğu, içtihada konu olan hususlarda raen'e kalkışmak yok­tur." [425]

Gazâlî'nin bu konuda ileri sürdüğü görüşlerini şöyle özetleyelim: "İçtihadın cereyan ettiği hususlarda; ne Hanefilerin Şâfîileri,ne de şafiîlerin Hanefileri kınamaya haklan yoktur. "Evet bir Şafii başka bir Şafiî'yi hurma suyu içerken görse," bu konuda ictihad farklılığı ortaya çıkar. Ancak bu kişinin men'edileceği ve yaptığının münker olduğu or­taya çıksa onu red ve men'edebilir. Çünkü hiç bir müctehid başka bir müctehidin sözü ile amel edemeyeceği gibi, hiçbir mukallid de, taklid ettiği ve uyduğu mezheb imamının sözünün dışına çıkamaz! Çıkar diyen kimse yoktur. Alimlerin en üstünü sayarak "imam" diye kabul et­tiği bir mezheb imamına bağlandıktan sonra, hoşuna gidenleri başka taraflardan alamaz. Her yönden ona uyması lâzımdır, (byduğu imama muhalefeti münker bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyim günahkâr­dır.) [426]

Ma'rufu emredip münkeri nehyetmek için devletin tayin ettiği kimse, hukukçuların ihtilâf edegeldikleri münkerleri nehyetmeye ken­di rey ve içtihadıyla hareket etmesi caiz mi değil mi? Verdiği emir hukukçuların emrine aykırı düşebilir mi, düşemez mi?

Allâme Ebu'l Hasan el-Mâverdî der ki: "Şafiî Hukukçuları bu konu­da iki değişik görüşe sahib oldular."

Birinci grup: "Münker görevini yapan kimse kendi görüşü ile amel eder ve halkı münkerden men'edebilir," dedi.

İkinci grup ise: "İhtilaflı işlerdeki ictihad ortak bir haktır. Muhtesib kendi içtihadına göre başkasını icbar edemez. (Yani ihtilaflı işleri kendi rey ve içtihadına veya mezhebinin görüşüne göre emir ve yasak ede­mez. Böyle olursa ihtilaflı olan bir hususda ki ictihad herkesi kap­samına almış olur. Bu nedenle ma'ruf ve münker yapacak şahsın, hak­kında ittifak edilen kötülükleri bilmesi yeterlidir. İctihad ehli olması aranmaz.) [427]

Bu ikinci görüş, bize göre en doğru ve tercih edilecek olan görüş­tür. Çünkü şeriatımız, ihtilaflı işlerde Cumhur-i ulemanın (çoğun­luğun) görüşüne uymamız elbette bize kolaylık göstermiştir. Bir kişinin kendine göre doğru bulduğuyia amel etmesi hakkıdır. Fakat başkasını buna zorlaması hakkı değildir. Kaldı ki bu, Allah Teâlâ'nın geniş tut­tuğu sahayı daraltmak ve insanlara gereğinden fazla sorumluluklar yüklemek anlamını taşır.

Allâme Aliyyu'l-Kârî bu konuda hakka en yakın olanı ve şeriatın ruhuna en bağlı olan görüşü arzederek şöyle der: "İhtilaflı olan işlerde münker yapmak yoktur. Binaenaleyh her müctehid isabet etmiştir. Veya isabet eden bir kişidir. Ancak hata eden bizce ma'lum değildir. Çünkü hadiste varid olduğuna göre[428] ictihad konusunda onlar ve onların ictihadlarına uyanlar günahtan varestedirler." [429]

Aliyyu'l-Karî şunu da ilave eder: "Doğru olan görüşe göre, baş­kasını kendi mezhebine tâbi olmaya zorlaması hakkı da yoktur. Bu hususda müctehid vea mukallid arasında bir ayrıcahkyoktur. Zira sahabe ve tabiîn arasında ihtilâf eksik olmamıştır. [430]

 

Bid'atları Yasaklamak Farzdır

 

İctihad mahalli, şeriatın cûz'î bir kısımda cereyan eder. Fakat dinin asıllarında ve temel ilkelerinde içtihada yer yoktur. Bir kimse dinin inanç esaslarıyla ilgili ileri geri konuşup sataşırsa, bu kimseyi görmemezlikten gelmek caiz değildir. Aksi halde sanki bu, içtihada konu imiş gibi olur. Hemen ona karşı çıkıp yaptığından men'etmek gerekir.

İmam Gazâlî meydana gelen bu çeşit ihtilaflara Bîd'atler adını verdi ve bu konuda şöyle dedi:

"Tüm bid'at kapılarını kapatmak ve bid'at ehlini bid'atlerinden hak üzere olduklarına inansalar bile men'etmek gerekir. [431]

 

Dine Aykırı Kitapları Yasaklamak

 

İmam İbnü'l-Kayyım, Kur'an ve sünnete aykırı olan bir kitap yaz­mak yayınlamak ve halk arasında dağıtmayı caiz görmez. Şeriatımız bu tür bir kitaba el koyup onu yoketmeye izin vermiştir. Şöyle der:

"Muhtevasında Allah Rasûlü'nün tatbikatı olan sünnete aykırılık taşıyan hiçbir kitabın yazılışına izin yoktur. Hatta bu çeşit kitapların yakılması ve yok edilmesi hususunda izin verilmiştir, İslâm ümmetine karşı bunlardan daha zararlı bir cürüm işlenemez. [432] Îbnü'l-Kayyım daha da ileri gider ve şunu ilâve eder:

"İçinde yalan ve bid'at bulunan her çeşit kitabın yok edilip ortadan kaldırılması farzdır. Böyle kitapları ortadan kaldırma hareketi, oyun ve çalgı aletlerini, şarap kaplarını kırmaktan daha iyi ve daha faydalıdır. Çünkü bu tür kitapların zararı diğer cürümlerin zararından daha büyüktür. [433]

İbnü'l- Kayyım bu hususu şöyle noktalar:

"Sapık kitapların yakılması ve yok edilmesi karşılığında hiç bir şey tazmin edilmez." [434]

Umulur ki modern dünyamızda düşünce hürriyetini savunan mod­ern düşünce taraftarları, insanlığı nükleer bir savaştan daha fazla yok eden bu tür kitapların bu korkunç zararını görür ve bu tür zararlı kitapları fikir özgürlüğü adına savunmanın bile insanlığa karşı korkunç bir meydan okuma ve kin kokan bir taassub olduğunu anlayacaklardır. Gerçekten İslâm ümmetinin maslahatı açısından bakıldığında, kitab konusu çok önemli bir konudur. Bu ümmetin tarihinde batıla karşı meydan okuyan bir cemaat olduğunda şüphe yoktur, islâm'ın omuzlarına yüklediği en mühimi de, Dünya İslâm Birliği olmaksızın, düş­manlarına karşı bu meydan okuma görevinin imkânsız olduğu ve olacağıdır.

Ümmetin aklî bir saplantı veya fikrî bir anarşiye karşı koyması için, ümmetin fikir birliği içinde olması şarttır. İttifakı bugünkü dağınık manzara içinde aramak mümkün değildir. Hayat felsefesine olan inancı zayıf ve fikrî müesseseleri güçsüz olduğu sürece, bu ümmet, bilim ve teknikte kendisiyle rekabet halinde (olan) doğu ve batı emperyalizmine karşı koyamaz.

Tarih şahittir ki bu ümmetin varlığına sebep olan temel düşüncesi, İslâm dışı yabancı ideoloji ve felsefeler karşısında her ne zaman zayıf düşürülüp boyun eğdirildi ise o ideolojilerin potasında erimiştir. (Günümüz İslâm dünyası bugün bu ideolojik çerçeveden kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini vermektedir. Fikrî, siyasî, kültürel, ekonomik ve askerî bağımsızlık savaşı. Bu bağımsızlıklar, tarihin kaydettği İslâmın hükümran olduğu dönemlerin bağımsızlığı gibi olmak mec­buriyetindedir. ) Allah'ın dinine çağıran da'vetçileri ve hakkın san­cağının taşıyıcıları olduğu sürece bu ümmetin karşısında kâfirer, fâcirler ve dinsizler olacaktır. (Yani İslâm ve onun îmanı, iktidar mevkiinde olduğu sürece'düşmanları olacaktır. Ta ki, İslâm ve müslümanlar kendi içerlerinde erir, kendilerine benzeyinceye kadar -Kur'an ifadesiyle- razı olmazlar.)

Kur'an ve sünnete aykırı kitaplara karşı böyle menfî bir tutum içine girmek, ümmet içinde filizlenen ihtilâfı yumuşaklık, münakaşa ve an­layış havası içinde gidermemek, sert bir tutum içinde aleyhinde bulun­mak anlamına gelmez. Aksine böyle bir tutum, ümmeti hak çizgide sabitleştirmek, dinine ve inancına sıkıca sarılması için tüm gayreti sarfetmek anlamını taşır. Aynı şekilde bu, ilmî ve fikri araştırmalara gerçek anlamıyla dönüşü hedef alan fikrî münakaşaları men'etmek manasına da gelmez.

Kur'an ve sünnete aykırı olarak te'lif edilen kitaplara karşı tutu­munu arzettiğimiz İbnu'l-Kayyım el-Cevzî, bu tür kitapların yok edil­mesi ve bunlara ilmî reddiyeler yazmak yalnızca mübah değil, hatta zamanın ve şartların gereğine göre böyle bir çalışmanın hem mübah ol­duğu görüşünü ileri sürer ve şöyle der:

"Fakat birbirine muhalif mezheb ve görüşlerin iptali ile ilgili kitap­ların yazılmasında bir sakınca yoktur. Mevcûd halin gereğine göre bazen farz, bazan müstehab bazan da mübah olur." [435]

 

Yakınlara Ma'rufu Emredip, Onları Mûnkerden Nehyetmek

 

Yakınlara ma'rufu emredip onları kötülüklerden men'etmek ve farz ve aynı zamanda mühim bir görevdir. Fakat bu görevin de riayet edil­mesi gereken adab ve belli sınırları vardır, şimdi bu konumuzda; baba-anne-çocuklar ve karı-koca arasında yapılan ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevinin sınırlarını zikredeceğiz. Çünkü yakınlar ye akrabalar hususunda, başka bir kesimde bulunmayan hassas ve dikkatli ilişkiler söz konusudur.

Şeriatımız çocuklardan bulûğa erenle ermeyen arasını hassas çiz­gilerle ayırmıştır. Bu nedenle ma'rufu emr münkeri nehiy konusunda her birine yönelik davranışlarda anne-babanın konumu da değişiktir.

 

Buluğa Ermeyen Çocuklara Ma'rufu Emredip Onları Mûnkerden Men'etmek

 

Bulûğa ermeyen çocuğa iyiliği emredip onu her çeşit kötülükten uzaklaştırmadan kastımız; onu sıhhatli dinî bir eğitimle eğitip, dinî kültür ve ahlâkla yetiştirmek, onu bulûğ çağına erince İslâm şeriatına uygun temiz bir İslâmî hayata hazırlamaktır.

Çocukların eğitim ve öğretiminin büyük bir fazilet olduğu konu­sunda Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) bir çok hadislerinin mevcud olduğunu biliyoruz. Birkaçını arzedelim:

"Kişinin çocuğunu terbiye etmesi (onu eğitmesi) bir sadaka verme­sinden daha hayırlıdır." [436]

"Hiçbir baba, çocuğuna iyi terbiyeden daha ûstünbir bağışta bulunmamiştır." [437]

Çocukları eğitip onları kültürlü yetiştirmek, sadece âhirette sevab kazandıran bir iş değil, İslâm Hukukunun anne-babaya yüklediği bir sorumluluktur da. Zaten bu sorumluluğun bir gereğidir ki ihtiyaç zu­hur edince çocukları tâzir cezalarıyla tecziye etmek onların hakkıdır. Nebî (a.s.) şöyle buyurdular. (Yedi yaşına girdiklerinde çocuklarınıza namaz kılmalarını emrediniz. On yaşma girdiklerinde kılmazlarsa on­ları dövünüz.) [438]

Hadisde namaz kılmayan çocuğun ta'zir edileceği zikrolundu ise de aynı ta'zir orucun hükmünde de geçerlidir. [439] Çocukların terbiye edil­mesi ana babanın görevidir. Bu nedenle babanın görevi ile ilgili İslâm fukahası der ki: "Babanın, çocuğunu, Kur'an öğrenmeye, terbiye ve il­me zorlaması hakkıdır. Çünkü bu hak ana-babaya farzdır." [440]

Çocuğun velisi ve onun bakım ve kontrolünü üstlenen kişi onun babası sayılır ve asıl olarak da onun eğitim ve öğretiminden sorum­ludur. Aynı şekilde anne de başka açıdan çocuğun velayetini üstlenmiş­tir.

Hz. Meryem'in annesi "Fukazâ'nın" kızı "Hanne" şöyle dua eder:

Hani İmrân'ın karısı: "Rabbim, karnımdaki azadlı bir kul olarak sana adadım. Benden olan bu (aday)ı kabul et. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiden, (niyyetimi) kemâliyle bilen sensin sen." demişti. [441] bu âyetle ilgili el-Cessas der ki:

"Bu âyet, annenin, çocuğu koruyup kollaması, eğitim ve öğretimi konusunda sorumluluğunun bir yönünü üstlenmesi, hakkı ve görevi olduğunu açıkça işaret etmektedir. "[442]

Sonuç olarak şu çıkmaktadır ki, babanın, çocukları eğitim ve öğ­retimde, onları ta'zirle cezalandırmada sahib olduğu haklara anne de sahiptir. [443]

 

Buluğa Eren Çocuğa Ma'rufu Emretmek Ve Onu Münkerden Men'etmek

 

Anne-babanın bulûğa ermeyen küçük çocuğu terbiye etme ve ona ta'zir uygulama hakkı mecût iken, fakat bulûğdan sonra bu haklara sahib olamıyor Çünkü bulûğa eren çocuk yabancı mesabesine geçer.

İbn-i Âbidin derki: "Büyük artık yabancı gibidir. [444] Bazı ulemaya, göre bulûğdan sonra da anne-babanın bu hakları aynı şekilde devam eder. El-Bahru'r-Râikde şöyle denilir.

Esbicânî şöyle der: "Ta'ziri gerektiren bir suç işlediği tesbit edilen bulûğ çağındaki çocuğu terbiye etmek babanın hakkıdır." [445]

Bulûğa eren çocuk ile bulûğa ermeyen çocuk karşısında anne-babanın mücadele edip-etmeme durumu arasında bir çelişki göze çar­par. Fakat işin gerçeği, aralarında var sanılan böyle bir çelişkinin ol­mayışıdır. Bunun için şeriatın, baliğ olan çocukla bulûğa ermeyen çocuk arasında kabul ettiği farklılığın keyfiyetini düşünmemiz gerekir. Bu da mükellef çağında olmayan çocuğun babaya tâbi olmasıdır. Mükellef çağındaki çocuk ise hür ve bağımsızdır. Artık o bundan sonra tüm söz ve davranışlardan sorumludur. Şüphesiz -bu temel anlayış nedeniyle- bulûğ çağına ermediği sürece çocuğu eğitip terbiye etmek, anne-babanın hakkı olur. Fakat mükellef çağma eren ve aklı olgunlaşan çocuğu terbiye etmek hakları değildir artık. Bu hususda amelî olarak düşünüp -bu temel anlayışı kabul ettikten sonra- anlaşılacaktır ki ger­çekten çocuk bulûğa erer ermez tüm sorumluluklarını taşıdığını kabul etmemiz mümkün değildir. Hatta bu yaşa ermesine rağmen anne-babanın vesayetine, velayet ve yardımına bir süre daha muhtaç olduğu görûlecetir.

Mesela; çocuk bulûğa erip akıllandığı, derli-toplu düşündüğü ve muhtaç olduğu şeyler karşısında ne yapacağını kestirdiğinde, babanın bunu olumsuz bir tavırla karşılaması doğru olmaz. Buna rağmen çocuk -bu yaşta iken- kendinden emin değilse, ebeveynin onu kendin­den ayırmaması ve ona bundan sonra da bir süre -kendini tam idare edecek yaşa kavuşuncaya kadar- bakması hukukî olmasa da bir vicdan borcudur. [446]

Muhtaç olduğu sürece olgunluğa erer, karar vermede kendini yeter­li bulunca, babanın onu kendisiyle beraber bulundurması hakkı değil­dir, ancak kendinden emin olmayınca, babanın, çocuğa isabet edecek fitne ve belâlardan koruması için bir süre daha ayırmaması ve ta'ziri gerektirecek bir suç islediğinde onu terbiye etmesi müstesnadır.[447] İbn-i Âbidin: "Babasî ölen çocuğun velisi, - ne zaman olursa olsun- çocuk bulûğ çağında olmakla beraber kendinden emin olmayınca, babasının, kendinden ayırıp yalnız başına bırakmaması gibi sahip ol­duğu hukuk açısından da baba gibidir. Çünkü bu, şeriatımızın emret­tiği yakınlığın en büyüğü ve kendi haline bırakmakla doğacak kötülüğün de en çirkinini önlemektir."

İbn-i Âbidin devamlı şöyle der:

"Açık olan hükme göre çocuğun dedesi aynı durumdadır. Asabe'den (baba tarafından yakınlar) olan diğer yakınlar çocuğun kar­deşi ve amcası hükmündedir. Şüphesiz ki kötülüğü önlemek gücü yeten herkese farzdır. Özellikle kötü bir durumda olana yardım eli uzatmak daha da önemli. Bu da aynı şekilde yakınları gözetip onları korumanın gereğidir, İslâm bu durumda kimseleri, imkân nisbetinde görüp gözetmeyi ve doğacak kötü neticeleri önlemeyi emret­miştir." [448]

Nasıl ki bazı hallerde babanın mükellef çağındaki çocuğunu terbiye etme hakkı varsa, bazı durumlarda da sorumluluklarını taşıma hakkı vardır. Çocuk bulûğ çağma erip geçim sağlamaya elverişli olunca, babanın çocuğa rızık temin etmesi gerekmez. Fakat çocuk -dînî ilimleri tahsilden dolayı- kazanma imkânından mahrum ise, babanın onun nafakasını temin etmeyi tekeffül etmesi gerekir. [449]

Çocuğu her çeşit fitneden korumak, münkerder nehyetmektir. Nasıl ki ilim öğrenmesinde yardımcı olmak ma'rufu emretmek ise. Bundan da anlaşılıyor ki ihtiyaç duyulunca, mükellef çağında olmasına rağmen çoğu kez ona iyiliği emredip ve onu kötülükten alıkoymak, an­ne-babanm vicdan borcudur.

 

Ana-Babaya Karşı Marufu Emr Münkeri Nehyetmek

 

Çocuğun ana-babasına iyiliği emredip kötülükten men'etme görevi cidden çok hassas bir görev ve önemli bir ilişkidir. Anne babanın, cehaletlerinden dolayı ma'rufu emr, münkeri nehiy görevlerini ihmal ettikleri bir gerçektir. Çocuk bunları hatırlatırken, İslâm'ın onlara karşı davranma hususundaki direktiflerini gözönünde bulundurması gerekir. Bu açıdan anne-babaya yaklaşımda bulunması daha uygundur. Bunun dışında herhangi bir azarlama, vurma veya dövme gibi yollara başvur­ması kesinlikle caiz değildir. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyu­rur: "Rabbim, kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babayı iyi muamele edin diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse onlara "öf" (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle." [450]

Çocuğunu öldürdüklerinde anne-babaya kısas hükmünün tatbik edilmeyişi de haklarının önemini bize gösterir.

Allah Rasûlü (s.a.v.) buyururlar ki:

"Çocuğu(nu öldürmesi) sebebiyle babaya kısas yapılmaz." [451]

Aynı şekilde bir annenin oğlunu öldürmesi çocuğunu öldürmesin­den dolayı babaya kısas uygulanması caiz değildir. Çocuğun kısas hak­kı düşer. [452]

Savaşta çocuk anne-babası ile karşılaşırsa, imkân nisbetinde onları öldürmekten kaçınması gerekir. Ancak onlara kendisini öldürme fır­satını tanıdığında öldüreceklerinden korkması sebebiyle kendim savunması için onlara fırsat vermeyebilir. [453]

İslâm hukukçuları, "çocuğun ana-babasına bizzat haddi tadbik et­mek hakkı yoktur" derler. Gazâlî bu konuyu genişçe ele aldıktan sonra şöyle der:

"Çocuk babanın işlediği cinayetin karşılığı olan bir eziyeti ken­disine yapması caiz olmayınca ileride meydana gelecek bir cinayet için şimdiden babaya eziyet etme hakkı da yoktur. Evlâ olan da budur. [454]

İbni Âbidin, Fusûlu'l Alâmî'den neklen der ki:

"İnsan anne-babasını mürker işlerken gördüğünde bir defaya mah­sus olmak üzere onları men'edebilir. Vazgeçerlerse ne âlâ. Yoksa susar. Kötülüğü işlemeye devam ederlerse Allah'dan kendilerini hidâyete er­dirmesini ve günahlarının bağışlanmasını diler ve bundan öteye karış­maz. [455]

İslâm uleması der ki: "Kötülük işleyen anne-babaya herhangi bir şekilde eziyet etmeden, işledikleri kötülükten men'etmek çocuğun hakkıdır." [456] Nasıl ki kendilerine eziyet etmeden içtikleri içkiyi dökmek caiz ise.

 

Eşlere Karşı Ma'ruf'u  Emr Ve Mûnkeri Nehyetmek

 

Şimdi bu konuda eşler arasındaki ma'rufu emr ve münkeri nehyetmenin sınırlarını tesbit edeceğiz. Allah Teâlâ buyurur ki:

"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." [457]

İslâm'ın getirdiği aile nizamına göre erkek ailenin dayanağı ve hâki­mi (yöneticisi) dir. Kadının ailedeki yeri ise ona boyun eğmek ve ona mahkum olmaktır. (Bu boyun eğiş ve mahkumiyet, bazı İslâm düşman­larının abartarak arzetmeye çalıştığı "istediğini yapma, esir muamele­sine tâbi tutma ve meşrûiyyetin dışına çıkma" gibi birtakım yersiz id­diaların hedefi kabul edilmemelidir, kadın. Ama Allah Teâlâ'nın muradına muvafık olarak, onun kendi tabiatına zıt olarak istihdam edil­diğinde aile düzeninin alt-üst olduğu tarihen sabit iken, sözde kadın haklarını savunanlar ve onları erkekle eşit kılma çabasına kapılanlar, onu hep mahkûm duruma düşürmüşlerdir. Onun gerçek değerini Kur'an yasasıyla hükme bağlayan Allah (c.c.) en doğrusunu söylemiştir. Buna teslim olmak düşer bize. (Çeviren)

Kadın nafakasını teminde emin olarak çalışamamakta ve yalnız başına ev idaresini üstlenmede hâkim olamamaktadır. Tarihin, bu id­dianın böyle olduğuna şahitlik.ettiğini görmekteyiz. Hatta onun, dinini ve inancını korumağa da emin olamadığı, ahlâk ve davranışlarda zik­zaklar çizdiği, bunun içinde bir koruyucuya muhtaç olduğu da bir ger­çektir. Birinin veliliğini ve himayesini üstlenen çocuk gibi korunmağa muhtaçtır o. (Bu, onun küçümsemek anlamına değil, aksine İslam'ın tanıdığı hür bir atmosferde yaşamasını sağlama anlammadır. (Çeviren)

İbni Kesîr, âyette geçen "Kavvamûn" kelimesini açıklar ve şöyle der:

"Erkek kadının velisidir. Yani onun reisi, onun büyüğü, ona hâkim ve haktan saptığında onun terbiyecisi demektir."

Alla'me el-Cessas der ki:

"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler," âyeti onları terbiye ve idare etme, haklarını koruma ve onları her türlü şer kuvvetlere karşı himaye etme göreviyle yükümlüdürler anlammadır. "[458]

Ma'rufu emretmek münkeri nehyetmek farz-ı kifâyedir. Fakat bir kimse ma'rufu emretmeyi ihmal eder ya da bir münker işlerse, bundan da yalnız belli bir kişinin haberi olur da onu, iyiliği emredip kötülük­ten alıkoyabiliyorsa, bu görevi yapmak ona farz-ı kifâye değil farz-ı ayn olur.

Ma'lumdur ki her erkeğin ailesi ile ilgili bilgisi, onların kusur ve meziyetlerim tanıyabilme imkânı vardır. Sonra dinin, onları ıslah edip aile düzenini sağlamayı başkasından değil, kocasından isteyip lütfettiği haklarını korumağa gücü de vardır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki ıslahına ve onun ahvaline vakıf olmasına başkasının imkân bulamadığı bir çok durumlarda aileyi düzenlemek erkeğin hakkıdır.

İmam Nevevî ma'ruf ve münker konusunu işlerken şöyle der: "Bir yerde bu vazifeyi bir kişiden başka bilen bulunmazsa veya münkere or­tadan kaldırma görevini yürütecek biri yoksa o bir kişiye, iyiliği emret­mesi farz-ı ayn olduğu gibi bir babanın çocuğu ile karısına iyiliği emir, kötülüklerden men'etmesi de farz-ı ayn'dır. [459]

Kadın kocasının hakkını ihlâl eder ve emrine aykırı davranırsa tazirle cezalandırması kocanın hakkıdır. Allah Teâlâ buyurur ki

"...Şer­lerinden, serkeşliklerinden yıldığmız kadınlara gelince;onlara (evvelâ öğüt verin, (vazgeçmezlerse) kendilerini ya taklar (ın) da yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) döğün." [460]

Erkek bu hakkkı, iyiliği emretme ve kötülükten men'etme yoluyla cezalandırma şeklinde kullanabilir. Fakat bu önemli noktada düşün­mek gerekir. Çünkü bu hakkın da belirli sınıları vardır. Erkeğin karısına terbiye ve ta'zirde haddi aşması caiz değildir. Bu şartlar şöy­lece sıralamak mümkün:

1- Koca, karısına şu hallerde ta'zirle cezalandırambilir:

a) Sıkıştırmadan yatağına da'vet ettiğinde kocanın da'vetini kabul etmemesi,                               

b) Kocasına isyan edip kafa tutması,

c) Kocasına karşı üstünlük ve büyüklük taslayarak onunla çekiş­mesi.

d) Kocasına sövmesi ve sakalını tutup yolması,

e) Elbisesini yırtması,

f) Koca, karısının, güzelleşmesini ve süslenmesini emrettiği, kadının da buna gücü yettiği halde emrine uymaması,

g) Kocasının izni olmaksızın, kadının kocasının malından herhangi bir şeyi -ne şekilde olursa olsun- vermesi,

h) Herhangibi birine sövmek veya kendisine haram olan başkasına yüzünü açması gibi kocasının arzu etmediği ahlâksızlığı işlemesi.

ı) Kendisinin haram olan yabancı  erkekle herhangi bir zaruret olmamaksızın konuşması,

i) Kocasının izni olmaksızın evden dışan çıkması." [461]

2- Kadın kocasından nafakasını ve giyimini isteyip de bunda ısrar edince kocanın bunda men'etme hakkı yoktur. Çünkü hak sahibi, meşgul olan (staj gören) el ve alacağını isteyen lisandır.

3- Koca, karısının haksız yere döverse ta'zir cezasını kocaya tatbik etmek gerekir. [462]

4- Ta'zir, hakkında şer'i cezanın olmadığı kötülüklerin islenmesinde uygulanır. Hakkında şeriatın ceza belirlediği fiillere ta'zirin uygulan­ması doğru olmayıp had uygulanır. Şer'i had umumu işlerden değil­dir. Yani herkes değil, daima devlet başkanı veya onun adına biri uy­gular. Kocanın karısına ta'zir uygulaması ise ancak hakkında Şer'i cezanın bulunmadığı günahları işlediğinde uygulanır. Allâme el-Kâsâni der ki: [463]

"Kadın, geçimsizlik ve itaatsizliğin dışında, hakkında şer'i bir ceza olmayan bir suç işlediğinde, kocanın onu ta'zirin cezalandırma hakkı onaya çıkar. Çünkü koca, efendinin, kölesine ta'zir uygulama hakkı gibi karısını ta'zir etme hakkı vardır. [464]

5-Kocanın, karısına ta'zir uygulaması, hadisde geçen "incitmeyen bir dövüş" lafzıyle ifade olunmuş şeklidir. [465] Kocanın bu sının aşması caiz değildir.

Abdullah İbni Abbas "incitmeden dövme" kavramını şöyle açıkladı: "Misvak ve benzeri bir çubukla dövülmesidir." Diğer bir rivâyette: "Herhangi bir kemiğini kırmadan dövmektir," diye tefsir edilmiş­tir.

Katâde ise: "İncitmeden dövülmesidir." Diğer bir rivayette: "Herhan­gi bir kemiğini kırmadan dövmektir," diye tefsir edilmiştir. Katâdhe ise: "Incitmeksizin yani ağlatmaksızm dövme" şeklinde açıklamıştın. [466]

Karısını aşırı döven koca ise ta'zir cezasına ma'ruz kalmış olur. Tenvir-ul Ebsar'da şöyle denilmiştir:

"Aşırı şekilde, kocasının kendisini dövdüğünü iddia eden bir kadın, bu iddasını ispat ettiği an kocasına ta'zir uygulanır. "[467] Hanefi Hukukçuları der ki : "'Kadına uygulana tazir cezası ölümüne sebeb olursa, kocanın hukuken diyet ödemesi gerekir." [468]

6- Koca karısını yatağına da'vet edince, bu da'vetini kadın kabul et­mezse, kocanın önce öğüt vermesi gerekir. Öğüt fayda vermezse, Kur'ânî ifâde ile onu yatağında yalnız bırakır. Bilahare kocasına is­yan edince ta'zir uygulanır. Karısının ilk muhalefetine karşı kocanın ta'zire başvurması doğru olmaz." [469]

7- Bir kısım İslâm Hukukçusu, kadına ta'zirin uygulanması ancak düzeleceği ümidi varsa uygulanacağı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Kadının düzelmeyeceği veya ağır bir şekilde dövülmekle de yola gelmeyeceği sonucuna varılınca ta'zirin uygulanamayacağı, şayet uygulanırsa her iki açıdan da ona karşı haddi aşmak demek olacağını kabul etmişlerdir. [470]

Bütün bu açılardan bakılınca görülecektir ki ma'rufu emr ve münkeri nehiy, cidden hayatın tümünü kapsayacak genişliktedir. Bu saha bir taraftan inanç ve ibadetler, diğer taraftan inanç ve ibâdet­ler, diğer taraftan ahlâk ve muameleler gibi konuları ele almıştır. Fakat dinin, karısına karşı erkeğe tanıdığı ta'zir hakkı ile ilk konuya nisbetle sınırlıdır. Zira bu hak ancak hayatın muayyen bir açısında kadının ıslahı için tayin edilmiştir. Hayatı kapsayan bu hukuk man­zumesi içinde kadın, sadece işkence etmesi hariç, son derece bozulup görmemezlikten gelerek dinin emirlerine muhalefet ederse, kocanın bu manzara karşısındaki durumu ne olur? Bu soruya verilecek kısa cevap : böyle bir kadını derhal boşamaktır. Çünkü dinin emirlerine karşı direnen bir kadının boşanması, eş olarak kalmasından daha hayırlıdır.

Bahrur-Raik'ın "beyan gayesi" bölümünde şöyle nakledilir: "Kadın eziyet ve işkenceye varacak derecede kocasını hükmü altına alır veya Allah'ın ceza kanunlarını hiçe sayarak namazı terkedince boşamak müstehabdır." [471]

Allâme İbn-i Abidin şunu da ilave eder; "Şu açık bir gerçektir ki: namazın dışındaki farzları terketmek de namaz gibidir. Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) şöyle dediği rivayet edilir:

"Şüphesiz Allah Teâlâ'nın onun mehrini zimmetime vermesi, namaz kılmayan bir kadınla beraber yaşamamdan daha hayırlıdar."

 

Kocaya Karşı Ma'ruf Ve Münker Görevini Yapmak

 

Kadın, evin reisi ve hâkimi olması bakımından kocasına tâbidir. İmam Gazâlî'nin tabiri ile, çocuk babaya olduğu gibi o da kocaya tâbidir. Koca bilgisizlikten dolayı herhangi bir kötülük işlerse, karısı sadece bundan vazgeçmesi için hatırlatma yapar, dinin hükmünü söyler ve kendisine öğüt verir. Kadının bunun dışında herhangi bir şekilde sövme, azarlama ve dövme hakkı yoktur. [472]

 

VIII. BÖLÜM

 

MA'RUF VE MÜNKER GÖREVİNİ YAPANLARDAN İSTENEN VASIFLAR

 

Ma'rufu emr ve münkeri nehiy; bütün sınırları, şartları ve âdâbıyla bu mühim görevi üstlenen kimseden imkân sağlanacak belirli özellik ve vasıflar ister. Bu vasıf ve özellikleri şahsında taşımayan kimse ve görevi hakkıyla yürütemez. Bu vasıflara geçmiş konularda temas et­miştik. Ancak bu bölümde son derece önemli diğer bir kaç vasıf daha ilâve edeceğiz.

 

Namaz

 

Mü'minin dünyadaki görevi, dinin tasvip edip onayladığı hir iyiliğe da'vet etmek, dinle çatışan her çeşit fikir ve ameli ortadan kaldırmağa çalışmaktır. Allah ve Rasûlü'nün emrettiği her şey ma'ruf; yasakladığı her şey de "münker'dir. Bu iki kavram dini tümüyle ifade eder. Ma'rufu emredip münkeri yasaklamak hakikatte, "dini hayat uygulamak" demektir.

Geçmişte bu çok önemli ve büyük görevi omuzlayanlar, ancak kalpleri iman ile saflaşmış, hayatları tertemiz ve amelleri Kur'an ve sün­net ölçüleriyle anlam kazanmış seçkin insanlar idi. Zira bu kimseler ma'rufu yapanların ve bunu kendilerine tatbik edenlerin ilk nesli idi. Yoksa münkere batmış insanları nasıl men'edeceklerdi? Haktan yüz

çevirmiş insanlara ma'rufu nasıl emredeceklerdi? Dolayısıyla da dün­yada, yapamadıklarını söyleyen, öğüt almayıp da öğüt verenlerin el­leriyle eşsiz bir inkilab meydana gelmezdi.

Şu değişmez bir gerçektir: Bu dâva, da'vet ettikleri hayatta müşah­has ve canlı bir örnek olmaya azmeden ve bu uğurda kendilerini feda eden erler ve mücahidler ister. Bu kimseler konuştuklarının ilk tatbik edenleri ve da'vet ettiklerinin ilk kabul edenleri olacaklar ve olmak zorundalar.

İşte namaz, mü'mini, ma'rufu emr ve münkeri men'etme görevine ehliyetli kılar. Lokman oğluna vasiyet ederken bu hususa işaret ediyor­du:

"Oğulcağızım, namazı dosdoğru kıl (kendini kemâle erdirmek için Beyzavî). iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış (başkalarını kemâle ulaştırmak için-Beyzavî)ı. Sana (bu emir ve nehiy sebebiyle) gelecek her türlü eziyet ve musibete karşı sabret. Çünkü bunlar kesin şekilde farz kılanan görevlerdendir." [473]

Müfessirler derler ki: "Lokman'ın oğluna yaptığı bu vasiyetinde namazı dosdoğru kılmasını emretmekle, kendisinin tam olgunluğa er­mesini, daima Allah'a dönmesini ve hakikî anlamda Allah'dan korkmak (yani ma'rufu emr münkeri nehiy) demek olan üstün takva sahibi ol­masını istemiştir.

Ma'rufu emr, münkeri nehyetme görevini yüklemekle de; başkasını dine da'vet etmek,, terbiye ve ıslahı için gerekli çalışmayı yapmasını ar­zu etmiştir. [474]

Bu iki konudan her biri başlı başına müstakil birer çalışmadır. Fakat ikisi arasında elbette kuvvetli bir ilişki vardır. Namaz -ıstılahı an­lamıyla ma'rufu emr ve münkeri nehiy şartlarından olmamakla beraber- bu görevi daha güzel yürütmek için gerekli takviyeyi yapar. Namazdan uzak ve kusurlu olanlar bu görevin ağırlığı altında ezilirler. Gerçekten ma'rufu enredip münkeri yasaklamağa çalışmak için gerekli yüce vasıf ve faziletler ancak namaz ile gelişir. Zira bu görevi hakkıyla yapabilen­ler, ancak dünyanın aldatıcı parlaklıklarına kedini kaptırmayanlar, onun gurur ve zevklerine esir olup etkisinde kalmayan, aksine onu bir sınav yeri ve âhiretin tarlası olarak görebilenlerdir. Allah'ın huzurunda küçük-büyük herkesin sorumlusu imiş gibi yaptığı her çalışmaya kar­şılık peşin değil, âhiretteki ücrete ve Allah'ın rızasına talib olma yolun­da hayatını feda edebilenler, ancak bu görevin gönüllü erleri olabilirler. Nefislerine Allah sevgisini karıştırıp kalbini, duygularını, aklını ve organlarmı bu sevgi ile besleyenler... Allah'tan uzaklaştıranların her türlü arzularından tamamen ayrılanlar. Yüz kızartıcı söz ve amellerden, her çeşit münker ve isyandan tam anlamıyla kaçınıp bunda dire tenler... Evet Kur'an-ı Kerim, bu yüce vasıfların kaynağının ve bu istenen faziletlerin menşeinin, "namaz" olduğunu îlân etmiştir, işte tüm bu sıfatların kay­nağı ve menşei olan namaz, hayatı, Allah'ın boyası ile boyar. Eşsiz ah­lâk âbidesinin temellerini yükseltir. Faziletli ahlâkı meydana getirir, insan hayatını, yüz kızartıcı söz ve amellerden, münkerin her çeşidinden temizler. Allah'ın zikriyle imar eder ve kulluk duygusuyla birleştirir.... Kur'ân-ı Kerim bu hususa şöyle işaret buyurur:

"Sana vahyeilen kitabı oku[475] Namazı da dosdoğru kıl (ve kıldır). Çünkü namaz edepsizlikten ve akıl ve şeriata uymayan her şeyden alıkor. Allah'ı zikretmek elbette en büyük (ibâdet) dir." [476]

Fesada karşı savaşa koşan, münkerin ortadan kalkması, hayrın yaygınlaşması ve ma'rufun emredilmesi için çaba sarfedenler için namazın önem derece­si, umarım ki anlaşılmıştır.

 

Sabır

 

Yukarıda geçen âyette Lokman (a.s.) Oğluna yaptığı vasiyette, ma'rufu emr münkeri nehiy ile beraber sabrı tavsiye etti. Demek oluyor ki bu çalışma sabır ister. Sabırsız ve aceleci olan bir kimse böyle bir çalışmayı yürütemez.

İmam Râzî der ki: "Ma'ruf ve münker görevini yapan kimse incinir ve eziyet görür. Onun başarısı sabır iledir." [477]

Asr sûresinde de Cenâb-ı Hak sabrı tavsiye kavramını hakkı tavsiye etmenin peşinden getirmiştir. Hakkı tavsiye; mü'minin mü'mine Al­lah'ın dinini hatırlatmasıdır. Bu da dinde, mü'minler arası ma'ruf ve münker görevi demektir.

Birbirine sabrı tavsiye ise, dini tebliğ ve tatbik sahasına koyma yolunda, mü'minlerin uğradığı ve uğrayacağı güçlüklere karşı göğüs germek ve şiddetle eylemlere karşı koymak üzere kendi aralarında, bir­birlerini sabretmeye yöneltmek ve teşvik etmektir. Böylelikle ma'rufu emretmek, münkeri nehyetmek için "sabır silahı" önem kazanmak­tadır.

İmam İbn-i Teymiyye, sabrın, ma'ruf ve münker görevindeki önem­li fonksiyonu ve zaruretini şöyle açıklar:

"Allah Teâlâ, ma'rufu emredip münkeri nehyetmekle görevlendir­diği önderler olduğu halde peygamberde bile Sabrı emretti." [478]

Ma'rufu emredip münkeri nehiy görevini yaparker peygamberlere bile sabır ihtiyacı içinde olursa, başkasının buna ihtiyaç duymaksızın bu görevi başarabilmesi nasıl mümkün olabilir?

Gerçekten ma'ruf ve münker görevi zor ve korkulu bir iştir. İnsan bu görevi, taşıdığı ehliyeti ve üstün fedakârlıkları, sıkıntılara katlan­ması, güçlüklerle karşılaşınca sabretmesi ve şiddetli musibetler anında sebat göstermesi sayesinde başarır. Çünkü insan Allah için attığı her adımda sıkıntılı ve şiddetli belâlarla denenir. Binaenaleyh böyle bir sınavı; ancak şiddetli güçlüklere göğüs germede kuvvetli olanlar, her ne zaman olursa olsun peşipeşine gelen mihnetler ve biriken fitneler or­taya çıktığında dîne bağlı kalmakta sebat gösterenler, asrın İslâm düş­manı yöneticilerine aldırış etmeden hakkı söylemekde cesur davranan­lar, tüm gayretini gösterdikten sonra, müstebid zorbacılara karşı koymak, hiçbir korku ve kaygı duymaksızın yüzlerine karşı açıkça hakkı savunup çelikleşen iradeleriyle ortaya çıkanlar başarabilir.

Aynı şekilde ma'ruf ve münker görevini hakkıyla ifâ etmek için insanın kendini yenebilmesi gerekir, ilk plânda nefsini, aşırı arzularına uymaktan vazgeçmesi ve fiilen tek Allah'a teslim olması, bu görevi başarmanın belirtileridir. Çünkü arzusuna gem vurmayan kimse aynı şekilde başkasını düzeltip ıslah etmesi mümkün değildir. İşte bütün bu vasıfları özünde toplayan sabırdır. Sabreden kişi tek başına da olsa ma'ruf ve münker görevini yapabilir. Şartlar elvermediği, her şeyin kriz geçirdiği bir ortamda dahi sabır sahibi rotasını şaşırmadan bu görevi yapar. Oysa sabrı kaybeden kişi kendisini sabretmeye zorlasa da sebat etmeye muvaffak olamayacağı için bu görevi de yapma imkânım bulamayacaktır.

 

Affetmek Ve Yüz Çevirmek

 

Kur'ân-ı-Kerim "affetmek" ma'rufu emretmek" ve "yüz çevirmek gibi üç önemli konuyu bir âyette topladı:

"(Habibim) sen (güçlüğü değil) kolaylığı (sağlayan yolu) tut. İyiliği emret (Yani şeriatın ve aklın beğendiği şeyi). Câhillerden yüz çevir." [479]

Âyet-i Kerime, ma'rufu emretme, kolay yolu tutma ve yüz çevirme arasında kuvvetli bir alâka ve ilişki olduğunu açıklamaktadır. Müfessırler "kolay yolu tut" sözünü şu şekilde yorumlamışlardır.

1- "Kolaylığı tut" sözünden maksat âyetin zahiri olarak ifâde edilen "tut" kelimesi mecazdır. Bu mecazî ifâde ile; yapılan kolay yolu tutmak, insanlara zor gelecek şeyleri istememek, şiddet ve terör taraftarı olmamak kastedilmiştir.

2-Affetme hasletine sahip olmak, herkesin günahına bakmamak, kusur affetmek, şiarına sahip olmak, nefret etmemeleri için insan­lara zor gelen şeyleri ilk plânda emretmemek.

3-Affetmekten murat; halktan alınacak vergiyi zorla değil, gönül hoşnutluğu ile almak, aslî ihtiyaçlarından fazla olanından almak ve onları hoşnutlukla vereceklerini alma yolunu tercih etmektir. [480] Açıktır ki âyete verilen bu üç anlamda ahlâk ile alâkalı olup, ma'ru­fu emretmeden önce kolay yolu tutmayı Kur'ân-ı Kerim emretmiştir. Bu da gösteriyor ki insan ma'rufu emretme hususunda faydalı olabilmesi için yüksek bir ahlâk seviyesine erişmesi gerekir ki yumuşak ve vakarlı davransın insanları affetsin, hatalarını bağış­lasın, tenkidlere, kınamalara ve kendisine yapılan her çeşit fikrî ve amelî taarruzlara göğüs gerebilsin. Böyle çok önemli bir görevi, fevkî hareket eden düşük şahsiyetliler ve aceleci hafif meşrebliler yürütemez.

Kur'ân-ı Kerim'in üçte biri, af etmek, ma'rufu emretmek ve câhiller­den yüz çevirmekten ibarettir. Âyet-i kerimedeki bu tertib şuna işaret etmektedir.

Davete muhatab olan kimse cehaletini ortaya koyup ma'ruf ve münker görevini yapan da'vetçiye karşı uzlaşmaz bir tutum içine gir­diği zaman, da'vetçinin buna karşı takınacağı tavır; gayet ahlâklı, lütufkâr ve insanca davranmaktır. Böyle bir kimseden yüz çevirmek gerekir. Zîra câhillerle mücâdele etme, bir görevi yapmaya koşan kimsenin çabası yanında çok daha küçüktür.

Kur'an-ı Kerim en güzel uslûblarla yapılan mücâdeleye ve belli bir hedefe yönelik ilmî münâkaşalara karşı değildir. Fakat iş inada binip, kibirli davranışlara ve yersiz çekişmelere meydan verirse, da'vetçinin susması ve karşılık verme hususunda vaktini kaybetmemesini de em­reder.

Affetmek ve câhilden yüz çevirmek, Allah'a ve peygamberine isyan edenlere karşı ses çıkarmayıp zillete boyun eğmek yahut herkesin yap­makla yükümlü olduğu görev konusunda yersiz müsamaha göstermek ve istisnasız herkesin yapmak borcunda olduğu amelleri hafife almak manâsına gelmez. Şüphesiz ki bu ve buna benzer amel ve davranışlarda müsamaha ve ta'viz dediğimiz hoş görme ve görmemezlikten gelme gibi bir tutum, tüm dînî kurumları dağıtmaya ve özünü parçalamaya götürür. Herkes istediği yere tutunur, arzu eden herkes dilediği yöne yönelmiş ve ilâhi düzen dağılmış olur. Oysa affetmek ve câhillerden yüz çevirmek, haklar ve görevlerden önce amme hukuku ve beşerî ah­lâk ile ilgilidir.

Müfesser er-Râzi der ki:

"İnsanlardan alınan haklar hususunda müsamaha ve kolaylık gös­termek caizdir veya caiz değildir. Şöyle ki:

Birinci şıkka giren haklarda müsamahanın caiz olması demek, mâlî hukukla ilgili bütün konularda şiddetin terkedilmesi, insanlara iyilikle muamele edilmesi, kabalık ve katı kalpliliğin bırakılması.... Aynı zamanda insanlara karşı yumuşak, güzel ve hoş davranmak suretiyle davet edilmesi demektir.

İkinci şıkka giren konularda müsamaha ve kolaylık göstermek caiz değildir. Bu konudaki davranış kesindir. Dinin ve aklın uygun gördüğü herşeyi emretmek, ma'ruf ve örfdür. Bunun mutlaka yapılması gerekir. Varlığı yokluğundan daha hayırlıdır. Sadece kolaylığı sağlayan yol tutulup, ma'ruf emredilmez. Zira o anda hak ortaya çıkarılmazsa, bu dini değiştirmek ve hakkı hükümsüz bırakıp ortadan kaldırmak için bir çalışma olur. Bu ise asla caiz değildir." [481]

"Yüz Çevirme" konusunda İmam-Et-Taberî der ki:

"Şayet bu, Allah Teâlâ'nın Peygamberine bir emri ise ihtimal ki in­sanlara zulmeden ve onlara karşı haddi aşan kimselere verilecek bir cezalandırma biçimidir. Yoksa ne Allah'ın kendine yüklediği bir haktan ve kendine düşen görevi bilemeyenden yüz çevirmek, ne de Allah'ı in­kâr eden ve O'nun birliğini tanımayanı affetmek anlamınadır. Çünkü bu, müslümanlar için bir harptir." [482]

 

İhlas

 

İhlâs her amel ve çalışmanın ruhudur. Bu rûh kaybolunca, insanların çok büyük değer verdikleri amellerin, Allah yanında hiç bir ağır­lığı ve değeri kalmaz. Bu nedenle mû'min, ma'ruf ve münker görevini yaparken, herhangi bir yalan ve hile katmaksızın daima niyyetine bağlı kalması gerekir. İhlasından bir şey kaybetmemesi ve yaptığı ile ancak Allah'ın rızasını istemesi gerekir.

Ma'rufu emr münkeri nehiy, din uğruna eşsiz bir hizmet, insan için büyük bir saadettir.

Tasavvur edilemeyen bir saadet.... Bu saadete, ancak kendilerini Al­lah'ın rızasını aramağa yönelten ve ahîret kurtuluşundan başka bir şey istemeyen ihlâskârlar nail olur. Fakat gerçekten ma'rufu emredip münkeri nehiy çalışması ile birlikte ihlasın kalması ve yürütülmesi, erişilmesi uzak ve zor bir çalışmadır. Çünkü insan bu çalışmayı yaparken gös­terişe, şöhrete ve bencilliğe düşmekten korkar. Bu tür hastalıklar da, hakkı açıklayıp ilân etmek ve hitab etmek için insanların oluşturduğu muhteşem toplantılara ve büyük törenlere katılma imkânı verildiğinde ortaya çıkar. Bu gibilerin kitapları ve yazmış olduğu eserleri, insanlara yönlendirme etkili ve geniş kitlelere ulaşmada geniş imkâna sahibdir. Her kesimde kabul görür, okuma ve ders almada, toplumun büyük bir kesiminin takdirlerine mazhar olur. Tarihde nice kimseler din yolunda hapishanelerin şiddetli baskılarına ızdırap ve akılalmaz işkencelerine göğüs germişler ve hiçbir şeyden korkmaksızm bâtıla meydan okumuş­lardır. Din için gösterdikleri fedâkârlıkları, eziyete karşı sabır, sebat ve hizmetleri vardı. Onların bu fedakârlıkları ve şöhretleri tüm âfâkı sardı. Diller, onları öven bir lehçe, hâtıraları ve eşsiz çalışmaları va'z ve nasihatlann konusu oldu. Onlar anlatılmakla tükenmedi.

Bu vasıflarla bezenen da'va adamı, ne zaman ki kendi kendini oyalayıp gündelik işlerle meşgul oldu, o zaman riya ve şöhreti savunur oldu. Kendilerine ma'rufu emredip münkerden nehyettikleri nice muhatablarının kalbini incitmiş ve onları hayal kırıldığına itmiş ol­dular. Her ne kadar bu görevi îfâ eden böyle kimseler bâtıllara yönelmezse de, gerçek olanı; şereften zillete düşen böyle kimselerin insan­lara faydalı olamayacağı, doğruluk ve ihlasın ötesinde herhangi bir şekilde sözlerinin kendilerine etki edemeyeceğidir. Allame Molla Aliyyul-Kari der ki;

"Ma'rufu emr münkeri nehiy gibi -İslâm devletinin kuruluş gayesi olan- eşsiz bir görevin en önemli şartlarından biri de, bu görevi yapanın kendini savunma gayretine kapılmadan, şöhrete ve riyaya düşmeden, mü'minlere yaptığı emir ve tavsiyelerine uyan, hakkın ve Allah'ın dinin hâkim olmasını isteyerek yaptığı çalışmalarında samîmi ve ihlâslı dav­ranmasıdır. Böyle bir kimse ihlâs makamında doğru bir kişi olduğu zaman ancak Allah'ın şeriatıyla çatışan her türlü fikrî ve amelî zararlı cereyanları ortadan kaldırmaya çalışır ve zafer kazanır. (Bunun dışın­daki çalışmalar bir hiçtir. Kendi kendimizi boş şeylerle avutmayalım. Kendimizi aldatmayalım. Bu görevi üstlenme mevkiinde olan kimse de milyonlarca insanın fârik alâmeti bu idi. Aldatamayacağımız günde ne kadar aldandığımızı ve kaç kişiyi aldattığımız ortaya çıkmadan, hâlâ aldatmayalım. Aldatılmayalım ki İslâm düşmanlarının hilelerinden emin olmanın yolu; İslâm'ın din ve dünya olduğunu istikbâlin genç İslâm nesline aşılamaktır.) [483]

Allah Teâlâ buyurur ki: “Ey îman edenler, siz Allah(ın dinine O'nun peygamberi zîşanin)a yardım ederseniz O da (düşmanınıza karşı) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar. (İslâm hukukunu müdafaada ve her türlü emperyalist güçlerle yapılan her çeşit savaşda ve her çeşit sal­dırıya karşı direnmede sabır ve sebat verir)[484]

Ma'ruf ve münker görevini yapanlar peygamberlerin ve nebilerin yapmakla görevlendirdiği bu şerefli görevin tesbit edilen rotasından dışarı çıkmamalıdır. Yüce Peygamberimiz (s.a.v.) ile asha-ı kiram bu görevi bu şekilde yapmışlardır. Onların yolunda olduğunu iddia eden­ler, peygamberler ve onların izinde gidenlerin sahib oldukları ihlâs ve samimiyetlerini çalışmalarına ışık tutmadıkları takdirde kendilerini on­lara nasıl nisbet edebilirler. Samimiyetsiz ve ihlâs sahibi olmayan bir kimse ma'rufu emr münkeri nehiy görevini nasıl yapabilir. Şayet yaptığını kabul etsek bile yürüttüğü çalışmasında peygamberliğin izlediği çalışma şekilleri olmakla beraber peygamberlerin çalışmalarının özel­lik kazandığı ruhtan uzak olmuş olur.

Allame Nizamuddin en Nisâbûrı, ma'rufu emr münkeri nehyetmenin bazı hududlarından söz ederek şöyle buyurur: "Bütün bu çalış­malar, inanarak, şöhret ve riyaya kaçmaksızın, nefsin ve bedenin ar­zularına uymadan yapılmalıdır. Böyle olduğu takdirde bu da'vet, Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) kendisinden sonra gelen râşit halifelerinin temsil ettikleri makamda bir da'vet olmuş olur. O [485] Hülâsa; ma'rufu emr mün­keri nehiy farziyyeti, büyük bir maksadı ve yüce bir gayeyi hedef edinir ki o da; Allah'ın arzında O'nun yasasını lâyık olduğu makama koymak, dinini açıkça ilân etmek, unutulmayan mahkûm edilmiş Kur'an'ını yeniden hayata hâkim kılmak, insanı, insanlığın kulluğundan kurtarıp Allah Teâlâ'nın kulluk hürriyetine kavuşturmak ve Tâğûta boyun eğ­mekten tüm insanlığı kurtarmaktır. Bu ise temiz ve mukaddes bir çalış­madır. Böyle bir çalışmada ihlas ve doğruluk kaybolunca, çalışan sadece nefsini tatmin eder. Dünya hayatındaki çalışma ona, sadece öv­gü kazandırır. Fakat bunda ne kendisi için bir hayır vardır, ne de yerde ve gökte zerre kadar kendisine fayda verecek bir sevaba nail olur. Allah Teâlâ'nın kendisine takdir ettiği kadar hayır ve iyilik hariç. O herşeyi hakkıyla bilen ve herşeyden haberdardır.

Tevfik ve hidâyet ancak Allah'tandır.

Bitiş Tarihi -Hicrî: 21 C. Ahîr 1406

Bitiş Tarihi -Miladı: 2.3.1986-Zonguldak

 



[1] Kaynak: Oryantalizm-Advvard Said Sh. 22

[2] Buharî (Tecrid) (Cilt: 4, Sh: 281) (Cilt: 7, sh: 362-363) Müslim-Cabîr Tarikiyle değişik şekilde rivayet eder.

[3] el-İlmaniyye -Neş'etüha ve Tatavvuruha ve âsârüha fi'l-hayati'l-İslâmiyyeyti'l-Muasıra. (Sefer b. Abdurrahman e!-Hevâlî) sh: 579 Doktora tezi

[4] İslâm Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk (A. Udeh) cilt: 2 sh. 9-10

[5] el-İhyâ, cilt: 2, sh: 35

[6] Fahru'r-Razî (Tefsîr-i Kebîr) cilt: 3, sh: 20

[7] Müslümanın İslâmî bir toplumda haklı yerini alabilmesi için ma'rufu emr ve münkeri nehiy görevini yapmakla birlikte islâmî vatanın sınırları dışındaki yerlerde Allah'ın (c.c) düzenini hakim kılmak için de cihâd etmekle emroiunmuştur. (Çeviren Said Havva'dan)

[8] Cihad, iyiliği enir, kötülükten sakındırma, İslâm'ın pratiğe uygulanması için beşerî müeyyidelerdir. İslâm'dan sapmaktan dolayı fıtri cezalarla dünya ve âhiretteki Rabbani müeyyideler bunun dışındadır. (Ceviren-Said Havva'dan)

[9] Al-i lmran: 3/104.

[10] Mefâtihu'l-Ğayb, İmam Râzî: 3/19

[11] Ruhu’l-Meânî, Âlusî: 4/20

[12] el-Enbiya: 21/73.

[13] Meâlimü't-Tenzil (Hazin tefsirinin kenan): 4/245

[14] Lübâbü't-Te'vil fi-Meani't-Tenzîl: 4/245

[15] el-Mâide: 5/48.

[16] (N.F.K) - Çeviren-)

[17] Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm: 2/67

[18] Rûhu'l-Meâni: 6/104

[19] Garâibu'l-Kur'ân ve Regâibu'l-Furkan: 6/135 (İbn-i Cerir et- Tabrinin kenarı)

[20] Fethu'l-Kadir: 1/338

[21] el-Bahru'l-Muhit: 3/20

[22] Mealimu't-Tenzil: .1/234

[23] Hâşiyetu's-Sâvi ale'l-Celâleyn: 1

[24] Câmiu'l-Beyân fi-Tefsiri'l-Kur'an: 4/24

[25] el-Bahru'l-Muhit: 3/2

[26] Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil (Al-i İmran sûresinin tefsiri)

[27] Âl-i lmran: 3/104.

[28] Rûhu'l-Beyan: 1/352

[29] A'raf: 7/157.

[30] Lokman: 31/17.

[31] Âl-i İmran: 3/113-114.

[32] el-Hisbe fi'l-İslâm: sh. 36

[33] el-Câmi fi-Ahkami'l-Kur'ân: 4/47

[34] el-İhkâm fi-Usûll-il Ahkam: 1/308

[35] Mefâtih-ül Ğayb: 3/27

[36] Tefsirü'l-Menar: 4/32.

[37] Âl-i İmran: 3/110.                                                             

[38] Lübâbü't-Te’vil Fi-Meâni’t Tenzil: 1/339

[39] Hâşiyetü's 'Sâvî alâ Tefsiri'l-Celâleyn: 1/153

[40] Câmiü'l-Beyan Fi-Tefsiri'l-Kur'an: 4/28

[41] Câmiu'l-Beyân fi-Tefsiri'l-Kuran 4/28

[42] el-Câmiu-li Ahkâmi'l-Kur'an: 4/173

[43] Mefhatihu'l Gayb: 3/37

[44] Mefâtihu'l-Ğayyb Tefsiri kenarında (İrşadu'l-Akli's-Selim ilâ mezâya'l-Kitabı'l-kerim : 2/506

[45] el-Bahru'l-Muhit: 3/36

[46] Ruhu'l-Meânî: 21/89

[47] Mefâtihu'l-Gayb: 6/575

[48] et-Tevbe: 9/112. (Emâme'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Bir adam Allah Rasûlû'nden, seyahate çıkmak için izin istedi. Allah Rasûlü'de (s.a.v): "Benim ümmetimin seyahati Allah yolunda cihaddır." buyurdular. (Çeviren)

[49] Tefsiru İbni Tesir: 2/392

[50] Rûhul-Meânî: 11/32

[51] Mefâtihu'l-Gayb: 4/523.

[52] Risâfetü'l-Ubûdiyye: 9

[53] el-Câmi li-Ahkâm-il kur'ân: 4/74

[54] Müsned-İmam Ahmet 6/43, Hafız el-Münziri der ki: "Bu hadisi Ebu's Şeyh "es-Sevab'da, beyhakî "Zühdü'l-Kebir"inde rivayet etti. Diğer bir kaynağı ("et-Tergib ve't-Terhib: 4/9)

[55] Hâkim-Müstedrek: 1/21. Münziri aynı anlamda el-Bezzâr'dan rivayet eder. (et-Tergib ve't -Terhib: 4/11

[56] İmam Ahmed ve Tirmizi aynı lafızla, Ibni Hibban sahihinde rivayet etti. (et-Tergib ve't-Terhib: 4/12)

[57] Sünenu't-Tirmizî-fitneler ve ma'rufu emr münkeri nehiy babı (Ayrıca Riyazü's-Sâlihin Tere: 1/234 H.No. 191

[58] Beyhâkl-Şuabu'l-İman (Miskâtü'l-Mesâbih Kitabü'l-Adâb: Emru bi'1-Ma'ruf babı).

[59] Fethü'l-Kadîr: 2/363

[60] İhyau Ulûmi'd-Dîn: 2/269

[61] Ahkâmu'l-Kur'ân: 2/592

[62] el-Faslu fi'l-Milel ve'l Ehvâi ve'n-Nihal: 4/171

[63] Şerh-u Müslim (Hindistan baskısı): 1/51.

[64] Feth-ul Kadir: 1/337.

[65] Mecmû-u Fetâvâyı İbni Teymiyye: 4/181.

[66] el-Maide: 5/105.

[67] el-Keşşaf an-Hakaiki't-Tenzil: 1/386

[68] lrşadü'l-Akli's-Selİm: 4/119-200

[69] Ahkâmu'l-Kurân-li'l-Cessas: 2/592

[70] Câmiü'l Beyân: 7/60

[71] Mûsned-i Ahmed b. Hanbel: 1/9 (Aynı hadisi Ebu Davut, Tirmizi, Ibni Mace, Nesâî ve başkaları da rivayet etti.) "Ebu Seleme; "Siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar vermez." âyetinin tefsirini sormuş, Allah'ın Rasûlû şöyle cevap vermiştir: "Ey Ebu Seleme! Ma'rufu emret ve münkerden nehyet. Şayet kendisine boyun eğilen bir ihtiras, peşinde sürüklenilen bir heves ve arzu, tercih olunan değersiz ve âdî bir şey görürsen, her görüş sahibinin de kendi fikrine hayranlık duyduğunu müşahede edersen, sen kendi düşüncene bak ve avamı kendi haline terket."(Çeviren)

[72] el-Ahzab: 33/71.

[73] İmam Ahmet b. Hanbel'in Mezhebine giriş: 103-104

[74] Hisbede (=Hüsn-i lebdirde) dört rükün varır:

1-Muhtesib 2, Mühtesebün aleyh 3- Muhtesebun fih 4- Ihtisâb. İşte bunlara "erkan-i erbaa" denir ki ma'rufu emr münkeri nehiy görevinde "hesap sorma müessesesi" anlamına gelir. Narh, tartı ve ölçü işleriyle ilgili daireye denirdi. (Çeviren)

[75] Fevâtihu'r-Rahmet: 1/63.

[76] Celâleddin el-Mahallî'nm şerhi ile Cem'ul-Cevâmi ve Hâşiyetü'l Benâni: 1/186-187

[77] İmam Sâtibî'nin bu konudaki görüşü ileride gelecektir.

[78] Rûhu'l-Meâni: 4/21

[79] Âl-i İmran: 3/104.

[80] Al-i İmran: 3/110.

[81] E1-Ahkâmu'l Kur'ân: 2/122

[82] el-Keşşaf: 1/224 ("bir kimse birinci âyetteki "MİN" harf-i ceninin Teb'iz yani "bir kesim" anlamında kullanılışın delil getirmesini garib karşılayarak bu görevin hükmen farz-i kifâye olduğunu söyleyebilir. Fakat şu da unutulmamalıdır ki bu hükmün kendisi zaten münakaşa konusudur, öyle ise bu münakaşa, ancak âyetteki "MİN" harfinin Arab gramerine göre ispatı ile gerçekleşir ki buna göre ayetteki MİN=kısım ifâde eder" dememiz ve kabullenmemiz ile sona erer.)

[83] Ahkâmu'l-Kur'an: 2/35

[84] Ihyâu Ulûmu'd-Dîn: 2/269

[85] el-Keşşaf: 1/224.

[86] Ahkâmu'l-Kur'an: 2/35(Ahkaf/31)

[87] Bu konuda "Hak Dini Kur'an Dili' tefsiri der ki: "bâziyet" ifade eden "MİN" ile "MİN ZÜNÛBİKUM" denilmesi şâyân-ı dikkattir. Denilmiştir ki bundan mura'd; hâlis Allah'ın hakkı olan günahlardır. Zira kulların hukuku mücerred ile mağfiret olunmaz," (Hak dini Kur'an dili; 6/4362 (Çeviren) Yine Beyzâvî ve Çelâleyn tefsir­lerinde şu açıklama vardır: "Çünkü kul hakkına taalluk eden günahlar hak sahibini razı etmedikçe yargılanmaz." (Çantay c. 3 Sh. 927)-(Çeviren)

[88] Bu âyet bu şekilde delil getirmenin zayıflığını ortaya koymaktadır. Zira ma'rufu emr münkeri nehyetmeye çalışmanın ümmetin tümünü kapsamına aldığı ve dolayısıyla herkese farz olduğunu gerektirmez. Farz-ı kifâye taraftarları da bu görevin tümüne farz olduğunu söylemektedirler. Ancak muhâlefeten bunu şöyle izah ediyorlar: "Ümmetin tümü bu göreve ehil olmayacağını, ehil bir cemaatın bunu yapmasıyla ümmetin tüm fertlerinden sorumluluğun kalkacağını, aksi halde tüm ümmetin günahkâr olacağını.."ileri sürmektedirler. Böyle delil getirme onların iddialarını hükümsüz bırakmaz.

[89] 'İslâm Ceza Hukuku ve Beşeri :Hukuk: 1/495

[90] Ehl-i Sünnetin 14 asırlık hukuk külliyatının üstüne çıkma hevesine sahib olan M. Abduh ve fikir akrabalığını taşıyanların, mezheblere ve onların hukuk anlayışlarına karşı bu tarz bir tavır içinde olmaları sebebiyle kimlerin hesabına konuştuklarını ve çıkış yaptıklarını düşünmek gerekir. Bu ve benzeri düşünce sahiplerinin kitaptaki yorumlarına bu açıdan bakılırsa mide bulantısından kurtul­mak mümkün olacaktır. (Çeviren)

[91] Tefsiru'l-Kur'ani'l Hakim: 2/27

[92] Ağe: 4/35

[93] el-Muvafakat fî-Usûli'ş-Şeria: 1/176

[94] Mefâtîhu'l-Gayb: 3/20.

[95] Bazı kimseler şöyle dedi: "Farz-ı kifâye, ancak onu yapmağa ehil olan kimse, terkettiğinde günaha girer", (el-Muvafakat: 1/177)

[96] Bu iki görüş taraftarlarının ileri sürdükleri delilleri konusunda şu eserlere bakınız.

a) Müsellim-Es-Subût ve Serhuhu

b) Fevâtihu'r-Rahmet: 1/63-66

c) Rûhu'l-Meanî: 4/21-22

[97] Envâr-ut-Tenzil ve esrâr-ut Te'vil (Mezkûr âyetin tefsiri)

AÇIKLAMA: "Farz-ı Kifâyenin, ümmetin tümünü kapsamına alması, kifâye ve ehliyet sahiplerinin yetiştirilip sahalarından çalışma imkânını hazırlamak ümmetin görevidir. İslâm adına yapılacak bir kıyamın başını çeken ulemayı tesbit ve yetiştirme cehdi yoksa, bu ümmetin böyle bir sorumluluğu taşımadığını gösterir. Binaenaleyh bu öyle iç-içe bir mimarî manzara arzeder ki birinin varlığı, diğerinin sebeb-i vücûdudur. Yokluğu ise öbürünün yokluğu anlamını taşır. Yani biri diğerinin lâzım-ı gayr-ı mufanki dır." (Çeviren)

[98] Rûhu'l-Beyân: 1/352.

[99] El-Muvafakat fî-usûl-iş-Şeria (Şâtıbî) 1/176- İkinci Ta'lik

[100] el-Muvafakat fi-usul-iş-Şeria: 1/178-179

[101] Tefsir-ul-MENAR: 4/36.

[102] el-İhkâm fi-usûl-il Ahkâm (ÂMİDÎ): 1/141-142

[103] Şerh-u MÜSLİM es-Sübût: 1/62-63

[104] Serh-ul-Celâl el Mahallî ala Cem'i Cevâmi': 1/185-186

NOT: "Farz-ayn şahıs plânında, farz-ı kifâye ümmet plânında cereyan eder. Birincisinin terkinde şahsî cürmü, ikincisinin terkinde umûmi cürmü ortaya çıkarır. Kıyas bu yönü ile değerlendirmelidir. (ÇEVİREN)

[105] et-Tevbe: 9/122.

[106] Envâr-ût-Tenzil ve Esrâr-üt-Te'vil (Mezkûr âyetin tefsiri)

[107] Meâlim-ur Tenzil (Hazin tefsirinin kenarı): 3/138

[108] el-Hisbe fil-İslâm: 66

[109] Feth-ul-Kadir vel-înâyetü Alel-Hidâye: 4/270-271

[110] Garâib-ul Kur'an ve Regâib-ul Furkan (İbn-i Cerir'in ken....) 4/30

[111] el-Mubin-ul-Muin Li-fehm-il Erbain: 189

[112] el-Ahkam-ul-Kur'an: 1/122

[113] el-Hisbe fil-Îskam: 37

[114] Günümüz müslümanları, yabancı kültür emperyalizmasının telkinleri sonucu bu gün aynı konumdaki bir anlayışa sahib olmuştur. Yani "dinin geçmişte etkin bir rol oynayıp, müslümanların ümmet olmasını hazırlayıcı aktif görevini yitirdiğini ve o günkü statükoyu korumanın mümkün olmayacağım ileri sürerler. Yeniden dinî hayatı yaşatmak veya dini hayata hâkim kılmak imkansızdır." demeleri yukarıda arzedilen anlayış gibi müşahhas bir iflâs örneğini sergilemektedir. Aslında günümüz müslümanının böyle bir anlıyışa sahip olması için uzun va'deli, dış kay­naklı bir İslâm düşmanlığının tohumlarının atıldığını ve asırları alan bir çabanın sergilendiğini göstermektedir. (Çeviren)

[115] Bahr-ul Muhit : 3/239

[116] et-Tefsir-ul-Kebir: 3/20

[117] Feth-ul Kadir: 1/338

[118] El-Bahr-ul-Muhît: 3/20-21

[119] Et-Tefsir-ul Kebîr: 4/523

[120] El-Ahkâm-ul-Kur’an:' 26/41

[121] Ruh-ul-Beyan: 1/959

[122] Ruh-ul-Maanî: 4/28

[123] ez-Zevacir an-aktiraf-il Kebâir: 2/146

[124] Mebârik-ul-Ezhâr şerh-u Meşarik-il Envar: 1/48

[125] el-Mübin-ul-Muîn-li-fehm-il Erbain: 188

[126] et-tefsîr şerh-u Cami-is-sagir: 2/418

[127] el-Akîdet-ül İsfahâniyye: 121

[128] el-Hisbe fı'l İslâm: 87

[129] Tâğutî yönetimlerde içki, kumar, zina ve gayr-i meşru ne kadar amel ve tatabikat varsa hepsi ma'ruf (meşru) kabul edilmişken, hâkim unsur İslâm olan devlet yönetimlerinde bu ameller münkerdir ve savaşılması gerekir bunlarla. Bunun gibi "şehâdet kelimesi" öz olarak yalnız Allah'ın hâkimiyetini ve Resûlüllah (s.a.v.) 'in liderliğini ifâde ederken, islâm'da bir amelin temel felsefesi bu iki unsurdan kaynaklanmıyorsa, ölü ve merdûd olduğu kesin çizgilerle . belirlenmiştir. Böyle bir ma'rufun gerçekleşmesi farz-i ayn iken, İslâm'ın bu temel yapısı, çağın tâğutî ve câhiliyye yönetimlerince "Çağ Dışı" damgası vurularak münker kabul edilmiştir."(Çeviren)

[130] el-Müfredat fi-Garib-il Kur'an (Arefe) maddesi

[131] el-Müfredat fi-Ğarib-il Kur'an (Nekire).maddesi

[132] Feth-ül Bari: 10/342

[133] Câmi-ul Beyân fî-Tefsir-il Kur'an: 4/28

[134] İrşâd-ülFuhül:74

[135] en-Nihâyetü fi-Garib-il Hadîs ve Eser: (Arefe): 3/85

[136] en-Nihâyetü fi-Garib-il Hadis ve Eser: (Nekere)4/175

[137] Ali İmrân: 3/110.

[138] Cemaat: Cem: Çok sayıda işlerin bir kimsenin hüküm ve idaresinde organize edilmesidir. El-Cem'iyyetü: insanlardan bir kesimin veya bir cemaatin, özel bir gaye ve müşterek bir fikrin tahakkuku için toplanmasına denir. (Er Raid: 526) (ÇEVİREN)

Fıkıhda; mü'minlerin-Kendilerine yön verecek her haliyle islâm ile mücehhez bir kimsenin arkasında ve etrafında-toplanarak namaz kılmaları haline Cemaat denir.

Cemaat kuru bir kalabalık değildir. Bir ruh içinde hareket edebilen (nizam ruhu taşıyan) bir topluluk (bir önder etrafında inançlarını yaşatmak üzere oluşan biatlı toplum) Cemaatın teşekkülü bir Rûh ve Îctimâî Bir Misaktır. Birlik ruhu önce fertte teessüs eder, böylece onu kibirden, darlıktan, egoizmden, çıkararak genişletirse o vicdan, o nisbette Cemaat Olmaya Namzet olur. Bu birlik bir aileden tutunuz da Cihangir Devlete kadar gider. (M. Hamdı Yazır-Hak Dini Kur'an Dili C/I,sf: 1010)

Cemaatle günde beş defa kılınan namaz Günde Beş Defa İlâhi Bir Miting Yapmak demektir. Neye karşı ve neyi protesto için?

Allah'ın İndirdiklerine Uymayanlara Karşı, Her Türlü Putçuluğu Protesto İçin Saf Saf Olup Omuz Omuza Vererek namazda yalnız Allah'ın Önünde Eğilme var, Allah'tan başkasını büyük ve kurtarıcı tanımamak var; rütbe, âmir, memur, varlıklı, yoksul, siyah, beyaz, güzel, çirkin....ayırım olmadan yapılan Evrensel Bîr Mitingtir......

Sadece cumadan cumaya veya beş vakitle bedenen bir araya gelip, aynı kıbleye yöneldiği Ruhen Ve Bedenen Birleşmeyen, Ayni Dünya Görüşü Etrafında Kenetleşmeyen, namaz dışı yaşayışında Hak Yolda (=siyasi, ekonomik, kültürel, askerî ve hukukî tüm sahalarda) yürümeyen, Allah'ın ipine sarılamayan gruplar Cemaat olamazlar. Onlar kurukalabalıktan-mevcut ve hakim düzenlerin her gün oyuncağı ve mahkûmu olmaktan kurtulup-öteye geçemezler. (50. yılında müsiüman kardeşler hareketi sh: 75-77/S. Havva)

"Müslümanım" diyen toplum, sakatlar topluluğu olmuştur. Gözü kör, kolları koparılmış, bacakları kırık, midesinin yarısı alınmış, bumu kesik.....Sakatlar topluluğu.

Kimi zekâttan, kimi hacdan, kimi namazdan, kimi îmandan kimi sünnetten,kimi miras­tan, kimi aile yaşantısından... Sakat. Böyle bir toplum cemaat olamamıştır. (Cemaat Mevlut Özcan- 3 Şubat 1989 Milli Gazete)ı. (ÇEVlREN)

[139] İrşâd-ul-Aklis-Selim ilâ Mezâyal-Kitab-il Krim: 2/496

[140] efâtih-ul Ğayb (Tefsir-i Kebîr): 3/27

[141] Bu hadisde vurgulanmak istenen nokta şudur: "Hayırlı olmak"; esirlerin gaziler eliyle müsiüman olması ve saadete ermesidir. Yani bu ümmetin hayırlı olması, diğer insanların, diğer insanların îmana ermemiş olanların ellerinden tutup, onların hakka ve saadete ermelerine vesile olmasıdır. Bu izzet yalnız İslâam Ümmetine has bir vasıftır. . Bu ümmet, bu vazifeyi omuzlamak için gönderilmiştir. Bugünkü sefîl hayatı yaşayıp, kâfirlerin dünyaya bakışı ile hayatı değerlendirip şekillendirmek ve yaşamak için gelme­di. İslâmı bütün kurumlarıyla yaşamak ve yaşatmak için gönderilen bir ümmettir bu ümmet. Fakat câhili sermayenin kölesi durumuna getirilmiş bu ümmet, aslında dûn, uğrunda her türlü varlığını feda ettiği ve bu uğurda çekinmediği İslâm'a ve Allah'a karşı asî duruma girmiştir. Umarız ki yine tarihî misyonunu üstlenip, geçmişteki makamını elde etsin. Bu ise, İslâm'ın dinamik ruhu cihad şuuru elde edildiği gün gerçekleşecektir. Bugün bu şuur'un sahiplerini görebilme şerefini taşıyoruz. Elhamdülillah....(Çeviren)

Yukarıdaki Ebu Hüreyre hadisinde sunulmak istenen diğer bir nokta; İslâm ümme­tinin, insanları (İnanmayan kimseleri) zorla İslâm'a sokmak istemesi anlamı yoktur. Dinin esaslarını ve inancını onlara zorla kabul ettirme anlamı da yoktur. İslâm ümmeti, batılıların karşı çıktığı ve İslâm'ın savunduğu mes'ud hayatın benzerini kendi ahlâkî, hukukî ve amelî ölçüleriyle kurdukları hayata, onları-düşman olmalarına rağmen da'vet eder. Bu en doğru ve en mükemmel bir temsildir, bir örnektir. Binaenaleyh bu ümmetin görevi; insanlığı topyekûn böyle bir iyiliğe ve kurtuluşa da'vet etmektir. "Böylece bu ümmet, insanların örnek alabileceği model bir toplum olmakta, kendisine kızılmasına ve istenmemesine rağmen istemeyenleri ve kızanları kendisine cezbetmektir. Bu ümmetin iktidarı böyle kurulur. İç savaşı kazanmışların huzurunu yaşayan bu ümmet, iktidar mevkiinde olup iktidar olamayan zorbaları, göremedikleri ve fakat hakikat olan güçlerle İslâma yöneltmiş olur. Ümmet bu safhadaki pozisyonunu elde edince, hayra muhalefetlerini gizlemiş olanların Kalpleri islâma açılmış olur, merhameti ve bağışı bol olan Allah'ın rahmetini hakketmiş olur." (Çeviren Sahih-i Buhari Kitab-ut-Tefsir'den)

[142] Feth-ul Bari: 8/156

[143] el-Bakara: 2/143.

[144] Haşiyet-us-Sâvî alâ tefsir'il Çelâleyn: 1/153

[145] et-Tefsîr-ul Ahmediyye: 124

[146] Allâme es-Sâvî ve Melaciyyunun; "İslâm ümmetinin peygamberlerin da'vetine şehâdet edecekleri" şeklindeki tefsirleri şöyle bir yorum intaç eder; "İslâm ümmeti şahitlik edecektir ki: geçmişte tevhîdî mücâdeleyi veren tüm peygamberler, Allah'ın vahyini her asırda içinde yaşadıkları kavimlerine ve milletlerine her türlü zor şartlara rağmen tebliğ etmişlerdir. Nasıl ki peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah'ın dinini, içinde yaşdığı müşrik topluma -çekinmeden ve tüm risklerin altına girerek- tebliğ etmiştir. Fakat bunu inkâr eden kâfir ümmetler (emperyalist güçler) daima tarihteki bu soylu mücâdeleyi yalanlayarak istikbâlde uyanacak gençlikten gizleme cör-münü işlemiştir.

[147] Al-i İmran: 3/104.

[148] Ruh-ul-Maanî-Alûsî: 4/21

[149] el-Ahkâm-ul Kur'an: 1/394

[150] el-Câmi-ul Beyân fi-Tefsir-il Kur'an: 4/28

[151] et-Tefsir-ul Ahmediyyc: 124

[152] Feth-ul Kadir: 1/364

[153] Câmi-ül Beyân fi-Tefsir-il Kur'an: 10/109

[154] El-A'raf: 7/199 "Urf ve ma'ruf: Şeriatın ve aklın beğendiği şeydir. Zıddı münkerdir." (Çeviren)

[155] Câmi-ul-beyân fi-Tefsir-il Kur'an: 9/98.

[156] Lübâb-ut-te'vîl Ala Maan-it tenzil: 2/27.

[157] Meâli-ut-Tenzü Ala hâmiş-il-Hâzm: 2/270.

[158] Ruh-ul Maânî 9/147

[159] alâ Medârik-it Tenzil: 4/189

[160] el-Mübin-ul Muin li Fehmi Erbâîn.

[161] el-A'raf: 7/157.

[162] Mecmuatur-Resâil libni Teymiyye (El-hisbe fil İslâm sh. 64).

[163] El A'raf: 7/158 (.... Allah'ın size, hepinize gönderdiği peygamberine....)

[164] Tefsir-u İbni Kesîr: 2/253-254

[165] Meâlimu-at-Tenzil: 2/245

[166] Rûhû-i Beyân: 1/270

[167] Çâmiu-l Beyân: 9/53

[168] Mefâtihu-l-Gayb; 4/309-310

[169] el-Müddesir: 74/1-2.

[170] er-Ra'd: 13/7.

[171] el-Hisbe fil İslâm: 71

[172] Al-i İmrân: 3/113-114.

[173] Câmi-ul-Beyan fi-TeFsîr-ü Kur'an: 4/35

[174] Cessas-Ahkâmu-Kur'an: 2/42

[175] Mefâtihu-l Gayb: 4/347

[176] el-Ahkâmu-l Kur'an: 1/122

[177] el-Hacc: 22/78.

[178] Reddû'l-Muhtar Ala Dürri-i Muhtar: 3/301

[179] Hiç bir dava, kendisine sahip çıkan insanları ve kadroları bilemeden, ölümü ve ölebilmeyi göze alma provasına sokmadan, inancını iktidar yapabilme cesaretini göster­memiştir, lalamın şanlı mazisinde tarih, bir defa şâhid olduğu Peygamber'in (s.a.v.) bağlılarının kaydettiği zafer gibi ikinci bir defa eşsiz bir zafer kaydetmemiştir. Ancak b'u, İslâmda zafersiz geçen günlerin olmadığı manâsım taşımaz. Asr-ı saadet, cihan tarihinde esine bir daha rastlanmayacak bir zaman kesitidir. (Çeviren) "Assab-ı kiram, Mekke döneminde oluşan potansiyel, Medine döneminde enerjiye dönüşen kıhçlaşmış kahra­manlardır." (I: Süreyya Sırma'dan) (Çeviren)

[180] el-Muvakafat fi-usûl-iş-Şeria: 3/50

[181] A.g.e.

[182] Câmiu-l Beyan fi-Tefsîr-l Kur'an: 4/28

[183] Mefâtihu-l-Ğayb: 3/27-28

[184] et-Hisbe fi'l-İslâm: 64

[185] el-Hisbe fi'l-İslâm: (66 ve 85)

[186] Tüm ibâdet ve muamelâtın Şer'î ölçülere tamamen uygun olmasının şartı; bu. ümmetin evvelâ kendi iktidar ve otoritesini kurmasıdar. Çünkü davranışının kemâle ermesinin şartı iktidardır, iktidar olma mecburiyetidir. Âyet, bu inceliği kuvvetli bir tonla vurgulayarak iktidar sözcüğünün diziliş manzumesi içinde önceliği tercih etmiştir.

(Çeviren)

[187] Çâmi-ul-Beyân fî-Tefsir-il Kur'an: 4/27

[188] el-Çâmiu li-Ahkâmi-l Kur'an: 4/47

[189] Mefâtihu-l Ğayb: 4/523

[190] Şerh-u Siyeri-l Kebir: 1/19-20.

[191] Hüccetullahi-l Bâliğa: 1/118-119

[192] Bu haber Hendek savaşında verilmişti. Hendeğin kazanılmasında elindeki kazma ile vurduğu bir kaya parçasını parçaladıktan sonra dönüp müslümanlara bu müjdeyi vermişti.     

[193] Hüccetullahi-l Bâliğa: 1/118-119

[194] Hüccetullahi-l Bâliğa: 1/118-119

[195] Al-i İmran: 3/105.

[196] Müellefin parmak bastığı konuyu ve noktayı daha da açığa çıkarmak ve acı bir gerçeği su yüzüne vurmak için geniş bir açıklama zarureti ortaya çıkmış bulunmaktadır. Vereceğimiz açıklama çeşitli eserlerden tarama biçiminde olacaktır. Şöyle bir başlık yap­mak uygun olacaktır:

İslâm Topraklarinda Yasayan Müslüman Larar Asi Kültürel Ekonomik, Siyasi İşbirliği ve Bloklar

Günümüzde batının doğuya karşı takındığı tavır, eskinin değişik bir bakışından başkası değildir. Batı tek devlet tasavvurunu; AET, Avrupa Parlementosu ve NATO teşkilatlarıyla tamamlamıştır. Tek gaye; Hıristiyan kültürüne dayalı ve haçlı ruhunun temelleri üzerinde, batının menfaatlerini savunucu bir edâ ile dünyayı "Siyasi açıdan birleştirme gayreü'nin sonucu kuvvetlinin zayıfı bir nakavat darbesiyle yere yıkıp dünyanın siyasal birliğini (sağlayıcı bir yöntem kullanarak küfür hakimiyetini) kurmaktır. (Arnold Toynbee Medeniyet Yargılanıyor: 129-130}

Batının İslâm'la karşılaşması, henüz çocuk çağda iken, Arap İslâm toplumunun kahramanlık dönemine rastlar. Müslümanlar, bu dönemde dünyada İslâmın HÂKİMİYET ÇAĞINI yaşadılar, İslâmî bir devletin kuruluşunu başardılar." (A.g.e: 177).

19. yüzyılın başlarında batının başlattığı "sanayi devrimi ve asırlık islâm düşmanlığı" ilkesi hâkimiyet sahnesine çıktı. Batının İslâm dünyası üzerine yoğun saldırıları, iki medeniyeti günümüzde yeniden karşı karşıya getirdi. Görülecektir ki bu, batı medeniyetinin bütün insanlığın büyük bir toplum halinde birleştirilmesini ve mod­em batı tekniği sayesinde kullanabildiği! yerdeki, gökteki ve denizdeki her şeyin kon­trolünü isteyen büyük hırsının bir parçasidır."(A.g.e: 179)

Onun için İslâm ile batının çağdaş karşılaşması, geçmişteki ilişkilerinden yalnızca daha canlı ve içten olmakla kalmamış, batılı adamın dünyayı "batılılaştırma" eylemini açığa çıkaran bir olay olmuştur ki, iki dünya savaşını görmüş bir neslin tarihinde bu, gerçekten en ilginç ve en önemli olaylardan sayılmalıdır. Bu yüzden İslâm, bir kez daha bau ile karşılaşıyor. Ne var ki bu sefer kozlar, haçlı seferlerinin en kritik dönemlerinden daha çok aleyhine; çünkü çağdaş batı ona karşı yalnız silah yönünden değil, aynı zamanda silah sanayinin son derece bağlı olduğu "ekononik hayat anlayışı (=homo ekononıiko=ekonomik hayvan) konusunda da ve hepsinin üstünde ruhsal kültürde-medeniyet denilen ve kendi kendine dışa dönük ürünleri yaratan ve besleyen o derûnî güçte-de üstün...." (A.g.e: 180)

Batının sakladığı bu çirkin yüzünün bizzat bir batılı'nın ağzından yapılan itiraflar, aslında saklanmadığı, tarihin vesikaları arasında göremememiz için bilmem ki herhangi bir ispata ifatiyaç var mıdır? Ama ne yazık ki kültürümüzün kimliğini taşıyan entellektüellerimiz bu ihanet plânını idrakten yoksundurlar. Batıyı batıdan daha çok savunan bir gençlik oluşmasında, batı hesabına çalışan bu aydınlar bir gün hesap vereceklerdir. Zira bir buçuk asırdır, batının bu hain perde arkası çirkin yüzünü genç nesilden sakla­yarak hep güzel gösterdiler. Bu, aslında batı adına yapılan bir kültür istilâsından başka bir şey değildi. Şayet yabancı emperyalist bir güç silah zoruyla bu ümmetin toprağını işgal etseydi, bundan daha idealini yapmazdı.

Bu devrin ihanet planlarını en güzel şekilde uygulanıp bir devrân süren, sonra da yabancı emellerin kurbanı olduğunu anlayınca da tarihin en büyük ihanet plânına kur­ban giden cennetmekân Abdülhâmit Han'ın ruhaniyetinden istinıdad dileyen filozof Dr. Rıza Tevfik şöyle diyecektir.

"Nerdesin şevketli Sultan Hamid HAN feryadım varır mı bârigâhma ölüm uykusundan bir lâhza uyan. Şu nankör milletin bak günahına. Tarihler ismini andığı zaman Sana hak verecek hey koca Sultan

Bizdik ulanmadan iftira atan Asrın en siyasî padişahına Milliyet dâvası fıska büründü Rıdây-ı diyanet yerde süründü Türk'ün ruhu zorla âsî göründü Hem peygamberine hem Allah'ına"

Evet bu aydın kişi, istilâcı güçlerin emellerine işte böyle hizmet ettiğini ifâde ederek bir devrin ihanet planlarını böylece sergilemiş ve sonunda da itiraf -ı zünüb eyle­mişti. Oyun güzel sahnelenmişti batı tarafından. Çünkü bu, üç asırlık için yazılan senaryonun ürünü idi. Mevsim mevsim sahneleniyordu yapılmak istenen. Bıçak can damarını kesme hedefini iyice tesbit etmiş ve koca bir ümmetin merkezî otoritesi çok hassas hesaplarla darmadağın edilmişti. Bir saat başsız kalması dahi fitnenin hâkimiyeti diye nitelendirilen bu ûmmet, yarım asrı aşkındır başsız ve biatsız bir toplum halinde yaşamağa mahkûm edilmiştir. (Çeviren)

"Batının nihayet medreselerimizde yetişmiş Afganfyi ve Abduh gibilerini de İngiliz efendileriyle birlikte aynı locaya kayıtlı yüksek dereceden bir mason olarak gösterdiği zaman da şaşirmıyoruz. Belgeler artık önümüze serilmiştir. Onların duyumsal entrikaları ortaya çıkarmıştır ki, sömürgecilik, hiç bir zaman siyasî ve hatta iktisadî çıkarlar için sahnelenmiş bir olay değildir. Sömürgecilik İslâm'ın temelindeki manevî ve sosyal gerçekliğe düşman bir kültür çatısının yükü olmuştur." (Cihad-es-Sufî: 66). "Kolayca ispat edilebilir ki, İslâm dünyasındaki modemist hareket doktirini ve siyâsetin, doğrudan doğruya sömürgeci kuvvetlerden almış ve onların siyâsetlerini ikmâl etmiştir. İşte bu sebepledir ki onların mirasçıları müslüman ülkelerde kâfirlerin kurdukları yöne­timlerin yüksek basamaklarında bulunmaktadırlar." (A.g.e: 70).

Nihayet asrımızda toprak sömürü ve askerî işgal metodlarının emperyalistlere gayelerini gerçekleştirmekten daha çok zarar verdiği anlaşıldı. Bundan dolayı emperyal­istlerin stratejisinde yeni değişmeler oldu. Toprak işgalini terkederek bunun yerine kafa ve kalpleri sömürmeye yöneldiler. İşte kültür emperyalizmi adıyla bilinen şey budur". (Kültür emperyalizmi-Hedef ve metodları: 15)

"20. asırda kültür savaşının -her asırda geçerli olduğu gibi- insan ve silah gücüyle yapılan savaştan daha tehlikeli olduğu anlaşılmıştır.

"Batı dünyası İslam dünyasını askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yenil­giye uğrattıktan sonra bir sürt siyasal hegemonyası altında tuttu. II. Dünya savaşında siyasal özgürlüğe sahip halkı müsîüman ülke sayısı bir elin parmakları sayısına bile ulaşmıyordu.

Emperyalist batı, onları öyle parçalara ayırmıştı ki bu devletlerin birbirleriyle bağlantı imkânı ortadan kalsın ve bu devletler sürekli bir biçimde kendilerine bağımlı kalsın. Batı böylece teknolojik üstünlüğün verdiği avantajlarıda kullanarak bu devletleri birer koloni gibi kullandı. Kendi hâkimiyetini sağlayan bütün şeylerin hammadde!erini dahi bu devletlerden alıp, teknoloji artıklarını bu devletlere verdi. Bazen bu devletlerde oluşturduğu koloni merkezleriyle, bazan da bu devletlerdeki yerli işbirlikçi uşakları eliyle emperyalist programını sürdürdü. Onlara enjekte ettiği pragmatist hukuk sistem­leri ve kokuşmuş ahlâk yapısıyla ruhlarını köreltmeye ve uşak nesiller yetirtirmeye çalıştı."

Fakat sevindirici bir durumdur ki son yıllarda batının emperyalist amaçlarının farkına varıp görebilen ve buna karşı İslâm dünyasında ortak bir işbirliği kurulmasını amaçlayan çalışmalar su yüzüne çıkmıştır.

"Aslında batı kendi emperyalist politikasını sürdürmek için bu birliği çok önceleri oluşturmuştur. AET vb. kuruluşlar ancak bu amaca yönelik kuruluşlardır.

İslâm dünyasındaki çabalar ise şimdilik pek öyle iç aydınlatıcı değildir. Bunun nedenleri bir çok temele dayanır. Bir kere bunu engelleyen etken ideolojiktir, "İslâm dünyası" dediğimiz bütünün karmaşık bir yapısı vardır. Bu, asırların emperyalist güç­lerinin müştereken uyguladıkları plânın sonucudur, tşte bu sonuçla ortaya çıkan İslâm dünyası, yeniden İslâmlaşma hareketiyle özbenliğine kavuşması şartiır. Sosyalist ve kap­italist dediğimiz sistemlerden birinin peyki halinde bulunan devletler olduğu gibi, kendi içinde bütünlük dediğimiz devletlerden bir ikisi dışında sağlam bir temele oturmamışlardır. Birbirleriyle rekabet, hatta çatışma içinde bulunan ya da bulundurulan devletlerin sayısı az değildir. Bütün bunlar, İslâm dünyası dediğimiz topluluğun birleşmesini bir güç haline gelmesini engelleyen etkenlerden birkaçıdır.

Bizin için önemli olan; kapitalist ya da sosyalist bloklardan birini tercih etmiş devletlerin bir güç birliği oluşturması ve birbirleriyle ilişkilerini yoğunlaştırması değildir. Aksine bu devletlerin ortak miraslarını, dünya nizâmlarını ve uygulamadan kaldırdıkları kendi sistelerini uygulamaları ve her türlü emperyalizme karşı bir dayanışma oluşturmalarıdır. Batının koyduğu sistemleri ve kurumları çalıştırarak uygu­lamaya koymak, birleşmeye çalışmak ve bundan fayda beklemek safdilik olur."

(İslâm ülkeleri arasında ekonomik ve sosyal işbirliği-Abdurrahman Kureyşi) "Çeviren".

[197] Tefsir-ul Kurani-l Kerim (El-Menar): 4/48

[198] Mefâtihu-l Ğayb: 3/21

[199] Ğarâibu-l Kur'an ve Rağaâibu-l Furkan: 4/33

[200] Mecmûatu-ı Resâili-l Kübrâ: 1/309

[201] el-Hacc: 41( Önceki âyette zikredilen durum, muhacirlerle ilgili olunca, bu âyette sözü edilen vasıflar da aslında onlara ait olması gerekir. Fakat âyette istenen vasıf ve özellikleri sadece o günkü muhacirlere ait sanmak, âyetin kapsam ve sahasını daraltmak demek olur. Zira "sebebin hususî olması hükmün umûmi olmasına engel değildir." hukukî kaide meşhurdur. Binaenaleyh bu hükmü: "Bu vasıfların muhacirler hakkında söz konusu olabileceğini ileri sürerler. Fakat âyete geniş bir perspektifden bakan mûfessirler ise bu âyeti ümmetin aile-aile, fert-fert her kesime ait bir sorumluluk yüklediğini anlamışlardır.

Katâde şöyle buyurur: "Bu âyet, Nebi'in (s.a.v.) ashabı hakkında nazil olmuştur, "İbni Abbas (r.a.) da: "Muhacir, ensâr ve tabiin hakkında nazil olduğunu ileri sürer." İkrime: "Beş vakit namaz kılanlar" hakkında nazil olduğunu ileri sürerken. Hasan el-Basri (r.a.) ve Ebu's-Âliyye: "Muhammed'in (s.a.v) ümmeti" hakkında nazil olduğu kanaatindedirler. Ayetin vasfettiği bu ümmet, yeryüzünde iktidar Mevkiine geçtiğinde namaz vb. ibâdetleri, İslâm devletinin verdiği geniş ve kâmil anlamdaki hürriyetleri sayesinde dosdoğru yapacak ve şer'i ölçülere bağlı olarak da Allah'ın arzında yaşama hakkını elde etmiş olacaktır.

İbni Ebi Naci'ye göre: "Ayette bahsi geçenlerin ulu'l-Emr yani İslâm Devletinin yöneticileridir. Ed-Dehhâk ise: "Allah Teâlâ, bu âyette zikri geçenlerin yeryüzünde Hâkimiyet ve iktidar kurumlarının şart olduğunu ileri sürdüğü kimselerdir," der. (Ümmetin bu şarta bağlı kalması farzdır.) Kuuubî, bütün bu görüşleri arzetüklen sonra, bu son görüşü tercih etmiştir. (Kurtubî el-Câmi il-Ahkâmi-l Kur'an: 12/73)

Celâlüddin el-Umerî, Kur’an ve Sünnet’te Emr-i Ma’ruf Nehy-i Münker, İnsan Yayınları: 125-128.

[202] Medârikü't-Tenzil ve Hakayiku't-Tenzîi ve Bahru'l-Muhît: 6/376.

[203] Tefsiru'l-Merâğî: 17/120

[204] Câmiu'l Beyan Fî-Tefsûfl- Kur'an: 17/115

[205] İzâletu'l-Hafa An Hilâfeti-Hulefa: 1/23

[206] El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur'an: 4/47

[207] İslâm'da Hükümet-Mevdudi: sh: 17 (NOT: Merhum Mevdûdî bu hadisi verdik­ten sonra şöyle der: "Anlaşılıyor kiv İslâm, dünyada yapmak istediği ıslahat işinde vaaz edip, nasihat ve öğüt vermekle kalmamış, aynı zamanda bilfiil işi ele almış ve siyâsî nok­tayı da ihmal etmemiştir. Hükümet ve siyâseti de işe karıştırmıştır.

Aynı şekilde dinin tutunması ve şeriat emirlerinin yerine getirilmesi cezaların icra için de hükümete ihtiyaç vardır. Bu yolda çalışmak için, sadece cevaz vermekle iktifa edilmemiş, bu iş zarurî sayılmıştır.

Bazı kimseler yanlış düşünerek, bu meseleden hareketle peygamberin dünyaya çok bağh kaldığı ve dünyayı istediği şeklin de yanlış bir anlayış sergilerler. Bu hatalı bir anlayıştır. Zira, dünyaya bağlanmak ve dünya sevgisi maksat olsaydı, o zaman istekte bulunan şahıs "iktidar" ve "hükümet" kendisi için istemiş olurdu. Allah'ın (c.c) dinin yükselmesi ve ayakta kalması için istenen "hükümet" ve "iktidar" ancak ve ancak, hakka bağlılık esasına ve temeline dayanır. Şahsî bir gaye için değildir." (Tefhimu'l-Kur'anc:II sh:638).

İslâm düşüncesine göre: "İslâm ile devlet (hükümet)" ikiz kardeş gibidirler. Bunlardan biri olmaksızın, ötekisi de kâmil olmaz. İslâm bir binadır, hükümet onun bekçisi. Temeli olmayan bina çöker, bekçisi bulunmayan yer de dağılır gider. (Kenz-ül Ummal)

Hükümet fiilî bir şekilde ortaya çıkmadıkça, "Kanun'un bir parçası işlemez hâle gelir. (Yâni hükümet her hayat sisteminin kendini ayakta tutabilmenin teminatıdır.)

Bunun neticesinde de Kur'an-ı Kerim'in ortaya koymak istediği "içtimâi yaşayış." vücut bulmaz. Ve işte bu nedenledir ki, "ümmet'in fukahası ittifakla imâmet'in önder­liğin, devlet reisliğinin) nasbini, "imam'ın tayin edilip seçilmesini farz bilmişlerdir. Bu hususda kusur etmek, ihmal göstermeyi de en büyük dinî emri yapmamak gibi saymışlardır.

Allâme İbn-i Hazm "el-Faslû Beyân el-Milel ve'n-Nihâl" adlı eserinde şöyle der: "Bütün ehl-i sünnet, mürcie, şia ve havâriç hep bu hususda ittifak ederler ki, "İmam" nasb etmek, imam tayin etmek farzdır. Bu imam âdil olup, Hak Teâlâ'nın hükümlerini ücrâ edip Resûl-ü Ekrem'in (s.a.v.) getirdiği kânun ahkânır'na uygun bir şekilde, halkın işlerini yürütmek, memleketi idare etmek ve siyasi işleri düzüne koymak yolunu tutmuş bulunan böyle imame (ul-ul emre) itaat etmek yine farzdır."

Şah Veliyullah Sâhib bu hususda şöyle yazmaktadır:

"Şahsında seçilme şartlarını toplayan bir halife nasb ve tayin edip başa geçirmek" mûslümanlar üzerine farz-ı kifâyedir. iş bu hüküm kıyamete kadar devam eder."

(İzaletû-l Hafa, maksad: 1 Fasıl; 1) (İslâmda Hükümet-Mevdûdî sh: 17-18-19) (Çeviren).

[208] El-Hisbe Fil-İslâm: 57

[209] Es-Siracu-l Münîr : 2/553

[210] Ahkâmu-l Kur'an: 1/293

[211] el-Hisbefil-İslâm37

[212] Et-Turuku-l Hükmiyye Fis-Siyâseti-s Şer'iyye: 217. El-Hisbe fil-İslâm: 37.

[213] El-Hisbe il-İslâm: 44-45

[214] HİSBE: Eskiden İslâm devletinde fiatlarm ve benzeri İslâmî kaidelerin tatbikatını kontrolle görevli makam (Er-Raid: Hisbe Mad. Sh: 567)

[215] MUKADDfME: (İbni Haldun): 225

[216] Daha fazla bilgi için (el-Ahkâmu-s-Saltuniyye: 231) ve daha sonrası Et-Turuku-l Hükmiyye Fi's-Siyaseti-ş-Şer'iyye: 215 ve daha sonrası

[217] Bu konuyu, ileride bahsedeceğimiz "vasıta ve yollar" konusunda daha geniş olarak ele alacağız.

[218] konuya "Hadler ve Âdabı" bölümünde genişçe temas edeceğiz.

[219] El-Ahkâmu-s Sultaniyye: 231

[220] Fethu-l Beyan Fî-Makasidi-i Kur'an: 6/193

[221] El-Hisbe Fil-İslâm:37

[222] Mecmuatu-r Resâilı-n Nfrîyyet Cüz. 2 (Ed-Devâ-ul Âcil Fi-def-il Adûvvis-s Sâîil: 3)

[223] Müsned Ahmed b. Hanbel: 5/49.

Tirmizi'nin de Şöyle bir rivayeti vardır. "Her kim, Allah'ın yeryüzündeki sultanına ihanet ederse Allah da ona ihanet eder." (Tirmizi-Ebvabu-l-Fiten Halifeler Babı Ter: C: 4 sh. 87)

[224] El-Müsned (Ahmed b. Hanbel) 3/40

[225] Ulüm'id- Dîn: 2/280

[226] Belki böyle bir ifâde doğru olmaz. İmam Gazali'nin bu me'sele hakkında kabul ettiği önceki görüşünün aslına riâyet etmek gerekir.

[227] El-Maide: 5/2 (Açıklama: Âyette geçen "birr" iyilik demektir. Asli berr: "Kara, yeryûzü'dûr. BAHR: (Deniz) mukabilidir. Sonra genişlik manasıyla "birr" hayırlı işde genişlikte kullanıldı. Cenâb-ı Hakk'a nisbet olunduğu gibi bazan kullara da nisbet olunur. (Berrel-Abdü Rabbehü)=Kul Rabbine itaat etti, demetir. Buna göre "birr" Allah'dan sevap, kul'dan itaat manasına gelir. İtaat ile i'tikad ve amel olmak üzere iki nevidir. Birrul-Vâlideyn: Ana-babaya geniş hizmette ve iyilikte bulunmakdan ibarettir, "ukûk" mukabilidir. "Birr" geniş hayır münâsebetiyle, doğru söz mânâsına da kullanılır. Haccın Kabulü mânâsı da vardır ki haccm Allah'ın sevabına mazhar olduğunu bildirir. Cennet, hayır ve fazilet, güzellik, çok iyilikte bulunmak, mutlak haca...gibi mânâları da vardır.

Rûhul-Meânî: Cenâb-ı Hakk'a yaklaştıran her şey diye anlam verir. (Ebul Beka Külliyat).

Şah Veliyyullah-i Dehlevî der ki; " Birr" insanın mele-i a'lâya boyun eğmesini, Allah'ın ilhamına kavuşmada kendinden geçmesini, hakkın muradı içinde fâni olmasını gerçekleştirmek (ve kendini olgunlaştırmak) üzere işlediği her bir ameldir. Üzerine dünyada, yahut âhirette hayır ve mükâfat terettüp eden bir ameldir. İnsan nizamının, üstüne kurulduğu medeniyetleri iyi ve yararlı bir hâle getiren her bir ameldir. Allah'a ve Resulüne itaati ifâde eden, feyze engel perdeleri kaldıran her bir ameldir.

Âyette geçen "isim"-peltek se ile- lugatte günah demetir. Bu münasebetle şaraba, kumara, işkenceye, cezaya (yâni günahın cezasına) da "ism" denilmiştir. İmam Rağıb'a göre: "ism" insanı sevabda geç bırakan davranışların adıdır.

"ism": Şer'an ve tab'an kaçınılması vacip olan şeyler kastedilir. "Zenb" ile aralarında fark yoktur. "Zenb" bilerek ve bilmeyerek işlenen günah, "ism" bilerek işlenen ve faili cezaya hâk kazanan günahtır, "esim" çok günahkâr mânâsındadır." (Ebul-Beka-Külliyat) (Çantay Meal, sh. 155-156) den naklen.

"İsm" insanın tâgut'a boyun eğmesini, onun arzusu içinde yok olmasını gerçekleştirmek üzere yapılan her çeşit günah çalışmadır. Şeytanın arzusuna göre kuru­lan her medeniyet tâğuti medeniyettir. Şeytanın arzusuna göre kurulan her medeniyet tâğuti medeniyettir ve temeli ism'dir. Bu çalışma isteT ferd plânında olsun ister hükümet ve devlet plânında olsun değişmez. (Çeviren)

[228] Ahkûmu-l Kur'an (Cessas): 2/40

[229] Şerh-u Sahihi Müslim (Nevevî): 1/52 (Ehlü-l Hail Vel-Akd, İslam Şûra meclisidir. Devlet başkanını tayin ve görevden alma yetkisine sahiptir.)

[230] A.g.e.

[231] El-Milel Ven-Nihal: 4/170-176

[232] El-Hucurat: 49/9 (Açıklama: İlim iddiasındaki bazı kişiler hele hele batı ve dogn emperyalistlerin islâm ülkelerine ve onların topraklarına müdahele etmesini ve ûss kurmasını müdafaa edip fetva verecek kadar azmanlaşan modern fetvacılar, kimlerin yararına ve adına hizmet ettiklerinin farkında değillerdir. İslâm şeriatının bu tür yardakçılar hakkındaki genel yargısı bellidir. O İslâm ki müslümanların meşru' imamına karşı isyan edenlerin öldürülmesini farz kılmış, savaşan iki müslüman devletin arasını islâm kurallarınca barış teklif edilmesini emretmiştir. İslâm'ın çözümüne değil de lâğut önünde muhakemeleşmeyi öneren ve çözüm istiyenlerle tüm mü'minlerin savaşması farzdır, İslâm'ın çözüm formülüne evet deyip hakka dönünceye kadar bu savaş devam eder. Bugün İslâm topraklarında hükümran olan emperyalizmin işbirlikçileri, kültür istilâsına uğrattıkları İslâm ümmeti içerisinde ne yazık ki samimî uşaklar bulmuşlar. Fakat görünen şu ki batı ve doğu emperyalizmin, rüyasını bile görmekten korktukları İslâmın dinamik ruhu cihâd îlân edilmiştir. İsteseler de istemeseler de "Bu akışı durdur­mak gayri kimin haddine" diye haykıran ses ile Allah nurunu tamalayacaktir. Mücahide müslümanlar uyanmıştır. Dünyanın gerçek hürriyet savaşını veren Allah'ın askerlerinin Islâmla boyanacak hayatın müjdelerini bize vermektedirler. Mesajlar gelmeye başlamıştır." (Çeviren)

[233] El-Enfal: 8/25. (Açıklama: "Toplumun tüm fertlerini etkisine alan fitne diyebileceğimiz günahlar şunlardır. "Dince onaylanmayan ahlaksızlıkların yerleşmesi" Kadın erkek karması hayat, dolayısıyla zinaya götüren tüm kapıların açılmış olması. Dinin emrettiklerini emretmek hususunda dalkavukluk edilmesi, birliğin parçalanması, dinde olmayan âdetlerin din adına yapılması ve cihad emrinde tenbellik gösterilmesi (Kaldı ki günümüzde bırakın tenbelliiği, tamamen terkedilmiş.)... Bir hadis-i şerifte meâlen: Kötülüklerin ve günahların işlendiği bir toplumun içinde bulunanlar, o günahları kaldırmaya güçleri yettiği halde bunu yapmazlarsa Allah, ölümlerinden evvel hepsini cezaya çarptırır." (Ebu Davud-Celil b. Abdullah R.A.) (Çeviren)

[234] a) Sahih-i Buharı = Kitab'ul-Fiten ("Yaklaşan büyük şer yüzünden Araplara pek yazık olacak" hadisi) Riyazüs-Salihin Ç: 1 Had. No: 187 Tere.)

b) Sahih-i Müslim = Kitabul-Fiten ve Eşratü-s-Saati.

[235] Yunus: 10/103.

[236] Sünen-i Ebî Davud Kitabu-l Melâhim (Babu-l Emr ven. Nehy) Tirmizi ve Nesâî aynı anlamda rivayet ettiler.

[237] Fethü-l Bârî: 13/48

[238] El-A'raf: 7/164.

[239] El-A’raf: 7/164.

[240] El-A'raf: 7/165-166.

[241] Mecmuatü-r-Resâili-l-Müniriyye; II Cüz. (I. Mektup: Ed-Devâul/Acil Fi-Delil- Adüvv-is-Sâii) 203.

[242] Meryem: 19/59.-6O (Âyet-i Kerimedeki "half seleften sonra gelen kötü nesil demektir. "halef" ise iyi nesil anlamınadır." (Beyzavî")

[243] Sahih-i Müslim-Kitabu-l İmân Ma'ruf ve Mûnker bahsi (Tere: Cilt 1 Hadis No:80)

[244] Ebu Davud: Kitabu-l Melâhim Emir ve Nehiy babında rivayet etti. Tirmizi de aynı anlamda bu hadisi rivayet etmiştir. (Riyaz-üs-Sâlihin Cilt:l Hadis No: 194. Tercüme)

[245] El-Maide: 5/62-63.

[246] Mefâtîhu-l Ğayb: 3/138

[247] Câmiu-l Beyan Fil-Kur'ân: 6/170

[248] Davud, Kitabu-l Melâhim (Emir ve Nehiy babında rivayet etti.).

[249] Merhum Akif, Fatih Camiini uzaktan seyrederken şöyle der: "Nümâyan cephesinden İslâm'ın meâlisi O sadrın eyz-i enfâsiyle güya hir yığın ahcâr, kıyam etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nur olmuş. Nasıl timsâî-i nûr olmaz? Şu pek sakin duran âivâr, Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücumunda Göğüs germektedir, bir kerre olsun almadan bizar Bu bir ma'bet değil, Ma'bût'ayükselmiş ibâdettir Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevfeib-i enzâr"

Açıklaması: İslâm'ın başlangıç devrindeki büyüklükler ve yükseklikler onun ceph­esinde parlıyor. Sanki bir taş yığını şahlanarak o yüce devrin feyizlerini ve yükseklikleri­ni canlandıran nûranî bir âbide olmuş. Şu sessiz, sadâsız duvarlar, asırlardan beri bâtılın hücum ve sadmelerine usanmadan göğüs gerip durmuşken nasıl olur da nurun timsâli sayılmaz? Bu bir mabet değil, ibâdetlerin Ma'büd'a yükselmiş şeklidir. Bu bir manzara değil, nazarların dîdâr-ı Hakka varmış kafilesidir. (Safahat-Fatih Camii Şiiri sh. 6) (Çeviren)

Celâlüddin el-Umerî, Kur’an ve Sünnet’te Emr-i Ma’ruf Nehy-i Münker, İnsan Yayınları: 152.

[250] Buharî-Fazaü-u Ashâb-ü Nebî (s.a.v.) babında. Müslim-Sahabenin fazileti ve onu takip eden nesil babında rivâye etti. Yukarıdaki hadis metni Müslim'indir. (Müslim Tere. Cilt. 10 Had. No. 215.)

[251] El-Câmi il Ahkâm-il Kur'an: 4/172.

"20. Asır, asr-ı saadetin mantığıyla Cihad'ın müşahhas örnekleriyle renklenmeye başladı. Böyle umuyorduk. Dünyamız küfrün hâkimiyet dengesinin bozulduğu anlarını yaşamaktadır. İslâm'ın devrimci ruhunu taşıyan nesil, inancının devletini kurmadan cihadı bırakmak niyetinde değil.

İslâm gençliğinin, doğu ve batı emperyalizminin tılsımını bozduğu müşahede edilmektedir. Artık bu gençlik, niçin savaştığını, neyin uğrunda ölüneceğini ve sonuçta neyin ve nasıl gerçekleşeceğini hedeflemiştir. Hedefine şaşmadan gitmekte. "Çünkü müslûmandırlar" sloganları: Allahu Ekber. Taktikleri; Lâ ilahe; Yâni kırılışı putların yâni yıkılışı putlaşanlarm, yâni silinişi (İslâm ülkelerini işgal eden yerli ve yabancı emperyalist) işgalci güçlerin, yani atılışı (ümmet içindeki) anamalcıların, bankerlerin,

feodallerin.....Staratejileri: İllallah. Yalnız Allah'ın hükümranlığını tanımak, ancak

Kur'anî hayatı savunmak. Kurban veriyorlar Kur'an yolunda her biri..." (Ashâb-ı Uhdud" dan iktibâsen- (Çeviren)

[252] Müslim - Kitabu'l-İman-Terc: C: 2, Sh. 21

[253] Ahmed b. Hanbel-Müsned: 2/177

[254] A.g.e.: 46/73 (Tirmizî-Kitabu-l İman C: 4 Had No: 2764-2765. Tere.)

[255] En-Nihâye fi-Ğarib'l-Hadis (garabe maddesi): 3/152

[256] Ahmed b. Hanbel'in Mûsnedi: 1/398 İbni Mâce'nin Süneni Kitabu'l-Fiten (İslâm garip başladı babı) "Din gariptir": 20. asır dünyasında 1.5 milyar müslüman vardır. Öyle ise neden dîn gariptir? Dinin garip kalması ve küsmesi, ona söz ve hâkimiyet hakkını tanımadığımızdandır. Ama bugün o garibe, garip bir şekilde özür dilereesine garâbederini arzetmeye çalışan garipler zuhur etmiştir. Varsın bu garipleri tanımasınlar İslâm'a garip kalanlar. Birgün İslâm'ın ilk gariplerinin, saltanatlarına son verdikleri o günkü emperyalistlerin düştükleri akibete dûşûerlerse gariplerin ne kadar garip ve üstün bir güce sahip olduklarını garipçe karşılayacaklar. Düşman istilâcı kuvvetleri, İslâm ülkelerini zahiren işgal etmemiştir. Fakat kültür istilâsına uğramıştır. İşte asıl savaş da budur. Kafa ve gönülleri satın alma savaşı... Binlerce şehit verildi. İslâm, İslâm'ın ülkesinde garip kalmasın diye. Bugün İslâm, mûslümanlardan uzaklaştırılarak yaşanmasına engel olmak gibi büyük bir ihanet çemberiyle karşı karşıyadır. Şuur Yarabbî! (Çeviren)

[257] Ahmed rivayet etti (Medâricu's-Sâlikîn: 3/122

[258] Tirmizî-Kitabu'l-îman'da (İslâm garip başladı, garip sona erecek, adlı babda rivayet edildi.)

[259] Medâricu's-Sâükîn: 3/123

[260] Keşfu'l-Kürbe fi vasf-ı ehli'l-Ğurbe (İbni Receb el-Hanbeii): 10.

[261] El-En'am: 6/116 (İslâm ve Demokrasi: Kendi arzularına uyanlar, geçmişte de günümüzde de Allah'ın vahyini beğenmeyip arzularına göre hareket edenler olarak bilindikleri bir gerçektir. Bu basit bir günah tellakki edilmemelidir. Zira arzusuna uyan­lar, hayatta kendi arzularına göre şekillenmesini arzu ettikleri bir hayatı isterler ki bugün bu Demokrasi olarak ortaya çıkmıştır.

Binaenaleyh bir takım müslüman aydınların "İslâm, demokrasinin ta kendisidir" demeleri kasıtlı değilse bile en büyük bir gaflettir. Zira demokrasiler çiğunluğun ve kelle sayısının arzu ve isteğine göre şekillenen birer hayat anlayışıdır. İsterse bu çoğunluk, arzularının ve şehvetlerinin esiri olan bir topluluk olsun -değil mi ki bunların arzuları sonucu bir hayat ortaya çıkmıştır.- İşte o, demokratik bir topluluktur. Ve günümüz insanlığı böyle bir anlayışın sonucu şekil ve renk kazanmıştır. Bütün demokrasiler Yahudi-siyonizm ideolojisinin temelinden kaynaklandığı için, dine dayalı toplumlar içindeki demokrasi heveslilerince derha! demokratik düzene geçilmesi şiddetle arzu edilir. Ç.ünkü onlara göre İslâmî toplumlar çağdışı ve gerici toplumlardır, islâm'ın demokrasiye bakışı bellidir. Demokrasi her çeşit tâğütun arzularına göre ortaya çıkışı nedeniyle "İslâm dışı bir hayattır". İslâmî çizgiden geçmeyen her hayat anlayışı İslâm dışı kâfir düzenleridir. Demokrasiler de İslâm dışı, Kur'an-ı Kerim'in belirlediği "İnsan arzusunun şekilienişi" demek olduğundan tâğûtî düzenlerdir. (Çeviren)

[262] Medârici-Sâlikîn: 3/123-126

[263] Keşfu'l-Kurbe fî-Vasf-ı Hâl-i Ehli'l-Ğurbe:12

[264] Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi ve Ibni Mace (Miskât-ul Mesâbih) Kitabü'l-İman (Kitap ve Sünnete Sarılma babı)

[265] İbni Mâce Mukaddimesinde: "Ölmüş bir sünneti diriltenler" babında, Tirmizi Kitabul-İlim: Sünnete yapışmak bid'atten kaçınmak" babında, İbni Abdullah'ın birçok haberlerinde rivayet edilmiştir. Muhaddislerce bu hadîs metruktür. El Münziri: "Hadisin sahih olduğuna şahitler vardır'der(Et-Terğib Ve't-Terhib: 1/52)

[266] Taberânî rivayet etmiştir. Münzirî bu hadisin isnadı hakkında: "Sıhhatinde bir zarar yoktur." demiştir. (Et-Terğib VEt-Terhib: 1/44) Mırnavı bu hadisin isnadının hasen olduğu görüşünü ileri sürer. (Et-Teysir bi-Şerh-ii Cami-is-Sagir: 2/454).

[267] Beyhakî "rivayet etmiştir. (Et-Terğib Vet Terhîb: 1/44) Hasan b. Kutbeyn'in rivayet ettiği bu hadisi muhaddisler zayıf addetmiştir. Bak: (Lisân-ul Mizan: 2/246).

[268] Müshed-Ahmed b. Hanbel: 4/105

[269] Bu zat tabiîdir. Bazıları sahabeden kabul etmişlerdir. (Tehzibu't-Tehzîb: 5/358.

[270] Sûnen-id Dârimî: Mukaddime (Sünnete tâbi olma babı)

[271] Beyhakî "İmanın Şubeleri" konusunda bu hadisi mûrsel olarak rivayet etmiştir. (Mişkât-ûl Mesâbîh: Kitâb-ul îman babı. Fil i'tisam bil-Kitâbi ves-Sünneti)

[272] Müsned-Ahmed b. Hanbel: 4/62

[273] Müslim "Kitabu'l-Emâre'de (Ümmetimden bir taife devam edecek babında rivayet etti.) (Tere. C: 9 Had. No: 1037

[274] Buharî "Kitabu'l-Î'tisam" (ümmetimden bir taife) babında rivayet etti.)

[275] Bugün doğu ve batı emperyalizmine karşı direnen "İslâm Savaşçıları" İslâm'ın hâkimiyeti için savaş provakasyonlan içine girmişlerdir. Aslında bir bakıma -savaş isten­mez- bu rahmettir. İslâm'ın cihad ruhunun bilenmesine iiâhî bir fırsattır. Ölüm korkusunu mû'minden kaldırıp, Allah için şereflice ölmeyi göze alabilmektir. Bir dava ki uğrunda ölünebiliyor, o davayı omuzlayan yiğit savaşçılarının kanı boşa gitmez. Şanlı Afgan Cihadı ve diğer tüm İslâm ülkelerindeki (!) için için kaynayan cihâdı kıpırdanmalar..... Evet dünyanın dengesi İslâm'ın lehine bozulmakla...."{Çeviren)

[276] Ebu Davud Kitabu'l-Meiahim Müstedrek: 4/522'de rivayet etti.

[277] El-Mu'cem-ul Vasit, Cilt: 1/sh. 545 (Dalâlet maddesi)

[278] Tirmizî-Fiten babında (Cemaatın lüzumu konusunda rivayet etti). Ibni Mâce Ftten babında (Sevad-ı Azam=Büyuk karaltı) Konusunda rivayet etti.

[279] Et-Tevbe: 9/71.

[280] İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn: 2/240

[281] Et-Tesriu'l-Cinâî el-İslâmî: 1/495 (Tere. C: 2 sh. 13)

[282] e'l-Asr: 1-3.

[283] El-Mâîde: 5/2.

[284] Buhârî-Mezalim ve kısas bablarmda rivayet etti. (Tecrid: C: 7, Had. No:1088)

[285] en-Nihâye fî-Ğaribi'l-Hadis vel-Eser: 4/148

[286] Mûslim-Kitabu'l-îman'da rivayet etti (Terc.şerh. C.l sh: 302)

[287] İhya-u Ulûmi'd-Din:3/381

[288] Gerçekte İmam Gazali "velayeti" ma'rufu emredip münkeri nehyetme şartlarından saymadı. Ancak ma'rufu emredip münkerden nehyetme iğini yapanın, devlet başkanı ve valî tarafından bu hususa mezun olmasını şart koştu. Fakat şu açıktır ki bu görev valin­in izniyle sahih olunca valinin kendisine nasıl sahih olmaz. Bu nedenle bazı ulema "velayeti" ma'rufu emredip münkeri nehyetmenin şartı olarak kabul etmiştir. Geniş açıklama gelecektir.

[289] İhyâ-u Ulümî'd-Din: 3/374-384 (Bu şartlan İmam Gazali ihyanın 3. cildinin 374. sahifesinde zikrettiği "hisbe" konusunda saydı. Gazalî bu teşkilâtı "ma'rufu emredip münker'den nehyetmenin tümünü içine alacak kadar geniş bir teşkilâttır" diye tarif etmişti. Allâme el-Mâverdî (Ahkâm-üs-Sultaniyye: 272) adlı eserinde ise: '"Hisbe, Ma'rufu emretme görevi terkedildiği ve münkeri nehyetmeden vazgeçildiğinde devreye giren bir teşkilâttır." şeklinde tarif eder.

Şüphesiz ki "hisbe teşkilâtında" ma'rufu emretme münkerden nehyetme görevi vardır. Fakat hisbe bu mekanizmanın bir koludur. Aslında hisbe ümmetin dahilî ıslahıdır. Oysa Ma'rufu emredip münkerden nehyetme görevi davet, tebliğ, cîhad ve siyaset konularıyla birlikte ümmeti ıslah etme gibi sahası geniş olan bir mekanizmadır. Hisbenin şartları aslında ma'ruf ve münker görevi kadar mühimdir. Fakat hisbe de bu mekanizmanın bir kolu olunca onun şartları da-ma'ruf ve münker gibi önemli bir görevin şartları gibi-kabule lâyıktır. (Çeviren)

[290] İhyâ-u Ulûmî'd-Dîn: 2/274

[291] Et-Teşrîu'l-Cinâî: 1-497

[292] el-Bakara: 2/44.

[293] es-Saf: 2-3

[294] İhyâ-u Ulumî'd-Din C: 2 sh. 777. Tere

[295] İhyâ-u Ulumi'd-Din; 2/275 (Tere. C:2 sh: 777)

[296] İhyâ-u Ulumî'd-Din: 2/275 (Tere. C:2 sh: 778)

[297] A.g.e.

[298] Ahkâmu'l-Kur'ân: 2/40

[299] İhya-u Ulümu'd-Din: 2/276

[300] A.g.e.

[301] A.g.e.

[302] İhyâ {Tere. C:2 sh: 777)

[303] Tefsir-u İbni Kesir: 1/85

[304] Tefsir-u Ibni Kesîr.

[305] Hûd: 11/88.

[306] Buhari ve Müslim rivayet etti. (Riyazüs-Sâlihîn C.l Had. No: 196 sh. 240).

[307] Dâvud Kitâbu'l-Melâhîm (Ma'rufu enir münkeri nehy babında zikretti)

[308] Tirmizi ve Hâkim rivayet etti: isnadı sahihtir. (et-Terğib vet-Terhib: 2/4)

[309] Şerh-u Sahih-i Müslim: 1/51 (Tere. sah: C. 1/280)

[310] el-Hacc: 22/41.

[311] Tefsir-u İbni Kesir: 3/226

[312] İhyâ-u Ulumi'd-Din: 2/281 (Tere: 2/792)

[313] et-Teşrîû't-Cinâî: 1/501 (..Yoksa "izn'i olmayanların böyle bir görevi yapamayacağını söylemek istemiş değillerdir. Binaenaleyh, herhangi bir kişi, içki meclisiyle karşılaştığında onların kadehlerini kırcak ve içindekileri dökecek olursa yahut bir zina fiiline ancak "öldürmek"le engel olunabileceğine inanır da zâniyi öldürürse, devlet başkanı veya yöneticiler tarafından izin verilmemiş olsa da "öldürme" veya" malı "heder etme" fiilinden sorumlu değildir. Çünkü bu fiil İslâm şeriatının açık hükümleriyle yasaklanmıştır ve ma'rufu emreden kişiye bu yetki verilmiş bulunmak­tadır. Bununla beraber fail, yönetici veya başkasına muhalefeten veya güvenlik kuvvet­lerinin emirlerini küçümsemekten "ta'zir'le cezalandırılabilir.) (Tere. 2/25), (Çeviren)

[314] İhyâ-u Ulümu'd-Din: 2/276-277 (Tere. 2/781)

[315] A.g.e. (Tere. 2/782)

[316] A.g.e. (Tere. 2/782)

[317] Şerhu'l-Makâsıd-Taftazânî: 2/180.

[318] İhyâ-u Ulumi'd-Din: 2/274 (Tere. 2/775), (Açıklama: Evet bilfiil men'edip kötü işi bozmakda bir çeşit velayet ve saltanat aranır. Fakat bu da îman kuvvetinde vardır. Müşriki öldürmek, şirkin sebeplerini iptal etmek ve silahını almak gibi zarar göremiyeceği yerlerde bir çocuk da bunu yapabilir. Kötülükten men'etmek, küfürden men'etmek gibidir. {Tere: 2/776)

[319] Mûslim-Kitab-ul İman babında (Ma'rufu emr münkeri nehy imandandır) rivayet etti.

[320] Ahkâm-ul Kuran: 2/36.

[321] İhya: 2/280

[322] et-Teşri-ul Cinâî: 1/498

[323] Şarhu'l-Makasıd: 2/281

[324] Şerh-u Sahih-i Müslim: 1/51 (Terc.Şerh: 1/280.

[325] İhyâ: 2/281

[326] A.g.e. 2/280.

[327] Şerh-u Sahih-i Müslim: 1/54. (Tere. Şerh: 1/301).

[328] İhyâ-u Ulumi'd-Din: 2/282-28.4

[329] el-Maide: 5/54.

[330] Tefsir-i İbni Kesir: 2/70

[331] Buharî, Kitabu'l-Ahkâm (Devlet Başkanı ve halk nasıl biatlaşır) babında. Müslim Kitabu'l-Emârât (idarecilere Allah'a itaat etmeleri halinde itaat, isyanları halinde itaatin haram olusunun vücûbu) babında rivayet etti

[332] İbni Hibban sahihinde (et-Terğib vet-Terhib):'2/ll rivayet etti.

[333] el-Câmiw li-Ahkâmi'l-Kur'ân: 4/48.

[334] İhyâ-u Ulumi'd Din: 2/284

[335] İmam -Gazali bu soruyu şöyle sürdürerek, mes'eleyi biraz daha açar. "Kendi hakkına nisbetle bu daha düşüktür. Zira kendinin eziyetlenmesi başkasının eziyetlenmesinden daha mühimdir. Ancak diyanet bakımından ise kendi emr-i ma'rufu ile çocuk­larının ve yakınlarının eziyet görmesi daha mühimdir. Çünkü insan kendisi hakkında müsamaha edebilir. Bazı haklardan feragat ederek, bazı eziyetlere katlanmak suretiyle fedâkârlıkta bulunabilir. Fakat bunu başkaları namına yapmağa hakkı yoktur. Bu vaziyet karşısında çekinmesi gerekir. Zira o isyan yolu ile, onların haklarını çignetecekse, dövülme ve mallarının yağmalanması gibi, bu takdirde va'z-u nasihat doğru olmaz.

Çünkü bir kötülüğü önlemesi, başka bir kötülüğün açılmasına vesile olur....." (Tere.İhya: C: 2 sh: 789.

[336] İhyâ-u Ulumu'd-Din 4/350

[337] A.g.e: 4/281-282 (Umumî hükümlere göre vücûb asıldır. Ancak ilim veya zann-ı galip ile kötülük beklenen yerlerde emr-i ma'ruf görevi kalkar, denebileceği gibi, asıl olan da budur. Ma'rufu emretmenin vacip oluşu, zararın gelmeyeceğine dair ilim veya zann olduğu zamandır. Aksi halde vacip değil de denebilir., fakat ma'rufu emretmeyi gerekli kılan umumî hükümlere nazaran birinci şık daha doğrudur.) İhyâ Tere. 2/793)

[338] A.g.e.

[339] Beyhaki-Mişkâtu'l-Mesâbih (Kitabu'l-Edep-Ma'rufu emr münkeri nehiy babında) rivayet etmiştir.

[340] Ahmed b. Hanbel-Mûsned: 3/19 Tirmizî (Cihadın en üstünü...) babında. Tinnizi (Nebî'nin ashabının kıyamet gününde nasıl olacakları) babında rivayet etti. Celâlüddin el-Umerî, Kur’an ve Sünnet’te Emr-i Ma’ruf Nehy-i Münker, İnsan Yayınları: 201-204.

[341] Meâlimü's-Sünen: 4/350

[342] Hâkim rivayet etmiştir. "İsnadı sahihtir" demiştir. (et-Tergib ve't-Terbih): 4/11

[343] Asbehanî (et-Tergib ve't-Terhib): 4/9-10. Hz. Ali (K.Veche)nin bu anlamda bir hutbesi vardır. (İbni Kesîr: 3/74) tefsirine bakınız.

 

[344] Mebârik-ul Ezhar şerh-u Meşarik-il Envar: 1/50

[345] Şerhu'l-Makasid: 2/180

[346] İhyâ-u UIûmi'd-Din: 2/280 (Tere: 2/790)

[347] A.g.e: 2/280

[348] A'lâmu'l-Muvakkin: 2/15-16.

[349] et-Taşrîu'l-Cinâî: 1/498 (Üçüncü Talik)

[350] Serh-u Sahih-i Müslim: 1/51.

[351] Mebârıku'l-Ezhar ft-Şerh-i Meşânk-il Envâr: 1/50

[352] İhyâ-u Ulûmi'd Din:.2/280

[353] Şerhu'l-Makasıd: 2/281

[354] Şerh-u Siyeri'l-Kebir 3/239-240

[355] Hakkı bulma fırsatlarını, insanlığa arzeden yegâne nizam islâm'dır. Asırlarca bu sağlanmışsa, devlet dizgininin ve siyasi gücün İslâm ümmetinin elinde olmasmdandı. Tevhid nizamı İslâm, tâğût'u hezimete uğrattığı tüm tarihi dönemlerde insanlık huzur içindedir. Dünyanın dengesi İslâm'la düzelmiş, küfürle bozulmuştur. İslâm bize "eğer dünyanın en ücra köşesindeki insan, İslâm da'vetini duymamışsa ümmetin topyekûn günahkâr olacağını" telkin etmiştir. Mücâhid S. Havva der ki: "Allah Teâlâ, O'nun hâkimiyetine boyun eğdirilmesini müslûmanlar üzerine farz kılmıştır. Yeryüzünde bir karış toprak veya tek bir kâfir bile İslâm'la hükmeden müslümanların hâkimiyetinin dışında kalmayacaktır. Müslümanların gücü yeterli olduğu halde Allah'ın hâkimiyetine boyun eğmeyen bir karış toprak veya bir tek kâfir kalsa, müslûmanlar onun için Allah'ın huzurunda sorumludurlar. Yeryüzünde Allah'ın hükmüne boyun eğdirmelerini farz kılmıştır. Müslûmanlar, kâfirin kaçtığı hakikatin en azına boyun eğmesi için onun mecbur tutacaklar ve istediği dinde kalma serbestiyetini de kendisine tanıyacaklar. Biri çıkıp İslâm'ın dışında olan bir şeyle bazı insanların boyun eğdiklerini iddia edebilir. Ona deriz ki: "Allah'a boyun eğmek, ancak Allah'ın istediği yoldan gitmekle olur. Bu yolu da Rasûlullah (s.a.v.) bize göstermiştir. (Çeviren)

[356] Tirmizî-Kitabu't-Tefsir (Maide Sûresi) (Tere. 5/172) Ebu Davud-Kitabu'l-Melâhim (Emir ve Nehiy babı)

[357] İbn-i Mace-Ebvabu'l-Fiten (Emir ve Nehiy Babı) (Tere: 10/238)

[358] Ebu Dâvud-Kitabu'l-Melâhim (Emir ve Nehiy babı) İbn-i Mace-Ebvâbu'l-Fiten (Fitne döneminde sabır ve teenni ile hareket babı) (Tere: 10/170) Ahmed b. Hanbel-Müsned: 2/220

[359] Ahmedb. Hanbel-Müsned: 3/187 İbni Mâce-Ebvâbu'l-Fiten (Emir ve Nehiy babı) (Ter. 10/240)

[360] Ahkâmu'l-Kur'an: 2/38

[361] Avnu'l-Ma'büd: ; 4/217

[362] Şerhu'l-Makâsıd: 2/180

[363] Mûslim-Kitab-ul İmare (Cihad ve Ribat babı) Tere. 9/85-5280. İbn-i Mâce-Fit babları (uzlet babı).

[364] Buharî-Kitabu'l-Gihad (İmanların en hayırlısı Allah yolunda malıyla canıyla cihad eden mü'min babı)

Müslim-Kitab-ul İmare

Ebu Davut, Tirmizî ve Neseî (cihad bablarında)

İbn-i Mâce-Fiten bablarında rivayet etmiştir.

NOT: "Buradaki münzevî hayat (bir köşeye çekilerek yaşanan hayat) hakkındaki Peygamberin tebliği bir hakikat telakki edilerek toplumdan ayrı, dağ başında yaşama olduğu zannedilmemelidir. Çünkü her mü'min aynı yola başvurursa İslâm'ın cemaat anlayışına tamamen aykırı olmuş olur. (Bir vadide uzleti tercih) ta'biri, umumî ahlâkın bozulduğu zamanlarda İslâmî esasları koruma esasına dayanarak evinde veya mesaî hayatında müzevî bir yaşama tarzının tercih edilmesinin hayırlı olduğunu temsilden ibarettir. Bununla beraber İslâm'da din ve devletin himâyesi namına ümmetin tesânûdünûn en açık alâmeti oSan cihad'a iştirak etmenin en açık bir uslûbla emrolunması hadisin hedeflerinin birinci gayesidir. .

Nevevî, fitneden emin olma şanıyla halk ile içice olmanın inzivadan hayırlı olduğu hususunda cumhur-i ulemanın ittifakını zikreder. (Tecrid-Sarih c: 8 sh: 255)

"Gelmiş geçmiş bütün peygamberler, sahabe, tabiîn, ulemâ ve salihler hep insanlar­la beraber yaşamış; ümmetin uçuruma yuvarlanmaması için âdeta birer engel durumuna gelmişlerdir." (Müslim Şerhi c: 9 sh: 85) (Çeviren)

[365] Müslim-Kitab-ul Kader (Kadere îman ve ona boyun eğme babı) İbn-i Mâce-Mukaddine: (Kader Babı)

[366] Şerh-u Sahih-i Müslim: 2/237.

[367] Ahmed b. Hanbel-Müsned: 2/43

[368] İbn-i Mâce-Fitne babları (Belâya karşı sabır babı) Tirmizî-Kıyametin sıfatları bab Müşhm-Şerh 9/85 (Tercüme)

[369] Sûbül-üs-Selâm-u buluğ-il Meram: 2/28

[370] İhyâ-u Ulûmid Din: 2/280

[371] Ahkâmu'l- Kur'an: 2/3 5

[372] Şerh-u Sahih-i Müslim: 1/51

[373] Teysir Şerh-ul Câmî-is-Sağir: 2/418.

[374] Gazali şu yorumla bu noktayı vuzuha kavuşturur: "Bir adamı cahillikle itham etmek, ona eziyettir. Her işinde ve özellikle şer'î meselelerde cehaleti çok az kimseler kabul eder. Bunun için hiddetli kimseler cehalet ve hataları üzerine ikaz edildikleri zaman, hemen öfkelenirler ve cehalet perdelerinin açılmaması için, bile bile hakka karşı direnir dururlar, insan tabiatı, mahrem yerini örtmekten daha ziyâde ceıulcıini örtmeğe meyleder. Çünkü cehalet insanda manevî bir çirkinlik ve yüzkaralığıdır. Sahibi daima kınanır." (İhya (Tere.) cilt: 2. sh. 810) (Çeviren)

[375] İhya: 2/815

[376] İhyâ-u Ulûmid Dîn: 2/289-292.

[377] el-Hucurât: 49/9.

[378] es-Sâbûnî Tefsir-ul. Ahkâm: (c: 2, sh: 494) de şöyle der: ''Müminlerin arasını düzeltmek farzdır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıkların önlenmesi için aralarını bulmak farzdır. Tecâvüz sulh yoluyla önlemediği takdirde kılıç (silah) kullanmak farzdır. İslâm'ın birliğini korumak ve mustaz'afladan zulmü defetmek için mütecavize karşı koy­mak (beş vakit namaz gibi) farzdır." (Çeviren)

[379] Ahkâm-ul Kur'an: 3/493 .  

[380] el-Keşşaf: 1/224-225

[381] Ahkâm-ul Kur'ân: 2/224

[382] el-Câmiu li-Ahkâm-il-Kur'ân: 4/49.

[383] el-Câmiu li-Ahkâm-il Kur'ân

[384] İhyâ: 2/277 (Zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemek, cihadın en üstünüdür.

Nitekim hadis açıktır. İmama karşı söylenmesi caiz olan bu gibi hak sözü başkalarına karşı söylemek için imamdan (devlet başkanından) izin almaya ne lüzum vardır? İşte çalgı âletlerini kırmak ve içki dökmekde de hüküm aynıdır. İdarecilerden müsâde almadan, eskilerin devamlı onlara öğüt vermeleri, onlardan müsâde almayarak gerek olmadığının kesin bir delilidir. Hatta emredilen Ma'rufu vali ve yöneticiler kabul eder­lerse ne âlâ; şayet kızarlarsa, onların kızmaları münker bir harekettir, bunu reddetmek vaciptir.) (İhyâ-Terc: 2/782 (Çeviren)

[385] Şerh-u Sahih-i Müslim: 1/51 (Tere: 1/282

[386] et-Turuk-ul Hükmiyye fi-Siyâset-iş-Şer'iyye: 256

[387] Bedâi-üs-Sanâî fî-Tertîb-iş-Şerâî: 7/176.

[388] et-Teşri-ül-Çinâî: 1/86

[389] Ahkâm-ul-Kur'ân: 2/37-38.

[390] et-Teşri-ul-Çinâî: 1/511-512.

[391] İhya-u Ulûmid-Din: 2/284 (Tere: 2/799)

[392] el-Bahr-ur-Râik Şerh-u Kenz-id-Dakaik: 5/42

[393] A.g.e.

[394] A.g.e.

[395] el-Bahr-ur-Râik Tekmilesi: 302

[396] İhyâ-u Ulûm-id-Din: 2/290

[397] A.g.e.

[398] A.g.e.

[399] Tekmilet-u Bahr-ir-Raik: 302

[400] İhyâ-u Ulûm-id-Dîn: 2/291.

[401] İhyâ-u Ulûm-id-Dîn: 2/291 (....Meselâ, Kötü bir insan bir kadınla gayr-i meşru halde çalgısını çalmaya devam ediyor. Arada ırmak veya duvar gibi bir engel varsa, okunu eline alır ve adama: "Bu işten vazgeç, yoksa seni öldürürüm" der. Şayet vazgeçmezse öldürmemek şartıyla ayaklarına nişan almak suretiyle atar ve bu hususda da tedrice riayet eder. Bütün bunlar kötülüğü önlemek içindir. İmkân nisbetinde kötülüğü önlemek vaciptir. Burada Allah hakkı ile kul hakkı arasında fark yoktur...) (İhya- Tere: 2/816) (Çeviren).

[402] İhyâ; 2/291-292

[403] İhyâ: 2/292

[404] Ahkâm-ul-Kur'ân (İbn-il Arabi): 1/122

[405] Şer-u Sahih-i Müslim: 1/52 (Tere: 1/283)

[406] el-Keşşaf: 1/225

[407] Bu münasebetle burada bir açıklama yapmak gerekir: Çünkü bazı kimseler ma'ruf ve münker kavramları arasındaki inceliği tefrik edemiyorlar. Fakat imam Gazâlî'nin genişçe temas ettiği bir fark vardır. Şöyle ki; "Münker" "ma'siyet" kelimesinden daha kapsamlıdır. Meselâ; bir kimse bir çocuğun veya delinin içki içtiğini gördüğünde onun içkisini dökmesi gerekir. Aynı şekilde bir delinin, deli bir kadınla veya bir hayvanla zina ettiğini gördüğünde, onu bu fiilinden men'eder. Bu şekilde işlenen bir fiil, insanlar arasında açıkça işlense bile fuhuş sayılmaz. Hatta böyle bir fiili açıktan değil de gizli yapsa dahi yine mani olunması gerekir. Delinin işlediği bu fiile "ma'siyet" denmez. Çünkü âsi olmadan ma'siyet olmaz. Çocuk ile deli mükellef olmadığından onlara âsî denemez. Fakal "münker" ifadesi şer'an inkâr ve men'edilmiş bir iş olması bakımından buna münker denir. Bu bakımdan "münker" kelimesi "ma'siyet" kelimesinin kapsamına aldık. Artık ma'rufu emr münkeri nehiy büyük günahlara mahsus değildir. Hatta küçük günahlardan oldukları halde hamamda mahrem yerini açmak, yabancı kadınla bir arada bulunmak ve yabancı kadınlara bakmaktan men'etmek de vaciptir.: (îhyâ: 2/285).

[408] Mebâriku'l-Ezhâr Serh-u Meşâriki'l-Envar: 1/51.

[409] İrşâdü'l-Akl-is-Selim: 2/489

[410] el-Mûbinul-Muin H-Fehm-i Erbain: Sh: 189.

[411] el-Hucurât: 49/12.

[412] Ebu Davûd, Kitabu'l-Edeb (Tecessüs babın) da rivayet etti.

[413] A.g.e

[414] A.g.e

[415] a)- İmam Maük-el-Muvatta'-Kitabu'l-Hudud (yaptığı zina fiilini bizzat itiraf eden) babında rivayet etti. (c: 3/43).b) Ahkâm-üs-Sultaniyye-et-Mâverdî: sh: 285 ( Tere)

[416] Hucurat: 49/12.

[417] Bakara: 2/189.

[418] Nûr: 24/27.

[419] İhya: 2/285

[420] el-Ahkâmü's-Sultaniyye: 243.

[421] İhyâ-u Ulûm-id-Dîn: 2/285

[422] el-Ahkâm-üs-Suhaniyye: 243

[423] İhya: 2/285

[424] Age: 2/286

[425] Age: 2/286

[426] Age: 2/286

[427] el-Ahkâmüs-Sultaniyye: 231-232

[428] Amr. b. As. Resulullah'dan (s.a.v) şöyle buyurduğunu işittiğini bize rivayet etmiştir:

"Hâkim hükmedeceği zaman ietihad eder ve isabetli bir hüküm verirse, onun için iki ecir vardır. Hükmedeceği vakit ietihad eder, fakat hata ederse, buna da birictihad ecri vardır." (Buhari-Müslim rivayet etmiştir.) Riyaz-üs-Salihin- Tere: 3/354 Hadis No: 1888)  (Çeviren)

[429] el-Mûbînu'l-Muîn li-Fehmi Erbaîn: 190

[430] Age.: 190.

[431] İhya: 2/287.

[432] et-Turuku'l-Hükmiyye fis-Siyâset-iş-Şer'iyye: 254

[433] A.g.e. 256

[434] A.g.e. 254

[435] et-Turuku'1-Hükmiyye fis-Siyaset-iş- $er'iyye: 256

Kültür Savaşı Emperyalizmin En Büyük Aracıdır:

Dünyamız bugün iki süper gücün parselleme alanı haline gelmiştir. Fakat bu duru­ma gelme, kendiliğinden değil, önce İslâm ümmetinin toprağı işgal edilmiş sonra kültürü ile yetiştirdiği uşaklarını İslâm ülkelerinin başına birer kukla olarak yerleştirmişlerdir. Bu kuklalar da onların adına bu ülkeleri idare etmişlerdir. İşte bugün onlar bu ülkelerde değiller, ama, kültürlerinin savaşı vardır. Bu ülkelerde bâtılların frak­siyonlar savaşı vardır. Uşaklarının, İslâm ile uyanan ümmete karşı uyutma savaşı vardır. Kültür savaşı İslam'ın daveti için de bir araçtır. Efkâr-ı umûmiyyece onaylanmayan kültürler yerleşme zemini bulamazlar. Konumuzda da belirttiğimiz gibi ümmetin temel düşüncesini taşımayan her çeşit çalışma akamete uğrar. İslâm ancak kendileri içerisinde gelişir, yeşerir ve yerleşir. Bu nedenle geçmişte olduğu gibi, bugün de emperyalizmin uykusunu kaçıran bir kavram karşımıza çıkmıştır. Çihad. Görüp elle dokunamadıkları bir kavram. Emperyalizmi dize getiren silah...... Şimdi "cihad kavramının hedeflerini"  kısaca belirtelim.

a- Cihad; toplumsal hayatın Allah'ın hükümlerine göre şekillenmesi ve dini, en yüce hedefine ulaştırmak için yapılan her çeşit savaştır. Kültür savaşı bu temel kavramın en can alıcı sahnesidir. Zira Kur'ân-ı Kerim, Mekke'de, evvelâ kültür savaşı diyebileceğimiz bir itikad savaşı ile İslâm da'vetini başlatmıştır. Bir toplum, Allah'ın hükümlerine göre şekillenmişse o toplumda Allah'ın hükmü her çeşit tatbikatın üstünde demektir.

b- Allah Teâlâ düşmanlık ve zulmü, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın sevmez. Cihad her çeşit zulüm ve haksızlığı ortadan kaldırmak için yapılır. Zaten İslâm dünyada denge unsuru olduğu dönemlere gayr-i müslimlerin bile huzur içinde yaşadığına tarih şahidlik eder.

c- Cihadı yapan mü'minin hayatı ve dünyada verdiği soylu sınav; her çeşit işkence­ye ve eziyete paralel olarak seyrini takib eder. Cihad rûhu böyle bir seyirde mü'minin en büyük silahıdır. Çünkü o ölüme susamıştır. Ölümden korkmayanın korkacağı başka fânî bir korkusu yoktur.

d- Cihad, her çeşit şirk düzenlerinin yayılmacı politikalarına karşı en büyük engeldir, İslâm da'vetinin emin adımlarla yürümesi ve dünyanın en ücra köşeferıne ulaştırma imkânını hazırlamak ve Islâmı, engelsiz olarak insanlığa ulaştırmaktır.

e- Allah yolunda mal ve can ile yapılan cihadı terketmek islâm ümmetinin top yekûn ölümü demektir.

f- Ve nihayet cihad, "fitneden (eser) kalmayınca ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar......" her çeşit engelle savaşmaktır."(Çeviren)

[436] Tirmizî-Birr ve sıla- {çocuğun terbiyesi) babında rivayet etti. (Bir sa': Bin dirhem-lik hububat ölçeği) (Tercüme: c: 3/379

[437] Age: 3/380 (Tere.)

[438] Ebu Davut-Kitab-us-Salah (çocuk ne zaman namaz kılmalı emolunur.) babında rivayet etti.

[439] Redd-ül Muhtar Aled-Dürr-il Muhtar: 3/261

[440] el-Bahr-ür Râik Şerh-u Kenz-id-Dakâik: 5/49

[441] Âl-i İmran: 3/35.

[442] Ahkâm-ul-Kur'ân: 2/12

[443] Redd-ül-Muhtar Al-ed-Dürr-il Muhtar: 3/261.

[444] A.g.e

[445] el-Bahr-ur-Râik: 4/171

[446] Age.

[447] Ed-Dürr-ül Muhtar: 2/883

[448] Age: 2/883

[449] el-Bahr-ür Râik: 4/200

[450] el-İsrâ: 17/23.

[451] Tirmizi-Diyet babında (babanın çocuğunu öldürmesi sebebi ile kısas uygulanır mı uygulanmaz mı?) babında rivayet etti. (Tere. 3/14)

[452] el-Hidâye Mea Şerhih-il inayeti ala hamiş-i feth-il-Kadir: 8/260

[453] Ahkâm-ul-Kur'ân: 2/339, el-Bahr-ür-Râik: 5/78

[454] İhyâ: 2/280 (Tere. 2/788)

[455] Redd-ul- Muhtar Aled-Dürr-il Muhtar: 3/261

[456] et-Teşrî-ul-Cinâî: 1/261

[457] en-Nisa: 4/34.

[458] Tefsir-u İbn-i Kesir: 1/491.

[459] Ahkâm-ul-Kur'ân: 2/229                                      

[460] Şerh-u Sahih-i Müslim; 1/51

[461] Kenz-üd Dekâik mea Şerh-il Bahr-ir-Râik: 5/48-49

[462] el-Bahr-ur-Râik: 5/49

[463] A.g.e.

[464] edâi-us-Sanâî fî-Tertib-İş Şerâî: 2/334

[465] Müslim-Kitab-ul Hacc- (Haccetün-Nebî babında) rivayet etti.

[466] Câmi-ul-Beyân: 5/41.

[467] Tenvîr-ul-Ebsâr: 3/262

[468] el-hidaye Mea Feth-il Kadir: 4/217

[469] Bedâî-üs-Sanâî: 2/334

[470] et-teşrî-ul-Cinâî: 1/516-517

[471] el-Bahr-ur-Râik: 3/237

[472] Redd-ül-Muhtar Aleddûrrü-Muhtar: 2/572

A.g.e. Burada zikredilen görüşler, Hanefî hukukçularının tercih ettikleri görüş olarak; "namazı terkeden kadına kocasının ta'zir cezası uygulayabileceği" noktasında düğümlenmektedir. (Bahr-ur-Râik: 5/49).

[473] Lukman: 31/17.

[474] Kitabımızın başında ve I. bölümünde ele aldığımız "Bu görevin farziyeti ve önemi" adındaki araştırmamızı gözönünde bulundurun ve bir daha gözatın.

[475] Kur'ân'ın manâlarını iyiden iyiye düşünen kimse onu tekrar tekrar okumak sAretiyle daha evvelce anlamadığı bir çok mânâlar kendisine açılır. (Ebussuûd). Âyette geçen "Allah'ı zikretmek" kısmına Ibni Abbas (R.a.) şöyle mana vermiştir: "Allah'ın sizi anması sizin onu anmanızdan daha büyüktür." (Çeviren)

[476] El-Ankebût: 29/45.

[477] Mefâtih-ul Gayb: 6/578.

[478] el-hisbefi İslâm:71

[479] el-A'râf: 7/199.

[480] Rüh-ul-Meânî: 9/146-147.

[481] Mefâtîh-ul Ğayb: 4/347.

[482] Câmi-ul Beyan fi-Tefsîr-il-Kur'ân: 9/98.

[483] el-Hilâfeıü vel-lmâmetü-Diyâneten -ve siyaseten: Abdulkerim Hatîb: sh. 158. (Çeviren)

[484] el-Mûbîn-ul-Muîn Li-Fehm-il Erbaîn: 193-194.

[485] Garâib-ul Kur'Han ve Rağâib-ul-Furkan Ala Hamişi İbni Cerîr: 4/31-32.