KUR’AN YORUMLARINDA KADIN.. 3

Takriz. 3

Önsöz. 4

I. Problem.. 5

II. Araştırmanın Konusu. 5

III. Araştırmanın Amacı Ve Önemi 5

IV.  Araştırmanın Kapsamı 5

V.  Araştırmada Kullanılan Temel Bazı Tabirler 6

VI. Araştırmanın Planı Ve Yöntemi 6

BİRİNCİ BOLUM... 7

KUR'AN'IN YORUMU VE SOSYO-KÜLTÜREL ÇEVRE. 7

1.1. Kuranın Yorumu. 7

1.1.1. Te'vil Ve Tefsir Terimleri 7

1.1.2. Kur'ân'i Yorumlamanın Sürekliliği 10

1.2. Sosyokültürel Çevrenin Kur'an Yorumuna Yansıma Nedenleri 11

1.2.1. Kur'ân Mesajının Evrenselliği 11

1.2.2. Yorumcunun Sosyal ve Kültürel Kimliği 13

1.2.3. Kur'ân Nassının Farklı Yorumlara Müsait Oluşu. 15

1.2.4. Kur'ân'ın Kimliğine Dair Tasavvurun Değişmesi 18

1.2.5. Yorumda Öznelliğin One Alınması 20

1.3. Yorumda Nesnelliğin İmkanı 22

İKİNCİ BOLUM... 24

YORUMLARDA KADIN VE SOSYO-KÜLTÜREL ÇEVRE. 24

1.1. Hz. Adem Ve Hz. Havva. 24

1.1.1. Yorumlarda Hz. Adem ve Hz. Havva'nın Yaratılması 24

1.1.2. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 25

1.1.3. Yorumlarda Hz. Adem ve Hz. Havva'nın Cennetten Çıkarılması 28

1.1.4. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 29

1.2. Kadının Örtünmesi 31

1.2.1. Genel Olarak Kadın ve Örtünme. 31

1.2.1.1. Yorumlarda Dışörtüsü/Cilbâb ve Bağlayıcılığı 32

1.2.1.2. Yorumlarda Başörtüsü/Himâr ve Bağlayıcılığı 35

1.2.1.3. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 37

1.2.1.4. Yorumlarda "Görülebilecek Ziynet" Alanı 39

1.2.1.5. Yorumlarda "Bakışların İndirilmesi". 41

1.2.1.6. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 44

1.2.2. Hz. Peygamber'in Eşleri ve Örtünme. 46

1.2.2.1. Yorumlarda "Sözün İşveli Söylenmesi". 46

1.2.2.2. Yorumlarda "Hicâb/Perde Arkasından Konuşmak". 48

1.2.2.3. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 50

1.3. Aile Hayatında Kadın. 52

1.3.1. Yorumlarda "Kavvam/Yönetici" Terimi 52

1.3.2. Yorumlarda "Tafdîl/Üstünlük" ve "Derece" Terimleri 53

1.3.2. Yorumlarda "Nüşûz/İtaatsizlik" Terimi 56

1.3.4. Yorumlarda Darb/Dövme Konusu. 57

1.3.5. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 60

1.3.6. Yorumlarda Kadının Miras Hakkı 61

1.3.7. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 63

1.3.8. Yorumlarda Çok Eşlilik. 65

1.3.9. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 68

1.4. Evliliğin Sona Erdirilmesi 70

1.4.1. Yorumlarda Kadının Evliliği Sona Erdirmesi 70

1.4.2. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 72

1.4.3. Yorumlarda Boşamada Şahit Bulundurulması 73

1.4.4. Yorumlarda Üç Talâkın Birlikte Verilmesi 75

1.4.4. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 77

1.5. Toplumsal Hayatta Kadın. 77

1.5.1. Asr-İ Saadette Kadının Toplumsal Hayatına Kısa Bir Bakış. 77

1.5.2. Yorumlarda Kadının Toplumsal Hayatı 79

1.5.3. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 84

1.5,4. Klasik Yorumlarda Kadının Şahitliği 86

1.5.5. Kadının Aklî Durumuna İlişkin Hadisin Bir Değerlendirmesi 87

1.5.6. Modern Yorumlarda Kadının Şahitliği 88

1.5.7. Bîat/Mübâyea Teriminin Anlaşılmasına Yönelik Bir Yaklaşım.. 90

1.5.8. Yorumlarda "Kat" Terimi ve Kadının Seçme Hakkı 92

1.5.9. Yorumlarda "Velayet" Terimi ve Kadının Yöneticiliği 93

1.5.10. Yorumlarda Belkıs Kıssası ve Kadının Devlet Başkanlığı 95

1.5.11. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi 96

Sonuç. 98

BİBLİYOGRAFYA.. 100


KUR’AN YORUMLARINDA KADIN

 

Takriz

 

Kur'an, hakkında yapılabilecek bütün betimlemeleri, ne denli en­gin ve etkili olursa olsunlar, yine de hep aşan, arkada bırakan bir son­suzlukla yüklü, ilahî kelâmdır!

Kendi ana tezi de olduğu üzere, diğer ilâhî kitaplarla beşeridinî derlemeler karşısında en yüceltici ve zamana mekâna karşı en direnç­li boyutu da, O'nun "salt ilahî kökenli'1 olup, ama bütünüyle de beşe­re, toplumsal realiteye müteveccih oluşudur. Başka bir ifadeyle, insan ve hayat gerçeğine alâkasız kalmayıp, bunlarla içten, üretken ve cev-herî bir iletişim birlikteliği içinde bulunuşu..

Böyle olduğu için de, tefsir olgusu, Kur'an söz konusu olduğu za­man, onun dünya boyutunda gerçekleşmesiyle eş zamanlı olagelmiş, İlâhi ifade durumundan sözsel simge ve terkip durumuna dönüştüğü noktada, Kur'an'in tefsir kırılmaları ve açılımı da başlamıştır. Peygam­ber olarak ilâhî seçilmişiik ve tavzif niteliğine karşın, toplumunun bir parçası, çağının tanığı ve muhatabı olma nirengi noktasını hiç yitirme-miş olan Hz. Muhammed de, özgün formu aİtında bildirilen mesajı ("er-Risâle"), öncelikli olarak kendi çağının insanlarına İletmiş, yorumlamış; neticede de, Nebevî Tefsir diyebileceğimiz, gelecek nesiller için özlü değerler İçeren, ama yine de "kendi zaman ve tarihi"nin kayıtla­rından müteessir, yani tarihsel bir yekûn vücûde gelmiştir.

Müfesser, yani yoruma medar ve konu olan ("nass, metin")ın ila-hîlik ve sonsuzluk niteliği, diğer yandan "tefsir çabasının da hiç ke­sintisiz süreceği neticesini içerir. Özlü bir formülasyonla söylersek, ^Sonsuz Kur'an (intentio operis), hep ve daimi süren tefsir!''.. Böyle de olmuş nitekim; Hz. Peygamber'in, değişik vesilelerle ve muhtelif üsluplar içinde ashabına sunmuş olduğu gerek sözlü, gerek fiilî, gerekse tasvibî tefsir uygulamalarıyla bu yol noktalanmamış, aksine Kur'an'ı yeni okumalar (intentio lectoris), yeni tedebbür ve aniama girişimleri aracılığıyla gittikçe açımlanan, geniş zihnî ve fizik coğrafyaya nüfuz eden, zenginleşen; gerek kemmiyet gerekse keyfiyet yönünden daha da tenevvü' eden bir tefsir kuşağı oluşmuştur. Denilebilir ki, içinde var­lık kazandığı coğrafyadan etkilenmiş tefsir nasıl bir "vakı'a" İse, bun­dan böyle de, gerçekleşeceği zaman dilimi ve sosyai kültürel muhitten pek çok unsuru temessül edecek tefsir de, aynı kuvvette bir diğer "va­ki'a" dır.

Konuları bakımından ele alındığında, Kur'an ("nass")da, "kadın eksenli" ayetlerin oldukça mühim bir yer tuttuğu görülecektir. Haya­tın yeryüzünde başlamasından tutunuz da, gündelik hayatın içindeki davranış modlarına, hak ve vecibeler alanına, hatta eskatolojik bir fi­gür olarak cennetteki konumuna vb. dair olan pek çok ayet, tarihsel akışkanlığı içinde tefsirin gözde metâ'i olmuştur. Biyolojik insanî ya­şam küresinin olmazsa olmaz yarısı olmasının yamsıra, ayrıca, sosyal münasebetler dokusundaki durumu ve fiillerinin, toplumu en hassas şekilde, ilgilendirmesi; en edilgen haliyle bile, olumlu ya da olumsuz, etkileyip yönlendirmesi nedeniyle, "kadın eksenli" ayetlerin tefsiri, bü­tün zamanlarda önemli ve kritik addedilmiştir. Buna bağlı olarak, Ri­vayet ya da Dirayet ekollerine, radikal biçimde geleneğe bağlı ya da yenileşmeci ve tarihselci yorum çabalan da, kendi paradigmalarını ka­dın eksenli ayetlerin yorumuyla ts'yit edip onaylatmaktan geri durma­mışlardır.

Dünyadaki kırılmalar, zihinsel ve bilimsel dönüşümler, giderek bü­yümekte olan kognitif birikimler de, yorumcuda değişim meydana ge­tirdiği gibi, yapılmış olan önceki yorumları da yeniden gözden geçir­me zaruretini ortaya koymuştur. En geniş anlamıyla "çevre-yorum" paralelliği ve önüne geçilmez etkileşimi nedeniyle, yeni bakışlar, fark­lı anlam ve ifade tarzları, önemli 'nüans' ve katkılar, objektif muhitin akışkanlığının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır... Böyle diyoruz; çün­kü mazide olan kökenlerini muhafaza ederken, ayrıca yenileşmeci ve yaratıcı olan, Din'e bağlılık hissi ve özgüveni içinde tuttuğu insana so­luk aldıran; tek boyutlu ve biçimli yorum tekelciliğini, hatta 'doğmacı-lığı'nı esneten güncel tefsir girişimleri ve eserler, yadırganmamalı, tam aksine, hüsn-i kabul ve şükran duygularıyla istikbal edilmelidir!...

Zira, sonsuz bilim ağacının köklerini, hatta kılcal damarlarını gör­mezlikten gelmek nasıl ilmî yöntem ve anlayışın dışında ise, bu ağacin hep geleceğe doğru uzanan dallarını, dalcıklarını görmezlikten gel­mek de, aynen, ilmî anlayışın dışındadır. Bunun gibi, yorumlan dog­malaştırma ve "nass" mertebesine yerleştirme, tarihin devingenliğini yasımadır! En önemlisi, hatta tehlikelisi de, büyük ayak sesleriyle iler­leyen, yol alan insana ve topluma 'Kitabın hayat üsaresi'nin ulaşma­sını engellemedir! İnsan gibi, 'nass'ın da, tarihin o uğultusunun etkisi altında olduğu gerçeğini görmezlikten gelmedir! Fakat, boşuna! "He-ıgklit! Heraklit! Akar suya vurmak kabil mi kilit!"

Değerli öğrencim İbrahim H. KARSLI da, titiz, dikkatli, tarihin akışı konusunda bilinçli ve uyanık bir araştırmacı sorumluluğuyla, yu­karıda değindiğim 'nirengi noktalarfna riayet eden, "Kur'an Tefsirin­de Sosvo-Kültürel Çevrenin Rolü ve Bu Bağlamda Türkiye Örneğin­de Kadın" konulu bu çalışmasını üstün bir başarıyla gerçekleştirerek, Türk okuyucusuna sundu. Bize intikal etmiş tefsir külliyatının ince bir tetkiki yanında her şeyde nafiz olan tarih ve kültürel kürenin değişimi ve metiniere yansıtılması sorumluluğuyla kaleme alınmış bu eser, öyle sanıyorum ki, okuyucu da, hem geriye hem de ileriye doğru, coşkulu, feyizli, ve hayat yüklü yeni ufuklar açacaktır! Bizzat kendisinin de, ta­rihin bu anında düşülmüş bir not, etkin bir çığhk olduğu gözlerden uzak tutulmaması gereken bu çalışmasından ötürü, sayın Dr. İbrahim H. KARSLI'yı tebrik ediyorum. Aziz Türk milleti gibi, ben abdi-i âci-zin de, kendisinden Kur'an araştırmaları alanında gelecekte çok şey­ler bekleme hakkımız olduğunu not ediyor, daha nice güzel eserlerde

buluşma ümidiyle, sağlık mutluluk ve başarılar diliyorum.[1]

 

Önsöz

 

Modern dönemlerde müslüman aydın ve yorumcuları oldukça meşgul eden konulardan birisi, "İslâm'a göre kadının durumu" olmuş­tur. Bu hususta fikir beyan eden çağdaş yorumculardan bir çoğu, Hz. Peygamber dönemindeki tatbikatla sonrakileri birbirinden ayırmış; İs­lamiyet'in gelişiyle gerçekleştirilen iyileştirmelerin zamanla sekteye uğradığını belirtmişlerdir. Buna da, geçmiş alimlerin, toplumda yaygın oİan gelenek, görenek, örf ve adetlerin tesirinde kalarak yorumlara gitmeleri gerekçe olarak ileri sürülmektedir. Tez konusunu tespit etme çalışmalarına başladığımda, bu konuyla ilgili olarak ilk dönem tefsirle­rini esas alan bir araştırma yapabileceğimi düşünmüştüm. Buradaki amacım, söz konusu müfessirlerin, örf ve adetlerin tesirinde kalarak, Kur'ân ve Sünnet'in ortaya koyduğundan farklı bir kadın yorumuna gidip-gitmediklerini tespit etmek olacaktı. Ancak, bu tür bir çalışmayı gerçekleştirebilmek için, sadece tefsir kaynaklarıyla yetinmek müm­kün değildi. Zira konu, sosyo-kültürel ortamın tefsirle olan münasebe­tini ortaya koymayı amaçladığından, yorumların gerçekleştiği tarihsel dönemin sosyo-kültürel yapısının da bilinmesi gerekiyordu. Doğrusu­nu söylemek gerekirse, bu dönem toplumlarında kadının konumunu ikna edici bir şekilde ortaya koyacak yeterlilikte antropolojik ve sos­yolojik çalışmalara henüz sahip değiliz. Bu sebeple, geçmiş dönemle­re ait böyle bir araştırmayı gerçekleştirebilmek için, öncelikle o dö­nemlerin sosyal ve kültürel arka planını, İfade yerindeyse bu anlamda fotoğrafını ortaya koyacak çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu itibarla, çalışmamızı, kadın hak ve hürriyetleri sahasında İslam dünyasının diğer bölgelerinde olduğu gibi, ülkemizde de önemli zihni­yet değişikliklerinin yaşandığı Cumhuriyet dönemi Türkİyesİ ile sınırlandırmayı uygun gördük. Buradaki amacımız ise, ülkemiz bağlamın­da meydana gelen sosyal ve kültürel gelişmeleri daha yakından takip edebilme imkânına sahip olmamızdır.

Diğer taraftan, yorum-bağiam ilişkisine dair bu tür çalışmaların, İs­lam kültüründe diğer konuları şekilde genişletilmesinin gerekli olduğu­nu düşünüyoruz. Çünkü, beşerî yapıları gereği Kur'ân yorumcuları da, nihayetinde bireysel, kültürel ve toplumsal yönelişlere sahip varhkiar-dır. Bu sebeple ortaya koydukları eserlerin gerçekçi bir şekilde anlaşı­labilmesi, sosyokültürel perspektifi esas alan bir okumaya tâbi tutul­malarını gerekli hale getirmektedir. Kaldı ki, kelâmî, fıkhî, tasavvuf! vb. yönelişleriyle Kur'ân tefsiri tarihine bir göz attığımızda, insana da­ir söz konusu antropolojik eğilimlerin izlerini takip etmemiz pek de zor olmayacaktır.

Nazil olduktan sonraki dönemlerde, dinî naslan anlama ve yorum­lama sahasında gerçekleştirilen etkinlikleri, eş zamanlı sosyal ve kül­türel gelişmelerin etkilediği ve yönlendirdiği bilinmektedir. Bu, İncil ve Tevrat örneklerinde olduğu gibi, bazen ilgili metinlerin sundukları dün­ya görüşleriyle ciddi çelişkiler arz edecek bir mahiyet de kazanabil­mektedir. Bu itibarla, günümüz insanı açısından makul ve tutarlı bir di­nî düşünceye ulaşabilmek için, dinî tefekkürün çeşitli alanlarıyla ilgili kültürel mirasın gözden geçirilmesi gerekmektedir. Çünkü, ancak bu şekilde, söz konusu mirasın hangi yönlerinin günümüz insanı açısın­dan pratik bir değere sahip olduğunu anlamamız mümkün olacaktır. Ve yine ancak bu şekilde, söz konusu tecrübenin hangi boyutlarının o günün şartları neticesinde oluşup daha sonra da dinî bir karaktere büründüğü, ama yaşanılan aktif ve dinamik tarih itibarıyla önemsiz bir hale geldiği anlaşılmış olacaktır. îşte bu sebeple, genelde İslam tarihi­nin ilim, irfan ve düşünce mirasının, özelde ise kadim tefsir tecrübesi­nin aktüel hale getirilebilmesi, sosyal ve kültürel açıdan incelenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, çalışmada teklif ettiğimiz okuma tarzı, bazı müsteşriklerin iddia ettikleri gibi, söz konusu yorum mirasının bütünüyle sosyo-kültürel çevrenin bir ürünü olduğu düşün­cesinden hareket etmemektedir. Aksine bu zengin tecrübe, ilâhî üst değerler sistemine dayalı olarak yeni anlamlar üretmeye ve yaşanan şartları yorumlamaya yönelik bir faaliyeti ortaya koymaktadır. Bizim buradaki amacımız ise, yorumcunun topluma ilâhî mesajı iletmeye yö­nelik olarak gerçekleştirdiği bilgi üretme faaliyetini yorum-bağlam ilişkisi açısından tahlil etmek olacaktır. Ancak çalışmamız, müfessirin içinde yer aldığı lokal ya da global kültürün etkinliğini üzerinde hisse­derek düşüncesini yönlendirmeye, hatta belirlemeye matuf eğilimleri incelemeyi de amaçlamaktadır.

Bu vesileyle çalışma boyunca şekil ve içerik itibarıyla değerli kat­kılarını esirgemeyen danışman hocam Prof. Dr. Sadık Kılıç'a içtenlik­le teşekkür ederim. Ayrıca görüş ve tavsiyelerinden daima istifade et­tiğim Prof. Dr. Lütfuliah Cebeci, Prof. Dr. İshak Yazıcı ve değerli va­kitlerini ayırıp kendileriyle görüşme fırsatı bulduğum Prof. Dr. Süley­man Ateş, Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve Prof. Dr. Hamza Aktan, yine yardımlarını esirgemeyen mesai ar­kadaşlarım Ömer Faruk Yavuz, Yavuz Köktaş, Ali Akdoğan, İlyas Karslı, Resul Sevinç İbrahim İslamoğlu ve eseri okuyuculara kazandı­ran Rağbet Yayınları yetkililerine de en içten teşekkürlerimi sunarım.

Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı 29/6/2002 [2]

 

I. Problem

 

Toplumun diğer fertleri gibi, genel manada yorumcu da, yaşadığı sosyal ve kültürel çevrenin tesir ve izlerini üzerinde taşır. Bu anlamda, onun yorum ve izahlarının bazı sosyo-küîtürel uzantılara sahip olma­sını tabiî karşılamak gerekir. Kur'ân'in yorumu söz konusu olduğunda ise, bu olgunun ayrı bir önem kazandığını söylemek mümkündür. Çünkü mesajının bütün çağlara ve toplumlara hitap etmesi gibi evren­sel bir niteliğe sahip oluşu, değişik kültür çevreleriyle irtibatının kurul­masını gerekli hale getirmektedir. Ancak Kur'ân yorumcusunun, ob­jektifliği sağlayan metodolojik hassasiyeti, zaman zaman bir tarafa bı­raktığı ve toplumsal kişiliği ile bağlantılı olarak, sübjektif değer ve yar­gılarını ön plana çıkardığı müşahede edilmektedir.

Nitekim bu hususa, klasik ve modern dönemlerde yetişen usûl alimleri de dikkat çekmişlerdir. Geçmişte bu sorun, genelde müfessirin eleştirel okumayı bir tarafa bırakarak, mensup olduğu mezhebin görüş ve içtihatları istikametinde yorum yapmasıyla kendini belli edi­yordu. Modern dönemlerde ise bu problem, daha ziyade yorumcula­rın çağdaş fikrî akım ve söylemler paralelinde tefsir ve izahlara gitme­leri şeklinde gündeme gelmektedir. Dolayısıyla, tefsir tarihinde bu an­lamda yorumcu ile sosyo-kültürel çevre ilişkisinin, tahlile değer problematik bir olgu olarak ortaya çıktığı görülmektedir. [3]

 

II. Araştırmanın Konusu

 

Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketlerinin, esas itibarıyla, kilisenin temsil ettiği dinî geleneğe karşı tepkisel bir hareket olarak ortaya çıktığı bilinmektedir. Modernleşme tarihinde, dönüm noktalarına işaret eden bu gelişmeler, Batı düşüncesinin önemli değişikliklere uğ­ramasının da zeminini hazırlamışlardır. Bu çerçevede, insan hayatının farklı sahalarıyla ilgili seküler özelliğe sahip fikrî, felsefî akımlar vücud bulmuş ve bunlar yaygınlık kazanmışlardır. Bütün bu nazariye ve ide­olojiler, kısa vadede basın-yayın ve aydınlar yoluyla dünyanın her ta­rafında yayıldığı gibi, İslam coğrafyasının da değişik yerlerinde etkisi­ni göstererek kamuoyu oluşturmuştur. Bunun da ötesinde, değişik yönleriyle idarî ve siyasî yapılanmalara yansıyarak uygulama alanı bul­muştur.

İşte, XIX. asrın ortalarından itibaren, modernleşme hareketleriyle beraber gündeme gelen ve insan hakları çerçevesinde tartışılmaya başlanan en önemli meselelerden biri de, "kadın hak ve hürriyetleri" konusu olmuştur. Bu konu, hem basın-yayın organları ve akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmış, hem de farklı yönleriyle idarî ve hukukî yapılanmalara yansıyacak şekilde, değişik boyutlar kazan­mıştır. Dolayısıyla XX. yüzyılın başlarından İtibaren bu konu, kültürel, idarî ve toplumsal oluşumların gerçekleşip yönlendirilmesinde inkârı mümkün olmayan bir rol oynamıştır.

İşte bu çalışmanın konusunu, modernleşme çabalarının en önem­li uzantılarından birini teşkil eden kadın hakları hareketinin, Türki­ye'de yapılan Kur'ân yorumlarına nasıl yansıdığını tahlil etmek oluş­turmaktadır. [4]

 

III. Araştırmanın Amacı Ve Önemi

 

Çalışmamızın esas önemi, Kur'ân ve tefsir kültürünün güncel ha­le getirilebilmesi gayesiyle, bu kültürün sosyokültürel perspektiften okunması ve anlaşılmasını teklif etmekten ileri gelmektedir. Buna ila­ve olarak, yorumun zaman ve mekâna göre nasıl değiştiği, sosyo-psikolojik ve kültürel şartlara göre nasıl farklılık arz ettiği, yeni yorumla­ra yönelen müfessirin ne derece objektif kalabildiği hususlarına da çö­zümler getirilmeye çalışılacaktır.

Ayrıca, modern yorum biliminin özellikle üzerinde durduğu konu­lardan birinin de "yorum-bağlam" ilişkisi olduğu bilinmektedir. Bu yöntem sayesinde, yorumcunun sosyo-kültürel bağlantıları ile tefsiri arasındaki ilişki, yahut da kelâmı, fıkhı vb. tercihlerinin arka planında yatan itikadı ve felsefî Ön kabuller hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.

Fakat, İslam kültür tarihine baktığımızda, yorum-bağlam ilişkisini araş­tırma konusu edinen, bu anlamda, ilmî bir etkinlik alanının bulundu­ğunu göremiyoruz. Bu itibarla, "sosyo-kültürel çevre-tefsir münasebe-ti"ni inceleyen çalışmamız, modern yorum biliminin ön plana çıkardı­ğı ilgi alanlarından birisini, kendi tefsir tecrübemize uygulamayı amaç­laması yönüyle önem kazanmaktadır. [5]

 

IV.  Araştırmanın Kapsamı

 

Bilindiği üzere, çalışmamız sadece kadınla ilgili ayetlerin yorumla­rını esas almaktadır. Bunun da ötesinde, araştırmanın, Kur'ân'a göre genel olarak kadının konumunu ortaya koyma amacını gütmemesi, bu konuda ayetler arasında tercih yapma fırsatını bizlere vermiştir. Bu çerçevede, bazı ayetlerin yorumlarına daha fazla ağırlık vermemizin sebebi, bu ayetlerin içerdiği konuların modern dönem yorumlarında farklı bir yaklaşımla ve daha fazla ele alınmalarından kaynaklanmak­tadır.

Çalışmamızı, kadın hak ve hürriyetleri sahasında dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi, İslâm ülkelerinde de Önemli zihniyet değişiklik­lerinin gerçekleştiği XX. yüzyılla sınırlandırmayı uygun gördük. Çalış­mamızı bu şekilde dikey boyutta sınırlandırdığımız gibi, sosyo-kültürel çevreyle ilişkili olması dolayısıyla, daha isabetli sonuçlara varabilmek amacıyla, mekân itibarıyla yatay boyutta da sınırlandırma gereğini duyduk. Bu amaçla, modern dönemlerde gerçekleştirilen Kur'ân'ı yo­rumlama çalışmalarından, sadece ülkemizde yapılanları esas almanın daha isabetli olacağını düşündük. Bu çalışmaları incelerken de, kadın hakları hareketinin etki ve yansımalarını daha yakından takip edebile­ceğimizi tahmin ettiğimiz eserlere ağırlık vermeyi uygun gördük. [6]

 

V.  Araştırmada Kullanılan Temel Bazı Ta­birler

 

Araştırma boyunca sık sık kullandığımız bazı tabirlerin izahına Seçmeden önce şu hususun belirtilmesinde fayda mülahaza ediyoruz: Çalışmamız süresince gerek belirli bir zaman dilimine işaret etmek ga­yesiyle, gerekse yorumcu veya tefsirlerle ilgili olarak "modern" ve klasik' nitelemelerini kullandık. Ancak bu kelimeler, nitelendirdikleri ilgili olarak olumlu veya olumsuz her hangi bir "değeri ve "anlam"ı ifade etmemektedirler. Bu terimleri ve hangi manada kulla­nıldıklarını şu şekilde izah etmemiz mümkündür:

Sosyo-kültürel çevre: Sosyoloji literatüründe sosyo-kültürel olayın üç unsurundan söz edilmektedir. 1- Anlamiar, değerler ve ku­rallar. 2- Bunları nesnelleştiren biofizikse! araçlar. 3- Bunları yaratan, işleten ve anlamlı etkileşimlerde kullanan kişiler ve gruplar.[7]Bu açı­dan bakıldığında, bizim çalışmamızda sosyo-kültürel çevre tabiri, mo­dernleşme çabalarıyla beraber ülkemiz bağlamında, bir yönüyle kadın haklan sahasında ileri sürülen Batı kaynaklı değer ve yaklaşımları ifa­de etmektedir. Diğer yönüyle ise, bir sonraki aşamada, bu değerlerin esas alınmasıyla idarî, siyasî ve hukukî sahalarda gerçekleştirilen bü­tün düzenlemeleri içermektedir.

Modern donem: Çalışmamızda sık sık kullandığımız bu tabirle, genel olarak, içerisinde yaşadığımız XX. asrı kastettiğimizi söyleme­miz mümkündür. [8] Zamanın bu şekilde sınırlandırmasının, bu dönem yorumlarının kiasik dönemlere göre farklılığının daha belirgin hale gelmesi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür. [9]

Modern yorumcu. Çalışmada kullandığımız "modern yorum­cu" tabiriyle, genelde modern değer ve söylemleri yorumlarına daha fazla yansıtan, onların kimi sorgulamalarına cevap verme çabası içe­risinde olan, hatta bazen oniarın tesirinde kalan yorumcuyu kastet­mekteyiz. Bununla beraber, söz konusu ifadeyi, geçmiş müfessirlerin yöntem ve çizgisini takip eden çağdaş yorumculardan bazılarının i ve tefsirlerini değerlendirirken de kullandığımız olmuştur.

Klasik dönem: Klasik nitelemesiyle ifade ettiğimiz zaman dili­minin, hicrî üçüncü asırla on üçüncü asır arasındaki on asırlık bir sü­reci kapsadığını söyieyebiliriz. "Kİasik tefsir" tabiri de bu süre zarfın­da gerçekleştirilen tefsir etkinliklerini içermektedir.

Bu zaman sürecini bir bütün olarak ele almamızın sebebi, modern dönemlere kadar, kadının İslâm'a göre konumunun bütünüyle her hangi bir sorgulamaya konu olmamasından kaynaklanmaktadır. Dola­yısıyla tarihte ilgili ayetlere getirilen yorumların, geneli itibarıyla aynı çizgiyi takip ettiği, yahut da modern dönemlerin aksine, kadının hak ve hürriyetlerini koruma ve savunma anlayışıyla kaİeme alınmadığını söylemek mümkündür. [10]

 

VI. Araştırmanın Planı Ve Yöntemi

 

Çalışmayı iki böîüm halinde gerçekleştirdik. Birinci bölümün, araş­tırmanın teorik çatısını ortaya koyma amacına yönelik olduğunu söy­lemek mümkündür. Bu çerçevede, geçmiş alimlerin görüşlerini de göz önünde bulundurarak, tefsir ve tev'îl terimlerinin Kur'ân'ı yorumlama çalışmalarında neye karşılık geldiklerini anlamaya ve aralarındaki far­kı ortaya koymaya çalıştık. Yine bu bölümde, tefsir etkinliğini meyda­na getiren unsurlar olarak, "yorumcu", "yorumlanan metin'1 ve "yo­rum yöntemi" gibi konuları irdelemeye ve sosyo-kültürel çevrenin tef­sire yansımasındaki işlevlerini anlamaya çalıştık.

Çalışmanın ikinci bölümünü de, "yorum-bağlam" ilişkisinin pratik­te nasıl gerçekleştiğini ortaya koymak maksadıyla, kadınla ilgili ayet­lere getirilen yorumların değerlendirmesine ayırdık.

Çalışmada değişik yöntemlerden istifade ettik. Öncelikle burada, tahlil etmeye çalıştığımız yorum malzemesini "sosyolojik ve kültürel okuma"ya tâbi tuttuğumuzu söyleyebiliriz. Bununla amaçladığımız, belirlenen konu çerçevesinde Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan yo­rumların, eş zamanlı bir şekilde gerçekleştiği sosyal ve kültürel geliş­melerle oîan alâkasını tespit etmektir.

Çalışmamızda yaşanan sosyolojik vakıaya dair kullandığımız veri-feri "açık" ve "gizli" olmak üzere iki grupta toplayabiliriz. "Açık ve-ri"ler, müellifin, incelenen çalışmasının diğer bölümlerinde veya diğer eserlerinde söz konusu vakıaya dair serdettiği düşüncelerden meyda­na gelmekte; "gizli veri"ler ise, metnin vücut bulduğu sosyal ve kültü­rel bağlamla ilgili bilgi veren kaynakları taramak suretiyle ortaya çıkmaktadır. Bütün bu veriler, yorumlarda ileri sürülen görüş ve tezlere zemin oluşturmakta, yahut da bu görüşlerin ileri sürülmesinde, belir­leyici ve zihinsel koordinatların teşekkülünde etkili olmaktadırlar.

Yine bu çalışmada yorumun değişkenliği ve tarihselliğini ortaya koyabilmek için, "mukayese yöntemi"nden istifade ettik. Bu da, ağır­lıklı olarak, klasik tefsirlerin kadınla ilgili meselelerde ortaya koydukla­rı genel yaklaşımla, modern dönemde yaygınlaşan yorum tarzlarının karşılaştırılması şeklinde gerçekleştirilmiştir. Dikey boyutta yapılan söz konusu bu mukayese yönteminde, klasik veya modern yorumlardan her hangi birini genel geçer kabul edip diğerini onunla yargılama ha­tasına düşmemeye gayret ettik.

Klasik tefsirlerin yaklaşımını ortaya koyarken, onların da belirli sosyal ve kültürel ortamlarda gerçekleştirildiğini göz önünde bulundur­ma gereğini duyduk. Böylece dipnotlar aracılığıyla, yanlış olduğuna kanaat getirdiğimiz bazı yorumlara, tarihte kadın konusunda oluşmuş bir takım tasavvurların etkili olabileceğine işaret etmeye çalıştık.

Yorumcuların, ayetlere zaman zaman kastetmedikleri manaları yükledikleri ve yanlış yorumlara gittikleri görülmektedir. Bu çerçevede ileri sürülen görüşlerin de, kadın haklan bağlamında gündeme gelen ve yaygınlık kazanan yaklaşımlarla benzerlik, hatta bazen paralellik arz ettikleri müşahede edilmektedir. Dolayısıyla bu durum, söz konusu izah ve tefsirlerin, sosyo-kültürel çevrenin yönlendirme ve tesirine kapılarak ortaya konulmuş olabileceği düşüncesini akla getirmektedir. İşte bu yöndeki ihtimalleri teyit edici mahiyetteki bulgulara varabilmek için, tefsir yöntemlerinden İstifade edilmeye gidilmiş; böylece eleştirel bir okuma için çaba sarf edilmiştir.

Çalışmamızda, modern dönemlerde Türkiye'de telif edilmiş klasik tarzdaki tefsirleri kaynak olarak kullandık. Bunun yanı sıra, araştır­manın daha kapsayıcı ve amacına uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için, kadınla ilgili süreli yayınlarda kaleme alman makaleleri ve kitap türü çalışmaları gözden geçildik. Böylece ilgili ayetler çerçevesinde veya onlara atfen ileri sürülmüş izah ve görüşleri de değerlendirme fır­satını bulduk. Bu tür çalışmaların, sistematik tefsirlerden farklı olarak, vakıada tartışılan fikir ve teorilerden hareketle ayete doğru bir yorum sürecini takip ettikleri de bilinmektedir. Bu bakımdan, sosyo-kültürel çevrenin tefsire yansımasına ilişkin daha zengin örnekleri ihtiva ettik­lerini de söyleyebiliriz. [11]

 

BİRİNCİ BOLUM

 

KUR'AN'IN YORUMU VE SOSYO-KÜLTÜREL ÇEVRE

 

1.1. Kuranın Yorumu

 

1.1.1. Te'vil Ve Tefsir Terimleri

 

Lügavî olarak bir şeyi aslına döndürmek[12] ve açıklamak[13] manala­rına gelen te'vil kelimesinin, rivayette Hz. Peygamber tarafından, dua makamında, İbn Abbas'la ilgili olarak kullanıldığı görülmektedir. "Ey Allah'ım dinde onu anlayış sahibi kıl ve ona tevili öğret".[14] Yine ay­nı kelimenin, ilk kaynaklarda terim olarak Kur'ân'ın izah ve açıklan­ması manasında, tefsir kelimesiyle eş anlamda kullanıldığı müşahede edilmektedir. [15] Bununla beraber, hicrî III. ve IV. asırlarda Kur'ân'ı an­lama ve açıklama çalışmalarıyla ilgili olarak, daha.ziyade tefsir kelime­sinin kullanıldığı anlaşılmaktadır. [16] Nitekim San'ânî (ö.211/826) ve Huvvârî'nin (ö.258/871) matbu olarak elimizde bulunan eserlerinin başlıklarında bu kelime geçmektedir.[17]Taberî'nin ise, rivayet sahasın­daki hacimli eserinin başlığında te'vil kelimesini kullandığı görülmek­tedir. [18] Bu terime yüklediği manayı, belki de tefsirinin mukaddimesin­de ileri sürdüğü görüşlerden çıkarmamız mümkün olacaktır. Şöyle ki:

O tefsirinin girişinde, Kur'ân'in İnsanlardan talep ettiği "ibret al­ma" tavsiyesinin zihnî planda gerçekleşmesi süreciyle ilgili olarak, "fehm", "fıkh", "tedebbur" ve "i'tibâr" terimlerinden söz etmektedir. Buna göre, söz konusu terimlerin içerdiği zihnî ve kalbî aktiviteler ta­mamlanmadığı sürece, Kur'ân'ın tavsiye ettiği ibret almanın gerçek­leşmesi söz konusu değildir. [19] Bu bağlamda Taberî'nin, te'vil terimini, lâfzın yakın delâletinin ötesinde gerçekleşen anlama etkinliğini ifade etmek üzere kullandığını söyleyebiliriz. [20] Çünkü bu terim, "fehm" ve "fıkh" süreçlerini içermektedir. "Fehm" kelimesi, ayetin ilk anda akla gelen zahiri manasını ifade etmektedir. Taberî buna iiave olarak, ayet­ler üzerinde daha ileri seviyede bir zihinsel aktiviteyi ifade etmek üze­re "fıkh" kelimesini de kullanmaktadır. Bu kelime ise, bilinen bir şeyin bilgisinden hareket ederek bilinmeyen bir şeyin bilgisine varmak anla­mına gelmektedir. [21] Bu İtibarla, o, tefsirinin başlığında "te'vil" terimi­ni kullanmakla, ayetlerde zahirî mananın ötesinde daha ileri seviyede anlam alanlarına ulaşmayı amaçladığını söylemek mümkündür. Nite­kim ed-Dureynî, bu tefsirde te'vil kelimesinin, "derinliğine gerçekle­şen aklî bir etkinlik ve nüfuz eden bir görüş" manasında kullanıldığını; dolayısıyla tefsir teriminden farklı bir anlama geldiğini belirtmekte­dir. [22] Yine o, başlıkta bu terimin tercih edilmesinin, re'y yoluyla ictihadın, bu tefsirin metodik ilkelerinden biri olduğuna işaret ettiğini be­lirtmektedir.[23]

Tespit edebildiğimiz kadarıyla, "tevil" ve "tefsir" terimlerinin fark­lı mânalarda kullanıldığına ilk defa işaret eden İmam Mâturîdî (Ö. 333/944) olmuştur. [24] Ona göre, "tefsir" terimiyle, ayete verilen ma­nanın Allah'a isnadı kesinlik ifade ederken, "te'vü" teriminde bu du­rum söz konusu değildir. Diğer bir ifadeyle "tefsir" kesinliği; "te'vil" ise, manalardan birini tercih etmeyi ve zanniliği ifade etmektedir. [25] Meselâ tefsir alimleri, "elhamdu lillâh" ifadesinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, "Allah kendi zatına hamd etti" demiş; diğerleri ise "kendisine hamd edilmesini emretti" demişlerdir. Dolayısıyla bir kimse, kesin olarak Allah'ın bu manalardan birini kastettiğini iddia ederse, onun bu durumu "tefsir" etkinliği çerçevesinde değerlendirilir. Ama aynı şahıs, bu manalardan birisi konusunda kati bir ifadede bu­lunmazsa "te'viF'e gittiği kabul edilir. [26] Nitekim Mâturidî'nin böyle bir düşünceyle eserinin başlığına "tefsîr" değil de "tevîiât" kelimesini koy­duğuna işaret edilmektedir. [27] Buna göre, onun, "te'vil" ve "tefsir" ne­ticesinde ulaşılan bilgiye delâlet açısından baktığı ve söz konusu terim­ler arasında katilik ve zannîlik yönlerinden bir ayrıma gittiğini söyle­mek mümkündür.

Bunu da tefsir tarihi açısından muhtemelen şu şekilde izah edebi­liriz: İlk müminler topluluğu, genel olarak dinin yegâne ve üstün kay­nağı olan Kur'ân-ı Kerîm'in yalın, saf ve açık manalarını anlıyorlardı. Anlayamadıkları bazı ayetlerin manalarını ise Hz. Peygamber'e soru­yor; cevabî mahiyette gelen diğer ayet veya Hz. Peygamber'in izahlarıyla zihinlerindeki sorular bir şekilde çözüme kavuşturuluyordu. [28] Bu manada, vahyi gönderen Allah'la vahyin muhatapları arasında sahih anlamayı temin etmeye yönelik, doğrudan bir diyalog ortamı gerçek­leştirilmiş oluyordu. Fakat dinin kurumsallaşmaya başlamasıyla, İlâhî muradın kaynağı olan Kur'ân'la müminlerin dinî ve ahlâkî yaşantıları arasındaki münasebet giderek dolaylı bir hale gelmeye başlamıştır.[29]

Bu İtibarla, vahyin tamamlanmasından sonra gelen kuşaklar, an­lama konusunda, ayetlerin geldiği ortamdan uzaklaşmanın sebep ol­duğu zorluklarla karşı karşıya kalmış; ayetin "kim hakkında, nerede ve hangi olay üzerine" nazil olduğunu bilememenin sorunlarını yaşamış­lardır. Nitekim, bunun şuurunda olan sahabe ve tabiîn gibi İlk kuşak­ların, sebeb-i nüzulü bilmekle Kur'ân'ı tefsir etmeyi aynı manada ka­bul ettikleri görülmektedir. [30]Ayrıca Suyûtî'nin işaret ettiği gibi, vah­yin nazil olduğu dönemlerdeki "dilsel bağlamadan uzaklaşmanın doğurduğu bir takım anlama sorunlarını da[31] buna ilave etmek mümkündür. [32]

Sonraki dönemlerle mukayese edildiğinde, Sahâbe'nin dinin ya­şanması ve pratiğe aktarılması hususunda Kur'ân ve Sünnet'in hari­cinde yeni yorumlara ve ilave bilgi kaynaklarına fazla ihtiyaç duyma­dıklarını söyleyebiliriz. Sosyai ve kültüre! şartların önemli sayılabilecek bir değişiklik göstermemesinin, bu sonucun ortaya çıkmasında etkiii olduğu anlaşılmaktadır. Yine dinî hassasiyetin hâlâ canlılığını devam ettirmesi sebebiyle, ayetlere yanlış mana verme endişesinin de, yeni tefsir arayışlarına gitmeyi bir ölçüde engellediğini söylemek mümkündür. [33]

Fakat, zamanın ilerlemesi ve şartların değişmesi neticesinde, Müs­lümanların karşılaştığı zihnî ve pratik sorunlar, dinî nasiarın yeni izah ve yorumlarına ihtiyaç duyurmuştur. Bu durum da, alimleri ayetlerin manalarının anlaşılması ve terkiplerin delalet alanlarının kavranması­na yardımcı olacak mahiyette yeni ilim dallarını tesis etmeye yönelt­miştir. İşte Önceleri, Sahabe ve Tabiîn'den gelen rivayetlerle yetinen alimler, zamanla meydana gelen söz konusu değişme ve gelişmeler se­bebiyle, lâfız ve terkiplerin zahiri boyutlarının ötesinde yeni mana ara­yışlarına girişmişlerdir. Nitekim ilk dönem tefsir hareketlerini değer­lendiren Şarkâvî, ilk üç asırda geneli itibarıyla Kur'ân'ı anlama çalış­malarında müfred lâfızlar üzerinde durulduğunu, daha sonraki üç as­rın ise, yeni bir dönem oluşturduğunu ve bu süre zarfında cümle ve si­yaktan hareket edilerek "umûmî mana" ve "kapsayıcı fikre"e ağırlık verildiğini ifade etmektedir.[34] Bu itibarla söz konusu yeni anlama ça­balarının, Sahabe ve Tabiîn'e dayanmaları sebebiyle isabet ve doğru­luklarına itimat edilen rivayetler yanında, kesinlik ifade etmeyen muh­temel yorumların yapılmasına zemin hazırladığı anlaşılmaktadır. İşte bu gelişmelerin bir sonucu olarak, nasları anlamada meydana gelen yeni eğilimleri birbirinden ayırt etmek üzere, "te'vü" ve "tefsir" keli­melerinin bilinçli bir şekilde, söz konusu farklı manalarda kullanılma­ya başlandığını söyleyebiliriz. Nitekim İsmail Cerrahoğlu, ıstılahı ola­rak tefsir kelimesinin önce kullanıldığı, tevil kelimesinin ise, "Kur'ân'ı ve ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlandı­ğı 'na işaret etmektedir. [35] Burada ifade ettiği ''müdafaa devrinden" kastının ise, hicrî III. ve IV. asırlar olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o başka bir yerde, bu asırlarda, müfessirlerin eserlerinde tefsir lâfzından ziyade te'vil kelimesini kullandıklarını, bunun ise, sözlerinin katiyet ifa­de etmemesinden kaynaklanabileceğini ifade etmektedir. [36]

Mâturidî tarafından zannî bilgiyi ifade ettiği düşüncesiyle izafî bir içeriğe sahip olduğuna işaret edilen "tevîlî biigi"nin, Beğavî (0.516/ 1122) tarafından geçerlilik sınırlarının ortaya konulmaya çalışıldığını görüyoruz. Ona göre bu terim, sarih dinî naslara ve içerisinde bulun­duğu siyak-sibaka ters düşmemek şartıyla, ayeti istinbat yoluyla muh­temel manalarından biriyle yorumlamayı ifade etmektedir. [37]

Yine bu konuyla ilgili oiarak, daha sonraki asırlarda telif edilen tef­sir usûlü kitaplarını incelediğimizde, Kur'âru anlama ve yorumiama çalışmalarının değişik yönlerini Öne çıkaran muhtelif tefsir ve te'vii ta­nımlamalarına gidildiğini görüyoruz. Bu tarif ve tanımlamaları incele­diğimizde, te'vil terimiyle ilgili olarak ileri sürüien görüşlerin ortak noktalarını, aklî dirayet ve içtihadı etkinliğin, lafzın zahiri yanında ba-tınî boyutuna vurgunun ve netice İtibariyle zannî bilgiye yoİ açmanın oluşturduğunu görürüz.[38]Tefsir'le ilgili tanımlamaların ise, rivayete dayanma, lügavî İzahlara öncelik verme ve yorumlarda kesinliği ima etmeleriyle temayüz ettikleri görülmektedir. [39]

Söz konusu terimlere getirilen bu tariflerden hareket ettiğimizde şunları söylememiz mümkün gözükmektedir: Tefsir, Kur'ân'ı anlama çabalarında ilk nesillerden gelen ve daha ziyade vahyin iniş tarihi ve diliyle ilgili ilmî ve fikrî çabaları ifade ederken, te'vil, vahyî düşüncenin geleceğe dönük açılımlarını sergileyebilme yöntemine işaret etmekte­dir. Başka bir ifadeyle, tefsir, vahye şahit olan Sahabe ve sonraki ne­sillerin ayetlerden ne anladıklarına ilişkin tecrübelerini bize sunması ve dil ağırlıklı olması sebebiyle, sona ermeye dönük bir süreci işaret eder­ken; te'vil, her zaman hareket halinde dinamik bir etkinliği ifade et­mektedir.

Bu da, te'vil etkinliğinin, değişme realitesini göz ardı etmediği ve vahiy-vakıa etkileşimini hedeflediği düşüncesine bizleri götürmekte­dir. [40] Netice itibarıyla, elde edeceği yorum sonuçlarının nesnei, yani her zaman ve zeminde geçerli olduğu iddiasını da ileri sürmemektedir. Dolayısıyla, günümüzde ve gelecekte gerçekleştirilecek Kur'ân'ı anlama çalışmalarının, tefsir değil de, bir çeşit te'vil etkinliği olduğunu söy­lememiz mümkündür. [41]

Bununla beraber, söz konusu te'vil etkinliği, Sahabe, Tabiîn ve sonraki alimlerin Kur'ân'ı anlama çabalarını göz ardı edeceğini de ile­ri sürmemektedir.[42]Aksine, bu çerçevede gerçekleştirilen çalışmalar, kültürel mirasın oluşturduğu geniş zeminde verim ve üretkenliğini sür­dürmeye devam edecektir. [43] Bu sebeple "tefsir"e ihtiyaç duymadan "te'vil"e kalkışmak, Kur'ân'ı ilk dönemlerden itibaren devam eden an­lama geleneğinden kopuk bir şekilde ele almaya sebep olur. [44] Bu ise, ayetin nesnel manasını göz ardı ederek heva ve heveslere göre yo­rumlar yapmaya götürür. Aynı şekilde "te'vil"e gerek duymadan "tef-sir"le yetinmek de, tarihin belli bir kesitindeki Kur'ân'ı anlama çaba­larını, zımnen evrensel olarak kabul etme noktasına götürür. Sahabe ve Tabiîn'in, kendi dönemlerinde Kur'ân'ın getirdiği ilâhî muradı, ide­al manada anlayıp pratiğe aktardıklarını söylemek mümkündür. Fakat bu, söz konusu yorumiarın daha sonraki dönemlerde de bütünüyle ge­çerli olduğu anlamına gelmemektedir. Böyle bir İddiayı Üeri sürmek, onları kendi tarihsel Özelliklerinden soyutlayarak anlama sonucuna bizleri götürebilir. Şu halde, dinî tefekkürün yeniden yapılanması sü­recinde, yapılması gereken şey, söz konusu tefsir kültürünün sürekli lik arz eden Özünü ve hâlâ geçerli olan boyutunu tespit etmek ve on­dan yararlanmaya çalışmak olacaktır.

Toparlayacak olursak, Kur'ân'ı anlama ve yorumlama etkinliğini gerçekleştiren yorumcunun, nassın vücut bulduğu tarihî dönem ve ilk kuşakların anlama çabalarını göz ardı etmesi nasıl doğru değilse; aynı şekilde hataya düşme endişesiyle, yeni yorumlara yönelmemesi ve mazideki tefsir tecrübesinin yeterli olduğunu ileri sürmesi de makul değildir. [45]

 

1.1.2. Kur'ân'i Yorumlamanın Sürekliliği

 

Geçmiş aiimler, Kur'ân'da geçen garip kelimelerin izahı, mücmel ve müphem lâfızların beyanı ve ilâhî kelâmın dilbilimsel yöntemlerle anlaşılması konularında, günümüz Kur'ân araştırıcılarının göz ardı edemeyeceği önemli çalışmalar yapmışlardır. Her asırda yazılan onlar­ca tefsirin, gerçekleştirilecek yeni çalışmalara önemli katkılar sağlaya­cak kalite ve zenginlikte olduğu muhakkaktır. Dolayısıyla bundan son­ra yapılması gereken şey, bütün bu mirası kullanarak, zengin insan tecrübesiyle köprülerin kurulması, böylece Kur'ân'ın dünya görüşüyle çağdaş düşünce arasındaki gittikçe açılan mesafenin ortadan kaldırıl­ması olacaktır.[46]

Zaten yaşanan beşerî tecrübe ile yüzleşmek ve onunla hesaplaş­mak, Kur'ân'ın ilâhî varlık seviyesinden ayrılıp muhataplarıyla buluş­ma anında izİediği yöntemin bir neticesi idi. [47] Şöyle ki, Kur'ân prati­ğe yabancı, realiteye soğuk, soyut emir ve nehiylerin oluşturduğu bir takım öğretiler mecmuası olarak insana gelmemişti. [48] Zaten bu an­lamda soyut ve afakî talimatların insanın ahlâkî, duygusal ve sosyal hayatında ne derece makes bulacağı; kendi hedefleri doğrultusunda nereye kadar onu değişim ve dönüşüme uğratacağı da tartışmaya açık bir konudur.

Bu sebepledir ki Kur'ân, geldiği ilk dönemlerden itibaren hitap et­tiği insanın inanç, ibadet, gelenek ve dünya görüşünü ele almış; yeni bir perspektif ve vizyonla söz konusu kültürü tahlil ve tenkide tâbi tut­muştu. Bu anlamda o günkü insanın anlam dünyasını, örf ve adetleri­ni muhatap olarak karşısına almış; kimini tenkit, kimini de takdir et­mişti. Kısaca o günkü kültürel yapı, nazil olan ayetler çerçevesinde kritik ve değerlendirmeye tâbi tutulmuş, netice itibariyle de Câhiliye insanının aşina olmadığı, köklü temellere dayanan yeni anlam harita­ları oluşturulmuştu. İşte Kur'ân, nazil olduğu dönemde muhatap aldı­ğı vakıayı, insanı, evreni nasıl tefsir etmişse, bugün de aynı ilâhî kelâ­mın rehberliğinde, yorumcular bu etkinliği sürdüreceklerdir. Fakat bu çabanın, sonraki dönemlerde yaşanan beşeri tecrübeler tarafından Kur'ân'ın tefsir edileceğini ileri sürmekten[49] daha farklı bir amacı ol­duğu açıktır. Çünkü birincisinde, Kur'ân hidayetinin aktif yorumcu ta­rafından yaşanan zamanlara taşınması ve bu çerçevede mevcut olu­şumların yorumlanması söz konusudur. İkincisinde ise, Kur'ân'ın ön­gördüğü dünya görüşünün bu manada belirleyiciliğinden ziyade, yaşa­nan değerlerin öne çıkarılması ve bunların ilâhî kelâmda aranmasıdır.

Kur'ân'da insanın yaratılışı ve evrenin işleyişi konularındaki ayet­lerin içerdiği bazı gerçeklerin, zamanla daha iyi anlaşılabileceğini ileri sürmek, mümkündür. Bu, insan, kâinat ve sosyal yapıyla ilgili bilimsel tecrübenin inkişafına paralel olarak gerçekleşecek bir durumdur. Da­ha açık bir ifadeyle biyoloji, psikoloji, astronomi gibi yaratılışın diğer bütün sahalarını araştırma konusu edinen bilim dallarında meydana gelecek gelişmeler, ilgili ayetlerin ihtiva ettiği incelik ve esrarın kapıla­rının aralanmasjnda bazı katkılar sağlayabilir. Fakat Kur'ân'ı, getirdiği ahlâkî değerler sistemi ve normatif yapısıyla, her asır ve dönemde gerçekleşecek fikri hareket, sosyal yapılanma ve gelişmeleri, yorum­cular vasıtasıyla değerlendirmeye tâbi tutan bir üst kriter olarak algıla­manın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.

Bu anlamda, günümüzde Kur'ân'ın yeniden tarihe inebilmesi ve mevcut realiteyle kucaklaşabilmesi. diğer bir deyişle vahyin izdüşümü­nün tarihe düşebilmesi için bu ilâhî kelâmı anlama çalışmalarının, in­sana ve vakıaya dönük olarak gerçekleştirilmesinin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Şu halde, her dönem ve asırda, her mekân ve coğraf­yada, yorumlama etkinliğinin, söz konusu yaklaşım ve duyarlılık içeri­sinde hareket etmesinin zaruri olduğu sonucuna varılmaktadır. Netice­de bazı yorumlar zamanla Önemini kaybedebilir. Ancak önemli olan, insanının dini problemlerinin çözüme kavuşturulmasıdır. [50] Aksi takdirde, insanın gerçekleştireceği fikrî ve feisefî çabalar, kaçınılmaz oİarak vahyin ezelî ve ebedî yönlendiriciliğinden kopuk bir şekilde kendi sey­rini sürdürmek mecburiyetinde kalacaktır.

Bu itibarla, yorum yoluyla Kur'ân'ın, her devirde değişen beşerî düşünceyle etkileşiminin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Nitekim Sü­rüş, evrenselle değişken olanın ancak bu şekilde barışabileceğim ve di­nî bilginin çağdaş olabileceğini İfade etmektedir.[51] Fakat bu, işaret et­tiğimiz şekilde, geçerli düşünce ve fikrî cereyanların, savunmacı ve özür dileyici bir haleti ruhiye içinde Kur'ân'da aranması anlamına gel­memelidir. Zira, taşımadığı manaların yakıştırma yoluyla Kur'ânî lâfız ve terkiplere giydirilmesiyle gerçekleştirilecek bu türden bir anlama et­kinliğinin, [52] ilâhî mesaj hakkında yanlış kanaat ve düşüncelerin oluş­masına zemin hazırlayacağı gayet açıktır. Dolayısıyla, beşerî miras ile Kur'ânî bakış açısı etkileşime girerken, ilâhî kelâmın merkezî ve belir­leyici rolü[53] iie varlık ve olgulara bakışındaki bütünsellik, [54] asla göz ar­dı edemeyeceğimiz yorumlama ilkeleri arasında gelmektedir. Bu çer­çevede sürekli değişen fikrî, kültüre! ve sosyal olgular, müspet veya menfi manada bir değerlendirmeye tabi tutulurken, hüküm koyucu pozisyonundaki Kur'ân-ı Kerîm'in kutsilik ve saygınlığına halel getiril­memelidir. [55]

 

1.2. Sosyokültürel Çevrenin Kur'an Yorumu­na Yansıma Nedenleri

 

İster dinî isterse beşerî olsun, genel manada metinler, telif ve ted­vin dönemlerinden sonra, bir anlamda insanlığa ve kamuya maİ olur­lar. Yani tebliğ ve telif edenlerin kontrolünden çıkarak, bir çeşit ano­nim özelliğe sahip olurlar. Bu ise, söz konusu eserlerin, ilk muhatap­larının anladığından farklı bir şekilde, yani mana ve maksadının hari­cinde yorumlanmasına zemin hazırlayabilmektedir. Bu durumun özellikle dinî-kutsal kitaplar için daha da geçerli olduğunu söylemek müm­kündür. Şöyle ki, müminler topluluğuna mal olan söz konusu eserler, ilim erbabının ortaya koyduğu yorum metot ve prensiplerine rağmen, bir yönüyle serbest anlamaya, hatta ilkesiz yorumlamalara da maruz kalırlar.[56] Metnin ihtiva ettiği mesaj ve dünya görüşünden ayrılmayı ve kopuşu işaret eden böylesi anlama çabalan, yorumlarda farklılaşmaya ve çoğulculuğa da sebep olmaktadır.

Çalışmamızın bu aşamasında, Kur'ân'ı anlamak gayesiyle gerçek­leştirilen yorum etkinliğini meydana getiren "metin", "yorumcu"', "yo­rum yöntemleri" vb. olguları inceleyeceğiz. Ayrıca söz konusu terim ve tabirleri, sosyo-küîtürel çevrenin yorumlara yansıması itibarıyla da tahlil etmeye çalışacağız.

Sosyo-kültürel çevrenin yorumlara yansımasının, hem mesajın ev­rensel bir özelliğe sahip olmasından, hem de sosyo-antropoiojik reali­teden kaynaklanan nedenleri bulunmaktadır. Bunları da aşağıdaki baş­lıklar altında ele almaya çalışacağız. [57]

 

1.2.1. Kur'ân Mesajının Evrenselliği

 

Malum olduğu üzere Allah, tarihin çeşitli dönemlerinde insanlara, onları itikâdî ve amelî sahalarda maruz kaldıkları yabancılaşma ve fıt­rî çizgilerinden uzaklaşmadan kurtarmak için elçileri vasıtasıyla kutsal mesajlar göndermiştir. Kur'ânî terimlerle söyleyecek olursak, ilâhî irâ­de burada, insanların zulümden nura, karanlıktan aydınlığa ulaşması­nı amaçlamıştır. [58] Bu elçilerin sergilediği Rabbani mücadelenin bazı­sından Kur'ân söz ederken, diğer bazısına ise yer verme gereğini duy­mamıştır. Buna ilave olarak, onların çoğunun getirdiği mesajların, in­sanlığın bütününü kapsayıcı mahiyette olmadığı, belirli zaman ve me­kânlara yönelik olduğu yaygın bir kanaat olarak benimsenmektedir.

Hz. Peygamber'le beraber insanlığa gönderilen Kur'ân'ın içerdiği mesaj ise, bu anlamda, öncekilere göre farklı ve özgün bir özelliği or­taya koyuyordu. Zira o, insana gönderilen son mesaj olduğunu ve kı­yamete kadar başka bir peygamber gelmeyeceğini haber vermekteydi.[59] Daha dikkati çekeni de, nazii olduğu dönem itibarıyla insanların belirli bir kesimine değil, tümüne geldiğini ifade etmesiydi. [60] Dolayı­sıyla ayetlerde geçen bu ve benzeri belirlemeler, Kur'ân'ın insanlığın bütününe yönelik evrensel bir mesaj getirdiğini ortaya koymaktadır.

Nitekim bunun bir neticesidir ki, İslam davetinin ilk yıllarından iti­baren, Arapiar'ın haricindeki diğer ırk ve milletler, söz konusu ilâhî çağrıya büyük bir alaka ve teveccüh göstermiş; bu sayede İslam coğ­rafyası, çok kısa bir zaman zarfında değişik milletleri içine alacak şe­kilde, en uç sınırlarına ulaşmıştır. Şayet İslam, evrensel bir özelliğe sa­hip olmasaydı, bu süre zarfında, muhtelif inanç ve dinlere mensup di­ğer milletler nazarında böyle bir ilgi ve alakaya mazhar olamaz; geniş yelpazede böylesine bir fütuhatı gerçekleştiremezdi. [61]

Bu itibarla, İslam'ın ilk dönemlerden itibaren gerçekleştirdiği bu yayılmayı, sadece askerî, siyasî ve iktisadî etkenlere bağlamamız müm­kün gözükmemektedir. Burada, "yeni" ile "etkileşime geçme" ve "ona açık olma" karakterinin etkin bir rol oynadığını söyleyebiliriz. [62] Bilin­diği gibi, İslamiyet başlangıçta da açık bir tutum sergileyerek, [63] Arap kültür ve adetieriyle yüzleşmiş, diyalektik bir yaklaşımla[64] çağrısını kit­lelere ulaştırmayı tercih etmişti. [65]Çevresindeki kültür ve medeniyetle açık bir ilişki ve etkileşimi esas alan bu yaklaşım biçiminin, ilk asırlar­da olduğu gibi, sonraki dönemlerde de devam ettirildiği görülmekte­dir. [66] Nitekim, İslam düşünce tarihi bunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira her ne zaman İslam, kendisine göre daha ilerlemiş ve medenîleş-miş toplumlarla karşılaşmışsa, gelişen, yükselen değer ve yönelişlerle uyum içerisinde yürüyüşünü sürdürmüştür. Böylece, kendine olan gü­ven duygusu ile söz konusu ilim ve kültür çevreleriyle etkileşime gir­miş ve oniarı kendi medeniyetine kazandırmaya çalışmıştır. [67] Yine söz konusu kültürlere karşı açıklığı esas alan bu tavrı ile, muhtelif coğraf­yalara yayılma ve oralarda uygulama alanları bulmuştur. [68]

Bütün bunlar da, dinî naslann yeni toplumsal ihtiyaçlara göre izah ve yorumlan sayesinde gerçekleşebiliyordu. Yani, Kur'ân'ın iik muha­taplarına söylediği sözün, yeni muhataplar açısından ne ifade ettiğinin ortaya konulması, ayetlerin tefsir ve izahlarıyla mümkün oluyordu. Çünkü, söz konusu topluluk ve milletler, Kur'ân'ın nazil olduğu dö­nemdeki muhataplarının yaşadığı tarihî ve kültürel şartları yaşamıyor­lardı. [69] Ancak Kur'ân'ın onİarın hayatıyla da irtibatının kurulması ve bağlantılarının oluşturulması gerekiyordu. Öyle ise, daha sonraki muhatapların ayetlerin sadece lâfzî manalarını anlamaları yeterli değildi. Buna ilave olarak, yaşadıkları hayatın problemlerini çözüme kavuşturabümeleri için naslan tefsir edip yorumlamaları ve hayatlarında onla­rı içselleştirmeleri gerekiyordu.

İşte bir tarafta, Kur'ân'ın getirdiği itikadı, ahlâkî ve sosyal hayata yöneiik genel ilkeler, diğer tarafta İse, tarihin değişik dönemlerinde ve yeryüzünün muhtelif coğrafyalarında, birbirinden farklı fikrî ve amelî şartları yaşayan Müslüman topluluklar mevcuttu. İşte böyle bir vasat­ta hayatını sürdüren müfessirin, Kur'ân'ı yorumlaması kaçınılmaz bir hale geliyordu. Çünkü insanın, Asr-ı Saadet'teki hayatı aynen tekrar­laması artık mümkün değildi. Ancak özü itibarıyla onu yaşaması söz konusu olabilirdi. İşte alimler, ayetlere getirdikleri yeni yorum ve problemlere teklif ettikleri çözümlerle, söz konusu zaman kesitleri arasın­da kültür, medeniyet ve pratik sahalarda oluşan mesafeyi kapatmaya çalışmışlardır. [70]

 

1.2.2. Yorumcunun Sosyal ve Kültürel Kimliği

 

Çalışmamızın, Kur'ân yorumlarıyla kültür hareketleri arasındaki ilişkileri ve buna bağlı olarak, söz konusu yorumlarda meydana gelen değişme ve farklılaşmaları İncelediği bilinmektedir. Bu amaçla modern dönemlerde kadınla ilgili ayetlere getirilen yorumların, sosyolojik ve kültürel bir okumaya tâbi tutulmasını hedeflemektedir. Bu manada bir çalışmanın gerçekleştirilebilmesi için de, öncelikle insan-kültür müna­sebetinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü dinî nasları anlamlandıran ve yorumlayan da, sonuçta belirli bir küttür havzasında doğup büyüyen, onu etkilemesine mukabil onun yönlendirmelerine de açık olan İnsandır. Burada insan konusu bizi, kültürel değerlerin üreticisi olarak değil, tarihe, kültüre ve belirli bir sosyal çevreye men­subiyeti yönleriyle ilgilendirmektedir. Yani o, içerisinde doğup büyü­düğü ve varlığını sürdürdüğü değer ve düşüncelere karşı fikrî, siyasî ve psikolojik tepkilerde bulunabilmektedir.[71] İşte insan burada, sahip ol­duğu bu ve benzeri nitelikleriyle anlaşılmaya ve tanıtılmaya çalışılacak­tır.

İnsan-kültür ilişkisini anlayabilmek için, öncelikle sosyal bilimciler­den bir çoğunun benimsediği "kültür" tarifini vermek istiyoruz. Buna göre kültür, toplumun bir bireyi olarak insanın geliştirdiği ve kuşaktan kuşağa ilettiği, sanat, ahiâk, örf, adet, alışkanlık inanç, davranış, ilmi ve teknik ürünler, düşünme kalıpları ve hakim düşünceyi içine aİan değerler bütününü ifade etmektedir.[72] Tariften de anlaşılacağı üzere, kül­tür kısaca, insanla çevresi arasında cereyan eden etkileşimler netice­sinde hasıl olan maddî[73] ve manevî ürünlerden meydana gelmekte, eğitim ve öğretim yoluyla da kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. [74] Kül­türün kaynağının ise, insanın devamlı arayış içerisinde olan ve tatmi­ne ulaşmayan fıtri özelliklerinde yattığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, arzu ve ideallerini gerçekleştirmek gayesiyle sürekli olarak o, İçerisin­de yaşadığı evreni anlamaya ve ondan yararlanmaya çalışmakta; [75] dolayısıyla fizikî, sosyal ve kültürel çevresini de devamlı olarak değiş­tirip geliştirmektedir.

Kültürün en önemli unsurlarından olan örf ve adetler, ait oldukla­rı toplumlarda insanlar tarafından daima hakikat olarak kabul edilir­ler. [76] Kendi toplumumuzun adet ve alışkanlıklar!, toplumsal hayatımı­zın iyice Özümsenmiş bir parçasını teşkil ettiklerinden, bir bakıma şu­ursuzca onlara tâbi oluruz. [77] Hatta, zihnî ve pratik hayatımızın ayrıl­maz bir parçası haline geldiklerinden, kendi özel adetlerimizle onları birbirinden ayırma konusunda sık sık hataya düşebiliriz. [78]

Toplumda yaygın olan değerlerin, örf ve adetlerin fertler tarafın­dan böyle bir kabullenişe layık görülmeleri, bir dereceye kadar onla­rın sosyaf kontrol mekanizması haline gelmelerini de sağlamaktadır. [79] Hakim anlayış ve değerler, grup ve cemaatın üyeleri üzerinde şuurlu veya şuursuz bir şekilde etkili hale gelebilmektedirler. Dolayısıyla zamanla bunlar, bazı davranışları fertlere mecbur ederken bazılarını da yasaklamaktadırlar. Böylece de bireylerin mukavemetlerini daima bi­çimlendirmektedirler.[80] Bu manada toplumsal yapı, insanlara sadece belirli fırsat ve teşvikleri sunmakla kalmaz. Gizlice ve fark edilmez bir şekilde tutum, inanç, ahlâk ve ideallerimizi şekillendirmek suretiyle, fertler olarak bizim imkânlarımızı hem serbest bırakır, hem de onlan sınırlandırır. [81] Söz konusu adet, düşünce ve normlar, bir taraftan fert­leri bazı rolleri yapmaya zorlamakta, diğer taraftan da, kendilerinden beklenen role uygun düşmeyen veya uygunluk halindeki faaliyetleri dolayısıyla bireyleri cezalandırmakta veya ödüllendirmektedir. [82]

Bu itibarla, toplumda yaygın olan örf ve adetlerin, bireylerin fer­dî ve sosyal yaşantılarında etkili olduğu bir vakıa olarak karşımıza çık­maktadır. Bununla beraber, bir cemiyette yaşayan bireylerin her biri, ait olduğu kültürün bütün faaliyetlerine iştirak edemediğinden, men­sup olduğu kültüre ve onun faaliyetlerine dair bilgisi de sınırlıdır. [83] Yi­ne, her hangi bir bölgede gerçekleşen kültür değişmeleri, cemiyetten cemiyete farklı olacağı gibi, aynı gruba ait bireylerdeki yansımaları da değişik olacaktır. [84] Zira, aynı aile veya toplum içerisinde yaşayan bi­reylerin, yaratılıştan getirdikleri değişik kabiliyet ve mizaçları dolayısıy­la, farklı tepki ve refleksleri sergiledikleri de sosyolojik bir gerçeklik­tir. [85]

Öte yandan, toplumun aşıladığı değerleri kendi bakış açısından tefsir etmek suretiyle, bu toplumun değişen şartlara paralel bir şekilde ortaya çıkan ihtiyaçlarını daha mükemmel bir şekilde karşılamak üze­re, yeni değer ve normlar teklif eden, hatta bunları benimsetebilen fertler de bulunabilmektedir. Bu fertler, grup içinde edindikleri sosyal tecrübeleri kendilerine özgü bir hale getirerek, ileri seviyede bir idrak ve şuurla, yeni ve gerçekçi hipotezlere ulaştırabilen, bu suretle birey­sel yeteneklerini ispat edebilen kimselerdir. [86] Zira kültür, tek ve yay­gın bir karakter taşıması sebebiyle, toplumun bütün fertlerini belirli bir şahsiyet modeline göre hareket etmeye yöneltecek tarzda yeknesak tecrübeler sağlasa da, her şahsın kendine has sosyal tecrübesi kendi şahsiyetini şekillendirir.[87] Nitekim Max Weber bireyi, toplumsal ku­rumlardan kaynaklanan genel özelliklerin bir bileşimi olarak görür. Buna göre, birey sosyal rollerin bir aktörüdür. Ancak bu, insanların, günlük kurumsal rutinleri aşamamaları durumunda geçerlidir. Bunun aksi durumlarda Weber, karizma kavramını ileri sürer. Bu kavram, in­sanların her durumda salt topiumun ürünü olarak görülmemeleri ge­rektiği kanısını göstermeye yaramaktadır. [88]

Diğer taraftan, belirli bir toplumda yaşayan bireylerin, bu topluma karşı "aidiyet" duygusuna sahip olmaları da insan tabiatının en belir­gin özelliklerinden biridir. "İnsan bir grubun, önce çok yakın bir gru­bun, aile ve akrabaların ve bundan sonra daha geniş bir grubun, ma-haüi cemaatin, sosyal sınıfın, ırki grubun, milletin bir üyesi olarak sosyalleşir. Ait olmayı öğrenir, fakat ait olmayı öğrenirken dışarıda bırak­mayı da öğrenir. İnsanları "biz" ve "onlar", "grup içindekiler" ve "grup dışındakiler" diye ayırır. "Biz"e olan bağlılığı kolayca "onlarca karşı hoşlanmayış veya düşmanlık olur. "Biz"den hissettiği gurur "on­lar" için duyduğu nefretle beslenir. Böylece grup peşin hükmü, aile­den millete ve belki de mensup olduğumuz ırka kadar aidiyetin her ka­demesinde inkişaf eder. [89]Yine "insan, kendisi ve grubu için yaşar. Kendisi için ve kendisine aziz olan şeyler için hayat sürer. Mamafih in­san hayatının en başlangıç safhalarına doğru nüfuz edersek, kendine yöneliş ve üstün olma menfaatinden ibaret aynı unsurları buluruz. [90]

Sosyo-kültürel çevre-insan ilişkisine dair bu genel değerlendirme­den sonra, konuya kutsal kitapların anlaşılması, özellikle Kur'ân'ın tef­sir tarihi açısından baktığımızda şunları söylemek mümkündür: Tarihî, edebî ve kültüre! eserlerin yorum ve izahına göre, dinî nasların tefsir ve izahı daha ayrı bir önem arz etmektedir. Çünkü bunlar, uzun asır­lara ve çok değişik kuşak ve topluluklara hitap etmektedirler. Yüzler­ce hatta binlerce sene ötesinden gelip muhataplarına seslenmekte; onların duygu, düşünce ve pratik hayatlarında yer edinmeye çalışmak­tadırlar. Söz konusu metinlerin, değişik zaman ve mekânlarda yaşa­yan farkiı ırk ve milletlerin hayatlarında etkin olabilmeleri de, doğru­dan orijinal metinleriyle değil; zihinleri verili bir dünyaya gömülü, kül­türel varlıklar oian insanların yorum ve tefsirleriyle gerçekleşebilmek­tedir.

Yorum etkinliğinde, nassın temin ettiği değişkenliğin dilin edebî yapı ve özelliğine göre farklılık gösterdiğini biliyoruz. Araplar'ırı da, Kur'ân'ın nazil olduğu dönemierde, edebiyat açısından ileri bir düzey­de oldukları tarihî kaynaklar tarafından ortaya konulmaktadır. Kur'ân dilinin de Arapça olması sebebiyle bu manada muhtelif yorum imkân­larına sahip olduğu konusu tefsir usûlü kitaplarında işlenmektedir.[91]

Ayrıca, yorumcunun toplumsal ve kültürel bağlantılara sahip ol­masının, Kur'ân tefsirinde yorum farklılığına ve yaşanan tarihsel şart­ların da bu yorumlara yansımasına yol açtığına işaret edilmektedir. Ni­tekim İsmail Cerrahoğlu Mevâli'nin tefsir tarihindeki öneminden söz ederken, onların, Müslüman olmadan önceki din ve kültürlerinin tesi­ri altında kalarak Kur'ân !ı yorumladıklarına, hatta İslam'ı Araplar'dan farklı bir şekilde anladıklarına işaret etmektedir. [92]Yine, tefsir tarihine dair kitapların yer verdiği "mezhebî tefsir" ekolünü de, sosyo-kültürel şartların Kur'ân yorumlarına yansıması çerçevesinde değerlendirebili­riz. Çünkü bu tefsir tarzı, akide ve siyaset sahasında ortaya çıkan çe­şitli mezheplerin, benimsedikleri temei ilkeler doğrultusunda Kur'ân'ı tefsir ve te'vile tâbi tutmalarıyla gerçekleşmektedir. [93] Ayrıca günümüz araştırıcılarından Dücane Cündioğlu, yapılan yorumlarla bu yorumla­rın oluştuğu tarihî, psikolojik ve sosyal şartlar arasındaki alakaya dik­kat çekmekte ve çağdaş tefsir hareketlerinin temel yönelişlerini anla­ma bakımından "yorum" ve "olgu" arasındaki ilişkiye işaret etmekteciir.[94] Bu bağlamda, modern yorum bilimi (hermenötik) nin, yorumla, sosyo-kültürel çevre arasındaki ilişkileri, Önemli ilgi ve inceleme alan­larından birisi haline getirdiğini de burada belirtmek gerekmektedir. [95] İlâhî kelâmın sahih mana ve yorumlarına varabilmek gayesiyle ge­rek fıkıh usûlü çerçevesinde, gerekse tefsir usûlü sahasında yazılan eserlerle çeşitli ilmî metot ve ahlâkî ilkelerin geliştirildiği bilinmekte­dir. [96] Kur'ân'ı sahih bir şekilde tefsir etmek gayesiyle, teorik çerçeve­de oluşturulan söz konusu ilke ve yöntemlerin, geneli itibarıyla müfes-sirler tarafından metne uygulanmaya ve pratiğe aktarılmaya çalışıldı­ğını söylemek mümkündür. Ancak, onların da, son tahlilde, belirli bir toplumda doğup büyüdükleri ve orada yaygın olan örf, adet ve fikri hareketlerin tesirine maruz kaldıkları inkâr edilemez bir gerçektir. Bu hepsi için aynı oranda geçerli olmayabilir; ama diğer insanlar gibi Kur'ân yorumcularının da aynı beşerî tabiatı taşımaları bu tespiti yap­mamızı gerekli hale getirmektedir. [97]

Bu itibarla, söz konusu ilmî yöntem ve ahlâkî ilkeleri, Kur'ân yo­rumcularının her zaman aynı duyarlılık ve başarı ile uygulamaya koy­duklarını söylemek zor gözükmektedir. [98] Aksine, mezhebî tefsir ör­neklerinde net olarak görüldüğü şekliyle, onların, içerisinde yaşadıkları cemiyet ve cemaatlere karşı mensubiyet duygusuyla hareket ettikleri, sosyal ve kültürel gelişmeler paralelinde yorumlara gittikleri müşahe­de edilmektedir. [99] Bu bağlamda onların, kendi grup ve hiziplerine kar­şı sempatiyle yaklaştıklarını, diğerlerine karşı ise, aynı tutum ve hoşgörüyü sergileyemediklerini söylemek mümkündür. Aynı şekilde, ya­şadıkları cemiyet tarafından kabul gören ve içselleştirilen olumlu veya olumsuz ilke ve normların tesirine maruz kaldıkları; sosyal ve siyasî yapılanmaların yönlendirme ve telkinlerine açık bir tutum sergiledik­leri anlaşılmaktadır.[100]

 

1.2.3. Kur'ân Nassının Farklı Yorumlara Müsait Oluşu

 

Gerek beşeri gerekse dinî olsun, genelde bütün metinler, amaçla­rı gereği insanlara yönelik bir takım mesajları içermektedirler. Bu bağ­lamda insanlar, onlar vasıtasıyla bir taraftan kendilerine yönelen olumsuzluklara karşı uyarılırken; diğer taraftan da hayırlı düşünce ve davranışlara yönlendirilirler. Özelde Kur'ân'm da insanlara yönelik bir mesajı ve çağrıyı içerdiği bilinmektedir. Bu manada o da, dünyevî ve uhrevî hayatları konusunda insanları kendileri için hayırlı olan davra­nışlara davet etmekte; zararlarına olan fiillerden de onları uzaklaştır­mayı amaçlamaktadır.

Bununla beraber, Kurân'ın içerdiği mesaj, beşerî mesajlardan :arklı bir şekilde, İlâhî kaynaklı olup, azız,8[101]rahman, rahîm[102]sıfatlanla sahip; bilgi, [103] hikmet[104] ve kudretiyle[105] her şeyi kuşatan Allah ta­yfından gönderilmektedir. Bu mesajın insanlara iletilmesinde aracı lesne İse, başka bir vasıta değil, yine insanların kendi aralarında ileti­cimi sağlamak gayesiyle kullandıkları lisanlarıdır. [106] Bu manada mutlak olanın insan lisanında ifade edilmesi, bu ilâhî kelâmın, söz konusu li­sanın bütün beşerî özelliklerini gösterdiği manasına gelmektedir. Bu da onun anlaşılmasının zeminini oluşturmaktadır. Aksi takdirde, mut-lakm anlaşılma imkânı ortadan kalkacağı muhakkaktı. [107]

Diğer lisanlar gibi Arapça da, vahyin nazil olduğu ana kadar, bel­li bir dünya görüşü ve kültürün taşıyıcısı; fertler arasında da uyuşma ve uzlaşmayı temin eden anlaşma vasıtalarından biri İdi.[108] Fakat, ilâ­hî çağrının insanlara ulaştırılmasında aracı olarak kullanılmasıyla, ye­ni bir üsluba ve farklı bir muhtevaya sahip olmuştur. Bu manada, ilâ­hî murat ve maksatlara vasıta olması sebebiyle Arapça, semantik bir değişime uğramıştır. Böylece iç içe olduğu topiuma ve kültüre karşı yeni bir hitap tarzı geliştirmiş; sonuçta onu köklü bir değişim ve dö­nüşüme kalsın. Yani ilâhî kelâm, toplumsal hayatta asırlarca devam eden örf, adet ve değerleri, önce yapı bozumuna uğratmış, daha son­ra da onları kendi dinamikleri ve anlam haritaları çerçevesinde yeni­den şekillendirmiştir. Nitekim konuya Kur'ân'ın temel terimleri açısın­dan yaklaşan Izutsu, ilâhî kelam sayesinde Arapça'nın uğradığı se­mantik değişimin nasıl gerçekleştiğini bizlere anlatmaktadır. Buna gö­re, Kur'ân'm kullandığı kelimeler, Arabistan'da şu veya bu şekilde kul­lanılıyordu. "Yalnız bunlar, değişik kavram sistemlerine ait idiler. İslam bunları bir araya getirip, bilinmeyen yepyeni bir kavram şebekesinde birleştirdi. İşte Arapların dünya ve insanlık görüşlerini kökünden de­ğiştirip yükselten başlıca etken, bu mana değişikliği ve bunun sebep olduğu ahlâkî ve dinî inkılâp idi. [109]

Bu gerçekleşirken de, dil, tüm kapsayıcılığı ve en veciz haliyle kul­lanılmış; böylece muhatapların dikkatleri çekilmeye çalışılmıştır. İlk muhataplara hitap edilirken, aynı zamanda diğer insanlara da varlığın esas ve esrarından, mana ve hakikatinden söz edilmiştir. Bu minval üzere yeni bir idrak ve algılayışı getiren Kur'ân, dolu bir muhteva ve zengin bir içerikle insanlara ulaştarılmıştır. [110]

Bu bağlamda Kur'ân'm dikkati çeken ifade özelliklerinden birisi de, muhtevasının bir kısmını müteşâbih ayetlerin oluşturmasıdır. [111] Bu­rada, söz konusu ayetlerin tefsir edilip-edilmemesi ile ilgili olarak tef­sir tarihinde cereyan eden tartışmalara girecek değiliz. Ama şu kada­rını ifade etmeliyiz ki, müteşâbih ayetler, İlk asırlarda sadece zahiri manalanyla kabul edilmekte ve her hangi bir yoruma konu olmamak­ta idiler. Ancak daha sonraki asırlarda, müteşâbihat konusunun, hem çerçeve itibarıyla farklı hususlardan bahseden ayetleri içerecek şekilde genişlediği, hem de yorumlanmaya müsait özellikleriyle[112] önemli bir alanı oluşturduğu kabul edilmeye başlanmıştır.

Günümüzde de bu kabulün geçerliliğini devam ettirdiği anlaşıl­maktadır. Şöyle ki, müteşâbih ayetlerin sayısal değerinin çokluğu, zengin mana içeriklerinin zamanla keşfedileceği, dolayısıyla Kur'ân'm evrenselliğine işaret ettiği temalarının yoğun bir şekilde İşlendiği gö­rülmektedir. [113] Nitekim bu bağlamda Kur'ân'ın yaklaşık yüzde sekseni­ni müteşâbih ayetlerin oluşturduğu ifade edilmektedir. [114] Yine Süruş'un, muhkem ve müteşâbih ayetlerin, zamana ve şartlara göre bü­tünüyle yer değiştirebileceğine İşaret ettiği görülmektedir. [115] Öncelik­le bu tür yaklaşımların ilk dönemlere göre önemli bir farklılığı ortaya koyduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Nitekim Taberî bu konuda de­ğişik görüşleri naklettikten sonra, muhkemden maksadın, alimlerin te­vilini bildiği, mana ve tefsirini anladığı ayetler olduğunu ifade etmek­tedir. Müteşâbihin ise, Allah'ın bilgisini kendisine sakladığı, dolayısıy­la İnsanların bilemeyeceği ayetlerden oluştuğunu ifade etmektedir. Bunlar da, İsa'nın ne zaman zuhur edeceği, güneşin ne zaman batı­dan doğacağı, dünya hayatının ne zaman sona ereceği vb. konuları­dır. Yine Taberî, sûrelerin başında bulunan mukatta'a harflerini de bu çerçevede zikretmektedir. İşte Taberî'ye göre, sadece bu iki gruba gi­ren ayetler, Kur'ân'ın müteşâbihâtını oluşturmaktadır. [116] Bu da göste­riyor ki sayın Öztürk'ün müteşâbihler için ifade ettiği yüzde seksenlik sayısal değerin muhkem ayetler için geçerli olduğu anlaşılmaktadır.

Anlattığımız şekilde müteşâbih ayetlerin sayısal değerinin, yüksek tutulmasında tarihte ve günümüzde yaşanan kültürel gelişmelerin et­kili olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü bu ayetler sayesinde di­ğer kültür çevreleriyle daha geniş çerçevede ve kolaylıkla temasa ge-çilebilmektedir.[117] Nitekim İslam tarihi boyunca, değişik yorumlara açık yönleriyle çeşitli fikrî ve kültürel çevrelerle iletişim kurulmasında, müteşâbih olduğu kabul edilen ayetlerin müsait bir alanı oluşturdukla­rı görülmektedir. [118]

Diğer taraftan teşbih, mecaz, istiare ve kinaye gibi edebî sanat türleriyle, etkileyici bir ifade gücüne sahip olan Kur'ân, her dönemde yorumcuların zihin dünyalarında zengin mana çağrışımlarına zemin oluşturmuştur. [119]Yine kelime ve terkiplerin seçimi, cümlelerin yapısı, şekil ve muhtevanın uyumu vb. yönleriyle daha sonraki müfessirlerin farklı yorum ve tefsirlere gitmesini temin edecek evrensel bir yapı or­taya koymuştur. [120] Bütün bu edebî yönlerini ise, özellikle gayba İlişkin kıyamet sahnelerinde, cennet ve cehennem tasvirlerinde, insan ve ev­rene ait esrar perdelerinin aralanmasında daha yoğun bir şekilde mü­şahede etmek mümkündür. [121]

İşte Kur'ân, gerek müteşâbih ayetleri ve gerekse İleri seviyedeki edebî anlatım tekniği ve üslubu sebebiyle, vahyin tamamlanmasından sonraki asırlarda da, İslâmî disiplinlerin çeşitli alanlarında tefsir ve iç­tihat hareketlerinin muharrik unsurlarından birini teşkil etmiştir. Hatta bir tespite göre, özellikle Abbasî halifeleri zamanında, yorum çalış­malarının sınırlan, daha sonraki müçtehit ve müfessirler şöyle dursun, modern dönem yorumcularına biie hayal gelebilecek boyutlara var­mıştır.[122]

Fakat şu hususun da belirtilmesi gerekir: Kur'ân, ilk muhatapları­nın anlayıp pratiğe geçirebilecekleri açık-seçik bir takım teklif ve tav­siyelerle gelmişti. Yani o, sınırları belirli, müşahhas mana ve mesajlar­la yüklü olarak insanlığa gönderilmişti. Bu sebeple ayetlerin, "on bin­lerce" manayı içerdiğini ifade eden bazı rivayetlerin, zahirî manada anlaşılmaması gerektiğini düşünüyoruz. [123] Bu rivayetleri, Kur'ân'ın, bir yönüyle ilk muhatapları ilgilendiren delalet ufku ve zenginliğine, di­ğer yönüyle de kesretten kinaye olarak müfessirlerin yaşadıkları şart­larda ayetlerin neye karşılık geldiğinin tayini çabalan şeklinde yorum­lamak mümkündür. İşte tam bu noktada, ilâhî kelâmda dilin aslen ka­zandığı delâlet alanıyla, daha sonraki asırlarda yorum tekniklerini kul­lanarak gerçekleştirilen mana arayışlarını[124]bir birinden ayırt etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. [125] Şöyle ki, Kur'ân'ın geliş sürecinde olgulara delaleti ilâhî bir karakter taşımakta idi. Ama yorum metotla­rıyla daha sonraki dönemlerde ulaşılan manalar beşerî ve izafî bir özel­lik ortaya koymaktadırlar.

Yorumların gerçekleştirilmesinde istifade edilen söz konusu delâ­let yollarının ise, sosyokültürei çevrenin yorumlara yansıması açısın­dan farklı özellikler gösterdiğini söylemek mümkündür. Meselâ iltizamî delâlet[126] yoluyla verilen manada, zihin, belirli ölçüde söylenen lâ­fızla İrtibatlı olarak işlev görmektedir. Ancak daha ziyade, serbest bir alana intikal ederek hareket etmesi sebebiyle, kendi bilgi, tecrübe, kül­tür ve çevrenin yönlendirmelerine maruz kalabilmektedir. [127]

Diğer taraftan, Kur'ân'ın mana zenginliği konusunda abartılı bir şekilde ileri sürülen söz konusu görüşlerin, zihinsel arka planında bu kelâmın ilâhî, müteâl kaynaklı olduğu düşüncesinin etkili oiduğu anla­şılmaktadır. Bilindiği üzere, beşerî-kültürel metinlerin anlaşılmasında sözün sahibinin tanınıp bilinmesi hermenötik bir kaçınılmazlık ifade etmektedir. Kur'ân'ın yorumlanmasında da bu ilke şüphesiz ki önem­lidir. Nitekim, Kur'ân'ın "kim" tarafından, "hangi muhataplara gön­derildiği hususları göz önüne alınmadan, sadece metni esas alarak yo­rumlanmasının hatalı sonuçlara götüreceği belirtilmiştir. [128] Hatta bu kitabın ilâhî kaynaklı olması, söz konusu ilkenin onu anlama ve yo­rumlama çalışmalarında daha da önemli olduğuna işaret ettiği de söy­lenebilir.

Ancak bu durum, İbnul-Arabfnin, Kur'ân'ın delâlet çerçevesinin zenginliğine dair geliştirdiği yorum teorisinin geçerliliğine mesnet teş­kil etmemektedir. Zira onun ifadesine göre, Kur'ân'daki her hangi bir kelime veya lafız, Arap dilindeki bütün delaletlerini içerdiğinden, bun­lardan birisiyle yorumlanması mümkündür. Bu da, Aliah'ın, insanlar­dan farklı olarak, söz konusu lâfız ve ibarelerin delâletine ve eksiksiz bilgisine sahip olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Diğer bir anlatımla, Allah bir kelâmı kullandığı zaman, o kelâmın dildeki bütün manalarını bildiğinden hepsini de kastetmektedir. Dolayısıyla, ayetten anlaşılan her hangi bir mana, anlayan kimseye nazaran ayette ifade­sini bulmaktadır. Bu bakımdan İnsanlar, lâfızlardaki delâlet zenginliği sebebiyle manalarda ihtilaf etseler de, her halükârda Allah'ın muradı­nı anlamışlardır. [129]

Anlaşılan o ki, îbnuİ-Arabî, beşerî bir olgu olan lisanın ilâhî ke­lâmda kullanılmasıyla, insanların kendi aralarında anlaşma vasıtası olarak aynı lisanı kullanmaları arasında dilin anlaşılması ile ilgili olarak temel bir farklılık görmektedir. Dilin kullanımı konusunda kabul edilen bu farklılık, neticede ilâhî kelâmın anlaşılması ve yorumlanmasında da farklılığa sebep olmaktadır. Oysa, Hallâf in da belirttiği gibi, dini me­tinlerin nüzul dönemindeki manalarına, ancak dil bilgisi kurallarını uy­gulamak suretiyle ulaşmak mümkündür. Söz konusu gramer kuralları­nın da dinî bir yönü yoktur. Onlar, sadece Arapça ifadeleri doğru an­lamaya matuf olarak tespit edilmişlerdir. Aynı kurallarla, Kur'ân'ın ha­ricinde Arapça yazılmış kanun maddeleri ve metinler de anlaşılır. Ka­nun koyucu, bir dilde kanun koyduktan sonra, o dili konuşan millet­ten söz konusu kanun maddelerinin sözlerini başka bir dilin üslup ve kurallarına göre anlamayı talep etmesi doğru değildir. Çünkü bir ka­nunla sorumlu tutmanın geçerli olabilmesi için, yükümlülerin onu an­layabilmeleri gerekmektedir.[130]

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur'ân nassı, edebî ni­teliği dolayısıyla zengin mana çağrışımlarına yol açacak bir özellik gös­termektedir. Ama bu durum, söz konusu kelâmın "anlaşılmadı olgu­sunu, insanlar arasında geçerli olan bu dilin "anlaşılma" biçiminden farklı bir şekilde ele almamıza yol açmamalıdır. Diğer Arapça metin­lerin anlamlarının çözümlenmesinde geçerli olan kurallar burada da geçerli olacaktır. Başka bir ifadeyle, Kur'ân'da geçen lâfız ve terkipler, mana itibarıyla zengin bir referans çerçevesine sahiptir. Ancak, söz konusu mana çerçevesi de belirli bir delâlet alanı ile sınırlıdır. Kur'ân yorumcuları söz konusu alanın sınırlarını kesin olarak bilemediklerin­den, dilin sahip olduğu delâlet imkânlarından hareketle değişik alter-. natif yorumlar geliştirebilmektedirler. [131]

 

1.2.4. Kur'ân'ın Kimliğine Dair Tasavvurun Değişmesi

 

Edebî, hukukî ve dinî olmak üzere bir çok metin çeşidi vardır. Or­tak yönleri, zamana ve şartlara bağlı olarak yoruma ihtiyaç duymala­rıdır. Fakat bu anlamda dinî metinlerin diğerlerine göre daha farklı bir özellik gösterdiklerini söylemek mümkündür. Zira, kutsal metinler, imanın konusu, itikadî ve ahlâkî değerlerin kaynağı, fiil ve davranışların kriteri olmaları, ferdî ve sosyal hayatı tanzim edici özellikleriyle, di­ğer metin türlerine göre daha yoğun anlama ve yorum konusu haline gelmektedirler.[132]

İlâhî metinlerin inananların hayatında bu derece merkezî bir öne­mi haiz olması, zamanla bu metne dair bir takım yeni telâkkiler geliş­tirmelerine de sebep olmaktadır. [133]Bu tarif ve tanımlamalar, sonraki kuşaklarda gerek avamın Kur'ân'a olan yaklaşımlarında, gerekse kut­sal kitabı ilmî olarak tetkik eden müfessirlerin yorumlarında etkili ola­bilmektedir. [134]

Bu anİamda her müfessir, yorum etkinliğine metnin tabiatı ve ma­hiyetiyle ilgili olarak daha önce oluşmuş bir takım yargı ve düşünce­lerle başlar ve devam eder. [135] Bu bakımdan, tefsir sahasında telif edi­len eserlerin tahlil çalışmalarında müelliflerin Kur'ân'ın kimliğine dair oluşmuş kanaatlerinin tespiti önem arz etmektedir. Şu halde, yorum­cunun metni anlama sürecine aktif olarak katılması, onun metinle il­gili bir takım ön kabul ve şartlanmalarının da dikkate alınmasını ge­rekli hale getirmektedir. Zira bütün bu tasavvurlar, bir bakıma yorum­ların dayandığı ve kendilerine göre şekillendiği aksiyom ve önermeler olarak işlev görmektedirler.

Çalışmamızın bu aşamasında, örnek olarak Gazâlî ve Şâtıbî'nin Kur'ân tasavvurlarını mukayeseli bir şekilde irdelemeye çalışacağız. Önce Gazâlî'nin bu konudaki yaklaşımlarını özetlemeyi düşünüyoruz: Ona göre, Kur'ân'm esas gayesi, her şeyden önce kulları Allah'a gö­türmek ve onları hidayete erdirmektir. [136] Bu çerçevede o, ayetler ara­sında önem sırasına göre hiyerarşik bir düzenlemeye gitmekte ve on­ları altı grup halinde değerlendirmektedir. İlk üç gruba giren ayetler öncelikli olup Kur'ân'ın asıllarını oluşturmakta; diğerleri ise, bunlara tâbi ve tamamlayıcı mahiyette bir özellik göstermektedirler. Bunlardan ilk grupta yer alan ayetler de, Allah'ın zat, sıfat ve fiilleri hakkında oİup Kur'ân'ın Özü, sırrı ve kalbini oluşturmaktadır.[137]

Görüldüğü gibi Gazâlî, önce Kur'ân'a bir gaye belirlemekte, daha sonra da bu gaye doğrultusunda ayetler arasında bir sıralamaya git­mektedir. Önem derecesine göre gerçekleştirilen bu sıralama, Öznel bir bakış açısına dayanmakta[138] ve Kur'ân'a dair bir kimlik tasviri ko­nusunda dikkat çekici bir girişimi işaret etmektedir.

Ayetler arasında bu şekilde bir tasnife gittikten sonra, Gazâlî, biz­zat nassırı tabiatıyla ilgili oİarak zahir-batın ilişkisine de değinmekte­dir. [139] Ona göre, ilâhî kelâmın kendisiyle nazil olduğu Arapça, Kur'ân'ın ihtiva ettiği mücevherleri örten elbise veya kabuk mesabe­sindedir. [140] Oysa Kur'ân, bir derya olup çok değerli eşya ve mücev­herleri içermektedir. Metnin zahirî manasıyla yetinmek ise, bu engin denizin derinliklerindeki inci ve mücevherlere gözleri yumup sahille rinde dolaşmaya benzemektedir. [141]

Görüldüğü gibi Gazâlî, metnin mana içeriği ve ufukları konusun­da bir perspektif geliştirmekte; bunu da tabiattan esinlenerek, uçsuz bucaksız, sahili olmayan okyanus benzetmesiyle aniatmaya çalışmaktadır.[142] Gerçi Kur'ân'ın zahir ve batın[143] mana boyutlarına Önceki alimler de işaret etmişlerdir; [144]ancak Gazâlî ile bu terimler iyice net­leşmiş, epistemolojik[145] manada İşaret ettikleri bilgi alanı itibariyle da­ha belirgin bir hale gelmişlerdir. Artık metnin zahirî manası Önemli ol­makla beraber, yorumcu bununla yetinmemeli; daha Ötede bulunan mana zenginlikleriyle de buluşmalıdır. [146]

Gazâlf ye göre Kur'ân, sahili olmayan uçsuz bucaksız bir derya ol­duğuna göre, dinî ilimler yanında tıp, astroloji, astronomi vb. diğer ilimlerin asıllarını da içermektedir. [147] Hatta Kur'ân, insanın ileride keşfedeceği veya kendi başına bilme imkânına eremediği, meleklere ait ilimleri de kapsamaktadır, [148] Zira söz konusu ilimlerden her biri Al­lah'ın marifet denizlerinden alınmıştır. [149]

Tefsir tarihi açısından meseleye yaklaştığımızda, Gazâlî'nin söz konusu görüşleri ile ilgili olarak belki de şunları söylemek mümkündür: İlk dönemlerden itibaren, Kur'ân'in mana kapasitesi, içerdiği ilimler vb. konulara işaret eden bir takım rivayetlere rastlamaktayız. Meselâ şu rivayetler bunlardan bazılarıdır. "Onda Öncekilerin ve son­rakilerin İlmi Dardır.[150] "Kur'ân'daki her ayetin zahiri ve batını vardır, her harfin bir haddi var, her haddin de bir matîaı vardır. [151]"Her ayetin altmış bin manası vardır." "Kur'ân yetmiş yedi bin iki yüz ilmi İhtiva etmektedir. [152]Fakat, bütün bu rivayetlerin, Cevâhi-ru'/-Kur'dn'da ortaya konulduğu şekliyle, Gazâlî tarafından, daha sis­tematik bir hale getirildiği anlaşılmaktadır. Kur'ân'ın tabiatı ve mahi­yetine ilişkin bütün bu değerlendirmeleri, onun kimliğini tasvir etme­ye yönelik çabalar olarak yorumlayabiliriz. Diğer taraftan, Zerkeşî'nin bu konularda ileri sürdüğü görüşlerin, Gazâlî'nin yaklaşımlarıyla para­lellik arz ettiği görülmektedir. Bu da, onun görüşlerinin, sadece kendi yorumları üzerinde yönlendirici olmadığı: daha sonraki asırlarda ger­çekleştirilen Kur'ân'ı anlama çalışmalarında da etkili olduğu düşünce­sini akla getirmektedir.

Bu bağlamda, mukayese imkânı vermesi açısından. Gazâlî'den yaklaşık üç asır sonra yaşayan Şatıbî'nin görüşlerini de özetlemek is­tiyoruz. O, İslam'ın anlaşılmasında, nüzul döne.Tii muhataplarının bil­gi ve kültür seviyelerinin esas olduğunu ifade etmektedir. Buna göre İlk muhataplar ümmî olduğu için, bu dinin kendisi de ümmidir. [153] Kur'ân, onların bildiklerinin haricine çıkmamıştır. Dolayısıyla bir çok kimsenin iddia ettiğinin aksine, Kur'ân, bütün ilimlerin esaslarını ihti­va etmemektedir. Sadece tevhid, ahiret vb. konuların gönüllere yerle-şebiîmesi için, Araplar'm bildiği ilimlere ima ve işaretlerde bulunma gereğini duymuştur. [154]

Yine Şatıbî, Gazâlî gibi, Kur'ân'ın "zahir" ve "batın"ı konularına değinmektedir. Buna göre ayetin "zahirenden maksat, dil itibarıyla kelime ve lâfızlarından anlaşılan manadır; batını ise, bu ayetle Allah'ın kastettiği manadır. Kur'ân'ın ilk muhatabı olan Câhiliye müşrikleri, Arap olmaları sebebiyle nazil olan ayetlerin zahiri manalarını anlıyor-lardı. Ancak bu manaların arkasında yatan ve "batını mana"yı oluştu­ran ilâhî murat ve maksadı anlama konusunda sıkıntı çekiyorlardı.[155]

Şu halde, Şatıbî'nin burada "nassın batım" terimine, Gazâlî'den farklı bir manayı yüklediği anlaşılmaktadır. Çünkü Gazâlî, nassın batı-nî manasını, tasavvufî ifadesiyle, müfessirin nefsini terbiye edip ruhu­nu yüceltmesiyle gerçekleşecek vehbî ilim çerçevesinde değerlendir­mektedir. [156] Şatıbî ise, batınî mana konusunda müteâl bir kaynağa atıfta bulunmamakta; Kur'ân'a samimi bir inanç ve yönelişle gerçek­leşeceğini kabul etmektedir.

Yine görüldüğü gibi Şatıbî, Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimlere, Gazâ­lî'nin aksine, ilâhî kelâmın kaynağı itibarıyla değil; muhatap aldığı in­sanlar açısından bakmaktadır. Dolayısıyla vardıkları neticeler de farklı bir mahiyet arz etmektedir. Şöyle ki birine göre Kur'ân, mevcut ve ile­ride keşfedilecek bütün ilimlerin asıÜannı ihtiva etmekte; diğerine gö­re İse o, sadece nazil olduğu dönemlerde Araplar'in bildiği ilimlere kendi amaçları doğrultusunda işaret etmektedir.

Buraya kadar anlattıklarımızı konumuz açısından toparlayacak olursak, şunu söylemek mümkündür: Tarihî süreçte İslâmî idrak ve al­gılayış çerçevesinde Kur'ân, çeşitli değer ve tanımlamaların izafe edil­diği merkezî bir role sahip olmuştur. Onun kimliğine ilişkin bu tür ta­savvurların oluşmasında, İslam kültüründe temayüz etmiş şahsiyetlerin önemli katkıları dokunmuştur. Bunların, günümüz İslâmî idrak ve algı­layışında da bazı yönleriyle varlığını devam ettirdiği anlaşılmaktadır. [157] Kur'ân'a izafe edilen söz konusu kimliklerin, sosyo-kültürel çevrenin yorumlara yansımasında belirleyici rol oynadığını söylemek mümkün­dür. [158]

 

1.2.5. Yorumda Öznelliğin One Alınması

 

Meün-yorumcu ilişkisi açısından bakıldığında, esas itibarıyla met­ni merkeze alan (nesnelci), veya metin karşısında yorumcuya inisiya­tifi bırakan (öznelci) iki yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz.[159]

Metni esas alan yorum tarzında, yorumların neticelendirilmesinde metnin sahip olduğu nesnel delâlet ve işaretlerin belirleyiciliği esas ka­bul edilir. Burada metin, filolojik, gramatik ve mantıksal anlam çözme işlemleriyle, tahlil edilmeye çalışılır. Yorumcu, metnin ihtiva ettiği me­sajları algılayıp aktarabildiği ölçüde başarılıdır. O, metnin manalarla örülü dünyasını çözebilmek için ilgi ve dikkatini metnin kendisine yö­neltir; metin kendisini sunar, o ise bir aracı olarak dinler ve muhatap­larına aktarmaya çalışır. Bu anlamda yorumların bir sonuca varmasın­da, yorumcunun kişisel tercih ve temayüllerinin, tamamen aktif oİarak etkili olmadığını söylemek mümkündür. Bu nedenle de, burada metin­le yorumcu arasındaki ilişki "diyalog"dan ziyade "monoiog" yani tek yönlü bir ilişki oiarak gerçekleşir. Yorumcunun pasif olarak iştirak et­tiği bu okuma tarzında, nesnel manaya ulaşma düşüncesinin ön plan­da bulundurulduğu anlaşılmaktadır. [160]

Öznel yorum tarzında, yorumcu metnin diibilimsel izahları yanın­da, yoruma kültürel, felsefî, siyasî ve toplumsal tercihlerini de yansı­tır; birikim, intiba ve deneyimlerini ortaya koymaya çalışır. [161] Bir ba­kıma metni, kendi ferdî ve toplumsal aynasına tutar. Burada yorumla­yan şahsın metin karşısında kendisini yerleştirdiği yer ve durum önemli hale gelmektedir. Zira yorum etkinliğine katılma durumuna göre, yorumcu, ortaya çıkacak sonuçların niteliği üzerinde etkili ola­bilmektedir. Şu halde, metni dinamik hale getiren de bir yönüyle yo­rumcunun kendisi olmaktadır. O, sadece metnin bir seslendiricisi de­ğildir. Metinden gelen ses ve yankılan yeniden üretip inşa eden, kısaca kendi Öznelliği ile orada bulunan kimsedir. Bu anlamda o, sadece metnin mesajını taşıyan değil; aynı zamanda metne anlam yükleyerek ona müdahil olan kimsedir.

Tefsir tarihinde yorumun öznelliği veya nesnelliği konularının, modern yorum biliminin ortaya koyduğu şekilde tartışılmadığı bilin­mektedir. Fakat bu, yorumcunun Kur'ân't anlama etkinliğindeki ferdi rolünün ne olması gerektiği konusunda çaba sarf edilmediği anlamına gelmemektedir. Aksine ilk dönemlerden itibaren, gittikçe gelişen bir tarzda, müfessirin Kur'ân'ı yorumlama faaliyetine kendi manevî ve psikolojik eğilimleriyle katılması gerektiği yönünde bir temayülün ol­duğu müşahede edilmektedir. Bunu modern yorum biliminin ifadele­riyle öznelci bir yaklaşım olarak değerlendirebiliriz. Bu bağlamda, yo­rum yapan kimsenin sübjektif anlama özelliğine işaret ettiği şeklinde anlaşılabilecek bazı rivayetlerin, yönlendirici olduğunu söylemek de mümkündür.[162] Tefsir tarihinde sûfî çevrelerde işârî tefsir ve bazı şiî mezheplerde revaç bulan belirgin özellikleriyle batınî tefsiri, bu tarz bir okumanın ilk temsilcileri olarak kabul etmek mümkündür.

Sûfî tefsir tarzmda, yorumcunun kültürel birikimi yanında, sezgiye dayalı ilâhî marifetle aktif olarak Kur'ân'ı anlama etkinliğine katıldığı kabul edilmektedir. [163]Nitekim ilk sûfî müfessirlerden Kuşeyrî (0.465/ 1072), tefsirine "velilerin kalplerini irfanla bezeyen" Allah'a hamd ederek sözlerine başlamakta, devamında da Allah'tan aldıkları ilham sayesinde sûfîlerin Kur'ân'ın letâif ve esrarından haber verdiklerini ifa­de etmektedir. [164] Yine İbnu'i-Arabî (ö.638/1240), ilâhî kelâmın lüga-vî manalarını kabul etmektedir. Bununla beraber, dakîk manalarını Al­lah'ın üzerine aldığı ve ilâhî talîmle[165] onu ariflere öğrettiğini ifade et­mektedir. [166]

Sünnî çevrelerin tasavvufa ısınmasında katkıları oian Gazâlî de, il­ham yoluyla ayetlerin zahirî manalarının ötesinde batını manalarına ulaşılabileceğini ifade etmiştir. Ona göre, bu manada metnin "kışr"' boyutundan "lübb" boyutuna ulaşabilmek, sûfînin nefsini terbiye et­mesi ile hayalî bir şekilde, kalp yoluyla duyular aleminden melekût ale­mine intikal etmek suretiyle gerçekleşmektedir. Bu manada metnin dakik mana ve esrarı, yorumcunun bizatihi iç aleminde zuhur edip gerçekleşen metafizik süreçlere bağlı olarak meydana gelmektedir.[167] Dolayısıyla burada objektif olarak tespit edilebilen anlama düzeylerin­den, irşat ve ilham gibi nesnelliği zor ya da hiç tespit edilemeyecek fa­aliyetlerle, sübjektif anlama düzeylerine doğru bir gidiş söz konusu­dur. [168]

Bu anlamda keşif ve ilham yoluyla elde edilecek bilgilerin, sonra­ki asırlara doğru müfessirin bilmesi gereken iiimler arasında yer aldı­ğı görülmektedir. [169] Bu ise, söz konusu eğilimin Kur'ân tefsirinde güç­lenmesi, dolayısıyla nass karşısında yorumcunun daha serbest hareket etmesi ve sübjektif yorumlara gitmesi anlamına gelmekte idi. Bu tef­sir tarzının bir çok örneğini Özellikle işârî tefsirlerde görmek mümkün­dür. Fakat şiî çevrelerde yaygın olan batını tefsirlerde, söz konusu öz­nel okumanın daha müşahhas örneklerine rastlanmaktadır. Bu eserle­ri incelediğimizde, yorumcuların usûl kurallarını ihmal ettikleri, hatta ayetlerde geçen lâfız ve terkiplerin lügavî karşılıklarını tamamen göz ardı ederek yorumlara gittikleri görülmektedir. [170]

Özetleyecek olursak, işârî ve batını tefsir tarzları, yorumcu ile ke­lâmın sahibi arasında gerçekleştiği kabul edilen "bilgi akışı" düşünce­sine dayanmaktadır. Bu ise, yorumcunun psikolojik ve kültürel eğilim­leri ile söz konusu anlama faaliyetine daha fazla müdahil olması anla­mına gelmektedir.[171]

Günümüze geldiğimizde, Arap-îslam aleminde, modern yorum bi­liminin fikrî ve felsefî zemininden hareket ederek, yorumun öznelliği­ne İlişkin görüşlerini açıklayanlardan biri de Hasan Hanefî'dir. [172] Bu­na göre, yorumcunun metni anlayabilmesi için, ibarenin ilk dönemler­de kullanıldığı mananın gözetilmesi gerekli değildir. Yorumcu metni okur ve anladığı manayı delil olarak kullanmaya çalışır. Bu anlamda metnin "sâbite'leri yoktur ve "değişken'ler toplamından oluşmakta­dır. Metnin başlangıçta kendi asrını tefsir etmesi gibi, daha sonraki dö­nemler de asırlar da metni tefsir ederler. Sonuç itibariyla de, her asır kendisini, metinde okur. Asırlar değişken olduğuna göre, tefsirler de buna paralel olarak farklı bir mahiyet arz ederler. [173]

Yine ona göre, bu okuma tarzında nassın manası, okuyucunun psikolojik durumu, tecrübesi, kişisel farklılığı, içerisinde bulunduğu kültürel ortam, medeniyet ve asırlara göre değişir. Bazen de bir me­tin, aynı şahsın ömrünün değişik aşamalarına, deneyim ve tecrübele­rine göre muhtelif manalar kazanır. [174] Şuurun derinlikleri, metnin se­viyelerine uygun düşer. Gerçekte metin, mücerret bir kalıp olup şu­urun seviyelerine göre şekillenir. Bu manada onun okunması, metin ve ihtiyaçlar arasındaki uyumun ortaya konulması teşebbüsüdür. Mana, öncelikle ihtiyaç, arzu veya bir temenni olarak kişinin kendisinde ortaya çıkar. Daha sonra da, söz konusu beşerî yönelişler karşılıkları­nı metinde bulur.[175]

Çağdaş Arap düşünürlerinden Ali Harb da, yorumun öznelliği ko­nusuna değinmekte; okumanın teşbihten hali olmadığını ifade etmek­tedir. Şöyle ki yorum sürecinde okuyucu, kendi isim ve sıfatlarını oku­duğu eşyaya vermeye devam eder. Dolayısıyla eşyayı okumak suretiy­le kendini okumayı da sürdürür. Bu şekilde arzularını kinaye yoluyla dile getirmeye devam eder. Ha! ve durumlarından haber verir. Davra­nışlarına imalarda bulunur. Kendisi hakkında akıl yürütür. Gücünü, kuvvetini sergilemek ister. Bu itibarla, okuma yahut yorum etkinliği, öznenin eser ve ürünlerinden biri olarak gerçekleşir. [176]

Konuyu özetlediğimizde şunu söylemek mümkündür: Klasik dö­nemlerde sübjektif karakteri ağır basan okuma tarzı, tasavvuf! termi­noloji çerçevesinde gerçekleşiyordu. Bilgisel zeminini de, yorumcu­nun manevî dünyasını kötülüklerden arındırması ve ruhunu güçlendir­mesi sayesinde gerçekleşeceği umulan derunî ve kutsî tecellilerde bu­luyordu. Modern dönemlerde de söz konusu yorum tarzının örnekle­rine benzer bir takım çalışmaları görmek mümkündür, Fakat Arap dünyasından seçtiğimiz düşünürlerde de görüldüğü gibi, modern dö­nemlerde sübjektifliğine dikkat çekilen yorum tarzı, sûfî terminolojiye ait "keşf" ve "ilham" terimlerinden hareket etmemektedir. Bilindiği gi­bi bu terimler, bireyin kendisinden daha üst seviyedeki bilgi kaynakla­rına atıfta bulunmaktadır. Buna mukabil modern dönemlerde söz ko­nusu okuma biçimi, müfessirin psikolojisinin Özgünlüğü, bu psikoloji­nin zamana bağlı olarak değişkenliği vb. öznel eğilimleri ön plana çı­karan argümanlara dayanmaktadır. Ancak, ister sûfî çevrelerde, ister­se modern dönemlerde anlaşılan biçimi ile olsun, öznel okuma, yo­rumcuyu metin karşısında inisiyatifli hale getirmekte; böylece sosyo­kültürel çevrenin yorumlara daha fazla yansımasına zemin hazırla­maktadır. [177]

 

1.3. Yorumda Nesnelliğin İmkanı

 

Aktarmaya çalıştığımız şekilde, nass-yorumcu ilişkisinde aşırı uçla­rı itibarıyla iki eğilim söz konusudur: Birinci eğilimde, metnin zahirî ve lafzî bir okuması teklif edilmektedir. Burada yorumcunun beşerî ve tarihse! bir varlık oluşunun doğuracağı muhtemel yanlış anlama ve yo­rumlamalar engellenmeye çalışılmaktadır.[178] Bu yaklaşım, yorumcu­nun tefsir etkinliğine olan şahsî katkısının asgariye indirilmesi netice­sini de beraberinde getirmektedir. [179] Diğer eğilimde ise yorumcu, metnin sağladığı verilerle beraber, kendi fikrî, itikadı, siyasî tercihleri­ni; psikolojik ve manevî tecrübelerini de yaptığı yorumlara ağırlıklı olarak yansıtabümektedir. Bu yorum tarzı, bazen metnin zahiri mana­sını neredeyse hiç nazarı itibara almamakta ve bu manada müfessire oldukça geniş bir yorum imkânı da verebilmektedir. [180]

Nassın belirleyici olduğu ve yorumcu inisiyatifinin göz ardı edildi­ği birinci eğilimi kabul ettiğimiz takdirde, dinî düşüncenin sürekliliği­nin kesintiye uğrayacağını söylemek mümkündür. Zira bu durumda, sürekli değişen insan hayatı[181] ile dinî metinlerin muhtevası arasında­ki mesafe gittikçe açılır; sonuçta dini düşünce, yaşananla ilişkileri ke­silmiş tarihsel bir kategori haline gelir. [182]

Şayet naslar karşısında, insanı belirleyici hale getiren[183] ikinci eği­limi kabul edersek, bu durumda da ahlâkî ve yapısal değişikliklerin enerji kaynağı olan nassı, heva ve arzuların oyuncağı haline getirmiş oluruz.[184] Oysa onun gayesi, heva ve arzulara geçerlilik kazandırmak değil: aksine insanın dünyevî ve uhrevî maslahatları doğrultusunda, beşerî yetenek ve imkânları yönlendirmektir.[185]

Bu itibarla nass-yorumcu ilişkisinde, söz konusu iki eğilimden bi­rinin diğeri hesabına feda edilmemesinin, daha makul bir yaklaşım ol­duğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla ilk dönemlerde olduğu gibi, bugün de Kur'ân hidayetinin gerçekleşebilmesi İçin, nassın normatif yapısı, aktif yorumcu tarafından yeniden ele alınıp yoruma tabi tutulacak­ta [186]

Yorum çerçevesinde gerçekleştirilen bilgi arayışının beşerî bir et­kinlik olduğu açıktır. Dolayısıyla bazı sübjektif yöneliş ve zafiyetleri üzerinde taşıması kaçınılmazdır. Diğer bir ifadeyle Kur'ân, ilâhî olma­sı sebebiyle mükemmel ve mutlak olan bilgiyi içermektedir. Ama yo­rum, insanın eksikliğinde esasını bulan, belirli zaman ve mekân için­de, noksan tarafından kavranıp gerçekleştirilmiş olması hasebiyle, ba­şında eksik olmaya mahkûm bir etkinliği işaret etmektedir. [187] Ama bu durum, bizleri yorumda farklılığa, çok anlamlılığa ve neticede izafiliğe götürmemelidir. [188] Diğer bir ifadeyle, yorumda mutlak nesnelliğin gerçekleştirilememesi, öznelliği bir metot olarak benimsememiz sonu­cunu doğurmamalıdır. [189]

Çağdaş bazı yorum teorilerinde de ifade edildiği gibi, mutlak ma­nada nesnel bilgiye ulaşmanın bir ütopya ve hayal olduğu açıktır. [190] Fakat gerek özelde çeşitli felsefî teoriler, gerekse genelde kültür ve medeniyetler bilgiye ulaşma konularında kendilerine göre bazı usûller geliştirmişlerdir. [191] Bu çerçevede söz konusu nazariyelerin bilgiye ulaşma sürecinde bir takım ilkelere sahip oldukları anlaşılmaktadır. [192]

İşte bu manada söz konusu bilgi nazariyelerinden her hangi biri çer­çevesinde üretilen bilgi, izafi bir nesnellik ortaya koymaktadır.

Kur'ân'm anlaşılması ve yorumlanması tarihi açısından meseleye baktığımızda, gerek usûlü fıkıh, gerekse usûlü tefsir sahasında gerçek­leştirilen çalışmalar, teorik düzeyde Kur'ân'ın nesnel yani sahih mana­sına ulaşma çabalan olarak değerlendirilebilir.[193] Yine bu bağlamda genel olarak belki şunları söylemek de mümkündür:

Klasik dönem usûlcülerinin de işaret ettiği gibi, benliğini menfi eğilimlerden arındırma ve bilincini yenileme süreci içerisinde bulun­mayan bir yorumcunun, Kur'ân'ı anlama çalışmalarında bir takım psi­kolojik engellerle karşılaşacağı muhakkaktır. [194]  Bu manada Kur'ân'ı tefsir faaliyetinde anlayan öznenin ahlâkî ve manevî yönelişleri önem­li haie gelmektedir. Belki bunu şu şekilde de ifade etmek mümkündür: İlâhî kelâmı anlama gayreti içerisinde bulunan bir iradenin, buna pa­ralel olarak Kur'ânî bilinci oluşturma sürecini de devam ettirmesi ge­rekmektedir. Çünkü ancak böyle bir bilince sahip olabilen ve "mane­vî oluş" tecrübesini yaşayabilen kimse, bir takım ön yargıların boyun­duruğundan benliğini kurtaracak; sahih bir anlama imkânını elde ede­bilecektir. Bu manada, Kur'ân'ı anlama ve yorumlama gayreti İçerisin­de bulunan öznenin, anlamanın nesnesi olan metinden kopuk olma­dığını söylemek mümkündür. Aksine onun metinle olan ilişkisi, sade­ce zihinsel süreçler çerçevesinde cereyan etmemekte; aynt zamanda duygusal ve varoluşsal bir boyut kazanmaktadır.

Diğer taraftan tefsir çalışmalarında, Kur'ân'ın Öncelikli olarak Câ-hiliye Araplan'na yönelik bir hitap olduğu konusu daima göz önünde bulundurulur. Bu bağlamda onun bütünü nazil olduğu sosyo-ekono-mik ve kültürel şartlar çerçevesinde anlaşılmaya çalışılır. Burada se-beb-i nüzule ilişkin rivayetler, anlama ve yorumlama çalışmalarına sağ­layacakları "doğrudan katkı" sebebiyle, göz önünde bulundurulur. Ay-nca Kur'ân'ın inişine sebep teşkil etmese de, anlaşılmasına "dolaylı olarak katkı" sağlayacak sosyal, ekonomik ve kültürel verilerin bütü­nünden istifade edilmeye çalışılır.

Yine Kur'ân'ı yorumlama çalışmalarında ayette geçen kelime ve terkiplerin, nüzul döneminden hemen sonraki asırlarda muhataplar tarafından nasıl anlaşıldığının tespit edilmesi de önem arz etmekte­dir.[195] Çünkü bu asırlarda gerçekleştirilen yorumlar, ayetlere getirece­ğimiz izahların, özellikle dil açısından sahih olup olmadıklarının test edileceği kriterleri oluşturmaktadır. Zira bu dönemler, vahyin nazil ol­duğu çağa en yakın zaman dilimine tesadüf etmektedir. Dolayısıyla di­li oluşturan kelime ve terkiplerin, mana içeriği bakımından henüz bü­yük ölçüde değişikliğe uğramadığı dönemleri oluşturmaktadırlar. [196]

Bu çerçevede, ilâhî mesajın yeni muhataplara ulaştırılması süre­cinde, ayetlerin manasını belirleyen insanın zihnî kategorileri olma­malıdır. [197] Başka bir ifadeyle mana. okuyucudan gelen yönelişlerin karşılıklarını metinde bulduğu ve onunla uyumlu hale geldiği bir süre­ci ifade etmemelidir. Aksine mana, bizatihi lâfız ve terkiplerin dilsel gerçekliklerinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla mana arayışı lafızdan başlamakta ve oradan alınarak olgular aleminde neye karşılık geldiği ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Yani anlama, insandan gelen mananın, nassa iliştirilmesi ve yakıştırılması yönünde zihinsel bir aktiviteyi ifade etmemektedir. Okuyucu manayı nastan al­makta ve arada mevcut olan illiyet bağından hareketle, yeni bir izah­la kendi tarihine onu aktarmaya çalışmaktadır.

Yorum etkinliği bu çerçevede sorumlu alimler tarafından sürdürü­lecektir. Doğrusu onlar da diğer insanlar gibi, tarihin belirli bir döne­minde ve belirli bir toplumda yaşayan kültüre bağımlı varlıklardır. [198] Fakat bu, bilincin maruz kaldığı tarihî etkilere ve önyargılara teslim ol­maları anlamına gelmemelidir. Aksine, kişinin geleneği ve otoriteyi tashih edip düzeltmesi, [199] yani önyargılarını gözden geçirerek köken­lerini ve yeterliliklerini sorgulaması gerekmektedir. [200] Dolayısıyla doğru anlama, daha işin başında kendisine ait ön yargılar bulunduğunu kabul etmek ve onları sorgulamak suretiyle gerçekleşebilir.[201] Sadece kendi ön yargılarımızın sorgulanması da yeterli değildir. Aynı zaman­da muhalif görüşlerin de göz önünde bulundurularak anlaşılmaya ça­lışılması gerekir. [202]

işte Kur'ân'ın tefsiri çalışmaları, zihnî yapılanması itibarıyla tarih­sel ve kültürel bir varlık olan insan tarafından, nüzul tarihi, Kur'ân'ın dili ve usûlde ortaya konulan yorum yöntemleri eşliğinde sahih ve nes­nel olana samimi bir yöneliş olarak devam ettirilecektir. [203]

 

İKİNCİ BOLUM

 

YORUMLARDA KADIN VE SOSYO-KÜLTÜREL ÇEVRE

 

1.1. Hz. Adem Ve Hz. Havva

 

İlâhî kitapların, varlık aleminde muhatapları olan insanlara ve cin­lere,[204] ilk yaratılışları ve ataları hakkında bilgi vermesinden daha tabiî bir şey olamazdı. Son iiâhî kitap Kur'ân'da olduğu gibi, [205] yine insanlı­ğı hidayete erdirmek ve aydınlığa çıkarmak üzere gönderilen[206] Tev­rat'ta da bunu görüyoruz. [207] Verilen bu bilgi sayesinde, bir taraftan gel­diği kaynağı merak eden insanın kafasındaki İstifhamlar ve zihninde­ki ukdeler çözüme kavuşturulmuştur. Diğer taraftan da, ilâhî çağrının ilk insanla beraber başladığı ve kesintisiz bir şekiide devam ettiğine işaret edilmiştir.

İnsanın yaratılış kıssasını Kur'ân'dan anlamaya çalıştığımızda, dik­kati çeken konulardan biri, her hangi bir cinsiyet ayrımına gidilme­den, bu varlığın beşer[208] ve halîfe[209] olarak nitelendirilmesidir. İlk yaratı­lışın sonraki aşamalarını izlediğimizde, söz konusu bu varlığın Adem diye çağırıldığı, kendisine isimlerin öğretildiği ve meleklerin bu varlığa saygı secdesine davet edildiklerini görüyoruz. [210] Bu safhalarda sadece Adem, melekler ve İblis'ten söz edilmektedir. Adem'in eşinden ise, ancak o cennete yerleşme emrine muhatap olduğu sırada, isim veril­meden, bahsedilmektedir. [211]

 

1.1.1. Yorumlarda Hz. Adem ve Hz. Havva'nın Yaratıl­ması

 

Rivayetlerden[212] hareket eden geçmiş müfessirlere göre, söz konu­su kadının ismi Hz. Havva'dır; [213] yaratılışına da, Nisa Sûresinin birinci ayetinde işaret edilmektedir: "Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yara­tan ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inizden korkun. [214] Buna göre, ayette geçen "nefs-i vahid" tabiri, Hz. Adem'e, devamında gelen "zevç" kelimesi de ondan yaratılan Hz. Havva'ya işaret etmektedir. [215] Müfessirlerin büyük ço­ğunluğunun kabul ettiği bu görüşe, [216] Hz. Peygamberden rivayet edi­len şu hadis gerekçe oiarak iîeri sürülmektedir: "Kadın eğri kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri baş tara­fıdır. Onu düzeltmeye kalkarsan kırarsın, eğriliği olduğu halde öy­lece onu kendi haline bırakıp olduğu gibi kabullenirsen kendisin­den istifade edersin. [217]

Söz konusu yaratma olayının nasıl gerçekleştiğine dair Taberî'de şu rivayet, görüyoruz: "Adem'e bir uyku çökmüştü ki, melek sol ya­nındaki eğri kaburga kemiklerinden aldı ve yerini etle düzeltti. Henüz daha uykusundan kalkmadan, Yüce Allah, kendisiyle huzur bulması için, kaburga kemiğinden kadın suretinde eşi Havva 'yi yarattı. Uyanıp kalktığında onu yanında buldu. Doğrusunu Allah bilir, ama anlatıldığı­na göre, Adem şöyle dedi: "Etimdir, kanımdır, esimdir ve onda huzur buldum.[218]Tevrat'ta da aynı konunun şu ifadelerle geçtiği görülmek­tedir: "Ve Rab Allah dedi: Adamın yalnız oiması iyi değiidir; kendisi­ne uygun bir yardımcı yapacağım. [219] "Ve Rabb Aİlah, adamın üzeri­ne derin uyku getirdi ve o uyudu; ve onun kaburga kemiklerinden bi­rini aldı ve yerini etle kapadı; ve Rabb Allah, adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı, ve onu adama getirdi. Ve adam dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik, ve etimden ettir; buna Nisa denilecek, çünkü o insandan alındı. [220]

Modern dönemlere geldiğimizde yorumcuların, sözünü ettiğimiz ayet çerçevesinde, Hz. Havva'nın Hz. Adem'den yaratıldığı konusunu çözülmesi gereken bir mesele olarak ele aldıkları ve değişik yorumlar getirdiklerini görüyoruz. Önceki tefsirlerin çizgisini takip eden ve ge­nel kabul gören değerleri korumaya özen gösteren bir yaklaşım, Hav­va'nın Adem'den yaratıldığı kabulünü değişik izahlarla devam ettirme­ye çalışmıştır. Şöyle ki, insan daima diğerinin bir parçasından yaratıl­maktadır; dolayısıyla Hz. Havva'nın Hz. Adem'den yaratıldığı kabulü yadırganmamalıdır. [221] Bu izah tarzını benimseyen Yazır'a göre, insan neslinin üremesinde aşılamayı yapan erkek, kabul eden de kadındır. Öyle ise, erkek ondan önce gelmektedir. Bu itibarla, insanın yaratılı­şının her kuşağında erkek birinci, kadın ise ikinci durumda yer almak­tadır. Böylece, her zaman kadının erkekten ayrıldığı, bir tahlil netice­si olarak, ortaya çıkmaktadır. [222]

Diğer taraftan, modern dönemlerde, Nisa Sûresi 1. ayetinin, geç­miş dönemlere göre, nispeten farklı bir yoruma tâbi tutulduğunu gö­rüyoruz. Bu yorum tarzında, ayette geçen "nefs" kelimesinin lügat iti­barıyla, mahiyet, cevher ve canlı manalarına geldiğine dikkat çekil­mekte; dolayısıyla bundan maksadın Hz. Adem olmadığı İfade edilmektedir. Aynı şekilde "nefs"den yaratılan "zevç" de, Hz. Havva'yı ifade etmemektedir. Çünkü bu kelime de, eş manasına gelmekte olup kan kocadan her hangi birini ifade etmesi söz konusudur. Şu halde ayette kastedilen mana, erkek ve kadınıyla her iki cinsin de aynı "ma­hiyet" ve "öz"den yaratıldığı hususudur.[223] Bu görüşü tercih eden yo­rumculardan birine göre, insanın başlangıçta nasıl çoğaldığı ile ilgili bu mesele, gerçekte dinî ilimlerin değil; biyoloji vb. ilimlerin alanına gir­mektedir. [224] Bu bağlamda modern yorumcular, "kadının kaburga kemiğinden yaratıldığı"m ifade eden hadisi, ya ona nasıl davranmak ge­rektiğine dair mecazî manada anlamış; [225] veya sahihliği konusunda şüphe izhar etmiş, [226] yahut da Hz. Peygamber'in muhtemel bir yanıl­gısı[227] olarak yorumlamışlardır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, modern dönemlerde gelişen kültü­rel hareketlerin etkisiyle, ilk kadın Havva'nın yaratılışı etrafında zihin­lerde oluşan sorular çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Bu çerçeve­de bazen klasik yorumlan destekleme mahiyetinde canlıların üreme kanunları göz önünde bulundurulmuş; ayrıca modern ilmin ulaştığı so­nuçlardan yararlanma yoluna gidilmiştir. [228] Daha köklü çözümlerden yana olan yorumcu ise, modern düşüncenin önüne sürdüğü mesele­lerin açıklığa kavuşturulmasında, bilgi kaynağı olarak Kur'ân'ın önce­liğini vurgulama gereğini duymuştur. [229] Buna paralel olarak o, ilgili ha­dislerin Hz. Peygamber'e ait olup-olmadığı konusunda tereddütünü iz­har etmiş; ayrıca geçmiş müfessirlerin aksine, Yahudi ve Hıristiyanlardan gelen rivayetleri kabule şayan görmemiştir. [230]

 

1.1.2. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Görüldüğü gibi Kur'ân'da geçen bazı ayetler, Hz, Havva'nın, Hz. Adem'den yaratıldığı görüşüne delil olarak ileri sürülmektedir. Bu ayetleri incelediğimizde, değişik yorumlar yapmaya müsait, mücmel bir yapıda oldukları görülecektir. Nitekim bunun bir neticesi olarak, kadının, kaburga kemiğinden yaratıldığını ifade eden rivayetlerin, bu yöndeki yorumların uzun asırlar boyunca kabul görmesi ve yerleşme­sinde etkili olduğu anlaşılmaktadır.[231]

Kaldı ki, uzun tarihî süreçte bu ayetlere muhatap olan insanları, belki de daha ziyade ilgilendiren konu, ayetlerdeki mücmelliği bir şe­kilde giderecek yorumların yapılmasıydı. Kadın-erkek ilişkilerine dair kabul ve düşünceler de, Hz. Havva'nın Hz. Adem'den yaratıldığı an­layışının ileri sürülmesine bir engel teşkil etmiyordu. Aksine, gelenek­sel toplumlarda daha belirleyici olan ataerkil değerlerin, söz konusu yorumların yapılmasının zihinsel ve kültürel arka planını oluşturduğu­nu da söylemek mümkündür.

Ne var ki, modern dönemlere geldiğimizde, Hz. Havva'nın Hz. Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı görüşünü ileri sürmek, önce­ki dönemlere göre, pek de kolay değildi. Çünkü, asırlarca devam eden kadın ve erkek telâkkileri, modern dönemlerde yeniden şekilleniyor­du. Bunun farkına varan XX. asrın ilk yarısındaki bazı yorumcular, adeta genel kabul görmüş ve itikâdî bir hüküm haline gelmiş, Hz. Havva'nın Hz. Adem'den yaratıldığı görüşünü, eşeyli üremede[232] ka­dın ve erkek rollerini göz önünde bulundurarak, felsefî bir yaklaşımla yeniden yorumlamaya çalışmışlardır. [233] Geleneği esas alan bu tür yo­rumlama çabaları, o dönemlerde yeterli görülüyordu. Bunu da, henüz daha o dönemlerde kadının tarihi, kökeni ve antropolojisine dair ko­nuların yeterince tartışma gündemine gelmemesiyle izah etmek belki de mümkündür.

Bununia beraber, feminist hareketin temsilcileri, özellikle 1980'lerden sonra yayınladıkları eser[234] ve söylemleriyle, sivil-siyasî etkinliklerini iyice görünür hale getirmişlerdir. [235] Ortak bir söylem ola­rak onlar, her sahada kadın-erkek eşitliğinden ziyade, kadının kendi özgünlüğünü ortaya koyup özgürlüğüne kavuşmasını talep etmişlerdir. Daha açık bir ifadeyle, feministler, ataerkil düşüncenin[236] asırlar öte­sinden getirdiği erkeğe ait bir takım anlayışlar yerine, kadının bizatihi kendisinin üreteceği değerlerin esas alınması gereği üzerinde durmuşlardır. [237] Hatta, bunun entelektüel ve kültürel zemini oluşturulmaya ça­lışılmış; kadının erkeğe göre ikinci plana itilmesinin tarihsel ve kültü­rel arka planı detaylı bir şekilde inceleme ve araştırma konusu haline getirilmiştir. [238]

Basın-yayın sahasında kadınla ilgili oluşan bu literatürün yanısıra. kamuoyunda feminist hareketlerin meydana getirdikleri genel bir ha­vanın varlığı da söz konusuydu. İşte bütün bu oluşumların, yorumcu­ların, Hz. Havva ile Hz. Adem'in aynı özden yaratıldıkları yönünde daha köklü bir yaklaşım sergilemelerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Şu sebeple ki, modern söylem ve düşünceler açısından bakıldığında, ilk anda kadın-erkek eşitliği tezi ile çelişen ve kadını ikinci plana düşü­ren klasik yorumun kabul edilmesi pek makul gözükmüyordu. Zira bu anlayış, kadının bizzat erkeğin kendisinden, üstelik eğri olan kaburga kemiğinden yaratıldığı düşüncesini kabul ediyordu. Böyle bir varlığın ise, erkekle aynı saygınlığa sahip olması ve onunla eşit değeri paylaş­ması mümkün değildi. Nitekim bir yoruma göre, bu rivayetin kabul edilmesi halinde, olumsuz sonuçların ortaya çıkacağı, meselâ kadının bilinç düzeyinde ontolojik olarak ikincil sırada ele alınacağı, bu duru­mun da onu birinci derecedeki erkek karşısında "araç değer'' durumu­na düşüreceği ifade edilmektedir.[239] İşte, tasvir etmeye çalıştığımız sosyo kültürel bağlamın, kadınla erkeğin aynı özden yaratıldığı yorumu­nun ön piana çıkmasına ve ağırlık kazanmasında etkili olduğunu söy­leyebiliriz. Zaten hem ayetteki lâfız ve terkipler bu tür yorumlara mü­saade ediyor; hem de çağdaş zihniyet bakımından bu izah tarzı daha uygun geliyordu.

Diğer taraftan Nisa Sûresi 1. ayetinin ilk bölümlerinin, klasik tef­sirlerde yaygın bir şekilde Havva'nın Adem'den yaratıldığı şeklinde tefsir edildiğine işaret etmiştik. [240] Fakat şöyle bir yorum tarzı geliştir­mek de muhtemel gözükmektedir.

Ayette geçen "nefs" kelimesi, Kur'ân'da çoğul şekliyle "enfus" ılarak geldiğinde, "insan cinsi"ni ifade etmek üzere kullanıldığı görül­mektedir. Meselâ, Nahl Sûresinde geçen bir ayette, Allah'ın insana kendi cinsinden eş yarattığı ifade edilirken, bu mana kastedilmektedir. "Aihh size kendi nefis(cins)lerinizden eşler yarattı. [241] Bunu açık­layıcı mahiyette gelen diğer bir ayette ise, eşlerin aynı cinsten yaratıl­ması, huzur bulup kaynaşmaları ve mutlu olmaları gerekçesine dayan­ılmaktadır. "Onun ayetlerinden biride, size, nefis(cins)!erinîzden kendileriyle sükûn bulmanız İçin eşler yaratması ve aranıza sevgi  merhamet koymasıdır. [242] Her iki ayeti bir bütünlük içerisinde düşündüğümüzde, burada ilâhî bir lütuf olarak, insanların evrende yal­nızlık çekmemeleri ve beraber yaşayarak mutlu olmaları için, erkeği ve kadınıyla farklı cinsten değil, aynı cinsten yaratıldığı temasının iş­lendiği görülecektir. [243] Yine Kur'ân-ı Kerîm'de, bu konuya diğer canlı çeşitleri ile ilgili olarak da değinilmekte; böylece aynı türden gelen bi­reylerin eşler halinde yaratıldığı, sosyopsikolojik bir olgu olarak işlen­mektedir. "...Size kendi cinsinizden eşler; hayvanlardan da (kendi­lerine) eşler yaratmıştır. [244] Hatta Kur'ân, yeryüzünde yaşayan bü­tün hayvan ve kuşların insanlar gibi birer ümmet oluşturduklarını ifa­de etmektedir. [245]

Konuyu toparlayacak olursak, Nisa Sûresi 1. ayetini, Adem ve Havva'nın yaratılması çerçevesinde değil; bu ayetlerde vurgulanan te­ma çerçevesinde yorumlamanın mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Ya­ni ayetin giriş kısmı, erkeğiyle kadınıyla bütün insanlığın, ilâhî bir lü­tuf olarak aynı cinsten geldiği; böylece uyum içerisinde hayatlarını sürdürdükleri anlatılmaktadır. Ondan sonraki bölümlerinin ise, aynı özden gelmeleri sebebiyle, insanların hem akrabalık bağlarını, hem de insanlara dönük iyilik ve hayır duygularını geliştirip kuvvetlendirmeye yönelik bir temayı işlediği anlaşılmaktadır. [246]

Diğer taraftan Nisa Sûresi 1. ayetinin, konu itibarıyla Araf Sûresi 189. ayetiyle paralellik arzettiği anlaşılmaktadır. Fakat Araf Süresin­deki ayetin devamında ifade edilen konular, bu ayetin özelde Adem ve Havva ile ilgili olarak değil de, umûmî manada yorumlanabileceği ih­timalini akla getirmektedir. Şöyle ki, Araf Sûresinde geçen ayetlerin girişi, Nisa Sûresinde yer alan ayetle aynı temayı İşlemektedir. "O'dur ki sizi bir tek nefisten yarattı, gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti. [247] Aynı ayetin devamında ise, eşlerin birleşmesi ve kadının ha­mile kalmasından, bilahere kusursuz bir çocuğa[248] sahip olabilmek için Allah'a yalvarmalarından söz edilmektedir. "...Eşi ile birleşince eşi hafif bir yük yüklendi. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırla-şmca, Rableri Allah'a: Ando'sun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükr edenler den olacağız, diye dua ettiler....." Fakat ayrıı konunun devamı mahiyetinde gelen bir sonraki ayeti okuduğumuz­da, bu eşlerin, salih evladı kendilerine lütfeden Allah'a şirk koşmala­rından söz edilmektedir. "Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk ve­rince kendilerine verdiği bu çocuk hakkında Allah'a ortaklar koş­tular.[249] Bu durum bizleri, Nisa ve Araf Sûresinde ilgili ayetlerde geçen ifadeleri Adem ve Havva'ya tahsis etmeksizin, umûmî manada, insan cinsinin erkeğiyle kadınıyla aynı mahiyetten yaratıldıkları tefsiri­ni de yapabileceğimiz sonucuna götürmektedir. Zira Adem ile Hav­va'nın Araf Süresindeki ayetin ortaya koyduğu şekilde Allah'a isyan etmeleri ve şirke düşmeleri mümkün değildir. Nitekim, ayette söz ko­nusu edilen şahısların Yahudi, Hıristiyan[250] yahut da müşrikler[251] olduğu şeklinde görüşler ileri sürülmüştür. Bu itibarla, daha Önce de işaret ettiğimiz gibi, burada zikredilen ayetlerin umumi manada alınarak, in­san cinsinin erkeğiyle kadınıyla aynı "mahiyef'ten yaratıldıkları şeklin­de tefsir edilmeleri de mümkün gözükmektedir.

Diğer taraftan müfessirler, Nisa Sûresi 1 ve benzeri ayetlerde[252] "Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı" görüşünü ileri sürerlerken, Buhârî'de geçen bir hadisi buna delil olarak ileri sürmek­tedirler. "Kadınlara iyi davranınız; çünkü o eğri kaburga kemiğin­den yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı baş tarafıdır. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın, kendi halinde bırakırsan öy­lece eğri kalır. Kadınlara iyi davranınız. [253]

Bu hadisin, Müslim, [254]Tirmîzî, [255] Dârimî[256] ve İbn Mâce'de[257] ge­çen diğer rivayetlerini bir bütün halinde incelediğimizde, Hz Peygam-ber'in bu tavsiyesiyle, temsil getirerek, erkekleri kadınlara karşı yumu­şak ve güzel davranmaya çağırdığı anlaşılmaktadır. Nitekim rivayetle­rin çoğunun, "kadın kaburga kemiği gibidir" ifadelerinde olduğu gibi teşbih edatı "kâf" ile gelmesi de, narinlik ve kırılganlık yönlerinden, kadının kaburga kemiğine benzetildiğine işaret etmektedir. Dolayısıy­la, bu sözleriyle Hz. Peygamber, ilk kadın Hz. Havva'nın nasıl yaratıl­dığı konusunda bilgi vermekten ziyade, genel olarak kadınların psiko­lojik yapılarına işaret etmekte; böylece erkekleri onlara karşı iyi dav­ranmaya çağırmaktadır. Nitekim hadis alimlerinin de kitaplarını tasnif ederken bu durumu göz Önünde bulundurdukları ve ilgili hadisleri, "kadınlara iyi ve güzel davranmayı"' tavsiye eden bablar altında riva­yet ettikleri görülmektedir.

Diğer taraftan, sarihler bu hadisin yorumunda Havva'nın Adem'­den yaratıldığı konusunu işlemektedirler.[258] Bununla beraber onların hadisi daha ziyade mecazî anlama hamlettikleri görülmektedir. Şöyle ki, Hz. Peygamber burada muhataplarına, kadınların hassas tabiat ve psikolojilerini göz önünde bulundurmalarını ve onlara karşı nazik dav­ranıp sabırlı olmalarını tavsiye etmektedir. Nitekim, hadiste geçen "ed-dıl'u'' kelimesi, Arapça'da sadece kaburga kemiği manasına gel­memekte, "eğrilik"ten kinaye olarak da kullanılmaktadır. [259] Bu mana­da, onların yaratılış ve tabiatlarında bir eğrilik, yani bir farklılık ve has­sasiyet olduğu ifade edilmektedir. [260]Diğer taraftan, bu konuda nakle­dilen rivayetlerin, ekseriyetle Havva ve Adem belirtilmeksizin, umumi ifadelerle geldiği görülmektedir. Bu da ilgili hadisin, Hz. Havva'nın ya­ratılması konusunu içermekten ziyade, genel manada kadınlara karşı takınılacak tutumla ilgili olduğu görüşünü desteklemektedir.

Nitekim, Hz. Peygamber'in, zaman zaman, kadınlarla ilgili olarak buna benzer mecazî nitelemelere gittiği görülmektedir. Meselâ Buharî'nin naklettiği bir hadiste, Hz. Peygamber'in bir sefer esnasında, ka­dınların yanına geldiği anlatılmaktadır. Enceşe adındaki bir hizmetçi, şiir söyleyerek onların develerini sürüyordu. Hz. Peygamber ona: "Ya Enceşe, cam şişe/eri{kavârîr)ni yavaş bir şekilde seuk et" diye buyur­du. [261] İfadelerin gelişinden de anlaşılacağı üzere, "kavârîr'' kelimesi bu­rada, mecazî bir anlatımla, kadınlara işaret etmek üzere kullanılmıştır.

Böyle bir benzetmeye gidilmesinin sebebi de, kadınların daha nazik ve narin bir bünyeye sahip oluşlarından ileri gelmektedir. İşte bu sebep­tendir ki, Hz Peygamber yolculuk esnasında onlara daha yumuşak davranmayı tavsiye etmektedir.[262]

Konuyu toparlayacak olursak şunu söylememiz mümkün gözük­mektedir. Nisa Sûresi 1 ve benzeri ayetlerin, Adem ve Havva'nın ya­ratılması konusunu işlemeleri mümkündür. Çünkü ayetlerde geçen İfa­deler, böyle bir yorumu yapmaya müsait bir yapı arzetmektedir. Fakat aynı ayetlerin, arzetmeye çalıştığımız türden yeni yorum imkânlarına sahip olduğu da dikkatten kaçmamaktadır. [263]

 

1.1.3. Yorumlarda Hz. Adem ve Hz. Havva'nın Cennet­ten Çıkarılması

 

Hz. Adem'in yaratılması sonrasındaki gelişmeleri Kur'ân'dan ta­kip ettiğimizde, ilk insan ve eşinin beraberce cennete yerleştirildikleri­ni görüyoruz. Cennette bir ağaç hariç, bütün nimetlerden diledikleri gibi tatmalarına müsaade edilir. Bu ağaçtan yedikleri takdirde ise za­limlerden olacakları uyarısı yapılır. [264] Kıssanın devam eden safhalarını, Araf Sûresinin ilgili ayetlerinden daha detaylı bir şekilde takip etme­miz mümkündür. Buna göre Cennette bulundukları bir sırada Şeytan gelir; kapalı olan avret yerlerini kendilerine göstermek gayesiyle her İkisine de vesvese verir; yasak ağaçtan yemeleri için, "...Rabbınız bu ağacı, sadece iki melek yahut ebedi kalıcılardan olmamanız için yasakladı." diyerek ikna etmeye ve yeminle sözlerini desteklemeye çalışır; sonuçta hile ile onları yasak ağaçtan yemeye ikna eder. Ağaç­tan tattıklarında, avret yerleri kendilerine görünür; cennet yapraklarıyla üzerlerini örterler, fakat Allah'ın şu azarlayın sorularına muhatap olmaktan da kurtulamazlar. Bu ağaçtan sizi menetmedim mi ve Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?" [265]

Ayrıca Tahâ Sûresinde, daha önce Hz. Adem'in şahsına hitaben, hem kendisi hem de eşine Şeytan'ın düşman olduğu, bu sebeple onun hilelerine aldanmamaları gerektiği uyarısının yapıldığı görülmektedir. Aksi takdirde, açlık, susuzluk ve çıplaklığın olmadığı, güneşin etkisine maruz kalmadan hayatını sürdürdüğü cennet diyarından düşeceği Hz. Adem'e bildirilir. Neticede, Şeytan yaklaşarak vesvese verir; "...Ey Adem sana ebedilik ağacım ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?" diyerek onu aldatır. Böylece de, Adem, Rabb'ına karşı gelen ve yolunu şaşıranlardan olur.[266]

Kıssayla ilgili her iki sûrede geçen ayetleri bir bütünlük içerisinde incelediğimizde, Hz. Adem'in, gerek cennete yerleşmesi esnasında, gerekse Şeytan'ın vesvesesine maruz kalarak oradan çıkarıldığı sıra­da, eşi ile beraber bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla bütün bu aşa­malarda, ilâhî hitabın her ikisine de yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde zaman zaman sadece Hz. Adem'in muhatap alındığı ve Hz. Havva'nın zikredilmediği de dikkat çekmektedir.

Klasik dönemlerde, özellikle rivayet tefsirlerinde, Şeytan'ın vesve­sesi neticesinde Adem ve Havva'nın yasak ağaçtan yemelerinden söz edilirken, kadının Ön plana çıkarıldığı görülmektedir. İlgili rivayetler­den birine göre, "Şeytan, Hz. Adem'le eşini cennetten çıkarmak iste­diği zaman, yılanın karnına girer. Cennete girdikten sonra karnından çıkar; yasak ağaçtan aiarak Havva'ya götürür ve ona şöyle der: 'Ey Havva şu ağaca baksana, kokusu ne güzel, tadı ne güzel, rengi ne gü­zeldir.' Havva ondan tattıktan sonra[267] bizzat eliyle alarak Adem'e gö­türür ve ona şöyle seslenir: 'Şu ağaca baksana, kokusu ne güzel, tadı ne güzel, rengi ne güzeldir.' Adem de bu aldatmalara kapılarak yasak ağaçtan yer. [268]

Tevrat'ta da ilgiİi konunun şu şekilde geçtiği görülmektedir: "Ve yılan kadına dedi: Katiyen ölmezsin; çünkü Allah bilir ki, ondan yedi­ğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi ve kötüyü biierek Allah gibi olacaksınız. Ve kadın gördü ki, ağaç yemek için iyi, ve gözlere hoş, ve anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı; ve onun meyvasın-dan aldı, ve yedi; ve kendisi ile beraber kocasına da verdi, o da ye­di. [269] "Ve adam dedi; Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi, ve yedim. [270]

Daha çok İsrailiyyat kaynaklı benzer rivayetlerde de, Hz. Hav­va'nın Hz. Adem'e yasak ağaçtan yemesi hususunda kimi zaman emir verdiği,[271] kimi zaman da ikna edip onu tahrik etmeye çalıştığı, [272] yine de kabul etmeyince, sarhoş hale gelinceye kadar ona şarap içirdiği[273] ve bu halinden istifade ederek yasak ağaçtan ona yedirdiği anlatılır. [274] Sonuç olarak da, Hz. Havva'nın, böyle bir fiile sebep olduğu İçin, [275] kendisinden sonra gelecek kadınlara da sirayet edecek şekilde, ilâhî cezaya çarptırıldığı nakledilir. Bu ceza da, hamilelik süresince ve do­ğum esnasında kadınların sancı çekmeye maruz bırakılmalarıdır. [276] Tevrat'ta da ilgili konu şu şekilde ifade edilmektedir: "Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesi ile çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğu­racaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana hakim olacaktır. [277] Taberi de geçen diğer bir rivayette İse, Allah'ın Havva'yı hislerine hakim ve akli selim ile hareket eden bir tabiatta yarattığı ifade edilir. Ama daha sonra aklen kendisini kontrol edemeyen bir hale getirerek onu cezalandırdığı belirtilir. Tamamlayıcı mahiyette de şu ifadeler gelir: "Eğer Havva'nın başına bu musibet gelmeseydi, yeryüzünde hiç bir kadın adet görmeyecek, hepsi akıllı ve sağ duyulu olacaktı. Yine ha­mileliklerinde zahmete maruz kalmayacak, doğumlarını da sancısız bir şekilde yapacaklardı. [278]

Bilindiği üzere, ilk insanın yaratılması ile İlgili konular esası itiba­rıyla kutsal kitaplarda yer almaktadır. Bununla beraber, insan hafızası binlerce yıldır nesilden nesile aktardığı bu bilgileri muhayyile gücü ile şekillendirmiş ve bir takım mitolojik unsurlarla onları zenginleştirmiş-tir. Tefsirlerden naklettiğimiz rivayetler de buna işaret etmektedir. Ya­ratılış kıssasına ilişkin bütün bu rivayetleri, kadın figürüne ait unsurla­rı itibariyle incelediğimizde neleri görebilmekteyiz?

Rivayetlerin şekillendirdiği tabloya baktığımızda, Şeytan'ın, Adem ve eşine vesvese verirken, doğrudan doğruya onlarla muhatap olma­dığı; kadını devreye sokarak neticeye varmaya çalıştığı görülmektedir. Yani Şeytan, amacına ulaşabilmek için Önce kadını ayartmakta, o da erkeğin günaha düşürülmesinde kendisine aracılık etmektedir. Dolayı­sıyla, adeta Havva, Şeytan'ın maşası olarak görev yapmakta ve onun için çalışmaktadır. Şeytan ise, ilâhî yasağın çiğnenmesi sürecinde, ta­bir yerinde ise, sadece düğmeye basmaktadır. Ondan sonraki aşama­da İse, kadının etkinliği söz konusu olmakta ve Şeytan'ın amacına ulaşmasını o gerçekleştirmektedir.[279]

Rivayetlerin Adem, Havva ve Şeytan üçlüsüne ilişkin resmettiği tabloyu, aktüel hayat açısından, şu şekilde de yorumlayabiliriz: İlâhî hi­tabın yeryüzünde asıl sorumlusu erkektir. Çünkü kadın, dinî emirleri yerine getirme konusunda erkek kadar azim ve gayret sahibi görün­memektedir. Hatta, bu konuda sebat sahibi olan erkeği caydırmaya ve direncini kırmaya çalışmaktadır. Tarafsız kalması şöyle dursun, ilâhî buyrukların çiğnenmesi için şeytanî güçlere yardımcı dahi olabilmek­tedir. Yine, yasak ağaçtan önce Havva yediğine göre, dinî emirleri ye­rine getirme konusunda, kadın erkeğe göre hevâ ve arzularına daha fazla uymakta, dahilde ve hariçte insanı yönlendirmeye çalışan kötü duygu ve güçlere karşı daha fazla zaafiyet göstermektedir.

Diğer taraftan, bu rivayetlerden anlaşıldığına göre, kadın erkeği doğru yoldan saptırmak için, kimi zaman güç ve inisiyatifini kullana­rak emirlerle netice almaya çalışırken, kimi zaman da karşısına çıkan engelleri aşabilmek için, kurnazca yöntemlere başvurabilmektedir. Hatta, bu uğurda, zaman zaman, gayr-i meşru bir takım vasıtalara başvurmayı da ihmal etmemektedir. [280]

 

1.1.4. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, yorumların ortaya koyduğu kadın örneğinin, Kur'ân'ın ilgili kıssada ortaya koyduğu Havva şahsiyetiyle pek uyum arzetmediğini söylemek mümkündür.[281]Zira bu yorumlarda, Kur'ân'da sergilenen Şeytan, Adem ve Havva tiple­melerine, sahnedeki yer ve duruşları İtibariyle, yeni belirleme ve nite­lemelerin getirildiği ve asıl metinden farklı rollerin biçildiği görülmek­tedir. Ası! metinde konu hikâye edilirken, daha ziyade Adem üzerin­deki vurgu dikkati çekerken, rivayetlerde Havva'nın öne çıkarıldığı ve etkin kılındığı görülmektedir. Meselâ, Tâhâ Sûresinde görüldüğü gibi, Şeytan'ın vesveselerine karşı her ikisi de uyanık bulunmaya çağrılır­ken, hitap sadece Ademe'e yöneliktir. "Dedik ki: Ey Adem bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra bed­baht olursun. [282] Araf Sûresinden farklı olarak, yine bu sûrede, ves­vesenin sadece Adem'e verildiği belirtilir. "Ne var ki Şeytan, ona ves­vese vermiş ve 'ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve hiç yok olma­yacak bir hükümranlığı göstereyim mi?' demişti. [283]

Bununla beraber, Şeytan'ın vesvesesinin anlatıldığı rivayetlerde, Havva'nın ön plana çıktığı ve aktif bir rol üstlendiği görülmektedir. Çünkü, Kur'ân'daki anlatımlardan farkiı olarak, bu rivayetlerde Adem'in aldatılmasında Havva, Şeytan'a aracılık yapmaktadır. Yine, yasak ağaçtan tattıktan sonra, Havva'nın biyolojik bir değişime uğra­tılması, ilâhî bir ceza olarak gerçekleşmektedir. Oysa, Kur'ân'daki tab­loya göz attığımızda, yasağın çiğnenmesi akebindeki ilâhî sitem ve azarlama, Araf Süresindeki ifadeye göre. her ikisini hedef almakta, Tâhâ Sûresinde ise sadece Hz. Adem'e yöneltilmektedir, "...ve Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve Şeytan size apa­çık bir düşmandır, demedim mi?' diye seslendi[284] "...Adem Rab-btna karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı. [285]

Özetle ifade etmek gerekirse, asıl metin olarak Kur'ân'da anlatı­lan kıssa İle rivayetlerin ortaya koyduğu tablo, mukayeseli bîr şekilde değerlendirildiğinde, birincisinde Adem ön planda iken, eşi pek dik­kat çekmemekte; ikincisinde ise, eşi daha görünür hale gelerek aktif bir ro! üstlenmektedir. Dolayısıyla asıl metinle, yorumların ortaya koy­duğu tablo arasında bir uyuşmazlık söz konusu olmaktadır. Oysa doğru bir yorumlamada, yorumlanan metnin aslî unsurları arasındaki me­safe ve ilişkiler düzeni çarpıtılıp bozuntuya uğratılmaz. Aksine, asıl metinde tasvir edilen sahne, yorumlar vasıtasıyla daha müşahhas ve anlaşılır bir hale getirilmeye çalışılır. Böylece asıl metinde verilen me­sajın, muhatapların dinî bilinç ve duygu dünyalarına yaklaştırılması he­deflenir. Burada okunan metnin kendisinden hareket ediiir. Oysa, ri­vayetlerin oluşturduğu tabloda, unsurlar arası ilişkilerin yeni ve farklı bir kurgusu, asıl metne, yani Kur'ân metnine yakıştınlmaya çalışıl­maktadır.

Diğer taraftan rivayet tefsirlerinde daha çok gördüğümüz ve kay­nağı itibariyle Yahudi kültürüne ait olan söz konusu haberlerin, Kur'ânî gerçeklerle ne derece örtüştüğü ve uyum İçerisinde olduğu ko­nularında bazı yorumcular çekincelerini ifade etmişlerdir.[286] Bununla beraber, söz konusu rivayetler, aynı yorum geleneğine ait tefsirlerle nesilden nesile aktarılmış; böylece ortak hafıza ve kültürel dokunun bir parçası oîmaya devam etmişlerdir. Bu sebeple, haberlerin sıhhati ko­nusunda tereddütlerin ifade edilip tenkitlerin ileri sürülmesi gerçeği, ri­vayetlerin doğurduğu olumsuz sonuçlan engelleyememiştir. [287]

Geleneksel insanın evrene, metafiziğe ve topluma ilişkin tasavvur­larının oluşmasında mitolojik hikâyelerin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Diğer insanlar gibi o da, canlıların hayatı, varlığın başlangıcı vb. mad-dî-manevî olguları daima merak etmiştir. Bu merakını da, şifrelerle yüklü olarak düşündüğü varlık aleminin gizemli yönlerini, mitolojilerin temin ettiği bilgilerle gidermeye çalışmıştır. Nitekim Muhammet Ar-kun bu konuyu şu ifadelerle dile getirmektedir: "Kadim topluluklar, sa­dece algılanabilir tarihî hakikatleri yaşamıyorlardı; onlar düş ve hayal de kuruyorlardı. İnsanın hoşlandığı olağanüstü hikâyeler, onların ha­yatlarının ayrılmaz bir parçasını oluşturuyordu. Hatta zamanla bunlar, geleneksel insanın hayatında sabit ve algılanabilir olaylardan daha et­kin bir güç haline gelmişti. [288]  Yine bununla ilgili olarak Vico, mitolojjk hikâye ve anlatımların beşerî bir ihtiyaç olduğunu ifade etmektedir. Çünkü insan şuuru, sadece ilmî bilgiyi değil; aynı zamanda şiir, fabl ve diğer muhayyile kalıplarını da üretmektedir.[289]

Rönesans, aydınianma ve diğer gelişmeler neticesinde yaşanan zi­hinsel değişim, insanın varlık hakkındaki tasavvurunda köklü değişik­likler meydana getirmiştir. Bu süreçte modern insan, kadim düşünce ve inançların getirdiği bir takım telâkkileri hafızasından silmeye çalış­mıştır. Çağdaş Kur'ân yorumcusu da, geleneğe ait zihinsel yapıyı dış­layan modern düşünceden etkilenmiş; [290] neticede yazdığı tefsirini bu tür mitolojik hikâyelerden temizlemeye çalışmıştır. [291]

Belki de bunun bir sonucu olarak, modern dönemlerde, Adem ve Havva'nın cennetten indirilmesine ait kıssanın yorumlanmasında, ge­leneğin temin ettiği malumattan pek istifade edilmediği görülmekte­dir. Bu çerçevede, klasik dönem tefsirlerinde çokça rastladığımız, Havva'nın ilk insanın cennetten düşmesine sebep oluşu, neticede ce­zaya çarptırılıp biyolojik değişikliğe uğratılması vb. temaların işlendiği İsrâiliyât kaynaklı haberlere modern dönem yorumlarında pek yer ve­rilmediği müşahede edilmektedir. Hatta, söz konusu haberlerin, Kur'ân'ın konuyla ilgili yaklaşımının anlaşılması önünde önemli bir engel oluşturduğu da sıklıkla belirtilmektedir. Bu durumun, geleneksel düşüncelerden kopuşun bir neticesi olduğu anlaşılmaktadır.

Yahut da bu olguyu, rivayetlerin ortaya koyduğu kadın portresi­nin, modern zihniyet tarafından kabul edilememesi gerçeğiyle izah edebiliriz. Bu anlamda çağdaş akıl, bu türden hikâyelere karşı olum­suz bir tavır takınmıştır. Bu tavrını da bazen, kadına ilişkin aşağılayıcı temaları içeren rivayetleri açıkça eleştirmek şeklinde, bazen de yorumiarda bu rivayetlere yer vermemek suretiyle ortaya koymuştur. [292]

 

1.2. Kadının Örtünmesi

 

Batı Medeniyeti'rıin, İslam Medeniyeti karşısında bilim, sanat, tek­nik vb. sahalarda üstünlüğü ele geçirmesi, Önce yönetici elit ve aydın­lar düzeyinde, daha sonraları da halk seviyesince, söz konusu kültür ve hayat tarzına karşı yoğun bîr Özentinin oluşmasına yoi açmıştır. Bu­nun bir sonucu olarak, toplumsal hayatın düzenlenmesinde kılık-kıya-fet konusu, çok yönlü tartışmaların meydana geldiği, sosyal, siyasal ve kültürel boyutlu bir mesele haline gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yılların­da, şapka kanunu çıkarılarak kıyafet sahasında yeni düzenlemelere gi­dilmesi, konunun hangi boyutlarda ele alındığının açık bir göstergesi olsa gerektir. Kadının giyim-kuşamı konusunda, her ne kadar kanunî çerçevede hukukî bir düzenlemeye gidilmemişse de, kimi yönlendir­melerle oluşturulan kamuoyu, meselenin güncelliğini devam ettirmesi için yeterli olmuştur.

Bilindiği gibi, yine bu dönemlerde, kadının hayatını sürdürdüğü ai­levî ve toplumsal şartların iyileştirilmesi, öncelikli bir mesele olarak ka­bul edilmiştir. Bu bağlamda, sosyal, siyasî vb. sahalarda erkeğin sahip olduğu haklara onun da sahip kılınması, merkezi önemi haiz bir konu olarak görülmüştür.[293] Bu çerçevede, diğer konular yanında, kadının modern giyim-kuşamı tarzını benimsemesi ve kamu sahasında onun­la görünür hale gelmesi, Batı medeniyetine geçişte belirleyici bir kri­ter olarak kabul edilmiştir. Bu açıdan konu, modernleşme çabalarının başlangıcından itibaren günümüze değin hâlâ önemini koruyan bir özellik göstermiştir.

Bunu muhtemelen şu şekilde izah etmek de mümkündür: Batı medeniyetine geçiş sürecinde, zihniyet planında hedeflenen değişim, uzun bir zamana ihtiyaç duyuruyordu. [294] Eğitim, kültür ve benzeri sa­halarda bununla ilgili adımlar atılmış olsa da, kısa vadede netice almak mümkün olmuyordu. İşte bu bağlamda, çağdaş medeniyet ailesine ait olduğumuzun bir göstergesi olarak, özellikle kadının kıyafeti konusun­da yeni modellerin benimsenmesi önemli görülüyordu.

Çalışmamızın bu aşamasında, kadının tesettürüne dair ele alaca­ğımız konuları, "genel olarak kadınların örtünmesi" ve "Hz. Peygam-ber'İn eşlerinin örtünmesi'' şeklinde iki ayrı alt başlık halinde incele­meyi düşünüyoruz. Bu şekilde bir tasnife gitmemizin sebebi ise, Ahzâb Sûresinde geçen ilgili ayetlerdeki hitabın, doğrudan doğruya Hz. Peygamberin eşlerine yönelik olmasıdır. [295]

 

1.2.1. Genel Olarak Kadın ve Örtünme

 

Ahzâb Sûresi, Hz. Peygamber'in eşleri de dahil olmak üzere, bü­tün mümin kadınların toplumsal hayatıyla ilgili bir dizi hükmü içer­mektedir. Mevdûdi'ye göre bu sûre, iniş sırasına göre Kur'ân'm 97. sûresi olup, hicretten itibaren başlayan Medine döneminin 5. veya 6. yıllarında nazii olmuştur. [296] Kadının örtünmesi ile ilgili nazil olan ilk ayet de bu sûrede yer almaktadır.

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ue müminlerin kadınlarına söyle, dışörtülerini üzerlerine alsınlar. Tanınıp inötilmemeleri için en uygun olan budur. Allah çok bağışlayladır, çok merhametli­dir. [297]

Ayetin içerisinde nazil olduğu sosyal yapı ve kadın-erkek ilişkileri, rivayetlerde bizlere tanıtılmaktadır. Buna göre, Medine'deki fasıklar-dan bazıları akşam karanlığı bastırdığında sokağa çıkar ve kadınlara sataşırlardı. Evler de birbirine yakın ve sokaklar oldukça davdı. Kadın­lar akşam olunca ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkarlardı. İşte on­lar da bu zamanı gözetler ve üzerlerine dışörtüsü bulunan kadın gör­düklerinde; "bu hürdür" diyerek ona sataşmazlardı. Aksi takdirde "bu cariyedir" der ve ona saldırırlardı. [298]

Değişik lâfızlarla dile getirilen bu rivayetlerden anlaşıldığına göre, Medine toplumunda örtü, hür kadınların sosyal hayatlarındak: saygın­lıklarını devam ettirebilmeleri İçin simgesel bir anlam ifade ediyordu. Başka bir ifadeyle, bu kıyafet tarzı, hür ve cariyelerin de bulunduğu toplumsal hayatta, söz konusu sınıfların statülerinin tespitinde ayırt edici sosyolojik bir işlev görüyordu.[299] Dolayısıyla nazil olan bu ayetin, Medine toplumunda başta Hz. Peygamber'in eşleri olmak üzere, mü­min kadınları ahlâkî düşük, hafif meşrep insanların tecavüz ve sataş­malarından korumaya yönelik olarak geldiğini söylemek mümkündür. Nitekim ayetin siyak-sibakının da işaret ettiği gibi, toplumda yaşayan mümin kadınlar, İslam'a muhalif çevreler tarafından rahatsız edilip incitiliyordu. Bu itibaria, cilbâbı emreden bu ayetle, zaten Araplar'ın örf ve adetlerinde mevcut olan söz konusu uygulamanın aksayan yönleri­nin telafi edilmeye gidildiğini söylemek mümkündür. Bununla, sözlü ve fiilî sataşmalara maruz kalan mümin kadınların, kıyafete ilişkin mevcut örfî uygulamanın temin edeceği güven ortamından istifade et­meleri amaçlanmış; böylece daha nezih ve iffetli bir toplumsal hayata geçilmesi hedeflenmiştir.[300]

 

1.2.1.1. Yorumlarda Dışörtüsü/Cilbâb ve Bağlayıcılığı

 

Ahzab 59. ayetinin anlaşılmasında, üzerinde durmamız gereken anahtar kelimelerden biri, "cilbâb" terimidir. İbn Manzûr bu kelimeyi değişik manalarda kullanmaktadır. 1- Kamîs. [301] 2- Himârdan[302] geniş olup, kadının başı ve göğsünü örten elbise. 3- Kadını üsten aşağıya örten elbise. 4- Kadının bütün bedenini örten çarşaf türü bir elbise; uyuyan kimsenin bütün vücudunu örttüğü Qece elbisesine benzer. [303] Mütercim Asım da bu kelimeye benzer manaları vermektedir: 1-Gömlek. 2- Kadınlara ait üstİük diye isimlendirilen cardan[304] küçük ge­niş elbise. 3- Himâr manasında kadının başörtüsü. [305]

Klasik dönem tefsirlerini incelediğimizde, ayette emredilen cilbâbın, nasıl örtülmesi gerektiğine dair farklı görüşîerin ileri sürüldüğünü görüyoruz. Fakat söz konusu görüşleri bir bütün olarak değerlendirdi­ğimizde, kadının bir veya iki gözü açıkta kalmak suretiyle, yüzünü de Örtmesi gerektiği yönünde, yaygın bir görüşün olduğu dikkati çekmek­tedir.[306] Lügatlerin verdiği tariflerde, cilbâbın yüzü kapatan bir özellik taşıdığına dair açık bir kayıt bulunmazken, tefsirlerde özellikle bu hu­susun vurgulanması dikkat çekicidir.

Söz konusu vurgunun, yaşadığımız asrın ilk yarısında da sürdürül­düğünü görüyoruz. Meselâ Yazır, cilbâbla Örtünmenin, "bütün bedeni sıkıca örtmek" ve cilbâbın bir tarafıyla "başından yüzünü örtmek" tar­zında iki şekli olduğunu belirtmektedir. Devamla o, yüzü örtmenin de iki biçimde gerçekleştiğini İleri sürmektedir. Birincisi, çocukluğunda memleketinde annelerinin örtünme tarzında olduğu gibi, kaşlarına ka­dar başını örttükten sonra, büküp yüzünü de örterek sadece bir gözü­nü açıkta bırakmak suretiyle gerçekleşmektedir. İkincisi ise, İstanbul'a geldiğinde kadınların tesettüründe olduğu gibi, örtüyü alnına sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerinin ikisini açıkta bırakacak şekilde, yüzünün büyük kısmını ve göğsünü Örtmek suretiy­le gerçekleştirilir. [307] Görüldüğü gibi, müfessir, cilbâb kelimesini tefsir ederken, yaşadığı çevrelerde adet haline gelen örtünme tarzına atıfta bulunmakta ve sunduğu yorumun bu uygulamayla örtüştüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla şu soru akla gelmektedir: Acaba müfessirin çevresindeki tesettür tarzı mı ayetin manasına uygun düşmekte; yok­sa, yaşadığı çevrede yaygın o!an örtünme tarzı mı ayetin yorumlan­masında belirleyici olmaktadır?

Diğer taraftan çağdaş yorumculardan bazıları, günümüzde fitne­nin yaygınlaştığını ileri sürerek, [308] kadının yüzünü kapatmasının daha uygun olacağı görüşünü ileri sürmektedirler.[309]Bu yorum tarzıyla, di­nin haram kıldığı fiillere giden yollar ihtiyatî bir tedbir olarak kapatıl­maya çalışılmaktadır. Fakat tabiî olarak bu durum, dinin mubah kılıp müsaade ettiği alanın biraz daha daraltılıp sınırlandırılması sonucunu doğurmaktadır. [310]

Anlaşıldığı kadarıyla bu yaklaşım, toplumda dinî duygunun zayıf­laması sebebiyle kadınların yüzlerini kapamaları görüşünü benimse­mektedir. Bununla, erkeğin nefsanî arzularına uyarak cinsel günaha düşmemesi ve kadın-erkek ilişkilerinin dinen haram kabul edilen bir noktaya varmaması amaçlanmaktadır. Bu tür yorumlara meyledilmesinin nazarî gerekçelerinden biri, usûlü fıkhın "mefsedetin definin, hayrın celbinden daha evla olduğu[311] ilkesidir. Bu prensipten ha­reketle, toplum hayatında yaygınlaştığı kabul edilen fitne ortadan kal­dırılmaya çalışılmış; ancak sonuç İtibarıyla bu, kadının tesettürü ve toplumsal hayatı ile ilgili bir takım sınırlamalara gidilmesine de yol aç­mıştır.

Ahlâkî ve manevî eğitim yoluyla hedeflenen seviyeye ulaştırılması gereken cinsierarası ilişkiler, böylece kadın tesettürünün ileri bir nok­taya götürülmesi suretiyle kontrol edilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan ba­kıldığında, müfessiri bu tür yorumlar yapmaya zorlayan faktörün, ye­terince ahlâkî ve vicdanî terbiyenin verilemediği idarî ve toplumsal ya­pılanmalar olduğu söylenebilir. Başka bir ifadeyle, manevî eğitim ve terbiyenin fertlere yeterince verilememesi sebebiyle, cinsler arası iliş­kilerde meydana gelen yozlaşma, fıkhî hükümler yoluyla giderilmeye çalışılmıştır.

Bu yorum tarzında, kadının giyim-kuşarru konusunda, geleneksel değerleri dışlayan ve serbestliği ön gören egemen modern zihniyete uyum sağlama şöyle dursun, ona muhalif bir söylem geliştirilmeye ça­lışılmaktadır. Modern söyleme uyum sağlama ve ona kendini benzet­me eğiliminde, zaman zaman ölçüler kaçırıldığı gibi, onu bütünüyle reddetme ekseninde kendini konumlayan yaklaşım da, aynı şekilde aşırılıklara düşebilmektedir. Bu yorum tarzında da, yabancı kültüre karşı bir tavır alma söz konusudur. Ancak bu, muhafazakâr bir yakla­şım olarak değerlendirilebilir. Çünkü buna göre, Batı kaynaklı yaban­cı değerler, kadın-erkek ilişkileri bağlamında İslam toplumunu yozlaş­tırmakta ve tehdit etmektedir. Dolayısıyla geleneğe dayalı toplumsal ilişkilerin korunup devam ettirilmesi gerekmektedir. İşte bu gerekçe­lerden hareket eden alimler, değişik delil ve yöntemleri esas alarak, kadının tesettürü konusunda daha sınırlandırıcı bir takım yorumlara gitmişlerdir.

Bir başka ifadeyle, son iki asırda İslam dünyasının, bilim, kültür ve siyaset sahalarında Batı karşısında bir başarısızlığa uğradığı bilinmek­tedir. Bu durum, Özellikle XX. asrın başlarından itibaren müslüman toplumları maddî ve manevî alanlarda önemli kayıplara uğratmıştır. Tabiî olarak bu gelişmeler, müslüman aydın ve düşünürleri, İslam dün­yasının karşı karşıya kaldığı çok boyutlu sorunları çözmeye yöneltmiş­tir. Bu bağlamda, İslam toplumunun maruz kaldığı her türlü olumsuz­luk ve kötü gidişatı, ahlâkî çöküntüye bağlayanlar olmuştur. Dolayısıy­la bu çerçevede geliştirilen çözüm önerileri, esas itibarıyla ahlakî de­ğerlere yeniden dönüş temalarını işlemiştir. Bu durumun da, kadının Örtüsü ve kamu hayatındaki konumuna İlişkin belirlemelerin daha kı­sıtlayıcı ve sınırlandırıcı bir içerik kazanmasına sebep olduğunu söyle­yebiliriz.

Yakın dönemlere geldiğimizde, cilbâb kelimesinin yorumu ve kul­lanılışı konusunda farklı izahların yapıldığını görüyoruz. Meselâ Ateş, geçmiş dönemlerde örtü konusunda titiz bir anlayışın hakim olması dolayısıyla bu terimin tanım ve kullanımına ilişkin aşın yorumlara gi­dildiğini belirtmektedir. Ona göre cilbâb kıyafeti, baştan aşağıya salı­nan, içten giyilen elbiseleri kapatan bir giyim tarzı olup yüzü örtmesi gerekmemektedir.[312] Aktan da benzer şekilde, tarihte bazı dönemler­de kadının örtünmesi konusunda abartılı yorumlara gidildiğine işaret etmektedir. Ona göre, himâr ve cilbâbın örtünmesini emreden ayet­lerde, gerçekte kadınların el ve yüzlerinin örtülmesine dair her hangi bir işaret bulunmamaktadır. [313] Esas itibarıyla bu ayetler, kadınların başlarını Örtmeleri konusunu ele almamakta, mümin kadınların Câhi-liyedeki hemcinsleri gibi vücutlarını gösterecek ev içi kıyafetiyle soka* ğa çıkmamaları konusunu hükme bağlamaktadır. [314]

Diğer taraftan Ateş, muhtemelen günümüzde bazı çevrelerin, ayette geçen cilbâbı çarşaf manasında yorumlama konusundaki gay­retlerini göz önünde bulundurarak, bu kelimenin söz konusu kıyafetle sınırlandırmasının doğru olmadığını belirtmektedir. [315] Hatemi de, cil-bâb teriminin manasını, "siyah ve çirkin bir çarşafla daraltmanın doğru olmadığına işaret etmekte ve görüşlerini psikolojik bir tarzda izah etmeye çalışmaktadır. Ona göre, kıyafet konusunda aşırı bir tutu­mun sergilenmesi, bireylerin ruh sağlığını bozabilmektedir. Bu mana­da özellikle çocuklar, bütün estetik çizgilerini yitirip ürkütücü bir görü­nüm arzeden kadınlardan olumsuz yönde etkilenmektedirler. [316]

Cilbâb terimine dair özet olarak burada vermeye çalıştığımız yo­rumlar, geleneksel dönemden modern döneme geçerken, bu terimin nasıl bir muhteva değişikliğine uğradığını bizlere göstermektedir. Bu­rada çoğunluğu itibarıyla yorumcuların, örtünmeye dair emrin genel kriterlerine bağlı kaldıkları anlaşılmaktadır. Bununla beraber onlar, yasadıkları çevrenin örf, adet ve zevklerine göre cübâb terimini tanımla­maya ve İçeriğini doldurmaya çalışmışlardır. Bilindiği gibi, günümüzde bazı çevrelerde dinî örtünme şekli çarşafla özdeşleşürilmeye çalışıl­maktadır. Fakat modern yorumcuların, söz konusu giyim tarzına kar­şı geliştirilen aleyhte söylemleri[317] hesaba katarak, ürkütücü olmayan ve estetik duygulara hitap eden renk ve giysiîeri tavsiye ettikleri anla­şılmaktadır. Yine manto, pardüsü ve palto gibi kıyafetlerin söz konu­su terim çerçevesinde değerlendirildiği görülmektedir. Bunu da, mo­dern zamanların cilbâb terimine kazandırdığı muhteva zenginliğinin bir göstergesi olarak ifade etmek mümkündür.

Ahzâb Sûresi 59. ayetinde geçen cilbâb kelimesine getirilen yo­rumların da işaret ettiği gibi, modern dönemlerde bu terimin içerik iti­barıyla bir değişikliğe uğradığını söylemek mümkündür. Bunun yanı sı­ra, ayette geçen örtünme emrinin bağlayıcı olup-olmadığı konusunun da, bu yüzyılda tartışma gündemine geldiği anlaşılmaktadır. Meselenin günümüze ait bir konu olmadığı, tartışmanın daha eskilere, bu asrın ilk yansına kadar uzandığı görülmektedir. Bu çerçevede kimi zaman fıkıh usûlünün bazı yöntemlerinden istifade edilerek, kimi zaman da örtü emrinin tarihse! olduğu vurgulanarak serbest yorumlara gidilmiş; sonuçta örtünme hükmünün şartların değişmesiyle geçerliliğini kay­bettiği ileri sürülmüştür.

Meselâ Hüseyin Kâzim Kadri, 1933'te yazdığı bir risalede, İslam fıkhının "adet muhakkemdir[318] ve "adete bina edilen hükümler zamanın ihtilafıyla muhtelif olabilir" kaidelerine dayanarak, Arap örfüne göre konulan naslara, herhangi bir müslüman topluluğun uy­masının gerekli olmadığını belirtmektedir. Ona göre, kadının örtün­mesi de bunun örneklerinden biridir. Dolayısıyla, örtünme emrini adet haline getirmiş bir topluluğun, kendi millî kıyafetini devam ettirmesi, bu topluluğun dinden çıkmasına sebep teşkil etmez. [319]

Yine, 1894-1981 yılları arasında yaşayan Cemil Sena, kaleme al­dığı Hazreti Muhammed'in Felsefesi isimli eserinde, Ahzâb Sûresi 59. ayetine atıfta bulanmakta ve Örtünme emrinin, eğitimsiz bir top­lumda, cinsel güdülerini dizginleyemeyen erkeklere karşı kadınları ko­rumak gayesiyle geldiğini ileri sürmektedir.[320] Devamla o, bu iddiası­nı şu şekilde izah etmeye çalışmaktadır: İlk İslam toplumunda refah düzeyinin yükselmesi sebebiyle, seçkin bir kadın topiuluğu oluşmuştu. Dolayısıyla, ahlâkı düşük erkeklerin sataşmalarından onları uzak tut­ma ihtiyacı hasıl olmuştu. [321]  İşte İslam'ın emrettiği örtünme hükmü de, bu zamanın ihtiyaç ve koşullarından, insan özgürlüğü ve kişiliği hakkındaki yanlış anlayışlarından doğmuştur. Dolayısıyla, kadınların örtüsüz gezmelerine alışılmış bir toplumda, bu tedbire başvurulmasına ihtiyaç yoktur. [322]

Görüldüğü gibi her iki yazar da, Ahzâb Sûresinde geçen dışörtüsü emrine gerekçe teşkil eden illetin sosyolojik özelliğinden hareket ederek bir genellemeye gitmektedirler. Sonuçta onlar, örtünme konu­sunu, o dönemin sosyal şartlarının gerektirdiği bir ihtiyaç olarak de­ğerlendirmektedirler.

Günümüzde, kadın konusunda ileri sürdüğü görüşleriyle dikkati çeken Hatemi'nin ise, ayette emredilen cilbâb hükmünü mendûb ola­rak değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Ona göre, kadının, lâubalî erkek­ler tarafından taciz edilmemesi için, saçlarını örten dış örtüsü ile soka­ğa çıkması takvaya ve ihtiyata daha uygundur. [323]

Karaman ise, Örtünme konusunda "himâr" ve "cilbâb" emirlerini birbirinden ayırmaktadır. Bu bağlamda, cilbâb emrine gerekçe teşkil eden illetin düşmesi sebebiyle, bu konudaki hükmün de geçerliliğini yi­tirdiğini ileri sürmektedir. Fakat o, aynı şartların gerçekleşmesi halin­de, hükmün yeniden yürürlüğe konulacağını buna ilave etmektedir.

Biraz daha açacak olursak o, toplumda cariyenin kalmaması, ya da hür kadınları diğerlerinden ayıracak başka bir alametin bulunması ve­ya kamu düzeninin sağlanıp incitme olaylarının asgariye indirilmesi sebebiyle, hükmün geçerliliğini kaybettiği kanaatindedir. Dolayısıyla cilbâbın, bağlayıcı bir emir olmaktan çıkması sebebiyle, günümüz sos-yai şartlarında kadının, başka uygun giysilerle örtünerek sokağa çıka­bilmesi mümkündür.[324] Ona göre, tarihteki uygulama da zaten böyle olmuştur. Usûl açısından bu yorum tarzı, "nesih" değil; "tahsis" konusuna girmektedir. Bu ise, belli şartlarda uygulanması istenen bir hük­mün, o şartların bulunmadığı yer ve zamanlarda uygulanmaması­dır. [325] Aynı sosyal şartların yeniden gerçekleşmesi halinde ise, söz ko­nusu hüküm yeniden yürürlüğe konulacaktır. [326]

Burada naklettiğimiz görüşleri özetlediğimizde, şuniarı söyleme­miz mümkün olacaktır: Çağdaş yorumculardan bazıları, cilbâb hük­münden hareket ederek, kadının örtünmesi konusunda genel bir so­nuca varmaya çalışmışlardır. Bu çerçevede örtünme emri, modern dö­nem yorumlarında dinî bir hüküm olarak bağlayıcı özelliğini yeterince muhafaza edememiştir. Zira söz konusu emir, kimi zaman, Araplar'a özgü bir kıyafet olduğu düşünülerek, günümüz şartlarında farziyyetini yitirdiği ifade edilmiş; kimi zaman da, ihtiyaten uyulması uygun görü­len bir tavsiye olarak değerlendirilmiştir. [327]

 

1.2.1.2. Yorumlarda Başörtüsü/Himâr ve Bağlayıcılığı

 

Kur'ân-ı Kerim'de kadının örtünme şeklini düzenleyen ayetlerden bir diğeri de, Nûr Sûresi 31. ayetidir. Bu ayette genel olarak, örtün­menin sınırları, kimlere karşı gerekli olduğu ve iffet kavramıyla olan alâkasına işaret edilmektedir. Bu sebeple, konuyla ilgili olarak Ahzâb Sûresinde geçen ayete göre, daha geniş çerçevede bir düzenlemeyi içerdiği söylenebilir. Diğer taraftan, kadının örtüsü konusunda son gelen ayet olması sebebiyle, onun hikmet ve gayesini en geniş manada ortaya koyması bakımından da ayrı bir önem arz etmektedir.

"Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını yere İndirsinler. İffetle­rini korusunlar. Ziynetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasın­lar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Ziynetlerini şu kim­selerden başkasına göstermesinler: Kocaları  yahut babaları..."

Ayette emredilen başörtüsü, "el-himâr" kelimesiyle karşılanmak­tadır. Çoğulu "el-humur" olarak gelmektedir. Bu kelime "h-m-r" kök harflerinden oluşmaktadır. Lügatte "et-tahmîr", Örtmek manasına gel­mektedir. İçki olarak kullanılan şarap, sarhoşluk vererek insan aklını örttüğü için "el-hamr" olarak ifade edilir.[328] Yine kadının, kendisiyle başını örttüğü bez parçasına da "el-himâr" denmiştir. [329] Ayrıca erke­ğin başını örttüğü sarık da bu kelimeyle ifade edilmiştir. [330]

Rivayetleri incelediğimizde, bu kelimenin ifade ettiği Örtünün, Kur'ân'ın nüzulünden önce Araplar arasında bilindiği ve kullanıldığı anlaşılmaktadır. [331]Fakat nazil olan bu ayetle, kadınlara, Câhiliyedeki hemcinslerinin aksine, bu örtüyü gerdan ve göğüslerini kapayacak şe­kilde yakaları üzerine salmaları emredilmiştir. Çünkü, İslam öncesinde kadınlar böyle yapmıyorlardı. Aksine onlar, erkekler arasında Ön ve göğsün üst tarafları açık bir vaziyette dolaşır-, herhangi bir örtüyle bu­ralarını örtme gereğini duymazlardı. Bazen, boyun, saç örgüleri ve ku-laklarındaki küpeleri de açıkta bırakırlardı. [332] Kurtûbî bu konuya işa­retle, Câhiliye kadınlarının, başlarını kapatıp örtülerini sırtlarından aşağıya salıverdiklerini, ancak göğüs üst kısımları, boyun ve kulakları­nı açıkta bıraktıklarını belirtmektedir. [333]Râzî de, o dönemdeki kadın­ların örtünmesini şu şekilde dile getirmektedir: Câhiliye kadınları, ba­şörtülerini arkadan bağlar, yakaları ise ön tarafta bulunurdu. Bu durum­da göğüslerinin üst tarafı ve boyunları açıkta kalırdı. İşte nazil olan bu ayetle, başörtülerini yakalarının üzerine salmaları, böylece göğüslerinin üst tarafı, boyun, saç, kulak ve gerdanlarını kapatmaları, yine buralar­da bulunan takı ve benzeri süsleri örtmeleri onlara emredilmiştir.[334]

Vahyin ilk muhatabı olan Câhiliye kadınlarının giyim-kuşam ve ör­tünme tarzlarını tasvir eden bu nakillerden de anlaşılmaktadır ki, ba­şörtüsü Kur'ân'm nazil olmasıyla ilk defa belirlenmiş bir örtünme şek­li değildi. Aksine, Kur'ân gelmeden önce de Araplar, kadının iffet ve namusuyla bağlantılı olarak düşündükleri himâr denilen bu örtüyle başlarını kapatıyorlardı. [335]

Bununla beraber Kur'ân, sözü edilen sosyal gerçeklikten hareket ederek, kadınların örtünme tarzına yeni bir düzenleme getirmiştir. Bu çerçevede kadın-erkek, her iki tarafın da birbirine yönelik bakışlarını kontrol etmelerini ve iffetlerini korumalarını emretmiştir. Diğer bir an­latımla, cinsel günaha düşmemeleri için muhataplarına karşı uyarılar­da bulunmuş, böylece onları gönül dünyalarını arındırmaya davet et­miştir. Dolayısıyla, müminlerin manevî ve derûnî hayatlarını olgunlaş­tırmaya yönelik olarak, himâr kelimesinin muhteva çerçevesine ahlâ­kî bir derinlik kazandırılmıştır. Bu anlamda söz konusu terimin, Kur'ân'm muhtevasına girme sürecinde, müminlerin içsel hayatlarının esenliğe ve ahenge kavuşması yönünde yeni bir içerik kazandığı söy­lenebilir.

Modern dönemlerde, kadının örtünmesi bağlamında üzerinde en fazla durulan konulardan biri de, ayette geçen himâr kelimesi olmuş­tur. Kimi zaman bu kelimenin neye tekabül ettiği, kimi zaman da ge­tirdiği hükmün bağlayıcı olup-olmadığı tartışma konusu olmuştur. Ko­nuya getirilen farklı yorum ve bakış açılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

Ortak bir çalışmanın ürünü olan 'İslam Gerçeği" isimli kitap, bu terimi, isteyenin her "hangi bir Örtü", isteyenin de "başörtüsü" mana­sına alabileceğini kaydetmektedir. Zira bu yaklaşıma göre, ayetin esas vurguladığı nokta, kadının göğüslerini örtmesidir. [336]Söz konusu kitabin yazarlarından olan Öztürk, kendi eserinde konuya biraz daha açık­lık getirmekte ve ayette geçen ilgili ifadeye "...örtülerini/başörtüleri­ni göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar..." mealini vermektedir. Görüldüğü gibi o, sözünü ettiğimiz kelimeye birinci derecede "başörtüsü manasını değil; "örtü", yani her hangi bir örtü manasını ver­mektedir. Çünkü müellife göre, bu kavramı Örfe bağlı kalmak suretiy­le geleneksel veriler çerçevesinde yorumlamak, konuyla ilgili emir ve yasakların Kur'ânî boyutunu yakalamada tartışma ve sıkıntılara yoi aç­maktadır. Bu itibarla, hımâr kelimesi, örfî manasıyla alındığı takdirde başörtüsü anlamına gelmektedir. Ama bazı bilginlerin yaptığı gibi, lü­gat manasıyla izah edildiğinde,[337] bu kelime yeni bir açılım kazan­makta, böylece geleneksel manada kullanılan başörtüsü ile yorumlan­ma zorunluluğu da ortadan kalkmaktadır. Zaten himâr kelimesi ile ba­şörtüsü kastedüseydi. ayetteki ifadelerin kelime değişikliğiyle "ve'l yedribne bi humuri re'sihinne" ifadeleriyle gelmesi gerekirdi. [338]

Bununla beraber Öztürk, hımâr kelimesini, Hz. Peygamber'in devrindeki uygulamayı da göz önünde bulundurarak, örfî manasında kullanmanın daha gerçekçi olacağını belirtmektedir. Ama başörtüsü­nün şeklini, boyutunu ve kapatması gereken yerleri inceden inceye hesaplamanın da Kur'ânî bir yaklaşım tarzı olmadığını ifade etmekte­dir. [339] Bu bağlamda, saçının belli bir kısmı açık kalsa dahi, başını her­hangi bir şekilde örten kimsenin suçlanmasının doğru olmadığını da buna ilave etmektedir. Zira, ayette hiç bir tartışmaya imkân bırakma­yan nokta, göğüslerin tamamen kapatılmasıdır. Saçların görünmeye-cek şekilde bütünüyle kapatılmasını emreden açıklıkta bir ifade ise, burada geçmemektedir. [340]

Hatemi de, ayetin ilgili kısmını benzer şekilde yorumlamaktadır. Bununla beraber o, kelimenin örfî manasını dikkate aimamaktadır. Dolayısıyla ayette emredilen örtü ile, başörtüsünün kastedildiğini ileri sürmenin tartışmaya açık bîr konu olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, söz konusu örtünme buyruğu, dar anlamda mahrem yer kabul ettiği, kadının göğüs yörelerini kapsamaktadır. Dolayısıyla, ayette ge­çen ceyb kelimesi, kendi tabiriyle, bu yerleri nezih bir ifade ile dile ge­tirmektedir.[341]Hımâr kelimesi ise, başörtüsü manasında değil; örtü, yani giysi anlamında kullanılmaktadır. [342] Bu itibarla saçların mutlaka örtüleceğine dair Kur'ân'da katî herhangi bir kayıt bulunmamakta­dır. [343] Başka bir ifadeyle, başın örtülmesi hususu ayetlerde açıkça be­lirtilmediğinden, mesele ictihadî bir konu olarak karşımıza çıkmakta­dır. [344] Sonuç olarak bu konu, tartışmaya açık bir özellik gösterdiğin­den, müslüman bireyin dinî hassasiyeti ve takva duygusu çerçevesin­de değerlendirilmesi gerekmektedir. [345]

Ateş ise, verdiği bir konferansta, ayete nazil olduğu tarihsel arkaplan açısından bakmakta ve burada geçen örtünme emrinin Araplar arasında köklü bir geleneğe sahip olduğuna işaret etmektedir. Ona göre, söz konusu emir, Kur'ân'm getirdiği orijinal hükümler arasında bulunmamaktadır. [346] Bununla beraber, kadının başını örtmesinin "iyi" olacağına da işaret etmektedir. Ancak o, günümüzde bazı çevrelerin, bu konuda sahip oldukları kanaatlere ve ona yükledikleri anlamlara üstü kapalı bir şekilde imalarda bulunmaktadır. Bu çevrelerin söz konusu emri, İslam'ın olmazsa olmaz hükümlerinden biri olarak kabul etmelerinin doğru olmadığını belirtmektedir. Çünkü "din, sadece bir çaputtan  ibaret  değildir ve  bir  kumaş  parçasına  da  endekslenemez. [347]

Ona göre, Kur'ân'ın nazil olduğu dönemde, toplumda başı açık bir hanım bulunursa, insanlar onun başına üşüşürlerdi. Oysa günü­müzde, kadın-erkek ilişkileri eskiye oranla büyük ölçüde değişikliğe uğradığından, başı açık kadınlara toplum artık iyice alışmıştır. [348] Baş­ka bir ifadeyle, Ahzâb Sûresinde de belirtildiği gibi, örtünmenin asıamacı, namus duygusu ve toplumun nezaketini korumaktır.[349] Dola­yısıyla şartların değişmesiyle, bir kıyafet toplumun çoğunluğunca be­nimsenmiş ve teamül haline gelmişse, artık onun Kur'ân'a aykırı ol­duğunu söylememiz doğru değildir. [350] Diğer bir ifadeyle, örtünün te­mel amacı namusu korumak ise, günün koşullan içinde, ağır başlı ve cezbedici olmayan normal kıyafet de yeterlidir. [351] O konuşmasının devamında, erkekte olduğu gibi cariyede de avret mahallinin, göbek­le dizkapağı arasını örtmek olduğunu hatırlatmaktadır. [352] Dolayısıyla, eğer örtünme emri, dinin vazgeçilmez emirlerden biri olsaydı, o za­man cariyenin de örtünmesi gerekirdi. Zira cariye de diğer müminler gibi, dinin bütün emirlerini yaşamaktan sorumludur. Dolayısıyla bu meselenin bir teamül olarak değerlendirilmesi, daha makul bir durum olarak gözükmektedir. [353]

Bütün bu yorumları özetlediğimizde şunu söylemek mümkündür: Modern dönem yorumlarında bir eğilime göre, ayette geçen himâr kelimesi izah edilirken, konunun tarihteki anlaşılma ve uygulamasın­dan ziyade, Kur'ânî boyutu ön plana çıkarılmıştır. Bu çerçevede, ayet­te geçen başörtüsü talebinin içtihadı bir mesele olduğu ifade edilerek, özellikle şu hususların altı çizilmiştir. Birinci olarak, himâr kelimesi, lü­gatlerde kök itibarıyla her hangi bir şeyi örtme manasına gelmektedir. Dolayısıyla bu hususun gözönünde bulundurulması gerekir, ikincisi, bu kelime Örfî olarak başörtüsü manasına alınsa dahi, Kur'ân'da bunun şekil ve sınırları net bir şekilde ortaya konmamıştır. Üçüncü olarak, ayet başı değil; göğüsleri örtmeyi tartışmasız bir şekilde ortaya koy­maktadır. Dördüncü olarak da, bu gerekçeler sebebiyle başörtüsünün içtihadı bir mesele olduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, burada zik­redilen yorumculara göre söz konusu emir, bireyin takvası çerçevesin­de değerlendirilmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. [354]

 

1.2.1.3. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Kur'ân'm ilgili ayetlerinde geçen başörtüsü talebinin, modernleş­me çabaları öncesinde, fakih ve müfessirier tarafından teorik çerçeve­de bağlayıcılığı kabul ediliyordu. Aynı şekilde bu talep, pratik hayatta da yaygın bir şekilde, kadın kıyafetinin bir parçası olarak uygulama sa­hası buluyordu. Ancak, naklettiğimiz yorumlarda da görüldüğü gibi, özellikle 1980lerden sonra, söz konusu talebin bağlayıcı niteliği bazı çevrelerde tartışılmış ve tavsiye[355]içerikli olduğu belirtilmiştir.

Konunun bilimsel bir özellik arzetmesi, bahsedilen yorumların sosyal ve kültürel bağlantılarının göz ardı edilmelerine sebep olabilir. Bu durum ise, ileri sürülen yorum ve görüşlerin değer ve mahiyetleri­ni gerçekçi bir şekilde tespit etmemiz sonucunu doğurur. Çünkü, bel­ki de esas itibarıyla bu yorumlar, sosyolojik karakteri ağır basan bir özellik göstermektedirler. Bu açıdan, başörtüsü çerçevesinde özetledi­ğimiz yorumları, meydana geldikleri tarihî şartlar açısından anlamaya çalıştığımızda, daha anlaşılır hale geldikleri görülecektir.

Şöyle ki, konu, özellikle yaşadığımız asrın son çeyreğinde, etkisi­ni iyice hissettiren bir sorun olarak gündeme gelmiştir. Bu bağlamda mesele, basın yayın hayatı ve akademik çevrelerde sosyal ve kültürel yönleriyle geniş bir yelpazede ele alınarak, bilimsel çalışma ve araştır­malara konu olmuştur. [356] Bu çerçevede yoğunlaşan tartışmaların, Türkiye bağlamında, geleneksel değerlerle modern değerlerin uyuş­mazlığını simgelediğini de söyleyebiliriz. Kur'ân'da geçen başörtüsü talebinin bir tavsiye olarak değerlendirilmesi, yahut da takva kavramı Çerçevesinde ele alınmasını da, anlatmaya çalıştığımız sosyal bağlamla alakalı olduğunu söylemek mümkündür. Zira, söz konusu görüşleri ileri süren yorumcuların, ayetin yorum ve izahını yaparlarken, konu­yu çözüme kavuşturma, toplumsal uzlaşmayı temin etme yönünde ça­ba sarf ettikleri anlaşılmaktadır. Nitekim buna yönelik zihinsel altyapı­yı ortaya koyan ifadeleri de tespit edebiliyoruz. Meselâ bu yorumlar­da, başını kapatanlara saygı duyulması, kapatmayanların hor görül­memesi, bu konuda bir kimsenin diğerine baskı yapmaması, temala­rının sık sık tekrarlandığı müşahede edilmektedir.[357]

Diğer taraftan, söz konusu yorumların, bazı yönlerden postmo-dern kavram ve iddialarla paralellik arzettikleri de görülmektedir. Her ne kadar, çağdaş yorumcuların, postmodern teorilerden doğrudan et­kilendiklerini söylemek zor gözükse de, Batıda ortaya çıkan "postmo­dern durunV'un Türkiye'ye yansımasından esinlendiklerini söylemek mümkündür. Çünkü Postmodern teori, monizme muhalefeti, çok ses­liliği ve rölativizmi yeniden canlandırmak gibi özellikleriyle dikkati çek­mektedir. [358]Bu açıdan bakıldığında, modern yorumcuların, tarafları kaynaştırmaya ve barıştırmaya yönelik, herkesi kuşatıcı mahiyette bir yaklaşımı tercih ettikleri görülmektedir. [359]Böylece kendi doğrularını karşı tarafa kabul ettirmeye yönelen görüş sahiplerinin, yorumlar va­sıtasıyla mutlakıyetçi olmayan ve dışlamayan çoğulcu anlayışla teskin edilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz.

Nakletmeye çalıştığımız söz konusu yorumlarda da görüldüğü gi­bi, himâr terimi, klasik dönemlerden farklı olarak yeni bir izahla tefsir edilmeye çalışılmaktadır. Bu da, kelimenin örfî olarak toplumsal ha­yatta kazandığı kullanımın haricinde, kök manasından hareketle ger­çekleştirilmektedir. Arapça nazil olması sebebiyle, Kur'ân'ın yorum­lanmasında, bu dilin birinci derecede göz önünde bulunduruiması ge­reğini inkâr etmek mümkün değildir. Ancak nassın tefsirinde, sadece lügavî verilerden hareket ederek neticeye varmaya çalışmanın, bizi doğru sonuçlara götürmeyeceğinin de bilinmesi gerekir.

Zehebî'nin de ifade ettiği gibi, tefsirlerde düşülen hatalardan biri de, yorumcunun, sadece dilin kullanım tarzlarını esas alarak yorumlara gitmesidir. Oysa, ayetlerin sahih manasına ulaşmak için, Kur'ân'm geldiği İlk kaynak, gönderilen Peygamber ve ilk muhatapların dikkate alınması gerekmektedir.[360]Aksi takdirde, ilk muhatapların ve sonra­kilerin anlama biçimlerini göz ardı ederek, yahut da nassı, içerisinde varlık bulduğu şartlardan soyutlayarak anlamaya kalkışmak, spekülatif yorumlara yol açacaktır.

Diğer taraftan, özetlemeye çalıştığımız yorumlarda görüldüğü gi­bi, kelimenin yaygın olarak kullanılmayan lügat manası "örtmek", ör­fi kullanımı olan "başörtüsü"ne tercih edilmektedir. Bu ise tartışmalı bir yaklaşım tarzına bizleri götürmektedir. Zira usûle göre, kelimenin iki manasından biri açıksa, ayet buna göre yorumlanır. Eğer Örtük ma­na kastediliyorsa, buna delil gösterilmesi gerekmektedir. Yine, bir ke­limenin iki manasından biri örfe, diğeri lügate dayanıyorsa, ayetin ör­fî manaya hamledilmesi daha uygundur. [361]

Himâr kelimesini, söz konusu yorum ilkeleri açısından değerlen­dirmeye tâbi tutacak olursak, lügatlerde bu kelimenin, yaygın olarak başörtüsü manasında kullanıldığı görülecektir. [362] Meselâ, "el-himre-tu", kadının "'başörtüsünü örtme şek!i"ne denmektedir, "el-muhtemi-retu", başı beyaz olan koyun ve ata denir. Bu haliyle onlar, sanki baş­larına beyaz yaşmak örtünmüş görüntüsü arzederler. [363] "Hameret bi-hi re'seha1' ifadeleri, "kadın başını örttü" manasına gelmektedir. Ka­dının başını örtmesinde olduğu gibi, erkeğin başına örttüğü imame de himâr olarak isimlendirilmektedir. [364] Himâr kelimesinin etimolojisiyle ilgili olarak verdiğimiz bütün bu kullanımlardan sonra şunu söylemek mümkündür: Söz konusu kelime, şöhret bulan manasıyla, gerek ka­dın ve erkeklerde olsun, gerekse at, koyun vb. diğer canlı çeşitlerinde olsun, baş veya onun örtülmesi iîe alâkalı olarak kullanılmaktadır.

Daha önce naklettiğimiz rivayetlerden de anlaşılacağı üzere, Câhiliye kadınları başlarını örtmekle beraber, özellikle göğüs üst kısımları, boyun ve gerdanlarını açıkta bırakıyorlardı. Ayette geçen "...başör­tü/erini yakaları üzerine koysunlar..." ifadesinden de bu anlaşıl­maktadır. Ayetin bu şekilde gelmesi, söz konusu buyrukta esas olanın, göğüs üst kısımlarının ve boynun örtülmesi, diğer kısımların ise tali de­recede ele alınması anlamına gelir mi? Şimdi de bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım.

Şayet, sadece ayetin Kur'ân'da sevk ediliş tarzını esas alarak ko­nuya yaklaşacak olursak, bu soruya evet cevabını vermemiz söz konu­su olabilir. Fakat, Câhiliye kadınlarının başlarını örttükleri tarihen bi­linmektedir. Dolayısıyla bu ayetle, söz konusu örtünme tarzına ilave bir düzenlemenin getirildiği söylenebilir. Yahut da, mevcut örfî uygu­lamanın aksayan yönlerinin telafi edilmesi bağlamında "boyun ve gö­ğüs kısımlarını da örtmeleri'' kendilerine emredilmiş olabilir. İşte bütün bu hususları göz önünde bulundurduğumuzda, örtünme bakımından, saçla boyun ve göğüs kısımları arasında, bahsedilen ayrıma gitmenin pek de uygun olmadığı ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, söz konusu Kur'ânî nassı, ilk muhatabı olan Araplar'a ait, hatta daha önceki din mensuplarının kullandıkları[365] örfî kıyafet tar­zıyla bir bütünlük içerisinde düşünecek olursak, böyîe bir ayrıma git­menin pek de anlamlı olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Zira, Câhiliyede-ki kadınların, baş ve saçlarını örtmeleri dolayısıyla, tekrar bu konuya dikkat çekilmemekte; ancak erkeğin cinsel cazibesini tahrik edecek tarz­da boyun ve göğüs kısımlarını açık bulundurmalan sebebiyle, Özellikle bu yerleri de baş örtüleriyle örtmeleri kendilerine emredilmektedir.

Diğer taraftan, naklettiğimiz yorumlarda da görüldüğü gibi, ayet­te geçen ve çoğulu cuyûb olan ceyb kelimesinin, kadının göğüslerine işaret ettiği iieri sürülmektedir. Yani, ayetteki üslûbun edebî olduğuna işaret edilerek, bu kelimeyle söz konusu vücut bölgelerinin kastedildi­ği anlatılmak istenmektedir. Ancak, lügatlerde Araplar'ın ceyb kelime­sini, hakikî veya mecazî olarak bu manada kullandıklarına dair her hangi bir ifadeye rastlamıyoruz. Sözlüklerde, bu keİimenin gömlek ya­kası manasında geçtiği görülmektedir. [366] Arap dilinde, kadın ve erkeğin göğüs bölgelerini İfade etmek üzere, "es-sedyu" kelimesinin kulla­nıldığı dikkati çekmektedir. [367] Dolayısıyla, "...başörtülerini yakaları üzerine salsınlar..." ifadesinden, "göğüslerini Örtsünler" manasını çı­karmamız, dilin kullanım tekniği açısından mümkün gözükmemekte­dir.

Yine, Örtünmeye dair ayette geçen emrin, "öğüt" ifade ettiği ileri sürülmektedir. [368] Buradan, emir kipiyle gelen talebin, nedbe delâlet ettiği kanaatinin taşındığı anlaşılmaktadır. Dinî bir hüküm olarak men-dûb, Şâri'in yükümlüden kesin olmayan tarzda yapmasını istediği şey­dir. [369] Diğer bir ifadeyle, yapılmasında sevap, yapılmamasında İse her hangi bir ceza gerekmeyen emirdir. [370] Emir kipinin ifade ettiği tale­bin, nedbe yorumlanması mümkündür. [371]Fakat Ebû Zehra'nın belirt­tiğine göre, araştırmalar, ayet ve hadislerdeki emirlerin çoğunlukla vü-cûb ifade ettiğini ortaya koymaktadır. [372] Nitekim usûîcülere göre, bir emrin vücûb ifade etmediğini, yahut da mendûb olduğunu ortaya koy­mak için delile ihtiyaç vardır. Diğer bir ifadeyle, emir kipinin nedbe işaret ettiğini ortaya koymak için, kelâmın siyakına bakılması ve buna dair karinelerin tespit edilmesi gerekmektedir. [373]

Klasik fıkıh usûlüne ait bu bilgiler ışığında, başörtüsü ile ilgili aye­te bakacak olursak, şunları söylemek mümkündür: İçerik itibarıyla bir­birini tamamlayıcı ve destekleyici mahiyette, ayette geçen "emir" ve "nehy" kiplerinin toplam sayısı yediye ulaşmaktadır. Bunların dile ge­tirdiği emir ve nehiyler ise, sınırları belirli ve açık manaları ifade et­mektedir. Yine söz konusu emir ve nehiyler, yükümlülere tercih hakkı bırakmayı ima edecek tarzda nedbe işaret eden karineleri içermemek­tedirler Bu sebeple, ayette geçen emrin yükümlüler açısından daha bağlayıcı bir özellik gösterdiği söylenebilir. Ahzâb Sûresinde geçen il­gili ayetlerin[374] söz konusu bağlayıcılığı desteklediğini de buna ilave etmek mümkündür. [375]

 

1.2.1.4. Yorumlarda "Görülebilecek Ziynet" Alanı

 

Bilindiği üzere, XIII. yüzyıldan itibaren Avrupalı filozof, yazar ve sanatçılar, fikrî ve edebî eserleriyle, genel manada bireyin hak ve hür­riyetleri konusunu işlemeye ve gündeme getirmeye çalışmışlardır. Da­ha sonraki asırlarda, kadının da içerisinde bulunduğu olumsuz şartlar­dan kurtarılabilmesi için, sosyal, siyasî vb. sahalarda müspet bir takım adımlar atılmış; özellikle kadın-erkek eşitliği, kadının ekonomik özgür­lüğü vb. konular yoğun olarak işlenmeye çalışılmıştır. Kadın haklan sa­hasında sağlanan bu gelişmeler, bireysel ve toplumsal hayatında daha özgür ve serbest hareket alanları kendisine temin etmiş; sonuçta, gi­yeceği elbise ve tercih edeceği kıyafetin dahi serbest ve bireysel ter­cihleri öne alan bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Kadının giyim-ku-şamında dikkati çeken bu yöneliş, modernizmin yayıldığı diğer coğraf­yalarda da etkisini göstermiş; böylece geleneksel toplumlara ait kıya­fet tarzlarında bir takım değişikliklere gidilmiştir. Bahsettiğimiz geliş­meler, özellikle bu konularda muhafazakâr bir tutum sergileyen müs-lüman topluluklar açısından daha da belirleyici ve etkileyici bir özellik ortaya koymuştur.

Bu İtibarla Nûr Sûresi 31. ayetinin ilgili kısmına getirilen yorum ve izahları değerlendirirken, modern zamanlarda kadının kıyafeti ko­nusunda meydana gelen yeni yönelişleri göz Önünde bulundurmanın daha açıklayıcı olacağını düşünüyoruz.

Bilindiği gibi, kadının tesettürünü düzenleyen Nûr Sûresi 31. aye­tinin girişinde, mümin kadınlar erkeklerle bir araya gelmeleri halinde, bakışlarına sahip olmaları ve iffetlerini korumaları konularında uyarıl­maktadırlar. Devamında ise mealen şu İfadeler geçmektedir. "... Ken­diliğinden görünenler müstesna, süslerini göstermesinler ..."Aye­tin bu bölümünde, görülmesine müsaade edilen ziynetten ne kastedil­diği konusunda klasik dönem yorumlarında değişik görüşler ileri sürül­müştür. Bunları başlıca iki grup halinde değerlendirmemiz mümkün­dür.

İbn Mesûd'tan gelen birinci görüşte, kadının ziynetinden görülme­sine müsaade edilen kısmın, onun dış elbisesi olduğu ifade edilmekte­dir.[376] Bunun görülmesinde herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü giz­lenmesi mümkün değildir. Hasan, İbn Şîrîn ve en-Nehâî gibi alimler de aynı görüşü benimsemektedirler.[377] İbn Hanbel'den gelen meşhur görüşte de, bunun, kadının dış elbisesi olduğu nakledilmektedir. [378] İbn Teymiye de aynı görüşte olup, Ahzâb Sûresi 59. ayette mümin kadın­lara emredilen örtünün bu görüşü desteklediğini belirtmektedir. [379] Ayette geçen "ez-zîne" kelimesini, vücut güzelliğinden ayrı bir şey ola­rak kabul eden bu görüş sahipleri, kadının yüzündeki dövme ve gam­zeye, üzerindeki kına, yüzük ve elbiseye bakmanın caiz olduğunu ifa­de etmektedirler. Bunun sebebi, söz konusu takı ve ziynetleri örtme­deki zorluktan kaynaklanmaktadır. Çünkü, kadın eliyle bir şey almak mecburiyetinde kalabilir. Aynı şekilde, şahitlik, duruşma, nikâh vb. ko­nularda yüzünü açmak mecburiyetinde bulunabilir. [380]

Bu konuda ileri sürülen diğer görüş ise, İbn Abbas'tan gelmekte­dir: o, kadının ziynetinden görülmesine müsaade edilen yerlerin, "yüz" ve "elier" olduğunu ifade etmektedir. [381] İbn Cubeyr, Dahhâk, Evzâî, [382] Taberî[383] ve Cessâs[384] gibi alimlerin bu görüşü tercih ettik­leri nakledilmektedir. [385] Ebû Hayyân, kadının günlük hayatında ve sosyal ilişkilerinde el, yüz ve ayaklarının[386] açılmasında zaruret bulun­duğunu, yaratılış ve insanlar arasındaki adetin de bunu gerektirdiğini belirtmektedir. [387]İbn Kesîr, cumhura göre yaygın olan görüşün bu ol­duğunu nakletmektedir. [388] Ebû Davud'un naklettiği şu hadis ise, bu görüşü destekler mahiyette ileri sürülmektedir. Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Ebûbekir'in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise ile Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmış; Hz. Peygamber ise, ondan yüzünü çevirip; "Ey Esma! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, şüphesiz ki, şu yer­lerinden başkasının görünmesi uygun değildir" buyurmuştur. Hz. Pey­gamber bunu söylerken, kendi yüz ve avuçlarına işaret etmişti.[389]

Bütün bu görüşleri genel bîr değerlendirmeye tâbi tuttuğumuzda, kadının ziynetinden görülmesine müsaade edilen yerin son sınırının, yüz, el ve ayaklan olduğu sonucuna varıyoruz. Dolayısıyla bu yakla­şım, klasik dönem yorumlarında açılmasına izin verilen en geniş çer­çeveyi bizlere vermektedir. Bununla beraber, kadınların ei ve yüzlerini kapatmalarının farz olduğunu söyleyenler de olmuştur. [390] Yine, kadı­nın ziynet olan her şeyini kapatmasının en uygun olduğu, ancak, sö­zünü ettiğimiz yerlerin zaruret dolayısıyla açılabileceği yorumu da ile­ri sürülmüştür. [391]

Diğer taraftan, klasik dönem yorumlarında, yüz ve ellerin açıkta bulunabileceğine dair görüşün belirli yaş ve özelliğe sahip kadınlara mahsus olduğunu ileri süren yorumculara da rastlanmaktadır. Meselâ kadının güzelliği sebebiyle fitneden korkuluyorsa, el ve yüzünü örtme­si gerektiği ifade edilmekte; ancak yaşlı ya da gösterişsiz olması halin­de bu uzuvlarını açabileceği ileri sürülmektedir. [392]Yine İbnu'l-Arabî, kadının yüzünün sürmeli, elinin yüzüklü olması halinde buraları ört­mesi gerektiği, aksi takdirde ise söz konusu yerleri açabileceğini belirtmektedir. [393] Şu halde, kadının yüz ve ellerinin açıkta bulunmasının bir sakıncası olmadığını söyleyen yorumcuların da, bunu, kadının genç ve güzel olmaması, yüzünün sürmeli, elinin ise yüzüklü bulunmaması şartlarına bağladıkları anlaşılmaktadır.

Modern zamanlara geldiğimizde, kadının el, yüz ve ayaklarını ört­mesi konularının sosyal hayata katılması açısından yorumlandığını gö­rüyoruz? Nitekim Ateş, kadının bu uzuvlarını izhar etmesinin haram kabul edilmesi halinde, toplum hayatına katılmasında güçlükler orta­ya çıkacağını, İslam'ın ise, insanlara zorluk çıkarmak değil; onları mutlu ve huzurlu etmek için çeldiğini ifade etmektedir. O, Taberî'den naklettiği bir rivayette de, "dirsek İle el arasında kalan kısmın yarısı­nın da avret olmadığı"nın belirtildiğine işaret etmektedir.[394] Devamla müellif, sonradan gelen bazı yorumcuların, kadının yüzünün de haram olduğunu ileri sürerek onu peçenin içine soktuklarını belirtmektedir. Oysa Kur'ân-ı KerinVde, diğer kadınlarla evlenme sadedinde Hz. Peygamber'e yönelik olarak gelen "...o kadınların güzellikleri hoşuna gitse de. [395] ifadelerinde, kadının yüzüne bakmaya müsaade edil­diği ve bunun haram olmadığı ifade edilmektedir. [396]

Diğer taraftan, önceki dönemlerde, kadının görülmesine müsaade edilen, el, ayak ve yüzüyle azamî sınırlan belirlenen vücut organları­nın, modern dönemlerde, ayetin mücmel oluşundan istifade edilerek, daha geniş bir çerçevede ele alındığını görüyoruz. Meselâ Öztürk, ka­dının ziynetinden istisna bırakılan yerin sınırlarını, geçmişte olduğu gi­bi günümüzde de tartışmasız bir şekilde kesin olarak belirlemenin mümkün olmadığı kanaatindedir. Çünkü Kur'ân bir çok konuda oldu­ğu gibi burada da, bir "rölativite alanı" meydana getirerek değişik ik­lim, töre ve şartlara uyabilme kabiliyeti yarattığını kaydetmektedir. [397] İlgili yorumlarının devamında, çeşitli hadis kitaplarında rivayet edilen, kadın ve erkeklerin aynı kaptan abdest almaları hadisini delil göstereek, [398] Asr-ı Saadet'te kadınların erkekler yanında abdest uzuvlarını açtıklarını ifade etmektedir. Dolayısıyla o, ayette geçen "ziynetlerinin açılabilecek kısmı müstesna" ifadesine, "dirseklere kadar kollar, ayak­lar, yüz ve başın abdestte meshe esas olacak kısmı"nın da dahil olduğunu belirtmektedir. Bununla beraber, abdest dışındaki zamanlarda kapatma hassasiyetini gösterenlere saygı duyulacağını, bunu yapma­yanların ise hor görülmemesi gerektiğini ileri sürmektedir.[399]

Buhârî şârihi İbn Hacer, bu hadisie ilgili değişik yorumları aktar­dıktan sonra şu sonuca varmaktadır: "Rivayette anlatılan erkek ve ka­dınların birlikte abdest almaları olayı, hicâb ayeti nazil olmadan önce vuku bulmuş olabilir. Ama ayetin nüzûlüyle bu nesh edilmiştir. Şayet ondan sonra vuku bulmuş ise, bu durumda hadiste geçen erkek ve ka­dınlar, birbirinin eş ve mahremleri olması gerekir. [400] Kastalânî de bu hadisin izahında benzer bir rivayeti nakletmekte ve aynı yorumu ge­tirmektedir. Söz konusu rivayette İbn Ömer, Hz. Peygamber ve arka­daşlarının kadınlarla beraber aynı kaptan abdest aldıklarını gördüğünü ifade etmektedir. Şârihe göre, hadisin haber verdiği olay, hicâb aye­tinden Önce gerçekleşmiş olabilir. Dolayısıyla bu ayetin nazil olmasıy­la hükmü kalkmıştır. Şayet söz konusu olay, ayetin nazil olmasından sonra vuku bulmuş İse, bu durumda hadis, erkeklerin eş ve mahrem-leriyle bir araya gelip abdest aldıkları şeklinde yorumlanır. [401]

Araştırmacı Ebubekir Sifil, ileri sürülen bu hadisi, ilgili diğer riva­yetleri de göz önünde bulundurarak, senet ve metin bakımından de­ğerlendirmeye çalışmaktadır. Öztürk'ün ileri sürdüğü görüşün aksine o, hadisin mütevâtir değil, ferd[402] olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Si­fil, hadisin, Hz. Peygamber zamanında kadınların, abdest azalarını gösterecek şekilde namahrem erkeklerle beraber abdest aldıkları şek­linde yorumlanmasının da yanlış olduğunu belirtmektedir. Çünkü ha­diste geçen ifadeler mutlak manada kullanılmaktadır. Bu bağiamda il­gili diğer rivayetler de göz önünde bulundurulduğunda, hadiste geçen kadınların, erkeklerin mahremleri olabileceği sonucu ortaya çıkmak­tadır. [403]

Kadının örtünmesi çerçevesinde özetlemeye çalıştığımız bu yo­rumları değerlendirdiğimizde, "muhafazakâr" ve '"özgürlükçü" yönle­riyle dikkatleri çeken İki eğilimin olduğu görülmektedir. Birinci eğilim, nasların içerdiği karineler ve toplumsal hayatta fitnenin yaygınlaştığı olgularından hareket ederek, kadının örtüsü konusunda ihtiyatı esas alan bir tutum sergilemektedir. Bu temayül, klasik dönem yorumların­da gözlenmektedir. İkinci eğilim ise modern dönem yorumlarında dik­kati çekmektedir. Burada, kadının kıyafeti ve örtünmesi konularında daha serbest ve esnek bir yaklaşım ortaya konulmaktadır. Bu yaklaşı­mın, modern dönemlerde gerçekleşen özgürlükçü temayüllerle para­lellik arzettiği görülmektedir. [404]

 

1.2.1.5. Yorumlarda "Bakışların İndirilmesi"

 

İslâm'ın kadın-erkek ilişkileri ve cinsellik konularına bakışı, özellik­le beşerî kaynaklı diğer dünya görüşlerinden farklılık arzetmektedir. Bu çerçevede her iki tarafın, yaratılışları gereği birbirine karşı duya­cakları cinsel dürtüler göz ardı edilmez. Ne var ki, fıtrî olarak erkek ve kadının sahip olduğu söz konusu ilgi ve arzular da tamamen başıboş ve serbest bırakılmamıştır. Buna bağlı olarak, kadın ve erkeğin giyim-kuşamlarında, bir araya gelmelerinde ve birbiriyle muhatap olup ko­nuşmalarında bir takım Ölçü ve kayıtlar getirilmiştir. Bu hüküm ve yön­lendirmeler, her iki tarafın da fıtrat ve psikoloj isiyle uyum arzetmekte­dir. Diğer taraftan, söz konusu cinsel güç ve enerji, "nikâh" ve "evli­lik" kurumuyla belirli bir düzen ve disiplin altına alınarak manevî ve ahîâkî idealler uğrunda yönlendirilmeye çalışılmıştır. Çağdaş düşünür­lerden Mutahhari, cinsel zevkin aile ortamı ile sınırlandırmasının ne anlama geldiği konusunu biraz daha açmakta ve şöyle demektedir: "Bu, ruhî açıdan toplumun sıhhatinin korunmasına, ailevî açıdan fert­ler arasında ilişkilerin kuvvetlenmesine ve eşler arasında tam bir sami­miyetin kurulmasına, sosyal açıdan ise, toplumdaki aktif iş gücünün en iyi şekilde kullanılmasına ve korunmasına sebebiyet verir.[405] Bu anlamda diğer dünya görüşleri, kadm ve erkeğin cinselliğini daha ser­best bir hale getirerek İslâm'ın söz konusu yaklaşımından ayrı bir tu­tum sergilemektedirler.

İfade edildiği gibi, kadın ve erkek cinsleri, diğer insanî özellikleri yanında yaratılışları gereği birbirine karşı içgüdüsel olarak İlgi ve arzu duymaktadırlar. Bu, her iki tarafın cinsel tabiatlarının bir yansıması olarak gerçekleşmektedir. Ahlâkî değerler, kadın ve erkek doğalarının ayrılmaz parçalarını oluşturan söz konusu fıtrî temayüllerin, her iki cinsin insanî şahsiyetlerinin ana karakteri haline gelmelerine olumlu bakmaz. Yani, "erkeklik" ve "dişilik" eğilimlerinin, onların insanî şah­siyetlerini gölgelemesine fırsat vermemeye çalışır. Dolayısıyla din, iki cins arasında ön gördüğü ilke ve tavsiyelerle, onların cinsel dürtüleri­ni harekete geçirmeye ve tahrik etmeye yönelik gelişmeleri engelle­meyi amaçlar. Nitekim konuyu inceleyen bir araştırıcı, kadının cinsel­liği hususunda şunları ifade etmektedir: "Kadın, toplumda insanî yö­nüyle hareket etmesi gerekir, cinseiliğiyle değil; sözünü söylerken do­ğa! olarak cinselliği insanlıktan ayırmak istemiyoruz. Fakat cinselliğin tek başına kadının insanî temel unsurlarından uzak olarak duygularda hareket etmesini istemiyoruz.[406]

Bilindiği üzere, Nur Süresinde geçen ayetlerde, erkek ve kadın her iki cinse de, gözlerini haramdan çevirmeleri ve iffetlerini koruma­ları em red ilmektedir.

"Mümin erkeklere söyle: Gözlerim harama bakmaktan sakın­sınlar ve iffetlerini korusunlar; bu onlar için daha temizdir. Şüp­hesiz Allah, onların her yaptığından haberdardır. [407]

"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan sa­kınsınlar ve iffetlerini korusunlar. Görünen kısımlar müstesna, ziynetlerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsın­lar. Ziynetlerini şu kimselerden başkasına göstermesinler: Kocala­rı yahut babaları yahut kocalarının babalan yahut oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğullan yahut kendi kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ka­dına şehvet duymayan erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulu­nanlar yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar. Ziynetlerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler hepiniz topluca Al­lah'a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz. [408]

Her İki ayet, karşılaştırmalı bir şekilde incelendiğinde, kadınlara hitaben gelen ayetin diğerine göre daha detaylı hükümler içerdiği gö­rülecektir. Dolayısıyla, bu konuda erkeklerin sorumluluklarının kadın­lara göre daha az olduğunu söylemek mümkündür. Kadına dair söz konusu tesettür düzenlemesinin, bu anlamda daha geniş bir çerçeve­de gerçekleşmesini, belki de kadın ve erkeğin cinsel tabiat ve psikolo­jileri açısından izah etmek mümkündür.

Şöyle ki, kadın-erkek ilişkilerinde giyim ve davranışları itibarıyla erkeğin kadını etkilemesinden ziyade, kadının kıyafet ve tutumları er­keği daha fazla etkileyebilmektedir. Diğer bir ifadeyle, cinsî uyancılık yönünden erkeğin kadını tahrik etmesinden daha çok, kadının erkeği tahrik etmesi söz konusudur.[409] Kadının bütün bedeni erkek için kış­kırtıcı iken, erkeğin bedeni böyle değildir. Erkeğin, kadının tenine bak­maktan tahrik olduğu kadar, kadın erkeği görmekten tahrik olmamak­tadır. Bunu erkeğin, görme, işitme vb. duyu organları vasıtasıyla aldı­ğı duyumlarla kadına göre daha fazla etkilendiği şeklinde de ifade ede­biliriz. [410] Kadın-erkek psikolojilerinin temin ettiği bu veriler açısından konuya yaklaştığımızda, cinsler arası ilişkilerde, kadının örtünmesinin neden daha geniş çerçeveli olarak düzenlendiğini anlamak belki de mümkün olacaktır.

Diğer taraftan bu konuyu, kadının, tabiatı itibarıyla gösteriş ve süslenmeye daha düşkün olmasıyla da izah etmek mümkündür. O, karşı cinsin gönlüne girmeye ve orada yer edinmeye çalışır. Böylece, kendi tabiatına göre cazibesini ortaya koyar. Erkeğe karşı çekiciliğini sergileyerek ilgi ve dikkatini çekmek ister. Kadındaki söz konusu duy­guyu belki de Cemil Meric'in bu konudaki İzahlarıyla açıklayabiliriz: Ona göre, kadının haz ve kaygılarının kaynağı bir başkasıdır. Sevmek ve sevilmek ister. Bu anlamda yalnız başına yaşama hususunda zorluk çeker. Ama erkek böyle değildir. O yalnız başına yaşayabilir. Hayatın tadını böylece de çıkarabilir. [411]

Şu halde kadın, ortamı hazırlayarak kendisini istemeye ve izleme­ye sevk eder. [412] Konuya bu çerçevede yaklaştığımızda, her iki cins arasında gerçekleşecek iletişim ve etkileşimlerin başlangıcında, erke­ğin kadını etkilemesinden ziyade, kadının erkeği cezbetmesi söz konu­sudur. Belki de bunun bir sonucu oiarak, Nûr Sûresinde örtünme iie ilgili geçen ayette, süs ve ziynetlerini göstermemeleri konusunda ka­dınlara üç defa uyarı yapılmaktadır. Ama erkeklere bu anlamda bir uyarının yapıldığı görülmemektedir. Erkeklerin kadınlara göre bedeni örten elbiseleri daha fazla tercih etmeieri ve ilgi çekici süslemelere da­ha az iltifat etmelerini de bu çerçevede değerlendirebiliriz.

İslam dini muhataplarından maddî ve manevî hayatlarını bir bü­tünlük içerisinde düzenlemelerini talep eder. Bu değerler sistemini be­nimseyen insanlar, sosyal hayata katılırken şahsî ve derûnî hayatlarını ihmal etmez; manevî dünyalarını zenginleştirme çabası içerisinde iken de toplumsal sorumluluklarını göz ardı etmezler. Böyle bir şuurla sos­yal hayata yönelen insan, orada başarılı olmak uğruna, zahmet ve çi­leyle kazandığı manevî ve derunî zenginliklerini kaybetmeyi düşün­mez. İşte bu anlamda, fertler arası münasebetler ve konumuzla alâka­lı olması sebebiyle özellikle cinsler arası ilişkiler önem arzeder. Muh­temeldir ki, bu sebepten ötürü, Kur'ân gönül dünyalarının arınıp yü­ce duygu ve ideallere açılabilmeleri için, muhataplarından bakışlarını kontrol altına almalarını taiep eder.

"Mümin erkeklere söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakın­sınlar ve iffetlerini korusunlar; bu onlar için daha temizdir. Şüp­hesiz Allah, onların her yaptığından haberdardır.[413]

"Mümin kadınlara da söyle: onlar da gözlerini harama bak­maktan sakınsınlar ue iffetlerini korusunlar. [414]

Ayetlerde görüldüğü gibi, Kur'ân, erkek ve kadınlara, bir araya geldiklerinde bakışlarını kontrol etmelerini öğütlemektedir. Ayette bu mealde gelen el-ğaddu kelimesi, İsfehânî'ye göre, ses ve bakışların kı­sılması manasında kullanılmaktadır. [415] İbn Manzûr ise, aynı kelimeye, gözü bakmaktan alıkoymak, gözü yumarak aşağı bakmak ve gözü in­dirmek manalarını vermektedir. [416] Anlaşıldığına göre, ayetin burada­ki manası, bakışla beraber gerçekleşmesi muhtemel cinsel heveslere karşı dikkatli ve uyanık bulunulmasıdır. Diğer taraftan, Kur'ân'dakİ sı­ralamaya göre bu konudaki ilk ayet erkeklere, ikinci ayet ise benzer kalıplarla kadınlara yönelik olarak gelmektedir. Ayetlerin şevkinde sı­ralamanın bu şekilde yapılması, muhtemelen karşı cinse yönelik bu iki bakışın, psikolojik yönden farklılığına işaret etmektedir. Nitekim Celal Yıldırım, Kur'ân'ın haramdan sakınma, namus ve iffeti koruma konu­larında, kadınlardan önce erkeklere seslendiğine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla bu hususta erkeklerin daha eğitici, yönlendirici ve oto kontrolü sağlayıcı rol oynayabileceklerine işaret ettiğini belirtmekte­dir.[417]Mevdûdî İse, bu psikolojik tahlili biraz daha derinleştirmektedir. Şöyle ki, "Yaratılış bakımından erkek müteşebbistir. Beğendiği şeyi benimsemeye kalkar. Bu konuda da öncelik erkeğindir. Kadından ev­vel davranır. Çünkü kadının yaradılışında "kaçmak" ve "korunmak" içgüdüsü vardır. Fıtratı bozulmadıkça sözü geçen psikoloji devam eder. Kadın yaratılış İtibariyle saldırgan değildir. Birinci planda harekete geçmez. Din bu psikolojik durumu dikkate aldığı için, kadınların er­keklere bakmaları konusunda, erkeklerin kadınlara bakmaları kadar sert hükümler koymamıştır. [418]

Klasik dönemlerde, zikrettiğimiz ayet çerçevesinde, kadının erke­ğe bakması konularında yapılan yorumları şu şekilde özetlememiz mümkündür: İbn Kesir, alimlerden bir çoğunun, cinsel hislere kapılsın veya kapılmasın, kadının namahrem[419] erkeğe bakmasının caiz olma­dığı görüşünü benimsediklerini nakletmektedir. [420] Diğer bazıları ise, cinsel heveslere kapılmadığı durumlarda, eğitim veya her hangi bir maslahat dolayısıyla kadının karşı cinse bakabileceği kanaatini taşı­maktadır. [421]

Erkeğin kadına bakması ile ilgili olarak getirilen yorum ve izahla­rın ise, daha sınırlandırıcı oldukları görülmektedir. Bunları da şu şekilde özetlememiz mümkündür: Cessâs, cinsel duygulara kapılmamak şartıyla, bakışların isabet etmesi veya düşmesi halinde, kadının yüz ve ellerine bakmanın caiz olduğu görüşündedir.[422] Bu konuda daha mu­hafazakâr diyebileceğimiz bir takım görüşierin de ileri sürüldüğü görül­mektedir. Meselâ İbn Hacer, cariyenin aksine, hünsâ[423]ve henüz temyiz çağma girmeyen[424] çocuğun göbekten yukarısına bakmanın, fitneye sebebiyet vereceği ihtimaliyle, haram olduğunu belirtmektedir. Aynı şekilde, kadının vücudundan ayrılan sair şeylere bakmak da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Çünkü, parçanın görülmesi bütünün görülmesine götürür. Nitekim bazı alimler, kadının elinden kesilen tır­nak parçalarına bakmanın, haram olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. [425]

Modern zamanlarda, söz konusu ayetlerin tefsirinde, kadınla er­keği birbirine yaklaştırmaya, onlar arasında konuşma ve diyalogu sağ­lamaya yönelik izahların getirildiğini söylemek mümkündür. Nitekim Ateş, ayetlere "Erkekler bakışlarından bazılarını yumsunlar. "Kadınlar da bakışlarından bazılarım yumsunlar..." meallerini ver­mektedir. Tefsiri mahiyette getirdiği izahta da, söz konusu yasaklama­nın "sadece bir kısım bakışlarla" ilgili olduğunu ifade etmektedir. Bu meal ve tefsiri yaparken, ayette geçen "min" harf-i ceri'nin "kayıt ve sınırlama" ifade eden manasından hareket ettiği görülmektedir. İlgili ifadeye getirilen bu tefsirin, sosyal hayatta kadın-erkek ilişkilerini, ge­leneksel anlayışa göre daha serbest hale getirmeye yönelik bir izah tarzı olduğunu söyleyebiliriz.. Belki de bu sebepten ötürü Ateş, birbi­rine namahrem olan erkek ve kadınların, cinselliğe yönelik hevesleri olmadığı durumlarda, birbirlerine bakmalarında ve görüşüp konuşma­larında her hangi bir sakınca olmadığını ifade etmektedir. [426]

Diğer taraftan, ilgili ayetlerde hitabın, hem erkeklere hem de ka­dınlara yönelik olarak geldiği görülmektedir. Modern dönemlerde bu durumun, insanî değer bakımından her iki cins arasında bir farkın gö-zetilmediği ve eşit statüye sahip oldukları şeklinde yorumlandığı dikkat çekmektedir.[427]

ikinci ayette ortaya konulduğu şekliyle, Örtünme sorumluluğu ba­kımından, erkeğe göre kadının yükümlülüğünün daha fazla olduğu gö­rülmektedir. Bu ise, psikolojik bir izahla, cinselliğe İlişkin konularda, kadına göre erkeğin daha zayıf bir iradeye sahip olmasıyla izah edil­meye çalışılmaktadır. Buna göre, erkek görme duyusu ile daha kolay tahrik olmakta ve iradesine sahip olamamaktadır. [428] Burada dikkati çeken husus şudur: Kadının, erkeğe göre yaratılışı itibarıyla zayıf bir yapıya sahip olduğu klasik dönem yorumlarda sık sık vurgulanmakta idi. [429] Modern dönemlerde ise, bu tür yorum ve izahiara pek itibar edilmediği görülmektedir. Ama burada görüldüğü gibi, en azından cin­sel konularda, erkeğin iradesine sahip olamadığına işaret edilerek, bir anlamda zayıf bir yaratılışa sahip olduğu ifade edilmiştir. [430]

 

1.2.1.6. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Günümüzde, İslam'ın kadın konusuna yaklaşımını öğrenmek iste­yen okuyucu ve araştırıcıların, karşılaştıkları sorunlardan biri de, dinî naslardaki hitabın istisnalar haricinde erkeklere yönelik olmasıdır. Bu durum, bazı araştırıcılar tarafından, ataerkil düşüncenin, dinin diğer düzenlemelerinde olduğu gibi. Kur'ân'ın üslubuna da yansımasının bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. [431] Bu çerçevede, dünyevî bir ta­kım düzenlemeler yanında, Kur'ân'ın cennet tasvirlerinde de kadın-er­kek arasında bir eşitsizlik ve hiyerarşi bulunduğu vurgulanır. [432] Bu iddiaya göre, cennet mekânı, yalnızca erkekleri mutlu edecek biçimde düzenlenmiştir.[433] Gerçekte Kur'ân'ın ifade tarzı ve üslubuyla ilgili bu iddialar, ayrı bir araştırmanın konusu olmaya layık bir özellik göstermektedir. Bununla beraber, incelemeye çalıştığımız ayetlerle ilgili ol­ması dolayısıyla, bir ölçüde bu konunun değerlenc irmesinin faydalı ol­duğunu düşünüyoruz:

İbnu'l-Arabî, erkeklere yönelik olarak gelen Nûr Sûresi 30. ayeti­nin, Kur'ân'da geçen diğer umumi hitaplar gibi, hem erkek hem de kadınları kapsamına aldığını belirtmektedir. [434] Kurtûbî de bu ayeti ay­nı şekilde yorumlamakta, devamındaki ayetin girişinde kadınlara hita­ben gelen uyarıları da birinci ayetin tekidi çerçevesinde değerlendir­mektedir. [435] Buna üave olarak, kadınlara hitaben gelen ikinci ayetten, kıyas yoluyla, erkeklerle ilgili bazı hükümler de çıkarmaktadır. Şöyle ki, kadınların böbürlenerek ayaklarını yera vurmaları mekruhtur; ziy­net ve güzelliklerini erkeklere teşhir etmek gayesiyle bunu yapmaları ise haramdır. Erkeklerden de her hangi biri, ker.dine hayranlık duygu­suna kapılıp ayaklarını yere vurarak yürürse aynı durum söz konusu­dur. Çünkü bu, büyük günahlardandır. Cinselliğini öne çıkarıp kadın­lara kur yapma düşüncesiyle böyie davranması da caiz değildir. [436] Râzîde, aynı ayette geçen "...Kendiliğinden görünen kısım müstesna, süslerini açmasınlar..." ifadesinin içerdiği hükmün, çoğunlukla ka­dınlara mahsus olduğunu, bununla beraber erkeklerin de takı, elbise vb. süslerini yabancı kadınlara göstermelerinin haram olduğunu ifade etmektedir. Çünkü bunda da fitne ihtimali söz konusudur. [437]

Burada görüldüğü gibi, yorumcular, Kur'ân'da erkeklere yönelik olarak gelen hitapları veya müzekker siygasıyla gelen ifadeleri, kadın­ları da kapsayacak şekilde yorumlamaktadırlar. Aynı şekilde, Özelde kadınlara yönelik olarak gelen ayetleri de erkekleri içerecek şekilde tefsir etmektedirler. Bu ise, biz: şu sonuca götürmektedir: Naslarda hi­tabın erkeğe veya kadına yönelik olması, şüphesiz ki göz önünde bulundurulur. Bununla beraber, ayetin verdiği mesaj, cinslerden sadece birini değil; her ikisini de muhatap alabilir. Başka bir ifadeyle, hem er­kek hem de kadın tabiatının ortaklaşa taşıdığı psikolojik ve fıtrî bazı Özelliklerle alâkalı olabilir. İşte bu durumda ayeti, her ikisini de kapsa­yacak şekilde yorumlamak mümkündür.

Karaman da, Nûr Sûresi 30 ve 31. ayetlerinde önce erkeklere, daha sonra da kadınlara yönelik oiarak geİen emirler arasındaki ilişki­ye değinmektedir. Bu çerçevede o, tarihte kimi dönemlerde oluştuğu­nu söylediği, menfi kadın imajını silmeye yönelik metodolojik bir ilke­ye de işaret etmektedir. Ona göre söz konusu ilke, ilgili diğer dinî nas-ların değerlendirilmesinde de göz önünde bulundurulmalı idi. Ne var ki, geçmiş yorumcular bunu pek de nazarı itibara almamışlardır. Daha açık bir ifadeyle Karaman, kadına dair bazı hadislerin anlaşılmasında, Nûr Sûresinde geçen 30 ve 31. ayetlerin yol göstericiliğinden yeterin­ce istifade edilmediğini ileri sürmektedir. Şöyle ki, Hz. Peygamber'in ikaz edici bazı sözlerini, bir kısım yorumcular tek taraflı bir şekilde an­lama ve yorumlama yoluna gitmişlerdir. Meselâ, "Benden sonra er­keklere, zarar bakımından, kadınlardan daha büyük bir fitne bı­rakmadım,[438] hadisi bunlardan biridir. [439] Oysa yorumcular, bu ha­disi, söz konusu ayetler çerçevesinde anlamaya çalışsalardı, her iki ta­rafın da birbiri için bir fitne unsuru olabileceğini kabul edeceklerdi. [440]

Kanaatimize göre, bu ve benzeri hadisleri, "fitne" kelimesinin ba­zı ayetlerdeki kullanımlarından hareketle yorumlamak da mümkündür. Şöyle ki, bu kelime, isim olarak ayetlerde, insanların çeşitli vesilelerle İmtihan edilmeleri manasında kullanılmaktadır. [441] Bazı ayetlerde, insarıların sahip olduğu "mal" ve "eviâd"ın da birer fitne, yani imtihan vesilesi olduğu vurgulanmaktadır. "Biliniz ki, mallarınız ve çocukla­rınız birer imtihan vesilesidir.[442] "Doğrusu mallarınız ve çocuk­larınız sizin için birer imtihan vesilesidir. [443] İsfehânîde, bu ayet­lerde söz konusu dünyevî nimetlerin fitne olarak isimlendirilmesini, bunlar sebebiyle insanın imtihan ve denemeye tâbi tutulmasıyla izah etmektedir. [444] Diğer bir ayette de, insanın "eş" ve "çocuk'İarının ken­disine "düşman" olduğu ifade edilmektedir. "£y iman edenler! Eşle­rinizden ue çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlar­dan sakının. [445] Burada da aynı şekilde, onlardan gelebilecek ve insanın imtihanına vesile olacak sıkıntı ve musibetlere dikkat çekil­mektedir. [446]Yine, Al-i İmrân Sûresinde geçen bir ayette, "kadın" ve "çocuk"ların insanlara güzel ve süslü gösterildikleri ifade edilmektedir. [447]

Naklettiğimiz bu ayetlerde de görüldüğü gibi, sadece kadın değil; mal ve evlat da "fitne", hatta "düşman"' olarak nitelendirilmekte ve bunlara karşı insanlar uyarılmaktadır. İslâm'ın dünya görüşü açısından baktığımızda, bu tür uyarıların makul ve yerinde olduğunu anlamamız zor olmayacaktır. Çünkü, burada sözü edilen unsurlar, yaratılışı gere­ği insanın dünya hayatına aldanması ve ebedî saadetini kaybetmesine vesile olması, daha fazla ihtimal dahilinde olan varlıklardır. Her halde bunun bir sonucudur ki, söz konusu varlıklardan bazıları ayette düş­man olarak nitelendirilmektedir.

Diğer taraftan, ayetlerde geçen zamir ve fiillerin müzekker kip ve kalıplarla gelmesi, söz konusu belirlemelerin tek taraflı, yani sadece kadınlarla ilgili olarak yorumlanmasına yol açmamalıdır. Zira bu, Kur'ân'a has hitap tarzının bir özelliğidir. Hitabın bu şekilde gelmesi­nin de, vahyin ilk muhataplarının oluşturduğu toplumsal hayatta, er­keklerin kadınlara göre daha belirgin ve aktif bir durumda oluşlarıyla ilgili olduğunu düşünüyoruz. [448] Nitekim, Kur'ân'da cinsiyet mefhumunu inceleyen Ahmet Khalil Azîz, klasik Arapça'nın, erkeklerin bir cins, kadınların da onların bir alt grubu olduğuna dair bir düşünce ve anlayışı zımnen içerdiğine işaret etmektedir. Çünkü dil vasıtasıyla ak­tarılan davranışlar, ya statükoyu güçlendirir, yahut da bir değişikliğe sebep olabilir. Arapça'nın söz konusu özelliği, erkek egemenliğinin eşyanın tabiî düzeni olduğu anlamına gelmekte idi. Fakat Kur'ân, ka-dın-erkek ilişkileriyle ilgili bu inancı, her iki cinsi aynı seviyeye getire­rek değiştirmiştir. [449]

Bu sebeple, "fitne" kelimesi ile ilgili olarak naklettiğimiz ayetleri, lâfzî manada tek taraflı değil; genel manada her iki cinse yöneiik hi­taplar olarak değerlendirmek gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, ayetler cümie kuruluşu İtibarıyla her ne kadar erkeklere yönelik olsa da, sorumlu tuttuğu şahıslar açısından kadınları da kapsamaktadır. Ni­tekim bu meseleyi, İslâm hukukunda eşitlik konusunu İzah etme sade­dinde İbn Aşûr açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Ona göre, huku­kun normlarını kadınlara uygulamak için, kitap ve sünnette yer alan ifadeler umumî olarak kullanılır. Dolayısıyla erkek veya kadınlara yö­nelik olarak gelen ifadeler, her iki cinsi de kapsayacak şekilde yorum­lanır. Bu itibarla, eşitliğin bozulması, ancak nassın kadın veya erkeğe has olduğuna dair bir karinenin bulunması halinde söz konusu olabi­lir. Bu karinenin bulunmadığı durumlarda, sınıf ve fertler arasında eşit­liğin var olduğunu ortaya koyabilmek için, ayrı bir araştırma yapma­ya gerek yoktur. [450] Abdulkerİm Zeydân da, dinî hitapların kapsayıcılığı konusunu işlediği başlık altında şu görüşleri ileri sürmektedir: Dinî naslarda yer alan "eril-çoğul", yahut umumiliği ifade etmek üzere harf-i tarif ile gelen veya izafetle marife olan "eril-tekil" kiplerinin bü­tünü, erkekleri olduğu gibi kadınları da kapsamaktadır. Dolayısıyla, aynı hitaplarla gelen hükümlerin içerdiği hak ve sorumluluklar, her iki tarafı da muhatap almaktadır. Ancak, gelen hükmün, cinslerden sade­ce birine ait olduğuna dair bir karine varsa, bu durumda ilgili nass sa­dece onları kapsamaktadır. [451]Yönteme ilişkin bu İzahlar açısından meseleye baktığımızda, söz konusu ayetlerin, kadınları da muhatap aldığı sonucuna varıyoruz. Bu da bizleri, kadınlara göre erkeklerin de "fitne", yani imtihan vesilesi olabilecekleri neticesine götürmektedir. Yine aynı bakış açısından, bu­rada değerlendirmeye çalıştığımız, "erkeklere göre kadının fitne olu-şu"y!a ilgiH rivayetleri de, bu çerçevede yorumlamamız mümkün gö­zükmektedir.

Diğer taraftan, Hz. Peygamber'in bu ifadeleriyle, sadece erkekle­ri muhatap alıp, kadınların fitnesinden onları sakındırması hususunu belki şu şekilde yorumlamak da mümkündür: İmrân Sûresinde de işaret edildiği gibi,[452] dünya nimetlerinden, erkeğe süslü ve çekici gös­terilenler arasında kadın ilk sırada yer almaktadır. Yani, erkeğin imtihan edilmesinde kadın Öncelikli bir yere sahiptir. Bu manada Hz. Peygam­ber de hadislerinde, kadın konusunda erkekleri uyarmaktadır. Fakat, erkek konusunda kadınlara herhangi bir uyarıda bulunmamaktadır. Bu da muhtemelen, kadının imtihan edildiği vesileler arasında, erkeğin, bu anlamda bir önceliğe sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. [453]

 

1.2.2. Hz. Peygamber'in Eşleri ve Örtünme

 

Burada değerlendireceğimiz ayetler grubu, Ahzâb Sûresinde Hz. Peygamber'in aile hayatıyla ilgili düzenlemelerin getirildiği bir bağlam­da yer almaktadır. Bu ayetlerde Peygamber eşlerinin, müminlerin an­neleri olma şerefine ermelerinin şuuruna varmaları ve hayatlarını da buna yaraşır bir tarzda geçirmeleri gerektiği vurgulanır.

"Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir edepsizlik ya-parsa, onun azabı iki kat artırılır. Bu Allah'a göre kolaydır. [454]

"İçinizden kim de, Allah'a ve Resulü'ne itaat eder ve salih amel işlerse, ona da mükafatını iki kat olarak veririz. Kendisi için bereketli bir rızık da hazırlamışadır. [455]

"Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınıyorsa­nız, edalı konuşmayın; aksi halde kalbinde hastalık bulunan kim­se ümide kapılır. Sözü uygun bir tarzda söyleyin. [456]

"Evlerinizde oturun, ilk Câhiliye kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın. Namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve Resu­lü'ne itaat edin. Ey Eh!-i beyt, Allah sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.[457]

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Hz. Peygamberin eşlerine hitap edilmekte ve diğer müminlerden farklılıkları ortaya konulmaktadır. Şöyie ki, edebe uymayan bir iş yapmaları halinde, cezalarının iki kat olacağı; Allah'a ve Resulü'ne itaat ederek hayırlı davranışlarda bulun­maları halinde ise, mükâfatlarının iki misli olacağı belirtilir. Devamla bu farklılık daha da netleştirerek konuşma tarzlarından toplumsal ha­yata katılmalarına; giyim kuşamlarından ibadetlerine varıncaya kadar, çeşitli sorumluluklara muhatap tutulurlar.

Burada ileri sürülen emir ve tavsiyelerden, diğer mümin kadınla­rın alması gereken ibret ve dersler şüphesiz ki olacaktır. Bununla be­raber, söz konusu düzenlemelerin iik plânda Hz. Peygamber'in aile hayatına özgü oldukları açıktır. [458]Bu öze! uygulamanın, nübüvvet ma­kamının şeref ve vakarını korumakla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Ko­nunun, Kur'ân'da başka birtakım vesilelerle dile getirildiği de bilinen bir husustur. [459] Ayetlerin içerdiği emir ve tavsiyeler, Hz. Peygam­ber'in eşlerinin diğer kadınlardan her hangi biri gibi, sıradan bir kadın olmadığı vurgulandıktan sonra dile getirilmektedir. Dolayısıyla söz ko­nusu emir ve tavsiyelerin, daha önce vurgulanan "Hz. Peygamber'in eşlerinin sıradan bir kadın olmadığı7' tespiti çerçevesinde e!e alınıp yo­rumlanmasının daha gerçekçi olduğunu düşünüyoruz. Binaenaleyh, peygamberlik makamına halel getirmesi muhtemel bir davranışın, kendilerinden zuhur etmemesi için, gerek ibadet yaşantılarına, gerek­se toplum içerisinde hal ve hareketlerine dikkat etmeleri kendilerin­den istenmekte; böylece daha disiplinli bir hayat yaşamaları onlara emrediimektedir. Diğer bir ifadeyle, peygamber eşleri oldukları için bir anlamda onlara, diğçjç mümin hanımların sorumluluklarına ilave bir sorumluluk yüklenmektedir. Çünkü onlardan zuhur edecek en ufak menfi bir hareket, peygamber eşleri olmaları sebebiyle sadece kendi­lerini vebal altında bırakmayacak; aynı zamanda peygamberlik maka­mını güç durumda bırakacak, belki de ilâhî davetin irşat ve tebliğine gölge düşürecekti.[460]

 

1.2.2.1. Yorumlarda "Sözün İşveli Söylenmesi"

 

Naklettiğimiz şekilde Ahzâb Sûresinde Hz. Peygamber'in eşlerine yönelik oîarak gelen ikazlardan bir 32. ayette ifadesini bulmaktadır. "£y Peygamber hanımları! Siz kadınlardan her hangi biri gibi de­ğilsiniz. Eğer Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten sakınıyorsanız, edalı konuşmayın; aksi takdirde kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Sözü uygun bir tarzda söyleyin. [461] Burada görüldü­ğü gibi, Hz. Peygamber'in eşleri, erkeklerle konuşmaları esnasında, muhataplarının cinsel eğilimli arzularını harekete geçirecek bir ses to­nuyla konuşmamaya davet edilmektedirler. Söz konusu yasaklama, ayette kökü itibarıyla "tevazu" manasına geien "el-hudu"' mastarın­dan türemiş bir fiil kullanılarak yapılmaktadır. Bu kelimenin kök ma­nasında "fücur ve kötülüğe çağırmak" anlamları da vardır. [462] Fiil "ha-da'a" veya "ehda'a" bablarından geldiğinde, kadınla konuşan erkeğin, sözlerini yumuşak bir eda, gönül okşayıcı bir üslup ile dile getirmesi manasında kullanılmaktadır. Fiil süiasi "hada'â" kalıbında, erkeğin ka­dınla konuşmasını ifade etmek üzere kullanıldığında, birbirini arzula-yacak şekilde sohbet etmeleri manasına gelmektedir. [463] Daha da il­ginç olanı, Kamusuİ-Muhît, bunun sonucunun pazarlığa varan bir ko­nuşma olduğunu belirtmesidir. [464]

Görüldüğü gibi kelime, etimolojisi itibarıyla sadece kadınların ko­nuşma tarzını ifade etmemekte, aynı zamanda erkeklerin kadınlarla konuşurken sergiledikleri duygusal tavra da işaret etmektedir. Ama Kur'ân-ı Kerîmde sadece burada, kadınlarla ilgili olarak söz konusu manaları ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Kelimenin mana içeriği ile ilgili olarak burada dikkati çeken konulardan bir diğeri de, konuşan kimsenin ses tonunun son derece yumuşak ve çekici bir hale getirme­di, hatta cinsel günaha davet eder tarzda gayr-i ahlâkî ima ve mesaj­ları ona yüklemesidir.

Burada değerlendirmeye çalıştığımız, "...edalı konuşmayın; aksi halde kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Sözü uygun bir tarzda söyleyin." ifadeleriyle ilgili olarak, klasik dönemlerde şu yorumların yapıldığı görülmektedir: Râzî, bu ayetle, cinsler arasında, bir takım çirkin fiillerin oluşmasına zemin hazırlayacak mahiyetteki konuşmaların yasaklandığına işaret etmektedir. Şöyle ki, önceki ayet­te de görüldüğü gibi, peygamber hanımlarının, kötü bir fiil olan fuhşu irtikap etmeleri halinde, kendilerine verilecek cezanın iki kat olacağı belirtilmektedir. İşte bu çerçevede, söz konusu fiile zemin hazırlayacak şekilde, erkeklerle karşılıklı sohbet etmelerine de müsaade edilmemiş­tir.[465] Kurtûbî ise, kadının namahrem, hatta hürmet-i musâhare[466] ile yakınlığı olan erkekler arasında, sesini yükseltmeden, "sert"[467] bir eda ile konuşmasının mendûp olduğunu belirtmektedir. [468] Hâzin de bura­da, kadınların, yabancı erkeklerle konuşurken, kendilerini arzulamala­rına mahal vermemek için, sözlerinde bir "katılık" bulunmaya çağırıl­dıklarını ifade etmektedir. [469]Alûsî ise, burada "yasaklanan fiildin, ko­nuşma tarzından ziyade, konuşma konusunun içeriğiyle ilgili olduğu­na dikkat çekmektedir. O, Câhiliye ve İslam sonrası dönemlerde kadı­nın, yabancı kimselerle konuşurken, katı bir ses tonuyla konuşması­nın, onun güzel hasletlerinden biri sayıldığını ifade etmektedir. Naklet­tiği diğer bir izah tarzında ise o, "çirkin ve fuhuşla ilgili sözler söyle­meyin; aksi taktirde kalbinde kötülük ve zina düşüncesi bulunan kim­selerin arzulan kabanr" yorumunu getirmektedir. [470]

Diğer taraftan, fitne olgusu ve muhatabın tahrik olabileceği ihti­mallerinden hareketle, erkeğin duyacağı şekilde kadının konuşması­nın caiz olmadığını ileri sürenler de olmuştur. Müfessirlerin bu tür izahları, genellikle Nûr Sûresi 31. ayetinde geçen, "...Ziynetlerin­den, gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar" ifa­delerinden sonra yaptıkları görülmektedir. Meselâ Cessâs bu ayetin tefsirinde, kadının sesini namahrem erkeğin duymasının caiz olmadı­ğını ileri sürmektedir. Çünkü ayette kadınların, taktıkları halhallarınm sesini erkeklere duyuracak şekilde, ayaklarını yere vurmaları yasaklan­mıştır.[471] Onların konuşmalarına gelince, buna kıyasla fitneye sebep olması daha fazla ihtimal dahilindedir. İşte bu sebeple, erkeklerin du­yacakları şekilde konuşmaları haramadır. [472]Alûst'ye göre ise, nor­malde kadının sesini erkeğin işitmesi, haram fiiller çerçevesine girme­mektedir. Ancak fitneye sebep olacağından korkutuyorsa, bu durum­da haram olarak kabul edilmesi gerekmektedir. [473]

Her iki ayet çevresinde özetlediğimiz görüşler açısından meseleye baktığımızda, ayetlerdeki ifadelerin maksat ve muradını, bir ölçüde aşacak yorumlara gidildiğini söylemek mümkündür. Zira, Ahzâb Süre­sindeki ayeti icmâlen anlamaya çalıştığımızda, kadının kendi cinselli­ğine davet kastı oimaması şartıyla, ihtiyaç halinde tabiî sesiyle namah­rem erkeklerle konuşabileceğine işaret ettiği görülecektir. Ayette ge­çen ifadeler arasında bunun aksini ileri sürmemize yarayacak her han­gi bir işarete rastlanmamaktadır. Şu halde, kadının, çekici ve art niyet­li bir eda ile erkek muhataplarıyla konuşmasına müsaade edilmemiş­tir. Fakat bu, gayr-i tabiîliğin bir başka şekline kaçarak sert ve katı bir üsiupla erkeklerle konuşması manasına da gelmemektedir.

Nitekim Ateş, Ahzâb Sûresinde geçen ayetin tefsirinde, Kur'ân'ın hiç bir yerinde, kadın sesinin haram olduğuna dair bir hüküm bulun­madığını ifade etmektedir. Dolayısıyla kadının başka erkeklerle konuş­masında her hangi bir sakınca söz konusu değildir. Ancak konuşurken kırıtarak değil, ağırbaşh olması gerekmektedir. O, bu görüşünü destek­lemek gayesiyle, Hz. Peygamber'in şarkı söyleyen cariye ve kızları dinlediğine de[474]işaret etmektedir. [475] Atay'a göre de bu ayette, kadı­nın sesinin yabancı erkeğe haram olduğu kastedilmemekte, ciddi ve tabiî olarak onunla konuşması kendisine emredilmektedir. Diğer bir ifadeyle, ses tonunu alçaltıp erkeği tahrik edecek şekilde konuşmama­sı kendisinden talep edilmektedir. Devamla Atay, "tekabüliyyet" ilke­sinden hareketle, bu ayeti erkeği de kapsayacak şekilde yorumlama­ya çalışmaktadır. Şöyle ki, onun da, bayağı ve adi sözlerle kadınları kışkırtıp kandırması yasaklanmıştır. Dolayısıyla erkek de kadınlarla ko­nuşurken ciddi ve tabiî sesiyle onlara hitap etmelidir. [476]

Konuyu toparladığımızda şunları söylememiz mümkün gözük­mektedir: Bilindiği gibi, klasik dönemlerde toplumsal ahlâkın bozul­maması ve fertlerin cinsel günaha düşmemesi gayesiyle, sedd-i zerâ'i delilinden hareketle, bir takım yorumlara gidiliyordu. Bu çerçevede kadınla ilgüi bazı konular, fitneye sebebiyet vermemeleri düşüncesiyle çözüme kavuşturulmaya çalışılıyordu. Kiasik dönem yorumlarında, ka­dının sesi ve namahrem erkeklerie konuşması meselesinde de bu yak­laşımın etkili olduğu görülmektedir. Ancak burada, modern yorumlar açısından şöyle bir farklılığın olduğu görülmektedir: Günümüz insanı­nın dinî duyarlılığının eskiye nazaran zayıfladığını, buna bağlı olarak cinsel günaha düşme ihtimalinin daha çok olduğunu söylemek müm­kündür. Fakat, kadının sesine dair yorumlarda, fitne unsuruna belirle­yici bir öğe olarak yer verilmediği dikkat çekmektedir. Böyle bir sonu­cun ortaya çıkmasında ise, kadının toplum hayatına katılması konu­sunda, fitne olgusunun engelleyici bir faktör olarak görülmemesinin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü kadın hakları söylemi ve bu istikamette gelişen pratik uygulama, kadının sosyal hayata ka­tılmasını Öngörüyordu.

Yine görüldüğü üzere ayet, kadınlara yönelik olduğu halde, hal ve hareketleriyle cinsel kışkırtıcılığa yönelen erkekleri de kapsayacak şe­kilde yorumlanmaktadır. Böyle bir yaklaşım ise, kadının erkekle eşit statüye sahip olduğu yönündeki modern dönemlere ait söylemden destek alıp almadığı sorusunu akla getirmektedir.[477]

 

1.2.2.2. Yorumlarda "Hicâb/Perde Arkasından Konu­şmak"

 

Nûr Sûresinde, müminlerin, kendi evlerinin haricinde başka evle­re girerken, İzin alıp ev halkına selâm vermeleri emredilmekte; böyle yapmalarının, kendileri için daha hayırlı ve faydalı olduğu bildirilmek­tedir. Devamında gelen ayetlerde ise, şayet evde kimse bulamazlarsa, izin verilinceye kadar içeri girmemeleri, geriye dönmelerinin istenme­si halinde ise, böyle yapmalarının kendileri için daha hayırlı olduğu ifade edilmektedir.[478] Anlaşıldığına göre, bu ayetierde, genelde bütün müminler arasındaki ziyaretleşmelerde uygulanacak adabın nasıl ol­ması gerektiği ortaya konulmaktadır.

Ahzâb Sûresinde ise, bununla ilgili olarak daha özel bir durumdan söz edilmektedir. Şöyle ki, Hz. Peygamber'in eşlerinin babaları, oğul­ları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadın­ları ve cariyeleri[479] haricindeki yabancıların, Hz. Peygamber'in evleri­ne girip çıkmalarında uygulayacakları adap ve usûl ortaya konulmak­tadır: "Ey iman edenler, Peygamber'in evlerine yemek İçin müsa­ade edilmedikçe girmeyin. Yemeğin vaktini beklemeye kalkışma­yın; ancak çağırıldığınızda girin. Yemeği yiyince de hemen dağdın. Lafa dalmayın. Çünkü böyle davranmanız Peygamber'i rahatsız eder; Sizden bir şey istemeye de utanır. Allah ise, size gerçeği söy­lemekten utanmaz. Peygamber'in eşlerinden bir şey istediğiniz za­man perde arkasından İsteyin. Bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir yoldur. Sizin Allah Resulüne eziyet etmeniz ve ondan sonra da onun eşlerini nikahlamanız si­ze helal değildir. Bu Allah katında çok büyük bir günahtır. [480]

Tarihsel bağlamda ayeti anlamaya çalıştığımızda, diğer müminler­den farklı olarak, Hz. Peygamber'in aile hayatına özgü böyle bir dü­zenlemenin getirilmesinin gerekli olduğunu anlamamız zor olmaya­caktır. Şöyle ki, onun şahsına ve ailesine karşı yoğun bir alâka göste­riliyordu. Rivayetlerde bu durumun onu rahatsız edici boyutlara vardı­ğı anlatılmaktadır. [481] Bu sebeple gelen ayet, müslümanların, Hz. Peygamber'in evini ziyaret konusunda fazla aşırıya gitmemelerini, İzinsiz yere evine gelmemelerini, davet edildiklerinde ise, yemekten sonra söze dalıp evi gereksiz yere işgal etmemelerini emretmektedir. Çünkü bu durumlar onu rahatsız etmekte; fakat herhangi bir şey de söyleye-memektedir. Ayetin devamında, müminlere, Peygamber'in eşlerinden bir şey isterken, "perde (hicab)" arkasından istemeleri emredilmekte-iir. Zira bu, her iki tarafın gönlüne vesvese düşmemesi için daha uy­gun olan bir davranış tarzı olarak ileri sürülmektedir.

Ayette geçen bu tavsiyeden hemen sonra gelen ifadeleri ise, Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber'in evine girip çıkanlardan bazılarıyla ilgili olarak yaptığı "günahkar-fasık" nitelemesi çerçevesinde değerlendir­menin mümkün olduğunu düşünüyoruz.[482] Çünkü bu ifadelerden, bir kısım insanların gönüllerinde, Hz. peygamber'in eşlerinden bazılarıy­la evlenme düşüncesini geçirdikleri, fakat bunu açığa vurmadıkları an­laşılmaktadır. [483] Nitekim ayetin ilgili bölümlerinde, müminlerin pey­gambere eziyet etmeleri ve vefatından sonra onun eşleriyle evlenme­lerinin uygun olmadığı ifade edilmektedir.

Konuyu değerlendiren Şelebî, burada ileri sürülen hicâb hükmün­den maksadın, müminlerin gönüllerine vesvesenin düşmemesi ve Hz. Peygamber'ın rahatsız edilmemesi olduğunu ifade etmektedir. [484] Bu da, herkese yönelik bir nefis tezkiyesinin gerçekleştirilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Söz konusu emrin Araplar'ın adet ve alışkanlık­larıyla çelişir bir tarzda gelmesi de, ayetteki hükmün illetini destekle­mektedir. [485]

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Nazil olan bu ayetle. Hz. Peygamber'in evine giriş çıkışlara bir düzen getirilmiştir. Dolayısıyla, hâlâ çöl hayatının pervasız yaşayış düzeninden, insanî ilişkilerin disipline edildiği yaşayışa geçememiş insanlara,[486] belirli bir adap çer­çevesinde, Hz. Peygamber'in evini ziyaret etmeleri emredilmektedir. Yine bu düzenlemenin, Hz. Peygamber'in eşlerine karşı olumsuz dü­şünceler içerisinde olan, art niyetli bir takım insanlara fırsat vermeme­yi hedeflediğini de söylemek mümkündür. Böylece, Hz. Peygamber'in sahip olduğu nübüvvet makamının saygınlığı ve aile hayatının mahre­miyeti korunmaya, dolayısıyla onuru ve iffeti rencide edilmemeye ça­lışılmıştır.

Kiasik dönem yorumlarında, ayetteki emrin bütün müminler açı­sından kapsayıcı olduğu ifade edilmektedir. Nitekim Cessâs'a göre, burada geçen hicâb hükmü, her ne kadar Hz. Peygamber'in aile ha­yatına mahsus olsa da, bağlayıcılığı itibarıyla bütün müminleri muha­tap almaktadır. Çünkü, kendisine yönelik emirier haricinde, diğer bü­tün hükümlerde[487] müminterin Hz. Peygamber'i örnek alıp ona tâbi olmaları gerekmektedir. [488] İbnu'i-Arabî de, ayetin genele yönelik ol­duğu görüşündedir. O'na göre, kadın bedeni ve sesi de dahil olmak üzere bütünüyle avrettir. Bununla beraber, şahitlik, tedavi vb. ihtiyaç hallerinde, erkeklerle bir araya gelmesinde her hangi bir sakınca söz konusu değildir. [489]Sabûnî de, hicâb emrinin, her ne kadar Hz. Pey­gamber'in saygınlığını artırmak gayesine matuf olsa da, sonuç olarak bütün mümin kadınları kapsayıcı olduğunu ifade etmektedir. Zira, onun eşleriyle ilgili böyle bir hüküm konulduğuna göre, diğer mümin­ler açısından aynı uygulama daha da önemli hale gelmektedir. [490]Bu­na mukabil İbn Aşûr, konuya daha esnek yaklaşmakta ve ayette ge­çen hicâb emrinin, Hz. Peygamber'in eşleri dışında diğer müminleri kapsamadığını belirtmektedir. Ona göre buradaki hüküm, Hz. Peygamber'in eşlerine yönelik vâcib bir emri ifade etmektedir. Buna karşılık, diğer mümin kadınlar için böyle durum söz konusu değildir. On-iar takvaları sebebiyle, müminlerin annelerine tâbi olarak örf ve adet­lerine göre bu konuda farklı tutumlar sergilemişlerdir.[491]

Çağdaş hukukçulardan Zeydân ise, konuyu ihülât terimi çerçeve­sinde değerlendirmekte ve birbirine namahrem olan erkek ve kadın ilişkilerini örneklendirerek izah etmeye çalışmaktadır. Ona göre, esas itibarıyla konu, mubah fiillerden ziyade haramlar kategorisinde ele alınmalıdır. Çünkü bu durum, erkeklerin kendi aralarında bir araya geimelerinden farklı bir durum arzetmektedir. [492] Bununla beraber, za­ruret ve ihtiyaç hallerini de göz önünde bulundurmamız gerekmekte­dir. Şöyle ki, satış akitlerinde, davacı veya davalı olarak mahkemeler­de, malî konularda şahitlik hallerinde, pazarların denetlenmesinde, kocanın da bulunduğu bir mecliste misafirlere hizmet edip oniarla be­raber yemek yenilmesinde, ulaşım vasıtalarında, savaşlarda geri hiz­metlerde, sohbet ve vaazların dinlenmesinde birbirine namahrem olan erkek ve kadınların bir araya gelmelerinde bir sakınca söz konu­su değildir. [493]

Bu konuyla ilgili olarak, son zamanlarda yapılan yorumları göz­den geçirdiğimizde, dikkati çeken farklı yaklaşımları şöylece özetle­mek mümkündür: Ateş, hicabı emreden ilgili âyeti, o günkü Arap-lar'ın eve giriş çıkışlarına dair adet ve alışkanlıkları çerçevesinde yo­rumlamaktadır. Ona göre, söz konusu hükümle, yabancı erkeklerin Hz. Peygamber'in hanımlarının yanma izinsiz girmeleri yasaklanmış­tır. Dolayısıyla ilgili ayet, onlardan bir şey istemek gerektiğinde, he­men eve girmek yerine, belki uygunsuz bir vaziyette bulunurlar diye, perde arkasında durarak istemeyi emretmektedir. [494] Görüldüğü gibi Ateş, hicâb emrinin illetini, muhtemelen sebeb-i nüzule dair rivayet­lerden hareketle, farklı bir şekilde kurgulamaktadır. Şöyle ki, bunu, izinsiz olarak aniden eve girişlerde, Peygamber eşlerinin üstü başı açık bir vaziyette yakalanmamaları olgusuna bağlamaktadır. İlgili emrin ge­rekçesi bu şekilde konulunca, tabiî olarak hükmün uygulama alanı da daha özel durumlara münhasır bir hale gelmektedir. Çünkü bu duru­ma göre, eve giriş-çıkışİarın haricinde, hayatın diğer sahalarında, Pey­gamber eşleriyle diğer müminler arasına perdeye gerek kalmadan normal görüşmeler mümkün olabilecekti.

Bu yaklaşım ise, söz konusu müfessirin bir başka ayet vesilesiyle, kadın-erkek ilişkilerine dair ileri sürdüğü görüşlerle uyum arzetmekte-dir. Bu görüşe göre, art niyetii olmadıktan sonra, namahrem erkek ve kadınların birbirini görüp konuşmalarında her hangi bir sakınca yok­tur.[495]Anlaşıldığına göre, Zeydân'dan farklı olarak Ateş, kadının top­lumsal hayatta erkelerle beraber bulunuşunu, "zaruret" çerçevesinde değerlendirmemektedir.

Salih Akdemir de, kaleme aldığı ilgili makalesinde, iffet ve edep ölçüleri dairesinde kadın ve erkeğin toplumsal hayata beraberce katıl­maları gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre hicâb ayeti, tarihte yan­lış bir şekilde haremlik-selamhğa[496] delil getirilmiş ve bütün müslü-manları kapsayacak tarzda yorumlanmıştır. Oysa, Kur'ân'da böyle bir müessesenin bulunduğuna dair her hangi bir delil söz konusu değildir. Aksine, Tevbe Sûresi 71. ayetinin de işaret ettiği gibi, "Yüce Allah, bu iki cinsin birbirinden ayrılmalarını değil; aksine adab-ı muaşeret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla sürekli dayanışma içinde bulunmaları­nı istemektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gö­ren bir zihniyetin, Kur'ân-ı Kerim'in hedeflerini kavraması beklene­mez. İşte fitneye yo! açacağı endişesiyle kadın, sürekli olarak perde ar­kasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kâdın-erkek işbirliği söz konusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. [497]Öztürk ise, ayetin içerdiği hükmü pratik hayatta uygulama konusunda müminlerin serbest olduğunu ifade etmektedir. Çünkü ayette geçen hicâb düzenlemesi genele yönelik değil; Peygam­ber hanımlarına özgü bir hükmü ifade etmektedir. Bununla beraber, gönlü isteyenin bu özel hükme bağlı kalabileceği, ancak aynı şeyi başkalarından bekleme ve bunu dinin bir emri gibi onlara dikte etmeye kimsenin hakkı olmadığını belirtmektedir. [498]

Görüldüğü gibi, hîcâbla ilgili ayetin, daha ziyade Hz. Peygam­berin aile hayatına özgü bir hükmü içerdiği ve diğer müminleri kap­samadığı şeklinde bir görüş ileri sürülmektedir. Esas itibarıyla, diğer müminlerin de bu hükümden alacağı dersler olmakla beraber, söz ko­nusu yaklaşımın isabetli olduğunu söylemek mümkündür.

Ancak bu yorum tarzını, bir başka şekilde izah etmek de müm­kündür. Şöyle ki, tarihte haremlik-selâmlık uygulaması, bu ayete da­yandırılıyordu. Bu ise, kadın ve erkek dünyalarının mümkün olduğu Ölçüde birbirinden ayrı tutulması ve farklı mekânlarda hayatî faaliyet­lerini yürütmeleri anlamına geliyordu. Bu anlayışın da, modern haya­tın gerçekleriyle uyuşmadığı bilinen bir hakikatti. Çünkü yaşanan ha­yat, kadın ve erkeğin birbirinden tecridine ilişkin geleneksel uygulama biçimlerini ortadan kaldırıyor; bunun yerine, her iki cinsin hayat fonk­siyonlarını beraberce yürütmelerini Öngörüyordu. Modern yorumcu­nun, yaşanan bu realiteyi görmezlikten gelmesi mümkün değildi. An­cak dinî hayatın sürdürülebilmesi için de, terkedilmemesi gereken bir takım ahlâkî değerler söz konusu idi. Dolayısıyla o, yaşanan pratik ha­yatla, teori diyebileceğimiz bu dinî değerlerin arasını şu şekilde uzlaştırıyordu: Erkek ve kadın cinsleri, adab-ı muaşeret ve iffet ölçüleri çer­çevesinde, beşeri faaliyet alanlarının bütününde hayatî fonksiyonlarım baraberce yürütebilirler. Hatta bu, bir ruhsat olmanın Ötesinde, toplu­mun yaşadığı sosyal, siyasî ve ekonomik şartlar göz önünde bulundu­rulduğunda bir gereklilik de arzetmektedir. [499] Burada görüldüğü gibi, pratik hayata dair modern dönemlerde ileri sürülen bu görüşler, dik­kati çeken bir özelliğe de sahiptirler. O da, ele alman konunun, yaşa­nan pratiğe ters düşen, sosyal hayatı düzenlemeye yönelik şeklî yönü­nün gözardı edilmesidir. Buna karşılık, "iffet" ve "adab"ın devam etti­rilmesi vurgularında olduğu gibi, daha ziyade ferdî ahlâkı ön plana alan boyutlarına dikkat çekilmesidir. Bu manada, modern yorumcuların, dinî hayatın Özünü ve esasını muhafaza etmek suretiyle, yaşanan fiili durumla uyum içerisinde bir yaklaşımı tercih ettikleri anlaşılmaktadır.[500]

 

1.2.2.3. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

İslam topluluklarının, yaklaşık bir buçuk asırdır yaşadıkları zihnî ve kültürel sorunlar, okuyan ve düşünen kimi zihinler üzerinde, kendi kül­türleri hakkında olumsuz imajların oluşması ve yerleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu çerçevede bazı aydın ve düşünürlerin, zamanla söz konusu kültürel değerlere karşı utanç duymaya, hatta içerisinde bulun­dukları bu "gülünç durum"dan kurtulmaya çalıştıklarını söylemek de mümkündür. Batı kültürü karşısında yaşanan bu haiet-i ruhiye, genel­de kültürel mirasın bütününe karşı daha eleştirel, hatta zaman zaman dışlayıcı bir tavırla yaklaşılmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda, İslam kültüründe kadının konumunu tespit ve tahlil etmeyi amaçlayan çalış­malarda, özellikle şu konunun yoğun bir şekilde vurgulandığını görü­yoruz: İslam tarihinde kadın, cinsel bir obje şeklinde algılanarak top­lumsal ve ahiâkî çürümenin kaynağı olarak görülmüştür. İşte bu se­beple, cinsel güdünün denetlenebilmesi için, hicâb, haremlik-selâmlık vb. gerekçelerle, kadınla erkeğin yaşadıkları toplumsal alanlar birbirin­den tamamen tecrit edilmiştir.[501]Son bir buçuk asır boyunca, müslü-man kamuoyunun, sürekli olarak bu tür eleştirilere muhatap olduğu ve bunlarla meşgul olduğunu söylersek, her halde mübalağa etmiş ol­mayız. Nitekim Berktay, benzeri değerlendirmelerden birini yapmak­ta ve bu toplumlarda cinsler arasında yaşanan tecridi şu İfadelerle di­le getirmektedir: "İslam toplumu, ümmet ve ailesel alan olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Ümmet, kamusal güç ve iktidarın varolduğu er­kek alanıdır; aile ise, kadının ve cinselliğin alanı. Burada kamusal ikti­dar söz konusu olmamakla birlikte, cinsiyete dayalı katı bir ayrım ve hiyerarşi vardır. İslam toplumu, iki cins ve iki alan arasında iletişimi mümkün olduğunca engelleyecek kurumlar içinde yapılandırılmış­tır. [502] Yine bu eleştirilere paralel olarak, kadın haklan savunucuları­nın, İslam tarihinde kadının ezildiği, sosyal hayattan uzaklaştırıldığı, çarşafa hapsedildiği vb. temaları yoğun bir şekilde işledikleri görül­mektedir. [503]

Burada dikkati çeken husus şudur ki, kimi zaman çağdaş yorum­culardan bazılarının da benzer yaklaşımlara sahip olmalarıdır. Nitekim bu çerçevede işlenen temalardan biri, yabancı örflerin İslam'a girme­si neticesinde, asırlar boyunca kadın aşağılanmış ve toplumdan soyut­lanmış olmasıdır. Oysa İslam'dan önceki dönemlerde, Türkler kadının hürriyetine son derece önem veriyorlardı. İslamiyet'i benimsemelerin­den sonra ise, dini yanlış anlayıp yorumlamaları sebebiyle, kadın söz konusu hak ve özgürlüklerini yitirmiştir. Bunun sebebi de, tarihte Kur'ân yorumunun sadece erkekler tarafından yapılmış olmasıdır. On­lar, modern dönemlere kadar bu konuda kadınlara pek fırsat verme­mişlerdir. Dolayısıyla kadınlar haklarını elde edebilmek için mücadele vermek zorundadırlar.[504]

Bu tür yaklaşımlarda İslam tarihinin Hz. Peygamber sonrası dö­nemlerinin, feminist yaklaşım açısından bir okumaya tabi tutulduğunu görüyoruz. İlke bazında biz, İslam tarihinin yeniden okunması ve yo­rumlanması gerektiğini düşünüyoruz. Aksi takdirde yaşanan aktüel dönemlere ait İslamî tefekkürü üretmemiz mümkün olamayacaktır. Ancak bunun metodunun da iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Yoksa ucuzcu yaklaşımlarla modern bakış açılarını esas almak suretiyle bunu gerçekleştirmeye çalışmanın, bizleri sağlıklı sonuçlara götüreceği kuş­kuludur. Hele ciddi eleştirilere muhatap olmuş ve cinsler arası çatışma merkezinde insanlık tarihini yorumlayan bu paradigma, ne derece sağlıklı bir perspektif bize temin edebilir? Kaldı ki bu tür okuma biçim­lerinde, Kur'an'ın insanlık tarihini okuma tarzı ve bununla ilgili kav­ramsal yapının göz ardı edilmesi, konunun daha da eleştiriye açık bir bir diğer boyutunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla ister istemez şu soru akla gelmektedir: Kur'an, tarihin çeşitli dönemlerinde insanlığın ma­ruz kaldığı mağduriyeti ve ezilmişliği, cinsler arası bir bağlamda mi ele almakta, yoksa genel manada 'müstekbir insan', 'mustazaf insan' ve diğer kavramları mı kullanmaktadır. Yine bilimsel bîr temele dayandı­ğı oldukça şüpheli bu Ödünç kavramlarla Kur'an ayetlerini değerlendirerek ataerkil bakış açısının izdüşümlerinin bu ayetlerde bulunduğunu ileri sürmek, ne yazık ki bu yanlış bakış açısının ayrı bir uzantısını oluş­turmaktadır. Ayrıca, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, genelde İs-lamî değerlerden bir uzaklaşmanın meydana geldiği göz ardı edilerek, sadece kadının mağdur edildiği konusu üzerinde yoğunlaşmak da, ilk etapta feminsitçe bir yaklaşımı akla getirmektedir.

Kanaatimizce, tarihte gerçekleştirilen yorumları, kendi sosyo-kül-türel bağlamlarını göz ardı ederek anlamaya çalışmamız bizleri yanlış sonuçlara götürecektir. Çünkü, tarihsel bir olguyu gerçek manada an­layabilmek, o olgunun bağlantılı olduğu diğer bütün fikri, ekonomik, sosyal ve küİtürel unsurları göz önünde bulundurmayı gerekli kılmak­tadır.Aksi takdirde ileri sürülen düşünceler, işe yaramaz malumatlar olarak değerlendirilecektir.[505] Başka bir ifadeyle, mevcut haliyle yo­rumlar geleneğinin anlaşılabilmesi, onu oluşum düzeni ve bütünlüğü içinde kavramayı; yani bu geleneğin nasıl ortaya çıkabildiği ve bu ge­leneği gelenek yapan hususiyetleriyle ortaya çıkarmayı öngörmesi ge­rekmektedir. Aksine bir yaklaşım tarzının, geleneği hakiki veçhesiyle anlayabilmesi ve bu konuda isabetli görüşler ileri sürmesi pek müm­kün gözükmemektedir. [506]

Nitekim geleneğe nasıl bakmamız gerektiği konusuna eğilen Da-vudoğlu bu konuda şunları söylemektedir: "Yapılması gereken, tarihî olgunun gelenek içindeki dönemsel geçerliliğini itibari yaklaşımla in­celemek, geleneğin yeniden yapılanması içindeki rolünü ise bu itibarî boyutun süreklilik taşıyan mutlak özü -tabiî eğer varsa- ve bu özün bu­günkü geçerliliğini tartışarak ortaya koymaktır. Bugünkü dönemle ilgi­li geçerliliği mutlaklaştırarak tarihi yargılayanlar, metahistorîk bir ko­pukluğu, itibarî boyut içinde kaybolanlar ise, bugünkü dönemsel reali­te ile yabancılaşmayı doğururlar. [507]

Bu açıdan, tarihte kadın konusunda yapılan yorumları, oluştukla­rı şartlarda Kur'ân'm temel ilkelerini vakıaya yansıtmanın çabaları ola­rak değerlendirmek mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gerçekte bu yo­rumlar o dönemin şartlan göz önünde bulundurularak yapıldığından, genel olarak Kur'ân'ın konuya yaklaşımı açısından anlamlı bir özellik gösteriyorlardı. Bu bakımdan, kadın hakları konusunda bize adaletsiz gibi gözüken bir durum, bütün olarak bakıldığında, o günün aile ve toplumsal yapısının temin ettiği diğer imkân ve avantajlarla telafi edil­diğini söylemek mümkündür. Bu sebeple, İslam tarihi boyunca, yorum­lar bazında kadının durumunun menfi bir özellik arzettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü aksine bir görüşü ileri sürmek, Kur'ân'm gerçeğe uygun bir şekilde anlaşılabilirliği konusunu da tartışma haline getirecektir.

Ancak tarihte yapılan yorumları bugün anlamaya kalkıştığımızda, kadın hakları konusunda adalet ve fıtrat ilkelerine aykırı bir durum ar-zediyor intibaını verebilmektedirler. Çelişki gibi gözüken bu durumu ise şu şekilde izah etmek mümkündür: XVIII. yüzyıldan itibaren, tarı­ma dayalı üretim biçimlerinden sanayi toplumuna geçilmiş; böylece ekonomik gelişmelere bağlı olarak, sosyal, siyasî örgütlenmeler önemli değişikliklere uğramıştır. Tabiî olarak bu, kadın-erkek, kadın-aile ve kadın-toplum ilişkileri çevresinde Önemli zihniyet değişikliklerini de beraberinde getirmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, diğer konu­larda olduğu gibi kadın konusunda da, geleneksel değerlerden modern değerlere geçilmiştir. İşte bu açıdan tarihte gerçekleştirilen yorumlara bakıldığında, anlam ve değer kaybına uğradıkları görülmektedir.[508]

 

1.3. Aile Hayatında Kadın

 

1.3.1. Yorumlarda "Kavvam/Yönetici" Terimi

 

Ailede karı-koca ilişkilerini düzenleyen hukukî ve ahlâkî ilkelerin bir kısmına Nisa Sûresi 34. ayetinde yer verilmektedir. Burada, erkek­lerin kadınlar üzerinde "kâim" oldukları ifade edilmektedir. "Allah'ın İnsanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması ue mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ue ko-ruyucusudur (kavuâm)...." Ayette bu kelimenin, mübalağa ifade et­mek üzere "el-kawâm;: kalıbında geldiği görülmektedir. İbn Manzûr, bu kelimenin mastarı olan "el-kıyâm"ı, "himaye edip ıslah etme" ma­nasında kullanmaktadır. Ayrıca erkeğin, eşinin işinden sorumlu olması ve durumunu gözetmesi manasını da buna ilave etmektedir.[509] İsfehânî de benzer bir yaklaşımla, "bir şeye kâim olmak" ifadesini, onu muhafaza edip gözetmek manasında kullanmaktadır. [510]

Görüldüğü gibi, ayette geçen "el-kavvâm" kelimesi, sözlük itiba­rıyla erkeğin eşini koruyup kollaması ve onun ihtiyaçlarından sorum-İu olması manalarına gelmektedir.

Klasik yorumcuların, "erkeklerin kadınlar üzerinde kâim olmaları" ifadesini, onları yönetip terbiye etmeleri, menfaat ve zararlarına olan konularda onları gözetmeleri, murakabe altında bulundurmaları, [511] himaye etmeleri, çarşıya çıkışlarını takip etmeleri şeklinde yorumla­dıklarını görüyoruz. [512] Beydâvî ise, ayette geçen karı-koca ilişkilerini daha anlaşılır hale getirmek için, valinin halkı yönetmesini misâl ola­rak getirmektedir. [513]

Yazır ve Bilmen gibi müfessirlerin, kavvâm kelimesine hakim, kâhya, amir gibi manaları verdikleri görülmektedir. [514] Ancak, 1980 sonrası yılİarda, söz konusu ayeti ele aİan yorumcular, bu kelimeyi "hâkim, [515] yönetici[516] vb. manalarla izah etmenin yanlışlığını ileri sürmüş, "koruyucu, gözetici, nezaret edici ve sorumlu" kelimeleriyle tefsir etmenin daha uygun olacağını belirtmişlerdir.[517] Ayrıca onlar, erkeğe verilen bu inisiyatifin, eşine karşı keyfi davranmaya, baskı uy­gulamaya ve haksızlık yapmaya götürmemesi gerektiğini de özellikle ifade etmişlerdir. [518]  Buna ilave olarak, modern yorumcular, söz konu­su yetkinin sadece evde geçerli olduğu, eşinin gerçekleştireceği ticarî ve benzeri faaliyetlere erkeğin herhangi bir müdahale hakkının olma­dığını da ileri sürmüşlerdir. [519]

Geleneksel dönemlerden modern dönemlere gelirken, kavvâm te­rimine getirilen tefsirleri, karşılaştırmalı bir şekilde incelediğimizde, bu terimin anlam içeriği bakımından bir değişikliğe uğradığı görülecektir. Meselâ, klasik dönemlerde karı-koca ilişkilerini açıklamak üzere, hü­kümdarın halkı, valinin tebayı yönetmesi vb. misâller getirilirken, mo­dern dönemlerde bu tür benzetmelere rastlamıyoruz. Çünkü söz ko­nusu temsiller, yöneten ile yönetilen arasında ayrılığı, mesafeyi, statü farklılığını, otoriteyi, hatta maddi gücü çağrıştırmaktadır. Bunun aksi­ne, modern yorumlarda, karı-koca arasındaki mesafeyi kaldırmaya yönelik, yakınlaşmayı işaret eden[520]  ve erkeğin eşine karşı sorumlulu­ğunu[521]  öne alan kelime ve tabirlerin seçildiği görülmektedir.

Bunu belki şu şekilde izah etmek mümkündür: Modern dönemler­de, kadın haklan bağlamında karı-koca ilişkilerinde de bir takım zihni­yet değişiklikleri olmuştur. Artık geleneğin aksine, modern ailede ka­rı-koca münasebetlerinde, erkeği merkeze alan, mesafeli, hiyerarşik bir yapılanma pek kabul görmüyor;[522] eşitliği, yakınlaşmayı ve hoşgö­rüyü öngören bir anlayış benimseniyordu.

Diğer taraftan, geleneksel toplumlarda eğitim imkânlarından ka­dının yeterince istifade edememesi; [523] onun eğitiminin, kocanın so­rumluluğuna bırakılmasına yol açtığı anlaşılmaktadır. Nitekim, bunun­la ilgili olarak, kavvâm kelimesinin tefsirlerinde, kocanın eşini terbiye etmesinden söz edildiği görülmektedir. Modern dönem yorumlarında ise, bu anlamda kocanın her hangi bir sorumluluğundan bahsedilme-mektedir. Çünkü, geleneksel toplumlardan farklı olarak, günümüzde kadının eğitim ve öğretimi, büyük ölçüde aileden alınıp Örgün eğitim kurumlarına devredilmiştir.

Modern zihniyet açısından bakıldığında belki şu da söylenebilir: Kadının eğitiminin, kocanın iradesine bırakılması, bir bakıma onun zihniyetine göre şekillenmesi, dolayısıyla kendi özgün kişiliğini ortaya koyamaması anlamına da geliyordu. Aynı zamanda bu, kadının koca­sının yönlendirme ve güdümüne girmesi neticesini de doğuruyordu. İşte modern zihniyetin onaylamadığı bütün bu durumlar, kadının eği­timinin, "kavvâm" terimi çerçevesinde ele alınıp yorumlanmasına ma­ni olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan, klasik yorumlar, kadına özel alanı gösterip ötesine geçmesini sınırlandırıyordu. Modem yorumlar ise, bu sınırlan değiştir­meye ve kamu alanına açılan kapıları kadına aralamaya çalışıyordu. Bu çerçevede, erkeğin yöneticiliğinin aile içi öze! alanla sınırlı olduğu­na dair yeni yaklaşımlar dikkatimizi çekmektedir. Modern dönemlerde, popüler kültürün yücelttiği değerlerden biri olan "kadının hürriye­ti" ve "kamu alanına çıkması"na ilişkin söylemleri[524] hatırladığımızda, bütün bu yorumların daha anlamlı haie geldiği görülecektir.[525]

 

1.3.2. Yorumlarda "Tafdîl/Üstünlük" ve "Derece" Terim­leri

 

Nisa Sûresi 34. ayette, erkeğin kadına yönetici olmasının gerek­çelerinden biri beyan edilmektedir. "Allah'ın onlardan bazısını di­ğerlerine üstün kılması sebebiyle..." İsfehânî'ye göre, burada geçen "feddale" kelimesi, erkeğin yapısından kaynaklanan bir meziyeti ve toplumdaki itibarı, malı, makamı ve gücünden ileri gelen bir üstünlü­ğü ifade etmektedir. [526] Bu anlamda onun, ayette geçen söz konusu kelimeyi, erkeğin yaratılışı ve sosyal durumunu göz Önünde bulundu­rarak izah ettiğini söylemek mümkündür.

Geçmiş alimler, ayette geçen "ba'd" kelimesinin birincisini erkek­lere, ikincisini ise kadınlara göndermektedirler. Buradan hareketle, er­keklerin üstün kılınmaları sebebiyle kadınlara yönetici olduklarını be­lirtmektedirler. [527]Ayette geçen "üstünlüğü" ise, erkeğin akıl, anla­yış, [528] yönetme kabiliyeti ve salih amel konusundaki gayretiyle[529]açıklamaktadırlar. Buna ilave olarak, bir erkeğe mukabil iki kadının şa­hitliğinin kabul edilmesi, [530] mirasta erkeğe iki kadına bir hisse veril­mesi, irşad ve cihad sorumluluklarının erkek tarafından yürütülmesi de, onun üstünlükleri çerçevesinde değerlendirilmektedir. [531]

Diğer taraftan, "...Erkeklerin kadınlar üzerinde haklan olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde örfe göre hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları, bir derece fazladır.[532] aye­tinde de görüldüğü gibi "derece" kelimesi geçmektedir. Bu kelimenin de, erkeklerin kadınlara üstünlüğü çerçevesinde yorumlandığı görül­mektedir. [533] Meselâ Cessâs, söz konusu ayeti Nisa Sûresi'nin 34. ayetiyle tefsir etmektedir. Bu çerçevede o, kocanın, eşinin yatağını terk etme hakkına sahip oiması, onu boşayabilmesi, üzerine üç eş da­ha alabilmesi, kendi seçtiği yerde eşini ikamet ettirmesi gibi konuları erkeğin kadına üstünlüğünün bir göstergesi olarak değerlendirmekte­dir. Aynı müellifin şu rivayetleri de bu bağlamda naklettiği görülmek­tedir: "İnsan oğlunun kendi cinsine secde etmesi doğru değildir; eğer böyle bir şey doğru olsaydı, üzerlerindeki hakkın büyük ve ağırlığından dolayı kadının kocasına secde etmesini emreder­dim. [534] "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, bir kadın başından ayağına kadar cerahatli ve irinli yaralar içinde olan kocasının bu yaralarını yalasa, yine de onun hakkını ödemiş olamaz. [535]"Bir adam hanımını yatağa davet eder de, kadın ka­bul etmezse ve bu sebeple kocası ona kırgın olarak gecelerse me­lekler sabaha kadar o kadına lanet eder. [536]

Klasik dönemlerde, aile hayatında kocanın eşi üzerindeki yetki ve otoritesine vurgu yapan bu yorumların, fakihlerin nikâh terimine yük­ledikleri anlamla ilgili olduğunu söylemek belki de mümkündür. Zira bu anlayışa göre, nikâh akdi, dinin koyduğu ölçüler çerçevesinde, kadının cinselliğinden yararlanma imkânına sahip olma şeklinde tarif edilmekte idi.[537] Dolayısıyla bu tarifle, bir anlamda erkeğin aile içerisinde sahip olduğu yetki ve inisiyatifine de bir ima ve işarette bulunulmaktadır. [538] Bu itibarla, nikâh konusundaki bu anlayışların, ailede erkeğin yönetici­liği ve üstünlüğü konularında belki de mübalağalı diyebileceğimiz yo­rumların iieri sürülmesinde etkili olduğu anlaşılmaktadır.

İbn Kesîr'in; ayette geçen derece kelimesini, mana bakımından oldukça kapsayıcı bir şekilde kullandığı görülmektedir. Buna göre söz konusu kelime, erkeklerin, yaratılış, huy, makam, emre itaat, infakta bulunma ve faydalı şeyleri yapma bakımlarından hem dünyada hem de ahirette kadınlardan üstün oldukları anlamlarını içermektedir. Bu yorumlarını açıklayıcı mahiyette de Nisa Sûresi 34. ayetini ileri sür­mektedir. [539]Alûsî buradaki derece kelimesini İki şekilde yorumlamak­tadır. Birinci yoruma göre, bu kelime, ailede erkeklerin kadınlar üzerinde haklarının daha fazla olduğuna işaret etmektedir. Çünkü, nikâh bir anlamda kölelik gibi bağlayıcı bir özellik göstermektedir. İkinci yo­ruma göre ise söz konusu kelime, erkeklerin kadınlara yönetici ve ko­ruyuculuk yapmaları sebebiyle daha şerefli3[540] olduklarına işaret et­mektedir. [541]

Kadının ailevî, toplumsal ve ahiret hayatına ilişkin burada yapılan belirlemeleri çözümlediğimizde, onun erkeğe göre ikinci derecede eİe alındığını söylemek mümkündür. [542] Başka bir ifadeyle, dinî, dünyevî ve toplumsal hayatın bütününde, kadına göre erkek önde yer almak­ta ve daha aktif gözükmektedir. Kadın ise, insanlığın gerçekleştirece­ği hayır ve fazilette erkekten sonra ikinci sırada yer almaktadır.

Kanaatimize göre, ayette ifade edilen yöneticilik görevi, bünye ve psikolojik farklılığı sebebiyle erkeğe verilmektedir. Çünkü bütün kül­türlerde, antropolojik düzeyde insanların paylaştıkları özelliklerden bi­ri de, iktidara sahip olma arzusudur. Bu eğilimin de, kadınlara göre er­keklerde daha çok geliştiği görülmektedir.[543] Dolayısıyla ayette geçen kavvâm teriminin, erkeğe yüklenen sorumluluk ve buna bağlı olarak sahip olduğu haklar çerçevesinde yorumlanmasının daha makul oldu­ğunu düşünüyoruz.

Fakat özetlemeye çalıştığımız söz konusu yorumlarda, geçmiş rnüfessirlerin içerisinde yaşadıkları sosyokültürel çevrenin etkisine kala­rak bir takım izahlara gittikleri anlaşılmaktadır. Zira bir genellemeye gidilerek, erkek ve kadının farklı konum ve kategorilerde ele alındığı anlaşılmaktadır. Bu durumun da, kadını sosyal hayattan uzaklaştıracak tarzda bir takım görüşlerin ileri sürülmesine sebep olduğunu söylemek mümkündür. Yine yapılan bu izahların, karı-koca arasında, ayetin be­lirlediği ilişki düzeyinin ötesinde, ast-üst ilişkisini ve hiyerarşik bir ya­pıyı çağrıştırdığı görülmektedir. Bu çerçevede gerçekleşen tefsirlerin ise, ailede erkeğin güç ve yetkisini desteklediği, dolayısıyla kadının kendisine bağımlı hale gelmesine ve beşerî faaliyet alanlarında daha sınırlı bir rol üstlenmesine yol açtığını söylemek mümkündür.

Modern zamanlara geldiğimizde, Nisa Sûresi 34'te geçen "...Al­lah'ın insanlardan bazısını diğerlerine üstün kılması sebebiyle..." ifadesindeki "tafdîl" kelimesinin genel manada erkek cinsinin kadın cinsine üstünlüğü şeklinde yorumlanmadığını görüyoruz. [544]  Şöyle ki, çağdaş yorumcu, ayette geçen "ba'd" edatının müphemliğinden hare­ketle, burada İfade edilen üstünlüğü, sadece erkeğe ait bir özellik olarak değerlendirmemekte; bütün insan bireyleri arasında yaratılıştan gelen maddîmanevî yetenek ve potansiyel farklılığı olarak yorumla­maktadır. Bununla ilgili olarak o, her iki cinsin birbirine üstün yönleri bulunduğuna,[545] kimi zaman da bazı kadınların erkeklerden üstün ol­duğuna işaret etmektedir. [546] Erkeğin kadına üstünlüğü ise, iddia edil­diğinin aksine, onun şeref ve fazileti ile her hangi bir alakası yoktur. [547] Bu sadece, bünye itibarıyla onun daha güçlü, [548] atılgan, dayanıklı ve Önde gidici[549] olmasıyla ilgili bir husustur. [550]

Buna ilave olarak, 1986-97 yılları arasında yayınlanan İslâmt Araş­tırmalar dergisi çevresinde toplanan bir grup akademisyen, ayette ifadesini bulan "tafdîl" kelimesinin, ontolojik bir mana ifade etmediği­ni, sadece erkeğe tanınan bir çeşit inisiyatife[551] işaret ettiğini belirt­mişlerdir. [552] Bu da sosyal hayatla ilgili olup[553] erkeğin antropolojik durumu ve ekonomik konumunun sağladığı avantajdan kaynaklan­maktadır. [554] Dolayısıyla ailede erkeğin yöneticiliğine ilişkin ileri sürü­len bu illet, toplumsal gelişmelere bağlı olarak değişebilir. Yani, kadı­nın eğitim seviyesinin yükselmesi ve ekonomik özgürlüğünü kazanmasına paralel olarak, iİeri sürülen bu gerekçeler geçerliliklerini yitirebi­lir. Bu da, ailede erkeğin önderliği ve üstünlüğünün aşağıya çekilme­si[555] veya tamamen kaldırılması sonucunu doğurabilir. [556]

Tarihte sosyo-kültürel şartların da elverişli olması sebebiyle, "üs­tünlük" fenomeninin değişik yönlerini öne çıkaran yorumlar rahatlık­la yapılabilmiştir. Yani, erkeğin kadına üstünlüğü görüşü, detaylı bir şekilde ele alınıp işlenmeye çalışılmıştır. Modern dönemlerin yorum­cusu ise, bu hususta o kadar rahat değildi. Bu sebeple o. muhatapla­rın aklî durumunu göz önünde bulunduran yeni yaklaşımlarla, erkeğin kadına üstünlüğü görüşünü izah etmeye çalışmıştır. Çünkü modern bakış açısından konuya yaklaşıldığında, ayette geçen ilgili ifadeler, kadın-erkek eşitliği söylemiyle çelişiyordu. Bu bakımdan, ülkemizde ka­dın hakları konusu tartışılmaya başlandığı tarihten itibaren, ayetin bu bölümü, kısmî olarak yeni bir yaklaşımla izah edilmeye çalışılmıştır. Fakat daha sonraları bu yorumlar, geleneksel tefsir tarzından gittikçe farklıiaşan bir mahiyet ortaya koymuştur.

Bu farklılaşmaya ait ilk İşaretler, geçmiş müfessirlerin erkeğin üs­tünlüğüne dair ileri sürdükleri argümanların görmezlikten gelinmesi ve bu konudaki yorumların dikkate alınmaması şeklinde kendini göster­miştir. Daha açık bir ifadeyle, klasik dönemde fıtri, [557] dinî, [558] ahlâ­kî, [559] uhrevî[560] ve toplumsal[561] yönleriyle incelenen "üstünlük" fenomeni, modern zamanlarda sadece erkeğin fiziksel gücü ve toplumsal etkinliği çerçevesinde yorumlanmıştır. Yine konu, klasik yorumların aksine, bir genellemeye gidilerek, cinsler arasında ayırıcı bir karakter olarak değerlendirilmemiştir. Bu çerçevede erkek-kadın ayrımına gidil­memiş, insan bireylerinin her birinde, yaratılışları itibarıyla diğerlerine göre üstünlük arz eden fizyolojik ve psikolojik yönlerin bulunabileceği ifade edilmiştir. Yine bazı kadınların erkeklerden üstün olabilecekleri­ne de bu bağlamda işaret edilmiştir.[562]

Geleneksel yorumlardan iyice farklılaşmanın gerçekleştiği zaman­lar, 1980 sonrası yıllara denk gelmektedir. Yüzyılın ilk yarısında fark­lılığa işaret eden yorumların, bu dönemlerde daha radikal bir çizgiye kavuşması, tesadüfle izah edilecek bir gelişme olarak değerlendirilme-melidir. Zira bu yıllar, feminist iddiaların ülkemizde yoğun bir şekilde tartışıldığı ve kamuoyu oluşturduğu zaman kesitini oluşturmaktadır. Bu bakımdan, söz konusu yorumlama çabalarının, bu dönemlerde da­ha da yagınlaşan kadın hakları söylemiyle bir ilişkisinin olmadığını ile­ri sürmemiz zor gözükmektedir. Aksine, kadınla erkeği birbirine yak­laştırmaya, insanlık değeri ve hukukî açıdan birbirine eşitlemeye yö­nelik anlama gayretlerinin, bu bağlamda ileri sürülen modern söylem­lerle paralellik arzettiğini söylemek mümkündür.[563]

 

1.3.2. Yorumlarda "Nüşûz/İtaatsizlik" Terimi

 

Aile hayatına ilişkin önemli düzenlemeler getiren Nisa Sûresi 34. ayeti, salih ve saygılı kadınlardan söz ettikten sonra, kocasına karşı menfi bir tutum içerisinde bulunan ve ona karşı gelen kadınlardan da bahsetmektedir. "...Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin..." Kur'ân, baş kaldıran kadınlarla ilgili olarak "nüşûz" ke­limesini kullanmaktadır. Ebû Ubeyde bu kelimeyi, kadının kocasından hoşlanmaması ve ondan nefret etmesi manasında kullanırken; [564] İsehânî buna, kocasına isyan etmesi ve başkalarına meyletmesi mana­sını da ilave etmektedir. [565] İbn Manzûr ise, kelimeyi biraz daha açarak, kadının kocasına baş kaldırması, isyan etmesi, düşmanlık gütme­si, itaatinden çıkması ve onu istememesi manalarını vermektedir.[566]

Klasik müfessirlerin bir çoğunun bu ayeti, naklettiğimiz lügat ma­naları çerçevesinde yorumladıklarını görüyoruz. [567] Şu farkla ki, daha anlaşılır hale getirmek gayesiyle değişik örneklerle konuyu izah etme yoluna gitmişlerdir. [568]Yine onlar, kadının kocasına itaat etmesi ve saygılı olmasıyla ilgili hadisleri aktararak görüşlerini pekiştirmeye ça­lışmışlardır.

Rivayetlerden bazıları şunlardır: "Bir kimseye başka birine secde etmesini emredecek olsaydım, üzerindeki hakkının büyüklüğün­den dolayı, kadının kocasına secde etmesini emrederdim. [569] "Kocasına itaat eden kadının günahlarının bağışlanması için, gök­yüzündeki kuşlar, denizdeki balıklar, semadaki melekler ve yeryü­zündeki yırtıcı hayvanlar, tazarru ve niyazda bulunurlar. [570] Yine başka bir rivayette, dünyadaki kadınların kıldıkları namaz, tuttukları oruç, yaptıkları ibadet ve kocalarına karşı gösterdikleri saygı ve itaat-İeriyle cennet hurilerinden daha faziletli oldukları belirtilmektedir. [571]

Günümüze geldiğimizde, Öztürk'ün, "nuşûz" kelimesine, kadının sadakatsizliği ve iffetsizliği manalarını verdiği görülmektedir. [572] Ateş ise, tefsirinde "kocasının sözünü dinlemeyen, devamlı dırdınyla evde huzur diye bir şey bırakmayan" izahlarını getirmektedir. [573] Ancak Ateş, "İslâm'ın Kadına Getirdiği Haklar" konulu bir makalesinde, kadının yabancı bir erkeği yatağına yatırması hususunu da bu çerçe­vede değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Müslim'in rivayet ettiği şu hadisi de bu konuda ileri sürmektedir: "Kadınların sîzin üzerinizde hakla­rı vardır, şöyle ki, hoşlanmadığınız bir kimseyi yataklarınıza almamaları gerekir. Eğer böyle yaparlarsa, eza vermeyecek şekilde on­ları dövün.[574] Müfessir Ateş'e göre bu durum, kadın hakları açısın­dan önemli bir noktayı işaret etmektedir. Çünkü İslâm, kadının yaban­cı bir erkeği yatağına alması durumunda dahi, merhametsizce değil; terbiye amacıyla hafifçe dovülebileceğini tavsiye etmektedir. [575]

Naklettiğimiz hadiste geçen "...Kadınların yataklarınıza sizin is­temediğiniz bir kimseyi yatırmamaları..." ifadesinin, klasik dönem yorumlarında, kocasının razı olmayacağı kimselerle kadının yalnız ba­şına kalmaması ve onlarla görüşmemesi şeklinde yorumlandığını gö­rüyoruz. Nitekim İbn Manzûr, bu ifadeyi, kadının yabancı bir erkekle yalnız başına konuşmaması şeklinde anlamaktadır. Bu Araplar'm ade­tinden idi ve bunda herhangi bir sakınca da görmüyorlardı. Fakat hi-câb ayetiyle yasaklanmıştır. [576] Müslim sarihi Mazerî de, yaklaşık aynı manayı vermekte ve zina kastı olmasa da, bir kadının erkekle beraber yalnız başına kalmaması gerektiğini ifade etmektedir. Zira zina haddi gerektirmektedir. [577]Nevevî ise, konuya biraz daha farklı yaklaşmak­tadır. Şöyle ki, o, kadının yanında bulunmasından kocasının razı ol­mayacağı herkesi bu çerçeveye dahil etmektedir. Dolayısıyla o, yaban­cı erkeklerle kadının mahremleri ve hem cinsleri arasında bu konuda bir fark görmemektedir. Fakihlerin de aynı görüşte oldukları anlaşıl­maktadır. Buna göre kadın, ancak kocasının razı olduğu kimseleri evi­ne alabilir. [578]Hâzin ise, hadiste yasaklanan "vat'u'l-fersi" tabirini, ka­dının herhangi bir erkekle halvet halinde kalması değil, onunla sohbet etmesi şeklinde yorumlamaktadır. [579] Bu tefsirden anlaşıldığına göre, toplulukta kadının bir erkekle konuşması sakıncalı görülmektedir. Tirmîzîde bu konuda "hasen-sahîh" nitelemesiyle bir hadis nakletmekte­dir. Buna göre, kadın ancak "apaçık fuhuş" yapması halinde kocası tarafından dövülebilir. [580] Kurtûbî hadiste geçen bu tabirle, zinanın kastedilmediğini belirtmektedir. Çünkü bu haram olup haddi gerektir­mektedir. Rivayette anlatılmak istenen, kadının kocasından nefret et­mesi ve onun hoşlanmayacağı kimseyi evine almasıdır.[581]

Görüldüğü gibi hadis, kadının yabancı bir erkekle halvet halinde kalmaması, yahut da kocasının hoşlanmayacağı kimseleri eve alıp on­larla sohbet etmemesi şeklinde yorumlanmaktadır.

Klasik tefsirlerde yer alan ve kadının kocasına karşı itaatkâr olma­sını; bunu gerçekleştirdiği takdirde, hurilerden faziletli olacağı ve ba­ğışlanması için bütün canlıların dua edeceklerini dile getiren hadisle­re, modern dönem yorumlarında pek yer verilmediği veya muhatap­ların kabulleneceği tarzda yorumlandıkları görülmektedir. Meselâ "Eğer bir insanın diğer bir insana secde etmesini emredecek olsay­dım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim," hadisinin ga­rip olduğu, Hz. Peygamber'in böyle bir şey söylemeyeceği, doğru ka­bul edilmesi halinde ise, kocaya karşı saygılı olmaya teşvik ettiği şek­linde anlaşılmasının gerekli olduğu ifade edilmektedir. [582]Açıkça ifade edilmese de, rivayetler konusundaki bu yaklaşım, modern yorumcu açısından haklı bir takım gerekçelere dayanmakta­dır. Belki bunu şu şekilde tahlil etmemiz mümkündür: Bu rivayetler­den bazıları, kadının kocasına secde etmesi temsiliyle gelmektedir. Bu ise, kadının hürriyeti ve bağımsızlığını gerçekleştirmesi gibi çağdaş söylemlerle çelişiyordu. Hatta, kadının pasif bir statüye İndirgenmesi­ni çağrıştırıyordu. Oysa çağdaş yorumcu, okuyucusuna ulaşmaya ve onunla iletişim kurmaya çalışıyordu. Dolayısıyla, daha işin başlangı­cında, muhatabının modern değerlerden kaynaklanan Ön yargılarının harekete geçmesi ve tepki göstermesine razı değildi. Çünkü bu, mu­hatabın ürküp kaçmasına yol açabilirdi. Bu sebeple, klasik dönemden gelen tefsir verileri, modern mentalitenin süzgecinden geçirilerek mu­hataplara ulaştırılmalıydı. [583]

 

1.3.4. Yorumlarda Darb/Dövme Konusu

 

Dövmeye müsaade eden ayetin, aşağıda aktaracağımız şekilde, yakın zamanlara doğru yeni arayışlara ve farklı yorumlara zemin ha­zırladığı görülmektedir. Getirilen bu yorumlarla, kadın haklan çerçevesinde oluşan iddialara[584] cevap verme ve dinî hükümlerin hâlâ geçer-İi olduğunu vurgulama amacının güdüldüğü muhakkaktır.

Fakat bu süreçte, yanlış bir takım sonuçlara varmamak için, Ön­celikle ayetin nazil olduğu sosyal şartlarda anlaşılmasının gerekli oldu­ğunu düşünüyoruz. Çünkü, Kur'ân'ın nazil olduğu dönemlerde ger­çekleştirmeyi hedeflediği adalet vb. ilkeler açısından bakıldığında, ge­tirdiği hükümlerin rasyonel ve isabetli olduğu kolayca anlaşılabilmek-tedir. Ancak, aynı hükümler, modern anlayışlar çerçevesinde değer­lendirildiğinde bir anlamsızlığa maruz kalmaktadırlar. Nitekim, mo­dern zihniyet açısından konuya yaklaşan yorumcuların, zaman zaman ayetin zahiri manasıyla uyuşmayacak bir takım yorumlara gittikleri gö­rülmektedir. Bu durumun, ayetin tarihî kimlik ve kişiliğini göz ardı et­mekten kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Konuyu, kadının dövülmesine müsaade eden ayet çerçevesinde ele aldığımızda şunları söylememiz mümkündür:

Kur'ân'ın bu ve benzeri ayetlerle, dünyevî ve uhrevî saadetin ka­zanılmasında, merkezî bir öneme sahip olan aile birliğini yeniden te­sis etme amacını güttüğü anlaşılmaktadır. Nitekim talâk konusunda getirilen düzenlemeleri, [585] eşler arası ilişkilerin bozulması halinde ha­kem görevlendirilmesi emrini[586] ve kocanın huysuzluğu durumunda her iki tarafa anlaşma ve barışın tavsiye edilmesi[587] konularını da bu çerçevede değerlendirebiliriz.

Aile kurumunun, Kur'ân'ın nazil olduğu dönemlerde, insan açısın­dan yerine getirmesi gereken işlevini kaybettiği, kısaca huzur ve sa­adetin kaynağı olma özelliğini büyük ölçüde yitirdiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla gelen emir ve hükümlerle yozlaşan ve dağılan bu kurumun yeniden toparlanmaya, aslî ve tabiî kişiliğine kavuşturulmaya çalışıldı­ğını söylemek mümkündür. Belki de Hz. Peygamber'in, "Nikâh be­nim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa benden değildir. Evleniniz, ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim. [588] hadislerini de bu konuyla ilgili olarak değerlendir­mek mümkündür. Dolayısıyla, beşeri ve toplumsal hayatta fiilen ve fıtraten etkin olması sebebiyle, dağılan aile fertlerini bir araya getirme ve onu himaye etme sorumluluğunun da bu bağlamda erkeğe verildi­ği anlaşılmaktadır.[589]

Rivayetlerden anlaşıldığına göre, [590] ailenin namus ve saygınlığı ile bağdaşmayan gayr-i ahlâkî bazı fiiller, Kur'ân'ın nazil olduğu dönem­lerde yaygın bir vaziyette bulunuyordu. Nitekim, aile hayatına ilişkin diğer ayetler de, hür ve cariyeler arasında söz konusu ilişkilerin hâlâ devam ettiğine işaret etmektedir. Bu bağlamda, nikâhlanacak kadınla­rın iffetli olmaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları konula­rından sık sık bahsedildiği görülmektedir. [591]Çünkü neslin yozlaşması­na sebep olabilecek bu tür fiillere, Câhiliye döneminden kalma alış­kanlıkları sebebiyle hâlâ ilgi duymaya devam eden kadınlar vardı.

Sonuç olarak, burada incelemeye çalıştığımız ayet vasıtasıyla Kur'ân'ın, cinsel ilişkiye kapı aralayabilecek mahiyetteki kadın-erkek görüşmelerine bir çekidüzen vermeyi hedeflediği anlaşılmaktadır. Bu çerçevede, ailenin haysiyetini rencide edecek tarzda gelişen söz konu­su hayasız ilişkilere devam eden kadınları, [592] ayette anlatıldığı şekliy­le terbiye etme yetkisinin kocaya verildiğini söylemek mümkündür. [593] Dolayısıyla bu uygulamayı, gayr-i ahlâkî ilişkilere yönelen kadın sebe­biyle, dağılmaya doğru giden aile yuvasını korumaya yönelik bir çare olarak düşünebiliriz.

Kur'ân'ın bu hükmünün daha iyi anlaşılabilmesi için, Hz. Peygamber'in eşlerine karşı davranışının açıklığa kavuşturulmasının fay­dalı olduğunu düşünüyoruz.

Bilindiği gibi, İslam tarihi kaynaklan, özel hayatını detaylı bir şe­kilde bizlere aktarmaktadır. Bu kaynaklar onun, maruz kaldığı son de­rece sıkıntılı ve bunaltıcı gelişmeler karşısında dahi, tahammül ve sabn elden bırakmayarak, eşlerine karşı nazik ve hoşgörülü davranmaya devam ettiğini ortaya koymaktadır. Rivayetlerde onun, hoşlanmadığı bir olay karşısında, eşlerini dövmeye teşebbüs ettiğine dair her hangi bir kayda rastlanmamaktadır. Nitekim, bu çerçevede değerlendirilebi­lecek gelişmelerden biri de, Hz. Aişe ilgili oiarak meydana gelen ifk hadisesidir. Bu olayda ona iftira edilmiş, bir ay boyunca Medine söy-jentilerie çalkalanmıştır. Konuyu aydınlığa kavuşturacak ayetlerin na­zil olması da zaman alınca, meydana gelen gelişmeler, Hz. Peygam­ber ve eşi Hz. Aişe'yi kedere gark etmiş; son derece zor ve sıkıntılı günler yaşamışlardır. Bütün bu gelişmelere rağmen, yine de Hz. Pey­gamber Hz. Aişe'ye ancak şu kadarını söylemekle yetinmiştir: "Ey Âi-şe, senin şöyle şöyle yaptığın bana söylendi. Eğer sen suçsuz isen, Allah senin suçsuzluğunu ortaya koyacaktır. Ama eğer bir günah işledi isen, Allah'tan mağfiret dile, O'na tövbe et, çünkü kul gü­nâhım itiraf edip Allah'a tövbe ederse Allah onun tövbesini kabul buyurur, dedi.[594]

Diğer taraftan, nakledildiğine göre, yine Hz. Peygamber'in eşİeri, devletin imkânlarının zenginleştiğini görünce, diğer kadınlar gibi mü­reffeh bir hayat yaşama arzusunu dile getirmeye başlamışlardır. Ha­nımlarının bu istekleri ve birbirini kıskanmalarından ötürü baş göste­ren huzursuzluktan sıkılan Hz. Peygamber, bir ay boyunca onlara yak­laşmamaya yemin etmiştir. [595] Yine bu konuda şu rivayetin de Önem­li olduğunu düşünüyoruz: Bir defasında Hz. Ömer, eşinin kendisine karşılık vermesinden rahatsız oimuştu. Bunun üzerine eşi şöyle muka­belede bulunmuştu: ''Sen kendine karşılık verilmesini istemiyor­sun; ama kızın Allah'ın elçisine öyle karşılık veriyor ki, Peygam­ber gün boyunca onunla dargın yaşıyor. [596]

Toparladığımızda belki şunu söylemek mümkündür: Görüldüğü gi­bi, Hz. Peygamber, eşleri sebebiyle maruz kaldığı bütün bu rahatsız edici davranışlara karşı metanetini devam ettirmiş ve onlara karşı fiili bir müdahaleye teşebbüs etmemiştir. Bu da, dövme ruhsatının, özel şartlara münhasır alternatif bir uygulama olduğunu bizlere göstermek­tedir. Nitekim Hz. Peygamber de, dövmeye müsaade ettiği hadislerin­de, kadınlara güzellikle muamele etmeyi tavsiye ettikten sonra, bir istisna olarak,[597] döneminde aileleri tehdit eden bu tür sapmalara kar­şı böyie bir fiile müsaade etmektedir.

Çağımızda bu konuda yapılan yorumlara göz attığımızda şunları söylememiz mümkündür: Bilindiği gibi İslâm dünyası, Batı ile gelişen temaslar neticesinde, XIX. asrın sonlarından itibaren, diğer bir çok konu yanında kadın hakları sorunuyla da yüz yüze gelmiştir. [598] Bu bağlamda Kur'ân yorumcusunu en fazla meşgul eden ve yeni arayış­lara yönelten konulardan biri de, sözünü ettiğimiz kadının dövülmesi meselesi olmuştur. [599] "İslam ve kadın" mevzusunda görüş beyan eden yorumcuların neredeyse hemen hepsi, bir şekilde bu konuyu ele almış ve nassın ruhuna bağlı kalarak modern zihniyetin kabulleneceği tarz­da manayı munis ve anlaşılır hale getirmeye çalışmışlardır.

İşte bu bağlamda, asrın ilk yarısında konuyia ilgili ayetin zahiri ma­nası esas kabul edilmiştir. Bununla beraber, lâfzın ifade ettiği dövme fiili, İslamî değerleri savunmak gayesiyle ele alınmış ve değişik izahlar­la tefsir edilmeye çalışılmıştır. Bazen, yorumcuların bu konuda muha-iif söylemlerle polemiğe girdikleri de olmuştur. Meselâ M. Hamdi Ya-zır'ın, dövme fiilini İslam'a karşı bir sataşma vesilesi haline getiren Av­rupalılara, kendi ülkelerindeki hukukî ve fiilî uygulamalara bakmaları­nı tavsiye ettiği görülmektedir. [600]

Yaşadığımız asrın son çeyreğinde geldiğimizde, bu konuda tarih­sel, etimolojik ve psikolojik[601] yorumlara gidildiğini görüyoruz.

Karaman, ilgili ayete getirdiği izahlarında, pratiğe dikkat çekmek­te ve Hz. Peygamber'in eşierine karşı gösterdiği nezaket ve hoşgörü­ye vurgu yapmaktadır. [602] Ancak konuyla ilgili ayeti de yorumlamaya çalışmaktadır. Buna göre söz konusu ayet, bu fiilin yaygın olduğu bir topluma gönderilmesi sebebiyle mevcut uygulamayı göz ardı etme­miş; ilk merhalede onu asgariye indirmeyi amaçlamıştır. [603] Geçici bir süre müsaade ettikten sonra da, ihtimai o ki, Kur'ân'ın nihai hedefi bu uygulamanın tamamen kaldırılması idi. [604] Karaman başka bir yer­de ise, hukukçuların tarif ettiği manada dövmenin[605]mecazî ve psi­kolojik tesiri bakımından bu şekilde isimlendirilebileceğini İfade etmiş­tir. [606]Bu da ancak, aile bağlarının kopmaması için son çare olarak düşünülebilecek bir çözüm tarzıdır. [607]

öztürk ayette geçen "ıdrıbû" emir fiilinin etimolojisinden hareket ederek yeni bir yorum getirmeye çalışmaktadır. O, bu konudaki aye­tin maksadını ortaya koyması açısından, kelimeyi, 'idvme"nin hari­cinde diğer lügat manalarında ele almanın daha uygun olduğunu be­lirtmektedir. Buna göre, kelimeyi "if'âl" babına alıp şu manaları kay­detmektedir: 1- Onları evden çıkarın. 2- Onları bulundukları yerin ha­ricine gitmeye mecbur bırakın. 3- Onları dövün. [608] Devamla o, karşı­laşılan duruma göre bu üç seçenekten birinin tercih edilebileceğini, iik iki seçeneğin ise, sonuç alma, insan psikolojisi ve hukuk mantığı açı­sından daha makul olduğunu belirtmektedir. [609] Öztürk, çalışmasının devamında, kelimenin dövme manasında alındığı takdirde, maddi bir yaptırımı ifade ettiğini, bunun ise cezalardan had kategorisine girdiği­ni kaydetmektedir. Dolayısıyla bu ifadeyi, kocanın eşini dövmesi ma­nasına almak makul değildir. Zira, hadlerin uygulanması, kamu otori­tesinin yetkisindedir. Eğer ilk İki seçenekteki uygulama sonuç getir­mezse, kamu otoritesi devreye girer ve şartlara göre cezanın miktarı­nı tayin eder. [610]

Hatemi ise, söz konusu ayetin müteşâbih olduğunu ifade ederek, Kur'ân'ın öngördüğü temel ilkeler çerçevesinde yorumlanması gerek­tiğini ileri sürmektedir.[611]Çünkü Kur'ân, erkeğe eşini "dövme hakkı" diye bir hak vermemiştir. [612] Sadece, kadının saldırgan ve rahatsız edi­ci davranışlar göstermesi halinde, bu tecavüzün derecesi ile orantılı bir şekilde, kocaya meşru müdafaa hakkı tanımıştır. [613]

Sonuç olarak, ayetin naziî olduğu tarihsel şartlan göz Önünde bu­lundurduğumuzda şunu söylememiz mümkündür: "Darb" kelimesinin, "dövme" haricindeki diğer manalarından hareket etmek suretiyle ya­pılan yorumlar, ayetin gerçek manasını yansıtmamaktadır. Çünkü ya­pılan yorumların, gerek Hz. Peygamber'den gelen hadislerle, gerekse nüzul dönemine ilişkin diğer tarihi rivayetlerle test edilmesi, usûle ait bir ilke olarak göz önünde bulundurulması gerekmektedir. [614]

 

1.3.5. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Klasik ve modern dönemlerde gerçekleştirilen yorumlan, karşılaş­tırmalı bir şekilde, incelediğimizde şunu söylemek mümkündür: Mo-dernizm Öncesi zamanlarda, ayette ifadesini bulan dövme fiili, erkeğin hukuku ve kadına olan üstünlüğü çerçevesinde ele alınıyordu. Yeni dö­nemlerde ise, bunu bir tarafa bırakalım, ayetin dövme fiilini içerip içermediği konusunun tartışılmaya başlandığı görülmektedir. Bu fark­lılaşmayı, harici bağlantılardan kopuk, salt zihnî ve entelektüel bir ge­lişme oİarak değerlendirebilir miyiz? Eğer böyle değilse, söz konusu farklılaşmanın arkasında yatan sosyal ve kültürel faktörler nelerdir?

Kanaatimize göre, yükselen çağdaş değer ve beklentiler, yorumla­rın yönünü belirlemektedir. Diğer bilimsel veriler, entelektüel uğraşılar ve metodolojik yönelişler ise, yorum faaliyetinin bu yönde gerçekleş­tirilmesinde etkin araçlar oİarak kullanılmaktadır. Bununla beraber, hakim değerlerin, yorumcular üzerinde, kendi istikametleri doğrultu­sunda kaçınamayacakları bir etki yaptığını ileri sürmemiz de mümkün değildir. Nitekim, aynı coğrafyayı paylaşan ve aynı zaman sürecinde yaşayan yorumcuların, birbirinden oldukça farklı yönelişlere sahip ol­duklarını müşahede edebiliyoruz. Böyle bir farklılaşmanın ortaya çıkmasında, yorumcunun kişisel hayatı, almış olduğu eğitim, tefsir gele­neğine bakışı, kültürel gelişmeler karşısındaki tavrı vb. faktörler etkili olabilmektedir.

Bu bağlamda, kimi zaman yorumcunun, yaşadığı dönemde etkin olan değer ve söylemlere karşı pasif ve ilgisiz bir yaklaşım ortaya koy­duğunu görüyoruz. Bu haliyle o, adeta çağdaşlarından farklı bir dün­yada yaşadığı izlenimini vermektedir. Burada, tarihte gerçekleşen tef­sir ürünlerinin, modern insanın entelektüel ve pratik ihtiyaçlarını kar­şılayabileceği kanaatinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, sonuçta bu yaklaşım, yorumcunun, çevresinde gerçekleşen kültürel gelişmeler­le etkileşime girmemesine; dolayısıyla tarihteki muhataplara getirilen yorumları günümüze taşımasına yol açmaktadır.[615]

Kültür hareketlerinin ilk gamalarında şuna da şahit olabiliyoruz: Kimi zaman yorumcu, yabancı kültürün empoze etmeye çalıştığı taîep ve tekliflere karşı, yerli kültürün reflekslerini harekete geçirmekte ve savunmacı bir tutum sergileyebilmektedir. Bazen de bu yaklaşım, ya­bancı kültüre karşı daha duygusal ve dışlamacı bir mahiyet kazanabil­mektedir. Fakat yerli kültür, kendi üzerinde şok tesiri[616] uyandıran ve belki de hissi diyebileceğimiz dönemi atlattıktan sonra, daha soğuk­kanlı ve bilinçli hareket edebilmektedir. Böylece o, kendisini değerlen­dirip özeleştiriye tâbi tutmasına kapı aralayacak yeni bir döneme gir­mektedir. Konuya, Cumhuriyet döneminde kadınla ilgili ayetlerin yo­rumları açısından baktığımızda, bu sosyo-psikolojik süreci daha yakın­dan takip etmemizin mümkün olacaktır.

Yaşadığımız asrın ilk yarısında, Kur'ân'ı anlama faaliyetlerinde, esas itibarıyla geleneksel okuma biçimlerinin değiştirilmediği; ancak yeni felsefî ve bilimsel argümanlarla muhafaza edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Burada söz konusu değerlerin, müdahaleye uğrayan bir in­sanın, ilk etapta kendi öz varlığını koruma güdüsüyle harekete geçme­sinde olduğu gibi, bir savunma psikolojisiyle muhafaza edilmeye çalı­şıldığı müşahede edilmektedir. Bu halet-i ruhiyede gerçekleştirilen yo­rum çalışmalarında, belki de neyin savunulup savunulmadığına pek de dikkat edilmemektedir. Üst üste gelen hamlelere karşı, kültürel değer­ler adına hareket eden yorumcu, zayiat vermemeye ve elindekileri kaybetmemeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, yerli kültür adına gerçekleş­tirilen bir tepki ve savunma hareketi söz konusudur. Savunmada oian kültür, sadece mazisini veya kültürünün geçmişteki bazı safhalarını hasretle yad etmekle kalmamakta, aynı zamanda onları yeniden şuur­lu bir şekilde ihya etmeye de çalışmaktadır.[617] Bîr kültür değişmesin­de, bazen yerli kültüre mensup fertlerin çoğunluğunun davranışların­da tenkitçi bir Özellik görülebilir. [618] Bu açıdan bakıldığında, asrın ilk yarısında gerçekleştirilen Kur'ân'ı yorumlama çalışmalarında, bu tür eğilimlerin izlerini görmek mümkündür.

Kuşkusuz, anlatmaya çalıştığımız söz konusu tavır, sadece duygu­sal ve psikolojik bir özellik de taşımamaktadır. Aynı zamanda bu, bah­settiğimiz kültürel etkileşim karşısında, modern yorumcunun kendine tayin ettiği konumla da yakından alâkalıdır. Bu düşüncemizi, belki de Hamdİ Yazır Örneğiyle daha anlaşılır hale getirebiliriz. O, Avrupa me­deniyetini, ilim ve duygu hayatını birbirinden ayırdığı için çatlak bir medeniyet olarak nitelendirmektedir. [619] Ona göre bu medeniyetin bü­tün maksadı, İslam dininin kendini muhafaza etme yeteneğini kırarak duygusal ve sosyal yapisını kendine benzetmeye çalışmaktır. Dolayı­sıyla, gerçekleştirilecek bir tecdit hareketinde, milletin birliği dağılma­malı, dinin prensipleri inkâr ediimemeli, ümmetin vicdanı yabancı vic­danlara terk edilmemeli ve bidatlere yol açılmamalıdır. [620]Yine bu ye­nilenme hareketi, geçmişteki değerleri görmezden gelmemeli, aksine onları yeni bir takım değişiklikler ve keşiflerle daha yetkin değerler ha­line getirmelidir. [621]

Bahsetmeye çalıştığımız muhafazakâr yaklaşımın devamında, kendi ilkelerini oluşturan yorum geleneğinin telkin ettiği güven duygu­sunun etkili olduğunu belirtmek gerekir. Yine, sözü edilen kültürel et­kileşimin, kendi tabiî seyrinde gerçekleşmemesi; yani, siyasî bir takım faktörlerin bu süreci etkilemesi,[622] savunma psikolojisinin daha da de­rinleşmesine sebep olmuştur. Fakat, yorumlar yoluyla geleneği tahkim etmek üzere oluşturulan savunma hattının, asrın son çeyreğinde çö­zülmeye başladığı da bir gerçektir. Belki de bunu şöylece açıklamak mümkündür: Kültürel yapı, bu zamana kadar kendini savunmakla meşgul olmuştu. Artık enerjisini bu uğurda harcamamalıydı. Bu se­beple, baştaki duygusal tavrını bir tarafa bırakıp, soğukkanlılıkla ken­dini anlamaya ve sorgulamaya yönelmesi gerekirdi. Bu süreç ise, bir yönüyle, kültürel bünyenin kendini oluşturan parçalara ayrılıp tahlil edilmesi manasına geliyordu. Yine yabancı kültürün, üslup itibarıyla farkhlaşan hamlelerine karşı, bu unsurların yeniden düzenlenmesi ve kurgulanması anlamını da içeriyordu.

İşte asrın son çeyreğinde, kadının dövülmesi vb. konularda, gele­neksel okuma biçimlerinden iyice farklılaşan yorumlama çabalarını bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Yine söz konusu yeni yakla-şımları, XIX. asrın sonlarından itibaren Batı ile başlayan kültürel ilişki­lerin tabiî bir neticesi veya varmış olduğu bir merhale olarak da anla­yabiliriz. [623]

 

1.3.6. Yorumlarda Kadının Miras Hakkı

 

Kur'ân-ı Kerîm'de, vefat eden kimsenin geriye bıraktığı mirasın nasıl taksim edileceğine dair hükümlerin, Nisa Sûresi 11, 12 ve 176. ayetlerinde düzenlendiğini görüyoruz. Dinî ilimler arasında, bilhassa Öğrenilmesi tavsiye ve teşvik edilen ferâiz ilminin konuları da, söz ko­nusu ayet ve onun tefsiri mahiyetinde gelen hadislerin yorumlanma­sından oluşmaktadır.

Bu başlık altında biz, miras hukukunun kadına ilişkin içerdiği hü­kümleri detaylı bir şekilde inceleyecek değiliz. Sadece ilgili hukukun önemli bir bölümüne ait düzenlemeler getiren Nisa Sûresi 11. ayetin­de geçen, "Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payı­nın iki misli (miras vermenizi) tavsiye eder..." hükmü çerçevesinde, klasik ve modern dönemlerde yapılan yorumlan değerlendirmeye ça­lışacağız.

Klasik dönem tefsirlerinde, eserin hacim ye genişliğine göre fark­lılık arz etmek üzere, ayetin nüzul sebebi,[624]Câhiliye toplumunda mi­rasın hangi kriterlere göre dağıtıldığı, kadınların mirastan neden mah­rum bırakıldığı, [625] İslam'da mirasın sebepleri vb. konularda bilgi veril­diğini görüyoruz. [626] Bu çerçevede, ayrıca ayette geçen "yûsî" kelime­sinin kök harfleri "v,s,y" olup "ulaşmak" manasında olduğu, ayette ise Allah'a İzafe edilmesi sebebiyle, "farz kılmak[627] anlamına geldiği de ilave edilmektedir. [628]

Müfessir Râzî, miras dağılımında kadına göre erkeğe daha fazla hisse verilmesini, bir soruyla konuya girerek izah etmektedir. Onun bu konudaki yorumlan, bir anlamda dönemindeki kadın telâkkisini yan­sıttığından, mümkün olduğu ölçüde kısaltmaya gitmeden aktarılmaya çalışılacaktır. Buna göre gerçekte kadın, aklının eksikliği, aldanma ve aldatmasının çokluğu, [629] erkeklere karıştığında töhmet altında kaldığı, ve ev haricine pek çıkmaması gibi sebepler dolayısıyla erkeklere göre daha yetersiz bir konumda bulunmaktadır. Bu itibarla mirasta ona da­ha fazla hisse verilmesi gerekirdi. Ama aksi bir durum söz konusu ol­muş ve mirastan erkeğin aldığı payın yarısı ona verilmiştir, öyleyse bu durum nasıl izah edilmelidir? Râzî'ye göre bunun değişik sebep ve hik­metleri vardır. Birinci olarak, koca sosyal hayata daha fazla çıktığın­dan, daha çok mala muhtaçtır. [630] ikinci olarak, erkeğin yaratılış ve akıl[631] yönlerinden[632] kadından daha üstün olması, devlet başkanlığı ve hakimlik gibi dinî makamlara gelebilmesi, şahitliğinin iki kadının şahitliğine bedeİ olması vb. sebeplerden ötürü kendisine verilecek mülkün daha fazla olması gerekir. Üçüncü olarak, kadının aklı az, şeh­veti ise çoktur. [633] Eğer buna bir de malının çokluğu ilave edilirse, o zaman yer yüzünde fesat[634] iyice çoğalır. [635]  Dördüncü olarak da, er­kek aklî melekesinin olgunluğu sebebiyle malını hem dünyada hem de ahirette, kendisine faydalı olacak şekilde harcar. Çoğunlukla insanlar­la beraber olduğundan bu imkâna sahiptir. Kadın ise, insanlar arasına pek çıkmadığından bunu gerçekleştirmesi söz konusu değildir. [636]

Râzî tefsirinin devamında, ayette neden erkek kelimesinin öne alı­nıp kadın kelimesinin sonraya bırakıldığına da cevap vermeye çalış­maktadır. Şöyle ki, erkeğin mirastaki payının kadının payına oranla iki kat olarak tespit edilmesinde olduğu gibi, kadından daha üstün olma­sı sebebiyle ondan önce zikredilmiştir. [637]  İkinci olarak, bu ayet "mu­tabakat" yoluyla erkeğin üstünlüğüne; "iltizâm" suretiyle de kadının noksanlığına işaret eder. [638]  Dolayısıyla erkeğin burada önce zikredil-mesiyle ayrıca şuna da dikkat çekilmiştir: Faziletli bir şeyin ortaya konulması hususunda gösterilen gayret, değersiz bir şeyin teşhirine gös­terilen gayrete tercih edilmelidir. [639]  Üçüncü olarak da, Câhiliyede mi­rasın sadece erkeğe verilip kadının bundan mahrum bırakılması, ilgili ayetin nüzul sebebidir. Dolayısıyla şöyle denmek istenmiştir: Erkeğin payının kadının payına göre iki misli olması, ona yeterlidir. [640]  Bu sebeple, erkeğin kadını mirastan tamamen mahrum etmeyi arzulaması ona yaraşmaz.[641]

Reşid Rıza isim vermeden Râzî ve benzeri yorumcuları eleştirmek­tedir. Şöyle ki, ayetin tefsiri çerçevesinde ileri sürülen, kadının aklının eksik oluşu ve malını kötü yollarda harcamaya götürecek şekilde şeh­vetine düşkün olması görüşleri, son derece çirkin yorumlardır. Söz ko­nusu müfessirlerin, kadınların şehvetlerinin erkeklere göre daha fazla olması ve bu sebeple malı çok harcamaları görüşü de, tamamen batı! bir temele dayanmaktadır. Çünkü tecrübe ile bilinmektedir ki, şehvet­lerini tatmin etme uğruna mallarından çok harcama yapanlar erkek­lerdir. Kadınlarda da süslenme dolayısıyla bu durum söz konusudur. Fakat müşahedeler göstermektedir ki, harcama işi kadınlara bırakıldı­ğı takdirde, çoğunlukla onlar tasarruf etmeyi tercih ederler. [642]

Miras ve benzeri konularda ülkemizde yapılan yorumlan inceledi­ğimizde, Câhİliye döneminde ezilen ve mirastan mahrum bırakılan ka­dına büyük değer verildiği, erkekle eşit duruma getirildiği, [643] medenî ve sosyal haklara sahip kılındığı vb. konuların sık sık diie getirildiği gö­rülmektedir. [644] Yine bu çerçevede, Batı dünyasının kadına mülkiyet ve tasarruf yetkisini ancak XX. yüzyılda tanıdığı, ama İslam'ın asırlar Öncesinden bu haklan garanti altına alarak, [645] ideal manada onu hür bir kişilik ve şahsiyete kavuşturduğu konularının önemle vurgulandığı müşahede edilmektedir. [646]

Ayrıca modern dönemlerin yorumcusu, erkeğe kadının iki katı hisse verilmesi meselesini izah etmeye çalışmıştır. Bu konuyla ilgili olarak o, ayette geçen "yûsî" fiilinin, geçmiş alimlerin anladığı gibi '"emir ve farz kılma" manasında değil; "tavsiye ve öneri" anlamına geldiğini ifade etmiştir. [647] Ancak Lisânü'l-Arab'a baktığımızda, o bu kelimenin söz konusu ayette farz kılma manasına geldiğini belirtmek­tedir. Çünkü Allah'ın vasiyet etmesi, onun farz kılması manasına gelir. Nitekim En'âm 151 de de aynı kelime bu anlamda kullanılmaktadır. "...Haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın/ Düşünesi-rtiz diye Allah size bunları tavsiye etti..." Burada müminlere yerine getirmeleri gereken muhkem bir farz emredümektedir.[648]

Yine modern yorumcu, miras ayetinde geçen kelimelerin tertibin­de erkeğin önce zikredilmesinin, onun payının kadının maruf olan pa­yına göre tayin edildiğine işaret ettiğini belirtmektedir. [649] Yine o, mi­ras ayetini doğru bir şekilde anlayabilmek için, İslam'ın bu konuda ge­tirdiği sistemin bütünüyle ele alınması gerektiğine dikkat çekmiştir. Şöyle ki, miras taksiminde her durumda erkeğe iki, kadına ise bir his­se verilmemekte, [650] aksine çeşitli durumlarda bu oranlar değişmekte­dir. [651] İkiye-birli taksimin ise, kadına verilen değer açısından ele alın­maması gerektiği, ekonomik boyutlu bir husus olduğu belirtilmiştir. [652] Ayrıca, kadına göre erkeğin para ve malları idare etme konularında iktisadî yönden daha güçlü olması[653] ve ailenin geçimini temin etme­si de, bu tür taksimin hikmet ve sebepleri arasında zikredîldiği görül­mektedir. [654]

Görüldüğü gibi, modern dönemlerde bazı kesimler tarafından İs­lam'ın kadını horladığı ve aşağıladığı şeklinde yorumlanan miras ko­nusu, farklı delil ve argümanlardan hareket edilerek İslâm'ın kadına verdiği değerin bir göstergesi olarak işlenmeye çalışılmıştır. [655]

 

1.3.7. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Miras ayetini tefsir etme sadedinde Kur'ân yorumcuları, kadının zihnî, dinî ve toplumsal hayatına ilişkin bazı tespitlerde bulunmakta ve çeşitli görüşler ileri sürmektedirler. Bütün bu niteleme ve belirlemele­ri bir araya getirdiğimizde, bir anlamda, yorumcuların yaşadıkları dö­nemde kadının tabiatı ve psikolojisine ilişkin bir takım genel kabulleri ve idealize edilen müslüman kadın imajını çizdiklerini de söylememiz mümkündür. Zaten, klasik dönemlerde yaygın olan kadın imajına da­ir tarihî ve kültürel kaynaklara yaptığımız atıflarda bu durumu görebiliyoruz.

Buna qore, klasik dönemlerde kadın, aklî, fıtrî ve dinî yönlerden erkeğe göre ikinci sırada yer almaktadır. Şehevî duygulan ağır basan, düzenbaz, lâkin kolayca kandırılıp aldatıiabilen saf mizaçlı bir kişilik sergilemektedir. Bunun yanısıra o, günaha yatkın, toplumda fitne ve fesadın kaynağı olabilecek bir özellik göstermektedir.[656] Dolayısıyla murakabe altında bulundurulması gerekmektedir. Yine o, sahip oldu­ğu mülkiyeti, erkek gibi, dünya ve ahiretine faydalı olacak şekilde kul­lanma güç ve yeteneğinden yoksun bulunmaktadır. Ayrıca mülkiyet sahibi olması halinde, isyana ve günaha sürüklenmesi kolay ve ahlâkî zafiyetler gösteren bir kişilik ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan, tasvir edilen bu kadın İmajı, klasik yorumculara gö­re zamanının büyük bir kısmını evinde geçirmekte ve toplumsal haya­ta çıkmasına pek de gerek görülmemektedir. [657] Hatta, böyle bir şeye teşebbüs ettiğinde, kocası veya akrabaları kendisine mani olabilmek­tedir. [658]Nadiren de olsa insanlar arasına karıştığında, bir takım şaibelerin ortaya çıkmasına[659] sebep olabilmekte ve töhmet altında kalabil­mektedir. [660]

Şüphesiz ki, burada tasvir etmeye çalıştığımız kadın imajının, bü­tün müfessirier tarafından ortaklaşa paylaşılan ve tarihin her döne­minde geçerliliğini sürdüren bir telâkkiyi yansıttığını ileri sürmüyoruz. Ancak, söz konusu kadın imajının değişik yönlerini, hem tarihî ve kül­türel eserlerde, hem de değişik dönemlerde telif edilmiş tefsirlerde gö­rebilmekteyiz. Bu telâkkinin güçlü yansımalarını, Râzî Örneğinde oldu­ğu gibi, bazı müfessirlerde daha açık bir şekilde gördüğümüzü de bu­rada belirtmeliyiz.

Fakat bütün bu yorumlar, söz konusu görüşleri ileri süren müfes-sirlerin, iddia edildiğinin aksine, [661] kadın konusunda menfi bir yakla­şıma sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Anlaşıldığına göre, mo­dern aklın garipsediği bu yorumlar, müfessirlerin kendi dönemlerinin meşru ve makul görüşleri olarak kabul ediliyordu. Onlar da, mensup ol­dukları kültürlerin doğal temsilcileri olarak, ilgili ayetlerin yorumlarında bu anlayışları yansıtıyorlardı. Dolayısıyla bu durumu, her insan ferdinin içerisinde doğup büyüdüğü kültürün değerlerini, çoğunlukla müspet ve­ya menfi ayrımına gitme gereğini duymadan, peşinen kabullenmesiyİe izah etmek mümkündür. [662] Çünkü kültürün en önemli öğelerinden olan örf ve adetler, ait oldukları toplumlarda daima hakikat olarak kabul edi­lir, insanlar da, bir bakıma, şuursuzca onlara tâbi olurlar. [663]

Yine, klasik dönem yorumlarında, olumsuz bir kadın imajının or­taya çıkmasında, bu yorumların sadece erkekler tarafından yapılması­nın da etkili olduğu anlaşılmaktadır. [664] Bu bağlamda, zaman zaman, kadın kişilik ve onurunun kabullenip sindiremeyeceği yorumlara gidil­diği görülmektedir.[665]Söz konusu yaklaşımların ortaya çıkmasında, müfessirin kendi şahsî tecrübesi ve tek taraflı okumanın doğurduğu yanlılığın etkili olduğu anlaşılmaktadır. [666]Nitekim, kadın araştırmacı Amine Vedûd-Muhsin buna işaret etmek de ve şunları söylemektedir: "Bu husus, tefsirlerde erkekîere ve onların deneyimlerine yer verildi­ği, kadınlara ve onların deneyimlerine ya yer verilmediği, ya da erkek­lerin kadın hakkındaki görüşieri, bakış açıları, arzuları veya ihtiyaçları tarafından yorumlanmış şekliyle yer verildiği anlamına gelir. Son tah­lilde, bizim Kur'ân'ı ve onun tefsirini inceleyip tartıştığımız temel pa­radigmalar, kadınların katılımı ve ilk elden temsilleri gerçekleşmeksi-zin ortaya çıkmıştır. [667]

Bu itibarla, kadınların bundan sonraki Kur'ân'ı aniama çalışmala­rına iştirak etmelerinin olumlu bir adım olacağını düşünüyoruz. Böy­lece tefsir faaliyetleri, tek taraflı bakış açısının ürünleri olmayacak, er­keğin ortaya koyduğu perspektif yanında, kadının da kendi yaklaşım­larını sergilediği bir alanı oluşturacaktır. Neticede, muhtemelen doğru­ya daha yakın ve farklı Özellikler gösteren yorumlara gidilecektir. [668]

Klasik dönem tefsirlerine dair yaptığımız bu tespitten sonra, tek­rar konumuza dönecek olursak, modern yorumlarda sunulan müslü-man kadının portresi ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Bu yorum­larda kadın, kendisine saygı duyulan, insanlık değeri ve medenî hak­lar bakımından erkekle eşit seviyede bulunan, [669] ekonomik yönden kocasına bağımlı olmayan, sosyal hayata aktif olarak katılabilen, hür kişiliğe sahip bir kadın imajı ortaya koymaktadır. Yine idealize edilme­ye çalışılan bu kadın, dinî, fıtri, aklî ve ekonomik yönlerden erkeğe göre ikinci planda bulunmayan, malî konularda yeterliliğini gösterebi­len bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır.

Görüldüğü gibi, burada üzerinde durduğumuz ayet, ölen kişinin mirasının taksimi konusunu ele almaktadır. Bununla beraber, yorum­lar vasıtasıyla, toplumda yaygın kadın telâkkisinin yansıtılmasına bir zemin oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyİe, müfessirler bu ayet sebebiy-,1e, toplumsal ve kültürel şartların cinslere dair oluşturduğu belirleme­leri tefsir literatürüne taşımaktadırlar. Bu manada tefsir tecrübesi, örf, adet ve değerleri, kısaca kültürel verileri muhafaza edip sonraki nesil­lere aktarma işlemini de görmektedir. Müslüman bireylerin zihin dün­yasında Kur'ân'ın işgal ettiği yeri hesaba kattığımızda, bu süreçte ilâ­hî kelâmın rolünü daha da iyi anlayacağız.

Şüphesiz ki, oluşturulan tefsir tecrübesi, sosyo-kültürel çevrenin, Kur'ân ışığında yeni bir formla üretilmesi özelliğini de göstermektedir. Bunu sosyolojik bir tabirle, kültür ahş-verişi olarak da nitelendirebili­riz. Bu süreçte alıcı kültür diğer kültürlerden iktibas ettiği unsurları de­ğişikliğe uğratarak kendisine mal eder.[670]Bu manada, tefsir etkinli­ğinde de, diğer medeniyetlere ait bir takım unsurlar, Kur'ân'ın sundu­ğu ilâhî değerler açısından yeni bir yoruma tâbi tutulmakta, böylece değişikliğe uğratılarak İslam kültürüne dahil edilmektedirler.

Ilgİh ayet çerçevesinde klasik ve modern dönem yorumlarını kar­şılaştırdığımızda, aradaki yorum farklılığını rahatlıkla görebiliyoruz. Fakat bu yorum farklılığı, dilin temin ettiği imkânların kullanılmasın­dan ziyade, müfessirin detay kabilinden yaptığı izah ve açıklamalarda kendini göstermektedir. Başka bir ifadeyle, nassın zahiri ve nesnel manası her iki dönemde de kabul edilmektedir. Ancak, iiave olarak ileri sürülen yorumlarda, sosyo-kültürel çevreye bağlı olarak bir değiş­kenlik görülmektedir. Dolayısıyla yorumlardaki değişkenlik; ancak tef­sir etkinliğinin temin ettiği imkânlar çerçevesinde izafî olarak gerçek'eşebilmektedir.

Bu da, daha ziyade nassın ele aldığı konuya yöneltilen "neden" ve niçin" sorularına cevap mahiyetinde gelen açıklamalarda kendini Sostermektedir. Daha açık bir ifadeyle, nassın iletmek istediği mesaj ve maksadın ötesinde, nassın ele aldığı olguya bir kimlik belirleme noktasında, yorumcunun yaşadığı kültürel şartlar etkileyici olabilmek­tedir. Bazen bu, Önceki yorumlardan farklı, hatta onlarla çelişecek bir tablo ile bizleri karşı karşıya da bırakabilmektedir. Teorik bazda anlat­maya çalıştığımız bu olguyu, miras ayetine İlişkin yapılan klasik ve modern dönem yorumlarında daha açık bir şekilde görebilmekteyiz. Bu­rada, klasik dönem yorumlarında ortaya konulan kadın İmajının, mo­dern dönem yorumlarında tersine çevrildiği ve yeni bir imajın üretildi­ği görülmektedir. [671]

 

1.3.8. Yorumlarda Çok Eşlilik

 

Haksızlığın ve adaletsizliğin yaygınlaştığı toplumlarda, bu tür ge­lişmelerden en fazla etkilenenlerin bir kısmını ''kadın11 ve "yetim"ler oluşturur. Çünkü, söz konusu toplum kesimleri, geneü itibarıyla ken­dilerine yönelen acımasız baskı ve zulümlere karşı direnebilecek eko­nomik ve toplumsal araçları ellerinde bulundurmamaktadırlar. Yine onlar, toplumda ve ailede maruz kaldıkları şiddete karşı koyabilmele­rini temin edecek fiziki donanıma da sahip değillerdir.

Dinlerin gönderiliş gayelerinden biri de, horlanan ve sefalete sü­rüklenen söz konusu toplum tabakalarının yaralanan onur ve haysi­yetlerini yeniden onlara iade etmektir.[672] Nazil olduğu dönem itibarıy­la incelendiğinde, Kur'ân'm da o günkü toplumda ezilen ve haksızlığa maruz kalan topium kesimlerini, içerisinde bulundukları mağduriyet­ten kurtarmak için Özel bir çaba sarf ettiği görülmektedir. Nitekim Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "İki zayıf, yani ye­lim ve kadın hakkında Allah'tan korkunuz[673] Bu manada, yetim ve kadınların uğradığı ekonomik ve manevî haksızlığa son verip lâyık oldukları şerefli bir hayata kavuşabilmeleri için, Nisa Sûresinin ilk ayetlerinde önemli adımların atıldığı görülmektedir. Hayat şartlarını ıslah etme ve sosyal adaleti gerçekleştirme gayesine yönelik olarak em­redilen söz konusu düzenlemeleri, tarihsel ve toplumsal arka plan eş­liğinde okuduğumuzda, Kur'ân'm bu husustaki tutum ve yaklaşımı da­ha iyi anlaşılacaktır. Çünkü nüzul sebeplerinin verdiği detaylı malumat[674] yanında, bizatihi ayetlerin lâfzı ve ruhu da o günkü toplumda yetimlerin mallarının vasileri tarafından yenildiğine işaret etmekte­dir. [675]

"Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değiştirmeyin, onların mallarını sizin mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu, bü­yük bir günahtır. [676]"Ey İman edenler! Kadınlara zorla vâris ol­manız size helâl değildir. Onlara verdiklerinizin bir kısmını ele geçirmeniz için onları sıkıştırmayın. Apaçık bir edepsizlik yapmala­rı müstesna. Onlarla iyi geçinin.. [677]

Ayetlerde de görüldüğü gibi, erginlik çağma ulaşmış oldukları hal­de, sahip oldukları mal ve mülk vâsileri tarafından kendilerine verilme­yen yetim kızlardan söz edilmektedir. Vâsileri onların mallarını kullan­maya devam edebilmek için, istemedikleri halde onları evlenmeye zorluyorlardı. Yine, yetimlerin sahip olduğu iyi malları kendi kötü mal­larıyla değiştirerek onlara haksızlık ediyorlardı.

İşte birden çok eşle evlenmeye müsaade eden ayet de, özetleme­ye çalıştığımız bu tarihsel şartlarda nazil olmuştur. [678] Dolayısıyla şunu söylememiz mümkün gözükmektedir: Ayetin esas konusu, yetim kız­ları maruz kaldıkları kötü hayat şartlarından kurtarmaktır. Çok eşle ev­lenme konusu ise, bu çerçevede tali bir mesele olarak zikredilmekte­ndir. [679] Zaten ayetin siyak ve sibakından da bu rahatlıkla anlaşıiabilmektedir.

"Eğer yetim kızlar hakkında âdil dauranamamaktan korkarsanız size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. O kadın­lar arasında da adalet yapamayacağından korkarsanız birini alın; yahut ellerinizin altında bulunan cariyelerle yetinin. Bu haksızlık etmemeniz İçin daha uygundur. [680]

Görüldüğü gibi ayet, aile hayatında, nikâhlanmaları halinde yetim kızlara ve diğer hanımlara karşı " adalet "li olmanın zorunluluğu üzerinde durmakta ve hassasiyetle riayet edilmesi gereken bir prensip olarak bu konuyu işlemektedir. Başka bir ifadeyle ayetin, ailede kadının hukuk ve onurunun korunabilmesi için, evlilik müessesesinin temeline adalet ve hakkaniyet ilkelerini prensip olarak yerleştirdiğini söyleyebiliriz.

Klasik dönemlere ait tefsirleri incelediğimizde, bu ayet çerçevesin­deki tartışma konularından birinin, erkeğin alabileceği eş sayısının dörtten fazÜa olup olmayacağı noktasında düğümlendiği dikkatimizi çekmektedir.[681] Şöyle ki, bazı yorumcular, ayetin dilsel izahından ve Hz. Peygamber'in çok eşliliğinden hareket ederek, bir erkeğin dokuz hatta on sekiz eşi aynı anda nikâhı aitında bulundurabileceğini ileri sürmüşlerdir. [682] Buna karşılık, çoğunluğu oluşturan yorumcular ise, erkeğin aynı anda bulundurabileceği eş sayısının üst sınırının, istisnai bir durum olarak, Hz. Peygamber dönemindeki uygulamaların esas alınmasıyla, dörtten fazla olamayacağı kanaatindedirler. [683]

İbnu'l-Arabî'nin naklettiğine göre, ayette zikredilen adalet terimi, kocanın eşleri arasında hakkaniyet ölçüleri çerçevesinde davranarak onların nikâhla güvence altına alınmış hukukunu gözetmesi manasına gelmektedir. [684] İslam hukukçusu Abdulkerim Zeydân ise, adalet teri­mini biraz daha açmaktadır. Buna göre, çok eşle evliliğin "adalet" ve "eşlerin nafakalarını temin etmek" olmak üzere iki şartı bulunmakta­dır. Nisa Sûresi 3. ayetinde ileri sürülen adalet şartından maksat, ko­canın kendi imkânları nispetinde, nafaka, giyim, barınma vb. maddî ihtiyaçlarla ilgili konularda eşler arasında eşitliği sağlamasıdır. [685]

Tefsirinin devamında İbnu'l-Arabî, Hz. Peygamber'in eşi Hz. Ai-şe'ye olan duygusal temayülünü ileri sürerek, erkeğin eşlerinden biri­ne duygusal yakınlık göstermesini engellemenin mümkün olmadığını belirtmektedir. Dolayısıyla bu hususta kocanın sorumlu tutulması söz konusu değildir.[686] Nitekim Nisa Sûresinde geçen ve gerçekleştirilme­si mümkün olmayan adalet de, [687] kocanın eşlerine karşı göstereceği duygusal yakınlık olarak yorumlanmaktadır. Zira kalbî temayüller, in­sanın kontrol etmesi mümkün olmayan ve gücünü aşan bir özellik göstermektedirler. [688]

Klasik tefsirlerde dikkati çeken konulardan bir diğeri de, "...size helal olan kadınlardan nı/cdh/aymız.. [689] İfadesinde geçen "mâ" ism-i mevsûlü çerçevesinde yapılan yorumlarla ilgilidir. Buna göre, normalde ayette nikâhlanmasına müsaade edilen kadınlarla ilgili ola­rak, akıl sahibi varlıkları ifade etmek üzere, "men" ism-İ mevsûlunun kullanılması gerekirdi. Ama akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanı­lan "mâ" ismi mevsûlü gelmiştir. Bazı yorumculara göre, ayetin söz diziminde bunun tercih edilmesinin sebebi, hadiste de işaret edildiği gibi, [690] "kadınların akıllarının eksikliği"nden kaynaklanmaktadır. [691] Çağdaş müfessir İbn Aşûr ise konuya farklı yaklaşmakta ve ayetin il­gili bölümünü, kadının aklî yeterliliği bağlamında değil, sahip olduğu bir özellik çerçevesinde yorumlamaktadır. Şöyle ki, ona göre burada­ki "mâ", her hangi bir zata değil; "sıfat"a İşaret etmektedir. Bu da, her yönüyle insanın hoşuna giden şey[692] manasına gelen "tayyıb" sıfatı­dır. Eğer burada "men" kullanılsaydı bu takdirde, muhataplar arasın­da söz konusu niteliklere sahip belirli kadınlar akla gelecekti. [693]

XX. asrın ilk yarısında, boşanma, kadının şahitliği ve mirastaki pa­yı gibi tartışma konularıyla beraber, üzerinde en fazla durulan hususlardan biri de, dört eşle evlenme meselesi olmuştur.[694] Bu çerçevede konu, gerek İslam kültürüne ait hususların araştırma ye incelenmesi­ne eğilen müsteşriklerin çalışmalarında, [695] gerekse İslâm'a muhalif çevrelerin ileri sürdükleri itirazlarda, önemli tartışma alanlarından bi­risini oluşturmuştur. [696] Dolayısıyla çok eşlilik meselesi, dine dayalı uy­gulama biçimlerinden biri olarak, bu dönemlerde doğrudan doğruya tenkit konularından birisi haline gelmiştir. Meselenin muhalif çevreler tarafından bir polemik konusu olarak gündeme getirilmesi, yorumcu­ların bu konuya yaklaşım biçimlerini ve konuyu izah etme tarzlarını da bir anlamda şekillendirip yönlendirmiştir.

Asrın ilk yarısında konuyla ilgili olarak iieri sürülen izah ve tefsir­leri incelediğimizde, bazı yorumcuların, nikâhta tek eşliliğin esas oldu­ğunu belirttikleri görülmektedir. [697] Bu da, insanın geçirmiş olduğu ge­lişme ve evrim neticesinde ulaşılan bir merhale olarak kabul edilmek­tedir. [698] Ayrıca çok eşliliğe ilişkin ruhsatın, gerektiğinde devlet başka­nının emriyle veya bir kanun teklifiyle kaldmlebileceği hakkında pek yaygın olmayan bir görüşe de rastlanmaktadır[699]Bununla beraber, çoğunluğu itibarıyla yorumcuların ilgili ayetin, fıtrî,[700] ahlâkî ve top­lumsal maslahatları içeren[701] meşru, makul ve her dönemde geçerli bir ruhsatı ifade ettiği kanaatini paylaştıkları anlaşılmaktadır. [702]

Diğer taraftan çok eşlilik müsaadesinin, kadının saygınlığını mu­hafaza etmesi bakımından da yorumlandığı görülmektedir. Şöyle ki, bu ruhsat, erkeğe oranla kadın nüfusunun fazla olduğu toplumlarda kadını kirli ilişkilere bulaşıp fuhuş bataklığına düşmekten korumakta, [703] böylece onun saygınlık ve onurunu muhafaza etmesine yardım­cı olmaktadır. [704] Yine, cemiyette gayr-i ahlâkî ilişkilerin yaygınlaşma­sına mani olması ve nüfus artışına katkı sağlaması[705] gibi yönleri de, f-çok eşliliğin toplumsal maslahatları çerçevesinde  ifade edilmekte­ndir. [706]

Konuyu toparlayacak olursak, bu döneme ait yorumlan şu şekil­de özetlemek mümkündür: Toplumsal ve diğer şartlar gerçekleştiğin-'de, haklarına riayet etmek ve aralarında adaietli davranmak kaydıyla, bir erkeğin başka eşler alması caiz görülmektedir. [707] Bununla beraber, eşini mahzun etmemek düşüncesiyle ikinci bir evliliği yapmayan erke­ğin ya da, nikâhta ortak olacağı kadını kedere düşürmemek için kocasıyla evlenmekten vazgeçen kadının da, Allah katında mükafata na­il olacağına işaret edilmektedir.[708]

Günümüze geldiğimizde, Ateş'in, geçim şartlarının son derece ağırlaştığı zamanımızda çok eşliliğe teşebbüs etmenin, ailede kıskanç­lık ve huzursuzluğa sebep olabileceği; böylece aile saadetini yok ede­bileceğini belirttiği görülmektedir. Bu itibarla o, ikinci evliliğin, ancak kadının çocuk doğuramaması, cinsel ilişkiye müsaade etmeyecek şe­kilde bazı kadın hastalıklarına yakalanması, savaşlar neticesinde erkek nüfusuna oranla kadın nüfusunun çoğalması gibi zarurî durumlardan birinde değerlendirilecek bir ruhsat olduğunu ileri sürmektedir. [709] Gö­rüldüğü gibi o, söz konusu ruhsatın kullanılabilmesinin önünde psiko­lojik, sosyolojik, tıbbî ve cinsel bir takım engellerin bulunduğuna işa­ret etmektedir. Yine bununla ilgili olarak Abduh'un, konuya toplumun eğitimi açısından bakması da dikkate değer bir husus olarak gözük­mektedir. Ona göre, "İslam'ın çok eşliliğe müsaade etmesi oldukça zor gözükmektedir. Belki, zaruret içerisinde bulunanların birden fazla eşliliğini caiz görmek mümkündür. Bu da, eşler arasında adaletin ye­rine getirilmesi ve haksızlıktan emin olma şartına bağlıdır. Bir kimse, söz konusu müsaadenin oldukça ağır şartlara bağlanması yanında, za­manımızda çok eşliliğin doğuracağı olumsuz sonuçları düşündüğünde, bunun yaygın olduğu cemiyeti eğitip ıslah etmenin mümkün olmadı­ğına kesin olarak kanaat getirir. Zira iki eşin olduğu bir ailede işler yo­lunda gitmez ve düzen sağlanmaz. Aksine koca, evin düzeninin bozul­ması konusunda adeta eşleriyle yardımlasın Çünkü sanki onlardan her biri, diğerine düşmandır. Sonra çocuklar arasında da husumet ve çe­kişme meydana gelir. Dolayısıyla çok eşliliğin doğurduğu olumsuz so­nuçlar, bireylerden ailelere, oradan da bütün topluma yayılır. [710]

Karaman ise, konuyla ilgili yorumlarında nikâh esnasında kadının kocasına tek eşlilik şartını getirebileceği, ayrıca gerektiğinde idarenin bu ruhsatı kaldırabileceği hususlarına dikkat çekmektedir. Ona göre esas olan, erkeğin tek eşle evlilik hayatını sürdürmesidir. [711] Çok eşlilik ise, Ateş'in de belirttiği manada, ancak ferdî ve sosyal şartların ge­rektirdiği durumlarda, adalet prensibi ve diğer yükümlülüklerin yerine getirilmesi koşuluyla söz konusu olabilir.[712] Ayrıca, kadın nikâhın kı­yılması esnasında kocasına ikinci bir eş almama şartını da İleri sürebi­lir. Erkek ileri sürülen bu şartı kabul etmesi halinde ona riayet etmek mecburiyetindedir. [713] Aksi takdirde, kadın ikinci evlilikten zarar gör­mesi halinde hakeme, yahut da hâkime başvurabilme hakkına sahip­tir. [714] Diğer taraftan söz konusu müsaadenin istismar edilip kötüye kullanılması ve topluma zararlı hale gelmesi durumunda ise, idarenin, din bilginleriyle istişare ederek yasaklamaya gidebileceği de ifade edil­mektedir. [715]

Öztürk ise, nikâh esnasında kadının tek eşlilik şartını ileri sürebi­leceğinden söz etmemektedir. Ancak çok eşliliğin gerçekleşebilmesi için mevcut ve gelecek eşlerin onaylarının alınması gereğine işaret et­mektedir. Aksi takdirde ayette ileri sürülen adalet ilkesinin gereği ye­rine getirilmemiş olacaktır. [716] Onun bu izahından anlaşıldığına göre, kadın, nikâh esnasında söz konusu şartı ileri sürmemiş olsa da, koca­sı ikinci bir evliliğe teşebbüs ettiğinde ona müsaade etmeme hakkına sahiptir. Hatemi ise, ayette geçen adalet kavramını daha geniş bir çer­çevede ele almakta ve toplumdaki diğer erkeklerle olan ilişkisine de işaret etmektedir. Şöyle ki, İslam'ın toplumsal adalet düzeninin ger­çekleşmediği ve kadın erkek nüfusunun eşitlenmeye doğru gittiği top­lumlarda, varlık sahibi bir kimsenin dört eşle nikâhlı olmasının, mali durumu yerinde olmayan gençlerin ev kurup yuva sahibi olmalarının önüne önemli engeller çıkarması söz konusu olabilir. Dolayısıyla, ev­lilik masraflarının yükseldiği bu toplumlarda fakir gençlerin durumları­nın göz önünde bulundurulması da, ayette geçen "adalet" kavramıyla ilgili olarak değerlendirilmelidir.[717] Buna bağlı olarak, kadın-erkek .sa­yısının eşit olduğu toplumlarda devlet, Nisa Sûresi dördüncü ayetinin delâletinden hareketle, dört kadın alma ruhsatını ilke olarak tek kadı­na indirip smıriandırabilir. [718]

Esas ihtisas alanı din felsefesi olan Mehmet Aydın ise, çok eşlilik­le ilgili ayeti, bir kanun metni gibi, lâfzî olarak anlamanın yanlışlığına işaret ederek, konuyu tarihsel bağlamda ve o günkü sosyal gerçeklik çerçevesinde okumanın önemine dikkat çekmektedir. Şöyle ki, Câhi-liye Arapları arasında çok eşle evlilik oldukça yaygındı. Bunun gayesi ise, aile yuvası kurmaktan ziyade, alınan eşler sayesinde mal ve mül­kü çoğaltmaktı. Çünkü Araplar arasında mülk sahibi olmak fevkalade önemli idi. [719]  İnsanın şeref ve değeri bununla belirleniyordu. Dolayı­sıyla, Kur'ân'in ilgili ayeti de böyle bir topluma hitap etmekte ve bu kadınlarla evlenmeleri halinde, onlara adaletli davranmalarının öne­mine dikkat çekmektedir. [720] Ülkemizde tarihsel metodun tartışılması­nın öncülerinden olan Fazlur Rahman, bu mesele ile ilgili görüşlerini daha net bir şekilde dile getirmiştir. Ona göre/Kur'ân'ın bu konuda esas gayesi, çok eşliliğin sona erdirilmesi idi. Fakat bu alışkanlığın sos-yo-ekonomik kökenleri derinlerde olduğu için, bir hamlede kaldırılma­sı mümkün olmamıştır. Dolayısıyla hukukî olarak kabul edilmiştir. [721] Yani, vâsilere, yetimlerin mallarını gayr-ı meşru şekilde harcamaktan-sa, onlardan dörde kadar evlenmelerine bir ehveni şer olarak müsa­ade edilmiştir. [722]  Ama getirilen kısıtlama ve düzenlemelerle, topluma yönelmesi gereken ahlâkî hedef gösterilmiştir. [723]

Anlaşıldığına göre Fazlur Rahman, Kur'ân'ın, dörtle sınırlı çok eş­liliğe, sadece nazil olduğu dönemde yaşanan toplumsal zaruretler do­layısıyla geçici bir süre müsaade ettiğini kabul etmektedir.

Medenî ise, ilgili ayete gönderiliş gayesi açısından yaklaşmakta ve yeni bir yorum denemesinde bulunmaktadır. Ona göre çok eşliliğe müsaade edilmesinin amacı, yetimler konusunda adaleti gerçekleştirip onların menfaatlerini korumaktır. Yoksa bu hüküm, sadece nefsânî ar­zulan tatmin etmek için konulmamıştır. Dolayısıyla konuyu bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Yani, şartlar gerektirdiğinde çok eşlilik caizdir. Ama yetimler konusunda olduğu gibi, Kur'ân'ın anlattığı ma­nada adaleti gerçekleştirmeyi gerektirecek bir durum söz konusu de­ğilse, bu durumda çok eşliliğe müsaade edilmemelidir.[724]

Daha önce bahsettiğimiz gibi, Fazlur Rahman Kur'ân'ın çok eşli­liğe müsaadesini nazil olduğu dönemdeki tarihsel zaruretlere bağla­maktadır. Bu anlamda ona göre Kur'ân, esasında onaylamadığı bir hükme geçici bir süre de olsa müsaade etmek mecburiyetinde kalmış­tır. Bu itibarla koyduğu hüküm gerçekte ideal olan hüküm değildir. İdeal hüküm, bu adetin tamamen kaldırılması ve tek eşliliğin yerleşti­rilmesi idi. Bu anlamda geçici hüküm kıyamete kadar artık geçerliliği­ni yitirmiştir. Söz konusu yaklaşımıyla Fazlur Rahman'in ilerlemeci ta­rih felsefesinden hareket ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü çok eşlilik hük­müne gerekçe teşkil eden illetin tekrar meydana gelmeyeceğini kabul etmektedir. Medenî de tek eşliliğin esas olduğunu kabul etmekte, fa­kat çok eşliliğe gerekçe teşkil eden illetin tekrar gerçekleşmesi halin­de hükmün de yeniden uygulamaya konulacağını kabul etmektedir. [725]

 

1.3.9. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Çok eşlilikten bahseden ayetin, esas itibarıyla üzerinde durduğu konunun bu olmadığına daha önce işaret etmiştik. Bununla beraber, modern yorumcunun bahsettiğimiz ayeti, bu konuyla ilgili tartışma Çerçevesinde ele aldığı ve böyle bir gerginlik içerisinde yorumladığı Sürülmektedir. Bu da bize, farklı sosyal ve kültürel bağlamların, ayetin esas vurgusunun ötesinde, tali derecede işaret ettiği bölümlerinin ön P'ana çıkmasına sebep olduğunu göstermektedir.

Özetlediğimiz açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, klasik dönem­lerde ilgili ayetin yorumu çerçevesinde, bir erkeğin dörtten fazla eş alıp alamayacağı meselesi ciddi bir şekilde tartışılmıştır. Modern dö­nemlerde ise bunu göremiyoruz. Aksine, Kuran'in tek eşliliği talep et­tiği ve ilgili ayetlerin bu şekilde anlaşılması gerektiğine dair Özel bir ça­ba sarf edildiği görülmektedir.[726] Modern dönemlerde bu tür izahların ileri sürülmesinde, geleneksel topluluklara göre zamanımızda yaygın­laşan[727] ve yasallaşan tek eşlilik uygulamasının etkili olduğunu söyle­mek mümkündür. Bu anlamda söz konusu modern durumun, yorum­ların yöneldiği merkezî noktayı veya onların beslendiği esası oluştur duğu anlaşılmaktadır.

Geleneksel dönem yorumlarında, tek eşle evlilik, müslüman bire­yin vicdanına ve sorumluluk duygusuna bırakılmış ahlâkî bir mesele olarak kabul ediliyordu. Fakat modern dönemlerde, bu ayetin tavsiye ettiği tek eşliliğin, yaptırım gücüne sahip hukukî bir müeyyide olması istikametinde bazı yönelişlerin varlığı dikkati çekmektedir. Yine, gele­neksel dönemlerde, adalet terimi, eşler arasında nafaka, giyim, barın­ma vb. konularla ilişkili olarak tefsir edilmekte idi. Ama, modern dö­nemlerde söz konusu terimin, ayetin delalet sınırlarını zorlayacak şe­kilde, geniş bir çerçevede yorumlanmaya çalışıldığı görülmektedir.

Diğer taraftan, ayette çok eşliliğin şartı olarak ileri sürülen, eşler arasında adaletin gözetilmesi ilkesine, erkek nüfusuna oranla kadın nüfusunun fazla olması, kadının çocuk sahibi olamaması, yahut da cinsel yönden yetersizliği gibi zaruret halleri de ilave edilmektedir. Başka bir ifadeyle, erkeğin evleneceği eşleri arasında adalet şartını ye­rine getireceğinden emin olması, bu evlilikleri gerçekleştirebilmesi için yeterli görülmemekte; söz konusu toplumsal, psikolojik ve diğer şart­ların da oluşması gerekmektedir. Dolayısıyla bir anlamda, çok eşliliğe giden yol, ayetten anlaşıldığı manada bireysel bir tercih olmanın öte­sinde, sosyal bir mahiyet kazanmakta; topluma karşı yerine getirilme­si gereken sorumluluklar çerçevesinde değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bilindiği üzere bu konu, Tanzimat'tan günümüze kadar, müslüman bilgin ve Kur'ân yorumcularını Önemli ölçüde meşgul eden konulardan biri olmuştur. Gerçekte bu süre zarfında oluştu­rulan yorum zenginliğinin, metot, içerik ve sonuç itibarıyla genelde pek farklı özellikler göstermediğini söylemek mümkündür. Bununla beraber, sonraki dönemlere nispetle asrın ilk yarısında, birden fazla eşle evlilik meselesine gösterilen alâkanın daha yoğun olduğu dikkat çekmektedir. Söz konusu ilginin, bu dönemlerde gerçekleştirilen kül­türel ve hukuki gelişmelerle bağlantılı olduğunu söylemek mümkündür.

Kültürel faaliyetlerin, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, sa­nat, edebiyat vb. alanlarda yoğunlaştığı görülmektedir. Bu çabaların, idari ve hukukî sahalardaki gelişmelerin fikrî alt yapısının ve arka pla­nının oluşmasında katkı sağladığı muhakkaktır. İlgili eserler konumuz açısından incelendiğinde, o dönemlerde, sınırlı da olsa hâlâ devam eden birden fazla eşle evliliğin, özelde kadının ruhsal yaşantısında, ge­nelde ise aile hayatında doğurduğu huzursuzluk, bunalım vb. yönleriy­le yoğun bir şekilde işlendiği görülecektir.[728]

Yine bu dönemlerde Aile Hukuku Kararnamesinin hazırlandığını görüyoruz. Bu kararnamenin hazırlanmasında, Batıcı, Türkçü ve İs­lamcı fikir hareketlerinin kadın konusunda oluşturdukları kamuoyu­nun büyük etkisi olmuştur. Kararname ile, Osmanlı hukuk tarihinde ilk defa, birden fazla eşliliğin belirli ölçüde sınırlandırılması yönünde önemli bir adım atılmıştır. Buna göre kadın, istediği takdirde, nikâh esnasında kocasına evlilik hayatı boyunca tek eşle yetinmesi konusun­da şart ileri sürebilecekti. [729] Bununla beraber, hukukî olarak, birden fazla eşliliğe ilişkin hüküm, Medeni Kanun'un 1926 yılında ilan edil­mesine kadar, yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Yaygın olmamakla beraber tatbikatta da sürmüştür. Dolayısıyla, bu tarihlere kadar huku­kî sahada ve vakıada devam eden çok eşlilik konusu, kültür ve sanat kaldırılmasından sonra da, yeni uygulama etrafında farklı istikametlerde gelişen tartış­ma ve kültürel çabaların, asrın ortalarına kadar aynı yoğunlukta sür­dürüldüğü anlaşılmaktadır.

Şu halde birden fazla eşle evlilik konusu, Cumhuriyet öncesi aile hayatının ele alındığı sanat eserlerinde, kadının psikolojik yaşantısın­da, dolayısıyla aile hayatında doğurduğu huzursuzluk ve bunalımlar bağlamında yoğun bir şekilde işlenmiştir. Yine, asrın İlk yarısında, tek eşle evliliği yasalaştıran Medenî Kanun'un ilan edilmesi de, konunun daima gündemde kalmasına zemin hazırlamıştır. İşte bütün bu geliş­meler, birden fazla eşle evliliğin, aile ve toplum hayatına sağladığı maslahat ve içerdiği hikmetler itibarıyla, asrın ilk yarısında yoğun bir şekilde işlenmesinin arkaplanını oluşturmuştur.

Sosyo-küİtürel çevreyorum ilişkisi açısından konuyu toparlayacak olursak şunu söylemek mümkündür: Yorumların mevcut arkaplanla olan ilişkisi, sadece ayete getirilen izah ve yorumların İçerik ve biçi­miyle ilgili olarak tezahür etmemektedir. Kimi zaman da, ayetlerin içerdiği konular, sosyal ve kültürel gelişmelere paralel bir şekilde, yo­rumlar çerçevesinde bazen aktüel hale gelirken bazen de gündemden düşebilmektedir. İşte bu anlamda, yorumcuların gündemine gelen ko­nularla sosyo-kültürel gelişmeler arasında kronolojik bir paralelliğin bulunduğunu söylemek mümkündür. [730]

 

1.4. Evliliğin Sona Erdirilmesi

 

Modern dönemlerde yorumcuların, kadınia ilgili ayetleri izah ederierken, İslam öncesi uygulamalara sık sık atıfta bulundukları gö­rülmektedir. Bununla, İslam'ın kadını himaye ettiği ve onu yücelttiği düşüncesi işlenmeye çalışılmıştır. Aynı yaklaşımın boşanma ile ilgili ayetlerde de sergilendiğini müşahede etmekteyiz. Şöyle ki, Câhiliye döneminde erkek eşini sınırsız olarak boşama hakkına sahip bulunu­yordu. Ama Kur'ân'in gönderilmesi ile bu uygulamaya son verilmiş; dolayısıyla kadın maddî ve manevî yönlerden haksızlığa uğramaktan kurtarılmıştır.[731] İsiam'ın kadın hakları konusundaki üstünlüğü, sade­ce bununla sınırlı tutulmamış, bazen modern dönemlerde yükselen sistem ve nizamlara karşı da vurgulanma gereği duyulmuştur. Bu da, İslam'ın kadına tanıdığı hak ve hürriyeti hiç bir beşerî nizamın verme­diği hususunu dile getirmek suretiyle yapılmaya çalışılmıştır. [732]

Çalışmamızın bu aşamasında, aile kurumunun sona ermesi, yani talâk konusunu, son asırda daha çok tartışılan yönleriyle ele alıp de­ğerlendirmeye çalışacağız. [733]

 

1.4.1. Yorumlarda Kadının Evliliği Sona Erdirmesi

 

Klasik Kur'ân tefsirlerini incelediğimizde, nikâh akdinin sonuçlan­dırılmasında kadının her hangi bir yetkiye sahip olup olmadığı konu­sunun, en azından modern dönemlerde olduğu şekliyle, bir problem olarak ele alınıp tartışılmadığı görülmektedir. Bunu anlamada da zor­luk çekmiyoruz. Çünkü, yaşanan sosyal ve kültürel şartların bir sonu­cu olarak, ailede bu yetkiyi kullanan erkeğe göre kadının bu yolla her hangi bir haksızlığa uğradığı pek de kabul edilmiyordu. [734]

Bununla beraber, fıkhı bir terim olarak "muhâîe'a[735] diye tanım­lanan işlem çerçevesinde, kadının kocasıyla bir bedel üzerinde anlaş­maya varmak suretiyle, evlilik hayatını sona erdirme hakkına sahip ol­duğu da kabul ediliyordu. Buna delil olarak ileri sürülen ayette konu şu şekilde diie getirilmektedir: "...Eğer, kan ve kocanın Allah'ın koy­duğu sınırlara riayet edemeyeceklerinden korkarsanız, bu durum­da kadının kocasına verdiği fidye hususunda ikisine de terettüp eden her hangi bir günah yoktur. [736] Müfessirler bu ayeti, eşlerin anlaşamamaları halinde, kadının ödemesi gereken bir bedel üzerine uzlaşarak ayrılabilecekleri hususunda delil olarak ileri sürmektedirler. Bir tefsire göre, bahsettiğimiz ayrılma kadının kocasına karşı olan gö­revlerini yerine getirememesi ve onda sevgisizliğe yol açarak, beraber yaşamaya artık dayanamamaları halinde söz konusu olur. Bu da, er­keğin mehir vb. türden kendisine verdiklerini fidye olarak geriye ver­mesiyle gerçekleşir.[737] Taberî ise, aradaki an.aşmazlığm sadece kadın tarafından değil, erkek tarafından da kaynaklanabileceğine işaret et­mektedir. Bu da, erkeğin eşine karşı görevlerini yerine getirememesi durumunda söz konusu olur. [738] Râzî ise, bunu biraz daha açmaktadır. Ona göre, ayet sarih bir şekilde, Allah'ın çizdiği sınırları ihlâl etme korkusunun, erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da oluşabileceğine de­lâlet etmektedir. Kadında bu, kocasına karşı itaatsizlik ve ona karşı hu­sûmet duyabileceği endişesinden kaynaklanabilir. Bu durumda erke­ğin, eşinin malını almasında bir sakınca yoktur. Erkekte ise, eşini dö­vebileceği ve ona eziyet edebileceği konusuyla alakalı olabilir. Bu du­rumda ise, erkeğin boşayacağı eşinin malını alması helâl değildir. [739]

Evlilik hayatının sona erdirilmesinde, kadının sahip olduğu haklar­dan bir diğeri de, tefvîz-ı talâkla gerçekleşmektedir. Bu terim, kocanın boşama yetkisini bizzat eşine vermesi anlamına gelmektedir. [740] Buna delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm'den şu ayet gösterilmektedir. "Ey Pey­gamber, eşlerine de ki: Eğer siz dünya hayatını, onun ziynet ve ih­tişamını arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberi'ni ve âhiret yurdunu diliyorsanız, şüphe yok ki Allah İçinizde güzel ha­reket edenler için büyük bir mükâfat hazırlamıştır[741] Nakledildiği­ne göre bu âyet, Hz. Peygamber'in eşlerinin onda olmayan bazı ziy­net ve eşyayı kendisinden istemeleri üzerine nazil olmuştur Böylece onlara, Hz. Peygamber'in nikâhında kalmaları yahut ta ondan ayrıl­maları konusunda İki seçene!; sunulmuştur. Müfessirler ayetin izahında, tarihî bir bilgi olarak, Hz. Peygamber'in eşlerini boşama konusun­da serbest bıraktığını nakletmektedirler.[742]İslam hukukçuları ise, bu ayeti ileri sürerek, esasen kocanın kendisine ait olan boşama hakkını, diğer konularda olduğu gibi, eşine devredebileceğini söylemişlerdir. Hanefî anlayışa göre, kocanın talâk hakkını eşine devretmesi bağlayı­cı olup bundan geriye dönmesi caiz değildir. Ama hanımı bundan ge­riye dönme hakkına sahiptir. [743]

Diğer taraftan yine fakihler, kadının boşanma sebeplerinden biri­ni ileri sürerek mahkemeye baş vurabileceği ve bu suretle evlilik haya­tını sona erdirebileceğini belirtmişlerdir. Bu tarzda hakim kararıyla bo­şanma talebinde bulunma, Özellikle kadınların kullandıkları bir yöntem olmuştur. Çünkü, erkek zaten mahkemeye gerek duymadan kendi ira­desiyle eşini boşayabilme imkânına sahipti. Mahkeme yoluyla boşan­ma isteğinde bulunmanın gerekçelerinden biri, kocanın bazı hastalık ve özürlere sahip olmasıdır. Bu gerekçenin evlilik akdi sırasında yahut da daha sonra ortaya çıkması sonucu değiştirmemektedir. [744] Yine ko­canın, eşinin nafakasını sağlayamaması, [745] evini terk etmesi, [746] hap­sedilmesi, [747] eşiyle şiddetli geçimsizliğe düşmesi[748] halleri de, kadının mahkemeye müracaat ederek evliliği sona erdirmeyi isteme gerekçe­lerinden kabul edilmektedir.

Özetleyecek olursak, klasik dönemlerde esas itibarıyla boşama yetkisinin kocaya ait olduğu kabul ediliyordu. Bununla beraber, kadı­nın, kocasından gelebilecek muhtemel bazı haksızlıklara karşı korun­ması için, aile hayatının sona erdirilmesi konusunda alternatif bazı çö­züm yolları gösterilmiştir. Bu yollardan biri, geçimsizlik halinde kadı­nın kocasına bedel ödemesi suretiyle gerçekleşir. Diğeri, kocanın bo­şama yetkisini eşine de vermesidir. Üçüncüsü de kadının mahkemeye başvurarak boşama talebinde bulunmasıdır.

XX. asrın ilk,yarısına geldiğimizde, talâkta, kadının her hangi bir yetkiye sahip olup olmadığı konusunun, klasik dönemlere nazaran yo­rumcuların gündemine daha farklı bir boyutta yer aldığı görülmekte­dir. Bu konuda ileri sürülen görüşleri değerlendirdiğimizde, konunun, bir şekilde ele alınıp izaha kavuşturulmasını gerektirecek çapta, kamu­oyunda tartışıldığı anlaşılmaktadır. Fakat burada yorumcuların hariç­ten gelen fikir ve eğilimler karşısında pek de eziklik duygusuna kapıl­madıkları söylenebilir. Daha önceki yorumlarla iktifa edip yeni arayışlara girmemeleri hususu da, kanaatimizce, bunun bir işareti olarak de­ğerlendirilebilir. Bir bakıma onlar, klasik döneme ait delil ve argüman­ları üslûp farklılığıyla yeniden ele alarak, geleneksel İslâmî tecrübeye işlerlik kazandırmayı tercih etmişlerdir. Böylece, genelde İslam'a, özelde ise bu konuya yöneltilen itirazları cevaplandırmaya çalışmışlar­dır.

Bu yaklaşımın tipik bir örneğini Musa Kâzım'ın yorumlarında gö­rebilmekteyiz. Ona göre, gelişmiş ülkelerde boşama işlemleri hakim kararıyla gerçekleşmektedir. Yani, bu konudaki yetkili merciler mah­kemelerdir. İslam'a göre de, bazı durumlarda hakim evliliği sona erdir­me yetkisine sahiptir. Bununla beraber, koca, hakim kararına gerek kalmadan da tek taraflı irade beyanıyla eşini boşayabilir. Bu anlamda, talâk yetkisi, esas İtibarıyla, kocaya aittir. Mahkemeler bu konuda ye­gane yetkili merciler değildir. Kadın ise, erkekte olduğu gibi, kendi takdirini kullanarak boşama hakkına sahip değildir. Bu durumun da onun psikolojik yapısıyla ilgiii olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o, tabiatı itibarıyla heyecanlı ve kolayca etkilenen bir yapıya sahip olup,[749]önemsiz bazı şeylerden dolayı hemen talâka teşebbüs edebilir. [750] Do­layısıyla, boşama yetkisi onun irade ve kararma bırakılsaydı, müellifin kendi ifadesiyle, "yeryüzünde sağlam bir ailenin kalmaması ve çoğu­nun perişan olup gitmesi" neticesi ile karşı karşıya kalabilirdik. [751] Ama, nikâhın kıyılması esnasında, kadın, daha sonra kullanmak üzere, kocasından boşama hakkını (tefvîz-i talâk) taiep edebilir.[752] Yine, bazı durumlarda bizzat kendisi veya velîsi vasıtasıyla mahkemeye mü­racaat ederek, boşanma talebinde bulunabilir. [753] Ömer Nasûhî Bil­men de, yazdığı ilgili makalesinde, konuyu yaklaşık olarak aynı çerçe­vede değerlendirdiği görülmektedir. [754]

Asrın ikinci yarısında, ileri sürülen görüşleri tahlil ettiğimizde ise, yorumcuların klasik dönem fakih ve müfessirlerinin, aile hayatının so­na erdirilmesi hususunda kadına çıkış yolları temin eden "muhâlea", "tefviz" ve "'hakim kararı" yöntemlerine ayrı bir önem atfettikleri görülmektedir. [755] Böylece, ailede erkekten gelebilecek haksızlıklara ve eşler arasında baş gösterecek muhtemel geçimsizliklere karşı, iddia edildiğinin aksine, kadının mağdur edilmediği ve bu çıkış yollarıyla haklarının korunduğu vurgulanmış oluyordu. [756]Nitekim, İsİam huku-çusu Hamdı Döndüren'in yaklaşımları da buna işaret etmektedir. O, kadın haklarının korunması için, '"tefviz" ve "hakem yolu ile boşama" yöntemlerinin, günün şartlarına göre geliştirilmesini teklif etmekte ve eşler arasında eşitliğin bu şekilde gerçekleşeceğine işaret etmekte­dir. [757]

Konuyu, klasik fıkıh literatürünün verileri çerçevesinde değil de, Kur'ân'ın bütünlüğü içerisinde ele almayı deneyen bir yaklaşıma göre ise, iddia edildiğinin aksine, talâk hadisesi, sadece koca ile alakalı ve münhasıran onun mesuliyetinde olan bir konu değildir. Çünkü, ayet­lerden bazıları sadece kocaları, [758] bazıları karıları, [759] diğer bazıları ise her ikisini[760] birden ilgilendirmekte; bazı hallerde ise talâk hadisesine hakimler bile kanşabilmektedir.[761]Görüldüğü gibi, öncski yorumlar­dan farklı olarak, burada talâkta yetki konusuna biraz daha farklı yak­laşılmakta, kadın ve hakimin de aile hayatının sona erdirilmesindeki rol ve yetkilerine vurgu yapılmaktadır.

Yine bu muhtevadadır ki. Döndüren, talâkın tamamen erkeğin kendi takdirine bırakılmasını doğru bulmamakta ve resmî otoritenin konuya müdahil olması gerekliliğini şöyle belirtmektedir: "Kanaati­mizce bir İslâm toplumunda devlet, eşini boşayanların maksadını araş­tırarak, bu konuda bir düzenleme yapabilir. Özellikle günümüzde ev­lenme ve boşanma, çeşitli malî sonuçlar doğuran muamelelerden ol­duğu için, (sadece) müminlerin kendi isteklerine bırakılamaz. Aksi du­rumda haklar kaybolur ve İnsanlar haksızlığa uğrayabilir. [762]

Konuya kısmen farklı bir perspektiften yaklaşan Atay ise, talâkın erkek veya kadından her hangi birinin eîinde olmadığını ifade etmek­tedir. Onlardan her biri mahkemeye başvurup boşanma talebinde bu­lunabilir. Buna göre, bir geçimsizlik ortaya çıktığında, her iki taraf bi­rer hakem tayin eder. Geçimsizlik bu yolla çözülmeye çalışılır. Eğer uyuşma sağlanamazsa ve geçimsizlik giderilemezse, dava hakime inti­kal eder ve İki şahidin huzurunda boşanmaya karar verilir. [763] Anlaşıl­dığı gibi Atay, her iki tarafın boşama yetkisini doğrudan kullanma ko­nusunda değil, ama mahkemeye başvurma konusunda eşit oldukları­nı ifade etmektedir.

Özîürk de aynı görüşte olup, konuyu kendi açısından temellendir-meye çalışmaktadır. Buna göre, Bakara 229. ayetinde geçen ilk cüm­leler boşama hakkının kime ait olduğu konusunda kadın-erkek arasın­da her hangi bir ayrıma gitmemektedir. "Boşama iki defadır. Bunun ardından ya iyilikle tutmak ya da güzelce serbest bırakmak gere­kir..." Diğer taraftan, nikâh, tarafların "icâb" ve "kabuTleriyle, yani kendi irâde beyanlarıyla gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu akdin kalk­masında da aynı irade sahiplerinin ortak haklan vardır. Akdin yapıl­masında iki tarafın, bozulmasında ise yalnız bir tarafın söz sahibi ol­duğunu ileri sürmek, hukuk mantığına ve ilâhî adalete ters düşer. Çünkü aksine bir delil olmadığı sürece, her iki cins arasında fırsat ve hak­larda eşitliğin bozulmayacağı hususu, bütün mezhepler tarafından ka­bul edilen temel bir ilkedir.[764]

Aktan da, konuya Kur'ân çerçevesinde yaklaşmanın gereğini vur­gulamakta ve tek taraflı irade beyanıyla, evlilik birliğinin sona erdirile-meyeceği ve mahkemelerin bu hususta yetkili olduklarını ifade etmek­tedir. İlgili makalesinde o, boşama işleminin şu şekilde gerçekleşeceği anlatılmaktadır: Kan veya kocadan her hangi biri, evliliğin çekilmez hale geldiği ve ayrılmak gerektiği kanaatine varırsa, yetkili mahkeme­lere dava açması gerekir. Mahkeme eşler arasındaki problemi çözüme kavuşturmak veya evliliğin devamının mümkün olmadığı konusunda bir rapor hazırlamak üzere bir hakem heyeti görevlendirir. Hakemler, eşler arasında barışı temin ettikleri takdirde dava kapanır. Aksi takdir­de, hakim, karı kocanın fiilen bir ay ayrı kalmalarına karar verir. Bu süre sonunda koca boşanmadan vazgeçtiğini bildirirse dava konusu ortadan kalkacak ve dava kapanacaktır. Boşanma talebinde ısrarlı ise, bu takdirde hakim boşanma talebini kabul edecek ve boşanma ger­çekleşecektir. [765]

 

1.4.2. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Kur'ân'da talâkla ilgili olarak geçen ayetleri bir bütünlük içerisin­de incelediğimizde, boşama işlemini erkeğin gerçekleştirmesinin talep edildiği görülmektedir. Çünkü, talâk kelimesi, fiil halinde geçtiği bütün ayetlerde, kocaya nispet edilen bir etkinliği ifade etmek üzere kullanıl­maktadır. [766] Bunlardan bazıları emir kipiyle gelmektedir. "Boşanmış kadın" manasında ism-i mefûl sıygasıyla gelen "el-mutalleka" kelime­si ise sadece iki yerde geçmektedir. [767]

Kur'ân'm, talâkta erkek eksenli tasarrufunu, nüzul dönemi Arap toplumunda eşler arası ilişkiler açısından değerlendirdiğimizde, vakı­ayla çelişmediği görülecektir. Zira vahyin ilk muhatabı olan Arap ka­bileleri, genelde insanlık tarihinde olduğu gibi, aile ve toplumsal yapılan itibarıyla ataerkil bir özellik gösteriyorlardı. Kur'ân'ın böyle bir topluma hitap ediyor oluşu, hedeflediği bir takım düzenlemeleri de er­kek eliyle gerçekleştirmesi neticesini doğurmuştur. Şüphesiz ki bu du­rum, kadının erkek tarafından mağdur edilmesi anlamına da gelme­mektedir. Zira, Kur'ân'ın aile ve toplumsal düzenlemeye ilişkin getir­diği ilkeler, kendi içerisinde zaten bu tür haksızlık ve zulümleri kaldır­maya yönelikti.[768] Hatta, boşama işleminin gerçekleştirilmesi bağla­mında erkeğe yönelik olarak gelen hitapların dahi, İslâm öncesi Arap toplumunda ezilen, horlanan ve hakları yenilen kadına insanî onur ve saygınlığını kazandırma gayesine matuf olduğu anlaşılmaktadır. [769]

Belirttiğimiz şekilde, Kur'ân'da geçen ilgili ayetlerin zahiri, talâkın erkeğe ait olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Geleneksel dönemler boyunca da bu istikamette yorumlar yapılmış ve ailenin sona erdiril­mesi işlemi, esas itibarıyla erkeğin inisiyatifinde görülmüştür.. Kadına her ne kadar haksızlığa uğradığı durumlarda "tefviz", "muhâlea" ve "mahkemeye başvurma" gibi hukukî bir takım çıkış yolları gösterilmiş­se de, asırlarca talâkın gerçekleştirilmesinde erkeğin tek taraflı irade­si belirieyici olmuştur.

Ne var ki, asrın son çeyreğinde, boşama konusunda tasarrufun ki­me ait olacağına dair ileri sürülen görüşler, öncekilerle mukayese edil­diğinde, belirgin bir farkın olduğu görülecektir. O da, erkeğin tek ta­raflı bir şekilde kendi iradesi ile eşini boşama tasarrufuna sahip oldu­ğu yönündeki geleneksel yaygın görüşün terk edilmeye başlanmasıdır. Yetkinin, tamamen mahkemelere devredilmesi istikametinde yeni bir temayülün belirdiği görülmektedir. Bu çerçevede ileri sürülen yorum ve görüşlerin, meriyetteki hukukî tatbikata paralellik arzettiği de dik­katten kaçmamaktadır. Zira, mevcut uygulamaya göre, eşler arasında her hangi bir anlaşmazlık ortaya çıktığında onlardan her biri boşan­mak gayesiyle mahkemeye başvurabilir. Mahkeme ise vaki talebi ka­bul eder, tahkikatını yaparak her iki tarafın ileri sürdüğü delilleri de­ğerlendirir, neticede boşama davasını olumlu veya oİumsuz bir şekilde neticeye bağlar. [770]

Modern dönemlerde, boşama yetkisinin hakim kararına bağlan­ması yönündeki yaklaşımı, sosyal ve kültürel yönlerden belki de şu şekilde izah etmek mümkündür: Bilindiği üzere, geleneksel boşama usû­lünde, Hz. Peygamber'in hadislerinden[771]hareketle koca, ahlâkî dü­zeyde gerçekleşen bazı uyarılarla, eşinden ayrılmaması konusunda bilinçlendirilip yönlendirilmeye çalışılmıştır. Bununla beraber, aile birliği­nin sona erdirilmesinde kocaya bu yetkinin verilmesi, eşlerarası ilişki­ler açısından Önemli bir inisiyatife sahip olması sonucunu doğurmuş­tur.

Konu, günümüz şartlarında ekonomik yönden kocasına bağımlı eşler açısından düşünüldüğünde, erkeğe ait boşama tasarrufunun ka­dın üzerinde etkili olacağı anlaşılacaktır. Çünkü bu durum, kadının ge­rek aile içerisinde, gerekse toplumsal hayatındaki davranış ve tutumlan üzerinde sınırlandırıcı ve belirleyici olacaktır. Bu anlamda, kadın, kocasının tutumuna bağh olarak zaman zaman keyfî bir takım uygula­malara muhatap olabilecek, dolayısıyla bir takım hak ve hürriyetlerini kullanma imkânından mahrum kalabilecektir. Zira, eğitim durumu ve dinî hassasiyetine göre farklılık arzetse de, erkeğin bu yetkiyi zaman zaman kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve istismar etmesi söz konusudur. Hele zamanımızda, aiîe fertleri arasında dinî duyarlılığın zayıfladığı hesaba katıldığında, erkek tarafından kullanılacak bu tasar­rufun, kadın hak ve hürriyetleri açısından arzu edilmeyen sonuçlar doğuracağını söylemek mümkündür. İşte, zamanımızda yaşanan bu tür sosyal gerçekliklerin, bahsettiğimiz tarzda yeni yorum ve yaklaşımla­rın kabul ve yaygınlaşmasında etkili olduğu anlaşılmaktadır.[772]

 

1.4.3. Yorumlarda Boşamada Şahit Bulundurulması

 

Modern dönemde, talâkla ilgili olarak üzerinde durulan konular­dan biri de, boşama esnasında şahitin gerekli olup olmadığı meselesi olmuştur. Bu çerçevede yorumlara konu olan ayet, Talâk Sûresi 2. ayetidir: "Iddetlerini tamamladıklarında, o kadınları ya örfün ge­rektirdiği biçimde tutun, yahut da yine örfün gerektirdiği şartlar­da onlardan ayrılın, içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tu­tun. Şahitliği Allah için tam olarak yapın..." Ayetin giriş kısmında I görüldüğü gibi, boşanmış kadının iddetini tamamlaması halinde, koca­nın örfe göre ya güzelce kendisine dönmesi, yahut da tamamen ayrılması şeklinde iki seçenek ileri sürülmektedir. Bu seçeneklerden her hangi birisinin tercih edilmesi halinde de, Allah için şahitlik yapmak üzere adalet sahibi iki şahidin bulunması emredilmektedir.

Ebû Hanîfe, ayette geçen iki şahit bulundurma emrinin, nedb ifa­de ettiği görüşündedir.[773] Ahmet b. Hanbel'den nakledilen bir görüşe göre, kocanın eşine dönmesi esnasında şahitlik vacib, diğer görüşüne göre ise menduptur. [774] İmam Şafiî ise, kocanın eşine dönmesi halin­de vacib, [775]ayrılması durumunda mendup olduğu kanaatindedir. [776]Müfessir Beydâvî de, söz konusu emrin mendûbiyet ifade ettiğini be­lirtmekte ve diğer bazı ayetlerle bunu Örneklendirmektedir. [777] Ayrıca o, ayette geçen emrin konuluş hikmetine de işaret etmektedir. Bu da, itham ve şüpheleri gidererek muhtemel tartışma ve çekişmelerin önü­ne geçmektir. [778] Çağdaş Kur'ân yorumcusu M. Vehbi de, Beydâvî pa­ralelinde görüşler ileri sürmektedir. Ona göre, gerek talâkın gerçekleş­tirilmesi esnasında, gerekse eşlerin tekrar birbirine dönmeleri anında olsun, adalet sahibi iki şahidin bulunması Kur'ân'ın bir emridir. Çün­kü, şahitsiz birbirine dönmeleri halinde, bu konuda ithama maruz ka­labilirler. Aynı şekilde, talâk esnasında şahitler bulunmazsa, eşlerden biri vefat ettiğinde, miras taksiminde aile ve akraba arasında bir takım anlaşmazlıklar ortaya çıkabilir; sonuçta da bundan her iki taraf zarar görebilir. [779]

Görüldüğü gibi, genel bir yaklaşım olarak, ric'î talâktan sonra ko­canın eşine dönmesi halinde şahit bulundurmak gerekli görülmemiş­tir. Ancak, eşlerden birinin, daha sonra dönüşü inkâr etmesi duru­munda, bir ispat kolaylığı sağlayacağı için mendûb olarak kabul edil­miştir. Çoğunluğun paylaştığı kanaat bu doğrultudadır. Ama, Zahirî mezhebine göre, talâktan sonra eşe dönüşte şahit bulundurmak ge­reklidir. Nitekim İbn Hazm bu hususu şu şekilde ifade etmektedir: "Al­lah, Talâk Sûresi 2. ayetinde boşama, kocanın eşine dönmesi ve şahit bulundurma işlemlerinin arasını ayırmamıştır. Yani, şahitlerin bu­lundurulması, her iki işlemle de ilgili bir husustur. Dolayısıyla iki adil şahit olmadan eşini boşayan kimse, Allah'ın sınırlarını aşmış olur.[780]

Getirdiği yeni yorum ve izahlarla dikkati çeken Atay da, ayette ta­lep edilen şahitliği hukukî bir özelliğe kavuşturmanın gerekliliğini be­lirtmektedir. Ona göre, Hz. Peygamber ve Sahabe döneminde, boşa­ma işleminin gerçekleştirilmesi anında şahit tutulduğuna dair bir riva­yetin bulunmaması, iddia edildiğinin aksine, ayetteki emrin farziyyet-ten düşmesini gerekürmemelidir. [781] Zira bu dönemde ahlakî, örfî, ge­leneksel ve hukukî meselelerin hepsi, dinî bir mesele olarak hüküm giydiğinden, teknik anlamda hukukî bir forma göre henüz karara bağ­lanmamıştı. Talâkta iki şahidin bulundurulmasını emreden ayet de, bu manada, hukukî form ve nosyon çerçevesinde ele alınmayan ayetler­dendi. Buna benzer daha bir çok ayet ve hadis mevcuttur. Bunlara hu­kukî kaynaklık statüsü verildiği takdirde, günümüzde müslümanların karşı karşıya kaldıkları bir çok problem çözülecektir. [782] Atay, burada sözünü ettiği "hukukî form" tabirine, ilgili diğer bir makalesinde işaret etmekte ve bunun farz manasında olduğunu tasrih etmektedir. [783]

Atay'in izahlarında da görüldüğü gibi, günümüzde bu ve benzeri konularda yorumcuların dikkat çektikleri hususlardan biri, Kur'ân'ın hukukî boyutuyla ilgili olmuştur. Şöyle ki, genelde yorumcular, söz ko­nusu ilâhî kitabın hukuk, yani ahkâmla ilgili ayetler içerdiğini Kur'ânî bir gerçek olarak kabul etmektedirler. Fakat bu ayetlerin rakamsal de­ğeri ve hukukî bağlayıcılıkları konusunda değişik görüşler ileri sürül­mektedir. Kimi zaman, bu yaklaşımlardan bazısının, kendi bütünlükle­ri içerisinde değerlendirildiğinde, farklı yönelişlere sahip oldukları da dikkat çekmektedir. Şöyle ki, bir taraftan Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan hukukî konuların az olduğu, günümüzdekine benzer hukukî düzenle­melerin ise çok daha az olduğu ifade edilmektedir.[784] Bu ifadelerle belki de, İslam'ın hukukî boyutunu öne çıkaran yaklaşımlara mesaj ve­rilmeye çalışılmaktadır. Diğer taraftan ise, kadınla ilgili Kur'ân'da ge­çen bazı ayetlere hukukî ve bağlayıcı bir statü verümeye çalışılmakta­dır. Boşamadan önce hakeme başvurulması ve boşama esnasında şa­hitlerin bulunmasını talep eden ayetleri buna örnek gösterebiliriz. [785] Kısaca ifade etmek gerekirse, bir taraftan Kur'ân'da hukukî boyutu olan ayetlerin rakamsal olarak azlığı vurgulanırken, diğer taraftan kla­sik dönemlerde kadınla ilgili ahlâkî düzeyde kabul edilen bazı ayetiere hukukî ve bağlayıcı bir kimlik kazandırılmaya çalışılmıştır. Farklı yöne­lişlere işaret eden bu eğilimlerin ortaya çıkmasını, belki de yaşanan sosyal ve kültüre! gerçekliklerle izah etmek mümkün olacaktır.[786]

 

1.4.4. Yorumlarda Üç Talâkın Birlikte Verilmesi

 

İslâm fıkhına göre boşama hakkı, esas itibarıyla erkeğe bırakılmış­tır. Evli erkeğin eşi üzerindeki boşama hakkı bir, iki veya üç defa ola­bilir. Daha önce bir defa boşadığı eşini, iddet süresi içinde veya nikâh­tan sonra, ömür boyunca, iki defa daha boşama hakkına sahiptir. An­cak üç boşama gerçekleşince, artık kadın başka bir erkekle evlenip ay­rılmadıkça, eski kocası ile yeniden evlenme hakkına sahip değildir. Konu Bakara Sûresinde şu ifadelerle dile getirilmektedir: "Boşama iki defadır. Bunun ardından ya iyilikle tutmak ya da güzelce serbest bırakmak gerekir...."; "Eğer erkek kadını yine boşarsa, artık bun­dan sonra başka bir eşle nikâhlamncaya kadar ilk erkeğe helal ol­maz.. [787]

Normalde, belirli bir zamana yayılarak gerçekleştirilmesi uygun görülen üç talâkın aynı anda verilmesi hususunun, ilk dönemlerden iti­baren tartışıldığı görülmektedir. İlgili rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Ömer'in devlet başkanlığının ilk yıllarına kadar, bir defada söyle­nen üç talâkın bir talâk yerine geçtiği kabul ediliyordu. Fakat, onun halifeliği döneminde insanların dini hassasiyetleri önceki dönemlere göre zayıflayınca, talâkı normal süresinde gerçekleştirmek kendilerine ağır gelmeye başladı. Yani, boşamanın bir an evvel gerçekleşmesini İs­tediler. Bunun üzerine halife Ömer, konuyu yeniden değerlendirdi ve bir lafızla ifade edilen üç talâkın gerçekleşeceği kanaatine vardı.[788] İbn Abbas da, Hz. Ömer devrinde insanlarda meydana gelen dinî ve ah­lâkî değişime işaret etmekte ve bu sebeple halifenin, eşinden ayrılma konusunda acele eden kocaları manen cezalandırmak için, üç talâkın bir anda gerçekleşmesini caiz gördüğünü nakletmektedir. [789]

İbn Kayyım da, boşama konusunda acele edenleri manevî olarak cezalandırmak gayesiyle bu hükme varıldığına işaret etmekte ve hali­fenin içtihadını değerlendirmeye çalışmaktadır. Buna göre, Hz. Ömer, bir anda verilen üç talâkla aiie hayatının sona ermesinin doğuracağı sonuçları insanların görmelerini istemiştir. Zira, eşler arasında bu su­retle ayrılma gerçekleştiğinde, koca başka birisiyle evlenip boşanma-dtkça ilk eşini alamayacağını görecekti. Dolayısıyla bunun ne kadar Kor olduğunu anlayacaktı. Hz. Ömer, yaşadığı dönem itibarıyla, bu fetvayı insanların menfaatine uygun buldu. O zamana kadar, aynı an­da verilen üç talâkın bir talâk olarak kabul edilmesini de yaşanan şart­lar açısından uygun görmüştü. Zira, önceki dönemlerde yaşayan in­sanlar, talâk konusunda Ailah'tan korkuyorlardı. Fakat, onlar takvayı terk edip Allah'ın kitabıyla oynamaya ve Allah'ın gösterdiği sebepler haricinde eşlerini boşamaya başlayınca, Hz. Ömer kendilerine gerek­li gördükleri bu uygulamayı kabul etmişti. Bu zamanın ihtiyaçlarına göre fetvanın da değişeceğini gösteren bir örnekti. [790]

Daha sonraki dönemlerde, mezhep kurucuları ve onları izieyen alimler, bir lafızda verilen üç talâkın Sünnet'e aykırı olduğunu ifade et­mişlerdir. [791] Bununla beraber, Hz. Ömer'in içtihadını benimseyerek söz konusu talâkın geçerli olduğunu kabul etmeye devam etmişlerdir.

Meselâ Ebû Hanîfe,[792] İmam Mâlik[793] ve Ahmet b. Hanbel'e[794] gö­re, üç talâkın bir mecliste verilmemesi gerekir. [795] Bununla beraber, verildiği takdirde üç talâk da geçerlidir. [796] Çünkü Ebû Hanîfe'ye göre, üç talâkın bir mecliste verilmesinin yanlış olması, verildiği takdirde ta­lâkın fesadını gerektirmez. [797] İmam Şafiî ise, üç talâkın aynı anda ve­rilmesini mubah görmekte[798] ve geçerli kabul etmektedir. [799] Buna karşılık, klasik dönemlerde, İbn Teymiyye[800] ve İbn Kayyım[801] gibi azınlıkta kalan bazı alimler, bir anda verilen üç talâkın bir talâk kabul edilmesi şekiinde gerçekleşen ilk dönemlerdeki uygulamaya dönme­nin gerekliliğini savunmuşlardır. [802]

Fıkhî mezhepler tarihinde büyük ölçüde kabul gören Hz. Ömer'in içtihadı, yakın zamanlara kadar yaygın bir şekilde benimsenmeye ve uygulanmaya devam etmiştir. Fakat, kadın haklan konusunda meyda­na gelen gelişmelerin, ülkemiz kültür ve medya çevrelerine yansıma­sına paralel bir şekilde, XIX. asrın sonlarından itibaren konunun sor­gulanmaya; buna bağlı olarak, ilk dönemdeki uygulamanın önem ka­zanıp benimsenmeye başladığı anlaşılmaktadır. Zira modern yorum­cuya göre aynı mecliste verilen ve geçerli kabul edilen üç talâk, kadın haklarına, dolayısıyla Kur'ân'm ruhuna aykırı bir uygulama idi.

İlgili makalesinde konuyu izah etmeye çalışan Selahaddin Eroğlu, bu çeşit talâkta, kocanın yetkisini aşarak zulme saptığım ve eşinin haklarını çiğnediğini ifade etmektedir. [803]Çünkü bu tür boşamalar,

Kur'ân'in' ortaya koyduğu ilkelere aykırı şekilde gerçekleşmektedir. Koca, sadece Allah'ın mubah kıldığı sınırları aşmakla kalmamakta, ay­nı zamanda talâkın vaki olacağı belirli vakti, sarf edilmesi gereken mu­ayyen talâk sayısın!, karısının iddeti ve diğer benzeri hükümleri de görmezlikten gelmektedir. Dolayısıyla, bu şekilde verilen talâkın huku­kî geçerliliğinin kabul edilmesi, Kur'ân'ın sarih hükümlerine rağmen, kocanın, eşinin haklarına tecavüz etmesini onaylamak anlamına gel­mektedir. Şu halde kocanın, Kur'ân'm emirlerini yerine getirmeksizin karısını boşaması, Allah'ın yasalarının çiğnendiği bir hareket olarak değerlendirilmelidir. Konuyu değişik yönleriyle irdelemeye devam eden Eroğlu, geçmiş hukukçuları da bu konudaki yaklaşımları sebebiy­le eleştirmektedir. Zira onların çoğunluğu, bir yandan bu tür talâk se­bebiyle kocayı günahkâr kabuİ etmişlerdir; ama diğer yandan talâkı hukuken geçerli kabul etmeleri, Kur'ân'm bu konuya ilişkin aldığı ta­vırla uyuşmamaktadır. Çünkü, ilgili ayetin sonunda, Allah'ın yasaları­nı bozan bir kimse zalim olarak tavsif edilmiştir. Dolayısıyla talâkta gö­rülen böylesine haddi aşma, basit bir kınamadan daha öte, hukukî bir müeyyideyi gerektirmelidir. Manevî ve vicdanî yönlerden ayıplamanın yanında, talâkın hem hukukî hem de manevî sebeplere müsteniden hakh görülebilmesi için, kocanın, Kur'ân'm ortaya koyduğu prensip ve ihtarlara eksiksiz uyması ve bu konudaki müeyyidelere işlerlik ka­zandırılması gerekmektedir.[804]

Süleyman Ateş'e göre, ailenin yıkılmasının engellenmesi ve kadı­nın haksızlığa uğramaktan kurtarılabilmesi için yapılması gereken şey, geçmişte de bazı alimlerin ileri sürdüğü gibi, bir anda ifade edilen üç talâkın bir talâk[805] olarak kabul edilmesidir. [806] Binaenaleyh onların bu içtihadı, Kur'ân'm ruhuna, kadınla ilgili olarak gerçekleştirmeyi hedef­lediği ıslahata ve günümüz anlayışına daha uygun düşmektedir.[807]Ay­rıca, boşamanın belirli bir sürece yayılması ve aşamalı bir yolu izleme­si, ailenin geleceği ve çocuklar açısından da büyük önem arzetmektedir. Çünkü bu durum, basit sebeplerden dolayı kan-kocantn birbirine küsüp ayrılmaya kalkışmaları halinde, konuyu yeni baştan gözden ge­çirip tekrar barışma ve birbirlerine dönme arzu ve imkânını doğur­maktadır. Diğer taraftan, karı ile kocanın böyle bir boşanma ile birbi­rinden ayrılmaları, sadece kendileri açısından değil, çocuklarının gele­ceği bakımından da olumsuz bir takım sonuçların ortaya çıkmasına se­bebiyet verecektir. [808]Ayrıca, konunun şu boyutunu da göz ardı etme­mek gerekir: Günümüzde bazı insanlar öfkeye kapılarak eşine "seni üçten dokuza kadar boşadım" diyebilmektedir. Gerçi kanun bu sözü kabul etmemekte, ama dinî duyarlılığa sahip olmaları dolayısıyla, in­sanlar bu sözün doğuracağı neticeler hususunda vicdanen müsterih olabiimek için değişik yollara başvurmakta ve çeşitli zorluklara maruz kalabilmektedirler. Oysa, dinin pratiğe aktarılmasında, İslam'ın pren­sibi zorluk çıkarmak değil, kolaylık ilkesine göre hareket etmektir. [809]

Ateş'in, burada ileri sürdüğü görüşleri, kadının durumunu İslâm'ın yücelttiği[810] ve ona tanıdığı hak ve hürriyeti hiç bir anlayışın tanıma­dığı[811] tezlerinden hareket ederek oluşturduğu anlaşılmaktadır. Yine, söz konusu görüş ve iddiaların ileri sürülmesinde, bu konuda Kur'ân'm bir çok tenkitlere muhatap olmasının da[812] etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Aktan, Ateş'in aksine aynı anda verilen üç talâkın, bir talâk yeri­ne dahi kabul edilmemesi gerektiğini ifade ederek, konuyu Kur'ânî ve­riler çerçevesinde demlendirmeye çalışmaktadır.  Şöyle ki, boşama olaylarının iyice hesap edüerek bilinçli bir şekiide gerçekleşebilmesi için bir "süre" konulmuştur. Talâk Sûresi birinci ayeti buna işaret et­mektedir. "Ey peygamberi Kadınları boşayacağınızda onları süresi içinde boşaytn..." Bu "süre"ye riayet edilmeksizin vaki olan talâkı ge­çersiz saymak, başka bir ifadeyle, talâkın vaki olmadığını kabul etmek gerekir,[813] Bir lâfızda üç talâkın verilmesi hadisesinde de söz konusu "süre şartı" yerine getirilmemektedir. Dolayısıyla bu tür bir boşamada bir talâk dahi gerçekleşmemektedir. Zira, işaret edildiği gibi, talâkın belirli bir zaman diliminde gerçekleşmesi ilâhî bir emirdir. Bu itibarla, söz konusu emre riayet edilmeksizin yapılan bir boşamada, üç talâk­tan birinin geçerli olduğunu kabul etmek çelişki olacaktır. [814]

 

1.4.4. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Modern dönemlerde yapılan bu yorumları genel bir değerlendir­meye tâbi tuttuğumuzda, şunu söylemek mümkündür: Hz. Ömer'in devrinden itibaren genel kabul gören ve üzerinde icma olduğu ifade edilen, "birlikte verilen üç talâkın geçerliliği" hususu, çağımızda tartış­malara konu teşkil etmiş, netice olarak da bu özelliğini sürdürememiş­tir. Modern yorumcular konuyu, Kur'ân'm ilgili diğer ayetleri ve genel ilkeleri açısından yeniden değerlendirme gereğini duymuşlar, söz ko­nusu boşama tarzının, sosyolojik ve psikolojik yönlerden doğuracağı olumsuz sonuçlara dikkat çekme lüzumunu hissetmişlerdir.

Sosyokültürel çevrenin yorumlara nasıl yansıdığını tespit etme konusunda, "üç talâkın aynı anda verilmesi" meselesinin açıklayıcı bir örnek oluşturduğunu söylemek mümkündür. Zira, konu ile ilgili uygu­lamaların tarihi seyrinden de anlaşılacağı üzere, Hz. Ömer'in halifeli­ğinin İlk yıllarına kadar, aynı anda verilen "üç talak" "bir talâk" olarak kabul ediliyordu. Ne var ki, İslam coğrafyasının genişlemesi ve Araplar'ın haricinde diğer milletlerden bazılarının da İslâm'ı kabul etmesiy­le müslümanlann nüfusu çoğalmıştır. Buna mukabil, ilk dönemlere gö­re İnsanların dini duygu ve hassasiyetleri zayıflamıştır. Bu ise, belirli bir zaman zarfında gerçekleştirilmesi gereken boşamanın, bir an önce bi­tirilmesi yönünde bir tahammülsüzlüğün meydana gelmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer de, oluşan bu toplumsal talep sebebiyle, aynı an­da verilen üç talâkla boşamanın gerçekleşeceğini kabul etmiştir.

Fakat, bu içtihadın, daha sonraki dönemlerde ve özellikle modern zamanlarda geçersiz olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Çün­kü söz konusu uygulamanın, kadının durumunun düzeltilmesi ve ıslah edilmesine dair Kur'ânî gaye ile çelişecek bir mahiyet arz ettiği belir­tilmekte İdi. Şöyleki, erkeğin öfkeye kapılarak "üç talâk"ı vermesi ile, boşamanın gerçekleştiğinin kabul edilmesi, kadının maddî ve manevî yönlerden mağduriyete uğramasına ve onurunun rencide edilmesine yol açmakta idi.

Kaldı ki, daha Önce de belirttiğimiz gibi, tarihte "aynı anda veri­len üç talâk"ın geçerli olmadığını ileri süren müçtehitler çıkmıştır. On­ların bu görüşlerinin arka planında, kadının haksızlığa uğradığı düşün­cesinin bulunduğunu söylemek belki mümkündür. Ancak, azınlıkta olan bazı fakihlerin temsil ettiği bu yönelişin, daha ziyade, ilk dönem selef uygulamalarına dönüş konusundaki metodik tercihten kaynak­landığı anlaşılmaktadır. Ama, modern zamanlarda aynı görüşün yeni­den kabul görmesinde, bir takım bilimsel argümanlar ileri sürülmekle beraber, günümüze has sosyal ve kültürel etkenlerin belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. Zira yeni yorumlarda, kadın hukukunun çiğnenme­mesi, aile ocağının dağılmaması, çocukların geleceğine ilişkin olumsuz bir takım sonuçların ortaya çıkmaması vb. modern dönmelere ait vur­gu ve temaların işlendiği görülmektedir.

Diğer taraftan, talâk vb. konulara ilişkin modern dönem yorumla­rında dikkati çeken hususlardan bir diğeri de, "Kur'ân'm ruhu" tabi­rine sıkça rastlanılmasıdır.[815] Ayetler yorumlanırken ileri sürülen tar­tışmalı konular, "Kur'ân'm ruhu"na uyup uymadığı açısından değer­lendirmeye tâbi tutulmaktadır. Gerçi, Kur'ân'ın sürekli tetkik edilmesi ve incelenmesi neticesinde, araştırmacının, bu kitabın üslup ve içeri­ğine dair belirli bir meleke ve tasavvura sahip oiması tabiî karşılanmalıdır. Söz konusu melekeyi, Kur'ân'm fert ve toplum planında gerçek­leştirmeyi hedeflediği "nihâî gaye" ve "maksatlar olarak da kabul edebiliriz. Yorumcuların da, Kur'ân'm içeriğine aşina olmaları dolayı­sıyla, bir takım meseleleri onun açısından izaha kavuşturmaları çerçe­vesinde bu tabiri kullanmaları mümkündür.

Ne var ki, "Kur'ân'm ruhu" tabirinin, içeriği ve çerçevesi net bir biçimde ortaya konulmayan, soyut, dolayısıyla değişik yorumlara açık bir görünüm arz ettiğini de burada belirtmemiz gerekir. Yani, Kur'ân'a izafe edilen "ruh", gerçekten bu kitabın bize kazandırdığı bir meleke ve tasavvuru mu ifade etmektedir? Yoksa, farkına varmadan benim­senmiş çağdaş değer ve kabullerin kendisine yüklendiği, yakıştırma bir tabir midir? Bu sorulara çoğunlukla net cevaplar vermek mümkün ola­mamaktadır. [816]

 

1.5. Toplumsal Hayatta Kadın

 

1.5.1. Asr-İ Saadette Kadının Toplumsal Hayatına Kısa Bir Bakış

 

Ahzâb Sûresinde geçen ve Hz. Peygamber'in eşlerine yönelik ola­rak gelen ayetler grubu içerisinde, "Evlerinizde oturun. [817] hük­münün de bulunduğunu görüyoruz. İbn Aşûr, ayette geçen bu talebin, saygınlıklarını muhafaza etmeleri için, Hz. Peygamberdin eşlerine öz­gü vâcib bir emir olduğunu ifade etmektedir. Diğer mümin kadınların böyle bir talebi yerine getirmeleri ise, onlar hesabına faziletli bir amel olacaktır. [818] Öte yandan, İslam tarihi kaynaklarının ortaya koyduğu­na göre, Peygamber eşlerinin hem kendi sağlığında, hem de vefatın­dan sonra Râşid halifeler döneminde, eğitim, siyaset vb. toplumsal et­kinliklerden kendilerini soyutlamadtkları görülmektedir. Aksine, imkan ve dirayetleri ölçüsünde sosyal faaliyetlere katılmışlardır. [819] Bu itibar ayette gelen emrin, Hz. Peygamber'in eşlerinden. İhtiyaç ve mas­lahatları haricinde, evlerine çekilmelerini talep ettiğini söyleyebiliriz.

Böylece, ayetin devamında da ifade edildiği gibi, Câhiliye kadınlarına benzer bir tarzda, meşru bir amaçlan olmaksızın sokaklara çıkıp do­laşmamaları, onlardan farklı bir şekilde, evlerine çekilerek peygam­berlik makamına yaraşır bir tarzda vakar, ciddiyet ve onurlu bir hayat sürmeleri temin edilmeye çalışılmıştır.[820]

Hadis kaynakları, Hz. Peygamber'in eşlerinin, kendi sağlığında cemaat halinde gerçekleşen hac ve tavaflara iştirak ettiklerini; yine ibadet maksadıyla mescitlere gittiklerini bizlere haber vermektedir. [821] Ayrıca dinî ilke ve prensiplerin insanlara ulaştırılmasında Hz. Peyganv ber'e destek çıkmışlar; [822] savaşlarda cephe gerisinde askerlere yar­dımcı olup yaralılara hizmet etmişlerdir. [823] Onun vefatından sonra ise, özellikle Hz. Aişe'nin tefsir, hadis[824] ve diğer ilim dallarında[825] bir otorite haline geİdiği, [826] siyasî ve toplumsal meselelerde sözü dinle­nen ve görüşüne itibar edilen[827] bir şahsiyet olarak temayüz ettiği dik­kati çekmektedir. [828] Ayrıca halifelerin seçiminde onun etkili olduğu, hatta onların yönetim ve icraatlarını yakından takip edip gerektiğinde yanlışlarını onlara hatırlattığı, bu çerçevede tavsiye ve Önerilerde bu­lunduğu görülmektedir. Dolayısıyla o, dinin aslına uygun bir şekilde anlaşılmasında önemli hizmetleri olduğu gibi, resmi bir görevi olmadı­ğı halde, aktif siyasetin içerisinde bulunmuş, bu çerçevede hayatı bo­yunca çevresindekilerin her zaman görüş ve fikirlerine başvurduğu bir şahsiyet olmuştur.[829]

Hz. Peygamber'in eşlerinin eğitim, siyaset vb, sahalardaki etkin­liklerine dair bu tarihî tespiti yaptıktan sonra, hadislerde genel mana­da, mümin kadınların toplumsal hayatına nasıl yaklaşıldığına kısaca göz atabiliriz. Söz konusu rivayetlerin, tefsiri mahiyette ilgili ayetlerin izahında da nakledildiği görülmektedir. [830] Bu hadisleri incelediğimiz­de, Hz. Peygamber döneminde, münferit de olsa, ashaptan bazıları­nın, kadınların ev haricine çıkmalarını hoş karşılamadığı, [831] hatta mescitlere gitmelerinden rahatsızlık duyup engel olmaya çalıştıklarını görüyoruz. [832]

Buna mukabil, bazı hadislerde, Hz. Peygamber'in gerek ihtiyaçla­rını karşılamak üzere çarşı, pazara çıkma arzusunda olan, [833] gerekse ibadet maksadıyla gece veya gündüz saatlerinde koku sürünmemek şartıyla, [834] mescide gitmek isteyen kadınlara, yakınlarının mani olma­ması[835] için bazı uyan ve tavsiyelerde bulunduğu görülmektedir. Diğer bazı rivayetlerde ise, Hz. Peygamber, mecazî bir anlatımla, evleri ha­ricine çıkan kadınların merak saikiyle şeytan tarafından karşılandığını ifade etmekte;[836] dolayısıyla, günaha düşmemeleri konusunda, hem onları hem de erkekleri uyarmaktadır. Yine Hz. Peygamber'in, kadın­ları mümkün olduğu Ölçüde mescitlerden ziyade evlerde, hatta evlerin tenha köşelerinde ibadet etmeye çağırdığı görülmektedir. [837] Sonuç olarak, gerek kadınların mescide çıkmalarına mani olunmamasına iliş-kin hadisleri, gerekse evlerinde namazlarını eda etmeye teşvik edilme­lerinden bahseden rivayetleri birlikte değerlendirdiğimizde şunu söyle­mek mümkündür: Hz. Peygamber döneminde, tahrik edecek şekilde koku sürünmeksizin cemaate çıkmaları hususunda kadınlara müsaade edilmekte; bununla beraber, namazlarını evde eda etmelerinin daha faziletli olduğu da kendilerine bildirilmektedir. [838]

Diğer taraftan, rivayetlerde geçtiğine göre, Hz. Peygamber'in ka­dınlara, cihada gitmek yerine ev işleriyle meşgul olmaları[839]ve hac yapmalarını tavsiye ettiği görülmektedir. Bununla ilgili olarak Hz. Ai-şe'nin şöyle dediği nakledilir: "Ben Peygamber'den cihada gitmek için izin istediğim de, O bana, "Siz kadınların cihadı hacdır" diye buyur­muştur. [840] İbn Hacer, hadisin izahında, savaş esnasında erkeklerle be­raber bulunması ve tesettüre yeterince riayet edememesi gibi durum­lar sebebiyle, cihadın kadına vacib olmadığını, ancak, nafiie ibadet tarzında, gönüllü olarak[841] savaşa katılabileceğini ifade etmektedir. De­vamında da o, hadiste belirtilen manada kadınların eda edecekleri haccın, erkeklerle beraber cihad etmelerine göre daha faziletli bir iba­det olduğunu ilave etmektedir. [842]

Bu rivayetleri genel bir değerlendirmeye tâbi tuttuğumuzda, ka­dınların prensip olarak erkekler gibi toplumsal hayata katılma, mescit veya camilerde cemaatle namaza iştirak etme, cephe gerisinde dahi olsa savaş gibi etkinliklere katılma imkânına sahip olduklarını görüyo­ruz. Bunlar, kadınm toplumsal kişiliğinin kendisine sağladığı bir hak olduğu gibi, aynı zamanda ibadet hürriyetine sahip olmasıyla da ya­kından alakalı konulardır. Zira hadiste de ifade edildiği gibi, mümin ka­dınların mescitlere gitmekten engellenmemesi gerektiği ikazı yapıl­maktadır. [843] Buna mukabil, Hz. Peygamber döneminde kadının cemi­yet hayatına iştirak etme konusunda, erkeğe nazaran nispeten sınırla­yıcı hükümlere muhatap olduğu görülmektedir. Bu sınırlamaların, ka­dının insan neslinin dünyaya getirilmesi ve yetiştirilmesinde yüklendi­ği misyonun, erkeğe göre öncelik arzetmesi ve zamanının önemli bir kısmını bu tür meşguliyetlere ayırması gerçeğiyle yakından ilgili oldu­ğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, savaş ve diğer toplumsal etkinliklerin gerçekleştirilmesinde, tabiatları gereği, erkekier kadar etkin olamama­ları gerçeğini de buna ilave edebiliriz.[844]

 

1.5.2. Yorumlarda Kadının Toplumsal Hayatı

 

Bilindiği üzere, Ahzâb Sûresinde Hz.Peygamber'in eşlerine yöne­lik bazı emir ve talimatlar gelmektedir. Bu emir ve talimatlar, onların sosyal hayata iştiraklerinde, tesettür ve kadın-erkek ilişkileri çerçeve­sinde uymaları gereken bazı hususları içermektedir. Klasik tefsirlerde, geneli itibarıyla söz konusu hükümlerin bağlayıcılığı konularında, Hz. Peygamber'in eşleriyle diğer mümin kadınlar arasında her hangi bir ayrıma gidilmediği görülmektedir. Bu anlamda, ayetlerin içerdiği hü­kümlerden, bütün mümin kadınların aynı derecede sorumlu tutulduğu kabul edilmektedir. Meselâ Kurtûbî'ye göre, 33. ayette geçen hitap Peygamber eşlerine yönelik olmakla beraber, diğer mümin kadınları da kapsamaktadır. Ayet, sarih bir şekilde buna delâlet etmektedir. Ak­sini düşünmemiz de mümkün ve makul değildir. Zira dinî hüküm ve tavsiyeler, kadının eve çekilmesi ve zaruret haricinde evden dışarı çık­maması konuları üzerinde hassasiyetle durmaktadır.[845]

Alûsî de buradaki hitabın umûmî olduğunu İfade ederek, fitne fe­sadın yaygınlaştığı dönemlerde, kadınların kabirleri ziyaret etmek için evlerinden çıkmalarının haram, hatta büyük günahlardan olduğunu belirtmektedir. [846]Yine, fitnenin apaçık olduğu durumlarda, kadınların tahrik edici şekilde kokulanarak ve süslenerek mescide çıkmaları da büyük günahlardandır. Şayet fitne olduğundan endişe ediliyorsa, bü­yük günahlardan olduğuna değil, haram olduğuna hükmedilir. Hacca gitmeleri, anne baba ve hastaları ziyaret etmeleri, vefat dolayısıyla yakın akraba ve diğerlerine taziyede bulunmalarına da ancak anlatılan şartlar çerçevesinde müsaade edilir. [847] Nevevî'nin de, kadının mesci­de çıkmasıyla ilgili olarak, tahrik edici şekilde koku sürünmemesi, süs­lenmemesi, ayağına halhal takmaması, şöhret elbisesi giymemesi, [848] şaibeye sebep olacak şekilde erkekler arasına karışmaması ve fitneden emin olması gibi şartları ileri sürdüğü görülmektedir. [849]

İbnu'l-Arabî, ayetin ilgili kısmının tefsirini kısaca yaptıktan sonra, kadının iffetiyie ilgili olarak şu gözlemini bizlere aktarmaktadır: "Yer­yüzünde binden fazla belde gezdim; ancak bir rivayete göre, Hz. İbra­him'in ateşe atıldığı yer olarak kabu! ediien Nablus[850] şehrinin kadın­larından daha iffetli ve dindarlarını görmedim. Orada aylarca ikamet ettim; ama, cuma günleri hariç, yollarda bir tek kadın dahi göreme­dim. Onlar cuma günleri çıkar, mescidi doldururlardı; namaz bittiğin­de evlerine dönerler, bir sonraki cumaya kadar onlardan kimseye rastlamazdım. Diğer kentlerin kadınları ise, açık saçık, süs ve ziynet içeri­sinde iffetsiz bir vaziyette sokaklarda dolaşırlardı.[851]

Burada görüldüğü gibi, kadınların cuma günleri haricinde, hafta boyunca sokaklara çıkmamaları, iffet ve namus duygularının ileri bir seviyesi olarak bizlere anlatılmaktadır. Bu ifadeler, kadının iffeti, haya­sı, dindarlığı ve toplum hayatındaki yerinin nasıl olması gerektiği hu­susunda bazı ipuçları vermesi açısından önem arzetmektedir. Yine, müfessirin yaşadığı dört ve beşinci asırlarda, sözü edilen bölgelerde, kadının sosyal hayattaki konumunu ortaya koyması bakımından da bu tespitler anlamlı gözükmektedir. [852]

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, kadının fizyolojisi, insanın dün­yaya getirilmesi ve yetiştiril meşindeki rolü vb. sebepler dolayısıyla sos­yal hayata katılması, erkeğe göre daha farklı ve sınırlı bir boyutta ger­çekleşmektedir. Bu olgunun, tarihte olduğu gibi günümüzde de geçer­liliğini sürdürdüğü bilinen bir husustur. Hz. Peygamber dönemindeki uygulamanın da, cinsel günaha sebebiyet vermemeyi işaret eden Kur'ân ve Sünnet'teki ikaz ve tavsiyeler yönünde, kendi tabiiliği içeri­sinde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Daha açık bir ifadeyle, er­kek gibi kadının da o günkü toplumun bir bireyi olarak sosyal faaliyet­lere katıldığı anlaşılmaktadır.

Fakat, sonraki dönemlere geldiğimizde, bu konuya biraz daha farklı yaklaşıldığı görülmektedir. Zira, klasik dönemlere dair naklettiği­miz Örneklerden de anlaşılacağı üzere, en azından yorumlar düzeyin­de, kadının sosyal hayata katılımına olumlu bakmayan izah ve açıkla­maların yapıldığı müşahede edilmektedir. Bu tür görüşlerin, klasik dö­nemlerde, ilgili ayetlerin yorumlarında hakim yaklaşımı temsil ettiğini söylemek zordur.[853] Ancak, bu yönde gelişen bir takım eğilimlerin ol­duğu da dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu tür yorumların yapılmasın­da, çoğunlukla, fitne ve fesadın yaygınlaşması; [854] diğer bir ifadeyle, cinslerarası ilişkilerde dinî ve ahlâkî değerlerin topİum bireyleri arasın­da etkinliğini kaybetmesi gerekçe olarak ileri sürülmüştür. [855] Netice­de bu tür önlemlere başvurmak suretiyle, her iki cinsiyle müslüman bi­reyler, cinsel günaha düşmekten korunmaya çalışılmıştır.

Bilindiği üzere, tabiatları itibarıyla kadın ve erkek cinsleri arasında karşılıklı bir arzu, bunun bir neticesi olarak da bir cazibe ve çekim söz konusudur. Bu sebeple, Kur'ân'ın getirdiği düzenlemede, cinslerarası ilişkiler, hassas diyebileceğimiz bir alanı oluşturmaktadır. Bu anlamda, dinin öngördüğü dünya görüşü, kadın ve erkeğin yaratılıştan getirdiği cinsel eğilimi ne gözardı etmiş, ne de tamamen onu serbest bırakmıştır. Aksine, mutedil bir yol benimseyerek, evlilik kurumuyla, her İki tarafın fıtrî yapılarına uygun gelecek şekilde, söz konusu tabiî eğilimi yönlendir­meye çalışmıştır. Bu çerçevede, nikâh bağının haricinde, cinsel dürtüle­rin başka yollarla karşılanmasını caiz görmemiş; hatta, gayr-i meşru iliş­kilerin vuku bulmasına zemin hazırlayacak ortam ve vesileleri izale et­meye çalışmıştır. Bunu gerçekleştirirken, getirdiği ilke ve prensiplerle erkek ve kadınları belirli Ölçüler çerçevesinde davranışlar sergilemeye çağırmıştır. Burada iki cins arasında, her hangi bir ayrıma da gitmemiş­tir. Çünkü cinsel etkileşim, tek taraflı gerçekleştirilecek bir süreci ifade etmemektedir. Bu sebeple erkek ve kadın cinsleri, giyim-kuşamlarından konuşmalarına kadar, psikolojik yapılarıyla uyum içerisinde, birbirinden nispeten farklı sorumlulukları yerine getirmeye davet edilmiştir.

Fakat, Kur'ân'ın ortaya koyduğu bu yaklaşım açısından, sonradan yapılan kimi yorumlan değerlendirdiğimizde, erkek ve kadını ile top­lum fertlerinin cinsel günaha düşmemesi için, kadınlara biraz daha fazla sorumluluk yüklendiğini söylemek mümkün gözükmektedir.[856] Bu anlamda, Kur'ân'ın ortaya koyduğu dengeli yaklaşımın, yorumlar­da pek yakalanamadığı anlaşılmaktadır. Çünkü, toplum hayatında di­nî ve ahlâkî değerlerin korunması gayesiyle, kadının sosyal hayata ka­tılmasını pek olumiu karşılamayan yorumların yapıldığı görülmektedir. Ne var ki, bu yorumların oluşmasına temel teşkil eden anlayışın, cin­siyet ayrımına gitmeden Kur'ân'm hedeflediği sorumlu-kul modelini gerçekleştirmesi zor gözükmektedir. Zira, Kur'ân'm talep ettiği ahlâkî ve manevî davranışların sergilenebilmesi, kadın ve erkek muhatapla­rın bireysel hayatları yanında, toplumsallaşma sürecini yaşamalarını da gerekli kılmaktadır. Bunu, Kur'ân-ı Kerîm'in müminlere salih ameli tavsiye eden bütün ayetlerinden anlamamız mümkündür. [857] Ancak,

"Peygamber eşlerinin eude oturmalarım" emreden hükmün hemen akabinde gelen 35. ayet, bu konuyu daha açık ve net bir şekilde or­taya koymaktadır. "Müslüman erkek ve müslüman kadınlar, mü­min erkek ve mümin kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı ka­dınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırz­larını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar var ya; işte Allah bunlar için bir mağfiret ve büyük bîr mükâfat hazırlamıştır.[858]

Bu ayetin dile getirdiği imanî ve ahîâkî erdemlerin, kadın ve erke­ği ile bütün topİum fertleri tarafından gerçekleştirilebilmesi, ancak söz konusu bireylerin sosyalleşmeleri ile mümkün olabilecektir.

Sosyal yapısı itibarıyla, XX. asrın başlarında dahî, Osmanlı toplu­munun geleneksel özelliğini büyük ölçüde devam ettirdiğini söyleyebi­liriz. Ancak, batılılaşma ve çağdaşlaşma sahasında gerçekleştirilen te­şebbüsler sebebiyle, modern değer ve yaşam biçimlerinin, toplumsal dokuyu etkilemeye, hatta küçümsenmeyecek derecede değişmeye doğru götürdüğü de bir vakıaydı. Tabiî olarak bu durum, iffet, namus, haya gibi ahlâkî değer ve normların zayıflamasını da beraberinde ge­tirmiştir. Bu oluşumlar, Kur'ân yorumcularının, kadın-erkek ilişkilerine yeniden eğilmelerine, hatta, ahlâki değerlerden sapma ve yozlaşma olarak değerlendirdikleri yeni gelişmelere dikkat çekmelerine sebep olmuştur.

Söz konusu yorumcuların, yabancı değerler karşısında aşağılık duygusuna kapılmayan yahut da muhafazakâr bir yaklaşım sergiledik­lerini söyleyebiliriz. Bu bağlamda, görüşlerini destekleme sadedinde, ülkenin ve milletin geleceği ile ilgili bir takım argümanlar ileri sürü­müşlerdir. Şöyle ki, ülkede bir grup aydın, kültürel ve toplumsal dü­zeylerde, her yönüyle batılılaşmayı teklif ediyordu. Ama bahsettiğimiz yorumculara göre, mevcut manevî değer ve yaşam biçimleri, İslam toplumunun Batı karşısında zafiyete uğramaması için mutlaka koru­nup geliştirilmeli idi.. [859] Zira, cinsler arası ilişkileri düzenleyen manevî ilke ve değerlerin pratik hayatta etkinliğini kaybetmesi, sosyal çö­zülmeye ve millî bünyenin tahribata uğramasına yol açabilirdi.[860]

Konuyu, biraz daha örneklendirerek açacak olursak, bahsi geçen yorumculardan bazılarının, birbirine na-mahrem olan erkek ve kadın­ların aynı meclisi beraberce paylaşmalarını olumlu karşılamadıklarını görüyoruz. Zira bu durum, eşler arasında kıskançlığa ve özellikle erke­ğin namus duygusunun rencide edilmesine, dolayısıyla kan-koca ara­sındaki muhabbet bağlarının kopmasına ve aile ocağının dağılmasına sebep olabilirdi. Bu bağlamda aynı yorumcular, erkeğin eşine duydu­ğu kıskançlığın doğuracağı olumsuz sonuçları önlemesi ve toplumsal hayatta kadını bir fitne unsuru olmaktan alıkoyması sebebiyle, teset­türe ayrı bir önem atfediyorlardı. [861] Yine bu dönem yorumcuları, ka­dın-erkek ilişkilerinin haya ve namus duygularından soyutlanarak, müstehcen bir mahiyet kazanmasını ağır bir dille eleştirmişler; hatta, söz konusu serbest hayat tarzının insanları "hayvan derekesi"ne düşürdüğünü ifade etmişlerdir. [862]

Sonuç olarak bu yorumcular, kadının lüzumsuz yere ev haricine çıkmasının kocasının kendisine olan ilgisinin azalmasına sebep olaca­ğını; bu sebeple, zaruret bulunmadıkça, toplum hayatına katılmama­sının daha uygun olacağı görüşünü benimsemişlerdir. [863] Bu itibarla, ilk dönem yorumcularının, kadının sosyal hayata katılması konularına, ülkede yaşanan hızlı kültürel ve sosyal değişmeler sebebiyle pek olum­lu bakmadıklarını söyleyebiliriz. Onların konuya bu şekilde yaklaşma­larında da, toplumsal ahlâkın bozulmaması, ırz ve namus duygularının yozlaşmaması vb. etkenlerin belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. [864]

Bu anlamda, XX. yüzyılın başlarında gerçekleştirilen Kur'ân yo­rumlarında, kadının örtünmesi, toplumsal hayattaki yeri ve kadın-erkek ilişkileri konularına, geleneksel çizgide bir yaklaşımın sergilendiği­ni söylemek mümkündür. Söz konusu muhafazakâr yaklaşımın ortaya çıkmasında, konunun tabiatının da etkili olduğu belirtilebilir. Çünkü, bu yorumların gerçekleştiği alan, yorumcuların şahsî ve ailevî hayatla­rıyla yakından alakalı idi. Dolayısıyla, namus vb. duygular sebebiyle, sübjektif değerlendirmelerin yapılabileceği bir durum söz konusu idi.

İslam dünyasının XVIII. asırdan İtibaren Batı medeniyeti karşısın­da kültürel ve maddi sahalarda gerilemeye ve neticede başarısızlığa uğradığı bilinen bir husustur. O tarihlerden günümüze değin, rnÜslü-man aydın ve düşünürlerin en fazla üzerine durdukları konulardan bi­ri de, toplumun eğitimi ve ıslahı meselesi olmuştur. Çünkü, İsiam ce­miyetinin yaşadığı bu geri kalmışlığın ancak eğitim yoluyla aşılabilece­ğine inanılıyordu. Bu sebeple, hem kadının hak ettiği itibara kavuşma­sı, hem de İslam toplumunun maddî ve manevî sahalarda arzu ettiği gelişme seviyesini tutturabilmesi için, kadının, toplumun eğitim ve öğ­retim sürecine aktif bir özne olarak katılması hususu üzerinde ısrarla durulmuştur.[865] Diğer bir ifadeyle, toplumun karşı karşıya kaldığı ikti­sadî, sosyal ve kültürel geri kalmışlıktan kurtulabilmesi için, kadın po­tansiyelinin eğitim ve diğer sahalarda aktif hale getirilmesi konusu ya-ym hayatında mütemadiyen işlenmiştir. [866] Bu çerçevede, Kur'ân'ın özellikle üzerinde durulan ve yeni yaklaşımlarla ele alınıp yorumlanan bölümleri, müminlere "iyiliği tavsiye etme"yi, "kötülükten sakındır­madı teklif eden ayetleri olmuştur. [867]

Meseiâ M. Said Hatiboğlu, bu ayetlerden bazılarına atıfta buluna­rak[868] söz konusu irşat etkinliğinin toplumun huzur ve mutluluğu açı­sından önemine işaret etmekte ve bu sorumluluğun yerine getiriimesi konusunda, kadın-erkek arasında her hangi bir ayrımın bulunmadığı­na dikkat çekmektedir. [869] Şimşek de bu ayetlerden birine[870] atıfta bu­lunarak, İslâm'ın savaş gerekçesinin, "iyiliği emretmek ve "kötülük­ten sakındırmak" olduğunu ifade etmekte, bu sebeple de, kadının sa­vunma ile ilgili bir kamu görevi almasında her hangi bir sakınca bu­lunmadığını ileri sürmektedir. [871]Yaşadığımız yüzyılın ilk yarısında ve daha sonraki dönemlerde, Türkiye'deki tefsir çalışmalarında görüşle­rinin önemli yansımalarını gözlemleyebileceğimiz Reşid Rıza da, ilgili ayetin yorumunda yeni izahlar getirmeye çalışmaktadır. Buna göre, ayette geçen velayet kelimesi, kadının çeşitli sahalarda diğer toplum fertleriyle olan sosyal ve ahlâkî ilişkilerini kapsamaktadır. Mümin er­keklerin yanı sıra mümin kadınlara da velayet hakkı tanınmıştır. Bu manada, ayette geçen velayet terimi, bütün müminler arasında kar­deşlik ve muhabbet rabıtalarının gerçekleştirilmesi; ekonomi, savaş ve benzeri diğer toplumsal sahalarda karşılıklı destek ve yardımlaşmanın sağlanmasını içermektedir. [872]

Diğer taraftan Karaman, İslam'ın, kadının çalışma hayatıyla ilgili her hangi bir sınırlandırma ve kısıtlamaya gitmediğini ifade etmekte­dir. Aksine, ibadetten cephede savaşmaya kadar, geniş bir yelpazede değerlendirdiği çalışma hayatına, [873] İslam'ın, kadını teşvik ettiğinin dahi rahatlıkla söylenebileceğini belirtmektedir. [874] Bu konuda bir kı­sıtlama ve yönlendirme, sadece her iki cinsin farklı özellik ve kabiliyetlerine bağlı olarak öncelik sırasının kime ait olduğu hususunda söz konusu olabilir.[875] Bu anlamda kadının Öncelikli işi, ev idaresi, çocuk bakımı ve eğitimdir. Erkeğin öncelikli işi ise, fizikî güce dayanan İşler­dir. İhtiyaç ve zaruret hallerinde rollerin değişmesinde bir engel yok­tur. [876] Başka bir yerde ise, Karaman, ailede erkeğin yerine getirece­ği rollerin "aile reisliği" ve "maişet temini" haricinde örf ve adete bağ­lı olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, söz konusu iki istisna dışında rol­lerin sosyal gelişmelere göre değişebileceği anlamına gelmektedir. [877]Ailede kadının en Önemli vazifesi ise, çocuk yapmak ve kendisine muhtaç olduğu müddetçe ona bakmaktır. [878] Bunun haricinde kadın, evinin içinde ve dışında, kocası ile anlaşmak suretiyle[879] çeşitli iş ve görevlerde çalışabilir. Bunu engelleyecek her hangi dinî bir nass ve ka­ide de yoktur. Kadın bu tür bir çalışmayı sadece bir zevk,[880] topluma katkıda bulunmak, kendini yetiştirme ve geliştirme gayesiyle yapacaktır. Çünkü, kadının geçim ve normal ihtiyaçlarının karşılanması, huku­kî bir sorumluluk oiarak bekâr iken babasına, babası yoksa yakın ak­rabasına, evli iken de kocasına aittir.[881] Bu anlamda, kadının çalışıp-çalışmadığına bakmaksızın ekonomik bağımsızlığının temin edilmesi gerekmektedir. [882]

İslam hukukçusu Aktan ise, kadının sosyal aktivitesini, şahsın hu­kuku, borçlar hukuku, aile hukuku ve kamu hukuku gibi modern huku­kun tasnif ve tanımlamaları açısından değerlendirmeye çalışmaktadır. Buna göre, kadının, kamu sahasında, gayr-i resmi toplumsal etkinlik­lerde, vakıf, dernek ve yurt gibi hizmet amaçlı kuruluşlarda, kuruculuk­tan işletmeciliğe kadar, sosyal faaliyetlerini cinsiyeti sebebiyle yasakla­yan İslâmî bir hukuk kuralı yoktur. [883] Ancak aile hukuku, yani koca ve çocukların haklan açısından bir takım sınırlamaların getirilmesi söz ko­nusu olabilir. Bu tür durumlarda, kocanın eşinin çalışmasına müsaade etmeme hakkı vardır. [884] Ayrıca, toplum düzeninin ve aile huzurunun korunabilmesi için de, kadının çalışma şartlarının, İslâm'ın ahlâk pren­siplerini zedelemeyecek ölçüler içerisinde olması gerekmektedir. [885]

İslâm'a göre kadının konumunu ele alan makalesinde Eskicioğlu, ilgili bazı ayetlere atıfta bulunarak kadının mülkiyet[886] ve kocasından ayrı mal sahibi olma[887] haklarının bulunduğunu ifade etmektedir. Ma-kaiesinin devamında, ekonomik hayatta kadının durumunun ne olma­sı gerektiği hususunu izah etmeye çalışmaktadır. Buna göre, kadına müikiyet, miras ve çalışma haklarının sağlanması, onu ekonomik ha­yatın asli unsurlarından birisi haline getirmektedir. [888] Bu sebeple, alım-satımın her çeşidi, bağış,[889] şuf'a (onalım hakkı), îcâr (Kiraya ver­mek), i'âre, [890] kefalet, [891] vekalet vb. konularda kadın erkekle aynı haklara sahiptir. [892]

Görüldüğü gibi, geçmişle mukayese edildiğinde, modern dönem yorumlarında kadının sosyal hayatına ve toplumsc 1 etkinliklerine daha geniş bir çerçeveden bakılmaktadır. Bu tür yorumların ileri sürülme­sinde, kadim hukukçuların izah ve içtihatlarının etkili olmadığını söy­lemek mümkün değildir. Hatta, yeni yorumların dayandığı delil ve çer­çevenin, esas itibarıyla onların yaklaşımlarından alındığını da ifade edebiliriz. [893] Ancak, bu çerçevede belki şunu söylemek mümkündür: Asırlarca, hukuk kitaplarında pratiğe belki pek yansıtılamayan ve te­orik düzeyde muhafaza edilmeye çalışılan yorumlar birikimi, modern dönemle beraber İslâmî bakış açısından kadın hak ve hürriyetlerini or­taya koyma bağlamında yeni bir işlevsellik kazanmıştır.[894]

 

1.5.3. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Bilindiği üzere çalışmamız, yorum faaiiyetirin arkasında yatan ve onu yönlendiren etkenleri ortaya koymayı hedeflemektedir. Daha açık bir ifadeyle, yorum etkinliğini motive eden sosyolojik, psikolojik ve kültürel faktörleri tespit edip tahlil etmeyi amaçlamaktadır. İşte bu noktada, toplumlarda yaygın olan iffet ve namus telâkkilerinin, kadın­la ilgili ayetlerin anlaşılıp yorumlanmasında etkileyici ve yönlendirici bir faktör olarak dikkate alınmasının önemine işaret etmek istiyoruz.

Araştırmacıların belirttiğine göre, söz konusu değerler, İslam son­rası dönemlerde de, İran-Akdeniz bölgesi boyunca erkek onurunun en karakteristik özelliklerinden birisini oluşturmuştur. Bu coğrafyada ya­şayan topluluklarda, ileri seviyede yerleşmiş ve kökleşmiş olan kıs­kançlık duygusu, ideal erkek imajının belirgin Özelliğini ortaya koyar. Hodgson'a göre, sosyal hayatta bir erkeğin güven ve itibar kazanma­sının kaynağı, eşi ve yakın akraba kadınları üzerinde oluşturacağı de­netimi nispetindedir. Yine bu manada, bir kadının sahip olduğu iffet ve haya duygularının güçlü olması, kocasının toplumsal hayatta onur ve saygınlığının belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Dolayısıyla, bir erkeğe yapılabilecek en ağır hakaret, eşi veya mahremi olan kadınlar­dan birinin iffetinin çiğnenmesidir. Bu bağlamda, kadınlar o derece merkezi bir konuma sahip idiler ki, gayr-i meşru bir ilişkiye girmeleri halinde, erkek kardeşlerinin onları öldürmeleri[895] bir görev olarak kendilerinden beklenirdi. [896]İslamî düşünüş ve pratiklerin gelişip şekillendiği Akdeniz coğrafya­sına ait söz konusu cinsiyet kültürünün, [897] ilgili ayetlerin anlaşılıp yo­rumlanmasında etkili olduğunu söylemek mümkündür. Zira konu, top­lumun oldukça hassasiyet gösterdiği, bireysel ve sübjektif değerlendir­melerin etkisini gösterebileceği ırz, namus, şeref vb. değerler sahası­na ait bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Konunun, yorumcula­rın şahsî ve ailevî hayatlarıyla yakından ilgili olduğu açıktır. Çünkü on­lar, kadının tesettürü ve toplumsal hayatı ile ilgili ayetlere izah ve açık­lama getirirlerken, bir anlamda kendi mahremleriyle ilgili bir konuyu ele alıyor ve onlarla alakalı bir fikir beyan ediyorlardı.

Bu itibarla, dinî nassların tefsir ve izahlarını, bir yönüyle bireysel ve psikolojik temayüllerin yansıdığı zihnî etkinlik örnekleri olarak de­ğerlendirebiliriz.[898]Şüphesiz, yorumcu, ayetlerin izahında bir takım nesnel kriter ve yöntemleri takip etmektedir. Fakat o, içerisinde do­ğup büyüdüğü kültürün kendisine sunduğu kimi değerleri, herhangi bir sorgulamaya tâbi tutmadan, zaman zaman kendi yorumlarına da yansıtabilmektedir. Hatta bunun da ötesinde, toplumdan aldığı söz ko­nusu anlayış ve hayat pratiklerini, şahsî ve psikolojik özelliklerinin de devreye girmesiyle, daha farklı bir biçimde özümseyip şekillendirdiği ve bu haliyle yorumlara aktardığını da söylenebilir. Bu anlamda, izah ve tefsirleri, Kur'ân potasında şekillenen, bilimsel, sosyolojik, psikolo­jik ve kültürel verilerin bir birikimi, hatta bir sentezi olarak da kabul edebiliriz. Çünkü insanı, söz konusu kültürel ve bireysel özelliklerin­den tecrit ederek düşünmemiz mümkün değildir.- Bu ise, kaçınılmaz olarak onun psikolojik ve antropolojik yönlerinin yorumlarında bir şe­kilde yansıdığı anlamına gelmektedir.

Neticede erkeğin, namus, şeref vb. fıtrî eğilimlerinin farklı bir bo­yutta içselleştirüdiği Akdeniz coğrafyasında, yorumcuların, kadının te­settürü, kamu hayatındaki yeri ve kadın-erkek ilişkilerine dair konula­rı, zaman zaman bu tür yönelişlerin tesiri altında kalarak yorumladık­larını söylemek mümkündür. [899]

Diğer taraftan modern dönem yorumlarının değerlendirilmesine gelince şunları söylemek mümkündür: Bu süreçte Batı öncülüğünde dünyanın geçirmiş olduğu iktisadî, ticarî ve kültürel değişmeler, diğei sahalarda olduğu gibi geleneksel aile yapısının da önemli değişiklikle re uğramasına sebep olmuştur. Geleneksel toplumsal yapıda, kesir hatlarla çizilmese de, geneli itibarıyla erkek kamu alanında, kadın özel alanda yer alıyordu. Yani, kadın, çocuk bakımı, evin temizliği vt. aile içi hizmetlerle meşgul oluyor; erkek ise hem aile fertlerinin geç -mini temin etmek, hem de toplumun kendisine yüklemiş olduğu so­rumlulukları yerine getirmek ve bazı sosyal etkinliklere katılmak üzeı zamanının önemli bir bölümünü ev haricinde, yani sosyal hayatta ge­çiriyordu.

Modern zamanlarla birlikte kadın haklan savunucuları, geleneksel toplumsal yapının bir uzantısı olan kamusal-öze! alan ayrımına itiraz etmeye başlamışlardır. Zira onlara göre, kamusal ve özel aian ayrımı, erkeklik ve kadınlık anlayışlarında anahtar bir işlev görmekte idi. Er­keğe kamusal hayatta işlev görecek özellikler nispet edilirken, kadına özei hayata uygun düşen özellikler atfedilmekte idi. Bu şekilde kadın bir taraftan kamusal alandan dışlanırken, diğer taraftan da kamusal alan erkeğe ait değerlerin egemen olduğu bir dünyaya dönüştürül­mekte idi. Dolayısıyla, erkek, üretim ve mübadele ile kamusal alanı temsil ederken; kadın ev işleri, çocuk bakımı ve annelik rolleriyle mah­remiyet dünyasını simgeliyordu.[900]

Feminist teoriye gelince, o, kadın-erkek rolleri arasında bu tür bir ayrımı kabul etmemektedir. Çünkü, bu düşüncenin temelinde, kadın-erkek eşitliği; yani kadınların özgür bireyler olarak ortak nitelikleri iti-ban ile erkeklerle eşit değere sahip oldukları anlayışı yatmaktadır. Bu­radan da hakların eşitliği neticesine varılmaktadır. [901] Daha açık bir ifadeyle, kadını içerisinde bulunduğu ikincil durumdan kurtarmak iste­yen feministler, eğitim, ekonomi, kamu, siyasal ve hukuksal alanlarda "eşit"lik talebinde bulunmaktadırlar. Çünkü, kadının ideal manada hürriyetine kavuşması erkekle eşit haklara sahip olmasına bağlıdır. Yi­ne, kadının tam bağımsızlığa ulaşması, ekonomik özgürlüğünü gerek­tirmektedir. Bu da, ancak onun çalışma, yani kamu sahasına çıkma­sıyla gerçekleşebilecek bir durumdur. [902]

Kadın hakları savunucuları, bu yüzyılda başta Avrupa olmak üze­re gelişmiş diğer batı ülkelerinde oluşturdukları kültürel ve siyasi etkin­liklerle, geleneksel toplum ve aile hayatında "roller" arasında devam eden söz konusu farklılaşmayı değiştirmeye yönelik önemli adımların atılmasına zemin hazırlamışlardır. Nitekim bunun bir sonucu olarak, UNESCO'nun öncülüğünde İkinci Dünya savaşından hemen sonra, 1948'lerde okul kitaplarında yer alan metinlerin, aile hayatındaki geleneksel rolleri değiştirmeye yönelik olarak yeniden düzenlenmesi ça­lışmaları başlatılmıştır.[903] Yine bununia ilgili olarak, 1980'lerde BM'nin öncülüğünde "Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması"na ilişkin proje imzaya açıldı. Türkiye 1985'lerde bu sözleşmeyi imzala­dı. Buna göre, babanın evin reisi olup para kazandığı, annenin ise ev içi hizmetlerini yürüttüğüne dair geleneksel anlayış ve kalıpların değiş­tirilmesi konusunda karar alınmıştır. [904]

Bu gelişmeler açısından modern dönem yorumlarına baktığımız­da şunu görüyoruz: Klasik dönem yorumlarında, kadının ev haricine çıkması, belirli şartiar dahilinde bazı toplumsal ibadetlere katılması ve aile ziyaretleri ile sınırlı tutuluyordu. Bu anlamda, kadının hayatını sür­düreceği esas mekân evi kabul ediliyor, sosyal hayata katılımı ise, fit­ne olgusunun belirleyiciliğine bağlı olarak zaruretler çerçevesinde de­ğerlendiriliyordu. Modern dönem yorumlarına gelince, esas itibarıyla burada da "kamu alanı"nın temsilcisi erkek; "özel aian" alanın temsil­cisinin de kadın olduğu kabul edilmektedir. Bu açıdan baktığımızda, kadının toplumsal hayattan tecrit edilmesine sebep olduğu gerekçesiy­le, feministlerin kaldırılmasını ısrarla teklif ettikleri "kamu alan-özel alan" ayrımının, modern yorumcular tarafından tasvip görmediğini söylemek mümkündür. Yine, modern dönemlerde, erkeğin yönetici olarak aile fertlerinin geçimini temin etmesi; kadının ise, çocuklarını yetiştirmesi gibi belirli görev ve sorumluluklara vurgu yapıldığı dikkat çekmektedir. Ancak, bunların haricinde, toplumda ve aile hayatında cinsler arasında örf ve adetlere bağlı olarak rollerin değişebileceği be­lirtilmiştir. Bu açıdan baktığımızda, feministlerin önem atfettikleri "rol­lerin eşitliği" konusunun, belirli Ölçüde İslam hukukçuları tarafından da kabuİ gördüğünü söylememiz mümkün gözükmektedir. Zira, kadı­nın, eğitimden siyasete, kamusal çalışma alanlarından sivil toplum ör­gütlerine kadar, geniş bir yelpazede, sosyal etkinliklere katılmasında, her hangi bir sakıncanın olmadığı ifade edilmiştir. Hatta, klasik yo­rumlarda zaman zaman müşahede edildiğinin aksine, kadının sosyal hayata veya çalışma hayatına katılması bir fitne olarak görülmemiş; bunun da ötesinde, İslam'ın, bir ibadet çeşidi olarak onun çalışmasını teşvik ettiği ifade edilmiştir. Ayrıca, konuya, insanlık ailesi içerisinde

bugün müslüman toplulukların yaşadıkları iktisadi, teknolojik ve kültü­rel geri kalmışlık açısından bakmanın gereği ve önemi de vurgulan­mıştır.[905]

Netice olarak şunu söylemek mümkündür: Sanayi devrimiyle be­raber üretim tarzlarında ve buna bağlı olarak kadın hak ve hürriyetle­ri konularında önemli kabul edebileceğimiz zihniyet değişiklikleri mey­dana gelmiştir. [906] Bütün bu gelişmeler ise, pratik sahada, geleneksel toplumlara nazaran modern toplumlarda, kadının, çalışma ve sosyal hayata daha fazla katılmasının zeminini oluşturmuştur. [907] İşte Kur'ân yorumcuları da buna paralel bir şekilde, kadının değişik sahalarda ka­mu hayatına ve sosyal aktivitelere katılmasının uygunluğunu, hatta önemini vurgulama gereğini duymuşlardır.[908]

 

1.5,4. Klasik Yorumlarda Kadının Şahitliği

 

Kur'ân'da değişik konularla ilgili olarak anlatılan şahitlik bahsine temas eden ayetlerden biri de, borçlanmaya dair Bakara Sûresinin 282. ayetidir. Söz konusu ayet, genel olarak borç alıp verirken nasıl hareket edileceğini izah etmekte; borç senedini yazan kimsenin her şeyi doğru bir şekilde yazmasını, borçlu olan kimsenin de, borcunu doğru biçimde yazdırması ve eksiksiz beyanda bulunmasını talep et­mektedir. Ayrıca ayet, yazılan borç senedine, borçlunun ve ödünç ve­renin güvendiği iki erkeğin, bu olmadığı takdirde ise bir erkek iki ka­dının şahitlik etmesini emretmektedir. Ayette ilgili hüküm meâlen şu şekilde ifade edilmektedir: "...Erkeklerinizden iki de şahit gösterin. Eğer iki erkek bulunmazsa, rıza göstereceğiniz şahitlerden bir er­kek ile-biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için-İki kadın ol­sun..."

Müfessirler, ayetin açıklanmasında kadının şahitliği konusuna ge­nişçe yer vermekte ve bununla ilgili olarak fakihlerin görüş ve içtihat­larını aktarmaktadırlar. Buna göre, alimler, kadınların mallarla ilgili da­valarda erkeklerle beraber şahitlik yapmalarının caiz olduğu hususunda icma etmişlerdir.[909] Yalnız, malların haricinde ihtilaf edilmiştir. Ebû Hanîfe, sadece kısas suçlarında kadının erkekle beraber şahitliğini ca­iz görmemiştir. Sevrî bunu biraz daha genelleştirerek, hadlerin bütü­nünde kadının erkekle beraber şahitliğinin geçersiz olduğunu söyle­miştir. [910] Bu durumda her iki imama göre, bu konuların haricinde er­kekle beraber kadının şahitlik yapması caizdir. Buna karşılık, İmam Malik'in, kadının şahitlik yapabileceği alanı biraz daha sınırlandırdığı anlaşılmaktadır. Ona göre, hadler, kısas, talâk, nikâh, nesep, velâ[911] ve ihsan[912] konularında kadının erkekle beraber şahitlik yapması caiz değildir. Vekâlet ve kölelikle ilgili olmayan vasiyet de ise bir mahsuru yoktur. [913] Diğer bîr grup alime göre ise, mal İle ilgili davaiarın hari­cinde, hak ancak iki adil erkeğin şahitliğiyle sabit oîur. Safî ise, çoğun­lukla kadınların bilme İmkânına sahip oİduğu doğum, çocuk emzirme, bekâret, dulluk ve benzeri konularda erkekie beraber İki kadının, ya­hut da dört kadının şahitliğinin caiz olduğunu ifade etmektedir. Had cezaları konusunda, kadınların şahitliğinin caiz ve makbul olmadığı hususunda alimier arasında ittifak vardır. [914]

Görüldüğü gibi, klasik dönemlerde ma! davalarında kadının erkek­le beraber şahitliği ittifakla kabul edilmiştir. Bunun haricindeki konu­larda ise, kimi görüşlerde erkekle beraber onun şahitliği hiç kabul edil­memiş; kimi görüşlerde ise kısasın dışındaki konuların hepsinde kabul edilmiştir. Ayrıca bu meyanda, çoğunlukla kadınların büme imkânına sahip olduğu doğum, çocuk emzirme vb. konularda da, sadece kadı­nın şahitliğinin makbul olabileceği belirtilmiştir.

îbn Aşûr, ayette geçen "...kadınlardan biri unutursa diğerinin ona hatırlatması için..." ifadelerinin, şahitlikte bir erkekle beraber iki kadının bulundurulması hükmünün illeti olduğunu ifade etmekte­dir. [915]Ayrıca, burada geçen "tedılle" fiiliyle ilgili değişik yorumların yapıldığını görüyoruz. Ebû Ubeyde, mastar olarak bu fiili "unutma" manasında kullanmaktadır[916] Kurtûbî ise, bu kelimeyi biraz daha aç­maktadır. Şöyle ki, şahitlikte bu kelime kullanılınca, olayın bir yönünü hatırlayıp diğer yönlerini unutmak manasına gelir. Bu durumda kişi, iki şey arasında tereddüt eder ve karar veremez duruma gelir. [917] Ba­zı müfessirlerin, "unutma" fiilini, kadın tabiatının baskın bir Özelliği şeklinde yorumladıkları görülmektedir. [918] Bu çerçevede Beydâvî, ayette geçen kelimenin, sadece kadının hafıza gücünün eksikliğini de­ğil, aynı zamanda aklının eksikliğini de içerdiğini belirtmektedir. [919] İbn Kesir İse, kelimeyi, sadece kadın aklının eksikliği manasına almakta ve ilgili hadisi de bunun delil olarak ileri sürmektedir. [920] İbnu;l-Arabî de aynı hadise dayanarak, aklı itibarıyla kadının eksik olduğuna işaret et­mekte ve bunu da erkeğin ona olan üstünlüğü çerçevesinde değerlen­dirmektedir. [921]

Yorumcular, kadının akıl ve dini itibarıyla nakıs olduğu yönünde görüşler ileri sürerlerken, Buhârî[922] ve Ibn Mâce[923] gibi hadis kitapla­rında senet ve ifade farkhlıklarıyla rivayet edilen bir hadise dayanmak­tadırlar. Ebû Said el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygam­ber, Ramazan veya Kurban bayram namazını kıldırmak üzere evinden çıkar; sonra kadınların yanına giderek onlara şöyle hitap eder: "Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz. Cehennemdekilerin çoğunun siz kadınlar olduğu bana gösterildi." Kadınlar, "Neden yâ Resûlal-lah?" deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Çok lanet ediyorsu­nuz. Kocalarınızın sizin için yaptığı İyiliklere nankörlük ediyorsu­nuz. Akli başında bir erkeğin aklını sizin kadar çelebilen, aklı ve dini eksik başka bir varlık görmedim." Kadınlar, "Aklımızın ve dini­mizin noksan olması ne demek, yâ Resûlallah!" deyince, Hz. Peygamber şöyle cevap verir: "Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yansı kadar değil mi?" Kadınlar "evet" diye cevap verince, Hz. Peygam­ber, "işte bu, kadınların aklının noksanlığıdır. Adetli olduğu za­man namaz kılamıyor ve oruç tutamıyorsunuz, değil mi?" der; ka­dınlar da,"evet" diye onaylayınca, Hz. Peygamber, "işte bu da dinle­rinin noksanlığıdır", cevabını verir.[924]

Hadiste, kadın tarafından aldatılan ve aklı çelinen erkekle ilgili olarak "el-hâzim" nitelemesi geçmektedir. İbn Hacer'e göre bu keli­me, "işinin üstesinden gelebilen kişi" manasına gelmektedir. Söz ko­nusu kelimenin burada kullanılmasıyla mübalağa sanatı yapılmıştır. Çünkü kendine ve işine hakim bir erkeğin aklı çelinip aldatılıyor ve ka­dına tâbi oluyorsa, bu özelliğe sahip olmayan bir erkeğin aldatılması çok daha kolaydır. [925]

Yine hadiste görüldüğü üzere, cehennemdeki insanların çoğunlu­ğunu kadınlar oluşturmakta; çok lanet etmeleri ve eşlerine karşı nan­körlükte bulunmaları da buna gerekçe olarak ileri sürülmektedir. İbn Hacer, kadınların, erkeklerin akıllarını çelebilmelerini de üçüncü bir sebep olarak buna ilave etmektedir. Çünkü onlar, akıllı erkekleri alda­tarak, kendilerine yakışmayacak tarzda, şu veya bu şekilde davranma­larına sebep olmaktadırlar. Dolayısıyla onların günahlarına ortak ol­maktadırlar. Aynı sarihe göre, kadınların Hz. Peygamber'e belirtilen konularda soru sormaları, hakikaten onların akıl yönünden yetersizlik­lerine işaret etmektedir. Çünkü onlar, çok lanet ettiklerini, nankör ol­duklarını ve erkekleri aldattıklarını biliyorlardı. Bununla beraber, gene de şüpheye düşüp Hz. Peygamber'e soru sorma gereğini duymuşlar­dır. Buna karşılık, Hz. Peygamber'in onlara verdiği cevap ta son de­rece manidardır. Çünkü, sert muamelede bulunup onlan kınama yo­luna gitmemiştir. Aksine, aklî durumlarına göre hitap ederek, "erke­ğin şahitliğinin yansı" sözüyle, Bakara Süresindeki ayete işaret etmiş­tir. Ayette, bir erkekle beraber iki kadının şahitliğinin ileri sürülmesi de, açıkça kadındaki hafıza gücünün azlığını, dolayısıyla aklının eksikligini ortaya koymaktadır.[926] Hz. Peygamber'in bu ifadelerinde kadın­lara yönelik her hangi bir kınama da söz konusu değildir. Çünkü bu eksiklik, yaratılışından ileri gelmektedir. Bu konuda Resulullah'ın ikaz etmesinin sebebi ise, kadınların fitnesinden erkekleri sakındırmaya yöneliktir. [927]

Naklettiğimiz bu izahlardan anlaşıldığına göre, hadiste geçen "akıl eksikliği" ifadesi, müfessir ve sarihler tarafından, Hz. Peygamber'in, kadının tabiatına yönelik bir tespiti şeklinde yorumlanmaktadır. [928]

 

1.5.5. Kadının Aklî Durumuna İlişkin Hadisin Bir Değer­lendirmesi

 

Kadının aklının ve dininin eksikliğinden bahseden hadisin yorum­larını özetlemeye çalıştık. Bu hadisin, Özellikle modemizm öncesi dö­nemlerde, kadınla ilgili ayetlerin yorumunda önemli ölçüde etkili oldu­ğu görülmektedir. Bu yorumlarda, hadiste işaret edilen diğer konular­dan ziyade, kadın aklının eksikliği anlayışının yoğun bir şekilde işlen­diği görülmektedir. [929] Bu bağlamda, gerek aile içi karı-koca ilişkileri­nin tespitinde, gerekse kadının toplumsal konumunun tayininde, söz konusu olgu, kadın tabiatının bir parçası olarak kabul edilmiş ve bura­dan hareketle fikir beyan edilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple, çalışma­mızın bu aşamasında, söz konusu hadisin izaha kavuşturulmasının ge­rekli olduğunu düşünüyoruz.

Hadisi okuduğumuzda, ilk anda, burada geçen ifadelerle kadının kınandığı ve tahkir edildiği düşüncesine kapılabiliriz. Yahut da, erkeğe göre kadının, aklî yetenek ve yeterlilik bakımından daha aşağı ve zayıf bir durumda olduğu kanaati bizde hasıl olabilir. Zahirî manada an­laşıldığı şekliyle, gerçekten Hz. Peygamber, kadınların zihnî ve biyolo­jik yapısıyla ilgili böyle bir tespitte bulunmuş mudur? Kadının aşağılan­masını çağrıştıracak bu tarzdaki sözlerin, Hz. Peygamber'den sadır ol­ması mümkün müdür?

Kanaatimize göre, Hz. Peygamber burada, sonradan anlaşıldığı manada, doğrudan kadının aklî yeteneği ve muhakeme gücüyle ilgili her hangi bir belirlemede bulunmamaktadır. Gerçekte onun, ahlâkî bir tavsiye olarak kadınlara nazik ve kibarca davranmanın Önemini bazı hadislerinde ifade ettiği bilinmektedir.[930] Ancak kadın ve erkeğin, bi­yolojik anlamda yaratılıştan getirdikleri zihinsel kapasite vb. özellikle­rini açıklamaya yönelik rivayetlere rastlamıyoruz. Zaten, bir peygam­ber olarak onun, erkek ve kadının fıtrî özellik ve farklılıklarını ortaya koymak gibi bir görevinin olmadığını da burada ifade etmek gerekir. Belki, belirttiğimiz şekilde onun, insanları tevhide, güzel ahlâka ve ha­yırlı amellere teşvik etmek gayesiyle, yaratılıştan getirdikleri özellikle­re işaret etmesi mümkündür.

Bu itibarla, kadın aklının eksikliği temasını, belki de o günkü kül­türel bağiam ve şartlarda anlama ve yorumlamanın daha doğru olaca­ğı kanaatini taşıyoruz. Şöyle ki, kadın aklına dair bu anlayış, İlk defa Hz. Peygamber tarafından dile getirilen bir düşünce değildi. İslam teb­liğinin gerçekleştirildiği toplumda da, kadim dini geleneği temsil eden Yahudiler arasında, kadınla ilgili olarak mazisi oldukça eskilere daya­nan bu türden hikâye ve telâkkiler mevcuttu. Dolayısıyla, hadiste ge­çen söz konusu ifadenin de, onların bu konudaki anlayışlarıyla ilgili ol­duğunu söylemek mümkündür. [931]

Aynı şekilde, "...Bilinçli ve kendine hakim bir erkeğin zihnini sizin kadar gelebilen akit ve dini eksik başka bir varlık görme­dim..." ifadesinde de, öteden beri anlatılageİen kadının hilebazlığı motifinin işlendiği anlaşılmaktadır. [932] Hz. Peygamber de bu kültür havzasında doğup büyümüş birisi olarak, bu tür telâkki ve düşüncele­re yabancı değildi. Dolayısıyla, onun da insanlarla sohbet esnasında, bir taraftan dinî irşatta bulunmak, diğer taraftan ise daha samimi iliş­kiler kurmak gayesiyle latife tarzında avama ait tabir ve ifadeleri kul­landığını söyleyebiliriz. Bu, peygamber dahi olsa her seviyedeki insa­nın sohbet meclislerinde başvurabileceği bir davranış tarzıdır. Ayrıca, Hz. Peygamberin bütün hayatı boyunca çevresindeki insanlarla içli dışlı, sade ve tabiî bir hayat sürmesi de bu görüşümüzü desteklemek­tedir.

Bu açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere, Peygamber'den va­ki olan söz konusu ifadeleri, kadının tabiatıyla ilgili nebevî bir belirle­me olarak değerlendirmek makul gözükmemektedir. Çünkü, hadisi hakiki manasında aldığımız takdirde, kadının tahkiri ve aşağılanması­nı çağrıştıracak bir tablo ortaya çıkmaktadır. Oysa, Kur'ân'ın ifadesiy­le yüksek bir ahlâka sahip olan[933] ve onu tamamlamak üzere gönde­rilen Hz. Peygamberin, Câhiliye Araplan'nm kadınla ilgili menfî yak­laşımını çağrıştıracak, hatta teyid edecek mahiyette sözler sarf etme­si mümkün gözükmemektedir. Başka bir ifadeyle, gerek kadının duru­munu iyileştirmeye yönelik Kur'ânî tavır, gerekse Hz. Peygamber'in bu yöndeki tatbikatı[934] açısından meseleye baktığımızda, ezilen ve be­şerî gururu incinen kadına, hak ettiği onuru yeniden kazandırmak için çalışan Hz. Peygamber'in, onunla ilgili bu tür nitelemelerde bulunma­sı mümkün değildir.

Diğer taraftan hadiste geçen ifadeleri, hakiki manada aldığımız takdirde çözülmesi gereken başka sorunlarla karşılaşmamız da kaçınıl­maz hale gelmektedir. Şöyle ki, kadının aklında olduğu kabul edilen "eksiklik", doğuştan gelen bir niteliğe mi, yoksa yaşanan şartlar sebe­biyle sonradan kazanılan bir özelliğe mi işaret etmektedir. Doğuştan geldiğini kabul ettiğimiz takdirde, erkeğe göre kadının imanî, itikadı ve amelî sorumluluk bakımdan daha alt düzeyde olduğunu kabul et­memiz gerekecektir. Çünkü, dinî mükellefiyet, insanın güç, yetenek ve imkânlarına göre takdir edilir.[935] Oysa Kur'ânî bağlamda mesele­ye baktığımızda, sorumluluk açısından kadınla erkek arasında böyle bir ayrıma gidildiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü, Kur'ân'ın İn­sanlara yöneiik hitabı, bir tahsis olmadığı takdirde bütün insanları kap­samaktadır.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in bu ifadeleriyle, halk arasında yaygın olan söz konusu kültürel motifi kullanarak, kadınların, erkekle­ri tahrik etmemeleri, fitne ve fesada onları sürüklememeleri konusun­da bir uyanda bulunduğunu söyleyebiliriz. [936]

 

1.5.6. Modern Yorumlarda Kadının Şahitliği

 

Modern dönem yorumlarında, kadının aklî yönden eksikliğine işa­ret eden hadise ya temas edilmemekte[937] ya uydurma olduğu belirtil­mekte[938]yahut da kadının unutkanlığı çerçevesinde yorumlanmakta­dır. Hadiste geçen ifadeyi kadının unutkanlığı çerçevesinde değerlen­diren yorum sahibi, bunun aklî yetenekle ilgisi olmadığını, hafıza ek­sikliğine işaret ettiğini belirtmektedir. Çünkü, hadiste de görüldüğü gi­bi, kadın aklının eksikliğinin nedeni sorulunca, ayette ifade edildiği şekliyle bir erkeğe karşılık iki kadının şahitlik yapması gerekçe olarak gösterilmektedir. Bu hükmün İlleti de, yine ayette belirtildiği gibi kadı­nın unutkanlığıdır. Dolayısıyla hadisin de bu şekilde anlaşılması gere­kir. Eğer, Hz. Peygamber hadiste geçen ifadeleriyle kadınların akılla­rının eksikliğini kastetmiş olsaydı, onlarla istişare etmez ve onların önerilerini kabul etmezdi. [939]

Belirttiğimiz gibi, kadın aklının eksikliğine dair hadis konusunda, klasik yorumlara nazaran modern dönemlerde farklı yaklaşımların sergilendiği görülmektedir. Yine, modern dönemlerde kadın aklının eksikliği temasına yorumlarda pek rastlanmadığı müşahede edilmek­tedir. Bu durumu, belki de mevcut sosyo-kültürel çevre açısından izah etmek mümkün olacaktır. Zira hadiste geçen ifadeler lafzî olarak ele alındığında, modern insan nazarında kadın tabiatına dair olumsuz çağrışımlara sebebiyet verebileceği gibi, teorik seviyede kimi feminist yaklaşımlarla da çelişiyordu. Çünkü, söz konusu feminist yaklaşım, zi­hinsel kapasite açısından kadınlarla erkekler arasında herhangi bir far­kın olmadığını belirtmekte; aksine, genel manada aynı insan doğasın­dan bahsetmenin daha doğru olacağını savunmakta idi. Bu yaklaşım, tarihte kadının zihinsel kapasitesini erkekten daha az kullanmasını da İzah etmekte ve bunun yaratılıştan değil, eğitimdeki fırsat eşitsizliğin­den kaynaklandığını ileri sürmekte idi.[940]

Diğer taraftan, modern yorumcu, Bakara Sûresi 282. ayetinde öngörülen, bir erkekle beraber iki kadının şahitliği hükmünün, kadının insanlık değeri ve erkeğin üstünlüğü anlayışlarıyla bir alakası olmadı­ğını Özellikle vurgulamaktadır. [941] Yine onun, had cezalan ve kısas da­valarının bütünü de dahil olmak üzere, şahitlikte kadının erkeğe eşit olduğunu ifade ettiği görülmektedir. [942] Salih Akdemir'in de aynı gö­rüşü benimsediği anlaşılmaktadır. O, buna gerekçe olarak Nûr Sûresi 6 ve 8. ayetlerini ileri sürmektedir. Ayetler, kocanın eşine zina isnat etmesi durumunda, kadının şahitliğini erkeğin şahitliğine eşit saymak­ta ve dört defa şahitlik etmesi durumunda, kadından zina cezasının kaldırılacağını bildirmektedir. "Kadının, kocasının yalan söyleyen­lerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ve şahitlik et­mesi, zina cezasını ondan kaldırır." Akdemir'e göre, ileri sürüldüğü şekliyle, eğer kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısına eşit olsaydı; bu ayette sekiz kere kadının şahitlikte bulunması kendisine emredileçekti. Ama görüldüğü gibi, ikisinin şahitliği birbirine eşit kabul edil­mektedir.[943]

Diğer taraftan, ayette geçen "bir erkeğe karşılık iki kadının şahit­liği" hükmüne illet olarak getirilen "kadının unutkanlığı" olgusu, mo­dern dönem yorumlarında, değişken olup olmaması açısından tartışıl­mıştır. Daha ziyade değişken olmadığı yönünde izahlar getiren yorum­cular, "unutma" mefhumunu kadının psikolojisi yönünden açıklamaya çalışmışlardır. Buna göre, kadında duygusallığın ileri boyutlarda oluşu ve yaşadığı olaylardan kolayca etkilenmesi, unutkanlığına sebebiyet verebilmektedir. Çünkü bir şeyi akılda tutabilmek, sadece bir zekâ ve hafıza meselesi değil, aynı zamanda psikolojik yapıyla da yakından alakalıdır. [944] Yine, kadının şahitliği konusunun, onun çocuk yetiştirme ve ev işleriyle uğraşması çerçevesinde değerlendirildiği görülmektedir. Buna göre, kadın daha ziyade bu konularla meşgul olduğundan, tica­rî meselelerde erkekler kadar tecrübeye sahip değildir. [945]Bu yaklaşı­mın da, ayette geçen hükmün illetini değişken bir vasıf olarak kabul etmediğini söyleyebiliriz. Çünkü, bu tür meşgaleler, yaratılışın bir ge­reği olarak daima kadın hayatının en önemli uğraşı alanlarından biri­sini oluşturmuştur.

Diğer bir grup yorumcu da, ilgili nassı nazil olduğu tarihsel arkap-lan çerçevesinde izah etmeye çalışmaktadır. Buna göre, Kur'ân'ın gel­diği dönemlerde kadın iş ve ticaret hayatının dışında bulunuyordu. Dolayısıyla, borçlanma akdi gibi bir konuda, hakim önünde çoğu tek­nik içerikli bilgileri değerlendirip hukukî açıdan hükme esas olacak şe­kilde ileri sürmekte zorluk çekecekti. İşte bu sebepten ötürü, fertler arasındaki anlaşmazlıklarda şahitsiz kalınmaması için böyle bir uygu­lamaya gidilmiştir. [946]Akdemir de ayeti, aynı paralelde yorumlamakta ve içerdiği hükmün tavsiye niteliğinde olduğunu belirtmektedir. Görüşlerinin devamında da, kadının şahitliğinin her konuda erkeğe eşit ol­duğunu deliller ileri sürerek ispatlamaya çalışmaktadır.[947]

Bulaç, ilgİİi ayeti fıkıh usûlünün ilkeleri çerçevesinde izah etmekte ve bire karşılık iki kadının şahitliği hükmünün, kadının sosyal ve kül­türel düzeyine göre değişkenlik gösterebileceğini belirtmektedir. O, bu konuda yazdığı makalesinde, kadının unutmasının fizyolojik, zihinsel ve ruhsal yapısından ileri gelmediği, kültürel ve antropolojik durumuy­la ilgili oiduğunu ileri sürmektedir. Buna bağlı olarak da, günümüzde kadının eğitim düzeyinin bazı bölgelerde yükselmesi sebebiyle, ayette geçen illetin değiştiğini ileri sürmektedir. Dolayısıyla bu bölgelere mahsus olmak üzere, şahitlik konusunda kadının erkeğe eşit olabile­ceğini belirtmektedir. Bununla beraber, illetin tekerrürünün hükmün tekerrürünü gerektirdiği, dolayısıyla ayetteki emrin ebediyen mensuh olmadığı ve illetin tekrarı halinde yeniden yürürlüğe konulacağını İfa­de etmektedir. [948]

Diğer bir yorum tarzına göre de ilgili ayet, illetin ortadan kalkma­sıyla hüküm de kalkar, kuralına göre yorumlanmahdır. Fakat bu görü­şü ileri sürenler, hükme gerekçe teşkil eden illetin değişkenliğine, da­ha ihtiyatlı yaklaşmakta ve bir hususta bir sonuca varabilmek için, ko­nuyla ilgili ciddi araştırmalar yapmanın gereğini vurgulamaktadırlar. Buna göre, günümüzde bir takım anket ve istatistiklerle, insanların ze­kâ, kabiliyet ve hafızaları ölçülebilmektedir. Bu imkânlardan yararla­narak, kadının unutkanlığının fıtrî mi yoksa sosyal bir takım sebepler­den mi kaynaklandığı, yahut da hangi alanlarda erkeğe nazaran daha unutkan olduğu konulan tespit edilebilir. Buna göre, şayet erkeğe na­zaran bu unutkanlık hayatın kimi alanlarıyla ilgiliyse, bu hüküm sade­ce o alanlarda geçerli olur. Fakat bu unutkanlık, kadının sosyal haya­ta katılımıyla ortadan kalkıyorsa, bu takdirde hüküm bu alana katılan kadınlar hakkında ortadan kalkar. [949] Karaman da aynı paralelde gö­rüşler ileri sürmekte, ilave olarak da, çağımızda kadının değişmesinin, fıtratın ona biçtiği kemal yönünde bir gelişme mi, yoksa bir geriye gi­diş mi olduğunun da sorgulanması gerektiğini belirtmektedir. Buna göre, şayet hükme gerekçe teşkil eden illet değişmişse ve bu değişme de ilmî ve İslamî değer ölçülerine göre bir gelişme mahiyetinde ise, ancak o zaman, ayetin öngördüğü hükmün de değişebileceğinden bahsedilebilir.[950]

Atay ise, hükme gerekçe teşkil eden "unutma" illetinin değişken­liği konusu üzerinde durmamakta, bunun kadın ve erkek tarafından paylaşılan ortak bir nitelik olduğuna işaret etmektedir. Bu noktadan hareketle de, şahitlik konusunu "takâbüliyet ilkesi"ne göre yorumla­maktadır. Buna göre, karşılıklı iki cinsten birine yönelik olarak verilen hüküm, diğerini de kapsamaktadır. Meselâ kadınlara yönelik hüküm­ler, onların sahip olduğu kadın tabiatları dolayısıyla değil de, erkekler­le ortak insanî yapılarından ileri geliyorsa, hüküm erkekleri de kapsa­maktadır. Yine, aynı özelliği taşıyan erkeklere ait hükümler kadınları da kapsamaktadır. Şahitlikle ilgili ayette de, kadının kadınlığı söz ko­nusu edilmemekte, unutabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Do­layısıyla, hüküm "unutkanlık" üzerine kurulduğuna göre, erkek de in­san olarak unutma niteliğine maruz kaldığından, unutkan olan iki er­kek de ancak bir erkeğe denk olarak şahitlik yapabilir. Nitekim, Kur'ân'da erkek sigasıyla gelen namaz, oruç vb. hükümler de bu ilke­ye göre kadınları kapsamaktadır. [951]

Modern dönem yorumlarına ilişkin yaptığımız bu alıntıları değer­lendirdiğimizde şu sonuçlara varmak mümkündür: Bir erkeğe muka­bil İki kadının şahitliğini talep eden ayetin, kadın-erkek eşitliğini vur­gulayan modern değerlerle uyuşmaması, İlgili düzenlemenin geçerlili­ğinin tartışılmasına sebep olmuştur. Bu İse, hükmün dayandığı "il­letlin kadınla ilgili "kalıcı" yahut da "değişken" bir özelliğe mi karşılık geldiğinin araştırılması neticesini doğurmuştur. Buna göre, hükme ge­rekçe teşkil eden niteliğin, "fıtrî" olmaktan ziyade, "sosyolojik" oldu­ğuna dair kanaatin ağır bastığı tespit edilmiştir. Yine bu yorumlarda, klasik dönemlerde yapıldığının aksine, kadının aklî yönü ve hafızası iti­barıyla erkeğe göre zayıf olduğu istikametindeki görüşlere pek iltifat edilmemiştir. Hatta bu tür izahların ileri sürülmesinde gerekçe teşkil eden hadisin, mevzu olduğu yönünde bir yaklaşım da belirlenmiştir. Yine, modern dönem yorumlarında, kadının şahitliğinin erkeğe eşit olduğu ve bütün davalarda şahitlik yapabileceği hususlarının da vurgu­landığı ayrıca tespit edilmiştir.[952]

 

1.5.7. Bîat/Mübâyea Teriminin Anlaşılmasına Yönelik Bir Yaklaşım

 

Modern dönemde, kadının kamu alanına çıkıp çıkmamasına İliş­kin tartışmalarla beraber, Kur'ân yorumcularının gündemine giren ko­nulardan biri de, siyaset ve kadın ilişkisi olmuştur. Bilindiği gibi siya­set, yönetilenlerle idari erki elinde bulunduranlar arasındaki İlişkileri düzenleyen en önemli kamu etkinliklerinden birisidir.[953] Modern dö­nemlerde, ülkemiz bağlamında kadının siyaset sahnesinde işgal ede­ceği konumla ilgili değişik konular gündeme gelmiştir. Bu çerçevede, kadının seçme, seçilme ve politik organizasyonlarda danışman olarak görev yapması, göstereceği siyasî faaliyetler arasında belirtilmiştir. özellikle 1990'lardan sonra, bir partinin genel başkanlığına, daha sonra da başbakanlığa bir bayan milletvekilinin getirilmesi, tarihî geç­mişi oldukça eskilere dayanan kadının devlet başkanlığı tartışmasını yeniden güncelleştirmiştir.

Bu bağlamda, ülkemizde uygulanan biçimiyle demokrasinin un­surlarından olan milletvekilliği ve başbakanlık gibi siyasî görevlere, ka­dının gelmesini yasaklayıcı mahiyette dinî bir delilin bulunmadığı ileri sürülmüştür. Bu ve benzeri konularda ileri sürülen görüşler, Kur'ân'da-ki bazı ayetlere ve Hz. Peygamber'in uygulamalarına atıfta bulunula­rak meşruiyet zeminine oturtulmaya çalışılmıştır. Bütün bu görüş ve iddiaların ortak noktasını ise, kadının da siyasî etkinliklere erkekler gi­bi katılabileceği ve aktif bir birey olarak bu çalışmalarda yerini alabile­ceği fikri oluşturmuştur. [954]

Bu çerçevede ileri sürülen ayetlerden biri, Medine'de nazil olan Mümtehine Sûresinin 12. ayetidir: "Ey Peygamberi Mü'min kadın­lar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, yoktan yere yalan uydurup if­tira atmamak ve meşru konularda karşı gelmemek üzere, biat et­mek için sana geldiklerinde, biatlarını kabul et ve affedilmelerini Allah'tan dile. Kuşkusuz Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyen­dir."

Bilindiği üzere, Kur'ân bütün insanlara hitap ederken, erkeklerle ilgili söz kalıplarını kullanır. Fakat burada, Kur'ân'ın nazil olduğu dö­nemlerde bir grup kadınla ilgili özel bir olaydan söz ediimekte ve on­lara yönelik bir hitap tarzı kullanılmaktadır. Söz konusu olayın ayette bu şekilde aktarılması, kadınların Hz. Peygamber'den biat alma istek­leriyle Kur'ân'ın özel olarak ilgilendiğini gösterir.[955]

Hudeybiye anlaşmasına göre, Mekkelilerden müslümanlar tarafı­na geçenlerin geriye iade edilmesi gerekiyordu. Burada zikredilen ayet, müslümanlar tarafına geçen kadınların, bu tercihlerinde gerçek­ten samimi olup olmadıklarını tespit etmeye yönelik olarak nazil olan ayetleri tamamlayıcı mahiyette gelmiştir. [956] Rivayetlerde geçtiğine gö­re, Hz. Peygamber bir Ramazan bayramında hutbeyi irâd ettikten sonra, kadınların yanına gelerek bu ayeti okumuş ve ayette ileri sürü­len şartlara riayet edip etmeyecekleri konusunu onlara sormuştur. Ka­dınlardan biri, "Evet ey Allah'ın Resulü", diye cevap vermiştir. [957]

Ayette görüldüğü gibi, Hz. Peygamber'e, belirli şartlar çerçevesin­de kadınların biatlarını kabul etmesi emredilmektedir. Onlarla yapılan bu anlaşmayı ifade etmek üzere kullanılan "mubaye'a" terimi, Kur'ân'-da başka yerlerde de geçmektedir. Meselâ Fetih Sûresinin 10 ve 18. ayetlerinde aynî kelimenin bu manalarda kullanıldığı görülmektedir.

"Ey Muhammedi Şüphesiz sana biat edenler ancak Allah'a bi­at etmiş olurlar; Allah'ın eli onların elleri üstündedir..."

"Ey Muhammedi andolsun ki Allah seninle ağaç altında biat ederlerken, müminlerden razı olmuştur...."

Zikredilen bu ayetlerde, hicretin 6. yılında, ashabın Hudeybiye'de Hz. Peygamberle yaptıkları biattan bahsedilmektedir. Burada, Hz. Osman'ın öldürüldüğüne dair bir haber gelmesi üzerine, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair Hz. Peygamber onlardan biat almıştır. Bu biat, bir rivayete göre ölüm üzerine, [958] diğer bir riva­yete göre İse savaştan kaçmamak üzere[959] alınmıştır. [960]

Yine tarihî kaynaklarda, Hz. Peygamber'in, hicret öncesinde Me­dine'den gelen on iki kişiden Akabe denilen yerde biat aldığı rivayet edilmektedir. Burada da Hz. Peygamber, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, kız çocuklarını diri di­ri öldürmemek, iftira atmamak ve hayırlı bir işte Hz. Peygamber'e muhalefet etmemek üzere kendisini ziyarete gelenlerden biat talebin­de bulunduğu nakledilmektedir.[961]

Görüİdüğü gibi, biat terimi, yazıya aktarılma gereği duyulmadan, karşılıklı sevgi, saygı ve güvene dayalı olarak lider konumundaki bir şahısla, diğerleri arasında sözlü olarak gerçekleştirilen bir anlaşma ve sözleşmeyi ifade etmektedir. Bu uygulamanın, Hz. Peygamber döne­minde gerçekleştiğine ve Kur'ân'da yer aldığına göre, İslâm öncesi Araplar'da da yaygın olduğunu söylemek mümkündür. [962] Bu tür bir uygulamayı, biat edilen ve lider konumunda bulunan şahsa karşı bir "bağlılık sözü'" olarak da değerlendirebiliriz. [963] Binaenaleyh, biat eden kimse, gönüllü olarak böyle bir şeye teşebbüs etmekte ve lider olarak benimsediği kimsenin itaatine kendi rızasıyla girmektedir. Nitekim, bu konuya dair kaleme alınan bir makalede, biat terimine verilen mana­lar sıralanmakta ve sonuç olarak, her türlü şartlarda müslüman toplu­mun kendisine seçtiği idarecisine itaat etmesi tarifi getirilmektedir. [964]

Gerçekleştirilen bu ahitleşmede, daha ziyade biati kabul eden şah­sın, kendisine itaat etmeye söz veren şahıslardan bir takım talepleri ol­maktadır. Bununla beraber, bazen biat eden kimse de, lider konumun­daki şahıstan bazı isteklerde bulunabilmektedir. Şu halde, biati kabul eden kimseden ziyade biat eden şahıs sorumluluk altına girmektedir. Bu, Akabe biatlarında gördüğümüz gibi, gerektiğinde ölümü kabullen­meyi de içerebilmektedir.

Diğer taraftan bu ayetin, birinci ve İkinci Akabe biatlarından fark­lı olarak Medine döneminde nazil olduğu bilinmektedir. [965] Dolayısıyla, Hz. Peygamber'in bu dönemde konumu itibarıyla devlet başkanlı­ğı sıfatını da taşıması, bu biatin bir çeşit siyasî özellik taşıdığı anlamı­na gelebilir. Bununla beraber, söz konusu biatin içerdiği şartlar, Mek­ke dönemindeki Islamî davetin omurgasını oluşturmakta ve bu anlam­da Câhiliyede yaygın olan değerlere karşı muhalif bir söylemi günde­me getirmekte İdi. İşte anlaşmanın bu özellikleri, onun siyasî yönünü ikinci plana itmekte ve daha ziyade, Hz. Peygamber'den bir dinî lider olarak biat alındığı düşüncesini akla getirmektedir.[966]Nitekim bu an­lamda, Resulullah'ın değişik vesilelerle ashabından biat aldığı rivayet­lerde geçmektedir. [967]

Sonuç olarak, ayette geçen biat terimiyle ilgili olarak şunu söyle­mek belki mümkündür: Bu terimin, Kur'ân-Kerim'de ifade ettiği ma­na, sonraki dönemlerde kazandığı salt siyasî mana ile tamamen örtüş-memektedir. Çünkü sonraki dönemlerde bu kelime, devlet başkanı olarak iş başına gelen veya getirilen kimsenin yöneticiliğini onayla­mak ve ona ittat etmek manasında kullanılmıştır. [968]Kur'ân-ı Ke-rîm'de ve Hz. Peygamber'in uygulamasında ise bu terim, lider olarak kabul edilen bir şahsın ileri süreceği bir dizi talebin yerine getirileceği­ne dair söz verme manasında kullanılmaktadır.[969]

 

1.5.8. Yorumlarda "Kat" Terimi ve Kadının Seçme Hakkı

 

Modern zamanlara geldiğimizde, Mümtehine Sûresi 12. ayetine atıfta bulunularak, idarecilerin seçiminde kadının oy hakkına sahip ol­duğu hususunun bir çok yorumcu tarafından ileri sürüldüğü görülmektedir. [970]

Öztürk de ilgili ayete atıfta bulunarak, burada Hz. Peygamber'e emredilen biatin, demokrasinin en çarpıcı örneklerinden birini oluş­turduğunu ifade etmektedir. Buna göre, ayetin getirdiği düzenleme, kadınların devlet yöneticisini seçme ve onunla doğrudan sosyal muka­vele akdetme haklarını da tescil etmektedir. Nitekim burada, kadının biatleşme hakkını kullanmasına evrensel bir gerekçe teşkil etmek üze­re önemli bir örnek sunulmaktadır. Ayette geçen "İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda..." ifadesi de, "Kur'ânsal demokra­simde Önemli bir espriye işaret etmektedir. O da şudur: Halkın seçilen­lere verdiği onay, zulme ve kötülüğe sapılması halinde geçerliliğini yi­tirir ve demokratik karşı çıkma süreci başlar. Kadın ise, bütün bu olu­şum ve gelişmelerin içinde aktif bir unsur olarak yer alır.[971]

Kanaatimizce, çağdaş yorumcuların ileri sürdükleri manada, kadı­nın, devlet başkanını seçme ve oy hakkına sahip olduğu görüşlerini bu ayetten çıkarmak, zorlama bir yorum gibi gözükmektedir. Çünkü bu­rada, günümüzde anlaşılan ve uygulanan manada bir demokrasi ve onun zaruri bir neticesi olan seçimin söz konusu olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira, söz konusu ahitleşmede, biat eden kimsenin önüne, demokratik seçimlerde olduğu gibi, her hangi birisini tercih et­mek üzere bir kaç tane alternatif konmamaktadır. Aksine biatte o, fi­ilî bir durumla karşı karşıya bulunmakta ve bir şekilde iş başına geimiş veya getirilmek istenen şahsı onaylayıp onaylamadığı kendisinden so­rulmaktadır.

Diğer taraftan biatta, bugün anlaşılan manada "seçen" ve "seçi­len" ilişkisini de göremiyoruz. Çünkü bu, karşılıklı bir sözleşme ve ahitleşme şeklinde gerçekleşmektedir. Tabiatıyla bu manada, her iki taraf da bir takım taahhütlerde bulunmaktadır. Fakat, sözünü ettiğimiz ayette de görüldüğü gibi, daha ziyade biat eden taraf sorumluluk altı­na girmektedir. Nitekim, bir ayette, Hz. Peygamber'e yapılan biat Al­lah'a yapılan biatla eşdeğer tutulmaktadır. [972] Bu açıdan baktığımızda, demokratik sistem içerisinde yapılan bir seçimde, partilerden her han­gi birisini tercih eden seçmeni bağlayıcı bir şart ileri sürülmemekte; dolayısı ile hukukî bir yükümlülük altına girmemektedir. Hatta, biatin aksine, seçilen şahıs, haika vaad ettiği şeyleri yerine getirme sorum­luluğu ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu bakımdan biat terimi, belki çağdaş anlamda referanduma daha yakın gözükmektedir. Çünkü refe­randumda, biatta olduğu gibi, ileri sürülen bir teklifin kabul edilip edil­memesi söz konusudur.

Görüldüğü gibi biat terimi, hem belirli bir şahsın idareciliğinin onaylanması, hem de biat eden kimsenin biati alan kimseye karşı so­rumluluk altına girmesi özelliklerini göstermektedir. Dolayısıyla, bu yönleriyle, günümüz demokrasilerinde anlaşıldığı manada, İdarecilerin seçilmesi işleminden farklı özellikler göstermektedir. Bu açıdan bakıl­dığında, Mümtehine Sûresi 22 ayetine, kadınların oy hakkına sahip olduğu yorumunun getirilmesini, Hz. Peygamber'in Medine'deki siya­sî kişiliği göz önünde bulundurulduğunda, ibarenin belki uzak işaretle­rinden biri olarak kabul etmek mümkündür. Ancak şu hususu da be­lirtmek yerinde olacaktır. İslam nazarında, kadının idarecisini seçme hakkına sahip olup olmadığı vb. konularda görüş beyan edebilmek için, burada olduğu gibi, ayetlerden delil aramaya gerek olmadığını düşünüyoruz. Çünkü, Kur'ân'da ve Sünnet'te bunu yasaklayıcı mahi­yette bir nassın bulunmaması, İslam nazarında kadının oy hakkına sa­hip olduğunu söylemek için yeterli delili teşkil etmektedir.

Burada olduğu gibi, zorlama diyebileceğimiz bir takım yorumlara gidilmesinde, Kur'ân'ın kimliğine ilişkin sahip olduğumuz ve yanlış bir anlam yüklediğimiz "Kur'ân her şeyi içeriyor", anlayışının etkili oldu­ğunu söylemek mümkündür.[973] Diğer taraftan, Batı'dan gelen ve mo­dern dönemlerde yüceltilen bir takım değerlerin, "gerçekte bizde de var olduğu" düşünce ve anlayışlarının da bu tür yorumların ileri sürül­mesinde rol oynadığını göz ardı etmemek gerekir. Nitekim, söz konu­su ayetten hareket edilerek, müslüman kadınların Avrupalı hem cins­lerinden bin dört yüz sene önce oy hakkına sahip olduklarının ileri sü­rülmesi de, [974] bu tür yaklaşımın bir örneğini oluşturmaktadır.

Diğer taraftan, bu anlaşma çerçevesinde ileri sürülen, "meşru hu­suslarda kadınların Hz. Peygamber'e isyan etmemesi" şartına, meşru olmayan konularda desteklerini çekebilecekleri yorumu getirilmekte­dir. Devamla bu da, "Kur'ânsal demokrasi" tabiriyle ifade edilen muh­tevaya bir örnek olarak ileri sürülmektedir. Burada demokrasinin Kur'ân'a nispet edilmesi, yahut da bu tür idare tarzına ait bir düşün­cenin onda bulunduğunun ifade edilmeye çalışılması dikkat çekici bir husustur.

Demokratik idare tarzının ilke ve uygulamalarıyla benzerlik göste­rebilecek bir takım umde ve düşüncelere, Kur'ân'm yer vermesi müm­kündür. Bu olgunun, Liberalizm, Sosyalizm gibi diğer bazı yönetim bi­çimleri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, Batı'ya özen­tinin bir sonucu olarak, modern zamanlarda çokça yapıldığı gibi, Kur'ân'la yeni yönetim biçimleri ve fikir akımları arasında yüzeysel benzerlik ve paralelliklere gidilmektedir. Oysa bütün bu yaklaşımlar, modern düşünce ve yapılanmaların Kur'ân'da bulunduğunu söyleme­yi ve ona nispet edilmelerini mümkün kılmamaktadır. Aksi bir tutum, Kur'ân'ın nazil olduğu dönemie, çağdaş olgu ve yapılanmaların uygu­lama alanı bulduğu tarihsel dönem arasındaki zaman farkını gözardı etmek anlamına gelecektir.

Şu halde yapılması gereken şey, belirli ayetlerden hareket ederek söz konusu modern olgulara meşruiyet ve geçerlilik alanı temin etmek olmamalıdır. Aksine, Kur'ân'ın dünya görüşü ve temel ilkeleri açısın­dan, mevcut anlayışların değerlendirilmesi ve belirli bir yere yerleştiril­mesi gerekmektedir. Böyle bir yaklaşım ise, söz konusu olguların Kur'ân'da bulunduğu anlamına gelmemekte, ama Kur'ân:ın dünya görüşü perspektifinden "neyi ifade ettikleri" ve "nerede durdukları" konusunda bizlere fikir vermektedir. Bu açıdan yaklaşıldığında, Kur'ân'ın bazı felsefî düşünce ve teorilere müsaade ettiğini ileri süre­biliriz. Ama bu müsaade, söz konusu görüş ve yaklaşımların aynen Kur'ân'da bulunduğu anlamına gelmemektedir. Zira, Kur'ân'ın içerdi­ği konular sınırlıdır. Ama müsaade ettiği çerçeve, yani mubah kıldığı alan, çağdan çağa ve coğrafyadan coğrafyaya göre değişebilir[975]

 

1.5.9. Yorumlarda "Velayet" Terimi ve Kadının Yönetici­liği

 

Modern dönemlerde, kadının çeşitli siyasî haklara sahip olduğu ve idarî görevlere gelebileceğine dair ileri sürülen ayetlerden biri de Tevbe Sûresi 71. ayetidir. "Mümin erkeklerle mümin kadınlar da bir­birlerinin veli (dost) ieridir. Onlar iyiliği emreder, kötülüğe mani olurlar...." Görüldüğü gibi ayet, müsiüman topluluğu oluşturan kadın ve erkek bireylerin, birbirinin "veli"si oldukları ifadeleriyle başlamakta ve iyiliği emredip kötülükten sakındıran hasletlerine vurgu yapmakta­dır.

Bundan Önce geçen ayetlerden birinde de, münafıklar topluluğun­dan söz edilmekte ve müminlerin aksine, kötülüğü emredip iyilikten alıkoydukları beyan edilmektedir. "Münafık erkekler ve münafık ka­dınlar birbirlerindendir. Kötülüğü emreder, iyiliğe mani olur­lar[976] Dolayısıyla siyak-sibak çerçevesinde konuya baktığımızda, Tevbe Sûresi 71. ayetinin, münafıklar vb. topium kesimlerinden fark­lı olarak müminlerin, ahlâkî değerlere dayalı bir toplumsal yapıyı oluş­turmalarını öngördüğünü söyleyebiliriz. [977]Yahut da, grup şuuru içerisinde hareket eden bu toplumsal kesime karşı, müsiümanların da uya­nık ve bilinçli hareket etmeye çağırıldıkları anlaşılmaktadır. Nitekim bu temanın, Kur'ân'ın başka yerlerinde de işlendiği görülmektedir. "Kâ­fir olanlar da birbirinin veli (dost) sidirler. Eğer siz böyle olmazsa­nız, yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat çıkar. [978]Görüldüğü gibi, ayette inançsız kimselerin birbirinin dostu olduklarına işaret edilmek­te; müminler de bu haslete sahip olmaya çağınlmaktadırlar. Aksi tak­dirde, tevhit, adalet ve barışa dayalı bir topluluğu oluşturmalarının mümkün olmadığı belirtilmektedir.

Bilindiği üzere, Tevbe 71. ayeti kadının siyasî etkinliğine delil ola­rak ileri sürülmektedir. Ayetin anahtar terimi, "velî" teriminin çoğulu olarak kullanılan "evliya" kelimesidir. Bu kelimenin etimolojisini ince­lediğimizde, "el-velî" mastarının, "bir nesneye yakın olmak", manası­na geldiği görülecektir, "el-vilâye" kelimesi, yardım etmek; "el-velâye" ise, bir işi üstlenmek manasında kullanılmaktadır. [979] Kâmûs tercüme­si ise, son iki kelimenin, "hükümdar olmak" anlamına geldiklerini kay­detmektedir. Ayette geçen "el-velî" kelimesi, bir adamın dostu ve ar­kadaşı manasında kullanılmaktadır. [980] "el-mevlâ" kelimesi de aynı anlama gelmektedir. Bir kimsenin "veli"si demek, o kimsenin sevgilisi, dost ve yardımcısı demektir. "Qüşman"ın zıddı manasında kullanıl­maktadır. "Kadının velisi" demek, ona bakan ve onu idare eden, de­mektir. "Yetimin velisi" tamlaması ise, yetimin ihtiyaçlarını gideren kimse manasına gelmektedir.[981]

Görüldüğü gibi veli kelimesi, esas itibarıyla, dost, arkadaş, sevgiii, yar ve yardımcı anlamlarına gelmekle beraber, İsim tamlaması olarak, bir kimsenin işlerini İdare edip ihtiyaçlarını karşılayan kimse manala­rında da kullanılmaktadır. Yine bununİa ilişkili olarak, aynı kökten tü­reyen "el-velâye ve el-vilâye" kullanımları da, halkın idaresine geçip yönetici olmak, anlamlarına gelmektedir.

Daha önce naklettiğimiz gibi, Tevbe Sûresinde ard arda gelen her iki ayette de, mümin ve münafıkların kendi grup içi ilişkileriyle ilgili olarak "el-veli" kelimesi kullanılmaktadır. Bu bağlamda müfessir Râzî, Tevbe Sûresi 71. ayetinde geçen "el-veli" kelimesinin kullanım hikme­tini şöyle açıklamaktadır.- Müminler arasında gerçekleşen uyum ve da­yanışma, münafıkların aksine, heva ve arzulara uyup taklide sapmak­tan kaynaklanmamaktadır. Aksine, Allah'ın inayetiyle doğruyu görüp hidayete ermekten ileri gelmektedir. İfadelerinin devamında o, "el-ve­lâye" kelimesinin yakınlık manasına geldiği ve "el-adâve"nin zıt an­lamlısı olduğunu ilave etmektedir. [982] Müfessir Hâzin ise, "mümin er­kek ve mümin kadınların birbirinin velisi olmalarf'na dair ifadeleri, bir­lik ve beraberlik içerisinde yaşamaları, destek ve yardımlaşmaları çer­çevesinde yorumlamaktadır. [983] İbn Kesîr'in de bu ifadeyi aynı mana­ya aldığı görülmektedir. [984] İbn Aşûr İse, ayette geçen "el-velâye" ke­limesinin ifade ettiği mana konusunda herkesin eşit olduğuna işaret etmektedir. Buna göre, hiç kimsenin körü körüne diğerini taklit etme­si ve ona uyması söz konusu değildir. Çünkü bu kelime, ihlâs ve yar­dımlaşma anlamlarını içermektedir. [985]

Bu ve benzeri yorumlarda görüldüğü gibi, modernleşme çabaları öncesine rastlayan tefsirlerde, "el-veli" terimi, genel olarak müminlerin birbirine destek çıkmaları ve yardımlaşmaları şeklinde izah edil­mektedir. Dolayısıyla, bu yorumlarda, kelimenin lügavî olarak içerdi­ği, işleri yürütmek ve idareci olmak gibi olguların tefsirine girilmediği görülmektedir.

Modern zamanlara geldiğimizde, bu ayet çerçevesinde, kadının si­yaset ve kamu sahasında alacağı rollerin meşruiyet zemininin oluştu­rulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, onun içerisinde yer alabileceği aktivitelerden bazıları şöyle sıralanmaktadır. Siyasî danış­manlık, devlet başkanlığı, milletvekilliği, başbakanlık, cumhurbaşkan­lığı ve savunma sahasının değişik kademelerinde alacağı kamu görev­leri.[986]

Karaman, kadının devlet başkanlığı da dahil olmak üzere, gerek­tiğinde kamu görevi yapabileceğine dair deliller arasında bu ayeti de zikretmektedir. Görüşlerinin devamında, aynı ayetin her hangi bir sı­nırlamaya gitmeden erkekler gibi mümin kadınlara da "velayet" hak­kını, yani dinî ve ahlâkî değerlerin korunmasını kontrol ve temin vazi­fesini verdiğini belirtmektedir. Kadın bu vazifeyi hem kendi cinslerine hem de erkeklere karşı yerine getirecektir. [987] Hamza Aktan da, söz konusu ayete atıfta bulunarak, kadınla erkek arasında eğitim ve öğre­tim açısından her hangi bir farklılık olmadığını belirtmektedir. Doİayı-sıyia bilgi ve tecrübesiyle temayüz etmiş bir kadın, her konuda fikir be­yan edebilir. Bu çerçevede, politik meselelerde danışmanlık yapması­nın da dinen bir sakıncası yoktur. [988]

Kadının siyasî etkinliği konusunda dikkati çeken görüşlerden biri­ni de, Yunus Vehbi Yavuz ileri sürmektedir. Ona göre, siyasî haklar, İslam'ın kadına sağladığı haklar sıralamasında ön sırada yer almakta­dır. Erkekler kadınlar üzerinde velayet hakkına sahip olduğu gibi, ka­dınlar da erkekler üzerinde aynı hakka sahiptirler. Söz konusu ayette geçen "eİ-velâye" kelimesi, [989] yönetim ve hakimiyet anlamlarına gel­mektedir. Aynı şekilde, diğer bazı ayetlerde geçen "evliyâu ba'd[990] ifadeleri de, kadınların siyasî ve askeri sahalardaki velayet haklarına işaret etmektedir.[991]Yavuz, konuyla ilgili görüşlerinin devamında, ka-dınlann aktif siyasi görevlere gelmeleri haİinde, siyasetin daha dürüst ve dinamik bir hale geleceği, dolayısıyla toplumun ktsa zamanda geli­şip kalkınacağını belirtmektedir. [992] Çünkü, kadınlar sayesinde toplu­ma götürülen hizmetler önemli bir artış gösterecektir. [993] Yine, önü­müzdeki dönemlerde kadının siyasî haklarının önemi yeterince anlaşı­lırsa, kendi ifadesiyle, dini bütün milletvekilleri, bakaneleri, başbaka-neleri ve reisi cumhûreleri görmek mümkün olacaktır. [994]

Burada görüldüğü gibi, yorumcu Tevbe Sûresi 71 ve diğer ayet­lerde geçen e!-veli kelimesini el-velâyet terimiyle karşılamakta, bunun da yönetim ve hakimiyet manasına geldiğini ileri sürmektedir. Kur'ânî bütünlük içerisinde konuya yaklaştığımızda, söz konusu kökten türe­yen eİ-veîî kelimesine ilave olarak, el-velâye, el-vâlî ve el-mevlâ gibi kullanımların ayetlerde geçtiğini görüyoruz. Bütün bu ayetleri, içerisi­ne yerleştirildikleri Kur'ânî bağlam çerçevesinde incelediğimizde, söz konusu terimlerin, Allah-insan, [995] insan-insan[996] ve insan-şeytan[997] ilişkilerinde, genellikle yakın dost, sevgili, yardımcı, haklan koruyucu, himaye edici, gözetici vb. manalara geldikleri görülecektir. Sadece bir iki yerde, söz konusu kökten türeyen isim ve fiillerin, siyasî bir içeriği ifade eder mahiyette "idareci[998] ve yönetime gelme"[999] manalarında kullanıldıkları anlaşılmaktadır. Ancak, bu kullanımların da, Tevbe 71 vb. ayetlerde geçen el-veli terimiyle içerik bakımından farklı oldukları görülmektedir. Zira, bu ayetlerde söz konusu terim, müslümanların yönetim ve siyasî durumundan ziyade, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, onlar arasında bulunması gereken sevgi, kardeşlik ve yardımlaş­ma gibi ahlâkî erdemleri ifade etmektedir.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Tevbe Sûresi 71 ve benzeri ayetlerde geçen el-veli teriminin, genei olarak klasik dönem tefsirlerinde, müslümanların kendi aralarında birlik ve beraberlik içeri­sinde hareket etmeleri ve yerdımlaşmalan çerçevesinde yorumiandığı görülmektedir. Modern dönemlerde ise bu ayetin, kadının hangi siya­sî ve idarî aktiviteleri yerine getirebileceği bağlamında ele alındığı mü­şahede edilmektedir. Modern yorumcuların bu tür görüşleri ileri sür­melerinde, özellikle fıkıh terminolojisinde bu kelimenin sonraki dönemlerde kazandığı yeni manalardan esinlendikleri düşüncesini akla getirmektedir.[1000]

 

1.5.10. Yorumlarda Belkıs Kıssası ve Kadının Devlet Başkanlığı

 

Modern dönem Kur'ân yorumlarında, kadının devlet başkanı ola­bileceğine dair ileri sürülen delillerden bir diğeri de, Nemi Sûresinde anlatılan Sebâ kraliçesi Belkıs'ın hikayesidir.

Kıssa, söz konusu kraliçeye her şeyin verildiği ve büyük bir tahta sahip olduğu sözleriyle başlamakta ve idare ettiği halkın güneşe tapın­dığı ifadeleriyle devam etmektedir. Hz. Süleyman, bu insanları dene­mek gayesiyle onlara bir mektup gönderir. Mektubu alan Belkıs; da­nışmanlarını toplar ve mühim bir mektup aldığını onlara bildirir. Mek­tup besmeleyle başlamakta ve muhataplarını Hz. Süleyman'a itaat et­meye çağırmaktadır. Belkıs, istişaresiz bir şey yapmayacağını söyler ve her zaman olduğu gibi bu konuda da iİeri gelenlerin fikirlerini so­rar. Onlar ise, savaş konusunda kendilerine güvendiklerini ve alacak­ları her emri yerine getirmeye hazır olduklarını ifade ederler. Belkıs, hükümdarların bir ülkeye girmeleri halinde orayı bozacakları ve halkın şereflilerini zelîi edeceklerini belirtir. Daha sonra, Hz. Süleyman'a tep­kisini ölçmek gayesiyle bir hediye göndermeye karar verir. Kıssa bu şekilde devam etmekte ve netice de kraliçe müslüman olmaktadır.[1001]

Ateş'e göre burada kraliçe Belkıs, başarılı bir idarecilik örneği ser­gilemektedir. Çünkü, Süleyman Peygamber gönderdiği mektupla ken­disini tehdit etmiştir. Ancak o, mahiyetinde olan memur ve askerlerin kuvvetle karşı koymayı teklif etmelerine rağmen, hissiyatına mağlup olmamış; aksine, akıl ve mantık dairesinde hareket ederek konuyu is­tişareyle çözümleme yoluna gitmiştir. İşte bu sebepten ötürü o, konu­nun anlatıldığı ayetlerin devamında Övgüye layık görülmüştür.[1002]

Ateş, Kur'ân'ın hikâye ettiği bu kıssadan hareket ederek, kadının devlet başkanı olabileceği sonucuna varmaktadır. Konuyla ilgili görüş­lerinin devamında o, "İdarelerine yönetici olarak kadını geçiren bir kavim asla iflah olmaz[1003] hadisini nakletmektedir. Ona göre bu ha­dis, Kur'ân'a ters ve tarihî olaylara aykırı vahid bir haberdir. [1004] Dola­yısıyla böyle bir rivayetle, ayetlerin ortaya koyduğu genel manaların sınırlandırılma yoluna gidilmemelidir. [1005]

Karaman da, Belkıs örneğini, kadının devlet başkanı olabileceği konusunda delil olarak kabul etmekte ve şunları söylemektedir: "Bu tarihi hadise İslam öncesine ait bulunmakla beraber, Kur'ân-ı Ke-rim'de anlatılmakta, müslümanların bundan ibret ve Örnek almaları is­tenmektedir. Belkıs yönetiminin aleyhinde hiç bir şey söylenmemek-te, onun bilgisi, ileri görüşlülüğü ve yönetim becerisini gösteren söz­leri ve davranışları nakledilmektedir. Tam yeri geldiği ve münasebeti düştüğü halde, bir ülkeyi kadının yönetmesinin kötü sonuçlar doğura­cağına ait bir işarete yer verilmemektedir. [1006]

Diğer taraftan Karaman da aynı şekilde "yönetimine kadını geti­ren topluluğun felah bulamayacağına dair hadisi değerlendirmekte­dir. Ona göre, Hz. Peygamber'in bu sözü söylemesini hazırlayan tari­hi sebepler, hadisin genel geçer bir kaideye değil, belli bir toplumun akıbetini haber vermeye yönelik olduğuna işaret etmektedir. Zira, daha önce gönderilen mektubu İran hükümdarının yırtıp atması üzerine Hz. Peygamber onlar hakkında "paramparça olsunlar" buyurmuştu.

Daha sonra da, bu kadını başlarına geçirdiklerini duyunca onların fe-iah bulmayacaklarını haber vermesi, bu gelişmenin Hz. Peygamber tarafından iyiye alamet görülmediğine işaret etmektedir. Dolayısıyla ileri sürülen bu hadis, kadının kamu alanında çalışmasının caiz olma­dığı anlamına gelmemektedir. Rivayeti, "Bunu yapan İranlılar felah bulmayacaklardır", yahut da "Devlet başkanlığı görevinde öncelik er­keklere ait iken, buna riayet edemeyecek hale gelen toplum felah bu­lamayacaktır", şeklinde anlamak daha doğru bir yorum olacaktır.[1007]

Klasik dönem yorumlarını incelediğimizde, Belkıs'ın güneşe tapan gayr-i müslim bir şahıs olduğu ileri sürülerek, müslümanlara örnek olamayacağının belirtildiği görülmektedir. Meselâ Alûsî, İlâhî bir dine mensubiyeti olmayan Belkıs'le ilgili örneğin, mülümanların oluşturdu­ğu bir toplumda, kadının devlet başkanlığı yapabileceği konusunda delil olarak ileri sürülemeyeceğini kaydetmektedir. Devamında da, Hz. Peygamber'in, "idaresine bîr kadın hükümdarı getiren topluluğun fe­lah bulmayacağı" hadisini nakletmektedir. [1008] İbnu'l Arabî de aynı ha­dise atıfta bulunarak, kadının devlet başkanı olamayacağını ifade et­mektedir. [1009] Ona göre, kadının toplantılara katılıp erkekler arasına karışması ve onlarla yüz göz olması doğru değildir. [1010] Ancak bu gö­rüşlerin aksine, kadının gerekii liyakat ve dirayeti gösterdiği takdirde, erkek gibi devlet başkanı olabileceğine[1011] dair yorumlara rastladığımı­zı da burada belirtmeliyiz. [1012]

Klasik dönemlerde, kadının kamu sahasında görev alıp alamaya­cağı tartışmaları çerçevesinde hakimlik yapması konusunun da ele alındığını görmekteyiz. İbnu'l-Arabî, Taberî ve Ebû Hanife'ye atfen, kadının hakim olabileceği konusunda bir görüş nakledildiğini, ancak onların böyle bir görüşe sahip olmadıklarını belirtmektedir. [1013] Devammda o, Hz. Ömer'in kadınlardan birini pazarda zabıta olarak atama­sıyla İlgiii rivayetin de aslının olmadığını kaydetmektedir.[1014]

Nakledilen bu yorumlardan sonra sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Klasik dönem yorumlarında kraliçe Belkıs'ın demokratik kişiliği ve idaredeki yeterliliğine vurgu yapılmamaktadır. Ancak, ileri görüşlü, akıllı, olaylar karşısında sabır ve metanetini koruyabilen, ba­rışsever birisi olarak tavsif edildiği görülmektedir. [1015] Modern dönem yorumlarında ise Belkıs, yöneticisi olduğu memleketin bütün işlerini keyfî idareye kaçmadan, oluşturduğu meclis aracılığıyla yürütüp meş­rutiyet geleneğini sürdüren, dirayetli ve başarılı bir yönetici portresi ortaya koymaktadır. [1016]

 

1.5.11. İlgili Yorumların Değerlendirilmesi

 

Modern dönem yorumlarında sık sık karşılaştığımız ifadelerden bi­ri de, "kadm-erkek eşitliği" vurgusudur. Önceki yorumlarla mukayese ettiğimizde, bu olgunun, yorum literatürüne yeni girdiği ve modern dönemlere ait olduğu açıkça görülecektir. Değişik ayetlere atıflarda bulunularak, Kur'ân'da erkeğe göre kadının ikinci piana itilmediği, ak­sine ona eşit olduğu konusunun yoğun bir şekilde işlendiği görülmek­tedir. [1017] Dolayısıyla bu mevzu, muhtelif konuları ele alan ayetler vesi­lesiyle sık sık gündeme getirilmektedir. [1018] Fakat, özellikle hitabın kadin ve erkeğe birlikte yöneltildiği ayetlerin yorumunda, bu temanın daha fazla işlendiği görülmektedir.[1019]

Müfessîr Reşid Rıza'nın, Bakara Sûresinde geçen "...Erkeklerin kadınlar üzerinde haklan olduğu gibi, kadınların da erkekler üze­rinde hakları vardır. [1020] ayet vesilesiyle kadir-erkek eşitliğini vur­guladığı görülmektedir. Ona göre, ayette geçen "misi" kelimesinden maksat, cinslerin birbirine olan haklarının "aynı" olması değildir. Bu­rada kastedilen, hakların karşılıklı ve birbirine "eşit" oluşudur. Yani ka­diri erkek için bir iş yaptığında, erkek de ona mukabil kadın için bir iş yapar. Dolayısıyla bu anlamda kadın ve erkek arasında bir eşitlik ve denklik söz konusudur. [1021]

Ateş, gerek TevbeSûresinde geçen mümin ve münafıklarla ilgili ayetlerin yorumunda, gerekse diğer sûrelerde geçen ayetlerin[1022] iza­hında, toplum hayatında kadının erkeğe olan eşitliğinin altını çizmek­te ve bu eşitliğin Kur'ân'in prensiplerinden biri olduğunu belirtmekte­dir[1023] Öztürk de, Tevbe Sûresi 71. ayetinin, kadın ve erkeği açık bir şekilde eşit tuttuğu ve her bir cinsin varlık yakısından kaynaklanan farklılıklar haricinde; aynı hak ve ödevlere sahip kılındıklarını ileri sür­mektedir. Devamla o, kadınla erkeğin, bütün sahalarda iki dost varlık olarak yan yana faaliyet göstermesini, [1024] aksi bir durumun ise, Al­lah'ın rahmetinden mahrumiyete yol açacağını belirtmektedir. [1025]

Bunun yanısıra, Ahzâb Sûresi 35. ayetinin yorumlarında da, kadın-erkek eşitliği düşüncesinin yoğun olarak konu edildiğini görüyo­ruz. [1026] Çünkü, ayette erkek ve kadın müminlerin aynı sıfatlara sahip olduklarının ortaya konulması, insanlık ve kulluk değerinde,[1027] ahİâk ve fazilette, [1028] manevî hayatın tekâmülünde, [1029] dünyevî ve uhrevî mükâfata nail olma konularında her iki cinsin de eşit olduğunu göster­mektedir, [1030] Gerçekten, Kur'ân'ın genel ifade üslûbundan farklı ola­rak bu ayetin, her iki cinsin ortaklaşa paylaştığı ahlâkî ve manevî er­demleri sıralaması, kadınla erkek arasında her hangi bir ayrıma veya eşitsizliğe gidilmemesi gerektiği düşüncesini akla getirmektedir. Nite­kim, nüzul sebebine ilişkin rivayet edilen haberler de, söz konusu aye­tin böyle bir itiraza cevap olarak geldiğini bizlere göstermektedir. [1031]

Görüldüğü gibi, kadın-erkek eşitliğine dair vurgu, modern dönem yorumlarına has, Batı kültüründen alınmış ödünç bir tema olarak dik­kat çekmektedir. Bununla beraber, daha önce zikrettiğimiz yorumlar­dan da anlaşılacağı üzere, yorumcuların söz konusu terimin içeriğini doldurma konusunda bir gayret sarf ettikleri görülmektedir. Onlardan bazılarının, eşitlik tabirinden ne kast ettiklerini de yaklaşık olarak an­layabiliyoruz. Ancak, eşitlik terimi kullanılırken ne amaçlandığı belli değilse, yani anlam çerçevesi ortaya konulmadan ayetlerin yorumla­rında yer almışsa, kavram kargaşasına ve yanlış anlamalara yol aça­cağı da açıktır. Çünkü bu terim, ifade yerinde ise, yabancı kültüre ait bir dünyada doğup büyümüş ve bu çevrelerde kimlik sahibi olmuştur. Daha sonra da, modern-batı kültürünün yaygınlaşmasıyla, ülkemizin basın yayın ve akademik çevrelerinde kullanılmaya başlanmıştır. Do­layısıyla, ayetlerin vermek istediği mesajlarla uyuşmayan içeriklere sa­hip olması söz konusudur. Bu tesbitimizi şu şekilde izah etmemiz mümkündür:

Meselâ, Liberalizmle eş zamanlı olarak gündeme gelen feminist eğilim, kadın ve erkek doğalarının farklılığı düşüncesine olumlu bak­mamakta, insan doğasından bahsetmenin doğru olacağı tezini ileri sürmektedir. Çünkü onlar, kadınla erkek arasında fıtratları itibarıyla fazla bir farklılık görmemekte, aynı eğitimden geçmeleri halinde er­keklerle aynı işleri yapabileceklerini iddia etmektedirler.[1032] Diğer bir ifadeyle, kadının erkek gibi kamu sahasında her görevi yapabileceği varsayımı, bu iki cinsin psikolojik, zihinsel vb. yönleri itibarıyla eşit ol­dukları ön kabulünü esas almaktadır.

Yine aynı iddiaya göre, kadının ekonomik olarak erkekten bağım­sızlığı ve onunla eşit haklara sahip olmasını talep etmek düşüncesi, onun tam olarak özgürleşmesini hedeflemektedir. Zira ekonomik sa­hada gerçekleştirilecek eşitlik, kadını kocasına bağımlı hale gelmekten kurtaracak, dolayısıyla kendi ayakları üzerine durmasını sağlayacak­tır. [1033]

Görüldüğü gibi, söz konusu feminist eğilim, kadının tam özgürlü­ğü ve kurtuluşu sloganlarıyla amacını somut bir hale getirirken, eği­tim, ekonomi, siyaset vb sahalarda erkekle eşit hakları talep etmekte­dir. Bu anlamda, söz konusu eşitlik talebi, kadını erkeğin haksız mu­amele ve boyunduruğundan kurtarma gayesini güttüğünden, erkekle­re muhalif bir hareket özelliği taşıyacaktır. Dolayısıyla aynı eşitlik tale­bi, söz konusu bağımsızlık ve özgürlüğü gerçekleştirmek uğruna, İsla-mî teori ve pratiğin hassasiyetle ele aldığı aile fertleri arasındaki rabı­taları tehdit edecek bir içerik ve eğilim de kazanabilecektir. Aynı şeki!-de, bu hareketin özgürlük talebi, eşitlik isteği zorunlu kılmakta, eşitlik isteği de kadınla erkeğin yaratılıştan getirmiş olduğu ruhî, biyolojik ve anatomik farklılıkların görmezlikten gelinmesi neticesini doğuracaktır.

Bütün bu izahlardan sonra şunu söylemek mümkündür: Kur'ân'ı yeni muhataplara ulaştırma sürecinde, modern düşünceye ait bazı kavram ve teorilerle ilâhî kelâmın içerdiği hakikatler arasında benzer ve paralellikler kurma aşaması, oldukça dikkat İsteyen bir etkinliği işa­ret etmektedir. Zira, yabancı kültüre ait terimlerle, ayetlerin ele aldığı konular arasında ilk bakışta bir Örtüşme ve paralellik olduğu düşünce­sine kendimizi kaptırabiliriz. Böyle bir yanılgıya düşmemizin sebebi de, ilgili ayet ve onunla alakası olduğunu zannettiğimiz yabancı kültür unsuru hakkındaki yüzeysel bilgimiz olabilir. Bu sebeple, gerek ayetin tefsirinde usûl ilkelerine işlerlik kazandırmamız, gerekse söz konusu kültürel unsurun dayandığı felsefî arkaplan hakkında yapacağımız bir araştırma, bazen her iki olgunun farklı içerik ve mesajlara sahip oldu­ğunu bize gösterebilecektir.

Bu itibarla, bir kültürün veya fikrî bir eğilimin temel söylem ve sembolleri haline gelmiş terimler, dayandığı varsayımlar itibarıyla cid­di bir eleştiri ve sorgulamaya tâbi tutulmadan, yüzeysel bir yaklaşımla Kur'ân yorumlarına mal edilmemelidir. Nitekim çağdaş İslam düşünü­rü Seyyid Hüseyin Nasr, modern dünyanın karakteristik özellikleri ha­line gelmiş olguları, hiç bir ayrıma gitmeden kabullenmeyi, bir kurun­tu vs rüyaya benzeterek uyarılarda bulunmakta ve şunları söylemekte­dir: "Öyle bir rüya ki, sonu ancak bir kâbustur. Bugün özellikle fikrî düzeyde, gerçek hiçbir İslâmî faaliyet modern dünyaya yönelik derin­den eleştirel bir tavrın yanı sıra bu dünyayla ilgili esaslı bir kavrayış ol­maksızın kendini gösteremez. Modernizmin öğretileriyle zihni yapısal değişikliğe uğramış biri için de, İslâm hukuku alanında içtihat ve gö­rüş beyanı mümkün değildir. İslâm dünyasında, modernistler arasında geçen yüzyıl .boyunca süren İslâmî rönesans tartışmalarına rağmen böyle bir şey vuku buimamışsa bunun kati nedeni, modernistlerin mo­dern dünyanın tam anlamıyla elzem olan esaslı ve eleştirel bir kavra­yışına sahip olmamaları ve dünyanın geçici değerlerine İslâm'ın ezelî ve ebedî prensipleri ışığında bir kıymet takdirinde bulunamamalandır.[1034]

 

Sonuç

 

Kur'ân tefsirinde sosyo-kültürel çevrenin rolü, tefsir faaliyetinin unsurları olan "Kur'ân", "yorumcu" ve "yorum metotları" açısından teorik çerçevede incelendiğinde şu sonuçları İleri sürmek mümkün­dür:

Kur'ân hitabının, nazil olduğu dönemden itibaren kıyamete kadar, değişik coğrafyalarda yaşayan bütün insanlığa yönelik bir mesajı içer­diği bilinmektedir. Yine, diğer insanlar gibi Kur'ân yorumcusu da, "ai­diyet"' duygusuna sahip oSup içerisinde yaşadığı sosyal, siyasî ve kül­türel ortamın yönlendirmelerinden etkilenebiimektedir. îşte bu olgular, sosyokültürel çevrenin Kur'ân yorumlarını etkilemesine yol açan hu­suslardan sadece İkisini oluşturmaktadır.

Yine insanların, içerisinde yaşadıkları tarihsel gelişmelerîe bağlan­tılı bir şekilde, Kur'ân'ın kimliğine ve içeriğine ilişkin muhtelif tasav­vurlara sahip oldukları görülmektedir. İşte bu da, yorumların amaç, se­yir ve sonuçlarının farklılaşmasına, dolayısıyla sosyal ve kültürel geliş­melerin yorumlara yansımasında yönlendirici ve belirleyici olmaktadır. Bu manada Gazâlî'nin "Kur'ân'ın kimliği"ne dair görüş ve değerlen­dirmelerinin, kendisinden sonraki asırlarda gerçekleştirilen yorumla­ma çalışmalarında etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, Kur'ân'da bulunan müteşâbih ayetler, yoruma yat­kın özellikleriyle fikir hürriyetine ve insan ufkunun genişlemesine yol açmış; dolayısıyla farklı kültür çevreleriyle iletişim kurulmasında ve­rimli bir alanı oluşturmuşlardır. Yine bu ilâhî kelâm, sahip olduğu üs-!ub ve edebî Özellikleriyle muhataplarının zihin dünyalarında zengin mana çağrışımlarına zemin hazırlayabilmektedir. İşte bu hususlar da, sosyo-kültürel şartların yorumları etkilemesine sebep olan faktörler­den  diğer bazısını oluşturmaktadır. Yine, metin karşısında yorumcuyu inisiyatifli hale getiren okuma tarzlarının, sosyo-kültüreİ çevrenin yorumlara yansımasını kolaylaştırdığı görülmektedir. Bu bağlamda "işârî tefsir" geleneğinde "sezgi" ve "ilhâm"m ne derece önemli kav­ramları ifade ettikleri bilinmektedir.

Çalışmamızın uygulaması diyebileceğimiz, sosyo-kültürel çevrenin kadınla iigili bazı ayetlerin yorumlarına yansıması, konusunda vardığı­mız sonuçları da şu şekilde özetlememiz mümkündür:

XX. asrın ilk yarısındaki yorumların aksine, 1980'lerden itibaren kadın konusunda Üeri sürülen görüşlerin, geleneksel tefsirlere göre farklılığa hatta kopuşa işaret eden bir çizgiye kavuştuğu müşahede edilmiştir. Söz konusu duruma, özellikle bu tarihlerden sonra sivil, si­yasî varlığını iyice görünür hale getiren feminist hareketlerin etkiîi ol­duğu anlaşılmaktadır. Yahut bunu, sosyo-psikolojik bir izahla, ilk an­larda kendini savunmaya yönelmiş kültürel yapının, zamanla başlan­gıçta yaşadığı duygusal tavrını bir tarafa bırakıp, soğukkanlılıkla öz ya­pısını anlamaya yöneİmesiyle de açıklamak mümkündür.

Bütün bu yorumlama çabalarında, yükselen değerler yeni arayış­ların harekete geçirici etkenini oluşturmakta ve yönünü tayin etmek­tedir. Diğer metodolojik unsurlar ise, yorum faaliyetinin bu doğrultu­da gerçekleştirilmesinde etkin araçlar oîarak kullanılmaktadır. Bu sü­reçte sosyo-kültürel çevre, bazen, daha önce yapılan yorumlar sebe­biyle gerçeklikleri görünmez bir hale gelen kimi Kur'ânî hakikatleri günyüzüne çıkarmak suretiyle, "pozitif bir yönlendirme "de bulunabil­mektedir. Fakat bazen de, "negatif bir yönlendirme"de bulunarak, ayetlerin sahih mana ve yorumlarına varmayı engelleyebilmektedir.

Bu bağlamda yaşanan tarihsel şartların yorumcular üzerinde "ira­dî" ve "gayr-i İradî" olmak üzere iki şekilde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Gayr-i iradî olarak gerçekleşen etki, insanın içerisinde doğup büyüdüğü örf, adet ve düşünce formlarının doğal bir şekilde kendi zihin dünyası ve tercihlerine de yansımasıyla gerçekleşmektedir. İradî olarak gerçekleşen etki ise, Kur'ân mesajının yorumcular tarafın­dan yaşanan zamanlara ulaştırılması sürecinde meydana gelmektedir. Bu da, yorumcunun yaşadığı sosyo-kültürel çevrenin değişmesine pa­ralel olarak yorumların da değişmesiyle gerçekleşmektedir. Esas itiba­rıyla bu, müspet bir etkinlik olup Kur'ân'ın tevhid, adalet vb. ilkeleri­nin yaşanan her zaman kesitinde gerçekleşmesi için gereklidir. Ama söz konusu tefsir faaliyetinin, zaman zaman Kur'ânî gerçekleri hakim değerler paralelinde yorumlama veya onlarla uzlaştırma şeklinde bir özellik kazandığı da görülmektedir. Bunun en tipik görüntülerinden bi­ri, yorum ilkeleri konusunda kendini ortaya koyan çifte standartla, di­ğer bir ifadeyle "îlkesiziik"le gerçekleşmektedir. Bazen de, Kur'ân yo­rumcularının yeni yöntem arayışlarına yöneldikleri görülmektedir. Bu da öteden beri kullanılageien yorum yöntemlerinin, sosyo-kültürel çevreden gelen teklif ve talepleri meşru bir zemine oturtma konusun­da yeterli görülmemeierininden ileri gelmektedir.

Bu bağlamda yorumcuların sosyo-kültürel çevrenin tesirinde kala­rak Kur'ân'ın ruhuna ve temel ilkelerine uymayan sübjektif bir takım yorumlara gitmemeleri için dikkat etmeleri gereken bazı hususlara işa­ret etmek istiyoruz:

Mana, yorumcudan kaynaklanan zihnî ve psikolojik yönelişlerin karşılıklarını metinde bulduğu ve onunla uyumlu hale getirilmeye çalı­şıldığı bir süreci İfade etmemektedir. Aksine mana, lâfzın bizatihi var­lık yapısının ayrılmaz bir parçasını oluşturmakta, dolayısıyla oradan alınarak olgular aleminde neye tekabül ettiği ortaya konulmaya çalışıl­malıdır.

İnsan tecrübesiyle Kur'ân'ın alâkası kurulurken, Kur'ân'ın merke­zî ve belirleyici rolü, varlık ve olgulara bakışındaki bütünsellik, ayetler­de geçen kelime ve kavramların kendi dilsel bağlamlarında anlaşılma­ya çalışılması, vahyin nazil olduğu tarihsel şartların göz önünde bulun­durulması, özel hükümlerin arkasında yatan temel ilkelerin çıkarılma­sı, göz ardı edemeyeceğimiz tefsir metotları arasında yer almaktadır.

Yine, ilâhî mesajın yeni muhataplara ulaştırılması sürecinde, ka-dın-erkek eşitliği vb. hakim değer ve düşüncelerle Kur'ân'ın içerdiği hakikatler arasında herhangi bir münasebetin olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu süreçte, Kur'ân'ın konuya getirdi­ği yaklaşımın iyi anlaşılması yanında, söz konusu düşüncenin temel söylem ve anahtar terimleri, dayandıkları varsayım ve öncüller itiba­rıyla dikkatli bir eleştiriye tâbi tutulmalıdır. Aksine bir durum, Kur'ân'ın dünya görüşü ile bu dünya görüşüne yabancı düşünceler arasında yüzeysel, dolayısıyla tartışılabilir bağlantılar kurmaktan öteye geçemeyecektir.

Ayrıca Kur'ân'ı anlama gayreti içerisinde bulunan bir kimsenin, buna paralel olarak Kur'ânî bilinci oluşturma sürecini de devam ettir­mesi gerekmektedir. Zira ahlâkî çerçevede benliğe arız olan zaaf ve sapmalardan kendisini arındırmayan ve sürekli bir şekilde bilincini ye­nileme çabası içerisinde bulunmayan yorumcunun, Kur'ân'ı anlama çalışmalarında bir takım manevî ve psikolojik engellerle karşılaşması ihtimal dahilindedir.

Tefsir faaliyeti, vahiy-vakıa etkileşimini, dolayısıyla değişme reali­tesini göz önünde bulunduran bir etkinliktir. Bu anlamda "yorum" ve "değişme" terimleri birbirine bağlı iki olguyu ifade etmektedir. Bu ne­denle sosyal ve kültürel değişme, beraberinde yorumlarda da farklılaş­mayı meydana getirmektedir. Bu doğal bir süreç olarak kabul edilme­li, "yeni" veya "eski" yorumların Kur'ânî bir temele dayanmadığı do­layısıyla yanlış olduğu yanılgısına bizleri götürmemelidir. Aksine her yorumlama çabasının, oluştuğu şartlar içerisinde Kur'ân'ın tevhid. adaİet vb. ilkelerini genel olarak gerçekleştirdiğini söylemek mümkün­dür. Belki burada üzerinde durulması gereken esas konu, belirli sosyo­kültürel şartlarda gerçekleştirilen yorumların hâlâ geçerli olduğunun iddia edilmemesidir.

Tefsir faaliyeti, sosyo-kültürel hareketlerden bağımsız olarak düşü­nemeyeceğimiz yorumcular tarafından, her zaman ve zeminde dina­mik bir olgu olarak devam ettirilecektir. Bu süreçte Kur'ân'ın mesajı­nı yeni zamanlara taşımak gayesiyle yapılacak yorumlar, beşerî ve epistemolojik anlamda izafî bir değeri ifade etmeleri dolayısıyla, Kur'ân'ın kendisi ile Özdeşleştİrilemezler. Ama söz konusu etkinlikler, yorumcuların, ilâhî kelâmın sahih mana ve mesajlarına ulaşabilmek gayesiyle, sosyo-kültürel çevreden kaynaklanan ön kabullerini gözden geçirmeleri; muhalif görüşleri de göz önünde bulundurarak mukayese yoluyla en doğru yoruma varmaya çalışmaları ve metotta tutarlı olma­ları halinde, Kur'ân'ın manevî ve kutsî dünyasının insanlara ulaştırıl­ması noktasında vazgeçilmez çabalar olarak değerlendirilmelidirler.[1035]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

Abdullah, Muhammed Hasan, Sûretul-Mer'e fi'ş-Şi'ri'l-Emevî, y.y., Beyrut, 1987.

Abdurrahman, Abdulhâdî, Sultatu'n-Nass, el-Merkezu's-Sakâfî el-Arabî, Beyrut, 1993.

Ağaoğlu, Ahmet, İslâmiyette Kadın, trc. Hasan Ali Ediz, Birey Top­lum Yay., Ankara, 1985.

Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yay., İst., 1413/1992.

Ahmet Naim, "Taaddud-i Zevcât İslamiyette Men' Olunabilir mi İmiş?", Sebilürreşad, XII/298, (5/1330).

Akdemir, Salih, 'Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerim'de Kadın", İslami Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991).

el-Akkâd, Abbas Mahmud, el-Felsefetu'l-Kur'ânİyye, Menşûrâtu'l-Mektebe, Beyrut, ts.

Akseki, Ahmed Hamdi, "Tesettür ve Kadın Hakları Konusunda Bilin­mesi Elzem Hakikatlar, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi U, haz. İsmail Kara, Risale Yay., İst., 1987.

"İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât",  Sebilürreşad,  XI/275,

(12/1329)  "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât"

(12/1329) "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât".

(1/1329)   "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât",

Sebiturreşad,  Yİ/211, Sebilürreşad,  Xl/280,

Sebilürreşad, XI/284, (2/1329)

'İslamiyet  ve  Taaddud-i  Zevcât",   Sebilurreşad,   XI/285, (2/1329)

Aktan, Hamza, "İslâm'a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi", Sosyal Ha­yatta Kadın, Ensar Neş., İst., 1996.

Bazı Yanlış Telâkkilerin Kur'ân Hakemliğinde Yeniden Değer­lendirilme İhtiyacı", //. Din Şûrası, (23-27 Kasım 1998), Ankara.

Kur'ân'a Göre Boşanma Prosedürü", Kadın ve Aile Sem­pozyumu, Konya.

Aktaş, Cihan, "Kadının Toplumsallaşması ve Fitne", İslami Araştır­malar, IV/4, (Ekim-1991).

Kıhk Kıyafet ve İktidar II, Nehir Yay., İst., 1990.

Aktay, Yasin, "Anlama, Vahiy ve Tarih", Tezkire, Vadi Yay., (Güz-1993).

Kur'ân Yorumlarının Hermenötik Bağlamı", İslami Araştırmalar, IX/l-4, (1996).

Objektivist ve Relativist İradeler Arasında Kur'ân'ı Anlama Sorunu", 2. Kur'ân Sempozyumu (4-5 Kasım-1995). Bilgi Vak­fı, Ankara, 1996.

Tarihselcilikteki Huzur İradesi", ///. Kur'ân Haftası Kur'ân Sempozyumu (13-19 Ocak-1997), Fecr Yay., Ankara, 1998.

Allah'ın   Nüzul   Dönemindeki   Farklı   Davranış   Tarzının Mü'minin   Kur'ân   Anlayışına   Katacağı   Boyut   Üzerine",   II. Kur'ân Haftası Kur'ân Sempozyumu (2-4 Şubat-1996), Fecr Yay., Ankara, 1996. -, Kur'ân'in Bütünlüğü Üzerine, Şule Yay., b.y., 1992.

Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, Gonca Yay., İst., 1986.

Ali Haydar, Dureru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Dâru'1-Ku-tubi'l-îlmiyye, Beyrut, ts.

Ali, Ali es-Seyyid, el-Kudüs fi'l-Asri'i-Memİûkî, Dârul-Fikr, Kahire, ts.

el-Alûsî, Şihâbuddîn, es-Seyyid Mahmûd, Rûhu'l-Meânî, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1414/1994.

Amine Muhsin Vedûd, Kur'ân ve Kadın, trc. Nazife Şişman, İz Yay., İst, 1997.

Arat, Yeşim, "1980'ler Türkiyesi'nde Kadın Hareketi: Liberal Kema­lizm'in Radikal Uzantısı", Türkiye'de Kadın Olgusu, haz. Nec­la Arat, Say Yay., İst., 1992.

Arkûn, Muhammed, ei-Fikru'lİslâmî, trc. ve tik. Hâşim Salih, Dâ-ru's-Sâkî, 2.bs., Beyrut, 1992.

Aşa, H. Emel, "İlk Türk Kadın Romancısı Fatma Aliye Hanım'm Ro­manlarında Aile ve Kadın", Sosyo-Kültüre! Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992.

Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, MÜİFV Yay., İst., 1988.

Atay, Hüseyin, Abdulvahhâp Hallâf'ın İslam Hukuk Felsefesine "Önsöz", AÜİF Yay., 2.bs., Ankara, 1985.

Kur'ân'a Göre Araştırmalar I-III, Atay Yay., 2.bs., Ankara, 1997.

Kur'ân'a Göre Araştırmalar V, Atay Yay., Ankara, 1995.

"Kur'ân ve Hadis Yorumlaması", Bilgi ve Hikmet, sy.8, (Güz- 1994).

Atay, Hüseyin v.dğr., İslam Gerçeği, AÜÎF Yay., Ankara, 1995.

Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neş.. İst., 1988.

"İslam'ın Kadına Getirdiği Haklar",  İslami Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991).

Şulemi ve Tasavvufi Tefsiri, Sönmez Neş., İst., 1969. —, "İslâm'da Tesettür", (Konferans, 18 Ocak 1997), İslam'ın Işığında Kadın, TDV Yay., Ankara, 1998. —, Gerçek Din Bu 2, Yeni Ufuklar Neş., İst., ts. -, Imamiyye Şiâsının Tefsir Anlayışı, Yeni Ufuklar Neş., İst., 1998.

Aydın, M. Akif, "Osmanlılarda Aile Hukukunun Tarihi Tekâmülü", Sosyo-Kültüref Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992.

Aydın, Mehmet, "Modernleşme Çabaları ve Kur'ân'ın Yeniden Oku­nuşu", III. Kur'ân Haftası Kur'ân Sempozyumu (2-4 Şubat-1996), Fecr Yay., Ankara, 1998.

"Iiim-İsİâm Münasebeti", Bilgi, Bitim ve İslam, (Sempoz­yum^, İSAV Yay., İst, 1987.

"İslâm'ın Işığında Kadın", (Konferans, 8 Arahk-1996), İs­lam'ın Işığında Kadın, TDV Yay., Ankara, 1998. -, "İslam ve Kültürel Çoğulculuk", Uluslararası İslam Düşün-

cesi Konferansı 2, (25-27 Nisan-1997), İBBKİDB Yay., İst., 1997.

Aziz, Ahmet Khalil. "Gender Patterns in the Qur'an: A Sociolinguis-tic Approach", The American Journal of Islamic Social Scien­ces, XII/3, (Fall-1995).

el-Bâcî, Ebu'l-Velîd, thk. ve tik. Muhammed Ali Ferkûs, Kitabu'l-İşâ-re fî Ma'rifeti'1-Usûl, Dâru'l-Beşâiri'l-İslamiyye, Beyrut, 1416/ 1996..

Bardakoğlu, Ali, "Delâlet", DİA, İst., 1994.

Câhiliye Döneminde Kadın", Sosyal Hayatta Kadın, (Sem­pozyum), Ensar Neş., İst.; 1996.

Başer, Vehbi, "Sosyal İlimler Açısından Kutsal Metinlerin Anlaşılma­sı", //. Kur'ân Sempozyumu, (4-5 Kasım-1995), Bilgi Vakfı, Ankara, 1996.

Bayındır, Abdüİaziz, "Günümüzde Ailede Meydana Gelen İhtilaflar ve Sebepleri", Sosyal Hayatta Kadın, (Sempozyum), Ensar Neş., İst., 1996.

el-Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b, Mesud el-Ferra, Meâlimu't-Tenzîl, haz. ve thk. Halid Abdurrahman, Mervan Suvar, Dâru'l-Marife, 3.bs., Beyrut, 1413/1992.

Benton, Cathy, "Many Contradiction: Women and Islamists in Tur-key", The Müslim Vorld} LXXXVI/2, (1996). Berktay, Fatmagül, 'Türkiye'de Kadın Hareketi", Kadın Hareketinin Kurumlaşması (1-4 Kasım-1991), trc. Meral Akkent, Metis Yay., İst., 1994.

Kadın Olmak Yaşamak Yazmak, Pencere Yay., 2.bs., İst., 1994.

Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, AÜSBE, (Doktora Te­zi), Ankara, 1994.

el-Beydâvî, Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envâru't-Tenzîl ve Es-râru't-Te'vll; Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1408/1988.

el-Bikâf, Burhaneddin, Nazmu'd-Durer, y.y., b.y., 1389/1969.

Bilgiseven, Âmiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, Filiz Kitabevi, 4.bs., İst., 1986.

Bilmen, Ömer Nasûhi, Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe Meali Alisi ve Tef­siri, Bilmen Yay., İst., ts..

Bolay, S. Hayrı, Felsefi Doktirinler Sözlüğü, Akçağ, 4.bs., b.y.,1987.

Bolay, M. Naci, "Delâlet", DİA, İst., 1994.

el-Buhârî, Ebû Abdullah Muhammet b. İsmail, Sahîhu'l-Buhârî, thk. Abdulaziz b. Abdullah b. Baz, Dâru'i-Fikr, b.y., 1411/1991.

BuhL, Fr., "Nablus", MEB islam Ansiklopedisi, İst., 1964.

Feminizmin Tarihî Paradoksu", Kadın  Ve Aile, sy.  34,

(15Ocak-15 Şubat-1988).

"Kur'ân'da Tarih ve Geienek", İslami Araştırmalar, sy. 5, (Ekim-1987).

Bülbül, Meiik, "Edebi Metinlerde Anlam Boyutluluğu", Yedi İklim, sy. 82, (Ocak-1997).

Hz. Muhammed'in Risâletinin Evrenselliği", Ebedî Risalet I, Işık Yay., İzmir, 1993.

el-Câbirî, Muhammed Abid, Arap Aklının Oluşumu, trc. İbrahim Akbaba, İz Yay., İst., 1997.

Canatan, Kadir, "Bir Okuma Biçimi Olarak Fundamentalizm ve İslam­cılık", Bilgi Ve Hikmet, sy. 12, (Güz-1995).

Bir Paradigma Sorunu Olarak Kamusa! Alan-Özel Alan İki­lemi", Söz/eşme, sy. 4, (Şubat-1998).

Cebeci, Lütfullah, "Kadın ve Günümüz Kadını Üzerine", Seviye, sy. ll,(Ocak-Şubat-1999).

Kur'ân-ı Kerîm'in Ahkâmı Kıyamete Kadar Geçerlidir", I Kur'ân Sempozyumu (1-3 Nisan-1994), Bilgi Vakfı, "Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru", Kur'ân Sempozyumu, Za­man Gazetesi Yay., İst., 1989.

Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, TDV Yay., 8.bs., Ankara, 1991.

el-Cessâs, Ebû Bekr Ahmet b. Ali er-Râzî, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Muhammed es-Sadık Kamhâvî, Daru İhyai't-Turâsi'l-'Arabî, Beyrut, 1412/1992.

el-Cezerî, Abdurrahman, Kitabu'l-Ftkh alâ Mezâhibi'l-Erba'a, 5.bs., Mektebetu't-Ticariyye, b.y., ts..

Charney, Jean-Paul, islâm Kültürü ve Toplumsal Ekonomik Değiş­me, trc. Adnan Bülent Baloğlu, Osman Bilen, TDV Yay., Anka­ra, 1997.

Corci Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, trc. Zeki Meğâmiz, Üçda! Neş., İst., 1978.

Kur'ân Dil ve Siyaset Üzerinde Söyleşiler, Kitabevi, İst.,

"Hatırınız için Hurafelerimizin Zerresini Bile Feda Etmeyiz Ey

Esiran", Yeni Şafak (20/10/1998} Sözün özü, Tibyan Yay., İst., 1996.

Çaha, Ömer, Sivi! Kadın, trc. Ertan Özensel, Vadi Yay., Ankara,

1996. Çakın, Kâmil, "Kadınlar île İlgili Bir Hadis ve Değerlendirmesi", Dinî

Araştırmalar, 1/1, (Mayıs-1998) Çakır, Serpil, "Meşrutiyet Devri Kadınlarının Aüe Anlayışı", Sosyo-

Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara,

Türkiye'de Kadın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yay., İst., 1992. Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yay., İst., 1994.

Çelebi, Ahmet, islâm'da Eğitini Öğretim Tarihi, trc. Ali Yardım, Damla Yay., İst., 1983.

Çelik, Ali, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne, Çağlayan Yay., İz­mir, 1996.

Çelikel, Aysel, "Uluslararası Sözleşmelerde Kadın", Türkiye'de Ka­dın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yay., İst.,

Dağ, Mehmet, "İslamda Örtünme Üzerine", AÜİFİİED, sy. 5, (1982).

Davudoğlu, Ahmet, "Tarih Metodolojisi ve Geleneği Yeniden Yorum­lama Sürecindeki Önemi", islam, Gelenek ve Yenileşme, (Sempozyum, 22-23 Nisan-1996), TDV Yay., İst., 1996.

İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Ye­niden Yorumlanması", Dîvân İlmî Araştırmalar, sy. 1, (1996).

Demir, Zekiye, Modem ue Postmodern Feminizm, İz Yay., İst., 1997.

Demirci, Muhsin, Kur'ân'tn Müteşabihleri Özerine, Birleşik Yay., İst., 1996.

Doğramacı, Emel, Türkiye'de Kadının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası Yay., 2.bs., Ankara, 1992.

Doğrul. Ömer Rıza, Müslümanlık Nedir?, Asarı İlmiye Kütüphanesi Neş., b.y., 1933/1352.

Tanru Buyruğu, İnkılâp ve Aka, 4.bs., İst., 1980.

Döndüren, Hamdi, Aile ilmihali, Erkam Yay., İst., ts..

ed-Dureynî, Fethî, Dirâsât ve Buhûs fî Fikri'l-İslami'l-Muâsır, Dâru Kuteybe, Beyrut, 1408/1988.                        i

Ebû Dâvud, Sünen, Çağrı Yay., İst., 1413/1992.

Ebu's-Suûd, İrşâdu'l-Akli's-Selîm, DâruTKutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1419/1999.

Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Musenna, Mecâzu'l-Kur'ân, tik. Muham-med Fuad Sezgin, Müessesetu'r-Risâle, 2.bs., Beyrut, 1401/1981.

el-Elbânî, M. Nasıruddin, Hicab, trc. Akif Nuri Karcıoğlu, Huzur Yay., 4.bs.,İst., 1991.

el-Elmaî, Zahir b. Awad, Kur'ân'da Tartışma Metotları, trc. Ercan Elbinsoy, Pınar Yay., İst., 1984.

el-Endelûsî, Ebû Hayyârı, el-Bahru'l-Muhît, Dâru İhyâİ't-Turâsiİ-Ara-bî, 2.bs., Beyrut, 1411/1990.

Engineer, Asghar Ali, islam and Muslims: A Critical Reassesment, y.y., Jaipur, ts.

Ensâri, Zafer İshak, "Hadis Araştırmasında Joseph Schacht'in Meto­dunun Tenkidi", Sünnet'in Dindeki Yeri (Sempozyum), Ensar Neş., İst., 1997.

Erdoğan. Mehmet, Ahkâmın Değişmesi, İFAV, İst., 1990.

Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İFAV, İst., 1995.

Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İst., 1998.

Eroğlu, Selahattin, "Talâk Hakkında Kur'ân-ı Kerİm'in Genel Tutu­mu", AÜİFD, sy. 28, (1986).

Eroğlu, Ali, "Meâlimu't-Tenzîl ve Tefsiru'i-Kur'âni'1-Azîm Tefsirleri Üzerine Bir Mukayese", EAÜİFD, sy. 9, (1990),

Esack, Farid, Qur'an, Liberation and Pluralism, Oneworld, Finland. 1997.

Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı, trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İst, 1996.

Esen, Nükhet, "Türk Ailesindeki Değişmenin Romanımıza Yansıma­ları", Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992.

Eskicioğlu, Osman, "İslâm'da Kadının Yeri", DEÜİFD, sy. 8, (1994).

Fahri, Macid, "İslam Düşüncesinin Kaynaklan", Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı 2, (25-27 Nisan-1997), İBBKİDB Yay., İst., 1997.

Fatma Aliye, "Ta'addud-i Zevcât Zeyi", Sosyo-Kültürel Değişme Sü­recinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara,

Bey'atürndvân", DİA, İst., 1992.

Asr-ı Saadet Döneminde Gelenek ve Yenileşme", İslam Ge­lenek ve Yenileşme, (Sempozyum, 22-23-Nisan-1996), TDV Yay., İst., 1996.

Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'ân, trc. Alparslan Açıkgenç, Fecr Yay., Ankara, 1987.

Freund. Julien, Beşerî Bilim Teorileri, trc. Bahaeddin Yediyıldız, TTK Bas., Ankara, 1991.

Gazâlî, Ebû Hamid, Ceyâhiru'l-Kur'ân, thk. Muhammed Reşid Rıza el-Kabbânî, Dâru İhyâi Ulûm, Beyrut, 1404/1984.

el-Mustesfa (İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodo­lojisi), trc. Yunus Apaydın, Rey Yay., Kayseri, 1994. -, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Dâru İhyâi'l-KutubiTArabiyye, b.y., ts.

Gazâlî, Muhammed, Nebevî Sünnet, trc. Ali Özek. İslâmî Araştırma­lar Yay., İst., 1992.

Goldziher, Ignaz, İslam Tefsir Ekolleri, trc. Mustafa İsiamoğlu, Den­ge Yay., b.y., 1997.

Göka, Erol, "Hermenötİk Üzerine", Türkiye Günlüğü, sy. 22, (Ba­har-1993).

Göka, Erol v.dğr., Önce Söz Vardı, Vadi Yay., b.y., 1996.

Göle, Nilüfer, Modern Mahrem, Metis Yay., 5.bs., İst., 1994.

Görgün, Tahsin, "Türkiye'de İslam Düşüncesinin Geleceği ve İslamî Düşünce Geleneği", İslam, Gelenek ve Yenileşme, (Sempoz­yum, 22-23 Nisan-1996), TDV Yay., İst., 1996.

Hermenötik Açıdan Kur'ân'ı Anlamanın Ve Yorumlamanın Sorunları", 2.Kur'ân Sempozyumu, (4-5 Kasım-1995), Bilgi Vak., Ankara, 1996.

"Kur'ân'da   Kadm-Erkek   Eşitsizliğinin   Temelleri",   Islami

Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991). Güvenç, Bozkurt, İnsan ue Kültür, Remzi Kitabevi, 6.bs., İst., 1994. el-Halebî, Multeka el-Ebhur,  Muessesetu'r-Risâie,  Beyrut,   1409/

1989. el-Hâiîl b. Ahmed, Kitâbu'l-Ayn, thk. Mehdi Mahzûmî, İbrahim es-

Samerâî, Müessesetu'l-A'lemî, Beyrut, 1408/1988. Hallaf, Abulvahhâp, İslam Hukuk Felsefesi, trc. Hüseyin Atay, AÜ-

İF Yay., 2.bs., Ankara, 1985. Hamidullah. Muhammed, İslam Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İrfan

Yay.,4.bs.,İst., 1980/1400. Hanefî, Hasan, "Konulu Kur'ân Tefsiri Metodu", trc. Sönmez Kutlu,

İslami Araştırmalar, IX/l-4, (1996). Günümüzde Kur'ân'ın Çağdaş Bir Tefsir Teorisi Var mı?".

trc. Abdullah Şahın, Tezkire, (Güz-1993). -, ed-Dirâsâtu't-Felsefiyye, y.y., Kahire, 1987.

Harb, Ali, Nakdu'l-Hakîka, el-Merkezu's-Sakâfî el Garbı, Beyrut,

1993. Harekât, ibrahim, el-Mağrib Abre't-Tarih, Dâru'r-Reşâd el-Hadîse,

b.y., ts.

Harman, Ömer Faruk, "Havva", DİA, İst., 1997. Hasan, H. İbrahim, İslam Tarihi, trc. İsmail Yiğit v.dğr., Kayıhan

Yay., İst., 1985. Hassan, Riffat, "Women in Müslim Cuİture: Some Critical Theöİogi-

cal Reflections", Dialogue and Alliance, IX/1, (Spring-Sum-

mer-1995). Hatemi,   Hüseyin,   İlâhî  Hikmet'de  Kadın,   İşaret   Yay,   3.bs.,

İst.,1995. Hatiboğİu, Mehmed S.,  "İslam'ın Aktüel Değeri Üzerine", İslami

Araştırmalar, sy. 1, (Temmuz-1986). el-Hâzİn, Muhammed Aleddin Ali b. Muhammed, Lubâbu't-Te'uil fi

Meâni't-Tenzîl, Dâru'1-Fikr, b.y., ts.. el-Hınn, Mustafa Sait, İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları, trc.

Halit Ünal, Rey Yay., Kayseri, 1993. Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, 3.bs., Ankara, 1999. Hodgson, M.G.S., İslam'ın Serüveni, trc. Alp Eker v.dğr., İz Yay.,

Hökelekli, Hayati, "Cinsiyet," DİA, İst., 1993. Huart, CL, "Bey'a", MEB İslam Ansiklopedisi, İst., 1970. el-Humsî, en-Nakîb Nehdî Subhî, Tarîhu Trablus min Hilâli Vesa­iki'l-Mahkemeti eş-Şeriyye, y.y., Beyrut, ts. el-Huvvârî, Hûd b. Muhakkem, Tefsiru Kitabillahi'l-Azîz, thk ve tik.

ei-Hacc b. Saîd Şerifi, DâruTGarbiTİslâmî, Beyrut, 1990. el-Irâkî, Atıf, "Te'vil" (Hermeneutics-lnterpretation)", el-Meusûa el-

Felsef'ıyye el-Arabiyye, ed.  Ma'n Ziyade,  Ma'hedu'l-İnmâi'l-

'Arabî, b.y., 1986. Izutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ue İnsan, trc. Süleyman Ateş,

Kevser Yay., Ankara, ts. İbn Abbad, İsmail, el-Muhît fi'î-Luga, thk. Muhammed Ali Yâsîn,

AlemuTKutub, Beyrut, ts. İbn Abdı Rabbih, Ahbâru'n-Nisâ fi'l-'İkdi'l-Ferîd, der. Semîr Cabir,

Abdu Mehenna, y.y., Beyrut, ts.. İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashâb, thk. Ali Muhammed el-

Becâvî, Dâru'1-Cîl, Beyrut, 1992. İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtâr, Dâru KutubiTİİmiyye, Beyrut, 1415/

1994. İbn Abdulvâhid, Kematüddin Muhammed, Şerhu Fethi'l-Kadîr, Dâru

İhyâi't-TurâsiTArabî, Beyrut, ts.. İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsiru't-Tahrîr ue't-Tenvîr, ed-Dâru't-

Tûnusiyye, Tunus, tsislam Hukuk Felsefesi, trc. Vecdi Akyüz, Mehmet Erdoğan,

İklim Yay., İst., 1988. İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyizi's-Sahâbe, thk. ve tik. Âdil

Ahmet Abdulmevcûd, Ali Muhammed Muavvaz, Dâru'l-Kutubi'l-

İlmiyye, Beyrut, 1995.

Fethu'l-Bârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, thk. Abdulaziz Abdul­lah b. Baz, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1416/1996. İbn Hazm, el-Muhalla bi'l-Âsâr, thk. Abdulgaffar Süleyman el-Bindâ-

rî, DâruTFikr, Beyrut, ts.. İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmu'l-Muvakkı'în, tik. Muhammed Mu'ta-

sim  Billah  el-Bağdâdî,   Dâru 1-Kitabi'1-Arabî,   Beyrut,   1416/

1996. İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, thk. Muhammed İbrahim el-Binâ

v.dğr. Dâru Kahraman, İst., 1984. İbn Kuteybe, Tefsiru Garibi'İ-Kur'ân, thk. Ahmed Sakr, Daru'1-Kutu-

bü-İlmiyye, Beyrut, 1398/1978. İbn Mâce, Sünen, Çağrı Yay., İst., 1413/1992.

İbn Marızûr, Lisânu'l-'Arab, Dâru İhyâi Turâsi'l-'Arabî, Beyrut, 1416 /1990.

İbn Ruşd, Bidâyetu'l-Muctehid, Dâru'l-Kutubi:l-İslâmiyye, 2.bs., b.y., 1403/1983.

İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kubrâ, Dâru's-Sâdır, Beyrut, 1985.

İbnSîde, ei-Muhkem ve'1-Muhttu'l-A'zam, y.y., b.y., 1391/1971.

İbn Teymiye, Takiyyuddîn, et-Tefsiru'l-Kebîr, thk. ve tik. Abdurrah-man Umeyre, Dârul'l-Kutubi'l-îlmiyye, Beyrut, 1988.

Mecmû'u Fetâvâ (Kitâbu't-Talâk), y.y., b.y., ts.

İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Dâ-ruİ-Marife, Beyrut, ts..

İbnu'l-Betnûnî, el-Unvan fî'l-İhtirazt min Mekâidi'n-Nisvân, thk. Muhammed et-Tûnacı, y.y., Haleb, ts..

İbnu'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec, Telbîsu İblîs, el-Mektebetu'İ-İslamiyye, Bey­rut, 1994.

İbnu'1-Hacc, el-Medhal, Dâru'l-KitâbH-'Arabî, 2.bs., Beyrut, ts..

İbnu'l-Humâm, Şerhu Fethi'l-Kadîr, Mektebetu't-Ticariyye, Mısır, ts.

İlyasoğlu, Aynur, Örtülü Kimlik, Metis Yay., İst., 1994.

İskilipli Atıf Hoca, İslömi Tesettür, Şelâle Yay., İst., ts.

Kaddah, Naîm, İfrîkya el-Garbiyyu fiZılâlı'l-İsiam, y.y., el-Cezâir, ts..

el-Kâfiyecî, Muhammed b. Süleymen, Kitabu't-Teysîr fî Kavâidi İl-rni't-Tefsir, thk., trc, tik. İsmail Cerrahoğli, Neşriyat Külliyeti'l-İlahiyat, b.y., ts..

Kağıtçıbaşı, Çiğdem, insan Ve İnsanlar, Evrim Basım Yayım, 7.bs., İst, 1988.

Kallek, Cengiz, "Biat", DİA, İst., 1992.

Kapar, M. Ali, İslam'da Bey'at", SÜİFD, sy. 4, (1991).

Karaman, Hayreddin, "Âdet", DİA, İst., 1988.

Günümüzde Çalışan Kadının Problemleri", Sosyal Hayatta

Kadın, (Sempozyum), Ensar Neş., İst., 1996.

"Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", İslam'ı Araş­tırmalar, V/4, (Ekim-1991).

İslâm'da Kadın ve Aile, Ensar Neş., İst., 1994.

"Fıkıhta Gelenek ve Yenileşme", İslam, Gelenek ve Yenileş­me, (Sempozyum, 22-23 Nisan-1996), TDV Yay., İst., 1996.

Din, Gelenek, Çağdaşlık ve Kadın", Yeni Şafak, (6/6/

Modernleşme ve Kadın", Yeni Şafak, (13/6/1999)

Karlığa. Bekir, "Grek Düşüncesinin İslam Dünyasına Girişi", İslam, Gelenek ve Yenileşme, (Sempozyum, 22-23 Nisan-1996), TDV Yay., İst., 1996.

"İslam'da Tercüme Hareketleri", Uluslararası İslam Düşüncesi Konfe­ransı 2, İBBKİDB Yay., İst., 1997, 84-97.

Karpat Kemai H., Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., İst., 1996.

el-Kâsânî, Bedâiu 's-Senâî,' Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1418/1997.

Kasapoğlu, Abdurrahman, Kadın, Modernizm ve Örtünme, Cemre Yay., İst, 1993.

el-Kastaîânî, İrşâdu's-Sârî li Şerhi Sahihi'l-Buhârî, Dâru'1-Fikr, Bey­rut, 1410/1990.

Kaşıkçı, Osman, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Mecelle, OSAV, İst., 1997.

Kaya, Mahmut, "İslam'ın Evrenselliği Üzerine"', Ebedî Risalet I, Işık Yay., İzmir, 1993.

Kemali, Muhammed H., "İslâm'da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahlili", İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, 1/2, (Kış-1414/1993)

el-Keremî, Hasan Said, el-Hâdî, Dâru Lubnân, Beyrut, 1412/1992.

el-Kettânî, et-Terâtibu'l-İdâriyye, trc, Ahmet Özel, İz Yay., İst., 1991.

Khan, Mohd Sharif, Islamic Educatıon, y.y., New Delhi, ts..

Kılıç, Sadık, "Evrensel Tarihseliikten Bilimsel Bütünlüğe", Dosya, sy. 1, (Bahar-1997).

Nesnellikle Öznellik Arasında Yorum", İslâmî Araştırmalar, lX/l-4, (1996).

"Risaletin Zaman Boyutu Ve Kur'ân'ı Derinliğine Okumak",

Ebedî Risalet 1, (Sempozyum), İşık Yay., İzmir, 1993.

Kılpatrıck, Hılary, "Women as Poets and Chattels", Quardernı Di Studı Arabi, sy. 9, (1991).

Kırbaşoğlu, Mehmet Hayrı, "Kadın Konusunda Kur'ân'a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler", İslami Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991).

Kur'ân ve İnsan, Marifet Yay., İst., 1996. Yönelişler, Tuğra Neş., b.y.. ts..

el-Kirmânî, Şerhu'İ-Kirmânî, Dâru İhyâi't-Turâsi'l-'Arabî, Beyrut, 1401/1981.

Kitabı Mukaddes, Yalçın Ofset, İst., 1993.

Koca, Ferhat, İsiâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İSAM Yay. İst.,

1996. Koca, Kadriye Yılmaz, Osmanlı da Kadın ve İktisat, Beyan Yay.,

îst, 1998. Koçak, Muhsin, Hz. Ömer ve Fıkhı, (Basılmamış Doktora Tezi), DE-

ÜSBE, İzmir, 1987. Koçyiğit, Talat, Cerrahoğlu, İsmail, Kur'âriı Kerîm Meal ve Tefsiri,

DİB Yay., Ankara, 1990. --------, Kelamcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar,  TDV

Yay., Ankara, 1984. -, Hadis Istılahları, AÜİF Yay., 2.bs., Ankara, 1985.

Kongar, Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği,

Remzi Kitabevi, 4.bs., İst., 1985. Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kur'âniye, Bahar Yay., İst., 1966.

Büyük Kur'ân Tefsiri, Üçdal, 4.bs., İst., ts.

Kur'ân'dan Yeni Yorumlar, "Başörtüsü ve Bir Eleştiri", Kur'ân'dan

Yeni Yorumlar, sy. 1, (Mart-1999). Kurnaz, Şefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1839-1923),

MEB Yay., Ankara, 1991. el-Kurtûbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami': li Ahk&

mi'l-Kur'ân, Dâru'l-Kutub, Kahire, 1383/1963. el-Kuşeyrî, Letâifu'l-İşârât, tkd., thk. ve tik., İbrahim Besyûnî, el-Heyetu'l-Mısrıyye el-Amme li'1-Kitab, 2.bs., b.y. 1981. Kutub,   Seyyid,  Fî Zılâli'l-Kur'ân,   Dâru'ş-Şurûk,   lO.bs.,   Beyrut,

1402/1982. Lane, Edward Wiliiam, An Arabic -Enghsh Lexicon, Librairİe Du ü-

ban, Beirut, 1980. Lapidus, Ira M., Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, trc.

İ, Safa Üstün, İFAV, İst., 1996. Lewis, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara,

1991. Maciver, R. M., Page, Charles H., Cemiyet I, trc. Amiran Kurtkan,

MEB Yay., İst., 1994. el-Mahaliî, Celâluddin, Ceiâluddin es-Suyûtî, Tefsiru'l-Celâleyn; Dâ-

ru İbn Kesîr, 2.bs;, Beyrut, 1410/1990. Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., 7.bs., İst., 1995. el-Mâverdî, Ali b. Muhammed b. Habîb, en-Nuket ve'l-Uyûn, tik. es-

Seyyid b. Abdu'î-Maksûd b. Abdurrahman, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1992.

Mazaherî, Ali, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, trc. Bahriye

Üço'k, Varlık Yay., İst., 1972. el-Mâzerî, el-Mulim bi Feuâidi Müslim, thk. Muhammed Şazelî en-

Neyfer, Dâru'l-Garbi'l-İslamî, 2.bs., Beyrut, 1992. el-Medenî, Muhammed Muhammed, "Re'yun Cedîdun fî Taaddudi'z-

Zevcât", Risâletu'l-İslâmiyye, Kahire, 1958.

el-Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsiru'l-Merâğî, Dâru'1-Fikr, Beyrut, ts.. Meriç, Cemil, Kırk Anbar, y.y., İst., 1980. Mernissi, Fatİma, Peçenin Ötesi, trc. Mine Küpçü, Yayınevi Yay.,

İst., 1995. Mesûd, Reşid, "sekafe, culture", el Mevsûa el-Felsefiyye el-Arabiy-

ye, b.y., 1986.

Mevdûdî, Hicab, trc. Ali Genceli, Hilâl Yay., 3.bs., b.y., ts.. Mevsılî, el-İhtiyâr H Ta'İîli'l-Muhtâr, tik. Mahmûd Ebû Dakika, Dâ-

ru'd-Da've, İst., 1984.

Mevsûa e}-Fıkhıyye, Dâru's-Safve," Kuveyt, 1414/1993. Minibaş, Türkel "Basında Kadın", Türkiye'de Kadın Olgusu, haz.

Necla Arat, Say Yay., İst., 1992. eİ-Mubârekfûrî,  Tuhfetu'l-Ahvezî, tsh.   'Abdurrahman Muhammed

Osman, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire, 1412/1991. Mucchielli, Alex, Zihniyetler, trc. Ahmet Kötü, İletişim Yay., İst.,

1991. Muhammed Fahreddİn, "Medeniyeti İslamiyeden Bir Sahife Yahut Te-

settüri Nisvân", Sırat-Mustakîm, VI/147, {6/1327} Muhyiddin Ibnu'l-'Arabî, Rahmetun mine'r-Rahmân fî Tefsiri ve Işâ-

râti'l-Kur'ân, der. Mahmud Mahmud el-Gurab, b.y.,  1410/

1989.

Musa Kâzim, Külliyât, Evkafı İslâmiyye Yay., b.y., ts. Mustafa Sabrı Efendi, Kadınla İlgili Görüşüm, trc. Mustafa Yılmaz,

Esra Yay., İst., 1994. Aile Hayatı, Tesettür Meselesi, Kadın Hukuku", Sosyo-Kül-

türel Değişme Sürecinde Türk Ailesi (III), AAK Yay., Ankara,

1992. Mutahhari, Murtaza, İslam ve Kadın, trc. Kadir Çelik, Evrensel Yay.,

İst., 1996.

Müncid, Salahuddİn, Emsâlu'l-Mer'e' İnde'l-Arab, y.y., Beyrut, ts. Müslim, el'Câmiu's-Sahih, Çağrı Yay., İst., 1413/1992. Mütercim Asım, Kamus Tercümesi, Bahriye Mat., b.y., 1305. Nasr, Seyyid Hüseyin, "Çağımızda İslâmî Çerçevede Çöküş, Sapma ve Rönesans", İsiâmî Sosyal Bilimler Dergisi, 1/2, (Kış-1414/ 1993).

en-Nesefî, Abdullah b. Ahmed, Medâriku't-Tenzîİ ue Haköiku't-Te'vil; thk. Mervan Muhammed eş-Şe'âr, Dâru'n-Nefâis. Bey-rût, 1416/1996.

Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtu't l'câz, Sizler Yay., İst., 1990.

Okay, Orhan, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi MEB Yay., İst, 1991.

Ömer Nasûhî, "Taddud-i Zevcât Müessesesi İctimaiyesi (I, II)", Sebi-lürreşad, XXIII/591, (3/1340).

Özdeş, Talip, İmam Mâturîdî'nin Te'vilâtu Ehli's-Sünne Adh Eseri­nin Tefsir Metodolojisi Açısından Tahlil Ve Tanıtımı (Yayın­lanmamış Doktora Tezi), EÜSBE, Kayseril997.

Özlem, Doğan, Metinlerle Hermenötik, İnkılâp Kitabevi. 2.bs., İst. 1996.

Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'daki İslam, Yeni Boyut, lö.bs., İst., 1997.

Kur'ân-ı Kerîm Meali, Hürriyet Ofse.L, İst., 1994.

Tasavvufun Ruhu Ve Tarikatlar, Yeni Boyut, İst., 1990.

er-Râzî, Fahreddin, et-Tefsiru'I-Kebîr\ Dâru'l-Kutubi'l-İimiyye, Bey­rut, 1411/1990.

Reilly, James A., "Women in the Economic Life of Late Ottoman Da-mascus", Arabica, XLII/I, (Mars-1995).

Reşid Rıza, "Nidâu li Cinsülatîf", el-Menâr, XXXII/5, (3 Oktobır-1931).

Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, Dâru'I-Fikr, 2.bs., by., ts.

Rıppm, Andrew, "Tafsir", The Encyclopedia Of Religion, ed. Mir-cea Eliade, Macmiilan Publishing Company, New York, 1987.

Rothacker, Erich, Tarihselcilik Sorunu, trc. Doğan Özlem, Ara Yay., İst., 1990.

er-Rûmî, Fahd b. Abdurrahman b. Süleyman, Menâhicu't-Tefsiri'l-Akliy y eti'l-Hadîseti fi't-Tefsir, Muessesetu'r-Risâle. Beyrut, 1401/1981.

es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Revâi'u'l-Beyân Tefsiru Ây âti'I-Ahkâm, Mektebetu'i-Gazâlî, Dımeşk, 1400/1980.

es-Sâlih, Subhî, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân, Der Saadet, İst., ts..

es-San'ânî, Abdurrezzak Bin Hemmâm, Tefsiru'l-Kur'ân, thk. Mus­tafa Müslim Muhammed, Mektebetu'r-Ruşd, er-Riyâd, 1410/ 1989.

Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, Ravza Yay., İst., 1992.

Raşid Halifeler Devrinde Kadın, Ravza Yay., İst., 1996.

Sehârenfûrî, Bezlu'l-Mechûd fi Halli Ebî Dâvûd, Dâru'l-Kutubi'l-İl-miyye, Beyrut, ts..

Selkînî, Abdullah Muhammet, Habru'l-Umme: Abdullah Bin Abbas, Dâru's-Selâm, Beyrut, 1986.

es-Semerkandî, Ebu'1-Leys, Bahru'l-Ulum, thk. ve tik. 'Adil Ahmet Abdulmevcud v.dğr., Beyrut, 1413/1993.

Sena,  Cemil.  Hazreti  Muhammed'in  Felsefesi,   Remzi  Kitabevi, 6.bs., İst., 1993.

Sezen, Yümni, İslam Sosyolojisine Giriş, Turan Kültür Vakfı, İst., 1994.

Shatzmilîer, Maya, "Women and Property Rights in Al-Andalus and The Maghrib", Islamic Law and Society, H/3, (1995).

al-Sid, Muhammad 'Ata, The Hermeneutical Problem of The Cu­ran in Islamic History, y.y., b.y., May-1975.

Sifil. Ebubekir. Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi I (Yaşar Nuri Öztürk), Kayıhan Yay., İst., 1997.

es-Sindî, Hâşiyetu İmam es-Sindî, thk. Mektebu Tahkiki't-Turâsi'1-İl-mî, Dârul-Marife, 3.bs., Beyrut, 1994.

Smith, Margaret, Bir Kadın Sufi: Rabia, trc. Özlem Eraydın, İnsan Yay., İst., 1991.

Sobhani, Tofigh Hashempour, Şah-name'de Kadın ve Şarap, (Yayın­lanmamış Doktora Tezi), İÜEF, İst., 1974.

Stowasser, Barbara F., "Women's Issues in Modern Islamic Tho-ught", Arab VJomen, ed. Judith E. Tucker, y.y., Indiana, ts..

Süruş; Abdülkerim, "Dini Bilginin Evrimi ve Çağdaşlaşma," trc. Ke­nan Çamıtrcu, Bilgi Ve Hikmet, sy. 8, (Güz 94).

Modern Durum ue Dinî Bilginin Evrimi, haz. Yalçın Akdo­ğan, Kenan Çamurcu, Pendik Belediyesi Kültür Yay., İst., 1995.

es-Suyûtî, Celâluddin, ed-Durru'l-Mensûr fi't-Tefsir bi'l-Me'sûr, Dâ-ru 1-Fikr, Beyrut, 1414/1993.

el-İtkân f\ Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru'i-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut,1407/1987.

eş-Şarkâvî, İffet Muhammed,  el-Fikru'd-Dînî fî Muvâceheti'iAsr, Dâru'I-'Avde, 2.bs., Beyrut, 1979.

Kadâyâ İnsaniyye fî A'mali'l-Mufessirin, Dâru'n-Nehdati'l-

Arabiyye, Beyrut, 1980.

eş-Şâtıbî, Ebû İshâk, el-Muvâfakât fî Usûfi'ş-Şerîa, el-Mektebetu't-Ticariyye el-Kubra, Mısır, ts..

Kadın Sorunu", islam ve Modernizm (Sempozyum, 22-23 Şubat-1997), İBBKİDB Yay., İst., 1997.

Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindekİ İzdüşümleri,

Kitâbiyât, Ankara, 2000. 234-235.

Şelebî. M. Mustafa, Ta'lîlu'İ-Ahkâm, Daru'.vNâhdati'l-Arabî, Beyrut, 1981.

Şelebî, Hind, et-Tefsİru'1-İlmî li'1-Kur'âni'l-Kerîm, Matbaatu Tunus, Tunus, 1985.

Şeîtût, Mahmud, Tefsiru'l-Kur'âni'I-Kcrîm, Dâru'ş-Şurûk, 11.bs., Kahire, 1408/1988.

Şemseddin Sami, Kadınlar, haz. Gündoğan Yay., Ankara, 1996.

Kâmûs-i Türki, Çağrı Yay., b.y., 1317.

Şerîf, İbrahim, İtticâhâtu't-Tecdîd fî TefûrVl-Kur'âni'l-Kerîm fi Mısr, Dâru't-Turâs, Kahire, 1982.

eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, thk. Seyyid İbrahin, Dâru'l Hadîs, Kahi­re, 1413/1993.

Şimşek, M. Said, Günümüz Tefsir Problemleri, Düşünce Yay., İst., 1995.

"Kültürel ve İçtimaî Olayların Tefsir Hareketine Tesirleri",

Dünden Bugüne İslam Dünyasında Zihniyet Değişiklikleri ue Çağdaşlaşma Problemleri, (Sempozyum, 16-17 Haziran-1990), Ensar Vakfı, Bursa.

et-Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiu'l-Beyân an Te'vili Âyi'l-Kur'ân, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1408/1988.

Taştan, Osman, "İslam Hukukunda Literalizm: Anahatlarıyla Mukaye­seli Bir Analiz", İslâmî Araştırmalar, IX/l-4, (1996).

et-Tirmizî, Sünen, Çağrı Yay., İst., 1413/1992.

Topaloğlu, Bekir, İslam'da Kadın, Yağmur Yay., İst., 1990.

Cennet", DİA, İst., 1993.

Tucker, Judith E., "The Arab Family in History", Arab Women, ed. Judith E. Tucker, Indiana, ts.

Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, MÜİF Vakfı Yay. İst., 1987.

Türköne, Muallâ, Eski Türk Toplumunda Cinsiyet Kültürü, Ark Yay., b.y., 1995.

Uğur, Mücteba, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, TDV Yay., Ankara, 1992.

Uludağ, Süleyman, Sûfî Gözüyle Kadın, İnsan Yay., İst., 1995.

Unat, Nermin Abadan, "Kadın Araştırmalarının Neden Amaç ve Kapsamı", Türkiye'de Kadın Olgusu, Say Yay.,

Uveys Abdulhalîm, İbn Hazm el-Endelusî, Dâru'l-İ'tisâm, b.y., ts. Üçok 'Bahriye, İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hü­kümdarlar, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1993. Vedûd-Muhsin, Amine, Kur'ân ve Kadın, trc. Nazife Şişman, İz Yay., İst., 1997.

Yavuz, Hilmi, ''Bilim ve Yorum", Zaman, (11 Ağustos-1998) Yavuz, Yunus Vehbi, Çalışma Hayatı ve İslam, Tuğra Neş., İst.,

"Kadınlar Velayet Hakkına Sahiptir", Yeni Zemin, (Haziran-1993).

Yazıcı, İshak, "Nüzul Sebeplerini Bilmenin Kur'ân Tefsirindeki Öne­mi", OMÜİFD, sy. 2,(1987). "Kur'ân'ın Yorumlanmasında ki Temel Prensipler", Tefsirin

Dünü ue Bugünü Sempozyumu, (22-23 Ekim-1992), Samsun,

1992. Yazır, Elmalı'lı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Kitabevi, İst., ts.. islam Düşüncesinin Problemlerine Giriş, Sad. Recep Kılıç,

TDV Yay., Ankara, 1996 R Janet-G. Seailles'in "Tahlilî Felsefe Tarihi Metalib ve Me-

zahib"e Dîbâce (Önsöz), sad. Recep Kılıç, TDV Yay.. Ankara, 1993.

Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken, XII İst., 1985. Yıldırım, Celâi, İlmin Işığında Asrın'Kur'ân Tefsiri, Anadolu Yay., İst, 1986.

Yıldız, Sâkıb, "Şia'nın Kur'ân-ı Kerim ve Tefsiri Hakkındaki Görüşle­ri", EAÜİFD, sy. 5, (1982).

Yılmaz, Musa Kâzım, Kur'ân Ailesi, Hilal Yay., İst., 1994. ez-Zamahşerî, Cârullah Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâıkı't-

Tenzîl ue Uyûni'l-Akâuîî fî Vucûhi't-Te'uil, Dâru'1-Fikr, b.y., ts.. Zeevi, Dror, "Women in 17 th-century Jerusalem: Western and indigenous Perspectives", International Journal of Middle East

Studies, XXVII, (May-1995). ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve'l-Mufessirûn, Dâru'l-

Kutubi'l-Hadîse, b.y., 1396/1976.

Zekeriyya, Ahmed Vasfî, 'Aşâiru'ş-Şâm, Dâru'1-Fikr, b.y., ts. Ebû Zeyd, Nasr Hamid, Felsefetu't-Te'vil (Dirâse fi Teuîli'l-Kur'ân inde Muhyiddin b. Arabî), el-MerkezuVSakâfî el-Arabî  3 bs Beyrut, 1996.

Mefhûmu'n-Nass (Dirâse fî Ulûmi'î-Kur'ân), el-Merkezu's-Sakâfî el-Arabî, Beyrut, 1990. Zeydân, Abdülkerim, el-Mufassal fî Ahkâmı'1-Mer'e, Muessesetu'r-Risâle, Beyrut, 1413/1993.[1036]



[1] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 11-13.

[2] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 15-17.

[3] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 21.

[4] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 21-22.

[5] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 22-23.

[6] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 23.

[7] Sorokin'den naklen Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Ger­çeği, Remzi Kitabevi, 4.bs., İst., 1985, 41.

[8] Bu asrın başından itibaren fikrî tartışmaların geliştiği ve yayınlarla sistemli bir şekil­de kamuoyuna daha fazla intikal ettirildiğine dair bk. Kemal H. Karpat, Türk De­mokrasi Tarihi, Afa Yay., İst., 1996, 41. Yine bu dönemlerde vuku bulan savaşla­rın, ülkedeki yönetici ve aydınları çeşitli sahalarda yeni arayışlara sürüklemesine da­ir bk. Bernard Lewİs, Modern Türkiye'nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara, 1991, 237; 476.

[9] 1917'de hazırlanan Hukuku Kararnamesi ile, aile konusunda çok önemli gelişme­ler kaydedilmiştir. Buna göre. evlenme ve boşanmalarda devlet kontrolü getirilmiş, birden fazla eşlilik sınırlandırılmış ve kadına mahkeme yoluyla boşanma hakkı tanın­mıştır. M Akif Aydın, "Osmanlılarda Aile Hukukunun Tarihi Tekamülü", Sosyo-Küh türel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992, II, 449-55. Bu dönemlerden itibaren, aile hukuku İle ilgili davaların sivil mahkemelere intikal ettiril­mesi, fakültelere kız öğrencilerin alınması, kadın haklan ile ilgili kitapların yazılması­na dair bk. Karpat, 49. Ayrıca bk. Lewis, 237.

[10] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 23-25.

[11] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 25-26.

[12] er-Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Ğorîbi'l-Kur'ân, Dâru'l-Marife, Beyrut, 31.

[13] İbn Manzûr, Lisânu'1-Arâb, Dara îhyâi Turâsi'l-Arabî, Beyrut, 1416/1990, I, 263.

[14] İbn Sa'd, et-Tabakâtu'i-Kubrâ, Dâru's-Sâdır, Beyrut, 1985, II, 365; İbn Abdilberr, el-İstî'ob fî Marifeti'7-Ashâb, thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Dâru'l-Cîl, Beyrut, 1992, III, 935; İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temtfzi's-Sahûbe, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 124; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'I-Aztm, thk. Muham­med İbrahim el-Binâ v.dğr., Dâru Kahraman, İst., 1984, I, 13; Abdullah Muham­med Selkînî, Habru'l-Umme: Abdullah Bin Abbas, Dâru's-Selâm, Beyrut, 1986, 16.

[15] Bk. Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur'ân, tik- Muhammed Fuad Sezgîn, Muessesetu'r-Ri-sâle, 2.bs., Beyrut, 1401/1981, I, 1; İbn Kuteybe, Tefsiru Garibi'S-Kur'ân, thk. Ahmed Sakr, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1398/1978, 4; et-Taberî. Camiu'l-Beyân an Te'uiti Ayi'l-Km'ân, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1408/1988, III, 35; el-Mâver-dî, en-Nuket ve'l-Uyûn, tik. es-Seyyid b. Abdulmaksûd b. Abdurrahman, Dâru'1-Ku-tubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1412/1992, 1, 21.

[16] Bk. et-Taberî, I, 36.

[17] Bk. es-San'ânî, Tefsiru'l-Kur'ân, thk. Mustafa Müslim Muhammed, Mektebetu'r-Ruşd, er-Riyâd; 1410/1989; el-Huwârî (h.3.y.y.), Tefsiru KitâbiUahi'1-Azîz, thk ve tik. el-Hacc b. Saîd Şerifi, Dâru'l-Garbi'Uslâmi. Beyrut, 1990. Ayrıca İbn Ku-teybe (v.276/S89)'nin eserine Tefsiru Garibi'I-Kur'ân ismini verdiğini ve Buhâ-rî'nin (v.258/871) de Hz. Peygamber'in Kur'ân^ın tefsiriyle ilgili açıklamalarını "Ki-tabu't-Tefsir' başlığı altında topladığını da burada belirtmiş olalım.

[18] Câmiu'l-Beyân an Te'uili Ayî'l-Kur'ân"

[19] et-Taberî, i, 36.

[20] Nitekim Şarkâvî, Taberî'nin te'vil kelimesini bu manada kullandığına işaret etmek­tedir. Bk. Muhammed 'İffet eş-Şarkâvî, el-Fikru'd-Dinî fî Muvâceheti'!-Asr, Dâ-ru'l-'Avde, Beyrut, 1979, 29.

[21] ehtsfehânî, 384.

[22] Fethî ed-Dureynî. Dırâsât ve Buhûs fî Fikri'I-İslâmil-Muâstr, Dâru Kuteybe, Bey­rut, 1408/1988. 288.

[23] ed-Dureynî, 300.

[24] Bu konuda ayrıca bk. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Kitabevi, İst., ts., I, 28; Andrew Rippin, 'Tafsir", The Encyclopedia Of Religion, Macmillan Publishing Company, New York, 1987, XIV, 236.

[25] Ayrıca bk. Celâluddin es-Suyûtî, elhkân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiy-ye, Beyrut 1407/1987, II, 381.

[26] el-Kâfiyecî, Kitâbu't-Teysîr fî Kauâ'idi İlmi't-Tefsir, thk. ve trc. İsmail Cerrahoğ-li, Neşriyatu Külliyeti'İ-İlahiyat, b.y., ts., 6.

[27] a.e., 6; Ayrıca bk. Talip Özdeş, İmam Mâturidî'nin Te'vilâtu Ehli's-Sünne Adh Eserinin Tefsir Metodolojisi Açısından Tahlil Ve Tanıtımı, (Yayınlanmamış Dok­tora Tezi], EÜSBE, Kayseri, 1997, 244.

[28] ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûm'îl-Kur'an, Dâru'l-Marİfe, Beyrut, ts.. I, 14; es-Suyû-384.

[29] Vehbi Başer, "Sosyal İlimler Açısından Kutsal Metinlerin Anlaşılması", II. Kur'ân Sempozyumu (4-5 Kasım-1995), Bilgi Vakfı, Ankara, 1996, 20.

[30] Bk. et-Taberî, I, 36; İbn Kesir, I, 13,17. Ayrıca bk. İshak Yazıcı, "Nüzul Sebeple­rini Bilmenin Kur'ân Tefsirindeki Önemi", OMÜİFD, sy.2, (1987); Bu bilginin ifa­de edilmesi için, sebeb-i nüzul, karâin veya ahvâlu't-tenzil terimlerinden birinin kul­lanıldığına dair bk- Ebulleys es-Semerkandî, Bahru'!-Ulûm, thk. ve tik. Âdil Ahmed Abdulmevcûd v.dğr., y.y., Beyrut, 1413/1993, I, 72; İbn Kesîr, I, 13; ez-Zerkeşî, !, 176.

[31] es-Suyûtî, el-İtkân, II, 384.

[32] Arapçadaki kelimelerin anlam içeriklerinde meydana gelen değişikliğe işaret edil­mektedir.

[33] Bk. et-Taberî, I, 38.

[34] eş-Şarkâvî, el-Fikrıt'd-Dinî, 36.

[35] ismail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, TDV Yay., Ankara, 1991, 215.

[36] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi. DİB Yay., Ankara, 1988, I, 26.

[37] el-Beğavî. Meâlimu't-Tenzîl, thk. Halid Abdurrahman. Mervan Suvar, Dâru'l-Ma-rife, 3.bs., Beyrut. 1413/1992. 1, 35.

[38] ez-Zerkeşî, II, 149-150; es-Suyûtî, el-İtkân, II. 381-2; ez-Zehebî. et-Tefsir ve'İ-Mufessirûn, Dâru'l-Kutubi'l-Hadîse, b.y., 1396/1976, I, 19-21.

[39] ez-Zerkeşî, [I, 149-150; ez-Zehebî, I, 19-21.

[40] Farklı bir te'vi! tanımlaması İçin bk. Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Mefhûmu'n-Nass, el-Merkezu's-Sekâfî, Beyrut, 1990, 7, 233.

[41] Burada Ebû Zeyd'in ileri sürdüğü, sûfî ve Şiilerin bazı tefsirleri hariç, alimlerin tefsir terimini te'vil terimine tercih ettikleri görüşünün pek doğru olmadığını düşünüyo­ruz. (Bk. Ebû Zeyd, "İşkâliyyetu Tevîii'l-Kur'ânı Kadîmen Ve Hadisen", Islamî Araştırmalar, IX/l-4, (1996), 1) Zira, sünnî çevrelerde meşhur bir çok Kur'ân tef­siri, te'vil terimini tercih etmiştir. (Bk. el-Beydâvî, Envâru't-Tenzt! ve Esrâru't-Te'vlh Dâru'i-Kutubi'I-İlmiyye, Beyrut,. 1408/1988; en-Nesefî, Medâriktt't-Tenzî! ve Hakâiku't-Te'vil; thk. Mervân Muhammed eş-Şe'âr, Dâru'n-Nefâis, Beyrut. 1416/1996: el-Hâzin, LubÛbu't-Te'vil fi Meâni't-Tenzîİ, Dâru'l-Fikr, b.y., b.t.). Diğer taraftan, sûfî meşrepli bazı alimlerin te'vil değil; tefsir terimini kullandıkları görülmektedir. Meselâ et-Tusterî'nin, "Tefsiru'l-Kur'âni'i-Ker\m'"\ için bk. Cerra-hoğlu, Tefsir Tarihi, II, 14; Yine es-Sülemî'nİn "Hakâiku't-Tefsir"\ için bk. Süley­man Ateş, Süiemi ue Tasavuufi Tefsiri, Sönmez Neş., İst., 1969. Fakat, te'vil ke­limesinin kısmî olarak, filozof ve sufilerin batınî yorumları dolayısıyla menfi bir ma­na çağrışımına sahip olduğu da bilinmektedir. Bk. "Atıf el Irakî, ''Te'vil", el-Meusûa el-Felsefiyye e!-Arabiyue, Ma'hedu'l-İnmâi'l-Arabî, b.y., 1986, 1, 207.

[42] Farklı bir te'vil tanımlaması İçin bk. Abdulhâdî Abdurrahmân, Sultatu'n-Nass, e\-Merkezu's-Sekâfî e!-Arabî, Beyrut, 1993, 196.

[43] Ayrıca bk. Ebû Zeyd, MefhQmu'n-Nass, 234, 237. Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Felse-fetu't-Te'vil, el-Merkezu's-Sekâfî el-Arabî, Beyrut, 1996, 13.

[44] Ebû Zeyd bunu mekruh te'vil olarak isimlendirmektedir. Bk. EbCı Zeyd, Mefhû-mu'n-Nass, 235.

[45] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 29-35.

[46] Nitekim Zerkânî'ye göre, müfessirin, Kur'ân'ı muhataplarının anlayacağı ilmî bir yöntemle ve döneminde yaygın fikrî eğilim ve anlayışları göz önünde bulundurmak suretiyle tefsir etmesi gerektiği; aksi takdirde tebliğ görevini yerine getirmemiş ola­cağını ifade etmektedir. Bk. ez-Zerkânî, İİ, 108.

[47] Bu konuda geniş bilgi için bk. Mehmet Aydın, "İslam ve Kültürel Çoğulculuk". Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı 2, (25-27 Nisan-1997), İBBKİDB Yay., İst., 1997, 153; Ali Bulaç, "Kur'ân'da Tarih ve Gelenek". İslami Araştırmalar, sy.5. (Fkim-1987), 47-51; Ayrıca bk. Mustafa Fayda, 'Asr-ı Saadet Döneminde Gelenek ve Yenileşme", islam Gelenek ue Yenileşme, (Sempozyum, 22-23-Ni-san), TDVYay., İst., 1996, 20.

[48] Halis Albayrak, "Allah'ın Nüzul Dönemindeki Farklı Davranış Tarzının Mü'minİn Kur'ân Anlayışına Katacağı Boyut Üzerine". //. Kur'ân Haftası, Kur'ân Sempoz­yumu, (2-4 Şubat-1996), Fecr Yay., Ankara, 1996, 36-51.

[49] Bu görüş hakkında bk. Hasan Hanefî, ed-Dirâsâtu'l-Felsefiyye,  y.y., Kahire, 1987, 539.

[50] Bk. Ebû Zeyd, Mefhûmu'n-Nass, 240; Kırca, Kur'ân ue İnsan, 51; Abdulkerîm Sürüş, Modern Durum ve Dinî Bilginin Evrimi, Pendik Belediyesi Yay., İst., 1995, 18.

[51] Abdülkerim Sürüş, "Dini Bilginin Evrimi ve Çağdaşlaşma'1, trC. Kenan Çamurcu, Bilgi Ve Hikmet, sy. 8, (Güz-94), 80.

[52] Ayrıca bk. Muhammed İbrahim Şerîf, İtticâhâtu't-Tecdîd fi Tefsiri'!-Kur'âni'!-Ke-rîm fi Mısr, Dâru't-Turâs, Kahire, 1982, 732.

[53] Değişik bilim dallarından istifade edilirken, Kur'ân'ın birinci maksadı olan hidâyet ve i'câzının unutulmaması gerektiğine dair bk. ez-Zerkâm, II, 110.

[54] Geniş bilgi için bk- Halis Albayrak, Kur'ân'ın Bütünlüğü Üzerine, Şule Yay., b.y. 1992, 43-56.

[55] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 36-38.

[56] Ayrıca bk. Abdurrahmân, 20.

[57] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 38-39.

[58] Misâl olarak bk. el-Bakara, 2/257; İbrahim, 14/1. 5; el-Hadîd, 57/9: et-Talâk, 65/11.

[59] el-Ahzâb, 33/40.

[60] Misâl olarak el-Arâf, 7/158, tefsiri için bk. Tâhir İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr ue't-Tenuîr, ed-Dâru't-Tûnusî. b.y., ts., IX, 139; Sebe 34/28, tefsiri için bk. İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, XXII, 199; ei-Alûsî, Ruhu'/-Mednî, Dârül-Fikr, Beyrut, 1414/ 1994, XII. 207. Bu konuda ayrıca bk. el-Enâm, 6/19, el-Furkân. 25/1; Sâd. 38/87. Yine bu konuda geniş bilgi İçin şu çalışmalara da bakılabilir: Muhammed Said Ramazan el-Bütî, "Hz. Muhammed'in Risâletinin Evrenselliği". Ebedî Risalet, Işık Yay.. İzmir, 1993, I, 311-330; Lütfullah Cebeci, "Kur'ân-ı Kerîm'in Ahkâmı Kıyamete Kadar Geçerlidir", /. Kur'ân Sempozyumu, (1-3 Nisan-1994), Bilgi Vakfı, Ankara, 1994, 249-272; Mahmut Kaya, "İslam'ın Evrenselliği Üzerine", Ebedî Risalet, Işık Yay., İzmir, 1993, I, 301-310.

[61] Bu konuda geniş bilgi için bk. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, trc. İsmail Yiğit v.dğr, Kayıhan Yay., İst., 1985, I, 256-7; Hüseyin Algül, İslâm Tarihî, Gonca Yay.. İst., 1986, II, 307-8; Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, 3.bs., Ankara, 1999, 523-5. Diğer kültürlerle bütünleşebilmenin evrensel dinlerin özelliği olduğuna dair bk. Yümni Sezen, İslâm Sosyolojisine Giriş, Turan Kültür Vak., İst., 1994, 154.

[62] Nitekim Davudoğlu, İslam dininin kısa bir sürede tarihte eşi görülmeyen bir tarzda yayılmasında, Kur'ân-ı Kerîm'in, müslüman zihniyetinin oluşma safhasında gerçek­leştirdiği devrimin etkili olduğunu ifade etmektedir. Bk. Ahmet Davudoğlu, "İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden Yorumlanması", Dîvân İlmî Araştırmalar, sy. 1, (1996), 6.

[63] Aydın, Kur'ân'ın, geldiği dönemlerde kendi içine kapanıp pasif bir tutum izlemedi­ğini, aksine 'hikmet ve güzel öğütle insanları Hakk'a ve hayra davet ettiğini (en-Nahl, 16/125) belirtmektedir. Bk. Aydın, 'İslam ve Kültürel Çoğulculuk'', 153.

[64] Kur'ân'ın, mesajım muhataplarına çeşitli delil ve burhanı kullanarak ulaştırmasına dair bk. es-Suyûtî. el-İtkân, II, 293. Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bk. Zahir b. Awad el-Elmaî, Kur'ân'da Tartışma Metotları, trc. Ercan Elbinsoy   Pınar Yay İst., 1984.

[65] Nüzul sürecinde, Kur'ân'ın çevresindeki kültüre karşı izlediği yöntem hakkında ge­niş bilgi için bk. Buiaç, "Kur'ân'da Tarih ve Gelenek", 47-51; Ayrıca bk. Fayda, 1 Asr-ı Saadet Döneminde Gelenek ve Yenileşme", 20.

[66] Abdurrahmân, 39.

[67] Geniş bilgi için bk. Bekir Karlığa, "İslam'da Tercüme Hareketleri", Uluslararası İs­lam Düşüncesi Konferansı 2, İBBKİDB Yay., İst., 1997, 84-97

[68] eş-Şarkâvî, el-Fikru'd-Dinî, 133.

[69] Bk. Tahsin Görgün, "Türkiye'de İslam Düşüncesinin Geleceği ve İslamî Düşünce Gelsneği", İslam, Gelenek ve Yenileşme, (22-23 Nisan-1996)   TDV Yay    İst 1996, 142

[70] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 39-42.

[71] Başarılı bir kültür değişmesinde, aşağı, mahkum gruba mensup fertlerde tenkit ve­ya düşmanlık hislerinin oluştuğuna dair bk. Mümtaz Turhan, Kültür Değinmeleri, MÜİF Vakfı Yay. İst, 1987, 129.

[72] Bk. Reşîd Mesûd, "Sekâfe". el-Meusûa el-Felsefiyye, 1. 310-1; Çiğdem Kağıtçıba-şi, İnsan ve İnsanlar, Evrim Basım Yay., İst., 1988, 262; Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İst., 1994, 101; Turhan, 36.

[73] Kültürün maddi yönüne dair ayrıca bk. Mesûd, I, 312.

[74] Geniş bilgi için bk. Sezen, 142. Toplumsal normların bireyin kişisel değeri haline gelmesi sürecine ilişkin bk. Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., İst., 1995, 62, Kültürün değişen şartlar karşısında kendini devam ettirebilme özelliğine dair bk. Mardin, 56.

[75] R. M. Maclver, Charles H. Page, Cemiyet i trc, Amiran Kurtkan. MEB. Yay., İst., 1994, 118.

[76] Maclver u. dğr., 39

[77] Rüyalar bile kültüre göre şekillenmektedir. Bk. Sezen, 142

[78] Maclver v.dğr, 35. Kültür tevarüs mekanizmasıyla şahsiyet teşekkül mekanizması­nın aynı olduğuna dair bk. Mardin, 64. Tarihselciler, insanın kültürle olan bu ilişki­sini, onun "tarihsellik içerisinde tutukluğu' olarak nitelemektedirler. Bk. Doğan Öz­lem, Metinlerle Hermenötik, İnkılâp Kitabevi, İst., 1996, I, 29.

[79] Bk. Mardin, 58.

[80] Maclver v.dğr., 38.

[81] a.mlf., 73.

[82] Âmiran Kurtkan Bilgiseven, Genel Sosyoloji, Filiz Kitabevi, ist., 1986, 222-3.

[83] Turhan, 57. Ayrıca bk. Mardin, 63.

[84] Turhan, 54.

[85] Ayrıca bk. Sezen, 72-3; Maram. 64.

[86] Bilgiseuen, 137. Ayrıca bk. Maclver u. dğr., 92-3.

[87] Bilgiseuen, 140. Sezen, bireyin, toplum, tarih, tabiat biyoloji ve psikoloji engelle­rini aşmaya çalışmadığı takdirde, bunların zindanında kalacağını ifade etmekte; fa­kat bireye dönük ilâhî yönlendirmeye de dikkat çekmektedir. Bk. Sezen, 83.

[88] Max Webwer. Sosyoloji Yazıları, Taha Parla, İletişim Yay., İst., 1996, 126.

[89] Maclver v. dğr, 55.

[90] a.e., 57.

[91] Meselâ bk. İbn Teymiyye, Mukaddime fî Usûli't-Tefsir, Menşûrâtu Dâri Mektebe, Beyrut, ts., 18-32; ez-Zehebî. i, 34-36, 132-139; Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî UlÛ-mi'l-Kur'ân, Der Saadet. İst., ts., 322-32; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 224-7.

[92] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 244; Bu konuda ayrıca bk. ez-Zehebî, I, 155; II. 23-6, 30-2, 196-97; Mennau'l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân, Muessesetu'r-Risâle, 24.bs., Beyrut, 1414/1993, 354-5.

[93] Geniş bilgi için bk. Cerrahoğlu. Tefsir Usûlü, 295-8; Kırca, "Mezhebi Tefsir Eko-lü'nün Ortaya Çıkışı", 53-61. Mutezilenin mezhebî tefsirine dair bk. Fahd b. Ab-durrahman b. Süleyman er-Rûmî, Menâhicu't-Tefsiri'l-Akliyyeti'l-Hadîseti fi't-Tefsir, Muessesetu'r-Risâle, Beyrut, 1401/1981, 55-60.

[94] Dücane Cündioğlu, Başörtüsü Risalesi, Tibyan, İst,,  1995,  11,  107; Dücane Cündioğlu. Kur'ân, Dil ve Siyaset Üzerinde Söyleşiler, Kitabevi, İst., 1998. 7.

[95] Farid Esack. Qur'an, Liberation and Pluralism, Oneworld. Finland, 1997. 61-2.

[96] Söz konusu ahlâkî ilkelere dair bk. ez-Zerkesî. II, 181.

[97] Nitekim Eroğlu buna işaret etmektedir. Bk. Ali Eroğlu, "Meâlimu't-Tenzîl ve Tefsi-ru'l-Kur'âni'l-Azîm Tefsirleri Üzerine Bir Mukayese", EAÜİFD, sy. 9, (1990), 2S0.

[98] Nitekim bunu belirgin özellikleriyle şiî ve batını tefsirlerde görebiliyoruz. ez-Zehebî, jl, 265-78: Süleyman Ateş, İmâmiyye Şiâstnın Tefsir Anlayışı, Yeni Ufuklar Neş., İst., 1998, 13-27; Sâkıb Yıldız, "Şia'nın Kur'ân-ı Kerîm ve Tefsiri Hakkındaki Gö­rüşleri", EAÜİFD, sy. 5, Erzurum, 1982, 55-67; Michaei L. Fitzgerald, "Shî'ite Understanding of The Qur'ân", Encounter, XIV/17MS0, (1991), 3-12.

[99] Nitekim Macid Fahri, müslüman filozof, kelâma ve mutasavvıfların Yunan. Hind, Iran ve Hıristiyan haleflerinden etkilendiklerini belirtmektedir. Bk. Macid Fahri. "İs­lam Düşüncesinin Kaynaklan", Uluslararası İslam Düşüncesi Konferansı 2, (25-27 Nisan-1997), İBBKİDB Yay., İst., 1997, 30.

[100] Bu konuda ayrıca bk. Sait Şimşek, "Kültürel ve İçtimaî Olayların Tefsir Hareketine Tesirleri", Dünden Bugüne İslam Dünyasında Zihniyet Değişiklikleri ve Çağ­daşlaşma Problemleri, (16-17 Haziran-1990), Ensar Vakfı, Bursa, Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 42-48.

[101] ez-Zümer, 39/1

[102] Fussilet, 41/2.

[103] Lokman, 31/27.

[104] el-Bakara, 2/32. en-Nisâ, 4/26; el-En am, 6/83,128,139.

[105] el-Bakara, 2/20, 109,148; el-Mâide, 5/17,19,40.

[106] İbrahim, 14/4; en-Nahl, 16/103: Fussilet, 41/44.

[107] Görgün, 147.

[108] Güvenç, 108.

[109] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da AUah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, Kevser Yay., An­kara, ts., 16. Ayrıca bk. Davudoğlu, "İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Olu­şum Süreci ve Yeniden Yorumlanması", S.

[110] Geniş bilgi için bk. es-Suyûtî, el-İtkân, II, 257. Ayrıca bk. Muhammad Ata al-Sid, The Hermeneutical Problem of The Quran in Ishmic History, y.y., b.y., 1975, 373.

[111] Bk.  İmrân, 3/7.

[112] Müteşâbih ayetlerin değişik şekillerde tefsir edildiğine dair bk. es-Suyûtî, el-İtkön, II, 3-4; ez-Zerkânî, il, 291, 304. Müteşâbih ayetlerin geniş bir fikir hürriyetine yol açtığına dair bk. Cerrahoğiu, Tefsir Usûlü, 133. Nitekim Demirci, ilgili tanımla­maları verdikten sonra, herhangi bir yönden kendisinde kapalılık bulunan ayetler­le, çok anlamlı ayetlerin müteşâbih kapsamına girdiğini ifade etmektedir. Bk. Muhsin Demirci, Kur'ân'm Müteşâbihhri Üzerine, Birleşik Yay., İst., 1996, 66.

[113] Hatemî'nin Nisa 34'te geçen "kadının dövülmesi" konusunu izah ederken, ayetin müteşâbih olduğunu belirtmesine dair bk. Hateml, 25. Ayrıca bk. Yazır. Hak Di­ni Kur'ân Dili, 11. 1038-9: Hanefî, ed-Dirâ$âtu'l-Feİ$efiyye, 540.

[114] Öztürk. Kur'ân'daki İslam, 465.

[115] Sürüş, Modern Durum ve Dinî Bilginin Evrimi, 14.

[116] et-Taberl 111. 175. Ayrıca bu konuda bk. es-San'ânî, I, 115; el-Huvuâru I, 267: es-Suyûtî. el-İtkân, II, 3-4.

[117] Nitekim Demirci, müteşâbih ayetler sayesinde, hem İslam kültüründen hem de ev­rensel anlamda harici kültürlerden istifade edildiğini belirtmektedir. Bk. Demirci, 55.

[118] Yunan felsefesinden istifade eden Mutezile'nin, muhkem ayetlerden ziyade müte­şâbih ayetler üzerinde durduğuna dair bk. Celal Kırca, Kur'ân'a Yönelişler, Tuğ­ra Neş., b.y., ts., 115- Ayrıca, felsefî ilimlerin ilâhî sıfatların îartışıimasındaki rolü hak. bk. Talat Koçyiğit. Kelamcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, TDV Yay., Ankara, 1984, 52, 232; Bekir Karlığa, "Grek Düşüncesinin İslam Dünya­sına Girişi", islam, Gelenek ve Yenileşme, (Sempozyum, 22-23 Nisan-1996), TDV Yay., İst., 1996. 52. Yine. felsefî tefsir hareketi için bk. ez-Zehebî, II, 419-431; Cerrahoğiu, Tefsir Tarihi, II, 33-45.

[119] Bir kelimenin değişik manalara gelmesinin, Kur'ân'ın mucizevî yönünü gösterdi­ğine dair bk. es-Suyûtî, el-İtkân, I, 299. Yazır, Kur'ân nassının, kesin manada en az on altı delâletinin bulunduğuna, kesin olmayan belagat yönlerinin ise sayısız ol­duğuna işaret etmektedir. Bk. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 122.

[120] Geniş bilgi için bk. Abdurrahmân, 99-110.

[121] Ayrıca bk. Cerrahoğiu, Tefsir Usûlü. 61.

[122] Abdurrahman, 52.

[123] Bu rivayetlerden bazıları şunlardır; "Onda Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi var­dır." (Bk. e!-Muhâsibî, eİ-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân, thk. Hüseyin Kuvvetlî, Dâru'l-Fikr, b.y., 1402/1982, 286, 291, 292. 306; ez-Zerkeşî, I, 8) "Her ayetin ait­miş bin manası vardır", "Kur'ân yetmiş yedi bin iki yüz ilmi ihtiva etmekte­dir. " (Bk. ez-Zerkeş\, II, 154) "Bir insana, Kur'ân 'da geçen her bir harf için bin anlayış verilse, yine de Allah'ın kitabında her bir ayete yerleştirmiş olduğu mana/an bitiremez." Bk. ez-Zerkeşî, I. 9.

[124] Ebû Zeyd bunu, "nassm delâletinin genişlemesi" olarak nitelendirmektedir. Bk. Mefhûmu'n-Nass, 240.

[125] Nitekim Kırca birincisinin, yani lâfzî mananın değişmediğini (mutlak doğru), mü-fessir tarafından ayete yüklenen mananın ise değişken (izafî doğru) olduğunu kay­detmektedir. Bk. Celâl Kırca, Kur'ân ve İnsan, Marifet Yay., İst., 1996, 47. Bil­ginin izafî olduğuna dair bk. Erich Rothacker, Tarihselcilik Sorunu, trc. Doğan Özlem, Ara Yay., İst., 1989, 6; Hilmi Yavuz, "Bilim ve Yorum'', Zaman, (H Ağustos-1998), 2.

[126] Klasik mantıkta, mahlûk lâfzının bütün yaratılmışlara delâleti mutabakat; insana delâleti tazammun, halika delâleti ise iltizamdır. Bk. Bolay, "Delâlet", 119.

[127] Bardakoğlu, "Delâlet", DİA, İst., 1994, IX, 120.

[128] es-Suyûtî, el-İtkân, II, 391; Bardakoğlu, IX, 120. Allah'ın gerektiği şekilde tanı-nıP bilinmesinin, sahih manaya ulaşmada metodolojik kurallardan birisi olduğuna d*ir bk. al-Sid, 376.

[129] Muhyiddîn İbnu'I-Arabî. Rahmetim mine'r-Rahmön fî Tefsin ve İşârâti'l-Kur'âm ha2. Mahmûd Mahmûd el-Ğurâb, Dımeşk, 1989, I, 12.

[130] HaUâf, Abdulvahhap İslam Hukuk Felsefesi, trc. Hüseyin Atay, AÜİF Yay., 2. bs., Ankara, 1985. 325.

[131] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 48-54.

[132] Bk. Hanefî. ed-Dirasâfu'J-Fe/se/ij/ye, 527.

[133] Tarihi süreçte kutsal metinlerle ilgili geliştirilen bazı tarif ve tanımlamalar için bk. Başer, 39-45.

[134] Nitekim Albayrak buna işaret etmektedir. Bk. Halis Albayrak, "Kur'ân'ı Anla­mak', 'Kur'ân'ın Ne Olduğunu Anlamak'", 1. Kur'ân Haftası Kur'ân Sempozyu­mu, (3-5 Şubat-1995), Fecr Yay., Ankara, 1995, 166.

[135] Ayrıca bk. Esack, 75.

[136] Krş. ez-Zerkânî. Menâhilu'l-'İrfan fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dâru'l-KutubiTİlmiyye, Beyrut, 1409/1988. I, 11. Zerkânî Kur'ân'ı, mahlûkatin terbiye yasası ve hida­yet kanunu olarak tarif etmektedir. Kur'ân'ın tarifine ilişkin ayrıca bk. Ebû Zeyd Mefhûmu'n-Nass, 245; Hasan Hanefi, "Günümüzde Kur'ân'ın Çağdaş Bir Tef­sir Teorisi Var mı?", trc. Abdullah Şahin. Tezkire, (Güz-1993), 50.

[137] Ebû Hâmid el-Gaz&lî, Cevâhiru'l-Kur'ân, thk. Muhammed Reşid Rıza el-Kabbâ-nî, Dam İhyâi Ulûm, Beyrut, 1404/1984, 25-8.

[138] Nitekim alimler, Kur'ân'da bir ayet ve sûrenin diğerinden daha faziletli olup olma­dığı konusunda İhtilaf etmişlerdir. Bk. ez-Zerkeşî, I, 438; es-Suyûtî, el-İtkân, II, 342.

[139] Câbirî, fıkıhçılann kullandığı "beyanî yöntem"in, Şiî ve sûfî'lerin açıkladıkları muh­tevayı çözümlemeye yetmediğini, bu sebeple Şiî ve sûfilerin batınî te'vile başvur­duklarını ifade etmektedir. Bk. Muhammed Abid el-Câbirî, Arap Akhmn Oluşu­mu, trc. İbrahim Akbaba, İz Yay., İst., 1997, 300. Hanefî ise, batını yorumun, statükoyu değiştirme hususunda sûfîlerin başa ısızlığa uğramaları neticesinde, hu­kukçulara bir reaksiyon olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir. Hasan Hanefi, "Konulu Kur'ân Tefsiri Metodu", trc. Sönmez Kutlu, İslâmi Araştırmalar, IX/l-4, {1996}, 160. Ayrıca bk. M. Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Yay, İst, 1995, 151-160.

[140] el-Gazâlî, Ceuâhiru'l-Kur'ân, 36.

[141] a.e., 21; el-Gazâlî, !h\jöu Ulûmi'd-Dîn, Dâru İhyâi'I-Kutubi'l-Arabiyye, b.y., is., 1, 290-1. Günümüz yorumcularından Öztürk de zahir-batın ayrımını kabul etmekte­dir. Bk. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu Ve Tarikatlar. Yeni Boyut, İst., 1990, 35.

[142] el-Gazâlî, Cevâhiru'l-Kur'ân, 45, Zerkeşîde Kur'ân'ı derin bir derya olarak nite­lemektedir. Bk. ez-Zerkeşî, II, 153.

[143] Metinle ilgili zahir ve batın terimlerinin yerleşmesinde, tasavvuf felsefesindeki ev­ren tasavvurunun etkili olduğu anlaşılamktadır. Bk. Ebû Zeyd. Felsefetu't-Te'vil, 6. Nitekim Zerkeşî, nasla ilgili olarak kullandığı bu terimlerin, esasında evrendeki kozmik bir ilkeden kaynaklandığına İşaret etmektedir. Bk. ez-Zerkeşî, II, 154.

[144] Meselâ bk. el-Huuvârî, I, 70; et-Taberî, I, 32.

[145] Bilginin mantıkî kaynağı, değeri, objektif kapsamı ve geçerliliğini inceleyen bilgi teorisine verilen isimdir. Bk. Bolay, 79.

[146] Mehmet Aydın, yorum sayesinde metinde meydana gelen genişlemeyi, "dahilî" ve "haricî" olmak üzere ikiye ayırmakta ve süfî tefsirlerde meydana gelen genişleme­yi "dahili genişleme" olarak değerlendirmektedir. Bk. Mehmet S. Aydın, "Mo-, dernleşme Çabalan ve Kur'ân'ın Yeniden Okunuşu", III. Kur'ân Haftası, Kur'ân Sempozyumu, (2-4 Şubat-1996), Fecr Yay., Ankara, 1998, 322. Ayrıca yoru­mun "dikey"liği ve "yatay"lığı tabirleri hakkında bk. Mehdi Amin Razavi, "Modern Dünyanın Meydan Okumaları ve Geleneksel İslam: Ontolojik Bir Analiz", trc. Mevlüt Uyanık, Kur'ân'ın Tarihsel Ve Evrensel Okunuşu, haz. Mevlüt Uyanık, Fecr Yay., Ankara, 1997. 102.

[147] Benzer bir görüşü Bediüzzaman'da da görüyoruz. Bk. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İ'câz, Sözler Yay., İst., 1990, 238.

[148] Nitekim Zerkeşî, her ilmin Kur'ân'dan alındığını, Ku'ân'dan alınmaması durumun­da, bunun bir dayanağının olmadığını ifade etmektedir. ez-Zerkeşî, I, S

[149] el-Gazâlî, Cevâhiru'l-Kur'ân, 44; el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, I, 290; es-Suyû­tî, el-hkân, II, 275, 277. Zerkeşî bunu şöyle ifade etmektedir; Bütün İlimler Al­lah'ın sıfat ve fiilleri kapsamındadır. O'nun zat, sıfat ve fillerinin şerhi İse Kur'ân'da mevcuttur. Dolayısıyla Kur'ân, mana bakımından zengin bir alanı oluş­turmaktadır. Bk. ez-Zerkeşî, II, 155.

[150] el-Muhösibî, 286. 291, 292, 306.

[151] et-Huvuârt, I. 70; et-Tabert, I. 32. Bu rivayeti. Abdullah Draz şu şekilde izah et­mektedir: Her harfin bir haddi, yani Allah'ın o ayetten amaçlamış olduğu mura­dının bir ";son nokta"sı vardır. Murad olunan her son nokta için de bir matla', ya­ni başlangıç ve maksadı Allah'ın muradı üzerinde anlamaya ulaştıracak bir "çıkış noktası" vardır. Bk. Ebû İshâk eş-Şâtıbî, ei-Muvâfakât, thk., Abdullah Drâz, Dâ-ru'1-Marife, 2.bs., Beyrut, 1416/1996, III. 346. 

[152] ez-Zerkeşî, II, 154.

[153] eş-Şâttbî, II, 379. Abdullah Dıraz'a göre, burada geçen ''dinin ümmiliği" ifadesi, dinin genel felsefesinin kavranması ve hükümlerinin anlaşılıp uygulanması için, ta­biat İlimleri, matematik vb. ilimlerin tahsiline ihtiyaç olmadığı anlamında kullanıl­maktadır. Bk. eş-Şatıbî, II, 379. 

[154] eş-$âhbl II, 389.

[155] a.mlf., Ifl, 347.

[156] el-Gazâ!î, Cevâhtru'1-Kur'ân, 48-49; 55-56.

[157] Kur'ân'ın, gelecekte gerçekleşecek olan ilmî ve fennî keşiflere işaret ettiği anlayı­şını buna bir örnek olarak gösterebiliriz.

[158] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 54-59.

[159] Melik Bülbül, "Edebi Metinlerde Anlam Boyutluluğu", Yedi İklim, sy. 92, (Ocak-1997), 49; Ebû Zeyd, Mefhûmu''n-Nass, 234.

[160] Krş. Erol Göka v.dğr., Önce Söz Vardı, Vadi Yay., b.y., 1996, 29; Erol Göka "Hermenötik Üzerine", Türkiye Günlüğü, sy. 22, (Bahar-1993), 86. Ali Harb. harfî-nesnel okumanın arzu edilebileceğini, fakat buna ulaşmanın muhal olduğu­na İşaret etmektedir. Bk. Nakdu'i-Hakîka, el-Merkezu's-Sskâfî el Garbî, Beyrut, 1993, 5. Diğer bazı araştırıcılar da filolojik okumanın yetersiz olduğunu ifade et­mektedirler. Bk. Abdurrahmân, 21; Yasin Aktay, "Kur'ân Yorumlarının Herme­nötik Bağlamı", İslâmî Araştırmalar, 1996, K/l-2-3-4, (1996), 91.

[161] Metni ele alan ilmin tabiatı ve yorumcunun bilgi ufku, o metnin te'vili işleminde dinamik ve yaratıcı rol oynamaktadır. Ebû Zeyd, Mefhûmu'n-Nass, 9.

[162] Hz. Peygamberin İbn Abbas'la ilgili olarak yaptığı şu dua bunlardan biridir. "Ey Allah'ım dinde onu anlayışlı kıl ve ona tevili öğret" (Bk. İbn Sa'd, II, 365; İbn Abdi'l-Berr, III, 935; İbn Hacer el-Askalânî, e/-/sâbe IV, 124; /fan Kesir, I, 13) Yine Hz. Ali'nin, ilahî kelâmı anlama konusunda kendisine verilen "anlayış" (fehm)tan söz etmesine dair bk. ez-Zerkeşî, 11, 171.

[163] Geniş bilgi için bk. Ateş, Sülemı ve Tasavuufî Tefsiri, 13, 143.

[164] el-Kuşeyrî, Letâifu'l-İşârât, thk. ve tik. İbrahim Besyûnî, el-Hey'etu'1-Mısrıyye el-Amme li'1-Kitab, b.y., 1981, I, 14.

[165] İbnu'l-Arabî, Rahmetfun mine'r-Rahmân, I, 16.

[166] Esas uzmanlık alanı tasavvuf o!an Öztürk, kuramsal olarak sona erdiğini söylediği vahyin, ilham yoluyla devam ettiğini belirtmektedir. (Bk. Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân'daki İslam, Yeni Boyut. İst., 1997, 467; ayrıca bk. Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, 35) Yine o, Kur'ân yorumunun Cenab-ı Hakk'm denetim ve garantisinde olduğunu, seçtiği kullara ilham etmek suretiyle bunu gerçekleştirdiği­ni ifade etmektedir. (Bk. Oztürk, Kur'ân'daki islam, 80], Modern izah ve yorum­larıyla tanınan öztürk'ün. mutasavvıf İbnu'l-Arabi'nin görüşleriyle paralellik arz edecek şekilde ilhama vurgu yapıp yorumun kaynağının Allah olduğuna işaret et­mesi dikkat çekicidir.

[167] el-Gazâlî, Cevâhim'l-Kur'ân, 48-49: 55-56.

[168] Kadir Canatan, "Bir Okuma Biçimi Olarak Fundamentalizm ve İslamcılık", Bilgi Ve Hikmet, sy. 12, (Güz-1995), 57.

[169] Hicri sekizinci asırda yaşayan Zerkeşî, müfessirin, "zahirî mana" yanında "mükâ-şefe ilimleri"'ni de bilmesinin gerekli olduğunu ifade etmektedir. (Bk. ez-Zerkeşî, II, 156). Dokuzuncu ve onuncu asırlarda ise söz konusu ilmin, "iimu'l-mevhibe" tabiriyle müfessirin bilmesi gereken ilimler arasında zikredildiğini görüyoruz. Bk. el-Kâfiyecî, 12; es-Suyûtî, el-İtkân, II, 399.

[170] Örnekler için bk. ez-Zehebî, II. 29-31. 241-6T 265-278; ez-Zerkânî, II, 82-5: Ig-naz Goldzıher, İslam Tefsir Ekolleri, trc. Mustafa İslamoğlu, Denge Yay., b.y.. 1997, 205-8, 247-284.

[171] İşârî tefsir metodunun tenkidi için ayrıca bk. ez-Zerkânî, il, 97-9; Şimşek, Günü­müz Tefsir Problemleri, 151-161.

[172] Ülkemizde bu konudaki tartışmalar için bk. Sadık Kılıç, "Nesnellikle Öznellik Ara­sında Yorum", İslâm'ı Araştırmalar, İX/l-4. (1996), 103-114; Mehmet Paçacı, "Kur'ân ve Ben Ne Kadar Tarihseliz?", İslâmî Araştırmalar, EK/1-4, (1996), 127. Aktay, "Objektivist ve Relativist İradeler Arasında Kur'ân'ı Anlama Sorunu", 51-63; Yasin Aktay, "Tarihselcilikteki Huzur İradesi", ///. Kur'ân Haftası, Kur'ân Sempozyumu (13-19 Ocak-1997), Fecr Yay., Ankara. 1998. 229-238: Yasin Aktay, "Anlama, Vahiy ve Tarih". Tezkire, (Güz-1993), 27-31; İlhami Güler. "Hermenötik Açıdan Kur'ân'ı Anlama ve Yorumlamanın Sorunları", 2. Kur'ân Sempozyumu, (4-5 Kasım 1995), Bilgi Vak., Ankara, 1996. 300-3.

[173] Hanefî, ed-Dirâsâtu'İ-Felsefiyye. 539.

[174] Krş. Harb, 6. Gadamer, sembolik yapılara farklı amaç ve tarihsel perspektiflerle yaklaşıldığında her seferinde farklı bir anlama varılacağını kaydeder. Bk. Göka a, dğr. 131.

[175] Hanefî, ed-Dirâsâtu'1-Felsefiyye, 539-540.

[176] Harb, 5; Aynı müellif bu görüşlerinin bütün kutsal kitaplar için geçerli olduğunu belirtmektedir. Bk. a.mlf., 6. Gadamer'e göre, yorumlamada kendimizi anlamak­ta ve yeni bir bakış açısı kazanmaktayız. Bk. Göka v. dğr., 51.

[177] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 60-64.

[178] Bk. Sadık Kılıç, "Risaletin Zaman Boyutu ve Kur'ân'ı Derinliğine Okumak", Ebe­dî Rîsâiet 1, (Sempozyum), Işık Yay., İzmir, 1993, 294.

[179] Tarihteki temsilcilerinin Zahiriler olduğu söylenebilir. Geniş bilgi için bk. Osman Taştan, "İslam Hukukunda Literalizm: Anahatlanyla Mukayeseli Bir Analiz", İslâ-mî Araştırmalar, IX/l-4, (1996), 144-157. İbn Hazm'ın dille ve yorumla ilgili görüşleri için bk. Abdurmhmân, 196.

[180] Batınî ve sûfî tefsir tarzlarının buna örnek oluşturduğuna işaret etmiştik. Ayrıca bk. Yasin Aktay "Objektivist ve Relativist İradeler Arasında Kur'ân'ı Anlama So­runu", 2.Kur'ân Sempozyumu, (4-5 Kasım-1995), Bilgi Vakfı Yay.. Ankara, 1996, 56

[181] Bk. Özlem, Metinlerle Hermeneutik, 80; Macluer, u.dğr., 118.

[182] Ayrıca bk. Kılıç, "Risaletin Zaman Boyutu ve Kur'ân'ı Derinliğine Okumak", 294.

[183] Naslar karşısında yorumcunun rolü ve dikkat etmesi gereken hususlar için bk, Ebû 2eyd, Mefhûmu'n-Noss, 234.

[184] insanın heva ve arzusuna uymaması gerektiğine dair Bk. el-Mâide. 5/77; el-En'âm. 6/56; el-Kehf, 18/28: el-Câsiye, 45/23. 45.

[185] Bk. el-İsra. 7/9.

[186] Nitekim Aydın, hakikat arayışının "görecelik"le "mutlakçılık" arasında seyreden bir süreç olduğuna işaret etmektedir. Bk. Mehmet Aydın, "İlim-İslam Münasebe­ti", Bilgi, Bilim ve İslâm, (Panel), İSAV Yay., İst, 1987, 73.

[187] Görgün, 146.

[188] Krş. Horb, 18, 22, 25, 26. 34, 43-4.

[189] Ayrıca bk. Dücane Cündioğlu, Sözün Özü, Tibyan Yay., İst., 1996, 32.

[190] Bk. Harb, 13: Rothacker, 62; Göko v. dğr., 187.

[191] Mitekim, Ebû Zeyd, "hakikat" araştırmasının mutlak değil, kültürel ve izafî olduğu­nu, dolayısıyla kendi kültürümüze başka kültürel perspektiflerden bakmanın yan­lış olduğunu ifade etmektedir. Bk. Mefhûmu'n-Nass, 18.

[192] Tüm yorumsama kuramcılarının, beşeri bilimlerde nesnel bilgiye nasıl ulaşılacaf!1 konusunda anlaşmaya varamamalarına dair bk. Göka v.dğr., 35.

[193] Tefsir usûlünün. Kur'ân'ı anlamadaki yeri ve önemine dair geniş bilgi için bk. Lüt- fullah Cebeci, "Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru". Kur'ân Sempozyumu. Zaman Gazetesi Yay., İst, 1989, 143-158.

[194] Bu konuda bk. ez-Zerkeşî, II, 181, 153, 155: es-Suyûtî, el-İtkân. II, 388.

[195] Kur'ân'ın nüzul sebebine ve Arapça'ya vakıf olması sebebiyle, Sahabenin, tefsiri­ne müracaat etmenin gerekli olduğuna dair bk. es-Suyütî, ei-İtkân, II, 387.

[196] Kur'ân'ın yorumlanmasında uyulması gereken ilkeler hakkında geniş bilgi için bk. İshak Yazıcı, "Kur'ân'ın Yorumlanmasındaki Temel Prensipler", Tefsirin Dünü ve Bugünü Sempozyumu, (22-23 Ekim-1992), Samsun, 1992, 139-154.

[197] Krş. Hanefî, ed-Dirâsâtu'1-Felsefiyye, 539-540.

[198] Nitekim Sürüş, kişisel görüşe dayanmaksızın tefsiri gerçekleştirmenin mümkün ol­madığını ifade etmektedir. Bk. "Dinî Bilginin Evrimi ve Çağdaşlaşma"', 81.

[199] Göka v. dğr., 153.

[200] Göka, ı:Hermenötik Üzerine'', 90. Nitekim araştırmacılar, Kur'ân yorumcusunun, ideolojik saptırmalara karşı daima uyanık ve mümkün olduğu ölçüde doğruya yak­laşma çabası içerisinde olmasının gereğine işaret etmektedir. Bk. Ebû Zeyd. M e-fıûniLi'n-Nass, 23, Cündioğlu, Sözün Özü, 37; Önyargıları esas alarak Kur'ân'ı yorumlamaya kalkışmanın doğuracağı sonuçlar hakkında bk. Albayrak, Kur'ân 'm Bütünlüğü üzerine, 33-4.

[201] Göka v. dr., 54-5.

[202] a.mlf.. 144. Gadamer'e göre, mutlak manada nesnel anlama ulaşmak bir kurun-udan ibarettir. Zira yaşanılan gerçekten kopuk bir anlama mümkün değildir. An-lam,a 9eÇm'Ş ile Şimdinin kaynaşması şeklinde devam eden bir süreçtir. Bk Göka u- dğr., 50.

[203] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 65-69.

[204] ez-Zâhyât, 51/56.

[205] el-Bakara, 2/30-37; en-Nisâ, 4/1; el-Hicr, 15/26-33; Sâd, 38/71-76.

[206] el-Mâide, 5/16. Ayetin tefsiri için bk. el-Beydâvî, I, 260.

[207] Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 1/27; 2/7-8, 18-24; 3/1-8. Ayrıca, Tevrat tefsirle­ri, apokrîf kitaplar ve fnciller'de anlatılan "ilk yaratılış ve Havva" imajına ilişkin geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, "Havva". DİA, İst., 1997. XVI, 543-4.

[208] el-Hicr, 15/28.

[209] el-Bakara, 2/30.

[210] el"Bakara. 2/30-37; en-Nisâ, 4/1; el-Hicr, 15/26-33; Sâd. 38/71-76.

[211] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 73-74.

[212] Bk. el-Buhârî, Enbiya, 1; et-Tirmîzî, Tefsir, 4, 7; İbn Mâce, Taharet, 77.

[213] Havva" kelimesinin etimolojisi hak. bk. Harman, 542-3.

[214] Benzer ayetler için ayrıca bk. el-Arâf, 7/189; ez-Zümer, 39/6.

[215] Bk. en-Nisâ, 4/1, tefsiri için bk. et-Taben, III, 224; eJ-Bağauî, I, 389; er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebîr, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1411/1990, IX, 131; el-Beydâuî, I, 199: el-AİÛsi, III, 283; e!-Arâf, 7/189"un tefsiri için bk. İbn Kesir, III, 527; ei-Beyddm, I, 370; ez-Zümer, 39/6, tefsin için bk. İbn Kesîr, VII, 76; el-Beydâvî, II, 320. Bilginlerin ":nefs"den maksadın Adem olduğu konusunda ittifak ettikleri hak. bk. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, II, 188.

[216] Ebû Müslim'e göre, Nisa l'de geçen "hâ" zamiriyle kastedilen, Hz. Adem'in ken­disi değil, onun yaratıldığı toprak cinsidir. Bk. er-Râzî, IX, 161; el-Aiûsî, III, 285.

[217] el-Buhârî, Nikâh, 80, Enbiya, 1; Müslim, Rada, 65; et-Tirmîzî, Talâk, 12; ed-Dâ-rimî. Nikâh, 35; İbn Mâce, Tahâra, 77. Tefsirler için bk. er-Râzî.. IX, 131; et-Huv-uâri, 1. 345-6; İbn Kesir. İbn Abbas'tan şunu nakletmektedir: ı:Kadın erkekten ya­ratıldığı için ona karşı arzu ve ihtiyaç duyar; erkek de topraktan yaratıldığı için top­rağa karşı arzu ve iştiyak içerisindedir. Bu sebeple, kadınlarınızı murakabe altında bulundurunuz." BU. İbn Kesîr, II, 179.

[218] et-Taberî, lif, 224; bu ve benzeri diğer rivayetler için ayrıca bk. er-Râzî, III, 3-4; ibn Kesîr, I, 112.

[219] Tekvin, 2/18.

[220] Tekvin, 2/21-23.

[221] Konyalı Mehmet Vehbi, Büyük Kur'ân Tefsiri, Büyük Kur'ân Tefsiri, Üstad, 4. bs., İst., ts. II, 826-7.

[222] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 11, 1275. Ayrıca bk. Yıldırım, III. 1202.

[223] Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İnkılâp ve Aka, İst., 1980, 115; Hüseyin Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar I-III, Atay Yay., Ankara, 1997, 86; Ayrıca bk. Öz-türk, Kur'ân'daki İslam, 532; Hüseyin Matemi, ilâhî Hikınet'de Kadın, İşaret Yay, İst.,1995, 78.

[224] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 531.

[225] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, II, 189; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 533; Hayreddin Karaman, İslâm'da Kadın ve Aile, Ensar Neş., İst., 1994, 24; Abdü-İaziz Bayındır, "Günümüzde Ailede Meydana Gelen İhtilaflar ve Sebepleri", Sosyal Hayatta Kadın (Sempozyum), Ensar Neş., İst., 1996, 247.

[226] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 532; Mehmet Aydın, "İslam'ın Işığında Kadın", (Kon­ferans, 8 Aralık-1996), İslam'ın Işığında Kadın, TDV Yay., Ankara, 1998, 14.

[227] Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar. 1-III, 85.

[228] Bk. yıldırım, ili, 1201-2.

[229] Meselâ bk. Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 531.

[230] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 74-76.

[231] Nitekim Menar tefsiri, eğer Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı ri­vayetlerde geçmeseydi, Kur'ân okuyucusunun aklına böyle bir şeyin gelmeyeceği­ne işaret etmektedir. Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm Dâru'l-Fikr, by., ta., IV, 330.

[232] Canlıların çoğalma olayı iki şekildedir. Bunlardan biri, aseksüe! veya eşeysiz üreme: diğeri ise, seksüel veya eşeyli üremedir. Eşeysiz üreme, daha ziyade basit canlılar­da, eşeyli üreme ise, çiçekli bitki, hayvan ve insanlarda görülmektedir. Bk. Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken, XI!, İst, 1985, 4525

[233] Bk. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, li, 1275.

[234] Çaha, 9O'lı yıllarda 100'e yakın kadın dergisinin yayınlandığından söz etmektedir. Bk. Çaha, 142. Yine feminist hareketleri destekleyen gazetler hak. bk. Türkel Mi-nibaş 'Basında Kadın". Türkiye'de Kadın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yay., İst., 1992, 248.

[235] 1975-85'li yılların BM tarafından "Kadın On Yılı" ilan edilmesi ve feminizmin kit­le hareketine dönüşmesi hak. bk. Çaha, 142, 173. Feminizme göre, kadın özgür­lüğünün önünde en büyük engelin İslam olduğu hak. bk. Yeşim Arat, "1980'ler Türkiyesi'nde Kadın Hareketi". Türkiye'de Kadın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yay., İst., 1992,93.

[236] Bu anlayış, erkeğin biyolojik ve sosyal yönden üstünlüğüne, kadının da konum iti­barıyla düşüklüğü iddiasına dayanır. Buna göre, çocuklar babaya nisbet edilip onun İsmiyle anılır, eşi ise onun evinde ikamet eder, (Bk. Bodavi, 307) Türküne, ataer­kil anlayışın sonradan geliştiğini, tarih öncesi dönemlerde cinslerarası simetrik ta­mamlayıcılık, eşitlik ve dengenin var olduğu görüşünü benimsemektedir. Bk. Mual-la Türköne, Eski Türk Toplumunda Cinsiyet Kültürü, Ark Yay., b.y., 1995, 236.

[237] Arat, "1980'ler Türkiyesi'nde Kadın Hareketi", 83.

[238] 1980'lerden itibaren feminizm hakkında tercüme ve telif eserlerin çoğalması; ayrı­ca Duygu Asena'nın "Kadının Adı Yoic" isimli eserinin yılda 26 baskı yapması hak. bk. Çaha, 142-6: ayrıca bk. Serpil Çakır, "1980 Sonrası Türkiye'de Kadın Araştırmaları Bibliyografyası", Türkiye'de Kadın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yay., İst., 1992, 291. Ayrıca kadın hakları konusunda diğer kurumlaşmalar hak. bk.. Arat, "1980'ler Türkiyesi'nde Kadın Hareketi". 83.

[239] Aydın, ''İslam'ın Işığında Kadın", 14. Kadının erkekten yaratıldığı kabulü'nün, er­keğin ona üstünlüğü çerçevesinde değerlendirmesi hak. bk. İbnu'l-Arabî, I, 188.

[240] İbn Kesir, II, 179; el-Hâzin, I, 333; el-Beydâvî, 1. 199: Ebu's-Suûd, II. 92; el-Ma-hallî, Te/siru'l-Ce/â/eyn. 77: el-AtÛSÎ, ISI, 283; İbn AşÜr, Tefsiru't-Tahrîr, IV, 215.

[241] en-Nahl* 16/72. 

[242] en-Nahl* 16/72. 

[243] Benzer bir yorum tarzı için ayrıca bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, IV, 330.

[244] eş-Şûra, 42/11.

[245] el-En'âm, 6/38.

[246] Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm.. IV, 322; Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, Daru'ş-Şurûk, Beyrut, 1402/1982, I, 558-9.

[247] el-Araf, 7/189. Krş. en-Nisâ, 4/1.

[248] Bk. el-Beydâuî, I. 370.

[249] el-Arâf, 7/190.

[250] İbn Kesîr, III, 530.

[251] er-Razf, XV, 71.

[252] Avnca bk. ez-Zumer, 39/6.

[253] e|-Buhârî, Nikâh, 80, Enbiyâ, 1.

[254] Musiim, Rada, 65.

[255] et-TirmÎ2î, Talâk, 12.

[256] sci-Dârimî, Nikâh, 35.

[257] lbn Mâce. Tahâre, 77

[258] Bk. İbn Hacer el-Aska!ânî, Fethu'lBâri bi Şerhi Sahihi'1-BuMrî, thk., Abdulaziz Abdullah b. Baz, Daru'İ-Fikr, Beyrut, 1416/1996, X, 316.

[259] Ayrıca bk. İbn Manzûr, VIII, 77.

[260] el-Kirmânî, Şerhu'i-Kirmânî,  Dam İhyâi't-Turâsi'l-Arabî,  Beyrut,   1401/1981. XIX, 130; el-Kastalânî, İrşâdu's-Sârî !i Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Dâru'1-Fikr, Beyrut. 1410/1990, XI, 530.

[261] el-Buhârî, Edcb, 90.

[262] İbn Hacer el-Askâlönî, XII, 180-1.

[263] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 77-83.

[264] el-Bakara. 2/35, el-Arâf, 7/19.

[265] el-Arâf, 7/20-22.

[266] Tâhâ, 20/117-121.

[267] Yahudi kültüründe Şeytan'ın Havva'yı kandırması görüşüne dair bk. Harman, XVI. 544; Ayrıca bk. İncil, Korintoslulara İkinci Mektup, H/3.

[268] et-Taberî, I. 235. Adem'i baştan çıkaranın Havva olduğu kanaatine dair bk. Tofigh Hashempour Sobhani, Şah-name'de Kadın ve Şarap, (Yayınlanmamış doktora te­zi), İÜEF, İst. 1974, 110.

[269] Tekvin, 3/4-6.

[270] Tekvin, 3/12.

[271] et-Taberi, I, 236; VIII, 143; İbn Kesir, III, 394; Celaluddin es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mansûr, Daru'1-Fikr, Beyrut, 1414/1993, III, 429.

[272] es-San'ânî, I, 226-7; et-Taben, I, 236; VIII, 140; es-Semerkandt, I, 112, es-Su-yûtî, I, 131, 132; III, 429.

[273] Yahudi kültüründe, Havva'nın Adem'e şarap içirerek onu aldattığına ilişkin bk. Harman, 543.

[274] et-Taberî, I, 237; er-Rözî, III, 13. Taberî çekincesini şöyle ifade eder: "Allah'ın düş­manı İblis'in Adem ve eşini aldatarak cennetten çıkarması hakkında sahabe, tabiin ve diğerlerinden bize ulaşan haberleri naklettik- Bize göre bunların doğru olanı, Al­lah'ın kitabına muvafık olanıdır." Bk. et-Taben, I, 238.

[275] Hıristiyan telâkkisine göre kadın haram meyveyi Adem'e yedirerek cennetten ko­vulmasına ve böylece insan neslinin günahkâr olmasına sebep olmuştur. (New Cat-holic Encyclopedia'dan nakleden bk. Harman, 544.

[276] es-San'ânî, I, 226-7; et-Taberî, I, 235, VIII, 144; İbn Kesîr, III, 394; el-Hâzin, Lu-böbu't-Te'vil fî Meâni't-Tenz'ü, Matabaatu'l-Hayriyye, b.y., ts., Iİ, 83.

[277] Tekvin, 3/16.

[278] et-Taberî, I, 237.

[279] Erkeği ayartmada, kadının şeytana aracılık yaptığı görüşüne dair bk. Sobhani, 108.

[280] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 83-86.

[281] Ayrıca Bk. Harman, 545.

[282] Tâhâ, 20/117.

[283] Tâhâ, 20/120.

[284] el-Arâf, 7/22.

[285] Tâhâ, 20/121.

[286] Bk. et-Taberî, I, 238; İbn Kesîr, I, 114.

[287] İslam kültüründe "kötü kadın" tiplemesinin, Yahudi, Hıristiyan, Heten ve Bedevi kaynaklı olduğuna dair bk. Riffat Hassan, Women in Musiim Culture: Some Critical Theohgical Reflections, Dialogue and Alliance, IX/1, (Spring, Summer-1995), 135.

[288] Muhammed Arkûn, el-Fikru'l-lslâmî, trc. ve tik. Hâşim Salih, Dâru's-Sâkî, 2.bs., Beyrut, 1992. 208.

[289] Julien Freund, Beşerî Bilim Teorileri, trc. Bahaeddin Yediyıldız, TTK Basımevi, Ankara, 1991, 9.

[290] Nitekim Cündioğlu. dini huraflerden arındırmayı hedefleyen söylemin, kaynak ve kavramları Kur'ân'dan değil, modern söylemden aldığını ifade eder. Bk. Dücane Cündioğlu "Hatırınız İçin Hurafelerimizin Zerresini Bile Feda Etmeyiz Ey Esirânl", Yeni Şafak, (20.10.1998), 13.

[291] Meselâ bk. Reşid Rıza, Tefsiru'I-Kur'âni'l-Hakîm, î, 7-10; Ahmed Mustafa el-Me-râğî, Tefsiru'l-Merâğî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, ts., 1, 17; Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağ­daş Tefsiri, I, 52-53,

[292] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 86-89.

[293] Batılılaşma sürecinde Türk kadınının, hem Batılı feministlerin hem de İslamcı ka­dınların görüşlerinden İstifade etme fırsatını yakaladığına dair bk, Cathy Benton, "Many Contradiction: VVomen and Islamists in Turkey". The Müslim Vorld. LXXXVI/2, (1996). 127.

[294] Nitekim Turhan, kültür değişmelerinde"müşahhas" unsurların "mücerret" oianla-ra göre daha kolay intikal ettiğine işaret etmektedir. Bk. Turhan, 28. 233.

[295] Meselâ bk. el-Ahzâb, 33/30, 32. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 90-91.

[296] Mevdüdi. Tefhîmu'l-Kur'ân.. trc. Muhammed Han Kayanî v.dğr.. 2.bs.. insan Yay., İst., 1996, III, 440. Ayrıca bk. Ateş, Yüce Kurân'm Çağdaş Tefsin, VII. 127.

[297] el-Ahzâb, 33/59.

[298] İbn Kesîr, VI, 471; el-Huvuârî, [II, 382; İbnu'l-Arab'u IH, 1586; Ebû Hayyân, VII, 250: el-Hâzin, III. 502.

[299] Nitekim İbn Aşûr, cilbâbın. hürlerin simgesel bir kıyafeti olduğu, gece çıkışları hari­cinde bunu kullandıkları, cariyelerin ise bunu kullanmadıklarına işaret etmektedir. Bk. Tefsiru't-Tahrîr, XII, 107.

[300] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 91-92.

[301] Gömlek manasına gelmektedir, bk. Mütercim Asım, Kamus Tercümesi, Bahriye Mat, b.y.,1305/1887, II, 1210.

[302] Kadınların tesettür için başlarına örttükleri yaşmak manasında kullanılır. Bk. Müter­cim Asım, II, 305.

[303] İbn ManzÛr, II, 317.

[304] Kadınların örtündükleri çarşaf. Bk. Şemseddin Sâmî, Kâmûs-i Türki, Çağrı Yay., b.y., 1317,1464.

[305] Mütercim Asım, I, 177.

[306] eİ-Cessâs, Ahkâmu'i-Kur'ân, thk. Muhammed es-Sadık Kamhâvî, Dâru İhyâi't-Tu-rasi'l-Arabî, Beyrut, 1992/1412, V, 245; et-Taberî, XII, 49; Ebû Hayydn, VII, 250; Cefaluddin ei-Mahallî, Celaİuddin es-Suyûtî, Tefsiru'llmâmeyn el-Celâ-leyrr; Dâru İbn Kesir, 2.bs., Beyrut, 1410/1990, 426; Ebû's-Suûd, İrşaduVAk-İi's-Selîm, Dâru'l-Kutubi'l-İImiyye, Beyrut, 1419/1999, V, 239.

[307] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Vi. 3928. Mevdûdi, yüzün örtülmesi gerektiğini ifa­de etmektedir. Bk. Mevdûdi, Tefhîmu'l-Kur'ân, IV, 457. Ayrıca bk. es-Sabûnî, Re-uâi'u't-Beyân Te)'siru Âyâti'lAhkâm, Mektebetu'l-Gazâlî, Dımeşk, 1400/1980, II, 384. Hamidullah, Ahzâb sûresinde geçen cilbâb ayetinin, yüz örtüsü ile ilgili ol­duğunu ve Hz. Peygamber döneminde uygulandığını, fakat daha sonraları aksi bir görüş ileri sürüldüğünü kaydetmektedir. Bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Pey­gamberi, trc. Salih Tuğ, İrfan Yay., 4. bs., İst, 1980/1400, II, 1131-2.

[308] Müstehcenliği ve şehvete düşkünlüğü körükleyen söz ve fiiller, fitne çeşitlerinden kabul edilmektedir. Bu fitne çeşidine müminlerin maruz kalmaması için. Bakışların kontrol edilmesi, halvet halinde bulunulmaması vb. bir takım emirlerin söz konusu olduğu bilinmektedir. Ayrıca idareciler, sedd-i zerâi' kabilinden başka bir takım ted­birler daha alabilirler. Geniş bilgi İçin bk. Muhammed H. Kemali, 'İslâm'da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahlili", İslam'ı Sosyal Bilimler Dergisi, 1/2, (Kış-1414/1993), 51-6.

[309] İskilipli Atıf Hoca, İslâmî Tesettür, Şelâle Yay., İst., ts.. 13. Ayrıca bk. Muham­med Fahreddin, "Medeniyeti İslamiyeden Bir Sahife Yahut Tesettür-i Nisvân", Sı-rat-Müstakîm, VI/147, (6/1327), 262. Ayrıca bk. es-Sâbûnî, II, 382.

[310] Hüküm kaynaklarından biri olan bu yönteme fıkıh usûlünde "zerâyi"' denmekte­dir. Bu delille, harama vasıta olan şey haram, mubaha vasıta olan şey de mubah olmaktadır. Bk. Ebû Zehra, 288.

[311] Bu kaideye göre. bir konuda "şer" ve "'hayır" çatıştıklarında, şerrin giderilmesi, hayrın gerçekleştirilmesine tercih edilir. Çünkü din böyle bir durumda, emirlerin uygulanmasından ziyade, yasaklara riayet edilmesini göz önünde bulundurur. Ati Haydar, Dureru't-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye. Beyrut, ts,, I, 37.

[312] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, VII, 202- Müellif başka bir yerde de, hac­da ihramlı iken kapatılması haram olan yüzün, diğer zamanlarda kapatılmasına gerek olmadığını belirtmektedir Bk. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, VI 178.

[313] Gazâlî, İslam'a, hoşa gidecek amelî bir veçhe kazandırmanın önemine işaret et­mekte ve peçenin bir emir olmadığını ispatlamaya çalışmaktadır. Bk. Muhammed Gazâlî, Nebeuî Sünnet,.trc. Ali Özek, tslâmî Araştırmalar Yay., İst., 1992, 61-70.

[314] Hamza Aktan, "Bazı Yanlış Telâkkilerin Kur'ân Hakemliğinde Yeniden Değerlen­dirilme İhtiyacı", //. Din Şûrası, (23-27 Kasım), Ankara, 23-4.

[315] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, V, 202; VI, 183. Karaman da bu görüşte olup, İslam'ın emrettiği örtünmenin, eşarp, pardesü, palto gibi geniş ve kalın giy­silerle de gerçekleşebileceğini belirtmektedr. (Bk. Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 382). Ayrıca İstanbul İl Müftülüğü'nün bu konuda verdiği bir fetva için bk. İslam'da Kıhk Kıyafet ve Örtünme, İSAV Yay., İst., 1987, 188.

[316] Hatemi, 102.

[317] Asrın ilk çeyreğinden itibaren günümüze değin, çağdaş yaşantıya uygun düşmedi­ği, yabancı milletler karşısında bizi küçük düşürdüğü vb. düşüncelerle çarşaf ve pe­çe aleyhinde çeşitli çevrelerde yoğun bir propagandanın yapıldığına dair bkz Ak-taş, Kılık Kıyafet İktidar I, 168-9, 173, 183, 215, 219-20, 223.

[318] Yani, hükm-İ serîyi İsbat için örf ve adet hakem kılınır. Bk. Osman Kaşıkçı, islâm ve Osmanlı Hukukunda Mecelle, OSAV, İst., 1997, 208.

[319] Bk. Mehmed Ş., Hatiboğlu, "İslamın Aktüel Değeri Üzerine", İslami Araştırmalar, sy. 1, (Temmuz - 1986), 15.

[320] Benzer bir yaklaşım için ayrıca bk. Mehmet Dağ, "İslamda Örtünme Üzerine", AÜİFİİED, sy. 5, (1982), 188.

[321] Bu izah tarzının hangi tarihi gerekçelere dayandığını tespit edememiş bulunuyo­ruz.

[322] Cemil Sena, Hazreti Muhammed'in Felsefesi, Remzi Kitabeyi. İst., 1993, 43S-

[323] Halemi, 265. Modern dönemlerde, hicâb teriminin, kadının takvası, iffeti ve ha­yası yönünde yorumlandığına dair görüş için bk. İffet Muhammed eş-Şarkâvî, Ka-dâyd /nsdnıyye/f Ama/i'/-Mu/essirîn. Daru'n-Nehdati'l-Arabİyye, Beyrut, 1980. 192.

[324] İbn Aşûr de aynı görüştedir. Bk. İslâm Hukuk Felsefesi, 104. Ayrıca bkz Hay­rettin Karaman, "Âdet", DİA, İst., 1988, I, 371.

[325] Nesh'' ve :'tahsis" arasındaki farklara ilişkin geniş bilgi İçin bk. Ferhat Koca, İs­lâm Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İSAM Yay., İst., 1996. 121-4; Mustafa Sa­it el-Hınn, İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları, trc. Halit Ünal, Rey Yay Kayseri, 1993, 152.

[326] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 72, 80, 139, 145 sayfalarından özetlenerek alınmıştır. Öztürk de Karaman'ın bu görüşünü kabul etmektedir. Bk. Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 530.

[327] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 92-99.

[328] İbn Manzûr, IV, 211.

[329] Bk. a.e., IV, 211; Mütercim Asım, II, 305; el-KurtÛbt, XII, 230.

[330] el-Hâltl b. Ahmed, IV. 263; İsmail b. Abbâd, el-Muhît fi'1-Luga, thk. Muham-med Ali Yâsîn, Alemu'l-Kutub, Beyrut, ts., IV, 340; İbn Sîde, eiMuhkem ve'h Muhîtu'l'A'zam, y.y., b.y., 1391/1971, V, 115; İbn Manzûr, IV, 213.

[331] Savaş, Câhiliye devrinde peçeli ve başörtülü kadınlar yanında, peçesiz ve başör-tüsüz kadınların da bulunduğunu nakletmektedir. Bk. Rıza Savaş, Hz. Muham-med Devrinde Kadm, Ravza Yay., İst., 1992, 32.

[332] İbn Kesîr, VI. 48.

[333] el-Kurtûbî, XII, 230.

[334] er-Râzî, XXIII, 179.

[335] Bk. İbn Kesîr, Vi, 46.

[336] Hüseyin Atay v.dğr. İslam Gerçeği, AUIF Yay., Ankara, 1995, 70. Kadın konu­sundaki yorum ve izahlarıyla Mısırda büyük tartışmalara yol açan Kasım Emîn, an­laşılan şekliyle ":hicâb''ın Kur'ân'da emredilmediğini ve diğer milletlerden alındığı­nı iddia etmiştir. Bk. eş-Şarkâvî, Kadâyâ İnsaniyye fi Amali7-Mu/essirin, 188.

[337] Öztürk bu yorumu yapanların kim olduğunu belirtmemektedir.

[338] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 614.

[339] Aynı şekilde Dağ da, Örtünmenin biçimi konusunda bir kesinlik bulunmadığını ifa­de etmektedir. Bk. Dağ, 188.

[340] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 615. Kendisiyle şifahi olarak yaptığımız görüşmede Öztürk'ün, ayetin talep ettiği başörtüsünün, bağlayıcı bir emir olmadığı kanaatini taşıdığı tespit edilmiştir. {1/7/1999)

[341] Hatemi 250.

[342] a.e.,251.

[343] a.e., 64. Ayrıca o, bu tavsiyeye uymayan veya uyamayan kadının da dinsiz veya iffetsiz sayılamayacağını; çünkü Kur'ân'da "baş açma yasağf'nm apaçık bir şekil­de belirtilmediğini ifade etmektedir. Bk. Hatemi, 252

[344] a.e., 266.

[345] a.e., 243.

[346] Süleyman Ateş, "İslâm'da Tesettür", islam'ın Işığında Kadın, (Konferans, 18 Ocak-1997}, TDV Yay., Ankara, 1998. 69.

[347] a.m., 77.

[348] a.m., 77.

[349] Kur'ân'm örtünmedeki asıl amacının, İffet ve namusu korumak olduğuna dair bk. Dağ, 189, 190.

[350] Ateş, kendisiyle yaptığımız görüşmede, burada serdettiği fikirlerin özel bir dinleyi­ci kitlesine yönelik olduğu ve İslam'a özendirme gayesi güttüğünü, bu konuda asıl itibar edilmesi gerekenin, tefsirinde beyan ettiği görüşler olduğunu ifade etmişler­dir. (28/6/1999) Tefsirinde ise, başörtüsünün bağlayıcılığı konusunda her hangi bir tartışmaya girmemektedir. Bk. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, VI, 178-9: VII, 201-2.

[351] Ateş, "İslâm'da Tesettür", 81. Anlaşıldığı kadarıyla Ateş, örtünme emrinin hikmet ve sebebini sosyolojik olarak izah etmeye çalışmaktadır Karaman ise, bunun, ta­mamen dinî ve ahlâkî olduğunu kaydetmektedir. Bu da, kadın ve erkeğin karşılık­lı olarak birbirinin cinsi cazibe taşıyan yerlerini açmamaları karşılıklı olarak bura­lara bakmamaları, dolayısıyla iffetlerini korumalarıdır. Bk. Karaman, İslam 'da Kadın ve Aile, 82; "Günümüzde Çalışan Kadının Problemleri", 292.

[352] Bk. İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtâr, Dâru Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1415/1994, IX, 528; Kemaluddin Muhammed b. Abdulvâhid, Şerhu Fethi'I-Kadîr, Dâru İhyâi't-Turâsi'l-Arabî, Beyrut, tS., VIII, 470.

[353] Ateş, "İslâm'da Tesettür", 82.

[354] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 99-105.

[355] Bk. Atay v.dğr., 71.

[356] Bk. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Metis Yay., İst., 1994; Aynur İlyasoğlu, Ör­tülü Kimlik, Metis Yay., İst., 1994; Elisabeth Özdalga, Modern Türkiye'de Ör­tünme Sorunu Resmi Laiklik ve Popüler İslam. trc. Yavuz Alogan Sarmal Vay., İst, 1998.

[357] Atay v.dğr., 71; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 616; Hatemi, 252. 261, 265. Öz-türk, kendisiyle yaptığımız şifahî cjörüşmede, başörtüsü konusunda ileri sürdüğü bu görüşlerin, toplumsal değil; takip ettiği bilimsel yöntemden kaynaklandığını ifa­de etmiştir.(l/7/1999)

[358] Bk. Demir, 36-41.

[359] Bk. Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 612-3, 616; Atay v.dğr, 71.

[360] ez-Zehebî, i, 281.

[361] a.e.. 1,280.

[362] Nitekim İsfehânî, himâr kelimesinin, kadının başörtüsü manasında şöhret buldu­ğunu kaydetmektedir. Bk. eî-İsfebânî, 159. Ayrıca bk. İbn Manzûr, IV, 211; Mü­tercim Asım, II, 305; el-Kurtubî, XII, 230.

[363] el-Halîl b. Ahmed, Kitâbu'i-Ayn, thk. Mehdi Mahzûmî, İbrahim es-Samerâî, Mu-essesetu'l-Alemî, Beyrut, 1408/1988, IV, 263; Mütercim Asım, II. 306.

[364] El-Hâlîl b, Ahmed, IV, 263; İsmail b. Abbâd, IV, 340; İbn Sîde, V, 115; İbn Manzûr, IV, 213.

[365] Nitekim Kitab-ı Mukaddes'te şu ifadeler geçmektedir: "Ama başını örtmeden dua eden ya da peygamberlik eden her kadm, başını küçük düşürür..." Bk. Kitab-ı Mukaddes, 1. Korintliler, 11/5; "Siz kendiniz karar verin: Kadının Örtüsüz baş-ia Tann'ya dua etmesi uygun mu?" Bk. Kitab-ı-Mukaddes, 1. Korintliler, 11/13.

[366] el-Hali! b. Ahmed, VI, 192; İbn Manzûr, Iî, 433.

[367] ei-Halil b. Ahmed, VIII, 55; İbn Manzûr, II, 88.

[368] Bk. Atay u.dğr, 71.

[369] Hallâf, 298.

[370] el-Bâcî,   Kitabu'İ-İşâre  f\   Ma'rİfeti'lUsûi,   Dâru'l-Beşâri'I-İsiâmiyye,   Beyrut, 1416/1996, 165.

[371] Ebû Zehra, 176; Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, MÜİFV Yay., İst., 1988, 180.

[372] Ebû Zehra, 176.

[373] el-Bâd, 165-6- Ha J/d/, 298; Ebû Zehra, 176-177.153; Atar, 180.

[374] Bk. el-Ahzâb, 33/53, 59.

[375] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 105-109.

[376] el-Hâzin, III, 343.

[377] İbn Kesir, VI. 47.

[378] Takiyyüddin İbn Teymiye, et-Tefsiru'i-Kebîr, thk. ve tik. Abdurrshman Umeyre Daru'l-Kutubi'l-îlmiyye. Beyrut, 1988, V, 343.

[379] İbn Teymiye. et-Tefsiru'i-Kebîr, V, 343.

[380] er-Râzî, XXIII, 179. ,

[381] İbn Teymiye, et-Tefsiru'1-Kebîr, V 343.

[382] el-Hâzm, III. 343.

[383] e£-Taberî, XVIII, 119.

[384] el-Cessâs, V, 172.

[385] Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Bk. el-Alusî, X. 207.

[386] Ayette geçen ziynet kelimesiyle kastedilen vücut organlarının belirtilmemesini, ör­tünme ve korunma konusunda mübalağaya işaret ettiğine dair bk. Ebû Hayyân, VI. 447.

[387] Ebû Hayyân, VI, 447: Ayrıca bk. er-Râzî, XXIII. 179.

[388] İbn Kesîr, VI, 47.

[389] Ebû Dâvûd, Libâs. 31. Hadisin bazı alimler tarafından mürsel olduğu kaydedil mektedir. Bk. İbn Kesîr, VI, 48.

[390] Meselâ İmam Şafiî bu görüştedir. Bk. el-Alûsî, X, 207. Ayrıca bk. İbn Teymiye et-Tefsiru'l-Kebîr, V, 345-6.

[391] Ebû Hayyân, VI, 448; el-Kurtûbî, XII, 229. 180

[392] a.y.; a.y..

[393] İbnu'l-Arabî, III, 1369.

[394] et-Tafaerî, X, 119; Ayrıca bk. el-Kurtûbî, XII, 229.

[395] el-Ahzâb, 33/52.

[396] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 179. Elbânî, kadının yüzünü örtmesi­nin, süslü olmaması şartıyla vacip olmadığı, fakat gerçekte güzel bir adet olduğu­nu ifade etmektedir. Bk. M. Nasıruddin e!-Elbânî, Hicab, trc. Akif Nuri Karcıoğ-lu, Huzur Yay., İst., 1991, 38,48.

[397] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 612-3. Ayrıca bk. Dağ, 190. M. Esed'in de aynı gö­rüşü savunduğu anlaşılmaktadır. Ona göre, burada esas olan, ''haramdan gözlerin çevrilmesi ve iffetin korunmasıdır. Birey yaşadığı çağda Kur'ân'ın getirdiği top­lumsal ahlâk ilkelerini göz önünde bulundurarak giyim kuşamını düzenler. Bk. Mu-hammed Esed, Kur'ân Mesajı, trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İst. 1996, II, 713. Yine Vedûd'a göre, burada üzerinde durulması gereken, o döne­min iffet anlayışının kültürel ve ekonomik yapıyla ilgili göstergeleri olan "peçe" ve "örtü" değil; "iffet ilkesfdir. Bk. Amine Muhsin-Vedûd, Kur'ân ve Kadın, trc. Na-zife Şişman, İz Yay.. İst.. 1997, 35.

[398] Bk. el-Buhârî, Vudû\ 43; Ebû Davûd, Taharet, 39; Nesâî, Taharet, 56; İbn Mâ-ce, Taharet. 36.

[399] Öztürk, Kur'ûn'daki İslam, 616.

[400] el-Askalânî, I, 401.

[401] el'Kastalönî, 1, 489; ayrıca bkz es-Sindî, Hâşiyetu İmam es-Sindî, Dâru'l-Mari-fe, Beyrut, 1994, I. 60.

[402] Bu terim, isnadının her hangi bir yerinde ravisi tek kalmış olan hadis çeşidi için kullanılmaktadır. Bk. Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü-TDV Yay., Ankara, 1992, 93.

[403] Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi I (Yaşar Nuri Öztürk), Ka-yıhan Yay., İst.,1997. 20-6.

[404] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 110-115.

[405] Mutahhari, Hicab, 61.

[406] Muhammed Fadlallah. İslâm! Aç\dan Kadm Sorunu, trc  Ali Kaya  Şura  İst., 1997, 64.

[407] en-Nûr, 24/30.

[408] en-Nûr, 24/31.

[409] Hayati Hökelekli, "Cinsiyet", DİA, İst., 1993, 22.

[410] Ayrıca bk. Abdurrahman Kasapoğlu, Kadın, Modernizm ve Örtünme, Cemre Yay., İst, 1993, 15.

[411] Cemil Meriç, Kırk Anbar, İst., 1980, 442-3.

[412] Ayrıca bk. Mutahhari, Hicab,,65; Fadialloh, 57.

[413] en-Nûr, 24/30.

[414] en-Nûr, 24/31.

[415] el-İsfehânl 361.

[416] İbn Manzûr, X, 82.

[417] Yıldırım, VIII, 4199.

[418] Mevdûdî, Hicab, 415. Erkek psikolojisinde kadım talep eğiliminin, kadının psiko­lojisinde ise, naz ve cilve karakterinin ağır bastığı hak. bk. Mıırtaza Mutahhari, is­lam ue Kadın, trc. Kadir Çelik, Evrensel Yay., İst., 1996, 4. Diğer bir yerde ise o, kadın-erkek ilişkilerinde, erkeğin cinsel duygularının, kadının ise sevgi hisleri­nin ağır bastığını belirtmektedir. Mutahhari, islam ve Kadın, 15.

[419] Evlenmeleri birbirine haram olmayan kimseler. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terim­leri Sözlüğü, 268.

[420] İbn Kesir, VI, 46.

[421] a.e. VI, 47.

[422] e/-Cessûs, V, 173.

[423] Bir kimsede hem kadın hem de erkek cinsel organının birlikte mevcut olması, ya­hut da her iki organın da bulunmaması hali. Bk. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Te­rimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İst., 1998, 163.

[424] Mümeyyiz, iyi ve kötüyü kâr ve zararını ayırt edebilen kimse. Bk. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 332.

[425] el-Alûsî, X, 207-8. Fitne korkusuyla kadına yazı Öğretilmemesine dair bk. el-Ket-tânî, I, 132.

[426] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 184. Diğer bir çalışmada da, cinsel ar­zudan kaynaklanmayan bakışların normal olduğu anlatılmakta ve ayete şu mana verilmektedir: "Mümin kadınlara da söyle! Gözlerini dikmesinler, iffetlerini korusunlar. " Bk. Atay v.dgr, 69.

[427] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 178.

[428] Hatemi, 30.

[429] Yorumlarda bu temanın işlendiği dikkat çektiği gibi, bazı eserlerde sarih bir şekil­de ifade edildiği de görülmektedir. Bk. Sobhani, 111. Muhafazakâr yaklaşımın, erkeğin güçlülüğü, kadının ise zayıflığına dair görüşü için ayrıca bk. Stowasser, 14.

[430] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 115-121.

[431] Fakat Türköne, İslamiyet'in cinslerarası ilişkilerde "eşitlik" ve "tamamlayıcılık" il­kesini getirdiğini, dolayısıyla eski ataerkil kültüre önemli ölçüde son verdiğini ifa­de etmektedir. Bk. Türköne, 4.

[432] Bu konuda yapılan bir izah için bk. Bekir Topaloğlu, "Cennet", DIA, İst., 1993, VII, 382.

[433] Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadm, AÜSBE (Doktora Tezi), Ankara,   1994,   157.   Krş.   Reşid   Rıza,   "Nidâu   li'l-Cinsi'l-Lâtîf",   el-Menâr, XXXII/5, (30 ktabır - 1931), 357.

[434] İbnu'l-Arabî, ffi, 1367.

[435] el-KurtÛbî, XII, 226.

[436] el-KurtÛbt, XII, 288.

[437] er-Râzî, XXIII, 178.

[438] el-Buhârî, Nikâh, 18; Müslim, Zikir, 26. Benzer temayı İşleyen diğer bir rivayet için bk. İbn Mâce, Fiten 19. Kadınların fitnesine ilişkin rivayetlerin değerlendiril­mesi için bk. Ali Çelik, Hz. Peygamber'in Hadislerinde Fitne, Çağlayan Yay., İzmir, 1996, 19-21. İbn Hacer, Buhârîde geçen hadisin şerhinde, Al-İmrân 14. Ayetinde, erkeklerin düşkünlük gösterdiği zevkler arasında kadınların ilk sırada yer almasını, erkeklerin denenip imtihan edilmelerinde onların "asıl" olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Bk. İbn Hacer el-Askalânî, X, 172.

[439] Corci Zeydan'ın, tarihte tesettüre dair nassların, kadına istibdada varacak tarzda yorumlanmasına dair görüşü için ayrıca bk. Çora Zeydan, V, 141.

[440] Bk. Hayrettin Karaman, ''Günümüzde Çalışan Kadının Problemleri", Sosyal Ha­yatta Kadm (Sempozyum), Ensar Ne?., İst., 1996, 300-1. İbn Hazm da, İffetin tek taraflı oiarak sadece kadınlardan beklenmesini eleştirmektedir. Bk. Abdulha-lim Uveys, İbn Hazm el-Endelus'ı, Dâru'l-İ'tisâm, b.y., ts., 316.

[441] Meselâ bk. el-Bakara, 2/102; el-Enbiyâ, 21/35; e!-İsrâ. 17/60; el-Hacc. 22/53; el-Furkân, 25/20; el-Kamer, 54/27.

[442] el-Enfâl, 8/28.

[443] et-Teğâbun, 64/15.

[444] et-İsfehânL 372.

[445] ct-Teğ&bün, 64/14

[446] Bk. el-İsfehânî, 372.

[447] Bk. Al-i İmrân, 3/14.

[448] İnsanlık cemiyeti, sosyal ve kültürel sahalarda bir çok değişiklikler geçirmesine rağmen, bu olgu bugün de geçerliliğini devam ettirmektedir.

[449] Ahmed Khalil Aziz. "Gender Patterns in the Qur'an: A Sociolinguistic Appro-ach". The American Journal of Islamic Social Sciences, XII/3, (Fall-1995). 318.

[450] İbn Aşûr, İslam Hukuk Felsefesi, 110.

[451] Zeydân, IV, 182.

[452] AH İmrân, 3/14.

[453] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 121-126.

[454] e|-Ahzâb, 33/30.

[455] el-Ahzâb, 33/31.

[456] el-Ahzâb, 33/32.

[457] el-Ahzâb, 33/33.

[458] Nitekim Erdoğan, "Hz. Peygamber'in ayrıcalıklı yönlen (hasâis)" başlığı altında, hanımlarının örtünmelerinin (ihticab) diğer kadınlardan farklı olduğunu kaydet­mektedir. Mehmet Erdoğan, Akıi-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, ÎFAV İst 1995, 227,

[459] Meselâ bk. en-Nûr, 24/63; e!-Hucurât, 49/1-3. Hz. Peygamberin vefatından sonra eşleriyle evlenmenin yasaklanması da bu çerçevede zikredilebilir. Bk. el-Ah­zâb, 33/53.

[460] Mevdûdî, buradaki hitabın bütün mümin kadınları kapsadığını ifade etmektedir. Bk. Hicab, 347-48. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 126-128.

[461] el-Ahzâb, 33/32.

[462] İbn Manzûr, IV 127; Mütercim Asım, III, 226.

[463] İbn Manzûr, IV, 127.

[464] Mütercim Asım, III, 227.

[465] er-Râzî, XV, 180.

[466] Bir aileden kız aimak yoluyla meydana gelen damatlık, kayınvalidelik, kayınpeder-İik gibi hısımlıktır. Bk. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 339.

[467] Müfessir burada "ğılza" kelimesini kullanmaktadır. Bu kelime yumuşaklığın zıddı, yani setlik manasındadır. Aynı kelime ayette de "...onlar savaş anında sizde bir sertlik bulsunlar..." (et-Tevbe, 9/123} bu manada kullanılmaktadır. Bk. el-İsfe-hâni. 364.

[468] el-Kurtûbî, XIV. 178.

[469] el-Hâzin, III, 490.

[470] AlÛsl XXII, 9.

[471] Ziynetlerinden gizlediklerinin  bilinmesi  için ayaklarını yere uurmcısın-far..."Bk. en-Nûr, 24/31.

[472] e!-Cessâs, V, 177.

[473] el-AİÛsî, XVIII, 215.

[474] Bk. İbnMâce, Nikâh, 21.

[475] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsin, VII, 162; Ayrıca bk. Ateş, "islâm'da Teset­tür", 71.

[476] Atay, Kur'ön'a Göre Araştırmalar l-lll, 76.

[477] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 128-131.

[478] en-Nûr, 24/27-28.

[479] el-Ahzâb. 33/55.

[480] el-Ahzâb, 33/53.

[481] Rivaye göre, düğüne davet edilen şahıslardan bazıları, yemeklerini yedikten son­ra kalkıp gitmeyerek sohbete dalmışlar; böylece Peygamber'in yeni evlendiği eşiy le yalnız kalmasına fırsat vermeyerek; onu rahatsız etmişlerdir. Fakat Hz. Peygam­ber, utandığından onlara bir şey de söyleyememiştir. Bk. el-Buhârî, Tefsir (el-Ah­zâb), 8.

[482] Hz. Ömer'in Hz. Peygamber'e "Senin yanına hayırlı (ehberru) hayırsız (el-fâcir) kimseler giriyor, müminlerin analarına perde içine girmelerini emretsen!" de­diği, hicâb emrini içeren Ahzâb 53. ayetinin de bu olay üzerine nazil olduğu kay­dedilmektedir. Bk. el-Buhârî, Tefsir (el-Ahzâb), 8.              

[483] Rivayetlerde bu tür düşüncelerini açıkça söyleyenlerin de olduğu nakledilmektedir. Bk. el-Cessas, V, 242.

[484] lbnu'l-Arabî, ayette geçen bu mealdeki ifadenin, illetin tekrarı olduğunu, dolayısıy­la hükmü tekit ettiğini belirtmektedir. Zira illetin tekidi hükmün daha da kuvvet­lenmesine yol açar. Bk. İbnu'İ-Arabî, III, 1579.

[485] M. Mustafa Şelebî, Ta'Hlu'l-Ahkâm, Daru'n-Nahdati'l-Arabî, Beyrut, 1981, 19.

[486] Meselâ bk. et-Tevbe, 9/97; el-Hucurât, 49/1-5 ayetleri, arabların bu özelliğine işaret etmektedir.

[487] Usulcülere göre Ahzâb l'de olduğu gibi, Hz. Pegambere yönelik hitaplar, dil açı­sından olmasa da, "serî'-örf" itibarıyla diğer müminleri de kapsamaktadır. Ama Ahzâb 50'de olduğu gibi, emrin ona "mahsus" olduğuna dair bir karine varsa söz. konusu hüküm diğer müminleri içermemektedir. Bk. Muhammed el-Hudarî, Usû-lu't-Fıkh, Mısır, 1389/1969, 167.

[488] elCessâs, V, 242. Ayrıca bk. et-Taberî, XII, 39.

[489] tbnu'l-Arabî, III, 1579.

[490] es-SâbÛnî, II, 351.

[491] İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, XXII, 92.

[492] Zeydân, III, 321.

[493] Zeyddn, III 426-430.

[494] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, VII, 194. Mutahhari de. bu ayetin ailevi İlişkilerle ilgili olduğuna işaret etmektedir. Bu emre göre, erkek kadınların bulun­duğu yerlere girmemeli ve ihtiyacı olan bir şey almak isterken perde arkasından seslenmelidir. Bk. Mutaahhari, Hicab, 133. Ateş'e göre hicâb ayeti, kadının yü­zünü peçeyle örtmesi gerekmediğine işaret etmektedir, bk. Ateş, "İslâm'da Teset­tür", 71.

[495] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tejsiri, VI, 184.

[496] Bu tabir, kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturdukları yer anlamına gelmektedir. Hodgson, bu sistemin Bizans'a, hatta Yunan'a kadar dayandığına işaret etmekte­dir. Bk. Hodgson, II, 155. Ayrıca bk. Mazaheri, 73.

[497] Akdemir, "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın". 270.

[498] Öztürk, Kur'ân 'daki İslam, 526. Şimşek de ayette emredilen hicabın peygamber eşlerine özgü olduğuna işaret etmektedir. Bk. Günümüz Tefsir Problemleri 236.

[499] Bu yönde bir yaklaşım için bk. Karaman, "Günümüzde Çalışan Kadının Proble-meleri", 29S-9.

[500] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 132-137.

[501] Bu tür yaklaşıma örnek olarak bk, Aynur İlyasoğlu, Örtülü Kimlik, Metis Yay-, İst, 1994. 121: Mernissi, 210.

[502] Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, 145.

[503] Cumhuriyet öncesinde. Batıcılar, iyi bir eğitimle kadının örtünmesine gerek kal­mayacağı, Türkçüler ise, sadece çarşaf ve peçenin kaldırılmasını yeterli görüyor­lardı. Bk. Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını 1839-1923, MEB Yay.. Ankara, 1991. 77.

[504] Bu tür yaklaşımlara örnek olmak üzere bk. Akdemir, "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 260-270. Hidayet Şefkatli-Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İs­lam Geleneğindeki İzdüşümleri, Kitâbiyât, Ankara, 2000, 234-235; "Kur'ân'ın Tarihselliği Bağlamında Kadın Sorunu", İslam ve Modernizm (22-23 Nisan 1997), İBBKİDB Yay., İst.,1997, 340-8; Hayrettin Karaman, "Din, Gelenek. Çağdaşlık ve Kadın", Yeni Şafak, (6/6/1999), 2. "Modernleşme ve Kadın", Ye­ni Şafak, (13/6/1999), 2.

[505] Görgün. 151.

[506] Görgün, 151-2.

[507] Ahmet Davudoğlu, "Tarih Metodolojisi ve Geleneği Yeniden Yorumlama Sürecin­deki Önemi", (s/om, Gelenek ue Yenilememe, (Sempozyum, 22-23 Nisan-1996. 111. TDV Yay., İst., 1996, 112.

[508] Dinin belirlediği yaşam biçiminin, ekonomik ve politik faktörlerden etkilendiğine dair bk. Weber, 340. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 138-141.

[509] îbrt Manzûr, XI, 355, 359. Lane İse, "kâme ale'l-mer'e "'ifadesine, kadının ba­kım ve himayesini üzerine almak, onu terbiye edip işlerini idare etmek; ilgili aye­te de, erkekler kadınları idare eder, onları gözetir, iyi muamele eder ve bakar, ma­nalarını vermektedir. Bk. Edward William Lane, An Arabic -English Lexicon, Librairie Du Liban, Beirut, 1980, VIII, 2995.

[510] et-İsfehûnî, 416.

[511] Huvvârî ve Taberî gibi bazı yorumcular burada "el-ahzu ala eydîhinne" ifadesini kullanmaktadırlar. Bu tabir ise, bir kimseyi arzuladığı şeyi yapmaktan alıkoymak, davranışlarını sınırlamak manasına gelmektedir. Bk. Lane, I, 28.

[512] el-Huuuârî, I, 377; et-Taben, IV, 57; el-Cessâs, III, 149; İbn Kesîr, II, 256; el-Kurtûbî, V, 169. Klasik dönemde kadının yaratılışı itibarıyla yönetilmeye ve ko­runmaya muhtaç olarak görüldüğüne dair Bk. İra M. Lapidus, Modernizme Ge­çiş Sürecinde İslam Dünyası, trc. 1. Safa Üstün, İFAV, İst., 1996, 387. Reşid Rı­za Nisa Sûresi 15. ayetinde fuhuş yapan kadınlara verilen "evden dışarı çıkmama" cezası haricinde onları kıskançlık ve tahakküm gayesiyle evde tutmanın haram ol­duğunu ifade etmektedir. Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakım, IV, 436.

[513] el-Beydâuî, I, 213.

[514] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1348; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, Bilmen Yay., İst., II, 586.

[515] Mehmet Hayrı Kırbaşoğlu, "Kadın Konusunda Kur'ân'a Yöneltilen Başlıca Eleşti­riler", İslami Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991). 272; Öztürk, Kur'ân'daki İshm, 552. Öztürk, ayetin, erkeğin üstünlüğünü ilan etmekten ziyade, ona mutlak üs­tünlük tanıyan zaiim kabullerin kırılışını anlattığını belirtmektedir. Bk. Kur'ân'da­ki İslam, 552.

[516] Öztürk, Kur'ân 'daki İslam, 552.

[517] a.e., 552; Kırbaşoğlu, "Kadın Konusunda Kur'ân'a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler", 272; Salih Akdemir, "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 268, Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 213; Ali Bulaç, "Feminizmin Tarihî Paradoksu", Kadm ue Aile, sy. 34, (15 Ocak-15 Şubat-1988), 16.

[518] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 786; Yıldırım, III, 1295; Koçyiğit v.dğn, I, 449;

[519] Akdemir, "Tarih Boyunca Ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 268; Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 215.

[520] Modern yorumcuların, ailede eşler arası ilişkilerden bahseden "...kendileriyle sü­kûn bulacağınız eşler yaratması ve aranızda seugi ve acıma koymasıdır.,.," ifa­delerinin geçtiği Rûm Sûresi 21. ayetine sık sık atıfta bulundukları görülmektedir. Meselâ bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, II, 398.

[521] Ailede erkeğin yöneticiliğinin, "milletin efendisi, onlara hizmet edendir" sözünde olduğu gibi, hizmet ve sorumluluk yönü ağır basan bir manada kullanıldığına dair bk. Yazır. Hale Dini Kur'ân Dili, 11. 1348. Ailede erkeğin yöneticiliğinin, onun sorumluluğundan kaynaklandığına dair bk. Bekir Topaloğlu, İslam'da Kadın, Yağmur Yay., İst, 1990, 75.

[522] 1980'ierden itibaren feminist hareketin sorguladığı ana temalardan birinin "ata-erkillik" olduğuna dair (Bk. Çaha, 158, 208; Arat, "1980'ler Türkiyesi'nde Ka­dın Hareketi'1. Sİ, 86) Feministlerin, atacrkilliğin bir uzantısı kabul ettikleri aile re­isliğini erkeğe vermesi dolaylıyla Medeni Kanunu eleştirmeleri hakkında (Bk. Berktay, 'Türkiye'de Kadın Hereketi", 26). Yine Türkiye'nin imzaladığı "Kadın­lara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ka/dın/masf'na İlişkin sözleşmenin, iki cins­ten birinin aşağılığı, diğerinin üstünlüğü düşüncesini kabul etmemesi ve gelenek­sel rollerin değişikliğini öngörmesine dair bk. Aysel Çelikel, "Uluslararası Sözleş­melerde Kadın", Türkiye'de Kadın Olgusu, haz. Necla Arat, Say Yay., İst., 1992, 192-93.

[523] Ortaçağlarda kadın eğitiminin oldukça yetersiz olduğuna dair bk. Ahmet Çelebi, islâm'da Eğitim Öğretim Tarihi, trc. Ali Yardım, Damla Yay., İst., 1983, 336, 338. XVII. asırda Kudüs'te kadının, eğitim ve öğretimin oldukça yetersiz oldıığu--na dair bk. Dror Zeevi, ı:Women in 17th-century Jerusalem: Western and İndige-nous Perspectİves", Internationa! Journal of Middle East Studies, XXVII, (May-1995), 160.

[524] Bk. Berktay, "Türkiye'de Kadın Hareketi", 19-20; Çaha, 208.

[525] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 141-145.

[526] el İsfehâm, 382.

[527] Ebû Hayyân, III, 239.

[528] el-Cessâs, III, 149; el-Mâverdl J, 480; el-Beydâvî, I, 213; el-Kurtûbî, V, 169; Ibn Hacer el-Askalânî, XV, 47. M. Vehbi, erkeğin dini emirleri eksiksiz bir şekil­de yerine getirdiğini belirterek, kadına olan üstünlüğünü ispatlamaya çalışmakta­dır. (Bk. Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kur'âniye, Ahköm-ı Kur'âniye, Bahar Yay.. İst., 1996, 134). Müfessirin burada, aybaşı ve lohusalık hallerini kadının er­keğe göre eksikliği çerçevesinde değerlendirmesini anlamak oldukça zor gözük­mektedir. Çünkü bu haller, insan varlığının devamı için, fıtratın kadına yüklemiş olduğu fizyolojik fonksyonlardır. Kaldı ki, bu dönemlerde kadının bazı sorumluluk­lardan muaf tutulması da yine dinin bir emridir. Muhafazakâr yaklaşımın, erkeğin güçlülüğü, kadının ise zayıflığına dair görüşü için ayrıca bk. Stoıvasser, 14.

[529] ei-Beydâüi, I, 213.

[530] eUHuvuârî, III, 377.

[531] el-Kurtûbî, V, 169. Yine erkeğin peygamberlik, halifelik, İmamlık, hutbe okuma, savaşçı ve atıcı olması, ezan okuyup itikâfa girmesi, çocuğun kendisine nisbet edil­mesi, sakalının olması, yüzünün açık olması gibi konuların da bu çerçevede zikre-dildiği görülmektedir. Bk. Ebû Hayyân, 111. 239; Ayrıca bk. er-Râzî, X, 71; el-Beydâvi. I, 213.

[532] el-Bakara, 2/228.

[533] Bu ayetin, ailede kadına nazaran erkeğe daha fazla sorumluluk yüklediği hak. bk-Reşid Rıza, Tefsiru'lKur'âni'l-Hakîm, II, 380. Yine ailede erkeğe göre kadına daha fazla hak ve hürriyet verildiğine dair bk. Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Ku'âniye, 135, 136. Kadın-erkek eşitliğinin ilk defa bu ayetle kabul edildiği hak. bk. Doğrul, Tanrı Buyruğu, 64; Müslümanlık Nedir?, 389. Ayrıca bk. v.dğr., I, 449; Yi/dınm, II, 634.

[534] Hadisin diğer rivayetleri için bk. et-Tirmîzî, Rada', 10; İbn Mace, Nikâh, 4.

[535] Ahmed b. HanbeL III, 159. Ayrıca bk. e/-Cessâs, II, 70.

[536] el-Buhârî; Nikâh, 86. Ayrıca bk. el-Cessâs, II, 70.

[537] el-Halebî, Multeka el-Ebhur, Muessesetu'r-Risâle, Beyrut, 1409/1989, I, 237.

[538] Nitekim Kasım Emin. bu anlayışın Kur'ânî olmadığına, ama müslümanlar arasın­da yaygın olduğuna işaret etmektedir. Bk. eş-Şarkâvî, e!-Fikru'd-Dinî. 230. Şel-tut da nikâh akdinin, bir ahş-veriş ve kiralama akdi, yahut da bir köleleştirme usu­lü olmadığını, şefkat ve merhamete dayalı şerefli ve sağlam bir misak olduğunu ifade etmektedir. Bk. Şeltût, 172. Ayrıca bk. Şimşek, Günümüz Tefsir Proble-meleri, 212.

[539] bn Kesîr, I, 398. Yine İbn Kesir, erkeğin kadından daha hayırlı olduğunu, bu se­beple peygamberliğin kendisine tahsis edildiğini ileri sürmektedir. Bk. İbn Kesir, II, 256. Çağdaş Mısırlı düşünür Akkâd da, vurgulu bir şekilde, bütün medeniyet­lerde erkeğin, maddî ve manevî yönlerden kadından üstün bir yaratılışa sahip ol­duğunu ifade etmektedir. Bk. Abbas Mahmud el-Akkâd, el-Felsefetu'l-Kur'âniy-ye, Menşûrâtu'l-Mektebe, Beyrut, ts., 54-56.

[540] Derece" kelimesinin, erkeğin kadına üstünlüğü ve şerefli oluşu çerçevesinde yo­rumlamasına dair bk. el-Beydâuî, 1, 122. Ayrıca İbnu'l-Arabî, erkeğin kadına gö­re daha şerefli ve yüce olduğunu belirtmektedir. Çocuğun babasına nisbet edilme­sinin sebebi de budur. Bk. Muhyiddin İbnu't-Arabî, I, 440. 

[541] et-AlÛsi, II, 203.

[542] Mazaherî, ortaçağlarda doğum esnasında erkek çocuğun kız çocuktan daha büyük bir sevinçle karşılandığını ifade etmektedir. Bk. Mazaherî, 48.

[543] Alex Mucchielli, Zihniyetler, trc, Ahmet Kotil, İletişim Yay, İst., 1991.

[544] Ancak Mehmet Vehbi, ilgili görüşlerini, ''Erkeklerin Kadınlar Üzerine Faziletle­ri" başlığı altında işlemekte ve erkeklerin akıllarının müstakim, mizaçlarının mute­dil ve idarelerinin de daha güzel olması sebebiyle kadınlar üzerine hakim kılındık­larını ifade etmektedir. (Bk. Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kur'âniye, 132). Ateş de, tabiatta bütün canlılarda erkeklerin, dişilerden daha mükemmel ve üstün yaratıldığını ifade etmekte; devamında ise, erkeğin yüzünde bıyık ve sakal bitme' sini kadına göre bir mükemmellik olarak değerlendirmektedir. Bk. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, 11, 275.

[545] Yıldırım, III, 1295: Doğrul, Tanrı Buyruğu, 122; Müslümanlık Nedir?, 41; Ya-zır da aynı yorumu yapmakta, fakat bütün olarak düşünüldüğünde kadının erkeğe daha fazla muhtaç olduğunu ifade etmektedir. Bk. Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1349.

[546] Süleyman Ateş, "İslamın Kadına Getirdiği Haklar". Islami Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991), 322.

[547] Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 214; Musa Kâzim Yılmaz, Kur'ân Aile­si, Hilal Yay., İst., 1994, 189; İlhami Güler, "Kur'ânda Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri", İslami Araştırmalar, V/4, (Ekim-1991), 317

[548] Koçyiğit v.dğr. I, 449; Doğrul, Tanrı Buyruğu, 122, Müslümanlık Nedir?, 41; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 552; Bayındır, "Günümüzde Ailede Meydana Gelen İhtilaflar ve Sebepleri", 232.

[549] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 552.

[550] Erkek, ailede yöneticiliği ve kuvveti sebebiyle gurura kapılıp Allah'a daha yakın ol­duğu vehmine kapılmamalıdır. Kadın da, erkeğin yöneticiliğini düşünerek, Allah katında onun daha üst seviyede olduğu yanılgısına kendisini kaptırmamahdır. Bk, Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, IV, 306.                               

[551] Yılmaz, söz konusu üstünlüğün, tabiî, dinî ve mahiyet itibarıyla olmadığı, ailede erkeğe verilen fonksyonel bir üstünlüğü ifade ettiğini belirtmektedir, Bk. Yümaz, 153.

[552] Kırbaşoğlu, "Kadın Konusunda Kur'ân'a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler", 272.

[553] Akdemir. "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerim'de Kadın", 268.

[554] Güler, "Kur'ân'da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri", 317.

[555] Güler, "Kur'ân'da Kadın-Erkek Eşitsizliğinin Temelleri", 317. Musa Kâzım Yılmaz da, kadının ekonomik yönden bağımsızlaşması ve evinin geçimine katkıda bulun­masına paralel olarak, erkeğin yetki ve inisiyatifinde azalma olacağını ileri sür-mektedir.(Bk. Yılmaz, 153). Benzer yaklaşımlar için ayrıca bk. Fazlur Rahman. Ana Konularıyla Kur'ân, 127.

[556] Akdemir. "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 268. Kurtûbî, "...malla­rından harcamaları dolayısıyla..." ifadelerinde, eşinin nafakasını temin edeme­mesi durumunda kocanın yöneticiliğinin düşeceği ve evlenme akdin fesh olacağı yorumunu getirmiştir. Bk. el-Kurtûbi, V, 169.

[557] Erkeğin yaratılışı itibarıyla üstünlüğü hak. bk. İbn Kesir, I, 398; e/-Cessds, III, 149; el-Mâverdî, I, 480; el-Beydâvî, I, 213; el-Kurtûbî, V, 169.

[558] Miras, şahitlik, dinî tebliğ, cihad. boşama, çok eşlilik vb. düzenlemelerin erkeğin üstünlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi hak. bk. el-Huuvârî, III, 377; el-Cessâs, II, 70; el-Kurtûbî. V, 169; Ebû Hayydn, III, 239; er-Râzı, X, 71; el-Beydâuî, I. 213.

[559] Huy, itaat etme, infakta bulunma, salih amel yönlerinden erkeğin üstünlüğü hak. bk. İbn Kesîr, I, 398.

[560] Erkeğin ahirette de üstün olduğuna dair bkz /fan Kesfr, I, 398.

[561] Erkeğin sosyal konum, şeref ve fazilet yönüyle üstünlüğü hak. bk. Muhyiddin tb-nu'l-Arabî, i, 440; el-Beydâvî, I, 122; el-AlÛsî, II, 203.

[562] Kadının ikinci derecede ele alınmasına dair görüş, asrın ikinci yarısından itibaren daha ziyade eşler arasında eşitliği Öngören yaklaşımla yer değiştirmiştir. Buna gö­re, cinsler arasındaki eşitlik, farklılık temeline dayanır ve birbirini tamamlayıcı bir özellik gösterir. Bk. Stouıasser, 15.

[563] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 145-151.

[564] Ebû Ubeyde, 1, 125.

[565] e/-/s/ehânî, 493.

[566] İbn Manzûr, XIV, 143.

[567] Bk. et-Taberî, IV, 62: et-Beydâvt, I, 213; İbn Kesîr, II, 257; el-AlÛsî, IV, 37.

[568] Meselâ kadının koku sürünmemesi, birleşme isteğini reddetmesi, huysuzlaşması, kocasının belirlediği meskende oturmayı kabul etmemesi gibi, bk. Ebû Hayyân. III, 241.

[569] Hadisin diğer rivayetleri için bk. et-Tirmîzî, Rada', 10; İbn Mâce, Nikâh, 4. Ayrı­ca bk. İbn Kesîr, II, 257.

[570] EbÛ Hayyân, III, 240.

[571] a.e., III, 241; Kadının kocasına itaat etmesine ilişkin diğer hadisler için ayrıca bk. el-Cessös, III, 149; el-Kurtûbî, V, 171; et-Taberi, IV, 60.

[572] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân-t Kerîm Meali, Hürriyet Ofset, İst., 1994.

[573] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, II, 276.

[574] Müslim, Hacc, 19. el-Cessâs, III, 150.

[575] Ateş, "İslam'ın Kadına Getirdiği Haklar", 322. Ayrıca bk. Doğrul, Tanrı Buyru­ğu, 122.

[576] İbn Manzûr, XV, 333.

[577] el-Mâzerî, el-Mu'iim bi Fevâidi Müslim, thk. Muhammed Şazelî en-Neyfer, Dâru'î-Garbi'1-İslamî, Beyrut, 1992, II, 57.

[578] en-Nevevî, Sahîhu Müslim bi Şerhi'n-Neueuî, Matbaatu'l-Mısrıyye, b.y.. ts., VI-II, 184; es-Senüsî, Mukemmilu İkmâli'l-İkmâl, Dâru Kutubi'l-îlmiyye,  1415-1994, Beyrut, IV, 257.

[579] Hâzin, 1, 163.

[580] Bk. et-Tirmîzî, Tefsir, 9.

[581] ei-KurtÛbî, V, 173.

[582] Ateş, "İslam'ın Kadına Getirdiği Haklar", 324.

[583] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 151-154.

[584] Bkz Lapidus, 391.

[585] Bk. el-Bakara, 2/228-230.

[586] Bk. en-Nisâ, 4/35.

[587] en-Nisa, 4/128.

[588] İbn Mâce, Nikâh. 1.

[589] Nitekim ailede kocanın karısı üzerindeki yetkisinin aile birliğini devam ettirmekle sınırlı olduğuna işaret edilmektedir. Bk. Mehmet Akif Aydın, "Aile", DİA, İst., 1989, II, 199.

[590] Geniş bilgi için bkz, el-Buhârî, Nikâh, 36. Ayrıca bkz, İbn Aşûr, İslâm Hukuk Fel­sefesi, 242-24.

[591] Bk. el-Bakara, 2/19; en-Nisâ, 4/15, 25; el-Mâide, 5/5.

[592] Nitekim dövmeye gerekçe teşkil eden "nüşûz" kelimesine böyle bir yorum da ge­tirilmektedir. Bk. İbn Aşûr, Tefsiru't Tahrir, V, 41.

[593] Başlangıçtan itibaren. İslam'ın, doğan çocuğun şaibe altında kalmaması için has­sas davrandığını da burada belirtmenin faydalı olduğunu düşünüyoruz. Bk. İbn Aşûr, İslâm Hukuk Felsefesi, 243.

[594] Bk. el-Buhârî, Şehâdât, 15; Müslim, Tevbe, 10.

[595] el-Hdzin, III, 488.

[596] Bk. Müslim, Talâk, 5.

[597] Nitekim, Hz. Peygamber bir çok hadisinde, döneminde yaygın olan kadınların ko­caları tarafından dövülmesi uygulamasından sakındırmaya çalışmıştır. Bk. el-Bu-hârî, Tefsir (eş-Şems), 91. Ayrıca bk. İbnu'l-Arabî, I, 420.

[598] Batı hayranı aydınların kadınla İlgili hürriyet talepleri için bk. Lapidus, 388.

[599] Bu konuda son yirmi yılda yoğun bir kamuoyunun oluşmasında, imzalanan ulus­lararası sözleşmelerin etkili olduğu söylenebilir. (Bk. Çelikel, "Uluslararası Sözleş­melerde Kadın'1, 188) Yine bu dönemlerde feminist gruplar, dayağa karşı göste­riler düzenlemişlerdir. Bk. Çaha, 176, 208.

[600] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1351. Ateş de Yazır'in görüşlerine atıfta bulun­maktadır. Bk. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, II, 277.

[601] Dövülme fiili"nde mazohizm denen psikolojik bir durumun olabileceği, bazı in­sanların şiddete maruz kalınca cinsi tatmine ulaştıkları hak. bk. Topahğh, 131

[602] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 25, 186, 401.

[603] a.c.,25.

[604] a.e., 187.

[605] Bu dövmenin, misvakla, incitmeyecek ve iz bırakmayacak tarzda olduğuna dair bk. el-Cessâs, III, 150. İbn Kesir, II, 258,

[606] Başka bir yerde ise. "dövme" tabirinin, başka bir tabir olmadığı için kullanıldığını, dövme demeye bin şahit gerekecek sınırlarla kayıtlı olduğunu ifade etmektedir. Bk. Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 186.

[607] a.e., 401. Ayrıca dövmenin zaruret anında başvurulacak son çare olduğu hak, bk. Şeltût, 175.

[608] Nitekim Öztürk, mealinde de "darb" kelimesi ile ilgili olarak bu manaları sırala­maktadır. Bk. en-Nisâ, 4/34.

[609] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 554.

[610] a.e., 555.

[611] Hatemi, 25.

[612] a.e.,42,

[613] a.e., 143.

[614] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 154-160.

[615] Bk. Davudoğlu, 'Tarih Metodolojisi ve Geleneği Yeniden Yorumlama Sürecinde­ki Önemi", 111.

[616] Kültür şoku tabiri, bir kültürden başka bir kültüre geçen bireylerin, yeni kültüre uyum sağlamada karşılaştıkları güçlük, sıkıntı ve bunalımları ifade etmektedir. Bk. Güvenç, 122.

[617] Turhan, 115, 129.

[618] Turhan, 129.

[619] Hamdi Yazır, P. Janet-G. Seailles'in 'Tahlilî Felsefe Tarihi Metalib ve Mezahib"e "Dibace (Önsöz)", Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (Sempozyum, 4-6 Ey/ü'" 1991) sad. Recep Kılıç, TDV Yay., Ankara, 1993, 72.

[620] a.e., 78.

[621] a.e., 60.

[622] 1920'li yıllardan itibaren, kadının statüsünü değiştirme hususunda Türkiye'nin önde gelmesine dair bk. Lapidus, 389.

[623] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 160-163.

[624] Bk. İbn Kesîr, II, 196.

[625] Ayrıca bk. Hamidullah, I, 261.

[626] Bk. er-Râzî, IX. 165; İbn Kesîr, II, 196-7.

[627] Emrediyor" manasını verenler için bk. İbn Kesîr, III, 96; el-Beydâvî, I, 203.

[628] Bk. er-Râzî, IX, 165; el-Hâzin, I, 344; el-Alûsî, III, 338.

[629] Klasik dönemde, kadının güvenilmezliğine dair bk. Sobhani, 108; Mazahert, 179; Uludağ, 11.

[630] Ayrıca bk. el-Alûsî, III, 339.

[631] Klasik dönemde kadının kıt düşünceli olduğuna dair bk. Sobhani, 110.

[632] Alûsî, hadiste geçtiği üzere akıl ve dinlerinin noksanlığını buna gerekçe göster­mektedir. Bk. el-AlÛsî, III, 339.

[633] Abduh, Bakara 228. ayetinde geçen "yeterabbesne bi enfusihinne" ifadelerine, kadınların kontrol altında bulundurulması ve yasaklanan şehvet bataklığına düş mekten engellenmesi manalarının verilmesini eleştirmektedir. Ona göre, bu görüş sahipleri, kadınların erkeklerden daha şehvetli olduklarını ileri sürmektedir. Oysa, gerçek bunun aksinedir. Bk.Reşİd Rıda, Tefsiru'l-Kur'âni'İ-Hakîm, II. 372.

[634] Alûsî, bu durumda günahlarının artacağı yorumunu getirmektedir. Bk. el-Alûsî. III, 339.

[635] Kadınla ilgili bu olumsuz nitelemelere el-Huwâri, el-Cessâs, et-Taberî, İbnu'1-Ara-bî, et-Tabersî, el-Mâverdî, İbn Kesîr, el-Kurtûbî, Ebû's-Suûd gibi müfessirlerin tef­sirlerinde rastlamadım.

[636] er-Râzî, !X, 168. Kadının zihinsel ve psikolojik yönlerden zayıf olduğu iddiasını Mısırlı düşünür Akkad'ın da yoğun bir şekilde işlediğine dair bk. Stoıvasser, 15.

[637] Ayrıca bk. Ebû Hoyyân, III, 180; Burhaneddin el-Bikaî', Nazmu'd-Durer; y.y., b.y., 1389/1969, V, 204; en-Neseft, I, 311; İbn Cuzeyy el-Ğımatî, Kitabu'L-Teshîl, thk. Muhammed Abdu'l-Mun'im el-Yunûsî, Dâru'l-Kutubi'l-Hadîse, Kahi­re, ts., I, 235; el-Alûsî, III, 339.

[638] Mutabakat yoluyla delâlet, bir kelimenin başlangıçta konulduğu manaya delâlet et­mesidir. "Ev" sözcüğünün evin anlamına delâlet etmesi gibi. İltizâm yoluyla delâ­let ise, bir kelimenin konulduğu mananın neticesi ve gereği olan manaya delâlet etmesidir. "Tavan" sözcüğünün duvara delâlet etmesi gibi. Geniş bilgi için bk. İmam Gazâlî, el-Mustesfa (İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi), trc. Yunus Apaydın, Rey Yay.. Kayseri, 1994, I, 40. M. Naci Bolay, "Delâlet", DİA, İst., 1994, IX, 119.

[639] Ayrıca bk. eî-AlÛsî, 111, 339.

[640] Ayrıca bk. Ebû Hayyân, III, 180; a.e., III, 339.

[641] er-Rözt, K, 168.

[642] Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, IV, 406.

[643] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, II, 223; Halemi, 46.

[644] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, II, 223.

[645] a.e., U, 223.

[646] a.e.. II. 223.

[647] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 538; Atay v.dğr., 64.

[648] İbn Manzûr, XV, 321. Ayrıca bk. Hasan Said el-Keremî, el-Hâdi, Dâru Lubnân. Beyrut. 1412/1992, IV, 498.

[649] Koçyiğit u.dğr., II, 352. Ayrıca bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Kerîm, IV, 405.

[650] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 23, 288; Şimşek, Günümüz Tefsir Problem­leri, 234.

[651] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 341; Atay v.dğr., 64

[652] Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 234: Ayrıca bk. Karaman. İslam'da Ka­dın ve Aile, 23.

[653] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1303, Yazır bu çerçevede, erkekte bulunmayan bazı özelliklere kadının sahip olması gibi, kadında bulunmayan bazı özelliklere de erkeğin sahip olabileceğine işaret etmektedir.

[654] Yazır, Hole Dini Kuran Dı/i, II, 1302; Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, II, 223; Yıldırım, III, 1228; Koçyiğit v.dğr., Kur'ân-ı Kerîm Meal ve Tefsiri, II, 352. Şimşek ailede erkeğin ekonomik sorumluluğu sebebiyle, kadının daha avan­tajlı bir durumda olduğuna işaret etmektedir. Bk. Günümüz Tefsir Problemleri, 234; Ayrıca bk. Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 23; Hatemi, 46. Ayrıca bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'iHakım, IV, 406.

[655] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 163-167.

[656] Kadınların şer ve fenalık tuzağı olduğuna dair Ebu'l-Aİâ'dan naklen Corci Zeydan, V, 122.

[657] Klasik dönemde ideal mümin kadının evini terketmemesi hak. bk. Engineer, 95: Yusuf Has Hâcip, 326-7. Evine bağımlı olduğuna dair bk. Lapidus, 386: XVII. Asır'da Kudüs'te kadının sosyal hayatının oldukça sınırlı olduğu hak. bk. Zâevi, 161; İslam medeniyetinde kadının rolü ve sosyal hayattaki yerine dair geniş bilgi için ayrıca bk. İbn Abdi Rabbih, Ahbâru'n-Nisö fi'l-Ikdı'l-Farîd, y.y., Beyrut; ts.; Klasik dönemde kadının bazı sosyal faaliyetlerde bulunduğu hak. bk. Judith E. Tucker, 'The Arab Family in History", Arab IVomen, ed. Judith E. Tucker, y.y.. Indiana, ts., 196.

[658] Bk. Corci Zeydan, V, 121-2, 140-1.

[659] Klasik dönemde namus duygusunun aşırı yüceltildiği hak. bk. Tucker, 197, 205.

[660] Olumlu ve olumsuz yönleriyle Arap kültüründe kadın telâkkisi hakkında geniş bilgi için bk. Salahuddin el-Muncid, Emsâlu'l-Mer'e İnde'i-Arab, y.y., Beyrut, t.y; Mu-hammed Hasan Abdullah, Sûretu'l-Mer'e fi'ş-Şî'ri'l-Emevî, y.y., Kuveyt, 1987.

[661] Meselâ bk. Öztürk. Kur'ân'daki İslam, 436.

[662] Gelenek içinde düşünen her düşünürün amacı, kendi manevî sorumluluğunun ge­reğini yerine getirmekti. Yani düşünce etkinliği esas amaç değildi; aksine o, dü­şünceyi amelî olan ibtilanın bir parçası olarak görürdü. Bk. Görgün, 159.

[663] Macherv. dğr., 39.

[664] Nitekim, Savaş da bu konuya işaret etmektedir. Bk. Savaş, Hz. Muhammed Dev­rinde Kadın, 273.

[665] Meselâ bk. Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kur'aniye, 152; Musa Kâzım, Kül­liyât, 266; İbnu'l-Hacc, 234.

[666] jsiarn kültüründe, erkeğin kadını tanımlamasına ilişkin bk. Sbnu'iBetnûnî, 10-11-Nitekim bu kitabın muhakkiki, müellifin, muhtemelen kadınlardan birisinin hilesi­ne maruz kalması dolayısıyla Kur'ân, Sünnet, siyer ve israiliyyat sahalarında varit olan bilgileri toplayarak "kadının hilesi" konusunda diğer insanları uyarmak gaye­siyle böyle bir kitabı yazmış olabileceğini belirtmektedir.

[667] Amine Vedûd-Muhsin, 23.

[668] Bu yaklaşımı, radikal feministlerin, erkeğin ürettiği kültürü yadsıyıp kadının ürete­ceği değerlere dayalı yeni bir yapılanmayı hedefleyen. (Bk. Demir. Modern ve Postmodem Feminizm, 69) görüşleri İle karıştırmamak gerekir. Çünkü bizim bu­rada teklif ettiğimiz okuma biçiminde, her iki cinsin de okumaya katılması suretiy­le, tek taraflı okumanın getirdiği 'yanlılık" dengelenmeye çalışılmaktadır.

[669] Kadının da erkek gibi çalışıp kazanabilme imkânına sahip olduğuna dair Bk. Şe<~ tût, 170.

[670] Turhan. 234.

[671] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 168-172.

[672] Örnek olarak bk. en-Nisâ. 4/75; el-Kasas, 28/5. Yetimlerle ilgili olarak bk. Enam. 6/152, ei-İsrâ, 17/34.

[673] ibn Mâce, Edeb, 5. Ayrıca bk. el-Cessâs, II, 339.

[674] Bk. 7bn Kesir, İL 181.

[675] Bir kimsenin mallarında veya çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tayin edi­len kimse. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 477.

[676] en-Nisâ, 4/2.

[677] en-Nisâ, 4/19. Ayrıca bk. Nisa, 4/127.

[678] Sosyal yapının çok eşle evlenme esası üzerine oturduğu toplumlarda, bunun kal­dırılması halinde kadınların iktisadî bakımdan müşkil duruma düşmeleri hak. bk. Turhan, 119.

[679] Ayrıca bk. Ahmed Hamdi Akseki, "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcat", Sebilürreşad, XI/284, {2/1329), 380.

[680] en-Nisâ, 4/3.

[681] İkdu'İ-Farîd'de dört eşin haricinde, kişinin gücü yettiği sayıda cariye alabildiği, ni­tekim bazı halifelerin iki bin. diğer bazıların ise dört bin cariyeye sahip olduğu nak­ledilmektedir. Bk. îbn Abdi Rabbih, 6.

[682] er-Râzî, IX, 142.

[683] İbnu'i-Arabî, I, 323; İbn Kesir, Ii, 182-4; el-Hâzin, I, 335; el-KurtÛbî, V, 17; Zeydân da bir erkeğin aynı anda dörtten fazla eş alamayacağı konusunda "ia bulunduğunu kaydetmektedir. Bk. Zeydân, VI, 294.

[684] İbnu'l-Arabî, I, 313.

[685] Zeydân, VI, 288.

[686] İbnu'l Arabî, I, 313. Ayrıca bk. el-Mevsılî, el-İhtyâr li Ta'hÜ'î-Muhtor, tik. Mah-mûd Ebû Dakika, Dârü'd-Dave, İst., 1984, III, 116.

[687] js/e kadar isteseniz de kadınlar arasında (sevgi açısından) adaleti gerçekleş­tirmeye asla gücünüz yetmez. Öy/e ise bir tarafa tamamen jjöne/ip öbürünü askıdaymış gibi bırakmayın." (en-Nisâ, 4/129).

[688] er-Râzî. XI, 54; el-H&zin, I, 428; e/-A/Ûsî, !V, 238.

[689] en-Nisâ, 3.

[690] Bk. el-Buhârî, Hayız, 6; İbn Mâce, Fiten, 19.

[691] Bk. e!-Keşşâf, I, 496; el-Beydâvf, I, 200; Râzî de dördüncü bir görüş olarak bu­nu zikretmektedir. Bk. er-Râzî, IX, 141; Alûsî "kîl" ifadesiyle bu görüşü naklet­mekte fakat eleştirmektedir. Bk. ef-A/ûsî, III, 297.

[692] Bk. el-İsfehânî, 308

[693] elİsfehânî, 308. 469   İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahnr, IV, 224.

[694] Meselâ bk. Ağaoğtu Ahmet, İslâmiyette Kadın, trc. Hasan Ali Ediz, Birey Top­lum Yay., Ankara, 1985, 31-3; Şemseddin Sâmî, 56. Kurnaz, 39.

[695] Tııcker, kadının İslâm tarihinde haklarını muhafaza edemeyip, kocasının boyun­duruğu altına girmesini çok eşle evlilik olgusuna dayandırmaktadır. Bk. Tucker. 198; Bk. Ahmed Hamdi Akseki, "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât". Sebilurreşad, XI/275, (12/1329), 226; eş-Şarkâvî, el-Fikru'd-Dînî, 235.

[696] Nitekim Ömer Nasûhi, bu dönemde Batı kültürünün fikir ve düşünceleri nasıl yön­lendirdiğini şu ifadelerle dile getirmektedir: :'Şuna eminim ki, eğer taaddud-i zev­cât usûl-i Garb'da cari olup Şark'da memnu' bulunsa İdi; bugün bu müessese aley­hinde bulunanlardan bir çokları bu memnûiyetten şikayet edecek, 'Dini İslam bu usûle mesağ vermediği için nâs bir taraftan fuhşiyat tarikine sülük ediyor, bir ta­raftan da memlekette nüfus-İ umuniyye tezayüdden mahrum bulunuyor' diyecek­lerdi." Bk. Ömer Nasûhî, "Taaddud-i Zevcât Müessesesi İctimaiyesi (II)" Sebilur­reşad, XXİII/591, (3/1340), 294); Ayrıca bk. Ömer Nasûhî, "Taaddud-i Zevcât Müessesesi İctimaiyesi (I)" Sebilurreşad, XXIİI/590, (2/1340), 276; Ahmet Na-im,   "Taaddud-i Zevcât İsiami'/ette Men' Olunabilir mi İmiş?",  Sebilurreşad, XII/298, (5/1330), 216-7.

[697] Bk. Aksekili Ahmet Hamdi,   "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât", Sebilurreşad. XI/275, (12/1329), 226.

[698] Bk. Ahmet Hamdi Akseki,   "İslamiyet ve Taaddud-i Zevcât".  "Sebilurreşad, XI/280, (1/1329), 310.

[699] Ahmet Naim, Mansurzade Said Bey Efendi'den bu mealde bir görüş nakletmek­tedir. Bk. Ahmet Naim, "Taaddud-i Zevcât İslamiyette Men' Olunabilir mi imiş. > Sebilurreşad, XII/298, (5/1330), 216.

[700] Bk.  Ahmet  Hamdi Akseki,   "İslamiyet ve Taaddud-i  Zevcât",   Sebilurreşad, XI/275, (12/1329), 227; Ahmet Hamdi Akseki, "İslamiyet ve Taaddud-i Zev­cât", Sebilurreşad, YA/271, (12/1329), 260.

[701] Bk. Mustafa Sabrı, Kadın/a İlgili Görüşüm, 37.

[702] Bk.   Ahmet  Hamdi Akseki,   "İslamiyet ve Taaddud-İ  Zevcât"   Sebiulrreşad, . Xİ/285, (2/1329), 394; Ayrıca bk. Mustafa Sabri, "Aile Hayatı, Tesettür Mese­lesi, Kadın Hukuku", 1120; Bümen, Kur'ân-ı Kerîın'in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, II, 547-51.

[703] Yazır da çok eşliliğin, kadının hukuk ve şerefinin korunmasına yardımcı olduğunu kaydetmektedir. Bk. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 288. Ayrıca bk. Hatemi 115.

[704] Çok eşliliğe müsade edilmesinin nüfusun çoğalması ve iffetin korunmasına katkı sağladığına dair bk. Mûsâ Kâzım, Külliyât, Evkafı İslâmiyye Yay b.y 1336 262-3.

[705] Bk. Ömer Nasûhî, 'Taaddud-i Zevcât Müessesesi İctimaiyesi (II)"', Sebilurreşad, XXIII/591,(3/1340), 295.

[706] Bk. Ömer Nasûhî, 'Taaddud-i Zevcât Müessesesi İctimaiyesi (II)"', Sebilurreşad, XXIII/591,(3/1340), 295.

[707] Yıldırım, çok eşliliğin şartlarından söz etmekte bu bağlamda kadının annelik vaka-nnın korunması ve onurunun zedelenmemesi gereğine işaret etmektedir. Bk Yıl­dırım, III, 1208.

[708] Bk. Ömer Nasûhî, 'Taaddud-i Zevcât Müessesesi İctimâiyesi Sabri, Kadın/a ilgili Görüşüm, 35.

[709] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, II, 201-202.Mahmut Şeltut'ım da çok «T liliğin ruhsat olduğu görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır. Bk. Şehût, 182.

[710] Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'I-Hakîm, IV, 349. Krş. Zeydân, VI, 291.

[711] Tek eşliliğin İslam'da esas olduğuna dair modern yorumlardaki yaygın vurgu bk. eş-Şarkâvî, el-Fikru'd-Dinî, 242.

[712] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile. 203.

[713] a.e.,393

[714] a.e., 333. Şimşek kadının eş üzerine evlenmeye zorlanamayacağı, kendi rızasıy­la evlenip de sonradan haksızlığa uğraması halinde ise mahkemeye başvurup bo­şanma davası açabileceğini kaydetmektedir. Bk. Şimşek, Günümüz Tefsir Prob­lemleri, 226. Ayrıca bk. Zeydân, VI, 292.

[715] Karaman, İslam'da Kadın ue Aile, 25. Ayrıca bk. Muhammed Muhammed el-Medenî, i;Re'yun Cedîdun fî Taaddudi'z-Zevcât", Risâletu'l-İslâmiyye, Kahire, 1958, 430. Zeydân, çok eşlilik müsaadesinin kullanılabilmesi için, hakimin izni­nin gerekli olmadığını kaydetmektedir. Bunun için gerekli olan adalet ue eşlerin maişetinin temin edilmesi şartlarının, yerine getirilip getirilmemesi erkeğin sorum­luluğunda olan bir durumdur. Bk. Zeydân, VI, 293.

[716] Öztürk, Kur'ân'dak İslam, 535. Kasım Emin de ayette geçen adalet teriminin sa­dece nafaka vb. konulara hasredilmesin! eleştirmektedir. Bk. eş-Şarkâvî, Kadâyâ Insâniyye fî Amali'İ-Mufessirîn, 188.

[717] Hatemi bu görüşüne Nisa Sûresi 4. ayetini delil olarak ileri sürmektedir.Bk. Ma­temi, 115.

[718] Halemi, 114-115. Modern yorumlarda bu konudaki eğilim için bk. eş-Şarkâvî. el-Fikru'd-DM, 236.

[719] Nitekim ayet, Arapların "ma! sevgisfne vurgu yapmaktadır. Bk. el-Hümeze, 104/3.

[720] Aydın, "İslâm'ın İşığında Kadın", 24.

[721] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'ân, 124.

[722] Fazlur Rahman, "İslâm'da Kadının Konumu", 96.

[723] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'ân, 124. Karaman, tarihselcilerin bu tür yaklaşımlarını "modern bidat" olarak nitelendirmekte ve Kur'ân'ın içerdiğini söy­ledikleri "sosyal ve ahlâkî amaçlarla, gerçekte Batılı zihniyet ve hayat tarzın"1 kastedildiğini belirtmektedir. Bk. Hayreddin Karaman, "Fıkıhta Gelenek ve Yeni­leşme", İslam, Gelenek ve Yenileşme, TDV Yay., İst., 1996, 39.

[724] el-Medenî. 429.

[725] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 172-181.

[726] Modern yorumlarda çok eşliliğin bir zaruret, bazen da haram olarak değerlendiril­diğine dair bk. eş-Şarkâvî, eJ-Fikru'd-Dînî, 240.

[727] Sömürgeciliğin, Afrika'da, medeniyetle uyuşmadığı iddiasıyla çok eşlilikle dele etmesine dair bk. Naîm Kaddah, Ifr'ikya el-Garbiyyu fi Zılâlı'l-îslam, Cezâir, ts., 187.

[728] Bu konuda geniş bilgi için şu eserlere bakılabilir: Emel Doğramacı, Türkiye'de Kadının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara, 1992, 43-4; Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, MEB Yay., İst., 1991, 203-6; Fatma Aliye, "Taaddud-ı Zevcât Zeyl", Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992, IH, 1033-5; H. Emel Aşa, "İlk Türk Kadın Romancısı Fatma Aliye Hanım'ın Romanlarında Aile ve Kadın", Sos-yo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992, 11, 658-9; Nükhet Esen, 'Türk Ailesindeki Değişmenin Romanımıza Yansımaları", Sos-yo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992, II, 675; Serpil Çakır, "Meşrutiyet Devri Kadınlarının Aile Anlayışı", Sosyo-Kültürel Değiş­me Sürecinde Türk Ailesi, AAK Yay., Ankara, 1992, I, 244.

[729] Aydın, "Osmanlılarda Aile Hukukunun Tarihi Tekâmülü". 447-8.

[730] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 181-184.

[731] Ateş, Yüce Kur'ûn'm Çağdaş Tefsiri, 1, 399; Atay u.dğr., 59.

[732] Ateş Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsin, I, 407. Ayrıca bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, Ii, 375; Stowasser, 16. eş-Şarkâvî, Kadâyâ İnsâniyye fî Ama-H'l-Mufessirtn, 186.

[733] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 184-185.

[734] Belki de bunun bir sonucu olarak, X-XV asırlarla sınırlı bir araştırmada, erkeğin, sahip olduğu talâk yetkisini, eşinin mülkiyetini ele geçirmek için bir koz olarak kul­landığına işaret edilmektedir. Bk. Shatzmiiler. 256. Araplar'da "boşama"nın yay­gın olduğu kaydedilmektedir. Zira, onlarda şeyhlerin haricinde tek evlilik vardı. Bunun getirdiği zorluğu İzale etmek İçin böyie bir yola başvuruyorlardı. Bk. Ah-med Vasfı Zekeriyya, Aşâiru'ş-Şdm, Daru'I-Fikr, b.y., ts., MI, 214.

[735] el-Muhtâr isimli fıkıh kitabında bu terim, kadının mal karşılığında kendini boşama­sı için kocasına ödeme yapması şeklinde tarif edilmektedir. Boşama neticesinde bâin talâk gerçekleşir. Bk. el-Mevsüî, III, 156. Ayrıca bk. el-Kâsânî, Bedâiu's-Se-nâ'î; Dâru'l-Kutubi'HImiyye, Beyrut, 1418/1997, IV, 325; İbn Ruşd, Bidâye-tu'1-Muctehid, Dâru'l-Kutubi'l-İslamiyye, 2.bs., b.y., 1403/1983, li, 78.

[736] el-Bakara. 2/229.

[737] İbn Kesîr, I, 401. Kadının kocasını sevmemesi durumunda, aradaki muaşeretin fesada uğrayacağından korkulması sebebiyle söz konusu boşamanın gerçekleşebi­leceği hak. bk. İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, II, 411.

[738] et-Taberî, II, 465; Ayrıca bk. İbnu'l-Arabl I, 194.

[739] er-Rûzî, VI, 87.

[740] Bk. el-MevsÛa eJ-FıJchıyye, Dâru's-Safve. Kuveyt, 1414/1993, XXIX, 45; ei-Kö-sânî, IV, 259.

[741] e|-Ahzâb, 33/28. 29.

[742] İbn Kesîr, V!. 403; el-Hâzm, III, 488.

[743] el-Meusûa el-Fıkhıyye, XXIX, 45; Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dâru'l-İs-iâmiyye, Dımeşk, 1404/1989, VII, 419.

[744] a.e., XXIX, 69; a.e., VII, 514; İbn Abidîn, Reddu'I-Muhtâr, Darul-Kutubi'l-İlmiy-ye, Beyrûî, 1415/1994, V, 165-6; İbnu'l-Humâm, Şerhu Fethi'İ-Kadh, Mekte-betu't-Ticâriyye, Mısır, ts., III, 263.

[745] el-Meusûa el-Fıkhıyye, XXIX, 58; ez-Zuhaylî-, VII, 510.

[746] İbn Kudâme el-Makdisî, el-Muğnı, Dâru'l-Kutubi'l-İimiyye, Beyrut, 1414/1994. VII, 325-6; el-MevsÛa el-Fıkhtyye, XXIX, 62; ez-Zuhaylî, VII, 532.

[747] el-Meusûa ei-Fıkhıyys. XXIX, 66; ez-Zuhaylî, VII, 535.

[748] a.e., XXIX, 57; a.e., VII, 527.

[749] Cezerî de aynı gerekçeyi ileri sürmektedir, Bk. Abdurrahman el-Cezerî, Kitabu'l-Fıkh ala Mezâhibi'l-Erba'a, Mektebetu't-Ticâriyye, b.y., t.y, IV, 370.

[750] Mehmet Vehbi, talâkı kullanma yetkisinin kadına verilmemesinin sebebini şöyle izah etmektedir: "Ama kadınların sabrı kısa ve tahammülleri olmadığından eğer talâk onların eline verilmiş olsaydı her canı sıkıldığında bir koca boşamaktan çe­kinmezler ve belki de bir günde dokuz koca boşamaktan da geri durmazlardı. Bk. "Konyalı Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kur'dniye, 152.

[751] Mâsd Kâzim, 266.

[752] Mâsâ Kâzim, 266.

[753] a.e., 269.

[754] Ömer Nasûhî, "Müslümanlıkta İftırakı Zevceyn", Sebilurreşad, XXW/579, (12/1339), 101-3.

[755] Meselâ hu!' konusunda bk. Hüseyin Atay, Abdulvahhab Hailâfin İslâm Hukuk Felsefesine "Önsöz", AÜİF Yay., Ankara, 1985, 7-9. Modern yorumcuların ka­dının boşama hakkını vurgulamalarına dair ayrıca bk. eş-Şarkâvî, et-Fikru'd-Dînl, 239.

[756] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, I, 409; Bk. Hayrettin Karaman, "İslâmın Getirdiği Aile Anlayışı", Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, AAK. Yay., Ankara, 1992, II, 392; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 433.

[757] Hamdi Döndüren, Aile ilmihali, Erkam Yay., İst., ts., II, 185.

[758] Bk. el-Bakara, 2/227; el-Ahzâb, 33/49.

[759] Bk. el-Bakara, 2/228 ve el-Ahzâb, 33/49 ayetlerinin ilgili kısımları.

[760] Bk. en-Nisâ, 4/128.

[761] Selahattin Eroglu, "Talâk Hakkında Kur'ân-ı Kerîm'in Genel Tutumu". AÜIFD. XXVIII, 164.

[762] Dödüren, II, 90.

[763] Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar, I-III, 24; Hüseyin Atay, "Kur'ân ve Hadis Yo­rumlaması'; Bilgi ue Hikmet, sy. 8, (Güz-1994), 143.

[764] Öztürk, Kur'ön'daki İslam, 435.

[765] Hamza Aktan, "Kur'ân'a Göre Boşanma Prosedürü", Kadın ue Aile Sempozyu­mu, Konya, 30-2. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 185-191.

[766] Meselâ bk. el-Bakara, 2/227, 230, 231, 232. 236, 237: e!-Ahzâb, 33/49; et-Talâk, 65/1; et-Tahrîm, 66/5.

[767] Bk. el-Bakara, 2/228, 241.

[768] Meselâ bk. en-Nisâ, 4/19; en-Nahl, 16/58-59; et-Tekvîr, 81/8-9.

[769] Meselâ bk. el-Bakara, 2/231, 232; 236, 237; el-Ahzâb, 33/49; et-Talâk, 65/2, 6.

[770] Geniş bilgi için bk.. Döndüren, 21.

[771] Meselâ "Allah kendisine talâktan daha sevimsiz olan hiç bir şeyi helâl kılma­dı " Bk. Ebû Davûd. Talâk, 3; İbn Mâce, Talâk, 1.

[772] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 191-193.

[773] el-Cessâs, V, 351; İbnu'l-Arabî, IV, 1835; el-Kurtûbî, XVIII, 158; er-Râzî, XXX, 31; e!-Hâzin. IV, 294.

[774] İbnu'l-Arabî, IV, 1835; el-Kurtûbî, XVIII, 158.

[775] er-Râzî, XXX, 31; el-Beydâvî, [I, 502.

[776] er-RÖzî, XXX, 31; ei-Hâzin, IV. 294.

[777] Alışveriş yaptığınız zamanda şahit tutun..." (el-Bakara. 2/282)

[778] el-Beydâvî, II, 502.

[779] Konyalı M. Vehbi, Ahkâm-ı Kur'âniye, 149.

[780] İbn Hazm, el-Muhalla bi'l-Asâr, thk. Abdulgaffar Süleyman el-Bindarî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, ts., X, 17.

[781] Ateş, Turan Dursun'a verdiği cevapta, erkeğin geçinemediği takdirde karısını bo-sayabileceğin!, fakat bunun mahkeme ve şahit gibi şartlan olduğunu kaydetmek­tedir. (Bk. Süleyman Ateş. Gerçek Din Bu 2, Yeni Ufuklar Neş., İst., ts., 222). islam Gerçeği isimli kitabın yazarları da, Talâk 2. ayetine dayanarak, boşamanın en az iki şahit huzurunda gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Bk. Atay o.dğr., 62.

[782] Atay, Abdulvahap Hallaf'ın "İslâm Hukuk Felsefesine "Önsöz", 13 Ayrıca bk. Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar, I-III, 24; Atay, "Kur'ârı ve Hadis Yorumlama­sı", 142.

[783] Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar, I-III, 24.

[784] Atan u.dğr., 58.

[785] Meselâ bk. Atay, Abdulvahap Hallaf'ın "İslâm Hukuk Felsefesi"ne "Önsöz", 13, 14;  Atay,   Kur'ân'a  Göre Araştırmalar,  I-İII,  24;  Eroğlu,   "Talâk Hakkında Kur'ân-ı Kerîm'in Genel Tutumu", 165.

[786] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 193-196.

[787] ei-Bakara, 2/229-230.

[788] Müslim, Talâk, 2.

[789] Müslim, Talâk, 2. Muhsin Koçak, üç talâkın bir talâk sayılmasına ilişkin hükmün mensûh olduğunu ifade etmektedir. Ona göre, Hz. Ömer buna muttali olduğun­dan uygulamayı bu şekilde yapmış ve diğer sahabe de kendisine itirazda bulunma­mışlardır. Bk. Muhsin Koçak. Hz. Ömer ve Fıkhı, (Basılmamış Doktora Tezi), DE-ÜİF, İzmir, 1987, 148.

[790] İbn Kayyım el-Cevziyye, tlamu'l-Muvakkı'în, tik. Muhammed Mutasımbillah el-Bağdâdî, Dâru'I-Kitabi' 1-Arabi, Beyrut, 1416/1996, III, 35-6.

[791] en-Nesefî, I, 230.

[792] ef-Hdzin, I, 164.

[793] İbn Kesîr, I, 407.

[794] İbn Teymiye, Mecmû'u Fetâvâ (Kitabu't-Talâk), haz. Abdurrahman b. Muham-rned b. Kasım, y.y., b.y., y.t, XXXIII. 8. Bu görüş, Ahmet b, Hanbel'den nakle­dilen son görüştür. İlk görüşünde mubah ve geçerli olduğunu söylemiştir.

[795] Ayrı ayn boşamanın sünnet olduğu hak. bk. İbnu'i-Arabî, 1, 190.

[796] İbn Ruşd, fakihlerin cumhurunun "bir lafızda söylenen üç talâk"] "geçerli kabul et­tiklerini nakletmektedir. Bk. İbn Ruşd, II, 72; Ibnu'I-Humâm, Şerhu Fethi'l-Ka-dir, Mektebetu'tTicâriyye, Mısır, ts., IH, 24; el-Cezeri, IV, 341; Ayrıca bk. el-Mevsûatu'l-Fıkhıyye, XXIX. 32.

[797] er-Razl VI, 83.

[798] İbnu'İ-Arabî, I, 190; er-Râzî, VI, 83; el-Hâzin I, 164.

[799] İbn Teymiye, Mecmuu Fetâvâ, XXXIII, 8.

[800] İbn Teymiye, Mecmû'u Fetâvâ, XXXIII, 9.

[801] İbn Kayyım el-Cevziyye, llamu'l-Muvakkı'în, III, 35.

[802] Ayrıca bk. İbn Ruşd, 11, 72. Cezerî de aynı görüştedir. el-Cezerı, IV, 342.

[803] Makale yazan boşama ile ilgili şu ayetin son kısmına işaret etmektedir. "Boşama iki defadır. Bundan sonra kadın ya iyilikle tutulur, ya da güzelce salıveril Kan ue kocanın Allah'ın koyduğu sınırlara riayet edemeyeceklerinden kork­maları hariç, kadınlara verdiklerinizden bir şeyi geri almanız, size helal değil­dir. Eğer Allah'ın koyduğu sınırlara karı ve kocanın riayet edemeyeceklerin­den korkarsanız bu durumda, kadirim kocasına verdiği fidye hususunda ikisi­ne de terettüp eden her hangi bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın hudududur; onları tecavüz etmeyiniz. Kim Allah'ın hududunu tecavüz ederse işte onlar zalimlerdir." (el-Bakara, 2/229)

[804] Eroğlu, 165.

[805] Bkz İbn Ruşd, II, 72.

[806] Atay, Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Ömer'in bidat olarak verdiği boşamayı ka­bul etmediğini ileri sürerek, sözle veya işaretle verilen birden fazla talâkı geçersiz saymaktadır. Bk. Atay. Abdulvahab Hallaf'ın "İslâm Hukuk Felsefesi"ne "Önsöz", 11.

[807] Ateş. bir söz ile üç talâkın gerçekleşeceğine dair nakledilen haberlerin "âhâd" ol­duğunu kaydetmekte, Kur'ân'm açık hükmünü bırakıp günün şartlarına tamamen ters düşen bu haberlerle amel edilemeyeceğini belirtmektedir. Bk. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, IX, 485.

[808] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri. I, 405; Ayrıca bk. Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar, I-II1, 23; Atay, "Kur'ân ve Hadis Yorumlaması", 143; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 436-37; Yıldırım, II, 638.

[809] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri. I, 407.

[810] a.e., 1,405.

[811] a.e, I, 407.

[812] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, I, 407.

[813] Ayette geçen "iddet" kelimesi, kadının temizlik içinde bulunduğu, yani adet halin­de olmadığı süreyi ifade etmektedir. Bk. İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, XXVII!, 295. Buna göre, ayetin manası, "kadınları temizlik zamanında boşayın" manasına gel­mektedir. Bk. el-Eeydâvî, II, 501.

[814] Hamza Aktan, "Baz! Yanlış Telâkkilerin Kur'ân Hakemliğinde Yeniden Değerlen­dirilme İhtiyacı," //. Din Şûrası, (23-27 Kasım 1998), Ankara, 4-7. Modern dö­nemlerde, bu konuyu yeni izahlarla ortaya koymaya çalışanların öncülerinden bi­ri, Muhammed Abduh'tur. Ona göre, İlgili ayetlerde ifade edilen boşanma tarzı, "'ric'î talâk"tır. Burada eşler arasında kesin ayrılmayı ifade eden "bâin talâk"tan söz edilmemektedir. Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âm'l-Hakîm, ü, 382-3. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 196-201.

[815] Bk. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, I, 405, 407, 410, 411.

[816] Nitekim Mevdudi de, modern yorumlarda çokça kullanılan bu tabirin, Kur'ân ve Sünnet haricindeki kaynaklardan devşirildiğini ifade etmekte ve ne anlama geldi­ğinin meçhul olduğuna işaret etmektedir. Bk. Tefhimu'l-Kur'ân, IV, 448. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 201-203.

[817] el-Ahzâb, 33/33.

[818] İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, XXII, 10.

[819] Geniş bilgi için bk. Mustafa Fayda, "Âişe", DİA, İst., 1989, II. 201-5.

[820] Kutub'a göre, söz konusu ayet, kadınların eve bağlanıp hiç dışarı çıkmamaları ma­nasında yorumlanmamalıdır. Burada kadınların hayatında esas olanın ev olduğu ifade edilmektedir. Ev haricine çıkmaları istisna kabilindendir. Bu da ihtiyaçlara göre takdir edilir. Bk. FîZıtSli'l-Kur'ân, V, 2859. Ayrıca bk. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, VII, 161. Mutahhari'ye göre bu emirle amaçlanan, kadının süs­lenmiş olarak, kendini göstermek gayesiyle dışarı çıkmamasıdır. Bu da Özellikle Hz. Peygamberin eşleri için vurgulanmıştır. Bk. Mutahhari, Hicab, 131.

[821] el-Buhâri, Nikâh, 117. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Ümmü Varaka adındaki kadına kendi mahalle mescidinde imam olabileceği konusunda müsaade ettiğini nakletmektedir. Bk. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 1, 185.

[822] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, 188.

[823] el-Buhârî, Cihâd, 65. Hendek savaşında yaralanan Sa'd b. Muaz'ı Rufeyde adlı kadının tedavi ettiğine dair bk. el-Kettâni, 11, 210-1. Ayrıca savaşlarda cephe ge­risinde yardımcı olan diğer kadınlar için bk. el-Kettânî, II, 334-6.

[824] Nitekim onun, Sahabe'den bazılarının hadis konusundaki hatalarını düzelttiğine dair bk. el-Kettânî, I, 136. Buhârî'nin rivayetlerinde kadınlar önemli bir yer tut-makta olup bunlardan birisi de, Kerîme Bint Ahmed'tir. Ayrıca, meşhur tarihçi İbn Asâkir'in hadis rivayet ettiği otoriteler arasında seksen kadın zikredilmektedir. Bk. Ignaz Goldziher, Müslim Studies, trc. C. R. Barber, S.m. Stern, y.y., London, ts., II, 336.

[825] Bk. el-Kettânî, III, 228.

[826] Bk. Müslim, Salât, 21.

[827] İbn Hazm'a göre, dinî ilimlerde bir kadın uzmanlaşırsa, onun dinî uyarılarını ka­bul etmemiz gerekir. Nitekim, Hz. Peygamber'in eşlerinden fetva sorulmuş ve bu­nunla amel edilmiştir. Bk. Uveys, 315.

[828] Bk. Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, 147. Asr-ı Saadette bazı kadınla­rın güzel koku satıcılığı (bk. el-Kettânî, Ii, 271), ayakkabıcılık (bk. el-Kettâni, H, 281), kuaförlük (bk. el-Kettâni II, 332-333), kadın sünnetçiliği (bk. el-Kettâni, II, 339) yaptıkları nakledilmektedir.

[829] Rıza Savaş, Raşid Halifeler Devrinde Kadın, Ravza Yay., İst., 1996, 209-29, 244-5. Hz. Peygamber'in eşlerine "evde oturmaları" emredildiği halde, Hz. Ai­şe'nin, Cemel vakası dolayısıyla Basra'ya gitmesinin İctihadî bir mesele olduğuna dair geniş bilgi için Bk. İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrir, XXII, 11-2.

[830] Meselâ bk. İbn Kesir, VI, 405-6.

[831] el-Buhârî, Nikâh, 116.

[832] el-Buhârî, Cuma, 13; Ayrıca bk. İbn Hacer e!-Askalânî, III. 41.

[833] el-Buhârî, Tefsir (el-Ahzâb), 8.

[834] Ebû Dâvûd. Salât, 53.

[835] ei-Buhârî, Cuma, 13; Nikâh, 117. Hz. Peygamber'in mescidin bir kapısını kadın­lara tahsis ettiği (Bk. Ebû Dâvûd, Salât, 54), onların da erkekler arasında namaz kıldıkları nakledilmektedir. Bk. Ebû Dâvûd, Salât, 146.

[836] et-Tirmîzî, Rada", 18. Hadisi nakleden Tirmîzf, hadisin "hasen-sahih-garib" oldu­ğunu belirtmektedir. Sarih, hadiste geçen "şeytanın kadını büyük bir iştiyakla kar-şılamasf'nı, erkeklerin gözünde onu süslü göstermesiyle izah etmektedir. Bu ba­kımdan kadının ortalıkta dolaşması kerih görülmüştür. Çünkü o evin haricine çık­tığında, şeytan, erkek vasıtasıyla onu, onun vasıtasıyla da erkeği doğru yoldan saptırmak, birini veya her ikisini de fitneye düşürmek için Özel bir çaba sarf eder. Bk. el-Mubârekfûrî, Tuhfetu'l-Ahvezî, tsh. Abdurrahman Muhammed Osman, Mektcbetu İbn Teymiyye, Kahire, 1412/1991, IV, 237.

[837] Kadının evinde namaz kılması, evinin avlusunda namaz kılmasından daha faziletlidir. Evin iç tarafında, değerli eşyaların saklandığı küçük odasında na­maz kılması da, aynı şekilde, evin diğer yerlerinde namaz kılmasından daha faziletlidir." {Ebû Dâvûd, Salât, 46) Benzer rivayetler için (Bkz ibn Kesir, VI, 405-6). Hadisi nakleden Ebû Davud'un sarihi es-Sehârenfûrî, senetteki ravileri adalet ve zapt yönünden değerlendirmekte ve sahih olduğunu belirtmektedir. Bk. es-Sehârenfûrî, Beztu'l-Mechûd fi Halli Ebî Dâvûd, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Bey-rût, ts., IV, 163.

[838] Nitekim, konuyla ilgili rivayetleri değerlendiren Zeydân, kadınların namazlarını ev­de eda etmelerinin, mescitlerde cemaatle beraber kılmalarından daha hayırlı oldu­ğunu ifade etmektedir. Bk. Zeydân, IV. 33.

[839] İbn Kesir, VI, 405.

[840] el-Buhârî, Cihâd. 62.

[841] Bu husus, fıkıh terminolojisinde tatavvu olarak isimlendirilmektedir. Bk. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 439.

[842] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bârl VI, 169.

[843] el-Buhârî, Cuma1, 13.

[844] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 203-207.

[845] e!-KurtÛbî, XIV, 179.

[846] İbn Teymiye, sedd-i zerîa delilinden hareket ederek, kadınların kabir ziyaretlerini, cinsler arasında haram fiilere 5ebep olabileceği düşüncesiyle haram saymaktadır. Bk. Zeydârı, XI, 181.

[847] el-AİÛsî, XXII, 10.

[848] Şöhret elbisesi, başkalarına gösteriş için giyilen elbise, yahut ta insanların arasın­da göz alıcı elbiseler giyerek mütekebbirane edaya bürünmektir. Bk. el-Elbânh 96.

[849] es-Sehârenfûrî, IV, 160.

[850] Orta Filistinde bir şehir olup, şimdi Ürdün devleti hudutları dahilinde bulunmakta­dır. Bk. Fr. Buhl., "Nablus", İslam Ansiklopedisi, MEB, İst-, 1964, IX, 13.

[851] İbnu'l-Arabî, III, 1535.

[852] Kadının ev haricine çıkmaması görüşü hak. ayrıca (bk. İbnu'l-Hacc, 239). Müel­lifin ileri sürdüğü gerekçe. 'Kadın ömründe üç şey için evinden çıkabilir: Evlen­mesi, babasının vefatı ve öldüğünde kabre konulması" rivayetidir. Kadının ev ha­ricine çıkmaması görüşü hak. ayrıca bk. Corci Zeydan, V, 141-2. Mağrib'te, er­keklerin, eşlerini aşın kıskanmaları dolayısıyla, çok zaruri durumlarda evden çık­malarına müsaade etmelerine dair {bk. İbrahim Harekât, el-Mağrib Abre't-Tarih, Dâru'r-Reşad el-Hadîse, b.y., ts., II, 371). Kadının, güvenilmezliği, vefasızlığı do­layısıyla devamlı murakabe altında bulundurulup ev haricine çıkmaması görüşüne dair (bk. Yusuf Has Hâcip. 327), Ortaçağda, örnek müslüman kadının, özellikle­rinden birinin de evini kesinlikle terk etmemesi gerektiğine dair bk. Engineer, 95.

[853] 17. yy. Trablus'ta, kadınların, bey', vakıf, talâk, nafaka vb. konularda haklarını aramak için sık sık mahkemeye başvurduklarına dair (Bk. en-Nakîb Nehdî Subhî el-Humsî, Tarîhu Trablus min Hilâli Vesaiki'I-Mahkemeli eş-§eriyye, y.y., Bey­rut, ts., 139). Yine. 15. asırda Kudüs'te, kadının toplumsal hayatta bariz bir rol oynadığı ve saygıya layık görüldüğü hak. (bk. Ali es-Seyyid Ali, el-Kudus fi'l-As-ri'l-Memlûkî, Dâru'1-Fikr, Kahire, ts., 272). Ayrıca, XIX. asırda Şam'da, sosyal durumlarına göre kadınların ekonomik hayattaki rolleri hakkındaki geniş bilgi için (bk. James A, Reilly, "VVomen in the Economic Life of Late Ottoman Damascus", Arabica, XLI1/1. (Mars-1995). 104]. Yine, İslam toplumunda kültür siyaset ve ah­lâk alanında rol oynamış meşhur kadınlar için (bk. Ibn Abdı Rabbih, 7). Milâdî X-XV asırlarda Endülüs ve Mağrip'te, kadınların büyük çoğunluğunun bağımsız mül­kiyet hakkına sahip olduklarına dair (bk. Maya Shatzmiller, "VVomen and Property Rights in Al-Andalus and The Maghrib", Islamic Law and Society, II/3, (1995), 219). Yine, Abbasilerin ilk dönemlerinde, edebiyat sahasında temayüz etmiş kül­türlü kadın şairlerden söz edilmektedir, (bk. Hılary Kılpatrıck, "VVomen as Poets and Chattels", Quarderm Di Studt Arabi, 9, (1991), 175). Emevilerde kadının, sanatsal ve içtimaî etkinliklerde altın dönemini yaşadığına dair (bk. Abdullah, 327). Üçok, Ortaçağda, idari görevler yanında müslüman kadının fıkıh, hadis mü­derrisliği, vaizlik, şairlik, vezirlik, müşavirlik, hattatlık gibi görevlerde bulunduğunu kaydetmektedir. Bk. Bahriye Üçok, islam Devletlerinde Türk Naibeier ve Ka­dın Hükümdarlar, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1993, 1.

[854] İslam Tarihinde, fitneye sebep olur düşüncesiyle, kadının siyasî, askerî ve kültürel sahalardan uzak tutulduğuna dair [bk. Cihan Aktaş, "Kadının Toplumsallaşması ve Fitne", İslami Araştırmalar, IV/4, (Ekim-1991), 254). Göçebe topluluklarda, cinslerarası tecridin olmadığı, yerleşik kent hayatına geçilerek refah düzeninin yükselmesiyle kadının cinsel obje olarak görüldüğüne dair bk. Türköne, 238.

[855] Hz. Peygamber döneminde camiye giden kadınların, sonraları ahlâkî değişme se­bebiyle bundan alıkonuldukları hak. (bk. Mehmet Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, İFAV. İst., 1990, 182). İzinsiz olarak evden aynlırsa, kadının günah işlemiş olaca­ğı hak. (bk. İbnu'l-Cevzî, Telbîsu fb/îs, el-Mektebetu'1-İslamiyye, Beyrut, 1994, 529). Kadının, fitneden emin olması şartıyla hayır meclislerine katılabileceğine da­ir (bk. el-Kettânt, I, 135). Corcı Zeydan, İslam tarihinde bir çok meşhurun, kadın­la istişare edilmemesini ve toplumsal hayata kanştırılmamasını tavsiye ettiklerini kaydetmektedir. Meselâ, "Kadınlara itaat, kıyametin yaklaştığına delalet eder-"İşini kadına tevdi edenin sonu zillet ve hüsrandır/' bunlardan bazılarıdır, (bk. Cor­cı Zeydan, IV, 319). Yine, tarihte kadının eve hapsedildiği ve harice çıkmasın^ günah kabul edildiğine dair (bk. Fatima Mernissİ, Peçenin Ötesi, trc. Mine KOP çü, Yayınevi Yay., İst., 1995, 176). Ayrıca (bk. Mazaherî, 87).

[856] jsjitekim, Karaman da, tarihte kadının fitnesi konusunda aşın gidildiği, bunun da sosyal hayata katılması konusunda önemli bir engel oluşturduğuna işaret etmek­tedir. Karaman. "Günümüzde Çalışan Kadının Problemleri", 301.

[857] Meselâ bk. Ali İmrân, 3/195; en-Nisâ, 4/124; en-Nah!, 16/97 ve müminleri "ameî-i sâlih" e teşvik eden diğer bütün ayetler.

[858] el-Ahzâb, 33/35.

[859] Mustafa Sabri, Kadınla İlgili Görüşüm, trc. Mustafa Yılmaz, Esra Yay., 'st 1994, 97; Ayncabk. Çaha, 87.

[860] örtünme konusu, asrın ilk yansında, Batılılaşma taraftan olan aydınlarla müslü­man muhafazakâr kesimler arasında yoğun tartışmalara sebep olmuştur. Birinci­ler, kadının örtünmesini Batı karşısında alınan yenilgilerin sebebi olarak görüyor, (bk. Aktaş, Kılık Kıyafet ve İktidar 1, 104-5) Diğerleri ise, kadının açılmasını, hı-ristiyanlaşmakla eşdeğer tutuyorlardı. Bk. Ahmed Hamdi Akseki, "Tesettür ve Ka­dın Hakları Konusunda Bilinmesi Elzem Hakikatlar", Türkiye'de İslamcılık Dü­şüncesi II, haz. İsmail Kara, Risale Yay., İst., 1987, 203.

[861] Musa Kazım, 255-6.

[862] Muhammed Fahreddin, "Medeniyet-i İslamiyyeden Bir Sahife Yahud Tesettür-i Nisvân", Sırat-ı Müstakim, Vl/145, (6/1327), 228; Konyalı Mehmet Vehbi, Ah­kâmı Kur'âniye, 170.

[863] Muhammed Fahreddin, "Medeniyet-İ İslamiyyeden Bir Sahife Yahud Tesettür-i Nisvân", Sırat-ı Müstakim, Vl/147, (6/1327), 261; Konyalı Mehmet Vehbi, Ah-kâm-ı Kur'âniye, 171.

[864] Modern dönemlerde, muhafazakâr eğilime sahip yorumcuların, fitne olgusundan hareket ederek, zaruret haricinde kadının kamu hayatına katılımı ve çalışması ko­nularındaki olumsuz yaklaşımlarına dair bk. Stoıuasser, 17, 18.

[865] İmam Gazâlî, kadınlara çocuk terbiyesi ve evdeki sorumluluklarını güzel bir şekil­de yerine getirebilecekleri kadar eğitimin verilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Bk. Mohd Sharif Khan, Islamic Educatıon, y.y., New Delhi, ts., 84.

[866] Meselâ, kadının, kendisine, Rabbine, kocasına, çocuklarına, yakınlarına ve toplu­ma karşı olan sorumluluklarını yerine getirebilmesi için eğitilmesi gerektiğini vur­gulamıştır, bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'i-Hakîm, II, 377- Ayrıca bk. Şem-seddin Sami, Kadınlar, haz. Gündoğan Yay., Ankara, 1996, 16, 81; Mutahha-ri. Hicab. 78.

[867] Zeydân, konunun, modern dönemlerde kazandığı öneme işaret etmektedir. Ona göre, kadının, erkek gibi irşat etkinliğine katılması gereği ayet ve hadislerde açık­ça belirtildiğinden, klasik dönemlerde fakihlerden bazıları konuyu ayrıca tasrih et­me gereği duymamışlardır. Bk- Zeydân, IV, 358.

[868] Bk. el-Hacc, 22/41; Al-i İmrân, 3/104, 110; et-Tevbe, 9/71.

[869] Hatiboğlu, "İslâm'ın Kadına Bakışı", 233; Reşid Rıza, kadının gerçekleştireceği bu irşat görevinin, yazılı veya sözlü olabileceğini, gerektiğinde eleştiri mahiyetin­de her kesimden idari sorumluları da kapsayabileceğini ifade etmektedir. Bk. Re­şid Rıza. "Nida li'1-Cinsi'l-Latîf". 359.

[870] Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirinin velileridir...." Tevbe, 9/71.

[871] Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 218.

[872] Reşid Rıza, "Nida li'1-Cinsi'l-Latîf, 359.

[873] Çalışmanın önemine dair bk. el-Bakara,  2/198;  el-Cum'a, 62/10; el-Mülk, 67/15; el-Müzzemmil, 73/20.

[874] Kadının ev haricinde çalışmasına, Şu'ayb peygamberin kızlarının Medyen suyun­dan koyunları sulamaları (el-Kasas, 28/23-24) örnek olarak zikredilmektedir. Bk. Zeydân, IV, 268.

[875] Zeydân'a göre, haklar konusunda dnslerarası farklılık "zarar" ve ~;fesad"ı önleme gayesine yöneliktir. Bazen bu, çocuğun terbiyesi konusunda olduğu gibi, erkeğe göre kadının daha elverişli olmasıyla gerçekleşir. Bazen de, savaş Örneğinde oldu­ğu gibi, sorumluluğu erkeğin yerine getirmesi gerekir. Çünkü, fizik itibarıyla sava­şa daha elverişlidir. Yine, ailede erkeğin nafakayı temin etmesi, kadının da evin bakımıyla ilgilenmesi konularında oldığu gibi, sorumlulukların dağılımı, cinslerin tabiatlarına uygun bir şekilde adalet ve maslahat çerçevesinde gerçekleşir. Bk. Zeydart, IV, 184-5.

[876] Karaman, ''Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", 289. Reşid Rıza, Ba­kara 228. ayetinin, ailede eşlerin karşılıklı haklan konusunda, helâli haram, hara­mı da helal kılmadığı müddetçe, örfün belirleyici olduğuna delalet ettiğini ifade et­mektedir. Devamında İse, Hz. Peygamberin bir uygulamasını ileri sürerek, evin dahiline ait işleri kadının üstlenmesi, maişetin temini vb. harice ait İşleri de erke­ğin yürütmesinin fıtrata uygun olduğunu ifade etmektedir. Fakat yardım ve ihtiyaç anında bu rollerde değişiklik yapılabilir. Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'!-Kur'âni'l-Ha-kîm, II, 379.

[877] Eskicioğlu, kadının ailede, erkeğin ise toplumda görevli olduğuna, erkeğin çocuk bakması, kadının ise dışarıda çalışması gibi bazı özel durumlarda rollerde değişik­lik olabileceğine işaret etmektedir. Bk. Osman Eskicioğlu, "İslâm'da Kadının Ye­ri", DEÜİFD, 8, {1994), 89, 91.

[878] Kadının asli görevinin, evinde annelik ve çocuk bakımı olduğuna dair bk. Hamza Aktan, "İslâm'a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi", Sosyal Hayatta Kadın (Sem­pozyum), Ensar Neş., İst., 1996, 257.

[879] Kocanın, nafaka yükümlülüğünü yerine getirmesi şartıyla, eşinin çalışmamasını is­teme hakkına sahip olduğuna dair bk. Aktan, "İslâm'a Göre Kadının Sosyal Akti­vitesi", 258.

[880] Kocanın, ailenin nafakasına katılmasını eşinden hukuken talep edememesi hak. bk. Aktan, "İslâm'a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi", 259.

[881] Ayrıca bk. Zeydân, IV, 265.

[882] Karaman, İslâmda Kadın ve Aile, 357-9.

[883] Aktan, 'İslâm'a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi", 259.

[884] Zeydân'a göre, kadının hariçte çalışması mubahtır. Fakat esas olan, yasak olma­sıdır. Çünkü, çoğunlukla bu fiil, vâcib olan ev İşlerini aksatmaktadır. Mubah işin, vacip işi aksatması ise, doğru değildir. Bk. Zeydân, IV, 266.

[885] Aktan, "İslâm'a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi", 266.

[886] Bk. en-Nisâ, 4/32.

[887] Bk. et-Talâk, 65/6; en-Nisâ, 4/4.

[888] Nitekim, X-XV asırları kapsayan bir araştırmada, Endülüs ve Mağrip'te. kadının teoride sahip olduğu bu hakları pratikte kullanması sebebiyle, aile ve toplumda pozisyonunun kuvvetlendiği ve saygı değer bir konuma geldiği İfade edilmektedir. Bk. ShatzmiUer. 256.

[889] Cumhurun görüşüne göre, koca izin vermese de, kadının hibede bulunması caiz­dir. Bk. Zeydân, X, 343.

[890] Bir malın menfaatini başkasına meccanen filhal temlik etmektir. Bk. Erdoğan, Fı­kıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 171.

[891] Bir şeyin istenmesi hususunda kendi sorumluluğunu başkasınınkine ekleyerek, onun hakkında lâzım gelen mutalebe hakkım kendisi de iltizam ve taahhüt etmek­tir. Bk. Erdoğan, FıJcıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, 239.

[892] Eskicioğiu, 105. Ayrıca bkz Reşid Rıza, !!Nida İi'l-Cinsi'l-Latîf", 263. Zeydan, ka­dının, tasarruflarda erkek gibi ehliyet sahibi olduğunu ifade ederek, fakihlerin ilgi­li yaklaşımını şöyle özetlemektedir. "Onlar, kadının her mali tasarrufu için nassa ihtiyaç duymamışlar. Zira, kadının her yönden erkek gibi "vücub" ve "eda" ehli­yetine sahip almasını yeterli görüyorlardı." Bk. Zeydân, X, 338.

[893] Yeni yorumların, büyük ölçüde, geçmiş müfessirlerin çalışmalarından istifade etti­ğine hak. bk. eş-Şarkâvî, e!-Fikru'd-Dinî, 450.

[894] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 207-218.

[895] Namus telâkkisinin, ölüme sebep olduğuna dair ilginç bir örnek için bk. Ebû Hay-yân, et-Bahru'l-Muhît, Dâru İhyâJ't-Turâsi'I-Arabî, 2.bs., Beyrut, 1411/1990, V, 298-9.

[896] M.G.S. Hodgson, İslam'ın Serüveni, trc. Alp Eker v.dğr., İz Yay., İst., 1995, II, 152-4. Ayrıca bk. Tucker, 'The Arab Family in History",197. 205. Savaşların çoğunun, kadının namus ve şerefinden kaynaklandığı hak. bk. Sobhani, 95. Ay­rıca bk. Corci Zeydan, V, 111; Mernissi, 200; Yine Yusuf Has Hâcİp şöyle der: Kızı çabuk evlendir, uzun müddet evde tutma, yoksa hastalığa lüzum kalmadan yalnız bu pişmanlık seni öldürür. Ey dost, arkadaş, sana kesin bir söz söyleyeyim; bu kızlar doğmasa, doğarsa yaşamasa daha iyi olur. Eğer dünyaya gelirse, onun yerinin toprağın altı veya evinin mezara komşu olması daha hayırlıdır. Bk. Yusuf Has Hâcip, 326.

[897] Cinsiyet kültürü, "bir toplumda yer alan kadınlık ve erkeklik tanımlan, her iki cin­se dair imajlar, stereotipler, onlara atfedilen özellikler, roller ve statüler, cinsler ara­sı iş bölümü, cinsiyet kimlikleri ve bu kimliklerin oluşum süreçleri (sosyalizasyon); cinsler arası ilişkilerin düzenlenme biçimleri aile tipleri ve akrabalık ilişkileri, cins­lerin birbirine karşı tutum ve davranışları, cinsel ahlâk, aşk ve güzellik anlayışları, işte bütün bunlar o toplumun cinsiyet kültürünü oluşturur." Bk. Türköne, 234.

[898] Nitekim sûfî-işârî tefsir metinlerinde müfessirin içerisinde yaşadığı söz konusu hi ve psikolojik yansımaların daha zengin örneklerini bulmak mümkündür.

[899] Nitekim Reşid Rıza, kıskançlık dolayısıyla kadının dışarı çıkarılmamasının yar olduğuna işaret etmektedir, bk. Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'i-Hakîm, IV, 4'. Yine Aydın, kadın konusunda asrın ilk yansında gerçekleştirilen yorumlarda mus vb- duyguların etkili olabileceğine işaret etmektedir. Aydın, "İslam'ın İşığında Kadın", 5.

[900] Kadir Canatan, "Bir Paradigma Sorunu Olarak Kamusal Alan-Özel Alan İkilemi", Sözleşme, 4, (Şubat-1998), 9.

[901] Fatmagül Berktay, Kadın Olmak Yaşamak Yazmak, Pencere Yay    2 bs    İst 1994, 65.

[902] Demir. 49-51.

[903] Nermin Abadan Unat, "Kadın Araştırmalarının Neden Amaç ve Kapsamı"- >ur kiye'de Kadın Olgusu, Say Yay., İst., 1992. 24.

[904] Çelikel, "Uluslararası Sözleşmelerde Kadın", 193.

[905] Karaman, ''Günümüzde Çalışan Kadının Problemleri", 299.

[906] Kadriye Yılmaz Koca, Osman/ı da Kadın ve İktisat, Beyan Yay., İst., 1998, 59.

[907] Charney, modern dönemlerde gerçekleşen iki temel değişmeden biri olarak, ka­dının meslek ve kamu hayatına inmesini göstermektedir. Bk. Jean-Paul Charney, islâm Kültürü ve Toplumsal Ekonomik Değişme, trc. Adnan Bülent Baloğlu. Osman Bilen, TDV Yay., Ankara, 1997, 91.

[908] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 218-223.

[909] e!-Cessâs, II, 231; el-Kurtûbî, III. 391.

[910] Ayrıca bk. el-Cessâs, II, 232.

[911] İrse sebep olmaya elverişli bir hükmî yakınlıktır ve iki sebebi vardır. Bk. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimler Sözlüğü. 480.

[912] Muhsan yani müslüman, hür ve başından sahih bir nikâh geçirmiş bulunan kim­se. Bk. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimler Sözlüğü. 185

[913] Ayrıca bk. e/-Cessâs, II, 231.

[914] el-Hâzin, 1, 215.

[915] Ibn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, III, 112.

[916] Ebû Ubeyde, I, 83.

[917] el-Kurtûbî, III, 397.

[918] Bk. er-Râzî, VII, 99; el-Hâzin, I, 315; el-Alûsî, \, 95.

[919] el-Beydâvu I, 144.

[920] İbn Kesîr, I, 497.

[921] İbnu'l-Arabî, I, 253. İbnu'l-Arabî ayrıca, erkeğin kadına olan üstünlüğünün diğer yönlerini de şu şekilde sıralamaktadır. 1- Erkekten yaratılması sebebiyle, erkek asıl kadın ise onun feridir. 2- Kadın, eğri kaburga kemiğinden yaratılmıştır. 3- Kadı­nın dini eksiktir. 4- Mirasta eksik hisse almaktadır. 5- Kuvvet yönünden erkeğe gö­re zayıftır.

[922] Bk. el-Buhârî, Hayz, 6.

[923] Bk. İbn Mâce, Fiten, 19.

[924] el-Buhârî, Hayz, 6. Burada anlatılan "din noksanlığı", sadece günahla ilgili değil daha geniş manada da kullanılmaktadır. Meselâ dini bütün bir kimse, kendisinden daha mükemmel olana göre nakıs sayılır. Hayz halinde olan bir kadın, bu süre zar­fında namazı terk etmekle günahkâr olmaz. Fakat namazı kılana göre nakıstır. Bk. el-Kastalânî, I, 632.

[925] Ayrıca bk. et-Hastaiânî, I, 631.

[926] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'i-Bârî, I, 540; Ayrıca bk. el-Kastalâm, I, 631.

[927] a.e., I, 541; Ayrıca bk. a.e., I, 632.

[928] Savaş, bu hadisin sebeb-İ vurûdunun iyi bilinmemesi sebebiyle, sübjektif temayül­lere göre yorumlandığına işaret etmektedir. Bk. Hz.'Muhammed Deurin'de Ka­dın, 272. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 223-227.

[929] Bu temanın diğer eserlerde de yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. (Bk. İb-nu'I-Hacc, el-Medhal Dâru'l-Kitabi'l-Arabî, Beyrut, ts., II, 234). Ebû Talib, kadın­ların çoğunun dinî ve ahlâkî açıdan noksan, gaflet ve kötü arzuların onlarda bas­kın olduğunu kaydetmektedir. (Bk. Margaret Smith, Bir Kadın Sufi: Rabia, trc. Özlem Eraydm, İst., 1991, 172). Kalabazî, hayret-İ mûcib bir şekilde, insanların en iki yüzlülerinin kadınlar olduğuna işaret ederek, zekâlarının, dinlerinin ve ka­naatlerinin zayıflığından dolayı imanlarının da eksik olduğunu belirtmektedir. Bk. Uludağ, 173; Ayrıca bk. Sobhani, 110.

[930] el-Buhârî, Nikâh, 80, Enbiya, 1; Edeb, 90.

[931] Bk. et-Taberî, I, 237. Ali Bardakoğlu, "Câhiliye Döneminde Kadın", Sosyal Ha­yatta Kadm, Ensar Neş., İst., 1996, 15. Güler'e göre, hadiste ifade edilen akıl eksikliği, doğuştan gelen bir özelliği değil, -çünkü, özü itibarıyla kadınla erkek ay­nı akla sahiptir.-insanı davranışa iten amelî akılı ifade etmektedir. Bk. Zekeriya Güler. Kırk: Hadiste Kadın, Uysal Kitabevi, Konya, 1997.

[932] Nitekim, Yusuf Sûresi 28. ayetinde vezirin kadınlara yönelik olarak sarfettiği, "Şüphesiz, bu sizin tuzağınızdır-, sizin tuzağınız ise çok büyüktür", ifadelerini de, eski topluluklarda bu anlayışın yaygınlığına bir Örnek olarak gösterebiliriz. Yi­ne, kadim topluluklarda kadının hile ve düzenbazlığına dair hikâye için bk. el-Hâ-zin, III, 382. Câhiliye döneminde bu tür bir anlayış İçin bk. Bardakoğlu, "Câhili-yede Kadın", 15. Ayrıca, kadının hilekârlığı görüşü hak. bk. İbnu'l-Betnûnî, el-'Unuân ft'l-lhtirazı min Mekâidi'n-Nisuân, thk. Muhammed et-Tunacı, y.y., Ha-leb, t-y; Sobhani, 108; Mazaherî, 179; Uludağ, 11.

[933] el-Kalem, 6S/4.

[934] Bu konuda bk. el-Buhârî, Nikâh, 80, Enbiya, 1; Müslim, Rada, 65; et-Tirmîzî, Ta­lâk, 12; ed-Dârimî, Nikâh, 35.

[935] el-Bakara, 2/286.

[936] Bu konuda bk. Güler, 80. Kâmil Çakın, söz konusu hadisin diğer varyantların! nakletmekte ve sonuç olarak bu sözlerin Abdullah b. Mesud'un şahsi tecrübesini yansıttığını belirtmektedir. Çünkü, Çakın, İleri sürdüğü diğer gerekçeler yanında, rivayetlerden bazılarının, bu sözlerin ona ait olduğuna işaret ettiğini belirtmekte-dir. Bk. Kâmil Çakın, "Kadınlar İle İigili Bir Hadis ve Değerlendirmesi", Dinî Araştırmalar, 1/1, {Mayıs-1998}, 28-29. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 227-230.

[937] Meselâ şu eserlerde ilgili ayetin yorumunda bu rivayete rastlamıyoruz: Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II; 982; Yıldırım, II, 799-800; Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri; I, 491-492; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 452-453.

[938] Akdemir, "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 266; Atay, Kur'ân'a Gö­re Araştırmalar, IHI, 26-27.

[939] Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 223; Ayrıca bk. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, i, 491; Karaman, islam'da Kadın ve Aile, 76. Kasım Emin'İn kadının aklen eksik olduğuna dair düşünceyi eleştirmesi hak. bk. eş-Şarkâvî, Ka-dâyâ Insâniyye fî Amâlî'l-Mufessirm, 187.

[940] Demir, 49.

[941] Karaman, İslâm'da Kadın ve Aile, 76; Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 453; Aydın, "İslâm'ın Işığında Kadın", 28; Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsin, I, 491.

[942] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsin, I, 491.

[943] Akdemir, 'Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 267.

[944] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 982; Yıldırım, II, 799; Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, I, 491.

[945] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II; 983. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsin, I, 491. Reşid Rıza, kadının unutması olgusunun, onun mizacıyla ilgili olarak değil, malî ve benzeri konularla meşgul olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bk. Reşid Razı, Tefsiru'l-Kur'ân'il-Hakîm, III, 124.

[946] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 453; Aydın, "İslam'ın Işığında Kadın", 28.

[947] Akdemir, "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerim'de Kadın", 266.

[948] Ali Bulaç, "Mekasıdu'ş-Şeria Bağlamında Kadının Şahitliği Konusu". îslömî Araş­tırmalar, V/4, (Ekim-1991), 309.

[949] Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 224-25.

[950] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 77-8.

[951] Atay, Kur'an'a Göre Araştırmalar, I—III, 26.

[952] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 230-234.

[953] Siyaset terimi, İşlen İdare etme, her işi yerli yerince yapmak, hükümet etmek, ma­nalarına gelmektedir. Bk. Erdoğan, Ftkıh ve Hukuk Terimler Sözlüğü, 408. Ay­rıca bk. Bolay, 411; Badavn, 319.

[954] Siyasi haklar, ferdin'kamu görevine gelebilmesi, idarî işlere katılması, seçme ve se­çilme imkânına sahip olması vb. haklan kapsamaktadır. Erkek gibi olmasa da ka­dın da, müslüman toplumun bir ferdi olması dolayısıyla söz konusu siyasi haklar­dan istifade etme imkânına sahiptir. Bk. Zeydan, İV, 299.

[955] Bu üslupla gelen ayetlerin sınırlı olduğu görülmektedir. Meselâ bk. el-Ahzâb, 33/28-34.

[956] İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrtr, XXVIII, 165.

[957] el-Buhârî, Tefsir (Mümtehine), 3.

[958] el-Buhârî, Meğâzî, 36.

[959] el-Buhârî, Cihâd, 110.

[960] Daha geniş bilgi İçin bk. Mustafa Fayda, "Bey'atürridvân", DİA, İst.. 1992, VI, 39-40.

[961] Müslim, Hudûd, 10.

[962] Nitekim Araplar'in, yaptıkları ticarî anlaşmaları teyit amacıyla el sıkışmayı adet haline getirdiklerine işaret edilmektedir. Bk. Cengiz Kallek, "Biat", DİA, İst., 1992, 121.

[963] Nitekim Zeydân, müsİümanların İtaat konusunda devlet başkanına biat etmeleri­nin, bir sözleşme ve anlaşma olduğunu ifade etmektedir. Bununla müsİümanların devlet başkanına itaat etmeleri kendilerine vacip olur. Bk. Zeydân, IV, 344.

[964] M. Ali Kapar, 'İslam'da Bey'at". SÜİFD, sy.4, (1991), 74.

[965] İbn Aşûr, Tefsirut't-Tohrîr, XXVIII. 165.

[966] Nitekim Kallek, bu terimin Hz. Peygamber döneminde daha çok dinî hükümlere bağlı kalmak ve Resululiah'a itaat etmek anlamında kullanılıldığını, Hz. Ebû Be­kir'in halife seçilmesinden itibaren ise, siyasî bir mahiyet kazandığını, bir devlet başkanını seçme veya seçilmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kulla­nıldığını ifade etmektedir. Bk. Kallek, 121.

[967] Meselâ, müşriklerden ayrılma hak. bk. el-Buharî, Tevhid, 31; yağmacılık yapma­mak hak. bk. ei-Buhârî, Mezâlim, 30; sabretmek hak. bk. el-Buhârî, Cihâd, 110; hicret ermek hak. bk. Müslim, Musâkât, 123, bunlardan bazılarıdır.

[968] Nitekim İslam Ansiklopedisi biat terimini, İsiam devletinde idare edenle idare edi­lenler arasında yapılan seçim veya bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik bir akid olarak tarif etmektedir. Bk. Kallek, 120. Ayrıca bk. Cl. Huart, "Bey'a", MEB İs­lam Ansiklopedisi, İst., 1970, II, 581. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Söz-liği, 43; Zeydân, IV, 344; Kapar, 80-3.

[969] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 235-238.

[970] Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, XI, 503. Hatiboğlu, "İslâm'ın Kadına Ba kışı," 234; Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 215; Hamza Aktan, 'islam'a Göre Kadının Sosyal Aktivitesi", 261.

[971] Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 704-705. Zeydân da, devlet başkanlığı seçiminde ka­dının tercih hakkına sahip olduğunu ifade etmekte ve buna dair yedi delil sırala­maktadır. Fakat bu deliller arasında Tevbe Sûresi 71. ayeti bulunmamaktadır. Bk. Zeydân, İV, 317-321.

[972] el-Fetih, 48/10. Nitekim bu ayete atıfta bulunularak, gerçekleştirilmiş sahih bir akde bağlı kalmanın vacip olduğu ifade edilmektedir. Bk. Kallek, 122.

[973] Bu yaklaşımın eleştirisine dair ayrıca bk. Özsoy,  "Çeviri Kuramı' Açısından Kur'ân Çevirisi", 258.

[974] Hatiboglu, "İslam'ın Kadına Bakışı", 234.

[975] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 238-241.

[976] Bk. et-Tevbe, 9/67.

[977] Bk. er-Râzî, XVI, 104.

[978] el-Enfâl, 8/73.

[979] el-İsfehânî, 533-34.

[980] Mütercim Asım, IV, 1223.

[981] İbn Manzûr, XV, 401-6.

[982] er-Râzî, XVI, 104-5.

[983] ei-Hözin, II, 257.

[984] İbn Kesir, IV, 115- Benzer yorumlar için ayrıca bk. et-Tabersî, X. 99; eş-Şevkâ-nî, Fethu'l-Kadîr, thk. Seyyid İbrahim, Dâru'I Hadîs, Kahire, 1413/1993, II, 534.

[985] İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrîr, X, 262.

[986] Klasik dönemde İbn Hazm, kadının devlet başkanlığı haricinde diğer idarecilikleri yapabileceği görüşünde olanlardan biridir. Bk. Uveys, 314.

[987] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 89; Hayreddin Karaman, "Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", İslami Araştırmalar, V/4, (Ekİm-1991), 291.

[988] Aktan, "İslama Göre Kadının Sosyal Aktivitesi". 260.

[989] Yavuz'un bu kelimeyle ayette geçen "el-velî" kelimesini kastettiği anlaşılmaktadır.

[990] Yavuz, bu ayetlerin hangi ayetler olduğunu belirtmemektedir.

[991] Ayrıca bk- Yunus Vehbi Yavuz., Çalışma Hayatı ve İslam, Tuğra Neş., İst., 1992 247.

[992] Bu görüş, Batı kültürü tesirinde kadın hak ve hürriyetlerini İzah etmeye çalışanla­rın kullandığı temaları çağrıştırmaktadır.

[993] Yavuz, Çalışma Hayatı ve İslam, 249.

[994] Yunus Vehbi Yavuz, "Kadınlar Velayet Hakkına Sahiptir", Yeni Zemin, (Haziran-1993), 24-5.

[995] Meselâ bk. el-Bakara, 2/107, 120, 257; el-Mâide, 5/55; el-Ankebût, 29/22; es-Secde, 32/4; eş-Şûra, 42/9.

[996] Meselâ bk. en-Nisâ, 4/75, 89; Fussılet, 41/34; el-Câsiye. 45/19.

[997] Meselâ bk. en-Nisâ. 4/76, 119; el-Araf, 7/28; Meryem, 19/45: en-Nahl, 63/16.

[998] Bk. en-Nisâ, 75, Bu muhtevadaki yorum için bk. et-Taberî, IV, 168.

[999] Bk. el-Bakara, 2/205, Bu muhtevadaki yorum için bk. el-Keşşâf, I, 352.

[1000] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 241-246.

[1001] Bk. en-Neml, 27/23-42.

[1002] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 373-4. Yıldırım da, Belkıs'ın meşruti­yete benzer bir sistem kurduğunu, barış taraftan, siyasetin inceliklerini bilen İleri görüşlü bir idareci olduğunu belirtmektedir. Bk. Yıldırım, IX, 4466-8.

[1003] el-Buharî, Meğâzî, 83; Fiten, İS.

[1004] Mütevatir olmayan ve bir kişi tarafından rivayet edilen haberlere haberu'l-vâhid denmektedir. Bk. Talât Koçyiğit, Hadis IsUlahlan, AÜİF Yay.. 2.bs., Ankara, 1985. 22.

[1005] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 399-400. Öztürk de, Ateş'in fikirleri­nin çok isabetli bulduğunu belirtmektedir. Bk. Öztürk, Kur'ân'daki İslam, 169.

[1006] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 55, 90; Karaman, "Kadının Şahitliği, Örtün­mesi ve Kamu Görevi", 291.

[1007] Karaman, "Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", 290.

[1008] e!-Alûsî, XI, 282-3.

[1009] İbnu'l Arabî, III, 1457. Hattâbî'ye göre, ha-iiste, kadının devlet başkanlığı ve ha­kimlik görevi yapamayacağına dair delil vardır. Farklı görüşlere rağmen Cum-hur'un görüşü bu doğrultudadır. İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-Bârî, VIII, 472.

[1010] İbnu'l Arabi, III, 1458.

[1011] Üçok, Müslüman Türk Devletlerinde dokuz kadın hükümdar, beş tane de kadın naibe olduğunu, dolayısıyla toplam 14 tane kadın idareci bulunduğunu ifade et­mektedir. Bk. Üçok, 204-5.

[1012] İbnu'l Arabî, III, 1458.

[1013] Zeydân, Hanefî'lerin, had ve kısas cezalan haricinde kadının hakimlik görevinde bulunabileceğini nakletmektedir. Taberî ise, hiç bir sınırlamaya gitmeden bu görü şü benimsemektedir. İbn Hazm'ın da, kadının hakimlik etmesini caiz gördüğü an­laşılmaktadır. Bk. Zeydân, ÎV, 301. Ayrıca bk. İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bâ-rf, VIII, 472.

[1014] İbnu'l Arabî, III, 1457; Ayrıca bk. et-AlÛsî, XI, 282-3.

[1015] İbn Kesir, Vi, 200; eS-Bikâî, XIV; 159-68; el-KurtÛbî, XIII, 196, 207. Ayrıca, yeni yorumlarda pek rastlamadığımız şekilde, Belkıs'ın anne veya babasından bi­rinin, cinlerden olabileceğine dair bir görüşe rastlıyoruz. (Bk. es-Suyûtî, ed-Dur-ru'1-Mansûr, VI, 351-2; İbn Kesîr, VI, 196; el-Hâzin, III, 382). İbnu'l Arabî, Bel­kıs'ın annesinin cinlerden olduğu ve bunu inkâr etmenin doğru olmadığını belirt­mektedir. İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 1456.

[1016] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3672-76. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 246-249.

[1017] Genel olarak, modern dönem yorumlarında kadın ve erkeğin aynı özden yaratıl­maları, insanî ve dinî bakımlardan eşit olmaları konularının yoğun olarak işlendi­ğine dair bk. eş-Şarkâvî, Kadâyâ İnsânîyye fî Amâii'l-Mufessihn, 191. Yine Re-şid Rıza, Al-i İmrân Sûresi 195. ayetine atıfta bulunarak, amel neticesinde verile­cek mükâfat konusunda kadın-erkek eşitliğine vurgu yapmaktadır. Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'i-Kur'öni'I'Hakîm, IV, 305.

[1018] Nitekim Cebeci, kadınla erkeğin, insanlık, kulluk, manevî ve İnsanî yücelikler açı­sından eşit olduklarını, üstünlük ve faziletin sonradan kazanılacağını ifade etmek tedir. Bk. Lütfullah Cebeci, "Kadın ve Günümüz Kadını Üzerine", Seviye, 11, (Ocak-Şubat), 23.

[1019] Meselâ bk. Aİ-i İmrân, 3/195; en-Nisâ, 4/124; el-Ahzâb, 33/35.

[1020] el-Bakara 2/228.

[1021] Reşid Rıza, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Hakîm, II, 375. Türköne, eşitliği. "aynı" veya "benzer" olma anlamında deği!, cinslere ve onların farklı özellik ve rollerine eşit değer verme anlamında yorumlamaktadır. Bk. Türköne, 4.

[1022] Bk. en-Nahl, 16/97; el-Mü'min, 40/40.

[1023] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, IV, 112.

[1024] Reşid Rıza, AH İmrân Sûresi 61. ayetinin, fiili savaşın haricinde, kadının millî mü­cadele ve dinî savunma gibi durumlarda erkekle beraber olduğuna delalet ettiğini belirtmektedir. Bk. Reşid Rıza, Tefsiru'i-Kur'âm'l-Hakim, III, 323.

[1025] Öztürk, Kur'ân'daki İslâm, 715-6.

[1026] Bk. Akdemir, "Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerîm'de Kadın", 265.

[1027] Karaman, İslam'da Kadın ve Aile, 17.

[1028] Yi/dırım, IX, 4861.

[1029] Halemi, 28.

[1030] İbn Aşûr, söz konusu ayette esas maksadın kadınlar olduğunu kaydetmektedir. İki­sinin zikredilmesinin sebebi, dinin sadece erkeklere mahsus olmayıp, her ikisinin de bu hususta eşit olduğunu ifade etmek içindir. Bk. İbn Aşur, Tefsiru 't-Tahrîr, XXII, 20.

[1031] Bk. İbn Kesir, VI, 413; Ebu's-Suûd, V, 226. Yine bu muhtevada Âl-i İmrân, sû­resi 195. ayet ve nüzul sebebi için bk. İbn Kesir, II, 165; Ebu's-Suûd, II, 87-8.

[1032] Demir, 49.

[1033] Demir, 51.

[1034] Nasrı 80-1. Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 249-253.

[1035] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 255-258.

[1036] Yrd. Doç. Dr. İbrahim H. Karslı, Kur’an Yorumlarında Kadın, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003: 259-276.