d) Allah'a Boyun Eğmek (Tevazu, Tezellül, Huşu, İstikan)
f) Allah'ı Tesbih ve Secde Etmek
g) Allah'ı Bilmek (Marifetullah)
III- ALLAH'TAN BAŞKALARINA İBÂDET
1. Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar
2. Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı
d) Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet
b) Allah'ın Kullarına Karşı Tavrı
1) Allah, Kullarına Karşı Çok Lütufkârdır
2) Allah, Dilediğini Doğru Yola İletir
3) Allah, Kullarının Küfrüne Razı Olmaz
4) Allah, Kullarına Karşı Çok Şefkatlidir
5) Allah, Kullarının Tevbelerini Kabul Eder
6) Allah, Bilen ve Gören Olarak Kullarına Yeter
8) Allah, Kullarına Yakındır, Dualarını Kabul Eder
9) Allah, Kullarının Üstünde Tam Hâkimdir
c) Kulların Allah'a Karşı Görevi
İbâdetleri mabedlerle, sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanısıra, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli?
İlahi sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır kapıları cennetin. [1]
Yüce Allah, kâinattaki sayısız varlıkları içinde en fazla değeri insana vermiş, ona ruhundan üflemiş ve yeryüzünde halife yapmıştır. Yerde, gökte ve ikisi arasında ne varsa hepsini onun için varetmiş ve sayısız nimetler vermiştir. İnsana akıl ve fikir vermenin yanında peygamberler ve kitaplar göndererek kendisine "ibâdet" etmeye davet etmiş ve "tağut"tan yüz çevirmesini istemiştir. İnsanı, kendisine "ibâdet" etmesi için yarattığı halde onu bu konuda zorlamamış, "inanç" ve "ibâdet" hürriyeti vermiştir. Çünkü insanı, hayatı ve ölümü ile "imtihan"a tâbi tutmuştur. İmtihan halinde olanın, inancı ve amelinde hür olması gerekir. Bu hürriyet içinde iman edip ibâdet edenler de inkâr edip isyan edenler de vardır.
Allah'a ibâdet eden insan, Allah'ın rızasını, dünya ve âhiret saadetini kazanır. Allah'a ibâdetten yüz çeviren veya Allah'tan başkalarına ibâdet eden insan ise bu nimetlerden mahrum kalmakla beraber, nefsine zulmetmiş ve azabı hak etmiş olur.
İnsan, yaratılış gayesi olan "Allah'a ibâdet" görevini nasıl yerine getirecektir? Allah, insana, bu görevini yerine getirebilmesi için peygamberler ve kitaplar göndermiştir. İnsan sadece, Allah'ın kendisine verdiği en büyük nimet olan "akıl" ile Allah'a "ibâdet" görevini idrak edip yerine getiremez. İnsan bu görevi, aklını kullanmak, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "tebliğ" ve "tebyin" ettiği Kur'ân'a uymak suretiyle hakkıyla yapabilir.
Biz bu çalışmamızda, yüce Rabbimizin Kur'ân'da bize "ibâdet"i nasıl tanıttığını, "Allah'a ibâdet" ile "Allah'tan başkalarına ibâdet"ten ne kasdettiğini anlatmaya çalıştık. Günümüz insanı, "ibâdet" deyince namaz, oruç, hac gibi belli sayıda görevleri îfâ etmeyi anlıyor. Kur'ân'ın iman, ibâdet, ahlâk, muamelât gibi kısımlara ayrılması, herbirinin diğerinden bağımsız gibi algılanmasına sebep oluyor. Halbuki Kur'ân, bunları bir bütün olarak sunuyor; hepsine "din", "İslâm", "şeriat", "sırat-ı müstakim" diyor. Namaz kılmak ibâdet olduğu gibi Kur'ân'ın herhangi bir emir ve yasağına uymak da ibâdettir. Yani Kur'ân, "Allah'a ibâdet" kavramı ile sadece belli sayıda görevleri değil, iman, ahlâk, salih amel, evlenme, boşanma, miras, ticaret, helâlinden rızık kazanma, çalışma, temizlik gibi bütün İslâmî görevleri kastediyor.
İbâdet mefhumunun, yaşanılan hayatın ayrıntı olarak düşünülebilecek tarafları dahil tüm yönleriyle olan ilgisini tesbit ettikten sonra şunu söyleyebiliriz: Birçok insan, bilerek veya bilmeyerek "Allah'tan başkasına ibâdet" ediyor; böylece şirke düşüp, hüsrana ve ziyana uğruyor.
İnsanın, yaratılışının biricik gayesi olan "ibâdet"' görevini hakkıyla yerine getirebilmesi için "ibâdet"in ne olduğunu iyi bilmesi gerekir. Bu küçük eserde "Kur'ân'ın bize ibâdeti nasıl tanıttığı"nı ortaya koymaya çalıştık.
Bu kitap, insanın yaratılış gayesinin işlendiği bir girişin ardından "ibâdetin sözlük ve terim anlamı", "Allah'a ibâdet ve Allah'tan başkalarına ibâdetin anlamı", "Allah'ın kullarına karşı tavrı" ve "kulların Allah'a karşı görevleri"ni anlatan bölümlerden oluşmaktadır.
İslâm'a ve müslümanlara faydalı olmasını yüce Allah'tan niyaz ederim. Başarı Allah'tandır.
Dr. İsmail Karagöz
Ankara 1996[2]
"İki elimle yarattım"[3] ve "ruhumdan üfledim"[4] dediği, en güzel biçim verdiği,[5] yeryüzünde halife yaptığı,[6] kendisine çok ikramda bulunup yaratıkların çoğundan üstün kıldığı,[7] göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu[8] ve sayamayacağı kadar çok nimet verdiği[9] insanı yüce Allah, boş yere yaratmamıştır.
"(Ey insanlar!) Bizim sizi boş (abes ve bâtıl) yere (oyun ve eğlence, hikmetsiz ve gayesiz olarak)[10] yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"[11]
İnsan, boş yere ve gayesiz olarak yaratılmadığı gibi başıboş da bırakılmış değildir."İnsan başıboş bırakılacağını (sorumlu tutulmayacağını ve cezalandırılmayacağını, kendisine emir ve yasak getirilmeyeceğini)[12] mi zannediyor?"[13]
Her işinde hikmet bulunan yüce Allah,[14] yarattıkları içinde en değerli varlık olan insanı da elbette bir hikmet ve gaye ile yaratmıştır. Yüce Allah, bu hikmet, gaye ve sebebi şöyle beyan etmektedir:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım."[15]
Yüce Allah, yakıtı taşlarla insanlar olan ve kâfirler için hazırlanan[16] cehennemden korunup muttaki olabilmeleri için insanları ibâdet etmeye davet etmektedir.
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin ki (Allah'ın azabından, cehennem ateşinden) korunasınız."[17]
Yüce Allah, ilk insandan itibaren peygamberler gönderip bütün insanları ibâdet etmeye çağırmış ve "Allah'a ibâdet edin," diye emretmiştir.
"Yemin olsun ki, her ümmet içinde, 'Allah'a ibâdet edin, tağut(a tapmak)tan kaçının' diye bir peygamber gönderdik..."[18]
Nuh,[19] Hûd,[20] Salih,[21] Şuayb,[22] İbrahim[23] İsâ[24] (a.s.) ve bütün peygamberler[25] kavimlerine "Allah'a ibâdet edin," diye emretmişler ve insanları, yaratılış gayeleri olan Allah'a ibâdete davet etmişlerdir.
"...Onun (Hûd'un) önünden ve ardından nice uyarıcılar (peygamberler) gelip geçti. (Onlar, kavimlerine), 'Ancak Allah'a ibâdet edin,' (diye emrettiler.)"[26]
Allah'ın, peygamberleri vasıtasıyla insanlara kitaplar göndermesinin hikmeti, yaratılış gayeleri olan ibâdeti emretmektir.
"Elif Lâm Râ. Bu (Kur'ân) bir kitabdır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış sonra da güzelce açıklanmıştır. Tâ ki sadece Allah'a ibâdet edesiniz."[27]
Allah, peygamberleri vasıtasıyla bütün insanlara, sadece kendisine ibâdet etmeyi emrettiği gibi, peygamberlere de yine sadece kendisine ibâdet etmelerini emretmiştir.
"(Ey Muhammed!) Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona, 'Benden başka tanrı yoktur, bana ibâdet edin,' diye vahyetmiş olmayalım."[28]
"(Ey Muhammed!) Biz bu kitabı (Kur'ân'ı) sana hak ile gönderdik, öyle ise sen de dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibâdet et."[29]
"(Ey Peygamberim!) De ki: Bana dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi."[30]
"Allah'a ibâdet edin",[31]
"Rabbinize ibâdet edin",[32]
"Ben sizin Rabbinizim. Öyle ise bana ibâdet edin",[33]
"Muhakkak ben (evet) ben Allah'ım. Benden başka tanrı yoktur. Öyle ise bana ibâdet edin",[34]
"Hayır, yalnız Allah'a ibâdet et,"[35] şeklinde ısrarla kendisine ibâdet edilmesini emreden yüce Allah, "Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et"[36],
"O'na (Allah'a) ibâdet et ve O'na ibâdette sabret."[37] buyurarak kendisi için yapılan ibâdette sabırlı olunmasını ve ibâdetin ölünceye kadar devam etmesini istemiştir.
İbâdetin yalnız Allah'a yapılması gerekmektedir.
"Allah'a ibâdet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın."[38] buyuran Allah, Fatiha sûresinde insanların kendisine nasıl dua edeceklerini bildirmiştir.
"(Yâ Rabbi!) Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet." [39]
Allah'a ibâdet etmek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak emri, insanların tümü için geçerlidir.
“(Ey Peygamberim!) De ki: Ey Kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini Allah'tan başka tanrı edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, 'Şahit olun biz müslümanlarız' deyin."[40]
Kendisine ibâdeti emreden Allah, kendisinden başkasına ibâdet etmeyi de nehyetmiştir.
"(Ey Peygamberim!) De, ki: Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince sizin Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten nehyolundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum." [41]
Allah Teâlâ, insanları yalnız kendisine ibâdet etmeleri için yaratmış, peygamberler gönderip kendisine ibâdet etmelerini emretmiş, fakat bu konuda onları zorlamamıştır. Zorlasaydı, herkes ister istemez O'na ibâdet ederdi. Fakat durum böyle değildir. Allah insanları yaratmış, onlardan kimisi mü'min, kimisi de kâfir olmuştur.[42] İnsana yolunu göstermiş, kimisi şükredici, kimisi nankör olmuştur.[43] İnsan, ibâdete zorlanmamıştır. Çünkü o, hayatı ve ölümü ile imtihana tâbi tutulmuştur.[44] İmtihan halinde olanın, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı yapıp yapmamakta, yeteneği, irâdesi ve hürriyetinin olması gerekir. İnsana, itaat ve isyanı seçebilme kabiliyeti verilmiştir.[45] Bu sebeple insanlardan Allah'a ibâdet edenler de etmeyenler de bulunmaktadır.
Allah, insanı ibâdet etmeye zorlamamış ama kendisine ibâdet edene mükâfat (cennet ve nimetlerini), ibâdete tenezzül etmeyenlere ve kendisinden başkalarına ibâdet edenlere de ceza (cehennem ve azabını) vaad etmiştir.
"İşte kullarımızdan takva sahibi kimselere vereceğimiz cennet budur." [46]
"...Bana ibâdet etmeye tenezzül etmeyen kimseler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir." [47]
"(Ey kâfirler!) Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz..."[48]
Allah (c.c), Peygamber (s.a.v.)'e, kendisini kullarına şöyle tanıtmasını emretmiştir:
"(Ey Muhammed) Kullarıma haber ver: Ben çok bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim. Ve benim azabım çok acı bir azaptır." [49]
Kul, Allah'ın mağfiretine ve merhametine yönelmeli, O'na ibâdet etmeli, azabından sakınmalı ve asla isyan etmemelidir. Bu sebeple yüce Allah, peygamberine şöyle emretmiştir:
"(Ey Muhammed) De ki: Bana dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi. Ve bana müslümanların ilki olmam emredildi. De ki: Ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım. De ki: Ben dinimi yalnız Allah'a halis kılarak O'na ibâdet ediyorum. Siz de O'ndan başka dilediğinize ibâdet edin." [50]
Allah'a ibâdet etmeyenler, bu şekilde bir azap ile tehdit edilmişlerdir. İnsanlar, istediklerine ibâdet edebilirler ama Allah'tan başkasına ibâdet edenler, bunun sonucuna katlanmak zorunda kalırlar.Yüce Allah, peygamberine, kendisine ibâdet etmeyenlere şöyle söylemesini emretmiştir:
"(Ey Peygamberim!) De ki: Ey kâfirler! Ben sizin ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet ediciler değilsiniz. Ben sizin ibâdet ettiğinize ibâdet edici değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet ediciler değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana." [51]
"(Ey Muhammed!) De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Çünkü bana mü'minlerden olmam emredildi."[52]
Bu bölümde "ibâdet" kavramının sözlük ve terim anlamı üzerinde durulacaktır. [53]
"İbâdet" kelimesi, "abd" kökünden mastardır. Bu kökten sülâsî olarak kullanılan üç fiil kalıbı vardır. Ibn Fâris (ö. 395/1004), Mu'cemu Mekâyîsi'l-Lüğa adlı eserinin "abd" maddesinde, bu kökün iki asıl anlamının olduğunu, bunlardan birinin "yumuşaklık ve tevazu"ya, diğerinin ise "şiddet ve kabalık"a delâlet ettiğini söylemiştir.
Bu kökün farklı kullanımlarındaki anlamlarını şöyle özetleyebiliriz:
a) "İbâdet, ubûdet, ubûdiyyet" kelimeleri, birinci babdan mastarlar olup itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, tevazu göstermek, ilah edinmek, kişinin bir kimseye isyan etmeden, yüz çevirmeden ve mukavemet göstermeden itaat edip boyun eğmesi ve ona hizmet etmesi anlamındadır.
(An) harf-i cerri ile kullanıldığında "alıkoymak, hapsetmek ve menetmek" anlamına gelir.
"Ubûdet ve ubudiyet", beşinci babda kullanıldığında "kul, köle olmak" anlamına gelir. Ubûdiyyetin asıl anlamı, "boyun eğmek ve tevazu göstermek" tir.
b) "Âbed ve abedet", dördüncü babdan mastardır. "Pişman olmak, dediğini inkâr etmek," (Alâ) harf-i cerri ile kullanıldığında, "bir kimsenin bir kusur sebebiyle kendini kınaması, bir kimseye kızmak ve darılmak, bir şeyi şiddetle arzu etmek ve üzerine düşmek," (Min) harf-i cerri ile kullanıldığında, "tenezzül etmemek, beğenmemek, çekinmek ve burun kıvırmak", (Be) harf-i cerri ile kullanıldığında, "sabit olmak, yapışıp ayrılmamak" anlamlarına gelir.
Abd, hür olsun köle olsun, insana denir.
"Abd" kökü, harf ziyadesiyle mezîd fiil olarak kullanıldığında, farklı anlamlar ifade eder.[54]
Din ıstılahında "ibâdet", mükellef insanın, nefsinin arzusu hilâfına Rabbine ta'zim için yaptığı fiil,[55] niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve yüce Allah'a "kurbet" (yakınlık) ifade eden özel itaattir.[56]
"İtaat", niyete bağlı olsun olmasın ve kimin için yapıldığı bilinsin bilinmesin, yapılmasında sevap olan fiili yapmaktı."Kurbet" ise niyete bağlı olmasa bile yapılması sevap olan fiilin" kime yapıldığını bilerek yani yaklaşmak istediği zâtı tanıyarak yapmaktır.
Buna göre her "ibâdet", "kurbet"; her "kurbet" de bir "itaat"tir. Fakat her "itaat", "kurbet" olmaz ve her "kurbet" de "ibâdet" olmaz.[57]
"İbâdet" kavramı, "kurbet" ve "itaat" kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan, Allah'a itaat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zahir, hem bâtında sonsuz bir tezellül ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riya" kabul etmez.[58]
Şu halde "ibâdet", insanın ruhen ve cismen, zahiren ve bâtınen bütün varlığı ile yalnız Allah'a yaptığı şuurlu bir itaat ve kurbettir.
İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.v.), "Ameller, ancak niyetlere göredir" buyurmuştur. [59] Bu nedenle Allah'a "kurbet" ve "itaat" ten başka bir maksatla yapılan fiiller, "ibâdet" olmaz. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kabe'ye gitmek de hac değildir.[60]
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için "iman", "ihlâs" ve "iyi bir niyetin bulunması şarttır. İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz. Böyle bir amel boşa gider.[61]
İbâdet kavramı; imanı, Allah'ın emir ve yasaklarına riayeti ve İslâm'ın bütün hükümlerini uygulamayı ifade eder.
Türkçedeki "tapmak" ve "tapınmak" sözcükleri, "ibâdet" kelimesini karşılamaz. Bunlar ancak "itaat"in mânâsı olabilir. "Kulluk etmek", "tapmak" kelimesinden daha kapsamlıdır; ancak "kulluk", ibâdetin değil, ubûdiyyetin karşılığıdır.[62]
"Abd" kökünden gelen "ubûdet", "ubûdiyyet" ve "ibâdet" kelimelerinin hepsi "itaat" anlamını ifade etmekle birlikte aralarında anlam farkı vardır. Bunların en özeli "ibâdet", en geneli ise. "ubûdet" tir.
"Ubûdet", boyun eğmek, itaat etmek, tezellül, Allah'a ta'zim, korku ve saygı ile ve O'ndan haya ederek, O'nu severek, sevabını umarak, azabından korkarak yapılan kulluktur.
"Ubûdiyyet", kulluğu izhar etmek, Allah'ın yaptığına ve hükmüne razı olmak,[63] ahitlere riayet etmek, Allah'ın sınırlarını korumak, elde olana razı olmak, kaybedilene sabretmeki[64] ve O'na ibâdeti şeref bilerek yapılan kulluğa denir.
"İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır.[65] İbâdet, insanın Allah'ın razı olduğu şeyi yapması, [66] yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, [67] hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip, itaat etmek için yapmasıdır.[68]
"İtaat", büyük bir makamdır. Kul, bununla yüce Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi Muhamnıed (s.a.v.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "kul" kelimesi ile isimlendirmiştir.[69]
"O Allah ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna açık açık âyetler indiriyor..." [70]
İbâdet kavramı, Kur'ân'da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur'ân'da isim, fiil ve mastar şeklinde 256 defa geçmiştir. Genel olarak ''Allah'a ibâdet"i ve "Allah'tan başkalarına ibâdet'i ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah'a ibâdet emredilirken, O'na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek şiddetle nehyedilmiştir. İbâdet kavramının Kur'ân'daki anlamını, "Allah'a ve Allah'tan başkalarına yapılan ibâdet" çerçevesinde ele alacağız.[71]
Kur'ân'da, 82 âyette "Allah'a ibâdet"ten söz edilmiştir. İnsan, "Allah'a ibâdet" için yaratılmıştır.[72] Bütün peygamberler, insanları Allah'a ibâdet etmeye davet ettikleri gibi[73] kendileri de O'na ibâdet etmişlerdir.[74] Kur'ân'da, hem "ey insanlar" hitabıyla,[75] hem de "ey mü'minler" hitabıyla[76] "Allah'a ibâdet etmek" emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,[77] hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir.[78] Allah'a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, dua, Allah'ı bilmek, boyun eğmek, iman etmek ve salih amel işlemek anlamlarını ifade eder.[79]
İbn Abbas (ö. 68/687), "Kur'ân'daki bütün ibâdet kelimeleri tevhid anlamındadır," demiştir.[80] Taberî (ö. 310/922), "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet edin..." [81] âyetini tefsir ederken "Rabbinize ibâdet edin" cümlesini, "Rabbinizi birleyin" şeklinde yorumlamış ve bu görüşün İbn Abbas'a ait olduğuna işaret ederek, "înşaallah İbn Abbas, 'Rabbinize ibâdet edin' âyetinin te'vilinde 'O'nu birleyin' sözü ile 'ibâdet ve itaati diğer yaratıklar için değil, sadece Rabbiniz için yapın' demek istemiştir," diye beyanda bulunmuştur.[82]
Taberî, bu beyanı ile nazik bir şekilde ibn Abbas'ın bu görüşüne katılmadığını ifade etmiştir.
Allah'a ibâdet ifadesinde tevhid anlamı vardır. Allah'ı bir olarak kabul etmeden Allah'a ibâdet yapılamaz. Tevhid, ibâdetin başı ve temel taşıdır.[83] Ancak Kur'ân'da geçen ve Allah'tan başkalarına ibâdeti anlatan âyetlerdeki ibâdet kavramının tamamının tevhid anlamına geldiğini söylemek nasıl mümkün olur?
Allah'a ibâdet etmeyi anlatan âyetlerden, ibâdet kavramının, tevhid anlamını da içerdiği açıkça anlaşılmaktadır:
"Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın.[84]
"Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretti.[85]
"Yalnız Allah'a ibâdet edin." [86]
"Muhakkak ben (evet) ben, Allah'ım. Benden başka tanrı yoktur. Yalnız bana ibâdet et ve beni anmak için namaz kıl [87]
Bu âyetler, ibâdetin yalnız Allah'a yapılmasını, O'na hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin ortak koşulmamasını öngörmektedir.[88]
"Allah'a ibâdet edin" demek, her şeyden önce "Allah'ı bir olarak tanıyın," demektir. Ancak "ibâdet", sadece Allah'ı bir olarak tanımaktan ibaret değildir. "Tevhid", ibâdetin ilk anlamı ve ilk şartıdır. "İbâdet", Allah'ı bir tanıyıp O'na tevazu ile boyun eğerek itaat etmektir. Bu sebeple yüce Allah, "(Ey Peygamberim!) De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlahınızın birtek ilah olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin," buyurmuştur. [89]
Allah'a ibâdette herhangi bir şeyi veya kimseyi O'na ortak koşmak, ibâdetin boşa gitmesine sebep olur.
"(Ey Muhammed!) Sana ve senden öncekilere şöyle vahyolundu: Andolsun, eğer Allah'a ortak koşarsan amelin boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun. Hayır! Yalnız Allah'a ibâdet et ve şükredenlerden ol.[90]
Bütün peygamberler, "Ey kavmim! Allah'a ibâdet edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur"[91] diye kavimlerini sadece Allah'a ibâdete ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaya çağırmışlardır. Dolayısıyla "Allah'a ibâdet edin" demek, "O'nu bir tek ilah kabul edin," demektir.
Nuh (a.s.), kavmine, "Ey kavmim! Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. Allah'a ibâdet edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana da itaat edin," demiştir. [92]
"U’budullahe: Allah'ı birleyin";[93] "Vetteguhu: O'na isyandan sakının";[94] ise "Ve etiuni: Allah'a ibâdet ve O'na ittika konusunda size yaptığım, emre ittiba edin," demektir.[95]
Sadece Allah için yapılan her fiil ibâdettir; kalp ve diğer azalarla yapılan ibâdetlerin hepsi buna dahildir. Dolayısıyla Allah'a ibâdet, O'na itaat etmek demektir.[96] Allah'a ibâdeti anlatan âyetlerdeki "ibâdet" kelimelerinin hepsinde "itaat" anlamı vardır.[97]
"İtaat", ibâdet kavramının esas mânâsıdır. "İbâdet", insanın güç ve kudret sahibi birine karşı itaat etmesi, kendi hürriyet ve istiklâlinden feragat etmesi, her türlü karşı koyma ve isyanı terketmesi ve tam bir bağlılıkla boyun eğmesidir. İşte bu, kulluk ve itaat etmenin tâ kendisidir. Kulun gerçek vazifesi, efendisine itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağlanmaktır. Kul, daha sonra itaat ve tenezzül ile nefsini efendisine teslim etmekle kalmaz, bununla beraber onun yüceliğine inanır, şânının yüksekliğini itiraf eder. Kalbi, efendisinin nimetlerine karşı minnettarlık ve şükür hisleriyle dolup taşar. Böylece kul, efendisine hürmet ve ta'zimde daha mübalâğalı davranır; efendisinin kendisine bahşettiği nimetler üzerine şükredebilmek ve ona karşı kulluğun gereklerini yerine getirebilmek için çeşitli yollar arar. İşte bunlar, Allah'a gösterilecek kulluğun tâ kendisidir.[98]
Mü'minin, kendisini yaratan ve rızık veren Allah'a şükredebilmesi için ibâdet, yani kulluğunu ikrar etmesi ve itaat edip boyun eğmesi gerekir.[99] Bakara sûresi 172. âyette bu husus, şöyle ifade edilmektedir:
"Ey mü'minler! Size verdiğimiz rızıkların iyilerinden yiyin. Eğer Allah'a ibâdet ediyorsanız, O'na şükredin." Ayette geçen "Eğer Allah'a ibâdet ediyorsanız," "O'nun emrine boyun eğiyor, sözünü dinliyor ve itaat ediyorsanız," demektir.[100]
Mü'minin, Allah'a ibâdet edebilmesi için bu âyete göre, "rızıkların iyilerinden yiyin" ve "Allah'a şükredin," emirlerine uyması yani itaat etmesi gerekmektedir. Demek ki, Allah'a ibâdet edebilmek için O'nun emir ve yasaklarına itaat etmek şart olmaktadır.
"(Yahudiler ve hıristiyanlar) hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Halbuki kendilerine yalnız bir tek ilaha (Allah'a) ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. "[101]
Bu âyetteki "ibâdet" de itaat anlamındadır.[102]
Hıristiyan ve yahudiler, bilginlerine, Allah'a isyan konusunda itaat ediyorlardı. Bilginleri, onlara haram olan bazı şeyleri helâl kılıyorlar, hıristiyan ve yahudiler de bu konuda onlara itaat ediyor ve onları rabmış gibi kabul ediyorlardı. Yoksa onları ilah kabul ederek ibâdet etmiş değillerdi. Onlara sadece helâl olanı haram kılmaları konusunda itaat etmişlerdi. Tirmizî'nin (ö. 279/892) Adiyy Ibn Hatim'den rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.), hıristiyan ve yahudilerin hahamlarını ve rahiplerini rab edinmelerini böyle izah etmiştir.[103]
Mü'min sûresi 60. âyette geçen "ibâdet" kelimesi, "dua" anlamındadır.[104]
"Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana ibâdet (dua) etmeye tenezzül etmeyenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir."
Âyetin başında "dua", sonunda "ibâdet" kavramı geçmiştir. Allah, kendisine dua edilmesini istemiş, sonra ibâdetten yüz çevirenlerin cehenneme gireceklerini bildirmiştir. Bu âyetteki "dua" ile "ibâdet" aynı anlamdadır. "Dua", ibâdet olarak izah edildiği gibi, [105] "ibâdet" de "dua" olarak tefsir edilmiştir.[106]
İbâdette dua, duada ibâdet anlamı vardır.
Nu'man İbn Beşîr'den rivayet edilen şu hadisi, bu konuya misal olarak verebiliriz:
Nu'man, "Rasûlullah (s.a.v.)'in minberde, 'Dua ibâdettir,' dediğini, sonra ve Rabbiniz buyurdu ki:
“Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana ibâdet etmeye tenezzül etmeyenler aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.' [107] âyetini okuduğunu duydum," demiştir. [108]
Enes İbn Mâlik (r.a.)'den yapılan bir rivayette ise Peygamberimiz (s.a.v.), "Dua, ibâdetin özüdür," buyurmuştur.[109]
Mü'min sûresi 60. âyetindeki "ibâdet" kelimesinin, "tevhid" ve "itaat" mânâlarına geldiği de söylenmiştir.[110]
İbâdet, itaat ve duanın makbul olabilmesi için insanın Allah'ı bir olarak kabul edip iman etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla âyeti kerîmedeki "ibâdet" kavramı, "tevhid", "itaat" ve "dua" anlamlarını birlikte ifade eder.
Meryem sûresinin 48-49. âyetlerinde geçen "ibâdet kavramı, "dua ve medet ummak" anlamına gelir.
İbrahim (a.s.), kavmine şöyle demişti:
"Sizden de, Allah'tan başka ibâdet ettiklerinizden yalvardıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabbime yalvarıyorum. Umarım ki Rabbime yalvarmakla (sizin gibi) bahtsız olmam.”[111]
Tevazu, tezellül, huşu ve istikan, ibâdetin asıl anlamlarıdır. [112] Her dört kelime de aynı mânâyı ifade eder. Huzur ve sükûn içinde tam bir edeple ve vakarla Allah'a boyun eğmek, rükû ve secde etmek, söz ve amelle, kalp ve diğer azalarla Allah'a saygı göstermek, teslimiyeti izhâr etmek, O'na karşı büyüklenmeyi, baş kaldırmayı terketmek, rubûbiyetini ve bir tek ilah oluşunu ikrar etmek anlamlarına gelir.[113]
Taberî, "Yalnız sana ibâdet ederiz" [114] âyetinin tefsirinde, "Allah'ım, sadece sana boyun eğeriz. Ey Rabbimiz, senden başkasını değil sadece senin Rabb oluşunu ikrar ederiz," demiştir.[115]
Âlûsî (ö. 1274/1854), "Allah'ın boyası (ile boyan).Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O'na ibâdet ederiz." [116] âyetinin tefsirinde, "O'nu birleyenleriz veya O'na itaat edenler ve Ibrahim’in dinine tâbi olanlarız veya bu dine uymakta O'na boyun eğenleriz," diyerek [117] ibâdet kavramının, "tevhid", "itaat", "Allah'a boyun eğmek" ve "tevazu" anlamlarına değinmiştir.
Allah'a ibâdetin zikredildiği âyetlerdeki "ibâdet" kelimelerinin hepsinde tevazu anlamı vardır. Çünkü bu anlam, ibâdet kavramının aslıdır.[118]
Yüce Allah, Nisa: 4/172. âyette İsâ (a.s.) ve meleklerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Ne Mesih Allah'a kul olmaktan çekinir ne de (Allah'a) yaklaştırılmış melekler. Kim O'na ibâdetten çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini huzurunda toplayacaktır."
Bu âyette iki sınıf varlıktan bahsedilmiştir: Biri, Allah'a ibâdetten imtina etmeyenler, diğeri de Allah'a ibâdetten çekinen ve kibirlenenler. Bir sonraki âyette "Allah'a ibâdetten imtina etmeyenler", iman edip salih amel işleyenler olarak takdim edilmiştir.
"İman eden ve salih amel işleyenlere gelince onların mükâfatlarını (Allah) eksiksiz ödeyecek ve lütfundan onlara daha fazlasını da verecektir. (İbâdetten) çekinenler ve kibirlenmek isteyenlere gelince (Allah), onlara da acı bir şekilde azab edecek ve onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır." [119]
Âyetlerde Allah'a ibâdet edenler, "iman edenler ve salih amel işleyenler", Allah'a ibâdet etmeyenler ise "Allah'a kulluktan çekinenler ve kibirlenenler" olarak ifade edilmiştir.
Buna göre "ibâdet", iman ve salih amel şeklinde formüle edilmiş olmaktadır.
Kehf sûresi 110. âyette bu husus, şöyle ifade edilmektedir:
"(Ey Peygamberim!) De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlahınızın bir tek ilah olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibâdette hiç kimseyi ortak koşmasın."
Ayete göre, Rabbine kavuşmayı arzu eden kimsenin, Allah'ı bir olarak kabul etmesi, âhirete iman edip salih amel işlemesi ve ibâdette O'na kimseyi ortak koşmaması gerekmektedir.
"Rabbine ibâdette kimseyi ortak koşmamak" cümlesinde geçen "ibâdet" kelimesi, tevhid, iman ve salih amel mânâlarını da içermektedir. Yani ibâdette Allah'a ortak koşmayıp, imanına ve salih amellerine şirk karıştırmamak demektir.
Nûr: 24/55. âyette ibâdetin ve Allah'a ortak koşmamanın mukabilinde "küfr"ve "fısk" zikredilmiştir:
"İman edip salih amel işleyenler... Onlar bana ibâdet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Ama kim bundan sonra inkâr ederse işte onlar fâsık (Allah'a itaatten çıkmış) kimselerdir."
"Küfr" kavramı "iman"ın, "fısk" kavramı ise "iman ve itaat"in zıddıdır. "Küfr ve fısk" kavramları, "inkâr ve isyan"ı ifade eder. İşte bu âyette, inkâr ve isyanın mukabilinde ibâdet ve Allah'a ortak koşmamak yani tevhid, itaat ve salih ameli birlikte anlamamız gerekmektedir.[120]
Yüce Allah, A'râf sûresi 206. âyette meleklerin ibâdetlerini şöyle bildirmektedir:
"Rabbinin yanında olan (melek)ler, O'na ibâdet etmeye büyüklenmezler. O'nu tesbih ederler, (bütün noksan sıfatlardan tenzih ederler) ve (başkasına değil sadece) O'na secde ederler (namaz kılarlar.)"[121]
Ayette, meleklerin Allah'ın azameti karşısında boyun eğdikleri, büyüklenmedikleri, O'na ibâdetten geri durmadıkları ve ibâdetlerinin niteliği bildirilmektedir. Meleklerin ibâdeti, Allah'ı tesbih ve O'na secde etmektir.
Bu âyetteki ibâdet, "tesbih ve secde (namaz kılmak)" olarak formüle edilmiştir.
Ameller iki kısma ayrılır:
a) Kalbin amelleri: Allah'ı bütün kötülüklerden ve noksan sıfatlardan tenzih etmektir ki bu, kalbî imandır. "O'nu tesbih ederler" cümlesi ile buna işaret edilmiştir.
b) Azaların amelleri: Namaz, buna örnek olarak verilebilir, "O'na secde ederler" cümlesi ile bu ameller ifade edilmiştir.[122]
Tevbe sûresi 112. âyette, Allah'ın cennetle müjdelenmesini istediği mü’minlerin vasıfları şöyle anlatılmaktadır:
"(Şirk, küfür, nifak ve isyandan) tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, ma'rufu (iman ve itaati) emredenler ve münkeri (şirk, küfür, nifak ve ma'siyeti) nehyedenler ve Allah'ın sınırlarını (farzlarını, emir ve yasaklarını) koruyanlar.. (İşte böyle olan) mü'minleri (cennetle) müjdele."
Ayetteki vasıfları iki maddede zikretmek mümkündür: Birincisi imandır. Çünkü tevbeden maksat; küfür, şirk ve nifakı terk edip iman etmektir. "Tevbe edenlerden maksat da mü'minlerdir."[123] İkincisi ibâdettir. Allah'ı övmek (hamd), oruç, namaz, ma'rûfu emir ve münkeri nehy ve Allah'ın sınırlarını muhafaza etme vasıfları, "ibâdet" in açılımıdır.
Gerçek anlamda küfürden tevbe edenler, bu özellikleri kendisinde toplayan kimselerdir.[124] "et-Tâibûne'l-Abidûne" cümlesi ile kastedilenler, mü'minler ve ibâdet edenlerdir.[125] İbâdet eden kimseler ise Allah'a hamd eden, oruç tutan, namaz kılan, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden ve Allah'ın sınırlanın koruyan kimselerdir.
"Allah'ın sınırlarını koruyanlar" vasfı, önceki vasıfların icmâlî ifadesidir. Önceki vasıflar ise tafsilattır.[126]
"Tevbe edenler" ile maksat, bazı müfessirlerin dediği gibi[127] "günahlardan tevbe edenler" anlamında ise bu takdirde âyet, "cennet mukabilinde Allah'ın, canlarını ve mallarını satın aldığı mü'minler"[128], "günahlarına tevbe eden, ibâdet eden kimselerdir," demektir. Buna göre cennetle müjdelenen mü'minler, günahlarına tevbe eden kimselerdir. İbâdet eden kimseler ise verdiği nimetlere karşı Allah'a hamd edenler, oruç tutanlar, namaz kılanlar, iyiliği emredip kötülüğü nehyedenler, kısaca Allah'ın sınırlarını yani emir ve yasaklarını, farzlarım, helâl ve haram ile ilgili hükümlerini muhafaza eden kimseler demektir.
Bu âyete göre ibâdet, iman eden kimsenin, imanı gereği yapması ve kaçınması gereken şeyleri ifade etmektedir.
Tevbe sûresinin 112. âyetinde zikredilen vasıfların benzeri, "daha hayırlı hanımlar" olarak Tahrim sûresinin 5. âyetinde de zikredilmiştir:
"(Ey Peygamberin hanımları!) O (Peygamber), sizi boşarsa belki de Rabbi ona (sizin yerinize) sizden daha hayırlı, müslüman, mü'min, itaat eden, ibâdet eden, tevbe eden, oruç tutan dul ve bakire eşler verir."
Allah'ın, "daha hayırlı" olarak nitelediği dul ve bakire kadınların genelde iki çeşit özelliği zikredilmiştir:
a) İman-İslâm,
b) Amel (itaat, ibâdet, tevbe ve oruç).
Demek ki "hayırlı bir insan" olabilmek için iman edip Allah'a teslim olmak, Allah'ın varlığını, birliğini ikrar edip namaz, oruç, tevbe gibi Allah'ın bütün emir ve yasaklarına itaat etmek, boyun eğmek, ibâdet (kulluk) görevini yerine getirmek gerekmektedir. Böyle davranabilen insan, yaratılış gayesine uygun hareket etmiş olur.
Hayırlı insanın vasıfları, âyette genel olarak zikredilmiştir. Bu da mü'min ve müslüman olduktan sonra ibâdet ve itaat etmektir. Namaz, oruç, tevbe yani günahları terk etmek,[129] ibâdet ve itaatin nevileridir.
Yüce Allah, İbrahim, Lût, İshâk ve Yâkub'u (a.s.) kastederek[130], "Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize ibâdet eden kullardı"[131] buyuruyor.
"Hayırlı fiiller yapmak", vahyin öngördüğü amelleri yapmaktır.[132]
"Namaz ve zekât", hayırlı işler yapmaya dahildir. Bu görevler, faziletlerine binâen ayrıca zikredilmiştir.[133] Çünkü bedenî ibâdetlerin en efdali "namaz", mâlî ibâdetlerin en efdali ise "zekât'tır. Bu iki faziletli amel birlikte yapılınca Allah'ın emrine ta'zim ve yarattıklarına şefkat edilmiş olur.[134] Bu sebepledir ki ibâdet, Allah'a boyun eğmek, insanlara şefkat ve merhamet etmek şeklinde tanımlanmış[135] ve çoğunlukla Kur'ân'da "namazı kılın, zekâtı verin" emirleri birlikte zikredilmiştir.[136]
Yüce Allah, "hayır fiilleri işleyin, namazı kılın ve zekâtı verin" emrini vahyettiğini bildirdikten sonra, elçileri hakkında, "onlar (başkalarına değil sadece)[137] bize ibâdet edicilerdi" yani birliğimi ikrar eden ve ihlâsla itaat eden kimselerdi,[138] demiştir.
Dolayısıyla "ibâdet" kavramının içine kelime-i tevhid, iman, islâm, namaz, oruç, zekât gibi bütün sâlih ameller ve dinin bütün kuralları girmektedir.
Hac sûresi 77. âyette yüce Allah, mü'minlere şöyle buyurmaktadır:
"Ey müminleri Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin ve hayır işleyin; tâ ki felaha eresiniz."
Âyette, müminlere dört şey emredilmiştir: Rükû, secde, ibâdet ve hayır. "Rükû ve secde edin" demek, "namaz kılın," demektir. Çünkü namaz, rükûsuz ve secdesiz olmaz.[139] "Rabbinize ibâdet edin" demek, "namazınızı ve diğer ibâdetlerinizi ihlâsla, sadece Allah için yapın," demektir.[140] "Hayır işleyin" emri ise sâlih ameller,[141] sıla-i rahîm, mekârim-i ahlâk, güzel söz, sadaka, birr ve ma'rûf (iyilik)[142] gibi bütün iyi ve yararlı amelleri içine alır.
Hayır fiiller, iki kısma ayrılır:
a) Mabuda hizmet etmek. Bu, yüce Allah'ın emir ve yasaklarına ta'zimden ibarettir.
b) İhsan. Bu da, Allah'ın yarattıklarına şefkat ve merhamet etmekten ibarettir.[143]
Buna göre hayır fiilleri işlemek de namaz gibi bir ibâdettir. Çünkü ibâdetten maksat, Allah'a tazim, kullarına şefkat ve merhamettir.[144]
Fussilet: 41/37. âyette ibâdet-secde ilişkisi şöyle anlatılmıştır:
"Güneşe de aya da secde etmeyin. Eğer ibâdet etmek istiyorsanız onları yaratan Allah'a secde edin."
Allah'a ibâdet edenlerden olabilmek için Allah'a secde etmek yani boyun eğmek, ta'zim göstermek gerekmektedir.[145]
Zâriyât: 51/56. âyette yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım."
Hasan el-Basrî (ö. 110/728), Mücâhid b. Cebr (ö. 104/722) ve İbn Cüreyc (ö. 150/767), bu âyetteki "ibâdet" kavramına "marifet" anlamını vermişlerdir.[146] Buna göre âyetin anlamı, "Ben cinleri ve insanları ancak beni tanısınlar/bilsinler diye yarattım," şeklindedir.
Sa'lebî (ö. 427/1035), "Bu mânâ güzeldir. Çünkü Allah, cinleri ve insanları yaratmasaydı, O'nun varlığı ve birliği bilinmezdi," demiştir.[147] Bu yoruma Ankebût: 29/61, 63; Lokman: 31/25; Zümer: 39/38; Yûnus: 10/31; Zuhruf: 43/9, 87. âyetleri delil gösterilmiştir.
Müfessirler, bu âyette özellikle (liya'büdûne) kelimesinin mânâsında ihtilâf etmişlerdir. Âyetin anlamı ile ilgili genelde iki görüş vardır: Biri, sadece müminlerin ibâdet için yaratıldığa, diğeri ise bütün insanların ibâdet için yaratıldığı görüşüdür. Bu konudaki görüşleri 4 maddede özetleyebiliriz:
1) Ayet, genel bir lafızla gelmiştir; fakat anlamı özeldir.[148] Dolayısıyla âyetin anlamı, "Ben cinlerden ve insanlardan ancak saadet ehlini (cennetlikleri) bana ibâdet etsinler, şakileri (cehennemlikleri) bana isyan etsinler diye yarattım," demektir.[149]
Fîrûzâbâdî (ö. 817/1414), "Eğer Allah, onların hepsini ibâdet için yaratmış olsaydı bir an bile rabblerine isyan edemezlerdi," demiştir.[150]
Kuşeyrî (ö. 465/1072), "Âyette kesin olarak tahsis vardır. Çünkü deliler ve çocuklar, ibâdet ile emredilmemişlerdir ki, onlardan İbâdet etmelerinin istendiği söylenebilsin. Yüce Allah, bir âyette şöyle buyurmuştur:
"Andolsun, cehennem için birçok cin ve insan yarattık ki, onların kalpleri vardır; fakat onlarla (hakikatleri) anlamazlar. Onların gözleri vardır; fakat onlarla (gerçekleri) görmezler. Onların kulakları vardır; fakat onlarla (hak sözleri) duymazlar. İşte böyle olanlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Ve işte onlar gafil kimselerdir."[151]
Cehennem için yaratılmış olan kimse ibâdet için yaratılan kimselerden olamaz. Bunun için âyet, insan ve cinlerden mü'min olanlara hamledümiştir. Bu âyetin insan ve cinlerin tamamını ifade etmemesi, "Bedeviler iman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, İslâm oldunuz. Fakat henüz iman kalbinize girmedi."[152] âyetinin bütün bedevileri ifade etmemesi gibidir. 'İman ettik' diyen, bedevilerin tamamı değil, sadece bir grubudur. Bu görüşü, Dehhak (ö. 105/723), Kelbî (ö. 146/763) ve Ferrâ (ö. 207/822) zikretmiştir," demiştir.[153]
İbn Abbas (r.a.), bu âyeti, "Ben insan ve cinleri (mü'min olanlarını) ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım," şeklinde "mine'l-mü'minîne" ilâvesi ile okumuştur.[154]
Bu anlayışa göre âyetteki (el-cin ve'l-ins) kelimelerindeki lâm-ı tâ'rîf (el), ahd içindir yani cin ve insanların hepsi için değil, mü'min olanları kastedilmiştir. Bu mânâyı, bir önceki "(Ey Peygamberim!) Öğüt ver, hatırlat. Çünkü hatırlatmak (zikr) mü'minlere fayda verir,"[155] âyeti teyid eder, denilmiştir.[156]
2) Âyet, geneldir. Bütün insanlara ve cinlere hitap eder. Çünkü (el-cin vel-ins) kelimelerinin başındaki (el), istiğrak ve gaye içindir. Yani cin ve insanların hepsini içine alır ve âyet, bu yaratıkların varediliş gayesini bildirir.[157]
Müfessir Mehmed Vehbi (ö. 1949), "İns ve cin kelimelerine mü'min ve kâfir her insan ve cin dahildir. Zira, cümlesi ibâdetle mükelleftir. Dolayısıyla 'İbâdetle mükellef olanlar mü'minlerdir, âyet mü'minlere mahsustur,' denilemez. Ayet, insan ve cinlerin yaratılışlarının aslî maksadının Allah'ı bilmek ve O'na ibâdet etmek olduğunu bildirmektedir," demiştir.[158]
Hamdi Yazır (ö. 1951) ise şöyle demiştir: "İbâdet ve ubûdiyyet, efâl-i ihtiyâriyyeden (isteğe bağlı fiillerden) olarak matlûb oldukları (istendiği) için (insan ve cinlerin) bazılarından (ibâdet) vâki olmaması, cins için gâye-i kemâl (en ideal amaç) olmasına münâfi olmaz (ters düşmez). Çünkü hikmet, fertlerin her biri itibariyle değil cins itibariyle mülâhaza olunur. Dolayısıyla âyet, 'insan ve cinleri ibâdet ile mükellef olmak üzere yarattım' demektir. Yoksa hepsini sâlih kullardan olmasını takdir eyledim, demek değildir."[159]
Taberî de bu ikinci görüşü tercih etmiş ve İbn Abbas (r.a.)'dan şu rivayeti yapmıştır:[160] "İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. O, "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım."[161] âyetini '... ancak isteyerek ve istemeyerek kulluğu ikrar etsinler (emrime boyun eğsinler)[162] diye yarattım', şeklinde yorumlamıştır."
Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) (ö, 40/661) ise bu âyeti, "Ben cinleri ve insanları ancak onlara ibâdeti emretmek için yarattım," şeklinde yorumlamıştır.[163]
Zeccâc (ö. 311/923), bu yorumu tercih etmiş ve "Ayet, 'Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etmelerini davet etmek için yarattım,' anlamındadır," demiştir.[164]
"(Yahudi ve hıristiyanlar) hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız bir tek ilah olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur..." (Tevbe, 9/31) âyeti, bu yoruma delil olarak zikredilmiştir.[165]
Allah, insanları ve cinleri emrine boyun eğmeleri ve kulluğu ikrar etmeleri için yarattığı halde niçin inkâr edenler oluyor, diye akla bir soru gelebilir. Çünkü insanlar, bu konuda zorlanmamış, ibâdet etmek iradelerine bırakılmıştır. Allah'ın kazası bütün cinler ve insanlar üzerine câridir; bu nedenle onlar, bu kazaya boyun eğmek durumundadırlar. Bundan kaçınmaları mümkün değildir. Yaratılış gayelerine muhalefet edenler, ihtiyarî olan iman ve amellerde isyan edebilmektedirler.[166]
3) Âyet, "Cin ve insanları ancak bana kul olmaları için yarattım," şeklinde de yorumlanmış ve bu mânâya, "Göklerde ve yerde bulunan herkes, (kıyamet günü) Rahmân'a kul olarak gelecektir."[167] âyeti delil gösterilmiştir.[168]
Dünyada Allah'a kulluğu ikrar etmeyenler ve boyun eğmeyenler varsa da kıyamet gününde insan, cin, melek ve bütün varlıklar, O'na kulluğu ikrar ederek geleceklerdir.[169]
4) Kelbî, âyeti, "Ben cinleri ve insanları ancak beni birlesinler diye yarattım," (illâ liyüvahhidûne) şeklinde yorumlamış ve bunu şöyle açıklamıştır:
"Mü'min, sıkıntılı ve rahat bütün zamanlarında Allah'ı bir olarak kabul eder. Kâfir ise nimet ve rahat hallerinde değil, sıkıntı ve bela zamanlarında O'nu hatırlar ve sadece o zamanlar O'na yalvarır."[170]
Bu yoruma şu âyetler delil gösterilmiştir:
"(Denizde) onları gölgeler gibi dalga(lar) sardığı zaman dini yalnız O'na (Allah'a) halis kılarak Allah'a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar (iman ve ihlâs üzere kalır.[171] (Bir çoğu da inkâr eder) Zaten bizim âyetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez."[172]
"Gemiye bindikleri zaman dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na yalvarırlar. Fakat (Allah), onları salimen karaya çıkarınca hemen O'na ortak koşarlar."[173]
Her insan, sıkıntı anlarında Allah'a yalvarır. Mü'min ise sıkıntı ve rahat, bütün zamanlarında Allah'a yalvarır. Kâfirler, dünyada Allah'a ortak koşsalar da âhirette Allah'ın birliğini ikrar edecekler ve müşrik olduklarını inkâr edeceklerdir. Buna En'âm: 6/23. âyet delildir:
"Sonra onların (müşriklerin) (kıyamet günü); 'Rabbimiz Allah'a andolsun ki, biz müşriklerden değildik,' demelerinden başka çareleri kalmayacaktır."
Sadece cinlere ve insanlara, ibâdet veya isyan edebilme yeteneği ve hürriyeti verilmiştir. Diğer varlıkların, yaratıldıkları gayeye muhalif hareket etme yetenek ve özgürlükleri yoktur. Bu sebeple Zâriyât sûresinin 56. âyetinde sadece cinler ve insanlar zikredilmiştir.[174]
Bu itibarla istisnasız bütün cinler ve insanlar, Allah'a ibâdet için yaratılmışlardır. "İbâdet", onların, varoluş gayeleridir. Yüce Allah, dünyada hayatı ve ölümü, insan ve cinlerin hangileri daha güzel amel yapacak diye imtihan için yarattığından[175], insanlar ve cinler, yaratılış gayeleri olan ibâdete zorlanmamışlardır; ibâdet edip etmemeleri kendi iradelerine bırakılmıştır. Zeccâc'ın dediği gibi[176] Allah, cinleri ve insanları ibâdete zorlasaydı hepsi mü'min olur, onlardan hiçbiri kâfir olmazdı. Zorlama olsaydı, diğer yaratıklar gibi insanlar ve cinler de Allah kendilerine ne görev yüklediyse onu yapmak zorunda kalırlardı. Halbuki durum, böyle değildir. İnsan ve cinlerden iman edip itaat edenler olduğu gibi inkâr edip isyan edenler de vardır. İsteyen ibâdet eder, isteyen etmez. Ama ibâdet edenler mükâfat, inkâr edenler ise ceza görür.
Zâriyât: 51/56. âyetindeki (liya'bidûne) kelimesinin, "beni tanımaları için", "beni bir tek ilah kabul etmeleri için", "bana kul olmaları için", "ibâdeti onlara emretmek için", "bana boyun eğmeleri, itaat etmeleri için" şeklindeki bütün yorumları, "ibâdet" kavramının mânâ alanına dahildir.
Zâriyât: 51/56. âyet-i kerîmesindeki "li-ya'bidûne" kelimesinin anlamında ihtilâf edildiği gibi, Zuhrûf: 43/81. âyetinin anlamında da ihtilâf edilmiştir. Ayet-i kerîmede yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Peygamberim!) De ki: Eğer Rahmân'ın çocuğu olsaydı (O'na) ibâdet edenlerin ilki ben olurdum."
Ayetteki (el-âbidîne) kelimesine,
1) İnkâr etmek anlamı verilmiştir. (Fe ene evvelü'l-câhidîne)
Buna göre âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler! Sandığınız gibi) Allah'ın çocuğu olsaydı (bu sözünüzü) inkâr edenlerin ilki ben olurdum," anlamındadır.
2) Kızmak anlamı verilmiştir. (Fe ene evvelü'l-ânifîne)
Buna göre âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler! Sandığınız gibi) Rahmân'ın çocuğu olsaydı buna kızanların ilki ben olurdum," anlamındadır.[177]
3) Saygı, itaat ve inkıyad anlamı verilmiştir.
Buna göre âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler! Dediğiniz gibi) Rahmân'ın çocuğu olsaydı ona itaat eden, saygı gösteren ve ona boyun eğenlerin ilki ben olurdum," anlamındadır. Çünkü çocuğa saygı ve itaat, babasına saygı ve itaat demektir. Bu söz, "eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı ikisi de (yer de gök de) fesada uğrardı."[178] âyetinde olduğu gibi farazîdir (misal için verilmiştir). Maksat, Allah'ın çocuğunun olmadığını kesin olarak ifade etmektir.[179]
4) Tevhid anlamı verilmiştir.
Buna göre âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler! İddia ettiğiniz gibi) Rahmân'ın çocuğu olsaydı ben (yalnız) Allah'a ibâdet edenlerin ilki olurdum. Çünkü O'nun ortağı ve çocuğu yoktur," anlamındadır.[180]
5) Tevhid ve yalanlama anlamı verilmiştir.
Buna göre âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler! İddia ettiğiniz gibi) Rahmân'm çocuğu olsaydı ben Allah'ı birleyen, sizin O'na çocuk isnadınızı yalanlayanların ilki olurdum," anlamındadır.
6) Allah'ın çocuğu ve ortağı olmadığını ikrar anlamı verilmiştir.[181]
Buna göre âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler!) Eğer (dediğiniz gibi) Rahmân'm çocuğu olsaydı Allah'ın ortağı ve çocuğu olmadığını ikrar edenlerin ilki ben olurdum," anlamındadır.[182]
Bu mânâlar, âyetin başındaki (in) edatının şart edatı olması halinde sözkonusudur. (în)'in nâfiye (olumsuzluk edatı) olduğu da söylenmiştir. Bu takdirde âyet, "(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler! İddia ettiğiniz gibi) Rahmân'm çocuğu yoktur. Ben bunu söyleyenlerin ve Allah'ı bir tek ilah kabul edip O'na ibâdet edenlerin ilkiyim," anlamındadır.[183]
Âyet, her durumda Allah'ın çocuğunun olmadığını ifade etmektedir. Âyetin sonundaki "el-âbidîn" kelimesine, "inkâr edenler", "kızanlar", "yalanlayanlar" anlamını vermek, öte yandan "Allah'ı birleyenler'', "Allah'ın çocuğu olmadığını ikrar edenler", "Allah'a itaat edenler" anlamını vermek de yanlış olmaz. Çünkü "ibâdet" kavramının lügat anlamında, bu iki zıt mânâ vardır.[184] Bu âyetteki "ibâdet" kelimesine hangi anlamı yüklesek, neticede Allah'ın çocuğu olmadığını, O'nun birliğini ve ortağının bulunmadığını anlatmış oluruz. Çünkü âyet, "Allah çocuk edindi"[185] diyen müşriklerin sözlerini reddetmektedir.
Şu ana kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak Kur'ân'da ibâdet kavramının, Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, elçilerine ve elçileri ile gönderdiği ilâhî vahye iman etmek, O'na boyun eğerek itaat etmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah'ın razı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne razı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riayet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Buna göre Kur'ân'da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, hac, zekât, oruç, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefa, yemin, keffâret, ukûbât kısaca Kur'ân'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riayeti, sınırlarını korumayı içine alır.
Fıkıh usûlü kitaplarında Kur'ân hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, keffâret, muamelât, ukûbât şeklinde kısımlara ayrılması,[186] anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa ahlâkî ve amelî hükümler, "ibâdet" kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur'ân'ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'ân hükümlerinin hepsi, "ibâdet" kavramına dahildir. Uygulama itibariyle ibâdetleri dört kısma ayırabiliriz:
1. İman, ihlâs, niyet, tefekkür, marifet, sabır, takva, havf ve reca gibi kalbî/bâtmî ibâdetler.
2. Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, dua, insanlara iyi muamele, ana-babaya iyilik, sıla-i rahîm gibi vücut azalarıyla yapılan ibâdetler.
3. Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara yardım, Allah yolunda infâk gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler.
4. Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal, hem de bedenle yapılan ibâdetler.
Allah'ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah'a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah'a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur:
a) Emirlere uymak,
b) Yasaklardan kaçınmak.
Âl-i İmrân sûresi 51, Meryem sûresi 36 ve Zuhruf sûresi 64. âyetlerde, "Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibâdet edin. İşte bu, dosdoğru yoldur (sırat-ı müstakim)," denilmiştir.
Âyette, "Allah'a ibâdet", "sırat-ı müstakim" olarak ifade edilmiştir. "Sırat-ı müstakim" ise Allah'ın razı olduğu dosdoğru din olan[187] İslâm'dır.[188]
Fatiha sûresinde, "Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım isteriz," duasının hemen peşinden, "Bizi sırat-ı müstakime ilet," duası gelmiştir.
Sırat-ı müstakim, Allah'ın yoludur.[189] Azîz ve Rahîm olan Allah'ın indirdiği Kur'ân'ın[190] ve bütün peygamberlerin yoludur.[191] Allah, dosdoğru yoluna uyulmasını emretmektedir.[192] İşte bu dosdoğru yola uymak, ibâdet ve dosdoğru olan dindir.
"...O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir, işte doğru din budur. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler."[193]
Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yarattıklarından üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir. Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmekte zorlamamakla birlikte ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.
İbâdet kavramı, Kur'ân'da en çok kullanılan kavramlardan biridir. "Abd" kökü ve türevleri isim, fiil ve mastar şeklinde 250 defa geçmiştir.
İbâdet kelimesinin birbirine zıt iki kök anlamı vardır. Biri yumuşaklık ve tevazuyu, diğeri şiddet ve kabalığı ifade eder. Birinci babdan mastar olan "ibâdet, ubûdet ve ubûdiyyet" kelimeleri, sözlükte "itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, tevazu göstermek, ilah edinmek, hizmet etmek"; (an) harf-i cerri ile kullanıldığında, "alıkoymak, hapsetmek, menetmek" beşinci babda kullanıldığında, "kul-köle olmak" anlamlarına gelir. Aynı kökten , "abed ve abedet" kelimeleri, 4. babdan mastarlar olup, "pişman olmak, dediğini inkâr etmek"; (alâ) harf-i cerri ile kullanıldığında, "bir kimsenin bir kusur sebebiyle kendini kınaması, bir kimseye kızmak, bir şeyi şiddetle arzu etmek"; (min) harf-i cerri ile kullanıldığında, "tenezzül etmemek, burun kıvırmak"; (be) harf-i cerri ile kullanıldığında, "sabit olmak, yapışıp kalmak" anlamlarını ifade eder.
Din ıstılahında ibâdet, mükellef insanın nefsinin arzusu hilafına Rabbine ta'zim için yaptığı fiil, niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah'a yakınlık ifade eden itaattir. Bir söz, fiil ve davranışın ibâdet olabilmesi için iman, ihlâs ve iyi bir niyetin bulunması gerekir.
İbâdet kavramı, Kur'ân'da, "Allah'a ibâdet" ve "Allah'tan başkalarına ibâdet"i ifade etmek için kullanılmıştır. Allah'a ibâdet emredilmiş, O'ndan başkasına ibâdet ise şiddetle yasaklanmıştır.
Kur'ân'da Allah'a ibâdet, O'nu bir tek ilah olarak tanıyıp iman etmek, yaratıcı, terbiye edici, rızık verici ve mâbud olarak sadece O'nu kabul edip emir ve yasaklarına itaat etmek, razı olacağı fiilleri yapmak, salih amel ve hayır fiil işlemek, O'na dua etmek, huzur ve sükûn içinde tam bir edep ve vakarla hükmüne boyun eğmek, söz ve amelle, kalp ve vücut azalarıyla O'na saygı göstermek, teslimiyeti izhar etmek, büyüklenmeyi ve baş kaldırmayı terketmek, sadece O'na kulluk etmek, bütün noksan sıfatlardan tenzih edip O'na secde etmek, yüceltmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini uygulamak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riayet edip onlara şefkat ve merhamet etmek, iman, ahlâk, namaz, hac, zekât, oruç, cihad, evlenme-boşanma, miras, ticaret, ahde vefa, yemin keffâret gibi Kur'ân'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı ve ilâhî sınırlara riayeti ifade eder.
İbâdet kavramının Kur'ân'daki anlamını şu şekilde formüle edebiliriz:
İtaat, salih amel, dua, hayır fiil, secde, marifetullah, tevhid, iman, tesbih, tevazu.[194]
Kur'ân'da, elliüç âyet-i kerîmede "Allah'tan başkalarına ibâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmış[195] fakat onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilah olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na ibâdet edenler olduğu gibi canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır.
Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek suretiyle cin ve insanları Allah'tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır.
"Andolsun biz, her millet içinde Allah'a ibâdet edin tağut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu."[196]
İnsanlar, Allah'tan başka hangi varlıklara ibâdet ederler? Allah'tan başkalarına ibâdetin anlamı nedir? Bu bölümde bu hususların üzerinde duracağız.[197]
Allah'tan başkasına tapanlar sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar yani mâbud, rab ve ilah edinilen varlıklar ise ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde "Allah'tan başkaları",[198] "Allah'tan başka insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler",[199] "işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar",[200] "Allah'tan başka tapılan putlar (evsan)"[201] "(esnam)",[202] "ilahlar",[203] "heykeller",[204] "tağut",[205] "şeytan",[206] "ataların taptığı şeyler",[207] "Allah'a ortak koşulanlar",[208] "cinler",[209] "insanlar",[210] "melekler",[211] "Allah'tan başka dost tutulanlar",[212] "Allah'tan başka ilah diye isimlendirilen putlar",[213] "kâfirlerin taptığı şeyler",[214] "elle yontulup yapılanlar"[215] olarak zikredilmişlerdir.[216]
Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilah ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, dua edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.
Allah'tan başkasına ibâdet etmek, Allah'ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur'ân'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar ama bir tek ilah olduğunu kabul etmiyorlardı. Çünkü onların inancı, çok tanrılı bir sistemdi. Bu çok tanrılı sistemde Allah'ı, tanrıların başı, Kabe'nin rabbi kabul ediyorlar, diğer tanrıları da bu üstün tanrı ile insanlar arasında aracı sayıyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilahlara tapıyorlardı. Kur'ân'da bu husus, şöyle bildirilmektedir:
"...Allah'tan başka dostlar edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).[217] Halbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve salih ameldir."[218]
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar..."[219]
Bu âyetler açıkça gösteriyor ki, cahiliye çağında tanrılar arasında Allah denen ve diğerlerinden üstün olan bir tanrı tanınırdı. Onların inancına göre bu Tanrı, yeri ve göğü yaratan, gökten su indiren, onunla toprağı canlandıran, güneşe ve aya boyun eğdiren Allah idi.
"Andolsun, onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim (hizmetinize) boyun eğdirdi?' desen, 'Allah’ diyeceklerdir. De ki: O halde nasıl Allah'ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz?"[220]
"Onlara, 'Kim gökten suyu indirip de ölmüş olan yeri onunla diriltti?' diye sorsan, 'Allah' diyeceklerdir."[221]
"De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Kâinatın) işi(ni) kim düzenleyip yönetiyor? (diye sorsan), 'Allah' diyecekler. O halde Allah'ın azabından korunmuyor musunuz?"[222]
Demek ki Allah'a ibâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri ve göğü yarattığını, gökten suyu indirdiğini, onunla yeri, ağaç, bitki, meyve, sebze vesaireyi canlandırdığını, kâinatı yönettiğini, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilah olarak kabul etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tağutu reddetmek demektir.
Şimdi Allah'tan başka ibâdet edilenleri ve onlara ibâdetin ne anlama geldiğini Kur'ân âyetleriyle izaha çalışalım.[223]
Konu, bazı âyetlerde, Allah'tan başka tapılan varlıkların isimleri ve vasıfları zikredilmeden sadece (dûnallah) "Allah'tan başkaları" denilerek anlatılmaktadır.
Yüce Allah, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'in insanlara şöyle söylemesini emretmiştir:
"(Ey Peygamberim!) De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Fakat sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi."[224]
Ayette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet", putlara dua etmek ve yalvarmak anlamındadır.[225] Nitekim peşinden gelen âyette, "yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma,"[226] denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zalimlerden (müşriklerden) olursun."[227] buyurulmuştur.[228]
Yûnus: 10/104. âyetinde "Allah'tan başkasına ibâdet" (ta'büdûne min dûnillâh), En'âm: 6/56 ve Mü'min: 40/66. âyetlerinde de "Allah'tan başkasına dua" (ted'ûne min dûnillâh) olarak geçmektedir.
"(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey müşrikler!) Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum."[229]
Bu âyetteki "dua"ya, "ibâdet" anlamı da verilebilir.[230] Bu takdirde ibâdet, ilah kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, dua etmek; ister ilah diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk,[231] hak yoldan sapmak[232] ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[233] Allah'tan başkasına tapanlar cahil kimselerdir.
"(Ey Peygamberim! Müşriklere) de ki: Ey cahiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?"[234]
Kur'ân'da, Allah'tan başkasına tapılanlar, "insana zarar ve faydası dokunmayan",[235] "rızık vermeyen",[236] "insan eli ile yapılan",[237] "işitmeyen ve görmeyen",[238] "bir şey yaratamayan",[239] "insanların ilah diye isimlendirdikleri boş isimler",[240] "uydurma ilahlar",[241] "heykeller"[242] ve "putlar"[243] olarak nitelendirilmişlerdir.
"İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: 'Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir?’ (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk,' dediler, (İbrahim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz,' dedi."[244] İbrahim (a.s.), büyük bir put hariç diğer putları kırdı.[245] Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zalimlerden biridir,' dedi.[246] (İbrahim'e), 'Ey İbrahim! Bu işi ilahlarımıza sen mi yaptın?' dediler.[247] İbrahim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa,' dedi.[248] (Kavmi), 'Ey İbrahim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar,' dedi.[249] Bunun üzerine İbrahim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz. Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz?'[250] 'Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' [251] dedi."
Kendi elleriyle yapıp ilah ismini verdikleri[252] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olamaz. Bu sebeple heykelleri ilah edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır.
İbrahim (a.s.)'in kavmi, ilah edindikleri heykellere (temâsîl) ve putlara (evsan ve esnam) nasıl ve niçin ibâdet ediyorlardı? Şuarâ sûresinin 70-74 ile Ankebût sûresinin 17. âyetlerinde onların ibâdetleri şöyle bildirilmektedir:
"(İbrahim) babasına ve kavmine: ‘Taptığınız şey nedir?’ demişti. 'Putlara ibâdet ediyoruz ve ibâdete gün boyu devam ediyoruz', dediler. (İbrahim), 'Siz dua ettiğiniz zaman onlar işitiyorlar mı? Yahut size fayda ve zarar verebiliyorlar mı?' dedi. (Kavmi), 'Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük,' dediler."[253]
"Siz Allah'tan başka birtakım putlara (evsan) ibâdet ediyorsunuz. Yalan uydurup onları ilah, şefaatçi ediniyorsunuz. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler."[254]
Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'m kavmi ve Mekke halkı da kendi elleriyle yaptıkları putları ilah ediniyor, kendilerim Allah'a yaklaştırır[255] ve Allah katında şefaatçi olur diye, saygı gösterip onlara tapıyor ve yalvarıyorlardı.
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de fayda vermeyen şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında şefaatçilerimizdir,' diyorlar."[256]
Allah'tan başkalarına ibâdet edenler, bu ibâdetleriyle onların yardımlarını ve kendilerini azaptan korumalarını umuyorlar.[257]
"Kendilerine yardımcı/destek olsunlar diye Allah'tan başka ilahlar edindiler."[258]
Peygamberler kavimlerini, putlara, heykellere, uydurma ilahlara ibâdetten menetmek için uğraşmışlar, onlar ise, "Şimdi atalarımızın ibâdet ettikleri ilahlara ibâdetten bizi men mi ediyorsunuz?"[259] "Siz, bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Bizi babalarımızın taptığından çevirmek istiyorsunuz."[260] "Bu, sizi babalarınızın taptığı ilahlardan çevirmek isteyen bir adamdan başka bir şey değildir,"[261] diyerek peygamberlerine karşı Çıkmışlar ve çoğu, ilahlara tapmaktan vazgeçmemiştir.[262]
Allah'tan başkalarına, uydurma ilahlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felakete sürüklemiş, dünya[263] ve âhîrette Allah'ın azabını hak etmiş olurlar.[264]
Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz,"[265] uyarısını yapan yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin,"[266] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir.[267]
Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyamet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır.
"(Müşriklerin taptıkları ilahlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/zıt olacaklardır."[268]
İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilah edinip tapmak, saygı göstermek, dua edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.[269]
"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tağuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik."[270]
Bu âyette "tağut", Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan çekinilmesi emredilmiştir. Zümer sûresi 17. âyette ise tağuta ibâdetten çekinen ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir.
"Tağuta ibâdet etmekten çekinen ve Allah'a yönelenlere müjde var."[271]
Mâide: 5/60. âyette tağuta ibâdet edenler kınanmaktadır.
"(Ey Peygamberim! Yahudilere) de ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tağuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır."[272]
Kur'ân'da tağuta ibâdet etmekten söz eden bu üç âyetin dışındaki âyetlerde "tağutu inkâr edip Allah'a iman eden kimsenin, kopmayan sağlam bir kulpa yapıştığı",[273] "Mü'minlerin dostunun Allah olduğu, onları karanlıklardan aydınlığa çıkardığı, kâfirlerin dostunun tağut olduğu, onları aydınlıktan karanlığa çıkardığı",[274] "Mü'minlerin Allah yolunda, kâfirlerin ise tağut yolunda savaştığı",[275] "Ehl-i kitabın inkâr edenleri, emredildiği halde hakem olarak tağuta başvurdukları",[276] "Puta ve tağuta îman ettikleri",[277] sözkonusu edilmiştir.
"Tağut" kelimesinin geçtiği âyetlerde, "tağuta iman ve ibâdetten, tağutu dost edinmekten, tağuta muhakeme olmaktan ve tağut yolunda savaşmaktan" söz edilmiştir.
Nedir tağut? "Tağut" kelimesinin kökü "tuğyân"dır. "Tuğyan", isyanda haddi aşmak, azmak, taşmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, israf etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Bu kökün, asıl anlamı, bir şeyin mekânından ve -seviyesi aşırı derecede yükseldiği için- bendinden taşmasıdır. Çok su geldiği zaman "sel azdı", dalgalar kabardığı zaman da "deniz azdı" denir. Bu benzetmeler, aslî anlamına uygun olarak zulümde ve isyanda sınırı aşmak, küfürde ve büyüklenmekte ileri gitmek anlamında kullanılmıştır.[278]
Tağut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir![279]
"Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye ita- • at eden kişi, bu kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tağuttur."[280]
Mevdûdî, tağut kelimesini şöyle izah etmiştir: "Tağut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyyet ve rubûbiyyet iddiasına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir."[281] "Tağut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Sonra tağut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla, yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tağut için bir ibâdettir."[282]
Kur'ân'a göre tağut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yerine önder seçilen, Kur'ân düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adıdır, sembolüdür.
Buna göre tağuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.[283]
Allah Teâlâ, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'e hıristiyanlara şöyle söylemesini emretmiştir:
"(Ey Peygamberim!) De ki: (Ey hıristiyanlar!) Allah'ı bırakıp da (kendiliklerinden) size ne zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Oysa Allah, işiten, bilendir. (O'na ibâdet etmeniz gerekmez mi?)"[284]
Bu âyet-i kerîmede hıristiyanların ibâdeti ile kastedilen, İsa (a.s.)'ya yapılan ibâdettir.[285] Çünkü bu âyetten Önceki dört âyette hıristiyanların İsa (a.s.)'yı ilah kabul etmelerinden söz edilmektedir.
"Andolsun, Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir' diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: Ey İsrailoğullarıl Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin. Zira kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki Allah, ona cenneti haram etmiştir. Ve onun gideceği yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları yoktur."[286]
"Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir ilah vardır, başka ilah yoktur."[287]
Hıristiyanlar, "İsa, Allah'tır." "Allah, üçün üçüncüsüdür," dedikleri gibi "İsa, Allah'ın oğludur," demişler[288] ve İsa (a,s.)'yı Allah'tan başka "rab" edinmişlerdi.[289] Halbuki Meryem'in oğlu Mesih, sadece Allah'ın elçisi ve O'nun Meryem'e attığı kelimesi, O'ndan bir ruh[290] ve O'nun kuludur.[291] Diğer yaratıklar gibi yiyip içen[292] bir insandır. İsa (a.s.), Allah'ın mallara ve canlara bela ve musibetlerle verdiği zarar gibi kendiliğinden insanlara zarar veremez; sıhhat ve servet gibi fayda da veremez. Gerçekte fayda ve zarar verebilen Allah'tır. Bu sebeple aciz ve muhtaç olan, eşi ve benzeri bulunan ilah ve mâbud olamaz. Dolayısıyla ne İsa, ne de annesi Meryem ilah olamaz.[293]
Hıristiyanların İsa peygambere ibâdet etmeleri; onu Allah'tan ayrı bir ilah kabul etmeleri, bu niyetle ona yalvarmaları ve ona tapmalarıdır. Yüce Allah, İsa (a.s.)'ya şöyle demiştir:
"Ve Allah (İsa'ya) demişti ki; Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara: 'Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin,' dedin? (Isa), Yâ Rabbi! seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hakkım olmayan bir şeyi söylesem bana yakışmaz. Eğer bunu söylemiş olsam, sen bunu bilirsin. Sen, benim nefsimde olanı bilirsin. Ben, senin nefsinde olanı bilmem. Çünkü gaybları bilen sensin. Ben onlara, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin diye senin bana emretmiş olduğun şeyden başka bir şey söylemedim. Ben, onların içinde olduğum sürece onları kolladım; fakat sen, beni vefat ettirince onları gözetleyen (yalnız) sen oldun. Sen, her şeyi görensin,' dedi."[294]
Demek ki insan, peygamber de olsa, Allah'tan başkasını ilah edinip ona ibâdet edemez. Ederse müşrik olur. Âhirette gideceği yer ateştir.[295]
Yüce Allah, yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olarak şöyle demektedir:
"(Ehl-i kitap), bilginlerini ve rahiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilah olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir."[296]
Yahudiler ve hıristiyanların, bilginlerini ve rahiplerini[297] rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir.[298]
"Yahudi ve hıristiyanlar, Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil onların hükümlerine, onların iradelerine tâbi oldular; onlara Allah'a tapar gibi taptılar. Hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar. Allah'ın emrine, kitabın sözüne, hakkın gereğine açıktan açığa muhalif olan hususlarda Allah'a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah'ın yapmayın dediği şeyleri yaptılar; yapın dediğini yapmadılar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular."[299]
Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak Adiyy İbn Hatim şöyle demiştir:
"Rasûlullah (s.a.v.)'a geldim. Boynumda altından bir haç vardı.[300] Rasûlullah (s.a.v.), Berâe sûresini okuyordu.
“Ey Adiyy! Şu boynundaki putu at,” buyurdu. Ben de attım. Rasûlullah (s.a.v.), 'Onlar, bilginlerini ve keşişlerini Allah'tan başka rablar edindiler.'[301] âyetine geldi.
“Ya Rasûlallah! Onlara ibâdet etmezdik,” dedim. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Allah'ın helâl kıldığına haram derler, siz de haram demez miydiniz? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?” dedi. Ben de
“evet”, dedim.. O (s.a.v.),
“İşte bu, onlara ibâdettir,” buyurdu."[302]
Buna göre âyetteki rahipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi.[303]
İbn Abbas (ö. 68/687), âyeti şöyle yorumlamıştır:[304]
"Bilginler ve rahipler, onlara kendileri için secde etmelerini değil, Allah'a isyan olan şeyleri emrediyorlar, onlar da itaat ediyorlardı. Allah, bu sebeple onları 'rablar' diye isimlendirmiştir."
Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen şeylere gönülden katılması, onu hüküm/düstur koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek, onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.[305]
Yöneticilere itaat,[306] ancak Allah'ın ahkâmına uygun bulunmak ve Allah'a isyan olmamak şartıyla meşrudur.[307] Çünkü yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez.[308]
Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tağutturlar.[309]
Bu şekildeki davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır.[310]
Mü'minûn: 23/ 47. âyette İsrâiloğullarının Mısır hükümdarına (firavununa) ibâdetinden söz edilmektedir.
"Sonra Musa'yı ve kardeşi Harun'u âyetlerimizle ve apaçık delillerle, Firavun ve adamlarına (elçi olarak) gönderdik. Fakat onlar büyüklendiler; zaten onlar, kibirli bir kavimdi. Bu yüzden, 'Kavimleri bize ibâdet edip dururken bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz,' dediler."[311]
Bu âyetteki (Âbidûne), "ibâdet edenler", Firavun ve adamlarına boyun eğenler, emirlerine itaat edenler[312] ve hizmet edenler[313] demektir. Buradaki boyun eğme, itaat ve hizmet etme, dinî anlamda değildir. Bu kelime, âyette sözlük anlamında kullanılmıştır. Arap dilinde hükümdara boyun eğen herkese "melikin kulu" denilirdi.[314]
Bu âyette, İsrâiloğullarının Firavun'a "ibâdet edici" olduklarından, Şuarâ sûresi 22. âyetinde ise Firavunun, Isrâiloğullannı kendisine köle yapmasından söz edilmiştir.
"(Musa, Firavun'a) başıma kaktığın nimet, (Musa'nın Firavun'un evinde yetişmesi)[315] İsrâiloğullarını köle yapmak (sebebiyle)dir, dedi."[316]
Firavun, kendisinin rab[317] ve ilah[318] olduğunu ileri sürmüş ise de İsrâiloğulları, Firavun ve adamlarına isteyerek boyun eğip itaat etmiyorlardı. Firavun ve adamları, İsrâiloğullarma en kötü azabı yapıyorlar, doğan erkek çocuklarım öldürüyorlar, kız çocuklarını sağ bırakıyorlardı.[319]
Bu sebeple bu âyetlerdeki "ibâdet" kavramı, kulluk ve kölelik anlamını ifade eder. Yoksa Firavun'u ilah edinip ona tapmak anlamında değildir.[320]
Yüce Allah, insanlara, şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir.
"Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur/ diye tavsiye etmemiş miydim?"[321]
Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat[322] ve ittiba etmektir. Allah, insanlara, "Şeytanın adımlarına uymayın",[323] "çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır",[324] "onu düşman edinin",[325] buyurmuştur.
Kibirlenerek, Allah'ın Adem'e secde etme emrine karşı çıkıp fâsık ve kâfir olan İblis,[326] kıyamet gününe kadar Allah'tan yaşama izni aldı[327] ve yeminle şöyle dedi:
"Beni azdırmana karşılık yemin ederim ki, ben de insanları (saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım sonra onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağını ve çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın."[328]
Bu sebeple şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder,[329] İnsana vesvese verir,[330] insanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.[331] İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir,[332] boş şeyler vaad eder.[333] Gerçekleri unutturur,[334] tuzak kurar[335] ve insanı saptırmak ister.[336] Onu doğru yoldan meneder.[337] Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.
Kur'ân'da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir.[338]
Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'ân, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir.
İbrahim (a.s.), babasına: "Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahmân'a isyan etmişti," demiştir.[339]
İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır.
Âsi kimseye itaat eden, âsidir.[340] Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.[341]
Cinler, Allah'ın kendisine ibâdet etmeleri için[342] dumansız halis ateşten[343] yarattığı varlıklardır. İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir,[344] sâlih ve fâsık[345] olanları vardır. Zaten İblis de cin idi.[346]
Sebe': 34/41. âyette cinlere ibâdetten söz edilmiştir:
"O gün kâfirlerin hepsini mahşere toplar sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der."[347] Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) seni tenzih ederiz. Onlar değil, sen bizim velimizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman. eden kimselerdi."[348] şeklinde cevap vermişlerdir.
"Cinlere ibâdet" ile maksadın şeytana itaat olduğu söylenmişse de[349] Mevdûdî’nin dediği gibi, "Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara iltica etmek[350] ve onlardan yardım talep etmektir. Cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmak[351] ve cinleri Allah'ın kızları sanmaktır."[352]
Cin: 72/6. âyette bazı insanların cinlere sığındıkları bildirilmektedir.
"İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı."
Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.[353]
Zuhrûf: 43/19-20. âyetlerinde, Mekke müşriklerinin melekleri dişi saymalarından ve onlara ibâdet etmelerinden söz edilmiştir.
"Rahman’ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular!? Onların bu şehadetleri yazılacak ve onlar bundan sorguya çekileceklerdir."
"Müşrikler şöyle dediler: Eğer Rahman dileseydi onlara ibâdet etmezdik."
Âyette geçen (Mâ abednahüm) "onlara ibâdet etmezdik" cümlesindeki (hüm) "onlar" zamirinin mercii meleklerdir;[354] putlar olduğunu söyleyenler de olmuştur.[355]
Müşrikler, melekleri Allah'ın kızları kabul ediyorlardı.[356] Müşriklerin meleklere ibâdeti, yardımlarını kazanmak için onların hayalî resimlerine ve heykellerine tapmaları şeklindedir.[357]
Kıyamet günü yüce Allah, kendisinden başkasına tapan müşrikleri ve Allah'tan başka taptıklarını[358] toplayarak onlara:
"Bu kullarımı siz mi saptırdınız yoksa kendileri mi saptılar?" diye soracak.[359] Onlar da:
'(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Senden başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Fakat sen onlara ve babalarına çok nimet verdin; o kadar ki (o nimetlere dalıp) seni anmayı unuttular ve helak olmayı hak eden bir kavim oldular,'dediler."[360]
Bunun üzerine Allah, kâfirlere, "İşte ibâdet ettikleriniz sizi yalanladılar,"[361] der.
Putperest Arap inancına göre melekler, tanrısal nitelikleri olan, saygıya, tapılmaya layık, gözle görülmez ruhsal varlıklardı. Bu sebeple onlara tapıyorlar, şefaatçi kabul ediyorlardı.[362]
Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ve O'nun dışındakilere ibâdet edenler vardır.
Bu bölümde, Kur'ân'a göre Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, tağut, lider, hükümdar, bilgin, velî, sâlih kişi, put, heykel gibi canlı ve cansız varlıklardan ilahlar edinip onlara itaat etmek, onlara dua edip yalvarmak, onlara sığınmak, şefaat ve yardımlarını ummak, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl yapanları, Allah'ın hükümleri yerine başka hükümler koyanları kabul edip onların prensip ve sistemlerine uymak, insanlara, yöneticilere kul-köle olmak, Allah'a isyan olan konularda insanlara isteyerek itaat etmek, cin ve insan şeytanlarının vesveselerine gönülden uymak anlamlarını ifade ettiğini gördük.
Anlaşılacağı üzere Allah'tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibaret değildir. Kur'ân'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür.[363]
Allah yaratan, kul yaratılandır. Kul, her zaman Allah'a muhtaçtır. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah, kulunun dünyada ve ukbada daima mutlu olmasını ister. Kâinatta ne varsa hepsini insan için varetmiş[364], cennette ise en güzel nimetleri hazırlamıştır. Allah, kullarının dünya nimetleri karşılığında şükretmelerini ve kulluk yapmalarını istemiştir. Nasıl kulluk yapacaklarını bildirmek için de peygamberler ve kitaplar göndermiştir.[365]
Kur'ân'da "abd" kelimesi, tekil ve çoğul olarak "kul", "kulunuz", "kulu", "kulların", "kullarımız", "kulları", "kullarım", "iki kul" ve "kullar" şeklinde 131 defa geçmiştir.
"Kul" sözcüğüne, Türk Dil Kurumu'nun hazırladığı sözlükte, "köle ve Allah'a göre insan" anlamı verilmiştir. Bu kelime, Kur'ân'da genel olarak "köle" ve "insan" anlamında kullanılmıştır. "Abd" kelimesi, aslında sıfattır; fakat isim olarak da kullanılır.
Kur'ân'da "abd" kelimesi; mü'min, kâfir, sâlih, fasık ve peygamberler dahil bütün insanlar, melekler ve cinler için kullanılmıştır.
Mü'min ve sâlih insanlar için bazen sadece "kullar" şeklinde[366] sıfatsız olarak söz edilirken, bazen de "mü'min kullar",[367] "ihlâslı kullar",[368] "muttaki kullar",[369] "bilgin kullar",[370] "seçilmiş kullar",[371] "elçi gönderilmiş kullar",[372] "iman edip sâlih amel işleyen kullar",[373] "sâlih kullar",[374] "şükreden kullar",[375] "(hak) sözü dinleyip sözün en güzeline uyan kullar",[376] "Allah'a yönelen kullar"[377] ve "ikram edilmiş kullar"[378] şeklinde övgü ifade eden sıfatlar kullanılmıştır. Bir âyette "kullar" kelimesi, zem ifade eden bir sıfatla kullanılmıştır.
"De ki: Ey nefislerine karşı israf eden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhametli olandır."[379]
Kur'ân'daki "abd" kelimesinin az bir kısmı "köle",[380] büyük çoğunluğu mutlak olarak "insan-yaratık"[381] anlamında kullanılmıştır.
"Kut", "kulu", "kulun", "kulumuz", "kutlar", "kulları", "kullarım", "kullarımız", "Allah'ın kulu" ve "Allah'ın kulları" şeklinde mutlak olarak veya Allah'a izafet yapılarak kullanılan bu kelimeler, peygamber,[382] melek,[383] mü'min,[384] kâfir ve günahkâr[385] çoğu kez de ayırım yapılmadan sadece "insan" anlamında[386] kullanılmıştır.
Bütün insanları yaratan ve onlara rızık veren[387] Allah'tır. Bu itibarla O (c.c), kendisini tanıyan, iman edip itaat edenlere de, kendisini tanımayan, inkâr edip isyan edenlere de "kul" sıfatı ile hitap etmiştir. Çünkü insan, istese de istemese de, Allah'ı tamsa da tanı masa da O'nun kuludur ve O'nun hükmü altındadır. Allah, dilediği şeyleri kullan üzerinde icra eder. İnsanın, buna karşı koyması mümkün değildir; zaten gücü de yetmez. Bu sebeple insan, iman edip itaat etmese de yine O'nun kuludur. İnsan, pek çok hususta istese de istemese de Allah'ın iradesine boyun eğer. Ancak kendi iradesine bırakılan konularda isyan edebilir. Bu, insanın "kul" olmasına mâni değildir. Çünkü bu isyanının cezasını dünyada veya ukbada -affa mazhar olmazsa- çeker.[388]
"Abd" kavramının geçtiği âyetlerde Allah'ın kullarına karşı tutumunu, yine âyetlerle izah etmek istiyoruz.[389]
Yüce Allah, yeryüzünün bütün zinetlerini ve rızıklarını kulları için varetmiştir.
"(Ey Peygamberim!) De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı1? De ki: O (zinet ve temiz rızıklar) dünya hayatında iman eden kimselerindir. Kıyamet günü ise sadece onlarındır."[391]
Bu âyet-i kerîmeye göre Allah, yeryüzünün bütün zinetlerini ve rızıklarını aslında mü'minler için varetmiştir. Fakat dünyada bu nimetlerden mü'min olmayanlar da faydalanır. Ahiretin nimetleri ise sadece mü'minlerindir.[392]
Allah, dünyada nimetleri dilediğine verir ama akıbet muttakîlerindir.
"Yeryüzü Allah'ındır. Onu kullarından dilediğine varis kılar. Akıbet (âhiret nimetleri ise) muttakîlerin (iman edip Allah'ın emir ve yasaklarına riayet edenlerindir."[393]
"Şu cennet ki onu kullarımızdan takva sahibi olan kimselere varis kılacağız."[394]
Allah, dünyada rızkı dilediğine az, dilediğine çok verir.
"(Ey Peygamberim!) De ki: Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. Allah yolunda ne sarf ederseniz, onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." [395]
"Fakat insanların çoğu bunu bilmez."[396]
Allah'ın herkese niçin bol rızık vermediği, Şûra: 42/27. âyette şöyle açıklanmaktadır:
"Eğer Allah, rızkı kullarına bol bol verseydi yeryüzünde mutlaka azarlardı. Fakat Allah, rızkını dilediği ölçüde indirir."
"Allah, kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır."[397]
Hidayet, yüce Allah'tandır. O, dilediğini İslâm'la müşerref kılar. En'âm: 6/88. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
"İşte bu (Allah'ın dini),[398] sırat-ı müstakim,[399] Allah'ı bilmek[400] Allah'ın hidayetidir. Kullarından dilediğini buna iletir."
Hidayeti de dalâleti de, imanı da küfrü de seçip isteyen insandır. Allah, iman etmek isteyene mâni olmaz. Çünkü O, kullarının küfrüne razı olmaz.[401]
"Küfür", nimetlerine nankörlük ederek Allah'ı ve dinini reddetmek, inkâr etmektir. Böylece kâfir, nefsine zulmetmiş, ebedî azabı hak etmiş olur. Allah, kulunun bu duruma düşmesini istemez. Zümer: 39/7. âyette şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer inkâr ederseniz şüphesiz Allah, (sizin imanınıza) muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz ve eğer şükreder (iman eder)seniz sizin için ondan razı olur."
İnkâr eden, kendi zararına inkâr eder. Allah, kullarının zararda olmalarını istemez. Bundan dolayı küfrüne razı olmaz. Çünkü O, kullarına karşı çok şefkatlidir. [402]
Kulları yaratan, rızık ve sıhhat veren Allah'tır. Kullar da O'nun rızasına uygun hareket etmelidirler. Böylece O'nun şefkatine mazhar olabilsinler. Yüce Allah, Bakara: 2/207. âyette şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan öylesi var ki, canını Allah'ın rızasını kazanmak için satar. Allah da kullarına çok şefkatlidir."
Allah, kulunun az ameline çok mükâfat verir. Tevbe ettikleri zaman tevbelerini kabul edip günahlarını affeder. [403]
"Tevbe", kulun işlediği günahtan pişman olup Allah'a yönelmesi, halini ıslah etmesidir. Tevbeleri kabul etmek, Allah'ın kuluna bir lütfudur. Çünkü O (c.c), tevvâbdır.
"Bilmediler mi ki gerçekten Allah, kullarının tevbesini kabul eder, sadakalarını alır ve Allah, tevbeleri çok kabul eden (tevvâb), çok merhamet edendir."[404]
"O Allah ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülükleri affeder ve yaptıklarınızı bilir."[405]
Allah, kullarının gizli-âşikâr, az-çok bütün yaptıklarını görür ve bilir; işlenen bütün günahlardan haberdardır. Çünkü kullar, Allah'ın murakabesi altındadırlar. [406]
"...Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter."[407]
"Allah kulları(nın halleri)ni haber alır, görür."[408]
"(Bilen, gören ve hesaba çeken olarak) Allah, kuluna kâfi değil mi?"[409]
Allah, kullarının iyi ve kötü bütün hallerini görür, bilir ve ona göre mükâfat veya ceza verir. Onlara adaletle davranır ve asla zulmetmez. [410]
"...Allah, kullarına asla zulmedici değildir."[411]
"...Allah, kullarına zulmetmek istemez."[412]
"...Rabbin kullarına zulmedici değildir."[413]
Yani kimseyi, hak etmeden ve suçu olmadan, ne dünyada, ne de âhirette cezalandırmaz. Kimsenin emeğini, çalışmasını ve amellerini boşa çıkarmaz, sevaplarını eksiltmez. Herkese çalıştığının karşılığını tam verir. Kimseyi başkasının suçu sebebiyle cezalandırmadığı gibi hak ettiğinden fazla da ceza vermez. Dilerse kendi hakkını affedebilir. Kendi lütfundan nimet verir. Dua ettikleri zaman dualarını kabul eder. [414]
"(Ey Peygamberim!) Kullarım sana benden sorarlarsa (onlara de ki;) Ben. onlara yakınım. Bana dua ettikleri zaman dua edenin duasını kabul ederim. Öyle ise onlar da bana icabet etsinler, bana iman etsinler ki doğru yolu bulsunlar."[415]
Dualarının kabul olmasını isteyen kulların, iman edip sâlih amel işlemeleri gerekir.
"Allah, iman eden ve sâlih amel işleyenlerin (dualarını) kabul eder. Lütuf ve kereminden onlara (istediklerinden) fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır."[416]
"O (Allah), kullarının üstünde tam hakimdir. Size koruyucu (melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar (bu hususta) hiç geri kalmazlar. Sonra o canlar gerçek mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Doğrusu hüküm yalnız O'nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur."[417]
İnsanlar, dünya hayatında imtihan halinde oldukları için iyi veya kötü, doğru veya yanlış, az veya çok bütün yaptıklarından âhirette hesaba çekileceklerdir. Yaratılış gayeleri olan "ibâdet" görevini yapıp yapmamalarına göre mükâfat veya ceza ile karşılık göreceklerdir. İnsanın ibâdeti niçin ve nasıl yapması gerekir? Şimdi bunu görelim. [418]
Bütün insanlar, Allah'a ibâdet için yani O'nu bir tek ilah olarak tanıyıp, O'na saygı göstermeleri, peygamberi vasıtasıyla gönderdiği hak din İslâm'a teslim olmaları, O'nun bütün emir ve yasaklarına boyun eğmeleri ve itaat etmeleri için yaratılmışlardır. Ancak bu görev, insanların iradelerine bırakılmıştır. İnsanlar, akıl ve düşüncelerini kullandıkları zaman Allah'a ibâdet etmeleri gerektiğini anlarlar. [419]
"Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım."[420] âyet-i kerîmesinin hükmüne, bütün insanlar ve cinler dahildir. Bütün insanlar ve cinler, ibâdetle mükelleftirler.
"İbâdet" kavramı; itaat, iman ve sâlih amel anlamlarını içermektedir. Bütün insanların "iman" ile muhatap oldukları konusunda İslâm bilginleri arasında ittifak vardır. "Namaz kılmak", "zekât vermek" gibi amellerle, iman etmeyenler de mükellef midir? Bu konuda ihtilâf vardır. Hanefî bilginlere göre "kâfirler", sadece "iman" ile mükelleftirler. Diğer hükümlerle iman ettikten sonra sorumlu olurlar. Şafiî bilginlere göre "kâfir-mü'min" bütün insanlar, "iman" gibi Allah'ın diğer emir ve yasaklarını da yerine getirmekle sorumludurlar. Fussilet: 41/6-7. âyetleri, bu görüşe delil olarak gösterilmiştir.[421] Bu âyetlerde müşrikler, şöyle tarif edilmektedir:
"... Müşriklerin vay haline! Onlar, zekât vermezler ve onlar, âhireti inkâr ederler."
Beydâvî (ö. 69/1292), "Bu âyet, kâfirlerin amellerle de muhatap olduklarına delildir," demiştir.[422] Hanefî bilginler ise bu âyeti, "Zekâtın farziyyetini ikrar etmezler", "Zekât vermeyi farz olarak kabul etmezler",[423] "Zekâtın farziyyetine inanmazlar,"[424] şeklinde yorumlamışlardır.
İbn Abbas (ö. 68/687), "Müşrikler, zekât vermezler," cümlesini, "Onlar (lâ ilahe illallah) demezler," şeklinde yorumlamıştır.[425] Çünkü kelime-i tevhid, nefisleri şirk ve küfürden temizlemektedir. Buna göre âyetin anlamı, "Müşrikler, tevhid (lâ ilahe illallah) ile nefislerini şirkten (Allah'a ortak koşmaktan) temizlemezler," demektir.[426]
Katâde b. Diâme (ö. 117/735), âyeti, "Zekâtın farziyyetini ikrar etmezler ve ona iman etmezler," şeklinde anlamıştır.[427]
Taberî (ö. 310/922), âyetin, "Müşrikler, mallarının zekâtlarını ödemezler," şeklinde anlaşılmasının daha doğru olduğunu ve zekâtın bilinen mânâsının bu olduğunu söylemiştir.[428] Doğrusu da budur. Bu âyette müşrikler, iki vasıfla tanıtılmışlardır:
a) Zekâtı vermezler,
b) Ahireti inkâr ederler.
Bu iki vasıftan biri iman, diğeri amel ile ilgilidir. "Ahireti inkâr ederler," cümlesinde, "Onlar (lâ ilahe illallah) demezler" anlamı da vardır. Eğer "Onlar, zekâtı vermezler," cümlesine, "Onlar, (lâ ilahe illallah) demezler" anlamı verilirse "Âhireti inkâr ederler," cümlesinin anlamı kalmaz. Dolayısıyla "Zekâtı vermezler," cümlesini, Taberi’nin dediği gibi "Onlar, mallarının zekâtlarını vermezler," şeklinde anlamak daha doğru olur.[429]
Kur'ân'da bütün insanların hem "iman", hem de "amel" ile sorumlu olduklarını gösteren başka deliller de vardır. Meselâ Müddessir: 74/39-47. âyetlerini zikredebiliriz:
"Cennetler içinde (olan) ashâb-ı yemin (amel defteri sağ yanından verilecek olan mü'minler), mücrimlerden (kâfirlerden) 'Sizi cehenneme sevkeden şey nedir?' diye sorarlar. Onlar, 'Biz namaz kılan (mü'min)lerden değildik, fakirlere yedirmezdik, batıla dalanlarla birlikte batıla dalardık, ceza gününü (âhireti) yalanlardık. Sonunda bu halde iken ölüm bize gelip çattı,' derler."
Bu âyetlerde cehenneme giren mücrimlerin temelde iki özelliği zikredilmiştir: Biri, âhireti yalanlayıp batıla dalma ve mü'min olmama, diğeri ise namaz kılmama ve fakirleri doyurmamadır. Yani kâfirlerin cehenneme girmelerine iki şey sebep olmuştur: İnkâr ve isyan. Demek ki kâfirler, hem iman etmedikleri için hem de zekât, namaz, fakirlere yardım gibi amelî görevleri yapmadıkları için cehennemle cezalandırılacaklardır. Dolayısıyla bütün insanlar, iman ve amelle yani itaati ifade eden ibâdetle sorumludurlar. Nitekim Bakara sûresinin ilk 5 âyetinde mü'minlerden, 6. ve 7. âyetlerinde kâfirlerden, 8-20. âyetlerinde münafıklardan bahsedildikten sonra, 21. âyette hepsine birden şöyle emredilmiştir:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz; tâ ki (Allah'ın azabından) korunasınız."
Bu âyette mü'min, münafık, müşrik, kâfir ayırımı yapılmadan bütün insanlara "ibâdet etmeleri" emredilmiştir. "İbâdet" kavramı ise, tevhid (Allah'ı bir olarak kabul etmek) ve iman başta olmak üzere Allah'ın bütün emir ve yasaklarını uygulamayı ifade eder. Çünkü Allah'a ibâdet, kulun sırf Allah için yaptığı her fiildir. Buna, kalbin ve diğer azaların bütün amelleri dahildir.[430]
Peygamberimiz (s.a.v.), Muaz b. Cebel (r.a.)'e,
"Ey Muaz! Allah'ın kulları üzerindeki hakkının ve kulların Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?" diye sorar. Muaz,
"Allah ve Rasûlü bilir," diye karşılık verir. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v),
"Allah'ın kulları üzerine hakkı, O'na ibâdet etmek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayana azap etmemektir," diye cevap verir.[431]
Allah'a ibâdetin kabul olmasının bazı şartlan vardır. Şimdi bunları görelim. [432]
Yüce Allah, "Allah'a ibâdet edin," emrinden sonra "O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın," buyurmuştur.[433]
"...Rabbine kavuşmayı arzu eden kimse sâlih amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibâdette hiç kimseyi (O'na) ortak koşmasın."[434]
İbâdetin aslı ve esası tevhiddir; Allah'a hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi ortak koşmamaktır.[435]
"(Ey Peygamberim!) De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi biliniz ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem; fakat sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir. Ve yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir. Sakın Allah'a ortak koşanlardan olma."[436]
"...(Ey Peygamberim!) De ki: Bana, yalnız Allah'a ibâdet etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi."[437]
Âyetlere göre Allah'a ibâdetin yapılmasında O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, O'nu bir tek ilah kabul etmek ve mü'min olmak şart koşulmuştur. Çünkü tevhid ve iman bulunmayınca ameller makbul olmaz. Allah'tan başka ilahlar ve rablar edinenlerin, Allah'ın âyetlerine iman etmeyenlerin ve yaptığı ibâdetlerine başkalarını ortak koşanların bütün yaptıkları boşa gider.[438]
"îhlâs", ibadeti sırf Allah için, iyi bir niyetle samimi olarak yapmaktır. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Peygamberim!) De ki: Bana dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na ibâdet etmem emredildi ve bana müslümanların ilki olmam emredildi."[439]
İbâdetin başı tevhid, Allah'ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak da ihlâslı olmaktır.[440]
İhlâs, kalbe ait bir ameldir.[441] Allah'ın emir ve yasaklarını, O'nun rızası, cennet ve nimetlerini kazanmak, azabından korunmak niyetiyle, şirk ve riyadan uzak olarak sırf Allah için yapmak ihlâstır.[442]
Allah'a, Allah'ın istediği şekilde ibâdet edebilmek için Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'in sünnetini ve Allah'ın kitabı Kur'ân'ın ahkâmını bir bütün olarak kabul edip uygulamak gerekir. İnsan, İslâm'ın bütününü değil de bir kısmını kabul edip uygularsa hakkıyla Allah'a ibâdet etmiş olmaz. Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan kimi de Allah'a bir kenardan (dinin bütününe iman etmeden) ibâdet eder. Eğer kendisine (nimet, servet, sıhhat ve makam gibi) bir hayır isabet ederse onunla huzura kavuşur, sevinir. Eğer başına (yokluk, fakirlik, hastalık, musibet, kötülük, bela gibi) bir fitne isabet ederse yüzüstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer.) Böyle yapan kimse, dünyayı da âhireti de kaybetmiştir. İşte apaçık ziyan budur."[443]
Ayette geçen (Alâ harfin) kelimesine iki anlam verilmiştir: Şek ve taraf.[444] "Şek" anlamı verildiği zaman, "Allah'a kesin olarak iman etmeden, kalbi imanla huzur ve sükûna ermeden ibâdet eder," demek olur ki, bir musibetle karşılaşınca kalbindeki şek hali dışa yansır, dini tümden terkeder. "Taraf anlamı verildiği zaman, dinin bütününü değil bir tarafinı, bir kısmını alıp ibâdet eder ki, yine bir musibetle karşılaşınca bunu dine hamleder; "İslâm yüzünden oldu", "İslâm bizi geri bıraktı," der ve dini terkeder.
İbn Zeyd (ö. 136/753), bu âyette anlatılan kişinin münafık olduğunu söylemiştir. "Münafığın, dünyası iyi olursa ibâdet eder; dünyası (işi-gücü) bozulursa dinden döner, ibâdetleri terkeder. Bir musibet, bir bela, bir darlık isabet ederse dinini terkeder ve küfre döner," demiştir. Ayrıca münâfik, dili ile mü'min olduğunu söyler, kalbi ile tasdik etmez.[445]
Âyete bu üç mânâdan hangisini versek, netice aynı olur. Çünkü İslâm hakkında şüphesi olan,[446] İslâm'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmeyen,[447] dili ile söylediğini kalbi ile tasdik etmeyen[448] kimseler iman etmiş olmazlar. İmansız amel ise makbul değildir.[449]
Hayatın herhangi bir safhasında ibâdete (iman ve itaate) son veren bir kimse, bu haldeyken ölürse ebedî cehenneme gider.
"İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir."[450]
"Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak Ölürse işte onların bütün yaptıkları dünyada da, âhirette de boşa çıkmıştır. Ve onlar, ateş halkıdır. Orada ebedî kalacaklardır."[451]
Çünkü yüce Allah, ibâdetin ölünceye kadar devam etmesini istemiştir.
"Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdete (devam) et."[452]
Isa (a.s.), "... (Allah) sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti."[453] demiştir.[454]
Mü'min, hayatını dinine göre düzenler. Hayatının her alanında ibâdet eder. Hiçbir şey, ne malı mülkü, ne çoluğu çocuğu, ne de işi gücü onu ibâdetten alıkoyamaz. Allah, övdüğü insanları şöyle anlatıyor:
"O adamlar ki, onları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin korkudan ters döneceği kıyamet gününden korkarlar."[455]
Bütün bunlar, Allah'ın yaptıklarına karşılık onları en iyi şekilde mükâfatlandırması ve lütfundan daha fazlasını ihsan etmesi içindir. Allah, dilediklerine hesapsız nzık verir.
Allah, mü'minlere şöyle sesleniyor:
"Ey müminler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ın zikrinden (Kur'ân'dan ve onu uygulamaktan)[456] alıkoymasın. Kim bunu yaparsa (malları ve çocukları Kur'ân'ı yaşamaktan, ibâdetten alıkoyarsa) işte onlar, asıl hüsrana uğrayanlardır."[457]
Mü'mini ne ticaret, ne alışveriş, ne malları, ne de çocukları ibâdetten alıkoymadığı gibi o, "Allah yolunda cihad eder ve hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmaz."[458]
Bir mü'mîn, yaşadığı beldede Allah'a kulluk görevini, Allah'ın istediği şekilde yapamazsa, Kur'ân hükümlerini uygulayamazsa, orada bütün gücü ile çalışır; dininin, Kur'ân'ın uygulanır hale gelmesi için gayret eder ve ibâdetinden taviz vermez. Eğer bir beldede dini izhar etmek ve yaşamak mümkün olmazsa, Hz. Peygamber ve sahabenin yaptığı gibi bir başka yere göç eder.[459] Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. Bana ibâdet edin. (Eğer bir yerde bana ibâdet etmeniz mümkün değilse, bana rahatça ibâdet edeceğiniz başka bir yere göçün.)"[460]
Bu âyeti, Said b. Cübeyr (ö. 95/714), "Bir beldede meâsi (günah fiiller) işlenirse oradan çık",[461] Atâ b. Yesâr (ö. 103/721), "İsyan ile emredildiğiniz zaman oradan kaçın",[462] Mücahid b. Cebr (ö. 103/721), "Benim arzım geniştir; öyle ise hicret edin ve cihad edin,"[463] şeklinde yorumlamışlardır.
Meâsi (günah fiiller) işlenen bir beldede bulunan müminin eğer bu durumu değiştirmesi mümkün olmazsa, ibâdetini kolaylıkla yapabileceği bir başka beldeye hicret etmesi farzdır.[464]
Ankebût: 29/56. âyetinde geçen (feiyyâye fa'büdûni) cümlesi, "Yalnız bana kulluk edin, bana itaat edin, ihlâslı olun, bana isyan konusunda kimseye itaat etmeyin," demektir.[465]
Mü'minin, bulunduğu yerde İslâm'ın yaşanır hale gelmesi için bütün gücü ile çalışması, baskılara göğüs germesi gerekir. Bu şekilde davranmak, bulunduğu beldeyi hemen terkedip Allah'a daha rahat ibâdet edebileceği bir yere gitmesinden evlâdır. Ama Allah'a ibâdet etmesine imkân verilmiyor, isyana zorlanıyor, başka da çare görünmüyorsa, Peygamberimiz (s.a.v.) ve ilk müslümanlar gibi hicret eder. Yüce Allah, mü'minlere şöyle sesleniyor:
"(Ey Peygamberim! Tarafımdan) de ki: Ey iman eden kullarım! Rabbinizden ittika edin (emir ve yasaklarına muhalefet ederek O'nun azabına düşmekten sakının). Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik vardır, Allah'ın yeri geniştir. (Bir yerde Allah'a kulluk görevini yapamayan kimse, dini yaşayabileceği bir yere göçebilir.) Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir."[466]
Kulun niçin Allah'a ibâdet etmesi gerekiyor? Yüce Allah, insanlara, "Rabbinize ibâdet edin," emrini verdiği Bakara: 2/21. âyeti ile bir sonraki âyetinde bunu şöyle açıklamaktadır:
"Ey insanlar! Allah'ın azabından korunmanız için Rabbinize ibâdet edin. O Rab ki,
a) Sizi ve sizden öncekileri yarattı,
b) Yeri döşek yaptı,
c) Göğü bina yaptı,
d) Gökten su indirdi,
e) Su ile size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyle ise siz de bile bile Allah'a ortaklar koşmayın." Âyetlerde insanın Allah'a ibâdet gerekçesi ve Allah'ın varlığının delilleri zikredilmiştir. İnsanın Allah'a ibâdet etmesinin sebebi, Allah'ın kullarına olan in'âm ve ihsanıdır. însan, Allah'ın varlığını, birliğini ve O'na ibâdet etmesi gerektiğini, kendisini yaratan, terbiye eden, yerde ve gökte bulunanların insanlara nimet olarak ihsan edildiğini düşündüğü zaman anlar.
Allah'ın varlığı ve O'na ibâdet edilmesi gerektiğine delil olarak insanın yaratılışı zikredilmiştir. İnsan, her şeyden önce kendi varlığını düşündüğü zaman, kendiliğinden meydana gelmediğini ve bir yaratıcının bulunduğunu anlar. Sonra birbirlerine benzemeyen milyonlarca insanı düşündüğü zaman, bunların bir tesadüf sonucu olmadığını idrâk eder. Düşüncesini daha da ileri götürerek yeri, göğü, gökten inen suyu ve su ile çıkan çeşitli ürünleri, yerin insan hayatına elverişli bir döşek ve göğün direksiz bir kubbe gibi oluşunu düşünürse, bunları yaratan ve idare eden üstün bir gücün bulunduğunu, O'nu tek bir yaratıcı olarak tanımanın ve O'na kulluk edip itaat etmenin gerektiğini anlar.
İmam Şafiî (ö. 204/820)'ye, yaratıcının varlığından sorulur. O, şöyle cevap verir: "Allah'ın varlığına sadece dut yaprağı delildir. Allah, dut yaprağının tadı aynı olduğu halde, ondan ipek böceği yediğinde ipek, arı yediğinde bal, koyun, inek gibi hayvanlar yediğinde kığı ve pislik, ceylan yediğinde misk (en güzel koku) çıkarır. Halbuki hepsinin yediği bir tek dut yaprağıdır."[467]
İbn Mu'tez (ö. 296/820), bir şiirinde şöyle der:
"Hayret! Allah'a isyan eden nasıl isyan edebiliyor!
Veya inkâr eden O'nu nasıl inkâr edebiliyor!
Halbuki her şeyde O'nun "bir" olduğuna delâlet eden,
bir âyet (alâmet, işaret, delil) vardır."[468]
Allah'a ortak koşmadan O'na ibâdet eden insan,
Hem Allah’ın, hem de kendisinin hakkını gözetmiş olur. ibâdetle Allah’ın varlığım, birliğini tanımış, O'na itaat etmış, böylelikle kendisini Allah'ın azabından korumuş olur.[469]
Allah yaratan, kul yaratılandır. Kul, her zaman Allah'a muhtaçtır; Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
"Kul" (abd) kelimesi, Kur'ân'da mü'min, kâfir, salih, fâsık bütün insanlar, melekler ve cinler için kullanılmıştır. İnsan, istese de istemese de, tanısa da tanımasa da Allah'ın kuludur; O'nun hükmü altındadır. Allah, dilediği şeyleri kullarının üzerinde icra eder. İnsanın buna karşı koyması mümkün değildir. Bu sebeple Allah'a iman edip itaat etmese de yine O'nun kuludur.
Allah, kulun dünya ve ukbada daima mutluluğunu ister. Bunun için onların küfrüne razı olmaz. Şükretmelerinden memnun olur. Allah, kullarına karşı daima lütufkâr ve şefkatlidir. Onlara doğru yolu göstermiştir. Kullarının tevbelerini ve dualarını kabul eder. Onlara asla zulmetmez. Kullarının üstünde tam hâkimdir. Bilen ve gören olarak Allah kâfidir.
Allah'ın varlığını ve birliğini kabul edip O'na ibâdet etmek, O'nun emir ve yasaklarına uymak, insanın Allah'a karşı kulluk görevidir.
Kulun ibâdetinin kabul olabilmesi için muvahhid (Allah'ı bir tek ilah kabul eden), mü'min ve ihlâsh olması, İslâm'ın bütününü esas alması, ibâdete ölünceye kadar devam etmesi, gerektiğinde kulluk görevini icra edebilmesi için hicret etmesi ve dinini yaşayabilmesi için çalışması gerekir.
Kendini ve kâinatın yaratılışını düşünen insan, Allah'ın varlığını, birliğini anlar ve O'na ibâdet eder. Alemde bulunan her şey, O'nun varlığına delildir.[470]
1- Abdülbâki, Muhammed Fuad, el-Mu'cemü'l-Müfehres li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Mektebetü’l-İslâmiyye, Muhammed Özdemir, İstanbul, 1982.
Abdülfettah, İbrahim Ahmed, el-Kâmâsu'l-Kavîm li'l-Kur'âni'l-Kerîm, 1983.
3- Âlûsî, Ebul-Fadl Şihâbüddîn Mahmûd (ö. 1270/1854), Rûhu'l-Meânî fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Sebi'l-Mesânî, Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabiyye, Beyrut, 1985, 15 cilt, 30 cüz.
4- Âsim Efendi, Seyyid Ahmed (ö. 1162/1748), Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1886, 4 cilt.
5- Ateş, Süleyman, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, Kılıç Kitabevi, Ankara, 1983.
6- Beydâvî, Kâdî, Abdullah b. Ömer (ö. 691/1292), Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabiyye, Beyrut {Mecmûatün mine't-Tefâsîr, Çağrı Yay., İst.)
7- Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, tarihsiz.
8- Buharı, Muhammed b. İsmail (ö. 256/869), Sahîhu'l-Buhârî, Çağrı Yay., İstanbul, 1982.
9- Cevheri, İsmail b. Hammâd (ö. 393/1002), es-Sıhâh (Tâcu'l-Lüğa ve Sıhâhü'l-Arabiyye), Thk. Ahmed Abdülğafûr Attâr, Dâru'1-Kitâbil-Arabiyye, Mısır, tarihsiz.
10- Cürcânî, Şerif, Ali b. Muhammed (ö. 816/1413), Kitâbü't-Ta'rîfât, Baskı yeri ve tarihi yok. Tek cilt.
11- Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eş'âs es-Sicistânî (ö. 275/888), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
12- Ebû Zehra, Muhammed, Usulü Fıkh, Dârul-Fikri'l-Arabiyye, 1373 h.
13- Fîrûzâbâdî, Muhammed b. Ya'kûb (ö. 817/1414), Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsiri İbn Abbâs (Mecmûatün mine't-Tefâsîr, Çağrı Yay., İstanbul.)
14- Hallaf, Abdülhallâf, İlmü Usûli'l-Fıkh (Çev. Hüseyin Atay, A.Ü.İ.F.Y., İstanbul, 1973.)
15- Hâzin, Ali b. Muhammed (ö. 725/1324),
16- Lübâbü't-Te'vîl fi Meâni't-Tenzîl (Mecmûatün mine't-Tefâsîr, Çağrı Yay., İstanbul.)
17- Hûrî, Said eş-Şertûnî, Akrabü'l-Mevârîd fi Füsahi'l-Arabiyyeti ve'ş-Şevârid, Beyrut, 1889, 3 cilt.
18- İbn Fâris, Ahmed b. Faris b. Zekeriyya (ö. 395/1004), Mu'cemu Mekâyîsi'l-Lüğa, Kahire, 1984.
19- İbn Hanbel, Ahmed (ö. 241/855), Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1982.
20- İbn Kesîr, İmâdüddîn Ebu'1-Fida İsmail (ö. 774/1372),
21- Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, (Muhtasar Muhammed Ali es-Sâbûnî, Beyrut, 1986).
22- İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (ö. 275/888), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
23- İbn Manzûr, Cemâlüddîn Muhammed Mükerrem (ö. 711/1311), Lisânü'l-Arab, Beyrut, 1956.
24- İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan (Çev. Süleyman ATEŞ, A.Ü.İ.F.Y., Ankara, 1975).
25- Kurtubî, Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (ö. 671/1272), el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire, 1935.
26- Levis, Me'lûf, el-Müncid fi'l-Lügati ve'l-E'lâm, Beyrut, 1986.
27- Mevdüdî, Ebu'1-A'lâ (ö. 1979), Tefhîmu'l-Kur'ân, Tercüme, İnsan Yay., İstanbul, 1986.
28- Mevdüdî, Ebu'1-A'lâ (ö. 1979), Kur'ân'a Göre Dört Terim, Çev. İ. Kaya, O. Cilacı, Oku Neşriyat, Konya, tarihsiz.
29- Müslim, el-Haccâc b. (ö. 261/874), Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
30- Nesâî, Ahmed b. Şuayb el-Horasânî (ö. 303/915), es-Sünenü'l-Kübrâ, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
31- Nesefî, Ebu'l-Berekât Abdullah b. Ahmed (ö. 701/1301), Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl {Mecmûatün mine't-Tefâsîr, Çağrı Yay., İstanbul).
32- Râğıb el-İsfehânî, Hüseyin b. Muhammed (ö. 502/1108), el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Thk. M.S. Keylânî, Kahire, 1961.
33- Râzî, Muhammed b. Ebû Bekr (ö. 666/1267), Muhtâru's-Sıhâh, Thk. Hamza Fethullah, Beyrut, 1987.
34- Taberî, Muhammed b. Cerîr (ö. 310/922), Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988, 15 cilt, 30. cüz.
35- Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali (ö. 1158/1745), Keşşâfu Istılâhâtı'l-Fünûn, Kalküta, 1862.
36- Tirmîzî, Muhammed b. İsa (ö. 279/892), Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
37- Vehbî Mehmed (ö. 1949), Hülâsatü'l-Beyan fi Tefsîri'l-Kur'ân (Büyük Kur'ân Tefsiri, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1966).
38- Yahya b. Sallâm (ö. 200/815), Tesârîf, Thk. Hint Şiblî, Tunus, 1979.
39- Yazır, Muhammed Hamdi (ö. 1951), Hak Dini Kur'ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, 1971.
40- Zeccâc, (ö. 311/923), Meâni'l-Kur'ân. Baskı yeri ve tarihi yok.
41- Zemahşerî, Muhammed b. Ömer (ö. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmidi't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekvâli fı Vücûhi't-Te'vıl, Kahire, 1964.[471]
[1] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 7.
[2] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 9-11.
[3] Sâd: 38/75.
[4] Hicr: 15/29; Sâd: 38/72.
[5] Tîn: 95/4; Mü'min: 40/64; Tegâbün: 64/3.
[6] Bakara: 2/30.
[7] İsrâ: 17/70.
[8] Câsiye: 45/13.
[9] İbrâhîm: 14/34.
[10] Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fi Meânit-Tenzil,IV, 362.
[11] Mü'minûn: 23/115.
[12] Beydâvî, Envâru't-Tenzll ve Esrârut-Te'vîl, VI, 417; Hâzin, a.g.e., VI, 417.
[13] Kıyâme: 75/36.
[14] Hûd: 11/1.
[15] Zâriyât: 51/56.
[16] Bakara: 2/24.
[17] Bakara: 2/21.
[18] Nahl: 16/36.
[19] Hûd: 11/25-26; Mü'minûn: 23/23; Nûh: 71/3.
[20] A'râf: 7/65, 70; Hûd: 11/50.
[21] A'râf: 7/73; Hûd: 11/61-62; Neml: 27/45.
[22] A'râf: 7/85; Hûd. 11/84,87; Ankebût: 29/36.
[23] Ankebût, 29/16.
[24] Mâide: 5/72, 117.
[25] Fussilet: 41/14.
[26] Ahkâf: 46/21.
[27] Hûd: 11/1-2.
[28] Enbiyâ: 21/25; Bkz. Mü'minûn: 23/32.
[29] Zümer: 39/2.
[30] Zümer: 39/11. Bkz. Yûsuf: 12/40; Enbiyâ: 21/25; Neml: 27/91.
[31] Nisa: 4/36; En'âm: 6/102; Hûd: 11/123; Meryem: 19/65.
[32] Hac: 22/77; Âl-i îmrân: 3/51; Meryem: 19/36; Zuhruf: 43/64.
[33] Enbiyâ: 21/92; Ankebût: 29/56; Yâsîn: 36/61.
[34] Tâhâ: 20/14; Ankebût: 29/56.
[35] Zümer: 39/66.
[36] Hicr: 15/99
[37] Meryem: 19/65
[38] Nisa: 4/36
[39] Fatiha: 1/4-5
[40] Âl-i îmrân: 3/64
[41] Mü'min: 40/66: Bkz. En'âm, 6/56.
[42] Teğâbün: 64/2.
[43] İnsan:76/3.
[44] Mülk: 67/2.
[45] Şems, 91/8.
[46] Meryem: 19/63
[47] Mü'min: 40/60
[48] Enbiyâ: 21/98
[49] Hicr: 15/49-50
[50] Zümer: 39/11-15
[51] Kâfırûn: 109/1-6
[52] Yûnus: 10/104. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 13-19.
[53] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 20.
[54] İbn Fâris, Mu'cemu Mekâyîsi'l-Lüğa, V, 205, Kahire, 1948; Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân, s. 319, Mısır, 1961; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Abd Mad., I, 270-278, Beyrut, 1956; Âsim Efendi, Kamus Tercümesi, I, 1198-1201, İstanbul, 1886; el-Hûrî Saîd eş-Şertûnî, Akrabu'l-Mevârîd fî Fusahi'l-Arabiyyeti ve'ş-Şevârid, II, 92, Beyrut, 1989; Râzî, Muhtâru's-Sıhâh, s. 408; Şerif Cürcânî, Kitâbü't-Ta'rîfât, s. 146, tarihsiz; Levis Me'lûf, Müncid, I, 483, Beyrut, 1986; Mevdûdî, Kur'ân'a Göre Dört Terim, s. 79-81, Oku Neşr., Konya; Taberî, Câmiu'l-Beyân an Tevili Âyi'l-Kur'ân, I, 1/160, Beyrut, 1988; İbn Kesir, Tefsîri’l-Kur'âni'l-Azîm (Muhtasar Ali es-Sâbûnî), I, 40, Beyrut, 1986; Beydâvî, a.g.e., I, 29. Nesefî, Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, I, 73-74; Hâzin, a.g.e., I, 28; Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 56, Kahire, 1935. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 20-21.
[55] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm ilmihali, s. 42. Bilmen Yay., İstanbul.
[56] Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, I, 95. İstanbul, 1971.
[57] Hamdi Yazır, a.g.e., I, 95.
[58] Hamdi Yazır, a.g.e., 1,102.
[59] Buhârî, Bedü'l-Vahy, I, Itak, 6, Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmare, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11; Nesâî, Tahare, 59, Talak, 24, İman, 19; İbn Mâce, Zühd, 26.
[60] Hamdi Yazır, a.g.e., I, 96.
[61] Mâide: 5/5.
[62] Hamdi Yazır, a.g.e., I, 97.
[63] Hamdi Yazır, a.g.e., I, 97; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâtı'l-Fünûn, II, 938, Kalküte, 1862.
[64] Şerif Cürcânî, a.g.e., s. 146; Nesefî, a.g.e., II, 70.
[65] Zemahşerî, Keşşaf, 1,13, Kahire, 1922; Beydâvî, a.g.e., I, 29.
[66] Hamdi Yazır, a.g.e., I, 97.
[67] Mehmed Vehbi, Hülâsatul-Beyan, I, 23, İstanbul, 1966.
[68] Âlûsî, Rûhu'l-Meânî fi Tefsîri'l-Kur'âni'l-Azim, I, 8687, Beyrut, 1985. Alûsî ibâdet, ubûdiyyet ve ubûdet kelimelerinin ifade ettikleri mânâlara göre "en üstünü ubûdet, en alt mertebesi (dûn'ü) ibâdet, ortası da ubûdiyyettir," demiştir.
[69] Îbn Kesîr,a.g.e.,I, 23.
[70] Hadîd: 57/9. Bkz. İsrâ: 17/1; Kehf: 18/1. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 22-25.
[71] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 26.
[72] Zâriyât: 51/56.
[73] Bakara: 2/83, 133; Al-i İmran: 3/64; Maide: 5/72, 117; A’raf: 7/65, 73, 85; Tevbe: 9/31; Hud: 11/50, 61, 84; Yusuf: 12/40; Nahl: 16/36; Mü'minûn: 23/23, 32; Neml: 27/45; Ankebût: 29/16, 36; Fussilet: 41/14; Ahkâf: 46/21; Beyyine: 98/5.
[74] Ra'd: 13/36; Enbiyâ, 21/73; Zümer: 39/11, 14
[75] Bakara: 2/21.
[76] Hac: 22/77.
[77] Beyyine: 98/5.
[78] Nisa: 4/36.
[79] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 26-27.
[80] İbn Kesîr, a.g.e., I, 40; Nesefî, a.g.e., X, 73-74; Hâzin, a.g.e., I, 73.
[81] Bakara: 2/21.
[82] Taberî, a.g.e., 1,160.
[83] Alûsî, a.g.e., I, 190.
[84] Nisa: 4/36.
[85] İsrâ: 17/23.
[86] Hûd: 11/2, 26.
[87] Tâhâ: 20/14. Bkz: Bakara, 2/83; Âl-i İmrân, 3/64; En'âm: 6/102; Tevbe: 9/31; Yûsuf: 12/40; Enbiyâ: 21/25; Mü'minûn: 23/32; Nûr: 24/55; Fussilet: 41/14; Beyyine: 98/5.
[88] Meselâ bkz. Âl-i İmrân: 3/64; Beydâvî, a.g.e., I, 513, III, 297; Fîrûzâbâdî, Tenvîru'l Mikbâs min Tefsiri İbn Abbâs, I, 28, 73, 513, II, 297.
[89] Kehf: 18/110.
[90] Zümer: 39/65-66.
[91] Bkz. Nisa: 4/36; A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hûd: 11/50, 61, 84; Nahl: 16/36; Mü'minûn: 23/23, 32.
[92] Nuh: 71/2-3
[93] Fîrûzâbâdî, a.g.e., VI, 362.
[94] Nesefî, a.g.e., VI, 362.
[95] Hâzin, a.g.e., VI, 362. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 27-29.
[96] Hâzin, a.g.e., II, 70.
[97] Fîrûzâbâdî, a.g.e., IV, 145.
[98] Mevdûdî, a.g.e., s. 81.
[99] Taberî,a.g.e., II, 2/82.
[100] Taberî, a.g.e., II, 2/84.
[101] Tevbe: 9/31.
[102] Beydâvî, a.g.e., III, 111.
[103] Hâzin, a.g.e., III, 111; Tirmizî, Tefsir, 10. Bkz. H. Yazır a g e IV, 2512. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 30-31.
[104] Beydâvî, a.g.e., V, 363; Âlûsî, a.g.e., I, 8687.
[105] Nesefi, a.g.e., V, 362-363.
[106] Beydâvî, a.g.e., V, 363; Hâzin, a.g.e., V, 363.
[107] Mü'min: 40/60.
[108] Tirmizî: Tefsir, Sûre, 40 (V, 375. No. 3247); İbn Mâce, Dua, 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 267.
[109] Tirmizî, Deavât: 1.
[110] Hâzin, a.g.e., V, 363; Fîrûzâbâdî, a.g.e., V, 363.
[111] Meryem: 19/48; Bkz. Ahkâf: 46/5-6. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 31-33.
[112] Taberî, a.g.e., I, 1/160, 169; İbn Kesîr, a.g.e., I, 22; Beydâvî, a.g.e., I, 29; Hâzin, a.g.e., I, 28, 73, 74.
[113] Levis Me'lûf, Müncid, s. 180, 183, 237, 342.
[114] Fatiha: 1/5.
[115] Taberî, a.g.e., 1,1/69.
[116] Bakara: 2/138.
[117] Âlûsî, a.g.e., I, 398.
[118] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 33-34.
[119] Nisa: 4/173.
[120] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 34-36.
[121] Bkz. Enbiyâ: 21/19-20; Fussilet: 41/38.
[122] Hâzin, a.g.e., II, 693. 36.
[123] Beydâvî, a.g.e., III, 200; Nesefî, a.g.e., III, 201.
[124] Beydâvî, a.g.e., III, 200.
[125] Nesefî, a.g.e., III, 201.
[126] Beydâvî, a.g.e., III, 202.
[127] Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 200.
[128] Tevbe: 9/111.
[129] Hâzin, a.g.e., VI, 303. 38
[130] Enbiyâ: 21/69-72.
[131] Enbiyâ: 21/73.
[132] Hâzin, a.g.e., IV, 260.
[133] Beydâvî, a.g.e., IV, 261.
[134] Hâzin, a.g.e., IV, 261.
[135] Mehmed Vehbi, a.g.e., XIV, 5593.
[136] Bkz. Bakara: 2/43, 83, 110, 277; Nisa: 4/77; Mâide: 5/55; Tevbe: 9/5, 11, 71; Hac: 22/78; Nûr: 24/56; Neml: 27/3; Lokman: 31/4.
[137] Nesefî, a.g.e.,IV,261.
[138] Beydâvî, a.g.e., IV, 261.
[139] Hâzin, a.g.e., IV, 326.
[140] Nesefî, a.g.e., IV, 326; Hâzin, a.g.e., IV, 326.
[141] Fîrûzâbâdî, a.g.e., IV, 326.
[142] Beydâvî, a.g.e.,IV, 327.
[143] Hâzin, a.g.e., IV, 327.
[144] Mehmed Vehbi, a.g.e., XIV, 5593.
[145] Hâzin, a.g.e., V,386. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 36-41.
[146] Beydâvî, a.g.e., VI, 87; İbn Kesîr, a.g.e., III, 387; Kurtubî, a.g.e., XVII, 55; Âlûsî, a.g.e., XXVII, 21-22; Hâzin, a.g.e., VI, 87.
[147] Kurtubî, a.g.e., XVII, 55; Hâzin, a.g.e., VI, 87.
[148] Kurtubî, a.g.e., XVII, 55; Fîrûzâbâdî, a.g.e., VI, 86.
[149] Taberî, a.g.e., XIII, 27/11; Kurtubi, a.g.e., XVII, 55.
[150] Fîrûzâbâdî, Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsîri İbn Abbâs, VI, 86.
[151] A’raf: 7/179.
[152] Hucurât: 49/14.
[153] Kurtubî. a.g.e., XVII, 55-56
[154] Beydâvî, a.g.e., VI, 87; Âlûsî, a.g.e., 55.
[155] Zâriyât: 51/55.
[156] Âlûsî, a.g.e., XXVII, 22.
[157] Âlûsî, a.g.e., XXVII, 21.
[158] Mehmed Vehbi, a.g.e., XIV, 5593.
[159] Hamdi Yazır, a.g.e., VI, 4546.
[160] Taberî, a.g.e., XIII, 27/12.
[161] Zâriyât: 51/56.
[162] Taberî, a.g.e., XIII, 27/12.
[163] Kurtubî, a.g.e., XIII, 55; İbn Kesîr, a.g.e., III, 387.
[164] Zeccâc, Meâni'l-Kur'ân, V, 58.
[165] Kurtubî, a.g.e., XIII, 55; Hâzin, a.g.e., VI, 87.
[166] Taberî, a.g.e., XIII, 27/12; Kurtubî, a.g.e., XVII, 56; Nesefî, a.g.e., VI, 87.
[167] Meryem, 19/93.
[168] Âlûsî, a.g.e., XXVII, 21-22.
[169] Nesefî, a.g.e., IV, 183.
[170] Nesefî, a.g.e., V, 68.
[171] Kurtubî, a.g.e., XVII, 56; Hâzin, a.g.e., VI, 87; Nesefî, a.g.e., VI, 86.
[172] Lokman, 31/32.
[173] Ankebût: 29/65.
[174] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'ân, V, 482.
[175] Mülk: 67/2
[176] Zeccâc, Meâni'l-Kur'ân, V, 58.
[177] Beydâvî, a.g.e., V, 444; Nesefî, a.g.e., V, 444; Hâzin, a.g.e., V, 444.
[178] Enbiyâ: 21/22.
[179] Beydâvî, a.g.e., V, 443; Nesefi, a.g.e., V, 444.
[180] Hâzin, a.g.e., V, 443.
[181] Nesefî, a.g.e., V, 444.
[182] Fîrûzâbâdî, a.g.e., V, 444.
[183] Nesefî, a.g.e., V, 444.
[184] İbn Manzûr, a.g.e., I, 275; Nesefî, a.g.e., V, 444.
[185] Enbiyâ: 21/25.
[186] Muhammed Ebu Zehra, Usûl-ü Fıkh, s. 93-94, Dârul-Fikril-Arabiyye, h. 1373; Abdülkerim Zeydân, el-Vecîz fi Usûli'l-Fıkıh, s. 127-128, İstanbul, 1979; Abdülvehhab Hallaf, İlmü Usûli'l-Fıkh, s. 175-177 (Çev. Hüseyin Atay, A.Ü.İ.F.Y., Ankara, 1973).
[187] Enam: 6/161.
[188] Fîrûzâbâdî, a.g.e., I, 502.
[189] Şûra: 42/52-53.
[190] Yâsîn: 36/4-5.
[191] Fatiha. 1/6; Yâsîn: 36/3-4.
[192] En'âm: 6/153.
[193] Yûsuf: 12/40. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 41-51.
[194] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 52-54.
[195] Zâriyât: 51/56.
[196] Nahl: 16/36; Bkz. Hûd. 11/1-2; Mü'minûn: 23/32; Zümer: 39/2; Fussilet: 41/14; Ahkâf, 46/21.
[197] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 55-56.
[198] En'âm: 6/56; Yûnus: 10/104; Yûsuf: 12/40; Nahl: 16/35; Meryem: 19/49; Enbiyâ: 21/67; Hac: 22/71; Furkan: 25/17; Şuarâ: 26/92-93; Neml: 27/43; Sâffât: 37/22-23; Zümer: 39/15, 64; Zuhrûf: 43/45.
[199] Mâide: 5/76; Yûnus: 10/18; Enbiyâ: 21/66.
[200] Meryem: 19/42.
[201] Ankebût: 29/17.
[202] İbrahim: 14/35; Şuarâ: 26/70, 71.
[203] Zuhrûf: 43/45.
[204] Enbiyâ: 21/53.
[205] Mâide: 5/60; Zümer: 39/17.
[206] Yâsîn: 36/60; Meryem: 19/44.
[207] Hud: 11/62, 87,109; İbrâhîm: 14/10.
[208] Yûnus: 10/28.
[209] Sebe': 34/41.
[210] Mü'minûn: 23/47.
[211] Sebe': 34/40; Zuhrûf: 43/19-20.
[212] Zümer: 39/3.
[213] Yûsuf: 12/40.
[214] Sâffât: 37/161.
[215] Sâffât: 37/95.
[216] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 56-57.
[217] Zümer: 39/3.
[218] Sebe': 34/37.
[219] Yûnus: 10/18.
[220] Ankebût: 29/61. Bkz. Lokman: 31/25; Zümer: 39/38; Zuhrûf: 43/9, 87.
[221] Ankebût: 29/63.
[222] Yûnus: 10/31.
[223] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 57-58.
[224] Yûnus: 10/104.
[225] Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 293.
[226] Yûnus: 10/105.
[227] Yûnus: 10/106.
[228] Benzer âyetler için bkz. Meryem: 19/48-49; Şuarâ: 26/70-76; Ahkâf: 46/4-5.
[229] Aynı konudaki âyetler için bkz. Enbiyâ: 21/67, 98; Hac: 22/71; Şuarâ: 26/92; Neml: 27/43; Sâffât: 37/22; Mümtehine: 60/4.
[230] Beydâvî, a.g.e., II, 416; Hâzin, a.g.e., II, 416.
[231] Bkz. En'âm: 6/56; Yûnus: 10/18; Furkan: 25/17.
[232] Hâzin, a.g.e., V, 330.
[233] En'âm: 6/56.
[234] Zümer: 39/64.
[235] Yûnus: 10/18.
[236] Nahl: 16/73.
[237] Sâffât: 37/95.
[238] Meryem: 19/42.
[239] Ahkâf: 46/4.
[240] Necm: 53/23; Yûsuf: 12/40.
[241] Sâffât: 37/86.
[242] Enbiyâ: 21/52.
[243] İbrâhîm: 14/35.
[244] Enbiyâ: 21/52-54.
[245] Enbiyâ: 21/58.
[246] Enbiyâ: 21/59.
[247] Enbiyâ: 21/62.
[248] Enbiyâ: 21/63.
[249] Enbiyâ: 21/65.
[250] Enbiyâ: 21/66-67.
[251] Meryem: 19/42.
[252] Sâffât: 37/86, 95; İbrâhîm: 14/35.
[253] Bkz. Sâffât: 37/85-96; Zuhrûf: 43/26.
[254] Ankebût: 29/17.
[255] Zümer: 39/3.
[256] Yûnus: 10/18. Bkz. Furkan: 25/55; Nahl: 16/73.
[257] Nesefî, a.g.e., IV, 180.
[258] Meryem: 19/81.
[259] Hûd: 11/62.
[260] İbrâhîm: 14/10.
[261] Sebe': 34/43.
[262] Nuh: 71/23.
[263] Hûd: 11/109.
[264] Enbiyâ: 21/98.
[265] Enbiyâ: 21/98.
[266] Zümer: 39/15.
[267] Sâffât: 37/22-34.
[268] Meryem: 19/82; Bkz. Ahkâf: 46/6
[269] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 59-64.
[270] Nahl: 16/36.
[271] Zümer: 39/17.
[272] Mâide: 5/60.
[273] Bakara: 2/256.
[274] Bakara: 2/257.
[275] Nisa: 4/76.
[276] Nisa: 4/60.
[277] Nisa: 4/51.
[278] Cevheri, Sıhâh Tâcü'l-Lüğa ve Sıhâhu'l-Arabiyye, VI, 2412, Mısır, tarihsiz; İbn Fâris, a.g.e., III, 412; Râğıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 304; Şerif Cürcânî, a.g.e., s. 141; İbrahim Ahraed Abdülfettâh, el-Kâmûsü'l-Kavîm, I, 402, Kahire, 1983.
[279] Yahya b. Sallâm, et-Tesârif, s. 207. Tunus, 1979; İsfehânî, a.g.e., s. 304; Kurtubî, a.g.e., III, 28; Beydâvî, a.g.e., I, 401; Hâzin, a.g.e., I, 401. Asım Efendi, a.g.e., IV, 1055.
[280] Hâzin, a.g.e., II, 311.
[281] Mevdûdî, Kur'ân'a Göre Dört Terim, s. 66. Oku Neşr., Konya, Çev. İ.Kaya-O. Cilacı.
[282] Mevdûdî, a.g.e., s. 84.
[283] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 64-66.
[284] Mâide: 5/76.
[285] Beydâvî, a.g.e., II, 326; Nesefî, a.g.e., II, 326; Hamdi Yazır, a.g.e., III, 1782-1783.
[286] Mâide: 5/72.
[287] Mâide: 5/73.
[288] Tevbe: 9/30.
[289] Tevbe: 9/31.
[290] Nisa: 4/171; Mâide: 5/74.
[291] Nisa: 4/172.
[292] Mâide: 5/75.
[293] Beydâvî, a.g.e., II, 326; Nesefi, a.g.e., II, 326; Hâzin, a.g.e., II, 326; Hamdi Yazır, a.g.e., III, 1781,1783.
[294] Mâide: 5/116-117.
[295] Mâide: 5/72. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 66-68.
[296] Tevbe: 9/31.
[297] "Ahbar", yahudi bilginleri, "ruhban" ise hıristiyanların kilise görevlileri, papazları. Hâzin, a.g.e., III, 111.
[298] Beydâvî, a.g.e., III, 111; Nesefî, a.g.e., III, 111; Hâzin, a.g.e., III, 111.
[299] Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 2511-2512.
[300] Adiyy İbn Hatim, henüz müslüman olmamıştı. Bu konuşma sonunda müslüman oldu. Taberî, a.g.e., VI, 10/14.
[301] Tevbe: 9/31.
[302] Taberî, a.g.e., VI, 10/114; İbn Kesîr, Tevbe, 9/31 âyetinin tefsirinde. Hâzin, a.g.e., III, 111. Bkz. Tirmizî, Tefsir, 9.
[303] Taberî, a.g.e., VI, 10/114-115.
[304] Taberî, a.g.e., VI, 10/115.
[305] Hamdı Yazır, a.g.e., IV, 2512.
[306] Nisa: 4/59.
[307] Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 2513.
[308] Müslim, İmare: 39, 46; Ebû Davûd, Fiten: 1, Cihad: 87; Ahmed b. Hanbel: I, 82, II, 161, III, 213; İbn Mâce, Cihad: 40. Buharî, Ahkâm: 4; Nesâî, Biat: 34; Tirmizî, Cihad: 29.
[309] Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 2513.
[310] Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 2514. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 68-71.
[311] Mü'minûn: 23/45-47.
[312] Taberî, a.g.e., X, 18/25; Nesefî, a.g.e., IV, 346; Hâzin, a.g.e., IV, 346.
[313] Beydâvî, a.g.e., IV, 346.
[314] Taberî, a.g.e., X, 18/25; Nesefî, a.g.e., IV, 341.
[315] Şuarâ: 26/18.
[316] Şuarâ: 26/22.
[317] Abese: 79/24.
[318] Şuarâ: 26/29.
[319] Bakara: 2/49.
[320] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 71-72..
[321] Yâsîn: 36/60-61.
[322] Nesefî, a.g.e., V, 216; Hâzin, a.g.e., V, 216; Mevdûdî, a.g.e., s. 84-85.
[323] Bakara: 2/168, 208; Enam: 6/142; Nur: 24/21.
[324] İsrâ: 17/53.
[325] Fâtır: 35/6.
[326] Bakara: 2/34; A'râf: 7/11-12; Kehf: 18/50.
[327] A'râf: 7/14-15.
[328] A'râf: 7/16-17.
[329] Bakara: 2/268; Nur: 24/21.
[330] A'râf: 7/20; Tâhâ: 20/120.
[331] Mâide: 5/91.
[332] En'âm: 6/43; Enfâl: 8/48; Nahl: 16/63.
[333] Nisa: 4/120; İsrâ: 17/64.
[334] En'âm: 6/68.
[335] Nisâ: 4/76.
[336] Nisa: 4/60.
[337] Neml: 27/24; Ankebût: 29/38.
[338] Mâide: 5/91.
[339] Meryem: 19/44.
[340] Beydâvî, a.g.e., IV, 162.
[341] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 72-74.
[342] Zâriyat: 51/56.
[343] Rahman: 55/15.
[344] Cin: 72/14-15.
[345] Cin: 72/11.
[346] Kehf: 18/50.
[347] Sebe': 34/40.
[348] Sebe': 34/41.
[349] Beydâvî, a.g.e., V, 167; Nesefî, a.g.e., V, 167; Hâzin, a.g.e., V, 167.
[350] Kur'ân'a Göre Dört Terim, s. 87.
[351] a.g.e., s. 87.
[352] Taberî, a.g.e., XII, 12/102.
[353] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 74-75.
[354] Beydâvî, a.g.e., V, 426; Nesefî, a.g.e., V, 426; Hâzin, a.g.e., V, 426.
[355] Taberî, a.g.e., XIII, 15/59.
[356] Zuhruf, 43/19.
[357] Mevdûdî, a.g.e., s. 88.
[358] Furkan: 25/17. Bkz. Hâzin, a.g.e., IV, 430.
[359] Furkan: 25/17.
[360] Furkan: 25/18.
[361] Furkan: 25/19.
[362] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 19. (Çev. S. Ateş, A. Ü.İ.F.Y., Ankara, 1975). Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 74-76.
[363] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 76-78.
[364] Bakara: 2/29.
[365] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 79.
[366] Zuhrûf: 43/68.
[367] Neml: 27/15.
[368] Sâffât: 37/40, 74, 169; Sâd: 38/83.
[369] Meryem: 19/63.
[370] Fatır: 35/28.
[371] Neml: 27/59.
[372] Sâffât: 37/171.
[373] Şûra: 42/23.
[374] Neml: 27/19; Enbiya: 21/105.
[375] İsrâ: 17/3.
[376] Zümer: 39/17-18.
[377] Sebe': 34/9.
[378] Enbiyâ: 21/26.
[379] Zümer: 39/53.
[380] Bakara: 2/178, 221; Nahl: 16/75; Nûr: 24/32.
[381] En'âm: 6/18, 61; A'raf: 7/32; Tevbe: 9/104.
[382] Bakara: 2/23; Meryem: 19/2, 30; Sâd: 38/17, 30, 41; Hadîd: 57/9.
[383] Enbiyâ: 21/26; Zuhrûf: 43/19.
[384] Meryem: 19/61; Mü'minûn: 23/109; İnsan: 76/6; Fecr: 89/29.
[385] Furkan: 25/17; Zümer: 39/53.
[386] Âli İmrân: 3/15; Fatır: 35/31; Duhân: 44/18.
[387] A'râf: 7/32.
[388] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 79-81.
[389] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 81-82.
[390] Şûra: 42/19.
[391] A'râf: 7/32. Bkz. Enbiyâ: 21/105; Kâf: 50/6-11.
[392] Meryem: 19/61.
[393] A'râf: 7/128. Bkz. Meryem: 19/60-63.
[394] Meryem: 19/63. Bkz. Muminûn: 23/1-11; Meâric: 70/22-35.
[395] Sebe': 34/39. Bkz. Kasas: 28/82; Ankebût: 29/62; Sebe’: 34/36; Şûra: 42/27; İsrâ: 17/30.
[396] Sebe': 34/36.
[397] Şûra: 42/19. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 82-83.
[398] Nesefî, a.g.e., II, 440.
[399] Fîrûzâbâdî, a.g.e., II, 440.
[400] Hâzin, a.g.e., II, 440.
[401] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 83.
[402] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 84.
[403] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 84.
[404] Tevbe: 9/104.
[405] Şûra: 42/25.
[406] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 84-85.
[407] İsrâ: 17/17.
[408] İsrâ: 17/30.
[409] Zümer: 39/36.
[410] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 85.
[411] Âl-i İmrân: 3/182.
[412] Mü'min: 40/31.
[413] Fussilet: 41/46.
[414] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 85-86.
[415] Bakara: 2/186.
[416] Şûra: 42/26. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 86.
[417] En'âm: 6/61-62. Bkz. En'âm: 6/18.
[418] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 86-87.
[419] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 87.
[420] Zâriyât: 51/56.
[421] Âlusî,a.g.e.,I,84.
[422] Beydâvî, a.g.e., V, 372.
[423] Hâzin, a.g.e.,V, 372.
[424] Nesefi,a.g.e.,V,372.
[425] Taberî, a.g.e., XII, 14/92.
[426] Hâzin, a.g.e., V, 372.
[427] Taberî, a.g.e., XII, 14/93.
[428] Taberî, a.g.e., XII, 14/93.
[429] Taberî, a.g.e., XII, 14/93.
[430] Hâzin, a.g.e., II, 70.
[431] Buhari, Libâs, 101, İstizan, 30, Rikâk, 37, Cihad, 46, Tevhîd, 1; Müslim, İmân, 48-49; İbn Mâce, Zühd, 35; Ahmed İbn Hanbel, II, 309.
[432] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 87-91.
[433] Nisa: 4/36. Bkz. A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hûd: 11/50, 61, 84.
[434] Kehf: 18/110.
[435] Âlûsî, a.g.e., I, 190. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 91.
[436] Yûnus: 10/104. Bkz. Zümer: 39/11.
[437] Ra'd: 13/36. Bkz. Âl-i İmrân: 3/64; Nur: 24/55.
[438] Mâide: 5/5; En'âm: 6/88; A'râf: 7/147; Zümer: 39/65. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 91-92.
[439] Zümer: 39/11. Bkz. Zümer: 39/2,14; Beyyine: 98/5.
[440] Hâzin, a.g.e., IV, 298.
[441] Hâzin, a.g.e., IV, 304.
[442] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 92.
[443] Hac: 22/11.
[444] Taberî, a.g.e., X, 14/123. Hâzin, IV, 291.
[445] Hâzin, a.g.e., IV, 291-292.
[446] Hucurât: 49/15.
[447] Bakara: 2/85; Nisa: 4/151.
[448] Mâide: 5/41,61; Âl-i îmrân: 3/119.
[449] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 92-94.
[450] Nisa: 4/137.
[451] Bakara: 2/217.
[452] Hicr: 15/98-99.
[453] Meryem: 19/31
[454] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 94.
[455] Nûr: 24/37.
[456] Nesefî, a.g.e.,VI,276.
[457] Münâfikûn: 63/9.
[458] Mâide: 5/54.
[459] Beydâvî, a.g.e., IV, 26; Nesefî, a.g.e., IV, 26.
[460] Ankebût: 29/56.
[461] Beydâvî, a.g.e., IV, 26; Nesefî, a.g.e., IV, 26.
[462] Taberî, a.g.e., XI, 11/9.
[463] Taberî, a.g.e., XI, 11/9.
[464] Hâzin, a.g.e., IV, 26.
[465] Taberî, a.g.e., XI, 11/10.
[466] Zümer: 39/10. Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 95-97.
[467] İbn Kesîr, a.g.e., I, 40.
[468] İbn Kesîr, a.g.e., I, 40.
[469] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 97-99.
[470] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 100-101.
[471] Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları: 102-106.