KUR'AN'DA İNSAN VE HZ. MUHAMMED
-DİN EĞİTİMİ AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM
I. Risalet Öncesi Hayatından Kesitler
II. Risalet Görevinin Başlaması
III. Kuranda Başlıca Özellikleri
G. İlâhî Gözetim Altında Olması
H. İlâhî Uyarıya Muhatap olması
1. Abdullah b. Vtntnü Mektûm'la İlgili Tavrı
2. Fakir ve Zayıf Müslümanlarla İlgili Tutumu
3. Bedir Esirleri ile İlgili Uygulama
4. Tebük Seferinde Münafıklara İzin Vermesi
5. Müslüman Olmayanlara Dua ve İstiğfar Etmesi
6. Zeynep b. Cahş İle Evlenmekte Tereddüt Göstermesi
7. Helâl olan Şeyi Kendisine Haram Kılması
İ. Ona İtaatin Allah'a İtaat Olması
2. Kur'an'da İnsan Merkezli Eğitimin Temelleri
I. Hırslı Kıskanç ve Cimri Olması
J. Münakaşacı ve Mücadeleci Olması
V. Fıtrat Ve Bireysel Ayrılıklar
VI. İnanç Bakımından İnsan Tipleri
3. BİR EĞİTİMCİ OLARAK KUR'AN'DA HZ. MUHAMMED'İN NİTELİKLERİ
H. Görevin Gerektirdiği Nitelikler
E. Sevgi, Şefkat ve Merhametle Yaklaşmak
F. Hoşgörülü ve Bağışlayıcı Olmak
H.Giyim Kuşam, Fizik Görünüş ve Temizliğe Özen Göstermek
I. Anlaşılır ve Etkileyici Dil
J. Yüksek Basan Beklentisi [Coşku]
L. Bilgi İnanç ve Hareket Bütünlüğü
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, 1960 yılında Sivas'ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1983 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1984-1994 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı taşra teşkilatlarında murakıp, vaiz ve müftü olarak görev yaptı. 1986-1987 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Yabancı Dil Ağırlıklı Hizmetiçi Eğitim Kursunu tamamladı. Bir süre yurtdışında görevli olarak bulundu. 1993 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Necip Fazıl'da Değerler adlı teziyle yüksek lisansını, 1996 yılında da İhvan-ı Safa'nın Eğitim Felsefesi adlı teziyle doktorasını tamamladı. 1994 yılında KTÜ Rize İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi kadrosuna atandı. Halen aynı Fakülte'de Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanlığı görevini yürütmektedir. [1]
Allah, insanı kendini gerçekleştirebilecek yeteneklerle yaratmış, bu yeteneklerin doğru bir biçimde açılıp gelişmesinde ona rehberlik etmesi için de peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed, kitapların sonuncusu da Kur'an-ı Kerim'dir.
Bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed'in de görevi, kendisine verilen mesajı hedef kitleye tebliğ etmektir. Tebliğ, etkili bir iletişim ve eğitim-öğretim faaliyetini gerekli kıldığından Hz. Muhammed'in bulunduğu her ortam bir okul olmuştur. O, her zaman ve mekânda muhatapları ile iletişim yolları aramış, vahyin mesajını onlara tebliğ etmeye ve bu mesaja uygun davranışlar kazandırmaya çalışmıştır. Yani onları eğitmiştir.
O, görevini tamamlamış ve kendisinden sonrakilere hem önemli bir miras, hem de ağır bir emanet bırakmıştır. Kendisinden sonra bu görevi üstlenenler de peygamber mesleğine sahip olmanın onuruyla ve emanet bilinciyle sorumluluklarını yerine getirmeye gayret etmişlerdir. Hz. Muhammed'in mesajının kısa sürede dünyanın geniş bir kısmına yayılmış olmasında içtimaî, siyasî, dinî vb. sebepler yanında, onun bahtiyar bir vârisi olmak için gösterilen bu çabaların rolü kuşkusuz büyüktür.
Günümüzde de eğitimcilerimiz bilhassa öğretmenlerimiz ve din görevlilerimiz bu görevi ifa etmeye çalışmaktadır. Çalışmamız, din eğitimi ve öğretimini birinci derecede ve muhatapla yüz yüze yerine getirme konumunda olan bu insanlara mütevazı bir katkı sağlayabilirse amacına ulaşmış olacaktır.
Çalışmanın Giriş Bölümü'nde, araştırmanın problemi, alt problemleri, amaç ve önemi, kaynakları, yöntemi ve sınırlılıkları ile ilgili açıklamalara yer verilmiştir. Birinci Bölüm'de, Hz. Muhammed'in risalet öncesi. ve risalet görevinin başlamasından sonraki hayatından önemli kesitlere yer verildikten sonra Kur'an'da açıklanan başlıca özellikleri incelenmiştir. İkinci Bölüm'de yaratılışı, yetenekleri, sorumlulukları, üstünlükleri ve zaafları ile Kur'an'ın insan yaklaşımı üzerinde durulmuş, ayrıca Kur'an'da inanç bakımından insan tipleri tahlil edilmiştir. Üçüncü Bölüm’de vahyin Hz. Muhammed'den bir eğitimci olarak istediği nitelikler belirlenerek bunlar eğitim, iletişim vb. ilgili bilimlerin verilerinden yararlanılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Araştırma sonunda ulaşılan neticeler ve bunlara dayanarak sunulan öneriler ise Sonuç Bölümü'nde özetlenmiştir.
Bu hale gelmesi yedi yılı bulan bu eserin oluşumunda gösterdikleri sabır ve özveri için aile bireylerine ayrı ayrı teşekkür borçluyum.
Konu seçiminden eserin tamamlanmasına kadar her safhada gösterdiği yakın alâkadan dolayı Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı Beyefendi'ye şükranlarımı sunuyorum. Birikimleriyle eserin olgunlaşmasına katkıda bulunan Prof. Dr. Mualla Selçuk Hanımefendi'ye, Prof. Dr. Halis Ayhan, Prof. Dr. Selahattin Parladır, Prof. Dr. M. Şevki Aydın ve Prof. Dr. N. Yaşar Aşıkoğlu Beyefendilere müteşekkirim.
Üzerimde hakkı bulunan ve burada tek tek sayamadığım bütün hocalarımı, meslekdaşlarımı, arkadaş ve dostlarımı şükran ve minnetle yadetmek de benim için zevkli bir vazifedir.
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Salât ve selâm, insanlığın yolunu aydınlatan peygamberlere, onların hatemi Hz.' Muhammed'e ve onların yolunda olanlara...
Ahmet Koç Mart 2005 [2]
Bireyin kendini gerçekleştirmesi ve çevreye uyum sağlaması için gerekli süreçleri oluşturmak eğitimden beklenen temel görevdir. [3] Ancak bireyin yeteneklerinin, ihtiyaçlar ve beklentiler ile birlikte ele alınması ve çatışmaya yol açmayacak bir bütünlük içerisinde geliştirilmesi kolay olmamaktadır.
İnsan yetenekler, ihtiyaçlar ve beklentiler bakımından oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Hayata tutunabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için yeme, içme, uyuma, dinlenme, barınma vb. bir takım fizyolojik ihtiyaçları yanında; güvenlik, sevgi, bağlanma, saygınlık, özgürlük, bilme, anlama, keşfetme vb. psikolojik ve sosyal ihtiyaçları da vardır. Bu ihtiyaçlar zamanla çeşitlenerek karmaşık bir hal almaktadır. [4]
Araştırma sonuçları, insan davranışlarının, biyolojik ve fiziksel dünyanın algıya giren işaretlerine göre yapılan tepkilerden ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. Buna göre, insan birçok davranışını algı planında belirlediği ilişkilere göre yapmaktadır. Fakat insan, biyolojiye bağımlı bu davranışlardan başka, biyolojik ihtiyaçlarının ve fiziksel dünyanın zorlaması olmadan kendi tasavvur dünyasında kararlaştırdığı eylemler de yapmaktadır. İnsan dış dünyayı zihnine taşımakla ve dış dünyanın güdümünde olmadan düşünme işlemleriyle yeni sonuçlara ulaştığı gibi; kendi düşüncelerini sembollerle temsil ettiği için onlar üzerinde de düşünebilmektedir. Yani, insanın biyolojik planda yaşamasını sürdürmesinden ayrı olarak, sembolik planda kararlaştırdığı eylemlerle inşa ettiği bir hayatı daha vardır.
İnsan, medeniyetler ve kültürler kurarak doğadan yararlanma yolları bulmuş ama bununla tatmin olmamıştır. Doğa olaylarının arkasında ne olduğunu, olayları doğuran sebepleri, güçleri merak etmiştir. Biyolojik ihtiyaçlarını somut algılarına göre somut tepkiler yaparak karşılamakla yetinmemiş, soyut düşünce planında doğayı sorgulamaya, etrafında olup bitenlere anlam vermeye de çalışmıştır. [5]
Etrafında olup biteni anlama ve hayatı anlamlandırma çabası içinde nereden geldiği, varlık alemindeki yeri, neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış olduğu, doğumla ölüm arasına sıkıştırılmış hayatta görev ve sorumlulukları, bu hayatın kaçınılmaz sonu olan ölüm ve sonrası ile ilgili tecessüsleri onu diğer varlıklardan ayıran ve cevap bekleyen temel sorular olmuştur.
İnsan mutlu, huzurlu ve yaşanmaya değer hayatın sırlarını aramaktadır. Bunlara ulaşsa bile sonlu bir hayatı kabule yanaşmamakta, sonsuzluğu arzulamaktadır.
Bu metafizik sorulara ve beklentilere tarih boyunca dinler, felsefi sistemler, çeşitli fikir akımları, ideolojiler cevap aramıştır. İnsanın bu soru ve sorunlarına diğerleri yanında vahyin sunduğu imkânlar önemli açılımlar getirmiş çoğunlukla da daha doyurucu bulunmuştur.
Öte yandan insan her zaman ve mekânda herkes ve her şeyle etkileşim içerisindedir. Bu etkileşim yapıcı olduğu kadar yıkıcı da olabilmektedir. [6] İnsan üzerinde değişikliğe sebep olan her türlü etki, eğitimin sınırları içerisinde düşünüldüğüne göre [7] yaşarken hepimiz eğitiyor ve eğitiliyor, öğreniyor ve öğretiyoruz demektir. Eğitim genellikle bu etkileşimin olumlu yöndeki planlı ve kasıtlı tarafını ifade etmek için kullanılmakta [8] ise de, sonuçları açısından insanda davranış değişikliğine yol açan her etkileşim formal veya informal olsun birbirlerinin yanında ve çoğu zaman iç içe işlevlerini sürdürmektedir.
Formal eğitimde, eğitim sürecine giren kişinin davranışlarında dolayısıyla kişiliğinde meydana gelmesi istenen farklılaşmaları belirleyen, eğitilecek kişinin kazanması gereken davranış ölçütlerini ortaya koyan amaçlar [9] neler olmalıdır? Bu amaçlar hangi kurumlar ya da kişiler tarafından belirlenecek, nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirilecektir? Programdaki hedeflerin tespiti ve hiyerarşisi, muhtevanın sistematiği, eğitim-öğretim yaşantılarının seçimi ve değerlendirilmesi neye göre yapılacaktır?
Keza, insanın informal etkilere açık oluşu, onun yaşam içinde kendiliğinden oluşan bir süreçte gelişigüzel bir şekilde olumlu ve olumsuz olarak etkilenmesine yol açmaktadır. Oysa bireyin etkileşimde bulunduğu çevre şartları daha geniş ve büyük ölçüde kontrol altına alınabildiği oranda istenilen insanın yetiştirilmesi şansı artacaktır. [10] O halde gelişigüzel oluşan süreç hangi oranda kontrol altına alınabilir? Ya da en azından olumsuz etkiler nasıl azaltılabilir?
Bunlar, eğitim biliminin sürekli tartıştığı konulardır. Bu tartışmaları yönlendiren temel faktör de yetiştirilecek insanın niteliği, bir başka deyişle nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizdir. Dolayısıyla bütün eğitim sistemleri ve felsefeleri her türlü eğitim-öğretim durumlarını oluştururken insana yükledikleri anlamdan yola çıkmaktadır.
Din eğitimi bilimi de, dinin mahiyetine uygun olarak insan varlığının bütünü ile ilgilenmektedir. İnsanın hayatını, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele almakta, yani insanla insan olarak ilgilenmektedir. [11] Farklı disiplinlerin araştırmalarından da faydalanarak aranan ve arayan varlık olarak insanı araştırmak, din eğitimi biliminin temel amaçlarından sayılmaktadır. [12] Bunun için öncelikle insanın ne olduğu, kabiliyetlerinin, ilgilerinin, tutumlarının, güçlü ya da zayıf yönlerinin neler olduğunun bilinmesine ihtiyaç vardır.
Semavi dinlere göre Allah, insanı yaratmış, aranan ve istenen insan olmanın ve insanca yaşamanın yollarını yine insanlar arasından seçtiği elçilerin yürüttükleri eğitim-öğretim faaliyetleriyle göstermiştir. Allah her topluma bir peygamber göndermiştir. İlk insan aynı zamanda bir peygamberdir. Peygamberler yeryüzünde Allah'ın buyruklarını O'nun adına insanlara tebliğ eden, onları öğreten kişilerdir. Bu bakımdan onlar, Allah tarafından görevlendirilen eğitimcilerdir. Öteki eğitimcilerden farkları eğitim ve öğretimi Allah adına yapmış seçkin ve örnek kişiler olmalarıdır. [13]
Kendinden önceki kutsal kitapları doğrulayan Kur'an [14] Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim görevini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. [15] Vahyin inişi ile birlikte Hz. Muhammed, Kur'an'a dayanarak insanlara yaşayan bir örnek olmak suretiyle bir yandan bilinmeyenleri bilinir hale dönüştürmeye, yani kendisi öğrenmeye, bir yandan da kendine bildirilenleri öğretmeye başlamıştır. [16]
Kur'an'ın bildirdiğine göre Allah, Hz. Muhamrned'in peygamberliğini tasdik etmek ve ona inanmak üzere diğer peygamberlerden söz almış ve kendisi de ona tanıklık etmiştir. [17] Dolayısıyla Hz. Muhammed'in mesajı kendinden önceki bütün peygamberlerin mesajını da kuşatan ve her çağın insanına hitab eden evrensel bir özellik taşımaktadır.
O halde bu evrensel mesajın insan tanımı ve ona yüklediği anlam nedir? Kur'an insanın birtakım üstünlüklerine aynı zamanda zaaflarına işaret etmektedir. Bu zıt eğilimler nasıl telif edilecektir?
Diğer yandan, din eğitimi ve öğretimindeki başarı veya başarısızlık öncelikle ve büyük ölçüde bu görevi yürütmekte olanların kişisel ve meslekî nitelikleri ile yakından ilişkilidir. Allah tarafından terbiye edilmiş [18]
ve muallim olarak gönderilmiş [19] olan Hz. Muhammed'in başarılı bir eğitimci olduğu, eğitim-öğretim faaliyetlerini etkili bir biçimde gerçekleştirdiği ise ona inanan inanmayan herkesin teslim ettiği ve tarihen de sabit olan bir hakikattir.
O halde Vahyin, Hz. Muhammed'den bir eğitimci sıfatıyla istediği nitelikler nelerdir? Onun eğitim-öğretim görevini başarıyla tamamlamasında etkili olan kişisel ve görevle ilgili nitelikleri günümüz şartları ve ihtiyaçları doğrultusunda nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız?
Eğitim-öğretimin bir gereği olarak insanlarla etkili bir iletişim kurabilmek ve onlara rehberlik edebilmek için gerekli bilgi, beceri ve davranış biçimleri nelerdir?
İşte bu sorulara cevap arayan çalışmanın amacı, evrensel mesajın insana yüklediği manadan hareketle, Allah'ın insanlar arasından seçtiği, terbiye ettiği ve '"en güzel örnek" olarak takdim ettiği Hz. Muhammed'in, "muallim" sıfatıyla Kur'an'da öne çıkan kişisel ve görevle ilgili niteliklerini anlamaya, açıklamaya ve modellemeye çalışmaktır. Eğitimcinin, faaliyetlerinde etkili ve verimli olabilmesi için herhalde ve her şeyden önce kendini ve muhatabını tanıması gerekir. Buradan hareketle bu çalışmada, kendimizi tanımamıza ve değerlendirmemize yardımcı olması için vahyin bir eğitimci olarak istediği nitelikleri inceleyerek Hz. Muhammed'in modellenmesine; muhatabı tanımamıza yardımcı olması için de vahyin insan telakkisinin ortaya konulmasına gayret edilecektir.
Bu çalışmanın pratik amacı ise, her kademedeki din eğitimcisinin, dini öğretme sorumluluğu taşıyan ve bunu görev bilen herkesin, görevlerini yerine getirirken yararlanacağı eğitsel sonuçlara ulaşmaktır. Bununla birlikte, çalışmanın hedef kitlesini "öğretmenler" ve bilhassa "din görevlileri' oluşturmaktadır. [20]
Bu araştırmada ana kaynak Kur'an-ı Kerim'dir. Zira Hz. Muhammed'in eğitimi, Kur'an'da öngörülen esaslara dayanmaktadır. O Kur'an'ı tebiiğ etmiş, Kur'an'ı yaşamıştır [21] Hadis, tefsir, kelam, İslam tarihi vb. ilahiyat bilimlerinin kaynakları,, ayetlerin anlaşılmasını, olgu ve olayların betimlenmesini, açıklanmasını ve yorumlanmasını destekleyen diğer malzemelerdir Bunlar, vahyin tarih içerisindeki anlaşılma ve uygulanma biçimlerini ortaya koyan önemli bir mirastır. Bunların daima yeniden keşfedilmesi, eleştirel bir yaklaşımla anlaşılıp yorumlanması ve bugüne taşınması gerekmektedir. İlahiyat bilimlerinin her biri bunları bugün ulaşılan imkânları ve mevcut sorunları da dikkate alarak kendi metodolojisi ile anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadır.
Din eğitimi bilimi, öğretime müsait kılınacak muhtevayı belirlerken büyük ölçüde ilahiyat bilimlerinden, bu muhtevanın öğretime müsait kılınmasında da eğitim bilimlerinin yorumlarından yararlanmak durumundadır. Bu çalışmada, vahyin insan yaklaşımı ve Hz. Muhammed'den bir eğitimci olarak istediği kişisel ve görevle ilgili niteliklerin betimlenmesi, açıklanması ve yorumlanmasına katkı sağlayacak ilahiyat bilimleri, eğitim bilimleri, din bilimleri ve sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinden ve bu alanlarda yapılmış bilimsel çalışmalardan yararlanılmıştır.
Araştırmamızda Manevi Bilimsel Yöntem esas alınmıştır. Bu yöntemin merkezinde "anlama" kavramı yer almaktadır. "Anlama"da sübjektif yaklaşımlardan tamamen kurtulmak mümkün olamayacağı için bilimsel bir yöntemde olması gereken genel geçerlilik ilkesinin yerine gelmesi de bir sorun olarak gözükmektedir.
Bilimsel çalışmalarda "genel geçerlilik" konusu tartışılmıştır. Bu tartışmalarda tabiat bilimlerinde bir bilginin genel geçerliliğinden söz edildiği vakit, bu bilginin bilen insanın kabiliyet ve eğilimleri ile o andaki ruh durumundan bağımsızlığı kastedilmiştir. Ancak manevi bilimler teorisi ile ilgili çalışmalar, bu genel geçerlilik ilkesinin manevi bilimlere aktarılamayacağını göstermiştir. Buna göre, manevi bilimlerde konusunda her vakit yeni tartışmalara götürecek ve köklü yorumlayışları gerektirecek bir gerçeklik yeterli görülmektedir. Genel geçerlilikle ilgili olmayan bu çeşit bir gerçeklik, sübjektiflikle ilgili olan rastgelelikten, keyfi irade ve boş spekülasyonlardan tamamıyla farklıdır. Keyfi irade ve boş spekülasyonlar yaratıcı bir tartışmaya imkân vermezler. Çünkü bunların gerçek bir dayanakları yoktur. Oysaki dayanak, bilgiyi daha ileri götüren yeni yorumlamalar için bir çıkış noktasıdır. Kısaca, manevi bilimlerdeki bilginin objektifliği, dayanaklar üzerine temellendirildiği için, aynı konunun bütün insanlar tarafından aynı tarzda ve bundan dolayı da genel geçerliliği olacak bir şekilde kavranması gerekmez diye düşünülmektedir. [22]
Manevi Bilimsel Yöntemde anlama, eğitim bilimi araştırmalarında doğal bir tamamlayıcı olarak kabul edilmekte ve anlama olmaksızın sosyal bilimsel bir araştırma mümkün görülmemektedir. Bununla birlikte eğitim biliminde anlamanın yalnız metne bağlı kalmayıp eğitim gerçekliğine de dayanması beklenmektedir.
Bu çalışmanın temel referansı vahiydir ve doğal olarak bir metne bağlılık söz konusudur. Bu yönüyle çalışmada normatif bir yaklaşımdan söz edilebilir. Kutsal metinler, gelenek ve bunların normları olmaksızın din eğitiminden bahsetmenin mümkün olamayacağından hareketle normatif yaklaşımların din eğitimi bilimi açısından gerekli ve önemli olduğu kabul edilmektedir. [23] Ancak bu araştırmada, merkezde vahiy olmakla birlikte, vahyin günün şartları ve birikimi doğrultusunda anlaşılması, sorunların uygulama ile bağlantı kurularak ve eğitim gerçekliği yorumlanarak ele alınması bakımından Manevi Bilimsel Yöntem ağırlık kazanmıştır. [24]
Araştırmada betimleme, açıklama, teori ve ilkelere ulaşma eylemlerinin bilimsel bir disiplin içerisinde yapılmaya çalışılmasına rağmen "anlama"ya dayalı çalışmalarda bir takım sübjektif yorumlardan ve yargılardan tamamen kurtulabilmek elbette mümkün değildir. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi dayanakları olan yorumlardaki sübjektiflik, en azından manevi bilimler için objektif olmamak anlamına gelmemektedir.
Çalışmada vahyin referans alınmış olması doğal olarak teorik boyutun ağırlığını arttırmakta bu durum anlama, açıklama ve yorumlamada teori-pratik arasındaki dengenin kurulmasında bir takım güçlüklere yol açmaktadır. Söz gelimi kutsal metinde geçen kavramların eğitim bilimleri diline aktarılması kolay olmamaktadır.
Kavramlar belirli muhtevaları yansıtırlar. Bu muhtevalar insanların ortak anlayış ve nitelendirmeleriyle oluşmuştur. Dolayısıyla hiçbir kavram, bir zamanda kazandığı anlam ve muhtevayı hiç değiştirmeksizin sonsuza kadar taşıyamamaktadir. Üstelik farklı bilimsel disiplinler, aynı harflerle ve seslerle ifade edilen kavram kelimelerine farklı muhtevalar yüklemektedir. Bu farklılık, birbiri ile alışverişte bulunmayan veya çok az bulunan bilimler açısından problem yaratmaktadır. Meseleye bu açıdan bakıldığında din eğitimi bilimi ile diğer ilahiyat bilimleri arasında önemli zorluklar yaşanmaktadır. [25]
Bu nedenle kavramların analizinde öncelikle o dildeki karşılıklarının tespiti, zaman içerisinde nasıl anlaşıldığı ve bu gün için nasıl anlaşılabileceği üzerinde durulmuştur. Bunun için de hem klasik, hem de çağdaş lügat ve tefsirlere sıklıkla başvurulmuştur. Bunların yanı sıra ilahiyat bilimlerinin, sosyal bilimlerin ve eğitim bilimlerinin literatüründen ve çağdaş bilimsel çalışmalardan yararlanılmıştır.
Çalışmada insanın yaratılışı, yetenekleri, üstünlükleri, zaafları, inanç bakımından ortaya koyduğu psikolojik özellikleri üzerinde de durulmuştur. Bu bize din eğitimi ve öğretiminde, dini iletişimde muhatap olarak insanın genel eğilimlerini göstermekte ve bu süreçlerin etkili biçimde işlemesi için önemli ipuçları vermektedir. İnsanı gelişim basamaklarına ve çağlarına göre incelemek ve her bir dönemin ve gelişim alanının ayrı ayrı incelenmesi bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır.
Hz. Muhammed'in peygamber olarak misyonu çok kapsamlıdır. Bu yönüyle kuşkusuz özel nitelikleri ve görevleri vardır. Çalışmanın birinci bölümünde bunlara işaret edilmiştir. Ancak esas olarak onun bir eğitimci olarak sahip olduğu nitelikler incelenmiştir. Bunların incelenmesi ile aynı zamanda dini iletişimde kaynağın önemi ve nitelikleri üzerinde durulmuş olmakta; mesaj, kanal vb. diğer iletişim unsurlarına ise dolaylı olarak temas edilmektedir.
Kur'an'da sunulan bütün eğitim-öğretim durumları ve Hz. Muhammed'in bu konudaki uygulamaları çalışmanın sınırlarını zorlamakta, üstelik böyle bir amaç da taşınmamaktadır. Bu nedenle bunlar ayrı başlıklar altında incelenmemiştir. Bunun yerine çalışmanın ilgili kısımlannda gerekli bağlantılar ve atıflarla konunun zihinlerde bütünleşmesi hedeflenmiştir. [26]
Hz. Muhammed'i doğru anlamak ve modelleyebilmek için onu bütün yönleriyle tanımak gerekir. Onun eğitimci kimliğine geçmeden önce insan ve peygamber olarak kimliğini incelemenin yararlı olacağı düşünülmektedir. Bunu bize sağlayacak olan en sağlam kaynak kuşkusuz Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an, birinci kaynak olmak üzere konuyla ilgili diğer güvenilir kaynaklardan da yararlanılacaktır. Bunun için öncelikle hayatına dair önemli bilgiler iki aşamalı olarak ve ana hatlarıyla incelenecektir. Birinci aşamada doğumundan peygamberlik görevi verilinceye kadar olan; ikinci aşamada peygamberlik görevinin başlamasından itibaren olan dönem incelenecektir. Bunlardan sonra da Kur'an'da sayılan özellikleri ele alınacaktır. [27]
Kur'an'da bazı peygamberlerin doğumu, çocukluk dönemi ve gençliği hakkında bilgilere rastlamak mümkündür. [28] "O, seni yetim bulup, barındırmadı mı?" [29] ayetinde işaret edilen yetimliği dışında Hz. Muhammed'in çocukluk dönemi ile ilgili Kur'an'da doğrudan bilgiler verilmemektedir.
Diğer kaynakların bildirdiğine göre Hz. Muhammed 571 yılında, Fil Olayı'ndan elli-ellibeş gün sonra kamerî aylardan Rebîu'l-Evvel ayının ontkisinde Pazartesi gecesi Mekke'de doğmuştur. Babası Abdullah, Hz. Muhammed henüz ana rahmindeyken vefat etmiştir. Hayatının ilk dört yılını çölde yaşayan Benî Sa'd kabilesinin yanında sütannesi Halime iie geçirmiştir [30]. Altı yaşında annesi Amine'yi, sekiz yaşında dedesi Abdulmuttalib'i kaybetmiş, bundan sonra dedesinin vasiyetine uygun olarak amcası Ebu Talib'in yanına geçmiştir. [31] Hz. Muhammed'in bu dönemde bir süre çobanlık yaptığı [32] ve on-oniki yaşlarında, Ebu Talib ile ticaret için Şam yolculuğuna çıktığı da rivayetlerden anlaşılmaktadır. [33]
Ondört-onbeş yaşlarında Ficar Savaşları'na ve bu savaştan kısa süre sonra yapılan Hilfülfudul Antlaşması'na katılmıştır. Yirmibeş yaşlarında, çevresinde zengin ve saygın birisi olarak tanınan Hatice'nin ticaret kervanını Basra'ya götürmüş ve başarı ile neticelenen bu ticaretten sonra Hatice ile evlenmiştir. Bundan sonra eşinin evinde ikamet etmek üzere Ebu Talib'in yanından ayrılmıştır. Evliliklerinin ilk yıllarında Hatice'nin malı ile ticarete devam emiştir. Otuzbeş yaşlarında Kabe'nin tamiri sırasında Hacerü'l-Esued''in yerine konulması esnasında çıkan tartışmada hakemlik yapmış, herkesin kabul ettiği bir çözüm yolu bularak kendisine duyulan güveni ve saygınlığı pekiştirmiştir. [34]
"Ve Rabbin seni fakir bulup zengin etmedi mi?" [35] ayeti, Hz. Muhammed'in risalet öncesi ekonomik durumu ile ilgili ipuçları vermektedir. O zamanki Mekke toplumunda maddî varlık, itibar için önemli bir ölçü sayılmaktadır. Ticari hayat ve evliiik, Hz. Muhammed'i ekonomik yönden güçlendirmiş, toplum içindeki yerini de sağlamlaştırmıştır.
O dönemde Mekke'de yaygın olan putperestliğin yanı sıra Hıristiyanlık ve Yahudiliğe mensup insanların da olduğu bilinmektedir. Bunların dışında putlardan uzak tek tanrı inancına sahip bazı haniflerin varlığından da bahsedilmektedir. [36]
Putperestlikten uzak olmasına rağmen, [37] hakikat arayışında Hz. Muhammed'in pek de huzura kavuşmuş olmadığı Kur'an'ın şu beyanından anlaşılmaktadır:
"Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mı?" [38]
Nitekim Hatice ile evlenmesinden bir müddet sonra Mekke yakınlarındaki Hira Mağarasına gidip gelmeye başlamıştır. Anlatıldığına göre, Hz. Muhammed, o dönemlerde yalnız kalmaktan hoşlanıyor, Hira Mağarası'na çekiliyor günler ve geceler boyunca orada ibadet ediyordu. [39]
Burada günlerini bazen de haftalarını yalnız başına dua ve tefekkürle geçirmektedir. O günlerdeki inanışlar ve sosyal düzen, bilhassa sosyo-ekonomik eşitsizlik, hileli ticari uygulamalarla kazanılan zenginlik, bu zenginliğin fakir, yetim ve mazlumlara harcanmayıp sorumsuzca heba edilmesi vb. toplumsal sorunlar, üzerinde düşünmeye değer konulardır. [40]
Tarihe mal olmuş kişilerin yetişmesinde yaşadıkları çağın ve çevrenin büyük etkileri olmuştur. Hz. Muhammed'in hayatı incelendiğinde kendi çağı ve çevresinin etkilerinden uzak kaldığı görülmektedir. Denilebilir ki, daha doğmadan babasını ve doğduktan kısa bir süre sonra da annesini ve terbiyesi üzerinde etkili olacak diğer hamilerini kaybeden Hz. Muhammed, bizzat Allah'ın terbiyesinde risalete hazırlanmış, kişiliğini oluşturan ve büyük gelişimi sağlayan etken vahiy olmuştur:
"...Allah sana ilâhî kelamı indirmiş, hikmeti ve bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü gerçekten büyüktür." [41]
Hz. Muhammed'in;
"Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti" [42] sözü de bu hususa işaret etmektedir.
Hz. Muhammed risalet öncesi hayatını kendi toplumu içinde geçirmiştir. Hayatının hiçbir yanı onlardan saklı değildir. Gençliğinde de "el-Emin" olarak tanınmaktadır. [43] Risalet vazifesinden önce kırk yıllık bir zaman içinde ilahiyat, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk ve iktisatla ilgili şeylerden hiç bahsetmemiş, etkileyici bir hitabına rastlanmamıştır. Tanrı, melekler, semavi kitaplar, geçmiş peygamberler, eski ümmetler, Kıyamet, ölümden sonraki hayat, Cennet-Cehennem hakkında herhangi bir şey söylememiştir. Güvenilir bir kişiliği vardır ama risalete kadar hayatında olağanüstü bir değişikliğe rastlanmamıştır. Ancak Hira'dan çıktığında çok şey değişmiştir.[44]
Hz. Muhammed'in, peygamber olmadan önce vahiy konusunda bilgisi olmadığına Kur'an işaret etmektedir:
"De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musunuz?"' [45] Bu ve benzeri ayetlerde [46] peygamberlik görevi verilmeden önce böyle bir göreve namzet olduğunu ne kendisinin ne de bir başkasının bilmediği açıkça ifade edilmektedir.
Hz. Muhammed'in peygamberlik görevinden önce toplum içerisinde bilinen özelliği dürüst ve güvenilir oluşudur. Sade bir hayat yaşamıştır. Akrabalarıyla ilgilenen, güçsüzlerin yardımına koşan, yoksullara yardım eden, misafire ikram eden birisidir. [47]
Kısaca ifade etmek gerekirse, Hz. Muhammed'in peygamberlikten önceki hayatında yetim, öksüz ve evliliğine kadar fakir sayılabilecek bir hayat yaşadığı, bu dönemde çobanlık ve zaman zaman da ticaret yaptığı bilinmektedir. Yaşadığı çevrede mevcut olan dinlerden hiç birisine girmediği, putperestlikten tamamen uzak olduğu da rivayetlerden anlaşılmaktadır. Çevresinde öne çıkan vasfı ise "Emin" oluşudur. O zamanki cahiliye toplumunda geçerli olan örf, adet ve anlayışlan benimsemediği hatta bunlardan uzaklaşmak için senede bir ay Hira'da inzivaya çekildiği de rivayetler arasındadır. [48]
Peygamberlik gelmeden önceki son dönemlerini münzevi bir şekilde tefekkürle geçiren Hz. Muhammed'in, bu dönemde gün ışığı kadar berrak, sadık rüyalar gördüğü, bazı olağanüstü hadiselere muhatap olduğu bildirilmektedir. [49] Bu haller onu daha sonra yaşayacağı vahyin ağırlığına hazırlar gibidir. Kaynakların bildirdiğine göre, 610 yılının Ramazan ayında Hira'da bulunduğu bir sırada Cebrail ilk vahyi getirmiştir. Bunlar "Oku!" emri ile başlayan Alâk Sûresi'nin ilk ayetleridir. [50]
Hz. Muhammed, büyük bir heyecan ve korku içerisinde evine gelip durumu eşi Hatice'ye anlatmış, o da kendisini sakinleştirmeye çalıştıktan sonra, o zaman Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgisi olan, Tevrat ve İncil'i okuyan ve söylediklerine itibar edilen amcasının oğlu Varaka fa Nevfel'e durumu iletmiştir. Hz. Peygamber'in yaşadıklarını dinleyen Varaka şunları söylemiştir:
"Bu gelen, Musa'ya da gelen Cebrail'dir. Sen bu ümmetin Peygamber'i olacaksın..." [51]
İlk vahyin gelmesiyle yaşanan bu coşkudan sonra bir fetret devresi olmuş, bir müddet yeni bir vahiy gelmemiştir. [52] Fetretin ne kadar sürdüğü hakkında ise kesin bir bilgi yoktur. [53]
Rivayetlerde göre, fetret döneminde Hz. Peygamber, büyük bir yeis ve üzüntü hali yaşamış, ailesinden uzaklaşmıştır. Bu dönemde genellikle Kabe'nin etrafındaki avluda yatıp kalkmaktadır. Artık kendisinin ilgisini çeken yegâne şey; ruh ve gönlünü arındırmak ve kim olursa olsun herkese iyilik yapıp yakınlık göstermektir. İçine girdiği bu sert disiplin halinin, kalpteki varsa en ufak bir lekeyi bile söküp atması ve dünya hayatı ile ilgili en sonuncu alâkayı da tasfiye etmesi gerekmektedir. Böylece o, diğer bütün insanlar gibi insan kalmakla birlikte, her bir hareketi, her bir sözü ve her arzusu İlâhî irade içinde şekillenmektedir. Bazı kimselerin Allah'ın onu artık terk ettiğini söylerheleriyle, vahye duyulan iştiyak daha da artmıştır. [54] Bu durum risalet için önemli bir psikolojik sürecin yaşandığı ve bütün hazırlıkların tamamlandığı izlenimini vermektedir.
Cebrail, şimdi yeni bir vahiyle gelmiştir: [55]
"...Rabbin seni bırakmadı ve sana darıtmadı. Senin sonun, ilkinden iyi olacaktır. Rabbin, sana bağışta bulunacak ve sen de hoşnut olacaksın...” [56]
Bundan sonra vahiy, tamamlanıncaya kadar kesintisiz bir sürece girmiştir, ilk nazil olan ayetler, Hz. Muhammed'in zihinsel ve duygusal yönden takviyesi ile ilgilidir.
Bunlardan Alâk Sûresi, her şeyi yaratanın Allah olduğunu, bütün insanlar için gerekli her şeyi hazırlayan ve cömertçe takdir ve tahsis eden, bilhassa öğrenme, öğrendiklerini 'kalem" denen vasıta ile başkalarına nakletme yeteneğini insana bağışlayanın Allah olduğunu beyan etmektedir.
Duhâ Sûresi'nde, Allah'ın üstün kuvvet ve kudretinden başka, Hz. Peygamber'in risalet öncesindeki zihinsel, duygusal ve ekonomik yönlerden yardıma ve desteğe muhtaç bazı hallerine işaret edilerek ihtiyaç sahiplerine maddî ve manevî alanda yardım etme vazifesine dikkat çekilmektedir.
Müzzemmil Sûresi'nde, ağır bir göreve hazır olması istenmektedir:
"Ey örtülere bürünen! Gece biraz ilerleyince [namaz için] kalk; gece yarısı -biraz önce ya da sonra- [kalk] ve ağır ağır, duyarak Kur'ân oku. Doğrusu biz, sana [sorumluluğu) ağır bir mesaj tevdi edeceğiz..."
Müddessir Sûresi'nde, "kalk ve insanları uyar" emri verilirken, inkarcıların bazı özelliklerine işaret edilerek bunlardan gelecek tepkilere dikkat çekilmektedir. Bununla birlikte sabırla Rabbine yönelmesi, Allah'a ibadete kalkmadan evvel bedenen ve kalben arınması, Allah'ın öfke ve gazabını çekebilecek her şeyden uzak durması istenmektedir.
Üç yıl süren gizli davetin ardından [57] Hicr Sûresi'nin 94. ayetinde açık ve kesin bir şekilde, Allah'ın emrettiklerini açıkça tebliğ etmesi ve müşriklere aldırış etmemesi istenmektedir.
Şuara Sûresi'nde, sadece en yakın akraba ve dostlarına değil, aynı zamanda bütün insanlara bunların Allah'tan bir vahiy olduğunu, eskilerin mukaddes kitaplarında geleceği haber verilen Peygamber'in kendisinin olduğunu bildirmek suretiyle bu ayetlerin falcılıktan, gaipten haber veren kehanet iddialarından, şeytani, hayali ve şairane her çeşit işten tamamen farklı vahiyler olduğuna dair bir uyanda bulunması ve onları bu konularda ikna etmesi emredil inektedir. [58]
Risalet görevi Hz. Peygamber'e öylesine ağır bir sorumluluk getirmiştir ki, son derece nazik ve hayatında kimseyi incitmemiş bir insanın yakınlarından başlamak üzere pek çok insanı karşısına alması demek olan bu görev, onun belini bükmüş, göğsünü daraltmıştır. Onun bu hali İnşirah Sûresi'nde şöyle anlatılmaktadır:
“Biz kalbini açıp ferahlatmadık mı ve üzerinden yükü kaldırmadık mı, o belini büken yükü? Şerefini ve itibarını yükseltmedik mi? Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır. Şüphesiz, her güçlükle bir kolaylık! Öyleyse [sıkıntıdan] kurtulduğun zaman sağlam dur ve yalnız Rabbine sevgi ile yönel " [59]
Görüldüğü gibi ilk vahiyler onun zihinsel ve duygusal yönden takviyesi ile ilgili olduğu kadar, yerine getirmesi gereken görevin ağırlığını da ortaya koymaktadır. İradesi dışında kendisine tevdi edilmiş peygamberlik görevi, normal insan gücünün ve takatinin ötesindedir. Peygamberlik, vahyi insanlara öğretmeyi gerekli kılmaktadır. Bunun için önemli bir hazırlık devresine ihtiyaç vardır. Öncelikle vahiy karşısında iyi bir öğrenci/alıcı olmak durumundadır.
Modern psikolojiye göre, öğrenme sürecinin başlayabilmesi ve bireyin karşılaşacağı bir duruma gereken karşılığı verebilmesi onun kişilik özelliklerinin oluşturduğu hazırbulunuşluk düzeyine bağlıdır. Kişi bir şeyi öğrenmeye hazır olmadan o şeyi öğrenemez. Hazırbulunuşlukta bireyin olgunlaşması kadar geçmiş yaşantıları da önemlidir. Hazırlık için belli ölçüde "olgunlaşma'' ve "alıştırma"nın yanında başka "psikolojik etki ya da telkinler" gereklidir. Bireyin bir işi yapabilmesi için gereken olgunlaşmaya erişmesinin' yanında o işin gerektirdiği ön bilgi, beceri ve tutumu da kazanmış olması gerekir. [60]
İlk vahyin gelişinden önceki süreç ve ilk vahiylerin muhtevası incelendiğinde Hz. Peygamberin, görevin ağırlığına uygun bir hazırbulunuşluk düzeyine ulaşması için birtakım fizyolojik ve sosyal güdülere yer verildiği görülmektedir. Yetim iken barındırılan, fakir iken zengin edilen, yüce bir gücün desteğine mazhar kılınan, şeref ve itibarı yükseltilen, kendisine vadedilen ihsanlarla hoşnut olacağı bildirilen, zihni ve duygusal sorunlarına anlamlı cevaplar verilen Hz. Muhammed, bütün bunlardan sonra sorumluluk gerektiren ağır bir göreve muhatap kılınmıştır. Bu dönemde Hz. Peygamber'in ekonomik ve sosyal güvenlik, korunma, bağlanma, sevgi ve saygınlık, anlama-bilme, kendini gerçekleştirme gibi ihtiyaçlarına cevap verilen bir süreçten söz edilebilir. Bu süreçte yaşanan hazırlık döneminde, bugün "motivasyon basamakları" [61] olarak adlandırılan, dikkat, ihtiyaç, tatmin etme, tasavvur etme ve eylem basamaklarının "olumlu pekiştireçlerle" desteklenerek gerçekleşmiş olduğu da düşünülebilir. Ancak burada açıklamaya çalıştığımız motiflere sadece temel insani ihtiyaçlar açısından bakmak yeterli değildir. Bunlar insan için önemli birer motivasyon unsuru ise de dini motivasyonun bunlardan daha üst düzeyde ve kapsamlı bir etkiye sahip olduğuna kuşku yoktur. Nitekim dinî motivasyon sadece bu dünya ile sınırlı olmayıp ahiret hayatını da kapsamaktadır. Dini inanç da sadece dille ifade edilen soyut bir olgu olmayıp insanın temel ihtiyaçlarını da düzenleyen etkin bir güçtür.
Netice olarak denilebilir ki, Hz. Muhammed bu dönemde, kendisine indirilene içtenlikle inanmak ve sonra bu öğretiyi ailesi, yakın dostları ve güvendiği kişilerden başlayarak insanlığa tebliğ etmek/öğretmek için önemli bir hazırlık sürecinden geçmiştir. [62]
Vahyin insanlara ulaştırılması ve hayata geçirilmesi için insanlar arasından seçilmiş olan peygamberler, tarih boyunca insanlığın en büyük muallimleri olmuşlardır. İlâhî mesajı anlamak, peygamberleri tanımak ve onların öğretilerini incelemekle mümkündür. Bu hususta, son peygamber olarak ilâhî mesajı insanlığa tebliğ eden Hz. Muhammed'le ilgili oldukça zengin malzemeye sahip olduğumuz söylenebilir. Ancak, kendisine tevdi edilen göreve uygun olan özellikleriyle onu tanımak ve mesajını doğru anlamak için müracaat edilecek kaynakların en sağlamı şüphesiz Kur'an-ı Kerim'dir.
Bu nedenle, çalışmanın sınırlarını zorlamadan bir eğitimci olarak onun kimliğini ortaya koyabilmek için Hz. Peygamber'in Kur'an-ı Kerim'de öne çıkan özelliklerini incelemenin yerinde olacağını düşünüyoruz. Onun eğitimci vasfını diğer özelliklerinden ayrı olarak düşünmek söz konusu değildir. Ancak onun bir peygamber olarak sahip olduğu bir takım hususiyetleri de ayrıca vurgulamak gerekecektir. [63]
Peygamberler, insanlar arasından seçilmiş üstün nitelikli Allah elçileridir. Kur'an-ı Kerim diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed'in de bir beşer olduğuna dikkat çeker, onun insan olduğunu, ilâh veya melek olmadığını vurgular. [64]
Onun risalet görevini bir beşer olarak üstlenmesi inanmayanlar tarafından yadırganmış ve ondan insanüstü niteliklere sahip bir varlık olması, olağanüstü şeyler yapması beklenmiştir. Ona inanmak istemeyenler şöyle demişlerdir:
"Bu Elçi'ye ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı yahut kendisinin ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değilmi?" [65]
Onlara Kur'an'ın cevabı şöyle olmuştur:
"De ki: "Kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Rabbimdir! Ben, sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şey, hep:
"Allah, peygamber olarak bir beşer mi gönderdi" demeleridir." [66]
"Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsalardı, o zaman onlara elçi olarak elbette gökten bir melek gönderirdik." [67]
Sadece Hz. Muhammed'e değil diğer peygamberlere de kavimlerinden inanmayanların en çok itiraz ettikleri husus Peygamber'in kendileri gibi bir insan olmasıdır. [68]
Hz. Muhammed, kendisine peygamberlik gelmeden önce peygamber olacağını bilmiyordu. [69] O da kendisinden önce gönderilen peygamberler gibi bir insandır ve insanlar arasından Allah'ın seçtiği bir elçidir. [70] O da diğer insanlar gibi ölümlüdür. [71]
Allah'ın kendisine bildirdiği şeyler dışında gelecekle ilgili bir bilgisi yoktur. [72] Ruhun mahiyetini bilmez. Kıyametin vaktini bilmez. Sadece böyle bir günün geleceğini haber verir ve insanları uyarır. [73]
Risaletten önce Kitap ve imanla ilgili bir bilgiye sahip değildir. [74] Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir fayda ve zarar verecek durumda olmaması hususunda da diğer insanlardan farkı yoktur. [75] Herhangi bir kötülüğe maruz kalması da kendilidendir. [76]
Vahiy konusunda Hz. Peygamber'in doğrudan iradesi yoktur. Dinle ilgili hevâsından bir şey söylemez ve sadece vahyedilene uyan ve onu açıklayan bir elçidir. [77] Ama dünya ile ilgili bilgi ve birikim gerektiren konularda "Siz dünya işinizi benden iyi bilirsiniz" [78] diyerek bağlayıcı olmamaya da özen göstermiştir. Yine:
"Size kendi görüşüm olarak bir şeyi emretmişsem bilin ki ben de bir insanım. Fakat Allah'tan bir şey söylersem onu alınız. Gerçekten ben Allah üzerine yalan söylemem" [79] buyurmuştur.
Hz. Muhammed insanlar arasından seçilmiş bir beşerdir. Ancak onun hakkında sağlıklı bir yaklaşım sergileyebilmek için hem beşeri hem de nebevi hususiyetlerini doğru değerlendirmek ve dengeyi korumak gerekir. Aksi takdirde nebevi yönünü dikkate almadan sadece beşeri yönü üzerinde durmak ve beşeri yönüne vurgu yapan naslara fikrimizi yoğunlaştırmak onu tamamen herhangi bir insan veya akıllıca bir insan seviyesine indirmek gibi bir tefrit olur.
Nebevi yönünü hiç düşünmeden, getirdiği kemâlâtı şahsından bilmek de onu ilahlaştırmak gibi bir ifrata götürebilir. Onda gerçekten bir beşerde görülmeyen kemâlât vardır. Fakat o bu kemalin kaynağı değildir. O bu kemâlâta mazhardır, yansıtıcıdır. Kaynak Allah'tır. [80]
O bir beşerdir ama Allah'ın bizzat eğittiği, bilmediklerini öğrettiği, ebedî risaleti tebliğ etmekle görevlendirdiği Allah'ın seçkin kulu ve elçisidir. Beşer olduğunu unutmadan, sınırları aşmadan, kendisine bîldirilenlere ilave yapmadan ve eksik bir şey bırakmadan görevini tamamlamıştır.
Kur'an incelendiğinde Allah ile tüm yaratıklar arasında bir iletişim olduğundan söz edilebilir. Kur'an'da Allah'ın kaynak, manevî varlıkların [melek, cin, şeytan vb.] [81], hayvanların [bal arısı, kuşlar vb.] [82] ve cansız varlıkların [yer, gök, ateş vb.] [83] hedef kitle [alıcı] olduğu bir iletişim şekli görülmektedir. [84]
İnsanlarla olan iletişimi ise, insanlar arasından seçtiği elçiler vasıtasıyla olmuştur. Beşer peygamber, onların duyduklarını duyar, zevk aldıkları şeyden zevk alır, tecrübeleri değerlendirir, arzu ve sıkıntılarını fark eder. Bu yüzden güçsüz düştüklerinde merhamet gösterir, eksikliklerini gördüğünde tamamlar. Nihayet kendilerinden biridir. [85]
İlk Peygamber Hz. Adem'den son peygamber Hz. Muhammed'e kadar gönderilen bütün peygamberlerin Allah ile insanlar arasında bir çeşit dini iletişim sağlamakla görevli oldukları bilinen bir husustur. Allah'ın diğer varlıklarla doğrudan iletişim kurmasına karşılık insanla iletişiminde kendi türünden elçiler görevlendirmesi dikkat çekicidir. Kur'an’nın insanın yaratılışı, psikolojisi, görev ve sorumluluklan, varlıklar içerisindeki yeri, bir başka ifadeyle ona yüklediği anlam ile ilgili verdiği bilgiler incelendiğinde böyle bir iletişimin gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır. [86]
Kur'an-ı Kerim'de peygamberler için "nebî" ve "resul'' terimleri kullanılmıştır. Dinî terminolojide genellikle bu kavramlardan anlaşılan şudur:
Nebî, insanlar arasından seçilen, Allah'tan vahiy alan ama yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, kendisinden önceki bir Peygamber'in kitabı ve şeriatıyla hükmeden peygamberdir.
Resul ise, hem peygamberler hem de melekler için kullanılan [87] ve peygamberlere nispet edildiğinde insanlar arasından seçilen, yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilen elçi anlamına gelmekledir. Bu anlamda her resul aynı zamanda nebîdir ama her nebî resul değildir. Bir başka ifadeyle peygamberler için nübüvvet umumi, risalet hususidir.
Resûl ve nebinin aynı anlama geldiğini söyleyenler de vardır. Ancak deliller açısından birinci görüş daha isabetli görünmektedir. [88]
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber için bazen nebî, bazen resul, bazen de her ikisi birlikte kullanılmıştır;
"Ey Nebî! Biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ve izniyle, Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik" [89]
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun..." [90]
“Onlar ki, ümmî olan resul nebfye uyarlar..." [91] Hz. Muhammed, hem nebidir hem de resuldür. Bu özellikleriyle geçmiş peygamberlerle ortak yönleri vardır. Ancak, onun diğer hiçbir peygamber için söz konusu olmayan bir hususiyeti vardır ki o da nübüvvet ve risaletin onunla son bulması, peygamberler halkasının onunla tamamlanması, dinin onunla kemale ermesidir. [92]
İlk insandan itibaren her millete bir uyarıcı ve yol gösterici peygamber gönderilmiş [93] ve bu müessese Hz. Muhammed ile tamamlanmıştır:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin hâtemidir..." [94]
Burada geçen hâtem, yüzük üzerine kazılmış mühür, bir şeye tesir etmekten hâsıl olan iz, nakış demektir. Bir şeyi mühürlemek, bir şeyin sonuna damga vurmak için de hatm denilmiştir. Bu kelime başka bir kıraate göre hatim şeklinde okunmaktadır ki, o zaman bu kelime "nihayete erdiren, mühürleyen" anlamına gelmektedir. [95]
Bu durumda Hz. Muhammed, hem peygamberliği nihayete erdiren son peygamberdir, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ve belgeleyen İlâhî bir mühürdür. Hz. Muhammed, diğer peygamberlerin kendisi hakkındaki müjdelerini gerçekleştirmek bakımından da onların nübüvvetini mühürleyen İlâhî bir damgadır. Beşeriyet Hz. Muhammed ile din açısından tekâmül gayesine ermiştir. [96]
Ondan sonra peygamber gelmemiştir, gelmeyecektir. Zira Allah onunla gönderdiği dinle nimetini tamamladığını, dini kemale erdirdiğini ve onun dışında bir dinin katında makbul olmayacağını bildirmiştir. [97] Nübüvvet ve risaletin kendisiyle tamamlandığını ve artık bir peygamber gelmeyeceğini açıklayan pek çok hadis de mevcuttur. [98]
Hz. Muhammed ile risaletin kesilmesi insanlığın rüştüne erdiğinin, yüksek ve olgun bir merhaleye ulaştığının göstergesidir. Artık insanlık âlemi problemlerini çözmek için yeni bir vahiy beklemeyecektir.
O'nun tebliğ ettiği dinin özü olan Kur'an ve onun canlı bir örneği olan Hz. Peygamber'in, hayatın her alanına ışık tutan model şahsiyetinde herkes için mesajlar bulunabilir. Yapılması gereken, bu zengin malzemeyi her dönemin ihtiyaç ve beklentilerine uygun olarak yorumlayıp çözümler üretebilmektir. [99]
Hz. Muhammed ;den önceki bütün peygamberler belli bir kavme gelmiştir. Onların risaleti belli mekânla ya da en azından belli bir zamanla sınırlıdır. Zira bir sonra gelen Peygamber'in risaleti ile daha öncekinin misyonu tamamlanmıştır. Kur'an'da zikredilen peygamberlere gelen hitaplarda onların muhatabı olan toplumlardan, kavimlerden bahsedilir. [100]
Kur'an'da zikredilen peygamberler yanında zikredilmeyen peygamberler de vardır. [101] Ancak Hz. Peygamber'in dışındaki peygamberlerin hiçbirinde evrensellik yoktur. Sadece Hz. Peygamber'in risaleti evrenseldir ve onun çağrısı bütün insanlığı kapsar. [102]
Kendisinden önce hiçbir Peygamber'e verilmeyen umumi risalet Hz, Muhammed'e verilmiştir. Getirdiği ilkeler zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün insanlığı muhatap almaktadır:
"De ki: Ey insanlar, şüphesiz ben Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim..." [103],
"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler." [104]
Hz. Peygamber kendisi de:
"...Şenden önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderildiği halde, ben bütün insanlığa gönderildim" [105] buyurmuştur. Onun risaleti sadece insanlara değil, cinlere [106], hatta bütün âlemleredir. [107]
Hz. Peygamber'e indirilen Kur'an, Arapça'dır, kendisi Arap milletindendir. Kendisine gönderilen emirleri açıklasın diye kavminin lisanıyla gönderilmiştir. Fakat muhatabı bütün bir insanlık olduğu içindir ki, tebliğini her tarafa ulaştırmak maksadıyla tercümanlar kullanmıştır. Rivayetlere göre Hz. Peygamber'in yanında Farsça, Rumca ve Habeşçe bilen kimseler bulunmakta ve bu kimseler kendisine mütercimlik yapmaktaydılar. [108] Bunların arasında Yahudilerin yazı dili olarak kullandıkları Süryanice'yi bilen olmadığı için Hz. Peygamber, Zeyd b. Sabit'e güzel bir şekilde bu dili okuyup yazmasını öğrenmesini emretmiş ve Zeyd, on beş gün içinde bu dili yazmasını ve okumasını öğrenmiş, ondan sonra da Yahudilerle yazışma işini o yerine getirmiştir. [109] Kur'an-ı Kerim'in muhafazası Allah'ın teminatı altındadır. [110] Hz. Peygamber ile din tamamlanmış, başlangıçtan beri tek bir akide halinde peygamberlerin tedricen getirdiği din, onunla kemale ermiştir. Onun getirdiği dinin en önemli özelliği bütün insanlığı kuşatması ve herkese hitap etmesidir.
İslâm, geçmiş peygamberlerden hiçbirini yok saymayan, reddetmeyen aksine hepsini saygıyla anan ve onlar hakkında söylenen yanlışlıklan düzeltme yoluna giden bir tavır sergiler. Tevhîd anlayışını tek bir çizgi halinde gören onun son ve tamamlayıcı uzantısı olan ve geçmişteki bozulmaları sapmaları tashih ederek insanlık tarihini bir bütün olarak muhatap alan bir anlayış getirir.
İslâm, aslında Hz. Muhammed ile'başlamış değildir. Kur'an'a göre önceki peygamberler de İslâm'ı tebliğ etmişler, kavimlerini İslâm'a davet etmişlerdir. [111] Hz. Peygamber'in çağrısı, önceki peygamberlerin tebliğ ve davetini de içine alan evrensel bir çağrıdır. O hem kendisinden önceki peygamberlerin tebliğierine aykırı olarak sonradan dine karıştırılan hurafeleri, değişiklikleri, dinle alâkası olmayan şeyleri tashih etmek, onları asli şekillerine kavuşturmak, hem de onlarda olmayan ve kendisiyle tamamlanacak olan hususları açıklayarak Hz. Âdem'den beri süregelen İslâm'ı din olarak kemale erdirmekle görevlendirilmiştir.
Hz. Peygamberdin tebliği kendinden önce gelenleri kapsayacak niteliktedir. İnsanları sınırlı bir alan ve zamanla kuşatan önceki elçilerin davetini, sınırlılıktan kurtararak bütün insanlık, tüm zamanlar ve bütün bir kâinat perspektifi getiren evrensel nitelikler öngörmüştür. Bu perspektif devamlı değişen şartlara rağmen, asıl dokuyu örselemeden insanın ihtiyaçlarına cevap verecek zenginliktedir. Çünkü bu dini açıklayan ve nasıl uygulanması gerektiğini bizzat "Kur'an ahlâkı" ile yaşayarak gösteren Hz. Muhammed'in gönderiliş gayesi âlemlere rahmet olmaktır. [112]
Rahmet, merhamete muhtaç olana ihsanda bulunmayı gerektiren acıma duygusu, rikkat ve şefkattir. Rahmet. Allah için söz konusu olduğunda lütuf ve ikram, insanlar için söz konusu olduğunda iyilik anlamına gelmektedir. [113]
Kur'an'ın ifadesiyle [114], rahmeti her şeyi kuşatan Allah, lütuf ve ihsanı gereği yarattığı varlıkların her birini yaratılış amacına uygun donanımlarla desteklemiştir. Yaratılmışların en şereflisi olan insanı ise yaratılış ve varoluş amacına uygun zengin bir fıtratla donatmış, aynı zamanda uzun ve çileli yolculuğunda ona rehberlik edecek kitaplar ve peygamberler göndermiştir.
Vahiy, dünya hayatında varoluş gayesini bilemeyen, günlük hayatında karşılaştığı sayısız soru ve sorunlarına cevap arayan, yapıp ettiklerini anlamlandırma sıkıntısı çeken, ölüm ve ötesini merak eden kısaca hayatın ve ölümün anlamını arayan insana doyurucu cevaplar sunmaktadır. Bu anlamda bütün kutsal kitaplar ve onları insanlığa sunan bütün peygamberler şüphesiz rahmettir. Ancak Kur'an, kendisinden önceki vahiyleri zirvede bütünleştiren son İlâhî kitap olması bakımından sonsuza kadar hükümleri insanlığın problemlerine ışık tutacak temci kaynaktır. Onun muhatabı bütün bir insanlık ailesidir. Kâinatın dengesi, bütün varlıkların yaratılış gayesine uygun istihdamı, insanlığın bu kaynaktan feyiz almasıyla mümkün olacağı için Kur'an bütün âlemler için rahmettir.
Hz. Peygamber de Kur'an'ın canlı örneği ve insan-ı kâmil modeli olarak âlemlere rahmettir. O, şefkat ve merhametin insandaki tecellisinin ufuk noktasıdır. Bundan dolayı, Rauf ve Rahim, Allah'ın isimlerinden olmasına rağmen, Kur'an'da Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. [115]
Onun rahmet oluşu risaleti dolayısıyla sadece inananlara has da değildir. O tüm varlık âlemine Allah'ın en büyük ikramı ve rahmetidir:
"[Ey Muhammed] Biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik." [116] Onun âlemlere rahmet olması Kur'an iledir. [117]
Bütün insanlığın bu rahmetten istifade edemiyor olması, onun rahmet oluşuna bir engel teşkil etmez. Hz. Peygamberin rahmet oluşundan istifade etmek için onun getirdiği mesajı doğru anlamak ve kavramak gerekir. Mesajın gereklerini yerine getiremeyenler onun rahmetinden de istifade edemezler. Çünkü Kur'an, Allah'tan gelen basiretler, gönül gözlerini açan nurlar, gerçeğe ileten kanıtlar ve inanan toplum için rehber ve rahmet olarak nitelendirilmektedir. [118]
Hz. Muhammed'in Kur'an'da sayılan vasıflarından birisi de, "ümmî" olmasıdır. [119] Ancak ümmî'nin anlamı konusunda fikir birliği yoktur. Kelimenin lügat anlamının zenginliği ve Kur'an'da farklı kişiler için kullanılmış olması bu fikir ayrılığında etkili olmuştur. Ancak bu konunun çok fazla tartışılmasında asıl faktörün, ümmi kelimesinin "okuma-yazma bilmeyen" anlamına takılarak her inanç mensubunun bunu kendi lehlerine yorumlama çabası olduğu görülmektedir.
Lügatte "Ümmî" şu anlamlara gelmektedir:
1. Okuma yazma bilmeyen
2. Anasından doğduğu hal üzere kalmış, fıtratı bozulmamış olan
3. Arap milletinden olan. [120]
Kelimenin bu anlamlarıyla birlikte Hz. Peygamber'in sıfatı olarak Ümmü'l-Kura'ya mensup [Mekkeli] manasına geldiği de söylenmiştir. [121] Kur'an'da ümmî, şu kimseler hakkında kullanılmaktadır:
1. İlâhî Kelâm [Tevrat]ın gerçek bilgisine sahip olmayan [bir kısım Yahudiler]. [122]
2. Kendilerine vahyedilmiş belli bir kitabı olmayanlar [Ehl-i Ki-tab'ın dışında kalanlar] ve müşrik Araplar. [123]
3. Hz. Muhammed. [124]
Kur'an'da, gerek Hz. Muhammed'den gerek bir topluluktan bahsedilirken, ümmî kelimesinin, telkinleri veya bilgileri yazılı bir kaynağa dayanmayan anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. [125]
Ümmî kelimesi ile ilgili tartışmaların odak noktasını Hz. Peygamber'in okuma yazma bilip-bilmediği meselesi ve buradan çıkarılmak istenen neticeler teşkil etmektedir. Bu konuda farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Müslümanların büyük bir kısmı Hz. Peygamber'in hayatı boyunca okuma yazma bilmediğini, bir kısmı risaletten önce bilmediğini ama risaletten sonra öğrendiğini, bir kısmı ise hayatının sonlarına doğru oldukça sınırlı bazı şeyleri okuyup yazabildiğini düşünmektedir.
Bu konuda müsteşrikler arasında da ortak bir kanaat yoktur. Onlardan bazıları Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini kabul ederken, bir kısmı Hz. Peygamber'in risaletten önce de iyi derecede okuryazar olduğunu ileri sürmüştür. Konuya ihtiyatlı yaklaşanlar ise, Hz. Peygamberdin okuma yazma bilmesinin ihtimalden uzak olmadığı kanaatindedir.
Bütün bu görüşleri şu şekilde gruplandırarak değerlendirebiliriz:
1. Bir grup müsteşrik dışında Hz. Peygamber'in, kendisine peygamberlik gelmeden evvel okuma yazma bilmediği noktasında hemen hemen ittifak vardır.
Bu görüşün dayanağı olarak şu ayet gösterilmektedir:
''Sen bundan evvel ne bir yazı okur, ne de onu elinle yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı. Aslında bunlar ilim sahiplerine parlayan birer işarettirler." [126]
Bu ayet, Hz. Peygamber'in kendisine vahiy gelmeden önce okuma yazma bilmediğini işaret etmektedir. Eğer bunun aksi olsaydı bütün ömrünü aralarında geçirdiği kabilesinin ve bulunduğu şehrin insanları bunu bilir ve şahitlik ederlerdi. Zira Hz. Peygamber yaşadığı toplum içerisinde bilinen birisiydi [127]Risaletten önce kırk yıl aralarında yaşamış, risaletten sonraki yaşantısı ise her safhasıyla kayıt altına alınmıştır.
Günlük hayatının en ince ayrıntısına kadar bilgi verilen bir Peygamber'in o zamanki toplum için önemli bir ayrıcalık olan okuma-yazma bilmesi hakkında bilgi verilmemesi düşünülemez. Eğer okuma yazma bilseydi mutlaka bundan bahsedilirdi. Okuma yazma bilmediğine bu da bir delildir denilmektedir. [128]
İbn-i Abbas'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Resûlullah ümmî idi. Hiçbir şey okuyamaz ve yazamazdı. Eğer o okuryazar olsaydı inanmayanlar Kur'an hakkında şüpheye düşer onu öncekilerin kitaplarından aldı da Allah'a nispet etti derlerdi." [129] İbn-i Kesir de Allah Resulü'nün, hiçbir zaman yazı yazmadığını, eli ile bir satır hatta bir harf dahi çizmediğini söylemektedir. [130]
Ayrıca Kur'an'da Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğinin kendisine inanmayanlar tarafından da malum olduğuna şu ayet delil gösterilir [131]:
"Onlar dediler ki: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan öncekilere ait masallardır" [132]
Yine, bunlardan başka A'râf Sûresi'nin 157. ve 158. Ayetlerinde Hz. Peygamber için geçen "Ümmî Nebi" tanımlamasının, Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğine işaret ettiğini söyleyen Râzî, bunu Hz. Peygamber'in bir mucizesi olarak değerlendirmektedir.
Ona göre Hz. Peygamber, hiçbir hocadan ders almamış, bir kitaba muttali olmamış, ulemadan kimsenin meclisinde bulunmamıştır ve zaten Mekke bir ulema beldesi de değildir. Uzun süreli olarak Mekke'den ayrılmamıştır ki gittiği yerlerde okuma yazma, ilim öğrenmiş olsun. Buna rağmen Allah ilmin kapısını ona açmış, hiçbir insanın ulaşamayacağı hakikatleri, geçmiş ve gelecek tüm ilimleri şamil Kur'an'ı O açıklamış ve bu ilimlerin zuhuruna vesile olmuştur. Bu da mucizelerin en büyüğüdür. [133] Bu nedenledir ki okuma yazmanın bir gaye değil, bir vasıta olduğu söylenmiştir. Buna karşılık, dünya ve ahiret hayatında yol alabilmek için bu vasıtaya dayanmaksızın ilerleyebilmenin ve saadete erebilmenin ancak mucize eseri olabileceği belirtilerek okuyup yazmanın önemi vurgulanmıştır. [134]
Ümmî kelimesi hadislerde de Hz. Peygamber'in bir vasfı olarak geçmektedir. [135] Bu hadislerden birisinde, Hz. Peygamber'in:
"Biz ümmî bir milletiz. Yazı ve hesap bilmeyiz..." [136] şeklinde bir ifadesinde bu kelimenin okuma-yazma bilmeyen anlamına işaret vardır. Yine Hz. Peygamber'in Deccal’dan bahsederken:
"... O'nun iki gözü arasında k-f-r [kâfir] yazılıdır. Onu ümmî yahut okuryazar her mü'min okur" [137] şeklindeki ifadesinde de ümmî'nin, okuryazar olmayan anlamında kullanıldığı açıktır.
Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğine, bazı tarihi olaylar da delil gösterilmektedir:
Çok gizli ve stratejik önemi olan mektupları bile başkasına okutarak bu konunun gizli tutulması noktasında mektubu okuyanı uyarması;
Cebrail'in ilk vahyi getirdiğinde "oku!" Demesine karşı Hz. Peygamber'in üç defa "Ben okuma bilmemi" demesi! [138]; Hudeybiye Antlaşması imzalanırken antlaşma metnindeki "Muhammedun Resulullah" ibaresi yerine müşriklerin "Biz senin Allah'ın Resulü olduğunu bilseydik sana tabi olurduk, Muhammed b. Abdullah yazın" demeleri ve Hz. Ali'nin buna itiraz etmesi üzerine Hz. Peygamber'in silmek için "onu bana gösterin" demesi ve o ibareyi kendi eliyle silmesi [139]; gelen vahyi zihninde tutmak için gösterdiği olağanüstü çabalar ki, onları kendisiyle birlikte hafızlara da ezberletiyor, sonra vahiy kâtiplerine yazdırıyordu. Bu hususta, "Eğer okuma-yazması olsaydı her an gelebilen vahyi ezberlemek ve yazdırmak için telaşa düşmez, vahiy kâtiplerini aramaz kendisi yazardı" [140] denilmektedir.
Buradan da anlaşılacağı üzere Müslümanların ekserisi, Hz. Peygamber'in hayatı boyunca okuma yazma bilmediğini savunmakta, okuma-yazması olmayan birisinin, daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görülmediği halde birdenbire, olağanüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'an gibi eşsiz bir Kitap getirmesi ve onu insanlığa tebliğ etmesini bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delili ve en büyük mucizelerinden birisi olarak görmektedirler.
2. Hz. Peygamber'in risaletten önce okuma yazma bilmemesine rağmen risaletten sonra okuma yazma öğrendiğini düşünen Müslümanlar ise, okuma-yazma bilmemek gibi bir noksanlık ve acizliğin Hz. Peygamber'in şanına yakışmayacağı, ilme ve öğrenmeye büyük bir önem veren ve bu hususu teşvik eden bir dinin Peygamber'inin böyle
bir gayretten uzak kalmış olmasının düşünülemeyeceği noktasından yola çıkmışlardır:
"Sen bundan evvel ne bir yazı okur, ne de onu elinle yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı..."' ayetinin risaletten önceki dönemi kapsadığını, risaletten sonraki dönemi kapsamadığı gibi, risalet sonrası okuma yazmayı öğrendiğini ima yoluyla açıkladığını ileri sürerler. [141] Bunlar, Hudeybiye Antlaşması'nda Buharî'nin "...Resulullah sahifeyi aldı, çok iyi yazamıyordu yazdı..," [142] şeklindeki rivayetinde yazma işinin mecazi olamayacak tarzda açık olduğunu, dolayısıyla ismini kendisinin yazdığını belirtirler. Hz. Peygamber'in okuma yazma bildiği ile ilgili bazı tarihi olaylara da işaret edilmektedir. [143]
3. Konuya ihtiyatlı yaklaşanlar da vardır. Mesela, A'râf Sûresi'nin 157. ve 158. ayetlerinde geçen ümmî kelimesinin Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğine delil olmayacağını, ümmî'nin hem bu ayetlerde hem de bu kelimenin geçtiği diğer ayetlerde Ehl-i Kitap olmayanlar anlamında kullanıldığını, ümmiliğin Kitap Ehli olmayan Arapların bir niteliği olarak kullanıldığını belirten Derveze, Hz. Peygamber'in okur yazar olmadığının delili olarak Ankebût Sûresi'nin 48. ve Furkan Sûresi'nin 5. ayetlerini göstermektedir.
Derveze, Ankebût Sûresi'ndeki ayetin Hz. Peygamber'in sadece risaletten önce okuma yazma bilmediğini göstereceğini, ama peygamberlikten sonra okuma yazmayı öğrenmiş olmasının uzak bir ihtimal olmadığını söyledikten sonra bunun sadece ismini yazma ya da bazı cümleleri okuma gibi sınırlı bir çerçevede kalmış olabileceğini, bu çerçeveyi aşmış olsaydı bu durumun rivayetlerde bize kadar ulaşmış olması gerektiğini belirtmektedir. [144]
4. Müsteşrikler de ümmî kelimesi üzerinde önemle durmaktadır. Bunlardan Kasimirski, Ameri, Montet gibi müsteşrikler Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini kabul ederken, Caetani, Blachere gibi müsteşrikler Hz. Peygamber'in risaletten önce de okuryazar olduğunu söylemişlerdir. Bu konuyu net bir biçimde ortaya koyacak kesin bir bilginin olmadığını, bununla beraber okuma yazma bilmesinin muhtemel olduğunu söyleyerek konuya ihtiyatlı yaklaşanlar da olmuştur. [145]
İslâm'ın ilk dönemlerinde Arapların veya Hz. Peygamber'in ümmiliğinden söz edilmediğini, ümmî kelimesinin okuma-yazma bilmeyen anlamı kazanmasının Hicri 2, yılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmaya başlayarak üçüncü yüzyıl boyunca tedricen olduğunu iddia edenler de olmuştur. [146]
Bazı müsteşrikler Kur'an'da "ümmî" kelimesinin, yazılı kutsal kitapları olmayan kavimler için kullanıldığını söylemektedirler. Kelimenin "ümmetle mensup anlamından etkilenmiş olabileceğini, bu durumda A'râf 157 ve 158'de geçen "Ümmî peygamber'' ibaresini "Araplar'a gönderilen, Yahudi olmayan, yerli peygamber" şeklinde izaha çalışmaktadırlar. Onlara göre bu ayetten Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediği değil, olsa olsa Yahudi ve Hıristiyan kitaplarını bilmediği, bir papaz veya rahip gibi önceki kitapları okuyup yazmadığı ileri sürülebilir. [147] Burada Hz. Peygamber'in evrensel misyonunun daraltılması için gösterilen gayret dikkat çekicidir.
Meşhur müsteşrik Caetani, Hz. Muhammed'in okuma yazma bilip bilmediğini kesin olarak tayin etmeye kalkışmanın beyhude olduğunu, çünkü Hz. Muhammed'in bunu muasırlarından bile saklamaya uğraştığını söyledikten sonra, hakikati bilen eski dostları önünde yalan söylemek istemediği için, sadece yeni ashabında ümmiliğine dair bir zan hasıl etmeye gayret sarf etmesinin muhtemel olduğunu ileri sürmektedir. [148]
Caetaniye göre Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini ispata çalışan Müslümanlar, bilhassa en münevverleri Kur'an'da mevcut Tevrat menkibelerinden büyük bir kısmının Beni İsrail'in kutsal kitaplarında bulunduğunu ve başlıca Müslüman ayin ve ibadetlerinden bazılarının İbrani ayinlerinin aynısı olduğunu, bazılarının da onlara çok benzediğini biliyorlardı. Bu durumda Hz. Muhammed'in nübüvvetine inanmayanlar, onun bunları önceki kitaplardan gizlice okuyarak elde ettiğini iddia edebilirlerdi. Bu nedenle Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini ispat etmek Müslümanlar arasında kaçınılmaz bir görev sayılmıştır. [149]
Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmesinin ihtimal dışı olmadığını söyleyen bir başka grup ise, Hz. Peygamber'in okuma yazma bilip bilmediği ile ilgili gösterilen kaynakların-bir tarafı haklı çıkaracak kadar açık olmadığından yola çıkarak, Hz. Peygamber'in, gençliğinde Hz. Hatice'nin işlerini yürüttüğüne göre hesapları tutabilecek durumda olması gerektiğini düşünmekte ve O'nun Mekkeli ortalama bir tacirin bildiği kadar okuma-yazma bilmesini muhtemel görmektedirler. Bunlar ayrıca ümminin daha önceki kitapları bilmeyen kişi manasını öne çıkararak Hz. Muhammed'in Kitab-ı Mukaddes'i asla okumadığı, hatta kendisine dahi okunmadığının kesin olarak kabul edilebileceğini söylemektedir. [150]
Ümmîliğin lügat manaları, Kur'an'da ve diğer kaynaklardaki kullanılış biçimleri ve bu konudaki tartışmaları özetledikten sonra, konuyla ilgili bir değerlendirme yapabilmek için şu soruyu sormak gerekir:
Kur'an'da ümmî olarak vasıflandırılmış bir Peygamber'in, bu hususiyeti üzerinde niçin bu kadar durulmuştur?
Eğer Hz. Peygamber'in okuryazar olmadığı açık bir şekilde ortaya konulursa Kur'an'ın ümmî bir peygamber tarafından insanlığa tebliğ edilmiş olmasının onun mucizevî yönünü ispatlamış veya desteklemiş olacağı düşünülüyorsa, şüphesiz Kur'an'ın böyle bir desteğe ihtiyacı yoktur. Zira inanmayanlara her fırsatta meydan okuyan Kur'an'ın mucize oluşu kendi içinde açıkça zikredilmekte, bu konuda sayısız örnekler sergilenmektedir.
Hz. Peygamber'in şanını yüceltmek için risaletten sonra okuma yazma öğrendiğini ispatlamaya çalışmak da kanaatimizce gereksizdir. Çünkü okuma yazma bilmek her şey demek olmadığı gibi, bilmemek de her şeyden mahrum olmak demek değildir. Hele yazılı kaynakların son derece sınırlı olduğu, bu günkü gibi yazılı ve görsel basın ve yayın faaliyetlerinin hiç olmadığı, kütüphane ve benzeri kültürel destek ünitelerinin bulunmadığı, mektep, medrese gibi kurumların oluşmadığı Hz. Peygamber zamanında ''Okuryazar olmamak" bir eksiklik sayılır mı?
Günümüz şartlarından bakıldığında sıradan insanlar için okuma-yazma bilmenin önemi elbette tartışılmaz. Ancak bütün varlık âlemini, en ufak bir benzerini getirmekten aciz bırakan bir Kitab'ı insanlığa tebliğ etmekle görevlendirilmiş ve her hareketi İlâhî murakabe altında olan bir Peygamber'den bahsedildiğinde, onun sayısız hususiyetleri yanında okur-yazar olmak, ya da olmamak ne ifade edebilir?
O halde mesele, neden bu kadar önemsenmiştir? Kanaatimizce özellikle müsteşriklerin konuya yaklaşım tarzları ve buradan ulaşmak istedikleri netice, tartışmaların kaynağını teşkil etmiştir. Bilhassa "ümmi'nin anlamının daraltılarak sadece "Kitap Ehli olmayan müşrik Araplar anlamında" ele alınması ile Hz. Peygamber'in yalnızca Arap toplumuna gelmiş bir peygamber olduğunun iddia edilmesi ve okuma yazma biliyor olmasının kabul edilmesi halinde Kur'an'ın daha önceki kitaplardan derlendiğinin ileri sürülmesi meseleyi önemli hale getirmiştir.
Her şeyden önce Hz. Muhammed'in hem Arap toplumuna gönderilmiş yerli bir peygamber olduğunu söylemek, hem de getirdiği ilkeleri daha önceki kutsal kitaplardan derlediğini, yani bir anlamda peygamber olmadığını iddia etmek ciddi bir çelişkidir. Aslında böyle bir iddianın ortaya konması için hiçbir delil de mevcut değildir. Nitekim bu iddiaları ihsas yoluyla ileri sürmeye çalışan Caetani, yine bu iddiaların yersizliğini kendisi söylemekte ve şöyle demektedir:
"Hz. Muhammed zamanında Tevrat ve İncil'in Arapça tercümeleri yoktu. Onun İbranî ve Süryanî lisanlarına vakıf olup İbranî ve İsevî mukaddes kitaplarını asıllarından okuduğunu varsaymak için hiçbir delile istinad edilemez." Yine Nöldeke'den naklen A'râf Sûresi'nde geçen "Ümmî Nebî" tabirinin okuma yazma bilmeyen değil, muhtelif kavimlere nazil olan mukaddes kitapları okumamış ve hakikati doğrudan doğruya İlham-ı Rabbaniyeden almış olanlara mahsus olduğunu belirtmektedir. [151]
Ayrıca bu kavramın Kur'an'da kullanıldığı yerlerden yola çıkarak bu sonuçlara varmak isteyenlerin, Kur'an'ın tamamını dikkate almaları usul açısından takip edilecek en basit bir ilkedir. Bu durumda hem Hz. Peygamber'in risaletinin tüm insanlığı kuşattığını, hem de Kur'an'ın Hz. Peygamber'e Allah tarafından indirildiğini açıklayan, önceki kitaplarda bulunmayan veya Ehl-i Kitab'ın bilgilerine muhalif nice haberleri düzelten, iftiraya uğramış peygamberleri tezkiye eden pek çok ayet vardır. Dolayısıyla bir konuya yaklaşırken amaç, önyargılardan sıyrılmış olarak bir problemi çözmekse bunun için çözüm yolları bulunacağı gibi, amaç önyargılardan hareketle problem çıkarmaksa bunun için de çeşitli yollar bulunabilir. Her konuda olduğu gibi burada da niyet önemlidir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Hz. Peygamber'in risaletten önce okuma yazma bilmediğine dair ileri sürülen deliller oldukça güçlü görünmektedir. Zaten müsteşriklerden bir gurup dışında bunun aksini söyleyen de yoktur. Okuma yazması murad edilmiş olsaydı hiç şüphesiz bir insanın aciz kalacağı nice olağanüstü özelliklerle onu destekleyen Allah, sıradan bir insanın bile öğrenmekte zorlanmayacağı bu işi Hz. Peygamber için daha da kolaylaştırırdı. Her fırsatta ilmin, öğrenmenin önemini açıklayan bir Peygamber'in kendisinin böyle bir konuda kayıtsız kalması elbette düşünülemez. Bu işten uzak kalması, olsa olsa Ankebût Sûresi'nde zikredilen hikmet gereği olabilir. Hayatının her anı kayıt altına alınmış bir Peygamber'in okuma yazmayı bildiğine dair açık ve net bir bilgiye rastlanılmaması da onun kayıt altına alınacak derecede bir okuryazar olmadığının işareti sayılabilir.
ikinci dereceden bazı rivayetler delil gösterilerek Hz. Peygamber'in risaletten sonra okuma yazma öğrendiği iddiası, kesinlik ifade etmekten uzaktır. Ancak, Kur'an'ın vahiy kâtiplerine yazdırılmasi süresince okuma-yazma ile fiili olarak sıkça karşı karşıya gelmiş olan son derece zeki bir Peygamber'in bazı şeyleri okuyup yazacak kadar bu işe ünsiyet peyda etmesinde ise hikmete aykırı bir şey olmasa gerektir. [152]
Hz. Muhammed'in daha doğmadan babasını, doğduktan kısa bir süre sonra annesini, arkasından kendisini himaye eden dedesini kaybederek sekiz yaşlarından itibaren de amcası Ebu Talib'in yanında geçen çocukluk dönemine yukarıda işaret edilmişti. Kur'an'da bu dönemlere dolaylı olarak işaret edilmekte ve çocukluğundan itibaren Hz. Muhammed'in İlâhî gözetim altında olduğu ima edilmektedir:
"Andolsun Kuşluk vaktine ve sakinleştiği zaman geceye ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı. Senin sonun, ilkinden illi olacaktır. Rabbin, sana bağışta bulunacak ve sen de hoşnut olacaksın. O, seni iletim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? ..." [153]
Hz. Hatice ile kurduğu ticari ilişki ve arkasından gelen evlilik, Hz. Peygamber'in risalet öncesi hayatı üzerinde önemli bir dönüm noktasıdır. Ekonomik ve duygusal yönden toparlanmasında bu ilişkinin rolü büyüktür. Allah onu rızık endişesinden kurtarmıştır. Bundan böyle o bir yandan ağırbaşlı bir hanımın yanı başında mutlu, huzurlu bir aile hayatına kavuşurken, öte yandan Allah'ın saltanatı ve nimetlerini bütün ruhuyla hissetmekte ve içsel oluşumlarını, ibadete çekilişlerini, geçim sıkıntısı ve zorluklarını düşünmeden sakin bir halde yapma imkânına kavuşmuştur. [154]
Peygamberlikten önce üzerinde olan İlâhî koruma ve destek, görevin ağırlığına uygun bir şekilde peygamberlikten sonra da devam etmiştir.
Daha en yakın akrabalarını uyarması emredilen ilk açık -görevde amcası Ebu Leheb'in tepki ve hakaretlerine maruz kalmış, bunun üzerine inen ayetler onun bu görevi yerine getirirken yalnız olmadığını göstermiştir. [155]
Görevin zorluğu karşısında zaman zaman gelen ilâhî müjdeler ona büyük bir ferahlık ve güven vermektedir. [156] Allah, Elçisini sürekli desteklemiş, onu her türlü tehlikeden koruyacağını vadetmiştir:
"Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur,.." [157]
"Rabbinın hükmüne sabret, çünkü sen, gözlerimizin önündesin..." [158]
Onu öldürmeye kalkışan, onunla alay eden, ona iftira eden, tuzak kuran, ona karşı hileli yollara başvuran, onu şaşırtmaya ve hata yapmaya zorlayan, çeşitli eza ve cefalara teşebbüs eden insanlara karşı onu haberdar eden ve koruyan da yine Allah'tır:
"İnkâr edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri, ya da sürmeleri için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu.." [159]
"...O alay edenlere karşı biz sana yeteriz." [160]
Kur’an, inananların da ona destek olmasını istemektedir. [161] Beşeri özelliklerinden yararlanmak isteyen şeytana karşı da Allah'ın onu ve tebliğ ettiği vahyin koruyucusu olduğu bildirilmektedir. [162]
Kur'an'da Allah'ın Hz. Peygamber'e melekler vasıtasıyla yardım ettiği de açıkça ifade edilmektedir. Bunlardan birisi Bedir Savaşı'dır. [163] Hendek Savaşı'nda da aynı türden manevî yardıma işaret eden ayetler vardır. [164]
Keza, Huneyn Seferinde Hz. Peygamber'in ve inananların İlâhî yardımla desteklendiği şu ayette anlatılmaktadır: "Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozularak arkanızı dönüp geri çekilmiştiniz. Sonra Allah, Elçisi'nin ve mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi, sizin görmediğiniz askerler indirdi...” [165]
Kur'an'da açıklandığına göre Allah, Hz. Peygamber'i beşeri zaaflardan ve düşmanlarının her türlü kötü emellerinden koruduğu gibi, onun vasıtasıyla insanlığa sunduğu Kuran'ı da kendi koruması altına almıştır. [166]
Hz. Peygamber'in risalet görevini yürütürken sürekli olarak Allah'ın gözetimi altında olduğuna işaret edildi. Vahyin bazı hususlarda onu uyardığını da Kur'an'dan anlamaktayız.
Doğru davranışları pekiştirmek için takdir ve övgü kadar, yanlış davranışları düzeltmek için uyan da eğitimin gereğidir. Bu uyarının İlâhî kaynaklı olması konunun önemini daha da artırmaktadır.
Hz. Peygamber'in çeşitli olaylar vesilesiyle uyarılara muhatap olması, eğitimin gereği olduğu kadar, Kur'an'ı güçlü, kahir bir elden aldığının ve kendisinin ona boyun eğdiğinin bir delili olarak da görülmüştür. [167]
Kur'an'da, Hz. Peygamber'in İlâhî uyarıya muhatap olduğu belli başlı hususlar şunlardır: [168]
Rivayetlere göre Hz. Peygamber, Müslüman olmalarını arzu ettiği Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdulmuttalip, Ümeyye b. Halef, Velid b. Muğîre gibi Kureyş'in ileri gelenlerine İslâm'ı anlatmakta iken İbn Ümmü Mektum diye anılan görme engelli Abdullah b. Şureyh içeri girer ve "Ya Resulallah! Allah'ın sana öğrettiğinden bana öğret' der. Hz. Peygamber'in başkasıyla meşgul olduğunu fark etmeyerek bunu birkaç kez tekrarlar. Diğerleriyle meşgul olan Hz. Peygamber, sözünün kesilmesinden rahatsız olur ve gelen şahısla ilgilenmez. Bunun üzerine gelen ayetler [169] onun bu tutumunu eleştirir:
"Surat astı ve döndü, kendisine âmâ geldi diye. Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; Sen ona yöneliyor sun. Onun arınmamasından sana ne? Ama sen, Allah'tan korkup sana koşarak gelenle ilgilenmiyorsun...” [170]
Râzî'ye göre, burada Abdullah b. Ümmü Mektum aslında azarlanmayı hak etmiştir. Çünkü hem Hz. Peygamber'in sözünü keserek, önemli bir görevine engel olmuş ve ona eziyet etmiştir, hem de Kureyş'in ileri gelenlerinden olan bu müşriklerin Müslüman olmaları belki de büyük bir kitlenin Müslüman olmasına yol açacakken böyle bir hayra engel olmuştur.
Hal böyle iken Hz, -Peygamber niçin uyarılmıştır? Râzî'ye göre olayın zahiri, fakirlerin kalbi kırılsa da zenginlerin fakirlerden öne alınacağı vehmini ve fakirlerin kalbinin kırılması ihtimalini doğurmaktadır. Uyarı bu vehmin ortadan kaldırması içindir.
Ayrıca burada Hz. Peygamber'in kalbi, yakınları olması, mevki ve makamlarının üstünlüğü nedeniyle Kureyş ulularına meyletmiş olabilir. Bu hususun kınanması da söz konusudur. [171]
Nitekim rivayetlere göre, bu olaydan sonra Hz. Peygamber İbn Ümmü Mektum'a ziyadesiyle iltifat etmiştir. Ne zaman onunla karşılaşsa:
"Rabbimin kendisi yüzünden beni azarladığı zat merhaba!" diye gönlünü almaya özen göstermiştir.
Bu ayetlerde bir Peygamber'e karşı muhatabın davranışı uygun olmasa da, onun muhatapları arasında hiçbir ayrım yapmaksızın eşit muamele etmesine dair bir uyarı söz konusudur. Bununla beraber Resulüne karşı nasıl davranılması gerektiğine dair pek çok ayette de inananlar uyarılmış ve onun zor durumda bırakılmaması istenmiştir. [172]
Ancak olaya farklı bir açıdan bakıldığında Abese Sûresi'nde anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür:
Kendisini anlatılanların dışında varsayıp inadında devam eden insana, temizlenmesi gayesiyle yönelinmesine rağmen, temizlenmiş ve arınmış bir duruma getirmekten Hz. Peygamber sorumlu değildir. Kur'an sadece bir hatırlatma ve öğüttür. Dileyen onu dinleyip öğüt alabilir.
Burada rehberlikle ilgili çok önemli bir özelliği görmek mümkündür. Çünkü rehberlikte önemli olan başkasının adına karar vermek, seçmelerde bulunmak değil, ona bu hususlarda yardım etmektir. [173] Kur'an da burada, Hz. Peygamber'in rehberlik ve danışmanlık faaliyetlerine işaret etmekte ve uyacağı ilkeleri çeşitli vesilelerle açıklamış olmaktadır. [174]
Rivayete göre müşriklerin liderleri ve ileri gelenleri Hz. Peygamberle görüşmek için huzuruna gelmişlerdi. Peygamber'in yanında bulunan İbn-i Mesud, Suheyb, Habbab, Bilal, Selman, Mikdad ve Ammar gibi fakir ve zayıf kimseleri görünce onları küçümseyerek onlarla aynı mecliste bulunmak istememişler ve "Ya Muhammed! Sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından uzaklaştırsan, biz senin meclisine gelir, konuşuruz, belki sana ittiba ederiz" demişlerdi.
Hz. Peygamber:
"Ben onları kovmam” deyince, müşrikler:
"Hiç olmazsa biz geldiğimiz vakit bunları uzaklaştır, gittiğimiz zaman istersen yanına gelsinler" demişlerdi. Hz. Peygamber de, belki nasihat dinlerler, iman ederler ümidiyle ve Hz. Ömer'in de isteğiyle bu fakir Müslümanların, huzurundan çıkmalarını kabul etmiş, müşriklerin isteğiyle bu anlaşmanın yazıya dökülmesi için Hz. Ali'yi çağırtmıştı. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştur: [175]
"Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara bir sorumluk yok ki, onları kovup da zulmedenlerden olasın” [176]
Ayetin nüzulüne vesile olanlardan Habbab ve Selman, konuyla ilgili olarak şunları anlatmaktadır:
"Resûlullah bizimle otururdu. Dizimiz onun dizine dokunacak kadar ona yaklaşırdık. İstediği zaman da yanımızdan ayrılırdı. "Nefsini, sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut. Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itaat etme" [177] ayeti nazil olduktan sonra biz ondan ayrılmadıkça Resûlullah bizim yanımızdan ayrılmadı ve buyurdu ki:
"Ümmetimden bir gurupla beraber nefsime sabretmeyi emredinceye kadar beni öldürmemiş olan Allah'a hamdolsun. Hayatım da ölümüm de sizinledir." [178]
Hz. Peygamber'in çoğunluğu yoksullardan olan inananlara yönelmesini ve onlara şefkatle muamele ederek destek olmasını isteyen ve Hz. Peygamber'i ve Müslümanları, zenginlerin hallerinden etkilenmemeleri konusunda uyaran ve aynı zamanda ebedî olan nimetlere çağırarak teselli eden benzer ayetlerden biri de şudur:
"... Onlardan bir takım insanlara verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme ve {inanmadıkları için] onlara üzülme, inananlara kanadını indir" [179]
Bazı Müslümanların itirazına rağmen Hz. Peygamberin Bedir Savaşı'na girilmesini istemesi ve ashabıyla istişaresi sonunda bu savaşa karar verilmesi Kur'an'da desteklenmektedir. [180] Müslümanların galibiyetiyle biten bu savaşın sonunda, alınan esirlere yapılacak muamele ile ilgili istişare yapılırken Hz. Peygamber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in fikirlerini sormuştur. Hz. Ebubekir, hidayete ermelerine vesile olacağını ve inkarcılara karşı ekonomik bir güç olacağını umarak esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif etmiştir. Hz. Ömer ise, inkarcıların zayıflatılmasını umarak, genellikle Mekke'nin ileri gelenlerinden oluşan bu esirlerin öldürülmesini önermiştir.
Hz. Peygamber bu görüşleri değerlendirdikten sonra Hz. Ebubekir'in teklifini daha uygun bularak esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarına hükmetmiştir. Ancak bu karan eleştiren ve Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir'in ağlamalarına neden olan şu ayetler nazil olmuştur: [181]
"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiçbir Peygamber’ce esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise ahireti istiyor. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan, bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Artık aldığınız ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir" [182]
Râzî, bu hususu açıklarken şöyle diyor:
"Konu ile ilgili daha önce bir vahiy gelmemiş olmalı ki, Hz. Peygamber ashabı ile istişare etmiştir. Zira hakkında hüküm bulunmayan bir noktada istişare yapılmış ve bir tercih ortaya konmuştur. Savaşla ilgili bir durumda tercih ve tedbir hataları olabilir ve bu hataya düşen eleştirilebilir." [183]
Rivayetlere göre, Abdullah b. Übey b. Selûl ve Cedd b. Kays gibi kavimlerinin ileri gelenlerinden olan bazı münafıklar [184], düşmanın kuvveti, sıcaklığın şiddeti ve mesafenin uzaklığı gibi birçok olumsuzluğu göze almayı gerektiren zor şartlar altında yapılacak Tebük Seferine gitmemek için çeşitli özürler beyan ederek Hz. Peygamberden izin istemişlerdi. [185] Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmayan münafıklar izin almakla kalmamışlar, "Sıcakta sefere çıkmayın" diyerek Müslümanları caydırmaya çalışmışlar, sonra da Hz. Peygamber'e iştirak etmeyip yurtlarında kaldıkları için sevinmişlerdi. [186]
Bu durum karşısında cihattan geri kalmak isteyenlerin özürlerinin yerinde olup olmadığını araştırmadan izin verdiği için Hz. Peygamber uyarılmıştır:
"Allah seni affetsin; Daha kimin doğru söylediği senin için iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmeden önce niçin onlara izin verdin?Allah'a ve ahiret gününe inananlar; mallarıyla, canlarıyla, cihad etmekten bağışlaman için senden izin istemezler. Allah, kendisine karşı kimin sorumluluk bilincinde olduğunu bilir. Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ue şüpheleri içinde bocalayıp duranlar, senden izin isterler. Eğer gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların davranışlarından hoşlanmadığı için onları alıkoydu ue kendilerine:
"Peki, evlerinizde oturun bakalım, diğer oturanlarla beraber" denildi" [187]
Katade ve İbn-i Abbas'tan naklen deniliyor ki:
Allah burada Hz. Peygamber'i izin verdiğinden dolayı uyarmıştır ama daha sonra "Bir takım işleri için senden izin isterlerse, dilediğine izin uer" [188] ayetiyle bu konuda ruhsat vermiştir. [189]
Müslümanlardan da Tebük Seferi'ne özürsüz olarak katılmayan üç kişi olmuştu. Buniar, Ka'b. b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Murare b. Rebi idi ki, seferden sonra çok büyük üzüntü ve pişmanlık yaşamışlar, Hz. Peygamber'in ve inananların serzenişine muhatap olmuşlardı. Hz. Peygamber onların Allah'tan af dilemelerini ve beklemelerini istemiş ve nihayet elli gün bu hal üzere devam eden üzüntü ve pişmanlıklarının ardından tevbelerinin kabul edildiğine dair ayetler gelmiştir. [190]
Allah, elçisini sürekli olarak gözetim altında bulundurmuş ve gerektiği yerde de uyarmıştır:
Bunlardan birisi de münafıklar için mağfiret dilemesidir ki, bu konuda şu ayetlerle ikaz edilmiştir:
"Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah'ı ve Elçisini tanımadılar; Allah, yoldan çıkan kavmi yola iletmez," [191]
"Onlar için mağfiret dilesen de, mağfiret dilemesen de birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkan topluluğu yola iletmez." [192]
Rivayetlere göre, münafıkların başı olan Abdullah b. Übey b. Selûl öldüğünde, oğlu Abdullah, Resûlullah'a gelerek babasını kefenlemek için ondan gömleğini istemiş, Resûlullah da gömleğini vermiştir. Sonra Abdullah, Hz. Peygamber'den babasının cenaze namazını kılmasını istemiş, Resûlullah namazı kılmak için kalktığında Hz. Ömer, onun elbisesinden tutarak. "Ya Resûlallah! Allah seni nehyetmişken sen onun namazını kılacak mısın?" demiş. Hz. Peygamber de:
Allah beni "Onlar için ister af dile, ister dileme. Yetmiş defa dilesen de fark etmez..." ayeti ile muhayyer kıldı. Ben yetmişten ziyade yapacağım deyince, bu sefer Hz. Ömer:
"O münafıktır" diye itiraz etmiş ama Hz. Peygamber namazı kılmıştır. Bunun üzerine de şu ayetle uyarılmıştır: [193]
"Ve Onlardan ölen birinin üzerine asla namaz kılma, onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Elçisini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler" [194]
Konuyla ilgili başka bir rivayet de şudur:
Hz. Peygamber, yalnız ve sıkıntılı dönemlerinde kendisini himaye eden, müşriklere karşı koruyan ve sürekli destek olan amcası Ebu Talib'in son anlarında Müslüman olmasını çok arzu etmiş ama telkinleri fayda vermemişti. Hz. Peygamber'in onun affedilmesi için dua edeceğini söylemesinden sonra, kendisini ikaz eden şu ayet nazil olmuştur [195]:
"Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra, ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne Peygamber'in, ne de inananların yapacağı bir iştir" [196]
Yukarıdaki ayetle birlikte şu ayetin de aynı konuyla ilgili olarak nazil olduğu bildirilmektedir [197]:
"[Ey Muhammed], sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir." [198]
Bu konu Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır:
"Allah'ın nimet verdiği; senin de kendisine nimet verip hürriyete kavuşturduğun kimseye:
"Eşini yanında tut, Allah'tan kork" diyordun, fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah idi. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki [bundan böyle] evlatlıkları, kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın buyruğu yerine getirilmiştir" [199]
Kaynaklarda açıklandığına göre Allah'ın kendisine nimet verdiği ve bir köle iken Hz. Peygamber'in hürriyetine kavuşturarak lütufta bulunduğu kişi Zeyd b. Harisedir. Onun eşi olarak zikredilen de Hz. Peygamber'in halasının kızı Zeynep binti Cahş'tır. [200]
Hz. Peygamber'in isteği üzerine Zeyd ile evlenen Zeynep, eşiyle aralarında denklik bulunmadığını hissettiren davranışlarda bulunarak Zeyd'i rencide ediyordu. Her ikisi de bu evlilikten dolayı mutlu ve huzurlu olamamıştı. Resûlullah da bu durumun farkındaydı. Buna rağmen Zeyd kendisine eşinden şikâyet edip, onu boşamak istediğini söylediğinde Hz. Peygamber:
"Allah'tan kork ve eşini yanında tut" [201]diye tavsiyede bulunuyordu.
Hz. Peygamber'in, bu evliliğin devam etmeyeceğini ve kendisinin Zeynep ile evleneceğini Allah'ın kendisine bildirdiğini nakleden rivayetler vardır. Konuyla ilgili ayetteki Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun ifadesi de bu durumu teyid etmektedir. [202]
Ancak bu durumu açıklamak hususunda Hz. Peygamber çok zorlanmıştı. Zira mevcut geleneklere göre bu durumun Yahudi ve münafıkların dedikodularına [203], Müslümanların zihinlerinin karışmasına yol açacağını düşünüyordu. O kadar ki Hz. Aişe konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:
"... Eğer Resûlullah kendisine indirilen vahiyden bir şey gizleyecek olsaydı, Zeynep'le evlenmesi ile ilgili ayeti gizlerdi...” [204]
Fakat onun böyle bir yetkisi ve tasarrufu olmadığı içindir ki, bir beşer olarak kendisine zor gelse de, kendisine vahyedilerı bir hususu bir peygamber olarak tebliğ etmiş ve vahyin gereğini yerine getirmiştir. Çünkü ayette de belirtildiği gibi Allah'ın takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte Peygamber'e bir güçlük yoktur. Bu evliliği de Allah emretmiştir. Bundan dolayı Zeynep'in, Hz. Peygamber'in eşleri arasında "Beni Allah Teala evlendirdi..." diye övündüğü rivayet edilmektedir. [205]
Vahiy özellikle yaşanan hayat içinde karşılaşılan bîr meseleyi çözmek ve insanlara yol göstermek için gelmektedir. Bu ayette de Allah, Cahiliye döneminde evlatlıkların boşanmış hanımları ile evlenmenin yasaklığı ile ilgili bir geleneği, Müslümanlara bir güçlük olmasın diye Peygamber'in bir uygulaması ile kaldırmış, sosyal bir reform gerçekleşmiştir. Ayette belirtilen hikmeti yanında bu olayın İslâm toplumu ve evlilik hukuku ile ilgili getirdiği pek çok prensip olmuştur şüphesiz. Ancak bunlar konumuzun dışında olduğu için burada ele alınmamıştır. [206]
Hz. Peygamber'in Kur'an'da ikaz edildiği konulardan birisi de, eşleriyle ilgili olarak, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi kendi nefsi için yasaklamasıdır. Bu konuya işaret eden ayetler şöyledir:
"Ey peygamber niçin, Allah 'ın sana helâl kıldığı şeyi, eşlerinin hatırı için kendine haram kılıyorsun? ... Allah size, yeminlerinizi [kefâretle] çözmeyi meşru kılmıştır... O bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Fakat esi, o sözü (başkasına] haber verip, Allah da Peygamber'i, eşinin bu davranışından haberdar edince [Peygamber, eşine] o[söylediği]nin bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. [Peygamber] Bunu eşine haber verince eşi:
"Bunu sana kim söyledi?" dedi [Peygamber]:
"[Her şeyi] bilen, haber alan [Allah] bana söyledi" dedi. Eğer ikiniz, kalplerinizin sapmış olmasından dolayı Allah'a tevbe ederseniz [ne a'lâ}. Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka olursanız, onun koruyucusu ve yardımcısı Allah, Cibril ve mü'mirilerin iyileridir. Ayrıca melekler de ona arkadır," [207]
"Tahrim Meselesi"nin nedenleri hakkında kaynaklarda farklı rivayetler olmakla birlikte, daha çok bu konunun, Hz. Aişe'den rivayet edilen şu olayla ilgili olduğu kabul edilmektedir. Konuyla ilgili Peygamber hanımlarının farklı olarak anlatıldığı bu rivayet de Hz. Aişe şöyle diyor:
"Resûlullah tatlıyı ve balı severdi. İkindi namazını kıldıktan sonra hanımlarını dolaşır onlara yakınlık gösterirdi. Onlardan Zeyneb binti Cahş'ın yanında bir müddet kalır, bal şerbeti içerdi. Bunun üzerine ben ve Hafsa anlaştık. Peygamber hangimizin yanına girerse, ona:
"Sende meğafir” kokusu alıyorum. Meğafir mi yedin?" diyecekti. Anlaştığımız üzere kendisine bu soru sorulunca, [üstünün başının kötü kokmasından hoşlanmayan] Hz. Peygamber:
"Hayır, meğafir yemedim, fakat Zeyneb'in yanında bal şerbeti içtim. Ama bir daha bunu içmemeye yemin ettim, sen bunu başkasına söyleme" dedi. [208] Bunun üzerine, "Ey peygamber niçin Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, eşlerinin hatırı için haram kılıyorsun?"dan itibaren, "Eğer tevbe ederseniz..." ayeti dahil dört ayet [209] nazil oldu. [210]
Hz. Peygamber'in eşleriyle alâkalı olan "Tahrim Meselesi"nin hangi nedenle olduğuna dair yukarıdakine ilaveten başka rivayetler de vardır.
Hz. Peygamber'i huzursuz eden ve tahrime neden olan konunun, cariyesi Mariye'ye yaklaşmamak üzere yemin etmesiyle ilgili olduğu da nakledilmektedir. [211]
Bundan başka, Resûlullah'ın eşlerinin nafakalarını arttırma talepleri, [212] eşlerinden Zeynep'in Resûlullah'ın bir hediyesini iade etmesi ve Hz. Aişe'nin Zeynep'in bu hediyeyi küçümsediğini söylemesi [213] ve Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in kendisinden sonra halife olacağını eşlerinden Hafsa'ya sır olarak söylemesine rağmen onun bu sırrı izhar etmesi [214] gibi nedenler de bu olayla ilgili olarak zikredilmektedir. [215]
Mesele etraflıca incelendiğinde Tahrim ile İlâ Hadisesi'nin birbiriyle alâkalı olduğu ve çoğu kaynaklarda ikisinin birlikte ele alındığı görülmektedir.
Bu ayetlerin nüzul sebebini bu rivayetlerden yalnız birine bağlamaktan ziyade, farklı rivayetlerle anlatılan olayların hepsinin birleşerek İlâ Tahrimi'nin sebebini teşkil ettiği de söylenmektedir [216] ki burada Tahrim konusunun İlâ Hadisesi ile ilgili olduğuna işaret eden Hz. Aişe'den bir rivayete [217] yer verilmektedir.
Taberi, bu rivayetlerin bir kısmına değindikten sonra Tahrim'in hangi konuda olduğunu çok da önemli görmemektedir. Ona göre önemli olan, Allah'ın helâl etmiş olduğu bir şeyi Resûlullah'ın kendisi için haram kılmış olmasıdır ki burada Hz. Peygamber'in uyarılması ve yeminin keffaretle bozulacağının açıklanması söz konusudur [218] "Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın ve sınırı aşmayın" [219] ayeti de bunu gerektirir. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in böyle yapmasında hukuki bir mana olduğu fikri ortaya çıkabilir ve helâl olan birtakım şeyleri kendi nefsine haram kılmanın caiz olabileceği düşüncesine kapılanlar olabilir. Bu da Ruhbanlık'ta olduğu gibi bir takım dünya menfaatlerinin bozulmasına sebebiyet verebilir. Bundan dolayı Allah, bir taraftan Hz. Peygamberi tenbih etmiş, diğer yönden eşlerini kınayarak onlara gerekli olan şeyleri öğretmek, ümmeti korumak ve irşad etmek için bu ayetleri indirmiştir. [220]
Bu sayılanların dışında Hz. Peygamber'in Kur'an'da uyarıldığı başka konular da vardır. Bunlar önemine binaen genellikle tekid sîgası ile gelmiştir, "Olma!" şeklinde vurgulanan bu hususlar şunlardır:
"... Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sakın kuşkulananlardan olma!" [221]
"Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma!" [222]
"Biz sana Kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savunucusu olma!” [223]
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi [yapabi-Hrsen] yerin içine bir delik, ya da göğe bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresen! Allah, dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o halde cahillerden olma!'' [224]
"Ve sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma! Yoksa kaybedenlerden olursun" [225]
"Sen, bu Kitabın sana indirileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkarcılara yardımcı olma. [226]
"Allah'ın, ayetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine davet et, ortak koşanlardan olma! Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma!" [227]
"Sen Rabbinin hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra ızdırapla haykıran balık sahibi [Yûnus Peygamber } gibi olma!" [228]
Bunların dışında; vahyin tamamen İlâhî irade elinde olduğu ve bu konuda kendisinin çaresizliği, [229] kendisine verilen görevle ilgili sorguya çekileceği, [230] tebliğ görevinin ehemmiyeti [231] bu konuda sabır ve sebat göstermesi [232] ama inanmayanlar karşısında umutsuzluğa ve üzüntüye kapılmaması, [233] Rabbine karşı şüpheci olmaması, [234] Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara ya da onlardan alıkoymak isteyenlere meyletmemesi, [235] dünya hayatının süsü olarak servet verilenlere özenmemesi, [236] şeytanın hilelerine karşı dikkatli olması, [237] hangi nedenle olursa olsun müşriklerin bazı isteklerine uymayı düşünmesi ya da psikolojik baskıların olduğu ortamlarda, Allah'ın müşrikler hakkında indirdiği ayetlerin bir kısmını okumakta tereddüt göstermemesi [238] konularında da uyarılmıştır.
Bütün bu hususlar Hz. Peygamber'in zaman zaman çok ağır durumlarla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Beşer tabiatının ayrılmaz parçası olarak karşılaştığı bu tür olumsuzluklarda o, sürekli teselli edilmiş, Rabbinin güven ve desteğine muhatap olmuştur ama kendisine vahiy gelmediği, onun için de gayb olan konularda Allah'ın ilminde en doğru olana aykırı bir görüş, tutum ve davranış olduğunda da İlâhî uyan gelmiş, ölçüyü aşan bir söz ve davranışta bulunmaktan alıkonmuştur. Bütün bunlar onun örnek bir kimlik taşıma sorumluluğundan olsa gerektir. [239]
Kur'an, Hz. Muhammed'e İtaatin Allah'a itaat, ona isyanın Allah'a isyan olduğunu bildirmektedir. Elçiye iman ve itaat olmadan Allah'a iman ve itaat olmayacağını, Allah sevgisine giden yolun Elçi'ye itaatten geçtiğini önemle vurgulamaktadır. [240]
Allah ve Peygamber'inin rızasını dünyada meyledilebilecek her şeyden daha önde tutmadıkça huzur ve esenlik olmayacağı gibi, pek çok mihnet ve sıkıntının da kaçınılmaz olacağına da Kur'an dikkat çekmektedir. [241]
Elçi'ye itaatin içten gelen bir samimiyetle olmasına da vurgu yapılmakta, onun verdiği hükümler karşısında en ufak bir tereddüt göstermeden teslim olunması istenmektedir. [242]
İnananların, problemlerini çözerken Allah'a, dolayısıyla Hz. Peygamber'e ve onun tebliğ ettiği öğretilere başvurmaları ve bunlar ortadayken başka bir çözüm yolu aramamaları tenbih edilmektedir:
"...Eğer,herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu Allah'a ve Elçi'ye götürün” [243]
"Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” [244].
"...Elçi size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun..." [245]
"Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, o yalnız kendi yükümlülüklerinden sorumlu tutulacak, siz de yalnız kendi yükümlülüklerinizden sorumlu tutulacaksınız. Ama eğer ona itaat ederseniz, doğru yola erişirsiniz..." [246]
Ona itaat etmeyenlerin sonunda büyük bir pişmanlık yaşayacakları da Kur'an'da belirtilmektedir:
"O gün zalim ellerini ısırıp: Nolaydı, keşke ben Elçiyle beraber bir yol edineydim! der" [247]
Kur'an, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği dinle ilgili hükümleri içerir. Hz. Peygamber din adına bir hüküm verdiği zaman vahye dayanmış, Allah'ın indirdiği Kitab ile hükmetmiştir. [248] O. vahiyle kendisine bildirilenden başkasını insanlara din olarak açıklamadığı için ona itaat, Allah'a itaat sayılmıştır. [249]
İnsanın dünyaya bilgisiz ve korunmaya muhtaç olarak gelmesi onun bir örneğe ihtiyacını da beraberinde getirmektedir. Hayatı ve varlığı anlamlandırmak için çözülmesi gereken gerçeklikler karşısında ömrü ve yetenekleri sınırlı insanın, kendisine tabi olunacak evrensel modeller olmadan bir yaşam biçimi oluşturması söz konusu değildir. Bunlar en üst seviyede, insanlar arasından seçilmiş ve İlâhî terbiyeden geçmiş olan peygamberlerdir ve bütün peygamberler insanlara vahyin sunduğu gerçekleri öğretmek ve bunları yaşayarak göstermekle görevlidir.
Peygamberlere birer kahraman olarak hayran olmamızın nedeni diyor Fromm, içimizde hissettiğimiz, bizim yolumuzun da onların yolu gibi olması gerektiği duygusudur. Ama korktuğumuz için böyle bir davransın yalnızca kahramanlara özgü olduğu aldatmacası ile kendimizi avutmaya çalışırız. Böylece onlar ilâhlaşır ve biz kendi ilerleme yeteneğimizi onlara yansıtır, sonra da olduğumuz yerde kalırız. [250] Oysa peygamberler tutum ve davranışlarıyla, ortaya koydukları yaşantılarıyla kendini gerçekleştirme sürecinde inanan insanın yardım alacağı en önemli kaynaktırlar. İnsanın peygamberlerle iletişiminin sağlıklı ve dengeli olması açısından bu husus büyük bir önem taşımaktadır.
Hz. Muhammed'in Kur'an'da sayılan özelliklerinden birisi ve belki de insanlar için en önemlisi "üsvetün hasenetün" olmasıdır. Üsve, kendisine uyulacak, arkasından gidilecek örnek demektir ki, bu örneklik iyi veya kötü yönde olabilir. [251] Ancak ayette de geçtiği şekliyle Hz. Peygamber, en iyi/en güzel örnektir. Bu örneklik zaman üstüdür ama ondan istifade etmek için sahip olunması gereken nitelikler vardır:
"Andolsun Allah'ın Elçisinde sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah'ı her daim anan kimseler için, en güzel bir örnek vardır" [252]
Kur'an'da Hz. İbrahim ve onunla birlikte olanların tutumları da güzel bir örnek olarak sunulur. [253]
Hz. Muhammed'e inananlar da insanlık için örnek olmak durumundadır:
"Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir. [254]
Bir kimsenin hayatı, tarihî sübut ve sıhhat bakımından ne kadar sağlam olursa olsun, kemal vasfını haiz olmadıkça insanlar için uyulacak bir örnek sayılmadığı gibi, bir kimsenin hayatı da bütün safhalarıyla halka malum olup her cihetten gizli bir noktası kalmayıncaya kadar herkesçe bilinmedikçe kâmil bir hayat sayılamaz. [255]
Bu manada Hz. Muhammed'in sîreti, beşeri hayatın bütün devir ve safhalarını kapsayan tam ve kâmil bir örnektir. Çünkü onun hayatı, doğumundan vefatına kadar bütün yönleriyle kendi çağdaşları tarafından bilindiği gibi, bu bilgiler sağlam kaynaklar vasıtasıyla kayıt altına alınarak bize kadar ulaşmıştır.
Hz. Muhammed'in mektebi, insanlığın bütün tabakalarından her taifeyi toplayan bir külliyedir. Bütün milletler lisanlarının, renklerinin ve sınıflarının ihtilafına, içtimai durum ve kültürlerinin farklarına rağmen, orada toplanıp birleşmiştir. Herhangi bir insanı oraya almaktan men eden hiçbir kayıt mevcut değildir. [256]
Tarih boyunca insanlığın örnek aldığı pek çok şahsiyet olmuştur. Bunların örnekliği faziletlerden biri veya birkaçıyla ilgilidir. Bunları örnek alacak olanlar kendilerinin ilgi alanıyla alâkalı kişileri ve onlardaki örnek davranışları model alabilirler. Oysa Hz. Muhammed'in örnekliği sınırlandırılmamış, belki sadece onun örnekliğinin kimler üzerinde etkili olacağına işaret edilmiştir.
Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi özellikle inananlar için o her bakımdan en güzel örnek olarak takdim edilmiştir. Ancak bu örnekliğin ilkeler bazında olmasına dikkat etmek gerekir. Yaşanılan zaman ve mekânı, sosyo-ekonomik ve kültürel değişmelerle oluşan mevcut şartları dikkate almadan onun bütün tutum ve davranışlarını aynıyla taklit etmek, örnek alma amacına uygun olmasa gerektir.
Örneklikte aslolan, örnek olanın tutum ve davranışlarının maksadını doğru tespit etmek ve o maksadı gerçekleştirecek modeller geliştirmektir.
"Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin" [257]ayeti onun kâmil ahlâkına işaret etmektedir. Onun ahlâkı, Kur'an ahlâkıdır. [258] Hz. Peygamber, "mekârim-i ahlâkı" tamamlamak için gönderildiğini söylemiştir. [259]. Çünkü ondan önce mekârim-i ahlâk olmamış, onu Hz. Muhammed tamamlamıştır. [260]
O, iyiliğin gerçekleşmesinde olduğu kadar, kötülükten sakınmada da insanların en mükemmelidir. Bu haline nübüvvetten önce onu tanıyan, nübüvvetten sonra ona inanan veya inanmayan herkes şehadet etmiştir. Onun sözünde, davranışlarında, ahlâkında kınanacak hiçbir şey görülmemiştir. [261]
Bir insanı en iyi tanıyan onun ailesi, ailesi içinde de eşidir. Büyük ve önemli sayılan insanların pek çoğu yakından tanındıkça stradanlaşabilir. Fakat Hz. Peygamber'i yakından tanıyan herkesin ona olan saygısında her hangi bir sarsılma olmadığı gibi bilakis daha da arttığı görülmüştür. Bundan dolayıdır ki onu hiç tereddüt göstermeden destekleyen ilk insan, eşi Hz. Hatice olmuştur.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususların dışında Hz. Peygamber'in Kur'an'da zikredilen başka özellikleri de sayılmıştır. Bunlar özet olarak şöyledir:
Geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir [262] Ona ve ümmetine ganimetler helâl kılınmıştır. [263] Eşleri, mü'minlerin annesi sayılmıştır. [264] Tevrat ve İncil ondan bahsetmektedir. [265] Ehl-i Kitap tarafından bilinmektedir. [266] Hz. İbrahim'in ve Hz. İsmail'in duası [267], Hz. İsa'nın müjdesidir. [268] Onun ümmeti, ümmetlerin en hayirlısıdır. [269] İnananlara kendi canlarından ileridir [270] Sadece kendi ümmeti için değil, bütün ümmetler için şahittir. [271] Kur'an'da geçen diğer peygamberlerin hepsine isimleriyle hitap edildiği halde [272]ona ismiyle hitap edilmemiştir. Bazen "Ey peygamber! Ey Nefs!" [273] şeklinde hitaplar olmuştur. İsminin geçtiği yerlerde de hitap yoktur, sadece peygamberliği vurgulanmaktadır. [274] Bu inceliğe Hz. Peygamber'in ashabı da riayet etmiş ona ismiyle hitap etmemiştir. Diğer peygamberlerin kavimleri ise kendi peygamberlerine isimleriyle de hitap etmiştir. [275] Kendisine Kevser verilmiştir. [276] Kevser, lügatte, kesreti ifrat derecede olan yani bol ihsan, pek çok hayır, birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz, büyük bir haber, İslâm ve nübüvvet ve bütün Cennet ırmaklarının kendisinden geldiği Cennet'te bir nehrin adı gibi anlamlar taşımaktadır [277] Kevser'in, Cennet'te özel bir nehrin adı olduğu ile ilgili kanaatler daha yaygındır. Bu manayı destekleyen hadisler de vardır. [278] Kevser, Hz. Peygamber'e verilen Kur'an'dır, nübüvvettir, ümmetinin ulemasıdır, ümmetinin çokluğudur, evlatlarının çokluğudur da denilmiştir. [279] İsrâ ve Mîrac hadisesinin muhatabı olmuştur. [280]
"Kadir Gecesi'' ona ve ümmetine İlâhî bir armağandır. "Makâm-ı Mahmûd" verilmiştir [281] ki yaygın kanaate göre bu, "şefaat" makamıdır [282] En büyük mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. [283]
Kur'an'ı, hikmeti ve bilmediklerini insanlara öğreten bir muallim olması [284] ise onun kuşatıcı vasfıdır. [285]
Bundan önceki bölümde Hz. Muhammed'in risaietten önceki hayatında onun kişiliğine dair Kur'an'ın ve diğer önemli kaynakların verdiği bilgileri ve risaletin başlamasıyla ortaya çıkan gelişmeleri tahlil etmeye çalıştık. Bu süreçte onun kişiliğinin inşasında temel faktörün vahiy olduğu açıktır. Kur'an, onun şahsında model insanı, insan-ı kâmil örneğini ortaya koymaktadır. Onun örnekliği belli bir zaman, belli bir mekân ya da belli bir toplumla sınırlı değildir. O, evrensel çaptaki görevine uygun olarak ırk, din, dil, cinsiyet, yaş, statü vb. ayırt etmeksizin her seviyeden insanla ilgilenmiş, mesajını onlara en etkili biçimde ulaştırmak ve onları eğitmekle sorumlu olmuştur. Bu anlamda onun temel görevi eğitim-öğretîmdir.
Bütün eğitim sistemleri ve felsefeleri eğitimin amaçlarını belirlerken ve bu amaçların gerçekleştirilmesine uygun eğitim-öğretim durumları geliştirirken insana yükledikleri anlamdan yola çıkmaktadır.
Hangi anlayışa dayanırsa dayansın eğitimden beklenen görevlerin başında, fertlerin bütün yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirmek ve temel duygu ve ihtiyaçlarını uyumlu bir şekilde doyurmak gelmektedir. [286] İlâhî dinlerin de kuşkusuz insana yüklediği bir anlam vardır.
Vahiy zincirinin son halkası olan Kur'an-ı Kerim insanın kabiliyetlerini, ilgilerini, tutumlarını, güçlü ya da zayıf yönlerini bitmesini sağlar. Böylece insanın kendini gerçekleştirerek çevresiyle dengeli bir uyum elde etmesinin yollarını gösterir. [287] Bunun için Kur'an, insanı biyolojik ve psikolojik özellikleriyle, bedenî ve ruhî ihtiyaçları ile kafasıyla ve kalbiyle, üstünlükleriyle ve zaaflarıyla bir bütün olarak ele alır. [288]
Kur'an, insanın ihtiyaçlarını, nefsinin ona ne fısıldadığını en iyi bilenin, onu Yaratan olduğunu bildirmekte ve onun yaratılış amacına uygun olarak eğitilmesini istemektedir. [289] İnsanın yaratılış özellikleri, yaratılışındaki temel yapı taşları bilinmeden, bu yapının şifrelerine ulaşılmadan, onun ihtiyaç ve isteklerini belirlemek ya da ona bir gaye ve ideal tayin etmek söz konusu değildir.
İnsan olmanın hedeflerini keşfetmeksizin, herhangi bir hedefe yönelmek çabaların boşa harcanmasına, keşfedilmemiş veya işlenmemiş kabiliyetlerin kaybolmasına sebep olabilir, onların bir daha ele geçirilmesi de mümkün olmayabilir. Eğitim felsefesinin ve dinin ortak tavsiyesi, yaradılıştan gelen sağlamlığın, sağlam olarak devralınmış olan ve gelişmeye müsait olan kabiliyetlerin keşfedilmesi geliştirilmesidir. [290] Bu nedenle Kur'an, fıtratı merkez alarak eğitimle ilgili organizasyonları bu cevher etrafında örgütlemektedir. O halde asıl konuya girmeden önce fıtrat nedir? Fıtrat ile eğitimin nasıl bir ilişkisi vardır? sorularının cevaplandırılması gerekir.
Fıtrat; uzunluğuna yarmak, ayırmak, meydana getirmek, yaratmak, ortaya koymak [291] manasına gelen "fatr" kökünden mastardır ve lügatte; yaratılış, terkip [292] bir şeyi ilk defa ve örneksiz yaratmak, ilk defa icat etmek anlamına gelmektedir. [293] Bunların yanı sıra, yapı, tabiat, mizaç, kalb-i selim, din, adetullah, doğal eğilim, huy, cibilliyet, istidat, içgüdü ve karakter karşılığı olarak da anlaşılmıştır.
Terim olarak ise, Allah'ın insanlarda yarattığı ve temerküz ettirdiği, Allah'ı tanıma ve bilme istidadı [294] dini kabule müsait bir istidatta yaratılış [295], Allah'ın insanı, Yaratanını Rab olarak bilmek üzere yaratması [296] olarak tanımlanmıştır. Müfessirlerin ekserisi de fıtratı, Hakkı kabul ve idrak kabiliyeti olarak açıklamışlardır. [297] Her çocuğun fıtrat üzere doğduğunu, daha sonra anne-babasının onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yaptığını beyan eden hadiste [298]de benzer manayı görmek mümkündür.
Kur'an'da "fatr" kökünden türemiş kelimeler ondokuz yerde geçmektedir [299]. Buralardaki kullanıma bakıldığında fıtratın, çoğunlukla yaratma [halketme] ve ibdayı [icat etme), yani yoktan var etmeyi ifade ettiği görülmektedir. "Fıtrat", şeklinde mastar olarak tek bir ayette geçmektedir:
"Sen yüzünü, batıl olan her şeyden uzaklaşarak kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran ki, Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin. Bu doğru bir dinin gayesidir; ama insanların çoğu bilmezler." [300]
Buradaki "fıtraf'ın, insanın durumu ve dinle alakasını ifade ettiği ileri sürülmüştür. Buna göre, Fıtr, peyda etmek, yaratmaktır. Fıtrat ise, o yaratma ve peydanın ilk halidir, insanın aslında vardır ve sonradan kazanılmış değildir. İnsan bünyesine nakşedilen özellikler onun fıtratıdır. İnsan farklı türlerde yaratılmamıştır. Allah insanı yaratılışında değişme kabul etmeyen özel bir konumda yaratmıştır. İnsanın fıtrat üzere yaratılması, yaratıcısını bilerek doğması demektir. [301]
Rum Sûresi'nin 30. ayetinde geçen "fıtrat", A'râf Sûresi'nin 172. ayeti ile ilişkilendirilerek, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte arasında ayırım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkân veren doğuştan edindiği sezgisel yetenek olarak açıklanmıştır. [302]
Görüldüğü gibi fıtrat, genel olarak insanın temyiz yeteneği, hakkı idrak ve kabul etme, Allah'ı bilme ve tanıma istidadı olarak açıklanmaktadır. Ancak meseleye geniş bir perspektiften bakıldığında bu yaklaşımın fıtratı tam olarak açıkladığını söylemek güçtür. Kur'an, fıtrata işaret eden zengin bilgilerle yüklüdür. Bir defa, Rabbine varan yolda çabalayıp duran insanın [303] ebedî âleme uzanan serüveninde beşer olarak ihtiyaç duyduğu her şey, fıtratında potansiyel olarak vardır. Bunlar içerisinde şüphesiz en önemlisi, güçlü bir varlığa inanma ve bağlanma duygusudur. İlâhî dinlere göre bu varlık, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tır. Yukarıdaki ayetten ve konuyla ilgili açıklamalardan da anlaşılacağı üzere insanın fıtratında Allah'ı Rab olarak kabul etme istidadı vardır. Ancak insan fıtratı inanma istidadının dışında daha pek çok istidadı da potansiyel olarak taşımaktadır. Kur'an'da iyi ya da kötü olmayan ama iyiliğe ve kötülüğe meyilli olan tohumların varlığına da işaret edilmektedir.
İnsanın dünyaya gelirken nasıl bir potansiyel taşıdığı, bu potansiyeli etkileyen faktörler ve bu arada eğitimin rolü bilim adamlarının hep tartışa geldiği konular olmuştur. Eğitimin imkân ve sınırları üzerinde ileri sürülen görüşlerde bu tartışmalarda ortaya konan yaklaşımların önemli etkileri olmuştur.
İnsanı anlamaya yönelik çalışmalar, bu arada modern psikolojinin insan doğası ile ilgili ortaya koyduğu açıklamalar insanın bu yönünü anlamanın çok kolay olmadığını gösterir niteliktedir. Söz gelimi Masiow, insanın doğuştan getirdiği ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş "içsel doğa" dediği potansiyelin aslında "kötücül" değil, "iyi veya nötr olduğu" ya da "iyi ya da kötücülden önce" olduğunu söylemektedir. Buna göre yeni doğmuş bir bebeğin ya da bir çocuğun içsel doğası söz konusu olduğunda bunu görmek mümkün iken, "bebeğin" yetişkinde var olması söz konusu olduğunda sorun karmaşıktır. Yani çevre etkileri almış bir bireyde aynı safiyeti görmek her zaman mümkün değildir. [304]
Maslotu'a göre, psikoterapi, bilim, eğitim ve sanat gibi insan doğası ile ilgilenen her türlü doğruyu ortaya koyma ve açığa çıkarma tekniği bu yaklaşımı desteklemektedir. Örneğin, açığa çıkarıcı terapi uzun vadede kin, korku, açgözlülük vb. "duyguları" azaltmakta, sevgi, yüreklilik, yaratıcılık, incelik ve özgeciliği artırmaktadır. Bu da bizi sonradan sayılanların öncekilere yani iyinin kötüye göre daha derin, daha doğal ve insanda daha içsel olduğu sonucuna götürmektedir. Açığa çıkarma, "kötü" dediğimiz davranışları azaltır ya da ortadan kaldınrken, "iyi" dediğimiz davranışları güçlendirmekte ve beslemektedir. [305]
Bu yaklaşım, dini terminolojide geçen fıtrat kavramına oldukça yakın gözükmektedir. Burada, yaratılışın dış etkilere maruz kalmadan önceki halinde nötr oluşuna ve çevreyle etkileşimle birlikte safiyetin değiştiğine dikkat çekilmektedir.
Bu yaklaşımın, fıtratın davranışlar üzerinde belirleyici bir etkisi olmakla beraber, bunun zorlayıcı olmadığını ileri sürenlerinkinden farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Her ikisinde de fıtratın çevreyle etkileşim sonunda şekillendiği, yani insanın çevre şartlarının yaratılışına uygun olarak düzenlenmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır. Bu da insanın eğitime muhtaç oluşunu ve eğitim durumları düzenlenirken fıtratının dikkate alınmasını önemli hale getirmektedir.
Zira fıtrat, çevre şartlarına göre şekle giren esnek bir tabiata sahiptir. Çevre şartları fıtrattaki eğilimlere uygun düzenlenmediği takdirde bu eğilimler başka kalıplara girmeye veya büsbütün körelmeye uğrayabilmektedir. [306] Fıtrî yeteneklerin aldığı şeklin kalitesi, maruz kalınan kültür tesirlerinin veya eğitim durumlarının kalitesine bağlıdır. İçinde şekil alınan kültür kalıplarının bozuk olması sebebiyle insanda bazı yeteneklerin hiç ortaya çıkmaması veya bozuk olarak şekillenmesi kaçınılmazdır. Bunun için din eğitiminde bozuk kültürün etkisine kapılmadan Allah'ın insanı yarattığı fıtrata, özündeki ilâhî yöneliş ve yetenekleri geliştirmeye önem vermek gerekmektedir. [307]
Demek oluyor ki fıtrat, iyiye yatkın gibi düşünülse de kendi haline terk edildiği zaman sadece iyiye ve güzele eğilimli değildir. Eğer öyle olsaydı o takdirde İlâhî dinlere, peygamberler'e, kutsal kitaplara ya da eğitime ihtiyaç olmazdı. Oysaki bütün peygamberler ve kutsal kitaplar, insanın fıtratında var olan istidatları yaratılış amacına uygun olarak geliştirmek ve fıtratın yozlaşmasına yol açacak etkenleri kontrol etmek için gerekli prensipleri açıklamışlardır.
Bu durumda şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür:
Fıtrat, iyiliğe ve kötülüğe meyilli güçlerin tohum halinde bulunduğu bir potansiyeli, ham maddeyi ifade etmektedir.
Bu durumda fıtrat, ilk yaratma faaliyeti sonucu yaratılışın aldığı ilk tarz ve şekli, henüz dış tesirlerle etkilenmemiş ve başkalaşıma uğramamış olan var oluşun ilk saf halini ifade eden teknik bir terimdir [308] ve tek tek kişilerin yaradılışlarındaki farklı özellikler değil, bütün insanlarda, insan olmaktan dolayı ortak olarak bulunan genel özelliklerdir [309] Bu yaratılış, eksiksiz, kusursuz, gelişip olgunlaşmaya elverişlidir. Bu ilk yaratılış özelliği ile insan kendi yaratıcısını tanımaya, O'na yönelip bağlanmaya da müsait bir yapıdadır. [310]
İnsanın kendini gerçekleştirme çabasında ne/kim olup olmadığının bilinmesine ihtiyaç vardır. İlginçtir ki, insan diğer meçhulleri ve hatta kendisinden çok uzak bilinmeyenleri keşfetmesine rağmen, kendine yabancıdır. [311] Pek çok bilinmezi ve esrarı keşfeden insanlık, bunun haklı gururunu yaşamaktadır. Ancak kendine en yakın olan şeyi, kendini keşfedemeyen insan, diğer bilinmezleri keşfederken ciddi bir anlam/amaç/hedef sorunu yaşamakta, fıtratına uygun davranamamakta ve neticede özüne yabancılaşmaktadır.
İnsandaki bu özsel çekirdeğin [içsel doğa] engellenmesi, yadsınması ya da bastırılması halinde, bunun bazen apaçık biçimlerde, bazen gizli, bazen dolambaçlı biçimlerde, bazen hemen, bazen de bir süre sonra bir takım psikolojik hastalıklara yol açtığı, bu konuda çalışan araştırmacıların tespitidir. Bu durumda "güdükleşmiş ya da engellenmiş kişilik" yani insanlığın, kişiliğin belirleyici özelliklerinin yitirilmesi, kişinin kendi gizilgüçleri doğrultusunda gelişememesi, değersizlik gibi yeni tür hastalıklarla sonuçlanmakta ve bunların klasik nevrozthatta psikozlardan çok daha tehlikeli olduğu ileri sürülmektedir. [312]
Fıtratta olan eğilimlerin hiçbiri lüzumsuz, gayesiz ve hedefsiz değildir ve hepsi insanın bir bütün olarak gelişmesi içindir. Önemli olan ifrat ve tefrite düşmeden her bir fıtri eğilimin hedefinin ve nihai amacının doğru tayin edilmesidir. Burada eğitimin görevi, fıtratı örselemeden, fıtratta var olan her bir tohumun şifresini varlık amacına uygun olacak şekilde çözmek, tezahürüne mani olan engelleri kontrol etmek ve şahsiyette dengeyi sağlamaktır.
"Fâtır" tarafından sunulan bilgiler, insanı beşer takatinde anlama ve tanıma için bize çok önemli imkânlar sunmaktadır. İnsanın yaratılışı, sorumluluğu, yetenekleri ve zaafları ile ilgili vahiy bilgisi, insanla iletişim kurmak durumunda olan eğitimcinin niteliklerini incelerken daha tutarlı ve isabetli açıklamalar yapmamızı sağlayacaktır. İnsanla ilgili olarak ortaya konan her bilimsel yaklaşım da bize bu konuda önemli destekler sağlayacak diğer malzemeler olacaktır. [313]
İnsanla ilgili bilimsel çalışmalarda önemli mesafeler alınmış olunmasına rağmen son derece kompleks ve parçalanmaz bir bütün olan bu varlığı tanımak ve tanımlamak insanlık için hala önemli bir sorun olmaya devam etmektedir.
Bilginlerin, filozofların, şairlerin, mistiklerin müşahedelerinden meydana gelen önemli birikimlere sahip olmamıza karşın, insan hakkındaki açıklamalar bazı görünüş ve parçalardan ibaret kalmaktadır. Bütün bilim dalları insanı kendi açısından, kendi imkânları ölçüsünde ve kendi metotlarıyla tanımlamaya çalışmakta, ama insanı inceleyenlerin kendi kendilerine sordukları soruların büyük bir kısmı cevapsız kalmaktadır. [314]
Kur'an'a göre Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve yarattığı her varlığa belli bir fonksiyon, belli bir nicelik ve nitelik vermiştir. Her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan Allah'tır. [315] O, var olan her şeye gerçek özünü ve biçimini veren, sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yöneltendir. [316]
Kur'an, insanın, yaratıklar içinde farklı bir konuma sahip olduğunu haber vermektedir. [317] Kur'an'da yaratılış safhaları en ayrıntılı olarak anlatılan varlık insandır. Daha ilk inen ayetlerden itibaren insanın yaratılışına dikkat çekilmiştir. [318] İnsanın neden, nasıl ve niçin yaratıldığı, yaratılış evreleri açıklanmaktadır. İnsanın yaratılmış olması, onun yaratanı ile ilişkiye geçmesini gerekli kılmakta iken insan bu vasfını unutmaktadır. Kur'an, yaratılmış olduğunu unutan insanı uyararak, onun yaratılmış oluşuna sıklıkla vurgu yapmaktadır. [319]
Kur'an insanın yaratılışına dikkat çekmek suretiyle, onun yaratılmış olduğunun ve yaratılışının bilincinde olarak Yaratıcı'dan gelecek tebliğe elverişli ve hazır hale gelmesine, böylece bir anlamda Allah ile insan arasında bir iletişim koridoru oluşmasına imkân vermektedir. [320]
Kur'an, ilk insanın yaratılışından bahsederken Allah'ın onu çeşitli merhalelerden [321] geçirerek yarattığına, hammaddesinin çamur, balçık vb. toprağın çeşitli formları olduğuna dikkat çekmektedir. [322] Allah, bu varlığa kendi ruhundan üflemiş ve ilk yaratılışı gerçekleşmiştir. [323] Bundan sonraki yaratılış olayının kadın ve erkek cinsinin bir araya gelmesiyle [324] ve üreme yoluyla olduğuna işaret edilmekte, insanın yaratılışında esas maddenin zayıflığı ve hakirliği de dikkat çekici bir biçimde tekrarlanmaktadır. [325] İnsanı rahimlerde dilediği gibi şekillendirenin Allah olduğu [326] ve insanı bir takım aşamalardan geçirerek yarattığı da Kur'an'ın verdiği bilgiler arasındadır. [327]
İlk Kur'an vahyinde de, insanın bir yumurta hücresinden, embriyonik bir gelişme göstermesine işaret edilerek adeta biyolojik kökeninin ilkelliği ve basitliğine karşı zihni ve ruhi potansiyelinin zenginliği arasındaki zıtlık ima edilmektedir. [328]
İnsanın yaratılışına işaret eden pek çok ayet yanında şu ayetler insanın yaratılış serüveni ve sonrasını özetler mahiyettedir:
"O'dur ki, yalattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir suyun özünden yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" [329].
"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilme konusunda şü'phedeyseniz, o zaman [hatırlayın ki} biz gerçekten de sizi topraktan, sonra bir nutfe (sperm] den, sonra döllenmiş hücreden, sonra [temel unsurları ve istidatlarıyla tamamlanmış ama [bütün ögeleriyle] henüz tamamlanmamış bir ceninden yarattık ki, size [menşeinizi böylece açıklayalım. Ve [doğmasını] dilediğimizin rahimlerde belirlenmiş bir süre için kalmasını sağlarız; sonra sizi çocuk olarak dünyaya getirir ve [yaşamanıza imkân veririz]; böylece [bazılarınız] olgunluk çağına erişir; öyle ki kiminize [daha çocukluk çağında] ölüm tattırırken, kiminiz de yaşlılığın öyle düşkün çağına eriştirilir ki, bildiğini bilmez olur." [330]
Böylece insan Kur'an'ın ifadesiyle, her şeyin yaratılışını en güzel biçimde yapan ve yaratanların en güzeli olan âlemlerin yaratıcısı ilk insanı yaratıp ona en güzel biçimi verdiği gibi, her bir insanı da en güze/kıvamda yaratmıştır. [331] Burada geçen "ahsen-i takvimdin, insanın boyunun düzgünlüğünü, endamının eşsizliğini, akıl ve düşünce sahibi, konuşma, yazma, yapma ve temyiz [332] gibi pek çok yeteneğe sahip oluşunu anlatan bir kavram olduğu söylenmiştir. Ancak insanın en güzel kıvamda yaratılmış olmasının açıklanması çok da kolay görünmemektedir. Nitekim insanı tanıma çabaları sonunda ortaya konan neticeler de bunu göstermektedir.
İnsan var olduğu günden bu yana sürekli olarak içinde yaşadığı dünyayı, evreni ve kendini tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası sonunda en az tanıyabildiği varlık, yine kendisi olmuştur. Yaşamasını sağlayan bunca eşyaya, teknolojiye ve dünyanın albenisine rağmen, insanın bu arayışı devam etmektedir. [333]
Alexis Carrel'in ifadesiyle; iç dünyamızda muazzam bölgeler henüz bilinmiyor. Kimyevi cevherlerin molekülleri, dokuların geçici ve kompleks organlarını terkip için nasıl uyuşuyor, nasıl bir düzen kuruyorlar? Bir yumurtanın içinde bulunan genler bu yumurtanın içinden çıkacak bireyin karakterini nasıl tayin ediyor? İnsan hayatının süresinin, psikolojik ve fizyolojik mahiyeti nedir? Dokulardan, organlardan, sıvılardan ve şuurdan mürekkep olduğumuzu biliyoruz. Fakat beyin dokuları ile şuur dokuları arasındaki ilişkileri hala bilemiyoruz. Hatta bunların fizyolojisini bile bilemiyoruz. Organizmayı irade ile ne dereceye kadar değiştirmek mümkündür? Organların hali, ruhu nasıl etkiliyor? Maneviyat duygusunu, muhakeme yetisini ve cesaretimizi nasıl artıracağız? Estetik ve dini duyguların anlamı nedir? Telepatik iletişimden sorumlu enerjinin mahiyeti nedir? Bu sorular uzayıp gitmektedir... [334]
Carrel, medeni insanın azami gelişmesine en uygun çevrenin hangisi olduğunu bilmiyoruz diyor ve ekliyor: "Çağdaş medeniyet, bizim gerçek tabiatımız bilinmeden kurulmuştur; bilimsel buluşlardan, insan iştihasından, hayalinden, teorilerinden ve arzularından doğmuştur. Bizim tarafımızdan kurulmuş olmasına rağmen bizim ölçülerimize göre olmamıştır". [335] Ona göre, insanın kendisiyle ilgili bilgisinin doğa bilimlerinin muhteşem yükselişi karşısında yavaş ilerlemesinde başka faktörlerin yanında bilhassa insan varlığının kompleks oluşu etkili olmuştur. [336]
İnsanla ilgili yapılmış çalışmalarda mükemmel insanların bile temel insani çıkmazdan yakalarını sıyıramadıklarından söz edilmektedir. Maslotu'a göre, insan, aynı anda hem yalnızca bir yaratık hem de tanrısal bir varlıktır. Güçlü ve zayıf, sınırlı ve sınırsız, yetişkin ve çocuk, korku dolu ve yüreklidir. İlerler, geriler, kusursuzluğu arar ama aynı zamanda korkar kusursuzluktan. Hem ödlektir hem kahramansı. Elimizdeki verilerden hareketle bu ikilem ve sergilediği diyalektiğin en iyi' psikodinamik ve psikoterapi sistemlerine temel oluşturduğu söylenebilir. Tüm bu ''zıt'lar aslında, özellikle de daha sağlıklı kişilerde, hiyerarşik bir bütünsellik içindedir. Terapinin başlıca ereklerinden biri de görünürde uyuşmaz şekilde zıt olup kutuplaşanların bütünleştirilmesine yönelmektir. Tanrısal özelliklerimiz hayvansal özelliklerimiz üzerinde yükselir ve onlara gereksinim duyar. Yetişkinlik yalnızca çocukluğun terk edilmesi anlamına gelmemelidir. Çocukluğun iyi değerlerini de içermeli ve onların üzerine kurulmalıdır. Daha yüce değerler daha düşük düzeydekiler ile hiyerarşik bir bütünsellik içindedir." [337]
Netice olarak, insan dünyaya, kusursuz ve günahsız, tertemiz bir yaratılışla, zengin bir fıtratla ama iyiliğe ve kötülüğe yönelme istidadı ve iradesi ile eğitilmeye muhtaç olarak gelmiştir. Jung'a göre, kötülüğün insan doğasında daima var olduğu gerçeğini idrak edersek, psikolojik dünyamızda iyinin zıt partneri olarak yerini alır. Günümüz insanı ilkel ve antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanmayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. Bilinci ne kadar genişlemiş ve farklılaşmışsa ahlaki yapısı o denli geri kalmıştır. Bugün önümüzdeki sorun budur. Akıl tek başına yeterli değildir. [338]
Kısaca insan, yaratılışındaki potansiyelle kendini gerçekleştirebilecek ve mükemmel hale gelebilecek durumdadır. İnsanın yaratıldığı maddenin zayıflığına karşılık Allah'ın ruhundan izler taşıması ile oluşan zıtların ahengi, onun fizyolojik, zihinsel ve psikolojik yapısında hep karşımıza çıkmaktadır. İnsanın yaratılışından başlayan bu zıtlıklar onu eğitime muhtaç kılmakta ama aynı zamanda da eğitilmesinde bir takım zorluklara yol açmaktadır. [339]
Kur'an'da insanın yaratılışı, Cennet'ten yeryüzüne [340] oradan ebedî âleme uzanan serüveni oldukça ilginç tablolarla anlatılmaktadır. Daha ilk insanın yaratılış aşamasında Allah, meleklere yeryüzünde bir halife var edeceğini söylediğinde melekler, o varlığın "bozguncu" ve "kan dökücü" özelliğini öne çıkarmışlardır. Ancak Allah ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş ve bilgisiyle onu överek meleklerin ona secde etmesini emretmiştir. [341]
Bu ayetler, ilk nazil olan ayetlerle birlikte insanın okumasını, yaratılışı üzerinde düşünmesini, yazıya önem vermesini istemekte; çalışmak suretiyle ve Allah'ın yardımıyla bilmediklerini öğrenebileceğini ama bunları önemsemez kendini müstağni sayarsa azgınlığa düşeceğine dikkat çekmekte ve insanın dünyadaki egemenliğinin onun bilgisine bağlandığını göstermektedir. Zira tabiatta bedenî özellikleri bakımından insandan çok daha güçlü varlıklar bulunmaktadır. [342]
Kur'an'in beyanlarından anlaşıldığına göre, bir takım zaafları olsa da insan, Allah'ın mesajını yeryüzüne taşıma ve o mesajın temsilcisi olma üstünlüğüne sahiptir. Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmıştır [343]. Onu varlık âleminde mükerrem kılmış, her şeyi insanın hizmetine sunmuş, her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak nimetler ihsan etmiş [344] ve yarattıklarının çoğundan üstün kılmıştır. [345]
Kalbini ve zihnini her türlü dış etkilerden salim olarak yaratmış [346], kendi ruhundan üflediği [347] solukla hayat bulan eşsiz fizyonomisi ve görünen ve görünmeyen yetenekleriyle onu, doğru tercihler yapabilmesi için "bilgi vasıtaları", "akıl" ve "irade" ile donatmıştır. İnsanı iyiye ve doğruya çağırmış ama bu konuda zorlamamıştır. [348] Düşünme, anlama ve öğrenme yeteneği vermiş, aklını kullanmasını, düşünüp gerçeği aramasını istemiştir. Aklını kullanmayanların gerçekleri göremeyeceğini beyan etmiştir. Hayatı ve ölümü imtihan vesilesi kılmıştır. [349]
Bütün bu imkânlarla donatılmış olmasına rağmen Allah, insanı kendi haline terk etmeyip gönderdiği peygamberler ve Kitaplarla desteklemiş, ona doğru ve yanlışı göstermiştir. [350]
Göklerde ve yerde olanları onun buyruğuna vermiş [351] ve onu yeryüzünde kendisine "halife" tayin etmiştir. [352] İnsan, "Emanetti yüklenmiş [353] ve bunlar bir "Misak/Sözleşme"ye bağlanmıştır. [354]
Allah, insanı yeryüzünde halife yapmakla ona büyük bir şeref ve değer vermiştir ama aynı zamanda büyük bir sorumluluk yüklemiştir. İnsan artık başıboş değildir. [355] Yaratanın sayısız nimetlerinden yararlanırken O'na kulluk etmek durumundadır. [356] Bütün bir kâinat ve onun içindekiler insana emanettir. Yaşanılan hayat, bir bakıma bu emanetin sınavıdır. Bu emanete talip oluşu ve sorumluluk üstlenmesi insanı diğer varlıklar karşısında saygın bir konuma yükseltmekle beraber buna ihanet etmesi durumunda aşağıların aşağısına yuvarlamaktadır. [357]
Kuran, insanların fiziki yapıları, cinsiyetleri, dilleri, renkleri ve nesepleri bakımından bir ayırım yapmaz. İnsanlar yaratıcılarının birliği yönünden müsavidir. [358] Bütün insanlar Âdem'in çocuklarıdır. [359] Hepsi bir ana, bir babadan meydana gelmiştir. [360] İnsanlar, kendi iradelerine bağlı olmayan şeylerle değil, tamamen iradeleriyle yapıp ettiklerine göre değerlendirilir. Bunun için her insanın işlediklerine göre Allah katında dereceleri vardır. [361] Ve Allah katında derecesi en yüksek olanlar, Allah'a karşı sorumluluk bilinci en gelişmiş olanlardır. [362]
Zıtların birlikteliğine sahne olmuş insan fıtratına, potansiyel olarak hem meleklere, hem de hayvanlara has özellikler birlikte yerleştirilmiştir. O, "kâinatın gözbebeği" ve "âlemin özü" olarak, kâinattaki bütün varlıklardan numuneler taşımakla, evrenin küçük bir modeli gibidir. İnsanın en güzel biçimde yaratılmış olması, doğarken bu kemale sahip olduğu anlamında değil: bu kemale ve güzelliğe kabiliyetli olarak doğduğu şeklinde anlaşılmalıdır. [363] Zira insan, bir yanda durağan, donuk, atıl, pasif balçığın, diğer yanda mükemmelliğin, aksiyonun ve diriliğin sembolü ruhun birlikte mayalandığı bir varlıktır. [364]
İnsan realitesinin hem iyiyi hem kötüyü birlikte barındırdığını anlayıp kabul etmedikçe tam anlamıyla insan olunamayacağını söyleyen Fromm'a göre, menfi yönlerimizden utanmak yerine, insanlığımızın bir parçası olan bu yönümüzü de tecrübe etmek zorundayız. Mesela saldırganlık ve tahripkârlık, insanda varolan bir potansiyeldir; hepimizde mevcuttur ve iyi yönde gelişmez ve kendimize daha olgun bir yön seçmezsek yüzeye çıkacaktır. [365]
Bu mütalaalar, insan hayatında iki farklı tabaka olduğunu göstermektedir. Hayat denince, birinci olarak insanı canlı varlık yapan biyolojik süreçler sisteminin işlemesi anlaşılır. Hayatın ikinci anlamı, biyolojik tabakanın üstünde, insanın ruhi ve içtimai fiillerinden oluşan tabaka anlaşılır. Bu ikinci tabakayı oluşturan fiillerle hayat ne tarzda yaşanırsa yaşansın, biyolojik süreçler tabakasında hayat, doğal kanunlara göre aynı şekilde devam eder. İkinci tabakayı oluşturan fiiller, "hayat nasıl yaşanmalıdır?" ve "hayatın gayesi nedir?" sorularına verilecek cevaba göre şekillenir. İnsan ruhi ve içtimai tabakada kendini hür hisseder ve fiillerini bilinçli olarak kararlaştırır. İnsanın hiçbir canlı türünde olmayan biçimde kültür ve medeniyet meydana getirmesi, insan zihninin biyolojik kavramlarla açıklanamayan bu özellikleri sayesindedir. [366]
Kur'an'ın beyanına göre, "itaat/takva' ve "isyan/fücur"a meyilli yaratılmış insan [367], bu iki zıt kutup arasındaki mücadelede fıtratın gereğine uygun bir gelişim gösterdiğinde melekleri aşacak bir yüceliğe [368]; fıtratta yerleşmiş olan bu gerçeklerin farkında olmadığında ya da fıtratın sınırlarını zorlayıp, ondaki insicamı/dengeyi tek taraflı bozduğunda alçalmaya, dağılmaya ve parçalanmaya [369] namzet bir çizgi üzerinde oldukça çetin bir uğraş vermekte ve insanların çoğu için bu mücadele hüsranla bitmektedir. [370]
İnsan içebakış yapabildiği, kendi zihninin farkında olduğu ve dış dünyada cereyan eden olayları, bilincinde olduğunun bilincinde olarak kendi zihninde inceleyebildiği için algı-tepki makinesi olmaktan çıkmıştır. Fiillerini kararlaştırma ve seçme imkânı, insanda ahlaki sorumluluk bilincini doğurur. Fiillerinin varacağı sonuçları her zaman kestiremeyen fakat davranmak zorunda olan insan, böylece başına gelecekleri kendi eliyle hazırlar. [371]
İnsandaki her duygunun her imajın her fikrin bir karşıtının bulunması ve bilinçli bir farkında oluş durumu ile kendiliğin denge durumuna ulaşabilmesi imkân dahiline girer. Sadece olumluluk da, sadece olumsuzluk da dengeyi özleyen insana yetmez... İnsan, en üst düzeyden en alt olana kadar bütün düzeyleri yaşanmayabilecek iki yönlü bir yaratılışa sahiptir. Olumsuz, istenmeyen düzeylere inmek de, yükselmek de insanın asli kimliğinin, kendi yapıp ettiklerinin ya da yapmayı ihmal ettiklerinin sonucudur. Dolayısıyla insanın kendiliğini oluşturabilmesi için düşüş ve yükseliş potansiyelinin farkında olması, bunları tanıması ve bunların bilgisine sahip olması gerekir. [372]
İnsan çok yönlü bir varlık olduğuna ve mayasının zıtların birleşmesiyle oluştuğuna göre, ilgi ve ihtiyaç alanının da o denli farklı ve geniş olması doğaldır. İnsanda bulunan her bir doğal eğilimin karşılığını bulması gerekir. Böyle olmadığı takdirde, tekdüze davranışlar yoğunluk kazanacak, insana aşırılıklar hakim olacaktır. Bu ise doğal dengenin bozulması demektir. [373]
Netice olarak denilebilir ki, insanın zıt kutupların terkibine muhatap olması, onun için karmaşanın değil, zıtlıklar arasında düşünme, akletme ve seçme yeteneğini [374] sorumluluk bilinci [375] içerisinde kullanarak imtihan olarak bulunduğu hayatta [376] dengeyi ve yücelmeyi yakalamanın gereğidir. [377]
İnsanın biyolojik, fizyolojik, psikolojik olarak diğer varlıklarda bulunmayan bir takım üstün yeteneklere sahip olması yanında bazı zaaflarının olduğuna da Kur'an işaret etmektedir. Bu zaafların olumsuz görünen boyutları yanında, isabetli bir rehberlikle onu toplumsal bir varlık olmaya, sosyal dayanışmaya, paylaşıma ve medeniyet kurmaya sevk eden önemli etkenler olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Diğer varlıklarla mukayese edildiğinde şu gerçek hemen ortaya çıkmaktadır ki, insan ancak çok elverişli şartlar altında hayatını sürdürebilmektedir. Adler'e göre, insan tabiata karşı yetersiz bir varlıktır. Onun bu yetersizlik ve güvensizlik duygusu, hayata intibak sağlamak için bir yol aramasında sürekli bir itici unsur olmuştur. İnsan tabiata karşı elverişsiz şartlarını dengelemek için çalışmıştır. Ona güven ve intibak duygusu veren ruhudur. İnsan hayvan neslinde görülen boynuz, pençe, diş gibi koruyucu uzuvlarını geliştirmiş olsaydı bile tabiata karşı koyması güç olurdu. Ona organik yetersizliği yerine en gerçek ve acil yardımı düşünce, duygu ve davranış yapısı olarak anlaşılan ruh yapısı sağlayabilmektedir... [378] İnsan soyunun yaşadığı ortamda gerçekleştirdiği değişikliklerin tümünü uygarlık diye niteleriz ve uygarlık, insan ruhunun bedeninden yapmasını istediği devinimlerin bir sonucudur. [379]
Oldukça karmaşık bir yapıya sahip olan insanın, psikolojik yapısında da bir takım zaafların bulunduğuna Kur'an işaret etmektedir. Bunları incelemeden önce şunu belirtmek gerekir ki, Kur'an'ın insanın psikolojik zaaflarına işaret ettiği ayetlerde sayılan özelliklerin hiç birisi aslında diğerinden bağımsız değildir. Bilakis hepsinin birbirleriyle yakın ilişkisi vardır. Hatta hepsi birlikte hareket ederek insan benliğinde manevî mikropların üreyip gelişmesi için gerekli olan tüm olumsuzluklara ortam hazırlamaktadır. Onlardan birisi benliğe nüfuz ettiğinde diğerleri de benliği tahrip etmek üzere hemen harekete geçmektedir.
Dolayısıyla biz bu sıfatlardan ayrı ayrı bahsedecek olsak da, bunların aslında birbirini davet eden bir şebekenin üyeleri olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Kur'an'da açıklanan bu zaaflar şu başlıklar altında incelenebilir: [380]
İnsanın, bir zıtlar örgüsü olduğundan söz etmiştik. Yaratılışı mükemmel olduğu kadar zayıftır da. Aslolan elbette mükemmel oluştur. Ancak bu mükemmelliği ortaya çıkarmak ciddi bir gayret istemektedir. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran önemli bir özelliği belki de bu zıtlıkların fıtratına birlikte kodlanmış olmasındadır. Diğer varlıklara üstün kılınmasında, bu zıtlıklar içerisinde dengeyi yakalama zorluğu ve bunun için gerekli olan mücadelenin rolü büyük olsa gerektir. İnsan bu zıtlıkları dengeleyecek donanımlara; akıl, irade, sorumluluk duygusu, bilgi kaynakları ve vasıtalarına sahip kılınmıştır.
İnsanın zayıflığı hem biyolojik hem de psikolojiktir ve doğuştan itibaren bu durum gözlenebilmektedir. İnsanın dışındaki canlılar doğumdan kısa bir süre sonra kendi başının çaresine bakabilecek biçimde programlanmış iken, insan bu hale gelebilmek için uzun bir zamana ve eğitime muhtaçtır.
İnsanın yaratılışında ve ölüme kadar yaşadığı her anında, sürekli iç içe olduğu zayıflığı ve bilhassa onu doğduğu zamanki acziyetine döndüren ihtiyarlık dönemi Kur'an'da şöyle anlatılır:
"Allah'tır ki sizi zayıflıktan yarattı. Sonra zayıflığın ardından [size] bir kuvvet verdi. Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi. ,." [381]
İnsanın zayıf olarak yaratılmış olması, onun Yaratıcıya yönelmesinde, kulluğa geçişinde yönlendirici bir faktör olarak göze çarpmaktadır. İnsandaki ebedîlik arzusuna, tükenmek bilmeyen yaşama hırsına, doymayan sahiplenme duygusuna ve geleceği okuyabilme iştiyakına rağmen bunlardan hiçbirine malik olamaması, üstelik birde ölüm korkusu, yokluk endişesi acziyetini had safhaya çıkarmaktadır. Bu durum fıtrattaki güven, huzur ve geleceğinden emin olma arzusuyla birleşerek onun güçlü bir varlığa bağlanmasını adeta zorunlu hale getirmektedir.
İnsanın zayıf yaratılışlı olması, kulluğun gereklerine riayette de ortaya çıkmaktadır. İtaat ve isyan aralığında yol alan insan, isyandan korunmak ve itaatte sebat etmek için sağlam ilkelere muhtaçtır. Yaratıcı, onun özelliğine uygun tekliflerle yaşanabilir bir hayat öngörmektedir:
"Allah yüklerinizi hafifletmek ister, zira insan zayıf yaratılmış. [382]Esed'e göre, Allah'ın insanlardan yükü hafifletmesinin anlamı, insanın ruhu ile bedeni istekleri arasındaki bütün çatışma ihtimallerini ortadan kaldırmak ve ona insan tabiatının, bu iki unsurunun uyumlu bir hale getirebileceği ve tam bir olgunluğa ulaştırabileceği bir hayat tarzını göstermektir. [383]
İnsanın zayıf yaratılışıdır ki, aşağıda sayılacak problemlerle onu hep karşı karşıya getirmekte ve yaratıcıya sığınma ve kulluğa geçişte olumlu rol oynaması gereken bu zaaflar çoğu zaman benliği kuşatarak insanı kulluktan alıkoyan faktörler olmaktadır.
İnsanın zayıf yaratılışı dikkate alınmadan onun eğitilebilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediğini beyan etmiş, onun zayıf tabiatı karşısında kolaylık yolunu tavsiye etmiştir. [384]
İnsanın cahilliğini salt "bilgisizlik" olarak açıklamak doğru değildir. Kur'an'da cehalet, kullanıldığı yere göre farklı anlamlar kazanan bir eylem ve tavır olarak anlam kazanmaktadır. [385]
Kaynaklarda cehalete "ilm"in ve "hilm'in zıddı olmak üzere iki farklı anlam verilmiştir. 'ilm"in zıddı olarak kullanıldığında, "hiç bir şey bilmemek" anlamında değil, bir şeyi bilinmesi gereken biçimde idrak edememek, sağlam ve güvenilir bilgiden mahrum olmak kastedilmiştir.
"Hilm"in zıddı olarak ise daha çok, zihnî melekeleri bürüyüp, düşünce dengesini bozan, doğruyu yanlışı ayırt edemez duruma getiren, insanı şaşkına çeviren zapt edilmez hafiflikteki duygusallık anlaşılmıştır. Bu durumda cehalet sadece, okuma-yazma bilmeyen veya bilgisiz olanlara has bir sıfat değildir.
Bunun için, "Cahiliye Çağı", mensuplarının her türlü ilişkilerindeki taşkınlığı ifade etmek için kullanılmış ve "Bilgisizlik Çağından daha çok "Barbarlık Çağı" olarak algılanmıştır. Cahiliye, insanlık tarihi boyunca tezahürleri devamlı var olan bir süreci ifade etmektedir. Dolayısıyla cahiliye, tarihsel bir devir değil, insanların ilimden yoksun olarak, zan, taklit ve taassuba düştükleri, hevâ ve heveslerinin esiri oldukları, hiçbir hak ve hukuk tanımadan, zulüm ve sömürü ile varlıklarını sürdürdükleri her zaman ve mekânda karşımıza çıkabilmektedir.
Allah inancında, insanı birtakım olumsuzluklara ve sapmalara sürükleyen cehaletin etkileri, insanın Allah ile ilişkilerinde olduğu kadar, kendisiyle ve sosyal çevresiyle ilişkilerinde de ortaya çıkmaktadır. Kabaran şehvetin ve öfkenin aklı örterek hilmi gidermesiyle, gerçeğe karşı duyarsızlaşan cahil insan, bir taraftan nefsine, diğer taraftan başka insanlara karşı zulüm ve taşkınlık yapmaktadır. Kur'an'da cehalet daha çok bu anlamda kullanılmıştır. [386]
Cehalet, insanın evrenle olan ilişkilerinde de; ya evrendeki bazı varlıkları kutsal sayarak onlara tapması veya rakip sayarak onlarla savaşması ve onları tahrip etmesi sonucunu doğurmaktadır. [387]
İnsanın Yaratıcısı ile olan ilişkisinden başlayarak, tüm ilişkilerinde kendini gösteren cehaletin en büyük tezahürü "Emanetti yüklenmesinde ortaya çıkmıştır. Bu husus Kur'an'da şöyle açıklanmaktadır:
"Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim, çok cahildir" [388] Buradaki "emanet", din, itaat, mükellefiyet, hilafet, dinî farizalar, emir ve nehiyler, muhakeme, akıl, irade, vicdan, kısaca iyi ile kötü arasında seçim yapabilme yeteneği şeklinde açıklanmıştır. [389]
Emanete yüklenen manalar farklı olsa da, gerçek olan bir şey var ki, o da altından kalkıp kalkamayacağını, hakkını verip veremeyeceğini, gereğini yerine getirip getiremeyeceğini hesap etmeden insanın ağır bir sorumluluk altına girmiş olmasıdır. Ancak insan, İlâhî irade tarafından bu sorumluluğu idrak edebilecek, yüklenebilecek ve altından kalkabilecek şekilde zengin bir fıtratla donatılmış, ayrıca bu hususta ona rehberlik edecek elçilerle desteklenmiştir.
Yapılması gereken sorumluluğun bilincine varmak ve onun gereklerini yerine getirecek çabayı göstermektir. Din eğitimi, bu bilincin oluşmasına katkı sağlayacaktır. Bu anlamda bireyin yaşanılabilir hayatın gerçekleriyle karşılaştırılması ve sorumluluk bilinci içerisinde seçme ve yapma özgürlüğünün kazandırılması din eğitiminin hedefleri arasındadır. Aksi takdirde insan, bütün ilişkilerinde cehaletin olumsuz tezahürleriyle karşı karşıya kalacak ve onlara karşı koyacak her türlü değerden mahrum olacaktır. [390]
Zulüm kavramının asıl anlamı nurun yokluğu ve karanlıktır. Bir şeyi kendine ait olan yerin dışına koymak, gerek eksiklik, gerek fazlalık bakımından haktan sapmaktır. [391] Bu anlamda zulüm, adaletin tam zıddı bir mana taşımaktadır. Adaleti temin etmekte zorlanan insanın zalimliği, cehaleti sebebiyle yüklendiği "Emanet"e ihanetinde gizlidir:” [392]
Allah'ın nimetlerinin kadrini bilmemek, nankörlük olduğu kadar zulüm de sayılmıştır:
"Ve kendisinden istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Öyle ki, Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız! İnsan gerçekten çok zalimdir, çok nankördür." [393] İnsanı çepeçevre kuşatan olumsuz vasıfların, birbiriyle yakın bir ilişki içerisinde olduğu bu ayetlerde açıkça görülmektedir.
Kur'an'da insanın zalimlik sıfatına dikkat çeken pek çok ayet vardır. Zulüm, insanın Allah ile ilişkilerinde, başka insanlarla ilişkilerinde [394], çevreyle ilişkilerinde ve kendisi ile ilişkilerinde [395] ortaya çıkmaktadır. Aslında bunların hepsi insanın kendine zulmetmesi demektir ve zalimin en büyük zulmü kendisinedir [396]. Çünkü dünyada vs ahirette zarara uğrayacak olan kendisidir:
"Kendisine zulmeden her kişi, yeryüzünde ne varsa hepsi kendisinin olsaydı [azaptan kurtulmak için] onu fidye verirdi. Azabı gördükleri zaman, içlerinde pişmanlık duyarlar..."' [397]
İnsanın Allah ile ilişkilerindeki en büyük zulüm O'na ortak koşmaktır. [398] Bunun yanında, Kur'an'ın kullandığı
"... den daha zalim kimdir?" formu da oldukça dikkat çekmektedir ki burada "en zalim" olarak sayılan insanların eylemlerine bakıldığında, bunların yine Allah ile olan ilişkilerde ortaya çıktığı görülür. İnsan, İlâhî bilgiye kulak asmadığı zaman hevâsına yönelerek zulme düşmektedir. Zulmün en ağırını açıklayan ayetlerde öne çıkan şu eylemler hep bu bağlamdadır:
Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışan [399], Allah'ın şahadet ettiği bir hakikati gizleyen [400], insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uyduran [401] uydurduğu yalanı Allah'a isnad eden [402], Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çeviren [403], kendisine bir şey vahy edilmemiş iken "Bana vahy olundu", "Allah'ın indirdiği gibi ayetleri ben de indiririm" diyen [404], Hak kendine gelince onu yalanlayan [405], İslâm'a çağırıldığında, Allah'a karşı yalan uyduran [406], kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde onlardan yüz çeviren ve kendi yapıp ettiklerini, günahlarını, isyanlarını unutan [407] ve Rabbinin ayetleriyle öğüt verildikten sonra onlardan yüz çevirenler. [408]
Bu ayetlerle ilgili dikkat çeken bir başka husus ise, ayetlerin sonunda, zalimlerin dünyada rezilliğe, ölüm anında dehşete ve ahirette acı bir azaba uğrayacakları, ayrıca bunların hidayete eremeyeceği ve Allah'ın onlardan öç alacağı şeklinde tehdit ifadelerinin yer almasıdır. Böylesi insanlara işaret eden şu ayetin nitelemesi de çok çarpıcıdır:
"Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi nevasına uyandan daha sapık kim olabilir? Gerçek şuki, Allah zulmü kendisine yol edinen toplumu doğru yola eriştirmez." [409]
Ayetlerden anlaşılacağı gibi, zulüm öyle bir gaflet ve sapkınlıktır ki zalimler, yaptıkları zulmün farkında bile olamazlar. Hiçbir ilimleri olmaksızın nevalarının ardına düştüklerinden kalpleri mühürlenmiş [410] kalpleri üzerine onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içine de ağırlık konmuştur.
Bunun için Kur'an, basiretleri kapanmış olan bu insanların hakikate çağrılmasının bir fayda vermeyeceğine, onların hiç bir şekilde doğru yola gelmeyeceklerine dikkat çekmiştir. [411]
Eğitimi kabul etme noktasında herkesten aynı sonucu almanın mümkün olmadığı insanlık tarihinde değişik örneklerle görülmüştür. Kur'an bu konuda bazı prototipler üzerinde durur. Ancak bunlardan hiçbirine karşı ilgisizde kalınmış değildir. Temel ilkeler merkezde olmak üzere farklı yöntemlerle iletişim kurma çabaları sürekli olarak devam etmiştir. Bu bakımdan alıcı engellerinden dolayı bazı insanlarla iletişim kurmanın zorlukları olsa da, bu engelleri aşacak yolların da bulunması gerekmektedir. [412]
Kur'an'da, insanın nankörlüğü "kfr" den türeyen kelimelerle ifade edilmiş ve daha çok da "kefûr" kullanılmıştır. Tek bir ayette ise "kenûd" [413] geçmektedir ki bu da "kefûr" anlamındadır. [414]
"Kefûr"un kendisinden türediği "küfür", lügatte "bir şeyi örtmek, gizlemek" anlamına gelir. Bunun içindir ki sözlük anlamıyla, tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye [415] ve her şeyi örtüp gizleyen geceye de "kâfir" denilmiştir. [416]
Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan birisi olan ve diğer menfi vasıfların çevresinde odaklandığı küfrün, farklı anlamları ve tezahürleri vardır. [417] Bunlar konumuzun dışındadır. Ancak nankörlük de aynı kökten geldiği için buradaki anlam bağına işaret etmek gerekir.
"Kefûr\lügatte küfrân-ı nîmette mübalağa anlamına gelir. "Küfrân-ı nîmet" ise, bir şeyin şükrünün edasını terk etmekle onu gizlemek demektir. "Küfran", daha çok nimetin inkârı; "küfür", dinle ilgili hususların inkârı; "kefûr" ise, her ikisinin birden inkârı için kullanılmıştır. [418]
Kısaca ifade etmek gerekirse "nankörlük", Kur'an'da, genellikle "şükr"ün zıttı olarak kullanılmakta [419] ve itaat yerine isyanın, şükran yerine kibrin, minnettarlık yerine kendini müstağni görme ve kadir kıymet bilmezliğin, ağırbaşlılık yerine küstahlığın ve şımarıklığın hâkim olduğu psikolojik bir sapmayı ifade etmektedir.
Kur'an'ın beyanına göre, insanın en büyük nankörlüğü Rabbine karşıdır. Yaşadığı hayatı kendisine bahşeden ölümünü ve tekrar diriltilmesini kudret elinde tutan [420] ve sayılamayacak kadar nimeti ona bahşeden Yaratıcısına karşı insan son derece nankördür. [421]
Allah, insana bir rahmet verdiğinde insan buna sevinir de, kendi yaptıkları yüzünden bu nimetten mahrum bırakıldığında, ya da başına bir kötülük geldiğinde hemen umutsuzluğa düşer, nankör olur. [422]
Başı dara geldiğinde, çaresizlik ve ümitsizliğe düştüğünde, bel bağladığı her şeyin tükendiğini gördüğünde bütün kalbiyle Allah'a yönelir, ona dua eder ve ondan yardım ister de, bu durumlardan kurtulduğunda, bunları sanki hiç yaşamamış ve Rabbinden yardım istememiş gibi yine ona kulluktan, şükürden yüz çevirir. Bu durum Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır:
"Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!" [423]
"Denizde size bir sıkıntı geldiği zaman Allah'tan başka bütün taptıklarınız hatırınızdan çıkar. Fakat Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür" [424]
"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı kaldırdığı zaman içinizden bir grup, hemen Rablerine ortak koşarlar ki, kendilerine verdiğimize karşı nankörlük etsinler. Öyleyse eğlenin, yakında bileceksiniz." [425]
Allah'ın hayır ve keremine karşı nankörce takınılan bu tavır, insanı İlâhî öğütlere sırt çevirmeye, hatta Allah'ın ayetlerini bile bile inkâra kadar götürmektedir:
"Andolsun biz, bu sözü onların aralarında çevirip çevirip anlattık ki öğüt alsınlar. Ama insanların çoğu, nankörlükte direnmektedir.” [426]
"Dalgalar onları [ölümün]gölgeleri gibi kuşattığında, bütün içtenlikleriyle yalnız ve sadece Allah'a bağlanır O'na sığınırlar. Fakat Allah onları sağ salim karaya ulaştırdığında içlerinden bir kısmı yolun ortasında kalıverir. Ama hiç kimse haince bir nankörlüğe kapılmadıkça ayetlerimizi bile bile inkâr etmez" [427]
"... Beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin" [428] buyruğuna kayıtsız kalmasıdır ki insana bu nimetlerin sahibini unutturmuştur. İnsanın unutkanlık sıfatı nankörlüğe zemin hazırlamaktadır, insandaki olumsuz sıfatların işbirliği içinde olduğuna işaret edilmişti. İbrahim Sûresi'nin 14. ayetinde, Allah'ın sayılamayacak kadar nimetine mazhar olmuş insanın nimetler karşısındaki duyarsız tutumu hem nankörlük, hemde zulüm olarak vasıflandırılmıştır. [429]
Rabbine karşı nankörlük etmek, aynı zamanda şeytanın bir vasfıdır. [430] Şeytan büyüklük taslayarak Allah'ın emrine itaatsizlik göstermiş ve bunun neticesinde Allah'ın huzurundan kovulmuş, aşağılıklardan olmuştur. [431] Bununla kalmamış, insanların arasına dalıp onların zayıf yanlarını kollayarak onları azdırmayı ve Allah'a şükretmekten alıkoymayı kendisine görev edinmiştir. [432]
İnsanın nankörlük sıfatının kendini müstağni görmesiyle, cehaletiyle ve bencilliğiyle de yakın ilgisi vardır:
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra, ona tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit; "Bu, bilgim sayesinde bana verildi" der. Hayır, o bir imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar" [433],
"Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet tattırırsak: "Bu benim hakkımdır; Kıyametin kopacağını sanmıyorum; Rabbime götürülmüş olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır" der. Biz, o nankörlere, yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara kaba azaptan tattıracağız." [434]
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken yahut otururken ya da ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." [435]
"Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman; gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular] bununla sevindikleri sırada, birden gemiye şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını sandıkları zaman, dini, yalnız Allah'a halis kılarak O'na şöyle yalvarmağa başlarlar:
"Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız." Ama [Allah] onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık yaparlar. Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir. Sadece şu yakın hayatın zevkinden ibarettir. Sonra dönüşünüz bizedir; size bütün yaptıklarınızı haber veririz." [436]
Görüldüğü gibi dini motiv daha ziyade maddî ve psikolojik ihtiyaçlarla zorlandığımız, acz ve zayıflığımızın, ölümlü olduğumuzun şuuruna vardığımız durumlarda belirgin bir hal almaktadır. Bu durumlarda insan dünyevi istek ve ihtiraslarından arınıp içten gelen bir zorlanma ile Allah'a sığınmaktadır. Zor durumların doğurduğu gerilim, endişe ve korku genel istikameti bu durumdan kurtarmak olan bir motivi harekete geçirmekte ve fakat kurtulmayı amaçlayan bu enerji çok defa cemiyetin belirlediği şeklide kullanılmamaktadır. [437]
Ayetler incelendiğinde, nankörlükte; bilgisizliğin etkisi kadar, vefasızlığın, kadir kıymet bilmezliğin, takdir ve teşekkür duygularının açılmamasının ya da körelmesinin rolü de büyüktür. Bu nedenle eğitimde zihinsel boyut kadar duygusal boyutunun da dikkate alınması ve insanın yeteneklerinin bir bütünlük ve uyum içerisinde geliştirilmesi gerekmektedir. [438]
İnsanın zaaflarını belirtmek için Kur'an'da geçen kavramlardan birisi de "nisyan" dır. Nisyan lügatte, insanın kendisine ulaşan bir şeyi hatırdan çıkarmasıdır ki, bu ya kalbin zaafından, ya gafletten ya da kasten olur. [439]
Unutkan oluşu, âdemoğlunun bir vasfıdır. Hz. Âdem de unutmuştur. [440] İlâhî uyarıyı unutması onu şeytanın oyununa getirmiştir. Ne var ki, insanın bu zaafı sürekli değildir. O, bu zaafının sonuçlarını telafi edebilecek yapıdadır. Hz. Âdem bu davranışından dolayı tevbe etmiş ve hatasının bedelini ödedikten sonra kurtulmuştur. [441]
Nübüvvetle ilgili olmayan hususlarda peygamberler de unutmuştur. Kur'an'da, Ledünni ilimle donatılmış biriyle [Hızır], Hz. Musa arasında geçen kıssa anlatılırken [442] Hz. Musa'nın, verdiği sözü unuttuğuna işaret edilmiştir [443]
Hz. Muhammed de, unutmaya karşı uyarılmış ve böylesi durumlarda Rabbini zikretmesi istenmiştir:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve "Rabbimin beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıracağını umarım" de" [444],
"Ayetlerimiz hakkında [münasebetsizliğe] dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir; eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra o zalimler topluluğuyla beraber oturma!" [445]
"Sana [Kur'ân'ı] okutacağız, unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediğini unutursun. O, açığı da bilir, gizli olanıda." [446]
Hz. Peygamber'in çokça yaptığı dualardan birisi:
"Rabbim kalbimi dinin üzere sabit kıl" [447]olmuş, inananlar da "Rabbimiz, unutur; ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!” [448] diye dua ederek, masum unutmalardan dolayı Allah'a sığınmışlardır.
Yine pek çok ümmet ahitlerini ve yapılan ihtarları unutmuştur:
"Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar. Kendilerine öğütlenen şeyden pay almayı unuttular...
"Biz Hıristiyanız" diyenlerden de söz almıştık, ama Kendilerine öğütlenen şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden Kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah, onlara, ne yaptıklarını haber verecektir." [449]
"Hâfızayı beşer nisyân ile malûldür". Ancak "unutma", unutulanın niteliğine göre insan için azap vesilesi olabildiği gibi, rahmet vesilesi de olabilmektedir. Hayatı boyunca nice olaylarla karşılaşan insan, bunlardan bir kısmını yaşadığı anda büyük acılar ve ızdıraplara düşer. Eğer insan devamlı o hal üzere kalacak olsa hayatı çekilmez olurdu. Ama zaman insanın bu acı ve ızdıraplannı görünmez bir dünyaya taşımakta böylece insan en azından unutmuş gibi görünmektedir.
İnsanın yaşadıklarını tamamen unutması söz konusu değildir. İnsana "hatırlama" yeteneği de verilmiştir. Unutma ve hatırlama insana has özelliklerdir. Din eğitiminin hedefi de insanın Yaratıcıyla yaptığı ve belki de unuttuğu Misak'ı öncelikle hatırlatmak, sonra da fıtratında izler taşıyan bu kutsal hatırayı canlı tutmaktır.
Unutmanın azap vesilesi olması Kur'an'da daha dikkat çekici bir üslûpla karşımıza çıkmaktadır. Azap vesilesi olan unutmalardan şüphesiz en önemlisi Yaratanla ilgili olanıdır. Bütün hakikatler kendilerine hatırlatıldıktan sonra Allah'ı unutanlar, aslında kendileri unutulmuştur. Çünkü Allah'ı hatırlama, hayatın anlam ve gayesi ise, Allah'ın insan şuurundan kaldırılması da, insan hayatındaki anlam ve gayenin yok edilmesi demektir.
Allah'ı hatırlama, insan olma sorumluluğunu her an bilinç düzeyinde tutarak tüm eylemlerde şahsiyet bütünlüğünü sağlarken; Allah'ın hatırdan çıkarılması parçalanmış bir şahsiyetle ayrıntılarda boğulmaya yol açmaktadır:
"Allah'ı unuttukları için onlara kendileri de unutturulan kimselerden olmayın. Onlar, doğru yoldan sapanlardır" [450]
Allah'ın unuttuğu ve rahmetini esirgediği insanın durumu Kur'an'da oldukça dramatik bir biçimde anlatılmaktadır. Koruyan, kollayan, merhamet eden, sığınılan ve her türlü nimeti ihsan eden bir kudretten mahrum olan insanlar, Kur'an'da zalim olarak vasıflandırılmıştır. Allah her şeye şahit iken kendi yapıp ettikleriyle helake sürüklenerek en büyük zulmü kendilerine yapmış insanlardır sözü edilen:
"Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde onlardan yüz çeviren ve kendi yapıp ettikleri günahlarını, isyanlarını unutandan daha zalim kim olabilir?" [451]
"Allah onların hepsini tekrar dirilteceği gün ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir! Allah onları bir bir saymış, onlarsa onu unutmuşlardır. Allah her şeye şahittir." [452]
Yaptıklarının hesabını vereceği bir günün varlığından gafil yaşayan, o günü unutan bir insanı bekleyen acı akıbeti bildiren çok sayıda ayet vardır:
"Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı, kendilerini aldattı. Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve ayetlerimizi bile bile nasıl inkâr ediyor idilerse, biz de bugün onları öyle unuturuzl" [453],
"Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanızın cezasını tadın! Biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızdan ötürü ebedî azabı tadın!" [454]
"...Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin bir azaba uğrayacaklardır." [455]
Unutmanın, unutulanın niteliği ile ilgili olduğuna işaret edilmişti. Eğer unutulan Allah'ın nimetleri ise, bu durum nankörlüğe yol açmakta, nankörlükte ısrar edince de küfrün diğer üniteleri devreye girmektedir:
"İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle Rabbine yönelerek O'na dua eder. Sonra [Rabbi] ona kendisinden bir nimet verdi mi; önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler koşmağa başlar. De ki: "Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın!" [456]
Nankör ve unutan insan kendisine verilen nimetlerin bir imtihan olduğunu bilmez de, onları kendi bilgisi ve gayretiyle elde ettiğini iddia eder. [457]
İnsanın yaratık olma vasfı, esasında onun Yaratanı ile ilişkiye geçmesini zorunlu kılar. Ancak insan, bu vasfını da unutmaktadır. Kur'an, insanı bu konuda uyarır. [458] Çünkü insan kendi yaratılışını unuttuğu takdirde Yaratanını da unutmaktadır:
"Görmedin mi o insanı kir kendisini bir nutfeden yarattığımızı unutarak bir de bize mesel verdi: "Kim diriltir o kemikleri onlar çürümüşken?" dedi" [459]
Kur'an, İlâhî Kelâm'ı okuyup duran, başkalarına erdemli yaşamayı öğütleyen ancak söylediklerini kendisi unutan ve onlara uymayanları da kınamaktadır. [460]
Unutma daha çok zihinsel bir olgudur. Ancak günlük eylemlerle zihinsel olgular arasında doğrudan bir alâka vardır. İnsan, zihninde neleri tasarlıyorsa, eylemleri daha çok o yönde tezahür ederken, eylemleri neye yönelik ise zihinsel tasarımlar o noktalarda yoğunlaşmaktadır. Eylemleri Yaratanın çizdiği sınırların dışına taşanlar, gerçeklerden kopmakta ve Allah'ı unutmaktadır:
"Kullarımdan "Ey Rabbimiz! Biz sana inandık, bizim günahlarımızı bağışla ve bize acı, çünkü gerçek acıyan, esirgeyen sensin diyenler vardı. Siz onlarla alay ettiniz, öyle ki, bu sonunda size beni anmayı unutturdu. Çünkü daima onlara gülüp durdunuz." [461]
İnsanın unutkan oluşu, onun öğrendiği şeylerin tekrar edilmesini gerekli kılmaktadır. Bir konuyu hem öğretirken hem de öğrendikten sonra unutmayı engellemek ve hatırlatmak için "tekrar" önemli bir prensiptir. Kur'an bilhassa öğrenme konuları içerisindeki önemli temalar üzerinde çeşitli vesilelerle tekrar tekrar durmaktadır. [462]
İnsanın olumsuz özelliklerinden birisi de istiğna yapması ve bunun sonucu olarak azgınlaşmasıdır:
"Hayır! Gerçekten insan kendisinin muhtaç olmayacağını zannettiği için azar." [463]
İnsanın bu özelliği de yine diğer olumsuz özelliklerinin kontrolsüz bir şekilde benliğine hâkim olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Yaratanın nimetlerini unutması, nail olduğu iyiliklere karşı nankörlüğü bu olumsuz eğilimi besleyen şebekenin diğer elemanlarıdır.
Azgınlık eden kişi Kur'an'da, Allah'ın azameti karşısında huşu duyan ve nefsini hevâdan alıkoyan kimsenin tam karşıtı bir tavrın sahibi olarak görünmektedir ki bu durumda azgın, hevâsına uyan, aklı ve düşüncesi perdelenmiş, dünyaya dört elle sarılıp ahireti unutan, Yaratanın azametinden gafil hatta O'na karşı kibirlenen kimsenin sıfatıdır. [464] Allah'ın gösterdiği yolu bırakıp hevâsına uyan kimsenin tam bir şaşkınlık yaşadığına işaret eden Kur'an, aynı zamanda zalim olarak nitelendirilen bu insanın hakikati görmesinin zorluğunu da ima etmektedir. [465] Çünkü hevâsını ilah edinen bu insan, bütün bilgi ve temyiz vasıtalarını yitirmiştir. [466] O artık sadece nefsin şehvetlerden doğan eğilimine tutsak olmuş [467] ,fıtratın dengesini tahrip etmiştir.
Kur'an'da kibir ve azgınlığın bir uç örneği Firavun'dur ki, mucize dahil azgınlıktan kurtulması için gösterilen hiç bir yoldan etkilenmemiş, bilakis azgınlığı daha da artmıştır. Hatta kavmini toplayarak onlara "Ben sizin en yüce Rabbinizim diyecek kadar ileri gitmiştir. [468] Onun da akıbeti felaket olmuş, umutlarının tükendiği andaki yakarışı ve teslimiyeti de kendisine fayda vermemiştir. [469]
Hz. Musa'nın kavminden olan Karun ise Kur'an'da azgın zenginin prototipidir. Ona verilen hazinelerin anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa bile zor gelirken o, azgınlık etmiş, insanlara iyilik etmeyi reddetmiş, sahip olduğu servetin Allah'ın bir lütfü olduğunu unutarak bunun kendisine "bilgisi sayesinde verildiğini" söylemiştir de bütün servetiyle birlikte yok olmuştur. [470]
İstiğna ile azgınlık birbiriyle yakından ilişkilidir. Kendi gücüne aşırı derecede güven duyan, kendini her türlü ihtiyaçtan beri sayan ve kendini kendine yeterli gören insan, Allah tarafından imtihan için verilen nimetlerin kadrini ve gayesini bilmemekle ciddi bir yanılgı içine düşmekte ve varlığın gerçek sahibini unutarak:
"Bu, benim bilgim sayesinde bana verildi.” [471]
"Bu benim hakkımdır." [472] gibi ifadelerle azgınlık göstermektedir. Bu kendini ve Yaratanını bilmezliktir. Bu durumda istiğnanın cimrilikle de bağlantısı vardır:
"...Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayarsa ve tevhidi yalanlarsa, Onu [hesabın] en zoruna sevk edeceğiz. Çukura yuvarlandığı zaman malt onu kurtaramayacak.” [473]
Kur'an, inkâr psikolojisi içerisindeki insanların Allah'a karşı kibirlenmeleri nedeniyle tezahür eden azgınlıkla hakka ve hakikate karşı kör olduğunu bildirmektedir:
"Yeryüzünde haksız yere büyüklenen-leri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yine ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." [474]
Dünyevi güç ile akılları başlarından öylesine gitmektedir ki Allah'a ve Resulüne baş kaldırmaktadırlar:
"Akılları mı bunu kendilerine emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?" [475]Ayetinde azgınlığın, aklı perdeleyen ve makul olanın aksine bir tutum ve davranışa yönelten bir sapma olduğu anlaşılmaktadır.
Fıtrattaki yapı taşlarını dağıtmak için pusuda bekleyen olumsuz güçler için bu tür insanlar tam da aranılan niteliktedir. [476] Kur'an, şeytanın Allah'ın has kullarına karşı yapabileceği bir şey olmadığını, onun ancak kendisine uyanları azdırabileceğini [477]ve azgınlaşan insanlar için hiç bir şeyin etki etmeyeceğini hatta genellikle azgınlıklarını arttıracağını haber vermektedir.., [478]
Acelecilik vasfı, Kur'an'da genellikle sabrın karşılığında kullanılan bir kavramdır, "itidali korumak, tahammül göstermek" anlamındaki sabrın karşıtı olarak, sabırsızlığı ifade eden acelecilik, insanın fıtratında olan özelliklerden birisidir, "insan aceleden yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, şimdi siz acele istemeyin", [479]
İnsan, öyle aceleci bir yaratılışa sahiptir ki, Peygamberler'in bildirdiklerini bile hemen gözüyle görmek ister. Bu istediği şey kendi aleyhine bile olsa acelecilikten vazgeçmez:
"İnsan, hayra dua eder gibi, şerre dua etmektedir, insan pek acelecidir." [480]
Günlük hayatında aceleciliği yüzünden uğradığı sıkıntı ve belaların daha ağırını ebedî hayatı ile ilgili olarak yapacağı tercihte yaşar. Allah, yapıp ettiklerinden sorumlu olması için insanı tercihlerinde serbest bırakmış ve herkese tercihlerine uygun yolları kolaylaştırmıştır:
"Bunlar, şu peşini {dünyayı} seviyorlar da önlerindeki ağır bîr günü bırakıyorlar” [481],
"Kim bu aceleci {dünya}yı isterse, orada ona, istediğimiz kimseye hemen çabucak dilediğimiz kadar veririz; ama sonra yerini cehennem yaparız! Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer." [482] Ancak insan, daha basit ve kısa süreli olmasına rağmen peşin olanı, ebedî ve uzun vadeli olana tercih ederek büyük bir kayıp yaşadığının farkında değildir. [483]
Acelecilik vasfı, aslında insanın huzursuzluğu, şüpheciliği, güvensizliği, sabırsızlığı ve korkulan ile ilgilidir. İnsan acele ederken huzuru, itminanı ve güveni aramaktadır. İnançsızlıktan kaynaklanan telaş ve panik hali, makul ve mantıklı düşünmeye engel olmaktadır. Elçilerin getirdiklerinin doğruluğunu görmek için, inzâr edildiği azabın hemen gelmesini isteyecek kadar aceleci bir insan doğasından, küfür psikolojisinden bahsediyor Kur'an Hâlbuki aslında iman edeceği de yoktur onun.[484] Buna rağmen yine de acele azabı ister ve "doğru söyleyenlerden isen bizi tehdit ettiğin azabı getir" der. [485] Oysa onlardan önce kendileri gibi nice azaba uğrayan insanlar gelip geçmiştir. [486]
"Senden azabı çabuk istiyorlar. Elbette Allah sözünden caymaz. Rabbinin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." [487]
"De ki: "Eğer acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş, şimdi çoktan bitirilmişti" [488]
"Ama çok bağışlayan, esirgeyen Rabbin eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onların azabını çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vadedilen bir zaman vardır ki, ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklardır" [489]
"İnsanların, hayrı acele istemeleri gibi, Allah da onlara şerri acele verseydi, süreleri hemen bitirilmiş olurdu. Ama biz, bizimle buluşmayı ummayanları bırakırız, azgınlıkları içinde bocalar, dururlar.” [490]
İnsanın yaratılışındaki zayıflık, cahillik, zalimlik, nankörlük gibi özellikler acelecilikle birleşince, karşımıza gerçekten eğitilmesi oldukça zor bir varlık çıkmaktadır. Bilhassa eğitimde istenen neticelerin alınmasının bir süreç gerektirdiği de düşünülürse meselenin zorluğu daha net anlaşılmaktadır.
Kısa bir ömür içerisinde, yapılması gereken pek çok şeyin olması bir yönüyle de insanın aceleci olmasını avantajlı hale getirmektedir. İyilikte yarışmak, hayırlı işlerde çabuk davranmak şeklindeki dini yaklaşımlar bunu göstermektedir. Bu durumda acelecilik bir şeyi hakkıyla değil üstün körü yapmak, sabırsız ve hırslı tutumlarla bencilliği ve peşin menfaati ön plana çıkarmak şeklinde anlaşıldığında verilmiştir. Acelecilik, belki önceliklerin sıralanması, her anın değerlendirilmesi, meskenet ve rehavetin karşıtı olarak çalışkanlık ve hareketlilik olarak anlaşıldığında şüphesiz insana olumlu katkılar sağlayacak bir özelliğimiz olmaktadır. [491]
İnsanın acelecilik vasfı ve peşin olanı isteme eğilimi onun dünyaya ve dünyadaki peşin menfaatlere düşkünlüğüne yol açmaktadır. Bunlara arzulu olmak insanın fıtratında vardır ve bunlar insana cazip gösterilmiştir:
"Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü gösterildi. Bunlar, sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır, " [492]
"Fakat insan, Rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunup, ona nimet verse: "Rabbim bana ikram etti" der. Ama Rabbi onu sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni alçaktı [perişan ettir der. Hayır, doğrusu siz (Allah'tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz] yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yedirmeğe teşvik etmiyorsunuz. Mirası hırsla yutuyorsunuz. Malı pek çok seviyersunuz." [493]
İnsandaki dünya sevgisi, aslında hayatın getirdiği güçlük ve meşakkatlere katlanmak için gerekli bir eğilim iken, dünya hayatına aşırı bağlanarak, onu var oluşun amacı haline getirme ve bütün enerjiyi ona sarf ederek fani ve geçici olana bağlanma, insanı ebedî ve kalıcı olandan mahrum etmektedir. İnsanın fıtratındaki sahiplenme hırsı ve arzuladığı şeylere hemen ulaşma temayülü onun ciddi bir zaafıdır.
“Hayır, siz çabuk seçen [şu dünyay]ı seviyorsunuz da, Ahireti bırakıyorsunuz." [494]
Dünyayı ve onun içindeki nimetleri insanın emrine veren Allah, bunların hepsini bir amaçla yaratmıştır. Bunlar, hem ebedî olanı kazanmanın, hem de kaybetmenin araçlarıdır:
"Allah'ın sana verdiği [bu servet] içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk [etmeyi] isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez" [495]
"Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Eğer inanır, korunursanız [Allah] size mükâfatlarınızı verir ve sizden mallarınızı istemez" [496]
Dünya nimetleri bir anlamda insana verilmiş sermayedir ama hepsi emanettir ve sınav vesilesidir:
"Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitne [sınav]dır. Allah'a gelince büyük mükâfat, O'nun yanındadır'' [497] "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltmek gibi şeylerle deneriz." [498]
Kur'an'a göre, yaratılış amacından saptıktan sonra dünyada sahip olunan nimetler imrenilecek [499] ve bel bağlanacak şeyler değildir. [500] İnanıp iyi işler yapmadıktan sonra ne mallar, ne de evlatlar Allah katında bir yakınlık sağlar. [501]
İnsanın beşer olarak ihtiyacı olan her şey fıtratta vardır, önemli olan bunların her birinin disipline edilmesi ve hadsiz bağlılık ve sevgi ile sınırlılık alemindeki sevgi ve bağlılıkların karıştırılmamasıdır.
Bir taraftan ebedî âlemin, "İlâhî Soluk'un" izlerini taşıyan ve kendi âlemine hasret çeken ruhun, diğer taraftan doymak bilmeyen istek ve beklentiler arasında kalan insan için istikamet üzere yol almak ciddi bir mücadele gerektirmektedir. İnsan bu mücadelede başarılı olmak zorundadır. Aksi takdirde sevgi ve bağlanma duygusunu yanlış mercilere sevk ettiğinde ve sınırları ihlal ettiğinde yoldan çıkmakta ve açmazlara düşmektedir:
"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticarettiniz), hoşlandığınız konutlar, size Allah'tan, Elçisi'nden ve O'nun yolunda cihat etmekten daha sevgili ise o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah, yoldan çıkmış topluluğu [doğru] yola iletmez"[502]
"... Sız, Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Tek sebep kendinize [ve atalarınıza] karşı duyduğunuz sevgiye esir olmanızdı. Ama sonra Kıyamet Günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet yağdıracaksınız...” [503]
İnsanın dünya nimetlerine meyilli oluşunu körükleyen, aynı zamanda bu meylin bir sonucu olarak ortaya çıkan ihtiras, kıskançlık ve cimrilik birbirine çok bağlıdır. Dünyaya aşırı rağbet edip varlığı onunla sınırlandırmak, ona karşı hırslı olmaya, nimete mazhar olmuş başka insanları kıskanmaya, kendi sahip olduklarından başkalarını, hatta kendi yakınlarını bile mahrum etmeye, hatta daha da ileri giderek onların ellerindekine göz dikmeye yol açmaktadır. [504]
Bütün bunların insanın cehaleti, nankörlüğü, zalimliği ile de yakın ilişkisi vardır:
"Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Başına bir kötülük geldiği zaman sızlanır, bir iyilik ile karşılaşınca da bencillik yaparak onu başkalarından uzak tutar" [505] ayetinde ve "Ademoğlunun altın dolu bir vadisi olsaydı, diğer birini daha isterdi. Onun ağzını ancak toprak doldurur" [506] hadisinde insanın doymak bilmeyen ihtiraslarına işaret edilmiştir.
İnsanın dünyaya olan hırsı onu açgözlülüğe, cimriliğe, kıskançlığa, bencilliğe, sevk etmektedir. Kur'an'da insanın bu özelliği ile ilgili olarak farklı kavramlar kullanılmış ve esas itibariyle aynı olsa da kullanıldığı yerlere göre nüanslarla ayrı manalar anlaşılmıştır. [507]
Hırs, kıskançlığı körükleyen en önemli etkendir. Kıskançlık ise insanı içten içe yakan ve huzursuz eden bir ateştir. Nefisler bencilliğe ve kıskançlığa hazırdır. İnsanın mayasında böyle bir tohum mevcuttur. [508] Şeytanın Rabbine isyanında [509], kibrin yanı sıra kıskançlığın; yeryüzünde dökülen ilk karıda [510] kıskançlığın açık etkileri görülmektedir.
Kıskançlık, ıstırap veren bir reaksiyon olup genellikle sevilen bir kimsenin dikkat ve sevgisini başkasına yöneltmesiyie insan bunu hissetmektedir. İçinde başka çeşitten reaksiyon unsurlarını, özellikle de nefret duygusunu bulunduran kompleks bir reaksiyondur. Bundan dolayı genellikle nefret, kin ve kıskançlığa neden olan kişilere eziyet verme isteğinden meydana gelmektedir. [511] Benliği kuşatması halinde insan en yakınlarının canına bile kastedebilmektedir. Kur'an'da anlatılan Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında bu gerçeği [512] görmek mümkündür.
Cimriliğin, sahip olunan şeylerin gerçek sahibini unutma ve kendini müstağni görme ile de yakın ilişkisi vardır. [513] İnsandaki tamahkârlık, onu her türlü ilişkilerinde haktan kopmaya, sadece kendini düşünmeye yöneltmektedir. Kur'an'a göre bu özellik öylesine sapmalar gösterir ki, kendisi sayılamayacak kadar dünyalığa sahip olsa da cimri insan, başkasının hiç bir şeye sahip olmasını istemez, hatta onların ellerindekine bile göz diker. [514]
Mülkün sahibi olan Allah'ın cömertliği karşısında cimrilik eden, diğer zaaflarda da olduğu gibi aslında en büyük zararı yine kendisine vermektedir:
"...Cimrilik eden, kendi nefsine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, Allah, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar." [515]
İnsandaki bu özellik, kendi başına terk edildiğinde mutluluğu ve huzuru engelleyen bir faktör olmaktadır. "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felaha erenlerdir." [516] Öte yandan, erdemli insanların vasıfları sayılırken işaret edildiği gibi insandaki mal sevgisi, aslında savurganlığı dengeleyen bir unsurdur. [517]
"Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür." [518]
İnsanın garipliklerinden birisidir münakaşacı ve mücadeleci oluşu. Aslında onun bu özelliği kendini tanımayışından, varoluş gayesini unutmasından kaynaklanmaktadır. Gerçeği savunması ve emaneti koruması için insana gerekli olan bu vasıf, amacından sapınca bambaşka bir kimliğe bürünmekte ve insanı peygamberlerle bile mücadelelere götürmektedir. [519]
Gerçeği sahte ile yok etmek için mücadeleye kalkışan [520], üstelik bu mücadeleyi bir bilgiye, bir yol göstericiye ve aydınlatıcı bir kitaba dayanmadan [521], kendilerine gelmiş bir delil olmadan yapan şaşkın ve mağrur bu tür insanların kalplerinin mühürleneceği ve bundan sonra hiç bir şey dinlemez, anlamaz ve hissetmez olacakları Kur'an'da ifade edilmektedir. [522]
İnsanın mücadeleci ve münakaşacı vasfı, kibirle birleşince, onu Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaya sürüklemekte, haktan kopmaya maruz bırakmaktadır. [523] İnsan haktan sapmaya başlayınca da tartışmayı sadece kavga çıkarmak için yapmakta, gerçeğin ortaya çıkması gibi bir meselesi kalmamaktadır. [524]
Doğumundan itibaren insan pek çok şeyi taklit yoluyla öğrenir. Özellikle ilk yaşlar taklitle öğrenmenin en yoğun olduğu dönemlerdir. Bununla birlikte insan, hayatı boyunca fıtratında var olan bu özelliğinin etkisinden kurtulamaz. Kendinden daha güçlü, daha mükemmel ve daha doğru olduğuna inandığı kişi ya da kişileri taklit ederek onlarla özdeşleşmeye ve kendi zaaflarını onların kişiliğinde ve başarılarında telafi etmeye çalışır.
Bundan dolayıdır ki, taklit ederek, peşinden giderek, onun gibi olmaya çalışarak bağlandığı kişi, gurup, anlayış, ideoloji ve inanışların eksikliğini, yanlışlığını veya mağlubiyetini asla görmek ve kabullenmek istemez. Farkında olsa bile bunları örtmeye, gizlemeye çalışır, açığa çıkınca da makul olmayan pek çok gerekçeler ileri sürerek bunları savunmaya, dahası başka açılardan haklılığını ispat etmeye çalışır.
İnsanın bu özelliğinden dolayıdır ki, Allah örnek alınacak, kendisine uyulacak olan elçileri insanlar arasından seçmiştir. [525]
Fakat insanın zaafları taklitle birleşince insanlığa örneklik ve rehberlik etmesi için gönderilen önderlerin seçiminde hatalar yapılmaktadır. Bu durumda taklit, insanın gerçeğe ulaşmasını engelleyen önemli bir engel olmaktadır:
"Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!" derler. Peki, ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” [526]
İnsan, davranış ve tavırları için tutunulacak İlâhî yüceliği kaybedince, ya kendi sübjektif arzularına [527] veya bir toplumun kendini yansıtması olan "toplumsal kabullere ve arzulara" tapmaya başlamaktadır. Nitekim bu konuda Kur'an, insanları uyarmakta, taklit ve zannı bir arada zikrederek, bunları hakikatlerden saptıran olumsuzluklar olarak açıklamaktadır:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uysan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar." [528]
İnsan, yanlış önderler ve örnekler edindiği takdirde, taklit bir hastalık halinde benliği kemirmekte ve insanın sapıtmasında en önemli etkenlerden biri olmaktadır;
"...Şeytanın adımlarını izlemeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır" uyarısını dinlemeyenlerin [529] azapla karşılaştıkları zaman:
"Rabbimiz, biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar" [530] demelerinin bir faydası olmayacağını Kur'an önemle hatırlatmaktadır.
İnsanın sapıklığa düşmesinde körü körüne taklit hastalığı, şeytanın hilelerinden biri olarak görülmektedir:
"Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense:
"Hayır; biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Şeytan onları alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı [babalarının izinde gidecekler]?" [531]
İnsanın taklitçi yapısı, onun pek çok Peygamber'in çağrısına karşı çıkmasında baş amillerden biri olmuştur:
Ne sağlam bir bilgileri ne de aydınlatıcı kitapları olmadığı halde sadece:
"Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, bizde onların izlerinde gidiyoruz" dediler. İşte böyle, senden önce de hangi kente uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" dediler." [532]
Bu tür insanların, yaptıkları pek çok yanlışı ve kötülüğü taklit ettikleri kişilere havale ederek işin içinden sıyrılmaya çalışmak isteyeceklerini Kur'an pek çak ayette açıklamaktadır. [533] Bunlardan birisi de şöyledir:
"Sizden önce geçen cin ve insan topluluklarıyla beraber girin ateşe!" Her ümmet ateşe girdikçe yoldaşına lanet etti. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca sonrakiler, öncekileri göstererek "Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten bir kat daha azap verir" derler." [534]
Vahye muhatap olmuş bile olsalar bazı din mensupları da aynı hastalığın etkilerinden kurtulamamışlardır: "Yahudiler: "Üzeyir, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. [Sözlerini], önceden inkâr etmiş olanların sözlerine benzetiyorlar..." [535]
İnsan, tutum ve davranışlarını örnek alacak bir modele ihtiyaç duyar. Bu, insanın çok daha erken ve dengeli bir şekilde olgunlaşmasına yardımcı olabilir. Burada model şahsiyeti örnek almak, körü körüne taklit değildir kuşkusuz. Örnek almada, bilinçli ve iradi [hür] bir seçim ve değerlendirme söz konusudur. Taklit ise aklı ve iradeyi devre dışı bırakan bilinçsiz bir uyma davranışıdır. Örnek ve model almanın insandaki potansiyeli olgunlaştıran etkisine karşılık, taklidin aynı potansiyeli engelleme ve köreltme etkisi söz konusudur. [536]
Yukarıda insanın yaratılış süreci, sorumlulukları, üstün ve zayıf yönleri incelendi. Bunlar, beşer olmak hasebiyle insanlar için ortak yapı taşlarıdır. Kur'an, bu yaratılış gerçeğine değişik vesilelerle dikkat çekmekte ve fıtratta değişmenin söz konusu olmadığını belirtmektedir.
Eğitim metotlarının, tedavi şekillerinin, musikinin, edebiyatın vb. insanların çoğunluğu için geçerli ilkeler ve kurallar koyabilmeleri, insanların böyle ortak bir yaradılış kökenine bağlı olmalarıyla açıklanabilmektedir. [537]
Bu gerçek yanında bir başka gerçek daha var ki o da, beşer olarak ortak fıtrata sahip olan insanların birey olarak tek tek hepsinin ayrı olduğudur. İnsanlar farklı yeteneklere, farklı algılara, farklı kavrayışlara, farklı anlayışlara, farklı düşüncelere, farklı eğilimlere sahiptir ve hiç bir birey diğerinin aynı değildir. Aynı anne babadan doğan kardeşlerde aynı çevrede yetişmelerine ve aynı eğitimi almalarına rağmen gerek duygusal, gerek bilişsel, gerekse iradî güçler bakımından farklılıklar görülebilmektedir.
Şahsiyet psikologlarının en önemlilerinden birisi sayılan G. Allport elli değişik şahsiyet tanımı yaptıktan sonra şu sonuca varmıştır:
"Bir insan bütün diğer insanlara benzer, hiçbir insan diğer insanlara benzemez". Bir başka ifadeyle, bütün insanlar birbirine benzer fakat hiçbir insan başkasına benzemez, demek suretiyle insan davranışının tekliği [karakteristik/uniqueness] ve karmaşıklığı üzerinde durmuştur. Yani insanlar arasında müşterek vasıflar olduğu halde birçok ferdi farklar da vardır. İnsan tek olan, intibak eden ve organizasyon sağlayan bir bütündür. Herkes şahsiyet olarak tektir. [538]
Bu husus, eğitimin gerek felsefesini gerekse uygulamasını yapanların gerçekten izah etmekte zorlandıkları mühim bir meseledir. İnsanın davranışlarını yönlendiren "enerji'' nedir? İnsanın doğuştan getirdiği özellikleri var mıdır? Varsa bunlara nereye kadar müdahale edilebilir? Bu noktada eğitimin görevi nedir? Eğitimin gücü nereye kadardır? vb. uzayıp giden sorular insan zihnini sürekli meşgul etmiştir. Bunlara verilecek cevaplar şüphesiz insanı tanımlamakla alakaladır.
Modern psikoloji, davranış gelişimini türe özgü ve bireysel genetik anayapılar [doğuştan donanım (nature)] ile çevre faktörlerinin [edinilmiş donanım (nurture)l birlikte etkilediği konusunda önemli mesafeler kaydetmiştir. Buna göre bir türün bütün üyeleri onları bütün özellikleriyle donatan ortak bir kalıtımı paylaşırlar. Ancak türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler bireyler arası farklara yol açmaktadır. Böylece her birimiz türe özgü kalıtımın yanısıra bireysel kalıtım taşımaktayız. Bireysel kalıtımdaki değişiklik olasılığı o kadar yüksektir ki hiç kimse birbiriyle tamamen aynı olmamaktadır. [539]
Davranış gelişimini etkileyen faktörlerin çeşitliliğini de bu konuda yapılan bilimsel araştırmalardan anlayabiliyoruz. Bunlar döllenmiş yumurtanın fizyolojik özellikleri, rahim ortamında besleyici veya toksit etki, doğum sonrası beslenme süreçleri, türün tüm üyeleri için kaçınılmaz olan doğum öncesi ve sonrası yaşantılar, türün bîr üyesinden diğerine farklılık gösteren yaşantılar, hücreleri bozma eğiliminde olan travmatik-anormal olaylardır. [540]
Şu halde doğuştan potansiyel olarak mevcut olan vasıflar çevre şartlarına göre muhtelif derecelerde ve muhtelif yönlerde gelişmektedir. [541] Yani, insanlar ortak fıtrata sahip olmakla beraber, zihinsel, bedensel ve duygusal yetenekler bakımından farklıdır. Bu yeteneklerin açılıp gelişmesi için gerekli olan çevre koşulları herkes için farklıdır ve herkes çevresine kendine göre uyum sağlar. İnsanların birbirine benzer örgensel, insansal ve kültürel bakımdan benzer yanlarına rağmen dış görünüşleri, fizyolojik yapıları, cinslikleri, zekâları, tavırları, mizaçları, duyguları ve kişilik özellikleri bakımından sayısız ayrılıkları vardır. İnsan bazı nitelikleri bakımından hiç kimseye benzemez. Bunlara da bireysel ayrılıklar denmektedir. [542]
Adler, insanın davranışlarında değişiklikler meydana getiren tecrübelerden herkesin farklı biçimlerde etkilendiğini söylemektedir. Ona göre, aynı tecrübe insanlarda değişik anlamlar kazanabilir. Bir tek ve aynı tecrübeden aynı şekilde yararlanan iki insan bulunamaz. Tecrübeler karşısında herkes aynı ihtiyatı gösteremez. Bu durumu dikkatle inlediğimizde, yaşantılardan şu veya bu şekilde yararlanmaların insanın hayat çizgisine uyduklarını anlarız. [543]
Her bireyin tekliği ve yegâneliği, üzerinde önemle durulan konulardan birisidir. Martin Buber'in naklettiği bir özdeyişte şöyle denilmektedir:
"Gerçekten her bireyin durumu dünyada tek/yegânedir ve onunla tam olarak aynı olan hiç kimse yaşamamıştır. Eğer tam olarak onunla aynı olan birisi yaşamış olsaydı zaten onun var olmasına gerek kalmazdı. Fakat gerçekte her birey dünyada yeni bir şeydir ve o bireyselliğini tamamlamalıdır..." [544]
İnsan hakkında yeni şeyler keşfedildikçe onun kompleks yapısı daha açık bir biçimde gözlenmekte ve onunla ilgili hala pek çok hususun bilinmediği anlaşılmaktadır. Çağdaş araştırmalar, insanın genlerinde bulunan gizili güçlerin, bir hayat süresince geliştirilebilecek sayıdan çok fazla olduğunu göstermektedir. Bunlardan hangilerinin tam, hangilerinin, biraz gelişeceği, hangilerinin ise gelişmeden kalacağı da içinde yaşanılan çevre koşullarına bağlanmaktadır. [545]
Jung'a göre bireyi tanımlayan şey evrensel ve kurallı değil, eşsiz olma niteliğidir. Birey aynı şekilde tekrarlanan bir birim olarak değil, tek ve benzeri olmayan ve son tahlilde başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak ve bilinmeyecek bir şey olarak düşünülmelidir. [546] Yani, her birey tek ve farklı birisi olarak yoluna devam etmektedir.
"Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur" [547] Bu ayetin insanlar arasındaki farkların her çeşidini kapsadığı söylenmektedir. Buna göre, ister kalıtsal veya kazanılmış olsun, ister bedensel, psikolojik veya zihinsel olsun bütün yetenekler, maddî ve manevî bütün statil farklılıkları buna dâhildir. [548]
Kur'an'ın insanlar arasındaki bireysel farklılıklara, kişinin sadece gücü ve kapasitesi dâhilinde olan şeyle sorumlu tutulacağına dair ortaya koyduğu bu husus, bugün eğitim-öğretim etkinliklerinin düzenlenmesinde her bir ferdin yetenek ve kapasitesi dâhilinde eğitilmesiyle ilgili bireysel ayrılıklara özen gösteren çağdaş psikolojinin de önemle üzerinde durduğu bir yaklaşımdır.
Bu durumda insanlar arasında bir takım bireysel farklılıkların olması insanlık türünün ortak fıtrat taşımasına aykırı bir durum değildir. Maslou)'un "tamamlanmış bir ürün değil, ham madde" şeklinde açıkladığı; hem diğer benliklerin de sahip olduğu [türe özgü] hem de eşsiz [kişiye özgü] özellikler içeren "temel içsel doğa" [549] tanımında da bu yaklaşımı görmek mümkündür. Demek oluyor ki ortak fıtrat yanında, her insanı diğerinden ayıran, her bir insana mahsus bir de özgün "kendilik" gerçeği vardır, Şu ayetler de bu çerçevede değerlendirilebilir:
"De ki: Herkes kendi yapısına [sakile] [550] göre davranmaktadır" [551],
"Herkese, yaratılışına uygun şeyler kolaylaştırılmıştır." [552] Görüldüğü gibi insan oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Kulluğa ve kendini gerçekleştirmeye memur insanın sorumluluğu ağırdır.
"Bir damla kan, binlerce endişe" diye özetlenen insan, bu sorumluğu kaldıracak ve ulvî âlemin hakikatlerine ulaşacak muazzam bir potansiyele sahip olduğu kadar, süflî âlemin en aşağısına yuvarlanacak kadar da zaaflarla doludur.
İnsanın fıtri kabiliyetleri arasındaki karşıtlıklar ve çatışmalar, değişik yönlere yönelip, değişik ilkelere uyarlar. Ama bu çokluk ve ayrılık, anlaşmazlık veya uyumsuzluğu göstermez. Tüm bu kabiliyetler, birbirlerini mükemmelleştirip tamamlarlar. Her biri yeni bir ufuk açıp, insan olmanın yeni bir yönünü gösterir. Yani uyumsuz gibi görünen kendi kendisiyle uyum içindedir; çelişkiler, karşılıklı olarak birbirlerini dışta bırakmazlar, aksine birbirine dayanırlar. Hatta insan, fıtratındaki bu çok seslilik ve çok renklilikten haz duyar. Bu, zıtlıklardaki ahenktir. [553]
Görülüyor ki, anlama ve açıklama da bazı zorluklar olmakla birlikte, insanın bağlı bulunduğu bir fıtrat gerçeği vardır ve insan buna muhalefet ettiği zaman bedbaht olmaktadır. Ayrıca insanın fıtrat gerçeğinden inhiraf etmesi, ona yeni bir fıtrat kazandırmadığı gibi, asıl fıtratını da ortadan kaldırmamakta, aksine muallâkta başıboş olarak bırakmaktadır. [554]
O halde insanlardaki ortak fıtrat, eğitimle ilgili organizasyonlarda bize temel yaklaşımlar kazandıracaktır. Bununla birlikte her bireyin, kendine özgü farklılıklara sahip ayrı bir dünya olması bu organizasyonların gelişmesine yön verecektir. [555]
Günümüzde eğitimin, bir iletişim süreci olarak anlaşılması yaygınlık kazanmaktadır. [556] Bu durum dini anlatmak ve öğretmekle görevli olanların etkili bir iletişim becerisine sahip olmalarını gerekli kılmaktadır. Kaynak, mesaj, kanal, ortam vb. etkenler yanında alıcının durumu bu iletişimi sürecini otumlu-olumsuz etkileyen önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yukarıda insanın, beşer olarak sahip olduğu potansiyel yeteneklerinden, zaaflarından söz edildi. Alıcının yetenekleri, zaafları, ihtiyaç ve beklentileri, ilgi ve istekleri, öğrenme gücü ve yaklaşımı, iletişim sürecini etkilemektedir. Bunların yanında tutum ve davranışları önemli ölçüde etkileyen ve düzenleyen inanç ve değerler bakımından da alıcının iyi tanınmasına ihtiyaç vardır. [557]
Kur'an, muhatap olarak bütün insanlığı hedef almaktadır ve çağrısı bütün insanlığadır. Bu nedenle hitabını çoğunlukla "Ey insanlar" şeklinde yapmaktadır. Ancak inançları yönüyle insanlara hitap ederken bir tasnif de getirmektedir. Buna göre Kur'an, insanları inançları bakımından dört kısımda değerlendirmektedir. Mü'minler, Ehl-i Kitap, Müşrikler ve Münafıklar Kur'an'da bunlardan her birinin özellikleri sayılmış ve bunlara karşı Hz. Peygamberin, dolayısıyla onu modelleyenlerin nasıl bir tutum ve davranış içerisinde olması gerektiği açıklanmıştır. Bunlara ana hatlarıyla işaret etmek ve bunları eğitsel açıdan tahlil etmek dini insanlara anlatma ve öğretme durumunda olanlara en azından iletişim açısından bir yaklaşım sunmuş olacaktır. [558]
Kur'an, inanan insanların özelliklerini birçok yaşam kesitinden örneklerle açıklamaktadır. İnançlarında, ibadetlerinde, ahlaklarında, diğerleriyle olan münasebetlerinde, aile ilişkilerinde, bilgi edinme isteklerinde, iş hayatları ve rızık arama gayretlerinde, fizyonomilerinde bir kimlik ortaya koymaktadır. [559] Bu kimliğin analizinde, Rabbine sağlam bir iman ile bağlanan, bütün davranışlarını ibadet bilinciyle yapan, özel ve sosyal hayatında yüksek değerlerle örnek olan, yaşamında erdemli, güzel ahlakla bezenmiş, samimi, duyarlı, emin ve güvenilir; gerçekleri düşünen ve araştıran dengeli bir şahsiyet tablosu gözlenebilmektedir.
Kur'an'ın model olarak sunduğu inanan insan tipi, haliyle Hz. Peygamber'in yetiştirmeye çalıştığı insandır. İnanıyor olmak, bu özelliklere doğrudan sahip olmak anlamına gelmemekte; bununla inanan insanın ideal özellikleri gösterilmiş olmaktadır.
Vahyin insanlar tarafından yaşanabileceğinin en iyi göstergesi, yine onların arasından seçilmiş bir kimsenin bu öğütlerin bizzat yaşanabileceğini göstermesi ve bu hususta rehberlik yapmasıdır. Hz. Muhammed, Allah ile insanlar arasında iletişim görevini yerine getirmek üzere seçtiği son peygamberdir. [560] Bu nedenle Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla mesajını insanlara iletirken, o mesaja gösterdikleri tepkilere göre onun ilişkilerini farklı biçimlerde düzenlemektedir.
Kur'an, Hz. Peygamber'i, inananların içlerinden biri olarak takdim etmiştir. Hz. Peygamber, inananlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. İnananların sıkıntıya düşmesi onu üzmektedir. O, "Mü'minlere kanadını indir" [561] emrine uygun olarak onlara yumuşak davranmıştır. Eğer kaba ve katı kalpli olursa inananların etrafından dağılıp gideceği kendisine öğretilmiş ve inananların kusurlarını affetmesi, onlar için mağfiret dilemesi, onlarla istişare etmesi [562] ve onlara dua etmesi istenmiştir. [563]
Böyle davranabilmek için bir takım kişisel niteliklere sahip olmak gerekir. Allah'a has olmakla birlikte Kur'an Hz. Peygamberin de Rauf ve Rahim sıfatlarına işaret etmekte ve onun inananlara son derece düşkün olduğunu bildirmektedir. [564] Kur'an inananlara da Hz. Peygamber'in kendi canlarından ileri olduğunu [565] Peygamber'incanından önce kendi canlarının kaygısına düşmelerinin uygun olmayacağını öğütlerken [566], karşılıklı ilişkilerin düzeyini belirlemiş olmaktadır.
Hz. Peygamber'in, mü'minlere Allah'ın bir lütfü olduğundan da Kur'an söz etmektedir:
"Andolsun ki, Allah, inananlara büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini yücelten ve kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi." [567] O, kendisine tabi olanları en doğru olana götüren bir rehber, [568] etrafına ışık saçan bir kandil. [569] İnananlar için rahmet [570] ve en güzel örnektir. [571]
Kur'an, inananların. Allah'ı ve onun istediği hayat tarzını kendilerine öğreten ve nasıl olması gerektiğini yaşayarak gösteren Hz. Peygamber'i ve bu uğurda çaba göstermeyi kendi canlarından, mallarından, herkesten ve her şeyden daha önde tutmaları gerektiğini bildirmektedir. [572]
Kur'an'ın bildirdiğine göre, Allah'ın sevgisini kazanmanın yolu, Hz. Peygamber'in yolunda olmakla mümkündür: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın... " [573]
Burada, Allah ve Peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutmak, inanan insan olmanın gereği sayılmıştır. Sevgi ise marifetle olmaktadır. İnsanın bilmediği, tanımadığı bir varlığı sevmesi ve ona bağlanması söz konusu olmadığına göre, inananlar, kendileri gibi bir beşer olan Peygamberi örnek alarak Allah'ın rızasına ve sevgisine yol bulurlar.
Sevgi kuru bir sözle açıklanamaz, bunların tezahürleri aranır. Sevenin, sevdiğinin hükmüne kayıtsız şartsız itaati yanında onu yerine getirirken en ufak bir tereddüt göstermemesi, rahatsız olmaması da gerekir. [574]
Kur'an'da, Hz. Peygamber'e saygı konusunda en ince ayrıntıya kadar inilmekte, onu incitmemek için inananların Hz. Peygamberle ilişkilerinde belli kurallar getirilmektedir. Allah ve Resulünün önüne geçmemeleri, [575] Peygamber'in evine izinle girmeleri,[576]toplumsal bir iş görüşmek üzere onun huzurunda bulunduklarında meclisinden izin almadan ayrılmamaları, [577] seslerini Peygamber'in sesini bastıracak şekilde yükseltmemeleri, [578] evinde iken onu bağırarak çağırmamaları, [579] onun çağrısına mutlaka icabet etmeleri, [580] ona salât ve selam etmeleri [581] bunlardan bazılarıdır.
Bu düzenlemeler, farklı tabiatlarda olan muhataplar karşısında Hz. Peygamber'in konumunu belirlemekte ve farklı tavırlarda olan kişileri eğiterek onların davranışlarını düzeltmektedir.
Kur'an'a göre, bunların hepsinden önemlisi Hz. Peygamber'e itaat etmektir. Çünkü ona itaat Allah'a itaat sayılmıştır. [582] Ona biat edenler gerçekte Allah'a biat etmektedirler. [583] O bir konuda hüküm verince onun gereğii yerine getirmek istenmektedir. [584]
Kur'an Hz. Peygamber'le inananların ilişkisini Araf Sûresi'nin 157. ayetinde adeta özetlemektedir. Buna göre, Hz. Peygamber, Allah'ın emirlerini tebliğ eden bir elçidir ve yapılması doğru olanı buyurup yapılması yanlış olanı yasaklamış; temiz ve hoş şeyleri helal, kötü ve çirkin şeyleri haram kılmış; sırtlarına vurulmuş yükü indirip boyunlarına geçirilmiş zincirleri çözmüştür. Ona inanan onu destekleyen ve yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler esenliğe erişen kimseler olacaktır. [585]
Hz. Peygamber'in inananlarla ilişkilerinde dikkat çeken husus, Hz. Peygamber'in onlara karşı nasıl davranması gerektiğinin yanında, inananların ona karşı nasıl bir tutum ve davranış içerisinde olmaları gerektiğinin de işlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla iletişimin etkili bir biçimde gerçekleşmesi ve eğitim-öğretim sürecinin sağlıklı yürümesi için kaynak kadar alıcı sorumluluğu da ortaya çıkmış olmaktadır ki bu husus diğer muhataplarla ilişkilerde de çok açık bir şekilde görülecektir. [586]
Kaynakların bildirdiğine göre, Kur'an'ın vahyedildiği dönemde Mekke'de çok az sayıda Yahudi ve Hıristiyan bulunmaktadır ve bunların çoğu da nüfuz sahibi olmayan kimselerdir. [587] Hz. Peygamber ve ashabının Ehl-i Kitab'i temsil eden Yahudi ve Hıristiyanlarla münasebetleri daha çok Medine döneminde olmuştur. Bununla birlikte önceki İlâhî dinlere ve peygamberlere sıklıkla atıflar yapan Kur'an [588], vahyin ilk dönemlerinden itibaren, daha önceden vahye muhatap olanlara mesaj vermiş ve onları inananlarla birlikte zikrederek yeni vahye ikna olmaları ve şüphelerden arınmaları için uyarmıştır. [589]
Kur'an, Ehl-i Kitab'ın herkesten daha önce inanması gerektiğine işaret etmiştir. [590] Çünkü onlar daha önceden vahye muhatap olmuş İlâhî din mensuplarıdır. Kur'an onlara gelen kutsal kitapların Hz. Muhammed'den bahsettiğini de bildirmektedir. [591]
Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında temelde birlik olduğu, bütün semavi dinlerin aynı kaynaktan geldiği Kur'an'da vurgulanmakta [592]' Ehl-i Kitab'ın Hz. Peygamber'e indirilenden memnun olacağına da işaret edilmektedir. [593] Çünkü Kur'an, onların dinlerinin, kitaplarının ve peygamberlerinin varlığını kabul etmekle [594] kendilerindeki bilgileri desteklemiş olmakta ve onlar beklenen bir Peygamberin gelişine şahitlik etmektedir. [595]
Kur'an, Kitap Ehli'nden bir kısmının Hz. Muhammed'e ve onun çağrısına kulak verdiklerine işaret etmekte ve müşriklerin eleştiri ve kınamalarına maruz kalmalarına rağmen bilinçli bir tercihle önceki kutsal kitaplarda isim ve sıfatları yazılı olan Ümmî Nebî'ye tabi olan Kitap Ehli'nden övgüyle söz etmektedir. [596]
Kur'an'ın verdiği bilgilere göre, Ehi-i Kitab'ın hepsi, Hz. Peygamber'in çağrısına karşı aynı tutum içerisinde olmamıştır. Onlardan bir kısmının iman ettikleri ve bunda samimi olduklarına dair Kur'an şunları bildirmektedir:
''Onların hepsi aynı değildir. Kitap Ehli içinde, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan, secdeye kapanan dosdoğru insanlar vardır. Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men ederler; hayır işlerine koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. Yapacakları hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır...'' [597]
Kitap Ehli'nden iman edenler yanında, Hz. Muhammed'i ve getirdiklerini inkâr eden, hatta ona ciddi şekilde karşı tavır alanlar da olmuştur. [598] Bunlarla ilgili Kur'an'ın ortaya koyduğu tutum ve davranışlara geçmeden önce şunu belirtmek gerekir ki, Yahudi ve Hıristiyanlar ehl-i kitap olarak zikredilse de Kur'an'ın Yahudilerle Hıristiyanlar a bakış tarzının aynı olduğu söylenemez. [599] Kur'an Yahudi ve Hıristiyanlar! ortak olarak Ehl-i Kitap şeklinde nitelediği gibi, her birinden ayrı ayrı da bahsetmektedir.
Kur'an Yahudilerden bahsederken, onların bir zamanlar âlemlere üstün ve seçkin kılındıkları [600] ve Allah'ın pek çok nimetine mazhar oldukları [601] gibi olumlu özellikleri [602] yanında daha çok olumsuz tutum ve davranışlarına atıflar yapmaktadır:
Mesela, İslâm'ın kutsal kitabı ile alay ettikleri [603], kendi kutsal kitaplarını tahrif ettikleri [604], Allah'a ve insanlara verdikleri ahitleri bozdukları, Allah'ın emrine isyan ettikleri [605], Allah'ın gazabına ve lanetine uğradıkları [606] halkın mallarını haksız yere yedikleri [607] münafıklarla ve müşriklerle işbirliği yaptıkları [608], kibirli oldukları [609], korkaklıkları, zillete ve miskinliğe mahkûm edildikleri [610], Ahiret karşısında dünya hayatını satırı aldıkları, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettikleri için zillete düştükleri [611], Allah'tan gelen kitaba sırt çevirdikler [612], yeryüzünde fesat çıkardıkları [613], peygamberlere muhalefet ettikleri ve haksız yere peygamberlerini öldürdükleri [614], Üzeyir'e Allah'ın oğlu dedikleri [615] inatları sebebiyle bile bile gerçeği inkâr ettikleri [616], hayata çok düşkün oldukları [617] gibi hususlar bunlardandır. Hz. Peygamber'i yanlış hüküm vermeye zorladıkları [618], onunla alay ettikleri [619] de Kur'an'da zikredilmektedir. Yine, onların sorunlu tanrı inançları, kitaplarında yaptıkları tahrifat ve onda mevcut olan şeyleri gizledikleri anlatılmaktadır. [620]
Hıristiyanlara gelince, onların mü'minlere en yakın oldukları [621], İnclin kendinden önceki Tevrat'ı doğrulayan bir rehber olduğu ve kendi dönemindeki insanlara hidayet ve öğüt olarak gönderildiği [622], Hz. İsa'nın ve getirdiği İncil'in temizliği [623], bir peygamber olarak Hz. İsa'nın pek çok mucizelere [624] ve sıfatlara [625] mazhar- olduğu ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirildiği [626] gibi olumlu hususların yanı sıra, Hıristiyanlığın aslında İlâhî bir din olmasına rağmen, mensuplarının zamanla bu çizgiden saptıkları ve pek çok olumsuz tavır ve davranışlar sergilediklerine dair eleştirilere de yer verilmektedir. Mesela, ısrarla Hz. İsa'nın yaratılışı [627], onun Allah'ın kulu ve elçisi olduğu üzerinde durulmakta [628]' onun yaratılışının Âdem'in yaratılışı gibi olduğuna dikkat çekilmekte [629] ilahlık isnadı ve teslis inancı reddedilmektedir. [630] Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesiyle ilgili Hıristiyan inancının yanlışlığına da yer verilmekte [631], Hz. İsa'ya gelen İncil'in tahrif edildiğine, Mesih'e Allah'ın oğludur dediklerine ve bunun müşriklerin sözlerine benzediğine işaret edilmektedir. [632]
Gerek Yahudilerle, gerekse Hıristiyanlarla ilgili sayılan bu eleştiri noktaları, aslında Müslümanlarla, Ehl-i Kitab'ın "müşterek noktada" buluşmalarına mani olan engellerdir. Bununla birlikte Hz. Muhammed Mekke döneminde Ehl-i Kitap'la önemli bir problem yaşamamıştır. Onlarla ilişkilerinde genellikle yumuşak ve barışçı bir yol izlemiştir. Mekke döneminin başından sonuna kadar Ehl-i Kitap, davete olumlu yaklaşmış hatta destek vermiştir [633].
İlk vahyin gelişiyle büyük bir şok yaşayan Hz. Muhammedi dinledikten sonra onun beklenen peygamber olduğunu söyleyen Varaka b. Nevfel bir Hıristiyandır. [634] İslâm'a davet için elçiler gönderilen devlet ve kabile reisleri içerisinde [635] Hıristiyan olanlar, davete samimi bir alâka göstermişler ve bir kısmı Müslüman olmuştur. [636] İlk hicret yapılan yer, Hıristiyan idaresindeki Habeşistan'dır. [637] Kur'an, risaletin ilk yıllarında Hıristiyan Bizans'ın, İran'a mağlup olması karşısında üzülen mü'minleri teselli etmiştir. [638]
İslâm'ın ilk dönemlerindeki bu ve benzeri olaylar Hz. Muhammed'in Hıristiyanlarla iyi ilişkiler içerisinde olduğunu göstermektedir. Ancak, bir kısım Hıristiyanlar dinleri ile ilgili olarak, özellikle de Hz. İsa hakkında, Hz. Peygamberle tartışmışlardır. Âl-i İmran Sûresi'nin ilk 89 ayeti bu tartışmaların canlı bir hatırasını muhafaza etmektedir. [639] Bu tartışmalarda, Kur'an'da ileri sürülen açık delillere rağmen Hz. Peygamber'in söylediklerini kabul etmeye yanaşmamışlar ve ikna olmayanlar için yalancı tarafa Allah'ın lanetinin isteneceği bir tartışma usulü gündeme gelince de [640] bundan kaçınmışlardır. Ancak olay tarafların bir sulh anlaşması akdetmeleriyle sonuçlanmıştır. Anlaşma metnine göre bu olayın tarafı olan Necran Hıristiyanlarına din, vicdan ve ibadet hürriyeti tanınmıştır. [641]
Kur'an, Ehl-i Kitab'a ortak bir uzlaşı noktası önermiş ve onları semavi dinlerdeki müşterek esasa çağırmıştır:
"De ki: "Ey Kitap Ehli! Sizinle birim aramızdaki şu ortak ilkeye gelin: ''Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O'ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte insanları rab edinmeyeceğiz" Ve eğer yüz çevirirlerse "Şahit olun ki biz kendimizi O'na teslim etmişiz" deyiniz." [642]
Kur'an, sadece Allah'a iman edip, onun gönderdiği peygamberler arasında ayırım yapmayı tasvip etmemektedir. [643] Bu nedenle, bu ilkede uzlaşma imkânı olanlarla güzel bir tartışma üslubu geliştirilmesini öğütlenmekte ve bunun yolu olarak da İlâhî dinlerdeki ortak temalara işaret etmektedir:
"Kitap Ehli'yle, zulüm ve haksızlık edenleri dışında en güzel tarzda tartışın ve deyin ki:
"Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da inanıyoruz: Çünkü bizim ilahımız ile sizin ilahınız tek ve aynıdır ve biz O'na teslim olmuşuzdur.” [644]
Bu uzlaşı ortamının gereği olarak Kur'an, Kitap Ehlinin, Allah'tan gelen vahyin esasına dönmelerini, onu gereği gibi okumalarını ve hakikatten sapmamalarını istemektedir. [645]
Aslında onların inanmakta zorlanmalarının sebebi delillerin yetersizliği değildir. Kur'an'ın bildirdiğine göre, kendilerine Kitap verilenler,onu oğullarını tanıdıkları gibi tanımaktadır [646] ve Kur'an'ın gerçekten Allah tarafından indirilmiş olduğunu bildikleri halde [647] yine de onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlemişlerdir. [648] Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, Kitap verilenlerden bir kısmı Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi ondan yüz çevirmişlerdir. [649]
Kur'an, inananlarla ilişkilerinde hak ve adalet ilkelerinden ayrılmayan, dinin gereklerini yerine getirmeye ve özgürlüklere engel olmayan taşkınlık ve düşmanlık yapmayanlara karşı affedici ve hoşgörülü bir tutum öğütlemektedir. [650] Buna rağmen inanmamakta ısrar edenlerin niyetlerini de Kur'an şu şekilde açıklamakta ve bunlara kar Hz. Peygamber ve ona inananlar uyarılmaktadır.
"Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olurlar. "Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur. Artık inanmayanlarla uğraşma..." [651]
"Mallarınız ve canlarınız hususunda deneneceksiniz; sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden ve ortak koşanlardan çok incitici (sözler] duyacaksınız. Ama sabreder, korunursanız; işte bunlar, yapmağa değer işlerdendir." [652]
Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitap'la münasebetleri incelendiğinde Kur'an'ın ağırlıklı olarak onların tevhîd anlayışındaki bozulmaya işaret ettiği [653], sonra da bu bozulmanın düzeltilmesine vurgu yaptığı görülmektedir. [654]
İnsan yaşama biçimini oluştururken büyük ölçüde inanç alanının etkisi altındadır. Bu alan, bir taraftan bireyin kendisiyle ve Yaratıcısı ile diğer taraftan sosyal ve fizikî çevresi ile ilişkilerini- düzenlemektedir. Dolayısıyla inanç alanındaki bozukluklar ıslah edilmeden başka alanlarda denge sağlamak kolay değildir.
Ehi-i Kitapla ilişkilerde dikkat çeken başka bir husus ise şudur:
Kur'an, vahyin ilk anından itibaren kendisi ile önceki kutsal kitapların aynı kaynaktan olduğunu, kendisi ile bu kitaplar arasındaki ilke ve hedef birliğini, önceki peygamberleri ve kitapları doğruladığını sürekli olarak vurgulamış, hatta kendisinin doğruluğuna Ehl-i Kitap şahit gösterilmiştir. Bununla birlikte Ehl-i Kitab'ın ihtilaflarına işaret ederek [655] onların gerçekleşmemiş hedef ve ilkelerinin tamamlanmasına, bunun için de kendi kitaplarıyla aynı kaynaktan gelen Kur'an etrafında birleşmeye, ona uymaya davet etmiş ve ortak ilkelerin gerçekleşmesini istemiştir. [656]
Kur'an'da Kitap Ehli içerisinde katı olanlar olduğu gibi mutedil olanların varlığına da işaret edilerek yumuşak bir üslupla, bildikleri gerçekler hatırlatılmış, bile bile gerçeği inkâr etmeme noktasında uyarılarak tevhide çağrılmışlardır. Bu uyarılara kulak asmayıp yüz çevirdikleri takdirde Hz. Peygamber'in görevinin sadece "tebliğ" olduğu bildirilmiştir. Böylece Kur'an-ı Kerim herkesin tabi olabileceği, müşterek, bütün insanlık için gerekli ve yeterli kuralları ve esasları taşıyan bir yaklaşım ortaya koymaktadır:
"Kuşkusuz inananlar; Yahudiler, Hıristiyanlar ue Sabitlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı İşler yapmış olanların tümü Rableririnden hak ettikleri mükâfatı alacaklardır ve onlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir." [657]
"İnananlar, Yahudiler, Sâbiiler, Hrıstiyaniar, Mecusîler ve müşrikler arasındaki hükmü Kıyamet Günü Allah verecektir. Şüphesiz Allah, her şeye şahittir!" [658]
Dini terminolojide müşrik denilince, Allah'a ortak koşan, Allah'ın dışındaki bir varlığı da tanrılaştıran kimse anlaşılmıştır. Allah'ı inkâr edenlere münkir, kâfir denilmiş, şirk de küfür sayılmıştır. [659] Dolayısıyla tebliğe muhatap olma noktasında bunlar birlikte ele alınacaktır. Hz. Muhammed, peygamberlik öncesinde Mekke müşrikleriyle bir problem yaşamadığı gibi, onların arasında güvenilir bir kimse olarak bilinip tanınmaktadır. [660] Bununla beraber onların inançlarını ve yaşantılarını tasvip etmemekte [661], cahiliye toplumunda geçerli olan örf, adet ve anlayışları benimsememektedir. Fakat iç dünyasında huzuru da bulabilmiş değildir. [662] Belki de bu nedenle senede bir ay Hira'da inzivaya çekilmektedir. [663] Kaynaklarda bildirildiğine göre, ilk vahiy de Hira'da böyle bir inziva döneminde gelmiştir. [664]
İlk vahiyle birlikte, önce ailesinden ve kabul edeceğini düşündüğü yakın dostlarından başladığı davet görevinde gizliliğe dikkat eden Hz. Peygamber, davetin açıkça yapılmasını emreden ayetlerin [665] gereğini yerine getirmek üzere çerçeveyi genişlettiğinde müşriklerin ilk ciddi tepkisiyle karşılaşmıştır.
Müşrikler, Hz. Muhammed'in davetini engellemek için mal, mülk, makam gibi dünyevi saltanatların hepsini teklif etmişler, bunları kabul etmediğinde de, ona ve ona inanan kimsesiz, zayıf Müslümanlara eza ve işkenceler yaparak [666], bu davadan vazgeçirmek için her yola başvurmuşlardır. [667]
İnsanlar, içinde yaşadıkları toplumun alışkanlıklarına uymayan yeni bir durumla karşılaştıklarında ona karşı genellikle tepki gösterirler. Bozulan toplumları ıslah etmek ve o toplumlarda geniş çaplı inkılâplar yapmak için gönderilen Peygamberle re, özellikle de mesajı tüm insanlığı muhatap alan Hz. Muhammed'e karşıt bu tepkiler çok sert olmuştur.
Peygamber olarak görevlendirilmeden önce "emin-güuenilir" diye vasıflandırdıkları Hz. Muhammed'i, bundan böyle "öğretilmiş bir deli" [668], "mecnun" [669], "cinlenmiş bir şair" [670] "yalancı bir sihirbaz", [671] "büyülenmiş birisi" [672] "apaçık bir büyücü" [673] olmakla itham etmişler, onu gördükleri zaman, "Allah bunu mu peygamber göndermiş?" [674] "Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?" [675] diye alaya almışlardır.
Onlara göre Kur'an, Peygamber'in uydurduğu bir yalandır, [676] başka bir zümre bu konuda kendisine yardım etmiştir, [677] Kur'an ona bir insan tarafından öğretilmiştir, [678] başkasına yazdırıp da sabah akşam okunan masallar, [679] karmakarışık rüyalar, hayaller, uydurma sözler, [680] sihir ve büyüden [681] ibarettir. Vahiyle bildirilen hususlar "insan sözüdür", [682] "evvelkilerin masallarıdır." [683]
Kur'an, bunları haksız ve tutarsız ithamlar ve iftiralar olarak nitelendirmiş, kendilerine gelen apaçık bir elçinin Allah'tan aldığı vahiy karşısında düşünüp öğüt almaktan uzak insanların hezeyanları saymıştır. [684] Hz. Peygamber'in itham edilen olumsuz sıfatlardan uzak olduğu Kur'an'da kesin bir dille ifade edilmiştir.
"Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin, ne de mecnun.''' [685]
"Sen, Rabbinin nimetiyle, deli değilsin." [686]
"O [Kur'an) elbette değerli bir elçinin sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Bir kâhinin sözü de değildir... Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir..." [687]
Kur an'ı Hz. Peygamber'in uydurması olarak görenlere, [688] onun bir benzerini getirme hususunda meydan okunmuş [689] bunun için bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler dahi buna güçlerinin yetmeyeceği bildirilmiştir. [690] Ayrıca bunu yapamadıkları takdirde, Kur'an'ın Allah'ın ilmiyle indirildiği ve O'ndan başka ilâh olmadığının kabul edilmesi gerektiği ifade edilerek [691] İnkâr psikolojisi içindeki insanların acziyeti ön plana çıkarılmış ve düşünmeye çağrılmışlardır. [692]
Kur'an, onların aslında Hz. Muhammed'i değil, Allah'ın ayetlerini inkâr ettiklerini bildirmektedir. [693] Nitekim Hz. Muhammed'in en yaman muhaliflerinden birisi olan Ebu Cehil de "biz seni değil, getirdiğin şeyi yalanlıyoruz" demiştir. [694]
Hz. Peygamber'i yalanlayanlar, bir taraftan ondan beşer gücünün üstünde şeyler isterken, [695] diğer taraftan bunlar gerçekleşse bile inanmamakta ısrar edeceklerini söylemişlerdir:
"Onlar şöyle dediler. Yerden bize gözeler fışkırtmadıkça sana inanmayız! Yahut senin hurmalardan ve asmalardan oluşan bir bahçen olmadıkça ve onların arasından dereler okumadıkça yahut tehdit ettiğin gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe yükselmedikçe -kaldı ki göğe yükselmene dahi, bize okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız!" [696]
Kur'an'ın onlara cevabı şu olmuştur: De ki:
"Rabbimin şanı yücedir. Ben, sadece elçi olan bir insan değil miyim?" [697]
Kur'an, bu tür insanların idrak merkezlerinin köreldiğine ve perdelendiğine işaret ederek bu durumda olanların inkârlarından vazgeçmeyeceklerine dikkat çekmektedir:
"Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar" [698]
"Eğer sana yazılı bir metin göndermiş olsaydıkda ona elleriyle dokunmuş olsalardı bile hakikati inkâra şartlanmış olanlar kesinlikle "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir!" derlerdi. " [699]
İnkarcıların, Hz. Peygamberden olağanüstü şeyler istemeleri, aslında inanmak için başvurdukları bir yol değildi. Kur'an, onlara gökten bir kapı açılsa da oradan yukarı çıksalar yine de "gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır” [700] diyeceklerini haber vermektedir. Üstelik bu tavır, sadece Hz. Muhammed'e değil, ondan önce gönderilmiş diğer Peygamber'e de gösterilmişti. [701]
Kur'an'a göre, kibir, inat, mevki-makam ve menfaatleri kaybetme korkusu, gelenek ve göreneklere körü körüne bağlılık ve taassup onların en büyük engelleridir. Bu engeller, Hz, Peygamber'e tabi olmak yerine ona karşı kin ve nefret geliştirmelerine yol açmıştır. [702]
Bütün çabalarına rağmen hala kendisine inanmayanların oluşu ve onların bu konudaki inatçı tutumları karşısında Hz. Peygamber'in beşeri duyguları harekete geçmiş, yalanlanmak ona çok ağır gelmiştir. Bu durum karşısında Allah, onu her vesileyle teselli etmiş, yalanlayanların yalanlamasından etkilenmemesi, sabretmesi konusunda uyarmıştır. [703]
Kur'an'ın bu konudaki uyarıları genellikle teselli niteliğinde müşfik bir üslupla olurken bazen de ince bir eleştiri ve sitem taşımaktadır:
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi [yapabilirsen] yerin içine inebileceğin bir delik, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah, dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o halde sakın cahillerden olma! Unutma ki yalnızca [bütün kalpleriyle] kulak verenler,-bir çağrıya cevap verebilirler; [kalben] ölmüş olanlara gelince, [yalnız] Allah onları diriltebilir, sonra da hepsi O'na döneceklerdir." [704]
Bir takım insanların eğitilmesi oldukça zordur. Peygamberler'in mucizesi bile onları etkilememektedir. Kur'an bu hususa da dikkat çekmektedir:
"Onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık konulmuştur. Her mucizeyi görseler de yine ona inanmazlar." [705]
"Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü yahut arzın parçalandığı yahut ölülerin konuşturulduğu- bir Kur'an olsaydı! [ona da inanmazlardı]'' [706],
"Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendilerine konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı; fakat çokları cahillik edeler." [707]
İnkâra şartlanmış olan ve hiçbir şekilde mesaja cevap vermeyenlere karşı gösterilecek tavrı Kur'an şöyle açıklamaktadır:
"'Eğer onlar seni yalanladılarsa de ki: "Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.'" [708]
"Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman onlardan uzaklaş ki, onlar başka bir söze gelsinler. Eğer şeytan sana bunu unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğuyla beraber oturma!" [709] Burada iletişimde alıcının durumunun, zaman ve mekân açısından ortamın uygunluğunun önemi ortaya konmuş olmaktadır.
Ayetler kendilerine açık açık okunduğunda, öldükten sonra Allah'a kavuşmayı ummayanlar, Hz. Peygamber'den Kur'an’dan başka bir kitap getirmesini ya da Kur'an'ı değiştirmesini de istemişlerdir. Oysa Peygamber'in böyle bir yetkisi ve tasarrufu yoktur. O kendisine vahyolunandan başka bir şeyle hükmetmeyi Rabbine isyan saymış ve büyük günün azabından korktuğunu ifade etmiştir. [710]
İnkarcı da olsa, körü körüne saplantı içerisinde olmayan, kalbini mesaja tamamen kapatmayanlar için sürekli olarak iletişim yolları açık bırakılmış onlara karşı engin bir müsamaha gösterilmiştir:
"Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah her şeye kadirdir ve çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır. Allah, inancınızdan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan sürmeyen inkarcılara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adil davrananları sever." [711]
"Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu koruma altına al. Olur ki, Allah'ın sözünü işitip anlayabilir ve sonra onu kendini güvenlik içinde hissedebileceği bir yere ulaştır. Böyle [yap), çünkü onlar, bilmez bir topluluktur." [712]
''Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler..." [713]
"İnananlara söyle: Allah'ın Günlerinin geleceğini ummayanları affetsinler Çünkü insanlara hak ettiklerinin karşılığını vermek O'na özgüdür.'' [714]
"Eğer yine yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır." [715]
Müşriklerle ilişkiler incelendiğinde Kur'an'ın ilk aşamada kendi mesajını ortaya koyduğu ve bu mesajın tutarlılığını açıkladığı görülür. Bu tutum, muhataba öncelikle kendi inanç ve değer yargılarını yeni mesajın değerleriyle mukayese etme ve onları değerlendirme imkânı vermektedir. Bununla beraber muhatabın mukayese ve değerlendirmelerinde tutarlı olmasını sağlamak için onun inanç, tutum ve davramşlarındaki zayıf ve yanlış taraflara da yer verilmiştir.
Bir fikrin dayanakları ne kadar sağlam olursa olsun eğer muhatabın değerleri dikkate alınmaz, kaba ve saldırgan bir üslupla yaklaşılırsa o fikri benimsetmek kolay olmamaktadır. Nitekim Kur'an bu konuya dikkat çekmektedir: "Onların Allah'tan başka yalvarıp sığındıkları varlıklara sövmeyin ki, onlar da cehalet ve taşkınlıktan dolayı Allah'a sövmesinler!" [716] Bu durumda meseleye, muhatabın durumuna uygun olarak sabır ve azimle yaklaşmak, yanlış anlayışlara karşı çıkılsa bile, bu anlayışlara sahip insanların inançlarının, anlayışlarının tezyif edilmemesi, duygularının incitilmemesi gerekmektedir.
İlk vahiyler incelendiğinde genellikle bu prensiplerin uygulandığı görülmektedir. Mesela Alâk, Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Leheb, Tekvir, A’la, Leyl, Duha ve takib eden sûrelerde Allah, sıfatları ile tanıtılmış ve özellikle "Rab" öne çıkarılmıştır ki, Kur'an'da "Allah" isminden sonra en çok zikredilen "Rab" dır. Rab, aslında masdar olduğu halde mübalağa kastı ile "mürebbi/terbiye eden" anlamında kullanılmıştır. [717]
Mekke'de nazil olan sûrelerin hemen hepsinde Allah'ın varlığı, birliği ve hiçbir ortağının olamayacağı, her şeyi Yaratanın, rızkı verenin, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaranın, bütün işleri düzenleyenin yalnız Allah olduğu işlenmiştir. [718]
Bu sıfatlarla Allah anlatılırken, inanmamakta ısrar edenler için, onların tapmış oldukları varlıkların Allah'ın özelliklerinden hiçbirini taşımadığı aciz ve yaratmadan yoksun oldukları da ortaya konulmuştur. [719] Burada işaret edilen ayetlerde putların acizliğinden ve Rab olamayacaklarından açıkça söz edilmektedir.
Müşrikleri davet için Hz. Peygamber'e gösterilen ilkelerde tevhîd inancının temellendirilmesine yönelik olarak Allah'ın varlığı [720] ve birliğinin [721] ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Bunun yanında muhatabın inancındaki yanlışlığa işaret edilmektedir. [722]
Kur'an'da dikkat çeken bir başka önemli husus da müşriklerin taassup ve zanna dayanan bilgilerinin [723] ve körü körüne ataların yoluna gitmelerinin [724], şayet inanırlarsa yurtlarından sürülme korkusunun [725], alışılmış hayatın değişmesinden ve işledikleri yanlışlıkların hesabını vermekten çekinmelerinin [726] şeref ve izzeti, mevki-makam ve servette görmelerinin [727] kınandığı ve yanlış inancın oluşmasında bunların önemli bir etken olduğudur.
Toplumda ve muhatabın bireysel hayatında hakikati görmeye mani olan inanış ve anlayışların düzeltilmesi dini anlatma ve öğretme durumunda olanların hedefleri arasında olmalıdır. Fakat bu tür gayretlerin ciddi tepkilerle kırılmaya çalışılacağı da hatırdan çıkarılmamalıdır. [728]
Nifak, "bitmek, tükenmek" anlamına gelen "n-f-k" fiil kökünden türemiş bir kelimedir ve "yeraltında bir ucundan girilip öbür ucundan çıkılan iki delikli tünel, dehliz" manasına gelen "nefak"la da ilişkilidir. Buna göre nifak, yolun bir kapısından girip diğer kapısından çıkmak demektir ki, buradaki giriş çıkışlarda büyük bir gizlilik söz konusudur, kimsenin görmediği alanlarda gizli işler çevirme amacı vardır. [729]
Arap dilinde köstebeğin yuvasının giriş kısmına nâfikâ, çıkış kısmına kâsıâ denilmiştir. Anlatıldığına göre, köstebeğin yuvası giriş kısmından sonra içeride bir tünel ve tünelin sonunda başı dara geldiğinde kaçabileceği ikinci bir gizli çıkış noktasından meydana gelmektedir. Köstebek, yakalanacağını anladığında veya bir tehlike sezdiğinde önceden üzerini ince bir toprakla örttüğü ikinci gizli çıkış noktasını açarak oradan kaçarmış. Lügatteki bu anlamına uygun olarak nifakın ıstılah manası küfrü gizleyip, imam izhar etmek şeklinde açıklanmıştır. Münafıkda, kalbindeki küfrü gizleyip, dili ile inandığını söyleyen, dinin bir tarafından girip başka tarafından çıkan kimsedir. [730]
Bu durumda münafık, içinde bulunduğu duruma göre menfaati gereği bazen iman, bazen küfür kapısını kullanan, aydınlığı ve ışığı bırakıp karanlıkları, görünmeyen alanları, izbe ve kuytu köşeleri tercih sden, gizli-saklı işlerle uğraşan ve ilişkilerinde ikiyüzlü olan kimsedir.
Nifak hareketlerine vahyin Mekke döneminde rastlanmamaktadır. Bu dönemde münafık olmayı gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Çünkü bu dönemde inananlar, zaten oldukça ağır işkence ve sıkıntılara maruz kalmışlardır. Dolayısıyla bu dönemde inananların yanında gözükmek bir menfaat sağlamıyor, aksine bela ve musibetlere talip olmak anlamına geliyordu.
Bu nedenledir ki, ilk nifak hareketleri, Müslümanların güç ve otoriteye kavuştuğu Medine döneminde görülmektedir. Uğrunda fedakârlık yapabileceği bir ideali olmayan ve sadece menfaatini gözeten münafıklar, Müslüman bir toplumda kendilerine yer edinmek, menfaatlerine zarar gelmesine meydan vermemek için, gerçekten inanmadıkları halde, güç ve otorite karşısında bu durumlarını açıkça ortaya koymaktan çekindiklerinden, inanıyormuş gibi görünerek tuzaklarını, oyunlarını, kin ve nefretlerini gizlice sürdürmüşlerdir.
Kur'an'ın verdiği bilgilere göre, içlerinde besledikleri bu olumsuz duygu ve düşünceleri, inananların en kritik ve zor zamanlarında ortaya koymuşlardır. Mesela, Uhud, Beni Nadir, Hendek ve Tebük gibi önemli olaylarda ve İslam'ın yayılış hareketlerinde inananları yalnız bırakmışlar hatta fitne çıkarmayı başlıca gaye edinmişlerdir. [731]
Kur'an onların vasıflarını, tutum ve davranışlarını açıklayarak bunları kınamış ve inananları her vesile ile uyarmıştır. Kur'an münafıklann öne çıkan özelliklerini saymaktadır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:
En belirgin özellikleri yalancı ve ikiyüzlü olmalarıdır. Aslında inanmadıkları halde inananların yanına gelince inandıklarını söyleyip, yandaşlarının yanına gidince de inananlarla alay ettiklerini söylemeleri onların tipik vasfıdır.
Kalplerinin hasta olması, gerçeğe karşı kör, sağır ve dilsiz olmaları, hasımların en yamanı olmaları, iş başına geçtiklerinde yeryüzünde fitne çıkarmaya, ürünü ve nesli yok etmeğe çalışmaları, inananları bırakıp inkarcıları dost tutmaları.
Gururlu olmaları, gösterişe ve menfaatlerine düşkün olmaları, sözün yaldızlısını söyleyerek muhataplarını ikna etmeye ve onların güvenini kazanmaya çalışmaları, aslında istemedikleri halde sırf oynadıkları rolün gereği ibadet etmeleri.
Kötülüğü emredip iyilikten menetmeleri, mala aşırı düşkünlükleri, cimrilik ve kıskançlık etmeleri, fırsatçı, kurnaz ve bencil olmaları, sözlerinden dönmeleri, ihanetleri ve planları ortaya çıkacak diye sürekli gerginlik, korku, ürkeklik ve panik içerisinde bocalamaları, ölüm korkusu ile hak ve hakikate karşı duyarsız olmaları. [732]
Münafıkların vasıfları ile ilgili olarak şunu da belirtmek gerekir ki, Kur'an'a, Hz. Peygamber'e ve dinle ilgili onun verdiği bir hükme itaat noktasında gevşeklik göstermek, Müslümanlara ve onların zararına karşı gelişen hareketlere, tehlikelere ve tuzaklara duyarsız kalmak, inananları ilgilendiren bir meseleyi hafife almak, onların düşmanlarıyla işbirliği yapmak da Kur'an'ın nifak saydığı hususlardır. [733]
Kur'an, Allah'ın mesajlarının inkâr edildiği ve hafife alındığı bir ortamda kalmayı da nifak belirtisi saymaktadır. [734]
Bütün bu özellikler münafıkların kalplerinin hasta olmasındandır. Kalp, Kur'an'a göre, bir idrak merkezidir. [735] İdrak merkezi hasta olan birisinin öğrenmesi, öğrendiklerini düşünmesi, değerlendirmesi ve hakikati görmesi söz konusu değildir. Münafıklar, hastalığını gizlediği için onu tetkik, teşhis ve tedavi imkânı da sınırlıdır. Üstelik bu hastalık münafığın kendi şahsıyla sınırlı değildir, toplumsal yapıyı da sürekli bir biçimde tehdit etmektedir.
Pek çok kimliğe ve kişiliğe bürünerek gerçek kimliğini her zaman sakladığı için münafık, Kur'an'da inkarcıdan daha tehlikeli sayılmıştır. Ancak insanların kalbinde taşıdıkları duygu ve düşünceler zanna veya tahmine dayalı olarak verilemez. Aksi takdirde toplumda ciddi fitneler zuhur edebilir. İnsanların gizli halleri hakkında hüküm verme yetkisi Hz. Peygamber'e dahi verilmemiştir. Belki de bu nedenle Hz. Peygamber, münafıklığı pek çok alametle zuhur etmiş olanlara vahiyle uyarıldığı hususlar dışında inananlardan farklı muamele etmemiştir.
İkiyüzlü olmak, kendilerini ve eylemlerini gizlemek münafıkların başlıca özelliğidir. Onları kesin olarak tanımak, nerede, ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacaklarını kestirmek zordur. Bu nedenle Allah, münafıkların yaptıklarından Peygamber'ini haberdar ederek onların tavırlarına aldırmaması ve şevkinin kırılmaması hususunda uyarmış ve onlara karşı Rabbine güvenmesini istemiştir. [736] Bunun yanında Allah, münafıklara karşı hikmet ve öğüt yolunu tavsiye etmektedir. "Allah onların kalplerinde olanı bilir. Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine işleyecek güzel söz söyle." [737]
Kur'an, bu usul netice vermediğinde, üstelik bir de toplumda huzursuzluk çıkardıklarında onlarla yılmadan mücahede edilmesini istemektedir. [738] Bu mücahedenin savaştan daha genel bir anlam taşıdığı söylenmiş ve bunun; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak ve her türlü ikna ve inandırma çabalarını ve vasıtalarını kapsadığı ifade edilmiştir. [739]
Kur'an'daki ayetler incelendiğinde münafıkların eğitilmesi tamamen imkânsız değilse de oldukça zor görünmektedir. Kalbi ile dili arasında birlik kuramayan, dili kalbini yalanlayan, parçalanmış bir şahsiyetin perişanlığını yaşayan bu tür insanların kalbini hakikate açmak kolay bir iş değildir.
Kalbi arındırmak ve gerçeği görmeye mani olan engelleri aralamak dini anlatma ve öğretme görevinin bir parçasıdır. Bu amaçla ayetlerde Hz. Peygamber'e gösterilen vasıtalar muhataba göre çeşitlilik arz etmektedir: Bazen aklî deliller kullanarak, bazen duyguları harekete geçiren etkileyici sözlerle, bazen sert bir üslûp kullanarak, ebedî azapla tehdit ederek, bazen toplumsal tepki ile bazen yalnızlığa ve terkedilmişlik psikolojisine iterek ama her durumda dikkatli ve ihtiyatlı olmayı elden bırakmadan iletişim yolları arandığı görülmektedir.
Bu durum onların kalplerinin yumuşamasına veya hiç olmazsa zararlarından emin olmaya vesile olmaktadır. Zira iyi hasletlerin gelişmesini teşvik etmek ve bu hususta rehberlik etmek kadar, olumsuz duygu ve düşünceleri kontrol etmek de eğitimin görevleri arasındadır. Kur'an'ın sunduğu ilke ve yöntemler uygulandığında bir dereceye kadar eğitilemeyecek insan yoktur. Tevbe ve hidayet kapısının her insan için açık ve kimsenin akıbetinin de ne olacağı belli olmadığına göre münafıklar için de bu ihtimali yok saymak mümkün değildir.
İnanç bakımından Kur'an'da insan tiplerinin incelenmesinde ortaya çıkan hususları şöyle özetleyebiliriz:
Kur'an, Hz. Muhammed'in insanlarla iletişiminde ortaya çıkan sorunların muhataptan kaynaklanan yanına dikkat çekmektedir. Modern araştırmalar da göstermektedir ki, kaynak ne kadar etkili bir iletişim ortamı hazırlarsa hazırlasın, alıcının durumu bu sürecin işleyişini önemli biçimde etkilemektedir. Alıcının geçmiş deneyim ve yaşantıları, inanç ve tutumuna bağlanma derecesi [taahhüt], kendine güveni, guruptaki saygınlık düzeyi, zekâ ve eğitim durumu, cinsiyeti, yaşı vb. konular, iletişim sürecini etkileyen alıcıyla ilgili önemli faktörlerdir. Bunların yanında mesaj ile alıcının görüş farkı, mesajın duygusal veya akılcı oluşu, tek yönlü veya çift yönlü oluşu da iletişim sürecinde mesajın içeriğinden kaynaklanan faktörlerdir. [740]
Kur'an aklî ikna ve kalbi dinginlik ile mesajın kabulü için, insan aklını uyarma, onu düşünme ve dikkate yönlendirmeye gösterdiği özen açıkça izlenebilmektedir. [741] Allah, Hz. Peygamber aracılığı ile insanla iletişim kurarken öncelikle mesajı net olarak ortaya koymakta, bundan sonra da inanmakta tereddüt gösteren, inanmış gibi görünen ya da çağrıya karşı çıkanların benimsedikleri inanç ve fikir yapısını, iddialarını açıklayarak bunları da eleştirmektedir. Müşriklerin, münafıkların, Yahudi ve Hıristiyanların iddialarını, itiraz edilemeyecek delillerle açıklayarak, bunların tutarsızlığına ve yanlışlığına dikkat çekmektedir.
Burada çift yönlü bir iletişimden söz etmek mümkündür. Zira tek yönlü iletişimde sadece ileri sürülen tez açıklanır, ters bir görüşe yer verilmez. Çift yönlü iletişimde ise karşıt tezin görüşünden de söz edilir ve çoğunlukla bu karşıt tez çürütülür. Tek yönlü veya çift yönlü iletişimin hangisinin daha etkili olacağı konusunda yapılan araştırmalar bu hususun; iletişimin niteliği, kaynağın saygınlığı ve çeşitli alıcı özelliklerinin etkileşimine bağlı olarak değişebileceğini göstermektedir. Ancak alıcılarda daha sonra karşılaşabilecekleri karşıt propagandaya karşı direnç yaratmak söz konusu olduğunda çift yönlü iletişimin daima daha etkili olduğu bildirilmiştir. Demek oluyor ki, eğer karşıt propagandanın da alıcılara ulaşacağı biliniyorsa çift yönlü iletişim daha etkilidir. [742]
Burada şu husus gözden uzak tutulmamalıdır. Kur'an'da Hz. Peygamber'in inanmayanlarla ilişkilerini düzenleyen ayetlerde karşımıza çıkan mücahede ve sert tutumlarla ilgili emirleri, Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim etkinliklerinin bir parçası olarak düşünmek herhalde isabetli değildir. Bunlan, Hz. Peygamber'in Müslüman toplumun lideri olarak, inananların hukukunu savunmaya ve korumaya yönelik diğer sorumlulukları ile ilgili hususlar olarak görmek gerekir.
Kur'an'ın insanla ilgili verdiği bilgileri bir bütünlük içerisinde düşündüğümüzde netice olarak şunları söyleyebiliriz:
İnsanın potansiyel olarak bir takım üstünlükleri ve zaafları vardır. İnsanın güç ve kabiliyetleri hayvanda olduğu gibi sadece fizyolojik değildir. İnsanın, hayatı korumaya yönelik istekleri yanında, onu dış dünyaya ve fizik ötesine yönelten veya başka bir ifade ile onun ilkel isteklerini sınırlandıran güç ve istekleri de vardır. [743]
İnsan, kendini gerçekleştirmek ve olgun bir kişilik kazanmak için gerekli potansiyele sahiptir. Ancak bu potansiyelin usulüne uygun olarak işlenmesine, yani eğitilmesine ihtiyaç vardır. Yani, insanın bencil ve fizyolojik isteklerini, eğilimlerini bir bakıma düzenleme ve geri besleme görevi yapacak üst kontrol sistemlerini ortaya çıkartmak suretiyle şekillendirmek gerekmektedir. [744] Bunu kabul etmesi için insanın iyi tanınması ve bütün yetenekleri, zaafları, beklentileri ve ihtiyaçlarının hiçbirisi göz ardı edilmeden ve bireysel farklılıkları da dikkate alarak bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Dini inanç; gerek zihniyet, gerekse psikolojik ve ahlaki bakımdan kişiliğin oluşmasında düzenleyici bir role sahiptir. Bu bakımdan insanların diğer özellikleri yanında inançları da, genel eğitimde ve bilhassa dini anlatma ve öğretme ve etkinliklerinde dikkate alınması gereken mühim bir faktördür. [745]
Basit ve iptidaî bir kültürün babalardan çocuklara daha çok taklitle intikal ettiği bîr toplumda, Hz. Peygamber'in aldığı ilk vahiyle birdenbire yeni değer ve kuralların benimsetilmesinin ve öğretilmesinin önemli bir konu olarak ortaya çıktığı görülür.
Bu çerçevede okuma, yazma, kalem, kâtib, muallim, mektep, öğretim, duyular, motifler, kalp, inanç, davranış vb. kelimelerin insan ve eğitim kavramları etrafında önem kazandığı canlı ve yepyeni bir zihniyet teşekkül etmiştir.[746]
Kur'an, Hz. Peygamber'in bu hareket içindeki rolünü "öğretici ve eğitici" [747] olarak belirlemekte; onun yaptığı işin bir eğitim-öğretim faaliyeti olduğunu açıklamaktadır.[748] Hz. Peygamber'in kendisi de
"Ben muallim olarak gönderildim" [749]
"Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim [750] ve "Allah beni zorlaştırıcı ve başkalarının hata yapmalarını isteyici değil; muallim ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi" [751] sözleriyle bu hususu açıkça ortaya koymaktadır.
Peygamber'in görevi öğretmektir. Kur'an,' hem filolojik açıdan hem eğitim açısından okumak demektir. Çünkü o bir eğitim vasıtası ve eğitimin doğrudan nedenidir. "Oku” Kur'an'da ilk emirdir ve emrin Peygamber'den başlayarak daha İslam'ın ilk devirlerinden itibaren bir uygulama alanı bulduğuna kuşku yoktur. [752]
Hz. Peygamber'in bu uygulamalar için Mekke döneminde kendi evini, bazı sahabe evlerini ve özel mescitleri; Hicret'ten sonra ise başta Mescid-i Nebevi ve bazı araştırmacılara göre [753] "İlk İslam Üniversitesi" olarak kabul edilen Suffa olmak üzere okul hizmeti gören başka mescitleri Kur'an öğretimine tahsis ettiği bilinmektedir. Bunların dışında Daru'l-Kurra ile ilkokul ya da hazırlık okulu olarak kabul edilen KüttablaY da Hz. Peygamber dönemi öğretim kurumları arasında sayılmaktadır. [754] Burada bir hususu belirtmek gerekir ki, bütün dinlerde olduğu gibi, İslam'da da eğitim yetişkinler eğitimi olarak başlamış zaman içerisinde örgün halini de kazanmıştır.[755]
Hz. Peygamber'in bir muallim olarak kendisine indirilen bilgileri insanlara ulaştırmak, onları bu öğretilere çağırmak ve bunları insanlara öğretmenin yanında, her konuda model davranışlar ortaya koyan örnek bir şahsiyet olmak gibi uygulamaya dayalı sorumlulukları da vardır. Başka bir ifadeyle öğrettiği bilgileri kişisel yaşantısıyla desteklemesi, bunların tutum ve davranışa dönüşmesini sağlaması gerekmektedir. Bunun için Hz. Peygamber, Suffa'da, mihrapta, minberde, ordugâhta, evde, çarşıda, pazarda vb. her yerde herkesi her zaman ve her vesileyle eğiten bir muallimdir. Ayrıca O, eğitim-öğretim faaliyetinin bir gereği olarak kendi eğitiminden geçmiş bilgili ve yetenekli öğretmenleri de bu iş için görevlendirmiş, kendi ulaşamadığı yerlere onları göndermiştir.
Hz. Peygamber döneminde küttaplarda, mescitlerde ve Suffa'da ders okutan pek çok öğretmen bulunduğu bilinmektedir. Eğitim-öğretime duyulan ihtiyaçların farklılaşması ve çeşitlenmesiyle öğretimde uzmanlaşma ortaya çıkmış, Hz. Peygamber farklı konularda bilgi edinmek isteyenler için farklı öğretmenler görevlendirmiştir. İhtiyaç duyduğunda genellikle okuma-yazma öğretimi için gayr-i müslim öğretmenlerden de yararlanmıştır. Bunların yanı sıra Peygamber'in eşleri öğretimle görevlendirildiği gibi diğer hanımlar arasında da bu işle uğraşanlar olmuştur. [756] Suffa'da yatılı eğitim-öğretim yapıldığı ve Hz. Peygamber'in kadınların öğretimi için onlara özel bir gün tahsis ettiği de kaynaklardan anlaşılmaktadır. [757]
Hz. Peygamber'in bütün faaliyetlerinde muallim sıfatının etkilerini görmek mümkündür. Muallim; bilen, öğreten, etkileyen ve örnek olan insandır. O, vahiyle bilgilenmiş, bildiklerine inanmış, içtenlikle bağlanmış ve bizzat yaşamış olduğu muhtevayı öğretim konusu yapmıştır. Hz. Peygamber'in eğitim-öğretimdeki başarısında kendisinin ve tayin ettiği öğretmenlerin olgun kişiliklerinin, tutum ve davranışlarıyla örnek oluşlarının büyük etkisi olduğu bir gerçektir. [758]
Bu bölümde, vahyi ve vahyin mesajını anlama, yaşama, insanlara ulaştırma ve onları eğitmede en güzel örnek olarak takdim edilen Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim görevini açıklayan kavramlarla, bu görevleri yerine getirirken vahyin ondan istediği nitelikler incelenecektir. Bunlar Muallim Peygamber'in kişisel ve görevle ilgili nitelikleridir. [759]
Kur'an'da Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim görevini açıklayan bazı kavramlar görüyoruz. Burada bu kavramların ne anlama geldiği, günümüzde dini anlatma ve öğretme görevini yürütenler için nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durulacaktır. Bunların incelenmesi bize Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim görevinin niteliğini de göstermiş olacaktır.
Kur'an'da Hz. Peygamber'in eğitim görevini ifade eden kavramlar kuşkusuz sadece aşağıda verilenlerden ibaret değildir. Ancak bunların dışındaki kavramlardan her birini burada ele alınan kavramlardan birinin kapsamında değerlendirmek mümkündür. Biz, kavramların tamamını burada ele almak yerine eğitim-öğretim sürecini oluşturan unsurlardan hangisiyle ilgili ise o bölümde incelemenin daha isabetli olacağını düşündük. Burada incelenenler, onun eğitim-öğretim görevini muhatap açısından kapsayıcı nitelikte temel kavramlar olarak düşünülmüştür. Bunlar; Tebliğ, Davet, Beyan, Tezkiye ve Talim'dir. Bunlar tamamen birbirlerinden ayrı kavramlar ve ayrı görevler olarak düşünülmemelidir. Bunlar içerisinde onun görevini belirten temel kavramın tebliğ olduğuna kuşku yoktur. Kur'an, onun görevinin tebliğden ibaret olduğunu açıkça belirtmektedir. Tebliğ dışındaki diğer bütün kavramların onun tebliğ görevini yerine getirirken, tebliğin gereği olarak muhatabın durumuna göre gösterdiği özel çabaları ifade ettiğini söyleyebiliriz. [760]
Bir şeye ulaşmak, kavuşmak, erişmek [761] anlamındaki "be-le-ğa" fiilinden mastar olan bulûğ ve belâğ; zaman, yer veya nitelik bakımından hedefe ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek [762] demektir. Aynı fiilden tefil babında mastar olan tebliğ ise, bir şeyi ulaşması gereken yere ulaştırmak, iletmek, nakletmek, duyurmak, bildirmek [763] anlamlarına gelmektir ki, buna göre tebliğ bir eylem olarak, birisini bir şey hakkında bilgilendirmek demektir. Kur'an'da belağ ve tebliğ, vahyin mesajlarını insanlara ulaştırmak, insanları bu mesajlar hakkında bilgilendirmek anlamında kullanılmıştır.
Tebliğ bu anlamıyla bütün peygamberlerin ortak görevidir. [764] Hz. Peygamber de öncelikle kendisine vahyedilen ilâhî mesajları insanlara ulaştırmakla sorumludur. [765] Ancak tebliğ sıradan bir ulaştırma değil, bir iletişim, bir eğitim-öğretim faaliyetidir. Peygamber, bu iletişim zincirinin temel halkasıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in faaliyetlerini, öğretme, eğitme, arındırma ve açıklama olarak beyan etmektedir. [766]
Tebliğ kavramının "bildirme, bilgilendirme" manaları onun eğitim-öğretimle ilişkisini açıkça göstermektedir. Dinin insanlar tarafından kabul edilip benimsenmesi, doğal olarak onun öğretilmesini gerekli kılmaktadır. Daha ilk inen ayetlerde de öğrenme ve öğretme hareketinin işaretlerini görmek mümkündür. Hz. Peygamber hayatı boyunca bu hareketin içerisinde hem öğrenen hem de öğreten olmuştur.
Tebliğ, Allah'ın buyruklarının ilâhî âlemden görünen ve bilinen âleme intikal ettirilerek Allah'ın elçisi vasıtasıyla insanlara kendi metotları ile eriştirilmesi ve haber verilmesidir. [767] Bununla birlikte tebliğ, bir mesajın bir takım ifade kalıplarına dökülerek muhataba rast gele duyurulması demek değildir. Bir mesaj, bir bilgi eğer muhatap tarafından doğru anlaşılmış, doğru kavranmış ise ona ulaşmış demektir. Doğru anlaşılmasından maksat, kaynak kişinin anladığı anlamın aynısını, alıcının da anlamasıdır. Dolayısıyla iletilmesi düşünülen masajın anlamı, kaynakla alıcı arasında ortak kılınmamışsa, o mesaj ulaştırılamamış demektir. Yani, kaynak ile alıcı arasında iletişim sağlanmadıkça tebliğ gerçekleşmiş olmaz. Şu halde tebliğ bir iletişim olarak da düşünülebilir. [768]
İletişim eğitimle ilgili olarak ele alındığında, davranış değişikliği meydana getirmek üzere bilgi, duygu, tutum ve becerilerin paylaşılması süreci ve "anlamları bireyler arasında ortak kılma işlemi" olarak ifade edilmektedir. [769] Bu nedenle, öğrenmenin de iyi bir iletişim ürünü olduğu söylenebilir. Öğretmenin öğrencilerine herhangi bir konuda bir şey öğretebilmesi, kendisiyle öğrencileri arasında o konuda bir iletişimin kurulmasına bağlıdır. Öyleyse eğitim, bir iletişim sürecidir. İletişimde bulunmaksızın eğitim yapmak imkânsızdır. Yeni öğrenmeler yeni bilgi ve beceriler edinmeyle olacağından, iletişim gerçekleşmedikçe öğrenme de gerçekleşmeyecektir. [770] Yani iletişimde amaç sadece aktarmak değildir. Esas amaç, aktarılan muhtevanın manasının anlaşılması, çözümlenmesi ve yorumlanarak benimsenmesidir. [771]
Bu durumda iletişimde engeller sadece kaynak durumunda olandan değil bazen alıcıdan, bazen mesajın kendisinden, bazen iletişim vasıtalarından, ortamdan kaynaklanabilir. Aynı kaynaktan aynı mesajı alan alıcılar kendilerine ulaşan mesajlara farklı anlamlar ve tepkiler verebilmektedir. Dolayısıyla iletişim sürecinin işleyişinde iletişim unsurlarından her birinin rolü vardır.
İnsanın beklenen davranışı gösterebilmesi için öncelikle bilgilenmeye ihtiyacı vardır. Sadece bilgilenmek yetmez, kaynağın ve mesajın inanılır ve güvenilir olması da gerekir. Bunlar sağlanmış olsa da herkesin mesaja aynı ilgiyi, dikkati, duyarlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların seçme özgürlüğü vardır ki yapıp ettiklerinden sorumlu olsunlar. Ancak bu sorumluluk, alıcıların olduğu kadar kaynağın görevinde gösterdiği samimiyet ve hassasiyetle de ilgilidir. Şu ayetler bu ' hususa dikkat çekmektedir:
"Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et; onu tam olarak yapmadığın sürece, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." [772]
"Hiç şüphesiz hem kendilerine mesaj gönderilen herkesi, hem de mesajla gönderilenleri hesaba çekeceğiz. Ve sonra kendilerine mutlaka [yapıp-ettikleri hakkındaki şaşmaz] bilgimizi açacağız. Çünkü hiçbir zaman onlardan uzak değildik" [773].
Hz. Peygamber'in tebliğinde muhatapların hepsinde beklenen yönde değişme ve gelişme olmamıştır. Hz. Peygamber, bu konuda bir takım sıkıntılar yaşamış, tebliğine olumlu karşılık vermeyenler için aşırı derecede üzülmüştür. Ancak pek çok ayet onu bu tutumundan dolayı uyarmış ama teselli de etmiştir. [774] Bu ayetlerde sorunun kaynak ve mesajda değil alıcıda olduğuna vurgu yapılması ve alıcının "saplantılı bir dinleme" içerisindeki psikolojisine işaret edilmesi dikkat çekicidir:
"Tâ sîn mim. Bunlar kendi içinde apaçık ve tutarlı olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan Kitabın ayetleridir. [İnsanların bir kısmı, ulaştırdığın mesaja] inanmıyorlar diye [üzüntüden] neredeyse kendini tüketeceksin. Eğer dileseydik onların üzerine gökten bir mucize indirirdik de onun karşısında boyunları bükülür, hemen baş eğerlerdi. Rahmandan onlara ne zaman hatırlatıcı, uyarıcı bir mesaj gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler. Yalanladılar ama alay edip durdukları şey, yakında karşılarına çıkacaktır." [775]
Bu ve benzeri ayetler, alıcıdan kaynaklanan iletişim engellerine dikkat çekerek Hz. Peygambere moral vermektedir. Hatta bu ayetlerden sonra gelen ayetlerde önceki peygamberlere ait bir takım kıssalardan ve o peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları problemlerden bahsedilerek inkarcıların tutumlarının her zaman aynı olduğuna ve bu durumun sadece kendisinin başına gelen bir şey olmadığına dikkat çekilmektedir. Keza, önceki peygamberlerin mesajlarını inkâr edenlerin akıbetleri vurgulanarak Hz. Peygamber'in mesajına olumlu cevap vermeyenler de uyarılmaktadır.
İletişim sorununun alıcıdan kaynaklandığını gösteren bir başka ayette de mesajı reddedenlerin Hz. Peygamber'den onun gücünü aşan şeyler isteyerek ''savunucu tepkiler" geliştirdiklerine dikkat çekilmiştir. Bu konuda da ona güven ve destek verilmektedir:
"Herhalde sen: "Ona bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?" demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını bırakacaksın ve bununla göğsün sıkılacak; ama sen sadece bir uyarıcısın, her şeye vekil olan Allah'tır." [776]
Mesajı reddedenlerin tutum ve davranışları karşısında Hz. Peygamber'in üzüldüğünü, gönlünün daraldığını gösteren ayetlerde [777] Hz. Peygamber'in görevinin sadece tebliğ olduğuna vurgu yapılmaktadır. O da diğer peygamberler gibi kendisine iletilen mesajı bütün insanlara açık ve net bir şekilde tebliğ etmekle sorumludur. [778]
Tebliğ sürecinde tebliğ eden kadar, tebliğe muhatap olanın da sorumluluğu olduğuna işaret etmiştik. Bu sorumluluk tebliğin yapılmasıyla başlamıştır:
"De ki: "Allah'a itaat edin ve Elçi'ye itaat edin" Eğer yüz çevirirseniz bilin ki o yalnız kendi yükümlülüklerinden, siz de yalnız kendi yükümlülüklerinizden sorumlu tutulacaksınız. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Elçi'ye düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır" [779].
Tebliği yaptıktan sonra, muhatabın ne tür bir algılama içinde olduğunu, zihninden neler geçirdiğini, gerçek kanaatinin ne olduğunu ve nasıl bir tepki vereceğini elçilerin bilemeyeceğine de Kur'an işaret etmektedir. [780]
Dini mesajların muhatabı olan alıcı için irade ve tercih; sorumluluğun bir gereğidir. Ancak mesajı doğru anlayabilmek ve buna olumlu cevap verebilmek için yeterli bir çaba sarf etmek de gerekmektedir. Kur'an, Allah’ın dilemesi halinde yeryüzündekilerin hepsinin inanacağını bildirirken, inanmaları için insanları zorlamanın Peygamber'e düşmeyeceğini [781] onun sadece mesajı tebliğ etmekle sorumlu olduğu üzerinde önemle durmaktadır.[782]
Tebliğ, bütün peygamberlerin olduğu gibi Hz. Muhammed'in de temel görevidir. Bunun için o, kendisine emanet edilen mesajın özü mahiyetindeki Veda Hutbesi'nde [783], bu görevi yerine getirdiğini "tebliğ ettim mi?" sorusuyla insanlara onaylatmış ve bunu Allah'ın şahitliğine sunmuştur [784].
Onun görevlerini çok açık bir şekilde özetleyen şu ayette öne çıkan temalar dikkat çekicidir:
"Andolsun ki, Allah, mesajlarını onlara okumak/iletmek, onları arındırmak ve onlara ilâhî kelamı ve hikmeti öğretmek için içlerinden bir elçi çıkararak müminlere lütufta bulunmuştur; hâlbuki daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı" [785].
Onun görevi tebliğ olmakla beraber, tebliğin çeşitli formlarını kuşatıcı olarak Allah'ın talimatlarına uymalı, bunları bizzat yaşamak ve insanlara öğretmek de bu görevin gereğidir. Böylece onun dinle ilgili söylediği her söz, gösterdiği her davranış tebliğin canlı modeli olmaktadır.
Vahye muhatap ve tabi olmuş bir Peygamber'in yapması gereken, bu ayetlerde belirtildiği gibi kim olursa olsun Allah'ın mesajlarını insanlar arasında ayırım yapmaksızın her türlü imkân ve vasıtayı kullanarak olduğu gibi tebliğ etmektir. Rabbinin kendisine indirdiklerini tebliğ etmedikçe görevini yerine getirmiş olmayacağını Kur'an açık bir şekilde beyan etmektedir. [786]
Davet, Arap dilinde de-a-ve fiilinden mastar olup, çağırmak, davet etmek, seslenmek, nida etmek, dua veya beddua etmek, ziyafete çağırmak, isimlendirmek, bir işe sevk ve teşvik etmek, benimsetmek [787] gibi anlamlar taşımaktadır.
Terim olarak ise, insanları Allah'ın birliğine çağırmak ve dini insanlara anlatarak benimsetmeye çalışmaktır [788]. Davet, insanlara dini benimsetmek için kullanılan bütün vasıtaları kapsamaktadır. Bir başka deyişle, dinin öğretilmesi için; insanlara vahyin mesajlarını ulaştırmak, bunları açıklamak, bunların yaşanabilir olduğunu göstermek ve yaşanmasına çağırmak davetin kapsamına girmektedir. Bunun için tebşir, inzâr, tezkir, nasihat, irşad, telkin, mücadele vb. kavramları da davetin içinde saymak mümkündür.
Hz. Muhammed'in Kur'an'da zikredilen özelliklerinden birisi "daiyallah [789], bununla ilgili görevi de davettir:
"Ey peygamber, biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve O'nun izniyle Allah'a davet eden ve nur saçan bir kandil olarak" [790].
Burada "Allah'ın izniyle" kaydının, davet sorumluluğunun Allah tarafından bir inayet olmadıkça yapılamayacak zor bir iş olduğuna tenbih olduğu söylenmiştir [791].
Bu sorumluluğun ağırlığından olmalıdır ki Kur'an, Allah'ın çağrısına uyan ve insanları buna uymaya davet eden kişilerden, şüphesiz peygamberler başta olmak üzere övgü ile söz etmektedir:
"İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir." [792]
"Allah'a davet eden, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" [793]
Bununla birlikte tebliğin geçtiği ayetlerde Hz. Muhammed'e yapılan uyarı [794] davet için de yinelenmektedir:
"Sen, bu Kitabın sana ulaşacağını ummazdın; Fakat Rabbinden bir rahmet olarak sana ulaştı. Öyleyse hakkı inkâra kalkışan kimselere asla arka çıkma. Ve Allah'ın, ayetleri sana indirilmiş olduğuna göre, bundan sonra sakın seni onlardan alıkoymalarına izin verme ve Rabbine davet et." [795]
İnansın-inanmasın ya da inanır gibi görünsün Hz. Muhammed'in davetinin muhatabı bütün insanlıktır. Kur'an, Hz. Peygamber'in yolunda olanları da gücü ve imkânları nispetinde daveti sürdürmekle yükümlü saymıştır. [796]
Davet, iyiliğe olduğu gibi kötülüğe de olabilmektedir. İyilik veya kötülük, daveti yapanın kimliği ve niyeti ile ilgilidir. Kur'an'da açıkça belirtildiğine göre; Allah, insanları esenlik yurduna davet etmektedir [797], Peygamber, Allah adına Allah'a, Allah'ın yoluna davet etmektedir [798], inananlar da hayra davet etmektedir. [799] Öte yandan şeytanda kendi yoluna davet etmekte, kendisine uyarıların yapıp ettiklerini onlara güzel göstererek aldatmakta [800] ve yandaşlarını alevli ateşin halkı olmaya çağırmaktadır. [801]
Kur'an'da Allah'ın, peygamberleri ve onların yolunda olanlar aracılığı ile yaptığı davete ancak inanmaya istekli olanların kulak vereceğinden söz edilmektedir. [802]. Buna karşılık Kur'an, davete kulak vermeyenlerden bahsederken; onların basiretlerinin bağlandığına, kalpleri üzerine onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içine de ağırlık konulduğuna işaret etmektedir. [803]
Kur'an bu gibi insanları ölüler, körler, sırt çevirip uzaklaşan sağırlar olarak nitelemekte; duyu organlarını ve akıllarını kullanmayan bu insanların çağrıya uymayacaklarına dikkat çekmektedir. [804]
Hz. Peygamber'in, çağrışına kulak vermeyenler için bir koruyucu veya vekil olmadığı [805], bu insanların cezalandırılmalarının kendisine ait olmadığı da Kur'an'da üzerinde durulan hususlardandır. [806]
Tebliğ ve davet kavramlarını, dini insanlara öğretme faaliyetinin içinde yer almaları bakımından birbirinden ayırmak güç olsa da, Kur'an'da bunların tamamen aynı anlamda kullanıldığı söylenemez. Tebliğ daveti de kapsayan genel bir görevdir. Davet, çeşitli araç ve yöntemler kullanarak, mesajın benimsetilmesi ve davranışa dönüştürülmesi için gösterilen daha özel bir çabayı ifade etmektedir. Hz. Peygamber'in dini insanlara öğretme faaliyetinde tebliğin temel görev olduğu dikkate alınırsa öğretim faaliyeti ile ilgili diğer kavramların, muhatabın tebliğ karşısındaki tutumuna göre ortaya çıkan durumlar olarak düşünülmesi mümkündür.
Kur'an'da davetin nasıl yapılacağı muhatabın durumuna göre açıklanmaktadır. Bunların özü mahiyetindeki şu ayette davetin genel ilke ve yöntemleri gösterilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle mücadele et." [807] Bu ayette; hikmet, güzel öğüt ve mücadele gibi üç esastan bahsedilmektedir. Bunların ne anlama geldiği üzerinde kısaca durmak gerekecektir: [808]
Hikmet, ihtiva ettiği anlamlar açısından zengin bir kavramdır. Kur'an'da ve hadislerde geçtiği yerlere göre farklı anlamlar aldığı gibi; felsefe, kelâm, tasavvuf, fıkıh vb. alanlarda da özel manalar kazanmıştır. Burada kelimenin anlam alanına işaret edildikten sonra konuyla ilgili ayette nasıl anlaşıldığı açıklanacaktır.
Hikmet; hüküm vermek, engellemek, alıkoymak, gemlemek, bilmek, anlamak, adaletli olmak, yönetmek, sağlam olmak anlamlarına gelen h-k-m kökünden türetilmiş isim veya mastardır. Gelişigüzel davranmasına mani olduğu için ata takılan geme hakeme, zalimin zulmüne mani olduğu için yargıca hâkim denilmiştir. [809].
Hikmet, ilim ve akılla gerçeği ortaya koymak şeklinde açıklanmış ve "Allah'a nispet edildiğinde, eşyayı bilmek ve onu kusursuz bir biçimde yaratmak; insana nispet edildiğinde ise varlıkları gerçek mahiyetiyle bilmek ve bu bilgiye uygun hayırlar işlemektir" [810] denilmiştir.
Hikmeti, ilim amel bütünlüğü, lüzumsuz lafızlardan arındırılmış akla ve gerçeğe uygun söz şeklinde anlayanlar da olmuştur [811].
Elmalılı, kaynaklarda hikmete verilen farklı anlamları ele almış ve bunlarla ilgili geniş açıklamalar ve değerlendirmeler yapmıştır. Bu anlamların belli başlıları şunlardır:
Sözde ve eylemde doğruyu bulmak/bilmek ve bildiğine uygun davranmak/varlıkların özündeki manaları anlamak/Allah'ın emirlerini düşünmek, anlamak ve ona uygun davranmak/eşyayı yerli yerine koymak/güzel ve doğruya yönelmek.
Bu farklı tarifleri özetleme ve uzlaştırma gayretiyle Elmalılı şunları söylemektedir:
Hikmet, faydalı amele götüren bilgi, bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı amel, ilim ve amelde sağlamlık, sözde ve eylemde isabettir. Bir işi körü körüne değil, etraflıca düşünerek ve sebep olacağı bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmaktır ki Allah'ın dinine tabi olmak ve bunun gereği olarak hakkın zuhuruna vesile olacak bütün güzel hasletler bu anlamda hikmettir.
Bu nedenle sağlam bilgiler, güzel ahlâk, faydalı sanat, genelin menfaatine olan amaç ve sebep, kötülüğe engel olmak ve iyiliği elde etmek için yapılan her hangi bir şey, ibret ve nasihat amacı taşıyan her hangi bir söz, esrarlı tuhaflıklar, nübüvvet, adetullah, din ve kutsal kitapların her biri hikmetin manalarıdır [812].
Kur'an'da Hz. Muhammed'in Nitelikleri Kur'an'da kullanıldığı yere göre sağlamlaştırmak, hüküm vermek, kanun, karar vermek, sağlam muhakeme, düşünme yeteneği, doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneği, peygamberlik, kemale erdirici bilgi, ilâhî bilgi gibi manalara geldiği de ifade edilmektedir.
Hikmetin psikolojik, nazarî ve ameli olmak üzere üç boyutlu bir anlam taşıdığına da dikkat çekilerek, hikmetin doğması için yetenek, bilgi ve amel üçlüsü arasında dengenin yani adaletin kurulması gerektiği de söylenmiştir. [813]
Kur'an'da yirmi yerde geçmekte olan hikmetin kullanıldığı yere göre beş farklı anlama geldiğine de işaret edilmiştir [814] ki bunlar şöyle açıklanmıştır: Emir ve nehiy şeklindeki öğütler [815] İlim ve anlayış [816] Nübüvvet [817] Kur'an'ın tefsiri [818] Kur'an'ın kendisi [819]
Bu tasnifte, konumuzla ilgili Nahl Sûresi 125. ayetinde geçen "hikmet"in bizzat Kur'an olduğu ifade edilmiştir. Taberî'ye göre bu ayette hikmetle kastedilen, Hz. Peygamber'e indirilen vahiydir. Dolayısıyla hikmetle davet, Kur'an'la davet demektir [820]. Zemahşerî ise bu ayette geçen hikmetin gerçeği açıklayan, şüpheyi gideren sahih ve sağlam sözler olduğunu belirtmektedir. Râzî de benzer bir açıklama getirerek buradaki hikmetin, yakını bir inanç oluşturmak için sarf edilen kesin deliller, bilgi ve belgeler olduğunu ve hikmetle davetin bilgili ve kültürlü kişileri, hakikatlere talip olan fikir adamlarını kapsadığını söylemektedir. [821]
Gerçek hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'tır. Ve en büyük hikmet olarak indirdiği Kur'an da sağlam, güvenilir ve ikna edici bilgilerle insana gerekli olan gerçekleri açıklamıştır. Kur'an, hikmetle dolu bu hakikatleri başta peygamberler olmak üzere [822], ancak kendilerine hikmet verilmiş olanlar ve her türlü şaibeden arınmış selim akıl sahiplerinin düşünüp anlayabileceklerine dikkat çekmektedir. [823]
Hikmet, bir tavır olarak değerlendirildiğinde, doyurucu, ikna edici ve muhatabın anlayış düzeyine uygun ölçülü, dengeli ve bilimsel bir yaklaşımdır, akla ışık tutacak vicdanı harekete geçirecek mantıklı bir söylemdir. [824] Mevdudi de hikmeti bu bağlamda, kişinin tebliğde bulunurken dikkatli ve basiretli olması, yaptığı işi körü körüne değil bilerek yapması, hitap edilen kimsenin yetenek ve şartlarını göz önünde bulundurması, ferdi farklılıkları esas alması ve mesajı bunlara uygun bir şekilde iletmesi, şeklinde açıklamaktadır. [825]
Bu açıklamalardan sonra denilebilir ki, "Allah yoluna hikmetle davet etmek" için davetçinin her şeyden önce bu iş için yetenekli olması lazımdır. Sonra hikmetin gereği olarak Allah'ın emirleri üzerinde düşünmek, varlıkların özündeki manaları anlamak, her bir varlığın yaratılışına uygun olan fıtrat yasalarını çözebilmek için akla uygun, gerçeği açıklayan, şüpheleri ortadan kaldıran sağlam bilgiye ve kesin delillere ihtiyacı vardır. Bu bilgiye dayanarak tefekkür, sağlam bir muhakeme ve muhasebe ve nihayet iyiyi, doğruyu ve güzeli yaşaması da hikmetin gereğidir.
Davet ancak bu aşamadan sonra hikmetle olabilir. Muhatabın zihinsel yeteneklerini harekete geçirebilmek için böyle sağlam bir donanıma ihtiyaç vardır. Bununla birlikte "hikmete ermek için sadece vermek yetmez almak da gereklidir". Dolayısıyla davete muhatap olanların hepsinden istenen neticeyi almak her zaman mümkün olmayabilir. [826]
Mev'iza lügatte; nasihat, dînî öğüt, ibret, kalpte rikkat oluşturacak şekilde hayırla, ödülle teşvik, ceza ile sakındırma demektir [827].
Bu ayette geçen "mev'izd-i hasene" [828], Allah'ın varlığını ortaya koyan ve Kur'an'da zikredilen güzel ibarelerdir. Öğütle davet, Kur'an ayetlerini okuyarak ve açıklayarak yapılan davettir, [829] kalbi yumuşatacak sözdür denilmiştir [830] Razı, açık ve ikna edici deliller, ibret verici konuşmalar ve zannî işaretler diye açıkladığı güzel öğüdün halk tabakasına etkili olacağını belirtmiştir. [831]
Kur'an'da geçen tezekkür, tefekkür, tedebbür, tebşir, inzâr, nasihat, va'z, ayet, ibret, temsil gibi kavramlar birbiriyle yakından ilgilidir ve öğüt almanın vasıtalarıdır. Bu kavramların hepsi Kur'an'da davet görevinin yerine getirilmesinde öğüt yolunun önemini göstermektedir. Çünkü öğüt, bu eylemlerin organize çalışması ile sonuç verebilir.
Bütün peygamberler, insanları dine davet ederken öğüt yolunu kullanmıştır [832]. Diğer usuller yanında öğüt yolunun kullanılması Hz. Peygamber'e de telkin edilmiştir [833]. Allah, Kur'an'da çeşitli olaylar ve durumlardan bahsederek insanlara öğütler vermektedir. [834] Kur'an'ın kendisi de bir öğüttü [835]. Peygamberlere indirilen diğer kutsal kitaplarda öğüttür [836].
Ancak Kur'an öğütün herkese tesir etmeyeceğini bildirmekte ve öğütün tesir edeceği kişileri de belirtmektedir: Buna göre öğüt, Allah'a inanıp ona gereği gibi saygı duyanlar, onun azabından sakınanlar, yalnız ona kulluk edip yalnız ona yönelenler, kalpleri açık olanlar, uyanık bir zihinle çağrıya kulak verenler içindir [837]. Bunlar o kimselerdir ki, kendilerine öğüt verildiği zaman derin bir hayranlık ve saygıyla secdeye kapanırlar; Rablerinin sınırsız ihtişamını hamd ile yüceltirler ve asla büyüklük taslamazlar. Yataklarından geceleri kalkarak korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verilen rıziklardan hayır için harcarlar [838].
Kur'an, inkâra şartlanmış kimseler için öğüdün pek faydası olmayacağına da işaret etmektedir. [839] Buna rağmen öğüt yolunun hep açık tutulmasının nedeni, inkarcıların mazeretlerinin kalmaması, bu görevle yükümlü olanların Allah katında sorumluluklarını yerine getirmiş olmaları ve hakikate dönüş yolunda ihtimali hep göz önünde bulundurma endişesidir [840]. Öğütten yüz çevirenleri acı bir akıbet beklediğini de Kur'an beyan etmektedir. [841]
Mücadele, Arap dilinde, ipi sağlamca kıvırmak, saç örgüsü yapmak, binayı sağlam yapmak, kişinin arkadaşını sert bir yere yıkması, iki kişiden birinin diğerini fikren mağlup etmesi, insanın kavga edercesine bir fikri savunması gibi manalara gelen cedel [842] kökünden gelmektedir. Cedel, bir konu üzerinde, hasımları cevap vermekten aciz bırakmak ve onları mağlup etmek amacıyla, sağlam deliller sunarak tartışmaktır. Cedel yapanın hedefi, bir fikri, meşhur veya herkes tarafından geçerliliği kabul edilmiş öncülerle ispat etmek, aynı zamanda iddia edilen fikirle çelişki oluşturacak bir duruma düşmemektir ki Râzî'ye göre mücadele, daha ziyade inançsız ve dine karşı olanlara karşı kullanılacak bir yoldur. [843]
Yaratılış bakımından tartışmacı bir özelliğe sahip olan insanın şüphe ve itirazian, direnme ve saldırılan karşısında dinin hakikatlerini en güzel bir biçimde sunmak ve bunları savunmak başta peygamberler olmak üzere onların varisi olanların görevidir. Bu görev herkesin değil, belli seviyede bilgi ve beceriye sahip olanların yapacağı bir iştir. Bunun için Kur'an, batıl münakaşa ve mücadelelerden kaçınılmasına işaret etmektedir:
Herhangi bir bilgiye, herhangi bir doğru yol öğretisine ve ışık saçan bir İlâhî kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında [844], Allah'ın ayetleri [845] ve açık buyrukları üzerinde tartışanlar [846] asılsız iddialarla hakkı hükümsüz kılmaya kalkışan ve O'nun mesajlarıyla alay edenler [847], sağlam deliller ve mucizeler karşısında bile zihinsel yeteneklerini kullanamayacak kadar hakkı inkâra şartlanmış olanlar [848], hakkında hiç bilgisi [849] ve hiçbir delili bulunmayan ve sadece geleneklere dayanarak tartışanlar [850], Hak ortaya çıkmış iken hala şahsî fikirlerinde direnenler [851], indirilen vahiy ile doğru eğri belli olduktan sonra aklın kavrama sınırlarını aşan konularda tartışanlar [852] Kur'an'da kınanmış ve bu insanlarla yapılacak tartışmanın fayda vermeyeceğine dikkat çekilmiştir.
Buna karşılık, hak ve hakikatleri savunmak, gerçeğin ortaya çıkmasına vesile olmak, muhatabın olumlu yönde etkilenmesini sağlamak amacıyla mücadele edilmesi geçmiş peygamberlere olduğu gibi [853] Hz. Muhammed'e de emredilmiş bir görevdir.
Konumuzla ilgili ayette geçen mücadele emrinin [854] bir davet usulü değil bir savunma metodu olduğu da söylenmiştir. Bu fikri ileri sürenlere göre Allah, ayette davetin hikmetle ve güzel öğütle yapılmasını emretmiş, mücadeleyi davetten saymamıştır. Onlara göre, eğer tartışmanın gayesi davet olsaydı o zaman ayetin şöyle olması gerekirdi:
Rabbinin yoluna hikmet, güzel öğüt ve mücadele ile davet et. Hâlbuki davet fiili hikmet ve güzel öğüde hasredilmiş ve tartışma emri ayrı bir fiille verilmiştir [855].
Mücadele doğrudan bir davet metodu olmasa bile, Kur'an'da, "en güzel bir biçimde mücadele'nin ilkeleri açıklanmaktadır [856]:
Her şeyden önce yapılan fikri münakaşalarda mesajın net olarak ortaya konması ve bunun sağlam delillerle desteklenmesi tartışmada ana prensiptir [857]. Kesin delillere rağmen hala hakkı kabul etmemekte direnenlerle tartışmak beyhudedir. [858] Bu nedenle ileri sürülen delili çürütecek daha güçlü bir delil getirmeden, sırf inatçılıktan, kibirden, kavgacı bir tutumla hakkı inkâr etmekten kaynaklanan itirazlara karşı tartışmayı sürdürmenin faydası yoktur. Hatta bu noktada tartışmayı kesmek gerekir. [859]
Muhatabın niyetinin hakkın ortaya çıkması olmadığı anlaşıldığında böyle bir zeminde mücadele gereksiz olduğu gibi, bu tür insanlarla aynı mecliste bulunulması bile hoş görülmemiştir. [860] Bu tartışmalarda dosdoğru ve adil olarak [861] Allah'a sığınmak, ondan yardım dilemek, O'nu hamd ile teşbih etmek, tevekkül, istiğfar gibi manevî desteklerin, kısaca kulluk bilincinin diri tutulması da dini öğretmek ve anlatmakla görevli olanlardan istenen hususlardır. [862]
Kısaca söylemek gerekirse müslüman bilim adamlarından bir kısmı, felsefe geleneğine uyarak ayetteki hikmeti mantıki burhan-aklî deliller, güzel öğüdü hitabet, mücadeleyi de meşhur veya müsellem kazıyyelerden oluşan mantıkî cedel olarak açıklamışlardır. [863]
Sonuç olarak, hikmeti; bilimsel faaliyetler, öğüdü; halka yönelik çalışmalar, mücadeleyi de bir savunma ve eleştirileri cevaplandırma şeklinde anlamak ve bunları muhataba ve ortama göre ayarlamak gerektiği anlaşılmaktadır. [864]
Kur'an'da en çok geçen kelimelerden birisi de "b-y-n" ve türevleridir. Bu kökten türeyen beyan; açıklama, bildiri, delil, mesaj, ifade etme, kastedilen manayı en beliğ lafızla izah etme, ortaya çıkarma, belirginleştirme anlamlarına gelmektedir. Tebyin ise aynı kökten, tef'il vezninde mastar olarak; bir şeyi beyan etmek, açıklamak, anlaşılır hale getirmek, açık seçik ortaya koymak, açıklama ve tanımlanma, bir mesajı iletme yolu ve yöntemi gibi manalara gelmektedir. [865]
Bu durumda tebyin, gerekli yöntem ve araçları kullanmak suretiyle mesajın manasındaki kapalılığı gidermek ve muhatabın anlayacağı biçimde manaya açıklık kazandırmaktır.
Hz. Peygamber'in tebliğ görevinin bir gereği olarak beyan, kendisine indirilen vahyi insanlara aynen aldığı gibi ilettikten başka vahyin mesajlarını insanların anlayacakları biçimde açıklamaktır.
Duygu ve düşüncelerini sözle ifade etmek insanoğlunun bir özelliğidir, însan sadece ifade edebilme değil aynı zamanda başkasının ifadesini anlama yeteneğine de sahiptir. "Rahman bu Kur'an'ı [insana] öğretti. O, insanı yarattı; ona beyanı [açık ve berrak şekilde düşünmeyi ve konuşmayı [866] öğretti." [867]
Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra ona eşyanın isimlerinin öğretilmesi [868] ile beyanın öğretilmesi arasında yakın bir ilişkiden söz edilebilir. İnsanın duyum ve algılar üzerinde imgelem, tasarım, soyutlama, karşılaştırma, uslamlama, yargılama gibi birtakım işlemler yapabilmesi ve bunların sonunda oluşan fikirlerini, kanaatlerini açıklayabilmesi ya da başkaları tarafından açıklananları anlayabilmesi için eşyayı ifade eden sembollere ihtiyacı vardır [869]. Beyan yeteneğinin işletilebilmesi için gerekli olan bu semboller eşyanın işaretleridir, isimleridir. Vahye tabi olan bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed de, tabi olduğu vahyin mesajlarını insanlara ulaştırma görevini yerine getirirken [tebliğ]; etkili yöntemlerle onları bu tebliğin gereğine uymaya çağırmak, bu gerçekleri muhatapların anlayacağı biçimde açıklamak gibi eğitim-öğretimin gereği olan her türlü vasıtayı kullanmak durumundadır. O, Kitap ve hikmeti öğreten, vahyi okuyup açıklayandır. Kur'an onun bu görevini şöyle açıklamaktadır:
"... Ve biz sana baştan beri indirilegen mesajı insanlara açıklaman için bu uyana Kitabı indirdik ki üzerinde düşünüp öğüt alsınlar.” [870]
"Sana bu Kitabı, üzerinde çekişip durdukları sorunları onlara açıklayasm ve inanmaya eğilimli olan kimselere de onu doğru yol bilgisi ve rahmet olarak ulaştırasın diye indirdik." [871]
Kur'an'ı vahyeden, Elçisi'nin kalbine yerleştiren ve insana anlama yeteneği bahşeden Allah olduğuna göre vahiy bilgisini insanın yaratılışına uygun olarak insanlara açıklayan da O'dur [872]. O, Hz. Peygamber'e her şeyi olduğu gibi açıklayan bir doğru yol bilgisi, bir rahmet ve kendisine yürekten boyun eğenlere müjde olarak indirdiğini bildirdiği Kur'an ile [873], inananları ya da inanma eğiliminde olanları doğru yola iletmekte ve yanlışlıklara sapmaktan korumaktadır.
Kur'an, hak ve hakikatin iyice belli olmasını beyanın gereği saymaktadır [874]. Gerçeğin açık seçik ortaya konmasıyla insanın sorumluluğu netleşmektedir. Bundan sonra Allah'ın yolundan ayrılanlar için savunma hakkı yoktur. Kur'an'ın ifadesiyle bunlar, hevâ ve heveslerinin esiri oldukları için, yaptıkları kendilerine güzel gösterilmiştir. Kur'an, vahyin mesajları kendilerine açıklandıktan sonra Elçi'yi incitenlerin işlerinin sonunda boşa çıkacağını haber vermektedir. [875]
Dünya hayatında doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olduktan sonra dinde zorlama olmadığı da Kur'an'ın önemle üzerinde durduğu bir konudur. [876] İnsanların hakkında tartıştıkları ve ayrılığa düştükleri gerçeklerden bir kısmının beyanı ise Kıyamet Günü'ne bırakılmıştır [877]
Hz. Peygamber'in beyan/tebyin görevini yerine getirirken temel dayanağı vahiydir. O vahyi tebliğ etmiş, vahye çağırmış ve vahyi açıklamıştır. İnsanlar, Peygamber'in mesajla ilgili açıklamalarına farklı tepkiler vermiştir.
Kendilerine vahyedilen bilgileri insanlara açıklayan ve açık kanıtlarla desteklenen [878] diğer peygamberlere inanmayan, onların açıklamalarını dikkate almayanlar olduğu gibi, Hz. Peygamber'in getirdiklerini yalanlayan ve onun açıklamalarına kulak tıkayan, hatta karşı çıkanlar da olmuştur [879]. İnandıktan, Elçi'nin hak olduğunu gördükten ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra, onu inkâr etmeyi seçenleri Allah'ın doğru yola iletmesi söz konusu değildir. [880] Bu nedenledir ki "beyandan kimlerin gereği gibi yararlanacağı Kur'an'da belirtilmiştir. Bunlar; yürekten inanıp tasdik etmeye niyetli olanlar, gerçekleri iyice bilmek isteyenler [881], anlama ve kavrama yeteneğine sahip olanlar [882], hakikati idrak edebilenler [883], gerçekler üzerinde tefekkür edenler [884]. Öğüt almak isteyenler [885], inanmaya meyilli olanlar [886] ve şükredenlerdir. [887] Allah, mesajlarını insanların anlayacağı şekilde beyan etmektedir [888]. Beyanın niçin yapıldığını Kur'an şöyle açıklamaktadır:
İnsanlar, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olsunlar, korunup sakınsınlar [889], akıllarını kullanarak anlasınlar [890], tefekkür etsinler [891], yola gelsinler, hidayete ersinler [892], şükretsinler [893], öğüt alsınlar [894], şaşırıp sapıklığa düşmesinler, [895] Rablerinin huzuruna çıkacaklarına yürekten inansınlar [896], nankörlükten vazgeçsinler [897], suçluların, günaha batmış olanların yolu, dürüst ve erdemli olanların yolundan ayırt edilebilsin. [898]
Elçi'nin, vahyi okuyup açıklaması aynı zamanda, inanıp yararlı işler yapanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, onları ebedî mükâfatlara ulaştırmak içindir. [899] Onun davet ettiği Kur'an, insanlara yol gösteren, doğru ve yanlışla ilgili hükümleri açıklayan ve açıkladığı gerçeklerle korunanlar için öğüttür. [900]
Diğer taraftan beyanın bir amacı da, inkarcıların:
"Eğer bize Kitap indirilmiş olsaydı, onun rehberliğine kesinlikle onlardan daha sıkı uyardık" şeklinde ileri sürecekleri bir mazereti [901] geçersiz kılmaktır. [902] Hz. Peygamber, vahyi olduğu gibi muhataplarına iletmekle görevli olduğu kadar, vahyin doğru anlaşılması için gerekli olan açıklamaları yapmakla da birinci derecede sorumludur.
Kuran insanların elindedir. Kur'an'ı yaşayan, ona uygun hükümler getiren, onun mücmelini tafsil, müşkilini tavzih, mutlağını takyit eden, ya da lehte veya aleyhte bir beyanda bulunmadığı konulara ışık tutan, kısaca vahyin açıklayıcısı olan Peygamberin sünneti de kayıt altındadır.
İnsanlar, yaşanılan zaman ve zeminin şartlarına göre bu kaynaklar üzerinde çeşitli yorumlar yapmışlar ve bu birikim günümüze kadar zengin bir miras halinde taşınmıştır,
Bugün bu kültürel mirası da tetkik ederek vahyi günün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre doğru bir şekilde anlamak, yorumlamak ve değerlendirmek, Hz. Peygamber'in yolunda olan ilim sahiplerinin görevidir. [903]
Tezkiye, kök anlamı itibariyle, temizlemek, temize çıkarmak, düzeltmek, arıtmak, ıslah etmek, paklamak anlamlarına geldiği gibi, arttırmak, bereketlendirmek, çoğaltmak manalarına da gelmektedir. Onun için aynı kökten türeyen zekat:
"Hem malı temizlemek, hem kalbi mal sevgisinden arındırmak, hem de malın bereketlenmesini ummak üzere Allah'ın hakkından fakirlere vermektir" şeklinde açıklanmıştır. [904]
Tezkiye esas olarak olumlu bir mana taşımakla beraber, kişinin kendi kendini temize çıkarması, kendini kötülüklerden ve kusurlardan berî görmesi gibi olumsuz bir anlamı da vardır kî Kur'an bu durumu kınamakta ve insanın kendi kendini tezkiye etmesinin bir kıymeti olmadığını bildirmektedir. [905]
Kur'an'ın beyanına göre, insan ne kadar gayret ederse etsin Allah'ın şanına yaraşır bir kulluktan acizdir. İnsanın yapısındaki olumsuz güçler, şahsiyetin sürekli denge halinde bulunmasını zorlaştırmaktadır. Sorumluluk bilincinde olan insanlar bile zaman zaman bu güçlerin etkisinde kalabilmektedir. Bu durumda insanın, dünyada Allah'ın bahşedeceği sabır, irade, azim, güç ve kararlılığa her zaman muhtaçlığı yanında, Hesap gününde de O'nun rahmet ve mağfiretine sığınmaktan başka çaresi yoktur. [906]
İnsan, arınma faaliyetinde mutlaka İlâhî yardıma muhtaçtır. Dua ve ibadetler, insanın İlâhî yardıma mazhar olabilmesi için gösterdiği çabalardır. İnsanın temizlenmek için yüce bir âleme bağlanması ve İlâhî yardımı istemesi bir yönden insanın bağlanma ihtiyacını karşılarken, kendi güçlerini kullanmasıyla da bağımsızlık yönü çalışmaktadır. Böylece insanda önemli bir çatışma önlenmektedir. [907]
Her eylemde olduğu gibi tezkiyede de, İlâhî rahmet ancak kulun göstereceği gayretle olacaktır. Kur'an, bir yandan dış dünyada işleyen sistemi, diğer yandan kendi varlığını düşünerek, bu yapıyı yaratılış amacına uygun olarak tezkiye etme gayretini insandan beklenmektedir. [908] Bununla birlikte bu bilinci uyandırmak ve duyguları terbiye etmek için Kur'an, insanın dikkatini bazen kendi yaratılışına ve iç dünyasına, bazen dış dünyaya, evrene, insanın evren içindeki yerine, bazen geçmişte yaşanmış hadiselere, bazen de metafizik olaylara dikkat çekmektedir. [909]
Kuran'a göre, manen arınıp yücelen, öncelikle birey olarak kendi yararına arınmış olmaktadır. [910] Bireysel sorumluluk her alanda esastır [911]. Ancak Allah, insanı hiçbir zaman kendi haline terk etmemiş, bütün olumlu çabalarında ona rehberlik edecek elçilerle onu desteklemiştir. Hz. Peygamber'e diğer görevleri arasında tezkiye görevi de verilmiştir. [912]
O halde tezkiyenin mahiyeti nedir? Hz. Peygamber'in tezkiye görevi, Kur'an'da nasıl açıklanmaktadır?
Tezkiye, benliği bütün olumsuzluklardan arındırmak ve korumaktır. Arındırma ve korumanın sürekliliği ve bilinç düzeyinde tutulabilmesi için hayrı arttırmak da tezkiyenin kapsamındadır. [913] Bu durumda tezkiyenin, arındırmak-korumak-hayrı arttırmak, yücelmek gibi birbiriyle bağlantılı işlevleri vardır ki bunların eşgüdüm içinde olması şahsiyetin istikran ve bütünlüğü açısından önemlidir.
Tezkiye, benlikle ilgili manevî bir eylemdir. Dolayısıyla onun cereyan edeceği alan da manevî bir alandır. Kur'an'ın antropolojisinde, her şeyin emrine verilmesi anlamında kâinatın ekseni insan ise, insanın varlık ekseni de kalbidir. İnsanın kaderinden evrenin kaderine kadar her şeyin kendisine bağlı olduğu ana merkez, kalptir. Öyleyse kalp, bireysel ve toplumsal değişmelerin başlangıç noktası olduğundan, her türlü sapma ve yabancılaşma da, ilk kıpırdanışını kalpte bulacaktır. [914]
Kur'an'da "kalp"; haşyet ve duyarlılığın [915], şefkat ve merhametin [916], huzur, güven ve esenliğin [917], itminanın [918], ülfet ve uzlaşmanın [919], bağlanmanın [920], takvanın [921], vahiy ve ilhamın [922], metanetin [923], imanın [924] olduğu kadar; katılığın ve duyarsızlığın [925], gafletin [926], korkunun [927], eğrilik ve sapmanın [928], zihnî körlüğün [929], şüphenin [930]
Mühürlenmenin [931], ikiyüzlülüğün [932] manevî maraz [933] ve engellerin [934], eşyayı putlaştırmanın [935] kinin, öfkenin [936] ve inkârın [937] da merkezidir.
Görüldüğü gibi, Kur'an'da kalp pek çok psikolojik oluşumun, değişimin, dönüşümün odağıdır. Bu durum kalbin bir hal içinde durmadığını, etkilere açık olduğunu ve bu etkilere göre eylemlerde bulunduğunu göstermektedir [938]. Kalbin yaşantılar karşısında gösterdiği değişkenlikle sözlük anlamı arasında tam bir uyum vardır. Belki de kalbin sürekli değişim ve dönüşüm göstermesinden ötürü ona "kalb" denilmiştir. Kalbin bu özelliğine işaret etmesi bakımından Hz. Peygamber'in şu sözü dikkat çekicidir:
"Kalp, çöl ortasında bulunan bir kuş tüyüne benzer ki rüzgârlar onu mütemadiyen çevirirler. [939] Hz. Peygamber'in: "Rabbim, kalbimi dinin üzerine sabit kıl" duasını sıklıkla yaptığı bilinmektedir [940] ki, bu da halden hale geçen kalbin, merkezi rolüne işarettir.
Kur'an çeşitli vesilelerle; örtülmüş, kilitlenmiş, mühürlenmiş, paslanmış, katılaşmış, taşlaşmış hasta kalplerden [941] ve duyum merkezleri çalışmayan insanlardan bahsetmekte, bunların hakikate karşı bilinçlerinin perdelenmiş olduğuna dikkat çekmektedir. [942] Bunun yanında gerek vahye muhatap olma, gerekse hesap gününün sorgusunda selim ve arınmış kalbe vurgu yapılmaktadır. [943]
Kur'an, kalp ile duyum ve algılar arasındaki ilişki üzerinde önemle durmaktadır:
"Peki yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Ki, orada olup biteni akledecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun. Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; lakin göğüsler içindeki kalplerdir" [944]. Hevâ, vehim ve şaibelerden, nefsanî ilgiler ve karanlık engellerden arınmış, görünürden görünmezi okuyabilen, halis akıl [945] sahipleri için "ulu'l-elbâb", insanı kötü ve çirkin şeylerden alıkoyan akıl [946] sahipleri için de "ulu'n-nühâ" terimleri kullanan Kur'an, bununla hakikati idrak edecek aklın niteliğine işaret etmiştir.
Engellere takılmadığında, bilmenin, düşünmenin ve idrakin merkezi olarak işlevini yerine getiren kalp, günahlarla kirlenip paslandığında örtülüp mühürlenmekte ve hiçbir şey düşünemez ve anlayamaz hale gelmektedir. [947] Bunun içindir ki, Kelime-i Tevhîd, inanç alanının temizlenmesiyle yani tanrılaştırman her şeyin reddiyle başlar ve hemen peşinden o alanın odak noktasına Allah'ın ikamesiyle insana yepyeni bir ufuk açmaktadır. [948]
İnsanın evrendeki yerini, var oluş nedenini belirleyen asıl yapılanma şüphesiz ki, bu inanç alanındadır. İnanç, sadece kaibin derinliklerine gömülü vicdanî bir olgu değil, aynı zamanda hayatın ve ona bağlı tüm gerçeklerin üzerinde yükseldiği temeldir. İnsanın, evren ve onun içindeki tüm varlıklarla kuracağı ilişkilerin merkezidir. Duygular, düşünceler, eşya ve olaylar karşısındaki tutum ve davranışlar, gayeler hep bu alanda belirlenir. Hidayet veya dalalet üzere olmak, bu alanın ana kaynağı olan, Allah inancına bağlıdır.
Mekke döneminde nazil olan ayetler incelendiğinde, bunlarda ibadet ve ahlâkla ilgili esaslara da yer verilmekle birlikte; tevhîd, nübüvvet, yaratılış, sorumluluk, ahiret ve hesap gibi temel inanç konularına ısrarla dikkat çekildiği görülür. Bu dönemde Hz. Peygamber'in görevi her şeyden evvel zihinleri; putperestlik, şirk ve inkârın tortularından temizlemek, tevhîd inancını kalplere yerleştirmektir. Bu inancın sağlam temellere oturması ve kalbin ve aklın uyum içinde hareket etmesi için, dikkatler insanın ve evrenin yaratılışı üzerinde yoğunlaştırılmıştır.
Putlara tapan, öldükten sonraki hayata inanmayan, nübüvveti kabul etmeyen bir kitleyi eğitirken ele alınacak ilk konuların inanca dayalı meseleler olması doğaldır. Bundan dolayı denilebilir ki, Hz. Peygamber'in tezkiye görevi, tevhîd inancını sağlam temeller üzerine inşa etmekle başlamıştır [949]. Nitekim tezkiyenin bir anlamının da Kelime-i Tevhîd olduğu söylenmiştir. [950]
Tezkiyenin; arındırma, koruma ve hayrı arttırma eylemlerini kapsadığı düşünülürse, inanç alanının temellendirilmesinden sonra, tezkiye için koruyucu vasfıyla önemli katkı sağlayacak olan vasıtalar, ibadetlerdir. Mesela, insanı bütün çirkin işlerden, selim akla aykırı şeylerden alıkoyan namaz, şehevî ve bencil duyguların tahrik edici gücüne karşı insanı koruyan oruç, Yaratanla irtibatı canlı tutan ve kalplere güven veren zikir, kalbi mal sevgisinden ve cimrilikten arındıran zekât ve infak gibi ibadetler bunlardandır [951].
İnsan için zorluklara karşı direnme gücü veren sabır, huzur ve güven veren dua, yenilenme ve diriliş mayası istiğfar [952] gibi eylemler ise tezkiyenin manevî dinamikleridir.
İbadetlerin, bireyin bütün yönlerine hitabettiği ve tüm ilişkilerinde etkili olduğu bilinmektedir. Mesela, sorumluluk duygusunu geliştirmesi, ruh sağlığını koruması, dengeli bir kişilik kazandırması, başkalarına zarar verici davranışlardan alıkoyması, iradeyi güçlendirmesi, maddî şeylere karşı aşırı bağlılığı azaltması, şefkat ve merhamet duygularını geliştirmesi, diğer kişilere karşı sevgi, saygı ve bağlılığı kuvvetlendirmesi, günahkârlık ve suçluluk duygularını yok etmesi bunlardan bazılarıdır. [953] İbadetler böylece, zihnin olumsuz düşüncelerden uzaklaşmasında, duyguların denge kazanmasında, iradenin güçlenmesinde, bireyin kendisine, Yaratanına, ailesine, topluma, bütün insanlığa hatta canlı ve cansız bütün varlıklara karşı sorumluluk duymasında, kendi içinde dengeli, toplum içinde uyumlu ve olgun duruma gelmesinde önemli fonksiyonlar icra etmiş olmaktadır. [954]
Talim lügatte, öğrenilen şey, öğrenenin üzerinde bir etki bırakıncaya kadar tekrar ve ısrar yoluyla öğretmek demektir. Manaları tasavvur etmesi için ruhu uyarmak anlamına da gelen talim işinde, bu tasavvurlar için ruhun uyanması haline taallüm denilmiştir [955].
Arap dilinde "öğretmek" anlamında kullanılan i'lam ve ta'lim mastarları, aslında aynı kökten olmalarına rağmen aralarındaki ince farka dikkat çekilmiştir, İ'lam, seri bir şekilde bilgi vermek; talim ise, tedricen öğretmektir. [956]
Burada talim görevinin, bir anda olup biten bir bildirme, bilgi verme olayı değil; kademe kademe, adım adım gerçekleşen ve bireyi etkileyerek onun tutum ve davranışlarında değişikliğe yol açan bir süreç olduğu anlaşılmaktadır.
İnsan dünyaya bir şey bilmez olarak gelse de [957], öğrenme arzusu ve bunu gerçekleştirecek yetenekle yaratılmıştır. Doğumundan itibaren sürekli bir öğrenme faaliyeti içerisindedir. Öğrenme, hayatın doğal seyri içinde kendiliğinden gerçekleştiği gibi amaçlı ve bilinçli bir öğrenme çabasıyla ya da öğretme sonucu da olabilmektedir.
Öğrenme süreci; amaçlı, planlı ve düzenli olarak uygun koşul ya da durumlar hazırlanarak gerçekleştirildiğinde buna öğretim denmektedir. Yani öğretim, amaçlı, planlı ve öğretmen ya da öğretmen yerine geçen bir kimse tarafından düzenli biçimde yapılmaktadır. [958].
Hz. Peygamber'in görevi öğretmekti. Kur'an-ı Kerim'de öğretmek; insanları, beden, zihin, duygu ve ahlak açısından iyiye, güzele, doğruya yöneltmek ve onları kötülükten arındırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır [959]. Kur'an, bilmeyi, öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik eden ayetlerle yüklüdür. İlk inen ayette "Oku!" emri ve okumanın aracı olan kaleme övgü vardır [960].
Allah'tan aldığı vahyi muhataplarına ulaştıran, buna çağıran, bunun hakikatini açıklayan ve bununla insanları arındıran Hz. Peyganvber'in talim görevi ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber'in talim görevine doğrudan işaret eden ayetlerden birisi şöyledir:
"Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size Kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik." [961]
Hz. Peygamber'in bu ayetteki görevleri, başka üç ayette daha geçmektedir [962] ki, bunlar; vahyin okunması, tezkiye ve talimdir. Bu ayetlerin hepsinde öğretilmesi istenen şeyler; "Kitap ve hikmet" olarak belirtilmiştir. Bunların bir tanesinde ise Kitap ve Hikmetin yanı sıra öğretilmesi istenen şey, "insanların bilmedikleridir" [963].
Bu görevler birbirleriyle tam bir uyum halindedir. Vahyin okunması ile iletişim süreci, bir başka ifadeyle öğretim faaliyeti başlamıştır. Burada, insanı bilgi, duygu ve eylem düzeyinde arındırmak ve ruhun yücelmesi için gerekli eylemleri kazandırmak anlamına gelen tezkiye ile yaşayarak öğretme anlamındaki talim iç içedir. İnsanın "alıcı" konuma geçmesi için arınmaya, arınmanın gerçekleşmesi için onu yönlendirecek talime ihtiyacı vardır.
Talim konusu yukarıdaki ayetlerde de geçtiği gibi Kitap ve Hikmettir, insanların daha önce bilmedikleridir. Burada "Kitap" ile kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğu söylenmiştir. "Hikmet", yukarıda farklı anlamlarıyla açıklanmıştı. Öz olarak ifade etmek gerekirse hikmeti burada Kitab'a uygun davranmak şeklinde anlamak mümkündür. "İnsanların bilmedikleri" ise, peygamberlerin haberleri, geçmiş ümmetlerle ilgili kıssalar, ahiret halleri vb. gibi vahyin bildirmesi dışında insanın düşünmekle araştırmakla bulamayacağı türden şeylerdir ki bunlar Hz. Peygamber'e vahiyle bildirilmiş, o da bunları insanlara öğretmiştir. [964]
Eğitimin ana gayesi insanların zihin, gönül ve nefislerini temizlemektir. Bu gayeye okumak öğrenmek ve öğretmekle ulaşılır. Bu faaliyette bilginin insan beynine ve gönlüne yerleşmesi, oraları temizlemesi ve insanda gerekli değişimi meydana getirmesi gerekir. Bu temizlenmenin olmadığı yerde eğitimden bahsetmenin söz konusu olamayacağı düşünülmüştür. [965] Talim görevinin mukaddes bir çaba olduğuyla ilgili çok sayıda hadis vardır. Onlardan birisinde şöyle buyurulur:
"Allah, melekler, arz ve semada bulunan her şey yuvasındaki karıncaya, denizdeki balığa varıncaya kadar bütün canlılar talimle uğraşan muallime dua ederler." [966]
Hz. Peygamber'in talimi; inanışlar, ibadetler ve bunlar icra edilirken sahip olunacak ruh ve manadan oluşan üçlü temel yapıyı inşa etmektir. [967]. Bir başka ifadeyle inanç, eylem ve bütün yapıp-ettiklerinde ihsan mertebesine ulaşmış bilinçli şahsiyeti oluşturmaktır.
Yukarıda Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim görevini açıklayan kavramlar incelenmiş oldu. Hz. Peygamber'in görevinin sadece tebliğ etmekten ibaret oluşu ile Kur'an'da onun görevleriyle ilgili olarak davet, beyan, tezkiye, talim vb. başka kavramların kullanılmış olması arasında bir anlama sorunu olmamalıdır. Tebliğ genel ve kuşatıcı temel görevdir. Diğerleri bu görevin içinde muhatabın durumuna göre gelişmektedir. Nitekim Kur'an bu faaliyetlerden her birinin kimlere etki edip etmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu görevler, Hz. Muhammed'e nispet edildiğinde iletişim engellerinin kaynak ya da mesajdan değil, bilakis alıcıdan kaynaklandığına dikkat çekilmiştir. Bununla birlikte zaman zaman Hz. Peygamber'in vahiyle uyarıldığı ya da yönlendirildiğinden söz edilebilir ki bunlar da daha çok iletişim sürecinin daha etkili yürütülmesini destekleyen uyanlar ve öğütlerdir. [968]
Günümüzde eğitim-öğretimi meslek edinenlerde aranan temel nitelikler genellikle, kişisel ve meslekî olmak üzere iki kategoride ele alınmaktadır. Öğretmen nitelikleri üzerinde yapılan çağdaş araştırmalar sonucu, farklı kişisel ve mesleki özelliklerin önemi üzerinde durulmuştur. Bu araştırmalarda öğretmenin adil, sorumluluk sahibi, güvenilir, dürüst, hoşgörülü, sabırlı, açık fikirli, esnek, uyarlayıcı, sevecen, anlayışlı, espirili, cesaretlendirici ve destekleyici olma vb. kişisel niteliklerinin öğrenci üzerinde çok önemli etkileri olduğu tespit ediimiştir. Bunun yanında, kişilik özellikleri ne kadar olumlu olursa olsun, genel kültür, konu alanı bilgisi ve öğretmenlik bilgi ve becerileri gibi mesleki nitelikler de etkili bir eğitim öğretim için aynı derecede önemli görülmüştür [969].
Kişilik özellikleri, bireyin davranışlarını etkileyen en önemli faktördür. Öğretmenin kişiliği, öğrenci ile kuracağı etkili iletişimin, öğrencide yaratabileceği olumlu değişikliklerin ve faydalı aktivitelere yönlendirmenin belirleyicisidir. Kanad'a göre, İslam Dini'nin ruhları çabuk ve derinden etkilemesinde, din kurallarının ve isteklerinin insanların ruhuna uygun gelmesinin yanında Hz. Muhammed'in kişiliğinin ve ikna kuvvetinin rolü büyüktür. [970]
İlk dönemlerden itibaren Müslüman eğitimciler, öğretmenin kişiliği üzerinde ısrarla ve ayrıntılı olarak durmuşlardır. [971] Bu olgu çağdaş eğitim bilimcilerinin de üzerinde durduğu bir husustur. Davranış bilimleri, öğrencilerin öğretmenin özellikle tutum ve davranışlarından etkilendiğini göstermektedir. Öğrenme faaliyeti, yalnızca öğrenilecek konu ile öğrenci arasındaki mekanik bir etkileşim olmayıp, sıcak insan ilişkilerini de gerekli kılan bir etkinlik olduğundan hangi tür öğrenme materyali kullanılırsa kullanılsın öğretmenin öğretimdeki rolü azalmamaktadır. Eğitim-öğretim sürecinin etkili ve verimli bir biçimde gerçekleştirilebilmesinde geniş ölçüde öğretmenin kişiliğinin sonuç olarak da niteliğinin rolü büyüktür. Öğretmen, öğretimin temel öğesidir; Öğretime yön veren, öğrencinin yaşantılarını düzenlemesine yardım edip "davranış değişikliğine" yol açan ve böylece öğrenmeyi sağlayan önemli bir unsurudur. [972]
Öğretmenlik, başlı başına bir uzmanlık alanı; özel yetenek, bilgi ve beceri gerektiren bir meslektir. Sıradan bir insan öğretmen olamadığı gibi, bu yönde eğitim görüp gerekli bilgileri almış olan herkes de başarılı öğretmenlik yapamamaktadır. Üstelik bunlar yalnız bir dalda belli bir öğretim düzeyinde öğretmenlik yapacak olanlarla ilgilidir. Oysa Peygamberin eğitim-öğretim faaliyeti çok geniş bir alanı kapsamakta; bu görevini fırsat bulduğu her zaman ve her yerde yerine getirmek durumundaydı; her yaştan ve her düzeyden insan onun eğitim-öğretiminin etkinlik alanı içindeydi. Bu nedenle onun yürüttüğü eğitim-öğretim faaliyeti çok daha karmaşık bir yapıya sahipti, zorluklan daha çoktu. Böylesine ağır işi ancak son derece ehliyet ve liyakat sahipleri gereğince yapabilirdi. Onun için Peygamber'in "en güzel öğretmen” olarak görevini yerine getirmesi ister istemez onun bu yönde özel eğitimden geçirilmiş olduğunu düşündürmektedir [973].
Kur'an-ı Kerim başta olmak üzere Hz. Peygamber'den bahseden kaynaklar onun iyi bir eğitimci olmak için doğuştan yetenekli olduğu kadar, bu görevin gerektirdiği zihinsel ve duygusal olgunluk ve hazırlık için her türlü ortama kavuşmuş olduğunu da ortaya koymaktadır.
Mesela, kendi dönemi için önemli sayılabilecek kültür merkezi bir şehirde, köklü ve saygın bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Doğmadan önce babasını, doğduktan kısa bir zaman sonra da başta annesi olmak üzere bütün hamilerini kaybetmiştir. Bu durum, ilâhî terbiye dışında yetişmesinde etkisi olacak kişilerin azalması anlamına gelebileceği gibi duyarlı bir ruhsal yapıya hazırlanmasında da önemli bir faktör olarak düşünülebilir.
Sahrada sütanneye verilmesi hem bedenen daha sağlıklı olması, hem adet ve gelenekler bakımından o zamanki toplumun, zihinsel ve duygusal yapısında meydana getireceği olumsuz etkilerden uzak kalması, hem de etkili bir dil zenginliği kazanmasında önemli bir faktör olmuştur.
Yine bu dönemlerde yaptığından söz edilen çobanlık ve kır tecrübesi doğal hayatı tanımasında, tefekkür yeteneğinin açılmasında önemli bir etkendir.
Peygamberlikten önce dürüstlüğü, güvenilirliği, yardımseverliği, zekiliği ile birçok toplumsal sorunda fikrine başvurulan ve aranan bir kişi olması, daha sonra tebliğine muhatap olacak insanların sevgi ve takdirini kazanmasına; zaman zaman yaptığı seyahatler ve ticari hayat onun değişik bölgeleri ve insanları tanımasına imkân hazırlamıştır. Hira tecrübesinin ise, olgunluk çağına gelmiş bir insanın uzlet ve tefekkür hayatında birikimini kullanarak varlığı ve hayatı anlamlandırma çabalarında, bilinmezler ve anlaşılmazlara karşı iştiyakını arttıran önemli bir evre olduğu kuşkusuzdur.
Bu ve benzeri durumlar onun eğitim-öğretim görevini en güzel biçimde yerine getirebilecek şekilde ilâhî bir eğitimden geçtiğinin bir takım gözlenebilen işaretleridir. Kur'an'da bu düşünceleri doğrulayan pek çok ayet olduğu gibi Hz. Peygamber'in kendi beyanları da mevcuttur [974]. Onun kişisel ya da görevle ilgili niteliklerini tanımaya, anlamaya ve yorumlamaya çalışırken bu özelliğin gözden uzak tutulmaması gerekir.
Allah tarafından terbiye edilmiş [975] ve muallim olarak gönderilmiş [976] Hz. Peygamber'in başarılı bir eğitimci olduğu, eğitim-öğretim faaliyetini etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirdiği tarihen de sabittir. O halde, onun eğitim-öğretim sürecini başarıyla tamamlamasında etkili olan kişisel ve görevle ilgili nitelikleri nelerdir? Günümüzün şartları ve ihtiyaçları çerçevesinde bunları nasıl anlamalı ve yorumlamahyız?
Eğitim-öğretim sürecinin işleyişinde kişisel niteliklerle, mesleki niteliklerin birbirinden ayrı olarak düşünülmesi söz konusu değildir. Bu sürecin etkili bir biçimde işleyebilmesi için bu niteliklerin eğitim-öğretim görevini yürütenlerde bütünleşmiş olması gerekmektedir. Dolayısıyla biz Hz. Peygamber'in bir eğitimci olarak niteliklerini incelerken bunları kişisel ve mesleki nitelikler şeklinde ayırmak yerine bunları birbirini etkileyen ve tamamlayan bir bütünlük içerisinde incelemeye çalıştık.
Kur'an'da Hz. Peygamber'in eğitimci kişiliğine dair sunulan nitelikleri bugünün diliyle ortaya koymakta bazı güçlükler olacağı açıktır. Kur'an dilini mümkün olduğu kadar günümüzde kullanılan terimlerle karşılamaya çalışmamıza rağmen bazı terimlerin taşıdıkları özel anlamların kaybolacağı endişesiyle bu türden olanları orijinaliyle vererek bugün anlaşılabilecek karşılığını da ayrıca izah etme yolunu tercih ettik. Bu nitelikleri şu başlıklar altında incelemek mümkündür: [977]
"Ve O [Allah], Âdem'e bütün isimleri öğretti" [978]
"Oku! yaratan Rabbinin adıyla!... Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir! O ki kalemi kullanmayı öğretti! İnsana bilmediğim öğretti." [979]
Kur'an'da ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ile son peygamber Hz. Muhammed'e verilen ilk mesajların öğrenme ve öğretme ile ilgili olması dikkat çekicidir. Bu mesajlar, insanın var oluş sebebinin bilgi olduğunu gösterir niteliktedir.
Çağdaş Kur'an yorumcularından Esed'e göre Hz. Muhammed'e gelen ilk ayetlerde geçen Kalem, yazma sanatının veya yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olarak kullanılmıştır ve Sûre'nin başında geçen "Oku!" emirlerini de açıklamaktadır. Ona göre, insanın düşüncelerini, tecrübelerini ve kavrayışlarını yazılı kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarması yeteneği, insan bilgisinin toplanarak birikim haline gelmesine imkân vermektedir. Bu yetenek sayesinde her birey, insanlığın kesintisiz bilgi birikiminden şu veya bu yolla yararlanmaktadır. Burada Kalem bu birikimin sembolik bir vasıtası olurken, tek tek bireylerin kendi başlarına bilmedikleri ve aslında bilemeyecekleri şeylerin de "Allah tarafından insana öğretildiği" kaydedilmiş olmaktadır. [980]
İnsana bilgi elde etme iradesi ve yeteneği verilmiştir. İnsan, bu irade ve yetenek sayesinde sürekli olarak öğrenmekte ve öğretmekte, eğitmekte ve eğitilmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalar bilgi geçişini iletişim kuramlarına dayandırma konusunda yoğunlaşmış ve eğitim bir iletişim süreci olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu süreçte, öğretmen "kaynak/verici'\öğrenci "hedef/alıcı" durumundadır. Öğretmen muhtevayı [mesajı] başta sesi olmak üzere çeşitli araç gereçler kullanarak değişik yöntemlerle öğrenciye ulaştırır. Ayrıca ortak anlamlara ulaşılabilmesi için, iletişimin çift yönlü olması, yani kaynağın, hedefin muhtevayı anladığına, kavradığına ilişkin tepkisini görmesi ve mesajını ona göre yeniden düzenlemesi gerekmektedir. İletişim, eğitimle ilgili olarak ele alındığında, davranış değişikliği meydana getirmek üzere bilgi, duygu, tutum ve becerilerin paylaşılması süreci ve "anlamları bireyler arasında ortak kılma" işlemi olarak açıklanmaktadır. [981]
Eğitim bir iletişim süreci olduğuna ve iletişimde bulunmaksızın eğitim yapmak söz konusu olmadığına göre, eğitimcinin de etkili bir iletişim becerisine sahip olması gerektirmektedir. Bunun için kaynakta iki temel özellik önemli görülmüştür:
"İnanılırlık" ve "sevilmek". Çağdaş araştırmalar inanılır kaynaktan gelen iletişimin daha fazla tutum değişimi yarattığını göstermektedir. İnanılırlık da iki faktöre bağlanmaktadır:
"Uzmanlık" ve "'güvenilirlik". [982] Uzmanlık özelliği daha genel bir anlamda "saygınlık/itibar" olarak da ifade edilmektedir. [983]
Uzmanlık veya saygınlık her şeyden önce kişinin bir konu üzerinde derinlemesine bilgi, beceri ve deneyim sahibi olmasına bağlidır. [984] İnsan sürekli bilgi akımı ve iletişimi içindedir ve eylemini elde ettiği bilgilerle davranış olarak ortaya koyduğundan Kur'an onu bilgi elde etmeye/okumaya teşvik etmektedir. Hz. Peygamber'in bilgi kaynağı vahiydir [985] Kur'an, vahiy bilinci ile elde edilecek bilginin hem ferdi, hem toplumu hem de evreni okumaya/bilmeye, anlamaya imkân vereceğini ima eder. [986]
Eğitim-öğretimde doğru bilginin, doğru zannedilen ya da doğru olmayan bilgilerden ayrılması beklenir. Yanılmalardan, yanlışlıklardan ve muhtemel hatalardan uzak kalabilmek için bu doğal bir beklentidir. Çünkü yeni bir davranış kazandırmak ya da eski bir davranışı değiştirmek amacıyla yapılan eğitim-öğretimin ilk ve en önemli aracı bilgidir. Dinin doğru anlaşılması ve anlatılması da doğru ve güvenilir bilgileri gerekli kılmaktadır.
Hz. Peygamber'in sahip olduğu bilginin kaynağı vahiydir. Kur'an'da bu husus şöyle açıklanmaktadır:
"Bundan önce bir Kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun" [987]
"Kitap nedir, iman nedir bilmezdin" [988]
"Sen daha önce bunları bilmeyenlerden idin" [989]
"Ne sen ne kavmin bunları daha önce biliyordunuz" [990]
"De ki: "Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum. Bu Kur'an, Rabbinizden gelen basiretler, gönül gözünü açan nurlar,., gerçeğe ileten kanıtlar ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir." [991]
Bilgi sınırsızdır ve bilgi edinme vasıtaları sürekli artmaktadır. Buna karşılık insan ömrü sınırlıdır. İnsanın bilgisi arttıkça, bilmedikleri ve bilmek istedikleri de buna paralel olarak artmaktadır. Her bilenin üstünde bir bilen vardır. [992] Bunun için Kur'an, Hz. Peygamber'den sürekli gelişim sürecinde olmasını istemektedir:
"Rabbitn ilmimi arttır de" [993]. Hz. Peygamber de:
"Allahım bilgimin faydasını görmemi nasib et, bana faydalı olan şeyleri öğret ve ilmimi arttır" [994]diye dua etmiştir.
Kur'an, bilgi edinme vasıtalarına işaret ederken bunların doğru kullanılması sorumluluğunu insana yüklemektedir. Doğru anlamak, doğru yorumlamak, doğru anlatmak için insanın kendi varlığından başlamak üzere evrende cereyan eden hadiseleri okuması, eşya ve olaylar üzerinde gözlemler yapması, düşünmesi ama bütün bu eylemlerinde Rabbinden yardım istemesi ve onun izin verdiğinden başkasına ulaşamayacağını da bilmesi istenmektedir. Hiç bir durumda bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çeken Kur'an [995], bilgi sahibi olunmayan bir konuda insanları yönlendirmenin ağır sorumluluğuna da vurgu yapmaktadır:
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." [996]
Kişiyi başkalarından ayıran vasıflarından biri düşünme eyleminde gösterdiği performanstır. Kur'an'ın ifadesiyle "Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." [997] İnsan sahip olduğu bilginin kaynağı ve bilgi edinme araçlarının sağlamlığı ve güvenilirliği oranında isabetli fikirler ve çözüm yolları üretebilir. Düşünme bu anlamıyla, içinde bulunulan durumu anlayabilmek, bir problemi çözebilmek, eşya ve olayları geniş bir perspektiften izleyebilmek, fikir alanında özgün ve üretken olabilmek için gösterilen aktif ve organize zihinsel süreç olarak tanımlanabilir. Fonksiyonel anlamda da, gerçeği aramanın aleti, iş ve hareketin kaynağı, eşya ve hadiseler karşısında insanın, "niçin?” sualiyle başlayan soru ve sorunlarına cevap aramak üzere gösterdiği etkinlikler bütünü olarak ifade edilebilir.
İkbal'in de işaret ettiği gibi Kur'an'ın başlıca gayesi, insan ruhunda, kendisinin Allah'la ve kâinatla olan türlü türlü alâkalarının yüksek şuurunu uyandırmaktır. [998] Bu şuuru uyandıracak olan tefekkür ve onu destekleyecek sağlam bilgi ve doğru gözlemler olacaktır. Bütün bunların amacı, bilginin gereğini yerine getirmektir. Çünkü davranışa yansımayan kuru bilginin bir önemi yoktur:
"...Eğer sana gelen bu bilgiden sonra onların keyiflerine uyarsan, artık seni Allah'tan kurtaracak ne bir koruyucu ne de yardımcı bulabilirsin!" [999]
Doğru düşünebilmenin ilk şartı, bilgi sahibi olmaktır. [1000] İnsanın düşünme melekesi, sahip olduğu bilgi nispetinde açılım ve gelişim gösterir. Bilgi, doğru düşünmenin ilk şartı olmakla beraber hakikatin kavranmasında tek başına yeterli değildir. Bilginin kullanılması, insanlara aktarılarak işe yarar kılınması ve sahibinin söz ve davranışlarında
gerçeğe ters düşmesine engel olması da gereklidir. Bundan dolayı Kur'an, bilgisi olmasına rağmen bilgiyi kullanmayanları, akletmeyenleri, ölü, kör, dilsiz, sağır ve cahil olarak nitelendirmiştir.
Kur'an bilgisizce konuşulmamasını, bilene sorulmasını öğütlemekte, hiç kimsenin iyice bilen ve her şeyden haberdar olan [Allah] kadar gerçeği gösteremeyeceğini de vurgulamaktadır. [1001]
"Bilgi Çağı" ve "Bilgi Toplumu" gibi terimlerin sıklıkla kullanıldığı günümüzde bilginin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dini insanlara öğretme, onların bu konudaki sorunlarını çözme, dini bilgi, tutum ve davranış yönünden geliştirme görevini yürütenlerin bu konularda otorite sayılabilecek düzeyde genişlemesine ve derinlemesine bilgi sahibi uzman kişiler olması gerekir. [1002] Bilgi, eylemden öncedir. İnsanlara güven telkin etmek öncelikle bilgili ve kültürlü olmayı gerektirir. Günümüzde bilgi kanallarının çoğalması, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ve öğrenim imkânlarının artması ile bilgi ve kültür düzeyi yükselen muhatapları etkileyebilmek bilgiye dayalı otoriteyi daha önemli kılmaktadır.
Yukarıda da işaret edildiği gibi dini iletişimde kaynağın uzmanlık kariyerinin, alanında yetkin ve otorite bir kişi olduğunun bilinmesi dinleyenler açısından önem taşımaktadır. İnsanlar dini konularda konuşan bir kişinin o konularda uzman ve yetkin bir kişi olup olmadığını bilme ve ona göre sözlerine itibar edip etmeme hususunda tavır belirleme ihtiyacı duyarlar. Çünkü kimse benimsediği ve tatmin olduğu düşüncesini, anlayışını ve tutumunu değiştirmek istemez; değiştirebilmesi için de kendisine yeni mesajlar veren kişinin sözlerine güvenilen, inanılan, uzman ve yetkin birisi olmasını bekler. [1003]
Günümüzde dini anlatma ve öğretmeyi meslek edinenlerin' bilgi zenginliğin yanında bu bilgileri kime, ne kadar, nasıl öğreteceği ile ilgili bir formasyon bilgisine de sahip olmaları gerekmektedir. Bunun yanında içinde yaşadığı toplumun hayat tarzını, kültürel özelliklerini, değer yargılarını, beklentilerini, sorunlarını bilmesi ve bunlara uygun eğitim-öğretim ortamları düzenlemesi de mesleğin gereğidir. [1004]
Yukarıda, inanılır kaynaktan gelen iletişimin daha fazla tutum değişimi yarattığından ve inanılırlığın; "uzmanlık" ve "güvenilirlik"' gerektiren iki temel faktöre bağlı olduğundan söz edilmişti. Uzmanlık faktörü yukarıda incelendiği için burada ikinci faktör olan güvenilirlik ele alınacaktır.
Kaynağın uzmanlığı yanında güvenilir de olması hedefi etkileyebilmesi için önemli sayılmıştır. Araştırmalar, bir iletişim kaynağının, konusunda ne kadar uzman olursa olsun, dinleyiciye güven vermediği takdirde dinleyici üstünde fazla bir etkisinin olmadığını göstermektedir. [1005]
İnsanlarda dini davranış ve tutum değişikliği oluşturmak üzere eğitim-öğretim etkinliklerinde bulunan kişiler iletişimde kaynak görevi yapmaktadır. Din görevlisinin ve din eğitimcilerinin öğrencilerde ve kişilerde olumlu bir dini tutum değişikliği sağlayabilmesi için her şeyden önce güvenilir ve emin kişiler olması gerekir. [1006]
Vahyin sorumluluğunu taşıyabilmek ve bu sorumluluğun gereklerini yerine getirebilmek için istikamet üzere olma zorunluluğu vardır. Vahyolunan hususlar ne kadar ağır olursa olsun gerçeğe ulaşmak için onlara uyma hususunda tereddüt göstermemek ve doğruluktan sapmamak ana ilkedir.
Risaletten önce de "Muhammedü'l-Emin" olarak bilinen Hz. Peygamber'i, muhalifleri bile yalancılıkla itham edememişlerdir. [1007] Bu hususu açık bir şekilde ifade eden ayetler vardır. [1008] Peygamberlerin en belirgin ortak vasfı güvenilir olmaktır. Doğruluk ve güvenilirlik Hz. Peygamber'in önemle vurgulanan bir kişilik özelliği olmuş, onun misyonunu devam ettirecek olanlardan da aynı hususa uymaları istenmiştir:
"Şu halde emrolundugun gibi dosdoğru ol ve sana uyanlar da öyle olsunlar!...” [1009]
Kur'an, doğruluk ve güvenilirlik konusuna tehdit ifadeleri ile dikkat çekmiştir:
"Şimdi o [kendisine Kur'an'ı emanet ettiğimiz] kişi, sözlerinden bir kısmını bize isnad etmeye kalkışsaydı onu sağ elinden yakalardık ve şah damarını keserdik ve hiç biriniz onu koruyamazdı!" [1010]
Bu açık tehditle birlikte Hz. Peygamber'in doğruluğu ve güvenilirliğini Kur'an tescil etmektedir:
"Sen sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Hiç kuşkusuz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin" [1011]
"Sizin arkadaşınız [Muhammed] ne sapmış ne de aldatılmıştır ve ne de kendi arzu ve heveslerine göre konuşmaktadır: bu kendisine indirilen vahiyden başkası değildir; son derece kudretli birinin ona öğrettiği bir vahiy..." [1012]
Hz. Peygamber'in ahlakî erdemleri şahsında toplandığına işaret eden ayette [1013] geçen huluk terimi, lügatte, en geniş anlamıyla kişinin karakteri, fıtrî yapısı, tabiatı ve aynı zamanda "ikinci tabiatı" haline gelen alışkanlıkları anlamına gelmektedir. Buradan hareketle onun "en güzel-yüce ahlak üzerinde oluşu" [1014] "üstün bir hayat tarzı" şeklinde de tercüme edilmiştir. [1015]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in bir eğitimci olarak öne çıkan niteliklerinden birisi de doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik olmuştur ki bu etkili bir iletişimde kaynakta aranan temel niteliklerden birisidir. [1016]
Samimiyet; niyette, sözde, azimde, iradede ve nihayet eylemde ortaya çıkmaktadır. Daha pratik anlamda samimiyet, insanlar tarafından takdir edilme veya kınanma tasasıyla gerçeğin aksine davranmamak, söylenmesi veya yapılması gerekeni, gerektiği yerde söylemek ve yapmak anlamına gelmektedir. Bunların yanında bilgisi olmayan bir konuda bilmediğini ifade etmek, yaptığı işten kişisel bir kazanç beklentisi içinde olmamak da samimiyetin gereğidir. Kaynağın iletişimden kişisel bir kazanç beklememesi, iletişimde güvenilir olmanın şartlarından sayılmıştır. Dinin anlatılması ve öğretilmesi her şeyden önce manevî sorumluluğu olan bir görevdir. Din eğitimi ve öğretiminin maddî kazanç sağlayan herhangi bir iş gibi görülmesi hem bu vazifenin layıkıyla yerine getirilmesi için insanı sürekli motive eden önemli bir gücün kaybedilmesi hem de ulaşılması umulan manevî kazancın yitirilmesi anlamına gelir.
Kaynağın güvenilirliği her şeyden önce iletişimi kendi çıkarı için kullanmamasına bağlıdır. Alıcıların kaynağın niyetlerine güvenmesi tutum değişimi açısından önemli bulunmuştur. [1017] Bu konuda yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçlara göre, kaynak çok inanılır bir kişi olduğunda ya da çok sevildiğinde, algılanan ikna etme niyeti, olumlu yönde daha fazla tutum değişikliğine yol açmaktadır. Bu koşullar altında birey genellikle kaynağı hoşnut etmek için elinden geleni yapmaktadır. Ayrıca alıcı durumundakiler, kaynağın kendilerinden ne istediğini tam olarak bilirse onu, kaynağın niyetini gizlediği durumdakinden daha fazla yapmak eğiliminde olmuştur. [1018] Kaynağın konuşulan konuda uzman olarak algılanması, bu konuda herhangi bir çıkarı olmaması ve hoş bir görünümü olması, tutum değişmesini etkileyen önemli faktörler olarak sayılmıştır. [1019]
Kur'an'da peygamberlerin görevlerini yerine getirirken dünyevi hiçbir karşılık beklemedikleri ve yaptıkları işin karşılığını yalnızca Allah'tan bekledikleri sıklıkla tekrarlanmaktadır. [1020]
Daha ilk nazil olan ayetlerde "iyilik yapmayı kendine kazanç aracı kılma" [1021] buyrularak Hz. Peygamber uyarılmış ve bu hususta şöyle demesi öğütlenmiştir:
"Bunun için sizden dileyen kimsenin Rabbine giden yolu bulmasından başka bir karşılık istemiyorum." [1022]
"Sizden ödül olarak kendinize ait hiç bir şey istemiş değilim. Benim ödülümü ancak Allah verir ve O her şeye şahittir." [1023] Hz. Peygamber'in görevini yerine getirirken gösterdiği bu samimiyete karşılık Kur'an, onun için bitip tükenmeyen bir mükâfat olduğunu açıklamaktadır. [1024]
Dini terminolojide, şirk ve riyadan, batıl düşünce ve inançlardan, olumsuz duygulardan, çıkar hesaplarından ve gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve bütün işlerde yalnız Allah'ın rızasını gözetmeyi ifade eden bu durum ihlâs [1025] kavramı ile ifade edilmektedir.
"Din, nasihattir [1026] anlamındaki meşhur hadiste bir bakıma dinin tanımı yapılmış ve dinin, nasihat anlamına geldiği ifade edilmiştir. Buradaki "nasihat" kelimesinin tahlili yapılmış ve bunun neticesinde, nasihatin burada "öğüt, vaaz ve tavsiye" anlamının öne çıkmış olmasının isabetli olmadığı, burada "ihlâs, samimiyet, içten davranmak, gönülden bağlanmak" anlamına geldiği ortaya konmaya çalışılmıştır ki [1027] her bakımdan daha tutarlı olan bu yaklaşıma göre bu hadis; "Din, samimiyettir" anlamına gelmiş olmaktadır.
Allah'ın Hz. Peygamber'e öğrettiği dualardan birisi samimiyetle ilgilidir:
"Dua ederken de ki: Ey Rabbim, [girişeceğim her işe] doğruluk ve içtenlik üzere girmemi; [bırakacağım her işten de] doğruluk ue içtenlik göstererek çıkmamı sağla ve bana katından destekleyici bir güç bahşet!" [1028]
Almış olduğu görevi yerine getirme hususunda en zor anlarında bile Hz. Peygamber'in samimi ve kararlı olduğu görülmektedir. Mekke döneminde müşriklerin eziyetlerinin şiddetlendiği bir zamanda amcası Ebu Talib, onu davasından vazgeçirmek için muhaliflerinin teklif ettikleri mal, mülk, makam, mevki vb. pek çok dünyevi nimetleri ona bildirdiğinde:
"Güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar vazgeçmem" [1029] demiştir. Çünkü ona göre, inanan bir insan için, bir kişinin hidayetine vesile olmak, kıpkızıl cins deve sürülerine sahip olmaktan daha kıymetli ve hayırlıdır. [1030]
Bütün bunlar samimiyetle ilgili olduğu gibi, iletişimde kendine geri-iletim konusu da samimiyetle ilgilidir. Kişinin kendi gönderdiği iletiyi, kendisinin alması sürecine kendine geri-iletim denilmektedir. Kur'an-ı Kerim dilinde ise şu ayet, kendine geri-iletimin bir tanımı niteliğindedir: [1031]
"Kur'an'ı okuyup durduğunuz halde insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?" [1032]
Hz. Peygamber'in konuyla ilgili önemli bir özelliği de, her türlü yapmacıklıktan uzak olması, olduğu gibi görünmesidir. Kur'an, onun bu özelliğine dikkat çekmektedir:
"...Ben olduğundan başka görünenlerden, sahip olmadığı şeyleri iddia edenlerden değilim" [1033]
Görüldüğü gibi, alıcı kitlede istenilen etkinin meydana getirilmesi ya da tepkilerin yönlendirilmesi çok karmaşık süreçlerin doğru çözümlenmesine bağlıdır. Alıcıda istenilen yönde bir etkinin meydana getirilmesinde en önemli faktörlerden birisinin ise kaynakta aranan samimiyet olduğuna kuşku yoktur. [1034]
Zulüm ve taşkınlığın zıddı olan adalet, her şeyi yerli yerine koymak, hak edenin hakkını vermek, tarafsızlık, her şeyi yapılması gereken şekilde, ölçülü yapmak demektir.
Adil olmak, güvenilir olmanın gereğidir. Taraf tutuyor izlenimi veren, yanlı ve maksatlı davranan, yapması gereken bir şeyi ölçülü yapmayan birisinin dini öğretmede başarılı olmasını beklemek zordur. Araştırma sonuçlarıda göstermektedir ki, insanlar her bireyin çabaları, becerileri, yetenekleri ve katkıları ölçüsünde hak ettiğini alması gerektiği inancındadır. [1035] Kendi aleyhine de olsa doğruluktan ayrılmamak adil olmanın gereğidir. Nitekim iletişimde, kendi ya da taraf olduğu gurubun çıkarlarına ters düşen bir öneride bulunduğu zaman kaynağın alıcılar üzerinde daha inandırıcı, daha güvenilir ve daha ikna edici olduğu belirlenmiştir. [1036]
Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmiş son elçidir. İnsan olmaları yönüyle muhatapları arasında bir ayırım söz konusu değildir. İnançları ne olursa olsun Hz. Peygamber adil olmak durumundadır.
"De ki: Ben Allah'ın bütün vakfettiklerine inanırım: sizin aranızda adaleti gözetmekle emrolundum. Allah benim de sizin de Rabbinizdir..." [1037]
İnsandaki kabiliyetler, belirli potansiyeller halinde bulunur; bunun için herkes kabiliyetinin potansiyeli nispetinde eğitimden istifade edebilir. Herkese sahip olduğu potansiyel nispetinde eğitim vermek de adalet ilkesiyle alakalı görülmektedir. Buna göre, sahip olduğu potansiyelden az veya çok eğitim vermeye kalkmak adalete zıttır. [1038]
Kur'an, her insanın bir anne ve babadan yaratılmış olmasıyla biyolojik orijindeki eşitliğin bütün insanlar için geçerli olan insan onurundaki eşitliğe yansıdığına işaret etmektedir: [1039]
"Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanmızdır...." [1040]
Buna karşılık, Allah katındaki üstünlüğün, Allah'a karşı duyulacak olan sorumluluk bilincine [takva] bağlanmış olması dikkat çekicidir. Zira, takvanın temel işlevi insana doğru bir şekilde kendini inceleme ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyet ve gücünü vermesidir. Bit şahıs bu şekilde kendi kendinin röntgenini çekme gücüne erişebildiği ölçüde hatadan/günahtan ve onun benliği tahrib eden neticelerinden "korunma" imkânına kavuşmuş olacaktır. [1041] Kur'an, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymaya [takva] en yakın davranışı da, "adil olmak" şeklinde açıklamıştır. [1042]
Adalet, insanlara eşit muamelede bulunmak, hak yememek anlamına geldiği gibi, dengeyi gözetmek, itidalden ayrılmamak anlamına da gelmektedir. Yani aşırı uçlardan, ifrat ve tefritten uzak olmak demektir. İbadette, harcamada, sevgi ve nefrette vb. bütün tutum ve davranışlarda dengeli ve ölçülü olmaktır. [1043]
Demek oluyor ki, eğitimde insan olmak bakımından herkes eşittir ama yetenekler ve beklentiler bakımından farklıdır. İnsan olmak bakımından herkese eşit davranmak adaletin gereği olduğu gibi; yetenekler, ihtiyaçlar, beklentiler bakımından onlara farklı muamelede bulunmak da adalete aykırı bir yaklaşım değildir. Bunun yanında aşırılıklardan sakınmak, dengeli ve uyumlu bir yaklaşım ortaya koymak da adaletin gereğidir. Özellikle dinin anlatılmasında, açıklanmasında ve yorumlanmasında bu yaklaşımın sorun üretici değil sorun çözücü bir yaklaşım olduğu söylenebilir. [1044]
Araştırmalar, kaynağın sevilen, hoş bir kimse olmasının iletişimin etkili olmasında önemli bir faktör olduğunu ortaya koymaktadır. Sevilen, beğenilen bir kaynak muhatapları daha fazla etkilemekte ve istenen yönde tutum değişmesine katkı sağlamaktadır. Sevilen kaynağın tutumlarının özdeşini kurma ve taklit edilme yoluyla benimsenmesi söz konusudur. İnsanlar sevdikleri kişilerle özdeşim kurarak, onlar gibi olmak istemekte, onların tutum ve davranışlarını benimseme eğilimi göstermektedir. [1045]
Sevgi ve çekicilik üzerinde yapılan çalışmalarda sevginin altı belirleyicisi üzerinde durulmuştur. Yakınlık [sürekli etkileşim beklentisi], kişisel özellikler [samimi, dürüst, anlayışlı, sadık, gerçekçi, yardımsever, cana yakın, ince, sorumlu, neşeli, güvenilir, fiziksel çekicilik] tanışıklık [aşinalık], ödüllendiricilik [değer verme, karşılıklılık/seveni sevme] bilişsel denge [fikirlerde uyuşma) ve benzerlik [tutum ve değerlerde uyuşma]. [1046]
Görüldüğü gibi, sevilmenin önemli bir belirleyicisi sevmektir. "Sevenler daha çok sevilir". Bizi sevdiklerini bildiğimiz insanları severiz. Eğer bir kişi hakkındaki tek bildiğimiz bizi sevdiği ise onu da sevmek eğiliminde olduğumuz bilinen bir husustur. Eğer bizi sevmiyorsa bu duygu da karşılıklı olacaktır. [1047]
Sevmek, yaratıcı bir etkinliktir. Sevilene ilgi duymayı, onu tanımak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yanındayken sevinç duyabilmeyi doğurur. Sevmek, sevileni canlandırmak, onun yaşam duygusunu arttırmak anlamına gelir. Aynı zamanda, kişinin kendisini de canlandıran yenileyen ve hareketlendiren bir süreçtir. [1048]
Bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Hiçbir kimse sevmediği sürece bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir. Dahası ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiylleri görür. Ayrıca sevgisi yoluyla kişi sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. Sevdiği insanın ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak potansiyellerinin gerçekleşmesini sağlar. [1049]
Sevgi, bir anlık gelip geçici bir duygu hali değil, süreklilik arz eden ve insanda ahlaki bir erdem olarak yerleşmiş olan sevgidir. Hz. Peygamber'in inananlara karşı beslediği sevgide bu özelliği görebilmek mümkündür. Kur'an'ın "içinizden biri" şeklindeki takdimi, yukarıda açıklanan sevgide belirleyici özelliklerin tamamını kapsamaktadır: "Gerçek şu ki size kendi içinizden bir Elçi gelmiştir:
Sizin çekmek zorunda kalabileceğiniz sıkıntıdan ötürü kendini büyük bir yük altında hisseden; size çok düşkün ve inananlara karşı şefkat ve merhametle dolu bir elçi..." [1050]
Bu ayette geçen Rauf ve Rahîm, Allah'ın isimlerinden olmasına rağmen, Kur'an'da birleştirilerek Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. Kuran, ayrıca onun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini de açıkça ifade etmekte [1051], merhametin kaynağı, merhamet edenlerin en merhametlisi ve en hayırlısının ise Allah olduğunu haber vermektedir.[1052]
Hz. Peygamber:
"Merhamet etmeyene merhamet edilmez” [1053] buyurmaktadır. Rahmet; yufka yüreklilik, yumuşak kalplilik, ince duygululuk, şefkat ve acıma duygusu gibi anlamlar taşımaktadır ve Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardandır. [1054] İnsanın merhamet sahibi, yardımsever bir ruh yapısına sahip olabilmesi için sevgi duygusunun kendisinde yer etmiş olması gerekir. [1055] Şefkat de, çevresindeki insanlara hoş olmayan bir olay isabet ettiği zaman bundan müteessir olup, onların elemleri ile elemlenmek ve olayın etkisini gidermek için onlara yardımcı olmaktır. [1056]
Sevgi yüksek bir duygu olduğundan kazanılmasında iyi davranma, kolaylık gösterme, affetme, danışma, Allah'a güvenme, azimle çalışma gibi esasların gerçekleştirilmesi de çok önemlidir. Müşfik ve dostça davranışta kolaylık göstermek, anlayışlı olmak gibi vasıflarla, şahsiyette bütünlük gelişerek, insanların kendilerini ve diğer insanları anlaması yolunda yükselme ve ilerlemeler görülür. [1057]
İnsanlara sevgi ve merhametle davranmak, işler yolunda gitmese de iyiliği ve adaleti uygulamaya devam etmek kolay değildir. Böyle bir olgunluğa ulaşabilmek sürekli çaba istemektedir. [1058] " Hatta insanın sadece kendi çabası yetmemekte, ilâhî rahmete de ihtiyaç duyulmaktadır:
"Ve [ey Peygamber] senin, izleyicilerine yumuşak davranman Allah'ın rahmetinin bir eseriydi. Zira eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, doğrusu senden koparlardı. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et. Ve toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşavere et; sonra bir hareket tarzına karar verince de Allah'a güven: Zira Allah kendisine güven duyanları sever" [1059]
Hz. Peygamber bir hadisinde:
"Ben sizin için çocuğuna karşı şefkatli bir baba gibiyim" [1060] buyurmaktadır. Kendisini en iyi tanıyanlardan birisi olan Hz. Ali de, Hz. Peygamber'in bu yönünü şöyle anlatmaktadır:
"Resûlullah daima güler yüzlü, güzel huyluydu, çok merhametli, affediciydi, sert ve katı kalpli değildi, yanındakilere karşı nazik davranan bir insandı. Kaba ve sert konuşmaz, kötü davranmaz, bağırıp çağırmaz, kimseyi ayıplamaz aşırı bir şekildede ölmezdi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezden gelirdi. Kendisinden bir şey umanın umudunu boşa çıkarmazdı..." [1061]
Hz. Muhammed, peygamberliğinin gereği pek çok vazifesi yanında, Müslümanların her türlü problemlerini açabildikleri ve güven duydukları öğretmenleri idi. Bu sebepten daima onlarla birlikte bulunuyordu. [1062] Onunla arkadaşlık edenlerin bildirdiğine göre, beraber oturduğu herkesle yakından ilgileniyordu. Onunla kısa bir süre bile bir arada bulunanlar, Hz. Peygamber'in yanında kendisinden daha kıymetli birinin olmadığını düşünecek kadar kendini ona yakın bir dost olarak görmüştür. [1063]
Merhametin önemli bir sonucu insanlara kolaylık göstermek ve yumuşak davranmaktır. Muaviye b. Hakem diyorki; "Anam babam ona feda olsun, ne ondan önce ne de ondan sonra Peygamber kadar güzel öğreten hiçbir muallim görmedim. Vallahi beni ne azarladı, ne dövdü, ne de ağır konuştu..." [1064] Kur'anın bildirdiğine göre de, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah, insanlara kolaylık dilemekte güçlük dilememektedir. [1065] O halde, öğretirken en kolay yolu seçmek, yapılması istenenin kolayını tercih etmek, severek ve isteyerek yapacak bir ortam oluşturmak, yapabileceği kadarını istemek de şefkat ve merhametin gereğidir. [1066]
Hz. Peygamber, eğitim-öğretim görevini yerine getirirken her yaştan ve her seviyeden insanlarla muhatap olmuştur. Bu süreçte kendi beklentilerine uygun olmayan pek çok davranışla karşılaşmıştır. Farklı görüşler, farklı tavırlar karşısında gerginliğe meydan vermemek, kin ve nefrete yol açmamak için hoşgörülü olmak, muhatabı dinlemek, anlamaya çalışmak ve ona değer vermek onun prensipleri arasındadır.
Jung, düşünce ve davranışlardaki bireysel farklılıkları, psikolojik yapının farklılığına bağlamakta ve şunları söylemektedir:
"Bizim dışımızdaki birinin duyguları, düşünceleri ve algılamalarının bizden farklı olabileceğini unutarak inancımızın paytaşılmadığı durumlarda saldırganlaşırız. Düşüncelerimize uygun düşmeyenleri kovuştururuz. Biz, başkasının düşüncesini bir başkasına zorla kabul ettirmek isteriz. Böylece insanlıkla ilgili olan ilişkiler gevşer ve herkes birbirini düzeltmeye kalkışır. Bu tür davranışlar, kendini yaratma eğiliminden kaynaklanır. Bu bakımdan ilkel benciller için geçerli olan "ben" yerine bir başkasına yönelik "o" demek daha rahatlatıcı bir olgudur." [1067]
İnsanlar yaptıkları davranışların uygunluğunu ayırt etme hususunda zorluklar yaşarlar. Yaptıkları yanlışlıkları hemen göremezler. Bundan dolayı onların yanlış davranışlarını affetmek, insanlara ve özellikle çocuklara yaptıklarını anlamada zaman tanımak, gerek eğitimde gerekse insan ilişkilerinde önem kazanmaktadır. Ancak affetmek, yanlışlıkları görmezlikten gelmeye doğru gitmemelidir. [1068]
Karşıdakine değer vermeden yapılan eleştirilerin ve tartışmaların genellikle olumsuz neticelendiği bilinen bir gerçektir. Bunun yanında bir nevi zorlama anlamına gelecek aşırı yüklenmelerden, dini öğrenilmez ve yaşanmaz hale getirecek tutum ve davranışlardan sakınmak gerekir.
"Sen af yolunu tut, iyi olanı emret, bilgisiz kalmayı tercih edenleri kendi hallerine bırak." [1069] Burada "af yolunu tut" emri; insanların eylem ve tavırlarından sana kolay geleni, uygun olanı seç; insanların sırtına gereksiz yükler yüklemeksizin işleri onlar için kolaylaştır ve onlar için çok zor olacak çabaları isteme onlardan. Hata içinde olanlara sert ve zorlayıcı olma, insan fıtratının kabule yatkın olduğu yolu tut, şeklinde yorumlanmıştır. [1070]
Hz. Peygamber:
"Kim bir müslümanın üzüntüsünü giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki bir üzüntüsünü giderir. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun dünyada ve ahirette sıkıntısını giderir. Kim bir müslümanın kusurunu örterse, Allah da onun dünyada ve ahirette kusurunu örter. Kul kardeşinin yardımında oldukça Allah da onun yardımındadır" [1071] buyururken bir yandan paylaşmanın, yardımseverliğin gereğine işaret etmekte diğer yandan da bağışlayıcı ve hoşgörülü olmanın önemine dikkat çekmektedir. Kur'an'da, gönül alıcı bir söz ve bağışlama; peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlı sayılmıştır. [1072]
Allah, Hz. Peygamber'den insanların kusurlarını güzellikle ve olgunlukla karşılamasını, hiddet ve nefretten uzak durmasını, yumuşak ve hoşgörülü davranmasını ve inananlara kol kanat germesini istemektedir.[1073] Zira Allah hoşgörü sahibidir ve bütün işlerde hoşgörü sahibi olunmasını istemektedir. [1074]
Hoşgörü; şiddetin, zorluğun ve zorbalığın olmadığı bir tahammül hali, bir ruh disiplinidir ki başkalarının haklarına, düşüncelerine, kendini ifade etmesine saygı göstermeyi gerektirir. Diyalogun, iletişimin başlaması ve sürmesi için kuşkusuz hoşgörüye ihtiyaç vardır.
Hoşgörü, kötülüğü bile iyilikle karşılayacak bir ruh yüceliğidir. Kur'an, Hz. Peygamber'den kötülüğü daha güzel olan ile savmasını öğütlemekte ve bu takdirde düşmanlık besleyen birisinin bile dost olacağını bildirmektedir. [1075] Keza, kötülüğü iyilikle savmak, Kur'anda akıl ve sağduyu sahiplerinin bir niteliği olarak gösterilmiştir. [1076]
Hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmek için her şeyden evvel kişinin özeleştiri yapması, tecessüsten, başkalarının kusurlarını araştırmaktan, kötü zandan, önyargılardan uzak durması ve sabırlı olması gerekmektedir.
Eğitim-öğretim söz konusu olduğunda eğitimcinin hoşgörülü, esnek ve bağışlayıcı olması muhatabı ile kuracağı iletişimin etkili ve sürekli olması bakımından önemlidir. Eğitimci olayları her yönü ile değerlendirir, öğrencilerinin ve meslektaşlarının fikirlerine saygı'duyar, yeniliklere ve gelişmelere açık olursa mesleğinde daha başarılı olmaktadır. Kendi doğrularını tek doğru olarak gören ve sunan, kendisininkinden farklı öğrenci fikir, değer ve tutumlarına karşı önyargılı davranan öğretmenler hem çatışmaya hem de öğrencilerinin tek yönlü yetişmesine neden olurlar. Dolayısıyla öğretmen, öğretim etkinlikleri düzenlerken öğrencilerin ihtiyaçlarının farkına vararak, programda onların ihtiyacına uygun değişiklikler yapabilmeli, alternatif öğretim etkinlikleri sunabilmelidir. [1077]
Bunların yapılabilmesi için öğretmenin açık fikirli, esnek, uyarlayıcı olması gerekir ki bunlar yukarıda açıklamaya çalıştığımız insana saygı ve hoşgörü ile yakından ilgilidir. Hoşgörünün olmadığı bir ortamda insanlar fikirlerini ifade etmekte güçlük çekmekte, bu durum bazen ikiyüzlü tutum ve davranışların gelişmesine bile zemin hazırlayabilmektedir.
Bütün bunlar okul ortamı için böyle olduğu gibi özellikle halkla ilişkilerde daha da önemlidir. Yetenek, birikim, ihtiyaç ve beklentiler bakımından karmaşık bir yapıya sahip yetişkin kitleler ile muhatap olanlar daha fazla hoşgörü göstermek durumundadır. [1078]
Tevazu; bilgi, makam ve servet bakımından kendinden aşağı olan kimselere karşı kişinin kendisinde bir üstünlük görmemesi, üstünlük duygusuna kapılmamasıdır. Bu tavır muhataba değer vermekle ilgilidir. Kur'an'da insanların Allah katında değerlerini belirleyen bir takım özelliklere işaret edilmekle birlikte insan, sadece insan olması bakımından bile değerli görülmektedir.
Hz. Peygamber görevinin gereği herkesle ilgilenmiş ve herkese layık olduğu değeri vermiştir. Görevini tam olarak yerine getirebilme ve mesajı daha geniş kitlelere yayma amacıyla bile olsa etrafındaki fakir ve zayıf insanlara karşı gösterdiği mesafeli tavırlar ilâhî uyarıya konu olmuş [1079], onlara tevazu ile kol kanat germesi istenmiştir. [1080]
Bu bakımdan insanları eğitmekle görevli olanlar, bilhassa din eğitimcileri konuşmalarında, giyim kuşamlarında, tutum ve davranışlarında mütevazı olmak ama aynı zamanda vakur olmak durumundadır. Vakar, kişinin zillete düşmemesi için gerekli bir niteliktir. Zira tevazu ve vakar kişilikte denge halidir. Türkçedeki "Kendini bilmek" deyimi bu denge halini ifade etmektedir. Tevazuun aşırılığı zillete, vakarın aşırılığı ise kibre götürmektedir.
Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in şahsında onun yolunda olanlara bu hususta buyruğu çok açıktır:
"Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma; çünkü ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin." [1081]
Hz. Muhammed’in, vahiyle ilgili olmayan tecrübeye dayalı dünya işleriyle ilgili görüşlerinin hatadan uzak olmadığını söylemesi [1082] ve beşer vasfına vurgu yapması da muhatabı kendisine yaklaştıran ve ona güven veren alçakgönüllü bir tutumdur.
İlim sınırsız, insanların bilgileri sınırlı olduğuna ve eğitim-öğretim karşılıklı bir etkileşim faaliyeti olduğuna göre eğitimcinin de eğittiği kimselerden alacağı şeyler olacaktır. Muhatapları öğrenmeye karşı cesaretlendirmek ve onlara destek olmak için olumsuz davranışlarından çok olumlu davranışlarının ön plana çıkarılması, onlara değer verilmesi eğitimciden beklenen görevlerdir [1083] ki bunların hepsinin "alçakgönüllü olmak ile yakın ilgisi vardır. [1084]
Daha ilk nazil olan ayetler, Hz. Peygamber'den temiz bir halde bulunmasını istemektedir. "Elbiselerini temizle ve bütün pisliklerden kaçın" [1085], ayetini bunlar arasında sayabiliriz. Kur'an yorumcuları, bu ayette geçen siyab'ın mecazi olarak elbisenin örttüğü şey, kişinin bedeni veya daha geniş anlamda onun kişiliği yahut kalbi hatta ruhi durumu ya da davranış tarzım gösterdiğine işaret etmişlerdir. Burada gerek beden gerekse elbise temizliğini anlamak mümkün ise de kinaye yoluyla kastedilenin; benliği arındırmak [1086], kalbin bütün kötülüklerden temizlenmesi olduğu üzerinde durulmuştur. [1087]
İletişimde kaynağın çekiciliği tutum değişimini etkileyen önemli bir faktör olarak tespit edilmiştir. Buna göre, dış görünüş ve fiziksel özellikler kaynağın güvenilirliğini, saygınlığını ve sevilebilirliğini etkilemektedir. [1088]
Kişiler arası iletişimde sözlü iletişimle birlikte etkin olan, susma, sesin rengi ve müziği, beden dili, mekân ve zaman özelliklen, renk ve giyim kuşam kodlarını içeren sözsüz iletişim [1089] üzerinde bugün önemle durulmaktadır. Dış görünüm, giyim kuşam, tanımadığımız birisi hakkında ilk izlenimlerin oluşmasında önemli bir faktördür. Çünkü dış görünüm ve giyim kuşamın verdiği ilk izlenimler daha sonraki iletişimi etkilemekte ve yönlendirebilmektedir. Yerine ve zamanına uygun olmayan giyim kuşam, aslında çok kıymetli olan nice mesajların yerine ulaşmamasına neden olabilmektedir
Bir kimsenin dış görünümü, giyim kuşamı onun kişiliği ve yaşam biçimi hakkında bazı ipuçları verebilmektedir. Giyim kuşamın gerektiğinde toplumsal statüyü belirlemede, böylece de ilişkilerin ve iletişimin düzenlenmesine yardımcı olma özelliği yanında başka özellikleri de belirlenmiştir. Buna göre, kişinin beğenilerini, o anda içinde bulunduğu ruhsal durumu, karşısındakilere verdiği önemi, değeri ya da üstünlük taslama çabası içinde olup olmadığını sözleri ve bedeni kadar giyim kuşamı da yansıtmaktadır. Kişiler arası iletişimde önemli olan izlenim yaratma açısından giyim kuşamın rolü önemli bulunmaktadır.[1090]
Hz. Peygambere kılık kıyafet güzelliğinin kibirden sayılıp sayılmayacağı sorulduğunda:
"Allah güzeldir güzeli sever" buyurmuştur. [1091] Kıyafet seçimine gösterilen özen, kişisel zevk ve tutumları yansıttığı kadar, hedef kitleye verilen değeri de gösterir. [1092] Dini iletişim açısından en uygun kılık kıyafet şekli, içinde bulunduğumuz toplumun hassasiyetlerini ve genel kabullerini dikkate alarak kendimize ve konumumuza uygun olanıdır. Toplumun genel kabullerini dikkate almayan kişinin, hem kendine hem de diğer insanlara karşı saygısının olmadığı düşünülür. Böyle birisinin insanlarla sağlıklı ilişki ve iletişim kurması beklenemez. [1093]
Bu durumda dini öğretme görevi üstlenenlerin ahlak güzelliği yanında, düzgün, temiz, gösterişe kaçmadan sade ve hoşa giden bir kılık ve kıyafet içerisinde olmaları muhataplarını olumlu yönde etkileyecek, iletişimi etkili kılacaktır. [1094]
"...Onların içlerine işleyecek güzel söz soyle! " [1095]
"Dilimin düğümünü çöz ki, söyleyeceklerimi anlayabilsinler…” [1096]
"Güzel sözde büyüleyici bir güç vardır." [1097]
Dil, konuşma ve düşünme aracımızdır. Algılarımızı, yorumlarımızı, yargılarımızı ve bilgilerimizi ifade edebilmek için dile muhtacız. "Gerçeği" örgütlememizi, onun hakkında düşünüp anlam verebilmemizi ve düşüncelerimizi iletebilmemizi dil sağlamaktadır. [1098]
Dil, temel bir iletişim aracı, bir kodlama sistemi olarak aynı dili kullanan insanların ortak anlaşma zeminini oluşturur. Ortak dil üzerinde somut anlamların kodlanmasında farklılık ve çelişkiler görülmez. Ancak soyut anlamların kodlanmasında durum biraz daha farklıdır. İnsan zihni, soyut anlamları kavrayabilmek için onları somut olanlara benzetme yönüne gider. Soyut anlamların aktarılmasında aktaranın birikim ve yetenekleri ile bunların muhataba uygun olarak anlamı taşıyacak şekilde düzenlenmesi birlikte önem kazanır. Bu husus başka konularda olduğu gibi dini anlamları ve değerleri aktarma ve paylaşma konusunda da ciddi bir sorun oluşturur. [1099]
Dini en güzel ve doğru şekilde öğretmek için dil en önemli araçtır. Fakat din dilinin kullanılması daha hassas ve dikkatli olmayı gerektirmektedir. Dilin etkileyici biçimde kullanılması için söz söyleme becerisi gerekir. Dilin hem konuşan hem dinleyen açısından semantik, sentaks ve pragmatik olmak üzere üç boyutundan bahsedilmektedir.
Nitelikleri Bunlar kelimelerin anlam bağlantılarını, anlamlı dizilişlerini ve kullanılış amacı ve muhatap üzerindeki etkilerini ifade etmektedir. [1100]
Bu durumda konuşmacı sözlerini bir yandan belli bir anlamı açıkça ortaya koyacak ifadelerle düzenlerken, bir yandan da aynı anlamın muhatap tarafından anlaşılabilir olma ve yararlı olma şartlarını göz önünde bulunduracaktır. [1101] Dolayısıyla dilin etkili bir iletişim aracı olabilmesi için öğreten ve öğrenen için ortak anlamlar taşıması ilk şarttır. Kur'an, iletişim aracı olarak dilin anlaşılırlığı üzerinde önemle durmaktadır. Her şeyden evvel her elçinin kendi kavminin diliyle gönderildiğine dikkat çekilmiş [1102], Kur'an'ın da düşünüp anlaşılması için Arapça olduğuna ve Hz. Peygamberin kendi dilinde kolay anlaşılır kılındığına [1103] vurgu yapılmıştır.
Hz. Peygamber dilindeki fesahati Beni Sa'd yurdunda yetişmesi ve Kureyş içinde doğmasına bağlayarak açıklamıştır. Bununla da badiye Arapçasının saflık ve berraklığı ile şehir Arapçasındaki sanat ve güzelliğin kendisinde toplandığını anlatmıştır ki [1104] burada da dilin iletişimde, dolayısıyla eğitim-öğretimdeki etkileyici rolü vurgulanmış olmaktadır.
Kur'an dilin, açık ve anlaşılır olması yanında üslûp bakımından dinleyicilerde iyi duygular oluşturacak şekilde etkileyici bir güzellikte olmasını da istemektedir.
Kur'an'da yer alan söz [kavi] çeşitleri, özellikle dini hitabette bulunanların sahip olmaları gereken hitap tarzının genel niteliklerini ortaya koymak bakımından önemlidir. [1105] Kur'an'da muhataplarla ilgili olan söz çeşitleri şunlardır:
“Kavl-i Ma'rûf [Güzel, yapıcı söz] [1106]
“Kavl-i Meysûr [Gönül alıcı, teselli edici, yumuşak söz [1107]
“Kavl-i belîğ [Müessir, etkili söz] [1108]
“Kavl-i Sedîd [Doğru, sağlam söz} [1109]
“Kavl-i Leyyin [Yumuşak, tatlı söz] [1110]
“Kavl-i Kerîm [Nazik, saygılı söz] [1111]
“Kavl'i-Mü'minin [İnananların sözü] [1112]
Kur'an'ın kendisi de kavlun fasl [hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayıran söz] [1113] olarak nitelendirilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de "kavi" kelimesi yerine ve muhataplara göre değişik kelimelerle vasıflandırılmakta, böylece stratejik bir hüviyet kazanmaktadır. [1114]
Sözlü ve sözsüz iletişim yahut konuşma dili ve beden dili iletişimde birbirinin tamamlayıcısıdır. Kişilerarası iletişimde kullanılan sözcükler bilgi aktarımı görevini yaparken; sesin tonu, ritmi, yükselip alçalması, monotonluğu, tınısı, araya konan mesafe, giyim kuşam özellikleri, vücudun duruşu bazen konuşulanların öneminin, bazen de yersizliğinin göstergesi olsa da, hüzün, samimiyet ve tereddütlere dair duyguları aktaran sözsüz iletişim öğeleridir. [1115]
İnsanlarla karşı karşıya gelindiğinde veya çeşitli şekillerde ilişkilerde öncelikle beden dili kullanılır ve beden dili ile birbirlerine anlatmak istedikleri, çözülmeye çalışılır. İnsanlarla anlaşmada beden dili ile verilen mesajların temel araç oluşu da bundandır. [1116] Yüz yüze bir iletişim yapılandırılmasında ortalama olarak sözcüklerin % 10, ses tonunun % 30'luk rolüne karşılık, beden dilinin % 60'lık baskın bir rolü olduğundan söz edilmektedir. [1117] Bu oranlar kişiler arası ilişkilerin ve iletişim ortamının özelliklerine göre daha az/çok olabilirse de, beden dilinin iletişimdeki rolünü yadsınamaz biçimde ortaya koymaktadır. [1118]
İnsan bedeninin en dikkat çeken yeri yüz yüzde en çok dikkati çeken yer ise gözlerdir. Yüz ifadeleri, çok hızlı değişebildiğinden bunları anlamak o kadar kolay olmamaktadır. Gözler ise başlı başına bir mesaj kaynağıdır. Göz ilişkisi kurulduktan sonra diğer ilişkiler yavaş yavaş kurulabilir. [1119] Göz iletişimi söze dayanmayan iletişimin en etkili olanlarından biridir. Bu bakımdan eğitim öğretim faaliyetlerinde gözlerin önemli bir rolü vardır. Eğitimci göz iletişimi ile bazı etkinliklerde bulunabilir. Öncelikle göz iletişimi ile öğrenci durumunda olan muhataplar eğitimcinin kendileriyle ilgilendiğini anlayabilir. Öğrenciler görüşlerini açıklarken, öğretmenin kendilerine bakmalarından hoşlanabilirler. Aynı zamanda göz iletişimi söze dayalı olmayan donüt işlevini de görebilir. Keza, göz iletişimi öğretmenin kendisine güvendiğinin bir göstergesi de olabilir. Uygun ve yerinde yapılan beden hareketleri de etkili bir iletişim için gerekli olabilmektedir. [1120] Bilhassa anlatma yöntemi de denilen takrir yönteminin etkili olabilmesi için dil becerisine sahip olmak eğitimci için önemli bir nitelik olarak ortaya çıkmaktadır.
Şu halde, konuşma dilini kullanma kadar beden dilini kullanma yeteneği ve becerisi de dini anlatma ve öğretme görevinde bulunanlarda bulunması gereken bir niteliktir. Dinin anlatılması ve öğretilmesinde bilişsel iletiler yanında duygusal iletiler de yer almaktadır. İnsanın bilişsel iletileri aktarmada temel aracı olan konuşma dili, duygu ve coşkularını dile getirmede çoğu zaman yetersiz kalabilmektedir.
Bu nedenle duygusal konuşmalar jestlere, mimiklere en çok başvurulan konuşmalardır. Sözcükler genellikle içerik bilgisi taşırlar, sözsüz iletişim ise duygusal bilgiyi dışa vurur. Sözsüz iletişim daha çok ilişkilerin belirlenmesinde ve/veya duyguların dile getirilmesinde rol oynar. [1121]
Aktarılan bilgi, duygu ve düşünceler bir yanlışlığa yol açmadan ve hiçbir şüpheli nokta kalmayacak biçimde bütün boyutları ile anlaşılır ve yorumlanabilirse iletişim amacına ulaşmış olur. Alıcı ile verici arasında sağlıklı bir iletişim kurulamıyorsa anlatım kusurlu demektir. [1122]
Bu bakımdan dinin öğretilmesi görevini yerine getirmekle sorumlu olanlar konuşma dilinin ve beden dilinin inceliklerini bilmek ve bunları en etkili biçimde kullanmak durumundadır. Ses tonunun konuşmanın özelliğine ve muhataba göre ayarlanması, diksiyon, jest ve mimikler, göz iletişimi, ayrıca tane tane konuşmak, az-öz ve yeteri kadar konuşmak, kelime ve kavramları özenle seçmek ve en önemlisi dini kavramların muhatabın anlayacağı günlük dile aktarılarak verilmesi dikkat edilmesi gereken hususlardan bazılarıdır. [1123] Konuşurken kanıtla konuşmak, kesin bilgi sahibi olunmayan hususlarda dikkatli olmak, bilgi kaynaklarını etkili kullanmak, güvenilir kaynaklardan yararlanmak, birleştirici olmak, bölücü ifadelerden kaçınmak, kavramları yerli yerinde kullanmak, bilinci uyandırmak ve duygulan terbiye etmeyi amaçlamak ve bütün bunları yaparken Allah'a dayanmak ve güvenmek [1124] de konuşmada dikkat edilmesi gereken prensiplerdendir.
Bütün bunlardan sonra denilebilir ki, dil önemli bir iletişim vasıtasıdır ama iletişimi olumlu olarak etkilediği gibi olumsuz da etkileyebilmektedir. Kullanılan üsluba göre büyüleyici bir gücü olduğu gibi, iletişimi tamamen kesen bir etkisi de vardır. Bu nedenle dili etkili kullanmak için bir takım kurallara uymak gerekmektedir ki bunlara yukarıda işaret edildi. Şunu vurgulamak gerekir ki bu kuralların başında hiç kuşkusuz, muhataba saygı göstermek, muhatabın değer verdiği şeyleri dikkate almak [1125] gelmektedir. [1126]
Eğitimcinin öğrencilerden beklediği başarı ile öğrencilerin başarısı arasında yüksek ilişki tespit edilmiştir. Bu nedenle öğretmen, öğrencilerinin başarılı olacağına inanmalı ve onları başarılı olmaları için desteklemelidir. Araştırmalar, eğitimcinin öğrenciden beklentisi yüksek olduğu zaman öğrencinin daha çok öğrendiğini göstermektedir, öğretmen başarısı ile öğrenci başarısı arasındaki ilişkinin nedeni açık olmakla birlikte, eğitimcinin bir öğrencisiyle ilgili beklentisi yüksek olduğu zaman ona daha çok zaman ayırdığı, onu öğrenmeye teşvik ettiği, öğreneceğine inandığı için öğretme sürecinde daha dikkatli olduğu söylenebilir. Tam tersi durumda ise eğitimci, bir öğrencinin başarılı olacağına inanmadığı zaman ona fazla emek harcamamakta ve onu başarısız kabul ederek değiştirmeye çalışmamaktadır [1127].
Hz. Peygamber'in, egitim-öğretim faaliyetlerinde muhataplarından yüksek başarı beklentisi içinde olduğu görülmektedir. Bu beklenti öylesine yüksektir ki, süreç olumsuz neticelendiğinde son derece üzülmekte hatta çoğu zaman ilâhî ikaza muhatap olmakta, zaman zaman da teselli edilmektedir. İşlediği kötülüğü iyi görecek kadar gözü kararmış olanların öğretime müsait hale gelmemesi karşısında Kur'an'da Hz. Peygamber'in tatlı ve müşfik bir üslupla uyarıldığını görmekteyiz.
Hz. Peygamber'in bu yönüne işaret eden ve eğitimcinin gayretinin önemli olmasına karşın din eğitiminde hidayet gerçeğini ortaya koyan ayetlerden birkaçına kısaca temas edelim:
'[İnsanların bîr kısmı, ulaştırdığın mesaja] inanmıyorlar diye [üzüntüden] neredeyse kendini tüketeceksin" [1128] "Peki ama onlar bu mesaja inanmak istemiyorlarsa [inansınlar diye] kendini mi paralayacaksın?" [1129]
"Şimdi sen, [hakkı inkârda ısrarlı olanların] doğru yola erişmelerini tutkuyla istesen de [bil ki] Allah, sapıklık içinde kalmalarına hükmettiği kimseleri doğru yola eriştirmez..," [1130]
"İnkâr edenin inkârı seni üzmesin." [1131]
"Artık onlara üzülerek kendini harab etme, Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir." [1132]
Hz. Peygamber'in muhataplarından üstün başarı beklentisinde, görevine gösterdiği ciddiyet ve saygının yanı sıra insan sevgisi ve kimsenin ilâhî mesajdan mahrum kalmamasına gösterdiği özenin, rahmet Peygamber'i oluşunun etkisi büyüktür. Nitekim o, bir tek insanın hidayetine vesile olmayı dünyanın bütün nimetlerinden üstün saymıştır.[1133]
Yüksek başarı beklentisi içinde olmak kuşkusuz eğitim gibi zor bir görevi ifa etmeye çalışanların önemli bir özelliği olmalıdır. Ancak eğitimin muhatabı durumunda olan insanı istenilen hale getirmek her zaman mümkün olamamaktadır. İnsanların kimi eğitimi kolay kabul ederken, kimi zor kabul etmekte, kimi de neredeyse hiç kabul etmemektedir.
Eğitimin önemli hedeflerinden birisi insanın kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktır. Din eğitimi, insanın kendini gerçekleştirmesi için önemli katkılar sağlamaktadır. İnsanın ilişkilerini çok boyutlu hale getirmekte varlığını yaşadığı sınırlı zaman diliminin ötesine, sonsuzluğa taşımaktadır. Bu anlamda insana geniş bir alternatifler zemini sunmakta, bütün yeteneklerini kullanabileceği ortamlar oluşturmaktadır.
Kur'an'ın Hz. Peygamber'e gösterdiği rehberlik ilkesi, insanları belli bir yönde gitmek zorunluluğunda bırakmaktan ziyade, üzerinde yaşadıkları yolun dışındaki alternatifleri de göstermek ve bu şekilde kendileri için doğru olanı seçmelerine yardımcı olmaktır. [1134]Nitekim Kur'an bunu açıkça ortaya koymaktadır:
"Doğrusu Rabbinizden size gerçeği anlama ve kavrama araçları verilmiştir, O halde kim gerçeği görmek isterse kendi lehine ve kim de körlüğü tercih ederse kendi aleyhine davranmış olur. Ben sizin üzerinize bekçi değilim " [1135]
Kur'an'ın son Peygamber'e verdiği bu öğüt, insanın karar verme kabiliyetini kullanabilmesi ilkesini benimseyen çağdaş rehberliğin amacı ile uyuşmaktadır. Çünkü rehberlikten beklenen, ferdin yeteneklerinin değerine inanarak ve bu yeteneklere uygun eğitim ve rehberliği vererek onun yeteneklerini geliştirmesini sağlamak, ferdin her manada tam ve olgun bir insan olmasında kendisine yardımcı olmaktır. [1136]
Din, insanın zihinsel, duygusal, toplumsal vb. bütün tutum ve davranışlarını düzenleyici bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte bütün muhataplardan iletilen mesaja aynı olumlu tepkiyi vermesini beklemek eğitimciyi umutsuzluğa düşürebilir, görevle ilgili şevkini ve iştiyakını kırabilir. Muhatapları belli bir yönde davranmaya zorlamak veya böyle bir beklenti içerisine girmek yerine onlara farklı seçenekler sunarak uygun olanını seçmelerine yardımcı olmak din eğitiminden beklenen rehberliğin gereğidir. Dolayısıyla, din eğitimi ve öğretimi ile uğraşanların bu durumu göz önünde bulundurmaları, beklentilerinde azimli olmakla birlikte sabırlı olmaları da bu görevin gerekleri arasındadır. [1137]
Bir görevi üstlenmek, o görevin gereklerini yerine getirmek ve hedefe ulaşmak ancak disiplinli bir sabır eğitimi ile mümkündür. Her görevin zorlukları, meşakkatleri, sıkıntıları vardır. Dinin insanlara öğretilmesi, dini tutum ve davranışların benimsetilmesi kolay olmamaktadır. Erdemli davranışların, sıra dışı başarıların kazanılması, özellikle asırların birikimi olan kabullerin, değerlerin değiştirilmesi büyük bir azim ve sabır gerektirmektedir.
Dini insanlara anlatma ve öğretme görevi yürütmenin bir Peygamber mesleği olması, bunu en güzel şekilde yapıp başarma hususunda insana heyecan vermekte ama güçlükleri konusunda da ürkütmektedir. [1138] Peygamberlerin üstlendiği görevler son derece ağır ve zordur. Bütün peygamberler görevlerini yerine getirirken çeşitli güçlüklere ve eziyetlere uğramışlardır.
Eğitim ve öğretime muhatap olan insanlar algılamada, iletişimde, öğrenme durumlarında farklılık göstermektedir. Bunların her birinin seviyesine, ihtiyacına ve beklentisine uygun davranmak, uygun yöntem ve teknikler kullanmak bu hususlarda bilgili olmayı gerektirdiği kadar azimli ve sabırlı olmayı da gerektirmektedir. Ayrıca bu doğal durumun dışında bazen de kasıtlı olarak itirazlara, alaya, hakarete maruz kalmak söz konusudur. Kur'an'da bu hususa vurgu yapılırken Hz. Peygamber'in görevi esnasında karşılaşacağı zorluklara azim ve kararlılıkla sabretmesi istenmiştir:
"O halde sen de, azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sabret..." [1139]
"Sabret, Allah'ın va'di gerçektir” [1140]
"İnsanların [senin aleyhinde] söyleyebileceği her şeye sabırla katları ve onlardan uygun şekilde uzaklaş" [1141] "Sabret, sonuna kadar dayan: çünkü Allah iyilik yapanların hak ettiği karşılığı hiç bir şekilde zayi etmez!" [1142]
Kur'an'da sabrı tavsiye eden çok sayıda ayet vardır ve Kur'an'da sabır; Allah'a karşı kulluk görevlerinin yerine getirilmesinde karşılaşılan meşakkat ve zorluklara; insanlarla ilişkilerde onlar tarafından gelecek eza, cefa ve sıkıntılara; Allah'ın koyduğu sınırlara riayet ve bilhassa yasakların cazibesine ve başa gelen bela ve musibetlere karşı gösterilecek çok geniş bir alanı kapsayan aktif bir eylemdir.
İnsanlar bir faaliyete giriştiğinde onun semeresini hemen görmek isterler. Bunu göremedikleri takdirde karamsarlığa düşebilirler. İnsanları etkilemek, tutum ve davranışlarında istendik yönde değişiklik meydana getirmek gibi bir hedefi olan eğitim-öğretim faaliyetinde bu beklentiye ulaşmak uzun bir süreci gerektirmekte, bazen de hiç karşılanamamaktadır. Dini anlatma ve öğretme görevini yürütenler için Kur'an, bu konuda çok açık mesajlar vermektedir:
"Gerçek şu ki, sen her sevdiğini doğru yola yöneltemezsin; fakat Allah'tır isteyeni/istediğini doğru yola ileten...” [1143]
O halde sabırlı olmak, dini anlatma ve öğretme konumunda olanlar için gerekli bir niteliktir. Azmin, kararlılığın, görevle ilgili iştiyakın sürmesi, sabrın doğru işletilmesi ile yakından ilişkilidir.
Her çağdaki ve düzeydeki insanın eğitilmesinde, muhatabın durumundan kaynaklanan bir takım güçlükler vardır kuşkusuz ama özelliğe hedef kitle yetişkinler olduğunda bu husus daha da önem kazanmaktadır. Zira yetişkinler, yüksek düzeyde bağlandıkları bir takım tutum ve inanışlara sahiptirler ve bunların değiştirilmesi oldukça güçtür.[1144]
Azimli ve sabırlı olmanın yaradılışla olduğu kadar sonradan kazanılan yaşantılarla da kuşkusuz alakası vardır. Muhatabın yaşı, cinsiyeti, inanış ve değerleri, eğitim durumu, ilgisi, ihtiyacı vb. özelliklerinin bilinmesi ve bunların eğitim öğretim etkinlikleri için ne anlama geldiğinin farkında olunması, iletişim ve öğretim tekniklerinin, eğitim ilke ve yöntemlerinin özümsenmesi, sabırlı olmayı kolaylaştıran hususlardır. Eğitimcinin bilgisi ve deneyimi arttıkça buna paralel olarak sabır gösterme becerisi de artacaktır. Eğitimde sabırlı olmak demek, istenen neticeye ulaşmak için farklı alternatifler geliştirebilmek, farklı yöntemler uygulayabilmek ve bunların zorluklarına tahammül gösterebilmektir. Bütün çabalara rağmen beklenen gerçekleşmediği takdirde de yeni girişimler için gerekli olan coşkuyu kaybetmemektir. [1145]
Bilgi, inanç ve hareket bütünlüğü ile kastedilen, düşünce, duygu ve aksiyon arasındaki ahenk ve birliktir. Dini yaşayışta duygu, düşünce ve iradi fiillerin birbirleri üzerinde karşılıklı tesirleri olduğu, bu etkiler içinde dini duygunun, benlik sınırlarını atlayıp bir davranış veya vaziyet alış ile fiil sahasına çıktığı tespit edilmiştir. Bu durumda dindardaki iç sentez, yani düşünce, duygu ve irade arasındaki ahenk insanı tatmin eden mutlu kılan bir hal ortaya çıkarmaktadır. [1146]
Eğitim genel olarak devamlı ve karşılıklı bir etki olduğuna göre insanın iç ve dış dünyasını ilgilendiren bilgilerin birlikte düşünülüp kavranılmasını da gerekli kılmaktadır. Din eğitimi de insanın kendisiyle Tanrısı arasında benliğinin en yüce denemesi olarak düşünülebilir. Esasen her dinin yapısında iki şey aramak gerekir; dinin temel bilgileri ve din hayatı. Birincisi dinin ortaya koyduğu insan ve evren üzerindeki açıklamalar, teklif ettiği emir ve yasaklar, inanışlar bütünüdür. İkincisi ise dini duygu ve düşünce üzerinde kurulan ferdin dini yaşayışlarıdır. [1147]
Dini yaşayışın fikri tarafı olduğu kadar duygu tarafı da vardır. Duygular davranışa yön verir, tutum ve davranışlara önderlik ederler. Kişinin bütün etkinlikleri duyguları ile birlikte bulunur. Duygular insan davranışlarının, hayattaki uyum ve uyumsuzluklarının en önemli etmenleri arasındadır. [1148] Dinî duygu, sürekli olarak ilâhî âleme yönelik ve oraya doğru yükselme çabası içindedir. Bağlanma duygusundan farksız olan bu duygu sonlunun sonsuz olan yüce kuvvete yönelmesi, güvenmesi, sığınması ve teslim olmasıyla sonuçlanmaktadır ki bu durum dinî duygunun yöneltici ve bağlayıcı bir özelliğe sahip olduğunu göstermektedir. [1149]
İnanma, öğrenme ile başlar. Öğrenme inanmaya, inanma ise belirli ölçüde dini yaşayışa açılır. Bu da hayatın akışı içinde kendisine uygun fiil ve hareketlerle dışa yansır. Dini inancın öğrenilmesi, belirli bir gelişmeden sonra insanı dinin beklentilerine uygun davranışta bulunmaya ve dini bir hayat yaşamaya davet eder.
İnanç, insanı samimiyetle bağlanmaya götürmektedir. Bu bağlanma ile insan aynı zamanda yüksek değerle birlikte yaşıyor demektir. Bu inanç ve bağlanma insanı endişelerinden, korkularından ve güvensizliklerinden uzaklaştıran ona emniyet ve sükûn telkin eden bir özelliğe sahiptir [1150].
İnanma her şeyden önce samimiyet, güven ve bağlanma meselesidir. Bu içten benimseme, istenene ve umulana doğru bir gidişi gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan Kur'an, Hz. Peygamber'in Allah ile ilişkilerini düzenlerken bazı esaslar ortaya koymuştur. Bilgi, inanç ve hareket bütünlüğünün gerçekleşmesine yönelik bu esasları şu başlıklar altında incelemek mümkündür: [1151]
Sorumluluk üstlenen her insanın, bu sorumluluğun gereklerini yerine getirirken bazı sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır. Sorumluluk alanı oldukça sınırlı olan sıradan insanlar için bile hayatta altından kalkılamayacak, çözüm bulmakta aciz kalınacak nice sorunlar vardır. Gerek sıradan insanların gerekse onların türünden olmakla beraber eğitim-öğretim gibi ağır bir görevin sorumluluğunu taşıyan Hz. Peygamber'in bu sıkıntılar karşısında dayanma gücünü artıracak donanımlardan birisi doğru bir tevekkül yaklaşımıdır.
Tevekkül lügatte, bir işte başkasına güvenip dayanmak, aczini izhar edip onu başkasına havale etmek demektir.[1152]
Dînî terminolojide ise, başlanılan bir işte başarıya ulaşabilmek için, bütün gücün harcanması suretiyle kalbin Allah'a dayanması, O'na güvenmesi, O'ndan güç alması, O'ndan yardım istemesi ve O'ndan başkasına bel bağlamaması şeklinde anlaşılmaktadır. Tevekkül, bir işin bütün gerekleri yerine getirildikten sonra, insan gücünü aşan noktalarda Allah'tan yardım istemek, işin sonucunu O'na havale etmek, psikolojik olarak rahatlamak ve moral gücü canlı tutmaktan ibarettir.
Esmâü'l-Hüsna içerisinde geçen Allah'ın isimlerinden birisi olan el-Vekîl de, Arapça'daki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur'an'da ondan fazla yerde geçmekte olup manası: "İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temin eden" demektir. Nitekim şu ayetlerde bu anlamı görmek mümkündür:
"Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter." [1153] Allah'ın el-Veliyy, el-Hasîb, el-Kâfî, el-Vâfî, en-Nasîr, Hayru'n Nâsırin, el-Müsteân isimleri de el-Vekîl ismindeki anlamı taşıyan diğer isimleridir.
Allah, Hz. Peygamber'i bu konuda eğitmekte ve onu desteklemektedir:
"O doğunun ve batının Habbidir, O'ndan başka tanrı yoktur. Yalnız O'nu vekil tut" [1154]
Tevekkülde tedbir ön şarttır. Tedbir, bilgi ve ihtiyat esasına dayanır. Tedbirli kimse, karşılaşmaktan korktuğu her türlü olumsuzluğa karşı hazırlıklıdır. Meydana gelmesi muhtemel kötülüğün zararını önceden hesap eder, gerekli önlemleri alır.
Ancak tedbirden sonra teşebbüs edilen bir işin sonunun iyi mi? kötü mü? olacağı her zaman kestirilemez. Görünüşte hayır olan nice serler olduğu gibi, şer olan nice hayırlar da vardır. [1155] Gerekli tedbirleri aldıktan sonra işin gerisini Allah'a havale etmek en azından insanı vehim ve endişelerden kurtarır. [1156]
Tevekkül, insan gücünün aciz kaldığı noktada tıkanıklıklara yol vermektedir. Gayret ile birlikte işlerse başarıyı ve moral gücünü yükseltmektedir:
“Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter! O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, O büyük Arş'ın sahibidir.” [1157]
Tevekkül, dini öğretme durumunda olanlar için önemli bir manevî destektir. Tevekkül, işin hem başında, hem devam ettiği sürece hem de sonunda her faaliyette olduğu gibi dini öğretme gibi zor bir faaliyette de eğitimci için bir sığınak ve güç kaynağıdır.
Eğitim-öğretim faaliyetinin başında Allah'ın rızasını umarak ve ona uygun olarak her türlü hazırlığı, plan ve programı yapmak. Bunun için kendini müstağni görmeden, eksikliğin farkında olunması gerekir. Faaliyet devam ederken, karşılaştığı zorluk ve sıkıntılarda Allah'ın desteğini yanında hissederek sabır ve sebat göstermektir. Faaliyet sonuçlandığında ise, eğer başarılı olunmuşsa gurur geliştirmemek ve Allah'a şükretmek, başarılı olunamamışsa umutsuzluğa ve yılgınlığa düşmemektir. İster başarılı olunsun isterse olunmasın samimi bir gayretle yeni teşebbüslere girişmek de tevekkülün gereğidir.
Demek oluyor ki, samimiyet, gayret, şükür, sabır, azim, rıza vb. hareketler tevekkülün içindedir ve tevekkül, zengin bir eylemsel durumu ifade etmektedir. [1158]
İstiâze lügatte, sığınmak ve yönelip bağlanmak [1159] anlamına gelmektedir. Zaafları ve yetersizlikleri karşısında insanın kendini güvende hissetmesi için kendinden daha güçlü bir varlığa yönelmesi, ona sığınması ve bağlanması doğal bir ihtiyaçtır.
İnsan iyi-kötü duygu ve düşüncelerin etkisi altındadır. İnsanın-duygu ve düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında şer güçlerin tahrik ve vesveselerine kapılmaması için bilinç ve idrak açıklığına ihtiyacı vardır. Dünyanın günübirlik telaşı içerisinde bu bilinç ve idrak açıklığını korumak kolay olmamaktadır.
Dünya hayatında insanı içinden ve dışından etkileyen bazı güçler, onun bilinç ve idrak berraklığını perdelemekte, hakikate ulaşma yollarını karartmakta, zihnini bulandırmaktadır. Bundan dolayıdır ki insanlar hakikat karşısında aynı duyarlılığı gösterememekte, doğru algılar geliştirememektedir. Bu noktada insanın hakikati görebilmesi ve kavrayabilmesi, bilinci perdeleyen olumsuz duygu ve düşüncelerin etkisinden sıyrılabilmesi için Allah'ın korumasına ve yardımına ihtiyacı vardır. [1160]
İstiâze eylemi hayatın her safhasında, insanın her teşebbüsünde gerekli görülmektedir. İnsanın iç dünyasındaki iniş çıkışlar, çalkantılar, mücadeleler, tereddütler, arayışlar aralıksız sürmektedir. Bunun için belli bir zaman ve eylem belirtilmeksizin Hz. Peygamber'e şöyle buyrulmuştur:
"Allah'a sığın" [1161]
Kur'an, gerçek anlamda Allah'tan başka sığınılacak varlık olmadığını da ifade etmektedir. [1162]
Zikr, lügatte bir şeyi telaffuz etme, öğrenilen-muhafaza edilen şeyi zihinde hazır hale getirme, öğüt, haber, beyan, hatırlama, anma, yâdetme gibi anlamlara gelmektedir. [1163] Hatırlamayı ifade eden zikir; bir taraftan unutulanı hatırlamak diğer taraftan unutmamak için hatırda tutmak gibi iki yönlü bir mana taşımaktadır. [1164]
İnsan, yaratılmışların en şereflisi olmasına karşılık beşer olması hasebiyle pek çok zaafları da olan bir varlıktır. Bu zaaflardır ki kontrollü ve bilinçli yaşaması için insanın eğitilmesini gerekli kılar. Kur'an'da unutma ve unutkanlık, insanın bir zaafı olarak görülmektedir. İnsan yaratılmış olduğunu, Yaratanını, Yaratanı ile yaptığı "Misak"ı, yüklendiği "Emanet'i, Allah'ın halifesi olduğunu, sıkıntılardan kurtuluşunu, nimetlere mazhar kılınışını vb. gerçekleri hep unutabilmektedir. Ancak insana unuttuğunu hatırlama yeteneği de verilmiştir. Hatta sadece yetenek vermekle insan kendi haline bırakılmamış, unutulan hakikatleri hatırlatmakla görevli elçilerle desteklenmiş, iç dünyası ve evren gerçekler üzerinde düşünmeyi sağlayacak uyaranlarla donatılmıştır. Kur'an'ın kendisi de bu gerçekleri hatırlatan bir "Zikirdir. [1165]
Hz. Peygamber'in Yaratıcı ile ilişkilerinde öne çıkarılan hususlardan birisi de unutma ve gafletin zıddı olarak kullanılan zikir olmuştur:
"İçinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini zikret, gafillerden olmal" [1166]
Kur'an, Allah'ı zikretmeyi hayatın anlam ve gayesi, Allah'ın insan şuurundan kaldırılmasını ise hayatın anlam ve gayesinin yok olması saymaktadır. [1167]
Allah'ı "hatırlama", insan faaliyetlerinin her birinin uygun bir şekilde bir araya geldiği ve bütünleştiği şahsiyetin sağlamlaşmasını sağlar. Allah'ı "unutma" ise parçalanmış varlık, dinden uzak yaşantı, tamamlanmamış ve nihayet dağılmış şahsiyet ve bütünü kaybetme pahasına ayrıntılarda boğulmak demektir. [1168]
İnanan insanın hayatının anlam ve gayesi Yaratıcıyla kurduğu irtibatın niteliğine göre belirlenir. Dindeki iman esaslarının amacı bu irtibatı temellendirmek; ibadet ve ahlâk esaslarının amacı ise bu irtibatın sağlıklı bir şekilde muhafazasını temin etmektir. [1169]
Hz. Peygamber'in Allah ile ilişkilerini düzenleyen ilkelerden birisi de teşbihtir. Teşbih, Allah'ı noksanlıklardan tenzih etmek, yüceltmek, ta'zim etmek [1170] Allah'ı yaratılmışlara benzemekten tenzih etmek [1171] anlamlarına gelir.
Teşbih esasen, balığın suda, kuşun havada, yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla yüzmek manasına " sibahat "tan tef il babında geldiği için, çok yüzdürmek manasının gereği olarak çok uzaklaştırmak veya paklıkta, temizlikte çok ileri götürmek anlamındadır. Yani teşbih, Allah Teala'yı tenzihtir. Bunun aslı da Allah'a ibadette süratle gidiştir ve gerek söz, gerek fiil ve gerekse niyet olsun ibadetin hepsi için kullanılmıştır. Teşbih, "namaz" anlamına geldiği gibi "sübhanallah" demek de teşbihin bir şekli olarak anlaşılmıştır. Teşbih her durumda Allah'ı zikir ve tenzihi ifade ederken, bedenen ve ruhen temizlenmeyi de kapsamış olmaktadır. [1172].
Teşbih Kur'an'da, namaz [1173], övgü [1174] ve tenzih [1175] manasına kullanılmıştır. Hz. Peygamber'e teşbih sorulduğunda; "Allah'ı her türlü noksanlıktan ve kusurdan tenzihtir'' diye cevap vermiştir. [1176]
Allah'ı teşbih etmesi hususunda Kur'an'da on beş ayette [1177] Hz. Peygamber'e emir vardır. Bu ayetlerden bir kısmında teşbih, "Rabbini hamd ile teşbih et" şeklinde hamd ile birlikte, bir kısmında ise "Rabbinin yüce ismini teşbih et" şeklinde yalın bir ifade ile geçmektedir. Teşbihin hamd ile birlikte zikredilmesi dikkat çekmektedir. Teşbih, Allah'ın celal sıfatına; tahmid, ikram sıfatına işarettir ve teşbih ile hamdin bir araya getirilmesi celal ve ikram sıfatlarıyla dengeyi sağlamaktır denilmiştir. [1178]
Tesbih'i emreden ayetlerde, bu eylem için geceleyin, sabaha karşı, güne başlarken, ibadete hazırlanırken, ibadetlerden önce ve sonra, bir meclisten ayrılırken gibi özel vakitlere işaret edilmekte ise de [1179] bunlar incelendiğinde aslında teşbihte, yaşanılan her anın Yaratıcının varlığını, gücünü ve desteğini bilinç düzeyinde hissetmeye ve sürekliliğe işaret ettiği görülmektedir.
"...Akşam sabah Rabbini övgü ile teşbih et" [1180] ayeti teşbihin sürekliliğine işaret etmektedir ki teşbihte esas olanda her an lisan ile kalp ile ve davranışlarla Allah'ı anmak, O'nun güç ve kudretinin farkında olmak, O'na yönelmek ve O'nunla iletişimi diri tutmaktır.
Tekbir de Kur'an'da Hz. Peygamber'den istenilen bir başka eylemdir. Tekbir lügatte; yüceltmek, büyütmek anlamlarına gelip Allah'ı azamet ve kudreti ile yad etmektir. [1181].
İnsanın sapma noktalarından birisi kendini müstağni görerek haddi aşmasıdır. [1182] Kendini her şeyden müstağni görmesi, her şeye gücünün yeteceğini vehmetmesi ve her şeye layık ve yeterli olduğunu düşünmesi insanı tanrılık iddiasına kadar götürebilmektedir. [1183]
Azgınlığa meyilli yaratılışı karşısında tekbir, insanın kendi güç ve kudretinin sınırlılığını hatırlaması ve Yaratıcının azamet ve kudreti karşısında kendi yetersizliğini ve çaresizliğini itirafıdır. Bunun içindir ki peygamber olarak diğer insaniardan ayrı olarak özel nitelikleri olmasına rağmen beşer olarak diğer insanlarla pek çok ortak özellikler taşıdığı ve daha da önemlisi diğer insanlara örnek olması için Hz. Muhammed'in şahsiyetinin inşasında ve Yaratıcı ile ilişkilerini düzenleyen bu husus Kur'an'da daha ilk nazil olan ayetlerde dile getirilmektedir:
"Rabbini tekbir et" [1184].
Bu ayette, büyüklüğün ancak O'nun şanı olduğunu ve O'na karşı her şeyin küçük bulunduğunu kalben tanıdığın gibi dilinle ve davranışlarınla da açıkla [1185] emri vardır. [1186]
"...Onlara dua et; çünkü senin duan, onlara huzur verir.,." [1187]
"Allah'tan başka tanrı olmadığını bil ve kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı için mağfiret dile" [1188]
"Allah'tan mağfiret dile. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” [1189]
Kur'an'da Hz. Peygamber'e dua ve istiğfar emri de vardır. Hz. Peygamber'in gerek kendisi, gerek ümmeti ve gerekse diğer insanlar için yapmış olduğu dualar kaynaklarda önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü ona göre "dua ibadetlerin özüdür" ve inanan insan için manevî bir güçtür [1190].
Dua, inanan kişinin Allah'a yakarışı, yalvarışıdır. Bireyin Allah'a yönelmesi ve ondan yardım dilemesi, bazı taleplerde bulunmasıdır.
Dua ve ibadetler insandan Allah'a doğru olan iletişimdir. Dua sırasında bireyde dikkatin Allah'a çevrilmesi, güçsüzlük bilinci, teslimiyet ve dileme gibi bir takım psikolojik değişme ve süreçler yaşanmaktadır. [1191]
Dua, Allah ile doğrudan ilişkidir ve insanın kendisini aşmasının başlangıcıdır. Dua, çok kolaydır. Allah'a yönelerek, kalbi ona bağlamak yeterlidir. Artık ne söylenirse söylensin, samimiyetle, sevgi ile söylendikçe duadır. Bazen dua sözsüz de olur, işle, hareketle olur... Dua, bir yükselişin, yücelişin ifadesidir şüphesiz. Çünkü hiç kimse, kendi gayretiyle kolayca elde edeceği bir iş için dua etmez. Dua, günlük yaşamın üzerinde bir olaydır. Dua edebilen insan güçlü insandır. Yapabileceği her şeyi yapmış, çalışmış, çabalamış, yapılamayanı, yardım gereken yanı bulmuş, Engüçlü'ye yönelmiştir. [1192]
Dua bir talep ve yöneliştir; bilinmek ve işitilmek talebidir. Dini davranışın en tipik özelliğini duada görmek mümkündür. Allah ile insan arasında din yolu ile kurulan ilişkinin özü ve özeti, ya da tipik modeli, duada kendisini ortaya koymaktadır. Dua eden insanın bir taraftan Allah'a olan köklü bağımlılığını itiraf etmesi, diğer taraftan aynı zamanda O'nun yüce kudretine duyduğu çok derin bir itimat ve güven teyidi, biri diğerinden ayrılmaz şekilde duada yer almaktadır. [1193]
Dua, insanın hayatını daha değerli ve anlamlı hale getirmektedir.
"De ki (ey Muhammed): Duanız olmasa, Rabb'ım ne diye size değer versin.” [1194] Dua, insana güven, huzur, moral ve ümit vermekte, yaratıcı ile vasıtasız bir iletişim imkânı sunmaktadır. Allah, kulundan kendisine başvurmasını istemekte ve onun duasına karşılık vereceğini bildirmektedir. [1195]
İnsanın ümitvar olmasının ruh ve beden sağlığı açısından önemi büyüktür. Ümitsizlik insanı perişan eden bir duygudur. Dua eden insan Rabbinden daima ümitlidir. Hayra ve iyiliğe ait ümit ve dileklerinin gerçekleşeceğine inanır. Ümitsizliğe kapılıp hal ve istikbali karanlık görmez. Ruh sükûneti, güven ve huzur içinde yaşar. Hayata karşı iyimserliği artar, karamsar duygulardan uzak kalır. [1196]
İstiğfar da dua gibi yaratıcıya yönelerek bağışlanmayı dilemek [1197], dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Geçmiş günaha pişmanlık duyarak günahın kötülüğünden korunmayı dua ile talep etmek ve gelecek günahı işlememeye azmetmektir. [1198]
Hz. Peygamber:
"Kalbime bir anlık gaflet gelir de Rabbime günde yüz defa istiğfar ederim" [1199] buyurmuştur. Günde yetmişten fazla istiğfar ettiğini bildiren başka rivayetler de vardır ki [1200] bunlar Hz. Peygamber'in bu eylemi sıklıkla yaptığını göstermektedir.
Kur'an onun bütün günahlarının bağışlandığını bildirmesine rağmen [1201] Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Nasr Sûresi'nin nüzulünden sonra teşbih, hamd ve istiğfarı daha da arttırmıştır. [1202]
Kur'an'da Hz. Peygamber'in Allah ile ilişkilerini düzenleyen ve yukarıda sayılan eylemlerin hepsini kapsayan bir kavrama daha yer verilmektedir ki, bilgi, inanç ve hareket bütünlüğünü ifade eden bu kavram ibadet kavramıdır.
"Abd" kökünden türemiş olan ibadet, ubûdet, ubûdiyyet kelimeleri, itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, bir kimseye isyan etmeden, yüz çevirmeden ve karşı koymadan itaat edip boyun eğmek ve ona hizmet etmek [1203] anlamlarına gelmektedir.
Kur'an, insanların yaratılış gayesinin "kutluk" olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmektedir. [1204] Bütün peygamberler kavimlerine Allah'a kulluk etmeyi emretmiş, onları kulluğa çağırmışlardır. [1205] Kur'an'ın indiriliş amacı da bu gayenin gerçekleşmesini sağlamaktır [1206].
Kulluk, yalnız Allah'a yapıldığında insanı özgürlüğe ulaştırmakta, Allah'ın dışında kulluk edilen her şey insanı köleleştirmektedir. 'Zira Allah'tan başka kulluk edilecek her şey, başka şeylere de kulluğu meşrulaştırmakta, insan amacına ulaşmak için her şeye kul-köle olmayı normal saymakta hatta bu durumun farkında bile olmamaktadır. Oysa Allah inancı ve O'na kulluk, başka hiçbir şeyin ortaklığına izin vermemektedir. Allah, Hz. Peygamber'den şöyle demesini istemektedir:
"De ki ben yalnız Allah'a kulluk etmek ve O'na şirk koşmamakla emrolundum..." [1207]:
"De ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım, ölümüm hep Allah içindir." [1208]
Allah'ı sevmek, insanı sevmekle, Allah'a hizmet insana hizmetle ilgilidir. İnsan Allah'ın yeryüzündeki temsilcisidir. İnsan, insanı Allah için sevecek, Allah için koruyacak, Allah için ona hizmet edecektir. Doğrudan doğruya insanın insana hizmeti olarak görünmeyen kişisel ibadetler, aslında bu amaca hazırlayıcı, inceltici amaçlar olarak tarif edilmiştir. Bunun için, ibadetlerin davranışlarda olumlu yönde değişiklik meydana getirmesi beklenmiştir. [1209]
Şu halde kulluk, bilginin ve inancın aksiyona dönmesini gerektirir. İnsanın iyilik ve güzellik adına yaptığı her eylem ibadet olduğu gibi, terk edilen her yasak da ibadettir ve kulluğun ifadesidir. İnsan, gönlünde temiz duyguları yaşatmaya çalışırken de, kötü duygulardan sıyrılmaya çalışırken de ibadet halindedir. Yani, Allah'a inancı ve bağlılığı simgeleyen bütün davranışlar ibadettir.
Öte yandan ibadet, Allah'la kurulan tabiatüstü ilişkinin görünür varlığı, sözler, jestler ve davranışlar sistemi şeklindeki tezahürüdür. İnsanda tapınma eylemini gerçekleştiren asıl niyet, "bağımlılık şuuru’ndan beslenmektedir. İbadet, Allah'a bağımlılığın şuuruna ulaşmış insanın, bunun sonucuna şükran ve minnettarlık duyguları içerisinde içtenlikle katılımını simgeler. [1210]
Kulluk, sorumluluğun, duyarlılığın, nimet ve bolluk karşısında şuurlu hareket etmenin; acılar ve zorluklar karşısında dayanıklılığın kısaca istikamet üzere yaşamanın gereği olmaktadır.
Kullukta sabır ve sebat gerekmektedir. [1211] Hz. Peygamber'den bir işi bitirdiğinde hemen diğerine koyulması istenmektedir. [1212] Sabır ve sebatla kulluğa devam etmek kolay bir iş değildir. Bunun için sağlam bir imanla Allah'a dayanmak ve ondan yardım istemek gerekir. [1213]
Kullukta şükür de önemli bir eylemdir. Şükür, ulaşılan her kademede Allah'ın iradesinin, yardımının ve desteğinin farkında olmak, bunu itiraf etmektir. [1214]
Kulluk, iman ile başlayan çizgide Allah'ın emir ve yasaklarına uymayı ifade etmektedir. Allah'a bağlanan insan, diğer bütün bağlardan kurtulur. Anlamsız, gayesiz, bilinçsiz, kontrolsüz bir hayattan; her fikir ve eyleminde Allah'ın rızasını gözeten bir bilinç düzeyine ulaşır.
Kur'an, ruhun safiyetinin korunması, hayatın zorluklarına mukavemet gösterilebilmesi için sağlıklı bir ibadet hayatı istemektedir. "Ve ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et" [1215] emriyle belli bir zaman ve mekân kaydı koymaksızın kulluk etmesini emretmekle birlikte, Hz. Peygamberin zamanını programlamakta, gece ve gündüz yapacağı ibadetlere de ayrıca işaret etmektedir. Kur'an'da bütün ibadetler içerisinde Hz. Peygamber'e doğrudan hitab eden ayetlerde namaz ve Kur'an okuma konusu özellikle dikkat çekmektedir. [1216] Hz. Peygamber'den bu iki ibadete geceleyin de devam etmesi istenmektedir. [1217]
Kur'an’da Hz. Muhammed'in eğitim-öğretimle ilgili görevlerini açıklayan kavramlar ve onun kişisel ve görevle ilgili nitelikleri incelendiğinde günümüzde dini öğretme, anlatma durumunda olanlara örnekliği bakımından şunları vurgulamak gerekir:
Dini anlatma ve öğretme durumunda olanların, yaptıkları işin etkili bir iletişim ve rehberlik gerektirdiği kuşkusuzdur. Araştırmalar, genel olarak, kaynağın ne dediğini bildiğine [uzman olduğuna], dürüst olduğuna [gizli bir amacının bulunmadığına], ya da sevilebilir biri olduğuna işaret eden her özellik ya da ayırtkanlığın iletişimin etkililiğini arttırdığını ortaya koymaktadır. Herhangi bir biçimde kaynağın sevilmemesi ya da yeterliliğine, inanılırlığına karşı duyulan güven eksikliği ona saldırarak iletişimi reddetmeyi kolaylaştırmaktadır. [1218]
Görüldüğü gibi etkili bir iletişimi gerektiren bu görev, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bunun için bir takım özelliklere sahip olmak gerekir. Bu işi meslek edinen kişinin öncelikle kendini tanıması, yani kendisiyle, düşünce ve duygularıyla ilişki kurması, kendinde olup biten duygusal ve düşünsel süreçlerle ilgili bir anlayışa kavuşması, yeteneklerini ve yeteri iliklerini gözden geçirmeleri gerekmektedir. Kendini tanıyan kimse gerçek duygu ve düşüncelerinin, dış dünyadaki olayların ve iç dünyasında oluşan yaşantıların çoğu kez farkındadır. Bu tür biri, çevresindeki kişilerin kendisini nasıl etkilediğinin farkında olduğu kadar, kendisinin çevresindekileri nasıl etkilediğini de bilir. [1219]
Duygu, düşünce ve davranış bakımından kendini ifade edemeyen, kendine güvenmeyen, kendine değer vermeyen, kendini kabul edemeyen, kısaca kendisi ile barışık olmayan birisinin başkaları ile iyi bir iletişim kurması ve onlara rehberlik etmesi söz konusu değildir. İyi bir dinleyici olma, muhatapla empati [1220] kurma, rol ve statüye uygun davranma da bu süreci etkileyen faktörlerdendir.
Kendini tanıyan ve kendine saygı duyan kişi, muhatabın bir insan olduğunu ve davranışları kötü olsa da insanın özü itibariyle değerli olduğunu kabul edecek ve ona saygı gösterecektir. Eğitim-öğretim etkinlikleri öğrenenden bağımsız olarak yürütülemeyeceği için en azından özü itibariyle değerli olan bu varlığı tanımaya ve anlamaya çalışacaktır. Muhatabı tanımak ve anlamaya çalışmak Hz. Peygamber'in önemli ilkelerinden birisidir. O herkesin seviyesine göre davranılmasına işaret ederken bunu uygulamalarıyla da göstermiştir. [1221] Hz. Peygamber insanı ve eğilimlerini çok iyi bilmektedir. Her bakımdan dağılmış bir toplumun yeniden inşasını oldukça kısa sayılabilecek bir sürede gerçekleştirmiş olmasında fıtrata uygun öğretileri, fıtrata uygun olarak öğretmesinin rolü kuşkusuz büyüktür.
Muhatabın dini mesaja yönelmesi ve mesajdan etkilenmesi için muhatabın kabiliyet, birikim ve eğilimlerinin, psiko-sosyal özelliklerinin, ilgi, ihtiyaç ve beklentilerinin, kapasitelerinin bilinmesi gerekmektedir. Çağdaş araştırmalar da göstermektedir ki, muhatabın geçmiş deneyim ve yaşantıları, tutumlarına bağlılık derecesi [taahhüt-bağlanma], kendine güveni, gruptaki saygınlık düzeyi, zekâ ve eğitim düzeyi, cinsiyeti, yaşı vb. iletişim sürecini etkileyen hedefle ilgili önemli faktörlerdir. [1222] Hz. Peygamber, aynı konuda bile olsa sorulan sorular soranın durumuna göre farklı şekillerde cevaplandırmış, tavır ve davranışlarında farklılık göstermiştir. Bu tutum, insanlar arasında bir ayırım yapma değil, sadece mesajın doğru anlaşılmasını ve yaşanabilmesini temin etme kaygısı taşımaktadır.
İnsanın yetenekleri ve beklentileri ile bir bütünlük içerisinde ele alınması önemli bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Kerschensteiner'in de işaret ettiği gibi, eğitimci bir orkestra şefi gibi, hayvani ve insani yönsemelerle dolu insan doğasını bütün olarak göz önünde tutmalı, bunlardan gerekli olanları kuvvetlendirmeli, bazılarını daha az işletmeli ve neticede ahlaki kişilik senfonisini meydana getirmelidir. [1223] Muhatabın mevcut bilgi ve kanaatlerini sorgulaması ve bunlar üzerinde düşünmesini sağlamak için mesajın aklı ve duyguları harekete geçirecek şekilde doğru, açık, net ve anlaşılır bir biçimde sunulması, zaman ve ortam faktörünün gözetilmesi de önemlidir.
Uzun zaman devam eden davranışlardan, kalıcı özellik arz eden bir kısım kötü alışkanlıklardan kurtulmak insanların çoğu için kolay olmamaktadır. Çünkü bu, kuvvetli bir irade gücü, büyük bir çaba ve uzun bir egzersiz istemektedir. İstenmeyen alışkanlıklardan kurtulmada onlara zıt davranışların sergilenmesi bugün çağdaş psikologların psikoterapide de başvurdukları bir yöntemdir. [1224] Dolayısıyla sadece yeni bilgiler verirken ve bunların davranışlarda etkili olmasını beklerken değil, aynı zamanda istenmeyen kökleşmiş alışkanlıklardan uzaklaştırmaya çalışırken de tedricilik prensibine uyulmalıdır. İnandıklarından, alışkanlıklarından ve benimsemiş olduğu yaşam tarzından kolay vazgeçemeyen; bilgiye düşkün olduğu halde onu elde etme meşakkati karşısında çabuk usanan, bıkan ve bildiklerini uygulama noktasında yan çizen insan psikolojisi ile karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır.
Din eğitimi ve öğretiminde, insanların zayıf yaratılışından hareketle kolaylık yolunun tercih edilmesi, güçlük çıkarılmaması, bilgilerin kolaydan zora, esastan ayrıntıya, muhatabın hazır oluşunu gözeterek kademe kademe verilmesi, baskı ve zorlama yapılmaması, bıkkınlık verilmemesi, beklentilerde sabırlı olunması da önemlidir. Bu nedenle, "Allah sizin için kolaylık ister güçlük istemez" [1225],
"Allah kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez." [1226] Şeklindeki Kur'an ilkelerini ve herkese seviyesine göre davranılmasını isteyen [1227],
"Kolaylaştırmız, zorlaştırmanınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" [1228],
"Şüphesiz din kolaylıktır; kim bu dini güçleştirirse, din onu mağlup eder. Siz ona yakın olanı yapınız, ılımlı olunuz" [1229],
"Allah kullarına kolaylık gösterilmesinden memnun olur. Zorluk çıkaranlara ve başkalarına vermediği başarıyı ve sevabı, kolaylık gösterenlere verir" [1230] buyuran, iki işten birini tercih durumunda kaldığında kolayını tercih eden [1231] Peygamber yaklaşımını hep hatırda tutmak gerekmektedir.
Hangi seviyeye gelinirse gelinsin, insan için eğitimin bitiş çizgisi yoktur. Çünkü her ilim sahibinin üstünde daha fazla ilme sahip bir âlim vardır. [1232] Her şeyi bilen sadece Allah'tır. İnsan için çok şey meçhuldür. Dün bilmediğini bugün öğrenir, bugün öğrendiğini yarın unutur ancak unuttuğunu hatırlama yeteneğine de sahiptir. Eşyanın görünen yanıyla ilgilenir ve bilgisi onunla sınırlıdır. İçinde bulunduğu anı yorumlar belki ama gelecekten habersizdir. Bu nedenledir ki ilimde derinleşen irfan sahibi insanlar her yeni elde ettiği gerçekle, bilmediklerinin çokluğunu idrak eder. Dolayısıyla eğitim, tedrici olmakla birlikte fasılasız ve nihayetsizdir, süreklidir.
Hz. Peygamber'in rahmet olma özelliğini topluma yansıtma çalışmasına bir eğitim yöntemi olarak bakıldığında, onun en çok örnek olma ve yaparak-yaşayarak eğitme olduğu söylenebilir. Zira, "tatbik", Hz. Muhammed'in eğitiminin en belirgin vasfıdır. [1233] İnsanlar, kişinin söz ile söylediğini, kendi hayatında uygulamasından çok etkilenmekte ve onun tutum ve davranışlarını kabul etmekte zorlanmamaktadır] [1234] Hz. Peygamber insanlara öğrettiklerini onlardan önce kendisi yaşamış, böylece öğrettiği şeylerin yaşanabilir olduğunu göstermiştir. Muhataplarından her biri Hz. Peygamber'i farklı amaçlarla takip etmiş, özel hayatı da dahil onun yaşantısını en ince ayrıntısına kadar izlemişlerdir. Bunlardan hiçbiri Hz. Peygamber'in öğrettiklerine ters bir tutum ve davranışından bahsetmemiştir.
Örnek kişilik, söyleneni teyid eder, muhatabı rahatlatır, güven verir ve etkileşime imkân sağlar. [1235] Örneksiz bir eğitim eksiktir. [1236] İnsanlar kazandıkları davranış özelliklerini sadece "klasik ve edimsel koşullanma" yollarıyla değil, aynı zamanda "örnek alma" veya "gözleme" yollarıyla da öğrenmektedir. [1237] Kur'an, Hz. Peygamber'i bize en güzel örnek olarak sunmaktadır. [1238] Hz. Peygamber, insanlara öğrettiklerini kendi yaşayışı ile de göstererek bu örnekliğin gereğini yerine getirmiştir. Hz. Muhammed bu görevinde iletişim açısından bazı ilkelere yer vermiştirki bunları da kısaca şu şekilde sıralayabiliriz: [1239]
Kendini olduğu gibi tanıtmış, empatiye önem vermiş, bireyin ve toplumun özelliklerini dikkate almış, eğitimde sürekliliğe özen göstermiş, sevgiyi ön plana çıkarmış, akıl ve duygulara hitap etmiş, muhataplarının değer verdiği şeyleri önemsemiş, diyalog için ortak noktalardan hareket etmiş, rol ve statü ilişkilerine dikkat etmiş, görevin zorluklarına sabır ve tahammül göstermiş, tedricilik ve kolaylık prensibi ile bıktırmadan benimsetme yolunu tercih etmiş, iyilik ve affediciliği benimsemiş, kin gütmemiştir.
Muhatapla ilişkilerde hiçbir ayrım gözetilmeden uyulacak ilkeler; samimiyet, doğruluk, adalet, vakar, sabır, itidal, müsamaha, bağışlama ve kolaylıktır. [1240] Kur'an'a göre, bu ilkelere uyabilenler kötülüğü bile iyilikle savabilme olgunluğuna ulaşırlar. [1241] Tevazu, nezaket, yumuşak davranma, merhamet, sevgi, şefkat, cömertlik ve kardeşlik ise diğerlerine ilaveten, ortak değerlerin paylaşıldığı kimselere gösterilecek tavırdır. Şunu da vurgulamak gerekirki muhatabı kim olursa olsun Hz. Peygamber insanlarla ilişkilerinde öfke, kabalık ve katılığa yer vermemiştir. [1242]
Dilinde ve lisanındaki fesahat, kalpleri telif kabiliyeti, emin ve güvenilir insan olmanın bütün şartlarını şahsında toplamış olması, çağrısının hak olduğuna ve çabalarının en parlak neticeyi vereceğine herkesten önce kendisinin samimiyetle ve kuvvetle inanması [1243], Hz. Peygamber'in eğitiminde etkin vasıflardır.
Hz. Peygamber'in eğitiminin muhataba kazandırdığı en önemli değer, varlığa ve hayata yüklediği anlamdır. Kelime-i Tevhit'te ifadesini bulan bu gerçekle insan, her türlü sahteliğin, taklidin, zannın, hevânın, taassubun esaretinden kurtulup gerçek hürriyete kavuşur. Hakikati perdeleyen her türlü engeli aralayan bu hürriyetle insanın önünde sonsuza uzanan bir ufuk açılır. Bunun bedeli "sorumluluk" tur. Tükeniş ve yok oluşla son bulan geçici hayat yerine, her anı gerçekleştirilmesi gereken idealler için emanet olarak görülen bir hayat bilinci gelişmiş olur. Ve insan yaşadığı hayatta bu emanetin imtihanını verdiğinin farkında olur.
Din eğitiminde insanın her şeyden önce sorumluluk bilinci kazanması önemlidir. Bu sorumluluk öncelikle bireyseldir. Bireysel sorumluluk insanın enerji ve dikkatini kendine yöneltse de, bu durum, topluma karşı duyarsızlık anlamına gelmez. Bireyleri sorumluluk taşıyan toplumlarda ferdî şuur, kollektif hale gelerek sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır. Zira toplumsal problemlerin çoğu bireysel sorumlulukların yerine getirilmeyişinden doğmaktadır.
Din eğitimi insan ruhunda kendisinin Allah'la, kâinatla ve onun içindekilerle ilişkisinin yüksek şuurunu uyandırmayı da hedef edinmelidir. Bunun için Kur'an'da muhatabın dikkati bazen kendi yaratılışına, yetenek ve zaaflarına, beden ve ruh yapısındaki olağanüstü donanımlara, bazen evrendeki varlıklara, işleyen fevkalade nizama ve doğa kanunlarına, bazen insanın var oluş gayesine ve evren içindeki sorumluluğuna, bazen ibret verici olaylara ve kıssalara, bazen olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerine, bazen metafizik hadiselere çekilmekte ve bunlar, insanın zihnî ve kalbî melekelerini, düşünce ve duygularını tahrik eden bir üslup içerisinde sunulmaktadır.[1244]
Hz. Peygamber kendisine soru sorulmasına daima açık olmuş, fakat cevabı konusunda tereddüt yaşadığında cevap vermemiş vahyin gelmesini beklemiştir. [1245] Din eğitimcilerinin de bilmedikleri hususlarda, sübjektif tavır yerine mutlaka doğru ve sağlam bilgi kaynaklarına müracaat etmesi Kur'an'ın emridir. [1246] Sadece bilinmeyen değil, bilinen konularda bile konunun uzmanları ile istişare de Kur'an'ın isteğidir. [1247]
Din eğitiminde muhatabın istenen çizgiye zorlanması söz konusu değildir. [1248] Kur'an'da açıklanan hürriyet, irade, sorumluluk, hidayet, rehberlik vb. yaklaşımlar zorlamayı engellemektedir. [1249] İkbal'ın de işaret ettiği gibi insanın ilk itaatsizlik eylemi, aynı zamanda ilk iradî fiilidir. Makine gibi her hareketi tamamen tespit ve tayin edilmiş bir varlıktan hayır hasıl olmaz. Bu itibarla hürriyet, hayır için ilk şarttır. " [1250]
Ancak seçme kudretine sahip bir varlığa kendisine açık olan yollardan herhangi birini tercih etme özgürlüğü vermek büyük bir risk taşımaktadır. Zira doğruyu seçme özgürlüğü, aksini seçme özgürlüğü için de geçerlidir. Bu bakımdan din eğitimcilerinin önemli bir görevi hayatın her anında tercih yapmakla karşı karşıya olan insanı belli bir yönde gitmeye zorlamak değil; alternatifler göstermek, bunlar hakkında bilgilendirmek ve kendisine uygun olan doğruyu seçmesinde ona rehberlik etmektir. [1251]
Bu çalışmada vahyin insan yaklaşımı ve insanı eğitmek için gönderilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in bir eğitimci olarak kişisel ve görevle ilgili nitelikleri incelenmiştir. Bu, eğitîm-öğretim sürecinin iki temel öğesini, yani bir yandan eğitilecek olanı diğer yandan eğitecek olanı Kur'an'ın ışığında değerlendirmek anlamına gelmektedir.
Hayatın anlamını arama ve kendini gerçekleştirme çabasının gereği olarak kendini tanıma/tanımlama ve yaşanılabilir bir dünya kurabilme özlemi, tarih boyunca insanlığın en önemli sorunlarından birisi olmuştur. İnsanla ilgilenen disiplinler bu sorunu kendi yöntemlerine göre ele almış ve günümüze kadar çeşitli yaklaşımlar ortaya koymuşlardır. Vahiy de, dünya hayatında karşılaştığı sayısız soru ve sorunlarına cevap arayan, yapıp ettiklerini anlamlandırma sıkıntısı çeken, ölüm ve ötesini merak eden insana rehberlik eden önemli bilgiler sunmuştur. Vahyin anlaşılma ve yorumlanmasıyla yaşanılabilir bir gerçeklik haline gelen dinin, insanın davranışlarını düzenleyecek ve hayatını destekleyecek bir donanım haline getirilmesine her dönemde olduğu gibi bugün de ihtiyaç duyulmaktadır.
Demek oluyor ki din eğitimi, hayatın gerçekliğinden doğan bir ihtiyaç ve insanın bütün yönleriyle ilgilenmesi gereken bir disiplindir. Bu durumda insanın doğuştan sahip olduğu din duygusunu ve ihtiyacını diğer yetenek ve ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde doyurup geliştirerek, bu güçlü duygunun insanın eylemleri üzerindeki etkilerini anlamlı hale getirmek böylece yaşanabilir bir dünya inşa edecek şahsiyeti oluşturmak din eğitiminin hedefleri arasındadır.
Bu hedefin gerçekleştirilmesi için gerekli olan esasları açıklayan Kur'an'ın insan tanımından ve ona yüklediği anlamdan yola çıkıldığında insan/öğrenen merkezli bir yaklaşımdan söz etmek mümkündür. İnsanı bütün yetenekleri, eğilimleri, ihtiyaçları, beklentileri, üstünlükleri ve zaaflarıyla birlikte değerlendiren Kur'an, insanın kendi dışındaki varlıklardan birisi değil, kendisi olmasını, yani insan olarak kendini gerçekleştirmesini istemektedir. İnsan bunun için gerekli potansiyele sahip kılınmış ve evrendeki her şey onun buyruğuna verilmiştir. Bununla birlikte vahiy bilgisi ile buluşturmak ve kendini gerçekleştirmenin yollarını göstermek için insana kendi türünden elçiler gönderilmiştir. Hz. Muhammed bu elçilerin sonuncusudur. Allah tarafından eğitilmiş, insanları da bu kaynaktan aldığı bilgiye dayanarak eğitmiştir. Dolayısıyla o, vahiy karşısında öğrenen, insanlar karşısında öğreten konumundadır.
Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim görevini ve bir eğitimci olarak niteliklerini doğru anlayabilmek için, her şeyden önce, vahyin insan telakkisinin özümsenmesi gerekmektedir. İnsan nedir? sorusu ve buna bağlı sorunlar insanlığın ortak problemleri olduğuna göre, bunlara çeşitli bilimsel disiplinlerin açıklamalarından da yararlanarak vahyin sunduğu imkânları araştırmak genelde din bilimlerinin ortak sorumluluğudur. Bu imkânları kendine özgü bilimsel yöntem ve yaklaşımlarla anlamaya ve öğretime hazır hale getirmeye çalışmak da din eğitimi biliminin sorumluluklarından birisi, belki de en önemlisidir.
Din eğitiminde program geliştirmenin ve uygulamanın her aşamasında, yaşanan hayatın gerçekleri, eğitilenin gelişim özellikleri, ihtiyaç ve beklentileri, problemleri, dikkate alınmadan belirlenecek hedeflerin, muhtevanın, öğrenme ortamlarının ve değerlendirmenin etkili ve verimli olması söz konusu değildir. Dolayısıyla eğitilecek olanın pasif bir alıcı değil geçmiş yaşantılarıyla hayatın içinden gelen bir kişilik olarak görülmesi gerekmektedir. Bu durumda her kademedeki din eğitimcisi insana bilgi transfer etmekten ziyade, onun hayatını anlamlı kılmasına yardımcı olmak ve hayatını bu anlama uygun biçimde sürdürebilmesine rehberlik etmek durumundadır.
Kur'an, insan merkezli bir yaklaşım sergilemenin yanısıra bunu uygulayacak olan eğitimcinin önemini ve kişilik özelliklerini de Hz. Muhammed'in şahsında ortaya koymaktadır. O, Kur'an'da müstakbel veya mevcut din eğitimcileri, hatta bütün eğitimciler için, daha geniş anlamda da inananlar için "en güzel örnek" olarak takdim edilmekte ve bütün faaliyetleri içerisinde eğitimci kimliği öne çıkmaktadır.
Hz. Muhammed, muhataplarını bilgilendirmiş, yaşanılan hayat içerisinde karşılaştıkları sorunların çözümünde onlara rehberlik ve danışmanlık yapmış, yaşantılarını düzenlemelerine yardımcı olmuştur. Böylece, kendilerini gerçekleştirme ve sosyalleşme için gerekli olanları insanlara öğretmiş, onları iyi, doğru ve güzele yönlendirmiştir. Kur'an, onun bu yönünü inşa ederken bir eğitimci olarak sahip olması gereken kişisel ve mesleki nitelikleri, insanlarla etkili bir iletişim kurabilmek ve onlara rehberlik edebilmek için gerekli bilgi, beceri ve davranış biçimlerini ortaya koymaktadır.
Onun bir eğitimci olarak başarısını, vahyin kendisinden istediği niteliklere sahip olmasında ve vahyin nitelediği biçimde davranmış olmasında aramak gerekir. Bundan başka, öğretim konusu yaptığı muhtevanın, yani vahyin doğrudan yaşanan hayata dair sorunlara ve ihtiyaçlara cevap vermiş olmasının, bu muhtevaya herkesten önce kendisinin inanmış, içtenlikle bağlanmış ve sonra da bunu yaşayarak somutlaştırmış ve pekiştirmiş olmasının ve muhataplarına etkili biçimde sunmuş olmasının da bu başarıda önemli katkıları olduğuna şüphe yoktur. O "ne"yi, "kîm"e, "nasıl" ve hepsinden önemlisi "niçin" öğreteceğini iyi bilmektedir ve onun bu konudaki en büyük desteği Kur'an'dır.
Hz. Muhammed, Kur'an'ın ortaya koyduğu insan yaklaşımına uygun bir eğitim-öğretim süreci oluşturmuştur: İnsanı insan olarak, bütün yönleriyle ele almış ve muhataba değer vermiştir. Bireysel ayrılıklara önem vermiştir. Karşısındaki kişinin durumuna göre davranmış, öğretimi ona göre düzenlemiştir. Baskı ve zorlamaya yer vermemiştir. Sevdirerek ve benimseterek öğretmiştir. Hürriyet ve sorumluluğu esas almıştır. Öğretim konusuna karşı ilgi ve ihtiyaç uyandırmış, muhatabı düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya teşvik etmiştir. Alternatifler sunmuş, bunlar arasından kolay ve uygulanabilir olanın seçilmesine rehberlik etmiştir. Bütün bu yaklaşımlarda, sevgi, şefkat, merhamet, samimiyet, coşku, adalet, hoşgörü, tevazu, azim, sabır gibi değerleri ilke edinen sevilir ve güvenilir kişiliğinin ve uzmanlığının etkisi açıkça görülmektedir.
Bu yaklaşım din eğitimini meslek edineceklere ve onları yetiştirmek durumunda olanlara önemli mesajlar vermektedir. Din eğitimini meslek edinecek olanların her şeyden evvel bu iş için yetenekli kişiler arasından seçilmesi ve özel bir eğitimden geçirilmesi gerekmektedir. Bugün ülkemizde din eğitiminin temel problemlerinden birisinin, bu görevi yürütecek nitelikli öğretmen, nitelikli din görevlisi, biraz daha kapsayıcı bir ifadeyle nitelikli din eğitimcisi yetiştirme meselesi olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu konuda İlahiyat Fakültelerinde ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nda yapılan çalışmalar, ortaya konan projeler ve uygulamalar bu probleme çözüm arama çabalarını göstermektedir.
Kur'an, asıl eğitici ve öğreticinin Allah olduğunu, beşeri planda ise ilk eğitici ve öğreticilerin peygamberler olduğunu, Hz. Muhammed'in asıl görevinin de eğitim-öğretim olduğunu bildirmektedir. Demek oluyor ki, bugün eğitim-öğretim faaliyetini yürütenler aslında Allah'ın peygamberlere öğrettiği ve onlardan yerine getirmelerini istediği bir görevi yerine getirmektedirler. Bu durumda peygamber mesleğini birinci derecede yürütmekte olan öğretmenlerin ve mevcut işleyen duruma göre din görevlilerinin, Allah'tan peygamberlere devam eden bu çizgiyi en son noktada temsil eden ve tamamlayan Hz. Muhammed'i tanımalarına, anlamalarına ve modellemelerine imkânlar hazırlanmalıdır.
Bunun için, Hz. Muhammed ile ilgili mevcut bilimsel çalışmalar ve araştırmalar eğitim bilimlerinde, iletişimde ve diğer alanlarda kat edilen gelişmelere paralel olarak zenginleştirilmeli, bilimsel yayınlar ve toplantılar arttırılmalıdır. Bunlar lisansüstü çalışmalarla da desteklenmelidir.
Ayrıca mevcut öğretmenlere ve din görevlilerine hizmet içi seminerler ve konferanslar yoluyla; İlahiyat Fakültelerinde hatta Eğitim Fakültelerinde aday durumdakilere de ders programları içinde Hz. Muhammed'in bir eğitimci olarak tanıtılması sağlanabilir. Onun eğitim-öğretimle ilgili uygulamalarını, modellenmesi mümkün olmayan mucizevî yaklaşımlar olarak algılamak ya da çok gerilerde kalmış ve bugün için geçerli olamayacak uygulamalar olarak görmek onun evrensel örnekliğine uygun bir tutum olmasa gerektir.
Hz. Muhammed'in sadece peygamber kimliğine vurgu yapılması onun modellenmesinin en önemli engelidir. Dolayısıyla onu hayatımıza katmak, hissetmek ve daha çok hayatın içinde diğer insanlarla birlikte yaşayan, iletişim içerisinde olan ve her vesileyle onları eğiten kâmil insan, örnek eğitimci yönüyle tanınması, onun modellenmesini kolaylaştırmış olacaktır. [1252]
1. Abdulbaki, M. Fuad, Mu'cemü'l-Müfehres Li Eifazı'l-Kur'ani'l-Kerim, Îstanbul,1990.
2. Aclûnî, Ebü'l-Fidâ İsmail B. Muhammed, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut, Ty.
3. Adler, Aifred, İnsanı Tanıma Sanatı, Çev. Ş. Başar, İstanbul, 1997-
4. Yaşamın Anlam Ve Amacı, Çev. K. Şipal, İstanbul, 2003.
5. Ahmed İbn Hanbel, Müsnedu Ahmed İbn Hanbel, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
6. Akkad, Abbas Mahmud, Hz. Muhammed'in Yüce Şahsiyeti, Çev. A. Hüsrevoğlu, İzmir, 1979.
7. Âlûsî, Seyyid Mahmud, Ruhu'l-Meânî Beyrut, 1987.
8. Arkun. Nezahat, Şahsiyet Psikolojisi Ve Şahsiyetin Dinamikleri, Îüef Ders Notları [1971-1975].
9. Armaner, Neda, İnanç Ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbiyesi, İstanbul, 1967.
10. Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbul, 1305.
11. Askalânî, İbn Hacer, Fethu'l-Bârî Bi Şerh-i Sahih-i Buharı, Kahire, 1986.
12. Ayasbeyoglu, Nevzat, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler Ve Kur'an-ı Kerim'in Eğitimle İlgili Ayetlerinin Tahlili, İstanbul, 1991.
13. Aydın, M. Şevki, "Muallim Peygamber"', Eüifd, Kayseri, 1996, 9.
14. Aydın, Mehmet Zeki, Din Öğretiminde Yöntemler, Ankara, 2004.
15. Ayhan, Halis, Din Eğitimi ue Öğretimi, Ankara, 1985.
16. Azzam, Abdurrahman, Rasul-i Ekrem'in Örnek Ahlakı, Çev. H. Karaman, İstanbul, Ty. Baltaş, Zühal- Baltaş, Acar, Bedenin Dili, İstanbul, 1998.
17. Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1988.
18. Başaran, İ. Ethem, Eğitime Giriş, Ankara, 1978. '
19. Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, İstanbul, Ty.
20. Bayraklı, Bayraktar, İslâmda Eğitim, İstanbul, 1980.
21. Bayraklı, Bayraktar, Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999.
22. Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, İstanbul, 1989.
23. Bayraktar, M. Faruk, Türkiye'de Vaizlik, İstanbul, 1997.
24. Baysal, Ayşe Can, Sosyal Psikoloji, İstanbul, 1989.
25. Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi Ve Din Eğitimi, Ankara, 1998.
26. Bilgin, Beyza, İslam, Ve Çocuk, Ankara, 1991.
27. Bilgin, Beyza- Selçuk, Mualla, Din Öğretim Özel Öğretim Yöntemleri, Ankara, 1991.
28. Binbaşıoğlu, Cavit, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1990.
29. Genel Öğretim Bilgisi, Ankara, 1988.
30. Bîrand, Kâmiran, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, Ankara, 1960.
31. Buhârî, Muhammed B. İsmail, Sahîhu'l- Buhârî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
32. Caetani, L., İslâm Tarihi, Çev. H. Cahid, İstanbul. 1926.
33. Canan, İbrahim, Peygamberimizin Tebliğ Metotları 1, İstanbul, 1998.
34. Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, Çev. R.Özdek, İstanbul, 1973.
35. Cebeci, Suat, Öğrenme Ve Öğretme Süreçlerinde Dinî İletişim, İstanbul, 2003.
36. Cevheri, İsmail B. Hammad, Es-Sıhah, Tah. A. A. Attar, Beyrut, 1956.
37. Cüceloglu, Doğan, İnsan Ve Davranışı, İstanbul, 1991.
38. Cüceloglu, Doğan, Yeniden İnsan İnsana, İstanbul, 1997.
39. Cürcânî, Seyyid Şerif, Ta'rîfât, Yy., Ty, Çakan, İ. Lütfi, ''Hitabet Ve İrşad Açısından Kur'an-ı Kerim'de Söz
40. Çeşitleri". I. Din Şurası Tebliğ Ve Müzakereleri. [1-5 Kasım 1993] Ankara 1995.
41. Çamdibi, H. Mahmut, Din Eğitimin Temel Meseleleri, İstanbul, 1994.
42. Çamdibi, H. Mahmut, Din Eğitiminde İnsan Ve Hayat, İstanbul, 2003.
43. Çelebi, Ahmet, İslâmda Eğitim Öğretim Tarihi, Çev. A.Yardım, İstanbul. 1974.
44. Çetin, Nihad M., "Ümmî" Mad., M, İstanbul, 1993.
45. Çîlenti, Kamuran, Eğitim Teknolojisi Ve Öğretim, Ankara, 1988.
46. Dağ, Mehmet- Öymen, Hıfzırrahman R., İslam Eğitim Tarihi, Ankara, 1974.,
47. Dâmeğânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'an, Beyrut, 1985.
48. Dârimî, Abdullah b. Abdurrahman, Sünenü'd-Dörimî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
49. Derveze, İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, Çev. M.Yolcu, Îstanbul, 1995.
50. Dodurgalı, Abdurrahman, Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, İstanbul, 2002.
51. Dökmen, Üstün, İletişim Çatışmaları Ve Empati, İstanbul, 1994.
52. Düzenli. Yaşar. Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan. İstanbul, 2000.
53. Eaton Gai, [Hasan Abdulhakim]. King Of Castle -Choise And Responsibi-Lity in The Modern World-, Suhail Academy Lahore/Pakistan, 2. Bs., 1999.
54. Ebu Dâvûd, Süleyman B. El-Eş'as, Sünenü Ebî Davûd) Çağrı Yayınları, Îstanhul, 1992.
55. Ebû Gudde, Abdulfettah, Hz. Muhammed Ve Öğretim Metotları, Çev. E.Yıldırım. İstanbul, 1998.
56. Ebu’l-Beka, Eyyub B. Musa, El-Külliyât, Beyrut, 1993
57. Egemen, B. Ziya, Terbiye Felsefesi, Ankara, 1957.
58. Endulusî, Ebû Hayyân, Bahru'l-Muhît, Beyrut, 1990.
59. Erden, Münire, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, İstanbul, 2001.
60. Ergin, Akif- Birol, Cem, Eğitimde İletişim, Ankara, 2000.
61. Ertürk, Seiahattin, Eğitimde Program Geliştirme, Ankara, 1972.
62. Erul, Bünyamin, Hz. Peygamberin Risalet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım'1, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed -Özel Sayı- Ankara, 2000.
63. Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı., Çev. C.Koytak-A. Ertürk, İstanbul, 1996.
64. Fazlurrahman, Allah'ın Elçisi Ve Mesajı, Çev. A.Çiftçi, Ankara, 1997.
65. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, Çev. A. Açıkgenç, Ankara, 1996.
66. Ferâhidî, Halil B. Ahmed, Kitabu'l-Ayn, Tah. M.Mahzûmî- İ.Sâmerrâî, Beyrut, 1988.
67. Fersahoğlu, Yaşar, Kur'an Da Zihin Eğitimi, İstanbul, 1998.
68. Fidan Nurettin-Erden Münire, Eğitim Bilimine Giriş, Repa Eğitim Yayınları, Ankara, Ty. Fîrûzâbâdî, Mecdüddin, El-Kâmûsu'l-Muhu, Beyrut, 1991.
69. Frankl, Victor, İnsanın Anlam Arayışı, Çev. S. Budak, Ankara, 2000
70. Freedman, J.L- Sears, D.O- Carlsmith, J.M, Sosyal Psikoloji, Çev. A. Dönmez, Ankara, 1993.
71. Fromm, Erich, Hayati Sevmek, çev. A. Köse, İstanbul, 1996.
72. Fromm, Erich, Sahip Olmak Ya da Olmak, çev. A. Antan, İstanbul, 1991
73. Goldfeld, Isalah, 'The Illiterate Prophet [Nabî Ümmî] -An İnquiry İnto The Development Of A Dogma in Islamic Tradition-'1 Der İslam [1980], Lv1ı, 1.
74. Gökçe, Orhan, İletişim Bilimine Giriş-İnsanlar Arası İlişkilerin Sosyolojik Bir Analizi, Ankara, 2001.
75. Görmez, Mehmet, "Hz. Peygamber'in Bir Hadis-i Şerifinde Din Tanımı", Diyanet İlmi Dergi, -Özel Sayı-, Ankara, 2000.
76. Gözütok, Şakir, "Rasulullah Döneminde İlköğretim Kurumlan Ve İşlevleri", Dini Araştırmalar Ankara, 1998,I,
77. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Çev. S.Tuğ, İstanbul, 1993.
78. Hamidullah, Muhammed, Mecmûatü'l- Vesâiki's-Siyasiyye, Beyrut, 1985.
79. Hâşimî, M.Ali, Kur'an'da Resulullah, Çev. N.Yıldız, İstanbul, Ty. Hökelekü, Hayati, Din Psikolojisi, Ankara, 1996.
80. İsfahani, Râğıb, Emüfredât Fi Garîbi'i-Kur'ân, İstanbul, 1986.
81. İbn Abbad, İsmail, El-Muhît Fi'l-Luğa, Tah. M.Hasan, Beyrut 1994.
82. İbn Cemâa, Öğretmen Ve Öğrenci, Çev. M.Ş.Aydın, İstanbul, 1992.
83. İbn Düreyd, Ebu Bekr Muhammed B. Hasan, Cemheretü'l-Luğa, Tah. R.M. Baalbeki, Beyrut, 1987.
84. İbn Faris, Ebu'l-Hüseyn Ahmed, Mu'cemu Mekâyisi'lluğa, Tah. A. M. Harun, Beyrut, Ty.
85. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Sîretü'n-Nebeviyye, Tah. M. Sekâ Ve Dğr., Beyrut, Ty.
Îbn İshâk. Muhammed, Şîretu İbn-i İshâk, Tah. M. Hamidullah, Konya, 1981.
86. İbn Kesîr Ebu'l Fidâ, Tefsîru Kur'âni'1-Azîm, Kahire, Ty.
87. İbn Mâce, Muhammed B. Yezid El-Kazvînî, Sünenü İbn-i Mâce, Çağrı Yay., İstanbul, 1992,
88. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Beyrut, Ty. İbn Sahnun, Eğitim Ve Öğretimin Esasaları - Adabu'l-Muallimin,
Ve Çev. M. F Bayraktar, İstanbul, 1996.
89. İbn Süleyman, Mukatü, Elvücûh Ve'n-Nazâir, Haz. A.Özek, İstanbul, 1993.
90. İbn Teymîyye, Ebu'l-Abbas, El-Cevâbu's-Sahîh, Tah. Ali B. Hüseyin Ve Dğr., Riyad, 1414 H.
91. İkbal, Muhammed, İslâm'da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. S. Huri, İstanbul, 1964.
92. İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev. S. Ayaz, İstanbul, 1991.
93. Jung, Cari Gustov, Keşfedilmemiş Benlik, Çev. C.E.Sılay, İstanbul, 1999.
94. Jung, Cari Gustov, İnsan Ruhuna Yöneliş, Çev. E. Büyükinal, İstanbul, 2001.
95. Kâbisî, Ebu'l-Hasan Ali B. Muhammed, İslam'da Öğretmen ve Öğrenci Münasebetlerine Dair Geniş Risale, Çev. S.Ateş, İstanbul, Ty. Kadı Iyaz, Ebu'ı-Fadl, Eş-Şifâ Bi Ta'rîf-i Hukuki'}- Mustafa, Beyrut, 1988.
96. Kağıtçıbaşı, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, İstanbul, 1988.
97. Kanad, H. Fikret Pedagoji Tarihi I, İstanbul, 1948.
98. Kardâvî, Yusuf, Hz, Peygamber Ve İlim, Çev. D.Selvi, İstanbul, 1995. Kaya, Mevlüt, Din Eğitiminde İletişim ve Dini Tutum, Samsun, 1998.
99. Kayadîbi, Fahri Yaygın Din Eğitiminde Cami Ve Görevlileri, Ankara,
100. Kazancı, A. Lütfi, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul, 1997.
101. Kılıç Sadık, Fıtratın Dirilişi, İstanbul 1991.
102. Kınauzâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Âlâî, Haz. H. Algül, İstanbul, Ty. Koç, Ahmet, "Cehalet ve Tezahürlerine Karşı Din Eğitimin Hedefleri" Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 1998, 5.
103. Köylü, Mustafa, Psiko-Sosyal Açıdan Dini İletişim, Ankara 2003.
104. Krech, David- Crutchfield, R.S.- Ballachey, E.L., Cemiyet İçinde Fert, Çev. M.Turhan, İstanbul, 1970.
105. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed, El-Cûmiu'l-Ahkûmi'l-Kur'an, Kahire, 1964.
106. Kutub, Muhammed, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, İstanbul, 1987.
107. Küçük, Raşit, Sevgi Medeniyeti, İstanbul, 2000.
108. Küçükahmet Leyla, Eğitim Programlan ve Öğretim- Öğretim İlke Ve Yöntemleri, Ankara 1997.
109. Lane, Edward Vvilliam, An Arabic-English Lexicon, Beirut, 1980.
110. Aacit, Yusuf, İletişim Psikolojisi Açısından Hz. Muhammed, [Basılmamış Doktora Tezi], Omüsbe, Samsun,
111. Mahmud, Abdulhalim, Ehkur'an ve'n-Nebî, Kahire, Ty.
112. Malik B. Enes, El-Muuatta, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
113. Maslovv, Abraham, İnsan Olmanın Psikolojisi, Çev. O.Gündüz, İstanbul, 2001.
114. Mehmedoglu, Yurdagül, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci ve Din Eğitimi, İstanbul, 2001.
115. Mevdûdî. Ebu'1-A'la, Hz. Peygamberin Hayatı, Çev. A. Asrar, İstanbul, 1992.
116. Tefhimu'l-Kur'an, Çev. Komisyon, İstanbul, 1991.
117. Morgan, Clifford T., Psikolojiye Giriş, Çev. H. Arıcı ve Dğr., Ankara, 1993.
118. Mutahharî, Murtaza, Fıtrat Üzerine, Çev. Ö. Çiçek, İstanbul, 1992.
119. Müslim B. Haccâc El-Kuşeyrî, Sahîhu Müslim. Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
120. Nedvî, S. Süleyman, Hz. Muhammed Hakkında Konferanslar, Çev. O.Keskioğlu, Ankara, Ty,
121. Nesâî, Ahmed B. Şuayb, Sünenü'n-Nesâî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992,
122. Oktay, Ayla "Öğretmenlik Mesleği ve Öğretmenin Nitelikleri", Müaefd, İstanbul, 1991, 3.
123. Osman, M. Necati, Kur'an ve Psikoloji, Çev. H. Aydın, Ankara, 1998.
124. Öcal, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, Ankara, 1990.
125. Önder, N. Kemal, Öğretimde Program, İlke ve Yöntemler, İstanbul, 1992.
126. Önkal, Ahmet, "Hz. Peygamberin Ümmiliği", Süifd, Konya, 1985, 2.
127. Önkal, Ahmet, Rasulullah’ın İslâm'a Davet Metodu, Konya, 1984.
128. Özakpınar, Yılmaz, "Psikolojide İnsan Tasarımı", Edit. S. A. Arkonaç, Psikolojide Yeni Tartışmalar, İstanbul, 1999 İçinde.
129. Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, İstanbul, 1994.
130. Parladır, Selahattin, "Hz. Peygamber Devrindeki Eğitim Anlayışı ve İşleyişi", Deüifd, I, 1983.
131. Parladır, Selahattin, Din Eğitimi Bilimine Giriş, İzmir, 1996.
132. Pazarlı, Osman, Din Psikolojisi, İstanbul, 1972.
133. Peker, Hüseyin, Din Psikolojisi, İstanbul, 2003.
134. Râzî, Fahruddin, Tefsiru'l-Kebîr, Beyrut, 1999.
135. Râzî, Fahruddin, İsmetü'l-Enbiya, Beyrut, 1988.
136. Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsîr, Kahire, 1976.
137. Saka, Şevki, Kur'an-ı Kerim'in Davet Metodu, İstanbul, 1991.
138. Selçuk, Mualla, Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler, Ankara, 1990.
139. "Din Hizmetlerinde Rehberlik ve Dini Danışmanlık" Din Hizmetlerinde İletişim ue Halkla İlişkiler, edit. C. Tosun, Aü. Yay. Eskişehir, 2002 içinde.
140. Serinsu, A. Nedim, "Kur'an ve İnsan'ın Anlam Arayışı", Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar, İstanbul, 2003 içinde.
141. Sert, H. Emin, Kur'an'da İnsan Tipleri Ve Davranışları, İstanbul, 2004.
142. Sicistânî, Ebu Bekr Muhammed, Nuzhetü'l Kulûb Fi Tefsiri Garibi'1-Kur'ani'l-Aziz, Tah. Y.Abdurrahman, Daru'l-Marife, 1990.
143. Suyûtf, Celalüddin, Ed-Dünü 'l-Mensûr Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1993.
144. Suyûtf, Celalüddin, El-Hasaisu'l-Kübra, Tah. M. H. Herras, Kahire, Ty.
145. Şahin, Abdussabûr, "Hz. Muhammed Okuma Ve Yazmayı Biliyor Mu idi?", Çev. T. Aıtıkulaç, Diyanet İlmi Dergi, Ankara, 1973, XII, 4.
146. Şanver, Mehmet, Kur'an'da Tebliğ Ve Eğitim Psikolojisi. İstanbul. 2001.
147. Şeşen, Ramazan, "Peygamber Hz. Muhammed'in Okuma-Yazma Bilip Bilmediğine Dair Rivayetler, Bu Konuda Ebu'l-Velid El-Bâcî Tarafından Yazılan Risale" XII.Türk Tarihi Kongresi, [Ankara 12-16 Eylül 1994], Ankara, 1999.
148. Taberî, Ebu Cafer, Câmiu'l-Beyân An Te'vıl-i Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988.
149. Taberî, Ebu Cafer, Târihu'1-Umem Ve'l-Mülûk; Beyrut, 1987.
150. Tan, Hasan, Psikolojik Danışma Ve Rehberlik, İstanbul, 1992.
151. Tavukçuoğlu Mustafa, "İbn Sahnun'un Adabu'l-Muallimin'i Üzerine Bir Çalışma", Süifd, Konya, 1997, 7.
152. Tirmizî, Ebû İsa Muhammed, Şemâil-i Şerife I-II, Çev. H. Nakşibendî, Hilal Yay. Ankara, Ty.
153. Tirmizî, Ebû İsa Muhammed, Sünenü't-Tirmizt, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992
154. Tosun, Cemal, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara, 2001.
155. Vahidî, Ebu'l-Hasan, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut, 1993.
156. Varış, Fatma, Eğitimde Program Geliştirme- Teoriler Teknikler-, Ankara, 1997.
157. Varış, Fatma, Eğitim Bilimine Giriş, Ankara, 1978.
158. Watt, W. Montgomery, Bell's Introduction To The Çur'an, Edinburg, 1970.
159. Wensink, A. J., El-Mu'cemu'l Müfehres Li Elfâzı'l-Hadisi'n-Nebevî, İstanbul, 1988.
160. Yavuz, Kerim. Çocukta Dini Duygu Ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983.
161. Yavuz, Kerim. Günümüzde Din Eğitimi, Adana, 1998.
162. Yavuz, Yusuf Şevki, Kur'an-I Kerim'de Tefekkür Ve Tartışma Metodu, Bursa 1983.
163. Yazır, ElmaLılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, Ty.
164. Zebidi, M. Murtaza, Tâcu'L-Arûs Min Cevheri'1-Kâmûs, Tah. İ. Terezi, Beyrut, 1972.
165. Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Cârullah, El-Keşşâf An Hakâiki't-Tenzîl Ve Övû-Ni'l Ekâvîl Fî Vücûhi't-Te'oîl, Daru'L- Fikr, Ty.
166. Zernûcî, Burhanuddin, Ta'limu'l-Mütea!Lim} Çev. Y. V. Yavuz, İstanbul, 1980.
167. Zıllıoğlu Merih, İletişim Nedir?, İstanbul, 1993. [1253]
[1] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 2.
[2] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 9-10.
[3] Bk. Fatma Varış, Eğitim Bilimine Giriş, Ankara, 1978, 36.
[4] Bk. Abraham Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, çev. Okhan Gündüz, İstanbul, 2001, 26 vd.; Erich Fromm, Hayafı Sevmek, çev. Ali Köse, İstanbul, 1996, 45, 283; Clifford T. Morgan, Psikolojine Giriş, çev. Hüsnü Arıcı ve dğr., Ankara, 1993, 199-211.
[5] Yılmaz Özakpınar, "Psikolojide İnsan Tasarımı", edit. Sibel A. Arkonaç, Psikolojide Yeni Tartışmalar, İstanbul, 1999 içinde, 75-76.
[6] B. Ziya Egemen, Terbiye Felsefesi, Ankara 1957, 16; H. Mahmut Çamdibi, Din Eğitiminde İnsan ue Hayat, İstanbul, 2003, 73.
[7] Varış, a.g.e. (1978), 38; Beyza Bilgin-Mualla Selçuk, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Ankara, 1991, 26.
[8] İ. Ethem Başaran, Eğitime Giriş, Ankara, 1978, 20; Nurettin Fidan-Münire Erden, Eğitim Bilimine Giriş, Repa Eğitim Yayınları, ty, 6-7; Bilgin-Selçuk, a.g.e., 26.
[9] Fidan-Erden, a.g.e., 13.
[10] Selahattin Ertürk, Eğitimde Program Geliştirme, Ankara, 1972, 13.
[11] Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara, 1998, 28.
[12] Bk. Bilgin, a.g.e. (1998), 4; Cemal Tosun, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara, 2001, 75-76.
[13] Kerim Yavuz, Günümüzde Din Eğitimi, Adana 1998 17
[14] En'âm: 6/92.
[15] Mesela bk., Bakara: 2/127-129; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2
[16] Yavuz, a.g.e., (1998), 16 24
[17] Âl-i İmrân: 3/81.
[18] Bk. Nisa: 4/114; Ebü'l- Fidâ İsmail b. Muhammed Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut,
[19] İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32.
[20] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 13-17.
[21] Bk. Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, İstanbul, 1994, 17.
[22] Bu konudaki görüşler için bk. Kâmiran Birand, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, Ankara, 1960.
[23] Bk. Tosun, a.g.e., 84-89.
[24] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 17-19.
[25] Tosun, a.g.e, 93.
[26] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 19-20.
[27] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 21-23.
[28] Mesela bk. Kasas: 28/7-35; Meryem: 19/5-33.
[29] Duhâ: 93/6.
[30] Kaynaklarda, sütannesi Halime'nin yanında iken yaşadığından bahsedilen ve vuku bulup bulmadığı tartışılan "şakk-ı saDr" [Bk. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik, es-Sfretü'n-Nebeuiyye, tah. Mustafa es-Sekâ ve dğr., Beyrut, ty. I, 164] ile ilgili mütalaalar için bk. Bünyamin Erul, "Hz. Peygamberin Risalet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım", Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed -Özel Sayı- Ankara 2000, 38-44)
[31] İbn Hişâm, a.g.e., I, 158, 160, 168, 169, 180.
[32] Buhârî, İcare, 2; Müslim, Eşribe, 163; İbn Mâce, Ticârât, 5; İbn İshâk, Muhammed İbn İshâk, Siretu İbn-i İshak, tah. Muhammed Hamidullah, Konya, 1981, 104-105; İbn. Hişâm, a.g.e, I, 167.
[33] Şam yolculuğunda Kudüs ve Şam arasında bulunan Busra kasabasında Bahîra isimli bir rahibin onda bazı fevkaladelikler gördüğü, nübüvvet mührünü teşhis ettiği rivayet edilmektedir [İbn İshâk, a.g.e.. 53; İbn Hişâm, a.g.e., I, 180.] Rahip Bahira ile ilgili rivayetlerin Kur'an'daki bilgilerle örtüşmediğine dair mütalaalar için bk. Ebu'l-A'la Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'an, çev. Komisyon, İstanbul, 1991, II, 257-259: Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. S. Tuğ, İstanbul, 1993, I, 47-48; Erul, a.g.m., 45-49.
[34] İbn Hişâm, a.g.e., I, 184-187, 192 vd.
[35] Duhâ: 93/8.
[36] İbn Hişâm, a.g.e., I, 222-231.
[37] Necm: 53/2; Kâfirim: 109/4.
[38] Duhâ: 93/7.
[39] Buhârî, Bed'u'l-Vahy, 1; Müslim, İman, 252.
[40] Fazlurrahman, Allah'ın Elçisi ve Mesajı, çev. A. Çiftçi, Ankara, 1997, 32.
[41] Nisa: 4/113.
[42] Aclûnî, a.g.e., I, 70.
[43] İbn İshâk, a.g.e, 57; İbn Hişâm, a.g.e., I, 197.
[44] Bk. Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, çev. A. Asrar, İstanbul, 1992, I, 86-87, 97-98.
[45] Yunus: 10/16.
[46] Bk. Şûra: 42/52; Ankebût: 29/48; Kasas: 28/86; Yusuf: 12/3.
[47] Buhârî, Bed'u'l-Vahy, 1; Müslim, İman, 252.
[48] İbn Hişâm, a.g.e., I, 235 vd. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 23.-27.
[49] Buhârî, Bed'ü'1-Vahy, 1; Müslim, Fedâil, 2; İbn Hişâm, a.g.e., I, 234-235. Geniş bilgi için ayrıca bk. Abdurrahman Celalüddin es-Süyûtî, el-Hasâlsu'1-Kübra, tah. M.H. Herras, Kahire, ty., I, 228-252.
[50] Buhârî, Bed'u 7-Vahy, 1.
[51] İbn Hişâm, a.g.e., I, 236-237
[52] İbn İshâk, a.g.e., 115.
[53] Bu sürenin birkaç gün, üç ay, altı ay veya üç yıl olduğuna dair farklı görüşler vardır.
[54] Hamidullah, a.g.e. (1993),
[55] İbn İshâk, a.g.e., 115
[56] Duhâ: 93/3-5.
[57] İbn, İshak, a.g.e, 126.
[58] Bk. Hamidullah, a.g.e., (1993), I, 84-85, 88.
[59] İnşirah: 94/1-8.
[60] İ. Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1988, 247; Cavit Binbaşıoğlu, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1990, 30, 233.
[61] Bk. Mustafa Köylü, Psiko-Sosyal Açıdan Dini İletişim, Ankara 2003, 204 vd.
[62] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 27-30.
[63] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 31.
[64] Tevbe: 9/30; En'âm: 6/50; Hûd: 1/12.
[65] Furkan: 25/7-8; Bk., İsrâ: 17/90-93.
[66] İsrâ: 17/93-94; Bk. Furkan: 25/20
[67] İsrâ: 17/95; Bk. En'âm: 6/8-9
[68] Mü'minûn: 23/23-25; Diğer peygamberlere de beşer oldukları için itiraz edildiği hakkında bk. Mü'minûn: 23/33-36, 45-48; Şuarâ: 26/185-187.
[69] Yunus: 10/16
[70] Kehf:18/110; İsrâ: 17/93; Fussulet 41/6; Âli İmrân: 3/144, Nisa: 4/163, Ra'd: 13/38, Furkan: 25/20; Enbiya: 21/7-8.
[71] Zümer: 39/30; Enbiya: 21/34; Kasas: 28/85.
[72] En'âm: 6/50; A'râf: 7/188; Hûd: 11/49; Neml: 27/ 65; Sâd 3S/69.
[73] İsrâ: 85 A'râf: 7/187; Naziât: 79/42-45; İnfitâr: 82/17-19; Karia: 101/1-3; Hakka: 69/1-2.
[74] Şûra: 42/52.
[75] A'râf: 7/188; Yunus: 10/44; Cin: 72/21.
[76] Nisa: 4/79.
[77] A'râf 7/203; Yunus 10/15; Sebe 34/50; Necm 53/3-4.
[78] Müslim, Fedâil, 141.
[79] Müslim, Fedâil, 139, 140.
[80] İbrahim Canan, Peygamberimizin Tebliğ Metotları 1, İstanbul, 1998, 261.
[81] Mesela bk. Bakara 2/30 vd.; Sebe: 34/40-41; En'am: 6/128, 130; Ahkaf: 46/29-32; Hicr: 15/32-42; İsra:17/61-62; A'raf: 7/ 13-18; Sad: 38/75-85.
[82] Bk. Nahl: 16/68-69; Sebe: 34/10.
[83] Bk., Hud: 11/44: Enbiya: 21/69;Sebe: 34/10, Fussilet: 41/11.
[84] Köylü, a.g.e, 102 vd.
[85] Özbek, a.g.e., 50.
[86] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 31-34.
[87] Tekvir: 81/19; Hac: 22/75; Bk. Râğıb el-İsfehânî, ei-Müfredât fi Ğarîbi'I-Kur'ân. İstanbul, 1986, 284.
[88] Bu konudaki tartışmalarla ilgili bk. Ebu'1-Fadl Kadı Iyaz, eş-Şifâ bi Ta'rîf-i Hukuki'l- Mustafa, Beyrut, 1988, I, 249 vd.
[89] Ahzab: 33/45-46. Diğer bazı ayetler için bk. Enfâl: 8/64, 65, 70, Tevbe: 9/73, Ahzab: 33/1, 28, 50, 59; Mümtehine: 60/12; Talâk: 65/1; Tahrîm: 66/1, 9.
[90] Mâide: 5/67; Aynı kullanımla ilgili diğer bazı ayetler için bk. Bakara: 2/143, 151; Âl-i İmrân: 3/144; Nisa: 4/79; Mâide: 5/41; A'râf: 7/158; Fetih: 48/29; Hakka: 69/40.
[91] A'râf: 7/157. Diğer ayetler için bk. Hac: 22/52; Ahzab: 33/40.
[92] Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 34-35.
[93] Fâtır: 35/24; Ra'd: 13/7.
[94] Ahzab: 33/40.
[95] Râğıb, a.g.e., 205.
[96] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, ty., VI. 3906.
[97] Mâide: 5/3; Âi-i İmrân: 3/85.
[98] Mesela bk. Buharı, Menâkıb, 18; Müslim, Fedâil, 20-23; Tirmizî, Edeb, 77.
[99] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 35-36.
[100] Mesela, A'râf: 7/59, 65, 73, 85, 145.
[101] Mümin: 40/78.
[102] Bakara: 2/21; Nisa: 4/79, 105, Enbiya: 21/107; A'râf: 7/158; Hac: 22/49; Lokman: 31/33; Fâtır: 35/5.
[103] A'râf: 7/158, Ayrıca bk. A'râf: 7/157; Enbiya: 21/107; Sebe: 34/28; Tevbe: 9/33.
[104] Sebe: 34/28.
[105] Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesûcid, 3; Nesâî, Gusül, 26.
[106] Ahkâf: 46/29; Cin: 72/1-13. Hz. Peygamberin cinleri inzârı ile ilgili bk. Elmalılı, a.g.e., VI, 4361 vd.
[107] Enbiya: 21/107.
[108] Yusuf el-Kardâvî, Hz. Peygamber ue İlim, çev. D. Selvi, İstanbul, 1995, 69-70.
[109] Buhârî, Ahkâm, 40; Tirmizî, Edeb, 22; Ebû Dâvûd, İlim, 2.
[110] Hicr: 15/9; Furkan: 25/1.
[111] Yunus: 10/73; Bakara: 2/132; Yusuf: 12/ 38-40, 101; A'râf: 7/104; Âli İmrân: 3/51-52.
[112] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 36-38.
[113] Râğıb, a.g.e.,289.
[114] A'râf: 7/156.
[115] Tevbe: 9/128.
[116] Enbiya: 21/107.
[117] Nahl: 16/89.
[118] A'râf: 7/203. Ayrıca bk. En'âm: 6/157; Ankebût: 29/50-51; Lokman: 31/3.
Yrd. Doç. Drf. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 38-39.
[119] A'râf: 7/157-158.
[120] Râğıb, a.g.e., 28; İbn Manzûr, Lisânu'I-Arab, Beyrut, ty., XII, 34-35; Fîrûzâbâdî, Mecdüddin, el-Kâmûsu'I-Muhit, Beyrut 1991, c lV, 104; Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur'an, Beyrut, 1985, 45-46.
[121] Seyyid Mahmud el-Âlûsî, Rûhu'l-Menâni f'i Tefsîri'l-Kur'âni'I-Azîm ve's-Seb'il-Mesânî, Beyrut 1987, I, 301; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-Bârî bi Şerh-i Sahih-i Buharı, Kahire 1986, IV, 151; Elmalılı a.g.e., IV, 2297.
[122] Bakara: 2/78.
[123] Âi-i İmrân: 3/20, 75; Cuma: 62/3. Kitab-ı Mukaddes'in İngilizce çevirilerinde "ümmî" kelimesinin "centile" [İsrailli olmayan] kelimesi ile karşılandığı görülmektedir. Âl-i İmrân: 75. ayette ümmî'nin Yahudilerin bizzat kullandıkları anlamda, yani Yahudi olmayanlar için kullanıldığı ve bu anlamın İbranice'de "Goyim" kelimesinin müteradifi olduğu söylenmektedir. [Bk. Mevdûdî, a.g.e. (1991), VI, 298.]
[124]A'râf :7/157-158; Kur'an'da geçen "ümmf ve "ümmiyyûn" kelimelerinin izahı için bk. Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Camin'i-Beyân an Te'vil-i Ayt'l-Kur'ûn, Beyrut, 1988, I, 373-374; IH, 214, 317; K, 81-82; XXI, 4,5; XXVIII, 93.
[125] Nihad M. Çetin, "Ümmî" mad., İA, İstanbul, 1993, XIII, 105.
[126] Ankebût: 29/48-49
[127] Yunus: 10/16
[128] Bk. Abdussabûr Şahin, ; “Hz. Muhammed Okurna ve Yazmayı Biliyor mu İdi?", çev. Tayyar Altıkulaç, Diyanet İlmi Dergi, Ankara 1973, XII, S.4, 199.
[129] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safuetü't-Tefâsîr, Kahire, 1976, II, 464.
[130] Ebu'l Fidâ, İbn Kesîr, Tefsîru Kur'ûni'l-Azîm, Kahire, ty., III, 417.
[131] Cârullah ez-Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakûiki't-Tenzîl ve Uyûni't Ekâvîl fî Vücû- hi't-Te'vîl, Daru'l- Fikr, ty., III, 82.
[132] Furkan: 25/5.
[133] Fahruddîn Râzf, Tefsîru'l-Kebîr, Beyrut, 1999, V, 385; Benzer görüşler için bk. Kadı [yaz, a.g.e., 1, 269; İbn Teymiyye. el-Cevabu's-Sahîh li men Beddele Dîni'l-Mesîh, tah. Ali b. Hüseyin ve dğr., Riyad, 1414 h., VI, 400, 403,
[134] Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler ve Kur'an-ı Kerim'in Eğitimle İlgili Ayetlerinin Tahlili, İstanbul, 1991, 82.
[135] Bu kelimenin geçtiği hadisler için bk. A. J. Wensink, e!-Mu'cemu'l Müfehres li Elfâzi'l-Hadisi'n-Nebevî, İstanbul, 1988, I, 98.
[136] Buhârî, Saum, 13; Müslim, Siyam, 15; Ebû Dâvûd, Savm 4; Nesâî, Sıyâm. 17.
[137] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 206, 207, 229. Bu hadisin Müslim'de geçen kısmında "ümmf kelimesi yerine "gayri kâtibin" kullanılmıştır. (Bk. Müslim, Fiten, 105)
[138] Buhârî, Bed'ü'1-Vahy, 1, Müslim, İman, 252.
[139] Müslim, Cihad, 92.
[140] Tarihi olaylarla İlgili delillerin açıklamaları için bk. Ahmet Önkal, "Hz. Peygamberin Ümmiliği". Süifd. Konya, 1985, S. 2, 252-254.
[141] Bk. Bu görüşleri özetleyen ve Ebü'l-Velid el-Bâcî tarafından yazılan bir risalenin değerlendirmesi için, Ramazan Şeşen, "Peygamber Hz. Muhammed'in Okuma-Yazma Bilip Bilmediğine dair Rivayetler, bu konuda Ebu'l-Velid el-Bâcî Tarafından Yazılan Risale" Kfl.Türk Tarihi Kongresi, [Ankara 12-16 Eyiül 19941, Ankara 1999, II, 475 vd; Ayrıca bk. İbn Hacer, a.g.e., VII, 575-576.
[142] Buhârî, Meğazi, 43; Buhâri'nin başka bir rivayeti "... Resulullah yazma bilmezdi. Hz. Ali'ye "Resulullah yazan yeri sil!" dedi. O da vallahi onu asla silmem deyince "bana onu göster" dedi ve onu kendi eliyle sildi..." şeklindedir. Bk. Buhârî, Cizye, 19.
[143] Bu konudaki rivayetlerin değerlendirmesi için bk., İbn Hacer, a.g.e., VII, 575-576.
[144] İzzet Derveze, Kur'an'a Göre Hz.Muhammed'in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu,. İstanbul, 1995, II, 55.
[145] Bk. bu konudaki görüşler için, W. Montgomery Watt, Beu's Introduction to The Qur'on, Edinburg, 1970, 33-37; Şahin, a.g.m., 196-198.
[146] Bu konuyu ispatlamaya çalışan bir makale için bk. Isaiah Gotdfeld, The Hliterate Prophet [Nabî Ummî] -An inquiry into the developmenî of a dogma in Islamic tradition- Der İslam [1980], LVII, 1, 58-67.
[147] Bu konudaki görüşler için bk. Watt, a.g.e., 33-37; Ayrıca bk. Şahin, a.g.m., 196-197.
[148] L. Caetani, İslâm Tarihi, çev. H. Cahid, İstanbul, 1926, IX, 162-163.
[149] Caetani, a.g.e., IX, 159-160
[150] Watt, a.g.e., 36; Bu konuda Fazlurrahman da benzer görüştedir: O'na göre: "... İslâm geleneği Peygamberin ümmiliğinde ısrar eder; böylece vahyin saflığını ve özel oluşunu kuvvetlendirmeyi amaçlar. Onun okuma yazma bildiğini ispatlayacak ya da bunu çürütebilecek dolaysız bir delil mevcut olmasa da, bir tüccar olması ve ilk eşinin işlerini yürütmesi bize onun okuryazar olduğuna dair dolaylı da olsa bir delil vermektedir. Kesin olan şudur ki, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitapları ile doğrudan bir tanışıklığı olmamıştır." Bk. Fazlurrahman, a.g.e. (1997), 42.
[151] Caetani, a.g.e., IX, 162, 166.
[152] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 39-49.
[153] Duhâ: 93/1-8.
[154] Derveze, a.g.e., II, 37.
[155] Tebbet: 111/1-5.
[156] Fetih: 48/1-3; Enfâl: 8/64; Müzzemmil: 73/11.
[157] Mâide: 5/67
[158] Tur: 52/48.
[159] Enfâl: 8/30.
[160] Hicr:15/95; Bk. Aynca Nisa: 4/113; Yâsîn: 36/9, Enfâl: 8/62.
[161] Tevbe: 9/40.
[162] Hac: 22/52.
[163] Enfâl: 8/9-12, 43-44; Âl-i İmrân: 3/13, 122-123.
[164] Ahzab: 33/9-15
[165] Tevbe: 9/25-26
[166] Hicr: 15/9. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 49-51.
[167] M. Ali Hâşimî, Kur'an'da Resulullah, çev. N. Yıldız, İstanbul, ty., 124.
[168] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 51.
[169] Tirmizî, Tefsir, 80; Ebu'l-Hasan el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut 1993, 365: Râzî, a.g.e. (1999), XI, 52.
[170] Abese: 80/1-10.
[171] Râzî, a.g.e. (1999), XI, 52-53.
[172] Mesela bk. Hucurât: 49/1-5.
[173] Selçuk, a.g.e. (2002), 134; Hasan Tan, Psikolojik Danışma ve Rehberlik, İstanbul, 1992, 18-20.
[174] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:51-53.
[175] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 45, 46; Taberî, a.g.e., VII, 200-201; Vahidî, a.g.e., 182-184; Râzî, a.g.e. (1999), IV, 540; Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmlu't-Ahkûml'l-Kur'an, Kahire, 1964, VI, 432; Elmalılı, a.g.e., III, 1941.
[176] En'âm: 6/52
[177] Kehf: 18/28
[178] Râzî, a.g.e. (1999), IV, 540.
[179] Hicr: 15/87-88. Ayrıca bk. Tâhâ: 20/131-132. Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:53-54.
[180] Enfâl: 8/5-8.
[181] Müslim, Cihad, 58; Vahidî, a.g.e., 200-201: Râzî, a.g.e. (1999), V, 508.
[182] Enfâl: 8/67.
[183] Fahruddin Râzî, İsmetü'l-Enbiya, Beyrut, 1988, 133-134. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:54-55.
[184] Taberî, a.g.e, X, 149; Vahidî, a.g.e., 209; Kurtubî, a.g.e., VIII, 158; Elmalılı, a.g.e, IV, 2564.
[185] Tevbe: 9/49.
[186] Tevbe: 9/81.
[187] Tevbe: 9/43-46.
[188] Nûr:24/62.
[189] Ebû Dâvûd, Cihad, 159; Taberi, Tefsir..., X, 142; İbn Kesîr, a.g.e., II, 360; Celalüddin es-Süyûtî, ed-Dürrü'1-Mensûr fi't-Tefsiri bi'l-Me'sur, Dâru't-Fikr, Beyrut, 1993,, IV, 211.
[190] Bk. Tevbe: 9/117-118; Geniş bilgi için bk. Buhârî, Tefsir, Tevbe Sûresi 9/17, 18. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:55-56.
[191] Tevbe: 9/80
[192] Münâfikûn: 63/6
[193] Buhârî, Tefsir, Tevbe Sûresi, 9/12; Cenâiz, 23; Müslim, Sıfatül-Münafikîn, 3, 4; Tirmizî, Tefsir, 9; Vahidî, a.g.e,, 216-217.
[194] Tevbe: 9/84
[195] Buhârî, Tefsir, Tevbe Sûresi 9/16; Cenâiz, 81; Nesâî, Cenâiz, 102; İbn İshâk, a.g.e., 221.
[196] Tevbe: 9/113-114
[197] Buhârî, Tefsir, Kasas Sûresi 28/1; Nesâî, Cenâiz, 102; Ayrıca bk. İbn İshâk, a.g.e., 221; Süyûtî, a.g.e., VI. 428-429. Tevbe Sûresi 113 ve 114. ayetlerinin, Hz. İbrahim'in, babası için af dilemesini örnek göstererek, müşrik anne babasına İstiğfar dileyen bir Müslümanın durumu Hz. Peygambere arz edildiğinde nazil olduğu da rivayet edilir. [Nesâî, Cenâiz, 102.j
[198] Kasas: 28/56 Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:56-57.
[199] Ahzab: 33/37
[200] Buhârî, Tefsir, Ahzab Sûresi 33/ 6.
[201] Buhârî, Tevhid, 22.
[202] Rivayetler için bk. Kurtubî, a.g.e., XIV, 189; İbn Kesîr, a.g.e., III, 491; Mahmûd el-Âlûsî, a.g.e., XXII, 23.
[203] Vahidî, a.g.e., 293.
[204] Buhârî, Tevhid, 22; Müslim, İman, 288.
[205] Buhârî, Tevhid, 22.
[206] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:58-59.
[207] Tahrîm: 66/1-4 Lügatlerde açıklandığına göre, meğafir, rnuğfur'un cem'idir. Muğfur, urfut denilen geniş yapraklı ve dikenli bir bitkiden çıkan ve su ile karıştırılarak içilen kötü kokulu yapışkan ve tattı bir maddedir.
[208] Buhârî, Talâk, 8; Tefsir, Tahrîm 66/1; Müslim, Talâk, 20-21; Ebû Dâvûd, Eşribe, 11; Nesâî, Talâk, 17.
[209] Tahrîm: 66/1-4
[210] Müslim, Talâk, 20.
[211] Nesâî, Işretü'n-Nisâ: 4; Taberi, Tefsir..., XXVIII, 155-158; Vahidî, a.g.e., 357; Zemahşerî, a.g.e., IV, 124; Mahmûd el-Âlûsî, a.g.e., XXVIII, 146-147.
[212] Buhârî, Tefsir, Tahrîm Sûresi 66/2; Müslim, Talâk, 34; Tirmizî, Tefsir, Tahrîm Sûresi, 66.
[213] bn Mâce, Talâk, 24.
[214] Zemahşerî, a.g.e., IV, 124; Ebû Hayan el-Endulusi, el-Bahru'1-Muhit, Beyrut, 1990, VIII, 290; Mahmûd el-Âlûsî, a.g.e, XXVII!, 147.
[215] Bu rivayetlerle ilgili geniş bilgi için bk. Elmalılı, a.g.e., VII, 5084-5102, 5110-5115.
[216] Bk. Taberî, a.g.e., XXVIII, 159; Elmalılı, a.g.e., VII, 5113.
[217] Tirmizî, Talâk, 21.
[218] Taberî, a.g.e., XXVIII, 158-159.
[219] Mâide: 5/87.
[220] Elmalılı, VII, 5102.
[221] En'âm: 6/114; Aynı konu ile ilgili bk., Bakara 2/147; Âli İmrân: 3/60; Yunus: 10/94; Hûd: 11/17.
[222] A'râf: 7/205.
[223] Nisa: 4/105.
[224] En'âm: 6/35.
[225] Yunus: 10/95.
[226] Kasas: 28/86.
[227] Kasas: 28/87-88; Ayrıca bk. En'âm: 6/14; Yunus: 10/105-106.
[228] Kalem: 68/48.
[229] İsrâ: 17/86
[230] A'râf: 7/6
[231] Mâide: 5/67
[232] Kalem: 68/48; Kâf: 50/39; Yunus: 10/108-109; Mü'min: 40/55; Ahkâf: 46/35; Tûr: 52/48; Rûm: 31/60.
[233] Neml: 27/79-81; Yunus: 10/65, 99; En'âm: 6/33, 35, 107; Nahl: 16/37, 127; Kehf: 18/6-7; Tâhâ: 20/1-3; Şuarâ: 26/3-4; Neml: 27/70; Yâsîn: 36/76; Kâf: 50/45; Ğâşiye: 88/21-22.
[234] Yunus: 10/94.
[235] Mâide: 5/49; Nisa: 4/105-109, 113; Yunus: 10/95; Kasas: 28/87.
[236] Tâhâ: 20/131; Hicr: 15/87-88
[237] Hac: 22/52.
[238] Hûd: 11/12; İsrâ: 17/73-75.
[239] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 59-63.
[240] Ali İmrân: 3/31.
[241] Âl-i İmrân: 3/132; Nisa: 4/69; Tevbe: 9/24, 61; Nur: 24/63.
[242] Nisa: 4/65.
[243] Nisa: 4/59.
[244] Ahzab: 33/36.
[245] Haşr: 59/7.
[246] Nûr: 24/54. Teğabun: 64/12; Ayrıca bu konudaki ayetler için bk. Bk. Âl-i İmrân: 3/32, 33, 132; Nisa: 4/13, 14, 59, 64-65, 69, 70, 80, 81, 115; Mâide: 5/92; Enfâl: 8/1, 20, 21, 24, 27, 28, 46; Tâhâ: 20/90; Nûr: 24/52, 54, 56; Ahzab: 33/21, 33, 71; Muhammed: 44/33; Mücadele: 58/13; Fetih: 48/8-9, 13, 17; A'raf: 7/158; Haşr: 59/7; Tevbe: 9/71, 117.
[247] Furkan: 25/27.
[248] Necm: 53/3-4: Nisa: 4/105; Mâide: 5/48-49.
[249] Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 63-64.
[250] Erich Fromm, Sahip Olmak Ya da Olmak, çev. A.Arıtan, İstanbul, 1991, 159.
[251] Râğıb, a.g.e., 20.
[252] Ahzab: 33/21.
[253] Mümtehine: 60/4; Bk. Tevbe: 9/114.
[254] Bakara: 2/143.
[255] S. Süleyman Nedvi. Hz. Muhammed Hakkında Konferanslar, çev. O. Keskioğlu, Ankara, ty., 78.
[256] Nedvi, a.g.e, 117.
[257] Kalem: 68/4.
[258] Müslim, Salâtü'I-Mûsafirin, 139.
[259] İmam Mâlik, Husnü'l-Hutk, 8.
[260] Abdulhalim Mahmud, el-Kur'an ve'n-Nebi, Kahire, ty., 341.
[261] İbn Teymiyye, a.g.e, V, 438.
[262] Fetih: 48/1-2
[263] Enfâl: 8/41, Haşr: 59/7.
[264] Ahzab: 33/6, 56.
[265] A'râf: 7/157
[266] Bakara: 2/146, 289.
[267] Bakara: 2/129; Bk. Bakara: 2/151; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2.
[268] Saf: 61/6
[269] Âl-i İmrân: 3/110.
[270] Ahzab: 33/6
[271] Nisa: 4/41-42; Nahl: 16/89; Hac: 22/78
[272] Bk., Bakara: 2/35; Hûd: 11/48, 81; Meryem: 19/7, 12; Kasas: 28/30: Saffât: 37/104-105; Sâd: 38/26
[273] Mesela bk., Mâide: 5/67; Enfâl: 8/64; Ahzab: 33/1.
[274] Âl-i İmrân: 3/144; Ahzab: 33/40.
[275] Mesela bk., Hûd: 11/32, 62, 87.
[276] Kevser: 108/1
[277] Râğıb, a.g.e., 642-643; Bk. Elmalılı: a.g.e., IX, 6180 vd.
[278] Buhârî, Tefsir, Kevser Sûresi, 108, Rikak, 53; Müslim, Salât, 53, Tirmizî, Tefsir, Kevser Sûresi, 3.
[279] Bu konudaki görüşleri toplu olarak görmek için bk, Elmalılı, a.g.e., IX, 6179 vd.
[280] İsrâ: 17/1; Necm: 53/13-18
[281] İsrâ: 17/79.
[282] Buhârî, Tefsir, İsrâ Sûresi, 11; Tirmizî, Tefsir, İsrâ Sûresi, 1.
[283] Ankebût: 29/51; Mülk: 67/25-26; Tâhâ: 20/133
[284] Bakara: 2/129, 151; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2.
[285] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 65-68.
[286] Tosun, a.ğ.e., 99.
[287] Mualla Selçuk, Din Hizmetlerinde İletişim ve Halkla İlişkiler, edit. Cemal Tosun, AÜ. Yay. Eskişehir, 2002 içinde, 131.
[288] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 69-72.
[289] Mülk: 67/14; Kâf: 50/16; Necm: 53/32.
[290] Beyza Bilgin, İslam ve Çocuk, Ankara, 1991, 17.
[291] Râğıb, a.g.e., 575.
[292] İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhah, tah. A. A. Attar, Beyrut, 1956, II, 248; M. M. ez-Zebedî, Tacu'1-Arus min Cevheri'l-Kamus, tah. İ. et-Terezi, Beyrut, 1972, XIII, 328.
[293] Cevheri, a.g.e., II, 248; İbn Manzûr, a.g.e., V, 58;
[294] İsmail b. Abbad, ei-Muhît fi'l-Lüğa, tah. M. Hasan, Beyrut 1994, IX, 163; Râğıb, a.g.e., 575.
[295] Seyyid Şerif el-Cürcânî, Ta'rifat, y.y., ty., 168.
[296] Ebu Bekr es-Sicislani, Nüzhetü'l Kulûb fi Tefsiri Garibi'l-Kur'ani'l-Aziz, tah. Y. Abdurrahman, Daru'l-Marife, 1990, 361; ez-Zebîdî, a.g.e., XIII, 329.
[297] Konu ile ilgili geniş bilgi için bk. Elmalılı, a.g.e, VI, 3824.
[298] Buharı, Cenâiz, 79, 80, 93; Müslim, Kader, 22-24.
[299] M. Fuad Abdulbaki, Mu'cemü'i-Müfehres h Elfazı'l-Kur'ani'l-Kerim, İstanbul, 1990, 522-523.
[300] Rûm: 30/30; Bk. Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, İst. 1996, II, 825.
[301] Bk. Murtaza Mutahhari, Fıtrat Üzerine, çev. Ömer Çiçek, İstanbul. 1992, 14 vd.
[302] Esed, a.g.e, II, 826.
[303] İnşikak: 84/6.
[304] Maslow, a.g.e., 206
[305] Maslow, a.g.e., a.y.
[306] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara, 1996, 125.
[307] Selahattin Farladır, Din Eğitimi Bilimine Giriş, İzmir, 1996, 69.
[308] Hökelekli, a.g.e., 124.
[309] Bilgin, a.g.e. (1991), 17.
[310] Bk. Yavuz, a.g.e. (1998), 120; Hökelekli, a.g.e., 124-125.
[311] Mutahhari, a.g.e., 27,
[312] Masiow, a.g.e., 205.
[313] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 72-77.
[314] Bk. Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, çeu. R. Özdek, İstanbul, 1973, 22-24.
[315] Furkan: 25/2.
[316] Taha: 20/50; Ayrıca bk. A'la: 87/2-3.
[317] Şems: 91/7.
[318] Alâk: 96/1-5.
[319] Yasin: 36/77-78
[320] Mehmet Şanver, Kur'an'da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, İstanbul, 2001, 50.
[321] Nuh: 71/14; 17; Bk. Bayraktar Bayraklı, İslâmda Eğitim, İstanbul, 1980, 139-142.
[322] Âl-i İmrân: 3/59; Rahman: 55/14; Hac: 22/5; Hicr: 15/26, 28, 33; En'am: 6/2; Rûm: 30/20; Fâtır: 35/11 Kehf 18/37; Saffat: 37/11; Secde: 32/7; Sad: 38/71; Mü'minûn: 23/12.
[323] Hicr: 15/29; Sad: 38/72
[324] Hucurat: 49/13; Nisa: 4/1; Fâtır: 35/11.
[325] Tarık: 86/5-6; Mürselat :77/20; Abese: 80/18-19; Yasin: 36/77; İnsan: 76/2; Secde: 32/8; Kıyamet: 75/37-39
[326] Âl-i İmrân: 3/6
[327] Nuh: 71/14; Mü'minûn: 23/14; Zümer: 39/6; Mürselat: 77/20-23
[328] Esed, a.g.e.t III, s. 1287.
[329] Secde: 32/7-9.,
[330] Hacc: 22/5; Ayrıca bk. Mü'minûn: 23/12-16.
[331] Bk. Secde: 32/7; Mü'minûn: 23/14; A'raf: 7/11; Teğabün: 64/3; Tin: 94/4.
[332] Elmalılı, a.g.e., VII, 5025; VIII, 5935-5936.
[333] A. Nedim Serinsu, "Kur'an ve İnsan'm Anlam Arayışı", Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar, İstanbul, 2003, içinde, 109
[334] Carrel, a.g.e., 24.
[335] Carrel, a.g.e., 24, 43.
[336] Carrel, a.g.e., 30.
[337] Maslow, a.g.e., 186-187.
[338] C. G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, çev. C. E. Sılay, İstanbul, 1999, 113-114.
[339] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 77-81.
[340] Bk. Bakara: 2/34-37; A'râf: 7/24-25.
[341] Bk. Bakara: 2/30-34; Bk. A'râf: 7/11; Hicr: 15/28-31; Sâd: 38/72.
[342] Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi, Ankara, 1985, 77-78.
[343] Tîn: 95/4.
[344] Nahl: 16/10-15; Bakara: 2/22, 29; Yasin: 36/71-73; Ra'd: 13/3-4; Abese: 80/27-32 vb.
[345] İsrâ: 17/70.
[346] Nahl: 16/78.
[347] Secde: 32/9.
[348] Bakara: 2/256; Rûm: 30/44 vb.
[349] Mülk: 67/2.
[350] Bk. Bakara: 2/31; Nahl: 16/78; Alâk: 96/3-5; İnsan: 76/3; Beled: 90/8-10; Kehf: 18/28-29; Mülk: 67/3, 22; Teğabun: 64/13; Mu minûn: 23/78.
[351] Câsiye: 45/13.
[352] Bakara: 2/30; En'âra: 6/165.
[353] Ahzab: 33/72.
[354] A'râf: 7/172.
[355] Kıyamet: 75/36; Müminun: 23/115..
[356] Zariyat: 51/56; Bakara: 2/21; Nahl: 16/36..
[357] Tîn: 95/5.
[358] Ra'd: 13/16
[359] Zümer: 39/6.
[360] Hucurat: 49/13.
[361] En'am: 6/132.
[362] Hucurat: 49/12.
[363] Elmalılı, a.g.e., VIII, 5937.
[364] Hicr: 15/28-29.
[365] Fromm, a.g.e. (1996), 76, 94.
[366] Özakpmar, a.g.m., 89-90.
[367] Bk. Şems: 91/7-8.
[368] Bk. A'râf: 7/11; Hicr: 15/28-31.
[369] Bk. A'râf: 7/179; Furkar: 25/44.
[370] Asr: 103/1-3.
[371] Özakpınar, a.g.m., 77.
[372] Yurdagül Mehmedoğlu, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci ve Din Eğitimi, İstanbul, 2001, 27-8.
[373] Yaşar Düzenli, Kur'an Isığında Evrensel Dengeler ve İnsan, İstanbul, 2000, 96.
[374] Zümer: 39/41; İnsan: 76/3 vb.
[375] Zilzal: 99/7-8.
[376] Kehf: 18/7; Mülk: 67/2 vd.
[377] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 81-86.
[378] Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, çeu. Ş. Başar, İstanbul, 1997, 29-30.
[379] Aifred Adier, Yaşamın Anlam ve Amacı, çev. K. Şipal, İstanbul, 2003, 33.
[380] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 86-87.
[381] Rûm: 30/54; Bk. Yâsîn: 36/77.
[382] Nisa: 4/28.
[383] Esed, a.g.e., I, 141.
[384] Bakara: 2/286. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 87-88.
[385] Bk. Ahmet Koç, "Cehalet ve Tezahürlerine Karşı Din Eğitimin Hedefleri", Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, V, İstanbul, 1998, 199-112.
[386] Bk. Enam: 6/35, 111; A'râf: 7/ 138, 199; Hûd: 11/ 29, 46; Yusuf: 12/33, 89; Neml: 27/55; Zümer: 39/64; Ahkâf: 46/23.
[387] Geniş bilgi için bk. Koç, a.g.m., 123-126.
[388] Ahzab: 33/72.
[389] Edward William Lane, An Arabic-Engtish Lexicon, Beyrut, 1980, I, 102.
[390] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 88-90.
[391] Râğıb, a.g.e., 470-471.
[392] Ahzab: 33/72.
[393] İbrahim: 14/34.
[394] Şûra: 42/42.
[395] Talâk: 65/1; Fâtır: 35/32; Nisa: 4/110; Kasas: 28/16; Nahl: 16/28; Âl-i İmran: 3/117, 135.
[396] Yunus: 10/44; Bakara: 2/57; A'râf: 7/23, 160; Rûm: 30/9.
[397] Yunus: 10/54.
[398] Lokman: 31/13.
[399] Bakara: Z/114.
[400] Bakara: 2/140.
[401] En'âm: 6/144; Hûd: 11/18; Kehf: 18/15: Zümer: 39/32.
[402] En'âm: 6/93; Yunus: 10/17; Ankebût: 29/68.
[403] En'âm: 6/21, 157; A'râf: 7/37.
[404] En'âm: 6/93.
[405] Ankebût: 29/68; Zümer: 39/32.
[406] Sâf: 61/7.
[407] Kehf: 18/57.
[408] Secde: 32/22.
[409] Kasas: 28/50.
[410] Rûm: 30/29; Muhammed: 47/16.
[411] Kehf: 18/57.
[412] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 90-92.
[413] Âdiyât: 100/6.
[414] Râğıb, a.g.e., 664; Bk. Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çsv. S. Ayaz, İstanbul, 1991, 170-171.
[415] Bk. Hadid: 57/20.
[416] Râğıb, a.g.e., 653.
[417] Bk. İzutsu, a.g.e., 165-238.
[418] Râğıb, a.y.
[419] Bk. Lokman: 31/12: Bakara: 2/152; En'âm: 6/ 63-64; İbrahim: 14/6-7; Zümer: 39/7; İnsan: 76/3; Neml: 27/40; Nahl: 16/ 112.
[420] Hac: 22/66; Bakara: 2/28.
[421] İbrahim: 14/34; Nahl: 16/18; A'râf: 7/10; Âdiyât: 100/6; Zuhruf: 43/10-15.
[422] Şûra: 42/48; Hûd: 11/9; Zuhruf: 43/15.
[423] Abese: 80/17.
[424] İsrâ: 17/67; Bk. ayrıca Lokman: 31/32; Ankebût: 29/65-66.
[425] Nahl: 16/53-55; Rûm: 30/33-34.
[426] Furkan: 25/50.
[427] Lokman: 31/32.
[428] Bakara: 2/152.
[429] İbrahim: 14/34.
[430] İsrâ: 17/27.
[431] A'râf: 7/12-13.
[432] A'raf: 7/16-17.
[433] Zümer: 39/49.
[434] Fussilet: 41/50.
[435] Yunus: 10/12.
[436] Yunus: 10/22-23.
[437] Farladır, a.g.e., 39.
[438] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 92-96.
[439] Râğıb, a.g.e., 748.
[440] Tâhâ: 20/115.
[441] Bk. Tâhâ: 20/ 121-122.
[442] Kehf: 18/65-82.
[443] Kehf: 18/73.
[444] Kehf: 18/23-24.
[445] En'âm: 6/68.
[446] A'la: 87/67.
[447] İbn Mâce, Dua, 2.
[448] Bakara: 2/286.
[449] Mâide: 5/13-14; Bk., En'âm: 6/44.
[450] Haşr: 59/19; Tevbe: 9/67.
[451] Kehf: 18/57.
[452] Mücadele: 58/6.
[453] A'râf: 7/51.
[454] Secde: 32/14.
[455] Sâd: 38/26.
[456] Zümer: 39/8.
[457] Zümer: 39/49.
[458] Târık: 86/5-8; Hac: 22/5; Mü'minûn: 23/14: Fâtır: 35/11; Mü'min: 40/67; Kıyamet: 75/37.
[459] Yâsîn: 36/77-78.
[460] Bakara: 2/44.
[461] Mü'minûn: 23/110; Bk., Furkan: 25/17-18.
[462] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 96-100.
[463] Alâk: 96/6-7.
[464] Bk. Nâziât: 79/37-41.
[465] Kasas: 28/50.
[466] Câsiye: 45/3.
[467] Nisa: 4/27.
[468] Tâhâ: 20/24, 43; Kasas: 28/4, 38; Duhân: 44/31; Nâziât: 79/17-25.
[469] Yunus: 10/90-92.
[470] Kasas: 28/76-81.
[471] Zümer: 39/49.
[472] Fussılet: 51/50.
[473] Leyl: 92/8-11.
[474] A'râf: 7/146; Bk. Furkan: 25/21; En'âm: 6/110.
[475] Tûr: 52/32.
[476] A'râf: 7/175.
[477] Hicr:15/42
[478] İsrâ: 17/60. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 100-102.
[479] Enbiya: 21/37
[480] İsrâ: 17/11.
[481] İnsan: 76/27.
[482] İsrâ: 17/18.
[483] A'la: 87/16-17.
[484] Şuarâ: 26/201-203.
[485] Şuarâ: 26/204.
[486] Ra'd: 13/6.
[487] Hac: 22/47.
[488] En'âm: 6/58.
[489] Kehf: 18/58.
[490] Yunus: 10/11.
[491] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 102-104.
[492] Âl-i İmrân: 3/14.
[493] Fecr:89/15-20; Bk. Âdiyât: 100/8..
[494] Kıyamet: 75/20-21; İnsan: 76/27.
[495] Kasas: 28/77
[496] Muhammed: 47/36.
[497] Enfâl: 8/23; Tsğabun: 64/15.
[498] Bakara: 2/155; Âl-i İmrân: 3/86.
[499] Tevbe: 9/55, 85.
[500] Kehf: 18/46
[501] Sebe: 34/37; Mücadele: 58/17.
[502] Tevbe: 9/24.
[503] Ankebût: 29/25. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 104-106.
[504] Nisa: 4/53-54.
[505] Meâric: 70/19-21. Bk. Fecr: 89/20; Âdiyât: 100/6.
[506] Müssim, Zekat 117, 118, 119.
[507] Bu kavramlar ve onlara verilen karşılıklar şöyledir: "Buhl", kazanılan şeyleri harcanması gereken yerlere harcamamak, tutmak, cimrilik; "Katr", harcamada kıllet, tamahkârlık, cimrilik; "Şuhh”, hırsla birlikte cimrilik, açgözlülük, kıskançlık bencillik. [Bk. Râğıb, a.g.e., 49, 375, 592-593; Esed, a.g.e., 1, 170; II, 579,737, 854; III, 1130, 1156, 1276.
[508] Nisa: 4/128.
[509] Bk. Bakara: 2/34; A'râf: 7/11-12; İsrâ: 17/61: Sad: 38/76.
[510] Mâide: 5/27-30.
[511] M. Necati Osman, Kur'an ve Psikoloji, çev. H. Aydın, Ankara, 1998, 80-81.
[512] Yusuf: 12/8-9.
[513] Leyl: 92/8.
[514] Ahzab: 33/19; İsrâ: 17/100.
[515] Muhammed: 47/38.
[516] Haşr: 59/9; Teğabun: 64/16.
[517] Furkan: 25/67. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 106-108.
[518] Kehf: 18/54.
[519] Örnek için bk. En'âm: 6/25; Hûd: 11/32, 50,74,61; A'râf: 7/70.
[520] Kehf: 18/56.
[521] Lokman: 31/20.
[522] Mümin: 40/35, 56.
[523] Mümin: 40/69.
[524] Zuhruf: 43/58. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 108.
[525] Mesela bk. Ahzab: 33/21; Mümtehine: 60/6; Zuhruf: 43/59.
[526] Bakara: 2/170. Ayrıca bk. Mâide: 5/104; Hûd: 11/109: Saffât: 37/70.
[527] Bk. Furkan: 25/43: Câsiye: 45/23; Kehf: 18/28; A'râf: 7/176; Kasas: 28/50.
[528] En'âm: 6/116.
[529] En'âm: 6/142.
[530] Ahzab: 33/67.
[531] Lokman: 31/21.
[532] Zuhruf: 43/22-23. Bk. Aynca Yunus: 10/78; Enbiya: 21/52-53.
[533] A'râf: 7/28.
[534] A'râf: 7/38.
[535] Tevbe: 9/30.
[536] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 109-111.
[537] Bilgin, a.g.e. (1991), 19.
[538] Bk. Nezahat Arkun, Şahsiyet Psikolojisi ve Şahsiyetin Dinamikleri, İÜEF Ders Notları, (1971-1975), 7, 67.
[539] Bk. Morgan, a.g.e., 34, 42.
[540] Morgan, a.g.e., 42.
[541] Arkun, a.g.e., 10.
[542] Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İstanbul, ty., 229.
[543] Adler, ag.e. (1997), 15.
[544] Gai Eaton [Hasan Abdulhakim], King of Castle -Choise and Responsibility in the Modern Wor1d, Suhail Academy Lahore/Pakistan, 2. bs., 1999, 137. [Bu ifadeleri, Martin Buber, bir Yahudi tarikat [Chassidic] deyişi olarak nakletmekte, Eaton Gai da ondan nakletmektedir]
[545] Baymur, a.g.e., 219.
[546] Jung, a.g.e. (1999), 49.
[547] En'âm: 6/165.
[548] Osman Necati, a.g.e, 217.
[549] Bk. Maslow, a.g.e., 201-202.
[550] Şâkile, Yaratılıştan gelen sedyye [Râğıb, a.g.e., 390], tabiat, adet, din, hulk, niyyet, seciyye, cibillet, tariki müşakil, hal ve mizaç olarak tefsir edilmiştir. Bk. Elmalılı, a.g.e., V, 3196.
[551] İsrâ: 17/84.
[552] Müslim, Kader, 9.
[553] Serinsu, a.g.m., 112.
[554] Muharnmed Kutub, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, İstanbul, 1987, 424.
[555] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 111-115.
[556] Bk. Leyla Küçükahmet, Eğitim Programları ve Öğretim-Öğretim İlke ve Yöntemleri, Ankara 1997, 33-34; N. Kemal Önder, Öğretimde Program, İlke ve Yöntemler, İstanbul, 1992, 31, 32.
[557] Bk. Merih Zıllıoğlu, İletişim Nedir?, İstanbul, 1993, 2S1 vd; Suat Cebeci, Öğrenme ve Öğretme Süreçlerinde Dîni İletişim, İstanbul, 2003, 245 vd.; Köylü, a.g.e., 90 vd.
[558] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 115-116.
[559] Bk. Osman Necati, a.g.e., 206-210; İzutsu, a.g.Ğ,, 254-268; H. Emin Sert, Kur'an'da İnsan Tipleri ve Davranışları, İstanbul. 2004, 182-245.
[560] Selçuk, a.g.e. (2002), 133.
[561] Hicr: 15/88; Şuara: 26/215.
[562] Âl-i İmrân: 3/159.
[563] Tevbe: 9/103.
[564] Tevbe: 9/128.
[565] Ahzab: 33/6.
[566] Tevbe: 9/120.
[567] Âl-i İmrân: 3/164.
[568] Şûra: 42/52.
[569] Ahzab: 33/46.
[570] Tevbe: 9/61.
[571] Ahzab: 33/21.
[572] Tevbe: 9/24.
[573] Âl-i İmrân: 3/31.
[574] Nisa: 4/65.
[575] Hucurât: 49/1.
[576] Ahzab: 33/53; Nûr: 24/62.
[577] Nûr: 24/62.
[578] Hucurât: 49/2.
[579] Hucurât: 49/4.
[580] Nûr: 24/63.
[581] Ahzab: 33/56. Salât, Allah'tan olunca rahmet, meleklerden olunca mağfiret dilemek, müminlerden olunca hayır dua etmek manalarına gelmektedir. [Bk. Râğıb, a.g.e., 421); ''Sana nasıl salât getirelim?" sorusuna karşı Hz. Peygamber. "Satlî-Barik" dualarının okunmasını istemiştir. [Bk. Buhârî, Enbiya, 10, Müslim, Salât, 65, 66, 68, 691 ki burada da salât, Hz. Peygamberin Allah katındaki makamının yüceltilmesine dua niteliğindedir.
[582] Hz. Peygambere itaatle ilgili Kur'an'da pek çok ayet vardır. Bunların çoğunda ona itaat, Allah'a itaatle birlikte zikredilmiştir: Bk. Âl-i İmrân: 3/31-32; Nisa: 4/13-14, 64-65, 69, 80-81; Enfâl: 8/20-21, 24, 27-28; Tevbe: 9/71.
[583] Fetih: 48/10.
[584] Ahzab: 33/36; Nisa: 4/59.
[585] A’râf: 7/157.
[586] Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 116-119.
[587] Bk. Hamidullah, a.g.e. (1993), I, 552, 617, 618
[588] Âl-i İmrân: 3/84; Bk. Enam: 6/84-90; Mümin: 40/53-54; Şûra 42/13: Enbiya: 21/92.
[589] Müddessir: 74/31.
[590] Ankebüt: 29/47.
[591] A'râf: 7/157; Sâf: 61/6..
[592] Âl-i İmrân: 3/S4; Bk. En'âm: 6/84-90; Mü'min: 40/53-54; Şûra: 42/13; Enbiya: 21/92.
[593] Ra'd: 13/36.
[594] Mâide: 5/46; En'âm: 6/92; Yusuf: 12/111; Ahkâf: 46/12; Tahâ: 20/133; Yunus: 10/37, 94; Fâtır: 35/31.
[595] Mâide: 5/19. Bu konuda bk., Hamidullah, a.g.e. (1993), I, 553 vd.
[596] Kasas: 28/52-55; A'râf: 7/157.
[597]Âl-i İmrân: 3/113-115; Bk. Âl-i İmrân: 3/199; İsrâ: 17/107-109.
[598] Ra'd: 13/36.
[599] Mâide: 5/82-85.
[600] Bakara: 2/47, 122; Duhân: 44/32; Câsiye: 45/16.
[601] Bakara: 2/40, 49-53; Mâide: 5/20; Yunus: 10/93; Câsiye: 45/16-17.
[602] Mâide: 5/ 43-44, 68.
[603] Mâide: 5/57.
[604] Âl-i İmrân: 3/72; Bakara: 2/73; Mâide: 5/15, 44.
[605] Bakara: 2/63, 83-84, 100; Enfâl: 8/ 56-57.
[606] Bakara: 2/61, 90; Âl-i İmrân: 3/112; Nisa: 4/46; Mâide: 5/64: Mücadele: 58/14.
[607] Nisa: 4/161.
[608] Bakara: 2/14; Nisa: 4/51-52, 138-139; Mâide: 5/80-81; Haşr: 59/11; Ahzab: 33/25-27.
[609] Mâide: 5/18; Bakara: 2/111-112; Nisa: 4/49-50; Âl-i İmrân: 3/288; Cuma: 62/2-6
[610] Bakara: 2/61, 87; Âl-i İmrân: 3/112.
[611] Bakara: 2/85-86.
[612] Bakara: 2/101.
[613] Bakara: 2/76; Mâide: 5/62-64.
[614] Bakara: 2/61, 87; Mâide: 5/70; Âl-i İmrân: 3/183.
[615] Tevbe: 9/30-31.
[616] Bakara: 2/89; En'âm: 6/20.
[617] Bakara: 2/96.
[618] Mâide: 5/41, 49.
[619] Nisa: 4/44-46.
[620] En'âm: 6/91.
[621] Mâide: 5/82.
[622] Mâide: 5/46; Âl-i İmrân: 3/3-4.
[623] Mâide: 5/47.
[624] Meryem: 19/29-33; Âl-i İmrân: 3/46; Mâide: 5/110.
[625] Nisa: 4/171; Bakara: 2/253.
[626] Hadid: 57/27.
[627] Enbiya: 21/91; Mü'minûn: 23/50.
[628] Âl-i İmrân: 3/49; Mâide: 5/75; Meryem: 19/30-32; Zuhruf: 43/59; Sâf: 61/6.
[629] Âl-i İmrân: 3/59.
[630] Âl-i İmrân: 3/79; Mâide: 5/17, 72-73; Nisa: 4/171.
[631] Nisa: 4/157-158.
[632]Tevbe: 9/30-31; Mâide: 5/68.
[633] Deryeze, a.g.e., II, 360.
[634] İbn İshâk, û.g-e., 94; İbn Hişâm, a.g.e, I, 238.
[635] Bk. İbn Hişâm, a.g.e., II, 606-607; Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarihu'l-Ümem ve'1-Mülûk; Beyrut, 1987, III, 237-249; Muhammed Hamidullah, Mecmûatü'l- Vesâiki's-Siyasiyye, Beyrut, 1985, 99 vd.
[636] İbn Hişâm, a.g.e., II, 578-580, 624, Derveze, a.g.e., III, 213-214, 217
[637] İbn İshâk, a.g.e., 154, 195.
[638] Rûm: 30/1-5.
[639] Bu konuda geniş açıklama ve yorumlar için bk. Derveze, a.g.e., III, 218-227.
[640] Âl-i İmrân: 3/61.
[641] Bk. Hamidullah, a.g.e. (1993), 620-623.
[642] ÂI-i İmrân: 3/64; Bk. Mâide: 5/15.
[643] Nisa: 4/150-151.
[644] Ankebût: 29/46; Âi-i İmrân: 3/20.
[645] Mâide: 5/68; Bakara: 2/121; Âl-i İmrân: 3/110; Mâide: 5/65-66, Âl-i İmrân: 3/98-99.
[646] Bakara: 2/ 146; En'âm: 6/20.
[647] En'âm: 6/114.
[648] Bakara: 2/ 146.
[649] Bakara: 2/89, 101.
[650] Bakara: 2/109, Mâide: 5/59..
[651] Bakara:2/120-121. Bk. Bakara: 2/ 145; Mâide: 5/51,57...
[652] Âl-i İmrân: 3/186. Bk. Âl-i İmrân: 3/184: Mâide: 5/49..
[653] Âl-i İmrân: 3/79; Nisa: 4/171; Mâide: 5/68, 72-73; Tevbe: 9/30-31; Enam: 6/91; Zümer: 39/67.
[654] Nisa: 4/171-172; Âl-i İmrân: 3/64; Zuhruf: 43/57-65; Enbiya: 21/91; Meryem: 19/1-37, 75.
[655] Neml: 27/76-78; Hud: ll/110; Fussilet: 41/45; Şûra: 42/13-14; Zuhruf: 43/57-65; Câsiye: 45/16-17; Secde: 32/23-25; Meryem: 19/34-36.
[656] Derveze, a.g.e, ll, 359-360, 367.
[657] Bakara: 2/62; Bk. Mâide: 5/59.
[658] Hac: 22/17. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 120-126.
[659] Râğıb, a.g.e, 381; İbn Manzûr, a.g.e., X, 449-450.
[660] İbn İshâk, a.g.e, 57; İbn Hişâm, a.g.e., I, 197.
[661] Necm: 53/2; Kâfirûn: 109/4.
[662] Duhâ:93/7.
[663] Buharı, Bed'ü'i-Vahy, 1; İbn Hişâm, a.g.e.. I, 235 vd.
[664] İbn Hişâm, a.g.e., I, 236 vd.
[665] Şuara: 26/214; Hicr: 15/94.
[666] Burûc:85/4-10.
[667] Bk. İbn İshâk, a.g.e., 169-177.
[668] Duhân: 44/14.
[669] Hicr: 15/6; Mü'minûn: 23/70; Kalem: 68/51.
[670] Enbiya: 21/5; Saffât: 37/36; Tür: 52/30.
[671] Sâd: 38/4.
[672] Furkan: 25/8.
[673] Yunus: 10/2,
[674] Furkan: 25/41.
[675] Enbiya: 21/36.
[676] Hûd: 11/35; Secde: 32/3.
[677] Furkan: 25/4.
[678] Nahl: 16/103.
[679] Furkan: 25/5.
[680] Enbiya: 21/5.
[681] Sebe: 34/43; Müddessir: 74/24.
[682] Müddessir: 74/25.
[683] Nahl: 16/24; Mü'minûn: 23/83; En am: 6/25; Enfâl: 8/31.
[684] Furkan: 25/4; Nahl: 16/103; Duhân: 44/13; Ahkâf: 46/8.
[685] Tür: 52/29,
[686] Kalem: 68/2.
[687] Hakka: 69/40-48, Yâsîn: 36/69; Furkan: 25/9.
[688] Hûd: 11/13,35.
[689] Bakara: 2/23-24; Tür: 52/33-34: Hûd: 11/13,14; İsrâ: 17/88; Yunus: 10/38.
[690] İsrâ: 17/88.
[691] Hûd: 11/13-14.
[692] Sebe: 34/46.
[693] En'âm:6/33.
[694] Tirmizi, Tefsir, En'âm: 6/1; Vahidi, a.g.e., 216.
[695] Enbiya: 21/5.
[696] İsrâ: 17/90-93.
[697] İsrâ: 17/93.
[698] Yâsîn: 36/10; Bakara: 2/6.
[699] En'âm: 6/7.
[700] Hicr: 15/14-15.
[701] Hicr: 15/10-11.
[702] Kalem: 68/51.
[703] Bk. Yunus: 10/39; Müzzemmil: 73/10-11; En'âm: 6/33-35; 107; Yusuf: 12/103: Fâtır: 35/8; Mâide: 5/41; Neml: 27/70, 80-81; Yunus: 10/65, 99; Nahl: 16/37, 127; Kehf: 18/6-7; Şuarâ: 26/3-4; Yâsîn: 36/76; Kâf: 50/45; Ğâşiye: 88/21-22 vb.
[704] En'âm: 6/35-36.
[705] En'âm: 6/25.
[706] Ra'd: 13/31.
[707] En'âm: 6/111.
[708] Yunus: 10/41; Bk. Kâfirûn: 109/1-6.
[709] En'âm: 6/68, 70; Bk. Nisa: 4/140; Hümeze: 104/1-9; Tebbet: 111/1-6; Alâk: 96/6-19; Kalem: 68/5-16; Bk. Alâk: 96/15-19; Enbiya: 21/108-109.
[710] Yunus: 10/15.
[711] Mümtehine: 60/7-8.
[712] Tevbe: 9/6.
[713] Tevbe: 9/ll.
[714] Câsiye: 45/14.
[715] Nahl: 16/82.
[716] En’âm: 6/108.
[717] Râğıb, a.g.e., 269-270; BU. Elmalılı, a.g.e., 1, 63-64; M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, İstanbul, 1989, 1-3: Yavuz, a.g.e., (1998), 6-8.
[718] Mesela bk. Yunus: 10/31-35; Enâm: 6/ 95-103.
[719] Bk. Yunus: 10/18; Furkan: 25/55; Ankebût: 29/17.
[720] Enam: 6/1-3, 59; Yunus: 10/5, 31, 67; Rûm: 30/19-27; Ra'd: 13/2-4; Nahl: 16/72, 78, 80, 81; Secde: 32/6-9.
[721] Mü'minûn: 23/91; Şûra: 42/11-12; Nahl:16/ 51-52; Enbiya: 21/21-22; İhlas: 112/1-4.
[722] Fâtır: 35/13-14, 40-41; Ahkâf: 46/3-4; Lokman: 31/11; Hac: 22/73; Bakara: 2/26; A'râf: 7/195.
[723] Yunus: 10/66; Bakara: 2/47-48, 230, 249; Nisa: 4/157.
[724] Bakara: 2/170-171; Lokman: 31/21; Saffât: 37/69-70; A'râf: 7/28,70, 95, 173; Hûd: 11/ 62,87,109; Yusuf: 12/40; Câsiye: 45/25; Maide: 5/104; Duhân: 44/36.
[725] Kasss: 28/5?.
[726] Câsiye: 45/24.
[727] Zuhruf: 43/31-32.
[728] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 126-134.
[729] Râğıb, a.g.e., 766; İbn Menzûr, a.g.e., X, 358.
[730] İbn Manzûr, a.g.e., X, 358-359.
[731] Bk. Âl-i İmrân: 3/156, 166-168; Nisa: 4/31; Tevbe: 9/42, 47. 48, 50-53, 81. 83, 86-87; Ahzab: 33/ 9-15, 16-20; Muhammed: 47/20-23; Haşr: 59/11-12.
[732] Bk. Bakara: 2/8-20, 76, 204-206; Nisa: 4/61, 137-139, 141; Tevbe: 9/67, 74; Münafikûn: 63/1, 4; Ankebut: 29/10, 11.
[733] Muhammed: 47/20-21; Nûr: 24/62-63; Bk. Derveze, a.g.e., III, 79.
[734] Bk. Nisa: 4/140.
[735] Hac: 22/46.
[736] Tevbe: 9/101; Bk., Münafikûn: 63/1-7; Tevbe: 9/60-61, 64-66, 84-85; Âl-i İmrân: 3/166-167; Muhammed: 47/29-30.; Nisa: 4/60-61,81, 140.
[737] Nisa: 4/63.
[738] Tevbe: 9/73.
[739] Bk. Elmalılı, a.g.e., IV, 2591; Esed, a.g.e.. I, 371.
[740] Krech - Crutchfield - Ballachey, Cemiyet içinde Fert, çev. M.Turhan, İstanbul. 1970, 377 vd; Freedman J.L. Sears D.O, Carlsmith J.M, Sosyal Psikoloji, çev. A.Dönmez, Ankara 1993, 358 vd; Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, İstanbul, 1988, 174 vd.
[741] M. Osman Necati, a.g.e., 139.
[742] Bk. Krech ve dğr., a.g.e., 397-398; Kağıtçıbaşı, a.g.e., 179-181.
[743] Parladir, a.g.e., , 12.
[744] Parladır, a.g.e., a.y.
[745] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 134-139.
[746] Selahattin Patladır, "Hz. Peygamber Devrindeki Eğitim Anlayışı vs İşleyişi", De-Üifd I, 259
[747] Bk. M.Şevki Aydın, "Muallim Peygamber", Eüifd, S.9, Kayseri, 1996, 58; Yaşar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, İstanbul, 1998, 324.
[748] : 2/129, 151; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2.
[749] İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32.
[750] İmam Mâlik, Husnü'l-Hulk, S.
[751] Müslim, Talâk, 29.
[752] Mehmet Dağ-H.R.Öymen, Islam Eğitim Tarihi, Ankara 1974, 2. S
[753] Hamidullah, a.g.e. (1993), II, 768.
[754] Bk. Ahmet Çeiebi, İslamda Eğitim Öğretim Tarihi, çev. A.Yardım, İstanbul, 1974, 33 vd-, 59 vd., 97 vd.; Hamidullah, a.g.e, (1993), II, 767 vd.; Dağ-Öymen, a.g.e., 66 vd., 71 vd., 86 vd.; Parladır, a.g.m., 260-261; Bu kurumlarla ilgili ayrıntılı bir araştırma için bk. Şakir Gözütok, "Rasulullah Döneminde İlköğretim Kurumları ve İşlevleri", Dini Araştırmalar, I, 2, 165-198.
[755] Bilgin, a.g.e. (1998), 10; Tosun, a.g.e., 39, 176; Bk. Abdurrahman Dodurgalı, Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, İstanbul, 2002, 25-28.
[756] Hamidullah, a.g.e. (1993), 11, 768 vd.; Dağ-Öymen, a.g.e., 193-194; Parladır, a.g.m., 266; Özbek, a.g.e., 24; Aydın, a.g.m., 60; Fahri Kayadibi, Yaygın Din Eğitiminde Cami ve Görevlileri, Ankara, 2000. 56-58.
[757] Buhâri, İlim, 36, Cenaiz, 6, 92; Müslim, Birr, 152; Tirmizi, Birr, 13 vb; Bk. Abdulfettah Ebû Gudde, Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları, çev. E. Yıldırım, İstanbul, 1998, 206-208; Kayadibi, a.g.e., 59.
[758] Aydın, a.g.m., 62.
[759] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 141-145.
[760] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 145-146.
[761] Ahmsd b. Faris, Mu'cemu Mekâyisi'l-Lüğa, tah. A. M. Harun, Beyrut, ty. 1, 301.
[762] Râğıb, a.g.e, 78.
[763] İbn Mamur, a.g.e., VIII, 420; Mecdüddin Firuzâbâdî, el-Kâmûsu'l-Muhtt, Beyrut, 1991, 1007.
[764] Nahl: 16/35.
[765] Bk. Maide: 5/92,99;Âl-i İmrân: 3/20; Nahl: 16/82; Nur: 24/54; Ankebut: 29/18 vb.
[766] M. Faruk Bayraktar, Türkiye'de Vaizlik, İstanbul, 1997, 26-27; Fersahoğlu, a.g.e., 321.
[767] Yavuz, a.g.e., (1998), 27.
[768] Aydın, a.g.m., 58.
[769] Küçükahmet, a.g.e., 33; Kamuran Çilenti, Eğitim Teknolojisi ve Öğretim, Ankara, 1988, 43.
[770] Mehmst Zeki Aydın, Din Öğretiminde Yöntemler, Ankara, 2004, 48.
[771] Selçuk, a.g.e. (2002), 120.
[772] Mâide: 5/67.
[773] A'râf: 7/6-7.
[774] Tâhâ: 20/1-3: Şuarâ: 26/1-6.
[775] Şuara: 26/1-6.
[776] Hûd: 11/12.
[777] Mesela bk. Yâsîn 36/76, Nemi 27/70, Hicr 15/97, En'âm 6/33, Yunus 10/65,Nahl 16/127.
[778]Cin: 72/23. Bk. Aynı muhteva ile ilgili diğer ayetler için, Âl-i İmrân, 3/20; Mâide, 5/92, 99; Ra'd, 13/40; Nahl, 16/82; Ankebût, 29/18; Şûra, 42/48; Teğabün, 64/12.
[779] Nûr: 24/54.
[780] Mâide: 5/109.
[781] Yunus: 10/99400; Kasas, 28/56; En'âm, 6/125, 133, 149; Nisa, 4/20 vd.
[782] Mâide: 5/99; Cin: 72/23; Nahl: 16/35 vd.
[783] Tevbe: 9/3.
[784] İbn Hişâm, a.g.e., IV, 603-604.
[785] Âl-i İmrân: 3/164; Aynı muhtevadaki diğer ayetler için bk., Cuma, 62/2; Bakara, 2/151.
[786] Mâide: 5/67. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 1461-51.
[787] Râğîb, a.g.e., 245; İbn Manzûr, a.g.e,, XIV, 257-261; Ebu'l-Bekâ Eyyub b. Musa, el-Külhyât, Beyrut, 1993, 446-447.
[788] Şevki Saka, Kur'an-ı Kerim'in Davet Metodu, İstanbul, 1991, 28.
[789] Bk. Ahkâf 46/31-32; Ahzab 33/46.
[790]Ahzab: 33/45-46.
[791] Bk. Elmalılı, a.g.e., VI, 3910.
[792] Âl-i İmrân: 3/104.
[793] Fussilet: 41/33.
[794] Mâide: 5/67.
[795] Kasas: 28/86-87.
[796] Yusuf: 12/108; Bk. Mümin: 40/14.
[797] Yunus: 10/25.
[798] Enfal: 8/24; Ra'd: 13/36; Mü'minûn: 23/73; Hac: 22/67.
[799] Âl-i İmrân: 3/104.
[800] Nahl: 16/63.
[801] Bk. Fâtır: 35/6; Lokman: 31/21; İbrahim: 14/22..
[802] Neml: 27/81.
[803] Kehf: 18/57; Fussilet: 41/5.
[804] Neml: 27/80-81; Yunus: 10/42; Enbiya: 21/45.
[805] İsrâ: 17/54. En'âm: 6/66r 107.
[806] En'âm: 6/65.
[807] Nahl: 16/125.
[808] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 151-153.
[809] İbn Düreyd, Cemheretü'l-Luğa, tah. R. M. Baalbeki, Beyrut, 1987, I, 564; Râğıb, a.g.e., 181; İbn Manzûr, a.g.e., XII, 140-143.
[810] Râğıb, a.g.e, 181.
[811] Cürcânî, a.g.e., 91.
[812] Bk., Elmalılı, a.g.e., II, 915-926.
[813] Bk., Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Isığında Kur'an Tefsiri, III, İstanbul, 2001, 349-353.
[814] Mukatil b. Süleyman, el-Vücuh ve'n-Nazair, haz. A. Özek, İstanbul, 1993, 28-29; Ayrıca bk. Damcğani, a.g.e., 141-142.
[815] Bakara: 2/231; Nisa: 4/113.
[816] Meryem: 19/12; Lokman: 31/12;
[817] Bakara: 2/251; Nisa: 4/54; Sâd: 38/20.
[818] Bakara: 2/269.
[819] Nahl: 16/125.
[820] Tabsri, Tefsir,.., XIV, 194.
[821] Zemahşerî, a.g.e., III, 435; Râzî, a.g.e., VII, 287. Bk. Aynı görüş, Mahmud el-Âlûsî, a.g.e., VII, 254,
[822] En'âm: 6/89.
[823] Bakara: 2/269.
[824] Selçuk, a.g.e. (2002), 242.
[825] Mevdûdî, a.g.e. (1991), III, 70.
[826] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 153-156.
[827] Halil b. Ahmed ei-Ferâhidî, Kitabu'l-Ayn, tah. M. el-Mahzûmî- İ. es-Sâmerrâî, Beyrut, 1988, II, 228; İbn Manzûr, a.g.e., VII. 466; Zebîdî, a.g.e., XX, 289-290.
[828] Nahl: 16/125.
[829] Bk. Taberi, Tefsir..., XIV, 194.
[830] Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul. 1305, III, 178.
[831] Râzî, Tefsir..., VII, 287: Mahmud el-ÂIûsî, a.g.e., VII, 254..
[832] Mesela bk. A'râf: 7/62, 68, 79, 93.
[833] Gâşiye: 88/21; Nisa: 4/63; Zâriyât: 51/54-55; Tûr: 52/29.
[834] Nisa: 4/58, 63; Nûr: 24/17; En'âm: 6/152, Nahl: 16/90.
[835] Bk. Kalem: 68/52; Âl-i İmrân: 3/138; Nûr: 24/34; Hakka: 69/48.
[836] Kasas: 28/43; Enbiya: 21/48; Mâide: 5/46.
[837] Mesela bk. Âl-i İmrân: 3/128; Nûr: 24/34; Hûd: 11/120; Bakara: 2/232; A'lâ: 87/9-10; Kâf: 50/45; Zâriyât: 51/54-55; Enbiya: 21/84; Mü'min: 40/13; Kâf: 50/37.
[838] Secde: 32 /15-16.
[839] Şuarâ: 26/136; Müddessir: 74/32; Saffât: 37/13.
[840] Bk. A'râf: 7/164.
[841] Secde: 32/22.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 156-158.
[842] Râğıb, a.g. e., 125.
[843] Bk. Râzî, a.g.e., VII, 287.
[844] Hac: 22/3, 8; Lokman: 31/20.
[845] Mü'min: 40/35, 56, 69.
[846] En'âm: 6/121.
[847] Kehf: 18/56, Mü'min: 40/5.
[848] En'âm: 6/25.
[849] Âl-i İmrân: 3/66.
[850] A'râf:7/71.
[851] Enfâl: 8/6.
[852] Şûra: 42/16-18.
[853] Mesela bk. Hûd: 11/32.
[854] Nahl: 16/125.
[855] Râzî, Tefsir, VII, 287.
[856] Geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, Kur'an-ı Kerim'de Tefekkür ve Tartışma Metodu, Bursa 1983, 118-182.
[857] Bk. Enbiya: 21/24.; Âl-i İmrân: 3/36; Mü'minûn: 23/117; Duhân: 44/19.
[858] En'âm: 6/7, 25, 111; Hicr: 15/14-15;
[859] Mü'min: 40/60; Zuhruf: 43/58; Âl-i İmrân: 3/20; Hac: 22/68-69 vb.
[860] En'âm: 6/68; Nisa: 4/140.
[861] Şûra: 42/15.
[862] Neml: 28/59; Müzzemmil: 73/6-9; Hac: 22/67-68.
[863] Bk. Yavuz, a.g.e. (1983), 115.
[864] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 158-160.
[865] Râğıb, a.g.e., 90; İbn Manzûr, a.g.e.. XIII, 67-68.
[866] Esed, a.g.e., III, 1095.
[867] Rahman: 55/1-4.
[868] Bakara: 2/31.
[869] Bk. Baymur, a.g.e., 193
[870] Nahl: 16/43-44.
[871] Nahl: 16/64.
[872] Kıyamet: 75/17-19.
[873] Nahl: 16/89.
[874] Fussilet: 41/53.
[875] Nisa: 4/115; İbrahim: 14/45; Muhammed: 47/25, 32.
[876] Bakara 2/256.
[877] Nahl: 16/39; Nahl: 16/92.
[878] Hadîd: 57/25.
[879]Âl-i İmrân: 3/184; En'âm: 6/57; Yunus: 10/13; Ankebût: 29/39; Fâtır: 35/25; Mü'min: 40/22, 34; 83; Zuhruf: 43/63.
[880] Âl-i İmrân: 3/86.
[881] Bakara: 2/118.
[882] Bakara: 2/230; En'âm: 6/105. Ayrıca bk En'âm: 6/97, Fussilet: 41/3; Yunus:10/5.
[883] En'âm: 6/98.
[884] Yunus: 10/24.
[885] En'âm: 6/126.
[886] A'râf: 7/52.
[887] A'râf: 7/58.
[888] Nur: 24/18, 58, 59.
[889] Bakara: 2/187.
[890] Bakara: 2/242; Nûr: 24/61; Hadîd: 57/17.
[891] Bakara: 2/219, 266.
[892] Âl-i İmrân: 3/103.
[893] Mâide: 5/89.
[894] Bakara: 2/221.
[895] Nisa: 4/ 176.
[896] Ra'd: 13/2.
[897] Ahkâf: 46/27.
[898] En'âm: 6/55.
[899] Talâk: 65/11.
[900] Bakara: 2/185; Yusuf: 12/1; Hicr: 15/1; Nûr: 24/34, 46; Neml: 27/1: Kasas: 28/2; Yâsîn: 36/69; Saffât: 37/117.
[901] En'âm: 6/157.
[902] Mü'min: 40/50.
[903] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 160-164.
[904] İbn Düreyd, a.g.e., H, 1071; Râğıb, a.g.e., 313; İbn Manzûr, a.g.e., XIV, 357; İbn Fâris, a.g.e., III, 17.
[905] Bk. Necm: 53/32, Nisa: 4/49.
[906] Âl-i İmrân: 3/77; Ayrıca bk., Bakara: 2/174; Mâide: 5/41.
[907] H. Mahmut Çamdibi, Din Eğilimin Temel Meseleleri, İstanbul, 1994, 142-143.
[908] Bk. Şems: 91/1-10.
[909] Bu konuda bk. Bayraklı, a.g.e. (1980), 190 vd.; Bayraktar, a.g.e. (1989). 31 vd.; Şanver, a.g.e.. 163 vd.
[910] Fâtır: 35/18.
[911] Bk, En'âm: 6/164, İsrâ: 17/15, Fâtır: 35/18; Zümer: 39/7; Necm: 53/38; Bu konu ile ilgili hadisler için Buhârî, Cuma: 11, Cenaiz, 32, Nikâh, 81. 90; Müslim. İmaret, 20; Ebû Dâvûd, İmaret, 1, 13; Tirmizi, Cihad, 27.
[912] Âl-i İmrân: 3/164; Ayrıca bk. Bakara: 2/151; Cuma: 62/2.
[913] Bk. Düzenli, a.g.e., 244.
[914] Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi, İstanbul 1991, 52.
[915] Enfâl: 8/2; Hadîd: 57/16; Hac: 22/35; Mü'minûn: 23/60.
[916]Hadîd: 57/27.
[917] Âl-i İmrân: 3/126; Ra'd: 13/8, 28; Enfâl: 8/10; Fetih: 48/4.
[918] Bakara: 2/260; Mâide: 5/113.
[919] Âl-i İmrân: 3/103: Enfâl: 8/63.
[920] Hac: 22/54. .
[921] Hac: 22/32.
[922] Bakara: 2/97; Kasas: 28/86; Sebe: 34/48.
[923] Kehf: 18/14.
[924] Hucurât: 49/7.
[925] Bakara:2/74; Mâide: 5/13; Hadîd: 57/16.
[926] Mü'minûn: 23/63.
[927] Âl-i İmrân: 3/151; Ahzab: 33/26; Enfâl: 8/12.
[928] Âl-i İmrân: 3/7, 8; Tevbe: 9/117; Sâf: 61/5; Tahrîm: 66/4.
[929] Hac: 22/46.
[930] Tevbe: 9/45, 110.
[931] Bakara: 2/7; Nisa: 4/155; En'âm: 6/46; A'râf: 7/100; Tevbe: 9/87.
[932] Tevbe: 9/77.
[933] Mâide: 5/52; Enfâl: 8/93; Hac: 22/53.
[934] Bakara: 2/88; En'âm: 6/25.
[935] Bakara: 2/93.
[936] Fetih: 48/26; Haşr: 59/10
[937] Âl-i İmrân: 3/156; Nahl: 16/22.
[938] Bk. Bayraktar Bayraklı, Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999, 92.
[939] İbn Mace, Mukaddime, 10.
[940] İbn Mace, Dua, 3.
[941] Bakara: 2/74, 88; Fussilet: 41/5; Muhammed: 47/24; Mutaffifîn: 83/14; Tevbe: 9/125.
[942] Bakara: 2/18; A'raf: 7/179.
[943] Şuarâ: 26/88-89. Geniş bilgi için bk. Bayraklı, a.g.e, (1999), 91-129.
[944] Hac: 22/46: Kalbin akledid fonksiyonu iie ilgili bk. A'râf: 7/179; Yunus: 10/31; Nahl: 16/78, 108; İsrâ: 17/36; Secde: 32/9; Câsiye: 45/23.
[945] Râğıb, a.g.e., a.g.e., 673; İbn Manzûr, a.g.e., I, 730-731; Zebîdî, a.g.e., IV, 187-188.
[946] Râğıb, a.g.e., 774.
[947] Hac: 22/46, Tevbe: 9/87, 93, A'râf: 7/100, 179, Muhammed: 47/24; Mutaffifîn: 83/14.
[948]Âl-i İmrân: 3/18; Bakara: 2/255.
[949] Ra'd: 13/36; Neml: 27/91; Zümer: 39/11, 14, 66, En'âm: 6/162.
[950] Bk. Dâmeğânî, a.g.e., 217-218.
[951] Bakara: 2/183; Ankebût: 29/45; Tevbe: 9/71, 103, 110; Ra'd: 13/22, 28; Meâric: 70/19-34; Leyl: 92/18.
[952]Âl-i İmrân: 3/159; Mü'min: 40/55; Muhammed: 47/19; Tevbe: 9/103.
[953] Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, İstanbul, 2003, 119-123.
[954] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 164-169.
[955] Râğıb, a.g.e., 514.
[956] Râğıb, a.g.e., a y
[957] Nahl: 16/78
[958] Cavit binbaşı oğlu, genel öğretim bilgisi, Ankara 1988, 14.
[959] Bilgin a.g. e. (1988), 11.
[960] Alâk: 96/1-5
[961] Bakara: 2/151.
[962] Bu üç ayet şunlardır: Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2 ve Bakara: 2/129.
[963] Bakara: 2/151.
[964] Bk. Taberi, Tefsir... II, 37; Zemahşerî, Tefsir..., I, 312; Râzî, Tefsir... II, 123; İbn Kesîr, a.g.e., I, 196.
[965] Bayraklı, Tefsir..., II. 236.
[966] Tirmizi, İlim, 19. Bu konudaki hadisler için bk., Buhârî, İlim, 10, Enbiya: 50; Tirmizi, İlim, 3, 7; İbn Mâce, Mukaddime, 17, 18; Ebû Dâvûd, İlim, 9, 10, 12.
[967] Hamidullah, a.g.e. (1993), II, 718.
[968] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 170-172.
[969] Bk. Ayla Oktay, "öğretmenlik Mesleği ve Öğretmenin Nitelikleri", Müaef Dergisi, 3, İstanbul, 1991, 189 vd.; Fatma Varış, Eğitimde Program Geliştirme- Teoriler Teknikler-, Ankara, 1997, 150 vd.; Küçükahmet, a.g.e., 34, 183, 192 vd.; Münire Erden, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, İstanbul, 2001, 38 vd.; Mustafa Öcal, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, Ankara, 1990, 52 vd.
[970] H. Fikret Kanad, Pedagoji Tarihi I, İstanbul, 1948, 204.
[971] Mesela bk. İbn Sahnun, Eğitim ve Öğretimin Esasaları-Adabu'l-Muallimin, ine. ve çev. M. F.aruk Bayraktar, İstanbul, 1996; Mustafa Tavukçuoğlu, "İbn Sahnun'un Adabu'l-Muallimin'i Üzerine Bir Çalışma", Süifd, 7, Konya, 1997, 267-288, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Kabisi, İslam'da Öğretmen ve Öğrenci Münasebetlerine Dair Geniş Risale, çev. S. Ateş, İstanbul, ty.; Burhanuddin ez-Zernuci, Ta'umu'l-Müteallim, çev. Y.Vehbi Yavuz, İstanbul, 1980: İbn Cemâa, Öğretmen ve Öğrenci, çev. M. Şevki Aydın, İstanbul, 1992; Bk. İslam Eğitimcilerinin bu konudaki görüşleri için, M. Faruk Bayraktar, a.g.e. (1989).
[972] Binbaşıoğlu a.g.e. (1988}' 272' Oktay, a.g.m.189; Varış, a.g.e (1997) 150; Küçükahmet, a.g.e., 34, 183, 192 vd.; Erden, a.g.e 55-56
[973] Aydın, a.g.m., 63.
[974] Bk., Bu çalışmanın, "Kur'an'da Hz. Muhammed" Bölümü.
[975] Bk. Nisa: 4/114; Aclûni, a.g.e. I, 70.
[976] İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32.
[977] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 172-176.
[978] Bakara: 2/31.
[979] Alâk: 96/1-5
[980] Esed, a.g.e., III, 1287.
[981] Bk. Küçükahmet, a.g.e, 33-34; Çilenti, a.g.e, 43.
[982] Bk. Krech ve dğr. a.g.e., 381 vd; Freedman ve dğr., a.g.e., 350 vd.; Kağıtçıbaşı, a.g.e., 168-9; Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, İstanbul, 1991, 522.
[983] Kağitçıbaşı, a.g.e., 168, 172.
[984] Cebeci, a.g.e., 170.
[985] Necm: 53/4-5; Ayrıca bk. En'âm: 6/105.
[986] Serinsu, a.g.m., 119.
[987] Ankebût: 29/48.
[988] Şûra: 42/52.
[989] Yusuf: 12/3.
[990]Hûd: 11/49.
[991] A’râf: 7/203.
[992] Yusuf: 12/76.
[993] Tâhâ: 20/114.
[994] Tirmizi, Daauat, 128; İbn Mace, Dua, 2.
[995] Zümer: 39/9.
[996] İsrâ: 17/36.
[997] Enfâl: 5/22.
[998] Muhammed İkbal, İslâm'da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. S. Huri, İstanbul, 1964, 22, 24.
[999] Ra'd: 13/37.
[1000] Ankebût: 29/43.
[1001] Furkan: 25/59; Fâtır: 35/14; Nahl:16/43
[1002] Cebeci, 0.3.0., 170.
[1003] Cebeci, a.g.e, 172.
[1004] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 176-180.
[1005] Freedman ve dğr., a.g.e., 351; Kağıtçıbaşı, a.g.e., 170.
[1006] Mevlüt Kaya, Din Eğitiminde İletişim ve Dînî Tutum, Samsun, 1998, 75, 78, 79.
[1007] Müslim, İman, 89; Örnekler için bk. A. Lütfi Kazancı, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul, 1997, 115 vd.
[1008] Bk. En'âm: 6/1; 33
[1009] Hûd: 11/112; Şûra: 42/15..
[1010] Hakka: 69/44-47.
[1011] Zuhruf: 43/43; Ayrıca bk. Şûra: 42/15, 52-53.
[1012] Necm: 53/2-5.
[1013] Kalem: 68/4.
[1014] Kalem: 68/4.
[1015] Esed, a.g.e., III, 1174.
[1016] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 181-182.
[1017] Bk. Kağıtçıbaşı, a.g.e., 170; Kaya, a.g.e., 79.
[1018] Kreck ve dğr., a.g.e., 353.
[1019] Cüceloğlu, a.g.e. (1991), 522.
[1020] Bk. Şura: 26/107 vd.; Sa'd: 38/86
[1021] Müddessir: 74/6.
[1022] Furkan: 25/57; En'am: 6/90.
[1023] Sebe: 34/47.
[1024] Kalem: 68/3,
[1025] İbn Manzûr, a.g.e., VII, 26 vd.
[1026] Müslim, İman, 95; Bk. Buhârî, İman, 42.
[1027] Bk. Mehmet Görmez, "Hz. Peygamber'in Bir Hadis-i Şerifinde Din Tanımı", Diyanet İlmi Dergi, -Özel Sayı-, Ankara, 2000, 331-338.
[1028] İsra: 17/80
[1029] İbn İshâk, a.g.e., 135.
[1030] Buhârî, Cihad, 102.
[1031] Selçuk, a.g.e. (2002), 122.
[1032] Bakara: 2/44; Bk. Saf: 61/2, 3.
[1033] Sad: 38/86.
[1034] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 182-185.
[1035] Bk. Freedman ve dğr, a.g.e., 303-305.
[1036] Ayşe Can Baysal, Sosyal Psikoloji, İstanbul, 1989.
[1037] Şura: 42/15
[1038] Çamdibi, a.g.e. (1994), 84.
[1039] Bk. Esed, a.g.e., III, 1057.
[1040] Hucurat: 49/13
[1041] Fazlurrahman, a.g.e. (1997), 13-14.
[1042] Maide:5/8.
[1043] Mesela bk. İsra 17/15; Bu ayetle benzer muhteva için bk. Furkan: 25/67.
[1044] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 185-187.
[1045] Bk. Kağıtçıbaşı, a.g.e., 173; Kaya, a.g.e, 81.
[1046] Freedman ve dğr., a.g.e., 183 vd.
[1047] Freedman ve dğr., a.g.e., 201.
[1048] Fromm, a.g.e., (1991) 75
[1049] Victor Frankl, insanın anlam arayışı ,çev. S. Budak Ankara, 2000, 105-106.
[1050] Tevbe: 9/128.
[1051] Enbiya:21/107.
[1052] Mesela bk. Araf :7/151.Yusuf:12/64
[1053] Buhari edeb, 18, Müslim, fedail, 65.
[1054] Bk. Abduibaki, a.g.e., 304-309.
[1055] Raşit Küçük, Sevgi Medeniyeti, İstanbul, 2000, 70.
[1056] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-ı Âlâî, haz. Hüseyin Algül, İstanbul, ts., 115.
[1057] Çamdibi, a.g.e. (2003), 106-107.
[1058] Bilgin- Selçuk, a.g.e., 39.
[1059] Âl-i İmrân: 3/159; Ayrıca bk. İsra: 17/28.
[1060] Ebu Davud, Tahare, 4; İbn Mace, Tahare, 16.
[1061] Ebu İsa Muhammed Tirmizî, Şemail-i Şerife I-II, çev.- H. Nakşibendî, Hilal Yay. Ankara, ty., 355.
[1062] Özbek, a.g.e., 21.
[1063] Tirmizi, a.g.e., II, 342.
[1064] Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned'den Ebû Gudde, a.g.e., 21.
[1065] Bakara: 2/185.
[1066] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 187-190.
[1067] Cart Gustov Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, çev. E. Büyükinal, İstanbul, 2001,40-44.
[1068] Çamdibi, a.g.e. (2003), 141-142.
[1069] A'raf: 7/199.
[1070] Bk.'Esed, a..g.e., I, 316.
[1071] Ebu Davud, Edeb, 68.
[1072] Bakara: 2/263
[1073] Hicr: 15/85-86
[1074] İbn Mace, Edeb, 9.
[1075] Fussilet: 41/34.
[1076] Bk. Ra'd: 13/22.
[1077] Erden, a.g.e, 40.
[1078] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 190-193.
[1079] En'am: 6/52; Kehf: 18/28 vb. Bk. Açıklamalar için bu çalışmanın Kur'an'da Hz. Muhammed Bölümü, "İlahi Uyarıya Muhatap Olması" konusu.
[1080] Şuara: 26/215.
[1081] İsra: 17/37
[1082] Müsüm, Fedail, 38.
[1083] Erden, a.g.e., 42; Bayraktar, a.g.e. (1989), 150-151.
[1084] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 193-194.
[1085] Müddessir: 74/4-5.
[1086] Râğıb, a.g.e., 112.
[1087] Razı, Tefsir..., X, 698-699; Bk. Esed, a.g.e., III, 1204.
[1088] Kaya, a.g.e., 82
[1089] Zılhoğlu, a.g.e., 217.
[1090] Zılhoğlu, a.g.e., 216-217.
[1091] Müslim, İman 147; İbn Mace, Dua, 10.
[1092] Zılhoğlu. 216-217.
[1093] Cebeci, a.g.e., 241. Akif Ergin-Cem Birol, Eğitimde İletişim, Ankara, 2000,
[1094] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 194-196.
[1095] Nisa: 4/63
[1096] Taha: 20/27
[1097] Buhari tıp 51nikah 47, Müslim,Cuma, 47,ebu davud edeb, 86, 87, Tirmizi, birr, 79.
[1098] Zılhoğlu, a.g.e., 133-134
[1099] Cebeci, a.g.e, 213.
[1100] Bk. Orhan Gökçe, İletişim Bilimine Giriş-İnsanlar Arası İlişkilerin Sosyolojik Bir Analizi, Ankara 2001,
[1101] Cebeci, a.g.e, 222.
[1102] İbrahim: 14/4.
[1103] Yusuf: 12/2; Zuhruf: 43/3; Duhan: 44/58
[1104] Abdurrahman Azzam, Rasul-i Ekrem'in Örnek Ahlâkı, çev. H. Karaman, İstanbul, ty., 88.
[1105] Bk. Selçuk, a.g.e. (2002), 243; Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. İ. Lütfi Çakan, "Hitabet ve İrşad açısından Kur'an-ı Kerim'de Süz Çeşitleri",. Din Şurasr Tebliğ ve Müzakereleri, (1-5 Kasım 1993) Ankara 1995, 249 vd; Bayraktar, a.g.e.(1997), 71-77.
[1106] Bakara: 2/263; Bk. Nisâ: 4/5, 8.
[1107] İsra: 17/28.
[1108] Nisa: 4/63.
[1109] Ahzab: 33/70.
[1110] Ta-Ha: 20/42-44.
[1111] İsra: 17/23.
[1112] Nur: 24/51.
[1113] Tarık: 86/13.
[1114] "Kavi" kelimesinin Kur'an'da, muhataplara göre kullanışı ile ilgili yorumlar için bk. Çakan, a.g.e. tb., 250 vd
[1115] Zılhoğlu, a.g.e., 181, 190, 196; Zühal Baltaş-Acar Baltaş, Bedenin Dili, İstanbul, 1998, 31.
[1116] Baltaş, a.g.e., 22.
[1117] Baltaş, a.g.e., 30.
[1118] Zılhoğlu, a.g.e., 190.
[1119] Doğan Cüceioğlu, Yeniden İnsan İnsana, İstanbul, 1997, 42, 44; Bk. Baltaş, a.g.e., 26.
[1120] Bk. Aydın, a.g.e. (2004), 85, 94-95.
[1121] Bk. Cüceloğhı, a.g.e. (1997), 45 vd.; Zılboğlu, a.g.e., 180, 217: Baltaş, a.g.e., 19,
[1122] Bilgin-Selçuk, a.g.e,, 140.
[1123] Hz. Peygamber'in bu konudaki uygulamaları için bk. Kazancı, a.g.e., 57-86, 137-185; Özbek, a.g.e., 125 vd.; Canan, a.g.e,, 122 ud.; Ebû Gudde, a.g.e., 74 vd.; Ahmet Önka], Rasulullahın İslâm'a Davet Metodu, Konya, 1984, 199vd.; Yusuf Macit, iletişim Psikolojisi Açısından Hz. Muhammed, (Basılmamış Doktora Tezi), Omüsbe, Samsun. 2002, 41-59, 82-102.
[1124] Bk. Selçuk, a.g.e. (2002), 244.
[1125] Bk. mesela, En'am: 6/108.
[1126] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 196-200.
[1127] Bk. Erden, a.8.e. 42.
[1128] Şuara: 26/3
[1129] Kehf: 18/6
[1130] Nahl: 16/37.
[1131] Lokman: 31/23
[1132] Fâtır: 35/887
[1133] Buhârî, Ashabu'n-Nebi, 9.
[1134] Selçuk, a.g.e. (2002), 133.
[1135] En'am: 6/104.
[1136] Bk. Selçuk, a.g.e. (2002), 134; Tan, a.g.e, İstanbul, 1992, 18-20.
[1137] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 200-203.
[1138] Cebeci, a.g.e., 286.
[1139] Ahkâf: 46/35.
[1140] Rûm: 30/60.
[1141] Müzzemmil: 73/10
[1142] Hud: 11/115.
[1143] Kasas: 28/56; Bk. Ayrıca En'am: 6/34; Ahkaf: 46/35; Şura: 42/48; Gaşiye: 88/21-22: Kalem: 68/48; Kâf 50/39; Yunus: 10/108-109; Mü'min: 40/55; Tûr: 52/48; Rûm: 30/60 vd.
[1144] Freedman ve dğr, a.g.e., 358.
[1145] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 203-205.
[1146] Neda Armaner, İnanç ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbiyesi, İstanbul, 1967, 48.
[1147] Armaner, a.g.e., 3-5.
[1148] Mualla Selçuk, Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler, Ankara, 1990, 54.
[1149] Kerim Yavuz, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983, 34-35.
[1150] Yavuz, a.g.e., (1998), 112.
[1151] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 205-206.
[1152] Rağıb, a.g.e., 835, İbn Manzûr, a.g.e,, XI, 734.; Asım Efendi, a.g.e, IV, 143.
[1153] Nisa: 4/81, Ahzab: 33/3.
[1154] Müzzemmil: 73/9; Bu konuda diğer ayetler için bk. Şuara: 26/217: Hud: Âl-i İmrân: 3/159; Ahzab: 33/3; Furkan: 25/58; Neml: 27/79.
[1155] Bakara: 2/216.
[1156] Mü'min: 40/44-45.
[1157]Tevbe: 9/129, 151; Ahzab: 33/48; Talâk: 65/3.
[1158] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 206-208.
[1159] Râğıb, a.g.e., 526; İbn Manzûr, a.g.e., V, 498.
[1160] Nahl: 16/98.
[1161] A'râf: 7/200; ayrıca bk Fussilet: 41/36; Mü'minûn: 23/97-98.
[1162] Kehf: 18/27.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 208-209.
[1163] İbn Manzûr, a.g.e., IV, 308-309; Dâmeğânî, a.g.e., 180 vd.
[1164] Râğıb, a.g.e., 259.
[1165] Hicr: 15/9.
[1166] A'râf: 7/205; Bk. İnsan: 76/25; Müzzemmil: 73/8.
[1167] Ankebût: 29/45; Haşr: 59/19..
[1168] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev. A. Açıkgenç, Ankara 1996, 64-65
[1169] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 209-210.
[1170] Râğıb, a.g.e, 324; İbn Manzûr, a.g.e., II, 471.
[1171] Razî, Tefsir..., XI, 334.
[1172] Râgıb, a.g.e., 324; İbn Manzûr, a.g.e., II, 471; Elmalılı, a.g.e., , IX, 6241
[1173] Saffât: 37/143-144.
[1174] Kalem: 68/28
[1175] İsrâ: 17/1.
[1176] İbn Mâce, İkamet, 179.
[1177] Fuad Abdulbaki, a.g.e., 339.
[1178] Râzî, Tefsir..., XI, 344.
[1179] Tâhâ: 20/130; Kaf: 50/40; Tûr: 52/48, 49; İnsan: 76/26.
[1180] Mü'min: 40/55; Furkan: 25/58; Nasr: 110/3; Hicr: 15/98; A'la: 87/1; Vakıa: 56/74, 96.
[1181] Asım Efendi, a.g.e., il, 650.
[1182] Alâk: 96/6-7.
[1183] Naziât: 79/17, 24.
[1184] Müddessir 74/3; Aynca bk. İsrâ: 17/111.
[1185] Elmalılı, a.g.e., c VIII, 5449.
[1186] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 210-212.
[1187] Tevbe: 9/103
[1188] Muhammed: 47/19.
[1189] Nisa: 4/106; Mü'min: 40/55.
[1190] Bk. Tirmizi, Dua, 1.
[1191] Peker, a.g.e., 123-126.
[1192] Bilgin-Selçuk, a.g.e, 230.
[1193] Hökelekli, a.g.e, 213-214.
[1194] Furkan: 25/77.
[1195] Bakara: 2/286.
[1196] Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul, 1972, 196.
[1197] İbn Manzûr, a.g.e., V, 25-26.
[1198] Etmalılı, a.g.e., K, 6246.
[1199] Müslim, Zikir, 41,
[1200] Buhârî, Daavât, 3; İbn Mâce, Edeb, 57.
[1201] Fetih: 48/1-2
[1202] Buhârî, Tefsir, Nasr Sûresi 110; Müslim, Salât 217. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 212-214.
[1203] Râğıb, a.g.e., 479; İbn Manzûr, a.g.e., III, 271.
[1204] Zâriyât: 51/56.
[1205] Nahl: 16/36; Hûd: 11/25-26, 50, 61-62, 84, 87; Mü'minûn: 23/23; Nûh: 71/3; A'râf: 7/65, 70, 73, 85, Neml: 27/45, Ankebût: 29/16, 36; Mâide: 5/72, 117; Fussilet: 41/14; Ahkâf: 46/21.
[1206] Hûd: 11/1-2.
[1207] Ra'd: 13/36; Neml: 27/91; Zümer: 39/2, 11. 14, 66
[1208] En’âm: 6/162.
[1209] Bilgin, a.g.e., 30.
[1210] Hökelekli, a.g.e., 234.
[1211] Hicr: 15/99, Meryem: 19/65..
[1212] İnşirah: 94/7.
[1213] Hûd: 11/123; İnşirah: 94/8.
[1214] Zümer: 39/66.
[1215] Hicr: 15/99.
[1216] Ankebût: 29/45; Tâhâ: 20/132; Hûd: 11/114; Kevser: 108/2
[1217] İsrâ: 17/79; Ayrıca bk., Müzzemmil: 73/2-7; İnsan: 76/26.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 214-216.
[1218] Freedman ve dğr, a.g.e, 355.
[1219] Cüceloğlu, a.g.e. (1997), 94-95.
[1220] Empati, bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecidir. {Bk. Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati, İstanbul, 1994, 135 vd.)
[1221] Buhârî, İman, 17; Müslim, İman, 135; Nesai, Siyam, 43. Bu konulardaki uygulamalar için bk. Özbek, a.g.e., 130 vd.; Canan, a.g.e., 122 vd.; Ebu Gudde, a.g.e., 89 vd.; Kazancı, a.g.e., 147 vd; Önkal, a.g.e. (1984).
[1222] Crechl ve dğer, a.g.e..," 377 vd; Freedman ve dsr, a.g.e., 369 vd; Kagıtçıbaşı, 186-190; Cebeci, a.g.e., 245 vd, 296 vd; Kaya, a.a e 98 vd
[1223] Bk. Kanad, a.g.e., II, 100.
[1224] Osman Necati, a.g.e, 156.
[1225] Bakara: 2/185
[1226] Bakara: 2/286; Bk. Nisa: 4/128; Maide: 5/6; Hac: 22/78.
[1227] Ebu Davud, Edeb, 22.
[1228] Buhârî, İlim, 11; Müslim, Cihad, 5.
[1229] Buhârî, İmarı, 29; Nesai, İman, 18.
[1230] Müslim, Bin, 77; Ebû Davud, Edeb, 10.
[1231] Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Fedail, 77-78.
[1232] Yusuf: 12/ 76, Al-i İmran: 3/ 7.
[1233] Bk. Özbek, a.g.e., 20-21, 215; Dodurgah, a.g.e., 28.
[1234] Dodurgah, a.g.e., 29.
[1235] Bayraktar, a.g.e. (1997), 82.
[1236] Bayraklı, a.g.e. {1980}, 159.
[1237] Morgan, a.g.e., 322.
[1238] Ahzab: 33/15.
[1239] Bu konuda örnekler ve açıklamalar için bk., Macit, a.g. t., 106 vd.
[1240] Konuyla ilgili ayetler için bk. Şuarâ: 26/109; A'râf: 7/29, 42; Şûra: 42/15; İnsan: 76/24; Müzzemmil: 73/10; Mü'min: 40/77; Ahkâf: 46/35; Mâide: 5/8, 13; Hûd: 11/49, 115; Mearic: 70/5; Kalem: 68/48; Sâd: 38/17; Hicr: 15/85; A'râf: 7/199; Bakara: 2/185, 233, 286, En'âm: 6/152; Nisa: 4/58, 128; Talâk: 65/7.
[1241] Fussilet: 41/34-35; Mü'minûn: 23/96.
[1242] Bk. Âl-i İmrân: 3/134, 259; A'râf: 7/199; Tevbe: 9/128; Hicr: 15/88; İsrâ: 17/28-29, 37: Fetih: 48/29; Hucurât: 49/6.
[1243] Abbas Mahmud el-Akkad, Hz. Muhammed'in Yüce Şahsiyeti, çev. Ali Hüsrevoğlu, İzmir, 1979, 37.
[1244] Bakara: 2/26, 261, 265; Âl-i İmrân: 3/137, 138; Nisa: 4/63; Mâide: 5/26-30; En'âm: 6/11; A'râf: 7/176; Hûd: 11/120; Yusuf: 12/3, 7, 111; İbrahim: 14/24-26; Nahl: 16/66; Kehf: 18/32-44; Tâhâ: 20/99; Hac: 22/73; Kasas: 28/26-49; Ankebût: 29/41; Zümer: 39/27, 29; Cuma: 62/5. Bbu yöntemlerin uygulamaları için bk. Ebu Gudde, a.g.e; Özbek, a.g.e.; Kazancı, a.g.e.; Önkal, a.g.e. (1984).
[1245] Mesela bk. Bakara: 2/189, 215, 217, 219, 220, 232; Mâide: 5/4; A'râf: 7/187.
[1246] Bk. Nahl: 16/43; Enbiya: 21/7.
[1247] Âl-i İmrân: 3/159.
[1248] Mesela bk. Bakara: 2/256; Yunus: 10/99, 108; İbrahim: 14/15; Zümer: 39/41; Şûra: 42/48; Ğaşiye: 88/22.
[1249] Bk. Bakara: 2/272; En'âm: 6/35; 149; Yunus: 10/108; Kehf: 18/29; Kasas: 28/56; Fâtır: 35/8; Zümer: 39/41; Zuhruf: 43/40; İnsan: 76/3.
[1250] İkbal, a.g.e., 101.
[1251] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 216-223.
[1252] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 225-228.
[1253] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 229-234.