KUR'AN'DA İNSAN VE HZ. MUHAMMED.. 3

-DİN EĞİTİMİ AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM... 3

ÖNSÖZ.. 3

I. Problem Ve Amaç. 3

II. Kaynaklar Ve Yöntem.. 5

III. Sınırlılıklar 6

1. KUR'AN'DA HZ. MUHAMMED.. 7

I. Risalet Öncesi Hayatından Kesitler 7

II. Risalet Görevinin Başlaması 8

III. Kuranda Başlıca Özellikleri 10

A. Beşer Olması 10

B. Nebî ve Resul Olması 11

C. Son Peygamber Olması 12

D. Risaletinin Evrenselliği 12

E. Alemlere Rahmet Olması 13

F. Ümmî Olması 14

G. İlâhî Gözetim Altında Olması 17

H. İlâhî Uyarıya Muhatap olması 18

1. Abdullah b. Vtntnü Mektûm'la İlgili Tavrı 19

2. Fakir ve Zayıf Müslümanlarla İlgili Tutumu. 19

3. Bedir Esirleri ile İlgili Uygulama. 20

4. Tebük Seferinde Münafıklara İzin Vermesi 20

5. Müslüman Olmayanlara Dua ve İstiğfar Etmesi 21

6. Zeynep b. Cahş İle Evlenmekte Tereddüt Göstermesi 21

7. Helâl olan Şeyi Kendisine Haram Kılması 22

İ. Ona İtaatin Allah'a İtaat Olması 24

J. En Güzel Örnek Olması 25

2. Kur'an'da İnsan Merkezli Eğitimin Temelleri 26

I. Fıtrat-Eğitim İlişkisi 27

II. İnsanın Yaratılışı 29

III. İnsanın Üstünlükleri 31

IV. İnsanın Zaafları 33

A. Zayıf Olması 33

B. Cahil Olması 34

C. Zalim Olması 34

D. Nankör Olması 35

E. Unutkan Olması 37

F. Azgın Olması 39

G. Aceleci Olması 40

H. Dünyaya Düşkün Olması 41

I. Hırslı Kıskanç ve Cimri Olması 41

J. Münakaşacı ve Mücadeleci Olması 42

K. Taklitçi Olması 43

V. Fıtrat Ve Bireysel Ayrılıklar 44

VI. İnanç Bakımından İnsan Tipleri 46

A. İnananlar 46

B. Ehli Kitab. 47

C. Müşrikler 50

D. Münafıklar 54

3. BİR EĞİTİMCİ OLARAK KUR'AN'DA HZ. MUHAMMED'İN NİTELİKLERİ 56

I. Görev İle İlgili Kavramlar 57

A. Tebliğ. 57

B. Davet 59

1. Hikmet 61

2. Güzel Öğüt 62

3. Mücadele. 63

C. Beyan. 64

D. Tezkiye. 65

E. Talim.. 68

H. Görevin Gerektirdiği Nitelikler 69

A. Uzman Olmak. 70

B. Güvenilir Olmak. 72

C. Samimi Olmak. 73

D. Adil Olmak. 74

E. Sevgi, Şefkat ve Merhametle Yaklaşmak. 75

F. Hoşgörülü ve Bağışlayıcı Olmak. 77

G. Mütevazı Olmak. 78

H.Giyim Kuşam, Fizik Görünüş ve Temizliğe Özen Göstermek. 78

I. Anlaşılır ve Etkileyici Dil 79

J. Yüksek Basan Beklentisi [Coşku] 81

K. Azimli ve Sabırlı Olmak. 82

L. Bilgi İnanç ve Hareket Bütünlüğü. 83

1. Güvenme/Tevekkül 83

2. Sığınma/İstiâze. 84

3. Yönelme/Bağlanma-Zikir 85

4. Yüceltme/Tesbih-Tekbir 85

5. Dua ve İstiğfar 86

6. İbadet/Kulluk. 87

III. Değerlendirme. 88

SONUÇ.. 91

BİBLİYOGRAFYA.. 92


KUR'AN'DA
İNSAN VE HZ. MUHAMMED

 

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, 1960 yılında Sivas'ta doğdu. İlk ve or­ta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1983 yılında Marmara Üniversi­tesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1984-1994 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı taşra teşkilatlarında murakıp, vaiz ve müftü olarak görev yaptı. 1986-1987 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Yabancı Dil Ağırlıklı Hizmetiçi Eğitim Kursunu tamamladı. Bir süre yurtdışında görevli olarak bulundu. 1993 yılında Marmara Üni­versitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Necip Fazıl'da Değerler adlı teziyle yüksek lisansını, 1996 yılında da İhvan-ı Safa'nın Eğitim Fel­sefesi adlı teziyle doktorasını tamamladı. 1994 yılında KTÜ Rize İla­hiyat Fakültesi Din Eğitimi Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi kad­rosuna atandı. Halen aynı Fakülte'de Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanlığı görevini yürütmektedir. [1]

 

 

-DİN EĞİTİMİ AÇISINDAN BİR YAKLAŞIM

 

ÖNSÖZ

 

Allah, insanı kendini gerçekleştirebilecek yeteneklerle yaratmış, bu yeteneklerin doğru bir biçimde açılıp gelişmesinde ona rehberlik etmesi için de peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Peygamberle­rin sonuncusu Hz. Muhammed, kitapların sonuncusu da Kur'an-ı Kerim'dir.

Bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed'in de görevi, kendisine verilen mesajı hedef kitleye tebliğ etmektir. Tebliğ, etkili bir iletişim ve eğitim-öğretim faaliyetini gerekli kıldığından Hz. Muhammed'in bu­lunduğu her ortam bir okul olmuştur. O, her zaman ve mekânda mu­hatapları ile iletişim yolları aramış, vahyin mesajını onlara tebliğ etme­ye ve bu mesaja uygun davranışlar kazandırmaya çalışmıştır. Yani onları eğitmiştir.

O, görevini tamamlamış ve kendisinden sonrakilere hem önemli bir miras, hem de ağır bir emanet bırakmıştır. Kendisinden sonra bu görevi üstlenenler de peygamber mesleğine sahip olmanın onuruyla ve emanet bilinciyle sorumluluklarını yerine getirmeye gayret etmiş­lerdir. Hz. Muhammed'in mesajının kısa sürede dünyanın geniş bir kısmına yayılmış olmasında içtimaî, siyasî, dinî vb. sebepler yanında, onun bahtiyar bir vârisi olmak için gösterilen bu çabaların rolü kuşku­suz büyüktür.

Günümüzde de eğitimcilerimiz bilhassa öğretmenlerimiz ve din görevlilerimiz bu görevi ifa etmeye çalışmaktadır. Çalışmamız, din eği­timi ve öğretimini birinci derecede ve muhatapla yüz yüze yerine ge­tirme konumunda olan bu insanlara mütevazı bir katkı sağlayabilirse amacına ulaşmış olacaktır.

Çalışmanın Giriş Bölümü'nde, araştırmanın problemi, alt prob­lemleri, amaç ve önemi, kaynakları, yöntemi ve sınırlılıkları ile ilgili açıklamalara yer verilmiştir. Birinci Bölüm'de, Hz. Muhammed'in ri­salet öncesi. ve risalet görevinin başlamasından sonraki hayatından önemli kesitlere yer verildikten sonra Kur'an'da açıklanan başlıca özellikleri incelenmiştir. İkinci Bölüm'de yaratılışı, yetenekleri, sorum­lulukları, üstünlükleri ve zaafları ile Kur'an'ın insan yaklaşımı üzerinde durulmuş, ayrıca Kur'an'da inanç bakımından insan tipleri tahlil edil­miştir. Üçüncü Bölüm’de vahyin Hz. Muhammed'den bir eğitimci ola­rak istediği nitelikler belirlenerek bunlar eğitim, iletişim vb. ilgili bilim­lerin verilerinden yararlanılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Araştırma sonunda ulaşılan neticeler ve bunlara dayanarak sunulan öneriler ise Sonuç Bölümü'nde özetlenmiştir.

Bu hale gelmesi yedi yılı bulan bu eserin oluşumunda gösterdikle­ri sabır ve özveri için aile bireylerine ayrı ayrı teşekkür borçluyum.

Konu seçiminden eserin tamamlanmasına kadar her safhada gös­terdiği yakın alâkadan dolayı Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı Beyefendi'ye şükranlarımı sunuyorum. Birikimleriyle eserin olgunlaşmasına katkıda bulunan Prof. Dr. Mualla Selçuk Hanımefendi'ye, Prof. Dr. Halis Ayhan, Prof. Dr. Selahattin Parladır, Prof. Dr. M. Şevki Aydın ve Prof. Dr. N. Yaşar Aşıkoğlu Beyefendilere müteşekkirim.

Üzerimde hakkı bulunan ve burada tek tek sayamadığım bütün hocalarımı, meslekdaşlarımı, arkadaş ve dostlarımı şükran ve minnet­le yadetmek de benim için zevkli bir vazifedir.

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Salât ve selâm, insan­lığın yolunu aydınlatan peygamberlere, onların hatemi Hz.' Muhammed'e ve onların yolunda olanlara...

Ahmet Koç Mart 2005 [2]

 

I. Problem Ve Amaç

 

Bireyin kendini gerçekleştirmesi ve çevreye uyum sağlaması için gerekli süreçleri oluşturmak eğitimden beklenen temel görevdir. [3] An­cak bireyin yeteneklerinin, ihtiyaçlar ve beklentiler ile birlikte ele alın­ması ve çatışmaya yol açmayacak bir bütünlük içerisinde geliştirilme­si kolay olmamaktadır.

İnsan yetenekler, ihtiyaçlar ve beklentiler bakımından oldukça kar­maşık bir yapıya sahiptir. Hayata tutunabilmesi ve varlığını sürdürebil­mesi için yeme, içme, uyuma, dinlenme, barınma vb. bir takım fizyo­lojik ihtiyaçları yanında; güvenlik, sevgi, bağlanma, saygınlık, özgür­lük, bilme, anlama, keşfetme vb. psikolojik ve sosyal ihtiyaçları da vardır. Bu ihtiyaçlar zamanla çeşitlenerek karmaşık bir hal almaktadır. [4]

Araştırma sonuçları, insan davranışlarının, biyolojik ve fiziksel dünyanın algıya giren işaretlerine göre yapılan tepkilerden ibaret ol­madığını ortaya koymaktadır. Buna göre, insan birçok davranışını al­gı planında belirlediği ilişkilere göre yapmaktadır. Fakat insan, biyolo­jiye bağımlı bu davranışlardan başka, biyolojik ihtiyaçlarının ve fiziksel dünyanın zorlaması olmadan kendi tasavvur dünyasında kararlaştırdı­ğı eylemler de yapmaktadır. İnsan dış dünyayı zihnine taşımakla ve dış dünyanın güdümünde olmadan düşünme işlemleriyle yeni sonuçlara ulaştığı gibi; kendi düşüncelerini sembollerle temsil ettiği için onlar üzerinde de düşünebilmektedir. Yani, insanın biyolojik planda yaşa­masını sürdürmesinden ayrı olarak, sembolik planda kararlaştırdığı eylemlerle inşa ettiği bir hayatı daha vardır.

İnsan, medeniyetler ve kültürler kurarak doğadan yararlanma yol­ları bulmuş ama bununla tatmin olmamıştır. Doğa olaylarının arkasın­da ne olduğunu, olayları doğuran sebepleri, güçleri merak etmiştir. Bi­yolojik ihtiyaçlarını somut algılarına göre somut tepkiler yaparak kar­şılamakla yetinmemiş, soyut düşünce planında doğayı sorgulamaya, etrafında olup bitenlere anlam vermeye de çalışmıştır. [5]

Etrafında olup biteni anlama ve hayatı anlamlandırma çabası için­de nereden geldiği, varlık alemindeki yeri, neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış olduğu, doğumla ölüm arasına sıkıştırılmış hayatta görev ve sorumlulukları, bu hayatın kaçınılmaz sonu olan ölüm ve sonrası ile ilgili tecessüsleri onu diğer varlıklardan ayıran ve cevap bekleyen temel sorular olmuştur.

İnsan mutlu, huzurlu ve yaşanmaya değer hayatın sırlarını ara­maktadır. Bunlara ulaşsa bile sonlu bir hayatı kabule yanaşmamakta, sonsuzluğu arzulamaktadır.

Bu metafizik sorulara ve beklentilere tarih boyunca dinler, felsefi sistemler, çeşitli fikir akımları, ideolojiler cevap aramıştır. İnsanın bu soru ve sorunlarına diğerleri yanında vahyin sunduğu imkânlar önem­li açılımlar getirmiş çoğunlukla da daha doyurucu bulunmuştur.

Öte yandan insan her zaman ve mekânda herkes ve her şeyle et­kileşim içerisindedir. Bu etkileşim yapıcı olduğu kadar yıkıcı da olabil­mektedir. [6] İnsan üzerinde değişikliğe sebep olan her türlü etki, eğiti­min sınırları içerisinde düşünüldüğüne göre [7] yaşarken hepimiz eğiti­yor ve eğitiliyor, öğreniyor ve öğretiyoruz demektir. Eğitim genellikle bu etkileşimin olumlu yöndeki planlı ve kasıtlı tarafını ifade etmek için kullanılmakta  [8] ise de, sonuçları açısından insanda davranış değişikliği­ne yol açan her etkileşim formal veya informal olsun birbirlerinin ya­nında ve çoğu zaman iç içe işlevlerini sürdürmektedir.

Formal eğitimde, eğitim sürecine giren kişinin davranışlarında do­layısıyla kişiliğinde meydana gelmesi istenen farklılaşmaları belirleyen, eğitilecek kişinin kazanması gereken davranış ölçütlerini ortaya koyan amaçlar  [9] neler olmalıdır? Bu amaçlar hangi kurumlar ya da kişiler ta­rafından belirlenecek, nasıl ve kimler tarafından gerçekleştirilecektir? Programdaki hedeflerin tespiti ve hiyerarşisi, muhtevanın sistematiği, eğitim-öğretim yaşantılarının seçimi ve değerlendirilmesi neye göre yapılacaktır?

Keza, insanın informal etkilere açık oluşu, onun yaşam içinde kendiliğinden oluşan bir süreçte gelişigüzel bir şekilde olumlu ve olum­suz olarak etkilenmesine yol açmaktadır. Oysa bireyin etkileşimde bu­lunduğu çevre şartları daha geniş ve büyük ölçüde kontrol altına alı­nabildiği oranda istenilen insanın yetiştirilmesi şansı artacaktır. [10] O halde gelişigüzel oluşan süreç hangi oranda kontrol altına alınabilir? Ya da en azından olumsuz etkiler nasıl azaltılabilir?

Bunlar, eğitim biliminin sürekli tartıştığı konulardır. Bu tartışmala­rı yönlendiren temel faktör de yetiştirilecek insanın niteliği, bir başka deyişle nasıl bir insan yetiştirmek istediğimizdir. Dolayısıyla bütün eğitim sistemleri ve felsefeleri her türlü eğitim-öğretim durumlarını oluştururken insana yükledikleri anlamdan yola çıkmaktadır.

Din eğitimi bilimi de, dinin mahiyetine uygun olarak insan varlığı­nın bütünü ile ilgilenmektedir. İnsanın hayatını, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele almakta, yani insanla insan olarak ilgilenmektedir. [11] Farklı disiplinlerin araştırmalarından da faydalanarak aranan ve ara­yan varlık olarak insanı araştırmak, din eğitimi biliminin temel amaç­larından sayılmaktadır. [12] Bunun için öncelikle insanın ne olduğu, kabiliyetlerinin, ilgilerinin, tutumlarının, güçlü ya da zayıf yönlerinin ne­ler olduğunun bilinmesine ihtiyaç vardır.

Semavi dinlere göre Allah, insanı yaratmış, aranan ve istenen in­san olmanın ve insanca yaşamanın yollarını yine insanlar arasından seçtiği elçilerin yürüttükleri eğitim-öğretim faaliyetleriyle göstermiştir. Allah her topluma bir peygamber göndermiştir. İlk insan aynı zaman­da bir peygamberdir. Peygamberler yeryüzünde Allah'ın buyruklarını O'nun adına insanlara tebliğ eden, onları öğreten kişilerdir. Bu bakım­dan onlar, Allah tarafından görevlendirilen eğitimcilerdir. Öteki eği­timcilerden farkları eğitim ve öğretimi Allah adına yapmış seçkin ve örnek kişiler olmalarıdır. [13]

Kendinden önceki kutsal kitapları doğrulayan Kur'an [14] Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim görevini açık bir şekilde ortaya koymakta­dır. [15] Vahyin inişi ile birlikte Hz. Muhammed, Kur'an'a dayanarak in­sanlara yaşayan bir örnek olmak suretiyle bir yandan bilinmeyenleri bilinir hale dönüştürmeye, yani kendisi öğrenmeye, bir yandan da kendine bildirilenleri öğretmeye başlamıştır. [16]

Kur'an'ın bildirdiğine göre Allah, Hz. Muhamrned'in peygamber­liğini tasdik etmek ve ona inanmak üzere diğer peygamberlerden söz almış ve kendisi de ona tanıklık etmiştir. [17] Dolayısıyla Hz. Muhammed'in mesajı kendinden önceki bütün peygamberlerin mesajını da kuşatan ve her çağın insanına hitab eden evrensel bir özellik taşımaktadır.

O halde bu evrensel mesajın insan tanımı ve ona yüklediği an­lam nedir? Kur'an insanın birtakım üstünlüklerine aynı zamanda zaaflarına işaret etmektedir. Bu zıt eğilimler nasıl telif edilecektir?

Diğer yandan, din eğitimi ve öğretimindeki başarı veya başarısız­lık öncelikle ve büyük ölçüde bu görevi yürütmekte olanların kişisel ve meslekî nitelikleri ile yakından ilişkilidir. Allah tarafından terbiye edilmiş [18]

ve muallim olarak gönderilmiş [19] olan Hz. Muhammed'in başarılı bir eğitimci olduğu, eğitim-öğretim faaliyetlerini etkili bir biçimde gerçek­leştirdiği ise ona inanan inanmayan herkesin teslim ettiği ve tarihen de sabit olan bir hakikattir.

O halde Vahyin, Hz. Muhammed'den bir eğitimci sıfatıyla iste­diği nitelikler nelerdir? Onun eğitim-öğretim görevini başarıyla ta­mamlamasında etkili olan kişisel ve görevle ilgili nitelikleri günü­müz şartları ve ihtiyaçları doğrultusunda nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız?

Eğitim-öğretimin bir gereği olarak insanlarla etkili bir iletişim kurabilmek ve onlara rehberlik edebilmek için gerekli bilgi, bece­ri ve davranış biçimleri nelerdir?

İşte bu sorulara cevap arayan çalışmanın amacı, evrensel mesajın insana yüklediği manadan hareketle, Allah'ın insanlar arasından seç­tiği, terbiye ettiği ve '"en güzel örnek" olarak takdim ettiği Hz. Mu­hammed'in, "muallim" sıfatıyla Kur'an'da öne çıkan kişisel ve görev­le ilgili niteliklerini anlamaya, açıklamaya ve modellemeye çalışmaktır. Eğitimcinin, faaliyetlerinde etkili ve verimli olabilmesi için herhalde ve her şeyden önce kendini ve muhatabını tanıması gerekir. Buradan ha­reketle bu çalışmada, kendimizi tanımamıza ve değerlendirmemize yardımcı olması için vahyin bir eğitimci olarak istediği nitelikleri ince­leyerek Hz. Muhammed'in modellenmesine; muhatabı tanımamıza yardımcı olması için de vahyin insan telakkisinin ortaya konulmasına gayret edilecektir.

Bu çalışmanın pratik amacı ise, her kademedeki din eğitimcisinin, dini öğretme sorumluluğu taşıyan ve bunu görev bilen herkesin, gö­revlerini yerine getirirken yararlanacağı eğitsel sonuçlara ulaşmaktır. Bununla birlikte, çalışmanın hedef kitlesini "öğretmenler" ve bilhassa "din görevlileri' oluşturmaktadır. [20]


II. Kaynaklar Ve Yöntem

 

Bu araştırmada ana kaynak Kur'an-ı Kerim'dir. Zira Hz. Muham­med'in  eğitimi,   Kur'an'da  öngörülen  esaslara  dayanmaktadır. O Kur'an'ı tebiiğ etmiş, Kur'an'ı yaşamıştır [21] Hadis, tefsir, kelam, İslam tarihi vb. ilahiyat bilimlerinin kaynakları,, ayetlerin anlaşılmasını, olgu ve olayların betimlenmesini, açıklanmasını ve yorumlanmasını destek­leyen diğer malzemelerdir Bunlar, vahyin tarih içerisindeki anlaşılma ve uygulanma biçimlerini ortaya koyan önemli bir mirastır. Bunların daima yeniden keşfedilmesi, eleştirel bir yaklaşımla anlaşılıp yorum­lanması ve bugüne taşınması gerekmektedir. İlahiyat bilimlerinin her biri bunları bugün ulaşılan imkânları ve mevcut sorunları da dikkate alarak kendi metodolojisi ile anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadır.

Din eğitimi bilimi, öğretime müsait kılınacak muhtevayı belirlerken büyük ölçüde ilahiyat bilimlerinden, bu muhtevanın öğretime müsait kı­lınmasında da eğitim bilimlerinin yorumlarından yararlanmak durumun­dadır. Bu çalışmada, vahyin insan yaklaşımı ve Hz. Muhammed'den bir eğitimci olarak istediği kişisel ve görevle ilgili niteliklerin betimlenmesi, açıklanması ve yorumlanmasına katkı sağlayacak ilahiyat bilimleri, eği­tim bilimleri, din bilimleri ve sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerinden ve bu alanlarda yapılmış bilimsel çalışmalardan yararlanılmıştır.

Araştırmamızda Manevi Bilimsel Yöntem esas alınmıştır. Bu yöntemin merkezinde "anlama" kavramı yer almaktadır. "Anlama"da sübjektif yaklaşımlardan tamamen kurtulmak mümkün olamayacağı için bilimsel bir yöntemde olması gereken genel geçerlilik ilkesinin yerine gelmesi de bir sorun olarak gözükmektedir.

Bilimsel çalışmalarda "genel geçerlilik" konusu tartışılmıştır. Bu tartışmalarda tabiat bilimlerinde bir bilginin genel geçerliliğinden söz edildiği vakit, bu bilginin bilen insanın kabiliyet ve eğilimleri ile o an­daki ruh durumundan bağımsızlığı kastedilmiştir. Ancak manevi bilim­ler teorisi ile ilgili çalışmalar, bu genel geçerlilik ilkesinin manevi bilim­lere aktarılamayacağını göstermiştir. Buna göre, manevi bilimlerde konusunda her vakit yeni tartışmalara götürecek ve köklü yorumlayışları gerektirecek bir gerçeklik yeterli görülmektedir. Genel geçerlilikle ilgili olmayan bu çeşit bir gerçeklik, sübjektiflikle ilgili olan rastgelelikten, keyfi irade ve boş spekülasyonlardan tamamıyla farklıdır. Keyfi irade ve boş spekülasyonlar yaratıcı bir tartışmaya imkân vermezler. Çünkü bunların gerçek bir dayanakları yoktur. Oysaki dayanak, bilgiyi daha ileri götüren yeni yorumlamalar için bir çıkış noktasıdır. Kısa­ca, manevi bilimlerdeki bilginin objektifliği, dayanaklar üzerine temellendirildiği için, aynı konunun bütün insanlar tarafından aynı tarzda ve bundan dolayı da genel geçerliliği olacak bir şekilde kavranması ge­rekmez diye düşünülmektedir. [22]

Manevi Bilimsel Yöntemde anlama, eğitim bilimi araştırmaların­da doğal bir tamamlayıcı olarak kabul edilmekte ve anlama olmaksı­zın sosyal bilimsel bir araştırma mümkün görülmemektedir. Bununla birlikte eğitim biliminde anlamanın yalnız metne bağlı kalmayıp eği­tim gerçekliğine de dayanması beklenmektedir.

Bu çalışmanın temel referansı vahiydir ve doğal olarak bir metne bağ­lılık söz konusudur. Bu yönüyle çalışmada normatif bir yaklaşımdan söz edilebilir. Kutsal metinler, gelenek ve bunların normları olmaksızın din eğitiminden bahsetmenin mümkün olamayacağından hareketle normatif yaklaşımların din eğitimi bilimi açısından gerekli ve önemli olduğu kabul edilmektedir. [23] Ancak bu araştırmada, merkezde vahiy olmakla birlikte, vahyin günün şartları ve birikimi doğrultusunda anlaşılması, sorunların uy­gulama ile bağlantı kurularak ve eğitim gerçekliği yorumlanarak ele alın­ması bakımından Manevi Bilimsel Yöntem ağırlık kazanmıştır. [24]

 

III. Sınırlılıklar

 

Araştırmada betimleme, açıklama, teori ve ilkelere ulaşma eylemle­rinin bilimsel bir disiplin içerisinde yapılmaya çalışılmasına rağmen "anlama"ya dayalı çalışmalarda bir takım sübjektif yorumlardan ve yargılar­dan tamamen kurtulabilmek elbette mümkün değildir. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi dayanakları olan yorumlardaki sübjektiflik, en azın­dan manevi bilimler için objektif olmamak anlamına gelmemektedir.

Çalışmada vahyin referans alınmış olması doğal olarak teorik boyu­tun ağırlığını arttırmakta bu durum anlama, açıklama ve yorumlama­da teori-pratik arasındaki dengenin kurulmasında bir takım güçlüklere yol açmaktadır. Söz gelimi kutsal metinde geçen kavramların eğitim bilimleri diline aktarılması kolay olmamaktadır.

Kavramlar belirli muhtevaları yansıtırlar. Bu muhtevalar insanların ortak anlayış ve nitelendirmeleriyle oluşmuştur. Dolayısıyla hiçbir kav­ram, bir zamanda kazandığı anlam ve muhtevayı hiç değiştirmeksizin sonsuza kadar taşıyamamaktadir. Üstelik farklı bilimsel disiplinler, ay­nı harflerle ve seslerle ifade edilen kavram kelimelerine farklı muhte­valar yüklemektedir. Bu farklılık, birbiri ile alışverişte bulunmayan ve­ya çok az bulunan bilimler açısından problem yaratmaktadır. Mesele­ye bu açıdan bakıldığında din eğitimi bilimi ile diğer ilahiyat bilimleri arasında önemli zorluklar yaşanmaktadır. [25]

Bu nedenle kavramların analizinde öncelikle o dildeki karşılıkları­nın tespiti, zaman içerisinde nasıl anlaşıldığı ve bu gün için nasıl anla­şılabileceği üzerinde durulmuştur. Bunun için de hem klasik, hem de çağdaş lügat ve tefsirlere sıklıkla başvurulmuştur. Bunların yanı sıra ila­hiyat bilimlerinin, sosyal bilimlerin ve eğitim bilimlerinin literatürün­den ve çağdaş bilimsel çalışmalardan yararlanılmıştır.

Çalışmada insanın yaratılışı, yetenekleri, üstünlükleri, zaafları, inanç bakımından ortaya koyduğu psikolojik özellikleri üzerinde de durulmuş­tur. Bu bize din eğitimi ve öğretiminde, dini iletişimde muhatap olarak insanın genel eğilimlerini göstermekte ve bu süreçlerin etkili biçimde iş­lemesi için önemli ipuçları vermektedir. İnsanı gelişim basamaklarına ve çağlarına göre incelemek ve her bir dönemin ve gelişim alanının ayrı ay­rı incelenmesi bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır.

Hz. Muhammed'in peygamber olarak misyonu çok kapsamlıdır. Bu yönüyle kuşkusuz özel nitelikleri ve görevleri vardır. Çalışmanın bi­rinci bölümünde bunlara işaret edilmiştir. Ancak esas olarak onun bir eğitimci olarak sahip olduğu nitelikler incelenmiştir. Bunların incelen­mesi ile aynı zamanda dini iletişimde kaynağın önemi ve nitelikleri üzerinde durulmuş olmakta; mesaj, kanal vb. diğer iletişim unsurları­na ise dolaylı olarak temas edilmektedir.

Kur'an'da sunulan bütün eğitim-öğretim durumları ve Hz. Muhammed'in bu konudaki uygulamaları çalışmanın sınırlarını zorlamakta, üste­lik böyle bir amaç da taşınmamaktadır. Bu nedenle bunlar ayrı başlıklar al­tında incelenmemiştir. Bunun yerine çalışmanın ilgili kısımlannda gerekli bağlantılar ve atıflarla konunun zihinlerde bütünleşmesi hedeflenmiştir. [26]

 

1. KUR'AN'DA HZ. MUHAMMED

 

Hz. Muhammed'i doğru anlamak ve modelleyebilmek için onu bütün yönleriyle tanımak gerekir. Onun eğitimci kimliğine geçmeden önce insan ve peygamber olarak kimliğini incelemenin yararlı olaca­ğı düşünülmektedir. Bunu bize sağlayacak olan en sağlam kaynak kuş­kusuz Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an, birinci kaynak olmak üzere konuy­la ilgili diğer güvenilir kaynaklardan da yararlanılacaktır. Bunun için öncelikle hayatına dair önemli bilgiler iki aşamalı olarak ve ana hatla­rıyla incelenecektir. Birinci aşamada doğumundan peygamberlik gö­revi verilinceye kadar olan; ikinci aşamada peygamberlik görevinin başlamasından itibaren olan dönem incelenecektir. Bunlardan sonra da Kur'an'da sayılan özellikleri ele alınacaktır. [27]

 

I. Risalet Öncesi Hayatından Kesitler

 

Kur'an'da bazı peygamberlerin doğumu, çocukluk dönemi ve gençliği hakkında bilgilere rastlamak mümkündür. [28] "O, seni yetim bulup, barındırmadı mı?" [29] ayetinde işaret edilen yetimliği dışın­da Hz. Muhammed'in çocukluk dönemi ile ilgili Kur'an'da doğrudan bilgiler verilmemektedir.

Diğer kaynakların bildirdiğine göre Hz. Muhammed 571 yılında, Fil Olayı'ndan elli-ellibeş gün sonra kamerî aylardan Rebîu'l-Evvel ayının ontkisinde Pazartesi gecesi Mekke'de doğmuştur. Babası Ab­dullah, Hz. Muhammed henüz ana rahmindeyken vefat etmiştir. Hayatının ilk dört yılını çölde yaşayan Benî Sa'd kabilesinin yanında sütannesi Halime iie geçirmiştir [30]. Altı yaşında annesi Amine'yi, sekiz yaşında dedesi Abdulmuttalib'i kaybetmiş, bundan sonra dedesinin vasiyetine uygun olarak amcası Ebu Talib'in yanına geçmiştir. [31] Hz. Muhammed'in bu dönemde bir süre çobanlık yaptığı [32] ve on-oniki yaş­larında, Ebu Talib ile ticaret için Şam yolculuğuna çıktığı da rivayetler­den anlaşılmaktadır. [33]

Ondört-onbeş yaşlarında Ficar Savaşları'na ve bu savaştan kısa süre sonra yapılan Hilfülfudul Antlaşması'na katılmıştır. Yirmibeş yaşlarında, çevresinde zengin ve saygın birisi olarak tanınan Hati­ce'nin ticaret kervanını Basra'ya götürmüş ve başarı ile neticelenen bu ticaretten sonra Hatice ile evlenmiştir. Bundan sonra eşinin evin­de ikamet etmek üzere Ebu Talib'in yanından ayrılmıştır. Evliliklerinin ilk yıllarında Hatice'nin malı ile ticarete devam emiştir. Otuzbeş yaşla­rında Kabe'nin tamiri sırasında Hacerü'l-Esued''in yerine konulması esnasında çıkan tartışmada hakemlik yapmış, herkesin kabul ettiği bir çözüm yolu bularak kendisine duyulan güveni ve saygınlığı pekiştir­miştir. [34]

"Ve Rabbin seni fakir bulup zengin etmedi mi?" [35] ayeti, Hz. Muhammed'in risalet öncesi ekonomik durumu ile ilgili ipuçları vermektedir. O zamanki Mekke toplumunda maddî varlık, itibar için önemli bir ölçü sayılmaktadır. Ticari hayat ve evliiik, Hz. Muhammed'i ekonomik yönden güçlendirmiş, toplum içindeki yerini de sağlamlaştırmıştır.

O dönemde Mekke'de yaygın olan putperestliğin yanı sıra Hıris­tiyanlık ve Yahudiliğe mensup insanların da olduğu bilinmektedir. Bunların dışında putlardan uzak tek tanrı inancına sahip bazı haniflerin varlığından da bahsedilmektedir. [36]

Putperestlikten uzak olmasına rağmen, [37] hakikat arayışında Hz. Muhammed'in pek de huzura kavuşmuş olmadığı Kur'an'ın şu beya­nından anlaşılmaktadır:

"Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mı?" [38]

Nitekim Hatice ile evlenmesinden bir müddet sonra Mekke yakınla­rındaki Hira Mağarasına gidip gelmeye başlamıştır. Anlatıldığına göre, Hz. Muhammed, o dönemlerde yalnız kalmaktan hoşlanıyor, Hira Mağarası'na çekiliyor günler ve geceler boyunca orada ibadet ediyordu. [39]

Burada günlerini bazen de haftalarını yalnız başına dua ve tefek­kürle geçirmektedir. O günlerdeki inanışlar ve sosyal düzen, bilhassa sosyo-ekonomik eşitsizlik, hileli ticari uygulamalarla kazanılan zengin­lik, bu zenginliğin fakir, yetim ve mazlumlara harcanmayıp sorumsuz­ca heba edilmesi vb. toplumsal sorunlar, üzerinde düşünmeye değer konulardır. [40]

Tarihe mal olmuş kişilerin yetişmesinde yaşadıkları çağın ve çevre­nin büyük etkileri olmuştur. Hz. Muhammed'in hayatı incelendiğinde kendi çağı ve çevresinin etkilerinden uzak kaldığı görülmektedir. Deni­lebilir ki, daha doğmadan babasını ve doğduktan kısa bir süre sonra da annesini ve terbiyesi üzerinde etkili olacak diğer hamilerini kaybeden Hz. Muhammed, bizzat Allah'ın terbiyesinde risalete hazırlanmış, kişi­liğini oluşturan ve büyük gelişimi sağlayan etken vahiy olmuştur:

"...Allah sana ilâhî kelamı indirmiş, hikmeti ve bilmedikleri­ni öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü gerçekten büyüktür." [41]

Hz. Muhammed'in;

"Beni Rabbim terbiye etti ve en güzel şekil­de terbiye etti" [42] sözü de bu hususa işaret etmektedir.

Hz. Muhammed risalet öncesi hayatını kendi toplumu içinde ge­çirmiştir. Hayatının hiçbir yanı onlardan saklı değildir. Gençliğinde de "el-Emin" olarak tanınmaktadır. [43] Risalet vazifesinden önce kırk yıl­lık bir zaman içinde ilahiyat, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk ve iktisatla ilgili şeylerden hiç bahsetmemiş, etkileyici bir hitabına rastlanmamış­tır. Tanrı, melekler, semavi kitaplar, geçmiş peygamberler, eski üm­metler, Kıyamet, ölümden sonraki hayat, Cennet-Cehennem hakkın­da herhangi bir şey söylememiştir. Güvenilir bir kişiliği vardır ama risalete kadar hayatında olağanüstü bir değişikliğe rastlanmamıştır. An­cak Hira'dan çıktığında çok şey değişmiştir.[44]

Hz. Muhammed'in, peygamber olmadan önce vahiy konusunda bilgisi olmadığına Kur'an işaret etmektedir:

"De ki: Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben on­dan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım, düşünmüyor musu­nuz?"' [45] Bu ve benzeri ayetlerde [46] peygamberlik görevi verilmeden önce böyle bir göreve namzet olduğunu ne kendisinin ne de bir baş­kasının bilmediği açıkça ifade edilmektedir.

Hz. Muhammed'in peygamberlik görevinden önce toplum içeri­sinde bilinen özelliği dürüst ve güvenilir oluşudur. Sade bir hayat ya­şamıştır. Akrabalarıyla ilgilenen, güçsüzlerin yardımına koşan, yoksul­lara yardım eden, misafire ikram eden birisidir. [47]

Kısaca ifade etmek gerekirse, Hz. Muhammed'in peygamberlik­ten önceki hayatında yetim, öksüz ve evliliğine kadar fakir sayılabile­cek bir hayat yaşadığı, bu dönemde çobanlık ve zaman zaman da ti­caret yaptığı bilinmektedir. Yaşadığı çevrede mevcut olan dinlerden hiç birisine girmediği, putperestlikten tamamen uzak olduğu da rivayetlerden anlaşılmaktadır. Çevresinde öne çıkan vasfı ise "Emin" olu­şudur. O zamanki cahiliye toplumunda geçerli olan örf, adet ve anlayışlan benimsemediği hatta bunlardan uzaklaşmak için senede bir ay Hira'da inzivaya çekildiği de rivayetler arasındadır. [48]

 

II. Risalet Görevinin Başlaması

 

Peygamberlik gelmeden önceki son dönemlerini münzevi bir şe­kilde tefekkürle geçiren Hz. Muhammed'in, bu dönemde gün ışığı ka­dar berrak, sadık rüyalar gördüğü, bazı olağanüstü hadiselere muha­tap olduğu bildirilmektedir. [49] Bu haller onu daha sonra yaşayacağı vahyin ağırlığına hazırlar gibidir. Kaynakların bildirdiğine göre, 610 yılının Ramazan ayında Hira'da bulunduğu bir sırada Cebrail ilk vah­yi getirmiştir. Bunlar "Oku!" emri ile başlayan Alâk Sûresi'nin ilk ayetleridir. [50]

Hz. Muhammed, büyük bir heyecan ve korku içerisinde evine ge­lip durumu eşi Hatice'ye anlatmış, o da kendisini sakinleştirmeye ça­lıştıktan sonra, o zaman Yahudilik ve Hıristiyanlık hakkında bilgisi olan, Tevrat ve İncil'i okuyan ve söylediklerine itibar edilen amcasının oğlu Varaka fa Nevfel'e durumu iletmiştir. Hz. Peygamber'in yaşadık­larını dinleyen Varaka şunları söylemiştir:

"Bu gelen, Musa'ya da ge­len Cebrail'dir. Sen bu ümmetin Peygamber'i olacaksın..."  [51]

İlk vahyin gelmesiyle yaşanan bu coşkudan sonra bir fetret devre­si olmuş, bir müddet yeni bir vahiy gelmemiştir. [52] Fetretin ne kadar sürdüğü hakkında ise kesin bir bilgi yoktur. [53]

Rivayetlerde göre, fetret döneminde Hz. Peygamber, büyük bir yeis ve üzüntü hali yaşamış, ailesinden uzaklaşmıştır. Bu dönemde ge­nellikle Kabe'nin etrafındaki avluda yatıp kalkmaktadır. Artık kendisi­nin ilgisini çeken yegâne şey; ruh ve gönlünü arındırmak ve kim olur­sa olsun herkese iyilik yapıp yakınlık göstermektir. İçine girdiği bu sert disiplin halinin, kalpteki varsa en ufak bir lekeyi bile söküp atması ve dünya hayatı ile ilgili en sonuncu alâkayı da tasfiye etmesi gerekmek­tedir. Böylece o, diğer bütün insanlar gibi insan kalmakla birlikte, her bir hareketi, her bir sözü ve her arzusu İlâhî irade içinde şekillenmek­tedir. Bazı kimselerin Allah'ın onu artık terk ettiğini söylerheleriyle, vahye duyulan iştiyak daha da artmıştır. [54] Bu durum risalet için önem­li bir psikolojik sürecin yaşandığı ve bütün hazırlıkların tamamlandığı izlenimini vermektedir.

Cebrail, şimdi yeni bir vahiyle gelmiştir: [55]

"...Rabbin seni bı­rakmadı ve sana darıtmadı. Senin sonun, ilkinden iyi olacak­tır. Rabbin, sana bağışta bulunacak ve sen de hoşnut ola­caksın...” [56]

Bundan sonra vahiy, tamamlanıncaya kadar kesintisiz bir sürece girmiştir, ilk nazil olan ayetler, Hz. Muhammed'in zihinsel ve duygu­sal yönden takviyesi ile ilgilidir.

Bunlardan Alâk Sûresi, her şeyi yaratanın Allah olduğunu, bütün insanlar için gerekli her şeyi hazırlayan ve cömertçe takdir ve tahsis eden, bilhassa öğrenme, öğrendiklerini 'kalem" denen vasıta ile başkalarına nakletme yeteneğini insana bağışlayanın Allah olduğunu beyan etmektedir.

Duhâ Sûresi'nde, Allah'ın üstün kuvvet ve kudretinden başka, Hz. Peygamber'in risalet öncesindeki zihinsel, duygusal ve ekonomik yön­lerden yardıma ve desteğe muhtaç bazı hallerine işaret edilerek ihti­yaç sahiplerine maddî ve manevî alanda yardım etme vazifesine dik­kat çekilmektedir.

Müzzemmil Sûresi'nde, ağır bir göreve hazır olması istenmekte­dir:

"Ey örtülere bürünen! Gece biraz ilerleyince [namaz için] kalk; gece yarısı -biraz önce ya da sonra- [kalk] ve ağır ağır, duyarak Kur'ân oku. Doğrusu biz, sana [sorumluluğu) ağır bir mesaj tevdi edeceğiz..."

Müddessir Sûresi'nde, "kalk ve insanları uyar" emri verilir­ken, inkarcıların bazı özelliklerine işaret edilerek bunlardan gelecek tepkilere dikkat çekilmektedir. Bununla birlikte sabırla Rabbine yönel­mesi, Allah'a ibadete kalkmadan evvel bedenen ve kalben arınması, Allah'ın öfke ve gazabını çekebilecek her şeyden uzak durması isten­mektedir.

Üç yıl süren gizli davetin ardından  [57] Hicr Sûresi'nin 94. ayetinde açık ve kesin bir şekilde, Allah'ın emrettiklerini açıkça tebliğ etmesi ve müşriklere aldırış etmemesi istenmektedir.

Şuara Sûresi'nde, sadece en yakın akraba ve dostlarına değil, ay­nı zamanda bütün insanlara bunların Allah'tan bir vahiy olduğunu, es­kilerin mukaddes kitaplarında geleceği haber verilen Peygamber'in kendisinin olduğunu bildirmek suretiyle bu ayetlerin falcılıktan, gaip­ten haber veren kehanet iddialarından, şeytani, hayali ve şairane her çeşit işten tamamen farklı vahiyler olduğuna dair bir uyanda bulunma­sı ve onları bu konularda ikna etmesi emredil inektedir. [58]

Risalet görevi Hz. Peygamber'e öylesine ağır bir sorumluluk ge­tirmiştir ki, son derece nazik ve hayatında kimseyi incitmemiş bir in­sanın yakınlarından başlamak üzere pek çok insanı karşısına alması demek olan bu görev, onun belini bükmüş, göğsünü daraltmıştır. Onun bu hali İnşirah Sûresi'nde şöyle anlatılmaktadır:

Biz kalbini açıp ferahlatmadık mı ve üzerinden yükü kaldırmadık mı, o belini büken yükü? Şerefini ve itibarını yükseltmedik mi? Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık var­dır. Şüphesiz, her güçlükle bir kolaylık! Öyleyse [sıkıntıdan] kur­tulduğun zaman sağlam dur ve yalnız Rabbine sevgi ile yönel " [59]

Görüldüğü gibi ilk vahiyler onun zihinsel ve duygusal yönden tak­viyesi ile ilgili olduğu kadar, yerine getirmesi gereken görevin ağırlığı­nı da ortaya koymaktadır. İradesi dışında kendisine tevdi edilmiş pey­gamberlik görevi, normal insan gücünün ve takatinin ötesindedir. Peygamberlik, vahyi insanlara öğretmeyi gerekli kılmaktadır. Bunun için önemli bir hazırlık devresine ihtiyaç vardır. Öncelikle vahiy karşı­sında iyi bir öğrenci/alıcı olmak durumundadır.

Modern psikolojiye göre, öğrenme sürecinin başlayabilmesi ve bireyin karşılaşacağı bir duruma gereken karşılığı verebilmesi onun ki­şilik özelliklerinin oluşturduğu hazırbulunuşluk düzeyine bağlıdır. Kişi bir şeyi öğrenmeye hazır olmadan o şeyi öğrenemez. Hazırbulunuşlukta bireyin olgunlaşması kadar geçmiş yaşantıları da önemlidir. Ha­zırlık için belli ölçüde "olgunlaşma'' ve "alıştırma"nın yanında başka "psikolojik etki ya da telkinler" gereklidir. Bireyin bir işi yapabilme­si için gereken olgunlaşmaya erişmesinin' yanında o işin gerektirdiği ön bilgi, beceri ve tutumu da kazanmış olması gerekir. [60]

İlk vahyin gelişinden önceki süreç ve ilk vahiylerin muhtevası in­celendiğinde Hz. Peygamberin, görevin ağırlığına uygun bir hazırbulunuşluk düzeyine ulaşması için birtakım fizyolojik ve sosyal güdülere yer verildiği görülmektedir. Yetim iken barındırılan, fakir iken zengin edilen, yüce bir gücün desteğine mazhar kılınan, şeref ve itibarı yük­seltilen, kendisine vadedilen ihsanlarla hoşnut olacağı bildirilen, zihni ve duygusal sorunlarına anlamlı cevaplar verilen Hz. Muhammed, bü­tün bunlardan sonra sorumluluk gerektiren ağır bir göreve muhatap kılınmıştır. Bu dönemde Hz. Peygamber'in ekonomik ve sosyal gü­venlik, korunma,  bağlanma, sevgi ve saygınlık, anlama-bilme, kendini gerçekleştirme gibi ihtiyaçlarına cevap verilen bir süreçten söz edilebilir. Bu süreçte yaşanan hazırlık döneminde, bugün "moti­vasyon basamakları" [61] olarak adlandırılan, dikkat, ihtiyaç, tatmin etme, tasavvur etme ve eylem basamaklarının "olumlu pekiştireçlerle" desteklenerek gerçekleşmiş olduğu da düşünülebilir. Ancak bu­rada açıklamaya çalıştığımız motiflere sadece temel insani ihtiyaçlar açısından bakmak yeterli değildir. Bunlar insan için önemli birer mo­tivasyon unsuru ise de dini motivasyonun bunlardan daha üst düzey­de ve kapsamlı bir etkiye sahip olduğuna kuşku yoktur. Nitekim dinî motivasyon sadece bu dünya ile sınırlı olmayıp ahiret hayatını da kap­samaktadır. Dini inanç da sadece dille ifade edilen soyut bir olgu ol­mayıp insanın temel ihtiyaçlarını da düzenleyen etkin bir güçtür.

Netice olarak denilebilir ki, Hz. Muhammed bu dönemde, kendi­sine indirilene içtenlikle inanmak ve sonra bu öğretiyi ailesi, yakın dostları ve güvendiği kişilerden başlayarak insanlığa tebliğ etmek/öğ­retmek için önemli bir hazırlık sürecinden geçmiştir.  [62]

 

III. Kuranda Başlıca Özellikleri

 

Vahyin insanlara ulaştırılması ve hayata geçirilmesi için insanlar arasından seçilmiş olan peygamberler, tarih boyunca insanlığın en bü­yük muallimleri olmuşlardır. İlâhî mesajı anlamak, peygamberleri tanı­mak ve onların öğretilerini incelemekle mümkündür. Bu hususta, son peygamber olarak ilâhî mesajı insanlığa tebliğ eden Hz. Muhammed'le ilgili oldukça zengin malzemeye sahip olduğumuz söylenebilir. Ancak, kendisine tevdi edilen göreve uygun olan özellikleriyle onu ta­nımak ve mesajını doğru anlamak için müracaat edilecek kaynakların en sağlamı şüphesiz Kur'an-ı Kerim'dir.

Bu nedenle, çalışmanın sınırlarını zorlamadan bir eğitimci olarak onun kimliğini ortaya koyabilmek için Hz. Peygamber'in Kur'an-ı Kerim'de öne çıkan özelliklerini incelemenin yerinde olacağını düşünü­yoruz. Onun eğitimci vasfını diğer özelliklerinden ayrı olarak düşün­mek söz konusu değildir. Ancak onun bir peygamber olarak sahip ol­duğu bir takım hususiyetleri de ayrıca vurgulamak gerekecektir. [63]

 

A. Beşer Olması

 

Peygamberler, insanlar arasından seçilmiş üstün nitelikli Allah el­çileridir. Kur'an-ı Kerim diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed'in de bir beşer olduğuna dikkat çeker, onun insan olduğunu, ilâh veya melek olmadığını vurgular. [64]

Onun risalet görevini bir beşer olarak üstlenmesi inanmayanlar tarafından yadırganmış ve ondan insanüstü niteliklere sahip bir varlık olması, olağanüstü şeyler yapması beklenmiştir. Ona inanmak isteme­yenler şöyle demişlerdir:

"Bu Elçi'ye ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi? Yahut üstüne bir hazine atılmalı yahut kendisinin ürününden yi­yeceği bir bahçesi olmalı değilmi?" [65]

Onlara Kur'an'ın cevabı şöyle olmuştur:

"De ki: "Kudret ve yü­celiğinde sınırsız olan Rabbimdir! Ben, sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?" Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şey, hep:

"Allah, peygamber olarak bir beşer mi gönderdi" demeleridir." [66]

"Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsalardı, o za­man onlara elçi olarak elbette gökten bir melek gönderirdik." [67]

Sadece Hz. Muhammed'e değil diğer peygamberlere de kavimle­rinden inanmayanların en çok itiraz ettikleri husus Peygamber'in ken­dileri gibi bir insan olmasıdır. [68]

Hz. Muhammed, kendisine peygamberlik gelmeden önce pey­gamber olacağını bilmiyordu. [69] O da kendisinden önce gönderilen peygamberler gibi bir insandır ve insanlar arasından Allah'ın seçtiği bir elçidir. [70] O da diğer insanlar gibi ölümlüdür. [71]

Allah'ın kendisine bildirdiği şeyler dışında gelecekle ilgili bir bilgi­si yoktur. [72] Ruhun mahiyetini bilmez. Kıyametin vaktini bilmez. Sade­ce böyle bir günün geleceğini haber verir ve insanları uyarır. [73]

Risaletten önce Kitap ve imanla ilgili bir bilgiye sahip değildir. [74] Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir fayda ve zarar verecek du­rumda olmaması hususunda da diğer insanlardan farkı yoktur. [75] Her­hangi bir kötülüğe maruz kalması da kendilidendir. [76]

Vahiy konusunda Hz. Peygamber'in doğrudan iradesi yoktur. Din­le ilgili hevâsından bir şey söylemez ve sadece vahyedilene uyan ve onu açıklayan bir elçidir. [77] Ama dünya ile ilgili bilgi ve birikim gerek­tiren konularda "Siz dünya işinizi benden iyi bilirsiniz" [78] di­yerek bağlayıcı olmamaya da özen göstermiştir. Yine:

"Size kendi görüşüm olarak bir şeyi emretmişsem bilin ki ben de bir insanım. Fakat Allah'tan bir şey söylersem onu alı­nız. Gerçekten ben Allah üzerine yalan söylemem" [79] buyurmuştur.

Hz. Muhammed insanlar arasından seçilmiş bir beşerdir. Ancak onun hakkında sağlıklı bir yaklaşım sergileyebilmek için hem beşeri hem de nebevi hususiyetlerini doğru değerlendirmek ve dengeyi ko­rumak gerekir. Aksi takdirde nebevi yönünü dikkate almadan sadece beşeri yönü üzerinde durmak ve beşeri yönüne vurgu yapan naslara fikrimizi yoğunlaştırmak onu tamamen herhangi bir insan veya akıllı­ca bir insan seviyesine indirmek gibi bir tefrit olur.

Nebevi yönünü hiç düşünmeden, getirdiği kemâlâtı şahsından bil­mek de onu ilahlaştırmak gibi bir ifrata götürebilir. Onda gerçekten bir beşerde görülmeyen kemâlât vardır. Fakat o bu kemalin kaynağı de­ğildir. O bu kemâlâta mazhardır, yansıtıcıdır. Kaynak Allah'tır. [80]

O bir beşerdir ama Allah'ın bizzat eğittiği, bilmediklerini öğrettiği, ebedî risaleti tebliğ etmekle görevlendirdiği Allah'ın seçkin kulu ve elçisidir. Beşer olduğunu unutmadan, sınırları aşmadan, kendisine bîldirilenlere ilave yapmadan ve eksik bir şey bırakmadan görevini tamamlamıştır.

Kur'an incelendiğinde Allah ile tüm yaratıklar arasında bir iletişim olduğundan söz edilebilir. Kur'an'da Allah'ın kaynak, manevî varlık­ların [melek, cin, şeytan vb.] [81], hayvanların [bal arısı, kuşlar vb.] [82] ve cansız varlıkların [yer, gök, ateş vb.] [83] hedef kitle [alıcı] olduğu bir ile­tişim şekli görülmektedir. [84]

İnsanlarla olan iletişimi ise, insanlar arasından seçtiği elçiler vası­tasıyla olmuştur. Beşer peygamber, onların duyduklarını duyar, zevk aldıkları şeyden zevk alır, tecrübeleri değerlendirir, arzu ve sıkıntılarını fark eder. Bu yüzden güçsüz düştüklerinde merhamet gösterir, eksik­liklerini gördüğünde tamamlar. Nihayet kendilerinden biridir. [85]

İlk Peygamber Hz. Adem'den son peygamber Hz. Muhammed'e kadar gönderilen bütün peygamberlerin Allah ile insanlar arasında bir çeşit dini iletişim sağlamakla görevli oldukları bilinen bir husustur. Al­lah'ın diğer varlıklarla doğrudan iletişim kurmasına karşılık insanla iletişi­minde kendi türünden elçiler görevlendirmesi dikkat çekicidir. Kur'an’nın insanın yaratılışı, psikolojisi, görev ve sorumluluklan, varlıklar içerisinde­ki yeri, bir başka ifadeyle ona yüklediği anlam ile ilgili verdiği bilgiler in­celendiğinde böyle bir iletişimin gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır.  [86]

 

B. Nebî ve Resul Olması

 

Kur'an-ı Kerim'de peygamberler için "nebî" ve "resul'' terimleri kullanılmıştır. Dinî terminolojide genellikle bu kavramlardan anlaşılan şudur:

Nebî, insanlar arasından seçilen, Allah'tan vahiy alan ama yeni bir kitap ve yeni bir şeriatla gönderilmeyip, kendisinden önceki bir Peygamber'in kitabı ve şeriatıyla hükmeden peygamberdir.

Resul ise, hem peygamberler hem de melekler için kullanılan [87] ve peygamberlere nispet edildiğinde insanlar arasından seçilen, yeni bir ki­tap ve yeni bir şeriatla gönderilen elçi anlamına gelmekledir. Bu anlam­da her resul aynı zamanda nebîdir ama her nebî resul değildir. Bir baş­ka ifadeyle peygamberler için nübüvvet umumi, risalet hususidir.

Resûl ve nebinin aynı anlama geldiğini söyleyenler de vardır. An­cak deliller açısından birinci görüş daha isabetli görünmektedir. [88]

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber için bazen nebî, bazen resul, bazen de her ikisi birlikte kullanılmıştır;

"Ey Nebî! Biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ve izniyle, Allah'a davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönder­dik" [89]

"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun..." [90]

Onlar ki, ümmî olan resul nebfye uyarlar..." [91] Hz. Muhammed, hem nebidir hem de resuldür. Bu özellikleriyle geçmiş peygamberlerle ortak yönleri vardır. Ancak, onun diğer hiçbir peygamber için söz konusu olmayan bir hususiyeti vardır ki o da nü­büvvet ve risaletin onunla son bulması, peygamberler halkasının onunla tamamlanması, dinin onunla kemale ermesidir. [92]

 

C. Son Peygamber Olması

 

İlk insandan itibaren her millete bir uyarıcı ve yol gösterici pey­gamber gönderilmiş [93] ve bu müessese Hz. Muhammed ile tamamlan­mıştır:

"Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin hâtemidir..." [94]

Burada geçen hâtem, yüzük üzerine kazılmış mühür, bir şeye te­sir etmekten hâsıl olan iz, nakış demektir. Bir şeyi mühürlemek, bir şeyin sonuna damga vurmak için de hatm denilmiştir. Bu kelime baş­ka bir kıraate göre hatim şeklinde okunmaktadır ki, o zaman bu keli­me "nihayete erdiren, mühürleyen" anlamına gelmektedir. [95]

Bu durumda Hz. Muhammed, hem peygamberliği nihayete erdi­ren son peygamberdir, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ve belgeleyen İlâhî bir mühürdür. Hz. Muhammed, diğer peygamberlerin kendisi hakkındaki müjdelerini gerçekleştirmek bakımından da onla­rın nübüvvetini mühürleyen İlâhî bir damgadır. Beşeriyet Hz. Muham­med ile din açısından tekâmül gayesine ermiştir. [96]

Ondan sonra peygamber gelmemiştir, gelmeyecektir. Zira Allah onunla gönderdiği dinle nimetini tamamladığını, dini kemale erdirdi­ğini ve onun dışında bir dinin katında makbul olmayacağını bildirmiş­tir. [97] Nübüvvet ve risaletin kendisiyle tamamlandığını ve artık bir pey­gamber gelmeyeceğini açıklayan pek çok hadis de mevcuttur. [98]

Hz. Muhammed ile risaletin kesilmesi insanlığın rüştüne erdiğinin, yüksek ve olgun bir merhaleye ulaştığının göstergesidir. Artık insanlık âlemi problemlerini çözmek için yeni bir vahiy beklemeyecektir.

O'nun tebliğ ettiği dinin özü olan Kur'an ve onun canlı bir örne­ği olan Hz. Peygamber'in, hayatın her alanına ışık tutan model şahsi­yetinde herkes için mesajlar bulunabilir. Yapılması gereken, bu zengin malzemeyi her dönemin ihtiyaç ve beklentilerine uygun olarak yorum­layıp çözümler üretebilmektir. [99]

 

D. Risaletinin Evrenselliği

 

Hz. Muhammed ;den önceki bütün peygamberler belli bir kavme gelmiştir. Onların risaleti belli mekânla ya da en azından belli bir zamanla sınırlıdır. Zira bir sonra gelen Peygamber'in risaleti ile daha ön­cekinin misyonu tamamlanmıştır. Kur'an'da zikredilen peygamberlere gelen hitaplarda onların muhatabı olan toplumlardan, kavimlerden bahsedilir. [100]

Kur'an'da zikredilen peygamberler yanında zikredilmeyen pey­gamberler de vardır. [101] Ancak Hz. Peygamber'in dışındaki peygam­berlerin hiçbirinde evrensellik yoktur. Sadece Hz. Peygamber'in risa­leti evrenseldir ve onun çağrısı bütün insanlığı kapsar. [102]

Kendisinden önce hiçbir Peygamber'e verilmeyen umumi risalet Hz, Muhammed'e verilmiştir. Getirdiği ilkeler zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün insanlığı muhatap almaktadır:

"De ki: Ey insanlar, şüphesiz ben Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim..." [103],

"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik; fa­kat insanların çoğu bilmezler." [104]

Hz. Peygamber kendisi de:

"...Şen­den önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderildiği halde, ben bütün insanlığa gönderildim" [105] buyurmuştur. Onun risa­leti sadece insanlara değil, cinlere [106], hatta bütün âlemleredir. [107]

Hz. Peygamber'e indirilen Kur'an, Arapça'dır, kendisi Arap milletindendir. Kendisine gönderilen emirleri açıklasın diye kavminin lisa­nıyla gönderilmiştir. Fakat muhatabı bütün bir insanlık olduğu içindir ki, tebliğini her tarafa ulaştırmak maksadıyla tercümanlar kullanmıştır. Rivayetlere göre Hz. Peygamber'in yanında Farsça, Rumca ve Habeşçe bilen kimseler bulunmakta ve bu kimseler kendisine mütercim­lik yapmaktaydılar. [108] Bunların arasında Yahudilerin yazı dili olarak kullandıkları Süryanice'yi bilen olmadığı için Hz. Peygamber, Zeyd b. Sabit'e güzel bir şekilde bu dili okuyup yazmasını öğrenmesini emret­miş ve Zeyd, on beş gün içinde bu dili yazmasını ve okumasını öğren­miş, ondan sonra da Yahudilerle yazışma işini o yerine getirmiştir. [109] Kur'an-ı Kerim'in muhafazası Allah'ın teminatı altındadır. [110] Hz. Peygamber ile din tamamlanmış, başlangıçtan beri tek bir akide ha­linde peygamberlerin tedricen getirdiği din, onunla kemale ermiştir. Onun getirdiği dinin en önemli özelliği bütün insanlığı kuşatması ve herkese hitap etmesidir.

İslâm, geçmiş peygamberlerden hiçbirini yok saymayan, reddet­meyen aksine hepsini saygıyla anan ve onlar hakkında söylenen yan­lışlıklan düzeltme yoluna giden bir tavır sergiler. Tevhîd anlayışını tek bir çizgi halinde gören onun son ve tamamlayıcı uzantısı olan ve geç­mişteki bozulmaları sapmaları tashih ederek insanlık tarihini bir bütün olarak muhatap alan bir anlayış getirir.

İslâm, aslında Hz. Muhammed ile'başlamış değildir. Kur'an'a gö­re önceki peygamberler de İslâm'ı tebliğ etmişler, kavimlerini İslâm'a davet etmişlerdir. [111] Hz. Peygamber'in çağrısı, önceki peygamberlerin tebliğ ve davetini de içine alan evrensel bir çağrıdır. O hem kendisinden önceki peygamberlerin tebliğierine aykırı olarak sonradan dine karıştırılan hurafeleri, değişiklikleri, dinle alâkası olmayan şeyleri tas­hih etmek, onları asli şekillerine kavuşturmak, hem de onlarda olma­yan ve kendisiyle tamamlanacak olan hususları açıklayarak Hz. Âdem'den beri süregelen İslâm'ı din olarak kemale erdirmekle görev­lendirilmiştir.

Hz. Peygamberdin tebliği kendinden önce gelenleri kapsayacak niteliktedir. İnsanları sınırlı bir alan ve zamanla kuşatan önceki elçile­rin davetini, sınırlılıktan kurtararak bütün insanlık, tüm zamanlar ve bütün bir kâinat perspektifi getiren evrensel nitelikler öngörmüştür. Bu perspektif devamlı değişen şartlara rağmen, asıl dokuyu örseleme­den insanın ihtiyaçlarına cevap verecek zenginliktedir. Çünkü bu dini açıklayan ve nasıl uygulanması gerektiğini bizzat "Kur'an ahlâkı" ile yaşayarak gösteren Hz. Muhammed'in gönderiliş gayesi âlemlere rahmet olmaktır. [112]

 

E. Alemlere Rahmet Olması

 

Rahmet, merhamete muhtaç olana ihsanda bulunmayı gerektiren acıma duygusu, rikkat ve şefkattir. Rahmet. Allah için söz konusu ol­duğunda lütuf ve ikram, insanlar için söz konusu olduğunda iyilik an­lamına gelmektedir. [113]

Kur'an'ın ifadesiyle [114], rahmeti her şeyi kuşatan Allah, lütuf ve ih­sanı gereği yarattığı varlıkların her birini yaratılış amacına uygun do­nanımlarla desteklemiştir. Yaratılmışların en şereflisi olan insanı ise yaratılış ve varoluş amacına uygun zengin bir fıtratla donatmış, aynı zamanda uzun ve çileli yolculuğunda ona rehberlik edecek kitaplar ve peygamberler göndermiştir.

Vahiy, dünya hayatında varoluş gayesini bilemeyen, günlük haya­tında karşılaştığı sayısız soru ve sorunlarına cevap arayan, yapıp ettik­lerini anlamlandırma sıkıntısı çeken, ölüm ve ötesini merak eden kısaca hayatın ve ölümün anlamını arayan insana doyurucu cevaplar sun­maktadır. Bu anlamda bütün kutsal kitaplar ve onları insanlığa sunan bütün peygamberler şüphesiz rahmettir. Ancak Kur'an, kendisinden önceki vahiyleri zirvede bütünleştiren son İlâhî kitap olması bakımın­dan sonsuza kadar hükümleri insanlığın problemlerine ışık tutacak te­mci kaynaktır. Onun muhatabı bütün bir insanlık ailesidir. Kâinatın dengesi, bütün varlıkların yaratılış gayesine uygun istihdamı, insanlı­ğın bu kaynaktan feyiz almasıyla mümkün olacağı için Kur'an bütün âlemler için rahmettir.

Hz. Peygamber de Kur'an'ın canlı örneği ve insan-ı kâmil mode­li olarak âlemlere rahmettir. O, şefkat ve merhametin insandaki tecel­lisinin ufuk noktasıdır. Bundan dolayı, Rauf ve Rahim, Allah'ın isim­lerinden olmasına rağmen, Kur'an'da Hz. Peygamber için de kullanıl­mıştır. [115]

Onun rahmet oluşu risaleti dolayısıyla sadece inananlara has da değildir. O tüm varlık âlemine Allah'ın en büyük ikramı ve rahmetidir:

"[Ey Muhammed] Biz seni ancak âlemlere rahmet için gönder­dik." [116] Onun âlemlere rahmet olması Kur'an iledir. [117]

Bütün insanlığın bu rahmetten istifade edemiyor olması, onun rahmet oluşuna bir engel teşkil etmez. Hz. Peygamberin rahmet olu­şundan istifade etmek için onun getirdiği mesajı doğru anlamak ve kavramak gerekir. Mesajın gereklerini yerine getiremeyenler onun rahmetinden de istifade edemezler. Çünkü Kur'an, Allah'tan gelen basiretler, gönül gözlerini açan nurlar, gerçeğe ileten kanıtlar ve ina­nan toplum için rehber ve rahmet olarak nitelendirilmektedir. [118]

 

F. Ümmî Olması

 

Hz. Muhammed'in Kur'an'da sayılan vasıflarından birisi de, "üm­mî" olmasıdır. [119] Ancak ümmî'nin anlamı konusunda fikir birliği yok­tur. Kelimenin lügat anlamının zenginliği ve Kur'an'da farklı kişiler için kullanılmış olması bu fikir ayrılığında etkili olmuştur. Ancak bu ko­nunun çok fazla tartışılmasında asıl faktörün, ümmi kelimesinin "okuma-yazma bilmeyen" anlamına takılarak her inanç mensubunun bu­nu kendi lehlerine yorumlama çabası olduğu görülmektedir.

Lügatte "Ümmî" şu anlamlara gelmektedir:

1. Okuma yazma bilmeyen

2. Anasından doğduğu hal üzere kalmış, fıtratı bozulmamış olan

3. Arap milletinden olan. [120]

Kelimenin bu anlamlarıyla birlikte Hz. Peygamber'in sıfatı olarak Ümmü'l-Kura'ya mensup [Mekkeli] manasına geldiği de söylenmiştir. [121] Kur'an'da ümmî, şu kimseler hakkında kullanılmaktadır:

1. İlâhî Kelâm [Tevrat]ın gerçek bilgisine sahip olmayan [bir kısım Yahudiler]. [122]

2. Kendilerine vahyedilmiş belli bir kitabı olmayanlar [Ehl-i Ki-tab'ın dışında kalanlar] ve müşrik Araplar. [123]

3. Hz. Muhammed. [124]

Kur'an'da, gerek Hz. Muhammed'den gerek bir topluluktan bah­sedilirken, ümmî kelimesinin, telkinleri veya bilgileri yazılı bir kay­nağa dayanmayan anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. [125]

Ümmî kelimesi ile ilgili tartışmaların odak noktasını Hz. Peygam­ber'in okuma yazma bilip-bilmediği meselesi ve buradan çıkarılmak is­tenen neticeler teşkil etmektedir. Bu konuda farklı görüşler ileri sürül­müştür.

Müslümanların büyük bir kısmı Hz. Peygamber'in hayatı boyunca okuma yazma bilmediğini, bir kısmı risaletten önce bilmediğini ama risaletten sonra öğrendiğini, bir kısmı ise hayatının sonlarına doğru ol­dukça sınırlı bazı şeyleri okuyup yazabildiğini düşünmektedir.

Bu konuda müsteşrikler arasında da ortak bir kanaat yoktur. On­lardan bazıları Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini kabul ederken, bir kısmı Hz. Peygamber'in risaletten önce de iyi derecede okuryazar olduğunu ileri sürmüştür. Konuya ihtiyatlı yaklaşanlar ise, Hz. Peygamberdin okuma yazma bilmesinin ihtimalden uzak olmadığı kanaatindedir.

Bütün bu görüşleri şu şekilde gruplandırarak değerlendirebiliriz:

1. Bir grup müsteşrik dışında Hz. Peygamber'in, kendisine pey­gamberlik gelmeden evvel okuma yazma bilmediği noktasında hemen hemen ittifak vardır.

Bu görüşün dayanağı olarak şu ayet gösterilmektedir:

''Sen bun­dan evvel ne bir yazı okur, ne de onu elinle yazardın. Öyle olsay­dı batıla uyanlar kuşku duyarlardı. Aslında bunlar ilim sahipleri­ne parlayan birer işarettirler." [126]

Bu ayet, Hz. Peygamber'in kendisine vahiy gelmeden önce okuma yazma bilmediğini işaret etmektedir. Eğer bunun aksi olsaydı bütün öm­rünü aralarında geçirdiği kabilesinin ve bulunduğu şehrin insanları bunu bilir ve şahitlik ederlerdi. Zira Hz. Peygamber yaşadığı toplum içerisin­de bilinen birisiydi [127]Risaletten önce kırk yıl aralarında yaşamış, risalet­ten sonraki yaşantısı ise her safhasıyla kayıt altına alınmıştır.

Günlük hayatının en ince ayrıntısına kadar bilgi verilen bir Pey­gamber'in o zamanki toplum için önemli bir ayrıcalık olan okuma-yazma bilmesi hakkında bilgi verilmemesi düşünülemez. Eğer okuma yaz­ma bilseydi mutlaka bundan bahsedilirdi. Okuma yazma bilmediğine bu da bir delildir denilmektedir. [128]

İbn-i Abbas'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Resûlullah ümmî idi. Hiçbir şey okuyamaz ve yazamazdı. Eğer o okuryazar olsay­dı inanmayanlar Kur'an hakkında şüpheye düşer onu öncekilerin ki­taplarından aldı da Allah'a nispet etti derlerdi." [129] İbn-i Kesir de Allah Resulü'nün, hiçbir zaman yazı yazmadığını, eli ile bir satır hatta bir harf dahi çizmediğini söylemektedir. [130]

Ayrıca Kur'an'da Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğinin kendisine inanmayanlar tarafından da malum olduğuna şu ayet delil gösterilir [131]:

"Onlar dediler ki: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan öncekilere ait masallardır"  [132]

Yine, bunlardan başka A'râf Sûresi'nin 157. ve 158. Ayetlerinde Hz. Peygamber için geçen "Ümmî Nebi" tanımlamasının, Hz. Pey­gamber'in okuma yazma bilmediğine işaret ettiğini söyleyen Râzî, bu­nu Hz. Peygamber'in bir mucizesi olarak değerlendirmektedir.

Ona göre Hz. Peygamber, hiçbir hocadan ders almamış, bir kita­ba muttali olmamış, ulemadan kimsenin meclisinde bulunmamıştır ve zaten Mekke bir ulema beldesi de değildir. Uzun süreli olarak Mek­ke'den ayrılmamıştır ki gittiği yerlerde okuma yazma, ilim öğrenmiş olsun. Buna rağmen Allah ilmin kapısını ona açmış, hiçbir insanın ulaşamayacağı hakikatleri, geçmiş ve gelecek tüm ilimleri şamil Kur'an'ı O açıklamış ve bu ilimlerin zuhuruna vesile olmuştur. Bu da mucizele­rin en büyüğüdür. [133]  Bu nedenledir ki okuma yazmanın bir gaye değil, bir vasıta olduğu söylenmiştir. Buna karşılık, dünya ve ahiret hayatın­da yol alabilmek için bu vasıtaya dayanmaksızın ilerleyebilmenin ve saadete erebilmenin ancak mucize eseri olabileceği belirtilerek oku­yup yazmanın önemi vurgulanmıştır. [134]

Ümmî kelimesi hadislerde de Hz. Peygamber'in bir vasfı olarak geçmektedir. [135] Bu hadislerden birisinde, Hz. Peygamber'in:

"Biz ümmî bir milletiz. Yazı ve hesap bilmeyiz..." [136] şeklinde bir ifade­sinde bu kelimenin okuma-yazma bilmeyen anlamına işaret vardır. Yi­ne Hz. Peygamber'in Deccal’dan bahsederken:

"... O'nun iki gözü arasında k-f-r [kâfir] yazılıdır. Onu ümmî yahut okuryazar her mü'min okur" [137] şeklindeki ifadesinde de ümmî'nin, okuryazar ol­mayan anlamında kullanıldığı açıktır.

Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğine, bazı tarihi olaylar da delil gösterilmektedir:

Çok gizli ve stratejik önemi olan mektupları bile başkasına okutarak bu konunun gizli tutulması noktasında mektubu okuyanı uyarması;

Cebrail'in ilk vahyi getirdiğinde "oku!" Demesi­ne karşı Hz. Peygamber'in üç defa "Ben okuma bilmemi" deme­si! [138]; Hudeybiye Antlaşması imzalanırken antlaşma metnindeki "Muhammedun Resulullah" ibaresi yerine müşriklerin "Biz senin Al­lah'ın Resulü olduğunu bilseydik sana tabi olurduk, Muhammed b. Abdullah yazın" demeleri ve Hz. Ali'nin buna itiraz etmesi üzeri­ne Hz. Peygamber'in silmek için "onu bana gösterin" demesi ve o ibareyi kendi eliyle silmesi [139]; gelen vahyi zihninde tutmak için gös­terdiği olağanüstü çabalar ki, onları kendisiyle birlikte hafızlara da ez­berletiyor, sonra vahiy kâtiplerine yazdırıyordu. Bu hususta, "Eğer okuma-yazması olsaydı her an gelebilen vahyi ezberlemek ve yazdırmak için telaşa düşmez, vahiy kâtiplerini aramaz kendisi yazardı" [140] denil­mektedir.

Buradan da anlaşılacağı üzere Müslümanların ekserisi, Hz. Peygam­ber'in hayatı boyunca okuma yazma bilmediğini savunmakta, okuma-yazması olmayan birisinin, daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görülmediği halde birdenbire, olağanüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'an gibi eşsiz bir Kitap getirmesi ve onu insanlığa tebliğ etmesini bil­gi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delili ve en büyük mucizelerinden birisi olarak görmektedirler.

2. Hz. Peygamber'in risaletten önce okuma yazma bilmemesine rağmen risaletten sonra okuma yazma öğrendiğini düşünen Müslü­manlar ise, okuma-yazma bilmemek gibi bir noksanlık ve acizliğin Hz. Peygamber'in şanına yakışmayacağı, ilme ve öğrenmeye büyük bir önem veren ve bu hususu teşvik eden bir dinin Peygamber'inin böyle

bir gayretten uzak kalmış olmasının düşünülemeyeceği noktasından yola çıkmışlardır:

"Sen bundan evvel ne bir yazı okur, ne de onu elinle yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı..."' ayetinin risaletten önceki dönemi kapsadığını, risaletten sonraki dö­nemi kapsamadığı gibi, risalet sonrası okuma yazmayı öğrendiğini ima yoluyla açıkladığını ileri sürerler. [141] Bunlar, Hudeybiye Antlaşması'nda Buharî'nin "...Resulullah sahifeyi aldı, çok iyi yazamıyordu yazdı..," [142] şeklindeki rivayetinde yazma işinin mecazi olamayacak tarzda açık olduğunu, dolayısıyla ismini kendisinin yazdığını belirtirler. Hz. Peygamber'in okuma yazma bildiği ile ilgili bazı tarihi olaylara da işaret edilmektedir. [143]

3. Konuya ihtiyatlı yaklaşanlar da vardır. Mesela, A'râf Sûresi'nin 157. ve 158. ayetlerinde geçen ümmî kelimesinin Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğine delil olmayacağını, ümmî'nin hem bu ayet­lerde hem de bu kelimenin geçtiği diğer ayetlerde Ehl-i Kitap olma­yanlar anlamında kullanıldığını, ümmiliğin Kitap Ehli olmayan Arap­ların bir niteliği olarak kullanıldığını belirten Derveze, Hz. Peygam­ber'in okur yazar olmadığının delili olarak Ankebût Sûresi'nin 48. ve Furkan Sûresi'nin 5. ayetlerini göstermektedir.

Derveze, Ankebût Sûresi'ndeki ayetin Hz. Peygamber'in sadece risaletten önce okuma yazma bilmediğini göstereceğini, ama peygam­berlikten sonra okuma yazmayı öğrenmiş olmasının uzak bir ihtimal olmadığını söyledikten sonra bunun sadece ismini yazma ya da bazı cümleleri okuma gibi sınırlı bir çerçevede kalmış olabileceğini, bu çer­çeveyi aşmış olsaydı bu durumun rivayetlerde bize kadar ulaşmış ol­ması gerektiğini belirtmektedir. [144]

4. Müsteşrikler de ümmî kelimesi üzerinde önemle durmaktadır. Bunlardan Kasimirski, Ameri, Montet gibi müsteşrikler Hz. Peygam­ber'in okuma yazma bilmediğini kabul ederken, Caetani, Blachere gi­bi müsteşrikler Hz. Peygamber'in risaletten önce de okuryazar olduğu­nu söylemişlerdir. Bu konuyu net bir biçimde ortaya koyacak kesin bir bilginin olmadığını, bununla beraber okuma yazma bilmesinin muhte­mel olduğunu söyleyerek konuya ihtiyatlı yaklaşanlar da olmuştur. [145]

İslâm'ın ilk dönemlerinde Arapların veya Hz. Peygamber'in ümmiliğinden söz edilmediğini, ümmî kelimesinin okuma-yazma bilme­yen anlamı kazanmasının Hicri 2, yılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmaya başlayarak üçüncü yüzyıl boyunca tedricen olduğunu iddia edenler de olmuştur. [146]

Bazı müsteşrikler Kur'an'da "ümmî" kelimesinin, yazılı kutsal ki­tapları olmayan kavimler için kullanıldığını söylemektedirler. Kelime­nin "ümmetle mensup anlamından etkilenmiş olabileceğini, bu du­rumda A'râf 157 ve 158'de geçen "Ümmî peygamber'' ibaresini "Araplar'a gönderilen, Yahudi olmayan, yerli peygamber" şeklin­de izaha çalışmaktadırlar. Onlara göre bu ayetten Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediği değil, olsa olsa Yahudi ve Hıristiyan kitapla­rını bilmediği, bir papaz veya rahip gibi önceki kitapları okuyup yaz­madığı ileri sürülebilir. [147] Burada Hz. Peygamber'in evrensel misyo­nunun daraltılması için gösterilen gayret dikkat çekicidir.

Meşhur müsteşrik Caetani, Hz. Muhammed'in okuma yazma bi­lip bilmediğini kesin olarak tayin etmeye kalkışmanın beyhude oldu­ğunu, çünkü Hz. Muhammed'in bunu muasırlarından bile saklamaya uğraştığını söyledikten sonra, hakikati bilen eski dostları önünde ya­lan söylemek istemediği için, sadece yeni ashabında ümmiliğine dair bir zan hasıl etmeye gayret sarf etmesinin muhtemel olduğunu ileri sürmektedir. [148]

Caetaniye göre Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini is­pata çalışan Müslümanlar, bilhassa en münevverleri Kur'an'da mevcut Tevrat menkibelerinden büyük bir kısmının Beni İsrail'in kutsal kitap­larında bulunduğunu ve başlıca Müslüman ayin ve ibadetlerinden ba­zılarının İbrani ayinlerinin aynısı olduğunu, bazılarının da onlara çok benzediğini biliyorlardı. Bu durumda Hz. Muhammed'in nübüvvetine inanmayanlar, onun bunları önceki kitaplardan gizlice okuyarak elde ettiğini iddia edebilirlerdi. Bu nedenle Hz. Peygamber'in okuma yaz­ma bilmediğini ispat etmek Müslümanlar arasında kaçınılmaz bir gö­rev sayılmıştır. [149]

Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmesinin ihtimal dışı olmadığı­nı söyleyen bir başka grup ise, Hz. Peygamber'in okuma yazma bilip bilmediği ile ilgili gösterilen kaynakların-bir tarafı haklı çıkaracak ka­dar açık olmadığından yola çıkarak, Hz. Peygamber'in, gençliğinde Hz. Hatice'nin işlerini yürüttüğüne göre hesapları tutabilecek durum­da olması gerektiğini düşünmekte ve O'nun Mekkeli ortalama bir ta­cirin bildiği kadar okuma-yazma bilmesini muhtemel görmektedirler. Bunlar ayrıca ümminin daha önceki kitapları bilmeyen kişi manası­nı öne çıkararak Hz. Muhammed'in Kitab-ı Mukaddes'i asla okuma­dığı, hatta kendisine dahi okunmadığının kesin olarak kabul edilebile­ceğini söylemektedir. [150]

Ümmîliğin lügat manaları, Kur'an'da ve diğer kaynaklardaki kul­lanılış biçimleri ve bu konudaki tartışmaları özetledikten sonra, konuy­la ilgili bir değerlendirme yapabilmek için şu soruyu sormak gerekir:

Kur'an'da ümmî olarak vasıflandırılmış bir Peygamber'in, bu hususi­yeti üzerinde niçin bu kadar durulmuştur?

Eğer Hz. Peygamber'in okuryazar olmadığı açık bir şekilde orta­ya konulursa Kur'an'ın ümmî bir peygamber tarafından insanlığa teb­liğ edilmiş olmasının onun mucizevî yönünü ispatlamış veya desteklemiş olacağı düşünülüyorsa, şüphesiz Kur'an'ın böyle bir desteğe ihti­yacı yoktur. Zira inanmayanlara her fırsatta meydan okuyan Kur'an'ın mucize oluşu kendi içinde açıkça zikredilmekte, bu konuda sayısız ör­nekler sergilenmektedir.

Hz. Peygamber'in şanını yüceltmek için risaletten sonra okuma yazma öğrendiğini ispatlamaya çalışmak da kanaatimizce gereksizdir. Çünkü okuma yazma bilmek her şey demek olmadığı gibi, bilmemek de her şeyden mahrum olmak demek değildir. Hele yazılı kaynakların son derece sınırlı olduğu, bu günkü gibi yazılı ve görsel basın ve yayın faaliyetlerinin hiç olmadığı, kütüphane ve benzeri kültürel destek ünite­lerinin bulunmadığı, mektep, medrese gibi kurumların oluşmadığı Hz. Peygamber zamanında ''Okuryazar olmamak" bir eksiklik sayılır mı?

Günümüz şartlarından bakıldığında sıradan insanlar için okuma-yazma bilmenin önemi elbette tartışılmaz. Ancak bütün varlık âlemi­ni, en ufak bir benzerini getirmekten aciz bırakan bir Kitab'ı insanlığa tebliğ etmekle görevlendirilmiş ve her hareketi İlâhî murakabe altında olan bir Peygamber'den bahsedildiğinde, onun sayısız hususiyetleri yanında okur-yazar olmak, ya da olmamak ne ifade edebilir?

O halde mesele, neden bu kadar önemsenmiştir? Kanaatimizce özellikle müsteşriklerin konuya yaklaşım tarzları ve buradan ulaşmak istedikleri netice, tartışmaların kaynağını teşkil etmiştir. Bilhassa "ümmi'nin anlamının daraltılarak sadece "Kitap Ehli olmayan müşrik Araplar anlamında" ele alınması ile Hz. Peygamber'in yalnızca Arap toplumuna gelmiş bir peygamber olduğunun iddia edilmesi ve okuma yazma biliyor olmasının kabul edilmesi halinde Kur'an'ın daha ön­ceki kitaplardan derlendiğinin ileri sürülmesi meseleyi önemli hale ge­tirmiştir.

Her şeyden önce Hz. Muhammed'in hem Arap toplumuna gön­derilmiş yerli bir peygamber olduğunu söylemek, hem de getirdiği il­keleri daha önceki kutsal kitaplardan derlediğini, yani bir anlamda peygamber olmadığını iddia etmek ciddi bir çelişkidir. Aslında böyle bir iddianın ortaya konması için hiçbir delil de mevcut değildir. Nite­kim bu iddiaları ihsas yoluyla ileri sürmeye çalışan Caetani, yine bu iddiaların yersizliğini kendisi söylemekte ve şöyle demektedir:

"Hz. Muhammed zamanında Tevrat ve İncil'in Arapça tercümeleri yoktu. Onun İbranî ve Süryanî lisanlarına vakıf olup İbranî ve İsevî mukad­des kitaplarını asıllarından okuduğunu varsaymak için hiçbir delile istinad edilemez." Yine Nöldeke'den naklen A'râf Sûresi'nde geçen "Ümmî Nebî" tabirinin okuma yazma bilmeyen değil, muhtelif kavim­lere nazil olan mukaddes kitapları okumamış ve hakikati doğrudan doğruya İlham-ı Rabbaniyeden almış olanlara mahsus olduğunu belirt­mektedir. [151]

Ayrıca bu kavramın Kur'an'da kullanıldığı yerlerden yola çıkarak bu sonuçlara varmak isteyenlerin, Kur'an'ın tamamını dikkate alma­ları usul açısından takip edilecek en basit bir ilkedir. Bu durumda hem Hz. Peygamber'in risaletinin tüm insanlığı kuşattığını, hem de Kur'an'ın Hz. Peygamber'e Allah tarafından indirildiğini açıklayan, önceki kitaplarda bulunmayan veya Ehl-i Kitab'ın bilgilerine muhalif nice haberleri düzelten, iftiraya uğramış peygamberleri tezkiye eden pek çok ayet vardır. Dolayısıyla bir konuya yaklaşırken amaç, önyar­gılardan sıyrılmış olarak bir problemi çözmekse bunun için çözüm yol­ları bulunacağı gibi, amaç önyargılardan hareketle problem çıkarmaksa bunun için de çeşitli yollar bulunabilir. Her konuda olduğu gibi bu­rada da niyet önemlidir.

Sonuç olarak denilebilir ki, Hz. Peygamber'in risaletten önce oku­ma yazma bilmediğine dair ileri sürülen deliller oldukça güçlü görün­mektedir. Zaten müsteşriklerden bir gurup dışında bunun aksini söy­leyen de yoktur. Okuma yazması murad edilmiş olsaydı hiç şüphesiz bir insanın aciz kalacağı nice olağanüstü özelliklerle onu destekleyen Allah, sıradan bir insanın bile öğrenmekte zorlanmayacağı bu işi Hz. Peygamber için daha da kolaylaştırırdı. Her fırsatta ilmin, öğrenme­nin önemini açıklayan bir Peygamber'in kendisinin böyle bir konuda kayıtsız kalması elbette düşünülemez. Bu işten uzak kalması, olsa ol­sa Ankebût Sûresi'nde zikredilen hikmet gereği olabilir. Hayatının her anı kayıt altına alınmış bir Peygamber'in okuma yazmayı bildiğine da­ir açık ve net bir bilgiye rastlanılmaması da onun kayıt altına alınacak derecede bir okuryazar olmadığının işareti sayılabilir.

ikinci dereceden bazı rivayetler delil gösterilerek Hz. Peygamber'in risaletten sonra okuma yazma öğrendiği iddiası, kesinlik ifade etmek­ten uzaktır. Ancak, Kur'an'ın vahiy kâtiplerine yazdırılmasi süresince okuma-yazma ile fiili olarak sıkça karşı karşıya gelmiş olan son derece zeki bir Peygamber'in bazı şeyleri okuyup yazacak kadar bu işe ünsiyet peyda etmesinde ise hikmete aykırı bir şey olmasa gerektir. [152]

 

G. İlâhî Gözetim Altında Olması

 

Hz. Muhammed'in daha doğmadan babasını, doğduktan kısa bir süre sonra annesini, arkasından kendisini himaye eden dedesini kay­bederek sekiz yaşlarından itibaren de amcası Ebu Talib'in yanında ge­çen çocukluk dönemine yukarıda işaret edilmişti. Kur'an'da bu dö­nemlere dolaylı olarak işaret edilmekte ve çocukluğundan itibaren Hz. Muhammed'in İlâhî gözetim altında olduğu ima edilmektedir:

"Andolsun Kuşluk vaktine ve sakinleştiği zaman geceye ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı. Senin sonun, ilkinden illi olacaktır. Rabbin, sana bağışta bulunacak ve sen de hoşnut ola­caksın. O, seni iletim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? ..." [153]

Hz. Hatice ile kurduğu ticari ilişki ve arkasından gelen evlilik, Hz. Peygamber'in risalet öncesi hayatı üzerinde önemli bir dönüm nokta­sıdır. Ekonomik ve duygusal yönden toparlanmasında bu ilişkinin ro­lü büyüktür. Allah onu rızık endişesinden kurtarmıştır. Bundan böyle o bir yandan ağırbaşlı bir hanımın yanı başında mutlu, huzurlu bir ai­le hayatına kavuşurken, öte yandan Allah'ın saltanatı ve nimetlerini bütün ruhuyla hissetmekte ve içsel oluşumlarını, ibadete çekilişlerini, geçim sıkıntısı ve zorluklarını düşünmeden sakin bir halde yapma im­kânına kavuşmuştur. [154]

Peygamberlikten önce üzerinde olan İlâhî koruma ve destek, görevin ağırlığına uygun bir şekilde peygamberlikten sonra da devam etmiştir.

Daha en yakın akrabalarını uyarması emredilen ilk açık -görevde amcası Ebu Leheb'in tepki ve hakaretlerine maruz kalmış, bunun üze­rine inen ayetler onun bu görevi yerine getirirken yalnız olmadığını göstermiştir. [155]

Görevin zorluğu karşısında zaman zaman gelen ilâhî müjdeler ona büyük bir ferahlık ve güven vermektedir. [156] Allah, Elçisini sürekli desteklemiş, onu her türlü tehlikeden koruyacağını vadetmiştir:

"Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur,.." [157]

"Rabbinın hükmüne sabret, çünkü sen, gözlerimizin önündesin..." [158]

Onu öldürmeye kalkışan, onunla alay eden, ona iftira eden, tuzak kuran, ona karşı hileli yollara başvuran, onu şaşırtmaya ve hata yap­maya zorlayan, çeşitli eza ve cefalara teşebbüs eden insanlara karşı onu haberdar eden ve koruyan da yine Allah'tır:

"İnkâr edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri, ya da sür­meleri için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Al­lah da tuzak kuruyordu.." [159]

"...O alay edenlere karşı biz sana ye­teriz." [160]

Kur’an, inananların da ona destek olmasını istemektedir. [161] Beşe­ri özelliklerinden yararlanmak isteyen şeytana karşı da Allah'ın onu ve tebliğ ettiği vahyin koruyucusu olduğu bildirilmektedir. [162]

Kur'an'da Allah'ın Hz. Peygamber'e melekler vasıtasıyla yardım ettiği de açıkça ifade edilmektedir. Bunlardan birisi Bedir Savaşı'dır. [163] Hendek Savaşı'nda da aynı türden manevî yardıma işaret eden ayetler vardır. [164]

Keza, Huneyn Seferinde Hz. Peygamber'in ve inananların İlâhî yardımla desteklendiği şu ayette anlatılmaktadır: "Andolsun Allah si­ze birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani çok­luğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlama­mıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti, ni­hayet bozularak arkanızı dönüp geri çekilmiştiniz. Sonra Allah, Elçisi'nin ve mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi, sizin görme­diğiniz askerler indirdi...” [165]

Kur'an'da açıklandığına göre Allah, Hz. Peygamber'i beşeri zaaf­lardan ve düşmanlarının her türlü kötü emellerinden koruduğu gibi, onun vasıtasıyla insanlığa sunduğu Kuran'ı da kendi koruması altına almıştır. [166]

 

H. İlâhî Uyarıya Muhatap olması

 

Hz. Peygamber'in risalet görevini yürütürken sürekli olarak Al­lah'ın gözetimi altında olduğuna işaret edildi. Vahyin bazı hususlarda onu uyardığını da Kur'an'dan anlamaktayız.

Doğru davranışları pekiştirmek için takdir ve övgü kadar, yanlış davranışları düzeltmek için uyan da eğitimin gereğidir. Bu uyarının İlâhî kaynaklı olması konunun önemini daha da artırmaktadır.

Hz. Peygamber'in çeşitli olaylar vesilesiyle uyarılara muhatap ol­ması, eğitimin gereği olduğu kadar, Kur'an'ı güçlü, kahir bir elden al­dığının ve kendisinin ona boyun eğdiğinin bir delili olarak da görül­müştür. [167]

Kur'an'da, Hz. Peygamber'in İlâhî uyarıya muhatap olduğu belli başlı hususlar şunlardır:  [168]

 

1. Abdullah b. Vtntnü Mektûm'la İlgili Tavrı

 

Rivayetlere göre Hz. Peygamber, Müslüman olmalarını arzu etti­ği Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdulmuttalip, Ümeyye b. Halef, Velid b. Muğîre gibi Kureyş'in ileri ge­lenlerine İslâm'ı anlatmakta iken İbn Ümmü Mektum diye anılan gör­me engelli Abdullah b. Şureyh içeri girer ve "Ya Resulallah! Allah'ın sana öğrettiğinden bana öğret' der. Hz. Peygamber'in başkasıyla meşgul olduğunu fark etmeyerek bunu birkaç kez tekrarlar. Diğerleriy­le meşgul olan Hz. Peygamber, sözünün kesilmesinden rahatsız olur ve gelen şahısla ilgilenmez. Bunun üzerine gelen ayetler [169] onun bu tutumunu eleştirir:

"Surat astı ve döndü, kendisine âmâ geldi diye. Ne bilirsin bel­ki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; Sen ona yöneliyor sun. Onun arınmamasından sana ne? Ama sen, Al­lah'tan korkup sana koşarak gelenle ilgilenmiyorsun...” [170]

Râzî'ye göre, burada Abdullah b. Ümmü Mektum aslında azarlan­mayı hak etmiştir. Çünkü hem Hz. Peygamber'in sözünü keserek, önemli bir görevine engel olmuş ve ona eziyet etmiştir, hem de Kureyş'in ileri gelenlerinden olan bu müşriklerin Müslüman olmaları bel­ki de büyük bir kitlenin Müslüman olmasına yol açacakken böyle bir hayra engel olmuştur.

Hal böyle iken Hz, -Peygamber niçin uyarılmıştır? Râzî'ye göre olayın zahiri, fakirlerin kalbi kırılsa da zenginlerin fakirlerden öne alı­nacağı vehmini ve fakirlerin kalbinin kırılması ihtimalini doğurmakta­dır. Uyarı bu vehmin ortadan kaldırması içindir.

Ayrıca burada Hz. Peygamber'in kalbi, yakınları olması, mevki ve makamlarının üstünlüğü nedeniyle Kureyş ulularına meyletmiş olabilir. Bu hususun kınanması da söz konusudur. [171]

Nitekim rivayetlere göre, bu olaydan sonra Hz. Peygamber İbn Ümmü Mektum'a ziyadesiyle iltifat etmiştir. Ne zaman onunla karşılaşsa:

"Rabbimin kendisi yüzünden beni azarladığı zat merhaba!" diye gönlünü almaya özen göstermiştir.

Bu ayetlerde bir Peygamber'e karşı muhatabın davranışı uygun ol­masa da, onun muhatapları arasında hiçbir ayrım yapmaksızın eşit muamele etmesine dair bir uyarı söz konusudur. Bununla beraber Re­sulüne karşı nasıl davranılması gerektiğine dair pek çok ayette de ina­nanlar uyarılmış ve onun zor durumda bırakılmaması istenmiştir. [172]

Ancak olaya farklı bir açıdan bakıldığında Abese Sûresi'nde anla­tılanlardan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür:

Kendisini anla­tılanların dışında varsayıp inadında devam eden insana, temizlenmesi gayesiyle yönelinmesine rağmen, temizlenmiş ve arınmış bir duruma getirmekten Hz. Peygamber sorumlu değildir. Kur'an sadece bir hatırlatma ve öğüttür. Dileyen onu dinleyip öğüt alabilir.

Burada rehberlikle ilgili çok önemli bir özelliği görmek mümkün­dür. Çünkü rehberlikte önemli olan başkasının adına karar vermek, seçmelerde bulunmak değil, ona bu hususlarda yardım etmektir. [173] Kur'an da burada, Hz. Peygamber'in rehberlik ve danışmanlık faali­yetlerine işaret etmekte ve uyacağı ilkeleri çeşitli vesilelerle açıklamış olmaktadır.  [174]

 

2. Fakir ve Zayıf Müslümanlarla İlgili Tutumu

 

Rivayete göre müşriklerin liderleri ve ileri gelenleri Hz. Peygam­berle görüşmek için huzuruna gelmişlerdi. Peygamber'in yanında bu­lunan İbn-i Mesud, Suheyb, Habbab, Bilal, Selman, Mikdad ve Ammar gibi fakir ve zayıf kimseleri görünce onları küçümseyerek onlarla aynı mecliste bulunmak istememişler ve "Ya Muhammed! Sen kav­minden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasın­dan mı gideceğiz? Bunları yanından uzaklaştırsan, biz senin mec­lisine gelir, konuşuruz, belki sana ittiba ederiz" demişlerdi.

Hz. Peygamber:

"Ben onları kovmam” deyince, müşrikler:

"Hiç olmazsa biz geldiğimiz vakit bunları uzaklaştır, gittiğimiz zaman istersen yanına gelsinler" demişlerdi. Hz. Peygamber de, belki nasi­hat dinlerler, iman ederler ümidiyle ve Hz. Ömer'in de isteğiyle bu fa­kir Müslümanların, huzurundan çıkmalarını kabul etmiş, müşriklerin isteğiyle bu anlaşmanın yazıya dökülmesi için Hz. Ali'yi çağırtmıştı. Bunun üzerine şu ayet nazil olmuştur: [175]

"Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek, O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabın­dan da onlara bir sorumluk yok ki, onları kovup da zulmedenler­den olasın” [176]

Ayetin nüzulüne vesile olanlardan Habbab ve Selman, konuyla il­gili olarak şunları anlatmaktadır:

"Resûlullah bizimle otururdu. Dizimiz onun dizine dokunacak kadar ona yaklaşırdık. İstediği zaman da yanımızdan ayrılırdı. "Nefsini, sabah akşam, rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut. Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alı­koyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itaat et­me" [177] ayeti nazil olduktan sonra biz ondan ayrılmadıkça Resûlullah bizim yanımızdan ayrılmadı ve buyurdu ki:

"Ümmetimden bir gurupla beraber nefsime sabretmeyi emredinceye kadar beni öldürmemiş olan Allah'a hamdolsun. Hayatım da ölümüm de sizinledir." [178]

Hz. Peygamber'in çoğunluğu yoksullardan olan inananlara yönel­mesini ve onlara şefkatle muamele ederek destek olmasını isteyen ve Hz. Peygamber'i ve Müslümanları, zenginlerin hallerinden etkilenme­meleri konusunda uyaran ve aynı zamanda ebedî olan nimetlere çağı­rarak teselli eden benzer ayetlerden biri de şudur:

"... Onlardan bir takım insanlara verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme ve {inanma­dıkları için] onlara üzülme,  inananlara kanadını indir" [179]

 

3. Bedir Esirleri ile İlgili Uygulama

 

Bazı Müslümanların itirazına rağmen Hz. Peygamberin Bedir Savaşı'na girilmesini istemesi ve ashabıyla istişaresi sonunda bu savaşa karar verilmesi Kur'an'da desteklenmektedir. [180] Müslümanların galibi­yetiyle biten bu savaşın sonunda, alınan esirlere yapılacak muamele ile ilgili istişare yapılırken Hz. Peygamber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in fikirlerini sormuştur. Hz. Ebubekir, hidayete ermelerine vesi­le olacağını ve inkarcılara karşı ekonomik bir güç olacağını umarak esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif etmiştir. Hz. Ömer ise, inkarcıların zayıflatılmasını umarak, genellikle Mekke'nin ileri gelenlerinden oluşan bu esirlerin öldürülmesini önermiştir.

Hz. Peygamber bu görüşleri değerlendirdikten sonra Hz. Ebubekir'in teklifini daha uygun bularak esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarına hükmetmiştir. Ancak bu karan eleştiren ve Hz. Pey­gamber ve Hz. Ebubekir'in ağlamalarına neden olan şu ayetler nazil olmuştur: [181]

"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar hiçbir Peygamber’ce esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz, Al­lah ise ahireti istiyor. Allah daima üstün, hüküm ve hikmet sahi­bidir. Eğer Allah'tan, bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Artık aldığınız ga­nimetten helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah'tan korkun. Şüphe­siz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir" [182]

Râzî, bu hususu açıklarken şöyle diyor:

"Konu ile ilgili daha önce bir vahiy gelmemiş olmalı ki, Hz. Peygamber ashabı ile istişare etmiş­tir. Zira hakkında hüküm bulunmayan bir noktada istişare yapılmış ve bir tercih ortaya konmuştur. Savaşla ilgili bir durumda tercih ve tedbir hataları olabilir ve bu hataya düşen eleştirilebilir." [183]

 

4. Tebük Seferinde Münafıklara İzin Vermesi

 

Rivayetlere göre, Abdullah b. Übey b. Selûl ve Cedd b. Kays gibi kavimlerinin ileri gelenlerinden olan bazı münafıklar [184], düşmanın kuvveti, sıcaklığın şiddeti ve mesafenin uzaklığı gibi birçok olumsuzlu­ğu göze almayı gerektiren zor şartlar altında yapılacak Tebük Seferi­ne gitmemek için çeşitli özürler beyan ederek Hz. Peygamberden izin istemişlerdi. [185] Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmekten hoşlanmayan münafıklar izin almakla kalmamışlar, "Sıcakta sefere çık­mayın" diyerek Müslümanları caydırmaya çalışmışlar, sonra da Hz. Peygamber'e iştirak etmeyip yurtlarında kaldıkları için sevinmişlerdi. [186]

Bu durum karşısında cihattan geri kalmak isteyenlerin özürlerinin yerinde olup olmadığını araştırmadan izin verdiği için Hz. Peygamber uyarılmıştır:

"Allah seni affetsin; Daha kimin doğru söylediği senin için iyi­ce belli olup, yalan söyleyenleri bilmeden önce niçin onlara izin verdin?Allah'a ve ahiret gününe inananlar; mallarıyla, canlarıyla, cihad etmekten bağışlaman için senden izin istemezler. Allah, kendisine karşı kimin sorumluluk bilincinde olduğunu bilir. An­cak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düş­müş ue şüpheleri içinde bocalayıp duranlar, senden izin isterler. Eğer gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların davranışlarından hoşlanmadığı için onları alıkoydu ue kendilerine:

"Peki, evlerinizde oturun ba­kalım, diğer oturanlarla beraber" denildi" [187]

Katade ve İbn-i Abbas'tan naklen deniliyor ki:

Allah burada Hz. Peygamber'i izin verdiğinden dolayı uyarmıştır ama daha sonra "Bir takım işleri için senden izin isterlerse, dilediğine izin uer" [188] ayetiyle bu konuda ruhsat vermiştir. [189]

Müslümanlardan da Tebük Seferi'ne özürsüz olarak katılmayan üç kişi olmuştu. Buniar, Ka'b. b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Murare b. Rebi idi ki, seferden sonra çok büyük üzüntü ve pişmanlık yaşamışlar, Hz. Peygamber'in ve inananların serzenişine muhatap olmuşlardı. Hz. Pey­gamber onların Allah'tan af dilemelerini ve beklemelerini istemiş ve ni­hayet elli gün bu hal üzere devam eden üzüntü ve pişmanlıklarının ar­dından tevbelerinin kabul edildiğine dair ayetler gelmiştir. [190]

 

5. Müslüman Olmayanlara Dua ve İstiğfar Etmesi

 

Allah, elçisini sürekli olarak gözetim altında bulundurmuş ve ge­rektiği yerde de uyarmıştır:

Bunlardan birisi de münafıklar için mağfi­ret dilemesidir ki, bu konuda şu ayetlerle ikaz edilmiştir:

"Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah'ı ve Elçisini tanımadılar; Allah, yoldan çıkan kavmi yola iletmez," [191]

"Onlar için mağfiret dilesen de, mağfiret dilemesen de birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkan toplu­luğu yola iletmez." [192]

Rivayetlere göre, münafıkların başı olan Abdullah b. Übey b. Selûl öldüğünde, oğlu Abdullah, Resûlullah'a gelerek babasını kefenle­mek için ondan gömleğini istemiş, Resûlullah da gömleğini vermiştir. Sonra Abdullah, Hz. Peygamber'den babasının cenaze namazını kıl­masını istemiş, Resûlullah namazı kılmak için kalktığında Hz. Ömer, onun elbisesinden tutarak. "Ya Resûlallah! Allah seni nehyetmişken sen onun namazını kılacak mısın?" demiş. Hz. Peygamber de:

Allah beni "Onlar için ister af dile, ister dileme. Yetmiş defa dilesen de fark et­mez..." ayeti ile muhayyer kıldı. Ben yetmişten ziyade yapacağım de­yince, bu sefer Hz. Ömer:

"O münafıktır" diye itiraz etmiş ama Hz. Peygamber namazı kılmıştır. Bunun üzerine de şu ayetle uyarılmıştır: [193]

"Ve Onlardan ölen birinin üzerine asla namaz kılma, onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Elçisini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler" [194]

Konuyla ilgili başka bir rivayet de şudur:

Hz. Peygamber, yalnız ve sıkıntılı dönemlerinde kendisini himaye eden, müşriklere karşı koru­yan ve sürekli destek olan amcası Ebu Talib'in son anlarında Müslü­man olmasını çok arzu etmiş ama telkinleri fayda vermemişti. Hz. Peygamber'in onun affedilmesi için dua edeceğini söylemesinden sonra, kendisini ikaz eden şu ayet nazil olmuştur [195]:

"Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra, ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne Peygamber'in, ne de inananların yapacağı bir iştir" [196]

Yukarıdaki ayetle birlikte şu ayetin de aynı konuyla ilgili olarak na­zil olduğu bildirilmektedir [197]:

"[Ey Muhammed], sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir." [198]

 

6. Zeynep b. Cahş İle Evlenmekte Tereddüt Göstermesi

 

Bu konu Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır:

"Allah'ın nimet verdi­ği; senin de kendisine nimet verip hürriyete kavuşturduğun kim­seye:

 "Eşini yanında tut, Allah'tan kork" diyordun, fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun; oysa asıl çekinmene lâyık olan, Allah idi. Zeyd, o kadından ilişiği­ni kesince biz onu sana nikahladık ki [bundan böyle] evlatlıkları, kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın buyruğu yerine getirilmiştir" [199]

Kaynaklarda açıklandığına göre Allah'ın kendisine nimet verdiği ve bir köle iken Hz. Peygamber'in hürriyetine kavuşturarak lütufta bu­lunduğu kişi Zeyd b. Harisedir. Onun eşi olarak zikredilen de Hz. Peygamber'in halasının kızı Zeynep binti Cahş'tır. [200]

Hz. Peygamber'in isteği üzerine Zeyd ile evlenen Zeynep, eşiyle aralarında denklik bulunmadığını hissettiren davranışlarda bulunarak Zeyd'i rencide ediyordu. Her ikisi de bu evlilikten dolayı mutlu ve hu­zurlu olamamıştı. Resûlullah da bu durumun farkındaydı. Buna rağmen Zeyd kendisine eşinden şikâyet edip, onu boşamak istediğini söylediğinde Hz. Peygamber:

"Allah'tan kork ve eşini yanında tut" [201]diye tavsiyede bulunuyordu.

Hz. Peygamber'in, bu evliliğin devam etmeyeceğini ve kendisinin Zeynep ile evleneceğini Allah'ın kendisine bildirdiğini nakleden riva­yetler vardır. Konuyla ilgili ayetteki Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun ifadesi de bu durumu teyid et­mektedir. [202]

Ancak bu durumu açıklamak hususunda Hz. Peygamber çok zor­lanmıştı. Zira mevcut geleneklere göre bu durumun Yahudi ve müna­fıkların dedikodularına [203], Müslümanların zihinlerinin karışmasına yol açacağını düşünüyordu. O kadar ki Hz. Aişe konuyla ilgili olarak şöyle demiştir:

"... Eğer Resûlullah kendisine indirilen vahiyden bir şey gizleyecek olsaydı, Zeynep'le evlenmesi ile ilgili ayeti gizlerdi...” [204]

Fakat onun böyle bir yetkisi ve tasarrufu olmadığı içindir ki, bir be­şer olarak kendisine zor gelse de, kendisine vahyedilerı bir hususu bir peygamber olarak tebliğ etmiş ve vahyin gereğini yerine getirmiştir. Çünkü ayette de belirtildiği gibi Allah'ın takdir ettiği bir şeyi yerine ge­tirmekte Peygamber'e bir güçlük yoktur. Bu evliliği de Allah emretmiş­tir. Bundan dolayı Zeynep'in, Hz. Peygamber'in eşleri arasında "Beni Allah Teala evlendirdi..." diye övündüğü rivayet edilmektedir. [205]

Vahiy özellikle yaşanan hayat içinde karşılaşılan bîr meseleyi çöz­mek ve insanlara yol göstermek için gelmektedir. Bu ayette de Allah, Cahiliye döneminde evlatlıkların boşanmış hanımları ile evlenmenin yasaklığı ile ilgili bir geleneği, Müslümanlara bir güçlük olmasın diye Peygamber'in bir uygulaması ile kaldırmış, sosyal bir reform gerçekleş­miştir. Ayette belirtilen hikmeti yanında bu olayın İslâm toplumu ve ev­lilik hukuku ile ilgili getirdiği pek çok prensip olmuştur şüphesiz. Ancak bunlar konumuzun dışında olduğu için burada ele alınmamıştır. [206]

 

7. Helâl olan Şeyi Kendisine Haram Kılması

 

Hz. Peygamber'in Kur'an'da ikaz edildiği konulardan birisi de, eş­leriyle ilgili olarak, Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi kendi nefsi için yasaklamasıdır. Bu konuya işaret eden ayetler şöyledir:

"Ey peygamber niçin, Allah 'ın sana helâl kıldığı şeyi, eşlerinin hatırı için kendine haram kılıyorsun? ... Allah size, yeminlerinizi [kefâretle] çözmeyi meşru kılmıştır... O bilendir, hüküm ve hik­met sahibidir. Peygamber, eşlerinden birine gizli bir söz söylemiş­ti. Fakat esi, o sözü (başkasına] haber verip, Allah da Peygamber'i, eşinin bu davranışından haberdar edince [Peygamber, eşine] o[söylediği]nin bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. [Peygamber] Bunu eşine haber verince eşi:

"Bunu sana kim söyle­di?" dedi [Peygamber]:

"[Her şeyi] bilen, haber alan [Allah] bana söyledi" dedi. Eğer ikiniz, kalplerinizin sapmış olmasından dolayı Allah'a tevbe ederseniz [ne a'lâ}. Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka olursanız, onun koruyucusu ve yardımcısı Allah, Cib­ril ve mü'mirilerin iyileridir. Ayrıca melekler de ona arkadır," [207]

"Tahrim Meselesi"nin nedenleri hakkında kaynaklarda farklı riva­yetler olmakla birlikte, daha çok bu konunun, Hz. Aişe'den rivayet edilen şu olayla ilgili olduğu kabul edilmektedir. Konuyla ilgili Peygam­ber hanımlarının farklı olarak anlatıldığı bu rivayet de Hz. Aişe şöyle diyor:

"Resûlullah tatlıyı ve balı severdi. İkindi namazını kıldıktan son­ra hanımlarını dolaşır onlara yakınlık gösterirdi. Onlardan Zeyneb binti Cahş'ın yanında bir müddet kalır, bal şerbeti içerdi. Bunun üzerine ben ve Hafsa anlaştık. Peygamber hangimizin yanına girerse, ona:

"Sende meğafir” kokusu alıyorum. Meğafir mi yedin?" diyecekti. Anlaştığımız üzere kendisine bu soru sorulunca, [üstünün başının kö­tü kokmasından hoşlanmayan] Hz. Peygamber:

"Hayır, meğafir yemedim, fakat Zeyneb'in yanında bal şerbeti içtim. Ama bir daha bunu içmemeye yemin ettim, sen bunu başkasına söyleme" de­di. [208] Bunun üzerine, "Ey peygamber niçin Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, eşlerinin hatırı için haram kılıyorsun?"dan itibaren, "Eğer tevbe ederseniz..." ayeti dahil dört ayet [209] nazil oldu. [210]

Hz. Peygamber'in eşleriyle alâkalı olan "Tahrim Meselesi"nin han­gi nedenle olduğuna dair yukarıdakine ilaveten başka rivayetler de vardır.

Hz. Peygamber'i huzursuz eden ve tahrime neden olan konunun, cariyesi Mariye'ye yaklaşmamak üzere yemin etmesiyle ilgili olduğu da nakledilmektedir. [211]

Bundan başka, Resûlullah'ın eşlerinin nafakalarını arttırma talep­leri, [212] eşlerinden Zeynep'in Resûlullah'ın bir hediyesini iade etmesi ve Hz. Aişe'nin Zeynep'in bu hediyeyi küçümsediğini söylemesi  [213]  ve Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in kendisinden sonra halife olacağını eşle­rinden Hafsa'ya sır olarak söylemesine rağmen onun bu sırrı izhar et­mesi  [214] gibi nedenler de bu olayla ilgili olarak zikredilmektedir. [215]

Mesele etraflıca incelendiğinde Tahrim ile İlâ Hadisesi'nin birbi­riyle alâkalı olduğu ve çoğu kaynaklarda ikisinin birlikte ele alındığı gö­rülmektedir.

Bu ayetlerin nüzul sebebini bu rivayetlerden yalnız birine bağla­maktan ziyade, farklı rivayetlerle anlatılan olayların hepsinin birleşerek İlâ Tahrimi'nin sebebini teşkil ettiği de söylenmektedir [216] ki burada Tahrim konusunun İlâ Hadisesi ile ilgili olduğuna işaret eden Hz. Ai­şe'den bir rivayete [217] yer verilmektedir.

Taberi, bu rivayetlerin bir kısmına değindikten sonra Tahrim'in hangi konuda olduğunu çok da önemli görmemektedir. Ona göre önemli olan, Allah'ın helâl etmiş olduğu bir şeyi Resûlullah'ın kendisi için haram kılmış olmasıdır ki burada Hz. Peygamber'in uyarılması ve yeminin keffaretle bozulacağının açıklanması söz konusudur [218] "Al­lah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri haram kılmayın ve sını­rı aşmayın" [219] ayeti de bunu gerektirir. Aksi takdirde Hz. Peygam­ber'in böyle yapmasında hukuki bir mana olduğu fikri ortaya çıkabilir ve helâl olan birtakım şeyleri kendi nefsine haram kılmanın caiz ola­bileceği düşüncesine kapılanlar olabilir. Bu da Ruhbanlık'ta olduğu gi­bi bir takım dünya menfaatlerinin bozulmasına sebebiyet verebilir. Bundan dolayı Allah, bir taraftan Hz. Peygamberi tenbih etmiş, diğer yönden eşlerini kınayarak onlara gerekli olan şeyleri öğretmek, üm­meti korumak ve irşad etmek için bu ayetleri indirmiştir. [220]

Bu sayılanların dışında Hz. Peygamber'in Kur'an'da uyarıldı­ğı başka konular da vardır. Bunlar önemine binaen genellikle tekid sîgası ile gelmiştir, "Olma!" şeklinde vurgulanan bu hususlar şunlardır:

"... Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse sakın kuşkula­nanlardan olma!" [221]

"Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden olma!" [222]

"Biz sana Kitabı gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Al­lah'ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin; hainlerin savu­nucusu olma!” [223]

"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi [yapabi-Hrsen] yerin içine bir delik, ya da göğe bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresen! Allah, dileseydi, elbette onları hidayet üze­rinde toplardı, o halde cahillerden olma!'' [224]

"Ve sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan olma! Yoksa kaybedenlerden olursun" [225]

"Sen, bu Kitabın sana indirileceğini ummazdın. O ancak Rab­binin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkarcılara yardımcı olma. [226]

"Allah'ın, ayetleri sana indirildikten sonra sakın seni onlar­dan alıkoymasınlar. Rabbine davet et, ortak koşanlardan ol­ma! Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma!" [227]

"Sen Rabbinin hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra ızdırapla haykıran balık sahibi [Yûnus Peygamber } gibi olma!" [228]

Bunların dışında; vahyin tamamen İlâhî irade elinde olduğu ve bu konuda kendisinin çaresizliği, [229] kendisine verilen görevle ilgili sorgu­ya çekileceği, [230] tebliğ görevinin ehemmiyeti  [231] bu konuda sabır ve sebat göstermesi  [232] ama inanmayanlar karşısında umutsuzluğa ve üzüntüye kapılmaması, [233] Rabbine karşı şüpheci olmaması, [234] Al­lah'ın ayetlerini yalanlayanlara ya da onlardan alıkoymak isteyenlere meyletmemesi, [235] dünya hayatının süsü olarak servet verilenlere özenmemesi, [236] şeytanın hilelerine karşı dikkatli olması, [237] hangi ne­denle olursa olsun müşriklerin bazı isteklerine uymayı düşünmesi ya da psikolojik baskıların olduğu ortamlarda, Allah'ın müşrikler hakkın­da indirdiği ayetlerin bir kısmını okumakta tereddüt göstermemesi [238] konularında da uyarılmıştır.

Bütün bu hususlar Hz. Peygamber'in zaman zaman çok ağır durum­larla karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Beşer tabiatının ayrılmaz par­çası olarak karşılaştığı bu tür olumsuzluklarda o, sürekli teselli edilmiş, Rabbinin güven ve desteğine muhatap olmuştur ama kendisine vahiy gelmediği, onun için de gayb olan konularda Allah'ın ilminde en doğru olana aykırı bir görüş, tutum ve davranış olduğunda da İlâhî uyan gelmiş, ölçüyü aşan bir söz ve davranışta bulunmaktan alıkonmuştur. Bütün bun­lar onun örnek bir kimlik taşıma sorumluluğundan olsa gerektir. [239]

 

İ. Ona İtaatin Allah'a İtaat Olması

 

Kur'an, Hz. Muhammed'e İtaatin Allah'a itaat, ona isyanın Al­lah'a isyan olduğunu bildirmektedir. Elçiye iman ve itaat olmadan Al­lah'a iman ve itaat olmayacağını, Allah sevgisine giden yolun Elçi'ye itaatten geçtiğini önemle vurgulamaktadır. [240]

Allah ve Peygamber'inin rızasını dünyada meyledilebilecek her şeyden daha önde tutmadıkça huzur ve esenlik olmayacağı gibi, pek çok mihnet ve sıkıntının da kaçınılmaz olacağına da Kur'an dikkat çekmektedir. [241]

Elçi'ye itaatin içten gelen bir samimiyetle olmasına da vurgu ya­pılmakta, onun verdiği hükümler karşısında en ufak bir tereddüt gös­termeden teslim olunması istenmektedir. [242]

İnananların, problemlerini çözerken Allah'a, dolayısıyla Hz. Peygamber'e ve onun tebliğ ettiği öğretilere başvurmaları ve bunlar orta­dayken başka bir çözüm yolu aramamaları tenbih edilmektedir:

"...Eğer,herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe  inanıyorsanız onu Allah'a  ve Elçi'ye götürün[243]

"Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yok­tur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur[244].

"...Elçi size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun..." [245]

"Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz bi­lin ki, o yalnız kendi yükümlülüklerinden sorumlu tutulacak, siz de yalnız kendi yükümlülüklerinizden sorumlu tutulacaksınız. Ama eğer ona itaat ederseniz, doğru yola erişirsiniz..." [246]

Ona itaat etmeyenlerin sonunda büyük bir pişmanlık yaşayacak­ları da Kur'an'da belirtilmektedir:

"O gün zalim ellerini ısırıp: Nolaydı, keşke ben Elçiyle beraber bir yol edineydim! der" [247]

Kur'an, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği dinle ilgili hükümleri içerir. Hz. Peygamber din adına bir hüküm verdiği zaman vahye dayanmış, Allah'ın indirdiği Kitab ile hükmetmiştir. [248] O. vahiyle kendisine bildi­rilenden başkasını insanlara din olarak açıklamadığı için ona itaat, Al­lah'a itaat sayılmıştır. [249]

 

J. En Güzel Örnek Olması

 

İnsanın dünyaya bilgisiz ve korunmaya muhtaç olarak gelmesi onun bir örneğe ihtiyacını da beraberinde getirmektedir. Hayatı ve varlığı an­lamlandırmak için çözülmesi gereken gerçeklikler karşısında ömrü ve yetenekleri sınırlı insanın, kendisine tabi olunacak evrensel modeller ol­madan bir yaşam biçimi oluşturması söz konusu değildir. Bunlar en üst seviyede, insanlar arasından seçilmiş ve İlâhî terbiyeden geçmiş olan peygamberlerdir ve bütün peygamberler insanlara vahyin sunduğu ger­çekleri öğretmek ve bunları yaşayarak göstermekle görevlidir.

Peygamberlere birer kahraman olarak hayran olmamızın nedeni diyor Fromm, içimizde hissettiğimiz, bizim yolumuzun da onların yo­lu gibi olması gerektiği duygusudur. Ama korktuğumuz için böyle bir davransın yalnızca kahramanlara özgü olduğu aldatmacası ile kendi­mizi avutmaya çalışırız. Böylece onlar ilâhlaşır ve biz kendi ilerleme yeteneğimizi onlara yansıtır, sonra da olduğumuz yerde kalırız. [250] Oy­sa peygamberler tutum ve davranışlarıyla, ortaya koydukları yaşantı­larıyla kendini gerçekleştirme sürecinde inanan insanın yardım alaca­ğı en önemli kaynaktırlar. İnsanın peygamberlerle iletişiminin sağlıklı ve dengeli olması açısından bu husus büyük bir önem taşımaktadır.

Hz. Muhammed'in Kur'an'da sayılan özelliklerinden birisi ve bel­ki de insanlar için en önemlisi "üsvetün hasenetün" olmasıdır. Üsve, kendisine uyulacak, arkasından gidilecek örnek demektir ki, bu örnek­lik iyi veya kötü yönde olabilir. [251] Ancak ayette de geçtiği şekliyle Hz. Peygamber, en iyi/en güzel örnektir. Bu örneklik zaman üstüdür ama ondan istifade etmek için sahip olunması gereken nitelikler vardır:

"Andolsun Allah'ın Elçisinde sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah'ı her daim anan kimseler için, en güzel bir örnek vardır" [252]

Kur'an'da Hz. İbrahim ve onunla birlikte olanların tutumları da güzel bir örnek olarak sunulur. [253]

Hz. Muhammed'e inananlar da insanlık için örnek olmak duru­mundadır:

"Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve ör­nektir. [254]

Bir kimsenin hayatı, tarihî sübut ve sıhhat bakımından ne kadar sağlam olursa olsun, kemal vasfını haiz olmadıkça insanlar için uyulacak bir örnek sayılmadığı gibi, bir kimsenin hayatı da bütün safhalarıyla halka malum olup her cihetten gizli bir noktası kalmayıncaya kadar herkesçe bilinmedikçe kâmil bir hayat sayılamaz. [255]

Bu manada Hz. Muhammed'in sîreti, beşeri hayatın bütün devir ve safhalarını kapsayan tam ve kâmil bir örnektir. Çünkü onun hayatı, doğumundan vefatına kadar bütün yönleriyle kendi çağdaşları tarafın­dan bilindiği gibi, bu bilgiler sağlam kaynaklar vasıtasıyla kayıt altına alınarak bize kadar ulaşmıştır.

Hz. Muhammed'in mektebi, insanlığın bütün tabakalarından her taifeyi toplayan bir külliyedir. Bütün milletler lisanlarının, renklerinin ve sınıflarının ihtilafına, içtimai durum ve kültürlerinin farklarına rağ­men, orada toplanıp birleşmiştir. Herhangi bir insanı oraya almaktan men eden hiçbir kayıt mevcut değildir. [256]

Tarih boyunca insanlığın örnek aldığı pek çok şahsiyet olmuştur. Bunların örnekliği faziletlerden biri veya birkaçıyla ilgilidir. Bunları örnek alacak olanlar kendilerinin ilgi alanıyla alâkalı kişileri ve onlardaki ör­nek davranışları model alabilirler. Oysa Hz. Muhammed'in örnekliği sınırlandırılmamış, belki sadece onun örnekliğinin kimler üzerinde et­kili olacağına işaret edilmiştir.

Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi özellikle inananlar için o her bakımdan en güzel örnek olarak takdim edilmiştir. Ancak bu örnekli­ğin ilkeler bazında olmasına dikkat etmek gerekir. Yaşanılan zaman ve mekânı, sosyo-ekonomik ve kültürel değişmelerle oluşan mevcut şart­ları dikkate almadan onun bütün tutum ve davranışlarını aynıyla taklit etmek, örnek alma amacına uygun olmasa gerektir.

Örneklikte aslolan, örnek olanın tutum ve davranışlarının maksa­dını doğru tespit etmek ve o maksadı gerçekleştirecek modeller geliş­tirmektir.

"Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin" [257]ayeti onun kâmil ahlâkına işaret etmektedir. Onun ahlâkı, Kur'an ahlâkıdır. [258] Hz. Pey­gamber, "mekârim-i ahlâkı" tamamlamak için gönderildiğini söylemiş­tir. [259]. Çünkü ondan önce mekârim-i ahlâk olmamış, onu Hz. Mu­hammed tamamlamıştır. [260]

O, iyiliğin gerçekleşmesinde olduğu kadar, kötülükten sakınmada da insanların en mükemmelidir. Bu haline nübüvvetten önce onu ta­nıyan, nübüvvetten sonra ona inanan veya inanmayan herkes şehadet etmiştir. Onun sözünde, davranışlarında, ahlâkında kınanacak hiç­bir şey görülmemiştir. [261]

Bir insanı en iyi tanıyan onun ailesi, ailesi içinde de eşidir. Büyük ve önemli sayılan insanların pek çoğu yakından tanındıkça stradanlaşabilir. Fakat Hz. Peygamber'i yakından tanıyan herkesin ona olan saygısında her hangi bir sarsılma olmadığı gibi bilakis daha da arttığı görülmüştür. Bundan dolayıdır ki onu hiç tereddüt göstermeden des­tekleyen ilk insan, eşi Hz. Hatice olmuştur.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususların dışında Hz. Peygamber'in Kur'an'da zikredilen başka özellikleri de sayılmıştır. Bunlar özet olarak şöyledir:

Geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmiştir [262] Ona ve üm­metine ganimetler helâl kılınmıştır. [263] Eşleri, mü'minlerin annesi sa­yılmıştır. [264] Tevrat ve İncil ondan bahsetmektedir. [265] Ehl-i Kitap tara­fından bilinmektedir. [266] Hz. İbrahim'in ve Hz. İsmail'in duası [267], Hz. İsa'nın müjdesidir. [268] Onun ümmeti, ümmetlerin en hayirlısıdır. [269] İnananlara kendi canlarından ileridir [270] Sadece kendi ümmeti için değil, bütün ümmetler için şahittir. [271] Kur'an'da geçen diğer peygam­berlerin hepsine isimleriyle hitap edildiği halde [272]ona ismiyle hitap edilmemiştir. Bazen "Ey peygamber! Ey Nefs!" [273] şeklinde hitaplar olmuştur. İsminin geçtiği yerlerde de hitap yoktur, sadece peygamber­liği vurgulanmaktadır. [274] Bu inceliğe Hz. Peygamber'in ashabı da ri­ayet etmiş ona ismiyle hitap etmemiştir. Diğer peygamberlerin kavim­leri ise kendi peygamberlerine isimleriyle de hitap etmiştir. [275] Kendi­sine Kevser verilmiştir. [276] Kevser, lügatte, kesreti ifrat derecede olan yani bol ihsan, pek çok hayır, birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz, büyük bir haber, İslâm ve nübüvvet ve bütün Cennet ırmaklarının ken­disinden geldiği Cennet'te bir nehrin adı gibi anlamlar taşımakta­dır  [277] Kevser'in, Cennet'te özel bir nehrin adı olduğu ile ilgili kanaat­ler daha yaygındır. Bu manayı destekleyen hadisler de vardır. [278] Kev­ser, Hz. Peygamber'e verilen Kur'an'dır, nübüvvettir, ümmetinin ulemasıdır, ümmetinin çokluğudur, evlatlarının çokluğudur da denilmiş­tir. [279] İsrâ ve Mîrac hadisesinin muhatabı olmuştur. [280]

"Kadir Gecesi'' ona ve ümmetine İlâhî bir armağandır. "Makâm-ı Mahmûd" verilmiştir [281] ki yaygın kanaate göre bu, "şefaat" makamı­dır [282] En büyük mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. [283]

Kur'an'ı, hikmeti ve bilmediklerini insanlara öğreten bir mual­lim olması [284] ise onun kuşatıcı vasfıdır. [285]

 

2. Kur'an'da İnsan Merkezli Eğitimin Temelleri

 

Bundan önceki bölümde Hz. Muhammed'in risaietten önceki ha­yatında onun kişiliğine dair Kur'an'ın ve diğer önemli kaynakların ver­diği bilgileri ve risaletin başlamasıyla ortaya çıkan gelişmeleri tahlil et­meye çalıştık. Bu süreçte onun kişiliğinin inşasında temel faktörün va­hiy olduğu açıktır. Kur'an, onun şahsında model insanı, insan-ı kâmil örneğini ortaya koymaktadır. Onun örnekliği belli bir zaman, belli bir mekân ya da belli bir toplumla sınırlı değildir. O, evrensel çaptaki gö­revine uygun olarak ırk, din, dil, cinsiyet, yaş, statü vb. ayırt etmeksi­zin her seviyeden insanla ilgilenmiş, mesajını onlara en etkili biçimde ulaştırmak ve onları eğitmekle sorumlu olmuştur. Bu anlamda onun temel görevi eğitim-öğretîmdir.

Bütün eğitim sistemleri ve felsefeleri eğitimin amaçlarını belirler­ken ve bu amaçların gerçekleştirilmesine uygun eğitim-öğretim du­rumları geliştirirken insana yükledikleri anlamdan yola çıkmaktadır.

Hangi anlayışa dayanırsa dayansın eğitimden beklenen görevlerin başında, fertlerin bütün yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirmek ve te­mel duygu ve ihtiyaçlarını uyumlu bir şekilde doyurmak gelmektedir. [286] İlâhî dinlerin de kuşkusuz insana yüklediği bir anlam vardır.

Vahiy zincirinin son halkası olan Kur'an-ı Kerim insanın kabiliyet­lerini, ilgilerini, tutumlarını, güçlü ya da zayıf yönlerini bitmesini sağ­lar. Böylece insanın kendini gerçekleştirerek çevresiyle dengeli bir uyum elde etmesinin yollarını gösterir. [287] Bunun için Kur'an, insanı biyolojik ve psikolojik özellikleriyle, bedenî ve ruhî ihtiyaçları ile kafasıy­la ve kalbiyle, üstünlükleriyle ve zaaflarıyla bir bütün olarak ele alır. [288]

 

I. Fıtrat-Eğitim İlişkisi

 

Kur'an, insanın ihtiyaçlarını, nefsinin ona ne fısıldadığını en iyi bi­lenin, onu Yaratan olduğunu bildirmekte ve onun yaratılış amacına uygun olarak eğitilmesini istemektedir. [289] İnsanın yaratılış özellikleri, yaratılışındaki temel yapı taşları bilinmeden, bu yapının şifrelerine ulaşıl­madan, onun ihtiyaç ve isteklerini belirlemek ya da ona bir gaye ve ideal tayin etmek söz konusu değildir.

İnsan olmanın hedeflerini keşfetmeksizin, herhangi bir hedefe yö­nelmek çabaların boşa harcanmasına, keşfedilmemiş veya işlenmemiş kabiliyetlerin kaybolmasına sebep olabilir, onların bir daha ele geçiril­mesi de mümkün olmayabilir. Eğitim felsefesinin ve dinin ortak tavsi­yesi, yaradılıştan gelen sağlamlığın, sağlam olarak devralınmış olan ve gelişmeye müsait olan kabiliyetlerin keşfedilmesi geliştirilmesidir. [290] Bu nedenle Kur'an, fıtratı merkez alarak eğitimle ilgili organizasyonları bu cevher etrafında örgütlemektedir. O halde asıl konuya girmeden önce fıtrat nedir? Fıtrat ile eğitimin nasıl bir ilişkisi vardır? sorularının cevaplandırılması gerekir.

Fıtrat; uzunluğuna yarmak, ayırmak, meydana getirmek, yarat­mak, ortaya koymak [291] manasına gelen "fatr" kökünden mastardır ve lügatte; yaratılış, terkip [292] bir şeyi ilk defa ve örneksiz yaratmak, ilk de­fa icat etmek anlamına gelmektedir. [293] Bunların yanı sıra, yapı, tabiat, mizaç, kalb-i selim, din, adetullah, doğal eğilim, huy, cibilliyet, istidat, içgüdü ve karakter karşılığı olarak da anlaşılmıştır.

Terim olarak ise, Allah'ın insanlarda yarattığı ve temerküz ettirdiği, Allah'ı tanıma ve bilme istidadı [294] dini kabule müsait bir istidatta yaratılış [295], Allah'ın insanı, Yaratanını Rab olarak bilmek üzere yaratması [296] olarak tanımlanmıştır. Müfessirlerin ekserisi de fıtratı, Hakkı kabul ve id­rak kabiliyeti olarak açıklamışlardır. [297] Her çocuğun fıtrat üzere doğdu­ğunu, daha sonra anne-babasının onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yaptığını beyan eden hadiste [298]de benzer manayı görmek mümkündür.

Kur'an'da "fatr" kökünden türemiş kelimeler ondokuz yerde geç­mektedir [299]. Buralardaki kullanıma bakıldığında fıtratın, çoğunlukla ya­ratma [halketme] ve ibdayı [icat etme), yani yoktan var etmeyi ifade ettiği görülmektedir. "Fıtrat", şeklinde mastar olarak tek bir ayette geçmektedir:

"Sen yüzünü, batıl olan her şeyden uzaklaşarak kararlı bir şe­kilde [hak olan] dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran ki, Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çü­rümeye meydan verilmesin. Bu doğru bir dinin gayesidir; ama in­sanların çoğu bilmezler." [300]

Buradaki "fıtraf'ın, insanın durumu ve dinle alakasını ifade ettiği ileri sürülmüştür. Buna göre, Fıtr, peyda etmek, yaratmaktır. Fıtrat ise, o yaratma ve peydanın ilk halidir, insanın aslında vardır ve sonra­dan kazanılmış değildir. İnsan bünyesine nakşedilen özellikler onun fıt­ratıdır. İnsan farklı türlerde yaratılmamıştır. Allah insanı yaratılışında değişme kabul etmeyen özel bir konumda yaratmıştır. İnsanın fıtrat üzere yaratılması, yaratıcısını bilerek doğması demektir. [301]

Rum Sûresi'nin 30. ayetinde geçen "fıtrat", A'râf Sûresi'nin 172. ayeti ile ilişkilendirilerek, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sah­te arasında ayırım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birli­ğini kavrayabilmesine imkân veren doğuştan edindiği sezgisel yete­nek olarak açıklanmıştır. [302]

Görüldüğü gibi fıtrat, genel olarak insanın temyiz yeteneği, hakkı idrak ve kabul etme, Allah'ı bilme ve tanıma istidadı olarak açıklan­maktadır. Ancak meseleye geniş bir perspektiften bakıldığında bu yak­laşımın fıtratı tam olarak açıkladığını söylemek güçtür. Kur'an, fıtrata işaret eden zengin bilgilerle yüklüdür. Bir defa, Rabbine varan yolda çabalayıp duran insanın [303] ebedî âleme uzanan serüveninde beşer ola­rak ihtiyaç duyduğu her şey, fıtratında potansiyel olarak vardır. Bun­lar içerisinde şüphesiz en önemlisi, güçlü bir varlığa inanma ve bağ­lanma duygusudur. İlâhî dinlere göre bu varlık, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tır. Yukarıdaki ayetten ve konuyla ilgili açıklamalardan da anla­şılacağı üzere insanın fıtratında Allah'ı Rab olarak kabul etme istidadı vardır. Ancak insan fıtratı inanma istidadının dışında daha pek çok is­tidadı da potansiyel olarak taşımaktadır. Kur'an'da iyi ya da kötü ol­mayan ama iyiliğe ve kötülüğe meyilli olan tohumların varlığına da işaret edilmektedir.

İnsanın dünyaya gelirken nasıl bir potansiyel taşıdığı, bu potansi­yeli etkileyen faktörler ve bu arada eğitimin rolü bilim adamlarının hep tartışa geldiği konular olmuştur. Eğitimin imkân ve sınırları üze­rinde ileri sürülen görüşlerde bu tartışmalarda ortaya konan yaklaşım­ların önemli etkileri olmuştur.

İnsanı anlamaya yönelik çalışmalar, bu arada modern psikolojinin insan doğası ile ilgili ortaya koyduğu açıklamalar insanın bu yönünü anlamanın çok kolay olmadığını gösterir niteliktedir. Söz gelimi Masiow, insanın doğuştan getirdiği ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş "içsel doğa" dediği potansiyelin aslında "kötücül" değil, "iyi veya nötr olduğu" ya da "iyi ya da kötücülden önce" olduğunu söylemektedir. Buna göre yeni doğmuş bir bebeğin ya da bir çocuğun içsel doğası söz konusu olduğunda bunu görmek mümkün iken, "bebeğin" yetişkinde var olması söz konusu olduğunda sorun karmaşıktır. Yani çevre etkileri almış bir bireyde aynı safiyeti görmek her zaman mümkün değildir. [304]

Maslotu'a göre, psikoterapi, bilim, eğitim ve sanat gibi insan do­ğası ile ilgilenen her türlü doğruyu ortaya koyma ve açığa çıkarma tekniği bu yaklaşımı desteklemektedir. Örneğin, açığa çıkarıcı terapi uzun vadede kin, korku, açgözlülük vb. "duyguları" azaltmakta, sevgi, yüreklilik, yaratıcılık, incelik ve özgeciliği artırmaktadır. Bu da bizi son­radan sayılanların öncekilere yani iyinin kötüye göre daha derin, daha doğal ve insanda daha içsel olduğu sonucuna götürmektedir. Açığa çı­karma, "kötü" dediğimiz davranışları azaltır ya da ortadan kaldınrken, "iyi" dediğimiz davranışları güçlendirmekte ve beslemektedir. [305]

Bu yaklaşım, dini terminolojide geçen fıtrat kavramına oldukça yakın gözükmektedir. Burada, yaratılışın dış etkilere maruz kalmadan önceki halinde nötr oluşuna ve çevreyle etkileşimle birlikte safiyetin değiştiğine dikkat çekilmektedir.

Bu yaklaşımın, fıtratın davranışlar üzerinde belirleyici bir etkisi ol­makla beraber, bunun zorlayıcı olmadığını ileri sürenlerinkinden fark­lı olmadığı anlaşılmaktadır. Her ikisinde de fıtratın çevreyle etkileşim sonunda şekillendiği, yani insanın çevre şartlarının yaratılışına uygun olarak düzenlenmesi gerektiği sonucu çıkmaktadır. Bu da insanın eği­time muhtaç oluşunu ve eğitim durumları düzenlenirken fıtratının dik­kate alınmasını önemli hale getirmektedir.

Zira fıtrat, çevre şartlarına göre şekle giren esnek bir tabiata sa­hiptir. Çevre şartları fıtrattaki eğilimlere uygun düzenlenmediği takdir­de bu eğilimler başka kalıplara girmeye veya büsbütün körelmeye uğ­rayabilmektedir. [306] Fıtrî yeteneklerin aldığı şeklin kalitesi, maruz kalı­nan kültür tesirlerinin veya eğitim durumlarının kalitesine bağlıdır. İçinde şekil alınan kültür kalıplarının bozuk olması sebebiyle insanda bazı yeteneklerin hiç ortaya çıkmaması veya bozuk olarak şekillenme­si kaçınılmazdır. Bunun için din eğitiminde bozuk kültürün etkisine kapılmadan Allah'ın insanı yarattığı fıtrata, özündeki ilâhî yöneliş ve ye­tenekleri geliştirmeye önem vermek gerekmektedir. [307]

Demek oluyor ki fıtrat, iyiye yatkın gibi düşünülse de kendi haline terk edildiği zaman sadece iyiye ve güzele eğilimli değildir. Eğer öyle olsaydı o takdirde İlâhî dinlere, peygamberler'e, kutsal kitaplara ya da eğitime ihtiyaç olmazdı. Oysaki bütün peygamberler ve kutsal kitap­lar, insanın fıtratında var olan istidatları yaratılış amacına uygun ola­rak geliştirmek ve fıtratın yozlaşmasına yol açacak etkenleri kontrol etmek için gerekli prensipleri açıklamışlardır.

Bu durumda şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür:

Fıtrat, iyiliğe ve kötülüğe meyilli güçlerin tohum halinde bulunduğu bir potansiyeli, ham maddeyi ifade etmektedir.

Bu durumda fıtrat, ilk yaratma faaliyeti sonucu yaratılışın aldığı ilk tarz ve şekli, henüz dış tesirlerle etkilenmemiş ve başkalaşıma uğra­mamış olan var oluşun ilk saf halini ifade eden teknik bir terimdir [308] ve tek tek kişilerin yaradılışlarındaki farklı özellikler değil, bütün insanlar­da, insan olmaktan dolayı ortak olarak bulunan genel özelliklerdir [309] Bu yaratılış, eksiksiz, kusursuz, gelişip olgunlaşmaya elverişlidir. Bu ilk yaratılış özelliği ile insan kendi yaratıcısını tanımaya, O'na yönelip bağlanmaya da müsait bir yapıdadır. [310]

İnsanın kendini gerçekleştirme çabasında ne/kim olup olmadığı­nın bilinmesine ihtiyaç vardır. İlginçtir ki, insan diğer meçhulleri ve hatta kendisinden çok uzak bilinmeyenleri keşfetmesine rağmen, ken­dine yabancıdır. [311] Pek çok bilinmezi ve esrarı keşfeden insanlık, bu­nun haklı gururunu yaşamaktadır. Ancak kendine en yakın olan şeyi, kendini keşfedemeyen insan, diğer bilinmezleri keşfederken ciddi bir anlam/amaç/hedef sorunu yaşamakta, fıtratına uygun davranamamakta ve neticede özüne yabancılaşmaktadır.

İnsandaki bu özsel çekirdeğin [içsel doğa] engellenmesi, yadsın­ması ya da bastırılması halinde, bunun bazen apaçık biçimlerde, ba­zen gizli, bazen dolambaçlı biçimlerde, bazen hemen, bazen de bir sü­re sonra bir takım psikolojik hastalıklara yol açtığı, bu konuda çalışan araştırmacıların tespitidir. Bu durumda "güdükleşmiş ya da engellen­miş kişilik" yani insanlığın, kişiliğin belirleyici özelliklerinin yitirilme­si, kişinin kendi gizilgüçleri doğrultusunda gelişememesi, değersizlik gibi yeni tür hastalıklarla sonuçlanmakta ve bunların klasik nevrozthatta psikozlardan çok daha tehlikeli olduğu ileri sürülmektedir. [312]

Fıtratta olan eğilimlerin hiçbiri lüzumsuz, gayesiz ve hedefsiz de­ğildir ve hepsi insanın bir bütün olarak gelişmesi içindir. Önemli olan ifrat ve tefrite düşmeden her bir fıtri eğilimin hedefinin ve nihai ama­cının doğru tayin edilmesidir. Burada eğitimin görevi, fıtratı örselemeden, fıtratta var olan her bir tohumun şifresini varlık amacına uygun olacak şekilde çözmek, tezahürüne mani olan engelleri kontrol etmek ve şahsiyette dengeyi sağlamaktır.

"Fâtır" tarafından sunulan bilgiler, insanı beşer takatinde anlama ve tanıma için bize çok önemli imkânlar sunmaktadır. İnsanın yaratı­lışı, sorumluluğu, yetenekleri ve zaafları ile ilgili vahiy bilgisi, insanla iletişim kurmak durumunda olan eğitimcinin niteliklerini incelerken daha tutarlı ve isabetli açıklamalar yapmamızı sağlayacaktır. İnsanla il­gili olarak ortaya konan her bilimsel yaklaşım da bize bu konuda önemli destekler sağlayacak diğer malzemeler olacaktır. [313]

 

II. İnsanın Yaratılışı

 

İnsanla ilgili bilimsel çalışmalarda önemli mesafeler alınmış olun­masına rağmen son derece kompleks ve parçalanmaz bir bütün olan bu varlığı tanımak ve tanımlamak insanlık için hala önemli bir sorun olmaya devam etmektedir.

Bilginlerin, filozofların, şairlerin, mistiklerin müşahedelerinden meydana gelen önemli birikimlere sahip olmamıza karşın, insan hak­kındaki açıklamalar bazı görünüş ve parçalardan ibaret kalmaktadır. Bütün bilim dalları insanı kendi açısından, kendi imkânları ölçüsünde ve kendi metotlarıyla tanımlamaya çalışmakta, ama insanı inceleyen­lerin kendi kendilerine sordukları soruların büyük bir kısmı cevapsız kalmaktadır. [314]

Kur'an'a göre Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve yarattığı her varlığa belli bir fonksiyon, belli bir nicelik ve nitelik vermiştir. Her şeyi yara­tan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan Al­lah'tır. [315] O, var olan her şeye gerçek özünü ve biçimini veren, sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yöneltendir. [316]

Kur'an, insanın, yaratıklar içinde farklı bir konuma sahip olduğu­nu haber vermektedir. [317] Kur'an'da yaratılış safhaları en ayrıntılı ola­rak anlatılan varlık insandır. Daha ilk inen ayetlerden itibaren insanın yaratılışına dikkat çekilmiştir. [318] İnsanın neden, nasıl ve niçin yaratıldı­ğı, yaratılış evreleri açıklanmaktadır. İnsanın yaratılmış olması, onun yaratanı ile ilişkiye geçmesini gerekli kılmakta iken insan bu vasfını unutmaktadır. Kur'an, yaratılmış olduğunu unutan insanı uyararak, onun yaratılmış oluşuna sıklıkla vurgu yapmaktadır. [319]

Kur'an insanın yaratılışına dikkat çekmek suretiyle, onun yaratıl­mış olduğunun ve yaratılışının bilincinde olarak Yaratıcı'dan gelecek tebliğe elverişli ve hazır hale gelmesine, böylece bir anlamda Allah ile insan arasında bir iletişim koridoru oluşmasına imkân vermektedir. [320]

Kur'an, ilk insanın yaratılışından bahsederken Allah'ın onu çeşitli merhalelerden [321] geçirerek yarattığına, hammaddesinin çamur, balçık vb. toprağın çeşitli formları olduğuna dikkat çekmektedir. [322] Allah, bu varlığa kendi ruhundan üflemiş ve ilk yaratılışı gerçekleşmiştir. [323] Bun­dan sonraki yaratılış olayının kadın ve erkek cinsinin bir araya gelme­siyle [324] ve üreme yoluyla olduğuna işaret edilmekte, insanın yaratılışın­da esas maddenin zayıflığı ve hakirliği de dikkat çekici bir biçimde tek­rarlanmaktadır. [325] İnsanı rahimlerde dilediği gibi şekillendirenin Allah olduğu [326] ve insanı bir takım aşamalardan geçirerek yarattığı da Kur'an'ın verdiği bilgiler arasındadır. [327]

İlk Kur'an vahyinde de, insanın bir yumurta hücresinden, embriyonik bir gelişme göstermesine işaret edilerek adeta biyolojik kökeni­nin ilkelliği ve basitliğine karşı zihni ve ruhi potansiyelinin zenginliği arasındaki zıtlık ima edilmektedir. [328]

İnsanın yaratılışına işaret eden pek çok ayet yanında şu ayetler in­sanın yaratılış serüveni ve sonrasını özetler mahiyettedir:

"O'dur ki, yalattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmağa çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir özden, hakir bir su­yun özünden yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhun­dan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" [329].

"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilme konusunda şü'phedeyseniz, o zaman [hatırlayın ki} biz gerçekten de sizi topraktan, sonra bir nutfe (sperm] den, sonra döllenmiş hücreden, sonra [te­mel unsurları ve istidatlarıyla tamamlanmış ama [bütün ögeleriyle] henüz tamamlanmamış bir ceninden yarattık ki, size [menşeinizi böylece açıklayalım. Ve [doğmasını] dilediğimizin rahimlerde belir­lenmiş bir süre için kalmasını sağlarız; sonra sizi çocuk olarak dünyaya getirir ve [yaşamanıza imkân veririz]; böylece [bazılarınız] olgunluk çağına erişir; öyle ki kiminize [daha çocukluk çağında] ölüm tattırırken, kiminiz de yaşlılığın öyle düşkün çağına erişti­rilir ki, bildiğini bilmez olur." [330]

Böylece insan Kur'an'ın ifadesiyle, her şeyin yaratılışını en güzel biçimde yapan ve yaratanların en güzeli olan âlemlerin yaratıcısı ilk in­sanı yaratıp ona en güzel biçimi verdiği gibi, her bir insanı da en gü­ze/kıvamda yaratmıştır. [331] Burada geçen "ahsen-i takvimdin, insanın boyunun düzgünlüğünü, endamının eşsizliğini, akıl ve düşünce sahibi, konuşma, yazma, yapma ve temyiz [332] gibi pek çok yeteneğe sahip oluşunu anlatan bir kavram olduğu söylenmiştir. Ancak insanın en gü­zel kıvamda yaratılmış olmasının açıklanması çok da kolay görünmemektedir. Nitekim insanı tanıma çabaları sonunda ortaya konan neti­celer de bunu göstermektedir.

İnsan var olduğu günden bu yana sürekli olarak içinde yaşadığı dünyayı, evreni ve kendini tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası sonunda en az tanıyabildiği varlık, yine kendisi olmuştur. Yaşamasını sağlayan bunca eşyaya, teknolojiye ve dünyanın albenisine rağmen, insanın bu arayışı devam etmektedir. [333]

Alexis Carrel'in ifadesiyle; iç dünyamızda muazzam bölgeler he­nüz bilinmiyor. Kimyevi cevherlerin molekülleri, dokuların geçici ve kompleks organlarını terkip için nasıl uyuşuyor, nasıl bir düzen kuru­yorlar? Bir yumurtanın içinde bulunan genler bu yumurtanın içinden çıkacak bireyin karakterini nasıl tayin ediyor? İnsan hayatının süresinin, psikolojik ve fizyolojik mahiyeti nedir? Dokulardan, organlardan, sıvılardan ve şuurdan mürekkep olduğumuzu biliyoruz. Fakat beyin dokuları ile şuur dokuları arasındaki ilişkileri hala bilemiyoruz. Hatta bunların fizyolojisini bile bilemiyoruz. Organizmayı irade ile ne derece­ye kadar değiştirmek mümkündür? Organların hali, ruhu nasıl etkiliyor? Maneviyat duygusunu, muhakeme yetisini ve cesaretimizi nasıl artıraca­ğız? Estetik ve dini duyguların anlamı nedir? Telepatik iletişimden so­rumlu enerjinin mahiyeti nedir? Bu sorular uzayıp gitmektedir... [334]

Carrel, medeni insanın azami gelişmesine en uygun çevrenin hangisi olduğunu bilmiyoruz diyor ve ekliyor: "Çağdaş medeniyet, bi­zim gerçek tabiatımız bilinmeden kurulmuştur; bilimsel buluşlardan, insan iştihasından, hayalinden, teorilerinden ve arzularından doğmuş­tur. Bizim tarafımızdan kurulmuş olmasına rağmen bizim ölçülerimize göre olmamıştır". [335] Ona göre, insanın kendisiyle ilgili bilgisinin doğa bilimlerinin muhteşem yükselişi karşısında yavaş ilerlemesinde başka faktörlerin yanında bilhassa insan varlığının kompleks oluşu etkili ol­muştur. [336]

İnsanla ilgili yapılmış çalışmalarda mükemmel insanların bile te­mel insani çıkmazdan yakalarını sıyıramadıklarından söz edilmektedir. Maslotu'a göre, insan, aynı anda hem yalnızca bir yaratık hem de tan­rısal bir varlıktır. Güçlü ve zayıf, sınırlı ve sınırsız, yetişkin ve çocuk, korku dolu ve yüreklidir. İlerler, geriler, kusursuzluğu arar ama aynı za­manda korkar kusursuzluktan. Hem ödlektir hem kahramansı. Elimiz­deki verilerden hareketle bu ikilem ve sergilediği diyalektiğin en iyi' psikodinamik ve psikoterapi sistemlerine temel oluşturduğu söylene­bilir. Tüm bu ''zıt'lar aslında, özellikle de daha sağlıklı kişilerde, hiyerarşik bir bütünsellik içindedir. Terapinin başlıca ereklerinden biri de görünürde uyuşmaz şekilde zıt olup kutuplaşanların bütünleştirilmesi­ne yönelmektir. Tanrısal özelliklerimiz hayvansal özelliklerimiz üzerin­de yükselir ve onlara gereksinim duyar. Yetişkinlik yalnızca çocuklu­ğun terk edilmesi anlamına gelmemelidir. Çocukluğun iyi değerlerini de içermeli ve onların üzerine kurulmalıdır. Daha yüce değerler daha düşük düzeydekiler ile hiyerarşik bir bütünsellik içindedir." [337]

Netice olarak, insan dünyaya, kusursuz ve günahsız, tertemiz bir yaratılışla, zengin bir fıtratla ama iyiliğe ve kötülüğe yönelme istidadı ve iradesi ile eğitilmeye muhtaç olarak gelmiştir. Jung'a göre, kötülü­ğün insan doğasında daima var olduğu gerçeğini idrak edersek, psi­kolojik dünyamızda iyinin zıt partneri olarak yerini alır. Günümüz in­sanı ilkel ve antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasite­sine sahip değildir. Sadece kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanmayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. Bilinci ne kadar genişlemiş ve farklılaşmışsa ahlaki yapısı o denli geri kalmıştır. Bu­gün önümüzdeki sorun budur. Akıl tek başına yeterli değildir. [338]

Kısaca insan, yaratılışındaki potansiyelle kendini gerçekleştirebile­cek ve mükemmel hale gelebilecek durumdadır. İnsanın yaratıldığı maddenin zayıflığına karşılık Allah'ın ruhundan izler taşıması ile olu­şan zıtların ahengi, onun fizyolojik, zihinsel ve psikolojik yapısında hep karşımıza çıkmaktadır. İnsanın yaratılışından başlayan bu zıtlıklar onu eğitime muhtaç kılmakta ama aynı zamanda da eğitilmesinde bir takım zorluklara yol açmaktadır. [339]

 

III. İnsanın Üstünlükleri

 

Kur'an'da insanın yaratılışı, Cennet'ten yeryüzüne [340] oradan ebe­dî âleme uzanan serüveni oldukça ilginç tablolarla anlatılmaktadır. Da­ha ilk insanın yaratılış aşamasında Allah, meleklere yeryüzünde bir halife var edeceğini söylediğinde melekler, o varlığın "bozguncu" ve "kan dökücü" özelliğini öne çıkarmışlardır. Ancak Allah ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem'i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş ve bilgisiyle onu överek meleklerin ona secde etmesini em­retmiştir. [341]

Bu ayetler, ilk nazil olan ayetlerle birlikte insanın okumasını, ya­ratılışı üzerinde düşünmesini, yazıya önem vermesini istemekte; çalış­mak suretiyle ve Allah'ın yardımıyla bilmediklerini öğrenebileceğini ama bunları önemsemez kendini müstağni sayarsa azgınlığa düşece­ğine dikkat çekmekte ve insanın dünyadaki egemenliğinin onun bilgi­sine bağlandığını göstermektedir. Zira tabiatta bedenî özellikleri bakı­mından insandan çok daha güçlü varlıklar bulunmaktadır. [342]

Kur'an'in beyanlarından anlaşıldığına göre, bir takım zaafları olsa da insan, Allah'ın mesajını yeryüzüne taşıma ve o mesajın temsilcisi olma üstünlüğüne sahiptir. Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış­tır [343]. Onu varlık âleminde mükerrem kılmış, her şeyi insanın hizmeti­ne sunmuş, her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak nimetler ihsan etmiş [344] ve yarattıklarının çoğundan üstün kılmıştır. [345]

Kalbini ve zihnini her türlü dış etkilerden salim olarak yaratmış [346], kendi ruhundan üflediği [347] solukla hayat bulan eşsiz fizyonomisi ve gö­rünen ve görünmeyen yetenekleriyle onu, doğru tercihler yapabilme­si için "bilgi vasıtaları", "akıl" ve "irade" ile donatmıştır. İnsanı iyiye ve doğruya çağırmış ama bu konuda zorlamamıştır. [348] Düşünme, anlama ve öğrenme yeteneği vermiş, aklını kullanmasını, düşünüp ger­çeği aramasını istemiştir. Aklını kullanmayanların gerçekleri göreme­yeceğini beyan etmiştir. Hayatı ve ölümü imtihan vesilesi kılmıştır. [349]

Bütün bu imkânlarla donatılmış olmasına rağmen Allah, insanı kendi haline terk etmeyip gönderdiği peygamberler ve Kitaplarla des­teklemiş, ona doğru ve yanlışı göstermiştir. [350]

Göklerde ve yerde olanları onun buyruğuna vermiş [351] ve onu yer­yüzünde kendisine "halife" tayin etmiştir. [352] İnsan, "Emanetti yüklen­miş [353] ve bunlar bir "Misak/Sözleşme"ye bağlanmıştır. [354]

Allah, insanı yeryüzünde halife yapmakla ona büyük bir şeref ve değer vermiştir ama aynı zamanda büyük bir sorumluluk yüklemiştir. İnsan artık başıboş değildir. [355] Yaratanın sayısız nimetlerinden yararla­nırken O'na kulluk etmek durumundadır. [356] Bütün bir kâinat ve onun içindekiler insana emanettir. Yaşanılan hayat, bir bakıma bu emane­tin sınavıdır. Bu emanete talip oluşu ve sorumluluk üstlenmesi insanı diğer varlıklar karşısında saygın bir konuma yükseltmekle beraber bu­na ihanet etmesi durumunda aşağıların aşağısına yuvarlamaktadır. [357]

Kuran, insanların fiziki yapıları, cinsiyetleri, dilleri, renkleri ve ne­sepleri bakımından bir ayırım yapmaz. İnsanlar yaratıcılarının birliği yönünden müsavidir. [358] Bütün insanlar Âdem'in çocuklarıdır. [359] Hepsi bir ana, bir babadan meydana gelmiştir. [360] İnsanlar, kendi iradelerine bağlı olmayan şeylerle değil, tamamen iradeleriyle yapıp ettiklerine göre değerlendirilir. Bunun için her insanın işlediklerine göre Allah katında dereceleri vardır. [361] Ve Allah katında derecesi en yüksek olan­lar, Allah'a karşı sorumluluk bilinci en gelişmiş olanlardır. [362]

Zıtların birlikteliğine sahne olmuş insan fıtratına, potansiyel olarak hem meleklere, hem de hayvanlara has özellikler birlikte yerleştiril­miştir. O, "kâinatın gözbebeği" ve "âlemin özü" olarak, kâinattaki bütün varlıklardan numuneler taşımakla, evrenin küçük bir modeli gi­bidir. İnsanın en güzel biçimde yaratılmış olması, doğarken bu kema­le sahip olduğu anlamında değil: bu kemale ve güzelliğe kabiliyetli ola­rak doğduğu şeklinde anlaşılmalıdır. [363] Zira insan, bir yanda durağan, donuk, atıl, pasif balçığın, diğer yanda mükemmelliğin, aksiyonun ve diriliğin sembolü ruhun birlikte mayalandığı bir varlıktır. [364]

İnsan realitesinin hem iyiyi hem kötüyü birlikte barındırdığını an­layıp kabul etmedikçe tam anlamıyla insan olunamayacağını söyleyen Fromm'a göre, menfi yönlerimizden utanmak yerine, insanlığımızın bir parçası olan bu yönümüzü de tecrübe etmek zorundayız. Mesela saldırganlık ve tahripkârlık, insanda varolan bir potansiyeldir; hepi­mizde mevcuttur ve iyi yönde gelişmez ve kendimize daha olgun bir yön seçmezsek yüzeye çıkacaktır. [365]

Bu mütalaalar, insan hayatında iki farklı tabaka olduğunu göster­mektedir. Hayat denince, birinci olarak insanı canlı varlık yapan biyolo­jik süreçler sisteminin işlemesi anlaşılır. Hayatın ikinci anlamı, biyolojik tabakanın üstünde, insanın ruhi ve içtimai fiillerinden oluşan tabaka an­laşılır. Bu ikinci tabakayı oluşturan fiillerle hayat ne tarzda yaşanırsa ya­şansın, biyolojik süreçler tabakasında hayat, doğal kanunlara göre aynı şekilde devam eder. İkinci tabakayı oluşturan fiiller, "hayat nasıl yaşan­malıdır?" ve "hayatın gayesi nedir?" sorularına verilecek cevaba göre şekillenir. İnsan ruhi ve içtimai tabakada kendini hür hisseder ve fiilleri­ni bilinçli olarak kararlaştırır. İnsanın hiçbir canlı türünde olmayan biçim­de kültür ve medeniyet meydana getirmesi, insan zihninin biyolojik kavramlarla açıklanamayan bu özellikleri sayesindedir. [366]

Kur'an'ın beyanına göre, "itaat/takva' ve "isyan/fücur"a meyilli yaratılmış insan [367], bu iki zıt kutup arasındaki mücadelede fıtratın ge­reğine uygun bir gelişim gösterdiğinde melekleri aşacak bir yüceli­ğe [368]; fıtratta yerleşmiş olan bu gerçeklerin farkında olmadığında ya da fıtratın sınırlarını zorlayıp, ondaki insicamı/dengeyi tek taraflı bozduğunda alçalmaya, dağılmaya ve parçalanmaya [369] namzet bir çizgi üze­rinde oldukça çetin bir uğraş vermekte ve insanların çoğu için bu mü­cadele hüsranla bitmektedir. [370]

İnsan içebakış yapabildiği, kendi zihninin farkında olduğu ve dış dünyada cereyan eden olayları, bilincinde olduğunun bilincinde olarak kendi zihninde inceleyebildiği için algı-tepki makinesi olmaktan çık­mıştır. Fiillerini kararlaştırma ve seçme imkânı, insanda ahlaki sorum­luluk bilincini doğurur. Fiillerinin varacağı sonuçları her zaman kesti­remeyen fakat davranmak zorunda olan insan, böylece başına gele­cekleri kendi eliyle hazırlar. [371]

İnsandaki her duygunun her imajın her fikrin bir karşıtının bulun­ması ve bilinçli bir farkında oluş durumu ile kendiliğin denge durumu­na ulaşabilmesi imkân dahiline girer. Sadece olumluluk da, sadece olumsuzluk da dengeyi özleyen insana yetmez... İnsan, en üst düzey­den en alt olana kadar bütün düzeyleri yaşanmayabilecek iki yönlü bir yaratılışa sahiptir. Olumsuz, istenmeyen düzeylere inmek de, yüksel­mek de insanın asli kimliğinin, kendi yapıp ettiklerinin ya da yapma­yı ihmal ettiklerinin sonucudur. Dolayısıyla insanın kendiliğini oluştu­rabilmesi için düşüş ve yükseliş potansiyelinin farkında olması, bunla­rı tanıması ve bunların bilgisine sahip olması gerekir. [372]

İnsan çok yönlü bir varlık olduğuna ve mayasının zıtların birleşme­siyle oluştuğuna göre, ilgi ve ihtiyaç alanının da o denli farklı ve geniş olması doğaldır. İnsanda bulunan her bir doğal eğilimin karşılığını bul­ması gerekir. Böyle olmadığı takdirde, tekdüze davranışlar yoğunluk kazanacak, insana aşırılıklar hakim olacaktır. Bu ise doğal dengenin bozulması demektir. [373]

Netice olarak denilebilir ki, insanın zıt kutupların terkibine muha­tap olması, onun için karmaşanın değil, zıtlıklar arasında düşünme, akletme ve seçme yeteneğini [374] sorumluluk bilinci [375] içerisinde kullanarak imtihan olarak bulunduğu hayatta [376] dengeyi ve yücelmeyi ya­kalamanın gereğidir. [377]

 

IV. İnsanın Zaafları

 

İnsanın biyolojik, fizyolojik, psikolojik olarak diğer varlıklarda bu­lunmayan bir takım üstün yeteneklere sahip olması yanında bazı zaaf­larının olduğuna da Kur'an işaret etmektedir. Bu zaafların olumsuz gö­rünen boyutları yanında, isabetli bir rehberlikle onu toplumsal bir var­lık olmaya, sosyal dayanışmaya, paylaşıma ve medeniyet kurmaya sevk eden önemli etkenler olduğu da göz ardı edilmemelidir.

Diğer varlıklarla mukayese edildiğinde şu gerçek hemen ortaya çıkmaktadır ki, insan ancak çok elverişli şartlar altında hayatını sürdü­rebilmektedir. Adler'e göre, insan tabiata karşı yetersiz bir varlıktır. Onun bu yetersizlik ve güvensizlik duygusu, hayata intibak sağlamak için bir yol aramasında sürekli bir itici unsur olmuştur. İnsan tabiata karşı elverişsiz şartlarını dengelemek için çalışmıştır. Ona güven ve in­tibak duygusu veren ruhudur. İnsan hayvan neslinde görülen boynuz, pençe, diş gibi koruyucu uzuvlarını geliştirmiş olsaydı bile tabiata karşı koyması güç olurdu. Ona organik yetersizliği yerine en gerçek ve acil yardımı düşünce, duygu ve davranış yapısı olarak anlaşılan ruh yapısı sağlayabilmektedir... [378] İnsan soyunun yaşadığı ortamda gerçekleştirdiği değişikliklerin tümünü uygarlık diye niteleriz ve uygarlık, insan ruhunun bedeninden yapmasını istediği devinimlerin bir sonucudur. [379]

Oldukça karmaşık bir yapıya sahip olan insanın, psikolojik yapı­sında da bir takım zaafların bulunduğuna Kur'an işaret etmektedir. Bunları incelemeden önce şunu belirtmek gerekir ki, Kur'an'ın insa­nın psikolojik zaaflarına işaret ettiği ayetlerde sayılan özelliklerin hiç birisi aslında diğerinden bağımsız değildir. Bilakis hepsinin birbirleriyle yakın ilişkisi vardır. Hatta hepsi birlikte hareket ederek insan benliğin­de manevî mikropların üreyip gelişmesi için gerekli olan tüm olumsuz­luklara ortam hazırlamaktadır. Onlardan birisi benliğe nüfuz ettiğinde diğerleri de benliği tahrip etmek üzere hemen harekete geçmektedir.

Dolayısıyla biz bu sıfatlardan ayrı ayrı bahsedecek olsak da, bunların aslında birbirini davet eden bir şebekenin üyeleri olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Kur'an'da açıklanan bu zaaflar şu başlıklar altında ince­lenebilir: [380]

 

A. Zayıf Olması

 

İnsanın, bir zıtlar örgüsü olduğundan söz etmiştik. Yaratılışı mü­kemmel olduğu kadar zayıftır da. Aslolan elbette mükemmel oluştur. Ancak bu mükemmelliği ortaya çıkarmak ciddi bir gayret istemekte­dir. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran önemli bir özelliği belki de bu zıt­lıkların fıtratına birlikte kodlanmış olmasındadır. Diğer varlıklara üstün kılınmasında, bu zıtlıklar içerisinde dengeyi yakalama zorluğu ve bu­nun için gerekli olan mücadelenin rolü büyük olsa gerektir. İnsan bu zıtlıkları dengeleyecek donanımlara; akıl, irade, sorumluluk duygusu, bilgi kaynakları ve vasıtalarına sahip kılınmıştır.

İnsanın zayıflığı hem biyolojik hem de psikolojiktir ve doğuştan iti­baren bu durum gözlenebilmektedir. İnsanın dışındaki canlılar doğum­dan kısa bir süre sonra kendi başının çaresine bakabilecek biçimde programlanmış iken, insan bu hale gelebilmek için uzun bir zamana ve eğitime muhtaçtır.

İnsanın yaratılışında ve ölüme kadar yaşadığı her anında, sürekli iç içe olduğu zayıflığı ve bilhassa onu doğduğu zamanki acziyetine döndüren ihtiyarlık dönemi Kur'an'da şöyle anlatılır:

"Allah'tır ki sizi zayıflıktan yarattı. Sonra zayıflığın ardından [size] bir kuvvet verdi. Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihti­yarlık verdi. ,." [381]

İnsanın zayıf olarak yaratılmış olması, onun Yaratıcıya yönelmesin­de, kulluğa geçişinde yönlendirici bir faktör olarak göze çarpmaktadır. İnsandaki ebedîlik arzusuna, tükenmek bilmeyen yaşama hırsına, doy­mayan sahiplenme duygusuna ve geleceği okuyabilme iştiyakına rağ­men bunlardan hiçbirine malik olamaması, üstelik birde ölüm korkusu, yokluk endişesi acziyetini had safhaya çıkarmaktadır. Bu durum fıtratta­ki güven, huzur ve geleceğinden emin olma arzusuyla birleşerek onun güçlü bir varlığa bağlanmasını adeta zorunlu hale getirmektedir.

İnsanın zayıf yaratılışlı olması, kulluğun gereklerine riayette de orta­ya çıkmaktadır. İtaat ve isyan aralığında yol alan insan, isyandan korun­mak ve itaatte sebat etmek için sağlam ilkelere muhtaçtır. Yaratıcı, onun özelliğine uygun tekliflerle yaşanabilir bir hayat öngörmektedir:

"Allah yüklerinizi hafifletmek ister, zira insan zayıf yaratılmış. [382]Esed'e göre, Allah'ın insanlardan yükü hafifletmesinin anlamı, insanın ruhu ile bedeni istekleri arasındaki bütün çatışma ihtimallerini ortadan kaldırmak ve ona insan tabiatının, bu iki unsurunun uyumlu bir hale getirebileceği ve tam bir olgunluğa ulaştırabileceği bir hayat tarzını göstermektir. [383]

İnsanın zayıf yaratılışıdır ki, aşağıda sayılacak problemlerle onu hep karşı karşıya getirmekte ve yaratıcıya sığınma ve kulluğa geçişte olumlu rol oynaması gereken bu zaaflar çoğu zaman benliği kuşata­rak insanı kulluktan alıkoyan faktörler olmaktadır.

İnsanın zayıf yaratılışı dikkate alınmadan onun eğitilebilmesi söz konusu değildir. Bu nedenle Allah, hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediğini beyan etmiş, onun zayıf tabiatı karşısında kolaylık yolunu tavsiye etmiştir. [384]

 

B. Cahil Olması

 

İnsanın cahilliğini salt "bilgisizlik" olarak açıklamak doğru değil­dir. Kur'an'da cehalet, kullanıldığı yere göre farklı anlamlar kazanan bir eylem ve tavır olarak anlam kazanmaktadır. [385]

Kaynaklarda cehalete "ilm"in ve "hilm'in zıddı olmak üzere iki farklı anlam verilmiştir. 'ilm"in zıddı olarak kullanıldığında, "hiç bir şey bilmemek" anlamında değil, bir şeyi bilinmesi gereken biçimde idrak edememek, sağlam ve güvenilir bilgiden mahrum olmak kaste­dilmiştir.

"Hilm"in zıddı olarak ise daha çok, zihnî melekeleri bürüyüp, dü­şünce dengesini bozan, doğruyu yanlışı ayırt edemez duruma getiren, insanı şaşkına çeviren zapt edilmez hafiflikteki duygusallık anlaşılmıştır. Bu durumda cehalet sadece, okuma-yazma bilmeyen veya bilgisiz olanlara has bir sıfat değildir.

Bunun için, "Cahiliye Çağı", mensuplarının her türlü ilişkilerinde­ki taşkınlığı ifade etmek için kullanılmış ve "Bilgisizlik Çağından da­ha çok "Barbarlık Çağı" olarak algılanmıştır. Cahiliye, insanlık tarihi boyunca tezahürleri devamlı var olan bir süreci ifade etmektedir. Do­layısıyla cahiliye, tarihsel bir devir değil, insanların ilimden yoksun ola­rak, zan, taklit ve taassuba düştükleri, hevâ ve heveslerinin esiri olduk­ları, hiçbir hak ve hukuk tanımadan, zulüm ve sömürü ile varlıklarını sürdürdükleri her zaman ve mekânda karşımıza çıkabilmektedir.

Allah inancında, insanı birtakım olumsuzluklara ve sapmalara sü­rükleyen cehaletin etkileri, insanın Allah ile ilişkilerinde olduğu kadar, kendisiyle ve sosyal çevresiyle ilişkilerinde de ortaya çıkmaktadır. Ka­baran şehvetin ve öfkenin aklı örterek hilmi gidermesiyle, gerçeğe karşı duyarsızlaşan cahil insan, bir taraftan nefsine, diğer taraftan baş­ka insanlara karşı zulüm ve taşkınlık yapmaktadır. Kur'an'da cehalet daha çok bu anlamda kullanılmıştır. [386]

Cehalet, insanın evrenle olan ilişkilerinde de; ya evrendeki bazı varlıkları kutsal sayarak onlara tapması veya rakip sayarak onlarla sa­vaşması ve onları tahrip etmesi sonucunu doğurmaktadır. [387]

İnsanın Yaratıcısı ile olan ilişkisinden başlayarak, tüm ilişkilerinde kendini gösteren cehaletin en büyük tezahürü "Emanetti yüklenme­sinde ortaya çıkmıştır. Bu husus Kur'an'da şöyle açıklanmaktadır:

"Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklen­di. Doğrusu o, çok zalim, çok cahildir" [388] Buradaki "emanet", din, itaat, mükellefiyet, hilafet, dinî farizalar, emir ve nehiyler, muhakeme, akıl, irade, vicdan, kısaca iyi ile kötü arasında seçim yapabilme yeteneği şeklinde açıklanmıştır. [389]

Emanete yüklenen manalar farklı olsa da, gerçek olan bir şey var ki, o da altından kalkıp kalkamayacağını, hakkını verip veremeyeceğini, gereğini yerine getirip getiremeyeceğini hesap etmeden insanın ağır bir sorumluluk altına girmiş olmasıdır. Ancak insan, İlâhî irade ta­rafından bu sorumluluğu idrak edebilecek, yüklenebilecek ve altından kalkabilecek şekilde zengin bir fıtratla donatılmış, ayrıca bu hususta ona rehberlik edecek elçilerle desteklenmiştir.

Yapılması gereken sorumluluğun bilincine varmak ve onun gerek­lerini yerine getirecek çabayı göstermektir. Din eğitimi, bu bilincin oluşmasına katkı sağlayacaktır. Bu anlamda bireyin yaşanılabilir haya­tın gerçekleriyle karşılaştırılması ve sorumluluk bilinci içerisinde seçme ve yapma özgürlüğünün kazandırılması din eğitiminin hedefleri ara­sındadır. Aksi takdirde insan, bütün ilişkilerinde cehaletin olumsuz tezahürleriyle karşı karşıya kalacak ve onlara karşı koyacak her türlü değerden mahrum olacaktır. [390]

 

C. Zalim Olması

 

Zulüm kavramının asıl anlamı nurun yokluğu ve karanlıktır. Bir şe­yi kendine ait olan yerin dışına koymak, gerek eksiklik, gerek fazlalık ba­kımından haktan sapmaktır. [391] Bu anlamda zulüm, adaletin tam zıddı bir mana taşımaktadır. Adaleti temin etmekte zorlanan insanın zalimli­ği, cehaleti sebebiyle yüklendiği "Emanet"e ihanetinde gizlidir:” [392]

Allah'ın nimetlerinin kadrini bilmemek, nankörlük olduğu kadar zulüm de sayılmıştır:

"Ve kendisinden istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Öyle ki, Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız! İnsan gerçekten çok zalimdir, çok nankördür." [393] İnsanı çepeçevre kuşatan olumsuz vasıfların, birbiriyle yakın bir ilişki içerisinde olduğu bu ayetlerde açıkça görülmektedir.

Kur'an'da insanın zalimlik sıfatına dikkat çeken pek çok ayet vardır. Zulüm, insanın Allah ile ilişkilerinde, başka insanlarla ilişkilerinde [394], çevreyle ilişkilerinde ve kendisi ile ilişkilerinde [395] ortaya çıkmaktadır. Aslında bunların hepsi insanın kendine zulmetmesi demektir ve zalimin en büyük zulmü kendisinedir [396]. Çünkü dünyada vs ahirette za­rara uğrayacak olan kendisidir:

"Kendisine zulmeden her kişi, yer­yüzünde ne varsa hepsi kendisinin olsaydı [azaptan kurtulmak için] onu fidye verirdi. Azabı gördükleri zaman, içlerinde pişman­lık duyarlar..."' [397]

İnsanın Allah ile ilişkilerindeki en büyük zulüm O'na ortak koş­maktır. [398] Bunun yanında, Kur'an'ın kullandığı

"... den daha zalim kimdir?" formu da oldukça dikkat çekmektedir ki burada "en zalim" olarak sayılan insanların eylemlerine bakıldığında, bunların yine Allah ile olan ilişkilerde ortaya çıktığı görülür. İnsan, İlâhî bilgiye kulak as­madığı zaman hevâsına yönelerek zulme düşmektedir. Zulmün en ağı­rını açıklayan ayetlerde öne çıkan şu eylemler hep bu bağlamdadır:

Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışan [399], Allah'ın şahadet ettiği bir hakikati gizleyen [400], insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uyduran [401] uydurduğu yalanı Allah'a isnad eden [402], Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çeviren [403], kendisine bir şey vahy edilmemiş iken "Ba­na vahy olundu", "Allah'ın indirdiği gibi ayetleri ben de indiririm" diyen  [404], Hak kendine gelince onu yalanlayan  [405], İslâm'a çağırıldığın­da, Allah'a karşı yalan uyduran [406], kendisine Rabbinin ayetleri hatır­latıldığı halde onlardan yüz çeviren ve kendi yapıp ettiklerini, günah­larını, isyanlarını unutan [407] ve Rabbinin ayetleriyle öğüt verildikten sonra onlardan yüz çevirenler. [408]

Bu ayetlerle ilgili dikkat çeken bir başka husus ise, ayetlerin so­nunda, zalimlerin dünyada rezilliğe, ölüm anında dehşete ve ahirette acı bir azaba uğrayacakları, ayrıca bunların hidayete eremeyeceği ve Allah'ın onlardan öç alacağı şeklinde tehdit ifadelerinin yer almasıdır. Böylesi insanlara işaret eden şu ayetin nitelemesi de çok çarpıcıdır:

"Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi nevasına uyan­dan daha sapık kim olabilir? Gerçek şuki, Allah zulmü kendisine yol edinen toplumu doğru yola eriştirmez." [409]

Ayetlerden anlaşılacağı gibi, zulüm öyle bir gaflet ve sapkınlıktır ki zalimler, yaptıkları zulmün farkında bile olamazlar. Hiçbir ilimleri ol­maksızın nevalarının ardına düştüklerinden kalpleri mühürlenmiş [410] kalpleri üzerine onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içi­ne de ağırlık konmuştur.

Bunun için Kur'an, basiretleri kapanmış olan bu insanların haki­kate çağrılmasının bir fayda vermeyeceğine, onların hiç bir şekilde doğru yola gelmeyeceklerine dikkat çekmiştir. [411]

Eğitimi kabul etme noktasında herkesten aynı sonucu almanın mümkün olmadığı insanlık tarihinde değişik örneklerle görülmüştür. Kur'an bu konuda bazı prototipler üzerinde durur. Ancak bunlardan hiçbirine karşı ilgisizde kalınmış değildir. Temel ilkeler merkezde ol­mak üzere farklı yöntemlerle iletişim kurma çabaları sürekli olarak de­vam etmiştir. Bu bakımdan alıcı engellerinden dolayı bazı insanlarla iletişim kurmanın zorlukları olsa da, bu engelleri aşacak yolların da bu­lunması gerekmektedir. [412]

 

D. Nankör Olması

 

Kur'an'da, insanın nankörlüğü "kfr" den türeyen kelimelerle ifa­de edilmiş ve daha çok da "kefûr" kullanılmıştır. Tek bir ayette ise "kenûd" [413] geçmektedir ki bu da "kefûr" anlamındadır. [414]

"Kefûr"un kendisinden türediği "küfür", lügatte "bir şeyi ört­mek, gizlemek" anlamına gelir. Bunun içindir ki sözlük anlamıyla, tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye [415] ve her şeyi örtüp gizleyen geceye de "kâfir" denilmiştir. [416]

Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan birisi olan ve diğer menfi vasıfların çevresinde odaklandığı küfrün, farklı anlamları ve te­zahürleri vardır. [417] Bunlar konumuzun dışındadır. Ancak nankörlük de aynı kökten geldiği için buradaki anlam bağına işaret etmek gerekir.

"Kefûr\lügatte küfrân-ı nîmette mübalağa anlamına gelir. "Küfrân-ı nîmet" ise, bir şeyin şükrünün edasını terk etmekle onu gizlemek demektir. "Küfran", daha çok nimetin inkârı; "küfür", dinle ilgili husus­ların inkârı; "kefûr" ise, her ikisinin birden inkârı için kullanılmıştır. [418]

Kısaca ifade etmek gerekirse "nankörlük", Kur'an'da, genellikle "şükr"ün zıttı olarak kullanılmakta [419] ve itaat yerine isyanın, şükran yerine kibrin, minnettarlık yerine kendini müstağni görme ve kadir kıymet bilmezliğin, ağırbaşlılık yerine küstahlığın ve şımarıklığın hâ­kim olduğu psikolojik bir sapmayı ifade etmektedir.

Kur'an'ın beyanına göre, insanın en büyük nankörlüğü Rabbine karşıdır. Yaşadığı hayatı kendisine bahşeden ölümünü ve tekrar diriltilmesini kudret elinde tutan [420] ve sayılamayacak kadar nimeti ona bahşeden Yaratıcısına karşı insan son derece nankördür. [421]

Allah, insana bir rahmet verdiğinde insan buna sevinir de, kendi yaptıkları yüzünden bu nimetten mahrum bırakıldığında, ya da başına bir kötülük geldiğinde hemen umutsuzluğa düşer, nankör olur. [422]

Başı dara geldiğinde, çaresizlik ve ümitsizliğe düştüğünde, bel bağladığı her şeyin tükendiğini gördüğünde bütün kalbiyle Allah'a yö­nelir, ona dua eder ve ondan yardım ister de, bu durumlardan kurtul­duğunda, bunları sanki hiç yaşamamış ve Rabbinden yardım isteme­miş gibi yine ona kulluktan, şükürden yüz çevirir. Bu durum Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır:

"Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!" [423]

"Denizde size bir sıkıntı geldiği zaman Allah'tan başka bütün taptıklarınız hatı­rınızdan çıkar. Fakat Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür" [424]

"Size ulaşan her ni­met Allah'tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yal­nız O'na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı kaldırdığı zaman içinizden bir grup, hemen Rablerine ortak koşarlar ki, kendileri­ne verdiğimize karşı nankörlük etsinler. Öyleyse eğlenin, yakında bileceksiniz." [425]

Allah'ın hayır ve keremine karşı nankörce takınılan bu tavır, insa­nı İlâhî öğütlere sırt çevirmeye, hatta Allah'ın ayetlerini bile bile inkâ­ra kadar götürmektedir:

"Andolsun biz, bu sözü onların aralarında çevirip çevirip an­lattık ki öğüt alsınlar. Ama insanların çoğu, nankörlükte diren­mektedir.”  [426]

"Dalgalar onları [ölümün]gölgeleri gibi kuşattığında, bütün içtenlikleriyle yalnız ve sadece Allah'a bağlanır O'na sığınırlar. Fa­kat Allah onları sağ salim karaya ulaştırdığında içlerinden bir kıs­mı yolun ortasında kalıverir. Ama hiç kimse haince bir nankörlü­ğe kapılmadıkça ayetlerimizi bile bile inkâr etmez" [427]

"... Beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankör­lük etmeyin" [428] buyruğuna kayıtsız kalmasıdır ki insana bu nimetle­rin sahibini unutturmuştur. İnsanın unutkanlık sıfatı nankörlüğe zemin hazırlamaktadır, insandaki olumsuz sıfatların işbirliği içinde olduğuna işaret edilmişti. İbrahim Sûresi'nin 14. ayetinde, Allah'ın sayılamaya­cak kadar nimetine mazhar olmuş insanın nimetler karşısındaki duyar­sız tutumu hem nankörlük, hemde zulüm olarak vasıflandırılmıştır. [429]

Rabbine karşı nankörlük etmek, aynı zamanda şeytanın bir vasfı­dır. [430] Şeytan büyüklük taslayarak Allah'ın emrine itaatsizlik göstermiş ve bunun neticesinde Allah'ın huzurundan kovulmuş, aşağılıklar­dan olmuştur. [431] Bununla kalmamış, insanların arasına dalıp onların zayıf yanlarını kollayarak onları azdırmayı ve Allah'a şükretmekten alı­koymayı kendisine görev edinmiştir. [432]

İnsanın nankörlük sıfatının kendini müstağni görmesiyle, cehaletiyle ve bencilliğiyle de yakın ilgisi vardır:

"İnsana bir zarar dokundu­ğu zaman bize dua eder. Sonra, ona tarafımızdan bir nimet verdi­ğimiz vakit; "Bu, bilgim sayesinde bana verildi" der. Hayır, o bir imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar" [433],

"Eğer kendisine doku­nan bir zarardan sonra biz ona bir rahmet tattırırsak: "Bu benim hakkımdır; Kıyametin kopacağını sanmıyorum; Rabbime götürül­müş olsam bile muhakkak O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır" der. Biz, o nankörlere, yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve mutlaka onlara kaba azaptan tattıracağız." [434]

"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken ya­hut otururken ya da ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." [435]

"Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz za­man; gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular] bununla sevindikleri sırada, birden gemiye şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve ar­tık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını sandıkları zaman, dini, yalnız Allah'a halis kılarak O'na şöyle yalvarmağa başlarlar:

"Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız." Ama [Allah] onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taş­kınlık yaparlar. Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir. Sa­dece şu yakın hayatın zevkinden ibarettir. Sonra dönüşünüz bize­dir; size bütün yaptıklarınızı haber veririz." [436]

Görüldüğü gibi dini motiv daha ziyade maddî ve psikolojik ihtiyaç­larla zorlandığımız, acz ve zayıflığımızın, ölümlü olduğumuzun şuuru­na vardığımız durumlarda belirgin bir hal almaktadır. Bu durumlarda insan dünyevi istek ve ihtiraslarından arınıp içten gelen bir zorlanma ile Allah'a sığınmaktadır. Zor durumların doğurduğu gerilim, endişe ve korku genel istikameti bu durumdan kurtarmak olan bir motivi hare­kete geçirmekte ve fakat kurtulmayı amaçlayan bu enerji çok defa ce­miyetin belirlediği şeklide kullanılmamaktadır. [437]

Ayetler incelendiğinde, nankörlükte; bilgisizliğin etkisi kadar, vefasızlığın, kadir kıymet bilmezliğin, takdir ve teşekkür duygularının açılmamasının ya da körelmesinin rolü de büyüktür. Bu nedenle eği­timde zihinsel boyut kadar duygusal boyutunun da dikkate alınması ve insanın yeteneklerinin bir bütünlük ve uyum içerisinde geliştirilmesi gerekmektedir. [438]

 

E. Unutkan Olması

 

İnsanın zaaflarını belirtmek için Kur'an'da geçen kavramlardan bi­risi de "nisyan" dır. Nisyan lügatte, insanın kendisine ulaşan bir şeyi hatırdan çıkarmasıdır ki, bu ya kalbin zaafından, ya gafletten ya da kasten olur. [439]

Unutkan oluşu, âdemoğlunun bir vasfıdır. Hz. Âdem de unutmuş­tur. [440] İlâhî uyarıyı unutması onu şeytanın oyununa getirmiştir. Ne var ki, insanın bu zaafı sürekli değildir. O, bu zaafının sonuçlarını telafi edebilecek yapıdadır. Hz. Âdem bu davranışından dolayı tevbe etmiş ve hatasının bedelini ödedikten sonra kurtulmuştur. [441]

Nübüvvetle ilgili olmayan hususlarda peygamberler de unutmuş­tur. Kur'an'da, Ledünni ilimle donatılmış biriyle [Hızır], Hz. Musa ara­sında geçen kıssa anlatılırken [442] Hz. Musa'nın, verdiği sözü unuttuğu­na işaret edilmiştir [443]

Hz. Muhammed de, unutmaya karşı uyarılmış ve böylesi durum­larda Rabbini zikretmesi istenmiştir:

"Allah'ın izni olmadan hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve "Rabbimin beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıraca­ğını umarım" de" [444],

"Ayetlerimiz hakkında [münasebetsizliğe] dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir; eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra o zalimler topluluğuyla beraber oturma!" [445]

"Sana [Kur'ân'ı] okutacağız, unutmayacaksın. Yalnız Allah'ın dilediğini unutursun. O, açığı da bilir, gizli olanıda." [446]

Hz. Peygamber'in çokça yaptığı dualardan birisi:

"Rabbim kalbi­mi dinin üzere sabit kıl" [447]olmuş, inananlar da "Rabbimiz, unutur; ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!” [448] diye dua ederek, masum unutmalardan dolayı Allah'a sığınmışlardır.

Yine pek çok ümmet ahitlerini ve yapılan ihtarları unutmuştur:

"Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar. Kendilerine öğütlenen şeyden pay almayı unuttular...

"Biz Hıristiyanız" diyenlerden de söz almıştık, ama Kendilerine öğütlenen şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden Kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin sal­dık. Yakında Allah, onlara, ne yaptıklarını haber verecektir." [449]

"Hâfızayı beşer nisyân ile malûldür". Ancak "unutma", unutu­lanın niteliğine göre insan için azap vesilesi olabildiği gibi, rahmet vesi­lesi de olabilmektedir. Hayatı boyunca nice olaylarla karşılaşan insan, bunlardan bir kısmını yaşadığı anda büyük acılar ve ızdıraplara düşer. Eğer insan devamlı o hal üzere kalacak olsa hayatı çekilmez olurdu. Ama zaman insanın bu acı ve ızdıraplannı görünmez bir dünyaya taşımakta böylece insan en azından unutmuş gibi görünmektedir.

İnsanın yaşadıklarını tamamen unutması söz konusu değildir. İn­sana "hatırlama" yeteneği de verilmiştir. Unutma ve hatırlama insana has özelliklerdir. Din eğitiminin hedefi de insanın Yaratıcıyla yaptığı ve belki de unuttuğu Misak'ı öncelikle hatırlatmak, sonra da fıtratında iz­ler taşıyan bu kutsal hatırayı canlı tutmaktır.

Unutmanın azap vesilesi olması Kur'an'da daha dikkat çekici bir üslûpla karşımıza çıkmaktadır. Azap vesilesi olan unutmalardan şüp­hesiz en önemlisi Yaratanla ilgili olanıdır. Bütün hakikatler kendilerine hatırlatıldıktan sonra Allah'ı unutanlar, aslında kendileri unutulmuştur. Çünkü Allah'ı hatırlama, hayatın anlam ve gayesi ise, Allah'ın insan şuurundan kaldırılması da, insan hayatındaki anlam ve gayenin yok edilmesi demektir.

Allah'ı hatırlama, insan olma sorumluluğunu her an bilinç düze­yinde tutarak tüm eylemlerde şahsiyet bütünlüğünü sağlarken; Al­lah'ın hatırdan çıkarılması parçalanmış bir şahsiyetle ayrıntılarda bo­ğulmaya yol açmaktadır:

"Allah'ı unuttukları için onlara kendileri de unutturulan kimselerden olmayın. Onlar, doğru yoldan sapan­lardır" [450]

Allah'ın unuttuğu ve rahmetini esirgediği insanın durumu Kur'an'da oldukça dramatik bir biçimde anlatılmaktadır. Koruyan, kol­layan, merhamet eden, sığınılan ve her türlü nimeti ihsan eden bir kudretten mahrum olan insanlar, Kur'an'da zalim olarak vasıflandırıl­mıştır. Allah her şeye şahit iken kendi yapıp ettikleriyle helake sürük­lenerek en büyük zulmü kendilerine yapmış insanlardır sözü edilen:

"Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde onlardan yüz çe­viren ve kendi yapıp ettikleri günahlarını, isyanlarını unutandan daha zalim kim olabilir?" [451]

"Allah onların hepsini tekrar diriltece­ği gün ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir! Allah onları bir bir saymış, onlarsa onu unutmuşlardır. Allah her şeye şahittir." [452]

Yaptıklarının hesabını vereceği bir günün varlığından gafil yaşa­yan, o günü unutan bir insanı bekleyen acı akıbeti bildiren çok sayıda ayet vardır:

"Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dün­ya hayatı, kendilerini aldattı. Onlar, bu günleriyle karşılaşacakla­rını nasıl unuttular ve ayetlerimizi bile bile nasıl inkâr ediyor idi­lerse, biz de bugün onları öyle unuturuzl" [453],

"Bu gününüzle kar­şılaşmayı unutmanızın cezasını tadın! Biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızdan ötürü ebedî azabı tadın!" [454]

"...Allah'ın yolundan sa­panlar, hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin bir azaba uğrayacaklardır." [455]

Unutmanın, unutulanın niteliği ile ilgili olduğuna işaret edilmişti. Eğer unutulan Allah'ın nimetleri ise, bu durum nankörlüğe yol açmakta, nan­körlükte ısrar edince de küfrün diğer üniteleri devreye girmektedir:

"İnsana bir zarar dokundu mu, hemen içtenlikle Rabbine yö­nelerek O'na dua eder. Sonra [Rabbi] ona kendisinden bir nimet verdi mi; önceden O'na yalvarmakta olduğunu unutur da, O'nun yolundan saptırmak için Allah'a eşler koşmağa başlar. De ki: "Küfrünle azıcık yaşa, sen ateş halkındansın!" [456]

Nankör ve unutan insan kendisine verilen nimetlerin bir imtihan olduğunu bilmez de, onları kendi bilgisi ve gayretiyle elde ettiğini id­dia eder. [457]

İnsanın yaratık olma vasfı, esasında onun Yaratanı ile ilişkiye geç­mesini zorunlu kılar. Ancak insan, bu vasfını da unutmaktadır. Kur'an, insanı bu konuda uyarır. [458] Çünkü insan kendi yaratılışını unuttuğu takdirde Yaratanını da unutmaktadır:

"Görmedin mi o insanı kir ken­disini bir nutfeden yarattığımızı unutarak bir de bize mesel verdi: "Kim diriltir o kemikleri onlar çürümüşken?" dedi" [459]

Kur'an, İlâhî Kelâm'ı okuyup duran, başkalarına erdemli yaşama­yı öğütleyen ancak söylediklerini kendisi unutan ve onlara uymayan­ları da kınamaktadır. [460]

Unutma daha çok zihinsel bir olgudur. Ancak günlük eylemlerle zihinsel olgular arasında doğrudan bir alâka vardır. İnsan, zihninde ne­leri tasarlıyorsa, eylemleri daha çok o yönde tezahür ederken, eylem­leri neye yönelik ise zihinsel tasarımlar o noktalarda yoğunlaşmakta­dır. Eylemleri Yaratanın çizdiği sınırların dışına taşanlar, gerçeklerden kopmakta ve Allah'ı unutmaktadır:

"Kullarımdan "Ey Rabbimiz! Biz sana inandık, bizim günahla­rımızı bağışla ve bize acı, çünkü gerçek acıyan, esirgeyen sensin diyenler vardı. Siz onlarla alay ettiniz, öyle ki, bu sonunda size be­ni anmayı unutturdu. Çünkü daima onlara gülüp durdunuz." [461]

İnsanın unutkan oluşu, onun öğrendiği şeylerin tekrar edilmesini gerekli kılmaktadır. Bir konuyu hem öğretirken hem de öğrendikten sonra unutmayı engellemek ve hatırlatmak için "tekrar" önemli bir prensiptir. Kur'an bilhassa öğrenme konuları içerisindeki önemli te­malar üzerinde çeşitli vesilelerle tekrar tekrar durmaktadır. [462]

 

F. Azgın Olması

 

İnsanın olumsuz özelliklerinden birisi de istiğna yapması ve bunun sonucu olarak azgınlaşmasıdır:

"Hayır! Gerçekten insan kendisinin muhtaç olmayacağını zannettiği için azar." [463]

İnsanın bu özelliği de yine diğer olumsuz özelliklerinin kontrolsüz bir şekilde benliğine hâkim olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Yaratanın nimetlerini unutması, nail olduğu iyiliklere karşı nankörlüğü bu olum­suz eğilimi besleyen şebekenin diğer elemanlarıdır.

Azgınlık eden kişi Kur'an'da, Allah'ın azameti karşısında huşu du­yan ve nefsini hevâdan alıkoyan kimsenin tam karşıtı bir tavrın sahibi olarak görünmektedir ki bu durumda azgın, hevâsına uyan, aklı ve dü­şüncesi perdelenmiş, dünyaya dört elle sarılıp ahireti unutan, Yarata­nın azametinden gafil hatta O'na karşı kibirlenen kimsenin sıfatıdır. [464] Allah'ın gösterdiği yolu bırakıp hevâsına uyan kimsenin tam bir şaşkınlık yaşadığına işaret eden Kur'an, aynı zamanda zalim olarak ni­telendirilen bu insanın hakikati görmesinin zorluğunu da ima etmek­tedir. [465]  Çünkü hevâsını ilah edinen bu insan, bütün bilgi ve temyiz vasıtalarını yitirmiştir. [466] O artık sadece nefsin şehvetlerden doğan eğilimine tutsak olmuş [467] ,fıtratın dengesini tahrip etmiştir.

Kur'an'da kibir ve azgınlığın bir uç örneği Firavun'dur ki, mucize dahil azgınlıktan kurtulması için gösterilen hiç bir yoldan etkilenmemiş, bilakis azgınlığı daha da artmıştır. Hatta kavmini toplayarak on­lara "Ben sizin en yüce Rabbinizim diyecek kadar ileri gitmiştir. [468] Onun da akıbeti felaket olmuş, umutlarının tükendiği andaki yakarışı ve teslimiyeti de kendisine fayda vermemiştir. [469]

Hz. Musa'nın kavminden olan Karun ise Kur'an'da azgın zengi­nin prototipidir. Ona verilen hazinelerin anahtarlarını taşımak güçlü bir topluluğa bile zor gelirken o, azgınlık etmiş, insanlara iyilik etmeyi reddetmiş, sahip olduğu servetin Allah'ın bir lütfü olduğunu unutarak bunun kendisine "bilgisi sayesinde verildiğini" söylemiştir de bütün servetiyle birlikte yok olmuştur. [470]

İstiğna ile azgınlık birbiriyle yakından ilişkilidir. Kendi gücüne aşı­rı derecede güven duyan, kendini her türlü ihtiyaçtan beri sayan ve kendini kendine yeterli gören insan, Allah tarafından imtihan için ve­rilen nimetlerin kadrini ve gayesini bilmemekle ciddi bir yanılgı içine düşmekte ve varlığın gerçek sahibini unutarak:

"Bu, benim bilgim sa­yesinde bana verildi.” [471]

"Bu benim hakkımdır." [472] gibi ifadelerle azgınlık göstermektedir. Bu kendini ve Yaratanını bilmezliktir. Bu durumda istiğnanın cimrilikle de bağlantısı vardır:

"...Kim cimrilik eder, kendini müstağni sayarsa ve tevhidi yalanlarsa, Onu [hesabın] en zoruna sevk edeceğiz. Çukura yuvarlandığı zaman malt onu kur­taramayacak.” [473]

Kur'an, inkâr psikolojisi içerisindeki insanların Allah'a karşı kibir­lenmeleri nedeniyle tezahür eden azgınlıkla hakka ve hakikate karşı kör olduğunu bildirmektedir:

"Yeryüzünde haksız yere büyüklenen-leri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar her ayeti görseler de yi­ne ona inanmazlar. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetleri­mizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." [474]

Dünyevi güç ile akılları başlarından öylesine gitmektedir ki Allah'a ve Resulüne baş kaldırmaktadırlar:

"Akılları mı bunu kendilerine emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?" [475]Ayetinde az­gınlığın, aklı perdeleyen ve makul olanın aksine bir tutum ve davranı­şa yönelten bir sapma olduğu anlaşılmaktadır.

Fıtrattaki yapı taşlarını dağıtmak için pusuda bekleyen olumsuz güçler için bu tür insanlar tam da aranılan niteliktedir. [476] Kur'an, şey­tanın Allah'ın has kullarına karşı yapabileceği bir şey olmadığını, onun ancak kendisine uyanları azdırabileceğini [477]ve azgınlaşan insanlar için hiç bir şeyin etki etmeyeceğini hatta genellikle azgınlıklarını arttı­racağını haber vermektedir.., [478]

 

G. Aceleci Olması

 

Acelecilik vasfı, Kur'an'da genellikle sabrın karşılığında kullanılan bir kavramdır, "itidali korumak, tahammül göstermek" anlamında­ki sabrın karşıtı olarak, sabırsızlığı ifade eden acelecilik, insanın fıtra­tında olan özelliklerden birisidir, "insan aceleden yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim, şimdi siz acele istemeyin", [479]

İnsan, öyle aceleci bir yaratılışa sahiptir ki, Peygamberler'in bildir­diklerini bile hemen gözüyle görmek ister. Bu istediği şey kendi aley­hine bile olsa acelecilikten vazgeçmez:

"İnsan, hayra dua eder gibi, şerre dua etmektedir, insan pek acelecidir." [480]

Günlük hayatında aceleciliği yüzünden uğradığı sıkıntı ve belaların daha ağırını ebedî hayatı ile ilgili olarak yapacağı tercihte yaşar. Allah, yapıp ettiklerinden sorumlu olması için insanı tercihlerinde serbest bı­rakmış ve herkese tercihlerine uygun yolları kolaylaştırmıştır:

"Bun­lar, şu peşini {dünyayı} seviyorlar da önlerindeki ağır bîr günü bı­rakıyorlar[481],

"Kim bu aceleci {dünya}yı isterse, orada ona, istedi­ğimiz kimseye hemen çabucak dilediğimiz kadar veririz; ama son­ra yerini cehennem yaparız! Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer." [482] Ancak insan, daha basit ve kısa süreli olmasına rağmen peşin olanı, ebedî ve uzun vadeli olana tercih ederek büyük bir kayıp ya­şadığının farkında değildir. [483]

Acelecilik vasfı, aslında insanın huzursuzluğu, şüpheciliği, güven­sizliği, sabırsızlığı ve korkulan ile ilgilidir. İnsan acele ederken huzuru, itminanı ve güveni aramaktadır. İnançsızlıktan kaynaklanan telaş ve panik hali, makul ve mantıklı düşünmeye engel olmaktadır. Elçilerin getirdiklerinin doğruluğunu görmek için, inzâr edildiği azabın hemen gelmesini isteyecek kadar aceleci bir insan doğasından, küfür psikolo­jisinden bahsediyor Kur'an Hâlbuki aslında iman edeceği de yoktur onun.[484] Buna rağmen yine de acele azabı ister ve "doğru söyleyen­lerden isen bizi tehdit ettiğin azabı getir" der. [485] Oysa onlardan ön­ce kendileri gibi nice azaba uğrayan insanlar gelip geçmiştir. [486]

"Senden azabı çabuk istiyorlar. Elbette Allah sözünden cay­maz. Rabbinin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibi­dir." [487]

"De ki: "Eğer acele istediğiniz şey benim yanımda olsay­dı, elbette benimle sizin aranızda iş, şimdi çoktan bitirilmişti" [488]

"Ama çok bağışlayan, esirgeyen Rabbin eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onların azabını çabuklaştırırdı. Fa­kat onlar için vadedilen bir zaman vardır ki, ondan (kaçıp) sığına­cak bir yer bulamayacaklardır" [489]

"İnsanların, hayrı acele istemeleri gibi, Allah da onlara şerri acele verseydi, süreleri hemen bitirilmiş olurdu. Ama biz, bizimle buluşmayı ummayanları bırakırız, azgınlıkları içinde bocalar, dururlar.” [490]

İnsanın yaratılışındaki zayıflık, cahillik, zalimlik, nankörlük gibi özellikler acelecilikle birleşince, karşımıza gerçekten eğitilmesi olduk­ça zor bir varlık çıkmaktadır. Bilhassa eğitimde istenen neticelerin alınmasının bir süreç gerektirdiği de düşünülürse meselenin zorluğu daha net anlaşılmaktadır.

Kısa bir ömür içerisinde, yapılması gereken pek çok şeyin olması bir yönüyle de insanın aceleci olmasını avantajlı hale getirmektedir. İyilikte yarışmak, hayırlı işlerde çabuk davranmak şeklindeki dini yak­laşımlar bunu göstermektedir. Bu durumda acelecilik bir şeyi hakkıyla değil üstün körü yapmak, sabırsız ve hırslı tutumlarla bencilliği ve pe­şin menfaati ön plana çıkarmak şeklinde anlaşıldığında verilmiştir. Acelecilik, belki önceliklerin sıralanması, her anın değerlendirilmesi, meskenet ve rehavetin karşıtı olarak çalışkanlık ve hareketlilik olarak anlaşıldığında şüphesiz insana olumlu katkılar sağlayacak bir özelliği­miz olmaktadır. [491]

 

H. Dünyaya Düşkün Olması

 

İnsanın acelecilik vasfı ve peşin olanı isteme eğilimi onun dünya­ya ve dünyadaki peşin menfaatlere düşkünlüğüne yol açmaktadır. Bunlara arzulu olmak insanın fıtratında vardır ve bunlar insana cazip gösterilmiştir:

"Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gü­müşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevkle­re aşırı düşkünlük, insanlara süslü gösterildi. Bunlar, sadece dün­ya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanında­dır, " [492]

"Fakat insan, Rabbi ne zaman kendisini sınayıp ona ikramda bulunup, ona nimet verse: "Rabbim bana ikram etti" der. Ama Rabbi onu sınayıp rızkını daraltırsa: "Rabbim beni alçaktı [perişan ettir der. Hayır, doğrusu siz (Allah'tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz] yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yedirmeğe teşvik etmiyorsunuz. Mirası hırsla yutuyorsunuz. Malı pek çok seviyersunuz." [493]

İnsandaki dünya sevgisi, aslında hayatın getirdiği güçlük ve me­şakkatlere katlanmak için gerekli bir eğilim iken, dünya hayatına aşı­rı bağlanarak, onu var oluşun amacı haline getirme ve bütün enerjiyi ona sarf ederek fani ve geçici olana bağlanma, insanı ebedî ve kalıcı olandan mahrum etmektedir. İnsanın fıtratındaki sahiplenme hırsı ve arzuladığı şeylere hemen ulaşma temayülü onun ciddi bir zaafıdır.

Hayır, siz çabuk seçen [şu dünyay]ı seviyorsunuz da, Ahireti bıra­kıyorsunuz." [494]

Dünyayı ve onun içindeki nimetleri insanın emrine veren Allah, bunların hepsini bir amaçla yaratmıştır. Bunlar, hem ebedî olanı ka­zanmanın, hem de kaybetmenin araçlarıdır:

"Allah'ın sana verdiği [bu servet] içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk [etmeyi] isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez" [495]

"Dünya hayatı, bir oyun ve eğlen­ceden ibarettir. Eğer inanır, korunursanız [Allah] size mükâfatları­nızı verir ve sizden mallarınızı istemez" [496]

Dünya nimetleri bir anlamda insana verilmiş sermayedir ama hepsi emanettir ve sınav vesilesidir:

"Bilin ki mallarınız ve çocukla­rınız birer fitne [sınav]dır. Allah'a gelince büyük mükâfat, O'nun yanındadır'' [497] "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltmek gibi şeylerle deneriz." [498]

Kur'an'a göre, yaratılış amacından saptıktan sonra dünyada sahip olunan nimetler imrenilecek [499] ve bel bağlanacak şeyler değildir. [500] İnanıp iyi işler yapmadıktan sonra ne mallar, ne de evlatlar Allah ka­tında bir yakınlık sağlar. [501]

İnsanın beşer olarak ihtiyacı olan her şey fıtratta vardır, önemli olan bunların her birinin disipline edilmesi ve hadsiz bağlılık ve sevgi ile sınırlılık alemindeki sevgi ve bağlılıkların karıştırılmamasıdır.

Bir taraftan ebedî âlemin, "İlâhî Soluk'un" izlerini taşıyan ve kendi âlemine hasret çeken ruhun, diğer taraftan doymak bilmeyen istek ve beklentiler arasında kalan insan için istikamet üzere yol almak ciddi bir mücadele gerektirmektedir. İnsan bu mücadelede başarılı ol­mak zorundadır. Aksi takdirde sevgi ve bağlanma duygusunu yanlış mercilere sevk ettiğinde ve sınırları ihlal ettiğinde yoldan çıkmakta ve açmazlara düşmektedir:

"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticarettiniz), hoşlandığınız konutlar, size Allah'tan, Elçisi'nden ve O'nun yolunda cihat etmekten daha sevgili ise o halde Allah em­rini getirinceye kadar bekleyin! Allah, yoldan çıkmış topluluğu [doğru] yola iletmez"[502]

"... Sız, Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Tek sebep kendinize [ve atalarınıza] karşı duyduğunuz sevgiye esir olmanızdı. Ama sonra Kıyamet Günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet yağdıracaksınız...” [503]

 

I. Hırslı Kıskanç ve Cimri Olması

 

İnsanın dünya nimetlerine meyilli oluşunu körükleyen, aynı za­manda bu meylin bir sonucu olarak ortaya çıkan ihtiras, kıskançlık ve cimrilik birbirine çok bağlıdır. Dünyaya aşırı rağbet edip varlığı onun­la sınırlandırmak, ona karşı hırslı olmaya, nimete mazhar olmuş baş­ka insanları kıskanmaya, kendi sahip olduklarından başkalarını, hatta kendi yakınlarını bile mahrum etmeye, hatta daha da ileri giderek on­ların ellerindekine göz dikmeye yol açmaktadır. [504]

Bütün bunların insanın cehaleti, nankörlüğü, zalimliği ile de yakın ilişkisi vardır:

"Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Başına bir kötü­lük geldiği zaman sızlanır, bir iyilik ile karşılaşınca da bencillik ya­parak onu başkalarından uzak tutar" [505] ayetinde ve "Ademoğlunun altın dolu bir vadisi olsaydı, diğer birini daha isterdi. Onun ağzını ancak toprak doldurur" [506] hadisinde insanın doymak bilme­yen ihtiraslarına işaret edilmiştir.

İnsanın dünyaya olan hırsı onu açgözlülüğe, cimriliğe, kıskançlığa, bencilliğe, sevk etmektedir. Kur'an'da insanın bu özelliği ile ilgili ola­rak farklı kavramlar kullanılmış ve esas itibariyle aynı olsa da kullanıl­dığı yerlere göre nüanslarla ayrı manalar anlaşılmıştır. [507]

Hırs, kıskançlığı körükleyen en önemli etkendir. Kıskançlık ise in­sanı içten içe yakan ve huzursuz eden bir ateştir. Nefisler bencilliğe ve kıskançlığa hazırdır. İnsanın mayasında böyle bir tohum mevcuttur. [508] Şeytanın Rabbine isyanında [509], kibrin yanı sıra kıskançlığın; yeryü­zünde dökülen ilk karıda [510] kıskançlığın açık etkileri görülmektedir.

Kıskançlık, ıstırap veren bir reaksiyon olup genellikle sevilen bir kimsenin dikkat ve sevgisini başkasına yöneltmesiyie insan bunu hisset­mektedir. İçinde başka çeşitten reaksiyon unsurlarını, özellikle de nefret duygusunu bulunduran kompleks bir reaksiyondur. Bundan dolayı ge­nellikle nefret, kin ve kıskançlığa neden olan kişilere eziyet verme iste­ğinden meydana gelmektedir.  [511] Benliği kuşatması halinde insan en ya­kınlarının canına bile kastedebilmektedir. Kur'an'da anlatılan Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında bu gerçeği [512] görmek mümkündür.

Cimriliğin, sahip olunan şeylerin gerçek sahibini unutma ve ken­dini müstağni görme ile de yakın ilişkisi vardır. [513] İnsandaki tamah­kârlık, onu her türlü ilişkilerinde haktan kopmaya, sadece kendini dü­şünmeye yöneltmektedir. Kur'an'a göre bu özellik öylesine sapmalar gösterir ki, kendisi sayılamayacak kadar dünyalığa sahip olsa da cim­ri insan, başkasının hiç bir şeye sahip olmasını istemez, hatta onların ellerindekine bile göz diker. [514]

Mülkün sahibi olan Allah'ın cömertliği karşısında cimrilik eden, di­ğer zaaflarda da olduğu gibi aslında en büyük zararı yine kendisine vermektedir:

"...Cimrilik eden, kendi nefsine karşı cimrilik etmiş olur. Al­lah zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, Allah, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar." [515]

İnsandaki bu özellik, kendi başına terk edildiğinde mutluluğu ve huzuru engelleyen bir faktör olmaktadır. "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felaha erenlerdir." [516] Öte yandan, erdemli in­sanların vasıfları sayılırken işaret edildiği gibi insandaki mal sevgisi, as­lında savurganlığı dengeleyen bir unsurdur. [517]

 

J. Münakaşacı ve Mücadeleci Olması

 

"Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü bi­çimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür." [518]

İnsanın garipliklerinden birisidir münakaşacı ve mücadeleci oluşu. Aslında onun bu özelliği kendini tanımayışından, varoluş gayesini unutmasından kaynaklanmaktadır. Gerçeği savunması ve emaneti ko­ruması için insana gerekli olan bu vasıf, amacından sapınca bambaş­ka bir kimliğe bürünmekte ve insanı peygamberlerle bile mücadelele­re götürmektedir. [519]

Gerçeği sahte ile yok etmek için mücadeleye kalkışan [520], üstelik bu mücadeleyi bir bilgiye, bir yol göstericiye ve aydınlatıcı bir kitaba dayanmadan [521], kendilerine gelmiş bir delil olmadan yapan şaşkın ve mağrur bu tür insanların kalplerinin mühürleneceği ve bundan sonra hiç bir şey dinlemez, anlamaz ve hissetmez olacakları Kur'an'da ifade edilmektedir. [522]

İnsanın mücadeleci ve münakaşacı vasfı, kibirle birleşince, onu Al­lah'ın ayetleri hakkında tartışmaya sürüklemekte, haktan kopmaya maruz bırakmaktadır. [523] İnsan haktan sapmaya başlayınca da tartış­mayı sadece kavga çıkarmak için yapmakta, gerçeğin ortaya çıkması gibi bir meselesi kalmamaktadır. [524]

 

K. Taklitçi Olması

 

Doğumundan itibaren insan pek çok şeyi taklit yoluyla öğrenir. Özellikle ilk yaşlar taklitle öğrenmenin en yoğun olduğu dönemlerdir. Bununla birlikte insan, hayatı boyunca fıtratında var olan bu özelliği­nin etkisinden kurtulamaz. Kendinden daha güçlü, daha mükemmel ve daha doğru olduğuna inandığı kişi ya da kişileri taklit ederek onlar­la özdeşleşmeye ve kendi zaaflarını onların kişiliğinde ve başarılarında telafi etmeye çalışır.

Bundan dolayıdır ki, taklit ederek, peşinden giderek, onun gibi ol­maya çalışarak bağlandığı kişi, gurup, anlayış, ideoloji ve inanışların eksikliğini, yanlışlığını veya mağlubiyetini asla görmek ve kabullenmek istemez. Farkında olsa bile bunları örtmeye, gizlemeye çalışır, açığa çı­kınca da makul olmayan pek çok gerekçeler ileri sürerek bunları sa­vunmaya, dahası başka açılardan haklılığını ispat etmeye çalışır.

İnsanın bu özelliğinden dolayıdır ki, Allah örnek alınacak, kendi­sine uyulacak olan elçileri insanlar arasından seçmiştir. [525]

Fakat insanın zaafları taklitle birleşince insanlığa örneklik ve reh­berlik etmesi için gönderilen önderlerin seçiminde hatalar yapılmak­tadır. Bu durumda taklit, insanın gerçeğe ulaşmasını engelleyen önemli bir engel olmaktadır:

"Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense, "Hayır, biz atala­rımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!" derler. Peki, ama atala­rı bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” [526]

İnsan, davranış ve tavırları için tutunulacak İlâhî yüceliği kaybedin­ce, ya kendi sübjektif arzularına [527] veya bir toplumun kendini yansıt­ması olan "toplumsal kabullere ve arzulara" tapmaya başlamakta­dır. Nitekim bu konuda Kur'an, insanları uyarmakta, taklit ve zannı bir arada zikrederek, bunları hakikatlerden saptıran olumsuzluklar olarak açıklamaktadır:

"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uysan, seni Al­lah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zannediyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar." [528]

İnsan, yanlış önderler ve örnekler edindiği takdirde, taklit bir has­talık halinde benliği kemirmekte ve insanın sapıtmasında en önemli etkenlerden biri olmaktadır;

"...Şeytanın adımlarını izlemeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır" uyarısını dinlemeyenlerin [529] azapla karşılaştıkları zaman:

"Rabbimiz, biz efendilerimize ve bü­yüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar" [530] demelerinin bir faydası olmayacağını Kur'an önemle hatırlatmaktadır.

İnsanın sapıklığa düşmesinde körü körüne taklit hastalığı, şeytanın hilelerinden biri olarak görülmektedir:

"Onlara: "Allah'ın indirdiği­ne uyun!" dense:

"Hayır; biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Şeytan onları alevli ateşin azabına çağırmış ol­sa da mı [babalarının izinde gidecekler]?" [531]

İnsanın taklitçi yapısı, onun pek çok Peygamber'in çağrısına kar­şı çıkmasında baş amillerden biri olmuştur:

Ne sağlam bir bilgileri ne de aydınlatıcı kitapları olmadığı halde sadece:

"Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, bizde onların izlerinde gidiyoruz" dediler. İş­te böyle, senden önce de hangi kente uyarıcı gönderdiysek mutla­ka oranın varlıklıları: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" dediler." [532]

Bu tür insanların, yaptıkları pek çok yanlışı ve kötülüğü taklit et­tikleri kişilere havale ederek işin içinden sıyrılmaya çalışmak isteye­ceklerini Kur'an pek çak ayette açıklamaktadır. [533] Bunlardan birisi de şöyledir:

"Sizden önce geçen cin ve insan topluluklarıyla beraber girin ateşe!" Her ümmet ateşe girdikçe yoldaşına lanet etti. Hep­si birbiri ardından orada toplanınca sonrakiler, öncekileri göstere­rek "Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten bir kat da­ha azap verir" derler." [534]

Vahye muhatap olmuş bile olsalar bazı din mensupları da aynı hastalığın etkilerinden kurtulamamışlardır: "Yahudiler: "Üzeyir, Al­lah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. [Sözlerini], önceden inkâr etmiş olanların sözlerine benzetiyorlar..." [535]

İnsan, tutum ve davranışlarını örnek alacak bir modele ihtiyaç du­yar. Bu, insanın çok daha erken ve dengeli bir şekilde olgunlaşması­na yardımcı olabilir. Burada model şahsiyeti örnek almak, körü körü­ne taklit değildir kuşkusuz. Örnek almada, bilinçli ve iradi [hür] bir se­çim ve değerlendirme söz konusudur. Taklit ise aklı ve iradeyi devre dışı bırakan bilinçsiz bir uyma davranışıdır. Örnek ve model almanın insandaki potansiyeli olgunlaştıran etkisine karşılık, taklidin aynı po­tansiyeli engelleme ve köreltme etkisi söz konusudur. [536]

 

V. Fıtrat Ve Bireysel Ayrılıklar

 

Yukarıda insanın yaratılış süreci, sorumlulukları, üstün ve zayıf yönleri incelendi. Bunlar, beşer olmak hasebiyle insanlar için ortak ya­pı taşlarıdır. Kur'an, bu yaratılış gerçeğine değişik vesilelerle dikkat çekmekte ve fıtratta değişmenin söz konusu olmadığını belirtmektedir.

Eğitim metotlarının, tedavi şekillerinin, musikinin, edebiyatın vb. insanların çoğunluğu için geçerli ilkeler ve kurallar koyabilmeleri, in­sanların böyle ortak bir yaradılış kökenine bağlı olmalarıyla açıklanabilmektedir. [537]

Bu gerçek yanında bir başka gerçek daha var ki o da, beşer ola­rak ortak fıtrata sahip olan insanların birey olarak tek tek hepsinin ay­rı olduğudur. İnsanlar farklı yeteneklere, farklı algılara, farklı kavrayış­lara, farklı anlayışlara, farklı düşüncelere, farklı eğilimlere sahiptir ve hiç bir birey diğerinin aynı değildir. Aynı anne babadan doğan kardeşlerde aynı çevrede yetişmelerine ve aynı eğitimi almalarına rağmen gerek duygusal, gerek bilişsel, gerekse iradî güçler bakımından farklı­lıklar görülebilmektedir.

Şahsiyet psikologlarının en önemlilerinden birisi sayılan G. Allport elli değişik şahsiyet tanımı yaptıktan sonra şu sonuca varmıştır:

"Bir insan bütün diğer insanlara benzer, hiçbir insan diğer insan­lara benzemez". Bir başka ifadeyle, bütün insanlar birbirine benzer fakat hiçbir insan başkasına benzemez, demek suretiyle insan davranışının tekliği [karakteristik/uniqueness] ve karmaşıklığı üzerinde dur­muştur. Yani insanlar arasında müşterek vasıflar olduğu halde birçok ferdi farklar da vardır. İnsan tek olan, intibak eden ve organizasyon sağlayan bir bütündür. Herkes şahsiyet olarak tektir. [538]

Bu husus, eğitimin gerek felsefesini gerekse uygulamasını yapanla­rın gerçekten izah etmekte zorlandıkları mühim bir meseledir. İnsanın davranışlarını yönlendiren "enerji'' nedir? İnsanın doğuştan getirdiği özellikleri var mıdır? Varsa bunlara nereye kadar müdahale edilebilir? Bu noktada eğitimin görevi nedir? Eğitimin gücü nereye kadardır? vb. uzayıp giden sorular insan zihnini sürekli meşgul etmiştir. Bunlara veri­lecek cevaplar şüphesiz insanı tanımlamakla alakaladır.

Modern psikoloji, davranış gelişimini türe özgü ve bireysel gene­tik anayapılar [doğuştan donanım (nature)] ile çevre faktörlerinin [edi­nilmiş donanım (nurture)l birlikte etkilediği konusunda önemli mesa­feler kaydetmiştir. Buna göre bir türün bütün üyeleri onları bütün özel­likleriyle donatan ortak bir kalıtımı paylaşırlar. Ancak türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler bireyler arası farklara yol açmaktadır. Böy­lece her birimiz türe özgü kalıtımın yanısıra bireysel kalıtım taşımak­tayız. Bireysel kalıtımdaki değişiklik olasılığı o kadar yüksektir ki hiç kimse birbiriyle tamamen aynı olmamaktadır. [539]

Davranış gelişimini etkileyen faktörlerin çeşitliliğini de bu konuda yapılan bilimsel araştırmalardan anlayabiliyoruz. Bunlar döllenmiş yu­murtanın fizyolojik özellikleri, rahim ortamında besleyici veya toksit etki, doğum sonrası beslenme süreçleri, türün tüm üyeleri için kaçınıl­maz olan doğum öncesi ve sonrası yaşantılar, türün bîr üyesinden di­ğerine farklılık gösteren yaşantılar, hücreleri bozma eğiliminde olan travmatik-anormal olaylardır. [540]

Şu halde doğuştan potansiyel olarak mevcut olan vasıflar çevre şartlarına göre muhtelif derecelerde ve muhtelif yönlerde gelişmekte­dir. [541] Yani, insanlar ortak fıtrata sahip olmakla beraber, zihinsel, bedensel ve duygusal yetenekler bakımından farklıdır. Bu yeteneklerin açılıp gelişmesi için gerekli olan çevre koşulları herkes için farklıdır ve herkes çevresine kendine göre uyum sağlar. İnsanların birbirine ben­zer örgensel, insansal ve kültürel bakımdan benzer yanlarına rağmen dış görünüşleri, fizyolojik yapıları, cinslikleri, zekâları, tavırları, mizaç­ları, duyguları ve kişilik özellikleri bakımından sayısız ayrılıkları vardır. İnsan bazı nitelikleri bakımından hiç kimseye benzemez. Bunlara da bireysel ayrılıklar denmektedir. [542]

Adler, insanın davranışlarında değişiklikler meydana getiren tec­rübelerden herkesin farklı biçimlerde etkilendiğini söylemektedir. Ona göre, aynı tecrübe insanlarda değişik anlamlar kazanabilir. Bir tek ve aynı tecrübeden aynı şekilde yararlanan iki insan bulunamaz. Tecrü­beler karşısında herkes aynı ihtiyatı gösteremez. Bu durumu dikkatle inlediğimizde, yaşantılardan şu veya bu şekilde yararlanmaların insa­nın hayat çizgisine uyduklarını anlarız. [543]

Her bireyin tekliği ve yegâneliği, üzerinde önemle durulan konu­lardan birisidir. Martin Buber'in naklettiği bir özdeyişte şöyle denil­mektedir:

"Gerçekten her bireyin durumu dünyada tek/yegânedir ve onunla tam olarak aynı olan hiç kimse yaşamamıştır. Eğer tam olarak onunla aynı olan birisi yaşamış olsaydı zaten onun var olmasına ge­rek kalmazdı. Fakat gerçekte her birey dünyada yeni bir şeydir ve o bireyselliğini tamamlamalıdır..." [544]

İnsan hakkında yeni şeyler keşfedildikçe onun kompleks yapısı daha açık bir biçimde gözlenmekte ve onunla ilgili hala pek çok husu­sun bilinmediği anlaşılmaktadır. Çağdaş araştırmalar, insanın genlerin­de bulunan gizili güçlerin, bir hayat süresince geliştirilebilecek sayıdan çok fazla olduğunu göstermektedir. Bunlardan hangilerinin tam, han­gilerinin, biraz gelişeceği, hangilerinin ise gelişmeden kalacağı da için­de yaşanılan çevre koşullarına bağlanmaktadır. [545]

Jung'a göre bireyi tanımlayan şey evrensel ve kurallı değil, eşsiz olma niteliğidir. Birey aynı şekilde tekrarlanan bir birim olarak değil, tek ve benzeri olmayan ve son tahlilde başka hiçbir şeyle kıyaslanma­yacak ve bilinmeyecek bir şey olarak düşünülmelidir. [546] Yani, her bi­rey tek ve farklı birisi olarak yoluna devam etmektedir.

"Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi de­nemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur" [547] Bu ayetin insanlar arasındaki farkların her çeşidini kapsadığı söy­lenmektedir. Buna göre, ister kalıtsal veya kazanılmış olsun, ister be­densel, psikolojik veya zihinsel olsun bütün yetenekler, maddî ve ma­nevî bütün statil farklılıkları buna dâhildir. [548]

Kur'an'ın insanlar arasındaki bireysel farklılıklara, kişinin sadece gücü ve kapasitesi dâhilinde olan şeyle sorumlu tutulacağına dair or­taya koyduğu bu husus, bugün eğitim-öğretim etkinliklerinin düzen­lenmesinde her bir ferdin yetenek ve kapasitesi dâhilinde eğitilmesiy­le ilgili bireysel ayrılıklara özen gösteren çağdaş psikolojinin de önem­le üzerinde durduğu bir yaklaşımdır.

Bu durumda insanlar arasında bir takım bireysel farklılıkların ol­ması insanlık türünün ortak fıtrat taşımasına aykırı bir durum değildir. Maslou)'un "tamamlanmış bir ürün değil, ham madde" şeklinde açıkladığı; hem diğer benliklerin de sahip olduğu [türe özgü] hem de eşsiz [kişiye özgü] özellikler içeren "temel içsel doğa" [549] tanımında da bu yaklaşımı görmek mümkündür. Demek oluyor ki ortak fıtrat yanında, her insanı diğerinden ayıran, her bir insana mahsus bir de özgün "ken­dilik" gerçeği vardır, Şu ayetler de bu çerçevede değerlendirilebilir:

"De ki: Herkes kendi yapısına [sakile] [550] göre davranmakta­dır" [551],

"Herkese, yaratılışına uygun şeyler kolaylaştırılmıştır." [552] Görüldüğü gibi insan oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Kullu­ğa ve kendini gerçekleştirmeye memur insanın sorumluluğu ağırdır.

"Bir damla kan, binlerce endişe" diye özetlenen insan, bu sorumlu­ğu kaldıracak ve ulvî âlemin hakikatlerine ulaşacak muazzam bir po­tansiyele sahip olduğu kadar, süflî âlemin en aşağısına yuvarlanacak kadar da zaaflarla doludur.

İnsanın fıtri kabiliyetleri arasındaki karşıtlıklar ve çatışmalar, deği­şik yönlere yönelip, değişik ilkelere uyarlar. Ama bu çokluk ve ayrılık, anlaşmazlık veya uyumsuzluğu göstermez. Tüm bu kabiliyetler, birbir­lerini mükemmelleştirip tamamlarlar. Her biri yeni bir ufuk açıp, insan olmanın yeni bir yönünü gösterir. Yani uyumsuz gibi görünen kendi kendisiyle uyum içindedir; çelişkiler, karşılıklı olarak birbirlerini dışta bırakmazlar, aksine birbirine dayanırlar. Hatta insan, fıtratındaki bu çok seslilik ve çok renklilikten haz duyar. Bu, zıtlıklardaki ahenktir. [553]

Görülüyor ki, anlama ve açıklama da bazı zorluklar olmakla birlikte, insanın bağlı bulunduğu bir fıtrat gerçeği vardır ve insan buna muha­lefet ettiği zaman bedbaht olmaktadır. Ayrıca insanın fıtrat gerçeğin­den inhiraf etmesi, ona yeni bir fıtrat kazandırmadığı gibi, asıl fıtratı­nı da ortadan kaldırmamakta, aksine muallâkta başıboş olarak bırak­maktadır. [554]

O halde insanlardaki ortak fıtrat, eğitimle ilgili organizasyonlarda bize temel yaklaşımlar kazandıracaktır. Bununla birlikte her bireyin, kendine özgü farklılıklara sahip ayrı bir dünya olması bu organizas­yonların gelişmesine yön verecektir. [555]

 

VI. İnanç Bakımından İnsan Tipleri

 

Günümüzde eğitimin, bir iletişim süreci olarak anlaşılması yaygın­lık kazanmaktadır. [556] Bu durum dini anlatmak ve öğretmekle görevli olanların etkili bir iletişim becerisine sahip olmalarını gerekli kılmak­tadır. Kaynak, mesaj, kanal, ortam vb. etkenler yanında alıcının duru­mu bu iletişimi sürecini otumlu-olumsuz etkileyen önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yukarıda insanın, beşer olarak sahip olduğu potansiyel yetenekle­rinden, zaaflarından söz edildi. Alıcının yetenekleri, zaafları, ihtiyaç ve beklentileri, ilgi ve istekleri, öğrenme gücü ve yaklaşımı, iletişim süre­cini etkilemektedir. Bunların yanında tutum ve davranışları önemli ölçüde etkileyen ve düzenleyen inanç ve değerler bakımından da alı­cının iyi tanınmasına ihtiyaç vardır. [557]

Kur'an, muhatap olarak bütün insanlığı hedef almaktadır ve çağ­rısı bütün insanlığadır. Bu nedenle hitabını çoğunlukla "Ey insanlar" şeklinde yapmaktadır. Ancak inançları yönüyle insanlara hitap eder­ken bir tasnif de getirmektedir. Buna göre Kur'an, insanları inançları bakımından dört kısımda değerlendirmektedir. Mü'minler, Ehl-i Kitap, Müşrikler ve Münafıklar Kur'an'da bunlardan her birinin özellikleri sa­yılmış ve bunlara karşı Hz. Peygamberin, dolayısıyla onu modelleyenlerin nasıl bir tutum ve davranış içerisinde olması gerektiği açıklanmış­tır. Bunlara ana hatlarıyla işaret etmek ve bunları eğitsel açıdan tahlil etmek dini insanlara anlatma ve öğretme durumunda olanlara en azından iletişim açısından bir yaklaşım sunmuş olacaktır. [558]

 

A. İnananlar

 

Kur'an, inanan insanların özelliklerini birçok yaşam kesitinden ör­neklerle açıklamaktadır. İnançlarında, ibadetlerinde, ahlaklarında, di­ğerleriyle olan münasebetlerinde, aile ilişkilerinde, bilgi edinme istekle­rinde, iş hayatları ve rızık arama gayretlerinde, fizyonomilerinde bir kimlik ortaya koymaktadır. [559] Bu kimliğin analizinde, Rabbine sağlam bir iman ile bağlanan, bütün davranışlarını ibadet bilinciyle yapan, özel ve sosyal hayatında yüksek değerlerle örnek olan, yaşamında erdemli, güzel ahlakla bezenmiş, samimi, duyarlı, emin ve güvenilir; gerçekleri düşünen ve araştıran dengeli bir şahsiyet tablosu gözlenebilmektedir.

Kur'an'ın model olarak sunduğu inanan insan tipi, haliyle Hz. Peygamber'in yetiştirmeye çalıştığı insandır. İnanıyor olmak, bu özel­liklere doğrudan sahip olmak anlamına gelmemekte; bununla inanan insanın ideal özellikleri gösterilmiş olmaktadır.

Vahyin insanlar tarafından yaşanabileceğinin en iyi göstergesi, yi­ne onların arasından seçilmiş bir kimsenin bu öğütlerin bizzat yaşana­bileceğini göstermesi ve bu hususta rehberlik yapmasıdır. Hz. Muhammed, Allah ile insanlar arasında iletişim görevini yerine getirmek üzere seçtiği son peygamberdir. [560] Bu nedenle Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla mesajını insanlara iletirken, o mesaja gösterdikleri tepkile­re göre onun ilişkilerini farklı biçimlerde düzenlemektedir.

Kur'an, Hz. Peygamber'i, inananların içlerinden biri olarak tak­dim etmiştir. Hz. Peygamber, inananlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir. İnananların sıkıntıya düşmesi onu üzmektedir. O, "Mü'minlere kanadını indir" [561] emrine uygun olarak onlara yumu­şak davranmıştır. Eğer kaba ve katı kalpli olursa inananların etrafın­dan dağılıp gideceği kendisine öğretilmiş ve inananların kusurlarını af­fetmesi, onlar için mağfiret dilemesi, onlarla istişare etmesi [562] ve on­lara dua etmesi istenmiştir. [563]

Böyle davranabilmek için bir takım kişisel niteliklere sahip olmak gerekir. Allah'a has olmakla birlikte Kur'an Hz. Peygamberin de Ra­uf ve Rahim sıfatlarına işaret etmekte ve onun inananlara son derece düşkün olduğunu bildirmektedir. [564] Kur'an inananlara da Hz. Pey­gamber'in kendi canlarından ileri olduğunu [565] Peygamber'incanın­dan önce kendi canlarının kaygısına düşmelerinin uygun olmayacağı­nı öğütlerken [566], karşılıklı ilişkilerin düzeyini belirlemiş olmaktadır.

Hz. Peygamber'in, mü'minlere Allah'ın bir lütfü olduğundan da Kur'an söz etmektedir:

"Andolsun ki, Allah, inananlara büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetleri­ni okuyan, kendilerini yücelten ve kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi." [567] O, kendisine tabi olanları en doğru olana götüren bir rehber, [568] etrafına ışık saçan bir kandil. [569] İnanan­lar için rahmet [570] ve en güzel örnektir. [571]

Kur'an, inananların. Allah'ı ve onun istediği hayat tarzını kendile­rine öğreten ve nasıl olması gerektiğini yaşayarak gösteren Hz. Peygamber'i ve bu uğurda çaba göstermeyi kendi canlarından, malların­dan, herkesten ve her şeyden daha önde tutmaları gerektiğini bildir­mektedir. [572]

Kur'an'ın bildirdiğine göre, Allah'ın sevgisini kazanmanın yolu, Hz. Peygamber'in yolunda olmakla mümkündür: "De ki: Eğer Al­lah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahları­nızı bağışlasın... " [573]

Burada, Allah ve Peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutmak, inanan insan olmanın gereği sayılmıştır. Sevgi ise marifetle olmakta­dır. İnsanın bilmediği, tanımadığı bir varlığı sevmesi ve ona bağlanması söz konusu olmadığına göre, inananlar, kendileri gibi bir beşer olan Peygamberi örnek alarak Allah'ın rızasına ve sevgisine yol bulurlar.

Sevgi kuru bir sözle açıklanamaz, bunların tezahürleri aranır. Seve­nin, sevdiğinin hükmüne kayıtsız şartsız itaati yanında onu yerine getirir­ken en ufak bir tereddüt göstermemesi, rahatsız olmaması da gerekir. [574]

Kur'an'da, Hz. Peygamber'e saygı konusunda en ince ayrıntıya kadar inilmekte, onu incitmemek için inananların Hz. Peygamberle ilişkilerinde belli kurallar getirilmektedir. Allah ve Resulünün önüne geçmemeleri, [575] Peygamber'in evine izinle girmeleri,[576]toplumsal bir iş görüşmek üzere onun huzurunda bulunduklarında meclisinden izin almadan ayrılmamaları, [577] seslerini Peygamber'in sesini bastıracak şe­kilde yükseltmemeleri, [578] evinde iken onu bağırarak çağırmamaları, [579] onun çağrısına mutlaka icabet etmeleri, [580] ona salât ve selam etmeleri [581] bunlardan bazılarıdır.

Bu düzenlemeler, farklı tabiatlarda olan muhataplar karşısında Hz. Peygamber'in konumunu belirlemekte ve farklı tavırlarda olan ki­şileri eğiterek onların davranışlarını düzeltmektedir.

Kur'an'a göre, bunların hepsinden önemlisi Hz. Peygamber'e ita­at etmektir. Çünkü ona itaat Allah'a itaat sayılmıştır. [582] Ona biat edenler gerçekte Allah'a biat etmektedirler. [583] O bir konuda hüküm verince onun gereğii yerine getirmek istenmektedir. [584]

Kur'an Hz. Peygamber'le inananların ilişkisini Araf Sûresi'nin 157. ayetinde adeta özetlemektedir. Buna göre, Hz. Peygamber, Al­lah'ın emirlerini tebliğ eden bir elçidir ve yapılması doğru olanı buyu­rup yapılması yanlış olanı yasaklamış; temiz ve hoş şeyleri helal, kötü ve çirkin şeyleri haram kılmış; sırtlarına vurulmuş yükü indirip boyunlarına geçirilmiş zincirleri çözmüştür. Ona inanan onu destekleyen ve yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler esenliğe erişen kimseler olacaktır. [585]

Hz. Peygamber'in inananlarla ilişkilerinde dikkat çeken husus, Hz. Peygamber'in onlara karşı nasıl davranması gerektiğinin yanında, inananların ona karşı nasıl bir tutum ve davranış içerisinde olmaları gerektiğinin de işlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla iletişimin etkili bir bi­çimde gerçekleşmesi ve eğitim-öğretim sürecinin sağlıklı yürümesi için kaynak kadar alıcı sorumluluğu da ortaya çıkmış olmaktadır ki bu hu­sus diğer muhataplarla ilişkilerde de çok açık bir şekilde görülecektir. [586]

 

B. Ehli Kitab

 

Kaynakların bildirdiğine göre, Kur'an'ın vahyedildiği dönemde Mekke'de çok az sayıda Yahudi ve Hıristiyan bulunmaktadır ve bunla­rın çoğu da nüfuz sahibi olmayan kimselerdir. [587]  Hz. Peygamber ve ashabının Ehl-i Kitab'i temsil eden Yahudi ve Hıristiyanlarla münase­betleri daha çok Medine döneminde olmuştur. Bununla birlikte önceki İlâhî dinlere ve peygamberlere sıklıkla atıflar yapan Kur'an [588], vahyin ilk dönemlerinden itibaren, daha önceden vahye muhatap olanlara mesaj vermiş ve onları inananlarla birlikte zikrederek yeni vahye ikna olmaları ve şüphelerden arınmaları için uyarmıştır. [589]

Kur'an, Ehl-i Kitab'ın herkesten daha önce inanması gerektiğine işaret etmiştir.   [590] Çünkü onlar daha önceden vahye muhatap olmuş İlâhî din mensuplarıdır. Kur'an onlara gelen kutsal kitapların Hz. Muhammed'den bahsettiğini de bildirmektedir. [591]

Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında temelde birlik olduğu, bütün semavi dinlerin aynı kaynaktan geldiği Kur'an'da vurgulanmakta [592]' Ehl-i Kitab'ın Hz. Peygamber'e indirilenden memnun olacağına da işaret edilmektedir. [593] Çünkü Kur'an, onların dinlerinin, kitaplarının ve peygamberlerinin varlığını kabul etmekle [594] kendilerindeki bilgileri desteklemiş olmakta ve onlar beklenen bir Peygamberin gelişine şa­hitlik etmektedir. [595]

Kur'an, Kitap Ehli'nden bir kısmının Hz. Muhammed'e ve onun çağrısına kulak verdiklerine işaret etmekte ve müşriklerin eleştiri ve kınamalarına maruz kalmalarına rağmen bilinçli bir tercihle önceki kutsal kitaplarda isim ve sıfatları yazılı olan Ümmî Nebî'ye tabi olan Kitap Ehli'nden övgüyle söz etmektedir. [596]

Kur'an'ın verdiği bilgilere göre, Ehi-i Kitab'ın hepsi, Hz. Peygamber'in çağrısına karşı aynı tutum içerisinde olmamıştır. Onlardan bir kısmının iman ettikleri ve bunda samimi olduklarına dair Kur'an şun­ları bildirmektedir:

''Onların hepsi aynı değildir. Kitap Ehli içinde, gece boyunca Allah'ın ayetlerini okuyan, secdeye kapanan dosdoğru insanlar vardır. Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men ederler; hayır işlerine koşarlar. İşte onlar iyiler­dendir. Yapacakları hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır...'' [597]

Kitap Ehli'nden iman edenler yanında, Hz. Muhammed'i ve getir­diklerini inkâr eden, hatta ona ciddi şekilde karşı tavır alanlar da ol­muştur. [598] Bunlarla ilgili Kur'an'ın ortaya koyduğu tutum ve davranış­lara geçmeden önce şunu belirtmek gerekir ki, Yahudi ve Hıristiyan­lar ehl-i kitap olarak zikredilse de Kur'an'ın Yahudilerle Hıristiyanlar a bakış tarzının aynı olduğu söylenemez. [599] Kur'an Yahudi ve Hıristi­yanlar! ortak olarak Ehl-i Kitap şeklinde nitelediği gibi, her birinden ayrı ayrı da bahsetmektedir.

Kur'an Yahudilerden bahsederken, onların bir zamanlar âlemlere üstün ve seçkin kılındıkları [600] ve Allah'ın pek çok nimetine mazhar ol­dukları [601] gibi olumlu özellikleri [602] yanında daha çok olumsuz tutum ve davranışlarına atıflar yapmaktadır:

Mesela, İslâm'ın kutsal kitabı ile alay ettikleri [603], kendi kutsal kitaplarını tahrif ettikleri [604], Allah'a ve insanlara verdikleri ahitleri bozdukları, Allah'ın emrine isyan ettikleri [605], Allah'ın gazabına ve lanetine uğradıkları  [606] halkın mallarını haksız ye­re yedikleri [607] münafıklarla ve müşriklerle işbirliği yaptıkları  [608], kibirli oldukları [609], korkaklıkları, zillete ve miskinliğe mahkûm edildikleri [610], Ahiret karşısında dünya hayatını satırı aldıkları, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr ettikleri için zillete düştükleri [611], Allah'tan gelen kitaba sırt çevirdikler  [612], yeryüzünde fesat çıkardıkları [613], peygam­berlere muhalefet ettikleri ve haksız yere peygamberlerini öldürdükle­ri [614], Üzeyir'e Allah'ın oğlu dedikleri [615] inatları sebebiyle bile bile gerçeği inkâr ettikleri [616], hayata çok düşkün oldukları [617] gibi hususlar bunlardandır. Hz. Peygamber'i yanlış hüküm vermeye zorladıkları [618], onunla alay ettikleri [619] de Kur'an'da zikredilmektedir. Yine, onların sorunlu tanrı inançları, kitaplarında yaptıkları tahrifat ve onda mevcut olan şeyleri gizledikleri anlatılmaktadır. [620]

Hıristiyanlara gelince, onların mü'minlere en yakın oldukları [621], İnclin kendinden önceki Tevrat'ı doğrulayan bir rehber olduğu ve kendi dönemindeki insanlara hidayet ve öğüt olarak gönderildiği [622], Hz. İsa'nın ve getirdiği İncil'in temizliği [623], bir peygamber olarak Hz. İsa'nın pek çok mucizelere [624] ve sıfatlara [625] mazhar- olduğu ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirildiği [626] gibi olumlu hususların yanı sıra, Hıristiyanlığın aslında İlâhî bir din olmasına rağ­men, mensuplarının zamanla bu çizgiden saptıkları ve pek çok olum­suz tavır ve davranışlar sergilediklerine dair eleştirilere de yer veril­mektedir. Mesela, ısrarla Hz. İsa'nın yaratılışı [627], onun Allah'ın kulu ve elçisi olduğu üzerinde durulmakta [628]' onun yaratılışının Âdem'in yaratılışı gibi olduğuna dikkat çekilmekte [629] ilahlık isnadı ve teslis inancı reddedilmektedir. [630] Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesiyle ilgili Hı­ristiyan inancının yanlışlığına da yer verilmekte [631], Hz. İsa'ya gelen İncil'in tahrif edildiğine, Mesih'e Allah'ın oğludur dediklerine ve bu­nun müşriklerin sözlerine benzediğine işaret edilmektedir. [632]

Gerek Yahudilerle, gerekse Hıristiyanlarla ilgili sayılan bu eleştiri noktaları, aslında Müslümanlarla, Ehl-i Kitab'ın "müşterek noktada" buluşmalarına mani olan engellerdir. Bununla birlikte Hz. Muhammed Mekke döneminde Ehl-i Kitap'la önemli bir problem yaşamamıştır. Onlarla ilişkilerinde genellikle yumuşak ve barışçı bir yol izlemiştir. Mekke döneminin başından sonuna kadar Ehl-i Kitap, davete olumlu yaklaşmış hatta destek vermiştir [633].

İlk vahyin gelişiyle büyük bir şok yaşayan Hz. Muhammedi dinle­dikten sonra onun beklenen peygamber olduğunu söyleyen Varaka b. Nevfel bir Hıristiyandır. [634] İslâm'a davet için elçiler gönderilen devlet ve kabile reisleri içerisinde [635] Hıristiyan olanlar, davete samimi bir alâ­ka göstermişler ve bir kısmı Müslüman olmuştur. [636] İlk hicret yapılan yer, Hıristiyan idaresindeki Habeşistan'dır. [637] Kur'an, risaletin ilk yıl­larında Hıristiyan Bizans'ın, İran'a mağlup olması karşısında üzülen mü'minleri teselli etmiştir. [638]

İslâm'ın ilk dönemlerindeki bu ve benzeri olaylar Hz. Muhammed'in Hıristiyanlarla iyi ilişkiler içerisinde olduğunu göstermektedir. Ancak, bir kısım Hıristiyanlar dinleri ile ilgili olarak, özellikle de Hz. İsa hakkında, Hz. Peygamberle tartışmışlardır. Âl-i İmran Sûresi'nin ilk 89 ayeti bu tartışmaların canlı bir hatırasını muhafaza etmekte­dir. [639] Bu tartışmalarda, Kur'an'da ileri sürülen açık delillere rağmen Hz. Peygamber'in söylediklerini kabul etmeye yanaşmamışlar ve ikna olmayanlar için yalancı tarafa Allah'ın lanetinin isteneceği bir tartışma usulü gündeme gelince de [640] bundan kaçınmışlardır. Ancak olay taraf­ların bir sulh anlaşması akdetmeleriyle sonuçlanmıştır. Anlaşma met­nine göre bu olayın tarafı olan Necran Hıristiyanlarına din, vicdan ve ibadet hürriyeti tanınmıştır. [641]

Kur'an, Ehl-i Kitab'a ortak bir uzlaşı noktası önermiş ve onları se­mavi dinlerdeki müşterek esasa çağırmıştır:

"De ki: "Ey Kitap Ehli! Sizinle birim aramızdaki şu ortak ilke­ye gelin: ''Allah'tan başka kimseye kulluk etmeyeceğiz, O'ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız ve Allah ile birlikte in­sanları rab edinmeyeceğiz" Ve eğer yüz çevirirlerse "Şahit olun ki biz kendimizi O'na teslim etmişiz" deyiniz." [642]

Kur'an, sadece Allah'a iman edip, onun gönderdiği peygamber­ler arasında ayırım yapmayı tasvip etmemektedir. [643] Bu nedenle, bu ilkede uzlaşma imkânı olanlarla güzel bir tartışma üslubu geliştirilme­sini öğütlenmekte ve bunun yolu olarak da İlâhî dinlerdeki ortak tema­lara işaret etmektedir:

"Kitap Ehli'yle, zulüm ve haksızlık edenleri dışında en güzel tarzda tartışın ve deyin ki:

"Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da inanıyoruz: Çünkü bizim ilahımız ile sizin ila­hınız tek ve aynıdır ve biz O'na teslim olmuşuzdur.” [644]

Bu uzlaşı ortamının gereği olarak Kur'an, Kitap Ehlinin, Allah'tan gelen vahyin esasına dönmelerini, onu gereği gibi okumalarını ve ha­kikatten sapmamalarını istemektedir. [645]

Aslında onların inanmakta zorlanmalarının sebebi delillerin yeter­sizliği değildir. Kur'an'ın bildirdiğine göre, kendilerine Kitap verilenler,onu oğullarını tanıdıkları gibi tanımaktadır [646] ve Kur'an'ın gerçekten Allah tarafından indirilmiş olduğunu bildikleri halde [647] yine de onlar­dan bir grup bile bile gerçeği gizlemişlerdir. [648] Allah tarafından ken­dilerine, yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir elçi gelince, Kitap verilen­lerden bir kısmı Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi ondan yüz çevirmişlerdir. [649]

Kur'an, inananlarla ilişkilerinde hak ve adalet ilkelerinden ayrıl­mayan, dinin gereklerini yerine getirmeye ve özgürlüklere engel ol­mayan taşkınlık ve düşmanlık yapmayanlara karşı affedici ve hoşgö­rülü bir tutum öğütlemektedir. [650] Buna rağmen inanmamakta ısrar edenlerin niyetlerini de Kur'an şu şekilde açıklamakta ve bunlara kar Hz. Peygamber ve ona inananlar uyarılmaktadır.

"Sen onların, kendi dinlerine uymadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden razı olurlar. "Asıl doğru yol, Allah'ın yolu­dur" de. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyar­san, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur. Artık inanmayanlarla uğraşma..." [651]

"Mallarınız ve canlarınız hususunda deneneceksiniz; sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden ve ortak koşanlardan çok in­citici (sözler] duyacaksınız. Ama sabreder, korunursanız; işte bun­lar, yapmağa değer işlerdendir." [652]

Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitap'la münasebetleri incelendiğinde Kur'an'ın ağırlıklı olarak onların tevhîd anlayışındaki bozulmaya işaret ettiği [653], sonra da bu bozulmanın düzeltilmesine vurgu yaptığı görül­mektedir. [654]

İnsan yaşama biçimini oluştururken büyük ölçüde inanç alanının etkisi altındadır. Bu alan, bir taraftan bireyin kendisiyle ve Yaratıcısı ile diğer taraftan sosyal ve fizikî çevresi ile ilişkilerini- düzenlemektedir. Dolayısıyla inanç alanındaki bozukluklar ıslah edilmeden başka alan­larda denge sağlamak kolay değildir.

Ehi-i Kitapla ilişkilerde dikkat çeken başka bir husus ise şudur:

Kur'an, vahyin ilk anından itibaren kendisi ile önceki kutsal kitapların aynı kaynaktan olduğunu, kendisi ile bu kitaplar arasındaki ilke ve he­def birliğini, önceki peygamberleri ve kitapları doğruladığını sürekli olarak vurgulamış, hatta kendisinin doğruluğuna Ehl-i Kitap şahit gös­terilmiştir. Bununla birlikte Ehl-i Kitab'ın ihtilaflarına işaret ederek [655] onların gerçekleşmemiş hedef ve ilkelerinin tamamlanmasına, bunun için de kendi kitaplarıyla aynı kaynaktan gelen Kur'an etrafında bir­leşmeye, ona uymaya davet etmiş ve ortak ilkelerin gerçekleşmesini istemiştir. [656]

Kur'an'da Kitap Ehli içerisinde katı olanlar olduğu gibi mutedil olanların varlığına da işaret edilerek yumuşak bir üslupla, bildikleri gerçekler hatırlatılmış, bile bile gerçeği inkâr etmeme noktasında uyarılarak tevhide çağrılmışlardır. Bu uyarılara kulak asmayıp yüz çevir­dikleri takdirde Hz. Peygamber'in görevinin sadece "tebliğ" olduğu bildirilmiştir. Böylece Kur'an-ı Kerim herkesin tabi olabileceği, müşte­rek, bütün insanlık için gerekli ve yeterli kuralları ve esasları taşıyan bir yaklaşım ortaya koymaktadır:

"Kuşkusuz inananlar; Yahudiler, Hıristiyanlar ue Sabitlerden Al­lah'a ve ahiret gününe inanmış, doğru ve yararlı İşler yapmış olan­ların tümü Rableririnden hak ettikleri mükâfatı alacaklardır ve on­lar ne korkacak ne de üzüleceklerdir." [657]

"İnananlar, Yahudiler, Sâbiiler, Hrıstiyaniar, Mecusîler ve müşrikler arasındaki hükmü Kıyamet Günü Allah verecektir. Şüphesiz Allah, her şeye şahittir!" [658]

 

C. Müşrikler

 

Dini terminolojide müşrik denilince, Allah'a ortak koşan, Allah'ın dışındaki bir varlığı da tanrılaştıran kimse anlaşılmıştır. Allah'ı inkâr edenlere münkir, kâfir denilmiş, şirk de küfür sayılmıştır. [659] Dolayı­sıyla tebliğe muhatap olma noktasında bunlar birlikte ele alınacaktır. Hz. Muhammed, peygamberlik öncesinde Mekke müşrikleriyle bir problem yaşamadığı gibi, onların arasında güvenilir bir kimse ola­rak bilinip tanınmaktadır. [660] Bununla beraber onların inançlarını ve yaşantılarını tasvip etmemekte [661], cahiliye toplumunda geçerli olan örf, adet ve anlayışları benimsememektedir. Fakat iç dünyasında hu­zuru da bulabilmiş değildir. [662] Belki de bu nedenle senede bir ay Hira'da inzivaya çekilmektedir. [663] Kaynaklarda bildirildiğine göre, ilk va­hiy de Hira'da böyle bir inziva döneminde gelmiştir. [664]

İlk vahiyle birlikte, önce ailesinden ve kabul edeceğini düşündüğü yakın dostlarından başladığı davet görevinde gizliliğe dikkat eden Hz. Peygamber, davetin açıkça yapılmasını emreden ayetlerin [665] gereğini yerine getirmek üzere çerçeveyi genişlettiğinde müşriklerin ilk ciddi tepkisiyle karşılaşmıştır.

Müşrikler, Hz. Muhammed'in davetini engellemek için mal, mülk, makam gibi dünyevi saltanatların hepsini teklif etmişler, bunları kabul etmediğinde de, ona ve ona inanan kimsesiz, zayıf Müslümanlara eza ve işkenceler yaparak [666], bu davadan vazgeçirmek için her yola baş­vurmuşlardır. [667]

İnsanlar, içinde yaşadıkları toplumun alışkanlıklarına uymayan ye­ni bir durumla karşılaştıklarında ona karşı genellikle tepki gösterirler. Bozulan toplumları ıslah etmek ve o toplumlarda geniş çaplı inkılâp­lar yapmak için gönderilen Peygamberle re, özellikle de mesajı tüm insanlığı muhatap alan Hz. Muhammed'e karşıt bu tepkiler çok sert ol­muştur.

Peygamber olarak görevlendirilmeden önce "emin-güuenilir" di­ye vasıflandırdıkları Hz. Muhammed'i, bundan böyle "öğretilmiş bir deli" [668], "mecnun" [669], "cinlenmiş bir şair" [670] "yalancı bir sihirbaz", [671] "büyülenmiş birisi" [672] "apaçık bir büyücü" [673] olmakla itham etmişler, onu gördükleri zaman, "Allah bunu mu peygamber göndermiş?" [674] "Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?" [675] diye alaya almışlardır.

Onlara göre Kur'an, Peygamber'in uydurduğu bir yalandır, [676] başka bir zümre bu konuda kendisine yardım etmiştir, [677] Kur'an ona bir insan tarafından öğretilmiştir, [678] başkasına yazdırıp da sabah ak­şam okunan masallar, [679] karmakarışık rüyalar, hayaller, uydurma söz­ler, [680] sihir ve büyüden [681] ibarettir. Vahiyle bildirilen hususlar "insan sözüdür", [682] "evvelkilerin masallarıdır." [683]

Kur'an, bunları haksız ve tutarsız ithamlar ve iftiralar olarak nitelen­dirmiş, kendilerine gelen apaçık bir elçinin Allah'tan aldığı vahiy karşı­sında düşünüp öğüt almaktan uzak insanların hezeyanları saymıştır. [684] Hz. Peygamber'in itham edilen olumsuz sıfatlardan uzak olduğu Kur'an'da kesin bir dille ifade edilmiştir.

"Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâ­hinsin, ne de mecnun.''' [685]

"Sen, Rabbinin nimetiyle, deli değil­sin." [686]

"O [Kur'an) elbette değerli bir elçinin sözüdür. O, bir şa­irin sözü değildir. Bir kâhinin sözü de değildir... Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir..." [687]

Kur an'ı Hz. Peygamber'in uydurması olarak görenlere, [688] onun bir benzerini getirme hususunda meydan okunmuş [689] bunun için bü­tün insanlar ve cinler bir araya gelseler dahi buna güçlerinin yetmeye­ceği bildirilmiştir. [690] Ayrıca bunu yapamadıkları takdirde, Kur'an'ın Allah'ın ilmiyle indirildiği ve O'ndan başka ilâh olmadığının kabul edil­mesi gerektiği ifade edilerek [691] İnkâr psikolojisi içindeki insanların acziyeti ön plana çıkarılmış ve düşünmeye çağrılmışlardır. [692]

Kur'an, onların aslında Hz. Muhammed'i değil, Allah'ın ayetleri­ni inkâr ettiklerini bildirmektedir. [693] Nitekim Hz. Muhammed'in en yaman muhaliflerinden birisi olan Ebu Cehil de "biz seni değil, getir­diğin şeyi yalanlıyoruz" demiştir. [694]

Hz. Peygamber'i yalanlayanlar, bir taraftan ondan beşer gücünün üstünde şeyler isterken, [695] diğer taraftan bunlar gerçekleşse bile inan­mamakta ısrar edeceklerini söylemişlerdir:

"Onlar şöyle dediler. Yerden bize gözeler fışkırtmadıkça sana inanmayız! Yahut senin hurmalardan ve asmalardan oluşan bir bahçen olmadıkça ve onların arasından dereler okumadıkça yahut tehdit ettiğin gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından bir evin olmadıkça; ya da göğe yükselmedikçe -kaldı ki göğe yük­selmene dahi, bize okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inan­mayız!" [696]

Kur'an'ın onlara cevabı şu olmuştur: De ki:

"Rabbimin şanı yü­cedir. Ben, sadece elçi olan bir insan değil miyim?" [697]

Kur'an, bu tür insanların idrak merkezlerinin köreldiğine ve per­delendiğine işaret ederek bu durumda olanların inkârlarından vazgeç­meyeceklerine dikkat çekmektedir:

"Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmaz­lar" [698]

"Eğer sana yazılı bir metin göndermiş olsaydıkda ona elleriyle dokunmuş olsalardı bile hakikati inkâra şartlanmış olanlar kesinlikle "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir!" derlerdi. " [699]

İnkarcıların, Hz. Peygamberden olağanüstü şeyler istemeleri, as­lında inanmak için başvurdukları bir yol değildi. Kur'an, onlara gök­ten bir kapı açılsa da oradan yukarı çıksalar yine de "gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır[700] diyeceklerini haber vermektedir. Üstelik bu tavır, sadece Hz. Muhammed'e değil, ondan önce gönderilmiş diğer Peygamber'e de gösterilmişti. [701]

Kur'an'a göre, kibir, inat, mevki-makam ve menfaatleri kaybetme korkusu, gelenek ve göreneklere körü körüne bağlılık ve taassup on­ların en büyük engelleridir. Bu engeller, Hz, Peygamber'e tabi olmak yerine ona karşı kin ve nefret geliştirmelerine yol açmıştır. [702]

Bütün çabalarına rağmen hala kendisine inanmayanların oluşu ve onların bu konudaki inatçı tutumları karşısında Hz. Peygamber'in beşe­ri duyguları harekete geçmiş, yalanlanmak ona çok ağır gelmiştir. Bu durum karşısında Allah, onu her vesileyle teselli etmiş, yalanlayanların yalanlamasından etkilenmemesi, sabretmesi konusunda uyarmıştır. [703]

Kur'an'ın bu konudaki uyarıları genellikle teselli niteliğinde müşfik bir üslupla olurken bazen de ince bir eleştiri ve sitem taşımaktadır:

"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi [yapabilirsen] yerin içine inebileceğin bir delik, ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah, dileseydi, el­bette onları hidayet üzerinde toplardı, o halde sakın cahillerden olma! Unutma ki yalnızca [bütün kalpleriyle] kulak verenler,-bir çağrıya cevap verebilirler; [kalben] ölmüş olanlara gelince, [yalnız] Allah onları diriltebilir, sonra da hepsi O'na döneceklerdir." [704]

Bir takım insanların eğitilmesi oldukça zordur. Peygamberler'in mucizesi bile onları etkilememektedir. Kur'an bu hususa da dikkat çekmektedir:

"Onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıf­lar, kulaklarının içine de ağırlık konulmuştur. Her mucizeyi görse­ler de yine ona inanmazlar." [705]

"Eğer kendisiyle dağların yürütül­düğü yahut arzın parçalandığı yahut ölülerin konuşturulduğu- bir Kur'an olsaydı! [ona da inanmazlardı]'' [706],

"Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendilerine konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı; fakat çokları cahillik edeler." [707]

İnkâra şartlanmış olan ve hiçbir şekilde mesaja cevap vermeyenlere karşı gösterilecek tavrı Kur'an şöyle açıklamaktadır:

"'Eğer onlar seni yalanladılarsa de ki: "Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size. Siz be­nim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.'" [708]

"Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman onlardan uzaklaş ki, onlar başka bir söze gelsinler. Eğer şeytan sana bunu unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğuyla beraber oturma!" [709] Burada iletişimde alıcı­nın durumunun, zaman ve mekân açısından ortamın uygunluğunun önemi ortaya konmuş olmaktadır.

Ayetler kendilerine açık açık okunduğunda, öldükten sonra Al­lah'a kavuşmayı ummayanlar, Hz. Peygamber'den Kur'an’dan başka bir kitap getirmesini ya da Kur'an'ı değiştirmesini de istemişlerdir. Oysa Peygamber'in böyle bir yetkisi ve tasarrufu yoktur. O kendisine vahyolunandan başka bir şeyle hükmetmeyi Rabbine isyan saymış ve bü­yük günün azabından korktuğunu ifade etmiştir. [710]

İnkarcı da olsa, körü körüne saplantı içerisinde olmayan, kalbini mesaja tamamen kapatmayanlar için sürekli olarak iletişim yolları açık bırakılmış onlara karşı engin bir müsamaha gösterilmiştir:

"Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah her şeye kadirdir ve çok bağışlayıcıdır, rah­met kaynağıdır. Allah, inancınızdan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan sürmeyen inkarcılara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adil davrananları sever." [711]

"Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gel­mek isterse, onu koruma altına al. Olur ki, Allah'ın sözünü işitip anlayabilir ve sonra onu kendini güvenlik içinde hissedebileceği bir yere ulaştır. Böyle [yap), çünkü onlar, bilmez bir topluluk­tur." [712]

''Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler..." [713]

"İnananlara söyle: Allah'ın Günlerinin geleceğini ummayanları affetsinler Çünkü insanlara hak ettiklerinin karşılığını vermek O'na özgüdür.'' [714]

"Eğer yine yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır." [715]

Müşriklerle ilişkiler incelendiğinde Kur'an'ın ilk aşamada kendi mesajını ortaya koyduğu ve bu mesajın tutarlılığını açıkladığı görülür. Bu tutum, muhataba öncelikle kendi inanç ve değer yargılarını yeni mesajın değerleriyle mukayese etme ve onları değerlendirme imkânı vermektedir. Bununla beraber muhatabın mukayese ve değerlendir­melerinde tutarlı olmasını sağlamak için onun inanç, tutum ve davramşlarındaki zayıf ve yanlış taraflara da yer verilmiştir.

Bir fikrin dayanakları ne kadar sağlam olursa olsun eğer muhata­bın değerleri dikkate alınmaz, kaba ve saldırgan bir üslupla yaklaşılır­sa o fikri benimsetmek kolay olmamaktadır. Nitekim Kur'an bu konu­ya dikkat çekmektedir: "Onların Allah'tan başka yalvarıp sığındık­ları varlıklara sövmeyin ki, onlar da cehalet ve taşkınlıktan dola­yı Allah'a sövmesinler!" [716] Bu durumda meseleye, muhatabın duru­muna uygun olarak sabır ve azimle yaklaşmak, yanlış anlayışlara karşı çıkılsa bile, bu anlayışlara sahip insanların inançlarının, anlayışları­nın tezyif edilmemesi, duygularının incitilmemesi gerekmektedir.

İlk vahiyler incelendiğinde genellikle bu prensiplerin uygulandığı görülmektedir. Mesela Alâk, Kalem, Müzzemmil, Müddessir, Leheb, Tekvir, A’la, Leyl, Duha ve takib eden sûrelerde Allah, sıfatları ile ta­nıtılmış ve özellikle "Rab" öne çıkarılmıştır ki, Kur'an'da "Allah" is­minden sonra en çok zikredilen "Rab" dır. Rab, aslında masdar oldu­ğu halde mübalağa kastı ile "mürebbi/terbiye eden" anlamında kulla­nılmıştır. [717]

Mekke'de nazil olan sûrelerin hemen hepsinde Allah'ın varlığı, birliği ve hiçbir ortağının olamayacağı, her şeyi Yaratanın, rızkı vere­nin, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaranın, bütün işleri düzenleyenin yalnız Allah olduğu işlenmiştir. [718]

Bu sıfatlarla Allah anlatılırken, inanmamakta ısrar edenler için, onların tapmış oldukları varlıkların Allah'ın özelliklerinden hiçbirini ta­şımadığı aciz ve yaratmadan yoksun oldukları da ortaya konulmuş­tur. [719] Burada işaret edilen ayetlerde putların acizliğinden ve Rab ola­mayacaklarından açıkça söz edilmektedir.

Müşrikleri davet için Hz. Peygamber'e gösterilen ilkelerde tevhîd inancının temellendirilmesine yönelik olarak Allah'ın varlığı [720] ve bir­liğinin [721] ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Bunun yanında muhata­bın inancındaki yanlışlığa işaret edilmektedir. [722]

Kur'an'da dikkat çeken bir başka önemli husus da müşriklerin ta­assup ve zanna dayanan bilgilerinin [723] ve körü körüne ataların yolu­na gitmelerinin [724], şayet inanırlarsa yurtlarından sürülme korkusunun [725], alışılmış hayatın değişmesinden ve işledikleri yanlışlıkların he­sabını vermekten çekinmelerinin [726] şeref ve izzeti, mevki-makam ve servette görmelerinin [727] kınandığı ve yanlış inancın oluşmasında bun­ların önemli bir etken olduğudur.

Toplumda ve muhatabın bireysel hayatında hakikati görmeye ma­ni olan inanış ve anlayışların düzeltilmesi dini anlatma ve öğretme du­rumunda olanların hedefleri arasında olmalıdır. Fakat bu tür gayretle­rin ciddi tepkilerle kırılmaya çalışılacağı da hatırdan çıkarılmamalıdır. [728]

 

D. Münafıklar

 

Nifak, "bitmek, tükenmek" anlamına gelen "n-f-k" fiil kökünden türemiş bir kelimedir ve "yeraltında bir ucundan girilip öbür ucun­dan çıkılan iki delikli tünel, dehliz" manasına gelen "nefak"la da ilişkilidir. Buna göre nifak, yolun bir kapısından girip diğer kapısın­dan çıkmak demektir ki, buradaki giriş çıkışlarda büyük bir gizlilik söz konusudur, kimsenin görmediği alanlarda gizli işler çevirme amacı vardır. [729]

Arap dilinde köstebeğin yuvasının giriş kısmına nâfikâ, çıkış kıs­mına kâsıâ denilmiştir. Anlatıldığına göre, köstebeğin yuvası giriş kıs­mından sonra içeride bir tünel ve tünelin sonunda başı dara geldiğin­de kaçabileceği ikinci bir gizli çıkış noktasından meydana gelmektedir. Köstebek, yakalanacağını anladığında veya bir tehlike sezdiğinde önceden üzerini ince bir toprakla örttüğü ikinci gizli çıkış noktasını açarak oradan kaçarmış. Lügatteki bu anlamına uygun olarak nifakın ıstılah manası küfrü gizleyip, imam izhar etmek şeklinde açıklanmış­tır. Münafıkda, kalbindeki küfrü gizleyip, dili ile inandığını söyleyen, dinin bir tarafından girip başka tarafından çıkan kimsedir. [730]

Bu durumda münafık, içinde bulunduğu duruma göre menfaati gereği bazen iman, bazen küfür kapısını kullanan, aydınlığı ve ışığı bı­rakıp karanlıkları, görünmeyen alanları, izbe ve kuytu köşeleri tercih sden, gizli-saklı işlerle uğraşan ve ilişkilerinde ikiyüzlü olan kimsedir.

Nifak hareketlerine vahyin Mekke döneminde rastlanmamaktadır. Bu dönemde münafık olmayı gerektirecek bir durum da söz konusu değildir. Çünkü bu dönemde inananlar, zaten oldukça ağır işkence ve sıkıntılara maruz kalmışlardır. Dolayısıyla bu dönemde inananların ya­nında gözükmek bir menfaat sağlamıyor, aksine bela ve musibetlere talip olmak anlamına geliyordu.

Bu nedenledir ki, ilk nifak hareketleri, Müslümanların güç ve oto­riteye kavuştuğu Medine döneminde görülmektedir. Uğrunda fedakârlık yapabileceği bir ideali olmayan ve sadece menfaatini gözeten müna­fıklar, Müslüman bir toplumda kendilerine yer edinmek, menfaatleri­ne zarar gelmesine meydan vermemek için, gerçekten inanmadıkları halde, güç ve otorite karşısında bu durumlarını açıkça ortaya koymak­tan çekindiklerinden, inanıyormuş gibi görünerek tuzaklarını, oyunla­rını, kin ve nefretlerini gizlice sürdürmüşlerdir.

Kur'an'ın verdiği bilgilere göre, içlerinde besledikleri bu olumsuz duygu ve düşünceleri, inananların en kritik ve zor zamanlarında orta­ya koymuşlardır. Mesela, Uhud, Beni Nadir, Hendek ve Tebük gibi önemli olaylarda ve İslam'ın yayılış hareketlerinde inananları yalnız bı­rakmışlar hatta fitne çıkarmayı başlıca gaye edinmişlerdir. [731]

Kur'an onların vasıflarını, tutum ve davranışlarını açıklayarak bunla­rı kınamış ve inananları her vesile ile uyarmıştır. Kur'an münafıklann öne çıkan özelliklerini saymaktadır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür:

En belirgin özellikleri yalancı ve ikiyüzlü olmalarıdır. Aslında inan­madıkları halde inananların yanına gelince inandıklarını söyleyip, yan­daşlarının yanına gidince de inananlarla alay ettiklerini söylemeleri onların tipik vasfıdır.

Kalplerinin hasta olması, gerçeğe karşı kör, sağır ve dilsiz olmala­rı, hasımların en yamanı olmaları, iş başına geçtiklerinde yeryüzünde fitne çıkarmaya, ürünü ve nesli yok etmeğe çalışmaları, inananları bı­rakıp inkarcıları dost tutmaları.

Gururlu olmaları, gösterişe ve menfaatlerine düşkün olmaları, sözün yaldızlısını söyleyerek muhataplarını ikna etmeye ve onların güvenini kazanmaya çalışmaları, aslında istemedikleri halde sırf oynadıkları ro­lün gereği ibadet etmeleri.

Kötülüğü emredip iyilikten menetmeleri, mala aşırı düşkünlükleri, cimrilik ve kıskançlık etmeleri, fırsatçı, kurnaz ve bencil olmaları, söz­lerinden dönmeleri, ihanetleri ve planları ortaya çıkacak diye sürekli gerginlik, korku, ürkeklik ve panik içerisinde bocalamaları, ölüm kor­kusu ile hak ve hakikate karşı duyarsız olmaları. [732]

Münafıkların vasıfları ile ilgili olarak şunu da belirtmek gerekir ki, Kur'an'a, Hz. Peygamber'e ve dinle ilgili onun verdiği bir hükme ita­at noktasında gevşeklik göstermek, Müslümanlara ve onların zararına karşı gelişen hareketlere, tehlikelere ve tuzaklara duyarsız kalmak, inananları ilgilendiren bir meseleyi hafife almak, onların düşmanlarıy­la işbirliği yapmak da Kur'an'ın nifak saydığı hususlardır. [733]

Kur'an, Allah'ın mesajlarının inkâr edildiği ve hafife alındığı bir or­tamda kalmayı da nifak belirtisi saymaktadır. [734]

Bütün bu özellikler münafıkların kalplerinin hasta olmasındandır. Kalp, Kur'an'a göre, bir idrak merkezidir. [735] İdrak merkezi hasta olan birisinin öğrenmesi, öğrendiklerini düşünmesi, değerlendirmesi ve ha­kikati görmesi söz konusu değildir. Münafıklar, hastalığını gizlediği için onu tetkik, teşhis ve tedavi imkânı da sınırlıdır. Üstelik bu hastalık mü­nafığın kendi şahsıyla sınırlı değildir, toplumsal yapıyı da sürekli bir bi­çimde tehdit etmektedir.

Pek çok kimliğe ve kişiliğe bürünerek gerçek kimliğini her zaman sakladığı için münafık, Kur'an'da inkarcıdan daha tehlikeli sayılmıştır. Ancak insanların kalbinde taşıdıkları duygu ve düşünceler zanna veya tahmine dayalı olarak verilemez. Aksi takdirde toplumda ciddi fitneler zuhur edebilir. İnsanların gizli halleri hakkında hüküm verme yetkisi Hz. Peygamber'e dahi verilmemiştir. Belki de bu nedenle Hz. Pey­gamber, münafıklığı pek çok alametle zuhur etmiş olanlara vahiyle uyarıldığı hususlar dışında inananlardan farklı muamele etmemiştir.

İkiyüzlü olmak, kendilerini ve eylemlerini gizlemek münafıkların başlıca özelliğidir. Onları kesin olarak tanımak, nerede, ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacaklarını kestirmek zordur. Bu nedenle Allah, münafıkların yaptıklarından Peygamber'ini haberdar ederek on­ların tavırlarına aldırmaması ve şevkinin kırılmaması hususunda uyar­mış ve onlara karşı Rabbine güvenmesini istemiştir. [736] Bunun yanın­da Allah, münafıklara karşı hikmet ve öğüt yolunu tavsiye etmektedir. "Allah onların kalplerinde olanı bilir. Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine işleyecek güzel söz söyle." [737]

Kur'an, bu usul netice vermediğinde, üstelik bir de toplumda hu­zursuzluk çıkardıklarında onlarla yılmadan mücahede edilmesini iste­mektedir. [738] Bu mücahedenin savaştan daha genel bir anlam taşıdığı söylenmiş ve bunun; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak ve her türlü ikna ve inandırma çabalarını ve vasıtalarını kapsadığı ifade edil­miştir. [739]

Kur'an'daki ayetler incelendiğinde münafıkların eğitilmesi tama­men imkânsız değilse de oldukça zor görünmektedir. Kalbi ile dili ara­sında birlik kuramayan, dili kalbini yalanlayan, parçalanmış bir şahsi­yetin perişanlığını yaşayan bu tür insanların kalbini hakikate açmak kolay bir iş değildir.

Kalbi arındırmak ve gerçeği görmeye mani olan engelleri arala­mak dini anlatma ve öğretme görevinin bir parçasıdır. Bu amaçla ayetlerde Hz. Peygamber'e gösterilen vasıtalar muhataba göre çeşit­lilik arz etmektedir: Bazen aklî deliller kullanarak, bazen duyguları ha­rekete geçiren etkileyici sözlerle, bazen sert bir üslûp kullanarak, ebe­dî azapla tehdit ederek, bazen toplumsal tepki ile bazen yalnızlığa ve terkedilmişlik psikolojisine iterek ama her durumda dikkatli ve ihtiyat­lı olmayı elden bırakmadan iletişim yolları arandığı görülmektedir.

Bu durum onların kalplerinin yumuşamasına veya hiç olmazsa za­rarlarından emin olmaya vesile olmaktadır. Zira iyi hasletlerin gelişme­sini teşvik etmek ve bu hususta rehberlik etmek kadar, olumsuz duy­gu ve düşünceleri kontrol etmek de eğitimin görevleri arasındadır. Kur'an'ın sunduğu ilke ve yöntemler uygulandığında bir dereceye ka­dar eğitilemeyecek insan yoktur. Tevbe ve hidayet kapısının her insan için açık ve kimsenin akıbetinin de ne olacağı belli olmadığına göre münafıklar için de bu ihtimali yok saymak mümkün değildir.

İnanç bakımından Kur'an'da insan tiplerinin incelenmesinde orta­ya çıkan hususları şöyle özetleyebiliriz:

Kur'an, Hz. Muhammed'in insanlarla iletişiminde ortaya çıkan so­runların muhataptan kaynaklanan yanına dikkat çekmektedir. Mo­dern araştırmalar da göstermektedir ki, kaynak ne kadar etkili bir ile­tişim ortamı hazırlarsa hazırlasın, alıcının durumu bu sürecin işleyişini önemli biçimde etkilemektedir. Alıcının geçmiş deneyim ve yaşantıla­rı, inanç ve tutumuna bağlanma derecesi [taahhüt], kendine güveni, guruptaki saygınlık düzeyi, zekâ ve eğitim durumu, cinsiyeti, yaşı vb. konular, iletişim sürecini etkileyen alıcıyla ilgili önemli faktörlerdir. Bunların yanında mesaj ile alıcının görüş farkı, mesajın duygusal veya akılcı oluşu, tek yönlü veya çift yönlü oluşu da iletişim sürecinde me­sajın içeriğinden kaynaklanan faktörlerdir. [740]

Kur'an aklî ikna ve kalbi dinginlik ile mesajın kabulü için, insan aklını uyarma, onu düşünme ve dikkate yönlendirmeye gösterdiği özen açıkça izlenebilmektedir. [741] Allah, Hz. Peygamber aracılığı ile insanla iletişim kurarken öncelikle mesajı net olarak ortaya koymak­ta, bundan sonra da inanmakta tereddüt gösteren, inanmış gibi görü­nen ya da çağrıya karşı çıkanların benimsedikleri inanç ve fikir yapı­sını, iddialarını açıklayarak bunları da eleştirmektedir. Müşriklerin, münafıkların, Yahudi ve Hıristiyanların iddialarını, itiraz edilemeyecek delillerle açıklayarak, bunların tutarsızlığına ve yanlışlığına dikkat çek­mektedir.

Burada çift yönlü bir iletişimden söz etmek mümkündür. Zira tek yönlü iletişimde sadece ileri sürülen tez açıklanır, ters bir görüşe yer verilmez. Çift yönlü iletişimde ise karşıt tezin görüşünden de söz edi­lir ve çoğunlukla bu karşıt tez çürütülür. Tek yönlü veya çift yönlü ile­tişimin hangisinin daha etkili olacağı konusunda yapılan araştırmalar bu hususun; iletişimin niteliği, kaynağın saygınlığı ve çeşitli alıcı özelliklerinin etkileşimine bağlı olarak değişebileceğini göstermektedir. Ancak alıcılarda daha sonra karşılaşabilecekleri karşıt propagandaya karşı direnç yaratmak söz konusu olduğunda çift yönlü iletişimin da­ima daha etkili olduğu bildirilmiştir. Demek oluyor ki, eğer karşıt pro­pagandanın da alıcılara ulaşacağı biliniyorsa çift yönlü iletişim daha etkilidir. [742]

Burada şu husus gözden uzak tutulmamalıdır. Kur'an'da Hz. Pey­gamber'in inanmayanlarla ilişkilerini düzenleyen ayetlerde karşımıza çıkan mücahede ve sert tutumlarla ilgili emirleri, Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim etkinliklerinin bir parçası olarak düşünmek herhalde isabetli değildir. Bunlan, Hz. Peygamber'in Müslüman toplumun lide­ri olarak, inananların hukukunu savunmaya ve korumaya yönelik di­ğer sorumlulukları ile ilgili hususlar olarak görmek gerekir.

Kur'an'ın insanla ilgili verdiği bilgileri bir bütünlük içerisinde dü­şündüğümüzde netice olarak şunları söyleyebiliriz:

İnsanın potansiyel olarak bir takım üstünlükleri ve zaafları vardır. İnsanın güç ve kabili­yetleri hayvanda olduğu gibi sadece fizyolojik değildir. İnsanın, hayatı korumaya yönelik istekleri yanında, onu dış dünyaya ve fizik ötesine yönelten veya başka bir ifade ile onun ilkel isteklerini sınırlandıran güç ve istekleri de vardır. [743]

İnsan, kendini gerçekleştirmek ve olgun bir kişilik kazanmak için gerekli potansiyele sahiptir. Ancak bu potansiyelin usulüne uygun ola­rak işlenmesine, yani eğitilmesine ihtiyaç vardır. Yani, insanın bencil ve fizyolojik isteklerini, eğilimlerini bir bakıma düzenleme ve geri bes­leme görevi yapacak üst kontrol sistemlerini ortaya çıkartmak suretiy­le şekillendirmek gerekmektedir. [744] Bunu kabul etmesi için insanın iyi tanınması ve bütün yetenekleri, zaafları, beklentileri ve ihtiyaçlarının hiçbirisi göz ardı edilmeden ve bireysel farklılıkları da dikkate alarak bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Dini inanç; gerek zihniyet, gerekse psikolojik ve ahlaki bakımdan kişiliğin oluşmasında düzenleyici bir role sahiptir. Bu bakımdan insanların diğer özellikleri yanında inançları da, genel eğitimde ve bilhassa dini anlatma ve öğ­retme ve etkinliklerinde dikkate alınması gereken mühim bir faktördür. [745]

 

3. BİR EĞİTİMCİ OLARAK KUR'AN'DA HZ. MUHAMMED'İN NİTELİKLERİ

 

Basit ve iptidaî bir kültürün babalardan çocuklara daha çok taklit­le intikal ettiği bîr toplumda, Hz. Peygamber'in aldığı ilk vahiyle bir­denbire yeni değer ve kuralların benimsetilmesinin ve öğretilmesinin önemli bir konu olarak ortaya çıktığı görülür.

Bu çerçevede okuma, yazma, kalem, kâtib, muallim, mektep, öğ­retim, duyular, motifler, kalp, inanç, davranış vb. kelimelerin insan ve eğitim kavramları etrafında önem kazandığı canlı ve yepyeni bir zih­niyet teşekkül etmiştir.[746]

Kur'an, Hz. Peygamber'in bu hareket içindeki rolünü "öğretici ve eğitici" [747] olarak belirlemekte; onun yaptığı işin bir eğitim-öğretim fa­aliyeti olduğunu açıklamaktadır.[748] Hz. Peygamber'in kendisi de

"Ben muallim olarak gönderildim" [749]

"Ben güzel ahlakı tamamla­mak için gönderildim [750] ve "Allah beni zorlaştırıcı ve başkalarının hata yapmalarını isteyici değil; muallim ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi" [751] sözleriyle bu hususu açıkça ortaya koymaktadır.

Peygamber'in görevi öğretmektir. Kur'an,' hem filolojik açıdan hem eğitim açısından okumak demektir. Çünkü o bir eğitim vasıta­sı ve eğitimin doğrudan nedenidir. "Oku” Kur'an'da ilk emirdir ve emrin Peygamber'den başlayarak daha İslam'ın ilk devirlerinden itiba­ren bir uygulama alanı bulduğuna kuşku yoktur. [752]

Hz. Peygamber'in bu uygulamalar için Mekke döneminde kendi evini, bazı sahabe evlerini ve özel mescitleri; Hicret'ten sonra ise baş­ta Mescid-i Nebevi ve bazı araştırmacılara göre [753] "İlk İslam Üniversi­tesi" olarak kabul edilen Suffa olmak üzere okul hizmeti gören başka mescitleri Kur'an öğretimine tahsis ettiği bilinmektedir. Bunların dışın­da Daru'l-Kurra ile ilkokul ya da hazırlık okulu olarak kabul edilen KüttablaY da Hz. Peygamber dönemi öğretim kurumları arasında sa­yılmaktadır. [754] Burada bir hususu belirtmek gerekir ki, bütün dinlerde olduğu gibi, İslam'da da eğitim yetişkinler eğitimi olarak başlamış za­man içerisinde örgün halini de kazanmıştır.[755]

Hz. Peygamber'in bir muallim olarak kendisine indirilen bilgileri insanlara ulaştırmak, onları bu öğretilere çağırmak ve bunları insanla­ra öğretmenin yanında, her konuda model davranışlar ortaya koyan örnek bir şahsiyet olmak gibi uygulamaya dayalı sorumlulukları da vardır. Başka bir ifadeyle öğrettiği bilgileri kişisel yaşantısıyla destekle­mesi, bunların tutum ve davranışa dönüşmesini sağlaması gerekmek­tedir. Bunun için Hz. Peygamber, Suffa'da, mihrapta, minberde, or­dugâhta, evde, çarşıda, pazarda vb. her yerde herkesi her zaman ve her vesileyle eğiten bir muallimdir. Ayrıca O, eğitim-öğretim faaliyeti­nin bir gereği olarak kendi eğitiminden geçmiş bilgili ve yetenekli öğ­retmenleri de bu iş için görevlendirmiş, kendi ulaşamadığı yerlere on­ları göndermiştir.

Hz. Peygamber döneminde küttaplarda, mescitlerde ve Suffa'da ders okutan pek çok öğretmen bulunduğu bilinmektedir. Eğitim-öğretime duyulan ihtiyaçların farklılaşması ve çeşitlenmesiyle öğretimde uzmanlaşma ortaya çıkmış,  Hz.  Peygamber farklı konularda bilgi edinmek isteyenler için farklı öğretmenler görevlendirmiştir. İhtiyaç duyduğunda genellikle okuma-yazma öğretimi için gayr-i müslim öğ­retmenlerden de yararlanmıştır. Bunların yanı sıra Peygamber'in eşle­ri öğretimle görevlendirildiği gibi diğer hanımlar arasında da bu işle uğraşanlar olmuştur. [756] Suffa'da yatılı eğitim-öğretim yapıldığı ve Hz. Peygamber'in kadınların öğretimi için onlara özel bir gün tahsis ettiği de kaynaklardan anlaşılmaktadır. [757]

Hz. Peygamber'in bütün faaliyetlerinde muallim sıfatının etkileri­ni görmek mümkündür. Muallim; bilen, öğreten, etkileyen ve örnek olan insandır. O, vahiyle bilgilenmiş, bildiklerine inanmış, içtenlikle bağlanmış ve bizzat yaşamış olduğu muhtevayı öğretim konusu yap­mıştır. Hz. Peygamber'in eğitim-öğretimdeki başarısında kendisinin ve tayin ettiği öğretmenlerin olgun kişiliklerinin, tutum ve davranışla­rıyla örnek oluşlarının büyük etkisi olduğu bir gerçektir. [758]

Bu bölümde, vahyi ve vahyin mesajını anlama, yaşama, insanlara ulaştırma ve onları eğitmede en güzel örnek olarak takdim edilen Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim görevini açıklayan kavramlarla, bu gö­revleri yerine getirirken vahyin ondan istediği nitelikler incelenecektir. Bunlar Muallim Peygamber'in kişisel ve görevle ilgili nitelikleridir. [759]

 

I. Görev İle İlgili Kavramlar

 

Kur'an'da Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim görevini açıklayan bazı kavramlar görüyoruz. Burada bu kavramların ne anlama geldiği, günümüzde dini anlatma ve öğretme görevini yürütenler için nasıl an­laşılması gerektiği üzerinde durulacaktır. Bunların incelenmesi bize Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim görevinin niteliğini de göstermiş olacaktır.

Kur'an'da Hz. Peygamber'in eğitim görevini ifade eden kavram­lar kuşkusuz sadece aşağıda verilenlerden ibaret değildir. Ancak bunların dışındaki kavramlardan her birini burada ele alınan kavramlar­dan birinin kapsamında değerlendirmek mümkündür. Biz, kavramla­rın tamamını burada ele almak yerine eğitim-öğretim sürecini oluşturan unsurlardan hangisiyle ilgili ise o bölümde incelemenin daha isa­betli olacağını düşündük. Burada incelenenler, onun eğitim-öğretim görevini muhatap açısından kapsayıcı nitelikte temel kavramlar olarak düşünülmüştür. Bunlar; Tebliğ, Davet, Beyan, Tezkiye ve Talim'dir. Bunlar tamamen birbirlerinden ayrı kavramlar ve ayrı görevler olarak düşünülmemelidir. Bunlar içerisinde onun görevini belirten temel kav­ramın tebliğ olduğuna kuşku yoktur. Kur'an, onun görevinin tebliğ­den ibaret olduğunu açıkça belirtmektedir. Tebliğ dışındaki diğer bü­tün kavramların onun tebliğ görevini yerine getirirken, tebliğin gereği olarak muhatabın durumuna göre gösterdiği özel çabaları ifade ettiği­ni söyleyebiliriz. [760]

 

A. Tebliğ

 

Bir şeye ulaşmak, kavuşmak, erişmek [761] anlamındaki "be-le-ğa" fiilinden mastar olan bulûğ ve belâğ; zaman, yer veya nitelik bakımın­dan hedefe ulaşmak, sona varmak, nihayete ermek [762] demektir. Aynı fiilden tefil babında mastar olan tebliğ ise, bir şeyi ulaşması gereken yere ulaştırmak, iletmek, nakletmek, duyurmak, bildirmek [763] anlamla­rına gelmektir ki, buna göre tebliğ bir eylem olarak, birisini bir şey hakkında bilgilendirmek demektir. Kur'an'da belağ ve tebliğ, vahyin mesajlarını insanlara ulaştırmak, insanları bu mesajlar hakkında bilgilendirmek anlamında kullanılmıştır.

Tebliğ bu anlamıyla bütün peygamberlerin ortak görevidir. [764] Hz. Peygamber de öncelikle kendisine vahyedilen ilâhî mesajları insanla­ra ulaştırmakla sorumludur. [765] Ancak tebliğ sıradan bir ulaştırma değil, bir iletişim, bir eğitim-öğretim faaliyetidir. Peygamber, bu iletişim zincirinin temel halkasıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in faaliyetlerini, öğ­retme, eğitme, arındırma ve açıklama olarak beyan etmektedir. [766]

Tebliğ kavramının "bildirme, bilgilendirme" manaları onun eğitim-öğretimle ilişkisini açıkça göstermektedir. Dinin insanlar tarafından ka­bul edilip benimsenmesi, doğal olarak onun öğretilmesini gerekli kıl­maktadır. Daha ilk inen ayetlerde de öğrenme ve öğretme hareketinin işaretlerini görmek mümkündür. Hz. Peygamber hayatı boyunca bu ha­reketin içerisinde hem öğrenen hem de öğreten olmuştur.

Tebliğ, Allah'ın buyruklarının ilâhî âlemden görünen ve bilinen âleme intikal ettirilerek Allah'ın elçisi vasıtasıyla insanlara kendi me­totları ile eriştirilmesi ve haber verilmesidir. [767] Bununla birlikte tebliğ, bir mesajın bir takım ifade kalıplarına dökülerek muhataba rast gele duyurulması demek değildir. Bir mesaj, bir bilgi eğer muhatap tarafın­dan doğru anlaşılmış, doğru kavranmış ise ona ulaşmış demektir. Doğru anlaşılmasından maksat, kaynak kişinin anladığı anlamın aynısını, alıcının da anlamasıdır. Dolayısıyla iletilmesi düşünülen masajın anlamı, kaynakla alıcı arasında ortak kılınmamışsa, o mesaj ulaştırıla­mamış demektir. Yani, kaynak ile alıcı arasında iletişim sağlanmadık­ça tebliğ gerçekleşmiş olmaz. Şu halde tebliğ bir iletişim olarak da düşünülebilir. [768]

İletişim eğitimle ilgili olarak ele alındığında, davranış değişikliği meydana getirmek üzere bilgi, duygu, tutum ve becerilerin paylaşıl­ması süreci ve "anlamları bireyler arasında ortak kılma işlemi" olarak ifade edilmektedir. [769] Bu nedenle, öğrenmenin de iyi bir iletişim ürünü olduğu söylenebilir. Öğretmenin öğrencilerine herhangi bir konuda bir şey öğretebilmesi, kendisiyle öğrencileri arasında o konuda bir ile­tişimin kurulmasına bağlıdır. Öyleyse eğitim, bir iletişim sürecidir. İle­tişimde bulunmaksızın eğitim yapmak imkânsızdır. Yeni öğrenmeler yeni bilgi ve beceriler edinmeyle olacağından, iletişim gerçekleşmedik­çe öğrenme de gerçekleşmeyecektir. [770] Yani iletişimde amaç sadece aktarmak değildir. Esas amaç, aktarılan muhtevanın manasının anla­şılması, çözümlenmesi ve yorumlanarak benimsenmesidir. [771]

Bu durumda iletişimde engeller sadece kaynak durumunda olan­dan değil bazen alıcıdan, bazen mesajın kendisinden, bazen iletişim vasıtalarından, ortamdan kaynaklanabilir. Aynı kaynaktan aynı mesa­jı alan alıcılar kendilerine ulaşan mesajlara farklı anlamlar ve tepkiler verebilmektedir. Dolayısıyla iletişim sürecinin işleyişinde iletişim un­surlarından her birinin rolü vardır.

İnsanın beklenen davranışı gösterebilmesi için öncelikle bilgilen­meye ihtiyacı vardır. Sadece bilgilenmek yetmez, kaynağın ve mesa­jın inanılır ve güvenilir olması da gerekir. Bunlar sağlanmış olsa da herkesin mesaja aynı ilgiyi, dikkati, duyarlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların seçme özgürlüğü vardır ki yapıp ettiklerinden sorumlu olsunlar. Ancak bu sorumluluk, alıcıların olduğu kadar kaynağın göre­vinde gösterdiği samimiyet ve hassasiyetle de ilgilidir. Şu ayetler bu ' hususa dikkat çekmektedir:

"Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et; onu tam olarak yapmadığın sürece, O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." [772]

"Hiç şüphesiz hem kendilerine mesaj gönderilen herkesi, hem de mesajla gönderilenleri hesaba çekeceğiz. Ve sonra kendilerine mutlaka [yapıp-ettikleri hakkındaki şaşmaz] bilgimizi açacağız. Çünkü hiçbir zaman onlardan uzak değildik" [773].

Hz. Peygamber'in tebliğinde muhatapların hepsinde beklenen yönde değişme ve gelişme olmamıştır. Hz. Peygamber, bu konuda bir takım sıkıntılar yaşamış, tebliğine olumlu karşılık vermeyenler için aşı­rı derecede üzülmüştür. Ancak pek çok ayet onu bu tutumundan do­layı uyarmış ama teselli de etmiştir. [774] Bu ayetlerde sorunun kaynak ve mesajda değil alıcıda olduğuna vurgu yapılması ve alıcının "saplantılı bir dinleme" içerisindeki psikolojisine işaret edilmesi dikkat çekicidir:

"Tâ sîn mim. Bunlar kendi içinde apaçık ve tutarlı olan ve ger­çeği bütün açıklığıyla ortaya koyan Kitabın ayetleridir. [İnsanların bir kısmı, ulaştırdığın mesaja] inanmıyorlar diye [üzüntüden] neredeyse kendini tüketeceksin. Eğer dileseydik onların üzerine gök­ten bir mucize indirirdik de onun karşısında boyunları bükülür, hemen baş eğerlerdi. Rahmandan onlara ne zaman hatırlatıcı, uyarıcı bir mesaj gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler. Yalanladılar ama alay edip durdukları şey, yakında karşılarına çıkacaktır." [775]

Bu ve benzeri ayetler, alıcıdan kaynaklanan iletişim engellerine dikkat çekerek Hz. Peygambere moral vermektedir. Hatta bu ayetler­den sonra gelen ayetlerde önceki peygamberlere ait bir takım kıssa­lardan ve o peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları problemlerden bahsedilerek inkarcıların tutumlarının her zaman aynı olduğuna ve bu durumun sadece kendisinin başına gelen bir şey olmadığına dikkat çe­kilmektedir. Keza, önceki peygamberlerin mesajlarını inkâr edenlerin akıbetleri vurgulanarak Hz. Peygamber'in mesajına olumlu cevap ver­meyenler de uyarılmaktadır.

İletişim sorununun alıcıdan kaynaklandığını gösteren bir başka ayette de mesajı reddedenlerin Hz. Peygamber'den onun gücünü aşan şeyler isteyerek ''savunucu tepkiler" geliştirdiklerine dikkat çe­kilmiştir. Bu konuda da ona güven ve destek verilmektedir:

"Herhalde sen: "Ona bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?" demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını bırakacaksın ve bununla göğsün sıkılacak; ama sen sadece bir uyarıcısın, her şeye vekil olan Allah'tır." [776]

Mesajı reddedenlerin tutum ve davranışları karşısında Hz. Pey­gamber'in üzüldüğünü, gönlünün daraldığını gösteren ayetlerde [777] Hz. Peygamber'in görevinin sadece tebliğ olduğuna vurgu yapılmaktadır. O da diğer peygamberler gibi kendisine iletilen mesajı bütün insanla­ra açık ve net bir şekilde tebliğ etmekle sorumludur. [778]

Tebliğ sürecinde tebliğ eden kadar, tebliğe muhatap olanın da so­rumluluğu olduğuna işaret etmiştik. Bu sorumluluk tebliğin yapılma­sıyla başlamıştır:

"De ki: "Allah'a itaat edin ve Elçi'ye itaat edin" Eğer yüz çevirirseniz bilin ki o yalnız kendi yükümlülüklerinden, siz de yalnız kendi yükümlülüklerinizden sorumlu tutulacaksınız. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Elçi'ye düşen, sadece açık bir şekilde duyurmaktır" [779].

Tebliği yaptıktan sonra, muhatabın ne tür bir algılama içinde ol­duğunu, zihninden neler geçirdiğini, gerçek kanaatinin ne olduğunu ve nasıl bir tepki vereceğini elçilerin bilemeyeceğine de Kur'an işaret etmektedir. [780]

Dini mesajların muhatabı olan alıcı için irade ve tercih; sorumlu­luğun bir gereğidir. Ancak mesajı doğru anlayabilmek ve buna olum­lu cevap verebilmek için yeterli bir çaba sarf etmek de gerekmektedir. Kur'an, Allah’ın dilemesi halinde yeryüzündekilerin hepsinin inanaca­ğını bildirirken, inanmaları için insanları zorlamanın Peygamber'e düşmeyeceğini [781] onun sadece mesajı tebliğ etmekle sorumlu olduğu üzerinde önemle durmaktadır.[782]

Tebliğ, bütün peygamberlerin olduğu gibi Hz. Muhammed'in de temel görevidir. Bunun için o, kendisine emanet edilen mesajın özü mahiyetindeki Veda Hutbesi'nde [783], bu görevi yerine getirdiğini "teb­liğ ettim mi?" sorusuyla insanlara onaylatmış ve bunu Allah'ın şahit­liğine sunmuştur [784].

Onun görevlerini çok açık bir şekilde özetleyen şu ayette öne çı­kan temalar dikkat çekicidir:

"Andolsun ki, Allah, mesajlarını onla­ra okumak/iletmek, onları arındırmak ve onlara ilâhî kelamı ve hikmeti öğretmek için içlerinden bir elçi çıkararak müminle­re lütufta bulunmuştur; hâlbuki daha önce apaçık bir sapıklık için­de bulunuyorlardı" [785].

Onun görevi tebliğ olmakla beraber, tebliğin çeşitli formlarını ku­şatıcı olarak Allah'ın talimatlarına uymalı, bunları bizzat yaşamak ve insanlara öğretmek de bu görevin gereğidir. Böylece onun dinle ilgili söylediği her söz, gösterdiği her davranış tebliğin canlı modeli olmak­tadır.

Vahye muhatap ve tabi olmuş bir Peygamber'in yapması gere­ken, bu ayetlerde belirtildiği gibi kim olursa olsun Allah'ın mesajlarını insanlar arasında ayırım yapmaksızın her türlü imkân ve vasıtayı kul­lanarak olduğu gibi tebliğ etmektir. Rabbinin kendisine indirdiklerini tebliğ etmedikçe görevini yerine getirmiş olmayacağını Kur'an açık bir şekilde beyan etmektedir. [786]

 

B. Davet

 

Davet, Arap dilinde de-a-ve fiilinden mastar olup, çağırmak, da­vet etmek, seslenmek, nida etmek, dua veya beddua etmek, ziyafete çağırmak, isimlendirmek, bir işe sevk ve teşvik etmek, benimsetmek [787] gibi anlamlar taşımaktadır.

Terim olarak ise, insanları Allah'ın birliğine çağırmak ve dini in­sanlara anlatarak benimsetmeye çalışmaktır [788]. Davet, insanlara dini benimsetmek için kullanılan bütün vasıtaları kapsamaktadır. Bir başka deyişle, dinin öğretilmesi için; insanlara vahyin mesajlarını ulaştırmak, bunları açıklamak, bunların yaşanabilir olduğunu göstermek ve yaşan­masına çağırmak davetin kapsamına girmektedir. Bunun için tebşir, inzâr, tezkir, nasihat, irşad, telkin, mücadele vb. kavramları da dave­tin içinde saymak mümkündür.

Hz. Muhammed'in Kur'an'da zikredilen özelliklerinden birisi "daiyallah [789], bununla ilgili görevi de davettir:

"Ey peygamber, biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve O'nun iz­niyle Allah'a davet eden ve nur saçan bir kandil olarak" [790].

Burada "Allah'ın izniyle" kaydının, davet sorumluluğunun Allah tarafından bir inayet olmadıkça yapılamayacak zor bir iş olduğuna tenbih olduğu söylenmiştir [791].

Bu sorumluluğun ağırlığından olmalıdır ki Kur'an, Allah'ın çağrı­sına uyan ve insanları buna uymaya davet eden kişilerden, şüphesiz peygamberler başta olmak üzere övgü ile söz etmektedir:

"İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir." [792]

"Allah'a davet eden, iyi iş yapan ve "Ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" [793]

Bununla birlikte tebliğin geçtiği ayetlerde Hz. Muhammed'e yapı­lan uyarı [794] davet için de yinelenmektedir:

"Sen, bu Kitabın sana ula­şacağını ummazdın; Fakat Rabbinden bir rahmet olarak sana ulaştı. Öyleyse hakkı inkâra kalkışan kimselere asla arka çıkma. Ve Allah'ın, ayetleri sana indirilmiş olduğuna göre, bundan sonra sakın seni onlardan alıkoymalarına izin verme ve Rabbine da­vet et." [795]

İnansın-inanmasın ya da inanır gibi görünsün Hz. Muhammed'in davetinin muhatabı bütün insanlıktır. Kur'an, Hz. Peygamber'in yo­lunda olanları da gücü ve imkânları nispetinde daveti sürdürmekle yü­kümlü saymıştır. [796]

Davet, iyiliğe olduğu gibi kötülüğe de olabilmektedir. İyilik veya kötülük, daveti yapanın kimliği ve niyeti ile ilgilidir. Kur'an'da açıkça belirtildiğine göre; Allah, insanları esenlik yurduna davet etmekte­dir [797], Peygamber, Allah adına Allah'a, Allah'ın yoluna davet etmekte­dir [798], inananlar da hayra davet etmektedir. [799] Öte yandan şeytanda kendi yoluna davet etmekte, kendisine uyarıların yapıp ettiklerini on­lara güzel göstererek aldatmakta [800] ve yandaşlarını alevli ateşin halkı olmaya çağırmaktadır. [801]

Kur'an'da Allah'ın, peygamberleri ve onların yolunda olanlar ara­cılığı ile yaptığı davete ancak inanmaya istekli olanların kulak vereceğinden söz edilmektedir. [802]. Buna karşılık Kur'an, davete kulak verme­yenlerden bahsederken; onların basiretlerinin bağlandığına, kalpleri üzerine onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içine de ağır­lık konulduğuna işaret etmektedir. [803]

Kur'an bu gibi insanları ölüler, körler, sırt çevirip uzaklaşan sağır­lar olarak nitelemekte; duyu organlarını ve akıllarını kullanmayan bu insanların çağrıya uymayacaklarına dikkat çekmektedir. [804]

Hz. Peygamber'in, çağrışına kulak vermeyenler için bir koruyucu veya vekil olmadığı [805], bu insanların cezalandırılmalarının kendisine ait olmadığı da Kur'an'da üzerinde durulan hususlardandır. [806]

Tebliğ ve davet kavramlarını, dini insanlara öğretme faaliyetinin içinde yer almaları bakımından birbirinden ayırmak güç olsa da, Kur'an'da bunların tamamen aynı anlamda kullanıldığı söylenemez. Tebliğ daveti de kapsayan genel bir görevdir. Davet, çeşitli araç ve yöntemler kullanarak, mesajın benimsetilmesi ve davranışa dönüştü­rülmesi için gösterilen daha özel bir çabayı ifade etmektedir. Hz. Pey­gamber'in dini insanlara öğretme faaliyetinde tebliğin temel görev ol­duğu dikkate alınırsa öğretim faaliyeti ile ilgili diğer kavramların, mu­hatabın tebliğ karşısındaki tutumuna göre ortaya çıkan durumlar ola­rak düşünülmesi mümkündür.

Kur'an'da davetin nasıl yapılacağı muhatabın durumuna göre açıklanmaktadır. Bunların özü mahiyetindeki şu ayette davetin genel ilke ve yöntemleri gösterilmektedir: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel, en inandırıcı yöntemlerle mücadele et." [807] Bu ayette; hikmet, güzel öğüt ve mücadele gibi üç esastan bahsedilmektedir. Bunların ne anlama geldiği üzerinde kısaca durmak gerekecektir: [808]

 

1. Hikmet

 

Hikmet, ihtiva ettiği anlamlar açısından zengin bir kavramdır. Kur'an'da ve hadislerde geçtiği yerlere göre farklı anlamlar aldığı gibi; felsefe, kelâm, tasavvuf, fıkıh vb. alanlarda da özel manalar kazan­mıştır. Burada kelimenin anlam alanına işaret edildikten sonra konuy­la ilgili ayette nasıl anlaşıldığı açıklanacaktır.

Hikmet; hüküm vermek, engellemek, alıkoymak, gemlemek, bil­mek, anlamak, adaletli olmak, yönetmek, sağlam olmak anlamlarına gelen h-k-m kökünden türetilmiş isim veya mastardır. Gelişigüzel dav­ranmasına mani olduğu için ata takılan geme hakeme, zalimin zulmü­ne mani olduğu için yargıca hâkim denilmiştir. [809].

Hikmet, ilim ve akılla gerçeği ortaya koymak şeklinde açıklanmış ve "Allah'a nispet edildiğinde, eşyayı bilmek ve onu kusursuz bir bi­çimde yaratmak; insana nispet edildiğinde ise varlıkları gerçek mahi­yetiyle bilmek ve bu bilgiye uygun hayırlar işlemektir" [810] denilmiştir.

Hikmeti, ilim amel bütünlüğü, lüzumsuz lafızlardan arındırılmış ak­la ve gerçeğe uygun söz şeklinde anlayanlar da olmuştur [811].

Elmalılı, kaynaklarda hikmete verilen farklı anlamları ele almış ve bunlarla ilgili geniş açıklamalar ve değerlendirmeler yapmıştır. Bu an­lamların belli başlıları şunlardır:

Sözde ve eylemde doğruyu bulmak/bilmek ve bildiğine uygun davranmak/varlıkların özündeki manaları anlamak/Allah'ın emirlerini düşünmek, anlamak ve ona uygun dav­ranmak/eşyayı yerli yerine koymak/güzel ve doğruya yönelmek.

Bu farklı tarifleri özetleme ve uzlaştırma gayretiyle Elmalılı şun­ları söylemektedir:

Hikmet, faydalı amele götüren bilgi, bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı amel, ilim ve amelde sağlamlık, sözde ve eylemde isabettir. Bir işi körü körüne değil, etraflıca düşünerek ve se­bep olacağı bütün tehlikeleri bertaraf etmeyi gözeterek yapmaktır ki Allah'ın dinine tabi olmak ve bunun gereği olarak hakkın zuhuruna vesile olacak bütün güzel hasletler bu anlamda hikmettir.

Bu nedenle sağlam bilgiler, güzel ahlâk, faydalı sanat, genelin menfaatine olan amaç ve sebep, kötülüğe engel olmak ve iyiliği elde etmek için yapılan her hangi bir şey, ibret ve nasihat amacı taşıyan her hangi bir söz, esrarlı tuhaflıklar, nübüvvet, adetullah, din ve kutsal kitapların her biri hikmetin manalarıdır [812].

Kur'an'da Hz. Muhammed'in Nitelikleri Kur'an'da kullanıldığı yere göre sağlamlaştırmak, hüküm vermek, kanun, karar vermek, sağlam muhakeme, düşünme yeteneği, doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneği, peygamberlik, kemale erdirici bilgi, ilâ­hî bilgi gibi manalara geldiği de ifade edilmektedir.

Hikmetin psikolojik, nazarî ve ameli olmak üzere üç boyutlu bir anlam taşıdığına da dikkat çekilerek, hikmetin doğması için yetenek, bilgi ve amel üçlüsü arasında dengenin yani adaletin kurulması gerek­tiği de söylenmiştir. [813]

Kur'an'da yirmi yerde geçmekte olan hikmetin kullanıldığı yere göre beş farklı anlama geldiğine de işaret edilmiştir [814] ki bunlar şöyle açıklanmıştır: Emir ve nehiy şeklindeki öğütler [815] İlim ve anlayış [816] Nübüvvet [817] Kur'an'ın tefsiri [818] Kur'an'ın kendisi [819]

Bu tasnifte, konumuzla ilgili Nahl Sûresi 125. ayetinde geçen "hikmet"in bizzat Kur'an olduğu ifade edilmiştir. Taberî'ye göre bu ayette hikmetle kastedilen, Hz. Peygamber'e indirilen vahiydir. Dola­yısıyla hikmetle davet, Kur'an'la davet demektir [820]. Zemahşerî ise bu ayette geçen hikmetin gerçeği açıklayan, şüpheyi gideren sahih ve sağlam sözler olduğunu belirtmektedir. Râzî de benzer bir açıklama getirerek buradaki hikmetin, yakını bir inanç oluşturmak için sarf edi­len kesin deliller, bilgi ve belgeler olduğunu ve hikmetle davetin bilgi­li ve kültürlü kişileri, hakikatlere talip olan fikir adamlarını kapsadığı­nı söylemektedir. [821]

Gerçek hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'tır. Ve en büyük hik­met olarak indirdiği Kur'an da sağlam, güvenilir ve ikna edici bilgiler­le insana gerekli olan gerçekleri açıklamıştır. Kur'an, hikmetle dolu bu hakikatleri başta peygamberler olmak üzere [822], ancak kendilerine hikmet verilmiş olanlar ve her türlü şaibeden arınmış selim akıl sahipleri­nin düşünüp anlayabileceklerine dikkat çekmektedir. [823]

Hikmet, bir tavır olarak değerlendirildiğinde, doyurucu, ikna edici ve muhatabın anlayış düzeyine uygun ölçülü, dengeli ve bilimsel bir yaklaşımdır, akla ışık tutacak vicdanı harekete geçirecek mantıklı bir söylemdir. [824] Mevdudi de hikmeti bu bağlamda, kişinin tebliğde bulu­nurken dikkatli ve basiretli olması, yaptığı işi körü körüne değil bile­rek yapması, hitap edilen kimsenin yetenek ve şartlarını göz önünde bulundurması, ferdi farklılıkları esas alması ve mesajı bunlara uygun bir şekilde iletmesi, şeklinde açıklamaktadır. [825]

Bu açıklamalardan sonra denilebilir ki, "Allah yoluna hikmetle davet etmek" için davetçinin her şeyden önce bu iş için yetenekli ol­ması lazımdır. Sonra hikmetin gereği olarak Allah'ın emirleri üzerin­de düşünmek, varlıkların özündeki manaları anlamak, her bir varlığın yaratılışına uygun olan fıtrat yasalarını çözebilmek için akla uygun, gerçeği açıklayan, şüpheleri ortadan kaldıran sağlam bilgiye ve kesin delillere ihtiyacı vardır. Bu bilgiye dayanarak tefekkür, sağlam bir mu­hakeme ve muhasebe ve nihayet iyiyi, doğruyu ve güzeli yaşaması da hikmetin gereğidir.

Davet ancak bu aşamadan sonra hikmetle olabilir. Muhatabın zihin­sel yeteneklerini harekete geçirebilmek için böyle sağlam bir donanıma ihtiyaç vardır. Bununla birlikte "hikmete ermek için sadece vermek yetmez almak da gereklidir". Dolayısıyla davete muhatap olanların hepsinden istenen neticeyi almak her zaman mümkün olmayabilir. [826]

 

2. Güzel Öğüt

 

Mev'iza lügatte; nasihat, dînî öğüt, ibret, kalpte rikkat oluşturacak şekilde hayırla, ödülle teşvik, ceza ile sakındırma demektir [827].

Bu ayette geçen "mev'izd-i hasene" [828], Allah'ın varlığını ortaya koyan ve Kur'an'da zikredilen güzel ibarelerdir. Öğütle davet, Kur'an ayetlerini okuyarak ve açıklayarak yapılan davettir, [829] kalbi yumuşata­cak sözdür denilmiştir [830] Razı, açık ve ikna edici deliller, ibret verici ko­nuşmalar ve zannî işaretler diye açıkladığı güzel öğüdün halk tabaka­sına etkili olacağını belirtmiştir. [831]

Kur'an'da geçen tezekkür, tefekkür, tedebbür, tebşir, inzâr, nasihat, va'z, ayet, ibret, temsil gibi kavramlar birbiriyle yakından il­gilidir ve öğüt almanın vasıtalarıdır. Bu kavramların hepsi Kur'an'da davet görevinin yerine getirilmesinde öğüt yolunun önemini göster­mektedir. Çünkü öğüt, bu eylemlerin organize çalışması ile sonuç verebilir.

Bütün peygamberler, insanları dine davet ederken öğüt yolunu kullanmıştır [832]. Diğer usuller yanında öğüt yolunun kullanılması Hz. Peygamber'e de telkin edilmiştir [833]. Allah, Kur'an'da çeşitli olaylar ve durumlardan bahsederek insanlara öğütler vermektedir. [834] Kur'an'ın kendisi de bir öğüttü [835]. Peygamberlere indirilen diğer kutsal kitaplarda öğüttür [836].

Ancak Kur'an öğütün herkese tesir etmeyeceğini bildirmekte ve öğütün tesir edeceği kişileri de belirtmektedir: Buna göre öğüt, Al­lah'a inanıp ona gereği gibi saygı duyanlar, onun azabından sakınan­lar, yalnız ona kulluk edip yalnız ona yönelenler, kalpleri açık olanlar, uyanık bir zihinle çağrıya kulak verenler içindir [837]. Bunlar o kimselerdir ki, kendilerine öğüt verildiği zaman derin bir hayranlık ve saygıyla secdeye kapanırlar; Rablerinin sınırsız ihtişamını hamd ile yüceltirler ve asla büyüklük taslamazlar. Yataklarından geceleri kalkarak korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verilen rıziklardan hayır için harcarlar [838].

Kur'an, inkâra şartlanmış kimseler için öğüdün pek faydası olma­yacağına da işaret etmektedir. [839] Buna rağmen öğüt yolunun hep açık tutulmasının nedeni, inkarcıların mazeretlerinin kalmaması, bu görev­le yükümlü olanların Allah katında sorumluluklarını yerine getirmiş ol­maları ve hakikate dönüş yolunda ihtimali hep göz önünde bulundur­ma endişesidir [840]. Öğütten yüz çevirenleri acı bir akıbet beklediğini de Kur'an beyan etmektedir. [841]

 

3. Mücadele

 

Mücadele, Arap dilinde, ipi sağlamca kıvırmak, saç örgüsü yap­mak, binayı sağlam yapmak, kişinin arkadaşını sert bir yere yıkması, iki kişiden birinin diğerini fikren mağlup etmesi, insanın kavga eder­cesine bir fikri savunması gibi manalara gelen cedel [842] kökünden gel­mektedir. Cedel, bir konu üzerinde, hasımları cevap vermekten aciz bırakmak ve onları mağlup etmek amacıyla, sağlam deliller sunarak tartışmaktır. Cedel yapanın hedefi, bir fikri, meşhur veya herkes tara­fından geçerliliği kabul edilmiş öncülerle ispat etmek, aynı zamanda iddia edilen fikirle çelişki oluşturacak bir duruma düşmemektir ki Râ­zî'ye göre mücadele, daha ziyade inançsız ve dine karşı olanlara kar­şı kullanılacak bir yoldur. [843]

Yaratılış bakımından tartışmacı bir özelliğe sahip olan insanın şüphe ve itirazian, direnme ve saldırılan karşısında dinin hakikatlerini en güzel bir biçimde sunmak ve bunları savunmak başta peygamberler olmak üze­re onların varisi olanların görevidir. Bu görev herkesin değil, belli seviye­de bilgi ve beceriye sahip olanların yapacağı bir iştir. Bunun için Kur'an, batıl münakaşa ve mücadelelerden kaçınılmasına işaret etmektedir:

Herhangi bir bilgiye, herhangi bir doğru yol öğretisine ve ışık sa­çan bir İlâhî kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında [844], Allah'ın ayet­leri [845] ve açık buyrukları üzerinde tartışanlar [846] asılsız iddialarla hakkı hükümsüz kılmaya kalkışan ve O'nun mesajlarıyla alay edenler [847], sağ­lam deliller ve mucizeler karşısında bile zihinsel yeteneklerini kullanama­yacak kadar hakkı inkâra şartlanmış olanlar [848], hakkında hiç bilgisi [849] ve hiçbir delili bulunmayan ve sadece geleneklere dayanarak tartışanlar [850], Hak ortaya çıkmış iken hala şahsî fikirlerinde direnenler [851], indirilen va­hiy ile doğru eğri belli olduktan sonra aklın kavrama sınırlarını aşan ko­nularda tartışanlar [852] Kur'an'da kınanmış ve bu insanlarla yapılacak tar­tışmanın fayda vermeyeceğine dikkat çekilmiştir.

Buna karşılık, hak ve hakikatleri savunmak, gerçeğin ortaya çık­masına vesile olmak, muhatabın olumlu yönde etkilenmesini sağla­mak amacıyla mücadele edilmesi geçmiş peygamberlere olduğu gi­bi [853] Hz. Muhammed'e de emredilmiş bir görevdir.

Konumuzla ilgili ayette geçen mücadele emrinin [854] bir davet usu­lü değil bir savunma metodu olduğu da söylenmiştir. Bu fikri ileri sü­renlere göre Allah, ayette davetin hikmetle ve güzel öğütle yapılması­nı emretmiş, mücadeleyi davetten saymamıştır. Onlara göre, eğer tar­tışmanın gayesi davet olsaydı o zaman ayetin şöyle olması gerekirdi:

Rabbinin yoluna hikmet, güzel öğüt ve mücadele ile davet et. Hâlbu­ki davet fiili hikmet ve güzel öğüde hasredilmiş ve tartışma emri ayrı bir fiille verilmiştir [855].

Mücadele doğrudan bir davet metodu olmasa bile, Kur'an'da, "en güzel bir biçimde mücadele'nin ilkeleri açıklanmaktadır [856]:

Her şey­den önce yapılan fikri münakaşalarda mesajın net olarak ortaya kon­ması ve bunun sağlam delillerle desteklenmesi tartışmada ana pren­siptir [857]. Kesin delillere rağmen hala hakkı kabul etmemekte direnen­lerle tartışmak beyhudedir. [858] Bu nedenle ileri sürülen delili çürütecek daha güçlü bir delil getirmeden, sırf inatçılıktan, kibirden, kavgacı bir tutumla hakkı inkâr etmekten kaynaklanan itirazlara karşı tartışmayı sürdürmenin faydası yoktur. Hatta bu noktada tartışmayı kesmek ge­rekir. [859]

Muhatabın niyetinin hakkın ortaya çıkması olmadığı anlaşıldığın­da böyle bir zeminde mücadele gereksiz olduğu gibi, bu tür insanlarla aynı mecliste bulunulması bile hoş görülmemiştir. [860] Bu tartışmalarda dosdoğru ve adil olarak [861] Allah'a sığınmak, ondan yardım dilemek, O'nu hamd ile teşbih etmek, tevekkül, istiğfar gibi manevî desteklerin, kısaca kulluk bilincinin diri tutulması da dini öğretmek ve anlatmakla görevli olanlardan istenen hususlardır. [862]

Kısaca söylemek gerekirse müslüman bilim adamlarından bir kıs­mı, felsefe geleneğine uyarak ayetteki hikmeti mantıki burhan-aklî deliller, güzel öğüdü hitabet, mücadeleyi de meşhur veya müsellem kazıyyelerden oluşan mantıkî cedel olarak açıklamışlardır. [863]

Sonuç olarak, hikmeti; bilimsel faaliyetler, öğüdü; halka yönelik çalışmalar, mücadeleyi de bir savunma ve eleştirileri cevaplandırma şeklinde anlamak ve bunları muhataba ve ortama göre ayarlamak ge­rektiği anlaşılmaktadır. [864]

 

C. Beyan

 

Kur'an'da en çok geçen kelimelerden birisi de "b-y-n" ve türevle­ridir. Bu kökten türeyen beyan; açıklama, bildiri, delil, mesaj, ifade et­me, kastedilen manayı en beliğ lafızla izah etme, ortaya çıkarma, be­lirginleştirme anlamlarına gelmektedir. Tebyin ise aynı kökten, tef'il vezninde mastar olarak; bir şeyi beyan etmek, açıklamak, anlaşılır ha­le getirmek, açık seçik ortaya koymak, açıklama ve tanımlanma, bir mesajı iletme yolu ve yöntemi gibi manalara gelmektedir. [865]

Bu durumda tebyin, gerekli yöntem ve araçları kullanmak suretiy­le mesajın manasındaki kapalılığı gidermek ve muhatabın anlayacağı biçimde manaya açıklık kazandırmaktır.

Hz. Peygamber'in tebliğ görevinin bir gereği olarak beyan, ken­disine indirilen vahyi insanlara aynen aldığı gibi ilettikten başka vah­yin mesajlarını insanların anlayacakları biçimde açıklamaktır.

Duygu ve düşüncelerini sözle ifade etmek insanoğlunun bir özelli­ğidir, însan sadece ifade edebilme değil aynı zamanda başkasının ifa­desini anlama yeteneğine de sahiptir. "Rahman bu Kur'an'ı [insana] öğretti. O, insanı yarattı; ona beyanı [açık ve berrak şekilde düşün­meyi ve konuşmayı [866]  öğretti." [867]

Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra ona eşyanın isimlerinin öğre­tilmesi  [868] ile beyanın öğretilmesi arasında yakın bir ilişkiden söz edi­lebilir. İnsanın duyum ve algılar üzerinde imgelem, tasarım, soyutla­ma, karşılaştırma, uslamlama, yargılama gibi birtakım işlemler yapa­bilmesi ve bunların sonunda oluşan fikirlerini, kanaatlerini açıklayabil­mesi ya da başkaları tarafından açıklananları anlayabilmesi için eşya­yı ifade eden sembollere ihtiyacı vardır [869]. Beyan yeteneğinin işletile­bilmesi için gerekli olan bu semboller eşyanın işaretleridir, isimleridir. Vahye tabi olan bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed de, ta­bi olduğu vahyin mesajlarını insanlara ulaştırma görevini yerine geti­rirken [tebliğ]; etkili yöntemlerle onları bu tebliğin gereğine uymaya çağırmak, bu gerçekleri muhatapların anlayacağı biçimde açıklamak gibi eğitim-öğretimin gereği olan her türlü vasıtayı kullanmak durumundadır. O, Kitap ve hikmeti öğreten, vahyi okuyup açıklayandır. Kur'an onun bu görevini şöyle açıklamaktadır:

"... Ve biz sana baştan beri indirilegen mesajı insanlara açık­laman için bu uyana Kitabı indirdik ki üzerinde düşünüp öğüt alsınlar.” [870]

"Sana bu Kitabı, üzerinde çekişip durdukları sorunları onlara açıklayasm ve inanmaya eğilimli olan kimselere de onu doğru yol bilgisi ve rahmet olarak ulaştırasın diye indirdik." [871]

Kur'an'ı vahyeden, Elçisi'nin kalbine yerleştiren ve insana anlama yeteneği bahşeden Allah olduğuna göre vahiy bilgisini insanın yaratılışına uygun olarak insanlara açıklayan da O'dur [872]. O, Hz. Peygamber'e her şeyi olduğu gibi açıklayan bir doğru yol bilgisi, bir rahmet ve kendisine yürekten boyun eğenlere müjde olarak indirdiğini bildirdiği Kur'an ile [873], inananları ya da inanma eğiliminde olanları doğru yola iletmekte ve yanlışlıklara sapmaktan korumaktadır.

Kur'an, hak ve hakikatin iyice belli olmasını beyanın gereği saymaktadır [874]. Gerçeğin açık seçik ortaya konmasıyla insanın so­rumluluğu netleşmektedir. Bundan sonra Allah'ın yolundan ayrılanlar için savunma hakkı yoktur. Kur'an'ın ifadesiyle bunlar, hevâ ve heves­lerinin esiri oldukları için, yaptıkları kendilerine güzel gösterilmiştir. Kur'an, vahyin mesajları kendilerine açıklandıktan sonra Elçi'yi inci­tenlerin işlerinin sonunda boşa çıkacağını haber vermektedir. [875]

Dünya hayatında doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olduktan son­ra dinde zorlama olmadığı da Kur'an'ın önemle üzerinde durduğu bir konudur. [876] İnsanların hakkında tartıştıkları ve ayrılığa düştükleri ger­çeklerden bir kısmının beyanı ise Kıyamet Günü'ne bırakılmıştır [877]

Hz. Peygamber'in beyan/tebyin görevini yerine getirirken temel dayanağı vahiydir. O vahyi tebliğ etmiş, vahye çağırmış ve vahyi açık­lamıştır. İnsanlar, Peygamber'in mesajla ilgili açıklamalarına farklı tep­kiler vermiştir.

Kendilerine vahyedilen bilgileri insanlara açıklayan ve açık kanıtlar­la desteklenen [878] diğer peygamberlere inanmayan, onların açıklamala­rını dikkate almayanlar olduğu gibi, Hz. Peygamber'in getirdiklerini ya­lanlayan ve onun açıklamalarına kulak tıkayan, hatta karşı çıkanlar da olmuştur [879]. İnandıktan, Elçi'nin hak olduğunu gördükten ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra, onu inkâr etmeyi seçenleri Allah'ın doğru yola iletmesi söz konusu değildir. [880] Bu nedenledir ki "be­yandan kimlerin gereği gibi yararlanacağı Kur'an'da belirtilmiştir. Bunlar; yürekten inanıp tasdik etmeye niyetli olanlar, gerçekleri iyice bilmek isteyenler [881], anlama ve kavrama yeteneğine sahip olanlar [882], haki­kati idrak edebilenler [883], gerçekler üzerinde tefekkür edenler [884]. Öğüt almak isteyenler [885], inanmaya meyilli olanlar [886] ve şükredenlerdir. [887] Allah, mesajlarını insanların anlayacağı şekilde beyan etmekte­dir [888]. Beyanın niçin yapıldığını Kur'an şöyle açıklamaktadır:

İnsanlar, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olsunlar, korunup sakınsın­lar [889], akıllarını kullanarak anlasınlar [890], tefekkür etsinler [891], yola gel­sinler, hidayete ersinler [892], şükretsinler [893], öğüt alsınlar [894], şaşırıp sapıklığa düşmesinler, [895] Rablerinin huzuruna çıkacaklarına yürekten inansınlar [896], nankörlükten vazgeçsinler [897], suçluların, günaha bat­mış olanların yolu, dürüst ve erdemli olanların yolundan ayırt edilebil­sin. [898]

Elçi'nin, vahyi okuyup açıklaması aynı zamanda, inanıp yararlı iş­ler yapanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, onları ebedî mükâ­fatlara ulaştırmak içindir. [899] Onun davet ettiği Kur'an, insanlara yol gösteren, doğru ve yanlışla ilgili hükümleri açıklayan ve açıkladığı ger­çeklerle korunanlar için öğüttür. [900]

Diğer taraftan beyanın bir amacı da, inkarcıların:

"Eğer bize Kitap indirilmiş olsaydı, onun rehberliğine kesinlikle onlardan daha sıkı uyardık" şeklinde ileri sürecekleri bir mazereti [901] geçersiz kılmaktır. [902] Hz. Peygamber, vahyi olduğu gibi muhataplarına iletmekle görev­li olduğu kadar, vahyin doğru anlaşılması için gerekli olan açıklamala­rı yapmakla da birinci derecede sorumludur.

Kuran insanların elindedir. Kur'an'ı yaşayan, ona uygun hüküm­ler getiren, onun mücmelini tafsil, müşkilini tavzih, mutlağını takyit eden, ya da lehte veya aleyhte bir beyanda bulunmadığı konulara ışık tutan, kısaca vahyin açıklayıcısı olan Peygamberin sünneti de kayıt al­tındadır.

İnsanlar, yaşanılan zaman ve zeminin şartlarına göre bu kaynak­lar üzerinde çeşitli yorumlar yapmışlar ve bu birikim günümüze kadar zengin bir miras halinde taşınmıştır,

Bugün bu kültürel mirası da tetkik ederek vahyi günün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre doğru bir şekilde anlamak, yorumlamak ve değerlen­dirmek, Hz. Peygamber'in yolunda olan ilim sahiplerinin görevidir. [903]

 

D. Tezkiye

 

Tezkiye, kök anlamı itibariyle, temizlemek, temize çıkarmak, dü­zeltmek, arıtmak, ıslah etmek, paklamak anlamlarına geldiği gibi, art­tırmak, bereketlendirmek, çoğaltmak manalarına da gelmektedir. Onun için aynı kökten türeyen zekat:

"Hem malı temizlemek, hem kalbi mal sevgisinden arındırmak, hem de malın bereketlenmesini ummak üzere Allah'ın hakkından fakirlere vermektir" şeklinde açık­lanmıştır. [904]

Tezkiye esas olarak olumlu bir mana taşımakla beraber, kişinin kendi kendini temize çıkarması, kendini kötülüklerden ve kusurlardan berî görmesi gibi olumsuz bir anlamı da vardır kî Kur'an bu durumu kınamakta ve insanın kendi kendini tezkiye etmesinin bir kıymeti ol­madığını bildirmektedir. [905]

Kur'an'ın beyanına göre, insan ne kadar gayret ederse etsin Al­lah'ın şanına yaraşır bir kulluktan acizdir. İnsanın yapısındaki olumsuz güçler, şahsiyetin sürekli denge halinde bulunmasını zorlaştırmaktadır. Sorumluluk bilincinde olan insanlar bile zaman zaman bu güçlerin et­kisinde kalabilmektedir. Bu durumda insanın, dünyada Allah'ın bahşe­deceği sabır, irade, azim, güç ve kararlılığa her zaman muhtaçlığı ya­nında, Hesap gününde de O'nun rahmet ve mağfiretine sığınmaktan başka çaresi yoktur. [906]

İnsan, arınma faaliyetinde mutlaka İlâhî yardıma muhtaçtır. Dua ve ibadetler, insanın İlâhî yardıma mazhar olabilmesi için gösterdiği çabalardır. İnsanın temizlenmek için yüce bir âleme bağlanması ve İlâ­hî yardımı istemesi bir yönden insanın bağlanma ihtiyacını karşılar­ken, kendi güçlerini kullanmasıyla da bağımsızlık yönü çalışmaktadır. Böylece insanda önemli bir çatışma önlenmektedir. [907]

Her eylemde olduğu gibi tezkiyede de, İlâhî rahmet ancak kulun göstereceği gayretle olacaktır. Kur'an, bir yandan dış dünyada işleyen sistemi, diğer yandan kendi varlığını düşünerek, bu yapıyı yaratılış ama­cına uygun olarak tezkiye etme gayretini insandan beklenmektedir. [908] Bununla birlikte bu bilinci uyandırmak ve duyguları terbiye etmek için Kur'an, insanın dikkatini bazen kendi yaratılışına ve iç dünyasına, bazen dış dünyaya, evrene, insanın evren içindeki yerine, bazen geçmişte ya­şanmış hadiselere, bazen de metafizik olaylara dikkat çekmektedir. [909]

Kuran'a göre, manen arınıp yücelen, öncelikle birey olarak ken­di yararına arınmış olmaktadır. [910] Bireysel sorumluluk her alanda esastır [911]. Ancak Allah, insanı hiçbir zaman kendi haline terk etme­miş, bütün olumlu çabalarında ona rehberlik edecek elçilerle onu des­teklemiştir. Hz. Peygamber'e diğer görevleri arasında tezkiye görevi de verilmiştir. [912]

O halde tezkiyenin mahiyeti nedir? Hz. Peygamber'in tezkiye gö­revi, Kur'an'da nasıl açıklanmaktadır?

Tezkiye, benliği bütün olumsuzluklardan arındırmak ve koru­maktır. Arındırma ve korumanın sürekliliği ve bilinç düzeyinde tutu­labilmesi için hayrı arttırmak da tezkiyenin kapsamındadır. [913] Bu du­rumda tezkiyenin, arındırmak-korumak-hayrı arttırmak, yücelmek gibi birbiriyle bağlantılı işlevleri vardır ki bunların eşgüdüm içinde ol­ması şahsiyetin istikran ve bütünlüğü açısından önemlidir.

Tezkiye, benlikle ilgili manevî bir eylemdir. Dolayısıyla onun cere­yan edeceği alan da manevî bir alandır. Kur'an'ın antropolojisinde, her şeyin emrine verilmesi anlamında kâinatın ekseni insan ise, insa­nın varlık ekseni de kalbidir. İnsanın kaderinden evrenin kaderine ka­dar her şeyin kendisine bağlı olduğu ana merkez, kalptir. Öyleyse kalp, bireysel ve toplumsal değişmelerin başlangıç noktası olduğun­dan, her türlü sapma ve yabancılaşma da, ilk kıpırdanışını kalpte bu­lacaktır. [914]

Kur'an'da "kalp"; haşyet ve duyarlılığın [915], şefkat ve merhame­tin [916], huzur, güven ve esenliğin [917], itminanın [918], ülfet ve uzlaşma­nın [919], bağlanmanın [920], takvanın [921], vahiy ve ilhamın [922], metane­tin [923], imanın [924] olduğu kadar; katılığın ve duyarsızlığın [925], gafletin [926], korkunun [927], eğrilik ve sapmanın [928], zihnî körlüğün [929], şüphenin [930]

Mühürlenmenin [931],  ikiyüzlülüğün [932]  manevî maraz [933]  ve  engelle­rin [934], eşyayı putlaştırmanın [935] kinin, öfkenin [936] ve inkârın [937] da merkezidir.

Görüldüğü gibi, Kur'an'da kalp pek çok psikolojik oluşumun, de­ğişimin, dönüşümün odağıdır. Bu durum kalbin bir hal içinde durma­dığını, etkilere açık olduğunu ve bu etkilere göre eylemlerde bulundu­ğunu göstermektedir [938]. Kalbin yaşantılar karşısında gösterdiği değiş­kenlikle sözlük anlamı arasında tam bir uyum vardır. Belki de kalbin sürekli değişim ve dönüşüm göstermesinden ötürü ona "kalb" denil­miştir. Kalbin bu özelliğine işaret etmesi bakımından Hz. Peygam­ber'in şu sözü dikkat çekicidir:

"Kalp, çöl ortasında bulunan bir kuş tüyüne benzer ki rüzgârlar onu mütemadiyen çevirirler. [939] Hz. Peygamber'in: "Rabbim, kalbimi dinin üzerine sabit kıl" duasını sıklıkla yaptığı bilinmektedir [940] ki, bu da halden hale geçen kalbin, merkezi rolüne işarettir.

Kur'an çeşitli vesilelerle; örtülmüş, kilitlenmiş, mühürlenmiş, pas­lanmış, katılaşmış, taşlaşmış hasta kalplerden [941] ve duyum merkezle­ri çalışmayan insanlardan bahsetmekte, bunların hakikate karşı bilinç­lerinin perdelenmiş olduğuna dikkat çekmektedir. [942] Bunun yanında gerek vahye muhatap olma, gerekse hesap gününün sorgusunda se­lim ve arınmış kalbe vurgu yapılmaktadır. [943]

Kur'an, kalp ile duyum ve algılar arasındaki ilişki üzerinde önem­le durmaktadır:

"Peki yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Ki, ora­da olup biteni akledecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun. Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; lakin göğüsler içindeki kalplerdir" [944]. Hevâ, vehim ve şaibelerden, nefsanî ilgiler ve karanlık en­gellerden arınmış, görünürden görünmezi okuyabilen, halis akıl [945] sahipleri için "ulu'l-elbâb", insanı kötü ve çirkin şeylerden alıkoyan akıl [946] sahipleri için de "ulu'n-nühâ" terimleri kullanan Kur'an, bu­nunla hakikati idrak edecek aklın niteliğine işaret etmiştir.

Engellere takılmadığında, bilmenin, düşünmenin ve idrakin mer­kezi olarak işlevini yerine getiren kalp, günahlarla kirlenip paslandı­ğında örtülüp mühürlenmekte ve hiçbir şey düşünemez ve anlayamaz hale gelmektedir. [947] Bunun içindir ki, Kelime-i Tevhîd, inanç alanının temizlenmesiyle yani tanrılaştırman her şeyin reddiyle başlar ve hemen peşinden o alanın odak noktasına Allah'ın ikamesiyle insana yepyeni bir ufuk açmaktadır. [948]

İnsanın evrendeki yerini, var oluş nedenini belirleyen asıl yapılan­ma şüphesiz ki, bu inanç alanındadır. İnanç, sadece kaibin derinlikle­rine gömülü vicdanî bir olgu değil, aynı zamanda hayatın ve ona bağ­lı tüm gerçeklerin üzerinde yükseldiği temeldir. İnsanın, evren ve onun içindeki tüm varlıklarla kuracağı ilişkilerin merkezidir. Duygular, dü­şünceler, eşya ve olaylar karşısındaki tutum ve davranışlar, gayeler hep bu alanda belirlenir. Hidayet veya dalalet üzere olmak, bu alanın ana kaynağı olan, Allah inancına bağlıdır.

Mekke döneminde nazil olan ayetler incelendiğinde, bunlarda iba­det ve ahlâkla ilgili esaslara da yer verilmekle birlikte; tevhîd, nübüv­vet, yaratılış, sorumluluk, ahiret ve hesap gibi temel inanç konularına ısrarla dikkat çekildiği görülür. Bu dönemde Hz. Peygamber'in görevi her şeyden evvel zihinleri; putperestlik, şirk ve inkârın tortularından te­mizlemek, tevhîd inancını kalplere yerleştirmektir. Bu inancın sağlam temellere oturması ve kalbin ve aklın uyum içinde hareket etmesi için, dikkatler insanın ve evrenin yaratılışı üzerinde yoğunlaştırılmıştır.

Putlara tapan, öldükten sonraki hayata inanmayan, nübüvveti ka­bul etmeyen bir kitleyi eğitirken ele alınacak ilk konuların inanca da­yalı meseleler olması doğaldır. Bundan dolayı denilebilir ki, Hz. Pey­gamber'in tezkiye görevi, tevhîd inancını sağlam temeller üzerine in­şa etmekle başlamıştır [949]. Nitekim tezkiyenin bir anlamının da Keli­me-i Tevhîd olduğu söylenmiştir. [950]

Tezkiyenin; arındırma, koruma ve hayrı arttırma eylemlerini kap­sadığı düşünülürse, inanç alanının temellendirilmesinden sonra, tezki­ye için koruyucu vasfıyla önemli katkı sağlayacak olan vasıtalar, iba­detlerdir. Mesela, insanı bütün çirkin işlerden, selim akla aykırı şey­lerden alıkoyan namaz, şehevî ve bencil duyguların tahrik edici gücü­ne karşı insanı koruyan oruç, Yaratanla irtibatı canlı tutan ve kalple­re güven veren zikir, kalbi mal sevgisinden ve cimrilikten arındıran ze­kât ve infak gibi ibadetler bunlardandır [951].

İnsan için zorluklara karşı direnme gücü veren sabır, huzur ve gü­ven veren dua, yenilenme ve diriliş mayası istiğfar [952] gibi eylemler ise tezkiyenin manevî dinamikleridir.

İbadetlerin, bireyin bütün yönlerine hitabettiği ve tüm ilişkilerinde etkili olduğu bilinmektedir. Mesela, sorumluluk duygusunu geliştirme­si, ruh sağlığını koruması, dengeli bir kişilik kazandırması, başkalarına zarar verici davranışlardan alıkoyması, iradeyi güçlendirmesi, maddî şeylere karşı aşırı bağlılığı azaltması, şefkat ve merhamet duygularını geliştirmesi, diğer kişilere karşı sevgi, saygı ve bağlılığı kuvvetlendir­mesi, günahkârlık ve suçluluk duygularını yok etmesi bunlardan bazı­larıdır. [953] İbadetler böylece, zihnin olumsuz düşüncelerden uzaklaşma­sında, duyguların denge kazanmasında, iradenin güçlenmesinde, bire­yin kendisine, Yaratanına, ailesine, topluma, bütün insanlığa hatta canlı ve cansız bütün varlıklara karşı sorumluluk duymasında, kendi içinde dengeli, toplum içinde uyumlu ve olgun duruma gelmesinde önemli fonksiyonlar icra etmiş olmaktadır. [954]

 

E. Talim

 

Talim lügatte, öğrenilen şey, öğrenenin üzerinde bir etki bırakıncaya kadar tekrar ve ısrar yoluyla öğretmek demektir. Manaları tasav­vur etmesi için ruhu uyarmak anlamına da gelen talim işinde, bu ta­savvurlar için ruhun uyanması haline taallüm denilmiştir [955].

Arap dilinde "öğretmek" anlamında kullanılan i'lam ve ta'lim mastarları, aslında aynı kökten olmalarına rağmen aralarındaki ince farka dikkat çekilmiştir, İ'lam, seri bir şekilde bilgi vermek; talim ise, tedricen öğretmektir. [956]

Burada talim görevinin, bir anda olup biten bir bildirme, bilgi ver­me olayı değil; kademe kademe, adım adım gerçekleşen ve bireyi et­kileyerek onun tutum ve davranışlarında değişikliğe yol açan bir süreç olduğu anlaşılmaktadır.

İnsan dünyaya bir şey bilmez olarak gelse de [957], öğrenme arzusu ve bunu gerçekleştirecek yetenekle yaratılmıştır. Doğumundan itiba­ren sürekli bir öğrenme faaliyeti içerisindedir. Öğrenme, hayatın do­ğal seyri içinde kendiliğinden gerçekleştiği gibi amaçlı ve bilinçli bir öğrenme çabasıyla ya da öğretme sonucu da olabilmektedir.

Öğrenme süreci; amaçlı, planlı ve düzenli olarak uygun koşul ya da durumlar hazırlanarak gerçekleştirildiğinde buna öğretim denmek­tedir. Yani öğretim, amaçlı, planlı ve öğretmen ya da öğretmen yeri­ne geçen bir kimse tarafından düzenli biçimde yapılmaktadır. [958].

Hz. Peygamber'in görevi öğretmekti. Kur'an-ı Kerim'de öğret­mek; insanları, beden, zihin, duygu ve ahlak açısından iyiye, güzele, doğruya yöneltmek ve onları kötülükten arındırmak şeklinde ortaya çıkmaktadır [959]. Kur'an, bilmeyi, öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik eden ayetlerle yüklüdür. İlk inen ayette "Oku!" emri ve okumanın aracı olan kaleme övgü vardır [960].

Allah'tan aldığı vahyi muhataplarına ulaştıran, buna çağıran, bu­nun hakikatini açıklayan ve bununla insanları arındıran Hz. Peyganvber'in talim görevi ne anlama gelmektedir? Hz. Peygamber'in talim görevine doğrudan işaret eden ayetlerden birisi şöyledir:

"Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size Kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik." [961]

Hz. Peygamber'in bu ayetteki görevleri, başka üç ayette daha geçmektedir [962] ki, bunlar; vahyin okunması, tezkiye ve talimdir. Bu ayetlerin hepsinde öğretilmesi istenen şeyler; "Kitap ve hikmet" ola­rak belirtilmiştir. Bunların bir tanesinde ise Kitap ve Hikmetin yanı sı­ra öğretilmesi istenen şey, "insanların bilmedikleridir[963].

Bu görevler birbirleriyle tam bir uyum halindedir. Vahyin okun­ması ile iletişim süreci, bir başka ifadeyle öğretim faaliyeti başlamıştır. Burada, insanı bilgi, duygu ve eylem düzeyinde arındırmak ve ruhun yücelmesi için gerekli eylemleri kazandırmak anlamına gelen tezkiye ile yaşayarak öğretme anlamındaki talim iç içedir. İnsanın "alıcı" ko­numa geçmesi için arınmaya, arınmanın gerçekleşmesi için onu yönlendirecek talime ihtiyacı vardır.

Talim konusu yukarıdaki ayetlerde de geçtiği gibi Kitap ve Hik­mettir, insanların daha önce bilmedikleridir. Burada "Kitap" ile kastedilenin Kur'an-ı Kerim olduğu söylenmiştir. "Hikmet", yukarıda farklı anlamlarıyla açıklanmıştı. Öz olarak ifade etmek gerekirse hik­meti burada Kitab'a uygun davranmak şeklinde anlamak mümkündür. "İnsanların bilmedikleri" ise, peygamberlerin haberleri, geçmiş üm­metlerle ilgili kıssalar, ahiret halleri vb. gibi vahyin bildirmesi dışında insanın düşünmekle araştırmakla bulamayacağı türden şeylerdir ki bunlar Hz. Peygamber'e vahiyle bildirilmiş, o da bunları insanlara öğ­retmiştir. [964]

Eğitimin ana gayesi insanların zihin, gönül ve nefislerini temizle­mektir. Bu gayeye okumak öğrenmek ve öğretmekle ulaşılır. Bu faali­yette bilginin insan beynine ve gönlüne yerleşmesi, oraları temizleme­si ve insanda gerekli değişimi meydana getirmesi gerekir. Bu temizlenmenin olmadığı yerde eğitimden bahsetmenin söz konusu olama­yacağı düşünülmüştür. [965] Talim görevinin mukaddes bir çaba olduğuy­la ilgili çok sayıda hadis vardır. Onlardan birisinde şöyle buyurulur:

"Allah, melekler, arz ve semada bulunan her şey yuvasındaki karın­caya, denizdeki balığa varıncaya kadar bütün canlılar talimle uğraşan muallime dua ederler." [966]

Hz. Peygamber'in talimi; inanışlar, ibadetler ve bunlar icra edi­lirken sahip olunacak ruh ve manadan oluşan üçlü temel yapıyı inşa etmektir. [967]. Bir başka ifadeyle inanç, eylem ve bütün yapıp-ettiklerinde ihsan mertebesine ulaşmış bilinçli şahsiyeti oluşturmaktır.

Yukarıda Hz. Peygamber'in eğitim-öğretim görevini açıklayan kavramlar incelenmiş oldu. Hz. Peygamber'in görevinin sadece tebliğ etmekten ibaret oluşu ile Kur'an'da onun görevleriyle ilgili olarak da­vet, beyan, tezkiye, talim vb. başka kavramların kullanılmış olması arasında bir anlama sorunu olmamalıdır. Tebliğ genel ve kuşatıcı te­mel görevdir. Diğerleri bu görevin içinde muhatabın durumuna göre gelişmektedir. Nitekim Kur'an bu faaliyetlerden her birinin kimlere et­ki edip etmeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu görevler, Hz. Muhammed'e nispet edildiğinde iletişim engellerinin kaynak ya da mesajdan değil, bilakis alıcıdan kaynaklandığına dikkat çekilmiştir. Bununla birlikte zaman zaman Hz. Peygamber'in vahiyle uyarıldığı ya da yönlendirildiğinden söz edilebilir ki bunlar da daha çok iletişim sü­recinin daha etkili yürütülmesini destekleyen uyanlar ve öğütlerdir. [968]

 

H. Görevin Gerektirdiği Nitelikler

 

Günümüzde eğitim-öğretimi meslek edinenlerde aranan temel ni­telikler genellikle, kişisel ve meslekî olmak üzere iki kategoride ele alınmaktadır. Öğretmen nitelikleri üzerinde yapılan çağdaş araştırma­lar sonucu, farklı kişisel ve mesleki özelliklerin önemi üzerinde durul­muştur. Bu araştırmalarda öğretmenin adil, sorumluluk sahibi, güve­nilir, dürüst, hoşgörülü, sabırlı, açık fikirli, esnek, uyarlayıcı, sevecen, anlayışlı, espirili, cesaretlendirici ve destekleyici olma vb. kişisel nite­liklerinin öğrenci üzerinde çok önemli etkileri olduğu tespit ediimiştir. Bunun yanında, kişilik özellikleri ne kadar olumlu olursa olsun, genel kültür, konu alanı bilgisi ve öğretmenlik bilgi ve becerileri gibi mesle­ki nitelikler de etkili bir eğitim öğretim için aynı derecede önemli gö­rülmüştür [969].

Kişilik özellikleri, bireyin davranışlarını etkileyen en önemli faktör­dür. Öğretmenin kişiliği, öğrenci ile kuracağı etkili iletişimin, öğrenci­de yaratabileceği olumlu değişikliklerin ve faydalı aktivitelere yönlen­dirmenin belirleyicisidir. Kanad'a göre, İslam Dini'nin ruhları çabuk ve derinden etkilemesinde, din kurallarının ve isteklerinin insanların ru­huna uygun gelmesinin yanında Hz. Muhammed'in kişiliğinin ve ikna kuvvetinin rolü büyüktür. [970]

İlk dönemlerden itibaren Müslüman eğitimciler, öğretmenin kişili­ği üzerinde ısrarla ve ayrıntılı olarak durmuşlardır. [971] Bu olgu çağdaş eğitim bilimcilerinin de üzerinde durduğu bir husustur. Davranış bilim­leri, öğrencilerin öğretmenin özellikle tutum ve davranışlarından etki­lendiğini göstermektedir. Öğrenme faaliyeti, yalnızca öğrenilecek ko­nu ile öğrenci arasındaki mekanik bir etkileşim olmayıp, sıcak insan ilişkilerini de gerekli kılan bir etkinlik olduğundan hangi tür öğrenme materyali kullanılırsa kullanılsın öğretmenin öğretimdeki rolü azalmamaktadır. Eğitim-öğretim sürecinin etkili ve verimli bir biçimde ger­çekleştirilebilmesinde geniş ölçüde öğretmenin kişiliğinin sonuç olarak da niteliğinin rolü büyüktür. Öğretmen, öğretimin temel öğesidir; Öğ­retime yön veren, öğrencinin yaşantılarını düzenlemesine yardım edip "davranış değişikliğine" yol açan ve böylece öğrenmeyi sağlayan önemli bir unsurudur. [972]

Öğretmenlik, başlı başına bir uzmanlık alanı; özel yetenek, bilgi ve beceri gerektiren bir meslektir. Sıradan bir insan öğretmen olamadığı gibi, bu yönde eğitim görüp gerekli bilgileri almış olan herkes de ba­şarılı öğretmenlik yapamamaktadır. Üstelik bunlar yalnız bir dalda bel­li bir öğretim düzeyinde öğretmenlik yapacak olanlarla ilgilidir. Oysa Peygamberin eğitim-öğretim faaliyeti çok geniş bir alanı kapsamak­ta; bu görevini fırsat bulduğu her zaman ve her yerde yerine getirmek durumundaydı; her yaştan ve her düzeyden insan onun eğitim-öğretiminin etkinlik alanı içindeydi. Bu nedenle onun yürüttüğü eğitim-öğ­retim faaliyeti çok daha karmaşık bir yapıya sahipti, zorluklan daha çoktu. Böylesine ağır işi ancak son derece ehliyet ve liyakat sahipleri gereğince yapabilirdi. Onun için Peygamber'in "en güzel öğretmen” olarak görevini yerine getirmesi ister istemez onun bu yönde özel eğitimden geçirilmiş olduğunu düşündürmektedir [973].

Kur'an-ı Kerim başta olmak üzere Hz. Peygamber'den bahseden kaynaklar onun iyi bir eğitimci olmak için doğuştan yetenekli olduğu kadar, bu görevin gerektirdiği zihinsel ve duygusal olgunluk ve hazır­lık için her türlü ortama kavuşmuş olduğunu da ortaya koymaktadır.

Mesela, kendi dönemi için önemli sayılabilecek kültür merkezi bir şehirde, köklü ve saygın bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Doğmadan önce babasını, doğduktan kısa bir zaman sonra da başta annesi olmak üzere bütün hamilerini kaybetmiştir. Bu durum, ilâhî ter­biye dışında yetişmesinde etkisi olacak kişilerin azalması anlamına ge­lebileceği gibi duyarlı bir ruhsal yapıya hazırlanmasında da önemli bir faktör olarak düşünülebilir.

Sahrada sütanneye verilmesi hem bedenen daha sağlıklı olması, hem adet ve gelenekler bakımından o zamanki toplumun, zihinsel ve duygusal yapısında meydana getireceği olumsuz etkilerden uzak kal­ması, hem de etkili bir dil zenginliği kazanmasında önemli bir faktör olmuştur.

Yine bu dönemlerde yaptığından söz edilen çobanlık ve kır tecrü­besi doğal hayatı tanımasında, tefekkür  yeteneğinin  açılmasında önemli bir etkendir.

Peygamberlikten önce dürüstlüğü, güvenilirliği, yardımseverliği, zekiliği ile birçok toplumsal sorunda fikrine başvurulan ve aranan bir kişi olması, daha sonra tebliğine muhatap olacak insanların sevgi ve takdirini kazanmasına; zaman zaman yaptığı seyahatler ve ticari ha­yat onun değişik bölgeleri ve insanları tanımasına imkân hazırlamıştır. Hira tecrübesinin ise, olgunluk çağına gelmiş bir insanın uzlet ve tefekkür hayatında birikimini kullanarak varlığı ve hayatı anlamlandır­ma çabalarında, bilinmezler ve anlaşılmazlara karşı iştiyakını arttıran önemli bir evre olduğu kuşkusuzdur.

Bu ve benzeri durumlar onun eğitim-öğretim görevini en güzel bi­çimde yerine getirebilecek şekilde ilâhî bir eğitimden geçtiğinin bir takım gözlenebilen işaretleridir. Kur'an'da bu düşünceleri doğrulayan pek çok ayet olduğu gibi Hz. Peygamber'in kendi beyanları da mevcuttur [974]. Onun kişisel ya da görevle ilgili niteliklerini tanımaya, anlamaya ve yo­rumlamaya çalışırken bu özelliğin gözden uzak tutulmaması gerekir.

Allah tarafından terbiye edilmiş [975] ve muallim olarak gönde­rilmiş [976] Hz. Peygamber'in başarılı bir eğitimci olduğu, eğitim-öğre­tim faaliyetini etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirdiği tarihen de sa­bittir. O halde, onun eğitim-öğretim sürecini başarıyla tamamlamasın­da etkili olan kişisel ve görevle ilgili nitelikleri nelerdir? Günümü­zün şartları ve ihtiyaçları çerçevesinde bunları nasıl anlamalı ve yorumlamahyız?

Eğitim-öğretim sürecinin işleyişinde kişisel niteliklerle, mesleki ni­teliklerin birbirinden ayrı olarak düşünülmesi söz konusu değildir. Bu sürecin etkili bir biçimde işleyebilmesi için bu niteliklerin eğitim-öğre­tim görevini yürütenlerde bütünleşmiş olması gerekmektedir. Dolayı­sıyla biz Hz. Peygamber'in bir eğitimci olarak niteliklerini incelerken bunları kişisel ve mesleki nitelikler şeklinde ayırmak yerine bunları bir­birini etkileyen ve tamamlayan bir bütünlük içerisinde incelemeye ça­lıştık.

Kur'an'da Hz. Peygamber'in eğitimci kişiliğine dair sunulan nite­likleri bugünün diliyle ortaya koymakta bazı güçlükler olacağı açıktır. Kur'an dilini mümkün olduğu kadar günümüzde kullanılan terimlerle karşılamaya çalışmamıza rağmen bazı terimlerin taşıdıkları özel an­lamların kaybolacağı endişesiyle bu türden olanları orijinaliyle vererek bugün anlaşılabilecek karşılığını da ayrıca izah etme yolunu tercih et­tik. Bu nitelikleri şu başlıklar altında incelemek mümkündür: [977]

 

A. Uzman Olmak

 

"Ve O [Allah], Âdem'e bütün isimleri öğretti" [978]

"Oku! yaratan Rabbinin adıyla!... Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir! O ki kalemi kullanmayı öğretti! İnsana bilmediğim öğretti." [979]

Kur'an'da ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ile son peygam­ber Hz. Muhammed'e verilen ilk mesajların öğrenme ve öğretme ile ilgili olması dikkat çekicidir. Bu mesajlar, insanın var oluş sebebinin bilgi olduğunu gösterir niteliktedir.

Çağdaş Kur'an yorumcularından Esed'e göre Hz. Muhammed'e gelen ilk ayetlerde geçen Kalem, yazma sanatının veya yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olarak kullanılmıştır ve Sûre'nin başında geçen "Oku!" emirlerini de açıklamaktadır. Ona göre, insa­nın düşüncelerini, tecrübelerini ve kavrayışlarını yazılı kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğe­rine aktarması yeteneği, insan bilgisinin toplanarak birikim haline gelmesine imkân vermektedir. Bu yetenek sayesinde her birey, insan­lığın kesintisiz bilgi birikiminden şu veya bu yolla yararlanmaktadır. Burada Kalem bu birikimin sembolik bir vasıtası olurken, tek tek bi­reylerin kendi başlarına bilmedikleri ve aslında bilemeyecekleri şeyle­rin de "Allah tarafından insana öğretildiği" kaydedilmiş olmaktadır. [980]

İnsana bilgi elde etme iradesi ve yeteneği verilmiştir. İnsan, bu ira­de ve yetenek sayesinde sürekli olarak öğrenmekte ve öğretmekte, eğitmekte ve eğitilmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalar bilgi geçişini iletişim kuramlarına dayandırma konusunda yoğunlaşmış ve eği­tim bir iletişim süreci olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu süreçte, öğretmen "kaynak/verici'\öğrenci "hedef/alıcı" durumundadır. Öğ­retmen muhtevayı [mesajı] başta sesi olmak üzere çeşitli araç gereçler kullanarak değişik yöntemlerle öğrenciye ulaştırır. Ayrıca ortak anlam­lara ulaşılabilmesi için, iletişimin çift yönlü olması, yani kaynağın, he­defin muhtevayı anladığına, kavradığına ilişkin tepkisini görmesi ve mesajını ona göre yeniden düzenlemesi gerekmektedir. İletişim, eği­timle ilgili olarak ele alındığında, davranış değişikliği meydana getir­mek üzere bilgi, duygu, tutum ve becerilerin paylaşılması süreci ve "anlamları bireyler arasında ortak kılma" işlemi olarak açıklanmaktadır. [981]

Eğitim bir iletişim süreci olduğuna ve iletişimde bulunmaksızın eği­tim yapmak söz konusu olmadığına göre, eğitimcinin de etkili bir ile­tişim becerisine sahip olması gerektirmektedir. Bunun için kaynakta iki temel özellik önemli görülmüştür:

"İnanılırlık" ve "sevilmek". Çağdaş araştırmalar inanılır kaynaktan gelen iletişimin daha fazla tutum değişimi yarattığını göstermektedir. İnanılırlık da iki faktöre bağlanmak­tadır:

"Uzmanlık" ve "'güvenilirlik". [982] Uzmanlık özelliği daha genel bir anlamda "saygınlık/itibar" olarak da ifade edilmektedir. [983]

Uzmanlık veya saygınlık her şeyden önce kişinin bir konu üzerin­de derinlemesine bilgi, beceri ve deneyim sahibi olmasına bağlidır. [984] İnsan sürekli bilgi akımı ve iletişimi içindedir ve eylemini elde ettiği bil­gilerle davranış olarak ortaya koyduğundan Kur'an onu bilgi elde et­meye/okumaya teşvik etmektedir. Hz. Peygamber'in bilgi kaynağı va­hiydir [985] Kur'an, vahiy bilinci ile elde edilecek bilginin hem ferdi, hem toplumu hem de evreni okumaya/bilmeye, anlamaya imkân ve­receğini ima eder. [986]

Eğitim-öğretimde doğru bilginin, doğru zannedilen ya da doğru olmayan bilgilerden ayrılması beklenir. Yanılmalardan, yanlışlıklardan ve muhtemel hatalardan uzak kalabilmek için bu doğal bir beklentidir. Çünkü yeni bir davranış kazandırmak ya da eski bir davranışı değiştir­mek amacıyla yapılan eğitim-öğretimin ilk ve en önemli aracı bilgidir. Dinin doğru anlaşılması ve anlatılması da doğru ve güvenilir bilgileri gerekli kılmaktadır.

Hz. Peygamber'in sahip olduğu bilginin kaynağı vahiydir. Kur'an'da bu husus şöyle açıklanmaktadır:

"Bundan önce bir Kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun" [987]

"Kitap nedir, iman nedir bilmezdin" [988]

"Sen daha önce bunları bilmeyenlerden idin" [989]

"Ne sen ne kavmin bunları daha önce biliyordunuz" [990]

"De ki: "Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum. Bu Kur'an, Rabbinizden gelen basiretler, gönül gözünü açan nurlar,., gerçeğe ileten kanıtlar ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir." [991]

Bilgi sınırsızdır ve bilgi edinme vasıtaları sürekli artmaktadır. Buna karşılık insan ömrü sınırlıdır. İnsanın bilgisi arttıkça, bilmedikleri ve bil­mek istedikleri de buna paralel olarak artmaktadır. Her bilenin üstün­de bir bilen vardır. [992] Bunun için Kur'an, Hz. Peygamber'den sürekli gelişim sürecinde olmasını istemektedir:

"Rabbitn ilmimi arttır de" [993]. Hz. Peygamber de:

"Allahım bilgimin faydasını görmemi nasib et, bana faydalı olan şeyleri öğret ve ilmimi arttır" [994]diye dua etmiştir.

Kur'an, bilgi edinme vasıtalarına işaret ederken bunların doğru kullanılması sorumluluğunu insana yüklemektedir. Doğru anlamak, doğru yorumlamak, doğru anlatmak için insanın kendi varlığından başlamak üzere evrende cereyan eden hadiseleri okuması, eşya ve olaylar üzerinde gözlemler yapması, düşünmesi ama bütün bu eylemlerinde Rabbinden yardım istemesi ve onun izin verdiğinden başkası­na ulaşamayacağını da bilmesi istenmektedir. Hiç bir durumda bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığına dikkat çeken Kur'an [995], bilgi sahibi olunmayan bir konuda insanları yönlendirmenin ağır sorumluluğuna da vurgu yapmaktadır:

"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." [996]

Kişiyi başkalarından ayıran vasıflarından biri düşünme eyleminde gösterdiği performanstır. Kur'an'ın ifadesiyle "Allah katında canlıla­rın en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." [997] İnsan sahip olduğu bilginin kaynağı ve bilgi edinme araçlarının sağlamlığı ve güve­nilirliği oranında isabetli fikirler ve çözüm yolları üretebilir. Düşünme bu anlamıyla, içinde bulunulan durumu anlayabilmek, bir problemi çö­zebilmek, eşya ve olayları geniş bir perspektiften izleyebilmek, fikir alanında özgün ve üretken olabilmek için gösterilen aktif ve organize zihinsel süreç olarak tanımlanabilir. Fonksiyonel anlamda da, gerçeği aramanın aleti, iş ve hareketin kaynağı, eşya ve hadiseler karşısında insanın, "niçin?” sualiyle başlayan soru ve sorunlarına cevap aramak üzere gösterdiği etkinlikler bütünü olarak ifade edilebilir.

İkbal'in de işaret ettiği gibi Kur'an'ın başlıca gayesi, insan ruhun­da, kendisinin Allah'la ve kâinatla olan türlü türlü alâkalarının yüksek şuurunu uyandırmaktır. [998] Bu şuuru uyandıracak olan tefekkür ve onu destekleyecek sağlam bilgi ve doğru gözlemler olacaktır. Bütün bunla­rın amacı, bilginin gereğini yerine getirmektir. Çünkü davranışa yan­sımayan kuru bilginin bir önemi yoktur:

"...Eğer sana gelen bu bilgi­den sonra onların keyiflerine uyarsan, artık seni Allah'tan kurta­racak ne bir koruyucu ne de yardımcı bulabilirsin!" [999]

Doğru düşünebilmenin ilk şartı, bilgi sahibi olmaktır. [1000] İnsanın düşünme melekesi, sahip olduğu bilgi nispetinde açılım ve gelişim gösterir. Bilgi, doğru düşünmenin ilk şartı olmakla beraber hakikatin kavranmasında tek başına yeterli değildir. Bilginin kullanılması, insan­lara aktarılarak işe yarar kılınması ve sahibinin söz ve davranışlarında

gerçeğe ters düşmesine engel olması da gereklidir. Bundan dolayı Kur'an, bilgisi olmasına rağmen bilgiyi kullanmayanları, akletmeyenleri, ölü, kör, dilsiz, sağır ve cahil olarak nitelendirmiştir.

Kur'an bilgisizce konuşulmamasını, bilene sorulmasını öğütlemek­te, hiç kimsenin iyice bilen ve her şeyden haberdar olan [Allah] kadar gerçeği gösteremeyeceğini de vurgulamaktadır. [1001]

"Bilgi Çağı" ve "Bilgi Toplumu" gibi terimlerin sıklıkla kullanıldı­ğı günümüzde bilginin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dini insanlara öğretme, onların bu konudaki sorunlarını çözme, dini bilgi, tutum ve davranış yönünden geliştirme görevini yürütenlerin bu konu­larda otorite sayılabilecek düzeyde genişlemesine ve derinlemesine bilgi sahibi uzman kişiler olması gerekir. [1002] Bilgi, eylemden öncedir. İnsanlara güven telkin etmek öncelikle bilgili ve kültürlü olmayı gerek­tirir. Günümüzde bilgi kanallarının çoğalması, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ve öğrenim imkânlarının artması ile bilgi ve kültür düzeyi yük­selen muhatapları etkileyebilmek bilgiye dayalı otoriteyi daha önemli kılmaktadır.

Yukarıda da işaret edildiği gibi dini iletişimde kaynağın uzmanlık kariyerinin, alanında yetkin ve otorite bir kişi olduğunun bilinmesi din­leyenler açısından önem taşımaktadır. İnsanlar dini konularda konu­şan bir kişinin o konularda uzman ve yetkin bir kişi olup olmadığını bilme ve ona göre sözlerine itibar edip etmeme hususunda tavır belir­leme ihtiyacı duyarlar. Çünkü kimse benimsediği ve tatmin olduğu dü­şüncesini, anlayışını ve tutumunu değiştirmek istemez; değiştirebilme­si için de kendisine yeni mesajlar veren kişinin sözlerine güvenilen, inanılan, uzman ve yetkin birisi olmasını bekler. [1003]

Günümüzde dini anlatma ve öğretmeyi meslek edinenlerin' bilgi zenginliğin yanında bu bilgileri kime, ne kadar, nasıl öğreteceği ile il­gili bir formasyon bilgisine de sahip olmaları gerekmektedir. Bunun yanında içinde yaşadığı toplumun hayat tarzını, kültürel özelliklerini, değer yargılarını, beklentilerini, sorunlarını bilmesi ve bunlara uygun  eğitim-öğretim ortamları düzenlemesi de mesleğin gereğidir. [1004]

 

B. Güvenilir Olmak

 

Yukarıda, inanılır kaynaktan gelen iletişimin daha fazla tutum de­ğişimi yarattığından ve inanılırlığın; "uzmanlık" ve "güvenilirlik"' ge­rektiren iki temel faktöre bağlı olduğundan söz edilmişti. Uzmanlık faktörü yukarıda incelendiği için burada ikinci faktör olan güvenilirlik ele alınacaktır.

Kaynağın uzmanlığı yanında güvenilir de olması hedefi etkileyebilmesi için önemli sayılmıştır. Araştırmalar, bir iletişim kaynağının, ko­nusunda ne kadar uzman olursa olsun, dinleyiciye güven vermediği takdirde dinleyici üstünde fazla bir etkisinin olmadığını göstermekte­dir. [1005]

İnsanlarda dini davranış ve tutum değişikliği oluşturmak üzere eği­tim-öğretim etkinliklerinde bulunan kişiler iletişimde kaynak görevi yapmaktadır. Din görevlisinin ve din eğitimcilerinin öğrencilerde ve ki­şilerde olumlu bir dini tutum değişikliği sağlayabilmesi için her şeyden önce güvenilir ve emin kişiler olması gerekir. [1006]

Vahyin sorumluluğunu taşıyabilmek ve bu sorumluluğun gerekle­rini yerine getirebilmek için istikamet üzere olma zorunluluğu vardır. Vahyolunan hususlar ne kadar ağır olursa olsun gerçeğe ulaşmak için onlara uyma hususunda tereddüt göstermemek ve doğruluktan sap­mamak ana ilkedir.

Risaletten önce de "Muhammedü'l-Emin" olarak bilinen Hz. Peygamber'i, muhalifleri bile yalancılıkla itham edememişlerdir. [1007] Bu hususu açık bir şekilde ifade eden ayetler vardır. [1008] Peygamberlerin en belirgin ortak vasfı güvenilir olmaktır. Doğruluk ve güvenilirlik Hz. Peygamber'in önemle vurgulanan bir kişilik özelliği olmuş, onun mis­yonunu devam ettirecek olanlardan da aynı hususa uymaları istenmiş­tir:

"Şu halde emrolundugun gibi dosdoğru ol ve sana uyan­lar da öyle olsunlar!...” [1009]

Kur'an, doğruluk ve güvenilirlik konusuna tehdit ifadeleri ile dik­kat çekmiştir:

"Şimdi o [kendisine Kur'an'ı emanet ettiğimiz] kişi, sözlerinden bir kısmını bize isnad etmeye kalkışsaydı onu sağ elin­den yakalardık ve şah damarını keserdik ve hiç biriniz onu koruyamazdı!" [1010]

Bu açık tehditle birlikte Hz. Peygamber'in doğruluğu ve güvenilir­liğini Kur'an tescil etmektedir:

"Sen sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Hiç kuşkusuz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin" [1011]

"Sizin arkada­şınız [Muhammed] ne sapmış ne de aldatılmıştır ve ne de kendi ar­zu ve heveslerine göre konuşmaktadır: bu kendisine indirilen va­hiyden başkası değildir; son derece kudretli birinin ona öğrettiği bir vahiy..." [1012]

Hz. Peygamber'in ahlakî erdemleri şahsında toplandığına işaret eden ayette [1013] geçen huluk terimi, lügatte, en geniş anlamıyla kişi­nin karakteri, fıtrî yapısı, tabiatı ve aynı zamanda "ikinci tabiatı" ha­line gelen alışkanlıkları anlamına gelmektedir. Buradan hareketle onun "en güzel-yüce ahlak üzerinde oluşu" [1014] "üstün bir hayat tar­zı" şeklinde de tercüme edilmiştir. [1015]

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in bir eğitimci olarak öne çıkan ni­teliklerinden birisi de doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik olmuştur ki bu etkili bir iletişimde kaynakta aranan temel niteliklerden birisidir. [1016]

 

C. Samimi Olmak

 

Samimiyet; niyette, sözde, azimde, iradede ve nihayet eylemde ortaya çıkmaktadır. Daha pratik anlamda samimiyet, insanlar tarafın­dan takdir edilme veya kınanma tasasıyla gerçeğin aksine davranma­mak, söylenmesi veya yapılması gerekeni, gerektiği yerde söylemek ve yapmak anlamına gelmektedir. Bunların yanında bilgisi olmayan bir konuda bilmediğini ifade etmek, yaptığı işten kişisel bir kazanç beklentisi içinde olmamak da samimiyetin gereğidir. Kaynağın iletişimden kişisel bir kazanç beklememesi, iletişimde güvenilir olmanın şartlarından sayılmıştır. Dinin anlatılması ve öğretil­mesi her şeyden önce manevî sorumluluğu olan bir görevdir. Din eği­timi ve öğretiminin maddî kazanç sağlayan herhangi bir iş gibi görülmesi hem bu vazifenin layıkıyla yerine getirilmesi için insanı sürekli motive eden önemli bir gücün kaybedilmesi hem de ulaşılması umu­lan manevî kazancın yitirilmesi anlamına gelir.

Kaynağın güvenilirliği her şeyden önce iletişimi kendi çıkarı için kullanmamasına bağlıdır. Alıcıların kaynağın niyetlerine güvenmesi tu­tum değişimi açısından önemli bulunmuştur. [1017] Bu konuda yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçlara göre, kaynak çok inanılır bir kişi olduğunda ya da çok sevildiğinde, algılanan ikna etme niyeti, olumlu yönde daha fazla tutum değişikliğine yol açmaktadır. Bu koşullar altın­da birey genellikle kaynağı hoşnut etmek için elinden geleni yapmaktadır. Ayrıca alıcı durumundakiler, kaynağın kendilerinden ne istediği­ni tam olarak bilirse onu, kaynağın niyetini gizlediği durumdakinden daha fazla yapmak eğiliminde olmuştur. [1018] Kaynağın konuşulan ko­nuda uzman olarak algılanması, bu konuda herhangi bir çıkarı olma­ması ve hoş bir görünümü olması, tutum değişmesini etkileyen önem­li faktörler olarak sayılmıştır. [1019]

Kur'an'da peygamberlerin görevlerini yerine getirirken dünyevi hiçbir karşılık beklemedikleri ve yaptıkları işin karşılığını yalnızca Al­lah'tan bekledikleri sıklıkla tekrarlanmaktadır. [1020]

Daha ilk nazil olan ayetlerde "iyilik yapmayı kendine kazanç aracı kılma" [1021] buyrularak Hz. Peygamber uyarılmış ve bu hususta şöyle demesi öğütlenmiştir:

"Bunun için sizden dileyen kimsenin Rabbine giden yolu bulmasından başka bir karşılık istemiyo­rum." [1022]

"Sizden ödül olarak kendinize ait hiç bir şey istemiş değilim. Benim ödülümü ancak Allah verir ve O her şeye şahit­tir." [1023] Hz. Peygamber'in görevini yerine getirirken gösterdiği bu samimiyete karşılık Kur'an, onun için bitip tükenmeyen bir mükâfat ol­duğunu açıklamaktadır. [1024]

Dini terminolojide, şirk ve riyadan, batıl düşünce ve inançlardan, olumsuz duygulardan, çıkar hesaplarından ve gösteriş arzusundan kal­bi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve bü­tün işlerde yalnız Allah'ın rızasını gözetmeyi ifade eden bu durum ihlâs [1025] kavramı ile ifade edilmektedir.

"Din, nasihattir [1026] anlamındaki meşhur hadiste bir bakıma dinin tanımı yapılmış ve dinin, nasihat anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bu­radaki "nasihat" kelimesinin tahlili yapılmış ve bunun neticesinde, na­sihatin burada "öğüt, vaaz ve tavsiye" anlamının öne çıkmış olması­nın isabetli olmadığı, burada "ihlâs, samimiyet, içten davranmak, gönülden bağlanmak" anlamına geldiği ortaya konmaya çalışılmıştır ki [1027] her bakımdan daha tutarlı olan bu yaklaşıma göre bu hadis; "Din, samimiyettir" anlamına gelmiş olmaktadır.

Allah'ın Hz. Peygamber'e öğrettiği dualardan birisi samimiyetle il­gilidir:

"Dua ederken de ki: Ey Rabbim, [girişeceğim her işe] doğru­luk ve içtenlik üzere girmemi; [bırakacağım her işten de] doğruluk ue içtenlik göstererek çıkmamı sağla ve bana katından destekleyi­ci bir güç bahşet!" [1028]

Almış olduğu görevi yerine getirme hususunda en zor anlarında bile Hz. Peygamber'in samimi ve kararlı olduğu görülmektedir. Mek­ke döneminde müşriklerin eziyetlerinin şiddetlendiği bir zamanda am­cası Ebu Talib, onu davasından vazgeçirmek için muhaliflerinin teklif ettikleri mal, mülk, makam, mevki vb. pek çok dünyevi nimetleri ona bildirdiğinde:

"Güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar vazgeç­mem" [1029] demiştir. Çünkü ona göre, inanan bir insan için, bir kişinin hidayetine vesile olmak, kıpkızıl cins deve sürülerine sahip olmaktan daha kıymetli ve hayırlıdır. [1030]

Bütün bunlar samimiyetle ilgili olduğu gibi, iletişimde kendine geri-iletim konusu da samimiyetle ilgilidir. Kişinin kendi gönderdiği ile­tiyi, kendisinin alması sürecine kendine geri-iletim denilmektedir. Kur'an-ı Kerim dilinde ise şu ayet, kendine geri-iletimin bir tanımı ni­teliğindedir: [1031]

"Kur'an'ı okuyup durduğunuz halde insanlara iyili­ği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç düşünmüyor mu­sunuz?" [1032]

Hz. Peygamber'in konuyla ilgili önemli bir özelliği de, her türlü yapmacıklıktan uzak olması, olduğu gibi görünmesidir. Kur'an, onun bu özelliğine dikkat çekmektedir:

"...Ben olduğundan başka görü­nenlerden, sahip olmadığı şeyleri iddia edenlerden değilim" [1033]

Görüldüğü gibi, alıcı kitlede istenilen etkinin meydana getirilmesi ya da tepkilerin yönlendirilmesi çok karmaşık süreçlerin doğru çö­zümlenmesine bağlıdır. Alıcıda istenilen yönde bir etkinin meydana getirilmesinde en önemli faktörlerden birisinin ise kaynakta aranan samimiyet olduğuna kuşku yoktur. [1034]

 

D. Adil Olmak

 

Zulüm ve taşkınlığın zıddı olan adalet, her şeyi yerli yerine koy­mak, hak edenin hakkını vermek, tarafsızlık, her şeyi yapılması gere­ken şekilde, ölçülü yapmak demektir.

Adil olmak, güvenilir olmanın gereğidir. Taraf tutuyor izlenimi ve­ren, yanlı ve maksatlı davranan, yapması gereken bir şeyi ölçülü yap­mayan birisinin dini öğretmede başarılı olmasını beklemek zordur. Araştırma sonuçlarıda göstermektedir ki, insanlar her bireyin çabala­rı, becerileri, yetenekleri ve katkıları ölçüsünde hak ettiğini alması ge­rektiği inancındadır. [1035] Kendi aleyhine de olsa doğruluktan ayrılma­mak adil olmanın gereğidir. Nitekim iletişimde, kendi ya da taraf ol­duğu gurubun çıkarlarına ters düşen bir öneride bulunduğu zaman kaynağın alıcılar üzerinde daha inandırıcı, daha güvenilir ve daha ik­na edici olduğu belirlenmiştir. [1036]

Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmiş son elçidir. İnsan ol­maları yönüyle muhatapları arasında bir ayırım söz konusu değildir. İnançları ne olursa olsun Hz. Peygamber adil olmak durumundadır.

"De ki: Ben Allah'ın bütün vakfettiklerine inanırım: sizin aranız­da adaleti gözetmekle emrolundum. Allah benim de sizin de Rabbinizdir..." [1037]

İnsandaki kabiliyetler, belirli potansiyeller halinde bulunur; bunun için herkes kabiliyetinin potansiyeli nispetinde eğitimden istifade ede­bilir. Herkese sahip olduğu potansiyel nispetinde eğitim vermek de adalet ilkesiyle alakalı görülmektedir. Buna göre, sahip olduğu potan­siyelden az veya çok eğitim vermeye kalkmak adalete zıttır. [1038]

Kur'an, her insanın bir anne ve babadan yaratılmış olmasıyla bi­yolojik orijindeki eşitliğin bütün insanlar için geçerli olan insan onurundaki eşitliğe yansıdığına işaret etmektedir: [1039]

"Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler ha­line getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, O'na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanmızdır...." [1040]

Buna karşılık, Allah katındaki üstünlüğün, Allah'a karşı duyulacak olan sorumluluk bilincine [takva] bağlanmış olması dikkat çekicidir. Zi­ra, takvanın temel işlevi insana doğru bir şekilde kendini inceleme ve doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyet ve gücünü vermesidir. Bit şahıs bu şekilde kendi kendinin röntgenini çekme gücüne erişebildiği ölçüde hatadan/günahtan ve onun benliği tahrib eden neticelerinden "korunma" imkânına kavuşmuş olacaktır. [1041] Kur'an, Allah'a karşı so­rumluluk bilinci duymaya [takva] en yakın davranışı da, "adil olmak" şeklinde açıklamıştır. [1042]

Adalet, insanlara eşit muamelede bulunmak, hak yememek anla­mına geldiği gibi, dengeyi gözetmek, itidalden ayrılmamak anlamına da gelmektedir. Yani aşırı uçlardan, ifrat ve tefritten uzak olmak demektir. İbadette, harcamada, sevgi ve nefrette vb. bütün tutum ve dav­ranışlarda dengeli ve ölçülü olmaktır. [1043]

Demek oluyor ki, eğitimde insan olmak bakımından herkes eşittir ama yetenekler ve beklentiler bakımından farklıdır. İnsan olmak bakı­mından herkese eşit davranmak adaletin gereği olduğu gibi; yetenek­ler, ihtiyaçlar, beklentiler bakımından onlara farklı muamelede bulun­mak da adalete aykırı bir yaklaşım değildir. Bunun yanında aşırılıklar­dan sakınmak, dengeli ve uyumlu bir yaklaşım ortaya koymak da ada­letin gereğidir. Özellikle dinin anlatılmasında, açıklanmasında ve yo­rumlanmasında bu yaklaşımın sorun üretici değil sorun çözücü bir yaklaşım olduğu söylenebilir. [1044]

 

E. Sevgi, Şefkat ve Merhametle Yaklaşmak

 

Araştırmalar, kaynağın sevilen, hoş bir kimse olmasının iletişimin etkili olmasında önemli bir faktör olduğunu ortaya koymaktadır. Sevi­len, beğenilen bir kaynak muhatapları daha fazla etkilemekte ve iste­nen yönde tutum değişmesine katkı sağlamaktadır. Sevilen kaynağın tutumlarının özdeşini kurma ve taklit edilme yoluyla benimsenmesi söz konusudur. İnsanlar sevdikleri kişilerle özdeşim kurarak, onlar gi­bi olmak istemekte, onların tutum ve davranışlarını benimseme eğili­mi göstermektedir. [1045]

Sevgi ve çekicilik üzerinde yapılan çalışmalarda sevginin altı belir­leyicisi üzerinde durulmuştur. Yakınlık [sürekli etkileşim beklentisi], kişisel özellikler [samimi, dürüst, anlayışlı, sadık, gerçekçi, yardımse­ver, cana yakın, ince, sorumlu, neşeli, güvenilir, fiziksel çekicilik] tanı­şıklık [aşinalık], ödüllendiricilik [değer verme, karşılıklılık/seveni sev­me] bilişsel denge [fikirlerde uyuşma) ve benzerlik [tutum ve değer­lerde uyuşma]. [1046]

Görüldüğü gibi, sevilmenin önemli bir belirleyicisi sevmektir. "Se­venler daha çok sevilir". Bizi sevdiklerini bildiğimiz insanları severiz. Eğer bir kişi hakkındaki tek bildiğimiz bizi sevdiği ise onu da sevmek eğiliminde olduğumuz bilinen bir husustur. Eğer bizi sevmiyorsa bu duygu da karşılıklı olacaktır. [1047]

Sevmek, yaratıcı bir etkinliktir. Sevilene ilgi duymayı, onu tanı­mak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yanındayken se­vinç duyabilmeyi doğurur. Sevmek, sevileni canlandırmak, onun ya­şam duygusunu arttırmak anlamına gelir. Aynı zamanda, kişinin ken­disini de canlandıran yenileyen ve hareketlendiren bir süreçtir. [1048]

Bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavrama­nın tek yolu sevgidir. Hiçbir kimse sevmediği sürece bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen ki­şideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma ge­lir. Dahası ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gere­ken potansiylleri görür. Ayrıca sevgisi yoluyla kişi sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. Sevdiği insanın ne olabilece­ğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak potansi­yellerinin gerçekleşmesini sağlar. [1049]

Sevgi, bir anlık gelip geçici bir duygu hali değil, süreklilik arz eden ve insanda ahlaki bir erdem olarak yerleşmiş olan sevgidir. Hz. Peygamber'in inananlara karşı beslediği sevgide bu özelliği görebilmek mümkündür. Kur'an'ın "içinizden biri" şeklindeki takdimi, yukarıda açıklanan sevgide belirleyici özelliklerin tamamını kapsamaktadır: "Gerçek şu ki size kendi içinizden bir Elçi gelmiştir:

Sizin çekmek zorunda kalabileceğiniz sıkıntıdan ötürü kendini büyük bir yük al­tında hisseden; size çok düşkün ve inananlara karşı şefkat ve mer­hametle dolu bir elçi..." [1050]

Bu ayette geçen Rauf ve Rahîm, Allah'ın isimlerinden olmasına rağmen, Kur'an'da birleştirilerek Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. Kuran, ayrıca onun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini de açıkça ifade etmekte [1051], merhametin kaynağı, merhamet edenlerin en mer­hametlisi ve en hayırlısının ise Allah olduğunu haber vermektedir.[1052]

Hz. Peygamber:

"Merhamet etmeyene merhamet edilmez[1053] buyurmaktadır. Rahmet; yufka yüreklilik, yumuşak kalplilik, ince duygululuk, şefkat ve acıma duygusu gibi anlamlar taşımaktadır ve Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardandır. [1054] İnsanın merhamet sahibi, yardımsever bir ruh yapısına sahip olabilmesi için sevgi duygu­sunun kendisinde yer etmiş olması gerekir. [1055] Şefkat de, çevresinde­ki insanlara hoş olmayan bir olay isabet ettiği zaman bundan mütees­sir olup, onların elemleri ile elemlenmek ve olayın etkisini gidermek için onlara yardımcı olmaktır. [1056]

Sevgi yüksek bir duygu olduğundan kazanılmasında iyi davranma, kolaylık gösterme, affetme, danışma, Allah'a güvenme, azimle çalış­ma gibi esasların gerçekleştirilmesi de çok önemlidir. Müşfik ve dost­ça davranışta kolaylık göstermek, anlayışlı olmak gibi vasıflarla, şahsi­yette bütünlük gelişerek, insanların kendilerini ve diğer insanları anla­ması yolunda yükselme ve ilerlemeler görülür.  [1057]

İnsanlara sevgi ve merhametle davranmak, işler yolunda gitmese de iyiliği ve adaleti uygulamaya devam etmek kolay değildir. Böyle bir ol­gunluğa ulaşabilmek sürekli çaba istemektedir. [1058] " Hatta insanın sadece kendi çabası yetmemekte, ilâhî rahmete de ihtiyaç duyulmaktadır:

"Ve [ey Peygamber] senin, izleyicilerine yumuşak davranman Allah'ın rahmetinin bir eseriydi. Zira eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, doğrusu senden koparlardı. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et. Ve toplumu ilgilendiren her konuda on­larla müşavere et; sonra bir hareket tarzına karar verince de Al­lah'a güven: Zira Allah kendisine güven duyanları sever" [1059]

Hz. Peygamber bir hadisinde:

"Ben sizin için çocuğuna karşı şefkatli bir baba gibiyim" [1060] buyurmaktadır. Kendisini en iyi tanıyan­lardan birisi olan Hz. Ali de, Hz. Peygamber'in bu yönünü şöyle an­latmaktadır:

"Resûlullah daima güler yüzlü, güzel huyluydu, çok merhametli, affediciydi, sert ve katı kalpli değildi, yanındakilere karşı nazik davranan bir insandı. Kaba ve sert konuşmaz, kötü davranmaz, bağırıp çağırmaz, kimseyi ayıplamaz aşırı bir şekildede ölmezdi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezden gelirdi. Kendi­sinden bir şey umanın umudunu boşa çıkarmazdı..." [1061]

Hz. Muhammed, peygamberliğinin gereği pek çok vazifesi yanın­da, Müslümanların her türlü problemlerini açabildikleri ve güven duy­dukları öğretmenleri idi. Bu sebepten daima onlarla birlikte bulunu­yordu. [1062] Onunla arkadaşlık edenlerin bildirdiğine göre, beraber otur­duğu herkesle yakından ilgileniyordu. Onunla kısa bir süre bile bir ara­da bulunanlar, Hz. Peygamber'in yanında kendisinden daha kıymetli birinin olmadığını düşünecek kadar kendini ona yakın bir dost olarak görmüştür.  [1063]

Merhametin önemli bir sonucu insanlara kolaylık göstermek ve yumuşak davranmaktır. Muaviye b. Hakem diyorki; "Anam babam ona feda olsun, ne ondan önce ne de ondan sonra Peygamber kadar güzel öğreten hiçbir muallim görmedim. Vallahi beni ne azarladı, ne dövdü, ne de ağır konuştu..." [1064] Kur'anın bildirdiğine göre de, mer­hametlilerin en merhametlisi olan Allah, insanlara kolaylık dilemekte güçlük dilememektedir. [1065] O halde, öğretirken en kolay yolu seçmek, yapılması istenenin kolayını tercih etmek, severek ve isteyerek yapa­cak bir ortam oluşturmak, yapabileceği kadarını istemek de şefkat ve merhametin gereğidir. [1066]

 

F. Hoşgörülü ve Bağışlayıcı Olmak

 

Hz. Peygamber, eğitim-öğretim görevini yerine getirirken her yaştan ve her seviyeden insanlarla muhatap olmuştur. Bu süreçte ken­di beklentilerine uygun olmayan pek çok davranışla karşılaşmıştır. Farklı görüşler, farklı tavırlar karşısında gerginliğe meydan vermemek, kin ve nefrete yol açmamak için hoşgörülü olmak, muhatabı dinle­mek, anlamaya çalışmak ve ona değer vermek onun prensipleri ara­sındadır.

Jung, düşünce ve davranışlardaki bireysel farklılıkları, psikolojik yapının farklılığına bağlamakta ve şunları söylemektedir:

"Bizim dışımızdaki birinin duyguları, düşünceleri ve algılamalarının bizden farklı olabileceğini unutarak inancımızın paytaşılmadığı durumlarda saldır­ganlaşırız. Düşüncelerimize uygun düşmeyenleri kovuştururuz. Biz, başkasının düşüncesini bir başkasına zorla kabul ettirmek isteriz. Böy­lece insanlıkla ilgili olan ilişkiler gevşer ve herkes birbirini düzeltmeye kalkışır. Bu tür davranışlar, kendini yaratma eğiliminden kaynaklanır. Bu bakımdan ilkel benciller için geçerli olan "ben" yerine bir başkası­na yönelik "o" demek daha rahatlatıcı bir olgudur." [1067]

İnsanlar yaptıkları davranışların uygunluğunu ayırt etme hususun­da zorluklar yaşarlar. Yaptıkları yanlışlıkları hemen göremezler. Bun­dan dolayı onların yanlış davranışlarını affetmek, insanlara ve özellik­le çocuklara yaptıklarını anlamada zaman tanımak, gerek eğitimde gerekse insan ilişkilerinde önem kazanmaktadır. Ancak affetmek, yanlışlıkları görmezlikten gelmeye doğru gitmemelidir. [1068]

Karşıdakine değer vermeden yapılan eleştirilerin ve tartışmaların genellikle olumsuz neticelendiği bilinen bir gerçektir. Bunun yanında bir nevi zorlama anlamına gelecek aşırı yüklenmelerden, dini öğrenil­mez ve yaşanmaz hale getirecek tutum ve davranışlardan sakınmak gerekir.

"Sen af yolunu tut, iyi olanı emret, bilgisiz kalmayı tercih edenleri kendi hallerine bırak." [1069] Burada "af yolunu tut" emri; in­sanların eylem ve tavırlarından sana kolay geleni, uygun olanı seç; in­sanların sırtına gereksiz yükler yüklemeksizin işleri onlar için kolaylaştır ve onlar için çok zor olacak çabaları isteme onlardan. Hata içinde olanlara sert ve zorlayıcı olma, insan fıtratının kabule yatkın olduğu yolu tut, şeklinde yorumlanmıştır. [1070]

Hz. Peygamber:

"Kim bir müslümanın üzüntüsünü giderirse, Al­lah da onun kıyamet günündeki bir üzüntüsünü giderir. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun dünyada ve ahirette sıkın­tısını giderir. Kim bir müslümanın kusurunu örterse, Allah da onun dünyada ve ahirette kusurunu örter. Kul kardeşinin yardımında oldukça Allah da onun yardımındadır" [1071] buyururken bir yandan paylaşma­nın, yardımseverliğin gereğine işaret etmekte diğer yandan da bağış­layıcı ve hoşgörülü olmanın önemine dikkat çekmektedir. Kur'an'da, gönül alıcı bir söz ve bağışlama; peşinden incitmenin geldiği bir yar­dımdan daha hayırlı sayılmıştır. [1072]

Allah, Hz. Peygamber'den insanların kusurlarını güzellikle ve ol­gunlukla karşılamasını, hiddet ve nefretten uzak durmasını, yumuşak ve hoşgörülü davranmasını ve inananlara kol kanat germesini iste­mektedir.[1073] Zira Allah hoşgörü sahibidir ve bütün işlerde hoşgörü sa­hibi olunmasını istemektedir. [1074]

Hoşgörü; şiddetin, zorluğun ve zorbalığın olmadığı bir tahammül hali, bir ruh disiplinidir ki başkalarının haklarına, düşüncelerine, ken­dini ifade etmesine saygı göstermeyi gerektirir. Diyalogun, iletişimin başlaması ve sürmesi için kuşkusuz hoşgörüye ihtiyaç vardır.

Hoşgörü, kötülüğü bile iyilikle karşılayacak bir ruh yüceliğidir. Kur'an, Hz. Peygamber'den kötülüğü daha güzel olan ile savmasını öğütlemekte ve bu takdirde düşmanlık besleyen birisinin bile dost ola­cağını bildirmektedir. [1075] Keza, kötülüğü iyilikle savmak, Kur'anda akıl ve sağduyu sahiplerinin bir niteliği olarak gösterilmiştir. [1076]

Hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmek için her şeyden evvel kişinin özeleştiri yapması, tecessüsten, başkalarının kusurlarını araştırmak­tan, kötü zandan, önyargılardan uzak durması ve sabırlı olması gerek­mektedir.

Eğitim-öğretim söz konusu olduğunda eğitimcinin hoşgörülü, es­nek ve bağışlayıcı olması muhatabı ile kuracağı iletişimin etkili ve sü­rekli olması bakımından önemlidir. Eğitimci olayları her yönü ile de­ğerlendirir, öğrencilerinin ve meslektaşlarının fikirlerine saygı'duyar, yeniliklere ve gelişmelere açık olursa mesleğinde daha başarılı olmak­tadır. Kendi doğrularını tek doğru olarak gören ve sunan, kendisinin­kinden farklı öğrenci fikir, değer ve tutumlarına karşı önyargılı davranan öğretmenler hem çatışmaya hem de öğrencilerinin tek yönlü yetişmesine neden olurlar. Dolayısıyla öğretmen, öğretim etkinlikleri dü­zenlerken öğrencilerin ihtiyaçlarının farkına vararak, programda on­ların ihtiyacına uygun değişiklikler yapabilmeli, alternatif öğretim et­kinlikleri sunabilmelidir. [1077]

Bunların yapılabilmesi için öğretmenin açık fikirli, esnek, uyarla­yıcı olması gerekir ki bunlar yukarıda açıklamaya çalıştığımız insana saygı ve hoşgörü ile yakından ilgilidir. Hoşgörünün olmadığı bir or­tamda insanlar fikirlerini ifade etmekte güçlük çekmekte, bu durum bazen ikiyüzlü tutum ve davranışların gelişmesine bile zemin hazırlayabilmektedir.

Bütün bunlar okul ortamı için böyle olduğu gibi özellikle halkla iliş­kilerde daha da önemlidir. Yetenek, birikim, ihtiyaç ve beklentiler ba­kımından karmaşık bir yapıya sahip yetişkin kitleler ile muhatap olan­lar daha fazla hoşgörü göstermek durumundadır. [1078]

 

G. Mütevazı Olmak

 

Tevazu; bilgi, makam ve servet bakımından kendinden aşağı olan kimselere karşı kişinin kendisinde bir üstünlük görmemesi, üstünlük duygusuna kapılmamasıdır. Bu tavır muhataba değer vermekle ilgili­dir. Kur'an'da insanların Allah katında değerlerini belirleyen bir takım özelliklere işaret edilmekle birlikte insan, sadece insan olması bakı­mından bile değerli görülmektedir.

Hz. Peygamber görevinin gereği herkesle ilgilenmiş ve herkese la­yık olduğu değeri vermiştir. Görevini tam olarak yerine getirebilme ve mesajı daha geniş kitlelere yayma amacıyla bile olsa etrafındaki fakir ve zayıf insanlara karşı gösterdiği mesafeli tavırlar ilâhî uyarıya konu olmuş [1079], onlara tevazu ile kol kanat germesi istenmiştir. [1080]

Bu bakımdan insanları eğitmekle görevli olanlar, bilhassa din eği­timcileri konuşmalarında, giyim kuşamlarında, tutum ve davranışların­da mütevazı olmak ama aynı zamanda vakur olmak durumundadır. Vakar, kişinin zillete düşmemesi için gerekli bir niteliktir. Zira tevazu ve vakar kişilikte denge halidir. Türkçedeki "Kendini bilmek" deyimi bu denge halini ifade etmektedir. Tevazuun aşırılığı zillete, vakarın aşı­rılığı ise kibre götürmektedir.

Kur'an'ın, Hz. Peygamber'in şahsında onun yolunda olanlara bu hususta buyruğu çok açıktır:

"Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma; çünkü ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin." [1081]

Hz. Muhammed’in, vahiyle ilgili olmayan tecrübeye dayalı dünya işleriyle ilgili görüşlerinin hatadan uzak olmadığını söylemesi [1082] ve be­şer vasfına vurgu yapması da muhatabı kendisine yaklaştıran ve ona güven veren alçakgönüllü bir tutumdur.

İlim sınırsız, insanların bilgileri sınırlı olduğuna ve eğitim-öğretim karşılıklı bir etkileşim faaliyeti olduğuna göre eğitimcinin de eğittiği kimselerden alacağı şeyler olacaktır. Muhatapları öğrenmeye karşı ce­saretlendirmek ve onlara destek olmak için olumsuz davranışlarından çok olumlu davranışlarının ön plana çıkarılması, onlara değer verilme­si eğitimciden beklenen görevlerdir [1083] ki bunların hepsinin "alçakgö­nüllü olmak ile yakın ilgisi vardır. [1084]

 

H.Giyim Kuşam, Fizik Görünüş ve Temizliğe Özen Gös­termek

 

Daha ilk nazil olan ayetler, Hz. Peygamber'den temiz bir halde bulunmasını istemektedir. "Elbiselerini temizle ve bütün pisliklerden kaçın" [1085], ayetini bunlar arasında sayabiliriz. Kur'an yorumcuları, bu ayette geçen siyab'ın mecazi olarak elbisenin örttüğü şey, kişinin be­deni veya daha geniş anlamda onun kişiliği yahut kalbi hatta ruhi durumu ya da davranış tarzım gösterdiğine işaret etmişlerdir. Bura­da gerek beden gerekse elbise temizliğini anlamak mümkün ise de ki­naye yoluyla kastedilenin; benliği arındırmak [1086], kalbin bütün kötülük­lerden temizlenmesi olduğu üzerinde durulmuştur. [1087]

İletişimde kaynağın çekiciliği tutum değişimini etkileyen önemli bir faktör olarak tespit edilmiştir. Buna göre, dış görünüş ve fiziksel özellikler kaynağın güvenilirliğini, saygınlığını ve sevilebilirliğini etkile­mektedir. [1088]

Kişiler arası iletişimde sözlü iletişimle birlikte etkin olan, susma, sesin rengi ve müziği, beden dili, mekân ve zaman özelliklen, renk ve giyim kuşam kodlarını içeren sözsüz  iletişim [1089] üzerinde bugün önemle durulmaktadır. Dış görünüm, giyim kuşam, tanımadığımız bi­risi hakkında ilk izlenimlerin oluşmasında önemli bir faktördür. Çünkü dış görünüm ve giyim kuşamın verdiği ilk izlenimler daha sonraki ile­tişimi etkilemekte ve yönlendirebilmektedir. Yerine ve zamanına uy­gun olmayan giyim kuşam, aslında çok kıymetli olan nice mesajların yerine ulaşmamasına neden olabilmektedir

Bir kimsenin dış görünümü, giyim kuşamı onun kişiliği ve yaşam biçimi hakkında bazı ipuçları verebilmektedir. Giyim kuşamın gerekti­ğinde toplumsal statüyü belirlemede, böylece de ilişkilerin ve iletişimin düzenlenmesine yardımcı olma özelliği yanında başka özellikleri de belirlenmiştir. Buna göre, kişinin beğenilerini, o anda içinde bulundu­ğu ruhsal durumu, karşısındakilere verdiği önemi, değeri ya da üstün­lük taslama çabası içinde olup olmadığını sözleri ve bedeni kadar gi­yim kuşamı da yansıtmaktadır. Kişiler arası iletişimde önemli olan iz­lenim yaratma açısından giyim kuşamın rolü önemli bulunmakta­dır.[1090]

Hz. Peygambere kılık kıyafet güzelliğinin kibirden sayılıp sayılma­yacağı sorulduğunda:

"Allah güzeldir güzeli sever" buyurmuştur. [1091] Kıyafet seçimine gösterilen özen, kişisel zevk ve tutumları yansıttığı kadar, hedef kitleye verilen değeri de gösterir. [1092] Dini iletişim açısın­dan en uygun kılık kıyafet şekli, içinde bulunduğumuz toplumun has­sasiyetlerini ve genel kabullerini dikkate alarak kendimize ve konumu­muza uygun olanıdır. Toplumun genel kabullerini dikkate almayan ki­şinin, hem kendine hem de diğer insanlara karşı saygısının olmadığı düşünülür. Böyle birisinin insanlarla sağlıklı ilişki ve iletişim kurması beklenemez. [1093]

Bu durumda dini öğretme görevi üstlenenlerin ahlak güzelliği ya­nında, düzgün, temiz, gösterişe kaçmadan sade ve hoşa giden bir kı­lık ve kıyafet içerisinde olmaları muhataplarını olumlu yönde etkileye­cek, iletişimi etkili kılacaktır. [1094]

 

I. Anlaşılır ve Etkileyici Dil

 

"...Onların içlerine işleyecek güzel söz soyle! " [1095]

"Dilimin  düğümünü  çöz  ki,  söyleyeceklerimi anlayabilsinler…” [1096]

"Güzel sözde büyüleyici bir güç vardır." [1097]

Dil, konuşma ve düşünme aracımızdır. Algılarımızı, yorumlarımı­zı, yargılarımızı ve bilgilerimizi ifade edebilmek için dile muhtacız. "Gerçeği" örgütlememizi, onun hakkında düşünüp anlam verebilme­mizi ve düşüncelerimizi iletebilmemizi dil sağlamaktadır. [1098]

Dil, temel bir iletişim aracı, bir kodlama sistemi olarak aynı dili kullanan insanların ortak anlaşma zeminini oluşturur. Ortak dil üzerin­de somut anlamların kodlanmasında farklılık ve çelişkiler görülmez. Ancak soyut anlamların kodlanmasında durum biraz daha farklıdır. İn­san zihni, soyut anlamları kavrayabilmek için onları somut olanlara benzetme yönüne gider. Soyut anlamların aktarılmasında aktaranın birikim ve yetenekleri ile bunların muhataba uygun olarak anlamı ta­şıyacak şekilde düzenlenmesi birlikte önem kazanır. Bu husus başka konularda olduğu gibi dini anlamları ve değerleri aktarma ve paylaş­ma konusunda da ciddi bir sorun oluşturur. [1099]

Dini en güzel ve doğru şekilde öğretmek için dil en önemli araç­tır. Fakat din dilinin kullanılması daha hassas ve dikkatli olmayı gerek­tirmektedir. Dilin etkileyici biçimde kullanılması için söz söyleme be­cerisi gerekir. Dilin hem konuşan hem dinleyen açısından semantik, sentaks ve pragmatik olmak üzere üç boyutundan bahsedilmektedir.

Nitelikleri Bunlar kelimelerin anlam bağlantılarını, anlamlı dizilişlerini ve kullanı­lış amacı ve muhatap üzerindeki etkilerini ifade etmektedir. [1100]

Bu durumda konuşmacı sözlerini bir yandan belli bir anlamı açık­ça ortaya koyacak ifadelerle düzenlerken, bir yandan da aynı anlamın muhatap tarafından anlaşılabilir olma ve yararlı olma şartlarını göz önünde bulunduracaktır. [1101] Dolayısıyla dilin etkili bir iletişim aracı ola­bilmesi için öğreten ve öğrenen için ortak anlamlar taşıması ilk şarttır. Kur'an, iletişim aracı olarak dilin anlaşılırlığı üzerinde önemle dur­maktadır. Her şeyden evvel her elçinin kendi kavminin diliyle gönde­rildiğine dikkat çekilmiş [1102], Kur'an'ın da düşünüp anlaşılması için Arapça olduğuna ve Hz. Peygamberin kendi dilinde kolay anlaşılır kı­lındığına [1103] vurgu yapılmıştır.

Hz. Peygamber dilindeki fesahati Beni Sa'd yurdunda yetişmesi ve Kureyş içinde doğmasına bağlayarak açıklamıştır. Bununla da badiye Arapçasının saflık ve berraklığı ile şehir Arapçasındaki sanat ve güzelliğin kendisinde toplandığını anlatmıştır ki [1104] burada da dilin ile­tişimde, dolayısıyla eğitim-öğretimdeki etkileyici rolü vurgulanmış ol­maktadır.

Kur'an dilin, açık ve anlaşılır olması yanında üslûp bakımından dinleyicilerde iyi duygular oluşturacak şekilde etkileyici bir güzellikte olmasını da istemektedir.

Kur'an'da yer alan söz [kavi] çeşitleri, özellikle dini hitabette bulu­nanların sahip olmaları gereken hitap tarzının genel niteliklerini orta­ya koymak bakımından önemlidir. [1105] Kur'an'da muhataplarla ilgili olan söz çeşitleri şunlardır:

“Kavl-i Ma'rûf [Güzel, yapıcı söz] [1106]

“Kavl-i Meysûr [Gönül alıcı, teselli edici, yumuşak söz [1107]

“Kavl-i belîğ [Müessir, etkili söz] [1108]

“Kavl-i Sedîd [Doğru, sağlam söz} [1109]

“Kavl-i Leyyin [Yumuşak, tatlı söz] [1110]

“Kavl-i Kerîm [Nazik, saygılı söz] [1111]

“Kavl'i-Mü'minin [İnananların sözü] [1112]

Kur'an'ın kendisi de kavlun fasl [hakkı batıldan, doğruyu yan­lıştan ayıran söz] [1113] olarak nitelendirilmiştir.   Kur'an-ı  Kerim'de "kavi" kelimesi yerine ve muhataplara göre değişik kelimelerle vasıflandırılmakta, böylece stratejik bir hüviyet kazanmaktadır. [1114]

Sözlü ve sözsüz iletişim yahut konuşma dili ve beden dili ileti­şimde birbirinin tamamlayıcısıdır. Kişilerarası iletişimde kullanılan söz­cükler bilgi aktarımı görevini yaparken; sesin tonu, ritmi, yükselip al­çalması, monotonluğu, tınısı, araya konan mesafe, giyim kuşam özel­likleri, vücudun duruşu bazen konuşulanların öneminin, bazen de yer­sizliğinin göstergesi olsa da, hüzün, samimiyet ve tereddütlere dair duyguları aktaran sözsüz iletişim öğeleridir. [1115]

İnsanlarla karşı karşıya gelindiğinde veya çeşitli şekillerde ilişkiler­de öncelikle beden dili kullanılır ve beden dili ile birbirlerine anlatmak istedikleri, çözülmeye çalışılır. İnsanlarla anlaşmada beden dili ile veri­len mesajların temel araç oluşu da bundandır. [1116] Yüz yüze bir iletişim yapılandırılmasında ortalama olarak sözcüklerin % 10, ses tonunun % 30'luk rolüne karşılık, beden dilinin % 60'lık baskın bir rolü olduğun­dan söz edilmektedir. [1117] Bu oranlar kişiler arası ilişkilerin ve iletişim ortamının özelliklerine göre daha az/çok olabilirse de, beden dilinin iletişimdeki rolünü yadsınamaz biçimde ortaya koymaktadır. [1118]

İnsan bedeninin en dikkat çeken yeri yüz yüzde en çok dikkati çe­ken yer ise gözlerdir. Yüz ifadeleri, çok hızlı değişebildiğinden bunları anlamak o kadar kolay olmamaktadır. Gözler ise başlı başına bir me­saj kaynağıdır. Göz ilişkisi kurulduktan sonra diğer ilişkiler yavaş yavaş kurulabilir. [1119] Göz iletişimi söze dayanmayan iletişimin en etkili olan­larından biridir. Bu bakımdan eğitim öğretim faaliyetlerinde gözlerin önemli bir rolü vardır. Eğitimci göz iletişimi ile bazı etkinliklerde bulu­nabilir. Öncelikle göz iletişimi ile öğrenci durumunda olan muhataplar eğitimcinin kendileriyle ilgilendiğini anlayabilir. Öğrenciler görüşlerini açıklarken, öğretmenin kendilerine bakmalarından hoşlanabilirler. Ay­nı zamanda göz iletişimi söze dayalı olmayan donüt işlevini de göre­bilir. Keza, göz iletişimi öğretmenin kendisine güvendiğinin bir göster­gesi de olabilir. Uygun ve yerinde yapılan beden hareketleri de etkili bir iletişim için gerekli olabilmektedir. [1120] Bilhassa anlatma yöntemi de denilen takrir yönteminin etkili olabilmesi için dil becerisine sahip ol­mak eğitimci için önemli bir nitelik olarak ortaya çıkmaktadır.

Şu halde, konuşma dilini kullanma kadar beden dilini kullanma yeteneği ve becerisi de dini anlatma ve öğretme görevinde bulunan­larda bulunması gereken bir niteliktir. Dinin anlatılması ve öğretilme­sinde bilişsel iletiler yanında duygusal iletiler de yer almaktadır. İnsa­nın bilişsel iletileri aktarmada temel aracı olan konuşma dili, duygu ve coşkularını dile getirmede çoğu zaman yetersiz kalabilmektedir.

Bu nedenle duygusal konuşmalar jestlere, mimiklere en çok baş­vurulan konuşmalardır. Sözcükler genellikle içerik bilgisi taşırlar, söz­süz iletişim ise duygusal bilgiyi dışa vurur. Sözsüz iletişim daha çok iliş­kilerin belirlenmesinde ve/veya duyguların dile getirilmesinde rol oy­nar. [1121]

Aktarılan bilgi, duygu ve düşünceler bir yanlışlığa yol açmadan ve hiçbir şüpheli nokta kalmayacak biçimde bütün boyutları ile anlaşılır ve yorumlanabilirse iletişim amacına ulaşmış olur. Alıcı ile verici ara­sında sağlıklı bir iletişim kurulamıyorsa anlatım kusurlu demektir. [1122]

Bu bakımdan dinin öğretilmesi görevini yerine getirmekle sorumlu olanlar konuşma dilinin ve beden dilinin inceliklerini bilmek ve bun­ları en etkili biçimde kullanmak durumundadır. Ses tonunun konuşma­nın özelliğine ve muhataba göre ayarlanması, diksiyon, jest ve mimik­ler, göz iletişimi, ayrıca tane tane konuşmak, az-öz ve yeteri kadar ko­nuşmak, kelime ve kavramları özenle seçmek ve en önemlisi dini kav­ramların muhatabın anlayacağı günlük dile aktarılarak verilmesi dikkat edilmesi gereken hususlardan bazılarıdır. [1123] Konuşurken kanıtla konuşmak, kesin bilgi sahibi olunmayan hususlarda dikkatli olmak, bilgi kaynaklarını etkili kullanmak, güvenilir kaynaklardan yararlanmak, birleştirici olmak, bölücü ifadelerden kaçınmak, kavramları yerli yerin­de kullanmak, bilinci uyandırmak ve duygulan terbiye etmeyi amaçla­mak ve bütün bunları yaparken Allah'a dayanmak ve güvenmek [1124] de konuşmada dikkat edilmesi gereken prensiplerdendir.

Bütün bunlardan sonra denilebilir ki, dil önemli bir iletişim vasıta­sıdır ama iletişimi olumlu olarak etkilediği gibi olumsuz da etkileyebil­mektedir. Kullanılan üsluba göre büyüleyici bir gücü olduğu gibi, ileti­şimi tamamen kesen bir etkisi de vardır. Bu nedenle dili etkili kullan­mak için bir takım kurallara uymak gerekmektedir ki bunlara yukarı­da işaret edildi. Şunu vurgulamak gerekir ki bu kuralların başında hiç kuşkusuz, muhataba saygı göstermek, muhatabın değer verdiği şeyleri dikkate almak [1125] gelmektedir. [1126]

 

J. Yüksek Basan Beklentisi [Coşku]

 

Eğitimcinin öğrencilerden beklediği başarı ile öğrencilerin başarısı arasında yüksek ilişki tespit edilmiştir. Bu nedenle öğretmen, öğrenci­lerinin başarılı olacağına inanmalı ve onları başarılı olmaları için des­teklemelidir. Araştırmalar, eğitimcinin öğrenciden beklentisi yüksek olduğu zaman öğrencinin daha çok öğrendiğini göstermektedir, öğ­retmen başarısı ile öğrenci başarısı arasındaki ilişkinin nedeni açık olmakla birlikte, eğitimcinin bir öğrencisiyle ilgili beklentisi yüksek oldu­ğu zaman ona daha çok zaman ayırdığı, onu öğrenmeye teşvik ettiği, öğreneceğine inandığı için öğretme sürecinde daha dikkatli olduğu söylenebilir. Tam tersi durumda ise eğitimci, bir öğrencinin başarılı olacağına inanmadığı zaman ona fazla emek harcamamakta ve onu başarısız kabul ederek değiştirmeye çalışmamaktadır [1127].

Hz. Peygamber'in, egitim-öğretim faaliyetlerinde muhatapların­dan yüksek başarı beklentisi içinde olduğu görülmektedir. Bu beklen­ti öylesine yüksektir ki, süreç olumsuz neticelendiğinde son derece üzülmekte hatta çoğu zaman ilâhî ikaza muhatap olmakta, zaman za­man da teselli edilmektedir. İşlediği kötülüğü iyi görecek kadar gözü kararmış olanların öğretime müsait hale gelmemesi karşısında Kur'an'da Hz. Peygamber'in tatlı ve müşfik bir üslupla uyarıldığını görmekteyiz.

Hz. Peygamber'in bu yönüne işaret eden ve eğitimcinin gayreti­nin önemli olmasına karşın din eğitiminde hidayet gerçeğini ortaya koyan ayetlerden birkaçına kısaca temas edelim:

'[İnsanların bîr kısmı, ulaştırdığın mesaja] inanmıyorlar diye [üzüntüden] neredeyse kendini tüketeceksin" [1128] "Peki ama onlar bu mesaja inanmak istemiyorlarsa [inansınlar diye] kendini mi pa­ralayacaksın?" [1129]

"Şimdi sen, [hakkı inkârda ısrarlı olanların] doğru yola erişmelerini tutkuyla istesen de [bil ki] Allah, sapıklık içinde kalmalarına hükmettiği kimseleri doğru yola eriştirmez..," [1130]

"İn­kâr edenin inkârı seni üzmesin." [1131]

"Artık onlara üzülerek kendini harab etme, Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir." [1132]

Hz. Peygamber'in muhataplarından üstün başarı beklentisinde, görevine gösterdiği ciddiyet ve saygının yanı sıra insan sevgisi ve kimsenin ilâhî mesajdan mahrum kalmamasına gösterdiği özenin, rahmet Peygamber'i oluşunun etkisi büyüktür. Nitekim o, bir tek insanın hidayetine vesile olmayı dünyanın bütün nimetlerinden üstün saymıştır.[1133]

Yüksek başarı beklentisi içinde olmak kuşkusuz eğitim gibi zor bir görevi ifa etmeye çalışanların önemli bir özelliği olmalıdır. Ancak eği­timin muhatabı durumunda olan insanı istenilen hale getirmek her za­man mümkün olamamaktadır. İnsanların kimi eğitimi kolay kabul ederken, kimi zor kabul etmekte, kimi de neredeyse hiç kabul etme­mektedir.

Eğitimin önemli hedeflerinden birisi insanın kendini gerçekleştir­mesine yardımcı olmaktır. Din eğitimi, insanın kendini gerçekleştir­mesi için önemli katkılar sağlamaktadır. İnsanın ilişkilerini çok boyut­lu hale getirmekte varlığını yaşadığı sınırlı zaman diliminin ötesine, sonsuzluğa taşımaktadır. Bu anlamda insana geniş bir alternatifler ze­mini sunmakta, bütün yeteneklerini kullanabileceği ortamlar oluştur­maktadır.

Kur'an'ın Hz. Peygamber'e gösterdiği rehberlik ilkesi, insanları belli bir yönde gitmek zorunluluğunda bırakmaktan ziyade, üzerinde yaşadıkları yolun dışındaki alternatifleri de göstermek ve bu şekilde kendileri için doğru olanı seçmelerine yardımcı olmaktır. [1134]Nitekim Kur'an bunu açıkça ortaya koymaktadır:

"Doğrusu Rabbinizden size gerçeği anlama ve kavrama araçları verilmiştir, O halde kim ger­çeği görmek isterse kendi lehine ve kim de körlüğü tercih ederse kendi aleyhine davranmış olur. Ben sizin üzerinize bekçi değilim " [1135]

Kur'an'ın son Peygamber'e verdiği bu öğüt, insanın karar verme kabiliyetini kullanabilmesi ilkesini benimseyen çağdaş rehberliğin amacı ile uyuşmaktadır. Çünkü rehberlikten beklenen, ferdin yeteneklerinin değerine inanarak ve bu yeteneklere uygun eğitim ve rehberliği vererek onun yeteneklerini geliştirmesini sağlamak, ferdin her manada tam ve olgun bir insan olmasında kendisine yardımcı olmaktır. [1136]

Din, insanın zihinsel, duygusal, toplumsal vb. bütün tutum ve dav­ranışlarını düzenleyici bir etkiye sahiptir. Bununla birlikte bütün muhataplardan iletilen mesaja aynı olumlu tepkiyi vermesini beklemek eğitimciyi umutsuzluğa düşürebilir, görevle ilgili şevkini ve iştiyakını kırabilir. Muhatapları belli bir yönde davranmaya zorlamak veya böyle bir beklenti içerisine girmek yerine onlara farklı seçenekler su­narak uygun olanını seçmelerine yardımcı olmak din eğitiminden beklenen rehberliğin gereğidir. Dolayısıyla, din eğitimi ve öğretimi ile uğraşanların bu durumu göz önünde bulundurmaları, beklentile­rinde azimli olmakla birlikte sabırlı olmaları da bu görevin gerekleri arasındadır. [1137]

 

K. Azimli ve Sabırlı Olmak

 

Bir görevi üstlenmek, o görevin gereklerini yerine getirmek ve he­defe ulaşmak ancak disiplinli bir sabır eğitimi ile mümkündür. Her gö­revin zorlukları, meşakkatleri, sıkıntıları vardır. Dinin insanlara öğretil­mesi, dini tutum ve davranışların benimsetilmesi kolay olmamaktadır. Erdemli davranışların, sıra dışı başarıların kazanılması, özellikle asırla­rın birikimi olan kabullerin, değerlerin değiştirilmesi büyük bir azim ve sabır gerektirmektedir.

Dini insanlara anlatma ve öğretme görevi yürütmenin bir Pey­gamber mesleği olması, bunu en güzel şekilde yapıp başarma husu­sunda insana heyecan vermekte ama güçlükleri konusunda da ürküt­mektedir. [1138] Peygamberlerin üstlendiği görevler son derece ağır ve zordur. Bütün peygamberler görevlerini yerine getirirken çeşitli güç­lüklere ve eziyetlere uğramışlardır.

Eğitim ve öğretime muhatap olan insanlar algılamada, iletişimde, öğrenme durumlarında farklılık göstermektedir. Bunların her birinin seviyesine, ihtiyacına ve beklentisine uygun davranmak, uygun yön­tem ve teknikler kullanmak bu hususlarda bilgili olmayı gerektirdiği kadar azimli ve sabırlı olmayı da gerektirmektedir. Ayrıca bu doğal du­rumun dışında bazen de kasıtlı olarak itirazlara, alaya, hakarete ma­ruz kalmak söz konusudur. Kur'an'da bu hususa vurgu yapılırken Hz. Peygamber'in görevi esnasında karşılaşacağı zorluklara azim ve karar­lılıkla sabretmesi istenmiştir:

"O halde sen de, azim sahibi elçilerin sabrettikleri gibi sab­ret..." [1139]

"Sabret, Allah'ın va'di gerçektir” [1140]

"İnsanların [senin aleyhinde] söyleyebileceği her şeye sabırla katları ve onlardan uy­gun şekilde uzaklaş" [1141] "Sabret, sonuna kadar dayan: çünkü Al­lah iyilik yapanların hak ettiği karşılığı hiç bir şekilde zayi et­mez!" [1142]

Kur'an'da sabrı tavsiye eden çok sayıda ayet vardır ve Kur'an'da sabır; Allah'a karşı kulluk görevlerinin yerine getirilmesinde karşılaşı­lan meşakkat ve zorluklara; insanlarla ilişkilerde onlar tarafından ge­lecek eza, cefa ve sıkıntılara; Allah'ın koyduğu sınırlara riayet ve bil­hassa yasakların cazibesine ve başa gelen bela ve musibetlere karşı gösterilecek çok geniş bir alanı kapsayan aktif bir eylemdir.

İnsanlar bir faaliyete giriştiğinde onun semeresini hemen görmek isterler. Bunu göremedikleri takdirde karamsarlığa düşebilirler. İnsan­ları etkilemek, tutum ve davranışlarında istendik yönde değişiklik mey­dana getirmek gibi bir hedefi olan eğitim-öğretim faaliyetinde bu bek­lentiye ulaşmak uzun bir süreci gerektirmekte, bazen de hiç karşılanamamaktadır. Dini anlatma ve öğretme görevini yürütenler için Kur'an, bu konuda çok açık mesajlar vermektedir:

"Gerçek şu ki, sen her sevdiğini doğru yola yöneltemezsin; fa­kat Allah'tır isteyeni/istediğini doğru yola ileten...” [1143]

O halde sabırlı olmak, dini anlatma ve öğretme konumunda olan­lar için gerekli bir niteliktir. Azmin, kararlılığın, görevle ilgili iştiyakın sürmesi, sabrın doğru işletilmesi ile yakından ilişkilidir.

Her çağdaki ve düzeydeki insanın eğitilmesinde, muhatabın duru­mundan kaynaklanan bir takım güçlükler vardır kuşkusuz ama özelliğe hedef kitle yetişkinler olduğunda bu husus daha da önem kazanmakta­dır. Zira yetişkinler, yüksek düzeyde bağlandıkları bir takım tutum ve ina­nışlara sahiptirler ve bunların değiştirilmesi oldukça güçtür.[1144]

Azimli ve sabırlı olmanın yaradılışla olduğu kadar sonradan kaza­nılan yaşantılarla da kuşkusuz alakası vardır. Muhatabın yaşı, cinsiye­ti, inanış ve değerleri, eğitim durumu, ilgisi, ihtiyacı vb. özelliklerinin bilinmesi ve bunların eğitim öğretim etkinlikleri için ne anlama geldi­ğinin farkında olunması, iletişim ve öğretim tekniklerinin, eğitim ilke ve yöntemlerinin özümsenmesi, sabırlı olmayı kolaylaştıran hususlar­dır. Eğitimcinin bilgisi ve deneyimi arttıkça buna paralel olarak sabır gösterme becerisi de artacaktır. Eğitimde sabırlı olmak demek, iste­nen neticeye ulaşmak için farklı alternatifler geliştirebilmek, farklı yöntemler uygulayabilmek ve bunların zorluklarına tahammül göstere­bilmektir. Bütün çabalara rağmen beklenen gerçekleşmediği takdirde de yeni girişimler için gerekli olan coşkuyu kaybetmemektir. [1145]

 

L. Bilgi İnanç ve Hareket Bütünlüğü

 

Bilgi, inanç ve hareket bütünlüğü ile kastedilen, düşünce, duygu ve aksiyon arasındaki ahenk ve birliktir. Dini yaşayışta duygu, düşün­ce ve iradi fiillerin birbirleri üzerinde karşılıklı tesirleri olduğu, bu etki­ler içinde dini duygunun, benlik sınırlarını atlayıp bir davranış veya va­ziyet alış ile fiil sahasına çıktığı tespit edilmiştir. Bu durumda dindar­daki iç sentez, yani düşünce, duygu ve irade arasındaki ahenk insanı tatmin eden mutlu kılan bir hal ortaya çıkarmaktadır. [1146]

Eğitim genel olarak devamlı ve karşılıklı bir etki olduğuna göre in­sanın iç ve dış dünyasını ilgilendiren bilgilerin birlikte düşünülüp kav­ranılmasını da gerekli kılmaktadır. Din eğitimi de insanın kendisiyle Tanrısı arasında benliğinin en yüce denemesi olarak düşünülebilir. Esasen her dinin yapısında iki şey aramak gerekir; dinin temel bilgile­ri ve din hayatı. Birincisi dinin ortaya koyduğu insan ve evren üzerin­deki açıklamalar, teklif ettiği emir ve yasaklar, inanışlar bütünüdür. İkincisi ise dini duygu ve düşünce üzerinde kurulan ferdin dini yaşayış­larıdır. [1147]

Dini yaşayışın fikri tarafı olduğu kadar duygu tarafı da vardır. Duy­gular davranışa yön verir, tutum ve davranışlara önderlik ederler. Ki­şinin bütün etkinlikleri duyguları ile birlikte bulunur. Duygular insan davranışlarının, hayattaki uyum ve uyumsuzluklarının en önemli et­menleri arasındadır. [1148] Dinî duygu, sürekli olarak ilâhî âleme yönelik ve oraya doğru yükselme çabası içindedir. Bağlanma duygusundan farksız olan bu duygu sonlunun sonsuz olan yüce kuvvete yönelmesi, güvenmesi, sığınması ve teslim olmasıyla sonuçlanmaktadır ki bu du­rum dinî duygunun yöneltici ve bağlayıcı bir özelliğe sahip olduğunu göstermektedir. [1149]

İnanma, öğrenme ile başlar. Öğrenme inanmaya, inanma ise be­lirli ölçüde dini yaşayışa açılır. Bu da hayatın akışı içinde kendisine uy­gun fiil ve hareketlerle dışa yansır. Dini inancın öğrenilmesi, belirli bir gelişmeden sonra insanı dinin beklentilerine uygun davranışta bulun­maya ve dini bir hayat yaşamaya davet eder.

İnanç, insanı samimiyetle bağlanmaya götürmektedir. Bu bağlan­ma ile insan aynı zamanda yüksek değerle birlikte yaşıyor demektir. Bu inanç ve bağlanma insanı endişelerinden, korkularından ve güven­sizliklerinden uzaklaştıran ona emniyet ve sükûn telkin eden bir özel­liğe sahiptir [1150].

İnanma her şeyden önce samimiyet, güven ve bağlanma mese­lesidir. Bu içten benimseme, istenene ve umulana doğru bir gidişi ge­rekli kılmaktadır. Bu bakımdan Kur'an, Hz. Peygamber'in Allah ile ilişkilerini düzenlerken bazı esaslar ortaya koymuştur. Bilgi, inanç ve hareket bütünlüğünün gerçekleşmesine yönelik bu esasları şu baş­lıklar altında incelemek mümkündür: [1151]

 

1. Güvenme/Tevekkül

 

Sorumluluk üstlenen her insanın, bu sorumluluğun gereklerini ye­rine getirirken bazı sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır. Sorumluluk alanı oldukça sınırlı olan sıradan insanlar için bile hayatta altından kal­kılamayacak, çözüm bulmakta aciz kalınacak nice sorunlar vardır. Ge­rek sıradan insanların gerekse onların türünden olmakla beraber eğitim-öğretim gibi ağır bir görevin sorumluluğunu taşıyan Hz. Peygam­ber'in bu sıkıntılar karşısında dayanma gücünü artıracak donanımlar­dan birisi doğru bir tevekkül yaklaşımıdır.

Tevekkül lügatte, bir işte başkasına güvenip dayanmak, aczini iz­har edip onu başkasına havale etmek demektir.[1152]

Dînî terminolojide ise, başlanılan bir işte başarıya ulaşabilmek için, bütün gücün harcanması suretiyle kalbin Allah'a dayanması, O'na güvenmesi, O'ndan güç alması, O'ndan yardım istemesi ve O'ndan başkasına bel bağlamaması şeklinde anlaşılmaktadır. Tevek­kül, bir işin bütün gerekleri yerine getirildikten sonra, insan gücünü aşan noktalarda Allah'tan yardım istemek, işin sonucunu O'na hava­le etmek, psikolojik olarak rahatlamak ve moral gücü canlı tutmaktan ibarettir.

Esmâü'l-Hüsna içerisinde geçen Allah'ın isimlerinden birisi olan el-Vekîl de, Arapça'daki kelime yapısı bakımından tevekkül kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kur'an'da ondan fazla yerde geçmekte olup manası: "İşlerini gerektiği şekilde kendisine bırakanların işini dü­zeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temin eden" demektir. Nitekim şu ayetlerde bu anlamı görmek mümkündür:

"Allah'a tevek­kül et; vekil olarak Allah yeter." [1153] Allah'ın el-Veliyy, el-Hasîb, el-Kâfî, el-Vâfî, en-Nasîr, Hayru'n Nâsırin, el-Müsteân isimleri de el-Ve­kîl ismindeki anlamı taşıyan diğer isimleridir.

Allah, Hz. Peygamber'i bu konuda eğitmekte ve onu destekle­mektedir:

"O doğunun ve batının Habbidir, O'ndan başka tanrı yoktur. Yalnız O'nu vekil tut" [1154]

Tevekkülde tedbir ön şarttır. Tedbir, bilgi ve ihtiyat esasına daya­nır. Tedbirli kimse, karşılaşmaktan korktuğu her türlü olumsuzluğa karşı hazırlıklıdır. Meydana gelmesi muhtemel kötülüğün zararını ön­ceden hesap eder, gerekli önlemleri alır.

Ancak tedbirden sonra teşebbüs edilen bir işin sonunun iyi mi? kötü mü? olacağı her zaman kestirilemez. Görünüşte hayır olan nice serler olduğu gibi, şer olan nice hayırlar da vardır. [1155] Gerekli tedbirle­ri aldıktan sonra işin gerisini Allah'a havale etmek en azından insanı vehim ve endişelerden kurtarır. [1156]

Tevekkül, insan gücünün aciz kaldığı noktada tıkanıklıklara yol ver­mektedir. Gayret ile birlikte işlerse başarıyı ve moral gücünü yükselt­mektedir:

Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter! O'ndan başka tanrı yoktur. O'na dayandım, O büyük Arş'ın sahibidir.” [1157]

Tevekkül, dini öğretme durumunda olanlar için önemli bir mane­vî destektir. Tevekkül, işin hem başında, hem devam ettiği sürece hem de sonunda her faaliyette olduğu gibi dini öğretme gibi zor bir faali­yette de eğitimci için bir sığınak ve güç kaynağıdır.

Eğitim-öğretim faaliyetinin başında Allah'ın rızasını umarak ve ona uygun olarak her türlü hazırlığı, plan ve programı yapmak. Bu­nun için kendini müstağni görmeden, eksikliğin farkında olunması ge­rekir. Faaliyet devam ederken, karşılaştığı zorluk ve sıkıntılarda Al­lah'ın desteğini yanında hissederek sabır ve sebat göstermektir. Faaliyet sonuçlandığında ise, eğer başarılı olunmuşsa gurur geliştirmemek ve Allah'a şükretmek, başarılı olunamamışsa umutsuzluğa ve yılgınlı­ğa düşmemektir. İster başarılı olunsun isterse olunmasın samimi bir gayretle yeni teşebbüslere girişmek de tevekkülün gereğidir.

Demek oluyor ki, samimiyet, gayret, şükür, sabır, azim, rıza vb. hareketler tevekkülün içindedir ve tevekkül, zengin bir eylemsel duru­mu ifade etmektedir. [1158]

 

2. Sığınma/İstiâze

 

İstiâze lügatte, sığınmak ve yönelip bağlanmak [1159] anlamına gel­mektedir. Zaafları ve yetersizlikleri karşısında insanın kendini güvende hissetmesi için kendinden daha güçlü bir varlığa yönelmesi, ona sığın­ması ve bağlanması doğal bir ihtiyaçtır.

İnsan iyi-kötü duygu ve düşüncelerin etkisi altındadır. İnsanın-duy­gu ve düşüncelerinde, tutum ve davranışlarında şer güçlerin tahrik ve vesveselerine kapılmaması için bilinç ve idrak açıklığına ihtiyacı vardır. Dünyanın günübirlik telaşı içerisinde bu bilinç ve idrak açıklığını koru­mak kolay olmamaktadır.

Dünya hayatında insanı içinden ve dışından etkileyen bazı güçler, onun bilinç ve idrak berraklığını perdelemekte, hakikate ulaşma yolları­nı karartmakta, zihnini bulandırmaktadır. Bundan dolayıdır ki insanlar hakikat karşısında aynı duyarlılığı gösterememekte, doğru algılar gelişti­rememektedir. Bu noktada insanın hakikati görebilmesi ve kavrayabil­mesi, bilinci perdeleyen olumsuz duygu ve düşüncelerin etkisinden sıyrılabilmesi için Allah'ın korumasına ve yardımına ihtiyacı vardır. [1160]

İstiâze eylemi hayatın her safhasında, insanın her teşebbüsünde gerekli görülmektedir. İnsanın iç dünyasındaki iniş çıkışlar, çalkantılar, mücadeleler, tereddütler, arayışlar aralıksız sürmektedir. Bunun için belli bir zaman ve eylem belirtilmeksizin Hz. Peygamber'e şöyle buyrulmuştur:

"Allah'a sığın" [1161]

Kur'an, gerçek anlamda Allah'tan baş­ka sığınılacak varlık olmadığını da ifade etmektedir. [1162]

 

3. Yönelme/Bağlanma-Zikir

 

Zikr, lügatte bir şeyi telaffuz etme, öğrenilen-muhafaza edilen şe­yi zihinde hazır hale getirme, öğüt, haber, beyan, hatırlama, anma, yâdetme gibi anlamlara gelmektedir. [1163] Hatırlamayı ifade eden zikir; bir taraftan unutulanı hatırlamak diğer taraftan unutmamak için hatırda tutmak gibi iki yönlü bir mana taşımaktadır. [1164]

İnsan, yaratılmışların en şereflisi olmasına karşılık beşer olması hasebiyle pek çok zaafları da olan bir varlıktır. Bu zaaflardır ki kont­rollü ve bilinçli yaşaması için insanın eğitilmesini gerekli kılar. Kur'an'da unutma ve unutkanlık, insanın bir zaafı olarak görülmekte­dir. İnsan yaratılmış olduğunu, Yaratanını, Yaratanı ile yaptığı "Misak"ı, yüklendiği "Emanet'i, Allah'ın halifesi olduğunu, sıkıntılardan kurtuluşunu, nimetlere mazhar kılınışını vb. gerçekleri hep unutabilmektedir. Ancak insana unuttuğunu hatırlama yeteneği de verilmiştir. Hatta sadece yetenek vermekle insan kendi haline bırakılmamış, unu­tulan hakikatleri hatırlatmakla görevli elçilerle desteklenmiş, iç dünya­sı ve evren gerçekler üzerinde düşünmeyi sağlayacak uyaranlarla do­natılmıştır. Kur'an'ın kendisi de bu gerçekleri hatırlatan bir "Zikirdir. [1165]

Hz. Peygamber'in Yaratıcı ile ilişkilerinde öne çıkarılan hususlar­dan birisi de unutma ve gafletin zıddı olarak kullanılan zikir olmuştur:

"İçinden, yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sa­bah akşam Rabbini zikret, gafillerden olmal" [1166]

Kur'an, Allah'ı zikretmeyi hayatın anlam ve gayesi, Allah'ın insan şuurundan kaldırılmasını ise hayatın anlam ve gayesinin yok olması saymaktadır. [1167]

Allah'ı "hatırlama", insan faaliyetlerinin her birinin uygun bir şe­kilde bir araya geldiği ve bütünleştiği şahsiyetin sağlamlaşmasını sağ­lar. Allah'ı "unutma" ise parçalanmış varlık, dinden uzak yaşantı, ta­mamlanmamış ve nihayet dağılmış şahsiyet ve bütünü kaybetme pa­hasına ayrıntılarda boğulmak demektir. [1168]

İnanan insanın hayatının anlam ve gayesi Yaratıcıyla kurduğu irti­batın niteliğine göre belirlenir. Dindeki iman esaslarının amacı bu irti­batı temellendirmek; ibadet ve ahlâk esaslarının amacı ise bu irtibatın sağlıklı bir şekilde muhafazasını temin etmektir. [1169]

 

4. Yüceltme/Tesbih-Tekbir

 

Hz. Peygamber'in Allah ile ilişkilerini düzenleyen ilkelerden birisi de teşbihtir. Teşbih, Allah'ı noksanlıklardan tenzih etmek, yüceltmek, ta'zim etmek [1170] Allah'ı yaratılmışlara benzemekten tenzih etmek [1171] anlamlarına gelir.

Teşbih esasen, balığın suda, kuşun havada, yıldızların yörüngele­rinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla yüzmek manasına " sibahat "tan tef il babında geldiği için, çok yüzdürmek manasının ge­reği olarak çok uzaklaştırmak veya paklıkta, temizlikte çok ileri götür­mek anlamındadır. Yani teşbih, Allah Teala'yı tenzihtir. Bunun aslı da Allah'a ibadette süratle gidiştir ve gerek söz, gerek fiil ve gerekse ni­yet olsun ibadetin hepsi için kullanılmıştır. Teşbih, "namaz" anlamına geldiği gibi "sübhanallah" demek de teşbihin bir şekli olarak anlaşılmıştır. Teşbih her durumda Allah'ı zikir ve tenzihi ifade ederken, be­denen ve ruhen temizlenmeyi de kapsamış olmaktadır. [1172].

Teşbih Kur'an'da, namaz [1173], övgü [1174] ve tenzih [1175] manasına kul­lanılmıştır. Hz. Peygamber'e teşbih sorulduğunda; "Allah'ı her türlü noksanlıktan ve kusurdan tenzihtir'' diye cevap vermiştir. [1176]

Allah'ı teşbih etmesi hususunda Kur'an'da on beş ayette [1177] Hz. Peygamber'e emir vardır. Bu ayetlerden bir kısmında teşbih, "Rabbini hamd ile teşbih et" şeklinde hamd ile birlikte, bir kısmında ise "Rabbinin yüce ismini teşbih et" şeklinde yalın bir ifade ile geçmek­tedir. Teşbihin hamd ile birlikte zikredilmesi dikkat çekmektedir. Teşbih, Allah'ın celal sıfatına; tahmid, ikram sıfatına işarettir ve teşbih ile hamdin bir araya getirilmesi celal ve ikram sıfatlarıyla dengeyi sağla­maktır denilmiştir. [1178]

Tesbih'i emreden ayetlerde, bu eylem için geceleyin, sabaha kar­şı, güne başlarken, ibadete hazırlanırken, ibadetlerden önce ve sonra, bir meclisten ayrılırken gibi özel vakitlere işaret edilmekte ise de [1179] bunlar incelendiğinde aslında teşbihte, yaşanılan her anın Yaratıcının varlığını, gücünü ve desteğini bilinç düzeyinde hissetmeye ve süreklili­ğe işaret ettiği görülmektedir.

"...Akşam sabah Rabbini övgü ile teşbih et" [1180] ayeti teşbihin sü­rekliliğine işaret etmektedir ki teşbihte esas olanda her an lisan ile kalp ile ve davranışlarla Allah'ı anmak, O'nun güç ve kudretinin far­kında olmak, O'na yönelmek ve O'nunla iletişimi diri tutmaktır.

Tekbir de Kur'an'da Hz. Peygamber'den istenilen bir başka ey­lemdir. Tekbir lügatte; yüceltmek, büyütmek anlamlarına gelip Allah'ı azamet ve kudreti ile yad etmektir. [1181].

İnsanın sapma noktalarından birisi kendini müstağni görerek had­di aşmasıdır. [1182] Kendini her şeyden müstağni görmesi, her şeye gü­cünün yeteceğini vehmetmesi ve her şeye layık ve yeterli olduğunu düşünmesi insanı tanrılık iddiasına kadar götürebilmektedir. [1183]

Azgınlığa meyilli yaratılışı karşısında tekbir, insanın kendi güç ve kudretinin sınırlılığını hatırlaması ve Yaratıcının azamet ve kudreti kar­şısında kendi yetersizliğini ve çaresizliğini itirafıdır. Bunun içindir ki peygamber olarak diğer insaniardan ayrı olarak özel nitelikleri olma­sına rağmen beşer olarak diğer insanlarla pek çok ortak özellikler ta­şıdığı ve daha da önemlisi diğer insanlara örnek olması için Hz. Muhammed'in şahsiyetinin inşasında ve Yaratıcı ile ilişkilerini düzenleyen bu husus Kur'an'da daha ilk nazil olan ayetlerde dile getirilmektedir:

"Rabbini tekbir et" [1184].

Bu ayette, büyüklüğün ancak O'nun şanı olduğunu ve O'na karşı her şeyin küçük bulunduğunu kalben tanıdı­ğın gibi dilinle ve davranışlarınla da açıkla [1185] emri vardır. [1186]

 

5. Dua ve İstiğfar

 

"...Onlara dua et; çünkü senin duan, onlara huzur verir.,." [1187]

"Allah'tan başka tanrı olmadığını bil ve kendi günahın, inanan er­keklerin ve inanan kadınların günahı için mağfiret dile" [1188]

"Al­lah'tan mağfiret dile. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, esirgeyen­dir.”  [1189]

Kur'an'da Hz. Peygamber'e dua ve istiğfar emri de vardır. Hz. Peygamber'in gerek kendisi, gerek ümmeti ve gerekse diğer insanlar için yapmış olduğu dualar kaynaklarda önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü ona göre "dua ibadetlerin özüdür" ve inanan insan için ma­nevî bir güçtür [1190].

Dua, inanan kişinin Allah'a yakarışı, yalvarışıdır. Bireyin Allah'a yönelmesi ve ondan yardım dilemesi, bazı taleplerde bulunmasıdır.

Dua ve ibadetler insandan Allah'a doğru olan iletişimdir. Dua sırasın­da bireyde dikkatin Allah'a çevrilmesi, güçsüzlük bilinci, teslimiyet ve dileme gibi bir takım psikolojik değişme ve süreçler yaşanmaktadır. [1191]

Dua, Allah ile doğrudan ilişkidir ve insanın kendisini aşmasının başlangıcıdır. Dua, çok kolaydır. Allah'a yönelerek, kalbi ona bağla­mak yeterlidir. Artık ne söylenirse söylensin, samimiyetle, sevgi ile söylendikçe duadır. Bazen dua sözsüz de olur, işle, hareketle olur... Dua, bir yükselişin, yücelişin ifadesidir şüphesiz. Çünkü hiç kimse, kendi gayretiyle kolayca elde edeceği bir iş için dua etmez. Dua, gün­lük yaşamın üzerinde bir olaydır. Dua edebilen insan güçlü insandır. Yapabileceği her şeyi yapmış, çalışmış, çabalamış, yapılamayanı, yar­dım gereken yanı bulmuş, Engüçlü'ye yönelmiştir. [1192]

Dua bir talep ve yöneliştir; bilinmek ve işitilmek talebidir. Dini davranışın en tipik özelliğini duada görmek mümkündür. Allah ile in­san arasında din yolu ile kurulan ilişkinin özü ve özeti, ya da tipik mo­deli, duada kendisini ortaya koymaktadır. Dua eden insanın bir taraf­tan Allah'a olan köklü bağımlılığını itiraf etmesi, diğer taraftan aynı zamanda O'nun yüce kudretine duyduğu çok derin bir itimat ve güven teyidi, biri diğerinden ayrılmaz şekilde duada yer almaktadır. [1193]

Dua, insanın hayatını daha değerli ve anlamlı hale getirmektedir.

"De ki (ey Muhammed): Duanız olmasa, Rabb'ım ne diye size değer versin.” [1194] Dua, insana güven, huzur, moral ve ümit vermekte, yara­tıcı ile vasıtasız bir iletişim imkânı sunmaktadır. Allah, kulundan ken­disine başvurmasını istemekte ve onun duasına karşılık vereceğini bildirmektedir. [1195]

İnsanın ümitvar olmasının ruh ve beden sağlığı açısından önemi büyüktür. Ümitsizlik insanı perişan eden bir duygudur. Dua eden in­san Rabbinden daima ümitlidir. Hayra ve iyiliğe ait ümit ve dilekleri­nin gerçekleşeceğine inanır. Ümitsizliğe kapılıp hal ve istikbali karan­lık görmez. Ruh sükûneti, güven ve huzur içinde yaşar. Hayata karşı iyimserliği artar, karamsar duygulardan uzak kalır. [1196]

İstiğfar da dua gibi yaratıcıya yönelerek bağışlanmayı dilemek [1197], dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Geçmiş günaha pişman­lık duyarak günahın kötülüğünden korunmayı dua ile talep etmek ve gelecek günahı işlememeye azmetmektir. [1198]

Hz. Peygamber:

"Kalbime bir anlık gaflet gelir de Rabbime günde yüz defa istiğfar ederim" [1199] buyurmuştur. Günde yetmişten fazla istiğfar ettiğini bildiren başka rivayetler de vardır ki [1200] bunlar Hz. Peygamber'in bu eylemi sıklıkla yaptığını göstermektedir.

Kur'an onun bütün günahlarının bağışlandığını bildirmesine rağ­men [1201] Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre, Nasr Sûresi'nin nüzulün­den sonra teşbih, hamd ve istiğfarı daha da arttırmıştır. [1202]

 

6. İbadet/Kulluk

 

Kur'an'da Hz. Peygamber'in Allah ile ilişkilerini düzenleyen ve yukarıda sayılan eylemlerin hepsini kapsayan bir kavrama daha yer verilmektedir ki, bilgi, inanç ve hareket bütünlüğünü ifade eden bu kavram ibadet kavramıdır.

"Abd" kökünden türemiş olan ibadet, ubûdet, ubûdiyyet kelime­leri, itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, bir kimseye is­yan etmeden, yüz çevirmeden ve karşı koymadan itaat edip boyun eğ­mek ve ona hizmet etmek [1203] anlamlarına gelmektedir.

Kur'an, insanların yaratılış gayesinin "kutluk" olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmektedir. [1204] Bütün peygamberler kavimlerine Al­lah'a kulluk etmeyi emretmiş, onları kulluğa çağırmışlardır. [1205] Kur'an'ın indiriliş amacı da bu gayenin gerçekleşmesini sağlamaktır [1206].

Kulluk, yalnız Allah'a yapıldığında insanı özgürlüğe ulaştırmakta, Allah'ın dışında kulluk edilen her şey insanı köleleştirmektedir. 'Zira Allah'tan başka kulluk edilecek her şey, başka şeylere de kulluğu meş­rulaştırmakta, insan amacına ulaşmak için her şeye kul-köle olmayı normal saymakta hatta bu durumun farkında bile olmamaktadır. Oy­sa Allah inancı ve O'na kulluk, başka hiçbir şeyin ortaklığına izin ver­memektedir. Allah, Hz. Peygamber'den şöyle demesini istemektedir:

"De ki ben yalnız Allah'a kulluk etmek ve O'na şirk koşmamakla emrolundum..." [1207]:

"De ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım, ölümüm hep Allah içindir." [1208]

Allah'ı sevmek, insanı sevmekle, Allah'a hizmet insana hizmetle ilgilidir. İnsan Allah'ın yeryüzündeki temsilcisidir. İnsan, insanı Allah için sevecek, Allah için koruyacak, Allah için ona hizmet edecektir. Doğrudan doğruya insanın insana hizmeti olarak görünmeyen kişisel ibadetler, aslında bu amaca hazırlayıcı, inceltici amaçlar olarak tarif edilmiştir. Bunun için, ibadetlerin davranışlarda olumlu yönde değişik­lik meydana getirmesi beklenmiştir. [1209]

Şu halde kulluk, bilginin ve inancın aksiyona dönmesini gerek­tirir. İnsanın iyilik ve güzellik adına yaptığı her eylem ibadet olduğu gi­bi, terk edilen her yasak da ibadettir ve kulluğun ifadesidir. İnsan, gön­lünde temiz duyguları yaşatmaya çalışırken de, kötü duygulardan sıy­rılmaya çalışırken de ibadet halindedir. Yani, Allah'a inancı ve bağlılı­ğı simgeleyen bütün davranışlar ibadettir.

Öte yandan ibadet, Allah'la kurulan tabiatüstü ilişkinin görünür varlığı, sözler, jestler ve davranışlar sistemi şeklindeki tezahürüdür. İn­sanda tapınma eylemini gerçekleştiren asıl niyet, "bağımlılık şu­uru’ndan beslenmektedir. İbadet, Allah'a bağımlılığın şuuruna ulaş­mış insanın, bunun sonucuna şükran ve minnettarlık duyguları içeri­sinde içtenlikle katılımını simgeler. [1210]

Kulluk, sorumluluğun, duyarlılığın, nimet ve bolluk karşısında şu­urlu hareket etmenin; acılar ve zorluklar karşısında dayanıklılığın kısa­ca istikamet üzere yaşamanın gereği olmaktadır.

Kullukta sabır ve sebat gerekmektedir. [1211] Hz. Peygamber'den bir işi bitirdiğinde hemen diğerine koyulması istenmektedir. [1212] Sabır ve sebatla kulluğa devam etmek kolay bir iş değildir. Bunun için sağlam bir imanla Allah'a dayanmak ve ondan yardım istemek gerekir. [1213]

Kullukta şükür de önemli bir eylemdir. Şükür, ulaşılan her kade­mede Allah'ın iradesinin, yardımının ve desteğinin farkında olmak, bunu itiraf etmektir. [1214]

Kulluk, iman ile başlayan çizgide Allah'ın emir ve yasaklarına uy­mayı ifade etmektedir. Allah'a bağlanan insan, diğer bütün bağlardan kurtulur. Anlamsız, gayesiz, bilinçsiz, kontrolsüz bir hayattan; her fikir ve eyleminde Allah'ın rızasını gözeten bir bilinç düzeyine ulaşır.

Kur'an, ruhun safiyetinin korunması, hayatın zorluklarına mukave­met gösterilebilmesi için sağlıklı bir ibadet hayatı istemektedir. "Ve ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et" [1215] emriyle belli bir zaman ve mekân kaydı koymaksızın kulluk etmesini emretmekle birlik­te, Hz. Peygamberin zamanını programlamakta, gece ve gündüz ya­pacağı ibadetlere de ayrıca işaret etmektedir. Kur'an'da bütün ibadetler içerisinde Hz. Peygamber'e doğrudan hitab eden ayetlerde namaz ve Kur'an okuma konusu özellikle dikkat çekmektedir. [1216] Hz. Peygamber'den bu iki ibadete geceleyin de devam etmesi istenmektedir. [1217]

 

III. Değerlendirme

 

Kur'an’da Hz. Muhammed'in eğitim-öğretimle ilgili görevlerini açıklayan kavramlar ve onun kişisel ve görevle ilgili nitelikleri incelen­diğinde günümüzde dini öğretme, anlatma durumunda olanlara ör­nekliği bakımından şunları vurgulamak gerekir:

Dini anlatma ve öğretme durumunda olanların, yaptıkları işin et­kili bir iletişim ve rehberlik gerektirdiği kuşkusuzdur. Araştırmalar, ge­nel olarak, kaynağın ne dediğini bildiğine [uzman olduğuna], dürüst olduğuna [gizli bir amacının bulunmadığına], ya da sevilebilir biri olduğuna işaret eden her özellik ya da ayırtkanlığın iletişimin etkililiğini arttırdığını ortaya koymaktadır. Herhangi bir biçimde kaynağın sevilmemesi ya da yeterliliğine, inanılırlığına karşı duyulan güven eksikliği ona saldırarak iletişimi reddetmeyi kolaylaştırmaktadır. [1218]

Görüldüğü gibi etkili bir iletişimi gerektiren bu görev, herkesin ya­pabileceği bir iş değildir. Bunun için bir takım özelliklere sahip olmak gerekir. Bu işi meslek edinen kişinin öncelikle kendini tanıması, ya­ni kendisiyle, düşünce ve duygularıyla ilişki kurması, kendinde olup bi­ten duygusal ve düşünsel süreçlerle ilgili bir anlayışa kavuşması, yete­neklerini ve yeteri iliklerini gözden geçirmeleri gerekmektedir. Kendi­ni tanıyan kimse gerçek duygu ve düşüncelerinin, dış dünyadaki olay­ların ve iç dünyasında oluşan yaşantıların çoğu kez farkındadır. Bu tür biri, çevresindeki kişilerin kendisini nasıl etkilediğinin farkında olduğu kadar, kendisinin çevresindekileri nasıl etkilediğini de bilir. [1219]

Duygu, düşünce ve davranış bakımından kendini ifade edemeyen, kendine güvenmeyen, kendine değer vermeyen, kendini kabul ede­meyen, kısaca kendisi ile barışık olmayan birisinin başkaları ile iyi bir iletişim kurması ve onlara rehberlik etmesi söz konusu değildir. İyi bir dinleyici olma, muhatapla empati [1220] kurma, rol ve statüye uygun dav­ranma da bu süreci etkileyen faktörlerdendir.

Kendini tanıyan ve kendine saygı duyan kişi, muhatabın bir insan olduğunu ve davranışları kötü olsa da insanın özü itibariyle değerli ol­duğunu kabul edecek ve ona saygı gösterecektir. Eğitim-öğretim et­kinlikleri öğrenenden bağımsız olarak yürütülemeyeceği için en azın­dan özü itibariyle değerli olan bu varlığı tanımaya ve anlamaya çalışa­caktır. Muhatabı tanımak ve anlamaya çalışmak Hz. Peygamber'in önemli ilkelerinden birisidir. O herkesin seviyesine göre davranılmasına işaret ederken bunu uygulamalarıyla da göstermiştir. [1221] Hz. Peygamber insanı ve eğilimlerini çok iyi bilmektedir. Her bakımdan dağıl­mış bir toplumun yeniden inşasını oldukça kısa sayılabilecek bir süre­de gerçekleştirmiş olmasında fıtrata uygun öğretileri, fıtrata uygun olarak öğretmesinin rolü kuşkusuz büyüktür.

Muhatabın dini mesaja yönelmesi ve mesajdan etkilenmesi için muhatabın kabiliyet, birikim ve eğilimlerinin, psiko-sosyal özellikleri­nin, ilgi, ihtiyaç ve beklentilerinin, kapasitelerinin bilinmesi gerekmek­tedir. Çağdaş araştırmalar da göstermektedir ki, muhatabın geçmiş deneyim ve yaşantıları, tutumlarına bağlılık derecesi [taahhüt-bağlanma], kendine güveni, gruptaki saygınlık düzeyi, zekâ ve eğitim düze­yi, cinsiyeti, yaşı vb. iletişim sürecini etkileyen hedefle ilgili önemli fak­törlerdir. [1222] Hz. Peygamber, aynı konuda bile olsa sorulan sorular soranın durumuna göre farklı şekillerde cevaplandırmış, tavır ve davra­nışlarında farklılık göstermiştir. Bu tutum, insanlar arasında bir ayırım yapma değil, sadece mesajın doğru anlaşılmasını ve yaşanabilmesini temin etme kaygısı taşımaktadır.

İnsanın yetenekleri ve beklentileri ile bir bütünlük içerisinde ele alınması önemli bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır. Kerschensteiner'in de işaret ettiği gibi, eğitimci bir orkestra şefi gibi, hayvani ve insani yönsemelerle dolu insan doğasını bütün olarak göz önünde tut­malı, bunlardan gerekli olanları kuvvetlendirmeli, bazılarını daha az işletmeli ve neticede ahlaki kişilik senfonisini meydana getirmelidir. [1223] Muhatabın mevcut bilgi ve kanaatlerini sorgulaması ve bunlar üze­rinde düşünmesini sağlamak için mesajın aklı ve duyguları harekete geçirecek şekilde doğru, açık, net ve anlaşılır bir biçimde sunulması, zaman ve ortam faktörünün gözetilmesi de önemlidir.

Uzun zaman devam eden davranışlardan, kalıcı özellik arz eden bir kısım kötü alışkanlıklardan kurtulmak insanların çoğu için kolay ol­mamaktadır. Çünkü bu, kuvvetli bir irade gücü, büyük bir çaba ve uzun bir egzersiz istemektedir. İstenmeyen alışkanlıklardan kurtulma­da onlara zıt davranışların sergilenmesi bugün çağdaş psikologların psikoterapide de başvurdukları bir yöntemdir. [1224] Dolayısıyla sadece yeni bilgiler verirken ve bunların davranışlarda etkili olmasını bekler­ken değil, aynı zamanda istenmeyen kökleşmiş alışkanlıklardan uzak­laştırmaya çalışırken de tedricilik prensibine uyulmalıdır. İnandıkların­dan, alışkanlıklarından ve benimsemiş olduğu yaşam tarzından kolay vazgeçemeyen; bilgiye düşkün olduğu halde onu elde etme meşakkati karşısında çabuk usanan, bıkan ve bildiklerini uygulama noktasında yan çizen insan psikolojisi ile karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır.

Din eğitimi ve öğretiminde, insanların zayıf yaratılışından hareketle kolaylık yolunun tercih edilmesi, güçlük çıkarılmaması, bilgilerin ko­laydan zora, esastan ayrıntıya, muhatabın hazır oluşunu gözeterek ka­deme kademe verilmesi, baskı ve zorlama yapılmaması, bıkkınlık ve­rilmemesi, beklentilerde sabırlı olunması da önemlidir. Bu nedenle, "Allah sizin için kolaylık ister güçlük istemez" [1225],

"Allah kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez." [1226] Şeklindeki Kur'an ilkelerini ve herkese seviyesine göre davranılmasını isteyen [1227],

"Kolaylaştırmız, zorlaştırmanınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" [1228],

"Şüphesiz din kolaylıktır; kim bu dini güçleştirirse, din onu mağlup eder. Siz ona yakın olanı yapınız, ılımlı olunuz" [1229],

"Allah kullarına kolaylık gösterilmesinden memnun olur. Zorluk çıkaranlara ve başkalarına vermediği başarıyı ve sevabı, kolaylık gösterenlere verir" [1230] buyuran, iki işten birini tercih durumunda kal­dığında kolayını tercih eden [1231] Peygamber yaklaşımını hep hatırda tutmak gerekmektedir.

Hangi seviyeye gelinirse gelinsin, insan için eğitimin bitiş çizgisi yoktur. Çünkü her ilim sahibinin üstünde daha fazla ilme sahip bir âlim vardır. [1232] Her şeyi bilen sadece Allah'tır. İnsan için çok şey meç­huldür. Dün bilmediğini bugün öğrenir, bugün öğrendiğini yarın unu­tur ancak unuttuğunu hatırlama yeteneğine de sahiptir. Eşyanın görünen yanıyla ilgilenir ve bilgisi onunla sınırlıdır. İçinde bulunduğu anı yorumlar belki ama gelecekten habersizdir. Bu nedenledir ki ilimde derinleşen irfan sahibi insanlar her yeni elde ettiği gerçekle, bilmedik­lerinin çokluğunu idrak eder. Dolayısıyla eğitim, tedrici olmakla birlik­te fasılasız ve nihayetsizdir, süreklidir.

Hz. Peygamber'in rahmet olma özelliğini topluma yansıtma çalış­masına bir eğitim yöntemi olarak bakıldığında, onun en çok örnek ol­ma ve yaparak-yaşayarak eğitme olduğu söylenebilir. Zira, "tatbik", Hz. Muhammed'in eğitiminin en belirgin vasfıdır. [1233] İnsanlar, kişinin söz ile söylediğini, kendi hayatında uygulamasından çok etkilenmekte ve onun tutum ve davranışlarını kabul etmekte zorlanmamaktadır] [1234] Hz. Peygamber insanlara öğrettiklerini onlardan önce kendisi yaşamış, böylece öğrettiği şeylerin yaşanabilir olduğunu göstermiştir. Muhataplarından her biri Hz. Peygamber'i farklı amaçlarla takip et­miş, özel hayatı da dahil onun yaşantısını en ince ayrıntısına kadar iz­lemişlerdir. Bunlardan hiçbiri Hz. Peygamber'in öğrettiklerine ters bir tutum ve davranışından bahsetmemiştir.

Örnek kişilik, söyleneni teyid eder, muhatabı rahatlatır, güven ve­rir ve etkileşime imkân sağlar. [1235] Örneksiz bir eğitim eksiktir. [1236] İn­sanlar kazandıkları davranış özelliklerini sadece "klasik ve edimsel ko­şullanma" yollarıyla değil, aynı zamanda "örnek alma" veya "gözle­me" yollarıyla da öğrenmektedir. [1237] Kur'an, Hz. Peygamber'i bize en güzel örnek olarak sunmaktadır. [1238] Hz. Peygamber, insanlara öğret­tiklerini kendi yaşayışı ile de göstererek bu örnekliğin gereğini yerine getirmiştir. Hz. Muhammed bu görevinde iletişim açısından bazı ilke­lere yer vermiştirki bunları da kısaca şu şekilde sıralayabiliriz: [1239]

Kendini olduğu gibi tanıtmış, empatiye önem vermiş, bireyin ve toplumun özelliklerini dikkate almış, eğitimde sürekliliğe özen göstermiş, sevgiyi ön plana çıkarmış, akıl ve duygulara hitap etmiş, muhatapla­rının değer verdiği şeyleri önemsemiş, diyalog için ortak noktalardan hareket etmiş, rol ve statü ilişkilerine dikkat etmiş, görevin zorluklarına sabır ve tahammül göstermiş, tedricilik ve kolaylık prensibi ile bık­tırmadan benimsetme yolunu tercih etmiş, iyilik ve affediciliği benim­semiş, kin gütmemiştir.

Muhatapla ilişkilerde hiçbir ayrım gözetilmeden uyulacak ilkeler; samimiyet, doğruluk, adalet, vakar, sabır, itidal, müsamaha, ba­ğışlama ve kolaylıktır. [1240] Kur'an'a göre, bu ilkelere uyabilenler kötü­lüğü bile iyilikle savabilme olgunluğuna ulaşırlar. [1241] Tevazu, nezaket, yumuşak davranma, merhamet, sevgi, şefkat, cömertlik ve kardeş­lik ise diğerlerine ilaveten, ortak değerlerin paylaşıldığı kimselere gös­terilecek tavırdır. Şunu da vurgulamak gerekirki muhatabı kim olursa olsun Hz. Peygamber insanlarla ilişkilerinde öfke, kabalık ve katılığa yer vermemiştir. [1242]

Dilinde ve lisanındaki fesahat, kalpleri telif kabiliyeti, emin ve gü­venilir insan olmanın bütün şartlarını şahsında toplamış olması, çağrı­sının hak olduğuna ve çabalarının en parlak neticeyi vereceğine her­kesten önce kendisinin samimiyetle ve kuvvetle inanması [1243], Hz. Pey­gamber'in eğitiminde etkin vasıflardır.

Hz. Peygamber'in eğitiminin muhataba kazandırdığı en önemli değer, varlığa ve hayata yüklediği anlamdır. Kelime-i Tevhit'te ifadesi­ni bulan bu gerçekle insan, her türlü sahteliğin, taklidin, zannın, hevânın, taassubun esaretinden kurtulup gerçek hürriyete kavuşur. Haki­kati perdeleyen her türlü engeli aralayan bu hürriyetle insanın önün­de sonsuza uzanan bir ufuk açılır. Bunun bedeli "sorumluluk" tur. Tü­keniş ve yok oluşla son bulan geçici hayat yerine, her anı gerçekleşti­rilmesi gereken idealler için emanet olarak görülen bir hayat bilinci gelişmiş olur. Ve insan yaşadığı hayatta bu emanetin imtihanını verdi­ğinin farkında olur.

Din eğitiminde insanın her şeyden önce sorumluluk bilinci kazan­ması önemlidir. Bu sorumluluk öncelikle bireyseldir. Bireysel sorumluluk insanın enerji ve dikkatini kendine yöneltse de, bu durum, toplu­ma karşı duyarsızlık anlamına gelmez. Bireyleri sorumluluk taşıyan toplumlarda ferdî şuur, kollektif hale gelerek sorunların çözümüne kat­kı sağlayacaktır. Zira toplumsal problemlerin çoğu bireysel sorumlu­lukların yerine getirilmeyişinden doğmaktadır.

Din eğitimi insan ruhunda kendisinin Allah'la, kâinatla ve onun içindekilerle ilişkisinin yüksek şuurunu uyandırmayı da hedef edinme­lidir. Bunun için Kur'an'da muhatabın dikkati bazen kendi yaratılışına, yetenek ve zaaflarına, beden ve ruh yapısındaki olağanüstü donanım­lara, bazen evrendeki varlıklara, işleyen fevkalade nizama ve doğa ka­nunlarına, bazen insanın var oluş gayesine ve evren içindeki sorumlu­luğuna, bazen ibret verici olaylara ve kıssalara, bazen olaylar arasın­daki sebep-sonuç ilişkilerine, bazen metafizik hadiselere çekilmekte ve bunlar, insanın zihnî ve kalbî melekelerini, düşünce ve duygularını tah­rik eden bir üslup içerisinde sunulmaktadır.[1244]

Hz. Peygamber kendisine soru sorulmasına daima açık olmuş, fakat cevabı konusunda tereddüt yaşadığında cevap vermemiş vah­yin gelmesini beklemiştir. [1245] Din eğitimcilerinin de bilmedikleri hu­suslarda, sübjektif tavır yerine mutlaka doğru ve sağlam bilgi kaynak­larına müracaat etmesi Kur'an'ın emridir. [1246] Sadece bilinmeyen de­ğil, bilinen konularda bile konunun uzmanları ile istişare de Kur'an'ın isteğidir. [1247]

Din eğitiminde muhatabın istenen çizgiye zorlanması söz konusu değildir.  [1248] Kur'an'da açıklanan hürriyet, irade, sorumluluk, hida­yet, rehberlik vb. yaklaşımlar zorlamayı engellemektedir. [1249] İkbal'ın de işaret ettiği gibi insanın ilk itaatsizlik eylemi, aynı zamanda ilk iradî fiilidir. Makine gibi her hareketi tamamen tespit ve tayin edilmiş bir varlıktan hayır hasıl olmaz. Bu itibarla hürriyet, hayır için ilk şart­tır. " [1250]

Ancak seçme kudretine sahip bir varlığa kendisine açık olan yol­lardan herhangi birini tercih etme özgürlüğü vermek büyük bir risk ta­şımaktadır. Zira doğruyu seçme özgürlüğü, aksini seçme özgürlüğü için de geçerlidir. Bu bakımdan din eğitimcilerinin önemli bir görevi hayatın her anında tercih yapmakla karşı karşıya olan insanı belli bir yönde gitmeye zorlamak değil; alternatifler göstermek, bunlar hakkın­da bilgilendirmek ve kendisine uygun olan doğruyu seçmesinde ona rehberlik etmektir. [1251]

 

SONUÇ

 

Bu çalışmada vahyin insan yaklaşımı ve insanı eğitmek için gön­derilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in bir eğitim­ci olarak kişisel ve görevle ilgili nitelikleri incelenmiştir. Bu, eğitîm-öğretim sürecinin iki temel öğesini, yani bir yandan eğitilecek olanı di­ğer yandan eğitecek olanı Kur'an'ın ışığında değerlendirmek anlamı­na gelmektedir.

Hayatın anlamını arama ve kendini gerçekleştirme çabasının ge­reği olarak kendini tanıma/tanımlama ve yaşanılabilir bir dünya kura­bilme özlemi, tarih boyunca insanlığın en önemli sorunlarından birisi olmuştur. İnsanla ilgilenen disiplinler bu sorunu kendi yöntemlerine göre ele almış ve günümüze kadar çeşitli yaklaşımlar ortaya koymuş­lardır. Vahiy de, dünya hayatında karşılaştığı sayısız soru ve sorunları­na cevap arayan, yapıp ettiklerini anlamlandırma sıkıntısı çeken, ölüm ve ötesini merak eden insana rehberlik eden önemli bilgiler sun­muştur. Vahyin anlaşılma ve yorumlanmasıyla yaşanılabilir bir gerçek­lik haline gelen dinin, insanın davranışlarını düzenleyecek ve hayatını destekleyecek bir donanım haline getirilmesine her dönemde olduğu gibi bugün de ihtiyaç duyulmaktadır.

Demek oluyor ki din eğitimi, hayatın gerçekliğinden doğan bir ih­tiyaç ve insanın bütün yönleriyle ilgilenmesi gereken bir disiplindir. Bu durumda insanın doğuştan sahip olduğu din duygusunu ve ihtiyacını diğer yetenek ve ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde doyurup geliştirerek, bu güçlü duygunun insanın eylemleri üzerindeki etkilerini anlamlı ha­le getirmek böylece yaşanabilir bir dünya inşa edecek şahsiyeti oluş­turmak din eğitiminin hedefleri arasındadır.

Bu hedefin gerçekleştirilmesi için gerekli olan esasları açıklayan Kur'an'ın insan tanımından ve ona yüklediği anlamdan yola çıkıldığın­da insan/öğrenen merkezli bir yaklaşımdan söz etmek mümkündür. İnsanı bütün yetenekleri, eğilimleri, ihtiyaçları, beklentileri, üstünlük­leri ve zaaflarıyla birlikte değerlendiren Kur'an, insanın kendi dışında­ki varlıklardan birisi değil, kendisi olmasını, yani insan olarak kendini gerçekleştirmesini istemektedir. İnsan bunun için gerekli potansiyele sahip kılınmış ve evrendeki her şey onun buyruğuna verilmiştir. Bu­nunla birlikte vahiy bilgisi ile buluşturmak ve kendini gerçekleştirme­nin yollarını göstermek için insana kendi türünden elçiler gönderilmiş­tir. Hz. Muhammed bu elçilerin sonuncusudur. Allah tarafından eğitil­miş, insanları da bu kaynaktan aldığı bilgiye dayanarak eğitmiştir. Do­layısıyla o, vahiy karşısında öğrenen, insanlar karşısında öğreten ko­numundadır.

Hz. Muhammed'in eğitim-öğretim görevini ve bir eğitimci olarak niteliklerini doğru anlayabilmek için, her şeyden önce, vahyin insan telakkisinin özümsenmesi gerekmektedir. İnsan nedir? sorusu ve bu­na bağlı sorunlar insanlığın ortak problemleri olduğuna göre, bunlara çeşitli bilimsel disiplinlerin açıklamalarından da yararlanarak vahyin sunduğu imkânları araştırmak genelde din bilimlerinin ortak sorumlu­luğudur. Bu imkânları kendine özgü bilimsel yöntem ve yaklaşımlarla anlamaya ve öğretime hazır hale getirmeye çalışmak da din eğitimi bi­liminin sorumluluklarından birisi, belki de en önemlisidir.

Din eğitiminde program geliştirmenin ve uygulamanın her aşamasında, yaşanan hayatın gerçekleri, eğitilenin gelişim özellikleri, ih­tiyaç ve beklentileri, problemleri, dikkate alınmadan belirlenecek he­deflerin, muhtevanın, öğrenme ortamlarının ve değerlendirmenin et­kili ve verimli olması söz konusu değildir. Dolayısıyla eğitilecek olanın pasif bir alıcı değil geçmiş yaşantılarıyla hayatın içinden gelen bir kişi­lik olarak görülmesi gerekmektedir. Bu durumda her kademedeki din eğitimcisi insana bilgi transfer etmekten ziyade, onun hayatını anlam­lı kılmasına yardımcı olmak ve hayatını bu anlama uygun biçimde sür­dürebilmesine rehberlik etmek durumundadır.

Kur'an, insan merkezli bir yaklaşım sergilemenin yanısıra bunu uygulayacak olan eğitimcinin önemini ve kişilik özelliklerini de Hz. Muhammed'in şahsında ortaya koymaktadır. O, Kur'an'da müstakbel veya mevcut din eğitimcileri, hatta bütün eğitimciler için, daha geniş anlamda da inananlar için "en güzel örnek" olarak takdim edilmekte ve bütün faaliyetleri içerisinde eğitimci kimliği öne çıkmaktadır.

Hz. Muhammed, muhataplarını bilgilendirmiş, yaşanılan hayat içerisinde karşılaştıkları sorunların çözümünde onlara rehberlik ve da­nışmanlık yapmış, yaşantılarını düzenlemelerine yardımcı olmuştur. Böylece, kendilerini gerçekleştirme ve sosyalleşme için gerekli olanla­rı insanlara öğretmiş, onları iyi, doğru ve güzele yönlendirmiştir. Kur'an, onun bu yönünü inşa ederken bir eğitimci olarak sahip olma­sı gereken kişisel ve mesleki nitelikleri, insanlarla etkili bir iletişim ku­rabilmek ve onlara rehberlik edebilmek için gerekli bilgi, beceri ve davranış biçimlerini ortaya koymaktadır.

Onun bir eğitimci olarak başarısını, vahyin kendisinden istediği ni­teliklere sahip olmasında ve vahyin nitelediği biçimde davranmış ol­masında aramak gerekir. Bundan başka, öğretim konusu yaptığı muh­tevanın, yani vahyin doğrudan yaşanan hayata dair sorunlara ve ihti­yaçlara cevap vermiş olmasının, bu muhtevaya herkesten önce ken­disinin inanmış, içtenlikle bağlanmış ve sonra da bunu yaşayarak so­mutlaştırmış ve pekiştirmiş olmasının ve muhataplarına etkili biçimde sunmuş olmasının da bu başarıda önemli katkıları olduğuna şüphe yoktur. O "ne"yi, "kîm"e, "nasıl" ve hepsinden önemlisi "niçin" öğ­reteceğini iyi bilmektedir ve onun bu konudaki en büyük desteği Kur'an'dır.

Hz. Muhammed, Kur'an'ın ortaya koyduğu insan yaklaşımına uy­gun bir eğitim-öğretim süreci oluşturmuştur: İnsanı insan olarak, bü­tün yönleriyle ele almış ve muhataba değer vermiştir. Bireysel ayrılık­lara önem vermiştir. Karşısındaki kişinin durumuna göre davranmış, öğretimi ona göre düzenlemiştir. Baskı ve zorlamaya yer vermemiştir. Sevdirerek ve benimseterek öğretmiştir. Hürriyet ve sorumluluğu esas almıştır. Öğretim konusuna karşı ilgi ve ihtiyaç uyandırmış, muhatabı düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya teşvik etmiştir. Alternatifler sunmuş, bunlar arasından kolay ve uygulanabilir olanın seçilmesine rehberlik etmiştir. Bütün bu yaklaşımlarda, sevgi, şefkat, merhamet, samimiyet, coşku, adalet, hoşgörü, tevazu, azim, sabır gibi değerleri ilke edinen sevilir ve güvenilir kişiliğinin ve uzmanlığının etkisi açıkça görülmektedir.

Bu yaklaşım din eğitimini meslek edineceklere ve onları yetiştir­mek durumunda olanlara önemli mesajlar vermektedir. Din eğitimini meslek edinecek olanların her şeyden evvel bu iş için yetenekli kişiler arasından seçilmesi ve özel bir eğitimden geçirilmesi gerekmektedir. Bu­gün ülkemizde din eğitiminin temel problemlerinden birisinin, bu göre­vi yürütecek nitelikli öğretmen, nitelikli din görevlisi, biraz daha kapsa­yıcı bir ifadeyle nitelikli din eğitimcisi yetiştirme meselesi olduğu herke­sin kabul ettiği bir gerçektir. Bu konuda İlahiyat Fakültelerinde ve Diya­net İşleri Başkanlığı'nda yapılan çalışmalar, ortaya konan projeler ve uy­gulamalar bu probleme çözüm arama çabalarını göstermektedir.

Kur'an, asıl eğitici ve öğreticinin Allah olduğunu, beşeri planda ise ilk eğitici ve öğreticilerin peygamberler olduğunu, Hz. Muhammed'in asıl görevinin de eğitim-öğretim olduğunu bildirmektedir. De­mek oluyor ki, bugün eğitim-öğretim faaliyetini yürütenler aslında Al­lah'ın peygamberlere öğrettiği ve onlardan yerine getirmelerini istedi­ği bir görevi yerine getirmektedirler. Bu durumda peygamber mesle­ğini birinci derecede yürütmekte olan öğretmenlerin ve mevcut işle­yen duruma göre din görevlilerinin, Allah'tan peygamberlere devam eden bu çizgiyi en son noktada temsil eden ve tamamlayan Hz. Muhammed'i tanımalarına, anlamalarına ve modellemelerine imkânlar hazırlanmalıdır.

Bunun için, Hz. Muhammed ile ilgili mevcut bilimsel çalışmalar ve araştırmalar eğitim bilimlerinde, iletişimde ve diğer alanlarda kat edilen gelişmelere paralel olarak zenginleştirilmeli, bilimsel yayınlar ve toplan­tılar arttırılmalıdır. Bunlar lisansüstü çalışmalarla da desteklenmelidir.

Ayrıca mevcut öğretmenlere ve din görevlilerine hizmet içi semi­nerler ve konferanslar yoluyla; İlahiyat Fakültelerinde hatta Eğitim Fa­kültelerinde aday durumdakilere de ders programları içinde Hz. Muhammed'in bir eğitimci olarak tanıtılması sağlanabilir. Onun eğitim-öğretimle ilgili uygulamalarını, modellenmesi mümkün olmayan muci­zevî yaklaşımlar olarak algılamak ya da çok gerilerde kalmış ve bugün için geçerli olamayacak uygulamalar olarak görmek onun evrensel ör­nekliğine uygun bir tutum olmasa gerektir.

Hz. Muhammed'in sadece peygamber kimliğine vurgu yapılması onun modellenmesinin en önemli engelidir. Dolayısıyla onu hayatımı­za katmak, hissetmek ve daha çok hayatın içinde diğer insanlarla bir­likte yaşayan, iletişim içerisinde olan ve her vesileyle onları eğiten kâ­mil insan, örnek eğitimci yönüyle tanınması, onun modellenmesini kolaylaştırmış olacaktır. [1252]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

1. Abdulbaki, M. Fuad, Mu'cemü'l-Müfehres Li Eifazı'l-Kur'ani'l-Kerim, Îstanbul,1990.

2. Aclûnî, Ebü'l-Fidâ İsmail B. Muhammed, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut, Ty.

3. Adler, Aifred, İnsanı Tanıma Sanatı, Çev. Ş. Başar, İstanbul, 1997-

4. Yaşamın Anlam Ve Amacı, Çev. K. Şipal, İstanbul, 2003.

5. Ahmed İbn Hanbel, Müsnedu Ahmed İbn Hanbel, Çağrı Yayınları, İstan­bul, 1992.

6. Akkad, Abbas Mahmud, Hz. Muhammed'in Yüce Şahsiyeti, Çev. A. Hüsrevoğlu, İzmir, 1979.

7. Âlûsî, Seyyid Mahmud, Ruhu'l-Meânî Beyrut, 1987.

8. Arkun. Nezahat, Şahsiyet Psikolojisi Ve Şahsiyetin Dinamikleri, Îüef Ders Notları [1971-1975].

9. Armaner, Neda, İnanç Ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbi­yesi, İstanbul, 1967.

10. Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbul, 1305.

11. Askalânî, İbn Hacer, Fethu'l-Bârî Bi Şerh-i Sahih-i Buharı, Kahire, 1986.

12. Ayasbeyoglu, Nevzat, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler Ve Kur'an-ı Kerim'in Eğitimle İlgili Ayetlerinin Tahlili, İstanbul, 1991.

13. Aydın, M. Şevki, "Muallim Peygamber"', Eüifd, Kayseri, 1996, 9.

14. Aydın, Mehmet Zeki, Din Öğretiminde Yöntemler, Ankara, 2004.

15. Ayhan, Halis, Din Eğitimi ue Öğretimi, Ankara, 1985.

16. Azzam, Abdurrahman, Rasul-i Ekrem'in Örnek Ahlakı, Çev. H. Karaman, İstanbul, Ty. Baltaş, Zühal- Baltaş, Acar, Bedenin Dili, İstanbul, 1998.

17. Başaran, İ. Ethem, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1988.

18. Başaran, İ. Ethem, Eğitime Giriş, Ankara, 1978. '

19. Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, İstanbul, Ty.

20. Bayraklı, Bayraktar, İslâmda Eğitim, İstanbul, 1980.

21. Bayraklı, Bayraktar, Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, İstanbul, 1999.

22. Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münase­betleri, İstanbul, 1989.

23. Bayraktar, M. Faruk, Türkiye'de Vaizlik, İstanbul, 1997.

24. Baysal, Ayşe Can, Sosyal Psikoloji, İstanbul, 1989.

25. Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi Ve Din Eğitimi, Ankara, 1998.

26. Bilgin, Beyza, İslam, Ve Çocuk, Ankara, 1991.

27. Bilgin, Beyza- Selçuk, Mualla, Din Öğretim Özel Öğretim Yöntemle­ri, Ankara, 1991.

28. Binbaşıoğlu, Cavit, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1990.  

29. Genel Öğretim Bilgisi, Ankara, 1988.

30. Bîrand, Kâmiran, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, Ankara, 1960.

31. Buhârî, Muhammed B. İsmail, Sahîhu'l- Buhârî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.

32. Caetani, L., İslâm Tarihi, Çev. H. Cahid, İstanbul. 1926.

33. Canan, İbrahim, Peygamberimizin Tebliğ Metotları 1, İstanbul, 1998.

34. Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, Çev. R.Özdek, İstanbul, 1973.

35. Cebeci, Suat, Öğrenme Ve Öğretme Süreçlerinde Dinî İletişim, İstanbul, 2003.

36. Cevheri, İsmail B. Hammad, Es-Sıhah, Tah. A. A. Attar, Beyrut, 1956.

37. Cüceloglu, Doğan, İnsan Ve Davranışı, İstanbul, 1991.

38. Cüceloglu, Doğan, Yeniden İnsan İnsana, İstanbul, 1997.

39. Cürcânî, Seyyid Şerif, Ta'rîfât, Yy., Ty, Çakan, İ. Lütfi, ''Hitabet Ve İrşad Açısından Kur'an-ı Kerim'de Söz

40. Çeşitle­ri". I. Din Şurası Tebliğ Ve Müzakereleri. [1-5 Kasım 1993] Ankara 1995.

41. Çamdibi, H. Mahmut, Din Eğitimin Temel Meseleleri, İstanbul, 1994.

42. Çamdibi, H. Mahmut, Din Eğitiminde İnsan Ve Hayat, İstanbul, 2003.

43. Çelebi, Ahmet, İslâmda Eğitim Öğretim Tarihi, Çev. A.Yardım, İstanbul. 1974.

44. Çetin, Nihad M., "Ümmî" Mad., M, İstanbul, 1993.

45. Çîlenti, Kamuran, Eğitim Teknolojisi Ve Öğretim, Ankara, 1988.

46. Dağ, Mehmet- Öymen, Hıfzırrahman R., İslam Eğitim Tarihi, Ankara, 1974.,

47. Dâmeğânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'an, Beyrut, 1985.

48. Dârimî, Abdullah b. Abdurrahman, Sünenü'd-Dörimî, Çağrı Yayınları, İs­tanbul, 1992.

49. Derveze, İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, Çev. M.Yolcu, Îstanbul, 1995.

50. Dodurgalı, Abdurrahman, Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, İstanbul, 2002.

51. Dökmen, Üstün, İletişim Çatışmaları Ve Empati, İstanbul, 1994.

52. Düzenli. Yaşar. Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan. İstanbul, 2000.

53. Eaton Gai, [Hasan Abdulhakim]. King Of Castle -Choise And Responsibi-Lity in The Modern World-, Suhail Academy Lahore/Pakistan, 2. Bs., 1999.

54. Ebu Dâvûd, Süleyman B. El-Eş'as, Sünenü Ebî Davûd) Çağrı Yayınları, Îstanhul, 1992.

55. Ebû Gudde, Abdulfettah, Hz. Muhammed Ve Öğretim Metotları, Çev. E.Yıldırım. İstanbul, 1998.

56. Ebu’l-Beka, Eyyub B. Musa, El-Külliyât, Beyrut, 1993

57. Egemen, B. Ziya, Terbiye Felsefesi, Ankara, 1957.

58. Endulusî, Ebû Hayyân, Bahru'l-Muhît, Beyrut, 1990.

59. Erden, Münire, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, İstanbul, 2001.

60. Ergin, Akif- Birol, Cem, Eğitimde İletişim, Ankara, 2000.

61. Ertürk, Seiahattin, Eğitimde Program Geliştirme, Ankara, 1972.

62. Erul, Bünyamin, Hz. Peygamberin Risalet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım'1, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed -Özel Sayı- Ankara, 2000.

63. Esed, Muhammed, Kur'an  Mesajı., Çev. C.Koytak-A. Ertürk, İstanbul, 1996.

64. Fazlurrahman, Allah'ın Elçisi Ve Mesajı, Çev. A.Çiftçi, Ankara, 1997.

65.  Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, Çev. A. Açıkgenç, Ankara, 1996.

66. Ferâhidî, Halil B. Ahmed, Kitabu'l-Ayn, Tah. M.Mahzûmî- İ.Sâmerrâî, Beyrut, 1988.

67. Fersahoğlu, Yaşar, Kur'an Da Zihin Eğitimi, İstanbul, 1998.

68. Fidan Nurettin-Erden Münire, Eğitim Bilimine Giriş, Repa Eğitim Yayın­ları, Ankara, Ty. Fîrûzâbâdî, Mecdüddin, El-Kâmûsu'l-Muhu, Beyrut, 1991.

69. Frankl, Victor, İnsanın Anlam Arayışı, Çev. S. Budak, Ankara, 2000

70. Freedman, J.L- Sears, D.O- Carlsmith, J.M, Sosyal Psikoloji, Çev. A. Dönmez, Ankara, 1993.

71. Fromm, Erich, Hayati Sevmek, çev. A. Köse, İstanbul, 1996.

72. Fromm, Erich, Sahip Olmak Ya da Olmak, çev. A. Antan, İstanbul, 1991

73. Goldfeld, Isalah, 'The Illiterate Prophet [Nabî Ümmî] -An İnquiry İnto The Development Of A Dogma in Islamic Tradition-'1 Der İslam [1980], Lv1ı, 1.

74. Gökçe, Orhan, İletişim Bilimine Giriş-İnsanlar Arası İlişkilerin Sosyolo­jik Bir Analizi, Ankara, 2001.

75. Görmez, Mehmet, "Hz. Peygamber'in Bir Hadis-i Şerifinde Din Tanımı", Diyanet İlmi Dergi, -Özel Sayı-, Ankara, 2000.

76. Gözütok, Şakir, "Rasulullah Döneminde İlköğretim Kurumlan Ve İşlevle­ri", Dini Araştırmalar Ankara, 1998,I,

77. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Çev. S.Tuğ, İstanbul, 1993.

78. Hamidullah, Muhammed, Mecmûatü'l- Vesâiki's-Siyasiyye, Beyrut, 1985.

79. Hâşimî, M.Ali, Kur'an'da Resulullah, Çev. N.Yıldız, İstanbul, Ty. Hökelekü, Hayati, Din Psikolojisi, Ankara, 1996.

80. İsfahani, Râğıb, Emüfredât Fi Garîbi'i-Kur'ân, İstanbul, 1986.

81. İbn Abbad, İsmail, El-Muhît Fi'l-Luğa, Tah. M.Hasan, Beyrut 1994.

82. İbn Cemâa, Öğretmen Ve Öğrenci, Çev. M.Ş.Aydın, İstanbul, 1992.

83. İbn Düreyd, Ebu Bekr Muhammed B. Hasan, Cemheretü'l-Luğa, Tah. R.M. Baalbeki, Beyrut, 1987.

84. İbn Faris, Ebu'l-Hüseyn Ahmed, Mu'cemu Mekâyisi'lluğa, Tah. A. M. Harun, Beyrut, Ty.

85. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Sîretü'n-Nebeviyye, Tah. M. Sekâ Ve Dğr., Beyrut, Ty.

Îbn İshâk. Muhammed, Şîretu İbn-i İshâk, Tah. M. Hamidullah, Konya, 1981.

86. İbn Kesîr Ebu'l Fidâ, Tefsîru Kur'âni'1-Azîm, Kahire, Ty.

87. İbn Mâce, Muhammed B. Yezid El-Kazvînî, Sünenü İbn-i Mâce, Çağrı Yay., İstanbul, 1992,

88. İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Beyrut, Ty. İbn Sahnun, Eğitim Ve Öğretimin Esasaları - Adabu'l-Muallimin,

Ve Çev. M. F Bayraktar, İstanbul, 1996.

89. İbn Süleyman, Mukatü, Elvücûh Ve'n-Nazâir, Haz. A.Özek, İstanbul, 1993.

90. İbn Teymîyye, Ebu'l-Abbas, El-Cevâbu's-Sahîh, Tah. Ali B. Hüseyin Ve Dğr., Riyad, 1414 H.

91. İkbal, Muhammed, İslâm'da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. S. Huri, İstanbul, 1964.

92. İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, Çev. S. Ayaz, İs­tanbul, 1991.

93. Jung, Cari Gustov, Keşfedilmemiş Benlik, Çev. C.E.Sılay, İstanbul, 1999.

94. Jung, Cari Gustov, İnsan Ruhuna Yöneliş, Çev. E. Büyükinal, İstanbul, 2001.

95. Kâbisî, Ebu'l-Hasan Ali B. Muhammed, İslam'da Öğretmen ve Öğrenci Münasebetlerine Dair Geniş Risale, Çev. S.Ateş, İstanbul, Ty. Kadı Iyaz, Ebu'ı-Fadl, Eş-Şifâ Bi Ta'rîf-i Hukuki'}- Mustafa, Beyrut, 1988.

96. Kağıtçıbaşı, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, İstanbul, 1988.

97. Kanad, H. Fikret Pedagoji Tarihi I, İstanbul, 1948.

98. Kardâvî, Yusuf, Hz, Peygamber Ve İlim, Çev. D.Selvi, İstanbul, 1995. Kaya, Mevlüt, Din Eğitiminde İletişim ve Dini Tutum, Samsun, 1998.

99. Kayadîbi, Fahri Yaygın Din Eğitiminde Cami Ve Görevlileri, Ankara,

100. Kazancı, A. Lütfi, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul, 1997.

101. Kılıç Sadık, Fıtratın Dirilişi, İstanbul 1991.

102. Kınauzâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Âlâî, Haz. H. Algül, İstanbul, Ty. Koç, Ahmet, "Cehalet ve Tezahürlerine Karşı Din Eğitimin Hedefleri" Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 1998, 5.

103. Köylü, Mustafa, Psiko-Sosyal Açıdan Dini İletişim, Ankara 2003.

104. Krech, David- Crutchfield, R.S.- Ballachey, E.L., Cemiyet İçinde Fert, Çev. M.Turhan, İstanbul, 1970.

105. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed, El-Cûmiu'l-Ahkûmi'l-Kur'an, Kahi­re, 1964.

106. Kutub, Muhammed, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, İstanbul, 1987.

107. Küçük, Raşit, Sevgi Medeniyeti, İstanbul, 2000.

108. Küçükahmet Leyla, Eğitim Programlan ve Öğretim- Öğretim İlke Ve Yöntemleri, Ankara 1997.

109. Lane, Edward Vvilliam, An Arabic-English Lexicon, Beirut, 1980.

110. Aacit, Yusuf, İletişim Psikolojisi Açısından Hz. Muhammed, [Basılma­mış Doktora Tezi], Omüsbe, Samsun,

111. Mahmud, Abdulhalim, Ehkur'an ve'n-Nebî, Kahire, Ty.

112. Malik B. Enes, El-Muuatta, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.

113. Maslovv, Abraham, İnsan Olmanın Psikolojisi, Çev. O.Gündüz, İstanbul, 2001.

114. Mehmedoglu, Yurdagül, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci ve Din Eğiti­mi, İstanbul, 2001.

115. Mevdûdî. Ebu'1-A'la, Hz. Peygamberin Hayatı, Çev. A. Asrar, İstanbul, 1992.

116. Tefhimu'l-Kur'an, Çev. Komisyon, İstanbul, 1991.

117. Morgan, Clifford T., Psikolojiye Giriş, Çev. H. Arıcı ve Dğr., Ankara, 1993.

118. Mutahharî, Murtaza, Fıtrat Üzerine, Çev. Ö. Çiçek, İstanbul, 1992.

119. Müslim B. Haccâc El-Kuşeyrî, Sahîhu Müslim. Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.

120. Nedvî,  S.  Süleyman, Hz. Muhammed Hakkında Konferanslar, Çev. O.Keskioğlu, Ankara, Ty,

121. Nesâî, Ahmed B. Şuayb, Sünenü'n-Nesâî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992,

122. Oktay, Ayla "Öğretmenlik Mesleği ve Öğretmenin Nitelikleri", Müaefd, İstanbul, 1991, 3.

123. Osman, M. Necati, Kur'an ve Psikoloji, Çev. H. Aydın, Ankara, 1998.

124. Öcal, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, Ankara, 1990.

125. Önder, N. Kemal, Öğretimde Program, İlke ve Yöntemler, İstanbul, 1992.

126. Önkal, Ahmet, "Hz. Peygamberin Ümmiliği", Süifd, Konya, 1985, 2.

127. Önkal, Ahmet, Rasulullah’ın İslâm'a Davet Metodu, Konya, 1984.

128. Özakpınar, Yılmaz, "Psikolojide İnsan Tasarımı", Edit. S. A. Arkonaç, Psi­kolojide Yeni Tartışmalar, İstanbul, 1999 İçinde.

129. Özbek, Abdullah, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, İstanbul, 1994.

130. Parladır, Selahattin, "Hz. Peygamber Devrindeki Eğitim Anlayışı ve İşle­yişi", Deüifd, I, 1983.

131. Parladır, Selahattin, Din Eğitimi Bilimine Giriş, İzmir, 1996.

132. Pazarlı, Osman, Din Psikolojisi, İstanbul, 1972.

133. Peker, Hüseyin, Din Psikolojisi, İstanbul, 2003.

134. Râzî, Fahruddin, Tefsiru'l-Kebîr, Beyrut, 1999.

135. Râzî, Fahruddin, İsmetü'l-Enbiya, Beyrut, 1988.

136. Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsîr, Kahire, 1976.

137. Saka, Şevki, Kur'an-ı Kerim'in Davet Metodu, İstanbul, 1991.

138. Selçuk, Mualla, Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler, Ankara, 1990.

139. "Din Hizmetlerinde Rehberlik ve Dini Danışmanlık" Din Hizmetle­rinde İletişim ue Halkla İlişkiler, edit. C. Tosun, Aü. Yay. Eskişehir, 2002 içinde.

140. Serinsu, A. Nedim, "Kur'an ve İnsan'ın Anlam Arayışı", Din Öğretimin­de Yeni Yaklaşımlar, İstanbul, 2003 içinde.

141. Sert, H. Emin, Kur'an'da İnsan Tipleri Ve Davranışları, İstanbul, 2004.

142. Sicistânî, Ebu Bekr Muhammed, Nuzhetü'l Kulûb Fi Tefsiri Garibi'1-Kur'ani'l-Aziz, Tah. Y.Abdurrahman, Daru'l-Marife, 1990.

143. Suyûtf, Celalüddin, Ed-Dünü 'l-Mensûr Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1993.

144. Suyûtf, Celalüddin, El-Hasaisu'l-Kübra, Tah. M. H. Herras, Kahire, Ty.

145. Şahin, Abdussabûr, "Hz. Muhammed Okuma Ve Yazmayı Biliyor Mu idi?", Çev. T. Aıtıkulaç, Diyanet İlmi Dergi, Ankara, 1973, XII, 4.

146. Şanver, Mehmet, Kur'an'da Tebliğ Ve Eğitim Psikolojisi. İstanbul. 2001.

147. Şeşen, Ramazan, "Peygamber Hz. Muhammed'in Okuma-Yazma Bilip Bil­mediğine Dair Rivayetler, Bu Konuda Ebu'l-Velid El-Bâcî Tarafından Ya­zılan Risale" XII.Türk Tarihi Kongresi, [Ankara 12-16 Eylül 1994], Ankara, 1999.

148. Taberî, Ebu Cafer, Câmiu'l-Beyân An Te'vıl-i Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988.

149. Taberî, Ebu Cafer, Târihu'1-Umem Ve'l-Mülûk; Beyrut, 1987.

150. Tan, Hasan, Psikolojik Danışma Ve Rehberlik, İstanbul, 1992.

151. Tavukçuoğlu Mustafa, "İbn Sahnun'un Adabu'l-Muallimin'i Üzerine Bir Çalışma", Süifd, Konya, 1997, 7.

152. Tirmizî, Ebû İsa Muhammed, Şemâil-i Şerife I-II, Çev. H. Nakşibendî, Hilal Yay. Ankara, Ty.

153. Tirmizî, Ebû İsa Muhammed, Sünenü't-Tirmizt, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992

154. Tosun, Cemal, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara, 2001.

155. Vahidî, Ebu'l-Hasan, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut, 1993.

156. Varış, Fatma, Eğitimde Program Geliştirme- Teoriler Teknikler-, Anka­ra, 1997.

157. Varış, Fatma, Eğitim Bilimine Giriş, Ankara, 1978.

158. Watt, W. Montgomery, Bell's Introduction To The Çur'an, Edinburg, 1970.

159. Wensink, A. J., El-Mu'cemu'l Müfehres Li Elfâzı'l-Hadisi'n-Nebevî, İs­tanbul, 1988.

160. Yavuz, Kerim. Çocukta Dini Duygu Ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983.

161. Yavuz, Kerim. Günümüzde Din Eğitimi, Adana, 1998.

162. Yavuz, Yusuf Şevki, Kur'an-I Kerim'de Tefekkür Ve Tartışma Metodu, Bursa 1983.

163. Yazır, ElmaLılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, Ty.

164. Zebidi, M. Murtaza, Tâcu'L-Arûs Min Cevheri'1-Kâmûs, Tah. İ. Terezi, Bey­rut, 1972.

165. Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Cârullah, El-Keşşâf An Hakâiki't-Tenzîl Ve Övû-Ni'l Ekâvîl Fî Vücûhi't-Te'oîl, Daru'L- Fikr, Ty.

166. Zernûcî, Burhanuddin, Ta'limu'l-Mütea!Lim} Çev. Y. V. Yavuz, İstanbul, 1980.

167. Zıllıoğlu Merih, İletişim Nedir?, İstanbul, 1993. [1253]

 

 



[1] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 2.

[2] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 9-10.

[3] Bk. Fatma Varış, Eğitim Bilimine Giriş, Ankara, 1978, 36.

[4] Bk. Abraham Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, çev. Okhan Gündüz, İstanbul, 2001, 26 vd.; Erich Fromm, Hayafı Sevmek, çev. Ali Köse, İstanbul, 1996, 45, 283; Clifford T. Morgan, Psikolojine Giriş, çev. Hüsnü Arıcı ve dğr., Ankara, 1993, 199-211.

[5] Yılmaz Özakpınar, "Psikolojide İnsan Tasarımı", edit. Sibel A. Arkonaç, Psikoloji­de Yeni Tartışmalar, İstanbul, 1999 içinde, 75-76.

[6] B. Ziya Egemen, Terbiye Felsefesi, Ankara 1957, 16; H. Mahmut Çamdibi, Din Eğitiminde İnsan ue Hayat, İstanbul, 2003, 73.

[7] Varış, a.g.e. (1978), 38; Beyza Bilgin-Mualla Selçuk, Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Ankara, 1991, 26.

[8] İ. Ethem Başaran, Eğitime Giriş, Ankara, 1978, 20; Nurettin Fidan-Münire Er­den, Eğitim Bilimine Giriş, Repa Eğitim Yayınları, ty, 6-7; Bilgin-Selçuk, a.g.e., 26.

[9]  Fidan-Erden, a.g.e., 13.

[10] Selahattin Ertürk, Eğitimde Program Geliştirme, Ankara, 1972, 13.

[11] Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara, 1998, 28.

[12] Bk. Bilgin, a.g.e. (1998), 4; Cemal Tosun, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Ankara, 2001, 75-76.

[13]   Kerim Yavuz, Günümüzde Din Eğitimi, Adana 1998   17

[14] En'âm: 6/92.

[15] Mesela bk., Bakara: 2/127-129; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2

[16] Yavuz, a.g.e., (1998), 16 24

[17] Âl-i İmrân: 3/81.

[18]  Bk. Nisa: 4/114; Ebü'l- Fidâ İsmail b. Muhammed Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, Beyrut,

[19] İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32.

[20] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 13-17.

[21] Bk. Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, İstanbul, 1994, 17.

[22] Bu konudaki görüşler için bk. Kâmiran Birand, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, Ankara, 1960.

[23] Bk. Tosun, a.g.e., 84-89.

[24] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 17-19.

[25] Tosun, a.g.e, 93.

[26] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 19-20.

[27] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 21-23.

[28] Mesela bk. Kasas: 28/7-35; Meryem: 19/5-33.

[29] Duhâ: 93/6.

[30] Kaynaklarda, sütannesi Halime'nin yanında iken yaşadığından bahsedilen ve vuku bulup bulmadığı tartışılan "şakk-ı saDr" [Bk. İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdulmelik, es-Sfretü'n-Nebeuiyye, tah. Mustafa es-Sekâ ve dğr., Beyrut, ty. I, 164] ile ilgili mütalaalar için bk. Bünyamin Erul, "Hz. Peygamberin Risalet Öncesi Haya­tına Farklı Bir Yaklaşım", Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed -Özel Sayı- Ankara 2000, 38-44)

[31] İbn Hişâm, a.g.e., I, 158, 160, 168, 169, 180.

[32] Buhârî, İcare, 2; Müslim, Eşribe, 163; İbn Mâce, Ticârât, 5; İbn İshâk, Muham­med İbn İshâk, Siretu İbn-i İshak, tah. Muhammed Hamidullah, Konya, 1981, 104-105; İbn. Hişâm, a.g.e, I, 167.

[33] Şam yolculuğunda Kudüs ve Şam arasında bulunan Busra kasabasında Bahîra isimli bir rahibin onda bazı fevkaladelikler gördüğü, nübüvvet mührünü teşhis etti­ği rivayet edilmektedir [İbn İshâk, a.g.e.. 53; İbn Hişâm, a.g.e., I, 180.] Rahip Bahira ile ilgili rivayetlerin Kur'an'daki bilgilerle örtüşmediğine dair mütalaalar için bk. Ebu'l-A'la Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'an, çev. Komisyon, İstanbul, 1991, II, 257-259: Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. S. Tuğ, İstanbul, 1993, I, 47-48; Erul, a.g.m., 45-49.

[34] İbn Hişâm, a.g.e., I, 184-187, 192 vd.

[35] Duhâ: 93/8.

[36] İbn Hişâm, a.g.e., I, 222-231.

[37] Necm: 53/2; Kâfirim: 109/4.

[38] Duhâ: 93/7.

[39] Buhârî, Bed'u'l-Vahy, 1; Müslim, İman, 252.

[40] Fazlurrahman, Allah'ın Elçisi ve Mesajı, çev. A. Çiftçi, Ankara, 1997, 32.

[41] Nisa: 4/113.

[42] Aclûnî, a.g.e., I, 70.

[43] İbn İshâk, a.g.e, 57; İbn Hişâm, a.g.e., I, 197.

[44] Bk. Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, çev. A. Asrar, İstanbul, 1992, I, 86-87, 97-98.

[45] Yunus: 10/16.

[46] Bk. Şûra: 42/52; Ankebût: 29/48; Kasas: 28/86; Yusuf: 12/3.

[47] Buhârî, Bed'u'l-Vahy, 1; Müslim, İman, 252.

[48] İbn Hişâm, a.g.e., I, 235 vd. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 23.-27.

[49] Buhârî, Bed'ü'1-Vahy, 1; Müslim, Fedâil, 2; İbn Hişâm, a.g.e., I, 234-235. Ge­niş bilgi için ayrıca bk. Abdurrahman Celalüddin es-Süyûtî, el-Hasâlsu'1-Kübra, tah. M.H. Herras, Kahire, ty., I, 228-252.

[50] Buhârî, Bed'u 7-Vahy, 1.

[51]  İbn Hişâm, a.g.e., I, 236-237

[52] İbn İshâk, a.g.e., 115.

[53] Bu sürenin birkaç gün, üç ay, altı ay veya üç yıl olduğuna dair farklı görüşler vardır.

[54] Hamidullah, a.g.e. (1993),

[55] İbn İshâk, a.g.e., 115

[56] Duhâ: 93/3-5.

[57] İbn, İshak, a.g.e, 126.

[58] Bk. Hamidullah, a.g.e., (1993), I, 84-85, 88.

[59] İnşirah: 94/1-8.

[60] İ. Ethem Başaran, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1988, 247;   Cavit Binbaşıoğlu, Eğitim Psikolojisi, Ankara, 1990, 30, 233.

[61] Bk. Mustafa Köylü, Psiko-Sosyal Açıdan Dini İletişim, Ankara 2003, 204 vd.

[62] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 27-30.

[63] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 31.

[64] Tevbe: 9/30; En'âm: 6/50; Hûd: 1/12.

[65] Furkan: 25/7-8; Bk., İsrâ: 17/90-93.

[66] İsrâ: 17/93-94; Bk. Furkan: 25/20

[67] İsrâ: 17/95; Bk. En'âm: 6/8-9

[68] Mü'minûn: 23/23-25; Diğer peygamberlere de beşer oldukları için itiraz edildiği hakkında bk. Mü'minûn: 23/33-36, 45-48; Şuarâ: 26/185-187.

[69] Yunus: 10/16

[70] Kehf:18/110; İsrâ: 17/93; Fussulet 41/6; Âli İmrân: 3/144, Nisa: 4/163, Ra'd: 13/38, Furkan: 25/20; Enbiya: 21/7-8.

[71] Zümer: 39/30; Enbiya: 21/34; Kasas: 28/85.

[72] En'âm: 6/50; A'râf: 7/188; Hûd: 11/49; Neml: 27/ 65; Sâd 3S/69.

[73] İsrâ: 85 A'râf: 7/187; Naziât: 79/42-45; İnfitâr: 82/17-19; Karia: 101/1-3; Hak­ka: 69/1-2.

[74] Şûra: 42/52.

[75] A'râf: 7/188; Yunus: 10/44; Cin: 72/21.

[76] Nisa: 4/79.

[77] A'râf 7/203; Yunus 10/15; Sebe 34/50; Necm 53/3-4.

[78] Müslim, Fedâil, 141.

[79]  Müslim, Fedâil, 139, 140.

[80] İbrahim Canan, Peygamberimizin Tebliğ Metotları 1, İstanbul, 1998, 261.

[81]  Mesela bk. Bakara 2/30 vd.; Sebe: 34/40-41; En'am: 6/128,   130; Ahkaf: 46/29-32; Hicr: 15/32-42; İsra:17/61-62; A'raf: 7/ 13-18; Sad: 38/75-85.

[82] Bk. Nahl: 16/68-69; Sebe: 34/10.

[83] Bk., Hud: 11/44: Enbiya: 21/69;Sebe: 34/10, Fussilet: 41/11.

[84]  Köylü, a.g.e, 102 vd.

[85] Özbek, a.g.e., 50.

[86] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 31-34.

[87] Tekvir: 81/19; Hac: 22/75; Bk. Râğıb el-İsfehânî, ei-Müfredât fi Ğarîbi'I-Kur'ân. İstanbul, 1986, 284.

[88] Bu konudaki tartışmalarla ilgili bk. Ebu'1-Fadl Kadı Iyaz, eş-Şifâ bi Ta'rîf-i Huku­ki'l- Mustafa, Beyrut, 1988, I, 249 vd.

[89] Ahzab: 33/45-46. Diğer bazı ayetler için bk. Enfâl: 8/64, 65, 70, Tevbe: 9/73, Ahzab: 33/1, 28, 50, 59; Mümtehine: 60/12; Talâk: 65/1; Tahrîm: 66/1, 9.

[90] Mâide: 5/67; Aynı kullanımla ilgili diğer bazı ayetler için bk. Bakara: 2/143, 151; Âl-i İmrân: 3/144; Nisa: 4/79; Mâide: 5/41; A'râf: 7/158; Fetih: 48/29; Hakka: 69/40.

[91] A'râf: 7/157. Diğer ayetler için bk. Hac: 22/52; Ahzab: 33/40.

[92] Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 34-35.

[93] Fâtır: 35/24; Ra'd: 13/7.

[94] Ahzab: 33/40.

[95] Râğıb, a.g.e., 205.

[96] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, ty., VI. 3906.

[97] Mâide: 5/3; Âi-i İmrân: 3/85.

[98] Mesela bk. Buharı, Menâkıb, 18; Müslim, Fedâil, 20-23; Tirmizî, Edeb, 77.

[99] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 35-36.

[100]  Mesela, A'râf: 7/59, 65, 73, 85, 145.

[101] Mümin: 40/78.

[102] Bakara: 2/21; Nisa: 4/79, 105, Enbiya: 21/107; A'râf: 7/158; Hac: 22/49; Lok­man: 31/33; Fâtır: 35/5.

[103] A'râf: 7/158, Ayrıca bk. A'râf: 7/157; Enbiya: 21/107; Sebe: 34/28; Tevbe: 9/33.

[104] Sebe: 34/28.

[105] Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesûcid, 3; Nesâî, Gusül, 26.

[106] Ahkâf: 46/29; Cin: 72/1-13. Hz. Peygamberin cinleri inzârı ile ilgili bk. Elmalılı, a.g.e., VI, 4361 vd.

[107] Enbiya: 21/107.

[108] Yusuf el-Kardâvî, Hz. Peygamber ue İlim, çev. D. Selvi, İstanbul, 1995, 69-70.

[109] Buhârî, Ahkâm, 40; Tirmizî, Edeb, 22; Ebû Dâvûd, İlim, 2.

[110] Hicr: 15/9; Furkan: 25/1.

[111] Yunus: 10/73; Bakara: 2/132; Yusuf: 12/ 38-40, 101; A'râf: 7/104; Âli İmrân: 3/51-52.

[112] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 36-38.

[113] Râğıb, a.g.e.,289.

[114] A'râf: 7/156.

[115] Tevbe: 9/128.

[116] Enbiya: 21/107.

[117] Nahl: 16/89.

[118] A'râf: 7/203. Ayrıca bk. En'âm: 6/157; Ankebût: 29/50-51; Lokman: 31/3.

Yrd. Doç. Drf. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 38-39.

[119] A'râf: 7/157-158.

[120] Râğıb, a.g.e., 28; İbn Manzûr, Lisânu'I-Arab, Beyrut, ty., XII, 34-35; Fîrûzâbâdî, Mecdüddin, el-Kâmûsu'I-Muhit, Beyrut 1991, c lV, 104; Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur'an, Beyrut, 1985, 45-46.

[121] Seyyid Mahmud el-Âlûsî, Rûhu'l-Menâni f'i Tefsîri'l-Kur'âni'I-Azîm ve's-Seb'il-Mesânî, Beyrut 1987, I, 301; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-Bârî bi Şerh-i Sahih-i Buharı, Kahire 1986, IV, 151; Elmalılı a.g.e., IV, 2297.

[122] Bakara: 2/78.

[123] Âi-i İmrân: 3/20, 75; Cuma: 62/3. Kitab-ı Mukaddes'in İngilizce çevirilerinde "üm­mî" kelimesinin "centile" [İsrailli olmayan] kelimesi ile karşılandığı görülmektedir. Âl-i İmrân: 75. ayette ümmî'nin Yahudilerin bizzat kullandıkları anlamda, yani Ya­hudi olmayanlar için kullanıldığı ve bu anlamın İbranice'de "Goyim" kelimesinin müteradifi olduğu söylenmektedir. [Bk. Mevdûdî, a.g.e. (1991), VI, 298.]

[124]A'râf :7/157-158; Kur'an'da geçen "ümmf ve "ümmiyyûn" kelimelerinin izahı için bk. Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Camin'i-Beyân an Te'vil-i Ayt'l-Kur'ûn, Beyrut, 1988, I, 373-374; IH, 214, 317; K, 81-82; XXI, 4,5; XXVIII, 93.

[125] Nihad M. Çetin, "Ümmî" mad., İA, İstanbul, 1993, XIII, 105.

[126] Ankebût: 29/48-49

[127] Yunus: 10/16

[128] Bk. Abdussabûr Şahin, ; “Hz. Muhammed Okurna ve Yazmayı Biliyor mu İdi?", çev. Tayyar Altıkulaç, Diyanet İlmi Dergi, Ankara 1973, XII, S.4, 199.

[129]  Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safuetü't-Tefâsîr, Kahire, 1976, II, 464.

[130] Ebu'l Fidâ, İbn Kesîr, Tefsîru Kur'ûni'l-Azîm, Kahire, ty., III, 417.

[131] Cârullah ez-Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakûiki't-Tenzîl ve Uyûni't Ekâvîl fî Vücû- hi't-Te'vîl, Daru'l- Fikr, ty., III, 82.

[132] Furkan: 25/5.

[133] Fahruddîn Râzf, Tefsîru'l-Kebîr, Beyrut, 1999, V, 385; Benzer görüşler için bk. Kadı [yaz, a.g.e., 1, 269; İbn Teymiyye. el-Cevabu's-Sahîh li men Beddele Dîni'l-Mesîh, tah. Ali b. Hüseyin ve dğr., Riyad, 1414 h., VI, 400, 403,

[134] Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler ve Kur'an-ı Kerim'in Eğitimle İlgili Ayetlerinin Tahlili, İstanbul, 1991, 82.

[135] Bu kelimenin geçtiği hadisler için bk. A. J. Wensink, e!-Mu'cemu'l Müfehres li Elfâzi'l-Hadisi'n-Nebevî, İstanbul, 1988, I, 98.

[136] Buhârî, Saum, 13; Müslim, Siyam, 15; Ebû Dâvûd, Savm 4; Nesâî, Sıyâm. 17.

[137] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 206, 207, 229. Bu hadisin Müslim'de geçen kısmında "ümmf kelimesi yerine "gayri kâtibin" kullanılmıştır. (Bk. Müslim, Fiten, 105)

[138] Buhârî, Bed'ü'1-Vahy, 1, Müslim, İman, 252.

[139]  Müslim, Cihad, 92.

[140] Tarihi olaylarla İlgili delillerin açıklamaları için bk. Ahmet Önkal, "Hz. Peygam­berin Ümmiliği". Süifd. Konya, 1985, S. 2, 252-254.

[141] Bk. Bu görüşleri özetleyen ve Ebü'l-Velid el-Bâcî tarafından yazılan bir risalenin değerlendirmesi için, Ramazan Şeşen, "Peygamber Hz. Muhammed'in Okuma-Yazma Bilip Bilmediğine dair Rivayetler, bu konuda Ebu'l-Velid el-Bâcî Tarafın­dan Yazılan Risale" Kfl.Türk Tarihi Kongresi, [Ankara 12-16 Eyiül 19941, An­kara 1999, II, 475 vd; Ayrıca bk. İbn Hacer, a.g.e., VII, 575-576.

[142] Buhârî, Meğazi, 43; Buhâri'nin başka bir rivayeti "... Resulullah yazma bilmezdi. Hz. Ali'ye "Resulullah yazan yeri sil!" dedi. O da vallahi onu asla silmem deyin­ce "bana onu göster" dedi ve onu kendi eliyle sildi..." şeklindedir. Bk. Buhârî, Cizye, 19.

[143] Bu konudaki rivayetlerin değerlendirmesi için bk., İbn Hacer, a.g.e., VII, 575-576.

[144] İzzet Derveze, Kur'an'a Göre Hz.Muhammed'in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu,. İstanbul, 1995, II, 55.

[145] Bk. bu konudaki görüşler için, W. Montgomery Watt, Beu's Introduction to The Qur'on, Edinburg, 1970, 33-37; Şahin, a.g.m., 196-198.

[146] Bu konuyu ispatlamaya çalışan bir makale için bk. Isaiah Gotdfeld, The Hliterate Prophet [Nabî Ummî] -An inquiry into the developmenî of a dogma in Islamic tradition- Der İslam [1980], LVII, 1, 58-67.

[147] Bu konudaki görüşler için bk. Watt, a.g.e., 33-37; Ayrıca bk. Şahin, a.g.m., 196-197.

[148] L. Caetani, İslâm Tarihi, çev. H. Cahid, İstanbul, 1926, IX, 162-163.

[149] Caetani, a.g.e., IX, 159-160

[150] Watt, a.g.e., 36; Bu konuda Fazlurrahman da benzer görüştedir: O'na göre: "... İslâm geleneği Peygamberin ümmiliğinde ısrar eder; böylece vahyin saflığını ve özel oluşunu kuvvetlendirmeyi amaçlar. Onun okuma yazma bildiğini ispatlayacak ya da bunu çürütebilecek dolaysız bir delil mevcut olmasa da, bir tüccar olması ve ilk eşinin işlerini yürütmesi bize onun okuryazar olduğuna dair dolaylı da olsa bir delil vermektedir. Kesin olan şudur ki, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitapları ile doğrudan bir tanışıklığı olmamıştır." Bk. Fazlurrahman, a.g.e. (1997), 42.

[151] Caetani, a.g.e., IX, 162, 166.

[152] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 39-49.

[153] Duhâ: 93/1-8.

[154] Derveze, a.g.e., II, 37.

[155] Tebbet: 111/1-5.

[156] Fetih: 48/1-3; Enfâl: 8/64; Müzzemmil: 73/11.

[157] Mâide: 5/67

[158] Tur: 52/48.

[159] Enfâl: 8/30.

[160] Hicr:15/95; Bk. Aynca Nisa: 4/113; Yâsîn: 36/9, Enfâl: 8/62.

[161] Tevbe: 9/40.

[162] Hac: 22/52.

[163] Enfâl: 8/9-12, 43-44; Âl-i İmrân: 3/13, 122-123.

[164] Ahzab: 33/9-15

[165] Tevbe: 9/25-26

[166] Hicr: 15/9. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 49-51.

[167] M. Ali Hâşimî, Kur'an'da Resulullah, çev. N. Yıldız, İstanbul, ty., 124.

[168] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 51.

[169] Tirmizî, Tefsir, 80; Ebu'l-Hasan el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut 1993, 365: Râzî, a.g.e. (1999), XI, 52.

[170] Abese: 80/1-10.

[171] Râzî, a.g.e. (1999), XI, 52-53.

[172]  Mesela bk. Hucurât: 49/1-5.

[173] Selçuk, a.g.e. (2002), 134; Hasan Tan, Psikolojik Danışma ve Rehberlik, İstan­bul, 1992, 18-20.

[174] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:51-53.

[175] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 45, 46; Taberî, a.g.e., VII, 200-201; Vahidî, a.g.e., 182-184; Râzî, a.g.e. (1999), IV, 540; Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmlu't-Ahkûml'l-Kur'an, Kahire, 1964, VI, 432; Elmalılı, a.g.e., III, 1941.

[176] En'âm: 6/52

[177] Kehf: 18/28

[178] Râzî, a.g.e. (1999), IV, 540.

[179] Hicr: 15/87-88. Ayrıca bk. Tâhâ: 20/131-132. Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:53-54.

[180] Enfâl: 8/5-8.

[181] Müslim, Cihad, 58; Vahidî, a.g.e., 200-201: Râzî, a.g.e. (1999), V, 508.

[182] Enfâl: 8/67.

[183] Fahruddin Râzî, İsmetü'l-Enbiya, Beyrut, 1988, 133-134. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:54-55.

[184] Taberî, a.g.e, X, 149; Vahidî, a.g.e., 209; Kurtubî, a.g.e., VIII, 158; Elmalılı, a.g.e, IV, 2564.

[185] Tevbe: 9/49.

[186] Tevbe: 9/81.

[187] Tevbe: 9/43-46.

[188] Nûr:24/62.

[189] Ebû Dâvûd, Cihad, 159; Taberi, Tefsir..., X, 142; İbn Kesîr, a.g.e., II, 360; Celalüddin es-Süyûtî, ed-Dürrü'1-Mensûr fi't-Tefsiri bi'l-Me'sur, Dâru't-Fikr, Bey­rut, 1993,, IV, 211.

[190] Bk. Tevbe: 9/117-118; Geniş bilgi için bk. Buhârî, Tefsir, Tevbe Sûresi 9/17, 18. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:55-56.

[191] Tevbe: 9/80

[192] Münâfikûn: 63/6

[193] Buhârî, Tefsir, Tevbe Sûresi, 9/12; Cenâiz, 23; Müslim, Sıfatül-Münafikîn, 3, 4; Tirmizî, Tefsir, 9; Vahidî, a.g.e,, 216-217.

[194] Tevbe: 9/84

[195] Buhârî, Tefsir, Tevbe Sûresi 9/16; Cenâiz, 81; Nesâî, Cenâiz, 102; İbn İshâk, a.g.e., 221.

[196] Tevbe: 9/113-114

[197] Buhârî, Tefsir, Kasas Sûresi 28/1; Nesâî, Cenâiz, 102; Ayrıca bk. İbn İshâk, a.g.e., 221; Süyûtî, a.g.e., VI. 428-429. Tevbe Sûresi 113 ve 114. ayetlerinin, Hz. İbrahim'in, babası için af dilemesini örnek göstererek, müşrik anne babasına İstiğfar dileyen bir Müslümanın durumu Hz. Peygambere arz edildiğinde nazil ol­duğu da rivayet edilir. [Nesâî, Cenâiz, 102.j

[198] Kasas: 28/56 Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:56-57.

[199] Ahzab: 33/37

[200] Buhârî, Tefsir, Ahzab Sûresi 33/ 6.

[201] Buhârî, Tevhid, 22.

[202] Rivayetler için bk. Kurtubî, a.g.e., XIV, 189; İbn Kesîr, a.g.e., III, 491; Mahmûd el-Âlûsî, a.g.e., XXII, 23.

[203] Vahidî, a.g.e., 293.

[204] Buhârî, Tevhid, 22; Müslim, İman, 288.

[205] Buhârî, Tevhid, 22.

[206] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları:58-59.

[207] Tahrîm: 66/1-4 Lügatlerde açıklandığına göre, meğafir, rnuğfur'un cem'idir. Muğfur, urfut denilen geniş yapraklı ve dikenli bir bitkiden çıkan ve su ile karıştırılarak içilen kötü koku­lu yapışkan ve tattı bir maddedir.

[208] Buhârî, Talâk, 8; Tefsir, Tahrîm 66/1; Müslim, Talâk, 20-21; Ebû Dâvûd, Eşribe, 11; Nesâî, Talâk, 17.

[209] Tahrîm: 66/1-4

[210] Müslim, Talâk, 20.

[211] Nesâî, Işretü'n-Nisâ: 4; Taberi, Tefsir..., XXVIII, 155-158; Vahidî, a.g.e., 357; Zemahşerî, a.g.e., IV, 124; Mahmûd el-Âlûsî, a.g.e., XXVIII, 146-147.

[212] Buhârî, Tefsir, Tahrîm Sûresi 66/2; Müslim, Talâk, 34; Tirmizî, Tefsir, Tahrîm Sûresi, 66.

[213] bn Mâce, Talâk, 24.

[214] Zemahşerî, a.g.e., IV, 124; Ebû Hayan el-Endulusi, el-Bahru'1-Muhit, Beyrut, 1990, VIII, 290; Mahmûd el-Âlûsî, a.g.e, XXVII!, 147.

[215] Bu rivayetlerle ilgili geniş bilgi için bk. Elmalılı, a.g.e., VII, 5084-5102, 5110-5115.

[216] Bk. Taberî, a.g.e., XXVIII, 159; Elmalılı, a.g.e., VII, 5113.

[217] Tirmizî, Talâk, 21.

[218] Taberî, a.g.e., XXVIII, 158-159.

[219]  Mâide: 5/87.

[220] Elmalılı, VII, 5102.

[221] En'âm: 6/114; Aynı konu ile ilgili bk., Bakara 2/147; Âli İmrân: 3/60; Yunus: 10/94; Hûd: 11/17.

[222] A'râf: 7/205.

[223] Nisa: 4/105.

[224] En'âm: 6/35.

[225] Yunus: 10/95.

[226] Kasas: 28/86.

[227] Kasas: 28/87-88; Ayrıca bk. En'âm: 6/14; Yunus: 10/105-106.

[228] Kalem: 68/48.

[229] İsrâ: 17/86

[230] A'râf: 7/6

[231] Mâide: 5/67

[232] Kalem: 68/48; Kâf: 50/39; Yunus: 10/108-109; Mü'min: 40/55; Ahkâf: 46/35; Tûr: 52/48; Rûm: 31/60.

[233] Neml: 27/79-81; Yunus: 10/65, 99; En'âm: 6/33, 35, 107; Nahl: 16/37, 127; Kehf: 18/6-7; Tâhâ: 20/1-3; Şuarâ: 26/3-4; Neml: 27/70; Yâsîn: 36/76; Kâf: 50/45; Ğâşiye: 88/21-22.

[234] Yunus: 10/94.

[235] Mâide: 5/49; Nisa: 4/105-109, 113; Yunus: 10/95; Kasas: 28/87.

[236] Tâhâ: 20/131; Hicr: 15/87-88

[237] Hac: 22/52.

[238] Hûd: 11/12; İsrâ: 17/73-75.

[239] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 59-63.

[240] Ali İmrân: 3/31.

[241] Âl-i İmrân: 3/132; Nisa: 4/69; Tevbe: 9/24, 61; Nur: 24/63.

[242] Nisa: 4/65.

[243] Nisa: 4/59.

[244] Ahzab: 33/36.

[245] Haşr: 59/7.

[246] Nûr: 24/54. Teğabun: 64/12; Ayrıca bu konudaki ayetler için bk. Bk. Âl-i İmrân: 3/32, 33, 132; Nisa: 4/13, 14, 59, 64-65, 69, 70, 80, 81, 115; Mâide: 5/92; Enfâl: 8/1, 20, 21, 24, 27, 28, 46; Tâhâ: 20/90; Nûr: 24/52, 54, 56; Ahzab: 33/21, 33, 71; Muhammed: 44/33; Mücadele: 58/13; Fetih: 48/8-9, 13, 17; A'raf: 7/158; Haşr: 59/7; Tevbe: 9/71, 117.

[247] Furkan: 25/27.

[248] Necm: 53/3-4: Nisa: 4/105; Mâide: 5/48-49.

[249] Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 63-64.

[250] Erich Fromm, Sahip Olmak Ya da Olmak, çev. A.Arıtan, İstanbul, 1991, 159.

[251] Râğıb, a.g.e., 20.

[252] Ahzab: 33/21.

[253] Mümtehine: 60/4; Bk. Tevbe: 9/114.

[254] Bakara: 2/143.

[255] S. Süleyman Nedvi. Hz. Muhammed Hakkında Konferanslar, çev. O. Keskioğlu, Ankara, ty., 78.

[256] Nedvi, a.g.e, 117.

[257] Kalem: 68/4.

[258] Müslim, Salâtü'I-Mûsafirin, 139.

[259] İmam Mâlik, Husnü'l-Hutk, 8.

[260] Abdulhalim Mahmud, el-Kur'an ve'n-Nebi, Kahire, ty., 341.

[261] İbn Teymiyye, a.g.e, V, 438.

[262] Fetih: 48/1-2

[263] Enfâl: 8/41, Haşr: 59/7.

[264] Ahzab: 33/6, 56.

[265] A'râf: 7/157

[266] Bakara: 2/146, 289.

[267] Bakara: 2/129; Bk. Bakara: 2/151; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2.

[268] Saf: 61/6

[269] Âl-i İmrân: 3/110.

[270] Ahzab: 33/6

[271] Nisa: 4/41-42; Nahl: 16/89; Hac: 22/78

[272] Bk., Bakara: 2/35; Hûd: 11/48, 81; Meryem: 19/7, 12; Kasas: 28/30: Saffât: 37/104-105; Sâd: 38/26

[273] Mesela bk., Mâide: 5/67; Enfâl: 8/64; Ahzab: 33/1.

[274] Âl-i İmrân: 3/144; Ahzab: 33/40.

[275]  Mesela bk., Hûd: 11/32, 62, 87.

[276] Kevser: 108/1

[277] Râğıb, a.g.e., 642-643; Bk. Elmalılı: a.g.e., IX, 6180 vd.

[278] Buhârî, Tefsir, Kevser Sûresi, 108, Rikak, 53; Müslim, Salât, 53, Tirmizî, Tef­sir, Kevser Sûresi, 3.

[279] Bu konudaki görüşleri toplu olarak görmek için bk, Elmalılı, a.g.e., IX, 6179 vd.

[280] İsrâ: 17/1; Necm: 53/13-18

[281] İsrâ: 17/79.

[282] Buhârî, Tefsir, İsrâ Sûresi, 11; Tirmizî, Tefsir, İsrâ Sûresi, 1.

[283] Ankebût: 29/51; Mülk: 67/25-26; Tâhâ: 20/133

[284] Bakara: 2/129, 151; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2.

[285] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 65-68.

[286] Tosun, a.ğ.e., 99.

[287] Mualla Selçuk, Din Hizmetlerinde İletişim ve Halkla İlişkiler, edit. Cemal Tosun, AÜ. Yay. Eskişehir, 2002 içinde, 131.

[288] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 69-72.

[289] Mülk: 67/14; Kâf: 50/16; Necm: 53/32.

[290] Beyza Bilgin, İslam ve Çocuk, Ankara, 1991, 17.

[291] Râğıb, a.g.e., 575.

[292] İsmail b. Hammad el-Cevherî, es-Sıhah, tah. A. A. Attar, Beyrut, 1956, II, 248; M. M. ez-Zebedî,  Tacu'1-Arus min Cevheri'l-Kamus, tah. İ. et-Terezi, Beyrut, 1972, XIII, 328.

[293] Cevheri, a.g.e., II, 248; İbn Manzûr, a.g.e., V, 58;

[294] İsmail b. Abbad, ei-Muhît fi'l-Lüğa, tah. M. Hasan, Beyrut 1994, IX, 163; Râğıb, a.g.e., 575.

[295] Seyyid Şerif el-Cürcânî, Ta'rifat, y.y., ty., 168.

[296] Ebu Bekr es-Sicislani, Nüzhetü'l Kulûb fi Tefsiri Garibi'l-Kur'ani'l-Aziz, tah. Y. Abdurrahman, Daru'l-Marife, 1990, 361; ez-Zebîdî, a.g.e., XIII, 329.

[297] Konu ile ilgili geniş bilgi için bk. Elmalılı, a.g.e, VI, 3824.

[298] Buharı, Cenâiz, 79, 80, 93; Müslim, Kader, 22-24.

[299]  M. Fuad Abdulbaki, Mu'cemü'i-Müfehres h Elfazı'l-Kur'ani'l-Kerim, İstanbul, 1990, 522-523.

[300] Rûm: 30/30; Bk. Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, İst. 1996, II, 825.

[301] Bk. Murtaza Mutahhari, Fıtrat Üzerine, çev. Ömer Çiçek, İstanbul. 1992, 14 vd.

[302] Esed, a.g.e, II, 826.

[303] İnşikak: 84/6.

[304] Maslow, a.g.e., 206

[305] Maslow, a.g.e., a.y.

[306] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara, 1996, 125.

[307] Selahattin Farladır, Din Eğitimi Bilimine Giriş, İzmir, 1996, 69.

[308] Hökelekli, a.g.e., 124.

[309] Bilgin, a.g.e. (1991), 17.

[310] Bk. Yavuz, a.g.e. (1998), 120; Hökelekli, a.g.e., 124-125.

[311] Mutahhari, a.g.e., 27,

[312] Masiow, a.g.e., 205.

[313] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 72-77.

[314] Bk. Alexis Carrel, İnsan Denen Meçhul, çeu. R. Özdek, İstanbul, 1973, 22-24.

[315] Furkan: 25/2.

[316] Taha: 20/50; Ayrıca bk. A'la: 87/2-3.

[317] Şems: 91/7.

[318] Alâk: 96/1-5.

[319] Yasin: 36/77-78

[320] Mehmet Şanver, Kur'an'da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, İstanbul, 2001, 50.

[321] Nuh: 71/14; 17; Bk. Bayraktar Bayraklı, İslâmda Eğitim, İstanbul, 1980, 139-142.

[322] Âl-i İmrân: 3/59; Rahman: 55/14; Hac: 22/5; Hicr: 15/26, 28, 33; En'am: 6/2; Rûm: 30/20; Fâtır: 35/11 Kehf 18/37; Saffat: 37/11; Secde: 32/7; Sad: 38/71; Mü'minûn: 23/12.

[323] Hicr: 15/29; Sad: 38/72

[324] Hucurat: 49/13; Nisa: 4/1; Fâtır: 35/11.

[325] Tarık: 86/5-6; Mürselat :77/20; Abese: 80/18-19; Yasin: 36/77; İnsan: 76/2; Sec­de: 32/8; Kıyamet: 75/37-39

[326] Âl-i İmrân: 3/6

[327] Nuh: 71/14; Mü'minûn: 23/14; Zümer: 39/6; Mürselat: 77/20-23

[328] Esed, a.g.e.t III, s. 1287.

[329] Secde: 32/7-9.,

[330] Hacc: 22/5; Ayrıca bk. Mü'minûn: 23/12-16.

[331] Bk. Secde: 32/7; Mü'minûn: 23/14; A'raf: 7/11; Teğabün: 64/3; Tin: 94/4.

[332] Elmalılı, a.g.e., VII, 5025; VIII, 5935-5936.

[333] A. Nedim Serinsu, "Kur'an ve İnsan'm Anlam Arayışı", Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar, İstanbul, 2003, içinde, 109

[334] Carrel, a.g.e., 24.

[335] Carrel, a.g.e., 24, 43.

[336] Carrel, a.g.e., 30.

[337] Maslow, a.g.e., 186-187.

[338] C. G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, çev. C. E. Sılay, İstanbul, 1999, 113-114.

[339] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 77-81.

[340] Bk. Bakara: 2/34-37; A'râf: 7/24-25.

[341] Bk. Bakara: 2/30-34; Bk. A'râf: 7/11; Hicr: 15/28-31; Sâd: 38/72.

[342] Halis Ayhan, Din Eğitimi ve Öğretimi, Ankara, 1985, 77-78.

[343] Tîn: 95/4.

[344] Nahl: 16/10-15; Bakara: 2/22, 29; Yasin: 36/71-73; Ra'd: 13/3-4; Abese: 80/27-32 vb.

[345] İsrâ: 17/70.

[346] Nahl: 16/78.

[347] Secde: 32/9.

[348] Bakara: 2/256; Rûm: 30/44 vb.

[349] Mülk: 67/2.

[350] Bk. Bakara: 2/31; Nahl: 16/78; Alâk: 96/3-5; İnsan: 76/3; Beled: 90/8-10; Kehf: 18/28-29; Mülk: 67/3, 22; Teğabun: 64/13; Mu minûn: 23/78.

[351] Câsiye: 45/13.

[352] Bakara: 2/30; En'âra: 6/165.

[353] Ahzab: 33/72.

[354] A'râf: 7/172.

[355] Kıyamet: 75/36; Müminun: 23/115..

[356] Zariyat: 51/56; Bakara: 2/21; Nahl: 16/36..

[357] Tîn: 95/5.

[358] Ra'd: 13/16

[359] Zümer: 39/6.

[360] Hucurat: 49/13.

[361] En'am: 6/132.

[362] Hucurat: 49/12.

[363] Elmalılı, a.g.e., VIII, 5937.

[364] Hicr: 15/28-29.

[365] Fromm, a.g.e. (1996), 76, 94.

[366] Özakpmar, a.g.m., 89-90.

[367] Bk. Şems: 91/7-8.

[368] Bk. A'râf: 7/11; Hicr: 15/28-31.

[369] Bk. A'râf: 7/179; Furkar: 25/44.

[370] Asr: 103/1-3.

[371] Özakpınar, a.g.m., 77.

[372] Yurdagül Mehmedoğlu, Erişkin Bireyin Kendilik Bilinci ve Din Eğitimi, İstan­bul, 2001, 27-8.

[373] Yaşar Düzenli, Kur'an Isığında Evrensel Dengeler ve İnsan, İstanbul, 2000, 96.

[374] Zümer: 39/41; İnsan: 76/3 vb.

[375] Zilzal: 99/7-8.

[376] Kehf: 18/7; Mülk: 67/2 vd.

[377] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 81-86.

[378] Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı, çeu. Ş. Başar, İstanbul, 1997, 29-30.

[379] Aifred Adier, Yaşamın Anlam ve Amacı, çev. K. Şipal, İstanbul, 2003, 33.

[380] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 86-87.

[381] Rûm: 30/54; Bk. Yâsîn: 36/77.

[382] Nisa: 4/28.

[383] Esed, a.g.e., I, 141.

[384] Bakara: 2/286. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 87-88.

[385] Bk. Ahmet Koç, "Cehalet ve Tezahürlerine Karşı Din Eğitimin Hedefleri", Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, V, İstanbul, 1998, 199-112.

[386] Bk. Enam: 6/35, 111; A'râf: 7/ 138, 199; Hûd: 11/ 29, 46; Yusuf: 12/33, 89; Neml: 27/55; Zümer: 39/64; Ahkâf: 46/23.

[387] Geniş bilgi için bk. Koç, a.g.m., 123-126.

[388] Ahzab: 33/72.

[389] Edward William Lane, An Arabic-Engtish Lexicon, Beyrut, 1980, I, 102.

[390] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 88-90.

[391] Râğıb, a.g.e., 470-471.

[392] Ahzab: 33/72.

[393] İbrahim: 14/34.

[394]  Şûra: 42/42.

[395] Talâk: 65/1; Fâtır: 35/32; Nisa: 4/110; Kasas: 28/16; Nahl: 16/28; Âl-i İmran: 3/117, 135.

[396] Yunus: 10/44; Bakara: 2/57; A'râf: 7/23, 160; Rûm: 30/9.

[397] Yunus: 10/54.

[398] Lokman: 31/13.

[399] Bakara: Z/114.

[400] Bakara: 2/140.

[401] En'âm: 6/144; Hûd: 11/18; Kehf: 18/15: Zümer: 39/32.

[402] En'âm: 6/93; Yunus: 10/17; Ankebût: 29/68.

[403] En'âm: 6/21, 157; A'râf: 7/37.

[404] En'âm: 6/93.

[405] Ankebût: 29/68; Zümer: 39/32.

[406] Sâf: 61/7.

[407] Kehf: 18/57.

[408] Secde: 32/22.

[409] Kasas: 28/50.

[410] Rûm: 30/29; Muhammed: 47/16.

[411] Kehf: 18/57.

[412] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 90-92.

[413] Âdiyât: 100/6.

[414] Râğıb, a.g.e., 664; Bk. Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çsv. S. Ayaz, İstanbul, 1991, 170-171.

[415] Bk. Hadid: 57/20.

[416] Râğıb, a.g.e., 653.

[417] Bk. İzutsu, a.g.e., 165-238.

[418] Râğıb, a.y.

[419] Bk. Lokman: 31/12: Bakara: 2/152; En'âm: 6/ 63-64; İbrahim: 14/6-7; Zümer: 39/7; İnsan: 76/3; Neml: 27/40; Nahl: 16/ 112.

[420] Hac: 22/66; Bakara: 2/28.

[421] İbrahim: 14/34; Nahl: 16/18; A'râf: 7/10; Âdiyât: 100/6; Zuhruf: 43/10-15.

[422] Şûra: 42/48; Hûd: 11/9; Zuhruf: 43/15.

[423] Abese: 80/17.

[424] İsrâ: 17/67; Bk. ayrıca Lokman: 31/32; Ankebût: 29/65-66.

[425] Nahl: 16/53-55; Rûm: 30/33-34.

[426] Furkan: 25/50.

[427] Lokman: 31/32.

[428] Bakara: 2/152.

[429] İbrahim: 14/34.

[430] İsrâ: 17/27.

[431] A'râf: 7/12-13.

[432] A'raf: 7/16-17.

[433] Zümer: 39/49.

[434] Fussilet: 41/50.

[435] Yunus: 10/12.

[436] Yunus: 10/22-23.

[437] Farladır, a.g.e., 39.

[438] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 92-96.

[439] Râğıb, a.g.e., 748.

[440] Tâhâ: 20/115.

[441] Bk. Tâhâ: 20/ 121-122.

[442] Kehf: 18/65-82.

[443] Kehf: 18/73.

[444] Kehf: 18/23-24.

[445] En'âm: 6/68.

[446] A'la: 87/67.

[447] İbn Mâce, Dua, 2.

[448] Bakara: 2/286.

[449] Mâide: 5/13-14; Bk., En'âm: 6/44.

[450] Haşr: 59/19; Tevbe: 9/67.

[451] Kehf: 18/57.

[452] Mücadele: 58/6.

[453] A'râf: 7/51.

[454] Secde: 32/14.

[455] Sâd: 38/26.

[456] Zümer: 39/8.

[457] Zümer: 39/49.

[458] Târık: 86/5-8; Hac: 22/5; Mü'minûn: 23/14: Fâtır: 35/11; Mü'min: 40/67; Kıya­met: 75/37.

[459] Yâsîn: 36/77-78.

[460] Bakara: 2/44.

[461] Mü'minûn: 23/110; Bk., Furkan: 25/17-18.

[462] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 96-100.

[463] Alâk: 96/6-7.

[464] Bk. Nâziât: 79/37-41.

[465] Kasas: 28/50.

[466] Câsiye: 45/3.

[467] Nisa: 4/27.

[468] Tâhâ: 20/24, 43; Kasas: 28/4, 38; Duhân: 44/31; Nâziât: 79/17-25.

[469] Yunus: 10/90-92.

[470] Kasas: 28/76-81.

[471] Zümer: 39/49.

[472] Fussılet: 51/50.

[473] Leyl: 92/8-11.

[474] A'râf: 7/146; Bk. Furkan: 25/21; En'âm: 6/110.

[475] Tûr: 52/32.

[476] A'râf: 7/175.

[477] Hicr:15/42

[478] İsrâ: 17/60. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 100-102.

[479] Enbiya: 21/37

[480] İsrâ: 17/11.

[481] İnsan: 76/27.

[482] İsrâ: 17/18.

[483] A'la: 87/16-17.

[484] Şuarâ: 26/201-203.

[485] Şuarâ: 26/204.

[486] Ra'd: 13/6.

[487] Hac: 22/47.

[488] En'âm: 6/58.

[489] Kehf: 18/58.

[490] Yunus: 10/11.

[491] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 102-104.

[492] Âl-i İmrân: 3/14.

[493] Fecr:89/15-20; Bk. Âdiyât: 100/8..

[494] Kıyamet: 75/20-21; İnsan: 76/27.

[495] Kasas: 28/77

[496] Muhammed: 47/36.

[497] Enfâl: 8/23; Tsğabun: 64/15.

[498] Bakara: 2/155; Âl-i İmrân: 3/86.

[499] Tevbe: 9/55, 85.

[500] Kehf: 18/46

[501] Sebe: 34/37; Mücadele: 58/17.

[502] Tevbe: 9/24.

[503] Ankebût: 29/25. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 104-106.

[504] Nisa: 4/53-54.

[505] Meâric: 70/19-21. Bk. Fecr: 89/20; Âdiyât: 100/6.

[506] Müssim, Zekat 117, 118, 119.

[507] Bu kavramlar ve onlara verilen karşılıklar şöyledir: "Buhl", kazanılan şeyleri har­canması gereken yerlere harcamamak, tutmak, cimrilik; "Katr", harcamada kıllet, tamahkârlık, cimrilik; "Şuhh”, hırsla birlikte cimrilik, açgözlülük, kıskançlık bencillik. [Bk. Râğıb, a.g.e., 49, 375, 592-593; Esed, a.g.e., 1, 170; II, 579,737, 854; III, 1130, 1156, 1276.

[508] Nisa: 4/128.

[509] Bk. Bakara: 2/34; A'râf: 7/11-12; İsrâ: 17/61: Sad: 38/76.

[510] Mâide: 5/27-30.

[511] M. Necati Osman, Kur'an ve Psikoloji, çev. H. Aydın, Ankara, 1998, 80-81.

[512] Yusuf: 12/8-9.

[513] Leyl: 92/8.

[514] Ahzab: 33/19; İsrâ: 17/100.

[515] Muhammed: 47/38.

[516] Haşr: 59/9; Teğabun: 64/16.

[517] Furkan: 25/67. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 106-108.

[518] Kehf: 18/54.

[519] Örnek için bk. En'âm: 6/25; Hûd: 11/32, 50,74,61; A'râf: 7/70.

[520] Kehf: 18/56.

[521] Lokman: 31/20.

[522] Mümin: 40/35, 56.

[523] Mümin: 40/69.

[524] Zuhruf: 43/58. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 108.

[525] Mesela bk. Ahzab: 33/21; Mümtehine: 60/6; Zuhruf: 43/59.

[526] Bakara: 2/170. Ayrıca bk. Mâide: 5/104; Hûd: 11/109: Saffât: 37/70.

[527] Bk. Furkan: 25/43: Câsiye: 45/23; Kehf: 18/28; A'râf: 7/176; Kasas: 28/50.

[528] En'âm: 6/116.

[529] En'âm: 6/142.

[530] Ahzab: 33/67.

[531] Lokman: 31/21.

[532] Zuhruf: 43/22-23. Bk. Aynca Yunus: 10/78; Enbiya: 21/52-53.

[533] A'râf: 7/28.

[534] A'râf: 7/38.

[535] Tevbe: 9/30.

[536] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 109-111.

[537] Bilgin, a.g.e. (1991), 19.

[538] Bk. Nezahat Arkun, Şahsiyet Psikolojisi ve Şahsiyetin Dinamikleri, İÜEF Ders Notları, (1971-1975), 7, 67.

[539] Bk. Morgan, a.g.e., 34, 42.

[540] Morgan, a.g.e., 42.

[541] Arkun, a.g.e., 10.

[542] Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İstanbul, ty., 229.

[543] Adler, ag.e. (1997), 15.

[544] Gai Eaton [Hasan Abdulhakim], King of Castle -Choise and Responsibility in the Modern Wor1d, Suhail Academy Lahore/Pakistan, 2. bs., 1999, 137. [Bu ifadeleri, Martin Buber, bir Yahudi tarikat [Chassidic] deyişi olarak nakletmekte, Eaton Gai da ondan nakletmektedir]

[545] Baymur, a.g.e., 219.

[546] Jung, a.g.e. (1999), 49.

[547] En'âm: 6/165.

[548] Osman Necati, a.g.e, 217.

[549] Bk. Maslow, a.g.e., 201-202.

[550] Şâkile, Yaratılıştan gelen sedyye [Râğıb, a.g.e., 390], tabiat, adet, din, hulk, niyyet, seciyye, cibillet, tariki müşakil, hal ve mizaç olarak tefsir edilmiştir. Bk. Elmalılı, a.g.e., V, 3196.

[551] İsrâ: 17/84.

[552] Müslim, Kader,   9.

[553] Serinsu, a.g.m., 112.

[554] Muharnmed Kutub, İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, İstanbul, 1987, 424.

[555] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 111-115.

[556] Bk. Leyla Küçükahmet, Eğitim Programları ve Öğretim-Öğretim İlke ve Yön­temleri, Ankara 1997, 33-34; N. Kemal Önder, Öğretimde Program, İlke ve Yöntemler, İstanbul, 1992, 31, 32.

[557] Bk. Merih Zıllıoğlu, İletişim Nedir?, İstanbul, 1993, 2S1 vd; Suat Cebeci, Öğrenme ve Öğretme Süreçlerinde Dîni İletişim, İstanbul, 2003, 245 vd.; Köylü, a.g.e., 90 vd.

[558] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 115-116.

[559] Bk. Osman Necati, a.g.e., 206-210; İzutsu, a.g.Ğ,, 254-268; H. Emin Sert, Kur'an'da İnsan Tipleri ve Davranışları, İstanbul. 2004, 182-245.

[560] Selçuk, a.g.e. (2002), 133.

[561] Hicr: 15/88; Şuara: 26/215.

[562] Âl-i İmrân: 3/159.

[563] Tevbe: 9/103.

[564] Tevbe: 9/128.

[565] Ahzab: 33/6.

[566] Tevbe: 9/120.

[567] Âl-i İmrân: 3/164.

[568]  Şûra: 42/52.

[569] Ahzab: 33/46.

[570] Tevbe: 9/61.

[571] Ahzab: 33/21.

[572] Tevbe: 9/24.

[573] Âl-i İmrân: 3/31.

[574] Nisa: 4/65.

[575] Hucurât: 49/1.

[576] Ahzab: 33/53; Nûr: 24/62.

[577] Nûr: 24/62.

[578] Hucurât: 49/2.

[579] Hucurât: 49/4.

[580] Nûr: 24/63.

[581] Ahzab: 33/56. Salât, Allah'tan olunca rahmet, meleklerden olunca mağfiret dile­mek, müminlerden olunca hayır dua etmek manalarına gelmektedir. [Bk. Râğıb, a.g.e., 421); ''Sana nasıl salât getirelim?" sorusuna karşı Hz. Peygamber. "Satlî-Barik" dualarının okunmasını istemiştir. [Bk. Buhârî, Enbiya, 10, Müslim, Salât, 65, 66, 68, 691 ki burada da salât, Hz. Peygamberin Allah katındaki makamının yüceltilmesine dua niteliğindedir.

[582] Hz. Peygambere itaatle ilgili Kur'an'da pek çok ayet vardır. Bunların çoğunda ona itaat, Allah'a itaatle birlikte zikredilmiştir: Bk. Âl-i İmrân: 3/31-32; Nisa: 4/13-14, 64-65, 69, 80-81; Enfâl: 8/20-21, 24, 27-28; Tevbe: 9/71.

[583] Fetih: 48/10.

[584] Ahzab: 33/36; Nisa: 4/59.

[585] A’râf: 7/157.

[586] Yrd. Doç. DR. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 116-119.

[587] Bk. Hamidullah, a.g.e. (1993), I, 552, 617, 618

[588] Âl-i İmrân: 3/84; Bk. Enam: 6/84-90; Mümin: 40/53-54; Şûra 42/13: Enbiya: 21/92.

[589]  Müddessir: 74/31.

[590] Ankebüt: 29/47.

[591] A'râf: 7/157; Sâf: 61/6..

[592] Âl-i İmrân: 3/S4; Bk. En'âm: 6/84-90; Mü'min: 40/53-54; Şûra: 42/13; Enbiya: 21/92.

[593] Ra'd: 13/36.

[594] Mâide: 5/46; En'âm: 6/92; Yusuf: 12/111; Ahkâf: 46/12; Tahâ: 20/133; Yunus: 10/37, 94; Fâtır: 35/31.

[595] Mâide: 5/19. Bu konuda bk., Hamidullah, a.g.e. (1993), I, 553 vd.

[596] Kasas: 28/52-55; A'râf: 7/157.

[597]Âl-i İmrân: 3/113-115; Bk. Âl-i İmrân: 3/199; İsrâ: 17/107-109.

[598] Ra'd: 13/36.

[599] Mâide: 5/82-85.

[600] Bakara: 2/47, 122; Duhân: 44/32; Câsiye: 45/16.

[601] Bakara: 2/40, 49-53; Mâide: 5/20; Yunus: 10/93; Câsiye: 45/16-17.

[602] Mâide: 5/ 43-44, 68.

[603] Mâide: 5/57.

[604] Âl-i İmrân: 3/72; Bakara: 2/73; Mâide: 5/15, 44.

[605] Bakara: 2/63, 83-84, 100; Enfâl: 8/ 56-57.

[606] Bakara: 2/61, 90; Âl-i İmrân: 3/112; Nisa: 4/46; Mâide: 5/64: Mücadele: 58/14.

[607] Nisa: 4/161.

[608] Bakara: 2/14; Nisa: 4/51-52, 138-139; Mâide: 5/80-81; Haşr: 59/11; Ahzab: 33/25-27.

[609] Mâide: 5/18; Bakara: 2/111-112; Nisa: 4/49-50; Âl-i İmrân: 3/288; Cuma: 62/2-6

[610] Bakara: 2/61, 87; Âl-i İmrân: 3/112.

[611] Bakara: 2/85-86.

[612] Bakara: 2/101.

[613] Bakara: 2/76; Mâide: 5/62-64.

[614] Bakara: 2/61, 87; Mâide: 5/70; Âl-i İmrân: 3/183.

[615] Tevbe: 9/30-31.

[616] Bakara: 2/89; En'âm: 6/20.

[617] Bakara: 2/96.

[618] Mâide: 5/41, 49.

[619] Nisa: 4/44-46.

[620] En'âm: 6/91.

[621] Mâide: 5/82.

[622] Mâide: 5/46; Âl-i İmrân: 3/3-4.

[623] Mâide: 5/47.

[624] Meryem: 19/29-33; Âl-i İmrân: 3/46; Mâide: 5/110.

[625] Nisa: 4/171; Bakara: 2/253.

[626] Hadid: 57/27.

[627] Enbiya: 21/91; Mü'minûn: 23/50.

[628] Âl-i İmrân: 3/49; Mâide: 5/75; Meryem: 19/30-32; Zuhruf: 43/59; Sâf: 61/6.

[629] Âl-i İmrân: 3/59.

[630] Âl-i İmrân: 3/79; Mâide: 5/17, 72-73; Nisa: 4/171.

[631] Nisa: 4/157-158.

[632]Tevbe: 9/30-31; Mâide: 5/68.

[633] Deryeze, a.g.e., II, 360.

[634] İbn İshâk, û.g-e., 94; İbn Hişâm, a.g.e, I, 238.

[635] Bk. İbn Hişâm, a.g.e., II, 606-607; Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarihu'l-Ümem ve'1-Mülûk; Beyrut, 1987, III, 237-249; Muhammed Hamidullah, Mecmûatü'l- Vesâiki's-Siyasiyye, Beyrut, 1985, 99 vd.

[636] İbn Hişâm, a.g.e., II, 578-580, 624, Derveze, a.g.e., III, 213-214, 217

[637] İbn İshâk, a.g.e., 154, 195.

[638] Rûm: 30/1-5.

[639] Bu konuda geniş açıklama ve yorumlar için bk. Derveze, a.g.e., III, 218-227.

[640] Âl-i İmrân: 3/61.

[641] Bk. Hamidullah, a.g.e. (1993), 620-623.

[642] ÂI-i İmrân: 3/64; Bk. Mâide: 5/15.

[643] Nisa: 4/150-151.

[644] Ankebût: 29/46; Âi-i İmrân: 3/20.

[645] Mâide: 5/68; Bakara: 2/121; Âl-i İmrân: 3/110; Mâide: 5/65-66, Âl-i İmrân: 3/98-99.

[646]  Bakara: 2/ 146; En'âm: 6/20.

[647] En'âm: 6/114.

[648] Bakara: 2/ 146.

[649] Bakara: 2/89, 101.

[650] Bakara: 2/109, Mâide: 5/59..

[651] Bakara:2/120-121. Bk. Bakara: 2/ 145; Mâide: 5/51,57...

[652] Âl-i İmrân: 3/186. Bk. Âl-i İmrân: 3/184: Mâide: 5/49..

[653] Âl-i İmrân: 3/79; Nisa: 4/171; Mâide: 5/68, 72-73; Tevbe: 9/30-31; Enam: 6/91; Zümer: 39/67.

[654] Nisa: 4/171-172; Âl-i İmrân: 3/64; Zuhruf: 43/57-65; Enbiya: 21/91; Meryem: 19/1-37, 75.

[655] Neml: 27/76-78; Hud: ll/110; Fussilet: 41/45; Şûra: 42/13-14; Zuhruf: 43/57-65; Câsiye: 45/16-17; Secde: 32/23-25; Meryem: 19/34-36.

[656] Derveze, a.g.e, ll, 359-360, 367.

[657] Bakara: 2/62; Bk. Mâide: 5/59.

[658] Hac: 22/17. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 120-126.

[659] Râğıb, a.g.e, 381; İbn Manzûr, a.g.e., X, 449-450.

[660] İbn İshâk, a.g.e, 57; İbn Hişâm, a.g.e., I, 197.

[661] Necm: 53/2; Kâfirûn: 109/4.

[662] Duhâ:93/7.

[663] Buharı, Bed'ü'i-Vahy, 1; İbn Hişâm, a.g.e.. I, 235 vd.

[664] İbn Hişâm, a.g.e., I, 236 vd.

[665] Şuara: 26/214; Hicr: 15/94.

[666] Burûc:85/4-10.

[667] Bk. İbn İshâk, a.g.e., 169-177.

[668] Duhân: 44/14.

[669] Hicr: 15/6; Mü'minûn: 23/70; Kalem: 68/51.

[670] Enbiya: 21/5; Saffât: 37/36; Tür: 52/30.

[671] Sâd: 38/4.

[672] Furkan: 25/8.

[673] Yunus: 10/2,

[674] Furkan: 25/41.

[675] Enbiya: 21/36.

[676] Hûd: 11/35; Secde: 32/3.

[677] Furkan: 25/4.

[678] Nahl: 16/103.

[679] Furkan: 25/5.

[680] Enbiya: 21/5.

[681] Sebe: 34/43; Müddessir: 74/24.

[682] Müddessir: 74/25.

[683] Nahl: 16/24; Mü'minûn: 23/83; En am: 6/25; Enfâl: 8/31.

[684] Furkan: 25/4; Nahl: 16/103; Duhân: 44/13; Ahkâf: 46/8.

[685] Tür: 52/29,

[686] Kalem: 68/2.

[687] Hakka: 69/40-48, Yâsîn: 36/69; Furkan: 25/9.

[688] Hûd: 11/13,35.

[689] Bakara: 2/23-24; Tür: 52/33-34: Hûd: 11/13,14; İsrâ: 17/88; Yunus: 10/38.

[690] İsrâ: 17/88.

[691] Hûd: 11/13-14.

[692] Sebe: 34/46.

[693] En'âm:6/33.

[694] Tirmizi, Tefsir, En'âm: 6/1; Vahidi, a.g.e., 216.

[695] Enbiya: 21/5.

[696] İsrâ: 17/90-93.

[697] İsrâ: 17/93.

[698] Yâsîn: 36/10; Bakara: 2/6.

[699] En'âm: 6/7.

[700] Hicr: 15/14-15.

[701] Hicr: 15/10-11.

[702] Kalem: 68/51.

[703] Bk. Yunus: 10/39; Müzzemmil: 73/10-11; En'âm: 6/33-35; 107; Yusuf: 12/103: Fâtır: 35/8; Mâide: 5/41; Neml: 27/70, 80-81; Yunus: 10/65, 99; Nahl: 16/37, 127; Kehf: 18/6-7; Şuarâ: 26/3-4; Yâsîn: 36/76; Kâf: 50/45; Ğâşiye: 88/21-22 vb.

[704] En'âm: 6/35-36.

[705] En'âm: 6/25.

[706] Ra'd: 13/31.

[707] En'âm: 6/111.

[708] Yunus: 10/41; Bk. Kâfirûn: 109/1-6.

[709] En'âm: 6/68, 70; Bk. Nisa: 4/140; Hümeze: 104/1-9; Tebbet: 111/1-6; Alâk: 96/6-19; Kalem: 68/5-16; Bk. Alâk: 96/15-19; Enbiya: 21/108-109.

[710] Yunus: 10/15.

[711] Mümtehine: 60/7-8.

[712] Tevbe: 9/6.

[713] Tevbe: 9/ll.

[714] Câsiye: 45/14.

[715] Nahl: 16/82.

[716] En’âm: 6/108.

[717] Râğıb, a.g.e., 269-270; BU. Elmalılı, a.g.e., 1, 63-64; M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, İstanbul,   1989,  1-3: Yavuz, a.g.e., (1998), 6-8.

[718] Mesela bk. Yunus: 10/31-35; Enâm: 6/ 95-103.

[719] Bk. Yunus: 10/18; Furkan: 25/55; Ankebût: 29/17.

[720] Enam: 6/1-3, 59; Yunus: 10/5, 31, 67; Rûm: 30/19-27; Ra'd: 13/2-4; Nahl: 16/72, 78, 80, 81; Secde: 32/6-9.

[721] Mü'minûn: 23/91; Şûra: 42/11-12; Nahl:16/ 51-52; Enbiya: 21/21-22; İhlas: 112/1-4.

[722] Fâtır: 35/13-14, 40-41; Ahkâf: 46/3-4; Lokman: 31/11; Hac: 22/73; Bakara: 2/26; A'râf: 7/195.

[723] Yunus: 10/66; Bakara: 2/47-48, 230, 249; Nisa: 4/157.

[724] Bakara: 2/170-171; Lokman: 31/21; Saffât: 37/69-70; A'râf: 7/28,70, 95, 173; Hûd: 11/ 62,87,109; Yusuf: 12/40; Câsiye: 45/25; Maide: 5/104; Duhân: 44/36.

[725] Kasss: 28/5?.

[726] Câsiye: 45/24.

[727] Zuhruf: 43/31-32.

[728] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 126-134.

[729] Râğıb, a.g.e., 766; İbn Menzûr, a.g.e., X, 358.

[730] İbn Manzûr, a.g.e., X, 358-359.

[731] Bk. Âl-i İmrân: 3/156, 166-168; Nisa: 4/31; Tevbe: 9/42, 47. 48, 50-53, 81. 83, 86-87; Ahzab: 33/ 9-15, 16-20; Muhammed: 47/20-23; Haşr: 59/11-12.

[732] Bk. Bakara: 2/8-20, 76, 204-206; Nisa: 4/61, 137-139, 141; Tevbe: 9/67, 74; Münafikûn: 63/1, 4; Ankebut: 29/10, 11.

[733] Muhammed: 47/20-21; Nûr: 24/62-63; Bk. Derveze, a.g.e., III, 79.

[734] Bk. Nisa: 4/140.

[735] Hac: 22/46.

[736] Tevbe: 9/101; Bk., Münafikûn: 63/1-7; Tevbe: 9/60-61, 64-66, 84-85; Âl-i İmrân: 3/166-167; Muhammed: 47/29-30.; Nisa: 4/60-61,81, 140.

[737] Nisa: 4/63.

[738] Tevbe: 9/73.

[739] Bk. Elmalılı, a.g.e., IV, 2591; Esed, a.g.e.. I, 371.

[740] Krech - Crutchfield - Ballachey, Cemiyet içinde Fert, çev. M.Turhan, İstanbul. 1970, 377 vd; Freedman J.L. Sears D.O, Carlsmith J.M, Sosyal Psikoloji, çev. A.Dönmez, Ankara 1993, 358 vd; Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, İstan­bul, 1988, 174 vd.

[741] M. Osman Necati, a.g.e., 139.

[742] Bk. Krech ve dğr., a.g.e., 397-398; Kağıtçıbaşı, a.g.e., 179-181.

[743] Parladir, a.g.e., , 12.

[744] Parladır, a.g.e., a.y.

[745] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 134-139.

[746] Selahattin Patladır, "Hz. Peygamber Devrindeki Eğitim Anlayışı vs İşleyişi", De-Üifd I, 259

[747] Bk. M.Şevki Aydın, "Muallim Peygamber", Eüifd, S.9, Kayseri, 1996, 58; Ya­şar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, İstanbul, 1998, 324.

[748] : 2/129, 151; Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2.

[749]  İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32.

[750] İmam Mâlik, Husnü'l-Hulk, S.

[751] Müslim, Talâk, 29.

[752] Mehmet Dağ-H.R.Öymen, Islam Eğitim Tarihi, Ankara 1974, 2. S 

[753] Hamidullah, a.g.e. (1993), II, 768.

[754] Bk. Ahmet Çeiebi, İslamda Eğitim Öğretim Tarihi, çev. A.Yardım, İstanbul, 1974, 33 vd-, 59 vd., 97 vd.; Hamidullah, a.g.e, (1993), II, 767 vd.; Dağ-Öymen, a.g.e., 66 vd., 71 vd., 86 vd.; Parladır, a.g.m., 260-261; Bu kurumlarla il­gili ayrıntılı bir araştırma için bk. Şakir Gözütok, "Rasulullah Döneminde İlköğre­tim Kurumları ve İşlevleri", Dini Araştırmalar, I, 2, 165-198.

[755] Bilgin, a.g.e. (1998), 10; Tosun, a.g.e., 39, 176; Bk. Abdurrahman Dodurgalı, Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, İstanbul, 2002, 25-28.

[756] Hamidullah, a.g.e. (1993), 11, 768 vd.; Dağ-Öymen, a.g.e., 193-194; Parladır, a.g.m., 266; Özbek, a.g.e., 24; Aydın, a.g.m., 60; Fahri Kayadibi, Yaygın Din Eğitiminde Cami ve Görevlileri, Ankara, 2000. 56-58.

[757] Buhâri, İlim, 36, Cenaiz, 6, 92; Müslim, Birr, 152; Tirmizi, Birr, 13 vb; Bk. Abdulfettah Ebû Gudde, Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları, çev. E. Yıldırım, İs­tanbul, 1998, 206-208; Kayadibi, a.g.e., 59.

[758] Aydın, a.g.m., 62.

[759] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 141-145.

[760] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 145-146.

[761] Ahmsd b. Faris, Mu'cemu Mekâyisi'l-Lüğa, tah. A. M. Harun, Beyrut, ty. 1, 301.

[762] Râğıb, a.g.e, 78.

[763] İbn Mamur, a.g.e., VIII, 420; Mecdüddin Firuzâbâdî, el-Kâmûsu'l-Muhtt, Beyrut, 1991, 1007.

[764] Nahl: 16/35.

[765] Bk. Maide: 5/92,99;Âl-i İmrân: 3/20; Nahl: 16/82; Nur: 24/54; Ankebut: 29/18 vb.

[766]  M. Faruk Bayraktar, Türkiye'de Vaizlik, İstanbul, 1997, 26-27; Fersahoğlu, a.g.e., 321.

[767] Yavuz, a.g.e., (1998), 27.

[768] Aydın, a.g.m., 58.

[769] Küçükahmet, a.g.e., 33; Kamuran Çilenti, Eğitim Teknolojisi ve Öğretim, Ankara, 1988, 43.

[770] Mehmst Zeki Aydın, Din Öğretiminde Yöntemler, Ankara, 2004, 48.

[771] Selçuk, a.g.e. (2002), 120.

[772] Mâide: 5/67.

[773] A'râf: 7/6-7.

[774] Tâhâ: 20/1-3: Şuarâ: 26/1-6.

[775] Şuara: 26/1-6.

[776] Hûd: 11/12.

[777] Mesela bk. Yâsîn 36/76, Nemi 27/70, Hicr 15/97, En'âm 6/33, Yunus 10/65,Nahl 16/127.

[778]Cin: 72/23. Bk. Aynı muhteva ile ilgili diğer ayetler için, Âl-i İmrân, 3/20; Mâide, 5/92, 99; Ra'd, 13/40; Nahl, 16/82; Ankebût, 29/18; Şûra, 42/48; Teğabün, 64/12.

[779] Nûr: 24/54.

[780] Mâide: 5/109.

[781] Yunus: 10/99400; Kasas, 28/56; En'âm, 6/125, 133, 149; Nisa, 4/20 vd.

[782] Mâide: 5/99; Cin: 72/23; Nahl: 16/35 vd.

[783] Tevbe: 9/3.

[784] İbn Hişâm, a.g.e., IV, 603-604.

[785] Âl-i İmrân: 3/164; Aynı muhtevadaki diğer ayetler için bk., Cuma, 62/2; Bakara, 2/151.

[786] Mâide: 5/67. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 1461-51.

[787] Râğîb, a.g.e., 245; İbn Manzûr, a.g.e,, XIV, 257-261; Ebu'l-Bekâ Eyyub b. Musa, el-Külhyât, Beyrut, 1993, 446-447.

[788] Şevki Saka, Kur'an-ı Kerim'in Davet Metodu, İstanbul, 1991, 28.

[789] Bk. Ahkâf 46/31-32; Ahzab 33/46.

[790]Ahzab: 33/45-46.

[791] Bk. Elmalılı, a.g.e., VI, 3910.

[792] Âl-i İmrân: 3/104.

[793] Fussilet: 41/33.

[794] Mâide: 5/67.

[795] Kasas: 28/86-87.

[796] Yusuf: 12/108; Bk. Mümin: 40/14.

[797] Yunus: 10/25.

[798] Enfal: 8/24; Ra'd: 13/36; Mü'minûn: 23/73; Hac: 22/67.

[799] Âl-i İmrân: 3/104.

[800] Nahl: 16/63.

[801] Bk. Fâtır: 35/6; Lokman: 31/21; İbrahim: 14/22..

[802] Neml: 27/81.

[803] Kehf: 18/57; Fussilet: 41/5.

[804] Neml: 27/80-81; Yunus: 10/42; Enbiya: 21/45.

[805] İsrâ: 17/54. En'âm: 6/66r 107.

[806] En'âm: 6/65.

[807] Nahl: 16/125.

[808] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 151-153.

[809] İbn Düreyd, Cemheretü'l-Luğa, tah. R. M. Baalbeki, Beyrut, 1987, I, 564; Râğıb, a.g.e., 181; İbn Manzûr, a.g.e., XII, 140-143.

[810] Râğıb, a.g.e, 181.

[811] Cürcânî, a.g.e., 91.

[812] Bk., Elmalılı, a.g.e., II, 915-926.

[813] Bk., Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Isığında Kur'an Tefsiri, III, İstanbul, 2001, 349-353.

[814] Mukatil b. Süleyman, el-Vücuh ve'n-Nazair, haz. A. Özek, İstanbul, 1993, 28-29; Ayrıca bk. Damcğani, a.g.e., 141-142.

[815] Bakara: 2/231; Nisa: 4/113.

[816]  Meryem: 19/12; Lokman: 31/12;

[817] Bakara: 2/251; Nisa: 4/54; Sâd: 38/20.

[818] Bakara: 2/269.

[819] Nahl: 16/125.

[820] Tabsri, Tefsir,.., XIV, 194.

[821] Zemahşerî, a.g.e., III, 435; Râzî, a.g.e., VII, 287. Bk. Aynı görüş, Mahmud el-Âlûsî, a.g.e., VII, 254,

[822] En'âm: 6/89.

[823] Bakara: 2/269.

[824] Selçuk, a.g.e. (2002), 242.

[825] Mevdûdî, a.g.e. (1991), III, 70.

[826] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 153-156.

[827] Halil b. Ahmed ei-Ferâhidî, Kitabu'l-Ayn, tah. M. el-Mahzûmî- İ. es-Sâmerrâî, Beyrut, 1988, II, 228; İbn Manzûr, a.g.e., VII. 466; Zebîdî, a.g.e., XX, 289-290.

[828] Nahl: 16/125.

[829] Bk. Taberi, Tefsir..., XIV, 194.

[830] Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul. 1305, III, 178.

[831] Râzî, Tefsir..., VII, 287: Mahmud el-ÂIûsî, a.g.e., VII, 254..

[832] Mesela bk. A'râf: 7/62, 68, 79, 93.

[833] Gâşiye: 88/21; Nisa: 4/63; Zâriyât: 51/54-55; Tûr: 52/29.

[834] Nisa: 4/58, 63; Nûr: 24/17; En'âm: 6/152, Nahl: 16/90.

[835] Bk. Kalem: 68/52; Âl-i İmrân: 3/138; Nûr: 24/34; Hakka: 69/48.

[836] Kasas: 28/43; Enbiya: 21/48; Mâide: 5/46.

[837] Mesela bk. Âl-i İmrân: 3/128; Nûr: 24/34; Hûd: 11/120; Bakara: 2/232; A'lâ: 87/9-10; Kâf: 50/45; Zâriyât: 51/54-55; Enbiya: 21/84; Mü'min: 40/13; Kâf: 50/37.

[838] Secde: 32 /15-16.

[839] Şuarâ: 26/136; Müddessir: 74/32; Saffât: 37/13.

[840] Bk. A'râf: 7/164.

[841] Secde: 32/22.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 156-158.

[842] Râğıb, a.g. e., 125.

[843] Bk. Râzî, a.g.e., VII, 287.

[844] Hac: 22/3, 8; Lokman: 31/20.

[845] Mü'min: 40/35, 56, 69.

[846] En'âm: 6/121.

[847] Kehf: 18/56, Mü'min: 40/5.

[848] En'âm: 6/25.

[849] Âl-i İmrân: 3/66.

[850] A'râf:7/71.

[851] Enfâl: 8/6.

[852] Şûra: 42/16-18.

[853] Mesela bk. Hûd: 11/32.

[854] Nahl: 16/125.

[855] Râzî, Tefsir, VII, 287.

[856] Geniş bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, Kur'an-ı Kerim'de Tefekkür ve Tartışma Metodu, Bursa 1983, 118-182.

[857] Bk. Enbiya: 21/24.; Âl-i İmrân: 3/36; Mü'minûn: 23/117; Duhân: 44/19.

[858] En'âm: 6/7, 25, 111; Hicr: 15/14-15;

[859] Mü'min: 40/60; Zuhruf: 43/58; Âl-i İmrân: 3/20; Hac: 22/68-69 vb.

[860] En'âm: 6/68; Nisa: 4/140.

[861] Şûra: 42/15.

[862] Neml: 28/59; Müzzemmil: 73/6-9; Hac: 22/67-68.

[863] Bk. Yavuz, a.g.e. (1983), 115.

[864] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 158-160.

[865] Râğıb, a.g.e., 90; İbn Manzûr, a.g.e.. XIII, 67-68.

[866] Esed, a.g.e., III, 1095.

[867] Rahman: 55/1-4.

[868] Bakara: 2/31.

[869] Bk. Baymur, a.g.e., 193

[870] Nahl: 16/43-44.

[871] Nahl: 16/64.

[872] Kıyamet: 75/17-19.

[873] Nahl: 16/89.

[874] Fussilet: 41/53.

[875] Nisa: 4/115; İbrahim: 14/45; Muhammed: 47/25, 32.

[876] Bakara 2/256.

[877] Nahl: 16/39; Nahl: 16/92.

[878] Hadîd: 57/25.

[879]Âl-i İmrân: 3/184; En'âm: 6/57; Yunus: 10/13; Ankebût: 29/39; Fâtır: 35/25; Mü'min: 40/22, 34; 83; Zuhruf: 43/63.

[880] Âl-i İmrân: 3/86.

[881] Bakara: 2/118.

[882] Bakara: 2/230; En'âm: 6/105. Ayrıca bk En'âm: 6/97, Fussilet: 41/3; Yunus:10/5.

[883] En'âm: 6/98.

[884] Yunus: 10/24.

[885] En'âm: 6/126.

[886] A'râf: 7/52.

[887] A'râf: 7/58.

[888] Nur: 24/18, 58, 59.

[889] Bakara: 2/187.

[890] Bakara: 2/242; Nûr: 24/61; Hadîd: 57/17.

[891] Bakara: 2/219, 266.

[892] Âl-i İmrân: 3/103.

[893]  Mâide: 5/89.

[894] Bakara: 2/221.

[895] Nisa: 4/ 176.

[896] Ra'd: 13/2.

[897] Ahkâf: 46/27.

[898] En'âm: 6/55.

[899] Talâk: 65/11.

[900] Bakara: 2/185; Yusuf: 12/1; Hicr: 15/1; Nûr: 24/34, 46; Neml: 27/1: Kasas: 28/2; Yâsîn: 36/69; Saffât: 37/117.

[901] En'âm: 6/157.

[902] Mü'min: 40/50.

[903] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 160-164.

[904] İbn Düreyd, a.g.e., H, 1071; Râğıb, a.g.e., 313; İbn Manzûr, a.g.e., XIV, 357; İbn Fâris, a.g.e., III, 17.

[905] Bk. Necm: 53/32, Nisa: 4/49.

[906] Âl-i İmrân: 3/77; Ayrıca bk., Bakara: 2/174; Mâide: 5/41.

[907] H. Mahmut Çamdibi, Din Eğilimin Temel Meseleleri, İstanbul, 1994, 142-143.

[908] Bk. Şems: 91/1-10.

[909] Bu konuda bk. Bayraklı, a.g.e. (1980), 190 vd.; Bayraktar, a.g.e. (1989). 31 vd.; Şanver, a.g.e.. 163 vd.

[910] Fâtır: 35/18.

[911] Bk, En'âm: 6/164, İsrâ: 17/15, Fâtır: 35/18; Zümer: 39/7; Necm: 53/38; Bu ko­nu ile ilgili hadisler için Buhârî, Cuma: 11, Cenaiz, 32, Nikâh, 81. 90; Müslim. İmaret, 20; Ebû Dâvûd, İmaret, 1, 13; Tirmizi, Cihad, 27.

[912] Âl-i İmrân: 3/164; Ayrıca bk. Bakara: 2/151; Cuma: 62/2.

[913]  Bk. Düzenli, a.g.e., 244.

[914] Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi, İstanbul 1991, 52.

[915] Enfâl: 8/2; Hadîd: 57/16; Hac: 22/35; Mü'minûn: 23/60.

[916]Hadîd: 57/27.

[917] Âl-i İmrân: 3/126; Ra'd: 13/8, 28; Enfâl: 8/10; Fetih: 48/4.

[918] Bakara: 2/260; Mâide: 5/113.

[919] Âl-i İmrân: 3/103: Enfâl: 8/63.

[920] Hac: 22/54.     .

[921] Hac: 22/32.

[922] Bakara: 2/97; Kasas: 28/86; Sebe: 34/48.

[923] Kehf: 18/14.

[924] Hucurât: 49/7.

[925] Bakara:2/74; Mâide: 5/13; Hadîd: 57/16.

[926] Mü'minûn: 23/63.

[927] Âl-i İmrân: 3/151; Ahzab: 33/26; Enfâl: 8/12.

[928] Âl-i İmrân: 3/7, 8; Tevbe: 9/117; Sâf: 61/5; Tahrîm: 66/4.

[929] Hac: 22/46.

[930] Tevbe: 9/45, 110.

[931] Bakara: 2/7; Nisa: 4/155; En'âm: 6/46; A'râf: 7/100; Tevbe: 9/87.

[932] Tevbe: 9/77.

[933] Mâide: 5/52; Enfâl: 8/93; Hac: 22/53.

[934] Bakara: 2/88; En'âm: 6/25.

[935] Bakara: 2/93.

[936] Fetih: 48/26; Haşr: 59/10

[937] Âl-i İmrân: 3/156; Nahl: 16/22.

[938] Bk. Bayraktar Bayraklı, Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, İs­tanbul, 1999, 92.

[939] İbn Mace, Mukaddime, 10.

[940] İbn Mace, Dua, 3.

[941] Bakara: 2/74, 88; Fussilet: 41/5; Muhammed: 47/24; Mutaffifîn: 83/14; Tevbe: 9/125.

[942] Bakara: 2/18; A'raf: 7/179.

[943] Şuarâ: 26/88-89. Geniş bilgi için bk. Bayraklı, a.g.e, (1999), 91-129.

[944] Hac: 22/46: Kalbin akledid fonksiyonu iie ilgili bk. A'râf: 7/179; Yunus: 10/31; Nahl: 16/78, 108; İsrâ: 17/36; Secde: 32/9; Câsiye: 45/23.

[945] Râğıb, a.g.e., a.g.e., 673; İbn Manzûr, a.g.e., I, 730-731; Zebîdî, a.g.e., IV, 187-188.

[946] Râğıb, a.g.e., 774.

[947] Hac: 22/46, Tevbe: 9/87, 93, A'râf: 7/100, 179, Muhammed: 47/24; Mutaffifîn: 83/14.

[948]Âl-i İmrân: 3/18; Bakara: 2/255.

[949] Ra'd: 13/36; Neml: 27/91; Zümer: 39/11, 14, 66, En'âm: 6/162.

[950] Bk. Dâmeğânî, a.g.e., 217-218.

[951] Bakara: 2/183; Ankebût: 29/45; Tevbe: 9/71, 103, 110; Ra'd: 13/22, 28; Meâric: 70/19-34; Leyl: 92/18.

[952]Âl-i İmrân: 3/159; Mü'min: 40/55; Muhammed: 47/19; Tevbe: 9/103.

[953] Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, İstanbul, 2003, 119-123.

[954] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 164-169.

[955] Râğıb, a.g.e., 514.

[956] Râğıb, a.g.e., a y

[957] Nahl: 16/78

[958] Cavit binbaşı oğlu, genel öğretim bilgisi, Ankara 1988, 14.

[959] Bilgin a.g. e. (1988), 11.

[960] Alâk: 96/1-5

[961] Bakara: 2/151.

[962] Bu üç ayet şunlardır: Âl-i İmrân: 3/164; Cuma: 62/2 ve Bakara: 2/129.

[963] Bakara: 2/151.

[964] Bk. Taberi, Tefsir... II, 37; Zemahşerî, Tefsir..., I, 312; Râzî, Tefsir... II, 123; İbn Kesîr, a.g.e., I, 196.

[965] Bayraklı, Tefsir..., II. 236.

[966] Tirmizi, İlim, 19. Bu konudaki  hadisler için bk., Buhârî, İlim, 10, Enbiya: 50; Tirmizi, İlim, 3, 7; İbn Mâce, Mukaddime, 17, 18; Ebû Dâvûd, İlim, 9, 10, 12.

[967] Hamidullah, a.g.e. (1993), II, 718.

[968] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 170-172.

[969] Bk. Ayla Oktay, "öğretmenlik Mesleği ve Öğretmenin Nitelikleri", Müaef Der­gisi, 3, İstanbul, 1991, 189 vd.; Fatma Varış, Eğitimde Program Geliştirme- Te­oriler Teknikler-, Ankara, 1997, 150 vd.; Küçükahmet, a.g.e., 34, 183, 192 vd.; Münire Erden, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, İstanbul, 2001, 38 vd.; Mus­tafa Öcal, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metotlar, Ankara, 1990, 52 vd.

[970] H. Fikret Kanad, Pedagoji Tarihi I, İstanbul, 1948, 204.

[971] Mesela bk. İbn Sahnun, Eğitim ve Öğretimin Esasaları-Adabu'l-Muallimin, ine. ve çev. M. F.aruk Bayraktar, İstanbul, 1996; Mustafa Tavukçuoğlu, "İbn Sahnun'un Adabu'l-Muallimin'i Üzerine Bir Çalışma", Süifd, 7, Konya,  1997, 267-288, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Kabisi, İslam'da Öğretmen ve Öğ­renci Münasebetlerine Dair Geniş Risale, çev. S. Ateş, İstanbul, ty.; Burhanuddin ez-Zernuci, Ta'umu'l-Müteallim, çev. Y.Vehbi Yavuz, İstanbul, 1980: İbn Cemâa, Öğretmen ve Öğrenci, çev. M. Şevki Aydın, İstanbul, 1992; Bk. İslam Eğitimcilerinin bu konudaki görüşleri için, M. Faruk Bayraktar, a.g.e. (1989).

[972] Binbaşıoğlu a.g.e. (1988}' 272' Oktay, a.g.m.189; Varış, a.g.e  (1997) 150; Küçükahmet, a.g.e., 34, 183, 192 vd.; Erden, a.g.e   55-56

[973] Aydın, a.g.m., 63.

[974] Bk., Bu çalışmanın, "Kur'an'da Hz. Muhammed" Bölümü.

[975] Bk. Nisa: 4/114; Aclûni, a.g.e. I, 70.

[976] İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32.

[977] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 172-176.

[978] Bakara: 2/31.

[979] Alâk: 96/1-5

[980] Esed, a.g.e., III, 1287.

[981] Bk. Küçükahmet, a.g.e, 33-34; Çilenti, a.g.e, 43.

[982] Bk. Krech ve dğr. a.g.e., 381 vd; Freedman ve dğr., a.g.e., 350 vd.; Kağıtçıbaşı, a.g.e., 168-9; Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, İstanbul, 1991, 522.

[983] Kağitçıbaşı, a.g.e., 168, 172.

[984] Cebeci, a.g.e., 170.

[985] Necm: 53/4-5; Ayrıca bk. En'âm: 6/105.

[986] Serinsu, a.g.m., 119.

[987] Ankebût: 29/48.

[988] Şûra: 42/52.

[989] Yusuf: 12/3.

[990]Hûd: 11/49.

[991] A’râf: 7/203.

[992] Yusuf: 12/76.

[993] Tâhâ: 20/114.

[994] Tirmizi, Daauat, 128; İbn Mace, Dua, 2.

[995] Zümer: 39/9.

[996] İsrâ: 17/36.    

[997] Enfâl: 5/22.

[998] Muhammed İkbal, İslâm'da Dînî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. S. Huri, İstanbul, 1964, 22, 24.

[999] Ra'd: 13/37.

[1000] Ankebût: 29/43.

[1001] Furkan: 25/59; Fâtır: 35/14; Nahl:16/43

[1002] Cebeci, 0.3.0., 170.

[1003] Cebeci, a.g.e, 172.

[1004] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 176-180.

[1005] Freedman ve dğr., a.g.e., 351; Kağıtçıbaşı, a.g.e., 170.

[1006] Mevlüt Kaya, Din Eğitiminde İletişim ve Dînî Tutum, Samsun, 1998, 75, 78, 79.

[1007] Müslim, İman, 89; Örnekler için bk. A. Lütfi Kazancı, Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul, 1997, 115 vd.

[1008] Bk. En'âm: 6/1; 33

[1009] Hûd: 11/112; Şûra: 42/15..

[1010]  Hakka: 69/44-47.

[1011] Zuhruf: 43/43; Ayrıca bk. Şûra: 42/15, 52-53.

[1012] Necm: 53/2-5.

[1013] Kalem: 68/4.

[1014] Kalem: 68/4.

[1015] Esed, a.g.e., III, 1174.

[1016] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 181-182.

[1017] Bk. Kağıtçıbaşı, a.g.e., 170; Kaya, a.g.e., 79.

[1018] Kreck ve dğr., a.g.e., 353.

[1019] Cüceloğlu, a.g.e. (1991), 522.

[1020] Bk. Şura: 26/107 vd.; Sa'd: 38/86

[1021] Müddessir: 74/6.

[1022] Furkan: 25/57; En'am: 6/90.

[1023] Sebe: 34/47.

[1024] Kalem: 68/3,

[1025] İbn Manzûr, a.g.e., VII, 26 vd.

[1026] Müslim, İman, 95; Bk. Buhârî, İman, 42.

[1027] Bk. Mehmet Görmez, "Hz. Peygamber'in Bir Hadis-i Şerifinde Din Tanımı", Di­yanet İlmi Dergi, -Özel Sayı-, Ankara, 2000, 331-338.

[1028] İsra: 17/80

[1029] İbn İshâk, a.g.e., 135.

[1030] Buhârî, Cihad, 102.

[1031] Selçuk, a.g.e. (2002), 122.

[1032] Bakara: 2/44; Bk. Saf: 61/2, 3.

[1033] Sad: 38/86.

[1034] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 182-185.

[1035] Bk. Freedman ve dğr, a.g.e., 303-305.

[1036] Ayşe Can Baysal, Sosyal Psikoloji, İstanbul, 1989.

[1037] Şura: 42/15

[1038] Çamdibi, a.g.e. (1994), 84.

[1039] Bk. Esed, a.g.e., III, 1057.

[1040] Hucurat: 49/13

[1041] Fazlurrahman, a.g.e. (1997), 13-14.

[1042] Maide:5/8.

[1043]  Mesela bk. İsra 17/15; Bu ayetle benzer muhteva için bk. Furkan: 25/67.

[1044] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 185-187.

[1045] Bk. Kağıtçıbaşı, a.g.e., 173; Kaya, a.g.e, 81.

[1046] Freedman ve dğr., a.g.e., 183 vd.

[1047] Freedman ve dğr., a.g.e., 201.

[1048] Fromm, a.g.e., (1991) 75

[1049] Victor Frankl, insanın anlam arayışı ,çev. S. Budak Ankara, 2000, 105-106.

[1050] Tevbe: 9/128.

[1051] Enbiya:21/107.

[1052] Mesela bk. Araf :7/151.Yusuf:12/64

[1053] Buhari edeb, 18, Müslim, fedail, 65.

[1054] Bk. Abduibaki, a.g.e., 304-309.

[1055] Raşit Küçük, Sevgi Medeniyeti, İstanbul, 2000, 70.

[1056] Kınalızade Ali Efendi, Ahlâk-ı Âlâî, haz. Hüseyin Algül, İstanbul, ts., 115.

[1057] Çamdibi, a.g.e. (2003), 106-107.

[1058] Bilgin- Selçuk, a.g.e., 39.

[1059] Âl-i İmrân: 3/159; Ayrıca bk. İsra: 17/28.

[1060] Ebu Davud, Tahare, 4; İbn Mace, Tahare, 16.

[1061] Ebu İsa Muhammed Tirmizî, Şemail-i Şerife I-II, çev.- H. Nakşibendî, Hilal Yay. Ankara, ty., 355.

[1062] Özbek, a.g.e., 21.

[1063] Tirmizi, a.g.e., II, 342.

[1064] Bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned'den Ebû Gudde, a.g.e., 21.

[1065] Bakara: 2/185.

[1066] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 187-190.

[1067] Cart Gustov Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, çev. E. Büyükinal, İstanbul, 2001,40-44.

[1068] Çamdibi, a.g.e. (2003), 141-142.

[1069] A'raf: 7/199.

[1070] Bk.'Esed, a..g.e., I, 316.

[1071] Ebu Davud, Edeb, 68.

[1072] Bakara: 2/263

[1073] Hicr: 15/85-86

[1074] İbn Mace, Edeb, 9.

[1075] Fussilet: 41/34.

[1076] Bk. Ra'd: 13/22.

[1077] Erden, a.g.e, 40.

[1078] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 190-193.

[1079] En'am: 6/52; Kehf: 18/28 vb. Bk. Açıklamalar için bu çalışmanın Kur'an'da Hz. Muhammed Bölümü, "İlahi Uyarıya Muhatap Olması" konusu.

[1080] Şuara: 26/215.

[1081] İsra: 17/37

[1082] Müsüm, Fedail, 38.

[1083] Erden, a.g.e., 42; Bayraktar, a.g.e. (1989), 150-151.

[1084] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 193-194.

[1085] Müddessir: 74/4-5.

[1086] Râğıb, a.g.e., 112.

[1087] Razı, Tefsir..., X, 698-699; Bk. Esed, a.g.e., III, 1204.

[1088] Kaya, a.g.e., 82

[1089] Zılhoğlu, a.g.e., 217.

[1090] Zılhoğlu, a.g.e., 216-217.

[1091]  Müslim, İman 147; İbn Mace, Dua, 10.

[1092] Zılhoğlu. 216-217.

[1093] Cebeci, a.g.e., 241. Akif Ergin-Cem Birol, Eğitimde İletişim, Ankara, 2000,

[1094] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 194-196.

[1095] Nisa: 4/63

[1096] Taha: 20/27

[1097] Buhari tıp 51nikah 47, Müslim,Cuma, 47,ebu davud edeb, 86, 87, Tirmizi, birr, 79.

[1098] Zılhoğlu, a.g.e., 133-134

[1099] Cebeci, a.g.e, 213.

[1100] Bk. Orhan Gökçe, İletişim Bilimine Giriş-İnsanlar Arası İlişkilerin Sosyolojik Bir Analizi, Ankara 2001,

[1101] Cebeci, a.g.e, 222.

[1102] İbrahim: 14/4.

[1103] Yusuf: 12/2; Zuhruf: 43/3; Duhan: 44/58

[1104] Abdurrahman Azzam, Rasul-i Ekrem'in Örnek Ahlâkı, çev. H. Karaman, İstan­bul, ty., 88.

[1105] Bk. Selçuk, a.g.e. (2002), 243; Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. İ. Lütfi Çakan, "Hitabet ve İrşad açısından Kur'an-ı Kerim'de Süz Çeşitleri",. Din Şurasr Teb­liğ ve Müzakereleri, (1-5 Kasım 1993) Ankara 1995, 249 vd; Bayraktar, a.g.e.(1997), 71-77.

[1106] Bakara: 2/263; Bk. Nisâ: 4/5, 8.

[1107] İsra: 17/28.

[1108] Nisa: 4/63.

[1109] Ahzab: 33/70.

[1110] Ta-Ha: 20/42-44.

[1111] İsra: 17/23.

[1112] Nur: 24/51.

[1113] Tarık: 86/13.

[1114] "Kavi" kelimesinin Kur'an'da, muhataplara göre kullanışı ile ilgili yorumlar için bk. Çakan, a.g.e. tb., 250 vd

[1115] Zılhoğlu, a.g.e., 181, 190, 196; Zühal Baltaş-Acar Baltaş, Bedenin Dili, İstan­bul, 1998, 31.

[1116] Baltaş, a.g.e., 22.

[1117] Baltaş, a.g.e., 30.

[1118] Zılhoğlu, a.g.e., 190.

[1119] Doğan Cüceioğlu, Yeniden İnsan İnsana, İstanbul, 1997, 42, 44; Bk. Baltaş, a.g.e., 26.

[1120] Bk. Aydın, a.g.e. (2004), 85, 94-95.

[1121] Bk. Cüceloğhı, a.g.e. (1997), 45 vd.; Zılboğlu, a.g.e., 180, 217: Baltaş, a.g.e., 19,

[1122] Bilgin-Selçuk, a.g.e,, 140.

[1123] Hz. Peygamber'in bu konudaki uygulamaları için bk. Kazancı, a.g.e., 57-86, 137-185; Özbek, a.g.e., 125 vd.; Canan, a.g.e,, 122 ud.; Ebû Gudde, a.g.e., 74 vd.; Ahmet Önka], Rasulullahın İslâm'a Davet Metodu, Konya, 1984, 199vd.; Yusuf Macit, iletişim Psikolojisi Açısından Hz. Muhammed, (Basılmamış Dok­tora Tezi), Omüsbe, Samsun. 2002, 41-59, 82-102.

[1124] Bk. Selçuk, a.g.e. (2002), 244.

[1125] Bk. mesela, En'am: 6/108.

[1126] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 196-200.

[1127] Bk. Erden, a.8.e. 42.

[1128] Şuara: 26/3

[1129] Kehf: 18/6

[1130] Nahl: 16/37.

[1131] Lokman: 31/23

[1132] Fâtır: 35/887

[1133] Buhârî, Ashabu'n-Nebi, 9.

[1134] Selçuk, a.g.e. (2002), 133.

[1135] En'am: 6/104.

[1136] Bk. Selçuk, a.g.e. (2002), 134; Tan, a.g.e, İstanbul, 1992, 18-20.

[1137] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 200-203.

[1138] Cebeci, a.g.e., 286.

[1139] Ahkâf: 46/35.

[1140] Rûm: 30/60.

[1141] Müzzemmil: 73/10

[1142] Hud: 11/115.

[1143]  Kasas: 28/56; Bk. Ayrıca En'am: 6/34; Ahkaf: 46/35; Şura: 42/48; Gaşiye: 88/21-22: Kalem: 68/48; Kâf 50/39; Yunus:  10/108-109; Mü'min: 40/55; Tûr: 52/48; Rûm: 30/60 vd.

[1144] Freedman ve dğr, a.g.e., 358.

[1145] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 203-205.

[1146] Neda Armaner, İnanç ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbiyesi, İstan­bul, 1967, 48.

[1147] Armaner, a.g.e., 3-5.

[1148] Mualla Selçuk, Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler, Ankara, 1990, 54.

[1149] Kerim Yavuz, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983, 34-35.

[1150] Yavuz, a.g.e., (1998), 112.

[1151] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 205-206.

[1152] Rağıb, a.g.e., 835, İbn Manzûr, a.g.e,, XI, 734.; Asım Efendi, a.g.e, IV, 143.

[1153] Nisa: 4/81, Ahzab: 33/3.                                         

[1154] Müzzemmil: 73/9; Bu konuda diğer ayetler için bk. Şuara: 26/217: Hud: Âl-i İmrân: 3/159; Ahzab: 33/3; Furkan: 25/58; Neml: 27/79.

[1155] Bakara: 2/216.

[1156] Mü'min: 40/44-45.

[1157]Tevbe: 9/129, 151; Ahzab: 33/48; Talâk: 65/3.

[1158] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 206-208.

[1159] Râğıb, a.g.e., 526; İbn Manzûr, a.g.e., V, 498.

[1160] Nahl: 16/98.

[1161] A'râf: 7/200; ayrıca bk Fussilet: 41/36; Mü'minûn: 23/97-98.

[1162] Kehf: 18/27.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 208-209.

[1163] İbn Manzûr, a.g.e., IV, 308-309; Dâmeğânî, a.g.e., 180 vd.

[1164] Râğıb, a.g.e., 259.

[1165] Hicr: 15/9.

[1166] A'râf: 7/205; Bk. İnsan: 76/25; Müzzemmil: 73/8.

[1167] Ankebût: 29/45; Haşr: 59/19..

[1168] Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev. A. Açıkgenç, Ankara 1996, 64-65

[1169] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 209-210.

[1170] Râğıb, a.g.e, 324; İbn Manzûr, a.g.e., II, 471.

[1171] Razî, Tefsir..., XI, 334.

[1172] Râgıb, a.g.e., 324; İbn Manzûr, a.g.e., II, 471; Elmalılı, a.g.e., , IX, 6241

[1173] Saffât: 37/143-144.

[1174] Kalem: 68/28

[1175] İsrâ: 17/1.

[1176] İbn Mâce, İkamet, 179.

[1177] Fuad Abdulbaki, a.g.e., 339.

[1178] Râzî, Tefsir..., XI, 344.

[1179] Tâhâ: 20/130; Kaf: 50/40; Tûr: 52/48, 49; İnsan: 76/26.

[1180] Mü'min: 40/55; Furkan: 25/58; Nasr: 110/3; Hicr: 15/98; A'la: 87/1; Vakıa: 56/74, 96.

[1181] Asım Efendi, a.g.e., il, 650.

[1182] Alâk: 96/6-7.

[1183] Naziât: 79/17, 24.

[1184] Müddessir 74/3; Aynca bk. İsrâ: 17/111.

[1185] Elmalılı, a.g.e., c VIII, 5449.

[1186] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 210-212.

[1187] Tevbe: 9/103

[1188] Muhammed: 47/19.

[1189] Nisa: 4/106; Mü'min: 40/55.

[1190] Bk. Tirmizi, Dua, 1.

[1191] Peker, a.g.e., 123-126.

[1192] Bilgin-Selçuk, a.g.e, 230.

[1193] Hökelekli, a.g.e, 213-214.

[1194] Furkan: 25/77.

[1195] Bakara: 2/286.

[1196] Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul, 1972, 196.

[1197] İbn Manzûr, a.g.e., V, 25-26.

[1198] Etmalılı, a.g.e., K, 6246.

[1199] Müslim, Zikir, 41,

[1200] Buhârî, Daavât, 3; İbn Mâce, Edeb, 57.

[1201] Fetih: 48/1-2

[1202] Buhârî, Tefsir, Nasr Sûresi 110; Müslim, Salât 217. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 212-214.

[1203] Râğıb, a.g.e., 479; İbn Manzûr, a.g.e., III, 271.

[1204] Zâriyât: 51/56.

[1205] Nahl: 16/36; Hûd: 11/25-26, 50, 61-62, 84, 87; Mü'minûn: 23/23; Nûh: 71/3; A'râf: 7/65, 70, 73, 85, Neml: 27/45, Ankebût: 29/16, 36; Mâide: 5/72, 117; Fussilet: 41/14; Ahkâf: 46/21.

[1206] Hûd: 11/1-2.

[1207] Ra'd: 13/36; Neml: 27/91; Zümer: 39/2, 11. 14, 66

[1208] En’âm: 6/162.

[1209] Bilgin, a.g.e., 30.

[1210] Hökelekli, a.g.e., 234.

[1211] Hicr: 15/99, Meryem: 19/65..

[1212] İnşirah: 94/7.

[1213] Hûd: 11/123; İnşirah: 94/8.

[1214] Zümer: 39/66.

[1215] Hicr: 15/99.

[1216] Ankebût: 29/45; Tâhâ: 20/132; Hûd: 11/114; Kevser: 108/2

[1217] İsrâ: 17/79; Ayrıca bk., Müzzemmil: 73/2-7; İnsan: 76/26.

Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 214-216.

[1218] Freedman ve dğr, a.g.e, 355.

[1219] Cüceloğlu,  a.g.e. (1997), 94-95.

[1220] Empati, bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anla­ması hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecidir. {Bk. Üstün Dökmen, İleti­şim Çatışmaları ve Empati, İstanbul, 1994, 135 vd.)

[1221] Buhârî, İman, 17; Müslim, İman, 135; Nesai, Siyam, 43. Bu konulardaki uygu­lamalar için bk. Özbek, a.g.e., 130 vd.; Canan, a.g.e., 122 vd.; Ebu Gudde, a.g.e., 89 vd.; Kazancı, a.g.e., 147 vd; Önkal, a.g.e. (1984).

[1222] Crechl ve dğer, a.g.e..," 377 vd; Freedman ve dsr, a.g.e., 369 vd; Kagıtçıbaşı, 186-190; Cebeci, a.g.e., 245 vd, 296 vd; Kaya, a.a e   98 vd

[1223] Bk. Kanad, a.g.e., II, 100.

[1224] Osman Necati, a.g.e, 156.

[1225] Bakara: 2/185

[1226] Bakara: 2/286; Bk. Nisa: 4/128; Maide: 5/6; Hac: 22/78.

[1227] Ebu Davud, Edeb, 22.

[1228] Buhârî, İlim, 11; Müslim, Cihad, 5.

[1229] Buhârî, İmarı, 29; Nesai, İman, 18.

[1230] Müslim, Bin, 77; Ebû Davud, Edeb, 10.

[1231] Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Fedail, 77-78.

[1232] Yusuf: 12/ 76, Al-i İmran: 3/ 7.

[1233] Bk. Özbek, a.g.e., 20-21, 215; Dodurgah, a.g.e., 28.

[1234] Dodurgah, a.g.e., 29.

[1235] Bayraktar, a.g.e. (1997), 82.

[1236] Bayraklı, a.g.e. {1980}, 159.

[1237] Morgan, a.g.e., 322.

[1238] Ahzab: 33/15.

[1239] Bu konuda örnekler ve açıklamalar için bk., Macit, a.g. t., 106 vd.

[1240] Konuyla ilgili ayetler için bk. Şuarâ: 26/109; A'râf: 7/29, 42; Şûra: 42/15; İnsan: 76/24; Müzzemmil: 73/10; Mü'min: 40/77; Ahkâf: 46/35; Mâide: 5/8, 13; Hûd: 11/49,  115; Mearic: 70/5; Kalem: 68/48; Sâd: 38/17; Hicr: 15/85; A'râf: 7/199; Bakara: 2/185, 233, 286, En'âm: 6/152; Nisa: 4/58, 128; Talâk: 65/7.

[1241] Fussilet: 41/34-35; Mü'minûn: 23/96.

[1242] Bk. Âl-i İmrân: 3/134, 259; A'râf: 7/199; Tevbe: 9/128; Hicr: 15/88; İsrâ: 17/28-29, 37: Fetih: 48/29; Hucurât: 49/6.

[1243] Abbas Mahmud el-Akkad, Hz. Muhammed'in Yüce Şahsiyeti, çev. Ali Hüsrevoğlu, İzmir, 1979, 37.

[1244] Bakara: 2/26, 261, 265; Âl-i İmrân: 3/137, 138; Nisa: 4/63; Mâide: 5/26-30; En'âm: 6/11; A'râf: 7/176; Hûd: 11/120; Yusuf: 12/3, 7, 111; İbrahim: 14/24-26; Nahl: 16/66; Kehf: 18/32-44; Tâhâ: 20/99; Hac: 22/73; Kasas: 28/26-49; Ankebût: 29/41; Zümer: 39/27, 29; Cuma: 62/5. Bbu yöntemlerin uygulamala­rı için bk. Ebu Gudde, a.g.e; Özbek, a.g.e.; Kazancı, a.g.e.; Önkal, a.g.e. (1984).

[1245] Mesela bk. Bakara: 2/189, 215, 217, 219, 220, 232; Mâide: 5/4; A'râf: 7/187.

[1246] Bk. Nahl: 16/43; Enbiya: 21/7.

[1247] Âl-i İmrân: 3/159.

[1248] Mesela bk. Bakara: 2/256; Yunus: 10/99, 108; İbrahim: 14/15; Zümer: 39/41; Şûra: 42/48; Ğaşiye: 88/22.

[1249] Bk. Bakara: 2/272; En'âm: 6/35; 149; Yunus: 10/108; Kehf: 18/29; Kasas: 28/56; Fâtır: 35/8; Zümer: 39/41; Zuhruf: 43/40; İnsan: 76/3.

[1250] İkbal, a.g.e., 101.

[1251] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 216-223.

[1252] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 225-228.

[1253] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Koç, Kur’ân’da İnsan Ve Hz. Muhammed, Rağbet Yayınları: 229-234.