KUR'ÂN'IN MÜŞRİK DEDİKLERİ 2

I. Müşrikleri Tanımak. 2

Şirk Ve Küfür 2

Tevhid Kavramı 2

Tarihte Şirk. 3

Şirki Ve Müşriki Tanımak. 4

Kur'ân Ve Şirk. 5

Müşrikler Zanna Tâbi Olurlar 5

Tanrı İnançları 6

Mabudlarına Sadakatleri 7

İdrak Yoksunları 8

Müşriklere Ağır Gelen. 8

Şeytanın Emrinde. 9

Gururları 9

Düşmanlıkları 10

İhtirasları 10

Tutarsız İddiaları 11

Birinci Derecede Suçlular 12

II Değer Hükmü. 12

Müşrikler Ahdi Bozmuştur 12

Çalışmaları Boşa Çıkacaktır 14

Amelde Şirk. 15

Onlara Uygun Görülen. 16


KUR'ÂN'IN MÜŞRİK DEDİKLERİ

 

I. Müşrikleri Tanımak

 

Şirk Ve Küfür

 

Derin bir sapıklık, devasız bir dalalet olması bakımından şirk ile küfür arasında bir fark yoktur.

Sadece kavram ve kapsam bakımından arada biraz fark vardır ki bu da küfrün daha genel, şirkin de özel olmasıdır.

Şirk, Allah'a inanmakla beraber Allah'tan başkasına da kulluk etmektir. Ama küfür ondan daha umîmidir. [1]

Kur'ân-ı Mübin, Allah'a şirk koşanların da, O'nu inkar edenlerin de "büyük bir dalalete düşmüş olduklarını" bildiriyor. [2]

Çünkü kafir, Allah'ı ve hak Din'i doğrudan inkar eden­dir; müşrik de, Allah'ın varlığına iman ettiği halde, çeşitli yollarla O'nu ilahlık ve Rab'lık sıfatına başkalarını da ortak edendir.

Bilinen bir gerçektir ki müşrikler kendi geleneklerine göre Allah'a inanıyorlardı. Özellikle Mekke müşrikleri Allah mefhumunu biliyorlardı. Fakat merak edilecek bir şeydir ki, onlar öldükten sonra dirilmeye ve âhiret hayatına inanmazlardı. [3]

Bu bakından, Allah'a iman etseler de, dini yalnız O'na has kılmadıkları için sonuç itibariyle "putların ve başka şey­lerin kulları ile diğer kafir toplulukları arasında hiç fark yoktur. [4]

Müşriklik de putperestlikten daha umumî ve şümullü­dür. Çünkü müşrik sadece puta tapan değil, Allah'tan başkasına herhangi bir suretle uluhiyyet isnad eden her tür in­sandır.

Müşrik tabiri, çok ilahcılığa itikad eden "politeistlere şa­mil olduğu gibi, "ben sizin yüce rabbinizim" ve "sizin benden başka ilahınız yoktur" diyen Firavun gibilere ve bunları tas­dik edenlere, ya da Allah'tan başka herhangi bir şeye mabudluk payesi verenlerin hepsine amildir. [5] Halbuki putperest, yalnızca putlarının etrafında dönüp durandır.

Bunlarla birlikte şirk, insanın ben müslümanım deme­siyle birlikte İslâm inacının bir kısmını ya da İslâmî hayat tarzını kabul etmemesi suretiyle de gerçekleşir.

Ya da insan, İslâm dinini kuramsal olarak ve teoride ka­bul eder de pratikte etmez; Allah'ın emirlerini kavlen ve fii­len çiğner, teslimiyet yerine isyan dolu bir hayatı seçer. Ya­da fiilen böyle olmasa da, isyan temeli üzerine kurulu bir ha­yat tarzını fikren onaylar ve o hayatı paylaşır.

İşte bu tarzdaki tüm düşünce ve davranış şekilleri Al­lah'a karşı isyandır ve Kur'ân'a göre şirktir.

Kur'ân'ın, kafir dediklerinden sonra müsrife dediklerini de aynı ölçüyle tespit etmeye çalışırken şu inceliği de belirtmekte yarar var:

Kur'ân, aynı topluma bazen kafirler, bazen de müşrikler diyor. Ama bu insan türlerinin farklı özellikler belirttiği yerler de vardır.

Başka bir deyişle müşrik, Kur'ân lisanında iki anlamda kullanılıyor ki, biri zahirî, diğeri hakikîdir. Zahiri müşrik, açıktan açığa Allah'a şirk koşan, çok ilahlılığa inananlardır. Hakiki müşrik de hakikaten tevhidi ve İslâm dinini inkar edenler yani mü'min olmayan bütün gayrı müslimlerdir Bu mânâya göre Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Nasarada müşrik­tir.

Bunun için alelıtlak müşrik denildiği ve özellikle imanın zıttı olarak zikredildiği zaman müşrik tabiri genellikle kafir­lere şamil olur. [6]

Durum böyle olmakla beraber, şirkle küfür arasında az da olsa fark vardır. Bugünün toplumlarının bir kısmı kafir, bir kısmı müşrik görünümü arzetmektedir. Kur'ân'ın kafir dedikleriyle müşrik dediklerini bunlarla karşılaştırarak sağ­lıklı bir tespite varmak gerekir. Çünkü Kur'ân'ın ahkâmı, yalnız nüzulü vaktinde mevcut bulunanlara münhasır değil­dir. Onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanlara da şa­mildir.

İnkarlarının derecesi, itikat ettikleri batıllarının çeşitli­liği bakımından insanlar farklı karakterler taşıyorlar. Bu farklılık da genel olarak şirk ve küfür olmak üzere iki kate­goride toplanıyor. Meselâ Peygamberimizin zamanındaki toplumda, her şeyi, tümüyle inkar edenler bulunduğu gibi, sadece Ahireti ya da Peygamberi inkar edenler de vardı. Bu­gün de, daha değişik şirk çeşitleri icad edilmiştir. Maksadı­mız sadece Kur'ân'ın nüzulü anındaki toplumu değil, yeni za­man insanlarını, özellikle şirk yönünden Kur'ân ışığında de­ğerlendirmektir. [7]

 

Tevhid Kavramı

 

Son Peygamber Hz. Muhammed aleyhis salatü ve's-selam'ın dünyaya gönderiliş hikmeti, Tevhid dinini insanlığa duyurmaktı.

Bu dinin bir adı İslâm, diğer adı da Tevhid dini idi.

Bu demektir ki "tevhid" dediğimiz olgu kalplerde ve ha­yatta gerçekleşmediği sürece, insanda ve toplumda Hak din gerçekleşmemiştir.

İlk akla gelen anlamıyla tevhid:

Allah'ı birleme, zatı ve sıfatlarıyla şanına layık bir şekilde O'na inanmak, kemal sı­fatlarıyla niteleyip noksan sıfatlardan tenzih etmektir.

Bu aşamadan sonra, tevhidin gerçekleşmesi için sahip olunacak itikad şudur. O itikad ki zamanın insanlarının çoğu bunu idrak edememekte ve yepyeni bir şirk oluşturmaktadır.

Yüce Allah, tekvin (yaratma) sıfatında olduğu gibi, idare etme ve yöneltme işinde de tek'dir. O, rızık vermede, öldür­me ve diriltmede, rüzgarı estirme ve yağmuru yağdırma, ka­der ve kaza husununda, kısaca bütün evreni idare eden doğa kanunlarını tanzim etmede yegane hakim ve kadir olduğu gi­bi; insanların hayat şeklini tanzim edip ne şekilde yaşamala­rı gerektiğini tayin etme işinde de tek hüküm sahibidir.

Bu bakımdan, yer tanrısı ya da gök tanrısı gibi, tabiat olaylarını yönelttiği zannedilen çeşitli ilahların varlığını ka­bul etmek nasıl şirk ise, toplumlar için düşünce sistemleri ve hayat tarzları belirleyen beşerî otoritelerin egemenliğini ka­bul ve tanzim ettikleri sosyal siyasal yapıyı tasvip etme, on­ların icraatlarını Din'e uygun bulmak da aynı şekilde şirktir. Ve işte bu fasit akideye inanmış gönüllerde gerçek İslâm yok demektir.

Şunu öncelikle bilelim ki, tevhid ehli bir mü'min olmanın yolu, Kitabı Kerim'in bize verdiği ölçüler ve bilgiler dairesin­de iman etmektir. Bu imanın şartı da düşünceyi, dünya görü­şünü ve sosyal hayat anlayışını buna göre ayarlamaktır. Yani bu imanın ispatı, insanın, fikriyatını, davranışlarını, sev­gisi ve nefretini, etki ve tepkisini, beğenisini ve yergisini, tasvip ve tenkidini... bu mutlak imanın doğrultusunda belirtmesiyle mümkündür. Değilse, şirk esasına bağlı başka güçle­rin uygun gördüğü ve empoze ettiği düşünce ve yaşam şekil­lerini benimsemek, İslâm'ın tevhid inancı değil, şirkin öngör­düğü inanış biçimidir.

Kur'ân'ın ısrarla emrettiği şey, yalnız Allah'a kulluk; müşriklerin teklif ettiği ise "kullara kulluk" etmektir.

Kitab-i Mübîn ve O'nun tebliğisi hak Peygamber, "Al­lah'tan başka ilah yoktur" derken, şirk dininin kulları ve öncüleri türlü türlü ilahlar üretiyor ve bunları çeşitli desiseler­le kabul ettiriyorlar.

Onun için tevhidi bozan akide şekilleri yalnız putlara tapmak, hurafeci Hıristiyanlar gibi üçlü ilah kabul etme, mecusiler gibi ateşe, Hindular gibi ineğe tapmak v. s. gibi şeyler değildir.

Fakat asıl tevhide aykırı olan şey, bütün sayılanlar ve benzeriyle beraber, zalim mütegallibelerin insana tahakküm etmesi, insanların hayatına heva'larınâ göre yön vermesi ve insan yığınlarının da bunu benimseyip rıza göstermeleridir. Hatta daha da fecisi, kendilerine takdim edilen ve uygulanan bu düşünce biçimlerini bir nevi kutsayıp dokunulmazlık ka­zandırmalarıdır.

Bugün, Tevhid inancını gerçekleştirmek yükümlülüğü al­tında bulunan bu "hayırlı ümmet"in karşı karşıya bulunduğu en çetin problem ve çıkmaz, unsuru insan ve insanların icad ettiği bid'at modeller olan şirk çıkmazıdır.

Halbuki Yüce Allah, insanlığa gönderdiği Kitab'ında, "okumakta olduğunuz Kitap gereğince Allah'a hâlis kullar olun" buyuruyor. [8]

Hal böyle olunca bir toplumun, Allah'ın varlığına inan­masının, O'nun her şeye gücünün yettiğinden, bahsetmesinin, insanları yarattığına ve ecellerinin de O'nun takdirine bağlı olduğuna itikad etmesinin, eğer hayatlarını tanzim etmek üzere bir Din gönderdiğine gerçek anlamda inanmıyor ve bu­nu yaşayışlarıyla ispat etmiyorlarsa... tevhidi ölçüye göre bu inançlarının hiç bir kıymeti yoktur.

Ve böyle bir toplumun bireyleri de, Allah'a hâlis kullar olan tevhid ehli kimseler değildirler. [9]

 

Tarihte Şirk

 

Geçmişe baktığımız zaman beşerin dalaletinin başlıca şirk şeklinde olduğunu görürüz. Öyle anlaşılıyor ki geçmişte insana musallat olan ilk manevî bela, şirk saplantısıdır.

Tarih ve halihazır toplum bize şunu gösteriyor: İnsanlık aleminde tanrısız insan, yani ateist toplum çok fazla olma­mıştır, milletlerin çoğunluğu şöyle ya da böyle kendisine bir din edinmiştir.

Bugün de yeryüzünde gerçek Allahsızlar çok fazla değil­dir.

Meselâ dünyanın en önemli insan kalabalığına sahip ül­kelerden gerek Rusya'da, gerekse Çin'de yüzlerce milyonun hayatına hükmeden Tanrısızlar, yarım asırlık rejimlerine, iman hareketlerinin önüne diktikleri setlerine rağmen; her türlü propaganda, reklam ve eğitim imkânlarını imansızlığı yaygınlaştırmak için kullanmış olmasına rağmen, toplumla­rını silme münkir haline getirememişlerdir. [10]

Ama imanın ve Hak Din'in yerine kaim olmak üzere, halklarına mutlaka "iman edecekleri" bazı şeyler bulmuş ve sunmuşlardır.

Ve dünya insanı tarih boyunca tam bir münkir olarak de­ğil ama, müşrik olarak yaşayagelmiştir.

İlk insan ve ilk Peygamber, insana Yaratıcı'yı ve yaratılış hikmetlerini haber verdikten hemen sonra, tevhid inancı, şirk ve inkarı bulagelmiştir. Bu durum zaten dünyanın yara­tılış hikmetine de uygundur. Çünkü insanlık alemi içinde mü'min de mürşik de nihaî gaye olan arzu, bunların çoğun­lukta ve hakimiyet mevkiinde bulunmayıp, azınlıkta kalma­ları ve Hakk'ın rızası yolundaki muvahhid Ümmet'e, isteme­yerek de olsa boyun eğmiş durumda olmalarıdır.

Her peygamberin devrinde, şu veya bu şekilde, Allah'ın ulûhiyetini tam olarak kabul ve teslim etmeyen şirk ehli dai­ma bulunmuştur. Bir kısmı tutmuş tabiata, yıldızlara, güne­şe tapmış; bir kısmı hayr ilahı ve şer ilahı diye nuru ve zul­meti ilah kabul etmiştir. Bir kısmı da Firavun ve Nemrut gi­bi tağutları ilah yerine koymuştur."

Şimdilerde de bunların kalıntıları değil ama, halefleri ve yollarının devam ettiricileri, değişik görünümlerde ve de git­tikçe çoğalmış olarak; Allah'ın arzını istila etmiş, Allah'a kul olmak için yaratılan insanı zulm ile, istibdad ile esareti altı­na almış olarak hüküm sürmektedirler.

İnsanlık tarihinin sayfaları şirk ehlinin kara lekeleriyle doludur.

Geçmiş zaman ve bu ihtiyar dünya bu sapık zalim top­lumların hayatına sürekli sahne olmuştur.

Yeni zaman ise, yeni şirkle ve yeni müşriklerin, eskilere taş çıkartacak şekilde turetildiği bir dünyayı sembolize et­mektedir. [11]

 

Şirki Ve Müşriki Tanımak

 

O halde eskisi ve yenisiyle mürşikleri tanımak lazımdır. Onlardan soyutlanmak, onlarla ortak bir hayatı paylaşma­mak ve onlara benzememek için müşrikleri tanımak, bilmek gerekmektedir. İmanın ve İslâm'ın tahakkuku, selameti, için... Din'i yalnız "Allah'a has kılmak, Allah indinde din yal­nız İslâm'dır" fermanını gerçek anlamda yaşatabilmek için... O'nun dinine ortak olanları öncelikle bilmek gereklidir.

İslâm'ı bulabilmek için, İslâm'ı bozanlar tanınmalıdır.

Öncelikle şu hususu iyi anlamalıyız. Kâinatı yaratanın Allah olduğunu söyledikleri halde kendilerini Allah'a yaklaş­tırmaları maksadıyla putlara tapan ve "Tanrı birdir; fakat putlar ibatede müstahak olma hususunda O'nun ortakları­dır" diyen putperestleriyle... Yahut Allah'ın Baba oğul-Kut­sal ruh gibi üç unsurdan bir araya gelmiş olduğuna itikad eden hurafeci Hıristiyanıyle... İneğe, yıldızlara, aya güneşe tapanıyla... Ve nihayet, tabiat olayları üzerindeki tesiri yal­nız dış sebeplere bağlayıp, tabiatın gerçek bir müessir oldu­ğuna itikad eden, sonra da "bunları tabiat yapıyor" diyen maddeperestiyle.... Ve hepsinden tehlikelisi, dine saygılı ol­duklarını söyledikleri halde, dini sadece vicdanlara indirgen­miş bir duygudan ibaret sayan, böylece Allah'ın insan hayatı­na karışmasına bir türlü razı olmayan çağdaş yobaz tipleriy­le... Bütün müşrikler asılda birbirinin aynıdır!

Alametleri ve faaliyet şekilleri farklı olsa da, hepsinin esasta ortak olduğu bir nokta vardır ki o da hepsinin müşrik ve tevhid inancını tahrif ediyor olmalarıdır.

İster "Melekler Allah'ın kızlarıdır" ya da "Mesih (İsa) Al­lah'ın oğludur" veya "Uzeyr Allah'ın oğludur" [12] demek sure­tiyle olsun, isterse "Allah üç'ten biridir" [13] safsatasına inan­mak suretiyle gerçekleşsin, şirkin hepsi sonuç itibariyle aynı­dır. Böyle bir şey söylemedikleri halde Allah'ın Dini'nin yer­yüzüne kanşamayacağı inancım asabiyetle savunanlar da bunlardan geri değildir. Hatta daha da ileridirler; çünkü birincilerin yanlış itikadı yalnız kendilerinde kalıyor, ikinciler ise bunu bütün toplumların ruh bünyesine enjekte ediyorlar.

Bütün çeşitleriyle müşrikler, Allah'ın düşmanları, ezeli ve ebedi hasımlarıdır.

Onlar zamanı kokutan, mekanı ifsad edenlerdir.

Yüce Allah'ın "Geçekten şirk büyük bir zulümdür" buyur­ması, Ondan başka bütün günahları bağışlayabileceğini bil­dirip şirki affedilmez bir cürüm olarak ilan etmesi [14] bu dala­letin derekesini anlamamıza yeterlidir.

Bir yanlıştan başka bir yanlışa dalan ve binlerce yol ağ­zında, sırat-ı müstakimden, kurtarıcı istikametten habersiz bulunan bugünkü insanlığın madde ve manada salâhı, saa­det ve selamate, ancak ve ancak Kur'ân yolunu, Kur'ân'ın haber verdiği şirkten ve her türlü dalaletten arınmış tevhid yolunu tanımasıyla mümkün olacaktır.

O gün şirki terk edenler İslâm'a girebildi, bugün de za­manın şirkinden kurtulanlar İslâm'a girebilecektir.

Bu bakımdan, önce, yeryüzüne ilk kutlu haberi getiren Kur'ân-ı Mübîn'in açıklamalarıyla müşriki tanımaya çalışa­cağız. Allah Kelamında kimlere müşrik denmiştir, bunların hal ve özelliklerinden "müslümanın" diyenlerde de var mı­dır?., buna bakacağız.

Ve Yüce Hakk'ın ebedi hükmünü tekrar edeceğiz.

Bu hüküm şu tek cümle ile ifade edilebilir: O zaman in­sanlığı Allah Resulü'nün Vahiy tebliği kurtardı, bütün zamanlar boyunca ve şimdi de yine o kurtaracaktır.

Bu bakımdan Vahiy gerçeğine, sürekli olarak, sanki bize yeni ulaşmış, gibi bakacağız. Vahyi o gözle göreceğiz ki alış­kanlık ve alakasızlık olmasın; onunla her zaman diri ve yeni olalım. O bildirinin etkisiyle sürekli terakki edelim, bir hal­den daha iyi bir hale geçebilelim.

Aslında insana ulaşan her bir İlâhî tebliğ, Kitap ve Sünnet'ten her bir bölüm, ona muhatap olan insanı yenilemiyor­sa, o insanın halinde bir değişiklik yapmıyorsa, o haber tam olarak kabul edilmemiş ve benimsenmemiş demektir; duyul­muş, işitilmiştir, o kadar, Halbuki müminin şiarı: "semi'na ve eta'na"dır, işittik, itaat ettik demesidir.

Kendimizi bu ölçülerde yoklayacağımız gibi, dışimızdakileri de bu kıstaslarla ölçeceğiz ve öyle tanıyacağız. Çünkü yanlış değerlendirmek, batılın bağlılarını Hak yolda zannet­mek, insanda kâmil bir imanın bulunmadığına delalet eder.

Bu idrak işinde de, elimizde, doğru ile yanlışı birbirinden ayıran, iyi ile fenayı belirleyen tek bir ölçü vardır ki, o da Al­lah'ın Vahiy sistemi İslâm'dır.

İnsan için hakikate ulaşmak ve gerçek kulluğa ermek yo­lunda bizzat "olmak-olgunlaşmak" kadar, dışta olanı "tanı­mak" ve ona göre tavır almak da önemlidir. Çünkü insan bi­raz da tanıyarak netleşir, saflaşır ve zararlılardan arınır.

Müslümanın ne olması ve ne olmaması gerektiği de bu yolla anlaşılır. Maddi planda ve eşyada değilse de, din işinde ve özellikle itikadî planda bâtıl ehline benzemek, biraz da o olmak, onunla aynîleşmek demektir. İslâm'ın yapısı bunu ge­rektiriyor. Zira o müşrikler gibi olmak, ya da onlara muhab­bet beslemek, o cenahı ve temsilcilerini takdir etmek, bir ba­kıma onlardan olmak demektir.

O halde mü'min, bu güruhu iyice tanımalı ki sevgi ve takdir duygularını yalnızca uygun yönde kullansın.

Ümid edilir ki Rabbimiz, böylece batılı da tanımamız su­retiyle sahip olduğumuz "doğru"yu zıtlarından arınmış ola­rak daha iyi anlamamızı ve daha net olarak yaşamamızı bize nasip eder. Yolumuzda devamlı ve sabit-kadem eyler. Bu su­retle her nevi inhiraf ve ihtilattan sapma ve karışıklıktan ko­runmuş oluruz. Çünkü Hak yolun en tehlikeli düşman ve za­rarlıları, sapmalar ve karışımlardır.

İlâhî beyana göre hak yolu bulup güven içinde olanlar, ancak iman eden ve îmanlarını zulüm ile karıştırmayanı ar­dır. [15] Zulüm'den maksat şirk'tir. Yani imanlarını şirk ile ka­rıştırmayanlar gerçek iman sahibidirler.

Abdullah ibhi Mes'ud radıyallahü anh'den nakledildiğine göre bu ayet gelip okunduğu zaman Resulüllah'ın eshabı, "hangimiz nefsimize zulmetme mistir ki!" dediler. Bunun üze­rine "şirk en büyük zulümdür" ayeti nazil oldu. Allah'ın Rasulü de ashabına, "Bu ayeti işitmediniz mi? O zulümden maksat şirktir!" buyurdu. [16]

Ve öyle anlaşılıyor ki dünya-ahiret emniyeti ve hidayeti için, tevhidi anlamda iman etmek ve onu şirk bulaşıkların­dan salim kılmak gerekmektedir. [17]

 

Kur'ân Ve Şirk

 

Surelerin nüzulüne göre tarihi bir seyir içinde incelediği­miz zaman görüyoruz ki Kur'ân, Allah'a ortak koşmayı dün­yadaki tüm kötülüklerin kökeni olarak kabul eder. Bu ne­denle Kur'ân, Allah'a bağlılıkta, itaatte veya ibadette ortak edilmek üzere bir kişinin, bir kavmin veya bir taşın putlaştırılmasına izin vermez. [18]

Allah'ın Resulü risalet görevi ile ortaya çıktığında, ço­ğunluğu müşrik olan bir cahili toplum içinde idi.

Zamana ve mekana şirk düzeni egemen olduğu için, Yüce Resul ve İlâhî Kelam, öncelikle toplumu bu şirk akidelerin­den kurtarmak istiyordu.

Gayet tabiîdir ki, bir olan Allah fikrinin ve tevhid dini­nin, bütün hakimiyeti ve sosyal kurumsal yönüyle, ferde ve bütün kâinata yön verici vasfıyla kalplerde ve hayatta yerleşmesi için, O'nun hükümranlık vasfına halel getirebilecek her türlü şirk ve benzeri akidelerin yok edilmesi gerekir.

Tevhid inancının ikame ve ispat edilmesi, ancak şirkin izalesi ve iptali ile mümkündür.

Îslâm imanının esası tevhide dayanmaktadır. Vahiy ni­zamının bireysel ve toplumsal yönüyle yeryüzünde gerçekleş­mesi için): insanların ilah edinilmesi esasına dayanan müşrik anlayışların kafalardan silinmesi lazımdır.

Bu bakımdan İlâhî Kelam, İlâhî olanı egemen kılmak maksadıyla, "beşerî olan'ı, her türlü beşerî ve şeceri ilahları yok etmek emelini güdüyordu. Bir yandan da bu ilahlara ina­nanları, bir olan Allah'a inanmaya ve O'nun dışındaki tanrı­ları reddetmeye davet ediyordu.

Kur'ân'ın "müşrik" dediği bu toplumdaki her hususiyet, yine Kur'ân'ın açıklamalarıyla belirlendikten sonra, gayei tevhid olan her mü'minin red kutuplarından biri olacaktır, mü'min, kendinden olanla kendinden olmayanı böylece adil ölçüleriyle kaybedildiği bir zaman ve mekanda, her türlü de­ğerin yerli yerine oturtulması için tek çıkar yol, bu toplumla­ra Kur'ân gözüyle bakmak, teşhis ve tesbiti ona göre yap­maktır.

Batıl'ın bilgisi, Hakk'ı tam olarak anlamak ve onu saflaş­tırmak içindir.

Kur'ân'ın, öncelikle kalplerden söküp atmak istediği şirk dalaletinin sahipleri, kafirlerde olduğu gibi belli başlı özellik­leri taşımaktadırlar ki, bazıları şunlardır: [19]

 

Müşrikler Zanna Tâbi Olurlar

 

Müşrikler inanışlarında, hareket ve davranışlarında zan­na uyarlar. Halbuki zan, gerçeklik bakımından hiç bir şey ifade etmez. [20]

İlimleri yoktur; hakikate, ilme, sağduyuya itibar etme­mek onların vasıflarından biridir.

Onlar, fikir ve işlerinde hakkı takip etmeyip sırf nefisle­rinin zan ve tahminine uyarlar, öylece hüküm ve hareket ederler. "O müşrikler nefislerinin zunûn (zanları) ve hayâlatı vâhiyesi (ahmakça hayalleri) peşinde koşan dogmatik güru­hundandır.' [21]

Lügat itibariyle zan: İlim olmayan, gerçeklik ifade etme­yen hayale yakın olan şey demektir. Müşriklerdeki zan ise doğrudan dalalete giden bir yoldur. Belki mü'min kişide yani aklı selim sahibinde zan bir kıyamet ifade eder. Çünkü onun hayalini ve fikrini aydınlatan bir nur, bir ışık vardır. Bu Al­lah'ın nurudur; ona bahşettiği basiret ve ferasettir. Bu sezgi kabiliyeti onun yoluna bir ışıktır, kalp gözünün aydınlığıdır. Müşrik ise bütün bunlardan mahrumdur. Hatta gözünde perde vardır. Temelde zaten dalalettedir ve zannı onun bu sapkınlığını derinleştirmekte, manevî hastalığını da devasız hale getirmektedir.

Eski müşrikler kendi kanaat ve tahminleriyle, yanıltıcı "bilgi"leriyle sevinip övünüyorlar, Peygamberin getirdiği bil­giye de değer vermiyorlardı. O bilgiyle alay ediyor ve Pey­gambere, "Sen (istediğini) yap, biz de (dilediğimizi) yaparız" diyorlardı.[22]

Yeni müşrikler de böyledir, hatta daha da katı ve bağ­nazdırlar. Onların da bunların da görmeyen gözü, hakikati işitmeyen kulağı, anlamayan kalpleri vardır.

Bu müşrik kafa, "biz atalarımızdan bulduğumuzu devam ettiririz" diyen atalarmınki gibi her türlü batıl'a açık, yalnız gerçeğe kapalı olan dogmatik kafadır.

O dogmatikler güruhu ki, zan ile hareket edip Vahiy ger­çeğini bir masal olarak görürler. Tıpkı Ebu Süfyan, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ebu Cehil ve akranları gibi... ki onlar bir defasında Resulüllahı'ı Kur'ân okurken dinlemişler ve Nadr'a demişlerdi ki, "Yâ Eba Katiyle, Muhammed ne di­yor?" O da:

"Kabe'yi? Beyt'i yapana yemin ederim ki ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim size geçmiş nesillerden söylediğim gibi evvelkilerin masallarını söylüyor" de­mişti. Ebu Süfyan ise:

"Ben O'nun söylediklerinin bazısını gerçek buluyorum" şeklinde konuşmuştu. Bunu üzerine Ebu Cehil, "Sakın bunun (Muhammed'in) hiç bir şeyini ikrar et­me!" deyince, Ebu Süfyan, "Ölüm bana ondan daha ehvendir" [23], yani O'nun söylediklerini tasdik etmektense ölmek daha iyidir, mukabelesinde bulunmuştu.

Görülüyor ki "ilkel"i ve moderniyle bütün müşrikler, ger­çeği masal, ilme hayal diyorlar.

Hak ölçüleri, yol gösterici bir rehberi yoktur. Zan ve heva'dan öte bir gerçekliği olmayan aklı ve bilim putlarının et­rafındaki dar çemberin dışına çıkamıyorlar. [24]

 

Tanrı İnançları

 

Müşriklerde Allah inancının mevcut olduğunu görüyo­ruz.

Kur'ân'ın haberine göre onlara, "gökleri ve yeri kim ya­rattı?" diye sorulacak olsa "Allah!" derler. Yani Allah'ın varlı­ğını kabul ettiklerini açıklarlar. [25]

Yine, "Dünya ve içindekiler kimindir?" diye sorulduğun­da "Allah'ındır" derler. Hatta, mülkü ve herşeyi idare eden de O'dur, ikrarında bile bulunurlar. [26]

Buna rağmen Allah'ın birliği inancına ve tevhide eremedikleri, İslâm'ın hakimiyetini kabul etmedikleri için bu inançlarının hiç kıymeti yoktur ve kafir hükmündedirler.

Kur'ân bunlara "hizbü'ş-şeytan" diyor.

Yüce Allah onlara "yalancılar" diyor. [27]

Çünkü şirkin küfürden farkı, şirkin ortaklık esasına da­yanmasıdır. Şirk, Allah'ın varlığı ile beraber başka ilahların da kabul edilmesi şeklinde kendini gösterir. Allah'ın dışında kendilerine ilahlık isnad edilen bu varlıkların ya ahirette şe­faatleri beklenir, ya da böyle bir gaye güdülmeksizin olağa­nüstü olduklarına inanılır ve onların kutsallıklarına hükmolunur.

Yahut daha sonraki zamanlarda olduğu gibi herhangi bir tapınma durumu olmadan Allah'ın dinini bırakır, onların di­ni üzere yaşarlar.

Din söz konusu olduğu zaman ya da söz gelişi onlar da: Allah derler; Cenab-ı Allah, inşallah" vs. derler ve kendileri­nin de müslüman olduğu için söylerler. Fakat gerçekte İs­lâm'ı reddetmiş bulunduklarını hiç hesaba katmazlar.

Eskiler Tanrı'ya inanıyor fakat şefaatçi olacakları umu­duyla putları ve daha başka ilahları kabul ediyorlardı. Yeni­ler de, varlığını güya kabul ettikleri Yüce Allah'ın, yeryüzü nizamı olarak gönderdiğini hayattan dışlayarak kendileri ilâhî hakimiyete ortak oluyorlar. Onların bu şekildeki ege­menliğini kabul edip onaylayan, sistemlerini benimseyip "tek doğru" sayanlar da haliyle bu şirke iştirak etmiş bulunuyor­lar.

Mekke müşrikleri de Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselam'ın gerçekten peygamber olduğunu biliyor fakat O'nun iktidarına ve egemenliğine boyun eğmek istemiyorlardı.

O halde mücerred Allah inancı hatta Peygamber'in bü­yüklüğünü itiraf etmek, mümin ve muvahhid olmak için ye­terli olmuyor.

Eski müşriklerin bir adeti daha vardı.

Kendilerine bir belâ, bir sıkıntı ve şiddet geldiği zaman Allah'a yönelir, bir an için putlarını bırakırlardı.

Kur'ân'ın haberine göre, mesela denizde onlara bir sıkın­tı, bir tehlike gelecek olsa Allah'tan başka bütün yalvardıkları şeyler gözlerinden kaybolur gider. Allah'tan başkasından yardım istemezler. Fakat onları kurtarıp karaya çıkardıktan sonra Allah'ı tek ve bir Rab olarak tanımaktan yüz çevirir­ler. [28]

Yüce Allah bunlara, her felaketten daha dehşetli olan kı­yametin hatırlatılmasını emreder. Kıyamet saati başınıza gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? buyurur. [29]

Böylece demek istenir ki vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice yoklayınız, tartınız bakalım; böyle he­lak edici dert ve felaket karışısında derinden derine bir kur­tarıcıya iltica duygusu ile inlemez misiniz? O halde darda kaldığımız zaman hatırlayıp sığınmaya başladığınız Rabbinize, iyi halinizde iken ve gerçek anlamda yönelip bağlanınız.

Şimdi zamanın müşrikine bakalım.

Onun kalbinin derinliklerinde de, darda kaldığı zaman yönelebileceği bu inanç, sönmeye yüz tutmuş ve üzeri küllenmiş bir ateş kıvılcımı gibidir. İnsanın fıtratında bu maya ve öz mevcuttur. Ona İslâmî anlamda rehberlik edilebilse, ger­çekler telkin edilebilseydi elbette tam olarak iman edecekti. Fakat zamanın bozuk propagandaları ile hevâilik üzerine ayarlanmış ve oluşmuş bir ortam, ayrıca bu ortamın olumsuz etkisi daha başka faktörler, bu insanın İslâm'ı tanımasına müsade etmedi. Böylece o da kendisini, "çoktanrıcılık" dinine saplanmışların ve ateistlerin içinde buldu. Hayatı böyle ve bundan ibaret zannetti.

İşte biraz önce sözünü ettiğimiz, darda kaldığı zaman Al­lah'a sığınmak zorunda kalan müşrik tipi -eğer tam münkir değilse- Allah'ı sadece bir yaratan, kâinatı idare eden ola­rak düşünür. Sanki O, insanı yaratmış ve başıboş bırakmış­tır. Bir de tabiat olaylarını yönetmektedir. İnsanı da keyfince yaşaması, eğlenmesi, nefsini ve bedenini besleyip semirtmesi için bu dünyaya göndermiştir.

Onların kabul ve tahayyül ettikleri bu Tanrı, onların dünyasına ve hayatına sanki bir nizam koymamış gibidir. Yollarını kendileri çizecek, düşünce sistemlerini kendileri kuracak, yaşama şekillerini kendileri keyiflerince tanzim edecektir. Ama bir yüce kaynağa istinad ettiremeden, İlâhî olan bir düstur temeline oturtmadan, nasıl yaşayıp nasıl dü­şüneceklerine akıllarının estiğince kendileri karar verecek­tir. Ya da daha fenası, öncülülerinin, elebaşılarının belirleyip takdim ettiklerini aynen kabul edecektir.

Kısacası bu anlayışta Allah var, fakat emirleri ve nehiyleri yoktur. Ya da kendileri bu İlâhî disipline tâbi değillerdir. Bu din, bu disiplin sadece "bazıları" içindir.

Zamane müşrikinin bir kısmının lisanı, bir kısmının da hal dili ve gidişatı bunu ifade etmektedir.

Halbuki şirk denilen olgu, sadece birtakım putlara ya da daha başka ilahlara tapınmak suretiyle gerçekleşmez. Şöyle ya da böyle, kendi gönlüne ve düşüncesine uygun, hayatına müdahele etmeyen bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmekle beraber O'nun emirlerini hiçe sayacak düsturlar koymak, yol belirlemek, sistem oluşturmak ya da sadece bunları yapanla­rı takdir edip yapılanlardan memnun olmak da şirktir. Çün­kü böyle bir uygulamada Allah'tan geleni tahkir, O'na muha­lefet sayılan şeyleride tekdis etmek vardır.

Tanrıya inanıyorum, dinende-saygılıyım... teranesini söy­leyerek, Allah Resulü'nün bildirdiği yol dışında bir yaşama ve düşünce modelini tercih etmek, bir rehber aramak da şirktir. Çünkü İslâm inancında Allah'ın emrinin üstünde bir emir yoktur.

Yüce Allah, yarım bir din değil, tam bir İslâm istiyor ve ancak bundan razı oluyor, Din'in tam ve halis olarak kendisi­ne has kılınmasını emrediyor.

Müşrikin inandığı Tanrı'nın ise, sadece yeri göğü idare etmesi, tabiat olaylarını yönetmesi, fakat ferdî ve toplumsal insan hayatına karışmaması isteniyor.

Öyle bir dinden razı olunuyor ki, o din yeryüzüne vazi­yet, insana müdahele etmeyecek, vicdanî bazı duygulardan, uhrevî meselelerden ibaret kalacak.

İşte bu din, müşriklerin dinidir. [30]

 

Mabudlarına Sadakatleri

 

Müşrikler, atalarından kalma mabudlarına o derece sadaketle bağlı idiler ki, kendilerine tek Allah inancı teklif edildiği zaman, "biz mecnun bir şair (peygamber) hatırı için mabudlarımızdan vaz mı geçecek misiz?.." derlerdi.[31]

Bu bağlılığa, bu batıl asabiyete ve bu saplantıya hayret etmemek mümkün değil. O kadar bağlılardı ki mabudlarına, onların uğruna yüce Peygamber'e "mecnun şair" diyebiliyorlardı.

Kendi davalarının güya hak olduğu iddiasını ve akılsızca düştükleri saplantılarını devam ettirebilmek için, başlıbaşına bir mucize olarak gelmiş o hak Peygamber'i mecnunlukla itham etmek zavallılığına düşebiliyorlardı.

Bununla da yetinmiyor, şahıs isimlerini, bağlılık ve kul­luk ifade eden: Abdü'l-Menat, Abdü'1-Uzza... gibi kelimeler­den, seçiyorlardı.

Müşriklerin aynı duyarlığı, tutuculuğu ve muannit bağlı­lığı", geçmişten devraldıkları inanış ve yaşayış biçimine uyma hususunda da gösterdikleri şüphesizdir. Onlar bu yolu terkedemeyecekleri inancındadırlar.

Öyle görünüyor ki, zaman içinde değişik biçimler alsa da, müşrikler ondört asır hep böyle babalarının izinde koşturup durarak bugüne kadar geldiler. Zaman zaman atalarının se­viyesinden de aşağı indiler.

Evet, ancak işte bu müşrik kafasıdır ki, Allah'ın Habibi'ni insanlığın mürebbisini mecnun ve sihirbaz sayıyor. An­cak o sahte mabudların kulları müşrikler ki, kalplerine yer­leştirdikleri âfâki ve enfüsî putlarına, sahte ilahlarına bağlı­lık uğruna, iki cihan güneşini insafsızca reddediyorlar.

Batıla sadakat, tek cümle ile akim, kalbin, duyguların manzumesi ideolojilerin tutsaklandırlar. [32]

 

İdrak Yoksunları

 

Yaratıcı'nın insana lütfettiği en büyük nimet olan akıl, kullanışa göre insanın ya saadetini ya da felaketini hazırlıyor. İnsanın hayvanattan ayrıldığı en önemli yönü de akıllı oluşudur. Yücelmesi de, alçalmasıda onunladır. Akıl iyi kul­lanıldığı zaman insanı aziz kılıyor, kötüye kullanıldığı za­man da zelil yapıyor.

Şurası bir gerçek ki aklın yaratılış gayesi yönünde kulla­nılması ancak Yaratıcı'yı ve O'nun insana gönderdiğini tanı­masıyla mümkün olur. Başka bir deyişle aklın ilk görevi ve sorumluluğu Rabbi'ni bilmesidir. Onun için bu aslî gayeden uzak kalan akıl, dünya ve madde aleminde harikalar yaratsa da bir hiçtir; gerçek ve insana mahsus bir akıl değildir. Böyle olunca da ona akıl değil, heva demek uygun olur.

İşte bu özelliği taşıyan müşrikler, hakikat ölçüsüyle akıl­sızlardır. Zira en basit bir sezişle hemen anlaşılır ki, dünya planında bile 'işini ve kârını bilen" kişiye "akıllı insan" deni­yor. Hal böyle olunca geleceğini bilmeyen, asıl istikbalini dü­şünmeyen, küçük ve süflî hayat gelecekleriyle avunan, böyle­ce ebedi saadet şartlarını hiç kaale almayan insana nasıl akıllı denebilir?..

O halde esas akıllı, büyük geleceği kazanmaya çalışan, bunun için de Vahiy sisteminden başka kurtuluş yolu tanı­mayan insandır.

Müşrik ise kendisine verilen bu akıl nimetini en adi şe­kilde kullanan bedbaht kişidir.

Müşrik, akıl nurunu karartan ve serseri duyguların ze­bunu olan insandır.

Kur'ân, itikatlarına ve işlerine göre bunlara akılsız diyor.

Mü'minler, namazı ilan için ezan okurken müşriklerin onu eğlence konusu etmeleri; putlarına develerden adak yap­maları; putlar için bunlar bizim şefaatçimizdir, demeleri... hep aklı ermez bir topluluk olarak nitelenmelerine sebeptir. [33]

Tevhid inancından uzak olan insanın her zaman için du­rumu budur.

Çağdaş cahiliye insanının her şeyi anlayan, kapalıları keşfeden fakat yalnızca İslâmiyet'i tanımayın, üstelik tanıya­madığı, anlamadığı halde O'na düşman olan aklı da bundan daha ileri düzeyde değildir.

Çünkü madde, bilim ve teknoloji alanında ileri doğru at­tıkları her adıma karşılık, mânâ ve ruh planında fersah fer­sah geri gidiyorlar. [34]

 

Müşriklere Ağır Gelen

 

Müşriklere ağır gelen şey, Peygamber aleyhisselam'ın "kendilerini davet ettiği şey", yani İslâmiyet'tir. Peygamber onları Yüce Allah'ın, "dini doğru tutun, ikame edin, dinde tefrikaya düşmeyin[35] emrine davet ediyordu.

Elbette ki Resulüllah'ın davet ettiği şey onlara zor gele­cektir. Çünkü bu davete icabet etmekte, canları gibi sevdikleri şirk unsurlarını terketmek vardır. Çünkü bu çağrıda İslâm'a girmek, batılı bırakmak, kurulu düzenleri yıkmak, çıkar ve otoritelerini başkalarına terketmek var. Bütün bun­lar ise müşrik anlayış için imkansız şeylerdir.

Zira muhtelif hevalara ve çeşitli ilahlara tabi olarak asıl dini ayakta tutmak mümkün değildir.

Bugünkü cahiliye toplumun, ilk cahiliye devrindeki dikili taşları gibi ilahları yok belki ama, Allah'a giden yolda engel ve perde olan birçok mâbûdları vardır. Putların aksine, akıllı olan, faaliyeti bulunan, entrikalar çeviren, insanlara refah, eğlence, konfor va'deden ve birçoğunu da veren bu sahte rab'ların hilesi, tuzağı ve saptırıcılığı elbette ki kolay altedilir cinsten değildir. Bütün bu mabudların saptırıcılığını, iğvasını yenerek Hak Din'e ulaşmak halk yığınları ve uydular için elbette kolay değildir. [36]

 

Şeytanın Emrinde

 

Müşrikler şeytanın emrinde bir hizmetçi ve yardımcı gidirler.

Şeytanlar, mü'minlerle mücadele etmeleri için müşiklere öğüt verirler.

Şu kadar var ki, iman edip Rablerine dayananlar üzerin­de onun hakimiyeti yoktur. Onun egemenliği ancak kendisini dost edinenler ve Allah'a ortak koşan müşrikler üzerinde­dir: [37]

Samimi müslümanlar şeytanın belli başlı hedefi olmala­rına rağmen, onun egemenliği daha çok kendi yandaşlarınadır. İman ve tevekkül sahipleri bu tehlikeden mahfuz bulu­nuyorlar. Onlar Allah'ın hıfz ve korunması altındadırlar. Ay­rıca bu mü'minler, Rablerine nasip ettiği basiret gücüyle hayır ve şerri, hak ile batılı, ma'rufla münkeri birbirinden ayı­rır ve nefse uymayarak hayır yoluna yönelirler.

Bununla beraber bu Hak bağlıları, anlamsız bir rahatlık ve gaflet içinde hiç değildirler. Tehlikenin büyüklüğünden dolayı devamlı agâh, gafletten uzak, daimi bir nefis muhase­besi ve murakabesi içindedirler.

Müşrik öncüleri ve uydularıdır ki, tam anlamıyla onun sultası altındadırlar. Buna rağmen aldatıcı bir nefs emniyeti ve rehaveti içindedirler. Üstün çile'yi, büyük ıstırabı hiç bir zaman tatmazlar.

Şeytan onların bütün yaptıklarını kendilerine güzel gös­terir. Böylece dalaletleri, şer işleri, mü'minlere saldırmaları, İslâm'ı tahrif etmeleri... kendilerine tatlı gelir. Belki de bun­dan haz duyarlar.

Aslında mutlak şer olan işlerini beğenirler. Hak'tan ise hiç hoşlanmazlar. Küfür ve şirk unsurlarına olan muhabbet­leri kadar, İslâm'a ve bağlılarına nefretleri vardır. İman ve mü'minler, onlar için tam bir nefret kutbudur. Kin ve gayz içinde coşar dururlar.

Şeytan'ın emrine ram olmalarına rağmen Kur'ân bildiri­sinden ve her türlü hak öğütten de yüz çevirirler. Aynen as­landan ürkmüş yaban eşekleri gibi...[38]

Müşrikler Hakk'ın muarızı, şeytan'ın muhafızıdırlar. Ona hizmet, Hakk'a itiraz ederler. Kendilerine süslü gösterilen denî dünyalarında, süflî hayatlarıyla zevk içinde ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar giderler. [39]

 

Gururları

 

O derece aldatıcı bir gurur içindedirler ki, Allah Resulü'nün, mülsümanların fakirleriyle konuşmasına razı olmuyorlar.

İlk dönemde, Kureyş ileri gelenlerinden bir gurup Hz. Muhammed (aleyhissalatü-ve's-selam)'ın yanına uğrumışlar ve şöyle demişlerdi:

"Yanına alıp konuştuğun şu fakirleri hu­zurundan kovarsan seninle konuşuruz, belki sana uyarız..." Bu fakirler: Ammar, Suheyb, Bilal, Selman... v. b. gibi kimse­lerdi. Konuşmalarım, "Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz; Bunlarla oturup kalkmak bizim şerefimize doku­nur..." diyerek sürdürmüşlerdi. Allah Resulü'nün "Ben mü'minleri yanımdan kovmam!" cevabı üzerine de: "Bari biz geldiğimiz zaman bunları yanından kaldır gitsinler; biz git­tikten sonra tekrar gelsinler..." diyecek kadar gururlarının esiri olduklarını gösterdiler.

Peygamber aleyhisselam bunların müslüman olmasını çok istiyordu. Bunun etkisiyle olacak, teklifi kabul eder gibi oldu. Orada bulunan Hz. Ömer (radıyallahü anh) de buna muvafakat göstermişti. Hatta bu yönde bir mukavele yaz­mak üzere idiler ki vahiyle buna engel olundu. Allah'ın hita­bı Peygamberine ulaştı. Sabah akşam Rab'lerinin rızasını is­teyerek O'na yalvaranları, müşriklerin arzularına uyarak ya­nından kovma! denildi. [40]

Rivayete göre bunun üzerine Resulüllah elindeki, sahifeyi atmıştır. Hz. Ömer de muvafakat sözünden dolayı özür dile­miştir.

Öyle anlaşılıyor ki müşriklerin kalplerinde iman etmele­rine engel olan pek çok şey var ama, üstünlük duyguları, enaniyet saplantıları en büyük engeldir.

Aslında insan, zihni ve gönlü ile İslâm'a yönelince ortada engel diye bir şey kalmaz ve kalmamalıdır. Fakat akıl ve kalp buna müsait olmayınca, insanoğlu birçok olmazlarla ku­şatılıyor. İşte bu olmazlardan biri de, müslümanları aşağı tabaka insanı olarak görmelerdir. Nitekim Nuh aleyhisselam'ın kavmi de:

"Sana bir sürü bayağı kimseler uymuşken biz sana iman eder miyiz?" demişlerdi. Bir defasında da:

"Biz sa­na yalnızca basit görüşlü ayak takımının uyduğunu görüyoruz! [41] şeklinde bahane ileri sürmüşlerdi.

Demek ki müşrikler her devirde aynı kafayı taşıyorlar. Yirmibirinci asrın eşiğinde, Kur'ân bildirisine kulaklarını tı­kayan ve hal dilleriyle adeta, "şu müslünıanlık denilen şey, cahil, geri kafalı, ihtiyar, fakir, düşkün, sefil... kısaca ilkel in­sanın mesleği ve yoludur..." demek isteyenler; hal ve tavırla­rıyla bu kanaatlerini dışa vuranlar... ondört asır öncesinin değil, belki daha öncelerin müşrikinden çok daha ilkel ve bağnaz bir kafa taşımaktadırlar.

Gerçi, nezih ve muazzez Müslümanlığı kötü temsil eden ve nefislerinde onu bay ağıl aştıran sözde dindarların, müşrik­lerin menfi tavır almalarında payları yok değildir. Böylece İslâmiyet biraz da onların şahıslarında, sergiledikleri tavır­larda değerlendirilerek hükme bağlanıyor ve ona olumsuz bakılıyor. Müslümanlık, onların yaşatmakta olduğu din zan­nediliyor.

Fakat şu da bir gerçek ki, şirk ile katılaşmış bir kalbi, en iyi örnekler bile yumuşatamıyor. Değil mi ki Kâinatın Efen­disi, madde ve mânâda nezahet, zerafet ve incelik örneği O Yüce Rasul bile onları İslâm'a ısındıramamıştı.

Bununla beraber mü'min, Peygamberini imtisal numune­si alarak, edep, incelik, nezaket ve ahlakta en ileri derecede bulunmaya çalışmak yükümlülüğü altındadır. Müslümanlığı, olduğu gibi, yani bildirildiği şekilde yaşamalı ve yaşatmalıdır. Bundan sonrası Hakk'ın takdirine ait bir iştir.

Hakikat, bedahet derecesinde apaçıktır. Selim bir akıl, insaf ve iz'an ile balonca bunu görür. Fakat müşriklerde olduğu, nankör nefsin beslediği ve semirttiği bir gurur, onun beslediği bir benlik ve büyüklük duygusu, hakikate teslim ol­mada insan için bir bağdır ve gözünde perdedir.

Zamanın müşriki iman ehline tepeden bakmakta, onu küçümsemektedir. Ayrıca bunu eylem haline getirip, onların yoksulluğundan yararlanarak, birçok geri kalmış halkları bir köle gibi kullanmaktadır. [42]

 

Düşmanlıkları

 

Müşrik dünyanın müslümanlara düşmanlığı, devirlere göre değişik, şekillerde kendini göstermiştir.

Mekke devri müşriklerinin düşmanlığı, önce alay, sonra boykot, daha sonra da işkence şeklinde uygulanmıştı. Bu ey­lem, Medine döneminden itibaren münafıkların da ortaya çıkmasıyla, kimi zaman savaş, kimi zaman mü'minlerin ara­sında nifak sokmak şeklinde ve sürekli olarak da siyaset ala­nında sürüp gitti. Daha sonra düşman kutbunda Bizans zu­hur etti.

Dört Halife devri ise, çoğu müşriklerin yenilgileri ile so­nuçlanan savaşlar ve İslâm'ın yayılma dönemi olmakla bera­ber, düşmanın, cephe gerisinde faaliyet ve çok başarı elde et­tikleri "fitneyi yaygınlaştırma" devri olarak nitelenebilir.

Bugün müslüman halklarının içine düştüğü perişanlık, zayıflık, kararsızlık, hamlesizlik ve iç savaş afeti, bütün bir müşrik dünyanın oyunu, hilesi, entrikası ve politikalarının sonucudur.

Şimdi, doğrudan ellerini uzatmadıkları yere, dillerini, ajanlarını ve fitnelerini uzatırlar.

İslâm tarihi, müşriklerin müslümanlara dileri ile yaptık­ları hakaretler ve saldırı örnekleriyle doludur. Bu tarzın ilk nüvesi müşrik şairlerin şiirleridir. Bunlardan mesela; şiirleriyle halkı Allah Resulü'nün aleyhine kışkırtan, O'nu hicve­den Ka'b bin Eşref veya bir mecliste Resulüllah Kur'ân okurken gelip orada küstahlık eden, kaba sözler söyleyen Abdullah İbni Übey hatırlanabilir. [43]

İşin enterasan ve acı olan yanı şu ki, o zaman sadece şiir­leri ve sözlü saldırıları vardı; şimdi çok ve etkili araçları var. Sözlü ve yazılı tasallut, yirminci asır şirk dünyasında çok da­ha sistemli, metodlu, etkin ve tahripkar niteliktedir. Üstelik kurumlaşmıştır ve belli bir gündem dahilinde, her türlü stra­tejik ve taktik hesaplarla güdümlü bir şekilde uygulanmak­tadır.

Fenleri ve teknolojileri ile azmanlaşmış iletişim araçları, iki nüshası yarım kiloya yaklaşan çarşaf gibi gazeteleri, kısa­ca fuhuş albümü boyalı basınıyla çağdaş şirkin yaptığı tahri­bat, hiç kuşkusuz eskilere taş çıkartacak düzeydedir.

Durumun, mü'minler açısından çok üzücü bir yanı daha var: Asrı saadet mü'minleri, o gün yekpâreliklerini koruduk­ları, cahilî müşrik toplumla ve kurulu sistemleriyle uzlaşma­dıkları zulüm ve işkence altında olmalarına rağmen inançla­rının asliyetini korudukları için... bir gün geldi kurtuldular. Mekke'den çıkarılmışlardı ama, zaman oldu onlar Mekke halkına egemen oldu ve ültimatom verdiler. Müminlerin Ka­be'yi ziyaret etmeleri Hudeybiye anlaşması ile engellenmişti, ama gün geldi, Müşriklerin Kabe'yi ziyaret etmeleri ebediyyen yasaklandı. Mahkum iken hakim oldular. Mazlum iken âdil oldular ama zalim olmadılar.

Fakat o kötü dönemde (gene mü'min olduklarını iddia ederek), şirk ehli ile muvazaa ve uyum içinde (!) geçinip gitselerdi" elbette gerçek müslüman olamayacak, zafer ve fetih günlerini göremeyecek ve Allah'ın Dini'ni yeryüzüne yayamayacaklardı. [44]

 

İhtirasları

 

Kutlu kitap, İsrailoğullarından bahsederken Peygambe­rimize haber vererek şöyleder:

"Andolsun sen onları, insan­ların hayata en düşkünü bulacaksın."Hatta müşriklerden daha tutkun, daha hırslı. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın... [45]

Burada söz konusu edilen Yahudilerdir; fakat "müşrik­lerden daha hırslıdırlar" ifadesi, onların da aşırılık içinde ol­duğunu gösteriyor. Hatta bir tefsire göre de, "müşrikler" laf­zı, cümle başı yahut atıftır ve onlar da yahudiler gibi hırslı­dır.

Onlardaki bu dünya hırsı ve uzun yaşama isteği (tûl-i emel), müslüman insanın imtihan vasıtasıdır, mü'min, dünya hayatı ve dünya güzellikleri ile adeta imtihan ediliyor. Bu bakımdan şirk ehlinin kaybettikleri sınavlardan biri de bu oluyor. Onlar dünyayı avuçlarının içine alırken, ukbayı elle­rinden kaçırıyorlar. Onların hali, "el-âcile" diye nitelenen, peşin ve kolay elde edilen bir kazanca karşılık, ebedî bir mahrumluk...

Mü'min ise çok kolay aîd anılabilecek bu konuda gaflete düşmediği, dünyadaki mevkiini iyi bildiği ve ona taparcası­na bağlanmadığı için hayatın saadetine de namzet ve müsta­hak bulunuyor.

Anlaşılıyor ki doymayan göz, dönmeyen hırs, müşrikin ve Yahudi'nin harsıdır.

Bugün açıkça gözleniyor ki, müşrik dünya insanı, dünye­vî hakimiyet idealini din haline getirmiştir. O, yalnız bir şeyi düşünüyor ve yalnız ona inanıyor: Çok üretmek ve çok tüket­mek... İmal ve .istihlak... Bütün gayesi, düşmanlık, istila ve tahakküm duygularıyla dolu olarak daha fazla ülkeyi ve in­sanını ekonomik ve kültürel baskı altına almaktır. Yegane Kur'an'da İnsan ve Toplum arzusu, dünyayı bir zıpzıp topu gibi kullandığı gibi, gökleri de avucunun içine almak. Yeryüzü ile beraber semalar da ar­tık onun gelecekte bir savaş alanıdır. En azından bunların hesabı ve hazırlığı içindedir. [46]

 

Tutarsız İddiaları

 

Her iddia bir davayı, her hipotez bir tez'i ispat etmek emelini güder. Bu iddia ister doğru, ister yanlış bir dünya gö­rüşü olsun, az çok mantık temeli üzerine kurulur.

Müşriklerin iddia ve itirazları ise bir davayı ispat etmek, bir tez'in tutarlılığını ve gerçekliğini ortaya koymanın değil, şirkten ibaret olan antitezlerinin haklılığını gösterme çabası­nı güder.

Mesela İslâm'ın zuhuru döneminde zaman zaman mucize istemek, Peygaber alehissalatü ve's-selam'a harikalar göster­mesini teklif etmek, şirk ehlinin sürekli âdeti olagelmiştir. Fakat bu teklifleri, imana ait bir delil aramak için değil, inanmayışlarını haklı hale getirmek, karşılarındaki Peygamber'i ve O'nun bağlılarını güya aciz bırakmak içindir.

Kendilerine bir mucize getirilirse ona mutlaka iman edeceler diye olanca güçleriyle yemin ederler. Fakat mucize gös­terilse bile iman etmeyecekleri, onlara gökten melekler indirilse, ölüler kendileriyle konuştularsa, yine de iman etmeye­cekleri. [47] Yüce Allah tarafından bilinir ve haber verilir.

Rivayete göre Abdullah İbni Ebi Ümeyye birgün Hz. Resul'ün yanına gelerek, "Ey Muhammedi Sana iman etmemi mi istiyorsun? Göğe çıkarsın ve oradan bir kitap indirirsin. Onun üzerine de "Allah'ın yüce katından Abudullah'a.." diye yazılmış olsun. Ve bu yazı seni tasdik etmemin gerekli oldu­ğunu ifade etsin. Mamafih bunu da yapsan seni yine tasdik edeceğimi zannetmiyorum..." demişti. [48]

Öyle anlaşılıyor ki "inanmamaya" peşinen ve kesinlikle karar vermiş bulunuyor da, bu hallerini haklı göstermenin çırpınışlarıyla bocalaşıp duruyorlar.

Halbuki onlar sadece akıllarını kullansalar hiç mucizeye lüzum kalmadan Resulüllah'ı tasdik etme imkanını elde ederlerdi. Çünkü akıl bunu gerektirir. Zira Allah'ın Resulü, kendisine Kur'ân vahyolunmadan önce tam 40 yıl aralarında kalmış, onlarla iç içe yaşamıştır. Bütün halleri onlara ma­lumdur. Biliyorlardi ki o bir ümmî idi, kimseden birşey oku­mamıştı. Fakat 40 yıl sonra O'na tarafı İlâhî'den, geçmiş ümmetlerin hallerini bildiren, en nefis ilimleri ifade eden, edep ve ahlakı öğreten, fesahat ve belagatı bütün hatipleri aciz bırakan âyetler vahyolunmaya başladı. Selim bir akla sahip olan herkes bilir ki bu, Vahiy'den başka bir suretle el­de edilecek birşey değildir. [49]

Çok enteresandır ki, o zaman, "bir mucize gelse de görsek (ama içinden gene de inanmasak) diyen bir müşrik tipi vardı. Daha garip isteklerde bulunan, mesela "bize melekler indiril­meli değil miydi? Ey Muhammed, "altın"dan yapılmış bir evin olsun, yahut semaya çıkasın, göklere yükselesin [50] te­mennisinde bulunan müşrikler vardı.

Bugün ise, o şanlı Resul karşılarında olmadığı için bu tür isteklerde bulunan bir toplum yok. Fakat o tavrı andıran bir akılcılık ve bilicilik tutkunluğu, hatta tutsaklığı vardır.

Bu devirde, Allah'ın varlığın, bir maddenin varlığını is­pat eder gibi kanıtlandıktan sonra kabul edebileceklerini hal dilleriyle söylercesine bir tavır takman modern insan tipi mevcuttur.

Halbuki (Merhum Necip Fazıl'ın deyişiyle), Allah'ı tel do­lapta yemek ararcasına beş hassenin (duyunun) tamtakır sandığında arayıp bulamayanlar vardır ki, bunları ikna et­meye çalışmak ne hazin bir faydasızlıktır.

Bir insan kesimi daha var. Bu da, meselenin bu kadarıy­la da ilgilenmeyen, böyle bir kaygısı bulunmayan, kendisin­den emin ve rahat, gelecek kaygısı gütmeyen, bu haliyle de eski şirk insanından daha ilkel bir kafa yapısı sergileyen in­san yığınlarıdır.

Bunlarınki, alâkasızlıktan doğan bir inançsızlık şeklidir. Laubalilik, muhakemesizlik, hercâillik, davranışlarda insiyakilik bunların alameti, farikasıdır.

Bütünüyle müşrik tipinin aklı öyle bir akıldır ki, beş du­yusuyla hissettiği şeylere ve laboratuarda yapılan inceleme sonucu elde edilen bilgilere, "var" ya da "yok!" kabilinden inandığı için, iman konusunda da böyle elle tutulur, gözle gö­rülür neticeler bekler olmuştur.

Hal böyle olunca o günün mucize meraklısına karşılık, "bugünün ispat ve harikulade" yani mucize meraklısı ortaya çıkmıştır.

Fakat unutulmamalı ki, hidayet Allah'tandır. İnanma­yan insana sadece akli deliller getirmek ve bilimsel metodlar kullanmak suretiyle nüfuz ve etki etmek mümkün değildir.

Çünkü onların imansızlıklarının sebebi, alâmetler ve mucizeler olmayışı değil, temerrüd ve tuğyanlarından (yani azgınlıklarından) dolayı hak olan ayetleri ve delilleri görme­meleridir. Ve bu sebeple Allah onları küfrü tuğyanlarında bırakmayı takdir etmiştir. [51]

Zaten gören göz, duyan kalb için bütün evren Allah'ın ayetleri ve mucizeleri ile doludur. Ucu bucağı bulunmayan semadan, keşfedilmemiş yıldızları ve daha nice varlıklarıyla akıllara hayret veren galaksilerden tutun da, boşlukta dönüp duran yer küresine ve onun üzerinde yürüyen küçücük karıncaya, kısaca küresinden zerresine kadar... her şey O'nun mucizelerindendir. Basireti körelmemiş ve biraz da insafı bu­lunan her insan bunlardaki gerçeği ve fevkaladeliği tamaşa der. [52]

 

Birinci Derecede Suçlular

 

Yalnız şu söylenebilir ki, o günün, Peygamberle yüzyüze gelen, O'nun tebligatına bütün asliyet ve safıyetiyle muhatap olan müşrik insanı, bu açıklığa rağmen bir türlü inanamıyor, eski ilahlarını bırakamıyor ve tevhid iklimine bir türlü gire­miyordu. Atalarından kutsal bir miras gibi devraldığı gele­neksel "şirk dini" saplantısından kurtulamıyordu.

Yeni çağlarda ise, bu İslâm gerçeğinin tam olarak insana ulaştırıldığı söylenemez. Bütün bir hıristiyanlık âlemi, daha önceden başlatılmış hurafeler sistemini devam ettirmekle ye­tinmiş ve hakikatten tam anlamıyla haberdar olmamıştır. Kendisi de hiç bir zaman bir nebzecik olsun -bireysel olgu ve çıkışlar müstesna- gerçeği bulma arayıcılığına girmemiş­tir. Çünkü biraz önce sözünü ettiğimiz alakasızlık, keyfîlik il­leti onların ruhuna da musallattır.

Allah'ın gönderdiği son dini kendileri için bir tehlike ve bela addeden siyasal dünya yönetimleri de, kendi sultaları­nın selameti ve bekası için Hak Din'e-karşı düşmanca ted­birler almayı en önemli görev saymışlardır. Bu cümleden ola­rak bütün dünya müslümanlığını kontrol altında tutup in­sanların belli bir düzeyde ve dozda mü'min olmalarına izin vermişler, daha fazlasını önleyecek şekilde sert ve şiddetli tedbirler almışlardır. Güttükleri politikanın esası budur.

Bu bakımdan denilebilir ki, İslâm gerçeğinden ve O'nun hayat bahşedici ruhundan mahrum bırakılarak hem dünyevî hem uhrevî felakete mahkum edilen yığın yığın insanların ilk sorumlulukları, cemiyet güdücülüğü mevkiinde bulunan­lardır. Yani toplumların yönetimini üstlenip bu toplumlara gerçeği ulaştırmayan, bununlada yetinmeyip kurtuluş for­mülünün onlara ulaşmasına engel olanlardır. Birinci derece­de suçlular onlar, ikinci derecede ise bizzat bu gafil yığınla­rın kendisidir. Öyle ki suç bir, fakat sorumlu ve suçlu ikidir.

Bu dünya güdücüleri ilâhî bildiriden mahrum kalmışlar, hep mahrum bırakıyorlar; düşman olmuşlar, herkesi de düş­man ediyorlar. Tanımamışlar, tanıtmıyorlar. Hak'tan nefret etmişler, batılın koruyuculuğunu yapıyor.

Ve bu nesiller akışı içinde en çok gençler ve çocuklar kur­bandır. Zamanın en mazlum ve masum kurbanları, yeni em­peryalist dünyanın istilasına maruz kalan en acınmaya de­ğer mazumları onlardır.

Bu gençler ve bu küçükler, o hak tanımaz büyüklerin; Al­lah'ın gönderdiği ile rekabete girişen yetkililerin kurbanıdır.

Çünkü bu genç çocuklar, bu olumsuz ortam içinde iman ışığını göremiyorlar; çünkü İslâm güneşinin önü yapay kara­bulutlarla kapatılmış gibidir. Ve bu nesiller "güneş diye bir şey yok" zannediyorlar. Yalnız bir karabulut görürcesine, madde ağlarıyla örülü, beşerî ideolojilerle şartlanmış ve şe­killenmiş, görüşte süslü, gerçekte ise kapkara bir dünyaya gözlerini açıyorlar.

İslâm'dan mahrum herkes acınmaya layıktır ama eskile­rin çizdiği yolu taklid etmeye mecbur bırakılan yeni nesille­rin durumu en büyük mazlumluk örneğini vermektedir. [53]

 

II Değer Hükmü

 

Müşrikler Ahdi Bozmuştur

 

Kur'ân-ı Mübin, yüce Allah'ın ezelde ruhlar ile yaptığı sözleşmeden bahseder. Buna göre âlemlerin Rabbi, ruhlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim'?" diye buyurduğu vakit on­lar, "Evet sen bizim Rabbimizsin, buna şahit olduk!" demiş­lerdi. [54] Demek ki insan, ezelde ve ruhlar aleminde böyle bir sorumluluk ve Allah'ı rab olarak tanıma yükümlülüğü altına girmişti. Ve fıtrî bir akit yapmıştı. Kendi nefsinde Rabbine ubudiyeti taahhüd etmiş, bir muahede imzalamıştı. İşte bu mîsak, bu anlaşma, ezelde ruhlarla yapılan ve "Elestü bi-Rabbiküm" sulaline verilen "belâ, evet!" cevabıyla akdedilen bir misaktır. [55]

Artık şimdi insanlık, ahdi bozanlar ve bozmayanlar ol­mak üzere iki kısımdır. Zaten "el-küfrü milletün vâhidetün' düsturu da bu gerçeği ifade etmektedir.

Mevlana Ceialeddin-i Rûmî de bu sözleşme işini şöyle de­ğerlendirir:

Ahdi ve mîsakı, yani ruhlar aleminde verilen sö­zü bozmak ahmaklıktan gelir. İmana, ahde ve vefaya riayet ise takvaya erenlerin işidir. Sen onları (verdiğin sözü) koru­maya devam edersen elbette Hakk'ın lütuflarını görürsün. Allah ile "elest" bezminde taahhüde girdin. Onu kırmak de­ğil, korumak gerek...

İşte insana düşen borç ve kurtarıcı sadakat budur.

Nefsin aldatmalarını mazeret bulup kendini batıl inan­cında haklı çıkarmakta mahir olan müşrik insan, dünyada Allah Resulü'ne ve mü'minlere olan itirazları gibi, İlâhî he­sap gününde de tam bir çaresizlik içinde itiraza devam eder. "Doğrusu, atalarımız önceden Allah'a şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz; şimdi o batıl yolu kuranla­rın yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksiniz?" [56], diye Allah'a özür beyan ederler bir zürriyet idik. Kendimizden ha­berimiz yok, yol ve delil bilmez, atalarımızın istedikleri yere sürüklenmiş, atılmış, şuursuz, aciz, mecbur, kimseler idik. Günah bizim değil, onların bilmecburiye üzerimizde kalmış mirasları idi. [57]

Böyle bir mazeret elbette kabul edilemeyecek, belki de sorumluluklarını çoğaltacak. Ancak, fenalığa sebep olan onu işleyen gibidir düsturunca, kötü çığır açanlar da ayrıca mes'ul olurlar.

İşte böylece müşrikler, Allah'ın birleştirilmesini emretti­ği şeyi -iman bağlarını-koparmışlardır.

Şirk sistemine inanmak suretiyle müşrikler Hak teala'nın Zâtı ile aralarındaki alakayı kesmişlerdir Halbuki Allah bu'alakanın devamını emretmiştir. Başka bir deyişle bunlar, olgunlaşmadan hayat ağacından kopan ham meyve gibidirler. Hamlıkları ve hayat ağacıyla irtibatlarının kesil­mesi sebebiyle çürümüş, kokmuşlardır. [58]

Varoluştan bugüne ve kıyamete kadar zamanı ve mekanı kokutanlar, toplumu çürütenler bunlardır.

Müşrikler Yüce Hakk'ın Rububiyet hitabına şahit oldu­lar, fakat şehadetlerini eda etmediler, şirke saptılar. Bundan dolmayı onlar babalarının cürrmünden değil, kendi cürümle­rinden sorumlu olacaklardır.

Fakat bu hüküm hiç bir zaman şirke sebep olanların, ona imkan veren ve onu teşvik edenlerin, fesadı yayıp insanları dalalete düşürenlerin, topluma İslâm'dan gayrı bir şeyleri takdim ve telkin edenlerin mes'ul olmayacakları anlamına gelmez. Asıl müsebbip ve sorumlular onlardır. Bu noktada saptıran da mücrimdir, sapan da.

İnsanın, yaratılıştaki şerefli durumundan, yanlış itikadı ve fena ameli sebebiyle aşağılık durumuna düşmesini Kur'ân işaret eder. Yüce Allah, "biz insanı en güzel bir biçimde ya­rattık sonra onu aşağıların aşağısına indirdik..." buyurur. [59]

Belirtmeye gerek yoktur ki, insanın esfel-i sâfilîn denilen bu derekeye inmesi kendi iradesiyledir. Tevhidi değil şirki tercih etmesi, şirk öncülerini önder ve rehber kabul etmesi suretiyledir. Ve şirkin insanı her zaman için aşağılıktır. On­lar dünya mülkünün melikleri, cihan imparatorluğunun kud­retli imparatorları olsalar da gerçek bir değer yargısıyla es­fel-i safîlindedirler. Yaratılanların hakkında Yaratıcı'nın ver­diği hüküm budur.

Yine bir gülünç bahane daha gelir müşriklerden. Pey­gamber aleyhisselam'a derler ki, Allah dileseydi ne biz müşik olurduk, ne de atalarımız. Ve de O'ndan başka bir şeye tapmazdık... [60]

Demagojinin bu derecesi ancak müşrik karakterinde gö­rülebilir. Allah'ın iradesini işlerine geldiği zaman reddeder, diledikleri zaman da kendi icraatlarına dayanak yaparlar. Ondan kendilerine destek sağlarlar. Ortaya attıkları görüşle­rin, icat ve imal ettikleri ahkamın din hükümlerine uygun ol­duğunu, Allah'ın iradesine mutabık bulunduğunu ileri süre­rek müslümanları avlar ve kandırırlar.

Zaten müşrik sistemlerin en tehlikeli diyalektiği de bu şekilde olanıdır; yani dine sahabetlik suretinde ortaya çıkıp gerçek yüzünü ve sinsi maksadı gizleme şeklinde yürütüleni­dir. Kıyametten sonra sorgu sual esnasında müşrikleri, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz müşrik değildik!" diyerek inkar yoluna da gideceklerdir Yüce Allah'ın buna karşı hük­mü, "Bak ki, vicdanlarına karşı nasıl da yalan söylediler [61]şeklinde olacaktır.

Halbuki bu mürik toplum, iş işten geçip hiç bir şeyin fay­da vermeyeceği ve kimsenin kimseye bir hayrının dokunama­yacağı o çetin hesap gününde söyleyeceği "Rabbimiz Allah..." sözünü dünyada ve gerçek anlamda söylese her şey hallola­cak; ruhların kapalı kapıları açılacaktır.

Bin defa tekrar edilse azdır ki, fert ve toplumun felahı bundandır; topyekün insanlığın kurtuluşu bu kısacık cümle­dedir. "Rabbim Allah'tır" cümlesinin taşıdığı anlamın dünya­sında bütün dertlerin devası yatmaktadır. Çünkü bu sözün mânâ ikliminde giren ve onu her şeye tercih eden insan, di­ğer bütün sahte rab'ları bırakacak, atacaktır. Başka hiç bir şeyi rab tanımaycak, fânilere bel bağlamayacaktır.

Hiç şüphesiz felah bundadır. Fakat bu kurtuluş çağrısına kulaklarını tıkayanlar, gönüllerini kapayanlar, bununla da yetinmeyip düşmanca tavır takınanlar; kendilerini ve top­lumları bu büyük iman nimetinden mahrum bırakıyorlar.

İşte Yüce Yaratıcı, ahdi bozan ve insanlık içinde fesat kaynağı olan müşrik toplumları uyarmak, tevhid ehlini de hak yolunda kararlı kılmak için her ümmete "Allah'a kulluk edin, tağutlara tapmayın!" diyen bir peygamber göndermiş­tir. [62]

Son Peygamber de bu haberi getirdi ve yalnız onu tebliğ etti. Getirip insanlığa sunduğu bu tebliğ gün gibi meydanda­dır.

O'nun çizdiği yol, insanı kendine çağırıyor.

Bu peygamber sesi henüz yeni gelmiş gibi tazeliğini ko­ruyor ve hala kulaklarda çınlıyor. Fakat duyan, hisseden ku­laklarda... Henüz katıl aşmamış, taşlaşmamış, mühürlenme­miş ve Hakk'ın sözünü duyan kaplerde yaşıyor bu tebliğ...

Bu Hak yolcularının, "boş yere davasını güttükleri tanrı­ları" yok. Onların bir olan, emri kainat ve insan üzerinde yü­rürlükte olan Rab'leri var. Onlar yalnız Alemlerin Rabbi'ne inanıyor ve O'ndan başka tanrıları da inkar ediyorlar. Çünkü "Lâ ilahe illallah" kelimesi tayyibesi bunu gerektiriyor. Yal­nız Allah'ın dini İslâm'ı kabul ondan başka bütün dinleri red­dediyorlar.

Hem de inkarcıların, münkerin, mürtedlerin, muktedir­lerin, mütegallibelerin, tuğyankarların yıkıcı, ezici, boğucu, kahredici baskıları; alaylı, küçümseyici ve nefret dolu bakış­ları altında reddetme kahramanlığını gösteriyor. [63]

 

Çalışmaları Boşa Çıkacaktır

 

Kesin bir akaid kuralı olarak bilinmektedir ki, İslâm imanına sahip olmayınca insanın amelinin Allah katında bir kıymeti yoktur.

Salih amel binası mutlak surette sahih itikad temeli üze­rine kurulmalıdır.

İşte bu bakımdan, sahih itikad sahibi olmayan müşrikle­rin, (mesela) Allah'ın mescitlerini imar etmeye ehliyetleri yoktur. Onların hayır namına bütün yaptıkları hederdir, bo­şa gitmiştir. [64]

Burada sözü edilen "mescitler"den maksadın Mescid-i Haram olması kuvvetle muhtemeldir. Rivayete göre Abdulmuttalip oğlu Abbas, Bedir savaşında esir alındığı zaman müslümanlar onu müşrik olduğundan dolayı ayıplamışlardı. Bunun üzerine O, "Size ne oluyor ki bizim iyi taraflarımızı hep gizliyor fena taraflarımızı söylüyorsunuz. Biz Mescid-i Haram'ı imar ediyoruz; Kabe'nin perdedarlığını yapıyoruz. Hacılara da su dağıtıyor, ikramda bulunuyoruz,.." [65] Diyerek bu amellerini faydalı birer din işi ve ibadet olarak göstermek istemişti.

Ama Yüce Allah bunların ibadet olarak kabul edilmediği­ni ve boş işler olduğunu bildirdi.

Çünkü onların yaptığı gibi, bir taraftan Allah'ın vahdani­yetini, Paygamber'ini risalet ve hakimiyetini kabul etmeye­rek şirklerini ilan ederken, öbür taraftan mescid imar etmek elbette samimiyet eseri değildir ve tevhidi imanla bağdaş­maz. Sahibine de bir hayır getirmez. Çünkü müşrikler "hayr"ı baştan reddetmişlerdir.

Bu hale benzer durumlar, biraz şekil değiştirmiş ve daha da zenginleşmiş, yaygınlaşmış olarak halen devam etmekte­dir. Hayır işi ve ibadet yapıyorum diyerek küfre hizmet eden­lerin haddi hesabı yoktur. Hatta o zamankiler bunlar kadar zararlı değildi desek mübalağa etmiş olmalıyız. Çünkü onla­rın mü'min olmadığı herkesçe biliniyordu ve "yerleri" belli idi. Şirk cephesinde oldukları kesindi. Zamanımızda ise şirk ile imanın sınırı bir türlü belirlenemiyor ve kesin çizgilerle ayrılamıyor. Çünkü ayrılmak şöyle dursun karışıklık, ihtilat, iştirak ve beraberlik olması, böylece gerçek tevhid dininin eriyip gitmesi, mü'minlerin de zamane toplumunun renkle­riyle motifize edilmesi... sistemli bir şekilde sağlanmak iste­niyor.

Bu bakımdan son asırda müslüman toplumlar felaketle­rin en büyüğünü yaşıyor. Onlara komuta edenler, İslâm'ın bütününe muhalif oldukları halde zahirde İslâmî törenlere taraftar görünmekte, bir kısmımda icra ve ifa etmektedirler. Asıl niyetleri İslâm'ı yaşatmak olmadığı halde yaptıkları bu işlerin gerçek yüzü hiç bir zaman farkedilmemekte, aksine müslüman yığınlarca kabul görmektedir. Fakat bu kesimin tevhidi İslâm idrakine henüz ulaşmamış dindarlar yığını ol­duğunu hatırlatalım.

Müşriklerin hayır ve din işi gibi görünen işlerine misal olarak Türkiye'de yayınlanan ve gazete görünümündeki ceri­delerin yaptığı gösterilebilir.

Onlar ki bütün gaye ve hedefleri müslümanları aşağıla­mak, mevsim mevsim irtica yaygarası kopararak yetkili mer­cilere tehlike sinyali vermek, insanlarda, İslâmiyet'in artık geçerliliği kalmamış, modası geçmiş ve eksik devirlerin üto­pik bir malzemesi ve tarihî kalıntıları olduğu izlenimini uyandırmaktadır.

İşin en acı yönü de, bunların senenin bir ayında yaptıkla­rı güya dinî yayınların, müslüman denen halk çoğunluğunun alakasına mazhar olması ve satış sağlamasıdır. Bu da, din işiyle şirk işinin ne derece birbirine karıştırıldığını göster­mektedir.

Müşriklerin ibadet görünümlü işlerini kendilerine bir ya­rar sağlamayacağının bilinmesi önemlidir ama, bundaa çok daha ehemmiyetli olan bir şey vardır: bu faaliyetler gafil müslümanları aldatmakta ve böylece kendileri de müslüman kimliğiyle görünebil inektedirler. İşte bunun İslâm'a çok bü­yük zararı vardır.

İslâm'ı samimiyetle benimsememiş olan şahıs veya ku­rumların dinî faaliyetlerde bulunması, mesela cami yaptırması, Ramazan'da iftar ziyafetleri tertip etmeleri, evlerinde veya iletişim araçlarında yayınlanın mevlit törenleri yapma­ları, "şehitlik" imtiyazını kullanmaları, cenaze ve bayram na­mazlarına katılmaları vs. gibi işler... Bütün bunlar din'i istis­mar etmek, yani kendi emellerine alet etmektir.

Onların, "mescit yapmak" gibi işlere de ehliyetleri yok­tur.

Bu gibi işlerde samimiyet olmadığı gibi, ayrıca da tena­kuz (çelişki) vardır. Yani bir tarafta şirk'in fiilen ve söz ile ilanı, öbür tarafta dine yardım işi...

Müfessir merhumun da pek güzel ifade ettiği üzere, me­sela onların mescitleri imar etmeleri gerçekten bir îmar de­ğil, Allah'ın mescitlerinin madden ve manen tahribi ile ala­kalı bir amel, zımmen bir zarardır. [66]

Münafıkların "dırar mescidi" diye Kur'ân'da anılan mes­cit yapma olayı da bu cümledendir. Bu yapı, binası Allah kor­kusu ve rızası üzerine kurulan bir yapı değildir. Aksine bu kimseler, yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine göçüp giden kimseler gibidir. [67]

Artık müslümanlarca hiç değilse şu husus idrak edilmeli: İslâm'ı bütünüyle kabul etmedikleri halde ne türden olursa olsun dine ait ve güya "müslümanlar için..." gibi görünen faa­liyet sahipleri, İslam'a açıktan saldıran kesimden daha etkili ve tehlikelidir. Bunların yaptığından ziyade, icraatlarının din'e hizmet, kendilerinin de müslüman kabul edilip hüküm ve icra mevkiinde getirilmeleri, sistemlerinin de meşru sayılıp onaylanmasıdır.

Hal böyle iken bu tür girişimleri yararlı sayan, sahipleri­ne de minnet duyup her fırsatta takdirler sunan sözde dindar bir kesimin İslâmî şuur ve hassasiyet deceresini ölçmek artık kolaydır.

Bunlar hakkında verilen hüküm ancak şu olabilir: Bu kalabalıklar güruhu, "amelleri batıl olan" müşriklerin, batıl olan yollarının takipçileri ve taklitçileridir. Taklid ve tabi ol­ma ise, aynen onlardan olmak gibidir. [68]

 

Amelde Şirk

 

Âlemlerin Rabbi, itikadda olduğu gibi ameldeki ortaklığı da kabul etmemektedir.

Allah'ın emri bu yöndedir. Kim Rabbi'ne kavuşmayı arzu ediyorsa, O'na yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etmemeli­dir. [69]

Amelde şirk sayılan hallerden biri "riya"dır; başkası için, başkası namına bir amel, bir iş yapmaktadır. En açık anla­mıyla riya, niyette Allah'tan başkasını kasdetmektir.

Bir kimsenin ameli riyadan, gösterişten uzak; söz ve öv­mekle dahi olsa Allah'ın gayrından ecir talip etmek duyusun­dan beri olmasza, o amel şirk dairesinin içindedir. O ameli yapan da, halis muvahhid olamaz. Halbuki şirk şaibesinden sakınmak tevhidin gereğidir. [70]

Peygamberimiz Aleyhissalatü ve'sselam'ın haber verdiği­ne göre Yüce Allah şeriklerden münezzehtir. O'nun için her­hangi bir amel işleyen kimse, o amele O'ndan başkasını ka­rıştırdığı takdirde Allah onu ortak koştuğu şerikiyle başbaşa bırakır. [71]

Bir başka hadislerinde Peygamberimiz, "Allah, insanları kıyamet gününde topladığı zaman bir münadi şöyle nida eder: Her kim Allah için yapılması gereken bir amele başka­sını ortak etmişse o amelin sevabını gitsin o ortaktan iste­sin!" buyurmuştur.

Nakledildiğine göre Hz. Ebu Bekir (ra) bir gün Allah'ın Resulü'ne:

"Bana öyle bir söz öğret ki onu her sabaha erdirğimde, her akşama ulaştığımda ve yatağıma her yatışımda söyleyeyim", demiş. Peygamber aleyhisselam da, "şöyle de!" buyurmuştur:

"Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı, gaybın ve gö­rünenin alimi, her şeyin maliki ve rabbi olan Allah'ım! Sen­den başka ilah olmadığına şehadet ederim. Nefsimin şerrin­den sana sığınırım. Şeytanın şerrinden ve onun şirkinden sa­na sığınırım...” [72]

Burada bir sığınma söz konusudur ki o da şeytandan ve onun şirk koşturmasındandır.

Enes'den (ra) rivayete göre Nebi aleyhisselam şöyle bu­yurmuştur:

"Kıyamet gününde ademoğlunun amelleri aziz ve celil olan Allah'a arzolunur. Allah da: 'Şunu atınız, şunu ka­bul ediniz!” buyurunca melekler şöyle der:

 “Yâ Rabbi, andolsun biz onda hayırdan başka bir şey görmüyoruz!” Bunun üzerine Allah buyuruyor ki:

“Onun ameli benden başkası içindi; ben bugün amellerden ancak benim rızam için olanı kabul ediyorum.” [73]

Yalnız burada hatırlatılması gereken bir husus var:

 Öyle görünüyor ki bugünün toplumunda bu anlamda bir riya ile ibadet yapan insan pek azdır. Yani hiç kimse çıkıp da göste­riş için namaz kılmaz ya da oruç tutmaz. Ancak şu anlamda Allah'tan başkasına kulluk vardır: Bireysel ve toplumsal ha­yatta yaşama ve düşünce tarzı Allah'a isyankar bazı insanlar ve kurumlar tarafından belirlenmekte, onlar da bu belirle­nen tarzda hayat sürmektedirler. Bu ise bir riya değil, doğru­dan doğruya başkasına kulluk şeklidir. Geniş halk yığınları bu otoritelere bir nevi ubudiyeti kabul etmek suretiyle vatan­daş olarak yaşama hakkına sahip oluyorlar. Ayrıca da vatan­daşlık görevini yerine getiren uysal, muti problemsiz kimse­ler olma iyiliğini gösteriyorlar.

Bir de bu dindar toplumun dini hayat karakteristiğini tesbit yönünde şu söylenebilir: Biraz önce de belirtildiği gibi amirlerin, otoriter makamların ve toplumun beğenisini ka­zanmak için dindar görünen ve ibadet eden riyakarların de­ğil de; namazı, orucu, haccı ve benzeri ibadetleri bir töre, bir gelenek gibi güya îfa eden ve bunlarda gerçek kulluk halini yaşayamayan kimselerin çoğunlukta olduğu bir toplumdur bugünkü toplum. Törensel, hatta folklorik, hatta müzikal ve biraz da hamasî bir mahiyet almıştır ibadetler. Bunun için de yapılan bu ibadetler, kalabalıkları tevhid gerçekliğine yaklaştırmayıp uzaklaştırmaktadır. Tam müşrik olan bir kimsenin birden İslâm'a dönüp onu tam olarak yaşaması mümkündür. Fakat dindarlığa bu şekilde alışmış kimselerin gerçek kulluğa ermeleri o kadar mümkün olmayabilir.

İşte bunlar, insanları dini anlamda riyakâr kılan değil, fakat ihlası, samimiyeti, içtenliği yok eden hallerdir.

Dini böyle görenek şeklinde algılamış olup tahkiki imana yükselememiş kimseler, yaptıkları işin şuurunda değillerdir. İbadeti yalnız şekil ve tören olarak icra ederler. Yıl boyu na­maz kılmayan, hatta Ramazan da bile beş vakit namazı kılmayıp, oruç tuttuğu için güvene güvene ve büyük bir ihtişam ile teravih namazına giden kalabalıkları gördüğüm zaman-ben bu gerçeği düşünürüm. Kalabalıklara katılır fakat ayrı gibi yaşarlar, birbirini tanımazlar. Çünkü fikirler ayrıdır, ka­falarda başka başka görüşler yatmaktadır ya da boşluklar vardır.

İtikadda olduğu gibi amelde de şirke bulaşmamak lazım­dır. Bu da ancak şeriki ve nazîri olmayan bir tek Allah'a kul­luk etmek şuuruyla olur. Yoksa, Allah her şeyi yaratandır demek yeterli olmaz. Özellikle, "O'ndan başka kulluğa layık kimse yoktur" düsturu düşüncede hakim olmalıdır.

Bütün kulluğunu sadece âlemlerin Rabbi'ne hasretmiş olan insan inanır ki, Allah'ın emrettiği her şey sevilir ve be­ğenilir. Din, Allah'ın teşrî ettiğidir; O'nun yasak eylediği de sevilmez. Sevdiği sevilir, sevmediğinden kaçınılır.[74]

Bütün bunlar amelde ihlası sağlar. Böyle olmayan bir anlayış müşriklerin anlayışıdır ki bu hal bize, "onların çoğu Allah'a ancak şirk koşarak iman ederler," [75] âyetini hatırlat­maktadır. Onlar ki, uluhiyeti büsbütün nefy-ü inkar etmez­ler de açık veya gizli bir şirk karıştırmadan Allah'a inanmaz­lar. Halis tevhid ile iman etmez, Allah'tan başkasına mabudluk payesi verir, O'ndan başkasına da taparlar. [76]

Amelde şirk, itikadda şirk, fikirde şirk.. Bütün bunlar tevhidi bir İslâm inancının zıtlarıdır ve hepsi de küfrün nevilerindendir. [77]

 

Onlara Uygun Görülen

 

Hak ile batılın ve taraftarlarının birbirinden tamamen ayrılacağı ilâhî adalet gününde müşriklere uygun görülen karşılık cehennem azabıdır. Şirklerinin, boşa giden amelleri­nin, şirk temeli üzerine kurulmuş hayatlarının ve yine bu sistem üzere insanlara hükmetmelerinin kötü neticesi olarak onlara takdir edilen sonuç budur.

Dünyada karşılıksız kalmış zulümlerin, maddî-manevî cinayetlerin hakkından ancak İlâhî adalet gelir.

Allah'ın kanunu gereğince asıl ceza yurdu öbür taraftır. Fakat Cenab-ı Hakk'ın, geçmiş peygamberlerin ümmetlerin­de bazen bu ceza işini çabuklaştırarak daha dünyada iken başlarına bir bela getirdiği de görülmektedir. Kur'ân'ın "kıs­salar" denilen bölümleri, türlü âfetlere uğrayan, şirklerinin cezasını henüz hayatta iken gören bazı kavimlerin haberle­rinden bahseder.

Kur'ân'ın, "Yeryüzünde gezip dolaşın da, bunların akibetlerinin nasıl olduğuna bakın" ifadeleriyle helak olduklarını bildirdiği kavimlerin çoğu da müşriklerdendir. [78]

Belirtmeye lüzum yoktur ki Kur'ân'da bu tür kıssaların anlatılması, ibret alınması içindir. Geçmişin hikâyesi ve ha­tırlatılması, geleceğe ışık tutmak içindir. Kur'ân hiç bir za­man tarihî bilgi verme gayesini gütmez. Bunlar, sadece ibret alınıp onlar gibi olunmaması için bir ihtardır.

Fakat bunlardan ibret alınması için basiret, basiret için de iman lazımdır. Bazılarının, sadece bir tarihi olay gibi bu kıssaları heyecanlı ve tatlı tatlı anlatıp geçmesi, dinleyicile­rin de zevkle dinlemesi, bunun hikmetine varamamanın bir alemetidir.

Tekrar, belirtelim ki Yüce Allah müşriklere mühlet verip cezayı erteliyor; ama çoğalması için erteliyor.

Bir anlayışa göre de bu mühlet verme durumu, Allah'ın "rahman" sıfatının bir sonucudur. Yani Rahman sıfatının bir gereği olarak bu dünyada müşrik-mü'min, herkes O'nun ni­metlerinden faydalanıyor. Bu noktaya işaretle, "Allah dünya­nın Rahman'ı, ahiretin Rahim'idir" denilmiştir. Binaenaleyh, mahlukat, Allah'ın merhametinden başlangıçtan beri, rahimiyyet ve merhametinden de sonuçta müstefid olur. Ve canlı cansız, nebat hayvan, hayvan insan, itaatkar ve âsi, muvahve müşrik... gibi, âlemlerin hepsi O'nun rahmetinden istifade ediyor. [79] Ama öbür tarafta müşrikler, cehennem halkı­dır ve sonsuz olarak orada kalıcıdırlar. Bunun için Kur'ân, "Vay haline o müşriklerin!" diyor. [80]

Müşrik insan için "zalûm ve cehûl" denilmiştir. Çünkü onlar, İlâhî teklifi muhafaza etmeyip zayi etmişlerdir. Allah da onlara cenneti haram kılmıştır. [81]

Bu kötü akibetin, benzer üslup ve lafızlarla Kur'ân'da çokça tekrar edildiğini görüyoruz. Fakat tehdidin daha şiddetli olduğu yerler de vardır. Mesela Fetih sûresinde müna­fıklarla beraber müşriklere, "O felaket girdabı başlarına dönesiceler!" deniliyor. Ve "Allah onlara gazaplanmış, onlara lanet etmiştir; varacakları yer ne kötüdür!" buyuruluyor. [82]

Müşrik muktedirlerinin ve onların hempalarının dünya­daki kayıtsız şartsız, sınırsız ve sorumsuz hükümranlıkları­na rağmen, varacakları sonuç budur. Zalimle mazlumun bir­birinden ayrıldığı ve "Ey mücrimler, bugün artık ayrılın!" [83] denildiği gün, hak yerini bulacaktır.

Ama mü'min, bu ayrılmanın ve hesaplaşmanın, dünya şartlarında ve beşerî çerçevede de gerçekleşmesini istemeli ve bunun mutlaka olacağına inanmalıdır. [84]



[1] Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü'l-Camiu li'l-usûli fi-ehâdisi'r-Resul, 1/140, İst., 1981, Ofset Baskı

[2] Nisa: 16/116, 136

[3] Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş, s.9, çev. K. Kuşçu, İst. 1961

[4] el-Alûsî, Ruhu'l-Meâni,10/79

[5] HamdiYazır, age, 9/5989

[6] age, 2/770

[7] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 107-109.

[8] Âl-i İrarân: 3/79.

[9] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 110-112.

[10] Azarbeycan'daki ve diğer Türk illerindeki milyonlarca müslümanın varlı­ğı bunu göstermektedir

[11] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 112-113.

[12] Tevbe: 9/30; Saffet, 149

[13] Maide: 5/73

[14] Lokman: 31/13; Nisa, 48

[15] En'am: 6/82

[16] İbn Kesir Muhtasarı, 1/594; Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih, Terc, 1/44

[17] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 113-117.

[18] Tefhimü'l-Kur'ân, 1/51

[19] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 117-118.

[20] Yunus: 10/36; Necm, 28; En'am, 116

[21] Elmahlılı, 4/2724

[22] Fussilet: 41/5

[23] Hak Dini, 3/1901

[24] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 118-120.

[25] Lokman: 31/25; Zümer, 38; Zuhraf, 9, 87; Ankebut, 61-63

[26] Mü'minun: 23/84, 85, 89

[27] Mü'min: 40/90; Mücadele, 19.

[28] İsr'a: 17/67

[29] En'am: 6/40

[30] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 120-124.

[31] Saffât: 37/35, 36. 124

[32] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 124-125.

[33] Maide: 5/58, 103

[34] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 125-126.

[35] Şûra: 26/13

[36] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 126-127.

[37] En'am: 6/121

[38] Müddebsir: 74/49-51. 128

[39] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 127-128.

[40] En'am: 6/52; Muhtasar, 1/581; Hak Dini, 3/1941

[41] Şûra: 26/111; Hûd, 27. 130

[42] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 128-131.

[43] Hak Dini, 2/1251

[44] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 131-132.

[45] Bakara: 2/96

[46] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 133-134.

[47] En'am: 6/11,109, 110

[48] Tefsir-i Tibyan, 2/8; Haazin, 1/35

[49] Haazin, 3/327; Yunus, 16.'nın tefsiri

[50] Îsra: 17/93

[51] Elmalılı,3/2025

[52] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 134-137.

[53] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 137-138.

[54] A'raf: 7/172

[55] es-Sabûnî, Muhtasar, 1/47

[56] A'raf: 7/173

[57] Elmalılı, 4/2334

[58] Fî Zilal., 1/104

[59] Tîn: 4-5

[60] En'am: 6/148;Nahl, 35

[61] En'am: 6/22-24

[62] Nahl: 16/36.

[63] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 139-143.

[64] Tevbe: 9/17

[65] Beyzâvî, age, 3/93

[66] Elmalılı, 4/2479

[67] A'raf: 7/109

[68] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 143-147.

[69] Kehf: 18/1210

[70] İmam-ı Rabbânî, Mektubat-ı Kudsiye, Müstekimzade Terc, 3/40, 40

[71] Muhtasar İbn Kesir, 2/264

[72] age, 2/265

[73] age, 2/441.

[74] İzmirli İsmail Hakkı, Muhassalü'l-Kelâmı ve 'l-hikme'den naklen Kur'ân-ı Hakim ve meal-i kerîm, 3/1208

[75] Yusuf: 12/106

[76] Elmalılı, 4/2932

[77] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 147-150.

[78] Rûm: 30/42

[79] Elmalılı, 1/33-35

[80] Tevbe: 9/17, 113; Fussilet, 41/6

[81] Mâide: 5/72

[82] Fetih: 48/6.

[83] Yasin: 36/59

[84] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 150-152.