Derin bir sapıklık,
devasız bir dalalet olması bakımından şirk ile küfür arasında bir fark yoktur.
Sadece kavram ve
kapsam bakımından arada biraz fark vardır ki bu da küfrün daha genel, şirkin de
özel olmasıdır.
Şirk, Allah'a
inanmakla beraber Allah'tan başkasına da kulluk etmektir. Ama küfür ondan daha
umîmidir. [1]
Kur'ân-ı Mübin,
Allah'a şirk koşanların da, O'nu inkar edenlerin de "büyük bir dalalete düşmüş olduklarını" bildiriyor. [2]
Çünkü kafir, Allah'ı
ve hak Din'i doğrudan inkar edendir; müşrik de, Allah'ın varlığına iman ettiği
halde, çeşitli yollarla O'nu ilahlık ve Rab'lık sıfatına başkalarını da ortak
edendir.
Bilinen bir gerçektir
ki müşrikler kendi geleneklerine göre Allah'a inanıyorlardı. Özellikle Mekke
müşrikleri Allah mefhumunu biliyorlardı. Fakat merak edilecek bir şeydir ki,
onlar öldükten sonra dirilmeye ve âhiret hayatına inanmazlardı. [3]
Bu bakından, Allah'a
iman etseler de, dini yalnız O'na has kılmadıkları için sonuç itibariyle
"putların ve başka şeylerin kulları ile diğer kafir toplulukları arasında
hiç fark yoktur. [4]
Müşriklik de
putperestlikten daha umumî ve şümullüdür. Çünkü müşrik sadece puta tapan
değil, Allah'tan başkasına herhangi bir suretle uluhiyyet isnad eden her tür insandır.
Müşrik tabiri, çok
ilahcılığa itikad eden "politeistlere şamil olduğu gibi, "ben sizin
yüce rabbinizim" ve "sizin benden başka ilahınız yoktur" diyen
Firavun gibilere ve bunları tasdik edenlere, ya da Allah'tan başka herhangi
bir şeye mabudluk payesi verenlerin hepsine amildir. [5]
Halbuki putperest, yalnızca putlarının etrafında dönüp durandır.
Bunlarla birlikte
şirk, insanın ben müslümanım demesiyle birlikte İslâm inacının bir kısmını ya
da İslâmî hayat tarzını kabul etmemesi suretiyle de gerçekleşir.
Ya da insan, İslâm
dinini kuramsal olarak ve teoride kabul eder de pratikte etmez; Allah'ın
emirlerini kavlen ve fiilen çiğner, teslimiyet yerine isyan dolu bir hayatı
seçer. Yada fiilen böyle olmasa da, isyan temeli üzerine kurulu bir hayat
tarzını fikren onaylar ve o hayatı paylaşır.
İşte bu tarzdaki tüm
düşünce ve davranış şekilleri Allah'a karşı isyandır ve Kur'ân'a göre şirktir.
Kur'ân'ın, kafir
dediklerinden sonra müsrife dediklerini de aynı ölçüyle tespit etmeye
çalışırken şu inceliği de belirtmekte yarar var:
Kur'ân, aynı topluma
bazen kafirler, bazen de müşrikler diyor. Ama bu insan türlerinin farklı
özellikler belirttiği yerler de vardır.
Başka bir deyişle
müşrik, Kur'ân lisanında iki anlamda kullanılıyor ki, biri zahirî, diğeri
hakikîdir. Zahiri müşrik, açıktan açığa Allah'a şirk koşan, çok ilahlılığa
inananlardır. Hakiki müşrik de hakikaten tevhidi ve İslâm dinini inkar edenler
yani mü'min olmayan bütün gayrı müslimlerdir Bu mânâya göre Ehl-i Kitap olan
Yahudi ve Nasarada müşriktir.
Bunun için alelıtlak
müşrik denildiği ve özellikle imanın zıttı olarak zikredildiği zaman müşrik
tabiri genellikle kafirlere şamil olur. [6]
Durum böyle olmakla
beraber, şirkle küfür arasında az da olsa fark vardır. Bugünün toplumlarının
bir kısmı kafir, bir kısmı müşrik görünümü arzetmektedir. Kur'ân'ın kafir
dedikleriyle müşrik dediklerini bunlarla karşılaştırarak sağlıklı bir tespite
varmak gerekir. Çünkü Kur'ân'ın ahkâmı, yalnız nüzulü vaktinde mevcut
bulunanlara münhasır değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olanlara
da şamildir.
İnkarlarının derecesi,
itikat ettikleri batıllarının çeşitliliği bakımından insanlar farklı
karakterler taşıyorlar. Bu farklılık da genel olarak şirk ve küfür olmak üzere
iki kategoride toplanıyor. Meselâ Peygamberimizin zamanındaki toplumda, her
şeyi, tümüyle inkar edenler bulunduğu gibi, sadece Ahireti ya da Peygamberi
inkar edenler de vardı. Bugün de, daha değişik şirk çeşitleri icad edilmiştir.
Maksadımız sadece Kur'ân'ın nüzulü anındaki toplumu değil, yeni zaman
insanlarını, özellikle şirk yönünden Kur'ân ışığında değerlendirmektir. [7]
Son Peygamber Hz.
Muhammed aleyhis salatü ve's-selam'ın dünyaya gönderiliş hikmeti, Tevhid dinini
insanlığa duyurmaktı.
Bu dinin bir adı
İslâm, diğer adı da Tevhid dini idi.
Bu demektir ki
"tevhid" dediğimiz olgu kalplerde ve hayatta gerçekleşmediği sürece,
insanda ve toplumda Hak din gerçekleşmemiştir.
İlk akla gelen
anlamıyla tevhid:
Allah'ı birleme, zatı
ve sıfatlarıyla şanına layık bir şekilde O'na inanmak, kemal sıfatlarıyla
niteleyip noksan sıfatlardan tenzih etmektir.
Bu aşamadan sonra,
tevhidin gerçekleşmesi için sahip olunacak itikad şudur. O itikad ki zamanın
insanlarının çoğu bunu idrak edememekte ve yepyeni bir şirk oluşturmaktadır.
Yüce Allah, tekvin
(yaratma) sıfatında olduğu gibi, idare etme ve yöneltme işinde de tek'dir. O,
rızık vermede, öldürme ve diriltmede, rüzgarı estirme ve yağmuru yağdırma, kader
ve kaza husununda, kısaca bütün evreni idare eden doğa kanunlarını tanzim
etmede yegane hakim ve kadir olduğu gibi; insanların hayat şeklini tanzim edip
ne şekilde yaşamaları gerektiğini tayin etme işinde de tek hüküm sahibidir.
Bu bakımdan, yer
tanrısı ya da gök tanrısı gibi, tabiat olaylarını yönelttiği zannedilen çeşitli
ilahların varlığını kabul etmek nasıl şirk ise, toplumlar için düşünce
sistemleri ve hayat tarzları belirleyen beşerî otoritelerin egemenliğini kabul
ve tanzim ettikleri sosyal siyasal yapıyı tasvip etme, onların icraatlarını
Din'e uygun bulmak da aynı şekilde şirktir. Ve işte bu fasit akideye inanmış
gönüllerde gerçek İslâm yok demektir.
Şunu öncelikle bilelim
ki, tevhid ehli bir mü'min olmanın yolu, Kitabı Kerim'in bize verdiği ölçüler
ve bilgiler dairesinde iman etmektir. Bu imanın şartı da düşünceyi, dünya görüşünü
ve sosyal hayat anlayışını buna göre ayarlamaktır. Yani bu imanın ispatı,
insanın, fikriyatını, davranışlarını, sevgisi ve nefretini, etki ve tepkisini,
beğenisini ve yergisini, tasvip ve tenkidini... bu mutlak imanın doğrultusunda
belirtmesiyle mümkündür. Değilse, şirk esasına bağlı başka güçlerin uygun
gördüğü ve empoze ettiği düşünce ve yaşam şekillerini benimsemek, İslâm'ın
tevhid inancı değil, şirkin öngördüğü inanış biçimidir.
Kur'ân'ın ısrarla
emrettiği şey, yalnız Allah'a kulluk; müşriklerin teklif ettiği ise
"kullara kulluk" etmektir.
Kitab-i Mübîn ve O'nun
tebliğisi hak Peygamber, "Allah'tan başka ilah yoktur" derken, şirk
dininin kulları ve öncüleri türlü türlü ilahlar üretiyor ve bunları çeşitli
desiselerle kabul ettiriyorlar.
Onun için tevhidi
bozan akide şekilleri yalnız putlara tapmak, hurafeci Hıristiyanlar gibi üçlü
ilah kabul etme, mecusiler gibi ateşe, Hindular gibi ineğe tapmak v. s. gibi
şeyler değildir.
Fakat asıl tevhide
aykırı olan şey, bütün sayılanlar ve benzeriyle beraber, zalim mütegallibelerin
insana tahakküm etmesi, insanların hayatına heva'larınâ göre yön vermesi ve
insan yığınlarının da bunu benimseyip rıza göstermeleridir. Hatta daha da
fecisi, kendilerine takdim edilen ve uygulanan bu düşünce biçimlerini bir nevi
kutsayıp dokunulmazlık kazandırmalarıdır.
Bugün, Tevhid inancını
gerçekleştirmek yükümlülüğü altında bulunan bu "hayırlı ümmet"in
karşı karşıya bulunduğu en çetin problem ve çıkmaz, unsuru insan ve insanların
icad ettiği bid'at modeller olan şirk çıkmazıdır.
Halbuki Yüce Allah,
insanlığa gönderdiği Kitab'ında, "okumakta
olduğunuz Kitap gereğince Allah'a hâlis kullar olun" buyuruyor. [8]
Hal böyle olunca bir
toplumun, Allah'ın varlığına inanmasının, O'nun her şeye gücünün yettiğinden,
bahsetmesinin, insanları yarattığına ve ecellerinin de O'nun takdirine bağlı
olduğuna itikad etmesinin, eğer hayatlarını tanzim etmek üzere bir Din
gönderdiğine gerçek anlamda inanmıyor ve bunu yaşayışlarıyla ispat
etmiyorlarsa... tevhidi ölçüye göre bu inançlarının hiç bir kıymeti yoktur.
Ve böyle bir toplumun
bireyleri de, Allah'a hâlis kullar olan tevhid ehli kimseler değildirler. [9]
Geçmişe baktığımız
zaman beşerin dalaletinin başlıca şirk şeklinde olduğunu görürüz. Öyle
anlaşılıyor ki geçmişte insana musallat olan ilk manevî bela, şirk
saplantısıdır.
Tarih ve halihazır
toplum bize şunu gösteriyor: İnsanlık aleminde tanrısız insan, yani ateist
toplum çok fazla olmamıştır, milletlerin çoğunluğu şöyle ya da böyle kendisine
bir din edinmiştir.
Bugün de yeryüzünde
gerçek Allahsızlar çok fazla değildir.
Meselâ dünyanın en
önemli insan kalabalığına sahip ülkelerden gerek Rusya'da, gerekse Çin'de
yüzlerce milyonun hayatına hükmeden Tanrısızlar, yarım asırlık rejimlerine,
iman hareketlerinin önüne diktikleri setlerine rağmen; her türlü propaganda,
reklam ve eğitim imkânlarını imansızlığı yaygınlaştırmak için kullanmış
olmasına rağmen, toplumlarını silme münkir haline getirememişlerdir. [10]
Ama imanın ve Hak
Din'in yerine kaim olmak üzere, halklarına mutlaka "iman edecekleri"
bazı şeyler bulmuş ve sunmuşlardır.
Ve dünya insanı tarih
boyunca tam bir münkir olarak değil ama, müşrik olarak yaşayagelmiştir.
İlk insan ve ilk
Peygamber, insana Yaratıcı'yı ve yaratılış hikmetlerini haber verdikten hemen
sonra, tevhid inancı, şirk ve inkarı bulagelmiştir. Bu durum zaten dünyanın yaratılış
hikmetine de uygundur. Çünkü insanlık alemi içinde mü'min de mürşik de nihaî
gaye olan arzu, bunların çoğunlukta ve hakimiyet mevkiinde bulunmayıp,
azınlıkta kalmaları ve Hakk'ın rızası yolundaki muvahhid Ümmet'e, istemeyerek
de olsa boyun eğmiş durumda olmalarıdır.
Her peygamberin
devrinde, şu veya bu şekilde, Allah'ın ulûhiyetini tam olarak kabul ve teslim
etmeyen şirk ehli daima bulunmuştur. Bir kısmı tutmuş tabiata, yıldızlara,
güneşe tapmış; bir kısmı hayr ilahı ve şer ilahı diye nuru ve zulmeti ilah
kabul etmiştir. Bir kısmı da Firavun ve Nemrut gibi tağutları ilah yerine
koymuştur."
Şimdilerde de bunların
kalıntıları değil ama, halefleri ve yollarının devam ettiricileri, değişik
görünümlerde ve de gittikçe çoğalmış olarak; Allah'ın arzını istila etmiş,
Allah'a kul olmak için yaratılan insanı zulm ile, istibdad ile esareti altına
almış olarak hüküm sürmektedirler.
İnsanlık tarihinin
sayfaları şirk ehlinin kara lekeleriyle doludur.
Geçmiş zaman ve bu
ihtiyar dünya bu sapık zalim toplumların hayatına sürekli sahne olmuştur.
Yeni zaman ise, yeni
şirkle ve yeni müşriklerin, eskilere taş çıkartacak şekilde turetildiği bir
dünyayı sembolize etmektedir. [11]
O halde eskisi ve
yenisiyle mürşikleri tanımak lazımdır. Onlardan soyutlanmak, onlarla ortak bir
hayatı paylaşmamak ve onlara benzememek için müşrikleri tanımak, bilmek
gerekmektedir. İmanın ve İslâm'ın tahakkuku, selameti, için... Din'i yalnız
"Allah'a has kılmak, Allah indinde din yalnız İslâm'dır" fermanını gerçek
anlamda yaşatabilmek için... O'nun dinine ortak olanları öncelikle bilmek
gereklidir.
İslâm'ı bulabilmek
için, İslâm'ı bozanlar tanınmalıdır.
Öncelikle şu hususu
iyi anlamalıyız. Kâinatı yaratanın Allah olduğunu söyledikleri halde
kendilerini Allah'a yaklaştırmaları maksadıyla putlara tapan ve "Tanrı
birdir; fakat putlar ibatede müstahak olma hususunda O'nun ortaklarıdır"
diyen putperestleriyle... Yahut Allah'ın Baba oğul-Kutsal ruh gibi üç unsurdan
bir araya gelmiş olduğuna itikad eden hurafeci Hıristiyanıyle... İneğe,
yıldızlara, aya güneşe tapanıyla... Ve nihayet, tabiat olayları üzerindeki
tesiri yalnız dış sebeplere bağlayıp, tabiatın gerçek bir müessir olduğuna
itikad eden, sonra da "bunları tabiat yapıyor" diyen
maddeperestiyle.... Ve hepsinden tehlikelisi, dine saygılı olduklarını
söyledikleri halde, dini sadece vicdanlara indirgenmiş bir duygudan ibaret
sayan, böylece Allah'ın insan hayatına karışmasına bir türlü razı olmayan
çağdaş yobaz tipleriyle... Bütün müşrikler asılda birbirinin aynıdır!
Alametleri ve faaliyet
şekilleri farklı olsa da, hepsinin esasta ortak olduğu bir nokta vardır ki o da
hepsinin müşrik ve tevhid inancını tahrif ediyor olmalarıdır.
İster "Melekler
Allah'ın kızlarıdır" ya da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" veya
"Uzeyr Allah'ın oğludur" [12]
demek suretiyle olsun, isterse "Allah üç'ten biridir" [13]
safsatasına inanmak suretiyle gerçekleşsin, şirkin hepsi sonuç itibariyle aynıdır.
Böyle bir şey söylemedikleri halde Allah'ın Dini'nin yeryüzüne kanşamayacağı
inancım asabiyetle savunanlar da bunlardan geri değildir. Hatta daha da
ileridirler; çünkü birincilerin yanlış itikadı yalnız kendilerinde kalıyor,
ikinciler ise bunu bütün toplumların ruh bünyesine enjekte ediyorlar.
Bütün çeşitleriyle
müşrikler, Allah'ın düşmanları, ezeli ve ebedi hasımlarıdır.
Onlar zamanı kokutan,
mekanı ifsad edenlerdir.
Yüce Allah'ın "Geçekten şirk büyük bir zulümdür"
buyurması, Ondan başka bütün günahları bağışlayabileceğini bildirip şirki
affedilmez bir cürüm olarak ilan etmesi [14] bu
dalaletin derekesini anlamamıza yeterlidir.
Bir yanlıştan başka
bir yanlışa dalan ve binlerce yol ağzında, sırat-ı müstakimden, kurtarıcı
istikametten habersiz bulunan bugünkü insanlığın madde ve manada salâhı, saadet
ve selamate, ancak ve ancak Kur'ân yolunu, Kur'ân'ın haber verdiği şirkten ve
her türlü dalaletten arınmış tevhid yolunu tanımasıyla mümkün olacaktır.
O gün şirki terk
edenler İslâm'a girebildi, bugün de zamanın şirkinden kurtulanlar İslâm'a
girebilecektir.
Bu bakımdan, önce,
yeryüzüne ilk kutlu haberi getiren Kur'ân-ı Mübîn'in açıklamalarıyla müşriki
tanımaya çalışacağız. Allah Kelamında kimlere müşrik denmiştir, bunların hal
ve özelliklerinden "müslümanın" diyenlerde de var mıdır?., buna
bakacağız.
Ve Yüce Hakk'ın ebedi
hükmünü tekrar edeceğiz.
Bu hüküm şu tek cümle
ile ifade edilebilir: O zaman insanlığı Allah Resulü'nün Vahiy tebliği
kurtardı, bütün zamanlar boyunca ve şimdi de yine o kurtaracaktır.
Bu bakımdan Vahiy
gerçeğine, sürekli olarak, sanki bize yeni ulaşmış, gibi bakacağız. Vahyi o
gözle göreceğiz ki alışkanlık ve alakasızlık olmasın; onunla her zaman diri ve
yeni olalım. O bildirinin etkisiyle sürekli terakki edelim, bir halden daha
iyi bir hale geçebilelim.
Aslında insana ulaşan
her bir İlâhî tebliğ, Kitap ve Sünnet'ten her bir bölüm, ona muhatap olan
insanı yenilemiyorsa, o insanın halinde bir değişiklik yapmıyorsa, o haber tam
olarak kabul edilmemiş ve benimsenmemiş demektir; duyulmuş, işitilmiştir, o
kadar, Halbuki müminin şiarı: "semi'na ve eta'na"dır, işittik, itaat
ettik demesidir.
Kendimizi bu ölçülerde
yoklayacağımız gibi, dışimızdakileri de bu kıstaslarla ölçeceğiz ve öyle
tanıyacağız. Çünkü yanlış değerlendirmek, batılın bağlılarını Hak yolda zannetmek,
insanda kâmil bir imanın bulunmadığına delalet eder.
Bu idrak işinde de,
elimizde, doğru ile yanlışı birbirinden ayıran, iyi ile fenayı belirleyen tek
bir ölçü vardır ki, o da Allah'ın Vahiy sistemi İslâm'dır.
İnsan için hakikate
ulaşmak ve gerçek kulluğa ermek yolunda bizzat "olmak-olgunlaşmak"
kadar, dışta olanı "tanımak" ve ona göre tavır almak da önemlidir.
Çünkü insan biraz da tanıyarak netleşir, saflaşır ve zararlılardan arınır.
Müslümanın ne olması
ve ne olmaması gerektiği de bu yolla anlaşılır. Maddi planda ve eşyada değilse
de, din işinde ve özellikle itikadî planda bâtıl ehline benzemek, biraz da o
olmak, onunla aynîleşmek demektir. İslâm'ın yapısı bunu gerektiriyor. Zira o
müşrikler gibi olmak, ya da onlara muhabbet beslemek, o cenahı ve
temsilcilerini takdir etmek, bir bakıma onlardan olmak demektir.
O halde mü'min, bu
güruhu iyice tanımalı ki sevgi ve takdir duygularını yalnızca uygun yönde
kullansın.
Ümid edilir ki
Rabbimiz, böylece batılı da tanımamız suretiyle sahip olduğumuz
"doğru"yu zıtlarından arınmış olarak daha iyi anlamamızı ve daha net
olarak yaşamamızı bize nasip eder. Yolumuzda devamlı ve sabit-kadem eyler. Bu
suretle her nevi inhiraf ve ihtilattan sapma ve karışıklıktan korunmuş
oluruz. Çünkü Hak yolun en tehlikeli düşman ve zararlıları, sapmalar ve
karışımlardır.
İlâhî beyana göre hak
yolu bulup güven içinde olanlar, ancak iman eden ve îmanlarını zulüm ile
karıştırmayanı ardır. [15]
Zulüm'den maksat şirk'tir. Yani imanlarını şirk ile karıştırmayanlar gerçek
iman sahibidirler.
Abdullah ibhi Mes'ud
radıyallahü anh'den nakledildiğine göre bu ayet gelip okunduğu zaman
Resulüllah'ın eshabı, "hangimiz nefsimize zulmetme mistir ki!"
dediler. Bunun üzerine "şirk en büyük zulümdür" ayeti nazil oldu.
Allah'ın Rasulü de ashabına, "Bu
ayeti işitmediniz mi? O zulümden maksat şirktir!" buyurdu. [16]
Ve öyle anlaşılıyor ki
dünya-ahiret emniyeti ve hidayeti için, tevhidi anlamda iman etmek ve onu şirk
bulaşıklarından salim kılmak gerekmektedir. [17]
Surelerin nüzulüne
göre tarihi bir seyir içinde incelediğimiz zaman görüyoruz ki Kur'ân, Allah'a
ortak koşmayı dünyadaki tüm kötülüklerin kökeni olarak kabul eder. Bu nedenle
Kur'ân, Allah'a bağlılıkta, itaatte veya ibadette ortak edilmek üzere bir
kişinin, bir kavmin veya bir taşın putlaştırılmasına izin vermez. [18]
Allah'ın Resulü
risalet görevi ile ortaya çıktığında, çoğunluğu müşrik olan bir cahili toplum
içinde idi.
Zamana ve mekana şirk
düzeni egemen olduğu için, Yüce Resul ve İlâhî Kelam, öncelikle toplumu bu şirk
akidelerinden kurtarmak istiyordu.
Gayet tabiîdir ki, bir
olan Allah fikrinin ve tevhid dininin, bütün hakimiyeti ve sosyal kurumsal
yönüyle, ferde ve bütün kâinata yön verici vasfıyla kalplerde ve hayatta
yerleşmesi için, O'nun hükümranlık vasfına halel getirebilecek her türlü şirk
ve benzeri akidelerin yok edilmesi gerekir.
Tevhid inancının ikame
ve ispat edilmesi, ancak şirkin izalesi ve iptali ile mümkündür.
Îslâm imanının esası
tevhide dayanmaktadır. Vahiy nizamının bireysel ve toplumsal yönüyle
yeryüzünde gerçekleşmesi için): insanların ilah edinilmesi esasına dayanan müşrik
anlayışların kafalardan silinmesi lazımdır.
Bu bakımdan İlâhî
Kelam, İlâhî olanı egemen kılmak maksadıyla, "beşerî olan'ı, her türlü
beşerî ve şeceri ilahları yok etmek emelini güdüyordu. Bir yandan da bu
ilahlara inananları, bir olan Allah'a inanmaya ve O'nun dışındaki tanrıları
reddetmeye davet ediyordu.
Kur'ân'ın
"müşrik" dediği bu toplumdaki her hususiyet, yine Kur'ân'ın
açıklamalarıyla belirlendikten sonra, gayei tevhid olan her mü'minin red
kutuplarından biri olacaktır, mü'min, kendinden olanla kendinden olmayanı
böylece adil ölçüleriyle kaybedildiği bir zaman ve mekanda, her türlü değerin
yerli yerine oturtulması için tek çıkar yol, bu toplumlara Kur'ân gözüyle
bakmak, teşhis ve tesbiti ona göre yapmaktır.
Batıl'ın bilgisi,
Hakk'ı tam olarak anlamak ve onu saflaştırmak içindir.
Kur'ân'ın, öncelikle
kalplerden söküp atmak istediği şirk dalaletinin sahipleri, kafirlerde olduğu
gibi belli başlı özellikleri taşımaktadırlar ki, bazıları şunlardır: [19]
Müşrikler inanışlarında,
hareket ve davranışlarında zanna uyarlar. Halbuki zan, gerçeklik bakımından
hiç bir şey ifade etmez. [20]
İlimleri yoktur;
hakikate, ilme, sağduyuya itibar etmemek onların vasıflarından biridir.
Onlar, fikir ve
işlerinde hakkı takip etmeyip sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar,
öylece hüküm ve hareket ederler. "O müşrikler nefislerinin zunûn (zanları)
ve hayâlatı vâhiyesi (ahmakça hayalleri) peşinde koşan dogmatik güruhundandır.'
[21]
Lügat itibariyle zan:
İlim olmayan, gerçeklik ifade etmeyen hayale yakın olan şey demektir.
Müşriklerdeki zan ise doğrudan dalalete giden bir yoldur. Belki mü'min kişide
yani aklı selim sahibinde zan bir kıyamet ifade eder. Çünkü onun hayalini ve
fikrini aydınlatan bir nur, bir ışık vardır. Bu Allah'ın nurudur; ona
bahşettiği basiret ve ferasettir. Bu sezgi kabiliyeti onun yoluna bir ışıktır,
kalp gözünün aydınlığıdır. Müşrik ise bütün bunlardan mahrumdur. Hatta gözünde
perde vardır. Temelde zaten dalalettedir ve zannı onun bu sapkınlığını
derinleştirmekte, manevî hastalığını da devasız hale getirmektedir.
Eski müşrikler kendi
kanaat ve tahminleriyle, yanıltıcı "bilgi"leriyle sevinip
övünüyorlar, Peygamberin getirdiği bilgiye de değer vermiyorlardı. O bilgiyle
alay ediyor ve Peygambere, "Sen
(istediğini) yap, biz de (dilediğimizi) yaparız" diyorlardı.[22]
Yeni müşrikler de
böyledir, hatta daha da katı ve bağnazdırlar. Onların da bunların da görmeyen
gözü, hakikati işitmeyen kulağı, anlamayan kalpleri vardır.
Bu müşrik kafa,
"biz atalarımızdan bulduğumuzu devam ettiririz" diyen atalarmınki
gibi her türlü batıl'a açık, yalnız gerçeğe kapalı olan dogmatik kafadır.
O dogmatikler güruhu
ki, zan ile hareket edip Vahiy gerçeğini bir masal olarak görürler. Tıpkı Ebu
Süfyan, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ebu Cehil ve akranları gibi... ki onlar bir
defasında Resulüllahı'ı Kur'ân okurken dinlemişler ve Nadr'a demişlerdi ki,
"Yâ Eba Katiyle, Muhammed ne diyor?" O da:
"Kabe'yi? Beyt'i yapana yemin ederim ki ne diyor
bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim size geçmiş nesillerden söylediğim
gibi evvelkilerin masallarını söylüyor" demişti. Ebu Süfyan ise:
"Ben O'nun
söylediklerinin bazısını gerçek buluyorum" şeklinde konuşmuştu. Bunu
üzerine Ebu Cehil, "Sakın bunun (Muhammed'in) hiç bir şeyini ikrar etme!"
deyince, Ebu Süfyan, "Ölüm bana ondan daha ehvendir" [23],
yani O'nun söylediklerini tasdik etmektense ölmek daha iyidir, mukabelesinde
bulunmuştu.
Görülüyor ki
"ilkel"i ve moderniyle bütün müşrikler, gerçeği masal, ilme hayal
diyorlar.
Hak ölçüleri, yol
gösterici bir rehberi yoktur. Zan ve heva'dan öte bir gerçekliği olmayan aklı
ve bilim putlarının etrafındaki dar çemberin dışına çıkamıyorlar. [24]
Müşriklerde Allah
inancının mevcut olduğunu görüyoruz.
Kur'ân'ın haberine
göre onlara, "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorulacak olsa
"Allah!" derler. Yani Allah'ın varlığını kabul ettiklerini
açıklarlar. [25]
Yine, "Dünya ve
içindekiler kimindir?" diye sorulduğunda "Allah'ındır" derler.
Hatta, mülkü ve herşeyi idare eden de O'dur, ikrarında bile bulunurlar. [26]
Buna rağmen Allah'ın
birliği inancına ve tevhide eremedikleri, İslâm'ın hakimiyetini kabul
etmedikleri için bu inançlarının hiç kıymeti yoktur ve kafir hükmündedirler.
Kur'ân bunlara
"hizbü'ş-şeytan" diyor.
Yüce Allah onlara
"yalancılar" diyor. [27]
Çünkü şirkin küfürden
farkı, şirkin ortaklık esasına dayanmasıdır. Şirk, Allah'ın varlığı ile
beraber başka ilahların da kabul edilmesi şeklinde kendini gösterir. Allah'ın
dışında kendilerine ilahlık isnad edilen bu varlıkların ya ahirette şefaatleri
beklenir, ya da böyle bir gaye güdülmeksizin olağanüstü olduklarına inanılır
ve onların kutsallıklarına hükmolunur.
Yahut daha sonraki
zamanlarda olduğu gibi herhangi bir tapınma durumu olmadan Allah'ın dinini
bırakır, onların dini üzere yaşarlar.
Din söz konusu olduğu
zaman ya da söz gelişi onlar da: Allah derler; Cenab-ı Allah, inşallah"
vs. derler ve kendilerinin de müslüman olduğu için söylerler. Fakat gerçekte
İslâm'ı reddetmiş bulunduklarını hiç hesaba katmazlar.
Eskiler Tanrı'ya
inanıyor fakat şefaatçi olacakları umuduyla putları ve daha başka ilahları
kabul ediyorlardı. Yeniler de, varlığını güya kabul ettikleri Yüce Allah'ın,
yeryüzü nizamı olarak gönderdiğini hayattan dışlayarak kendileri ilâhî
hakimiyete ortak oluyorlar. Onların bu şekildeki egemenliğini kabul edip
onaylayan, sistemlerini benimseyip "tek doğru" sayanlar da haliyle bu
şirke iştirak etmiş bulunuyorlar.
Mekke müşrikleri de
Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselam'ın gerçekten peygamber olduğunu biliyor
fakat O'nun iktidarına ve egemenliğine boyun eğmek istemiyorlardı.
O halde mücerred Allah
inancı hatta Peygamber'in büyüklüğünü itiraf etmek, mümin ve muvahhid olmak
için yeterli olmuyor.
Eski müşriklerin bir
adeti daha vardı.
Kendilerine bir belâ,
bir sıkıntı ve şiddet geldiği zaman Allah'a yönelir, bir an için putlarını
bırakırlardı.
Kur'ân'ın haberine
göre, mesela denizde onlara bir sıkıntı, bir tehlike gelecek olsa Allah'tan
başka bütün yalvardıkları şeyler gözlerinden kaybolur gider. Allah'tan
başkasından yardım istemezler. Fakat onları kurtarıp karaya çıkardıktan sonra
Allah'ı tek ve bir Rab olarak tanımaktan yüz çevirirler. [28]
Yüce Allah bunlara,
her felaketten daha dehşetli olan kıyametin hatırlatılmasını emreder. Kıyamet
saati başınıza gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? buyurur. [29]
Böylece demek istenir
ki vicdanlarınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice yoklayınız, tartınız
bakalım; böyle helak edici dert ve felaket karışısında derinden derine bir kurtarıcıya
iltica duygusu ile inlemez misiniz? O halde darda kaldığımız zaman hatırlayıp
sığınmaya başladığınız Rabbinize, iyi halinizde iken ve gerçek anlamda yönelip
bağlanınız.
Şimdi zamanın
müşrikine bakalım.
Onun kalbinin
derinliklerinde de, darda kaldığı zaman yönelebileceği bu inanç, sönmeye yüz
tutmuş ve üzeri küllenmiş bir ateş kıvılcımı gibidir. İnsanın fıtratında bu
maya ve öz mevcuttur. Ona İslâmî anlamda rehberlik edilebilse, gerçekler
telkin edilebilseydi elbette tam olarak iman edecekti. Fakat zamanın bozuk
propagandaları ile hevâilik üzerine ayarlanmış ve oluşmuş bir ortam, ayrıca bu
ortamın olumsuz etkisi daha başka faktörler, bu insanın İslâm'ı tanımasına
müsade etmedi. Böylece o da kendisini, "çoktanrıcılık" dinine
saplanmışların ve ateistlerin içinde buldu. Hayatı böyle ve bundan ibaret
zannetti.
İşte biraz önce sözünü
ettiğimiz, darda kaldığı zaman Allah'a sığınmak zorunda kalan müşrik tipi
-eğer tam münkir değilse- Allah'ı sadece bir yaratan, kâinatı idare eden olarak
düşünür. Sanki O, insanı yaratmış ve başıboş bırakmıştır. Bir de tabiat
olaylarını yönetmektedir. İnsanı da keyfince yaşaması, eğlenmesi, nefsini ve
bedenini besleyip semirtmesi için bu dünyaya göndermiştir.
Onların kabul ve
tahayyül ettikleri bu Tanrı, onların dünyasına ve hayatına sanki bir nizam
koymamış gibidir. Yollarını kendileri çizecek, düşünce sistemlerini kendileri
kuracak, yaşama şekillerini kendileri keyiflerince tanzim edecektir. Ama bir
yüce kaynağa istinad ettiremeden, İlâhî olan bir düstur temeline oturtmadan,
nasıl yaşayıp nasıl düşüneceklerine akıllarının estiğince kendileri karar
verecektir. Ya da daha fenası, öncülülerinin, elebaşılarının belirleyip takdim
ettiklerini aynen kabul edecektir.
Kısacası bu anlayışta
Allah var, fakat emirleri ve nehiyleri yoktur. Ya da kendileri bu İlâhî
disipline tâbi değillerdir. Bu din, bu disiplin sadece "bazıları"
içindir.
Zamane müşrikinin bir
kısmının lisanı, bir kısmının da hal dili ve gidişatı bunu ifade etmektedir.
Halbuki şirk denilen
olgu, sadece birtakım putlara ya da daha başka ilahlara tapınmak suretiyle
gerçekleşmez. Şöyle ya da böyle, kendi gönlüne ve düşüncesine uygun, hayatına
müdahele etmeyen bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmekle beraber O'nun
emirlerini hiçe sayacak düsturlar koymak, yol belirlemek, sistem oluşturmak ya
da sadece bunları yapanları takdir edip yapılanlardan memnun olmak da şirktir.
Çünkü böyle bir uygulamada Allah'tan geleni tahkir, O'na muhalefet sayılan
şeyleride tekdis etmek vardır.
Tanrıya inanıyorum,
dinende-saygılıyım... teranesini söyleyerek, Allah Resulü'nün bildirdiği yol
dışında bir yaşama ve düşünce modelini tercih etmek, bir rehber aramak da
şirktir. Çünkü İslâm inancında Allah'ın emrinin üstünde bir emir yoktur.
Yüce Allah, yarım bir
din değil, tam bir İslâm istiyor ve ancak bundan razı oluyor, Din'in tam ve
halis olarak kendisine has kılınmasını emrediyor.
Müşrikin inandığı
Tanrı'nın ise, sadece yeri göğü idare etmesi, tabiat olaylarını yönetmesi,
fakat ferdî ve toplumsal insan hayatına karışmaması isteniyor.
Öyle bir dinden razı
olunuyor ki, o din yeryüzüne vaziyet, insana müdahele etmeyecek, vicdanî bazı
duygulardan, uhrevî meselelerden ibaret kalacak.
İşte bu din,
müşriklerin dinidir. [30]
Müşrikler, atalarından
kalma mabudlarına o derece sadaketle bağlı idiler ki, kendilerine tek Allah
inancı teklif edildiği zaman, "biz mecnun bir şair (peygamber) hatırı için
mabudlarımızdan vaz mı geçecek misiz?.." derlerdi.[31]
Bu bağlılığa, bu batıl
asabiyete ve bu saplantıya hayret etmemek mümkün değil. O kadar bağlılardı ki
mabudlarına, onların uğruna yüce Peygamber'e "mecnun şair" diyebiliyorlardı.
Kendi davalarının güya
hak olduğu iddiasını ve akılsızca düştükleri saplantılarını devam ettirebilmek
için, başlıbaşına bir mucize olarak gelmiş o hak Peygamber'i mecnunlukla itham
etmek zavallılığına düşebiliyorlardı.
Bununla da yetinmiyor,
şahıs isimlerini, bağlılık ve kulluk ifade eden: Abdü'l-Menat, Abdü'1-Uzza...
gibi kelimelerden, seçiyorlardı.
Müşriklerin aynı
duyarlığı, tutuculuğu ve muannit bağlılığı", geçmişten devraldıkları
inanış ve yaşayış biçimine uyma hususunda da gösterdikleri şüphesizdir. Onlar
bu yolu terkedemeyecekleri inancındadırlar.
Öyle görünüyor ki,
zaman içinde değişik biçimler alsa da, müşrikler ondört asır hep böyle
babalarının izinde koşturup durarak bugüne kadar geldiler. Zaman zaman
atalarının seviyesinden de aşağı indiler.
Evet, ancak işte bu
müşrik kafasıdır ki, Allah'ın Habibi'ni insanlığın mürebbisini mecnun ve
sihirbaz sayıyor. Ancak o sahte mabudların kulları müşrikler ki, kalplerine
yerleştirdikleri âfâki ve enfüsî putlarına, sahte ilahlarına bağlılık uğruna,
iki cihan güneşini insafsızca reddediyorlar.
Batıla sadakat, tek
cümle ile akim, kalbin, duyguların manzumesi ideolojilerin tutsaklandırlar. [32]
Yaratıcı'nın insana
lütfettiği en büyük nimet olan akıl, kullanışa göre insanın ya saadetini ya da
felaketini hazırlıyor. İnsanın hayvanattan ayrıldığı en önemli yönü de akıllı
oluşudur. Yücelmesi de, alçalmasıda onunladır. Akıl iyi kullanıldığı zaman
insanı aziz kılıyor, kötüye kullanıldığı zaman da zelil yapıyor.
Şurası bir gerçek ki aklın
yaratılış gayesi yönünde kullanılması ancak Yaratıcı'yı ve O'nun insana
gönderdiğini tanımasıyla mümkün olur. Başka bir deyişle aklın ilk görevi ve
sorumluluğu Rabbi'ni bilmesidir. Onun için bu aslî gayeden uzak kalan akıl,
dünya ve madde aleminde harikalar yaratsa da bir hiçtir; gerçek ve insana
mahsus bir akıl değildir. Böyle olunca da ona akıl değil, heva demek uygun
olur.
İşte bu özelliği
taşıyan müşrikler, hakikat ölçüsüyle akılsızlardır. Zira en basit bir sezişle
hemen anlaşılır ki, dünya planında bile 'işini ve kârını bilen" kişiye
"akıllı insan" deniyor. Hal böyle olunca geleceğini bilmeyen, asıl
istikbalini düşünmeyen, küçük ve süflî hayat gelecekleriyle avunan, böylece
ebedi saadet şartlarını hiç kaale almayan insana nasıl akıllı denebilir?..
O halde esas akıllı,
büyük geleceği kazanmaya çalışan, bunun için de Vahiy sisteminden başka
kurtuluş yolu tanımayan insandır.
Müşrik ise kendisine
verilen bu akıl nimetini en adi şekilde kullanan bedbaht kişidir.
Müşrik, akıl nurunu
karartan ve serseri duyguların zebunu olan insandır.
Kur'ân, itikatlarına
ve işlerine göre bunlara akılsız diyor.
Mü'minler, namazı ilan
için ezan okurken müşriklerin onu eğlence konusu etmeleri; putlarına develerden
adak yapmaları; putlar için bunlar bizim şefaatçimizdir, demeleri... hep aklı
ermez bir topluluk olarak nitelenmelerine sebeptir. [33]
Tevhid inancından uzak
olan insanın her zaman için durumu budur.
Çağdaş cahiliye
insanının her şeyi anlayan, kapalıları keşfeden fakat yalnızca İslâmiyet'i
tanımayın, üstelik tanıyamadığı, anlamadığı halde O'na düşman olan aklı da
bundan daha ileri düzeyde değildir.
Çünkü madde, bilim ve
teknoloji alanında ileri doğru attıkları her adıma karşılık, mânâ ve ruh
planında fersah fersah geri gidiyorlar. [34]
Müşriklere ağır gelen
şey, Peygamber aleyhisselam'ın "kendilerini davet ettiği şey", yani
İslâmiyet'tir. Peygamber onları Yüce Allah'ın, "dini doğru tutun, ikame edin, dinde tefrikaya düşmeyin” [35]
emrine davet ediyordu.
Elbette ki
Resulüllah'ın davet ettiği şey onlara zor gelecektir. Çünkü bu davete icabet
etmekte, canları gibi sevdikleri şirk unsurlarını terketmek vardır. Çünkü bu
çağrıda İslâm'a girmek, batılı bırakmak, kurulu düzenleri yıkmak, çıkar ve
otoritelerini başkalarına terketmek var. Bütün bunlar ise müşrik anlayış için
imkansız şeylerdir.
Zira muhtelif hevalara
ve çeşitli ilahlara tabi olarak asıl dini ayakta tutmak mümkün değildir.
Bugünkü cahiliye
toplumun, ilk cahiliye devrindeki dikili taşları gibi ilahları yok belki ama,
Allah'a giden yolda engel ve perde olan birçok mâbûdları vardır. Putların
aksine, akıllı olan, faaliyeti bulunan, entrikalar çeviren, insanlara refah,
eğlence, konfor va'deden ve birçoğunu da veren bu sahte rab'ların hilesi,
tuzağı ve saptırıcılığı elbette ki kolay altedilir cinsten değildir. Bütün bu
mabudların saptırıcılığını, iğvasını yenerek Hak Din'e ulaşmak halk yığınları
ve uydular için elbette kolay değildir. [36]
Müşrikler şeytanın
emrinde bir hizmetçi ve yardımcı gidirler.
Şeytanlar, mü'minlerle
mücadele etmeleri için müşiklere öğüt verirler.
Şu kadar var ki, iman
edip Rablerine dayananlar üzerinde onun hakimiyeti yoktur. Onun egemenliği
ancak kendisini dost edinenler ve Allah'a ortak koşan müşrikler üzerindedir: [37]
Samimi müslümanlar
şeytanın belli başlı hedefi olmalarına rağmen, onun egemenliği daha çok kendi
yandaşlarınadır. İman ve tevekkül sahipleri bu tehlikeden mahfuz bulunuyorlar.
Onlar Allah'ın hıfz ve korunması altındadırlar. Ayrıca bu mü'minler, Rablerine
nasip ettiği basiret gücüyle hayır ve şerri, hak ile batılı, ma'rufla münkeri
birbirinden ayırır ve nefse uymayarak hayır yoluna yönelirler.
Bununla beraber bu Hak
bağlıları, anlamsız bir rahatlık ve gaflet içinde hiç değildirler. Tehlikenin
büyüklüğünden dolayı devamlı agâh, gafletten uzak, daimi bir nefis muhasebesi
ve murakabesi içindedirler.
Müşrik öncüleri ve
uydularıdır ki, tam anlamıyla onun sultası altındadırlar. Buna rağmen aldatıcı
bir nefs emniyeti ve rehaveti içindedirler. Üstün çile'yi, büyük ıstırabı hiç
bir zaman tatmazlar.
Şeytan onların bütün
yaptıklarını kendilerine güzel gösterir. Böylece dalaletleri, şer işleri,
mü'minlere saldırmaları, İslâm'ı tahrif etmeleri... kendilerine tatlı gelir.
Belki de bundan haz duyarlar.
Aslında mutlak şer
olan işlerini beğenirler. Hak'tan ise hiç hoşlanmazlar. Küfür ve şirk
unsurlarına olan muhabbetleri kadar, İslâm'a ve bağlılarına nefretleri vardır.
İman ve mü'minler, onlar için tam bir nefret kutbudur. Kin ve gayz içinde coşar
dururlar.
Şeytan'ın emrine ram
olmalarına rağmen Kur'ân bildirisinden ve her türlü hak öğütten de yüz
çevirirler. Aynen aslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi...[38]
Müşrikler Hakk'ın
muarızı, şeytan'ın muhafızıdırlar. Ona hizmet, Hakk'a itiraz ederler.
Kendilerine süslü gösterilen denî dünyalarında, süflî hayatlarıyla zevk içinde
ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar giderler. [39]
O derece aldatıcı bir
gurur içindedirler ki, Allah Resulü'nün, mülsümanların fakirleriyle konuşmasına
razı olmuyorlar.
İlk dönemde, Kureyş
ileri gelenlerinden bir gurup Hz. Muhammed (aleyhissalatü-ve's-selam)'ın yanına
uğrumışlar ve şöyle demişlerdi:
"Yanına alıp
konuştuğun şu fakirleri huzurundan kovarsan seninle konuşuruz, belki sana
uyarız..." Bu fakirler: Ammar, Suheyb, Bilal, Selman... v. b. gibi kimselerdi.
Konuşmalarım, "Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı
oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz; Bunlarla oturup kalkmak bizim
şerefimize dokunur..." diyerek sürdürmüşlerdi. Allah Resulü'nün "Ben
mü'minleri yanımdan kovmam!" cevabı üzerine de: "Bari biz geldiğimiz
zaman bunları yanından kaldır gitsinler; biz gittikten sonra tekrar
gelsinler..." diyecek kadar gururlarının esiri olduklarını gösterdiler.
Peygamber aleyhisselam
bunların müslüman olmasını çok istiyordu. Bunun etkisiyle olacak, teklifi kabul
eder gibi oldu. Orada bulunan Hz. Ömer (radıyallahü anh) de buna muvafakat
göstermişti. Hatta bu yönde bir mukavele yazmak üzere idiler ki vahiyle buna
engel olundu. Allah'ın hitabı Peygamberine ulaştı. Sabah akşam Rab'lerinin
rızasını isteyerek O'na yalvaranları, müşriklerin arzularına uyarak yanından
kovma! denildi. [40]
Rivayete göre bunun
üzerine Resulüllah elindeki, sahifeyi atmıştır. Hz. Ömer de muvafakat sözünden
dolayı özür dilemiştir.
Öyle anlaşılıyor ki
müşriklerin kalplerinde iman etmelerine engel olan pek çok şey var ama,
üstünlük duyguları, enaniyet saplantıları en büyük engeldir.
Aslında insan, zihni
ve gönlü ile İslâm'a yönelince ortada engel diye bir şey kalmaz ve
kalmamalıdır. Fakat akıl ve kalp buna müsait olmayınca, insanoğlu birçok olmazlarla
kuşatılıyor. İşte bu olmazlardan biri de, müslümanları aşağı tabaka insanı
olarak görmelerdir. Nitekim Nuh aleyhisselam'ın kavmi de:
"Sana bir sürü
bayağı kimseler uymuşken biz sana iman eder miyiz?" demişlerdi. Bir
defasında da:
"Biz sana yalnızca
basit görüşlü ayak takımının uyduğunu görüyoruz! [41]
şeklinde bahane ileri sürmüşlerdi.
Demek ki müşrikler her
devirde aynı kafayı taşıyorlar. Yirmibirinci asrın eşiğinde, Kur'ân bildirisine
kulaklarını tıkayan ve hal dilleriyle adeta, "şu müslünıanlık denilen
şey, cahil, geri kafalı, ihtiyar, fakir, düşkün, sefil... kısaca ilkel insanın
mesleği ve yoludur..." demek isteyenler; hal ve tavırlarıyla bu
kanaatlerini dışa vuranlar... ondört asır öncesinin değil, belki daha öncelerin
müşrikinden çok daha ilkel ve bağnaz bir kafa taşımaktadırlar.
Gerçi, nezih ve
muazzez Müslümanlığı kötü temsil eden ve nefislerinde onu bay ağıl aştıran
sözde dindarların, müşriklerin menfi tavır almalarında payları yok değildir.
Böylece İslâmiyet biraz da onların şahıslarında, sergiledikleri tavırlarda
değerlendirilerek hükme bağlanıyor ve ona olumsuz bakılıyor. Müslümanlık,
onların yaşatmakta olduğu din zannediliyor.
Fakat şu da bir gerçek
ki, şirk ile katılaşmış bir kalbi, en iyi örnekler bile yumuşatamıyor. Değil mi
ki Kâinatın Efendisi, madde ve mânâda nezahet, zerafet ve incelik örneği O
Yüce Rasul bile onları İslâm'a ısındıramamıştı.
Bununla beraber
mü'min, Peygamberini imtisal numunesi alarak, edep, incelik, nezaket ve
ahlakta en ileri derecede bulunmaya çalışmak yükümlülüğü altındadır.
Müslümanlığı, olduğu gibi, yani bildirildiği şekilde yaşamalı ve yaşatmalıdır.
Bundan sonrası Hakk'ın takdirine ait bir iştir.
Hakikat, bedahet
derecesinde apaçıktır. Selim bir akıl, insaf ve iz'an ile balonca bunu görür. Fakat
müşriklerde olduğu, nankör nefsin beslediği ve semirttiği bir gurur, onun
beslediği bir benlik ve büyüklük duygusu, hakikate teslim olmada insan için
bir bağdır ve gözünde perdedir.
Zamanın müşriki iman
ehline tepeden bakmakta, onu küçümsemektedir. Ayrıca bunu eylem haline getirip,
onların yoksulluğundan yararlanarak, birçok geri kalmış halkları bir köle gibi
kullanmaktadır. [42]
Müşrik dünyanın
müslümanlara düşmanlığı, devirlere göre değişik, şekillerde kendini
göstermiştir.
Mekke devri
müşriklerinin düşmanlığı, önce alay, sonra boykot, daha sonra da işkence
şeklinde uygulanmıştı. Bu eylem, Medine döneminden itibaren münafıkların da
ortaya çıkmasıyla, kimi zaman savaş, kimi zaman mü'minlerin arasında nifak
sokmak şeklinde ve sürekli olarak da siyaset alanında sürüp gitti. Daha sonra
düşman kutbunda Bizans zuhur etti.
Dört Halife devri ise,
çoğu müşriklerin yenilgileri ile sonuçlanan savaşlar ve İslâm'ın yayılma
dönemi olmakla beraber, düşmanın, cephe gerisinde faaliyet ve çok başarı elde
ettikleri "fitneyi yaygınlaştırma" devri olarak nitelenebilir.
Bugün müslüman
halklarının içine düştüğü perişanlık, zayıflık, kararsızlık, hamlesizlik ve iç
savaş afeti, bütün bir müşrik dünyanın oyunu, hilesi, entrikası ve
politikalarının sonucudur.
Şimdi, doğrudan
ellerini uzatmadıkları yere, dillerini, ajanlarını ve fitnelerini uzatırlar.
İslâm tarihi,
müşriklerin müslümanlara dileri ile yaptıkları hakaretler ve saldırı
örnekleriyle doludur. Bu tarzın ilk nüvesi müşrik şairlerin şiirleridir. Bunlardan
mesela; şiirleriyle halkı Allah Resulü'nün aleyhine kışkırtan, O'nu hicveden
Ka'b bin Eşref veya bir mecliste Resulüllah Kur'ân okurken gelip orada
küstahlık eden, kaba sözler söyleyen Abdullah İbni Übey hatırlanabilir. [43]
İşin enterasan ve acı
olan yanı şu ki, o zaman sadece şiirleri ve sözlü saldırıları vardı; şimdi çok
ve etkili araçları var. Sözlü ve yazılı tasallut, yirminci asır şirk dünyasında
çok daha sistemli, metodlu, etkin ve tahripkar niteliktedir. Üstelik
kurumlaşmıştır ve belli bir gündem dahilinde, her türlü stratejik ve taktik
hesaplarla güdümlü bir şekilde uygulanmaktadır.
Fenleri ve
teknolojileri ile azmanlaşmış iletişim araçları, iki nüshası yarım kiloya
yaklaşan çarşaf gibi gazeteleri, kısaca fuhuş albümü boyalı basınıyla çağdaş
şirkin yaptığı tahribat, hiç kuşkusuz eskilere taş çıkartacak düzeydedir.
Durumun, mü'minler
açısından çok üzücü bir yanı daha var: Asrı saadet mü'minleri, o gün
yekpâreliklerini korudukları, cahilî müşrik toplumla ve kurulu sistemleriyle
uzlaşmadıkları zulüm ve işkence altında olmalarına rağmen inançlarının
asliyetini korudukları için... bir gün geldi kurtuldular. Mekke'den
çıkarılmışlardı ama, zaman oldu onlar Mekke halkına egemen oldu ve ültimatom
verdiler. Müminlerin Kabe'yi ziyaret etmeleri Hudeybiye anlaşması ile
engellenmişti, ama gün geldi, Müşriklerin Kabe'yi ziyaret etmeleri ebediyyen
yasaklandı. Mahkum iken hakim oldular. Mazlum iken âdil oldular ama zalim
olmadılar.
Fakat o kötü dönemde
(gene mü'min olduklarını iddia ederek), şirk ehli ile muvazaa ve uyum içinde
(!) geçinip gitselerdi" elbette gerçek müslüman olamayacak, zafer ve fetih
günlerini göremeyecek ve Allah'ın Dini'ni yeryüzüne yayamayacaklardı. [44]
Kutlu kitap,
İsrailoğullarından bahsederken Peygamberimize haber vererek şöyleder:
"Andolsun sen
onları, insanların hayata en düşkünü bulacaksın."Hatta müşriklerden daha
tutkun, daha hırslı. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın... [45]
Burada söz konusu
edilen Yahudilerdir; fakat "müşriklerden daha hırslıdırlar" ifadesi,
onların da aşırılık içinde olduğunu gösteriyor. Hatta bir tefsire göre de,
"müşrikler" lafzı, cümle başı yahut atıftır ve onlar da yahudiler
gibi hırslıdır.
Onlardaki bu dünya
hırsı ve uzun yaşama isteği (tûl-i emel), müslüman insanın imtihan vasıtasıdır,
mü'min, dünya hayatı ve dünya güzellikleri ile adeta imtihan ediliyor. Bu
bakımdan şirk ehlinin kaybettikleri sınavlardan biri de bu oluyor. Onlar
dünyayı avuçlarının içine alırken, ukbayı ellerinden kaçırıyorlar. Onların
hali, "el-âcile" diye nitelenen, peşin ve kolay elde edilen bir
kazanca karşılık, ebedî bir mahrumluk...
Mü'min ise çok kolay
aîd anılabilecek bu konuda gaflete düşmediği, dünyadaki mevkiini iyi bildiği ve
ona taparcasına bağlanmadığı için hayatın saadetine de namzet ve müstahak
bulunuyor.
Anlaşılıyor ki
doymayan göz, dönmeyen hırs, müşrikin ve Yahudi'nin harsıdır.
Bugün açıkça
gözleniyor ki, müşrik dünya insanı, dünyevî hakimiyet idealini din haline
getirmiştir. O, yalnız bir şeyi düşünüyor ve yalnız ona inanıyor: Çok üretmek
ve çok tüketmek... İmal ve .istihlak... Bütün gayesi, düşmanlık, istila ve
tahakküm duygularıyla dolu olarak daha fazla ülkeyi ve insanını ekonomik ve
kültürel baskı altına almaktır. Yegane Kur'an'da İnsan ve Toplum arzusu,
dünyayı bir zıpzıp topu gibi kullandığı gibi, gökleri de avucunun içine almak.
Yeryüzü ile beraber semalar da artık onun gelecekte bir savaş alanıdır. En
azından bunların hesabı ve hazırlığı içindedir. [46]
Her iddia bir davayı,
her hipotez bir tez'i ispat etmek emelini güder. Bu iddia ister doğru, ister
yanlış bir dünya görüşü olsun, az çok mantık temeli üzerine kurulur.
Müşriklerin iddia ve
itirazları ise bir davayı ispat etmek, bir tez'in tutarlılığını ve gerçekliğini
ortaya koymanın değil, şirkten ibaret olan antitezlerinin haklılığını gösterme
çabasını güder.
Mesela İslâm'ın zuhuru
döneminde zaman zaman mucize istemek, Peygaber alehissalatü ve's-selam'a
harikalar göstermesini teklif etmek, şirk ehlinin sürekli âdeti olagelmiştir.
Fakat bu teklifleri, imana ait bir delil aramak için değil, inanmayışlarını
haklı hale getirmek, karşılarındaki Peygamber'i ve O'nun bağlılarını güya aciz
bırakmak içindir.
Kendilerine bir mucize
getirilirse ona mutlaka iman edeceler diye olanca güçleriyle yemin ederler.
Fakat mucize gösterilse bile iman etmeyecekleri, onlara gökten melekler
indirilse, ölüler kendileriyle konuştularsa, yine de iman etmeyecekleri. [47] Yüce
Allah tarafından bilinir ve haber verilir.
Rivayete göre Abdullah
İbni Ebi Ümeyye birgün Hz. Resul'ün yanına gelerek, "Ey Muhammedi Sana
iman etmemi mi istiyorsun? Göğe çıkarsın ve oradan bir kitap indirirsin. Onun
üzerine de "Allah'ın yüce katından Abudullah'a.." diye yazılmış
olsun. Ve bu yazı seni tasdik etmemin gerekli olduğunu ifade etsin. Mamafih
bunu da yapsan seni yine tasdik edeceğimi zannetmiyorum..." demişti. [48]
Öyle anlaşılıyor ki
"inanmamaya" peşinen ve kesinlikle karar vermiş bulunuyor da, bu
hallerini haklı göstermenin çırpınışlarıyla bocalaşıp duruyorlar.
Halbuki onlar sadece
akıllarını kullansalar hiç mucizeye lüzum kalmadan Resulüllah'ı tasdik etme
imkanını elde ederlerdi. Çünkü akıl bunu gerektirir. Zira Allah'ın Resulü,
kendisine Kur'ân vahyolunmadan önce tam 40 yıl aralarında kalmış, onlarla iç
içe yaşamıştır. Bütün halleri onlara malumdur. Biliyorlardi ki o bir ümmî idi,
kimseden birşey okumamıştı. Fakat 40 yıl sonra O'na tarafı İlâhî'den, geçmiş
ümmetlerin hallerini bildiren, en nefis ilimleri ifade eden, edep ve ahlakı
öğreten, fesahat ve belagatı bütün hatipleri aciz bırakan âyetler vahyolunmaya
başladı. Selim bir akla sahip olan herkes bilir ki bu, Vahiy'den başka bir
suretle elde edilecek birşey değildir. [49]
Çok enteresandır ki, o
zaman, "bir mucize gelse de görsek (ama içinden gene de inanmasak) diyen
bir müşrik tipi vardı. Daha garip isteklerde bulunan, mesela "bize
melekler indirilmeli değil miydi? Ey Muhammed, "altın"dan yapılmış
bir evin olsun, yahut semaya çıkasın, göklere yükselesin [50] temennisinde
bulunan müşrikler vardı.
Bugün ise, o şanlı
Resul karşılarında olmadığı için bu tür isteklerde bulunan bir toplum yok.
Fakat o tavrı andıran bir akılcılık ve bilicilik tutkunluğu, hatta tutsaklığı
vardır.
Bu devirde, Allah'ın
varlığın, bir maddenin varlığını ispat eder gibi kanıtlandıktan sonra kabul
edebileceklerini hal dilleriyle söylercesine bir tavır takman modern insan tipi
mevcuttur.
Halbuki (Merhum Necip
Fazıl'ın deyişiyle), Allah'ı tel dolapta yemek ararcasına beş hassenin
(duyunun) tamtakır sandığında arayıp bulamayanlar vardır ki, bunları ikna etmeye
çalışmak ne hazin bir faydasızlıktır.
Bir insan kesimi daha
var. Bu da, meselenin bu kadarıyla da ilgilenmeyen, böyle bir kaygısı
bulunmayan, kendisinden emin ve rahat, gelecek kaygısı gütmeyen, bu haliyle de
eski şirk insanından daha ilkel bir kafa yapısı sergileyen insan yığınlarıdır.
Bunlarınki,
alâkasızlıktan doğan bir inançsızlık şeklidir. Laubalilik, muhakemesizlik,
hercâillik, davranışlarda insiyakilik bunların alameti, farikasıdır.
Bütünüyle müşrik
tipinin aklı öyle bir akıldır ki, beş duyusuyla hissettiği şeylere ve
laboratuarda yapılan inceleme sonucu elde edilen bilgilere, "var" ya
da "yok!" kabilinden inandığı için, iman konusunda da böyle elle
tutulur, gözle görülür neticeler bekler olmuştur.
Hal böyle olunca o
günün mucize meraklısına karşılık, "bugünün ispat ve harikulade" yani
mucize meraklısı ortaya çıkmıştır.
Fakat unutulmamalı ki,
hidayet Allah'tandır. İnanmayan insana sadece akli deliller getirmek ve
bilimsel metodlar kullanmak suretiyle nüfuz ve etki etmek mümkün değildir.
Çünkü onların
imansızlıklarının sebebi, alâmetler ve mucizeler olmayışı değil, temerrüd ve
tuğyanlarından (yani azgınlıklarından) dolayı hak olan ayetleri ve delilleri
görmemeleridir. Ve bu sebeple Allah onları küfrü tuğyanlarında bırakmayı
takdir etmiştir. [51]
Zaten gören göz, duyan
kalb için bütün evren Allah'ın ayetleri ve mucizeleri ile doludur. Ucu bucağı
bulunmayan semadan, keşfedilmemiş yıldızları ve daha nice varlıklarıyla
akıllara hayret veren galaksilerden tutun da, boşlukta dönüp duran yer küresine
ve onun üzerinde yürüyen küçücük karıncaya, kısaca küresinden zerresine
kadar... her şey O'nun mucizelerindendir. Basireti körelmemiş ve biraz da
insafı bulunan her insan bunlardaki gerçeği ve fevkaladeliği tamaşa der. [52]
Yalnız şu söylenebilir
ki, o günün, Peygamberle yüzyüze gelen, O'nun tebligatına bütün asliyet ve
safıyetiyle muhatap olan müşrik insanı, bu açıklığa rağmen bir türlü
inanamıyor, eski ilahlarını bırakamıyor ve tevhid iklimine bir türlü giremiyordu.
Atalarından kutsal bir miras gibi devraldığı geleneksel "şirk dini"
saplantısından kurtulamıyordu.
Yeni çağlarda ise, bu
İslâm gerçeğinin tam olarak insana ulaştırıldığı söylenemez. Bütün bir
hıristiyanlık âlemi, daha önceden başlatılmış hurafeler sistemini devam
ettirmekle yetinmiş ve hakikatten tam anlamıyla haberdar olmamıştır. Kendisi
de hiç bir zaman bir nebzecik olsun -bireysel olgu ve çıkışlar müstesna-
gerçeği bulma arayıcılığına girmemiştir. Çünkü biraz önce sözünü ettiğimiz
alakasızlık, keyfîlik illeti onların ruhuna da musallattır.
Allah'ın gönderdiği son
dini kendileri için bir tehlike ve bela addeden siyasal dünya yönetimleri de,
kendi sultalarının selameti ve bekası için Hak Din'e-karşı düşmanca tedbirler
almayı en önemli görev saymışlardır. Bu cümleden olarak bütün dünya
müslümanlığını kontrol altında tutup insanların belli bir düzeyde ve dozda
mü'min olmalarına izin vermişler, daha fazlasını önleyecek şekilde sert ve
şiddetli tedbirler almışlardır. Güttükleri politikanın esası budur.
Bu bakımdan
denilebilir ki, İslâm gerçeğinden ve O'nun hayat bahşedici ruhundan mahrum
bırakılarak hem dünyevî hem uhrevî felakete mahkum edilen yığın yığın
insanların ilk sorumlulukları, cemiyet güdücülüğü mevkiinde bulunanlardır.
Yani toplumların yönetimini üstlenip bu toplumlara gerçeği ulaştırmayan,
bununlada yetinmeyip kurtuluş formülünün onlara ulaşmasına engel olanlardır.
Birinci derecede suçlular onlar, ikinci derecede ise bizzat bu gafil yığınların
kendisidir. Öyle ki suç bir, fakat sorumlu ve suçlu ikidir.
Bu dünya güdücüleri
ilâhî bildiriden mahrum kalmışlar, hep mahrum bırakıyorlar; düşman olmuşlar,
herkesi de düşman ediyorlar. Tanımamışlar, tanıtmıyorlar. Hak'tan nefret
etmişler, batılın koruyuculuğunu yapıyor.
Ve bu nesiller akışı
içinde en çok gençler ve çocuklar kurbandır. Zamanın en mazlum ve masum
kurbanları, yeni emperyalist dünyanın istilasına maruz kalan en acınmaya değer
mazumları onlardır.
Bu gençler ve bu
küçükler, o hak tanımaz büyüklerin; Allah'ın gönderdiği ile rekabete girişen
yetkililerin kurbanıdır.
Çünkü bu genç
çocuklar, bu olumsuz ortam içinde iman ışığını göremiyorlar; çünkü İslâm
güneşinin önü yapay karabulutlarla kapatılmış gibidir. Ve bu nesiller
"güneş diye bir şey yok" zannediyorlar. Yalnız bir karabulut
görürcesine, madde ağlarıyla örülü, beşerî ideolojilerle şartlanmış ve şekillenmiş,
görüşte süslü, gerçekte ise kapkara bir dünyaya gözlerini açıyorlar.
İslâm'dan mahrum
herkes acınmaya layıktır ama eskilerin çizdiği yolu taklid etmeye mecbur
bırakılan yeni nesillerin durumu en büyük mazlumluk örneğini vermektedir. [53]
Kur'ân-ı Mübin, yüce
Allah'ın ezelde ruhlar ile yaptığı sözleşmeden bahseder. Buna göre âlemlerin
Rabbi, ruhlara "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim'?" diye buyurduğu vakit onlar, "Evet sen bizim Rabbimizsin, buna şahit olduk!" demişlerdi. [54]
Demek ki insan, ezelde ve ruhlar aleminde böyle bir sorumluluk ve Allah'ı rab
olarak tanıma yükümlülüğü altına girmişti. Ve fıtrî bir akit yapmıştı. Kendi
nefsinde Rabbine ubudiyeti taahhüd etmiş, bir muahede imzalamıştı. İşte bu mîsak,
bu anlaşma, ezelde ruhlarla yapılan ve "Elestü bi-Rabbiküm" sulaline
verilen "belâ, evet!" cevabıyla akdedilen bir misaktır. [55]
Artık şimdi insanlık,
ahdi bozanlar ve bozmayanlar olmak üzere iki kısımdır. Zaten "el-küfrü
milletün vâhidetün' düsturu da bu gerçeği ifade etmektedir.
Mevlana Ceialeddin-i
Rûmî de bu sözleşme işini şöyle değerlendirir:
Ahdi ve mîsakı, yani
ruhlar aleminde verilen sözü bozmak ahmaklıktan gelir. İmana, ahde ve vefaya
riayet ise takvaya erenlerin işidir. Sen onları (verdiğin sözü) korumaya devam
edersen elbette Hakk'ın lütuflarını görürsün. Allah ile "elest"
bezminde taahhüde girdin. Onu kırmak değil, korumak gerek...
İşte insana düşen borç
ve kurtarıcı sadakat budur.
Nefsin aldatmalarını
mazeret bulup kendini batıl inancında haklı çıkarmakta mahir olan müşrik
insan, dünyada Allah Resulü'ne ve mü'minlere olan itirazları gibi, İlâhî hesap
gününde de tam bir çaresizlik içinde itiraza devam eder. "Doğrusu, atalarımız önceden Allah'a şirk
koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz; şimdi o batıl yolu kuranların
yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksiniz?" [56],
diye Allah'a özür beyan ederler bir zürriyet idik. Kendimizden haberimiz yok,
yol ve delil bilmez, atalarımızın istedikleri yere sürüklenmiş, atılmış,
şuursuz, aciz, mecbur, kimseler idik. Günah bizim değil, onların bilmecburiye
üzerimizde kalmış mirasları idi. [57]
Böyle bir mazeret
elbette kabul edilemeyecek, belki de sorumluluklarını çoğaltacak. Ancak,
fenalığa sebep olan onu işleyen gibidir düsturunca, kötü çığır açanlar da
ayrıca mes'ul olurlar.
İşte böylece
müşrikler, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi -iman
bağlarını-koparmışlardır.
Şirk sistemine inanmak
suretiyle müşrikler Hak teala'nın Zâtı ile aralarındaki alakayı kesmişlerdir
Halbuki Allah bu'alakanın devamını emretmiştir. Başka bir deyişle bunlar,
olgunlaşmadan hayat ağacından kopan ham meyve gibidirler. Hamlıkları ve hayat
ağacıyla irtibatlarının kesilmesi sebebiyle çürümüş, kokmuşlardır. [58]
Varoluştan bugüne ve
kıyamete kadar zamanı ve mekanı kokutanlar, toplumu çürütenler bunlardır.
Müşrikler Yüce Hakk'ın
Rububiyet hitabına şahit oldular, fakat şehadetlerini eda etmediler, şirke
saptılar. Bundan dolmayı onlar babalarının cürrmünden değil, kendi cürümlerinden
sorumlu olacaklardır.
Fakat bu hüküm hiç bir
zaman şirke sebep olanların, ona imkan veren ve onu teşvik edenlerin, fesadı
yayıp insanları dalalete düşürenlerin, topluma İslâm'dan gayrı bir şeyleri
takdim ve telkin edenlerin mes'ul olmayacakları anlamına gelmez. Asıl müsebbip
ve sorumlular onlardır. Bu noktada saptıran da mücrimdir, sapan da.
İnsanın, yaratılıştaki
şerefli durumundan, yanlış itikadı ve fena ameli sebebiyle aşağılık durumuna
düşmesini Kur'ân işaret eder. Yüce Allah, "biz insanı en güzel bir biçimde yarattık sonra onu aşağıların
aşağısına indirdik..." buyurur. [59]
Belirtmeye gerek
yoktur ki, insanın esfel-i sâfilîn denilen bu derekeye inmesi kendi
iradesiyledir. Tevhidi değil şirki tercih etmesi, şirk öncülerini önder ve
rehber kabul etmesi suretiyledir. Ve şirkin insanı her zaman için aşağılıktır.
Onlar dünya mülkünün melikleri, cihan imparatorluğunun kudretli imparatorları
olsalar da gerçek bir değer yargısıyla esfel-i safîlindedirler. Yaratılanların
hakkında Yaratıcı'nın verdiği hüküm budur.
Yine bir gülünç bahane
daha gelir müşriklerden. Peygamber aleyhisselam'a derler ki, Allah dileseydi
ne biz müşik olurduk, ne de atalarımız. Ve de O'ndan başka bir şeye
tapmazdık... [60]
Demagojinin bu
derecesi ancak müşrik karakterinde görülebilir. Allah'ın iradesini işlerine
geldiği zaman reddeder, diledikleri zaman da kendi icraatlarına dayanak
yaparlar. Ondan kendilerine destek sağlarlar. Ortaya attıkları görüşlerin,
icat ve imal ettikleri ahkamın din hükümlerine uygun olduğunu, Allah'ın
iradesine mutabık bulunduğunu ileri sürerek müslümanları avlar ve kandırırlar.
Zaten müşrik
sistemlerin en tehlikeli diyalektiği de bu şekilde olanıdır; yani dine
sahabetlik suretinde ortaya çıkıp gerçek yüzünü ve sinsi maksadı gizleme
şeklinde yürütülenidir. Kıyametten sonra sorgu sual esnasında müşrikleri,
"Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz müşrik değildik!" diyerek inkar
yoluna da gideceklerdir Yüce Allah'ın buna karşı hükmü, "Bak ki,
vicdanlarına karşı nasıl da yalan söylediler [61]şeklinde
olacaktır.
Halbuki bu mürik
toplum, iş işten geçip hiç bir şeyin fayda vermeyeceği ve kimsenin kimseye bir
hayrının dokunamayacağı o çetin hesap gününde söyleyeceği "Rabbimiz Allah..." sözünü dünyada
ve gerçek anlamda söylese her şey hallolacak; ruhların kapalı kapıları
açılacaktır.
Bin defa tekrar edilse
azdır ki, fert ve toplumun felahı bundandır; topyekün insanlığın kurtuluşu bu
kısacık cümlededir. "Rabbim
Allah'tır" cümlesinin taşıdığı anlamın dünyasında bütün dertlerin
devası yatmaktadır. Çünkü bu sözün mânâ ikliminde giren ve onu her şeye tercih
eden insan, diğer bütün sahte rab'ları bırakacak, atacaktır. Başka hiç bir
şeyi rab tanımaycak, fânilere bel bağlamayacaktır.
Hiç şüphesiz felah
bundadır. Fakat bu kurtuluş çağrısına kulaklarını tıkayanlar, gönüllerini
kapayanlar, bununla da yetinmeyip düşmanca tavır takınanlar; kendilerini ve toplumları
bu büyük iman nimetinden mahrum bırakıyorlar.
İşte Yüce Yaratıcı,
ahdi bozan ve insanlık içinde fesat kaynağı olan müşrik toplumları uyarmak,
tevhid ehlini de hak yolunda kararlı kılmak için her ümmete "Allah'a kulluk edin, tağutlara tapmayın!"
diyen bir peygamber göndermiştir. [62]
Son Peygamber de bu
haberi getirdi ve yalnız onu tebliğ etti. Getirip insanlığa sunduğu bu tebliğ
gün gibi meydandadır.
O'nun çizdiği yol,
insanı kendine çağırıyor.
Bu peygamber sesi henüz
yeni gelmiş gibi tazeliğini koruyor ve hala kulaklarda çınlıyor. Fakat duyan,
hisseden kulaklarda... Henüz katıl aşmamış, taşlaşmamış, mühürlenmemiş ve
Hakk'ın sözünü duyan kaplerde yaşıyor bu tebliğ...
Bu Hak yolcularının,
"boş yere davasını güttükleri tanrıları" yok. Onların bir olan, emri
kainat ve insan üzerinde yürürlükte olan Rab'leri var. Onlar yalnız Alemlerin
Rabbi'ne inanıyor ve O'ndan başka tanrıları da inkar ediyorlar. Çünkü "Lâ
ilahe illallah" kelimesi tayyibesi bunu gerektiriyor. Yalnız Allah'ın
dini İslâm'ı kabul ondan başka bütün dinleri reddediyorlar.
Hem de inkarcıların,
münkerin, mürtedlerin, muktedirlerin, mütegallibelerin, tuğyankarların yıkıcı,
ezici, boğucu, kahredici baskıları; alaylı, küçümseyici ve nefret dolu bakışları
altında reddetme kahramanlığını gösteriyor. [63]
Kesin bir akaid kuralı
olarak bilinmektedir ki, İslâm imanına sahip olmayınca insanın amelinin Allah
katında bir kıymeti yoktur.
Salih amel binası
mutlak surette sahih itikad temeli üzerine kurulmalıdır.
İşte bu bakımdan,
sahih itikad sahibi olmayan müşriklerin, (mesela) Allah'ın mescitlerini imar
etmeye ehliyetleri yoktur. Onların hayır namına bütün yaptıkları hederdir, boşa
gitmiştir. [64]
Burada sözü edilen
"mescitler"den maksadın Mescid-i Haram olması kuvvetle muhtemeldir.
Rivayete göre Abdulmuttalip oğlu Abbas, Bedir savaşında esir alındığı zaman
müslümanlar onu müşrik olduğundan dolayı ayıplamışlardı. Bunun üzerine O,
"Size ne oluyor ki bizim iyi taraflarımızı hep gizliyor fena taraflarımızı
söylüyorsunuz. Biz Mescid-i Haram'ı imar ediyoruz; Kabe'nin perdedarlığını
yapıyoruz. Hacılara da su dağıtıyor, ikramda bulunuyoruz,.." [65]
Diyerek bu amellerini faydalı birer din işi ve ibadet olarak göstermek
istemişti.
Ama Yüce Allah bunların
ibadet olarak kabul edilmediğini ve boş işler olduğunu bildirdi.
Çünkü onların yaptığı
gibi, bir taraftan Allah'ın vahdaniyetini, Paygamber'ini risalet ve
hakimiyetini kabul etmeyerek şirklerini ilan ederken, öbür taraftan mescid
imar etmek elbette samimiyet eseri değildir ve tevhidi imanla bağdaşmaz.
Sahibine de bir hayır getirmez. Çünkü müşrikler "hayr"ı baştan
reddetmişlerdir.
Bu hale benzer
durumlar, biraz şekil değiştirmiş ve daha da zenginleşmiş, yaygınlaşmış olarak
halen devam etmektedir. Hayır işi ve ibadet yapıyorum diyerek küfre hizmet
edenlerin haddi hesabı yoktur. Hatta o zamankiler bunlar kadar zararlı değildi
desek mübalağa etmiş olmalıyız. Çünkü onların mü'min olmadığı herkesçe
biliniyordu ve "yerleri" belli idi. Şirk cephesinde oldukları
kesindi. Zamanımızda ise şirk ile imanın sınırı bir türlü belirlenemiyor ve
kesin çizgilerle ayrılamıyor. Çünkü ayrılmak şöyle dursun karışıklık, ihtilat,
iştirak ve beraberlik olması, böylece gerçek tevhid dininin eriyip gitmesi,
mü'minlerin de zamane toplumunun renkleriyle motifize edilmesi... sistemli bir
şekilde sağlanmak isteniyor.
Bu bakımdan son asırda
müslüman toplumlar felaketlerin en büyüğünü yaşıyor. Onlara komuta edenler,
İslâm'ın bütününe muhalif oldukları halde zahirde İslâmî törenlere taraftar
görünmekte, bir kısmımda icra ve ifa etmektedirler. Asıl niyetleri İslâm'ı
yaşatmak olmadığı halde yaptıkları bu işlerin gerçek yüzü hiç bir zaman
farkedilmemekte, aksine müslüman yığınlarca kabul görmektedir. Fakat bu kesimin
tevhidi İslâm idrakine henüz ulaşmamış dindarlar yığını olduğunu hatırlatalım.
Müşriklerin hayır ve
din işi gibi görünen işlerine misal olarak Türkiye'de yayınlanan ve gazete
görünümündeki ceridelerin yaptığı gösterilebilir.
Onlar ki bütün gaye ve
hedefleri müslümanları aşağılamak, mevsim mevsim irtica yaygarası kopararak
yetkili mercilere tehlike sinyali vermek, insanlarda, İslâmiyet'in artık
geçerliliği kalmamış, modası geçmiş ve eksik devirlerin ütopik bir malzemesi
ve tarihî kalıntıları olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
İşin en acı yönü de,
bunların senenin bir ayında yaptıkları güya dinî yayınların, müslüman denen
halk çoğunluğunun alakasına mazhar olması ve satış sağlamasıdır. Bu da, din
işiyle şirk işinin ne derece birbirine karıştırıldığını göstermektedir.
Müşriklerin ibadet
görünümlü işlerini kendilerine bir yarar sağlamayacağının bilinmesi önemlidir
ama, bundaa çok daha ehemmiyetli olan bir şey vardır: bu faaliyetler gafil
müslümanları aldatmakta ve böylece kendileri de müslüman kimliğiyle görünebil
inektedirler. İşte bunun İslâm'a çok büyük zararı vardır.
İslâm'ı samimiyetle
benimsememiş olan şahıs veya kurumların dinî faaliyetlerde bulunması, mesela
cami yaptırması, Ramazan'da iftar ziyafetleri tertip etmeleri, evlerinde veya
iletişim araçlarında yayınlanın mevlit törenleri yapmaları,
"şehitlik" imtiyazını kullanmaları, cenaze ve bayram namazlarına
katılmaları vs. gibi işler... Bütün bunlar din'i istismar etmek, yani kendi
emellerine alet etmektir.
Onların, "mescit
yapmak" gibi işlere de ehliyetleri yoktur.
Bu gibi işlerde
samimiyet olmadığı gibi, ayrıca da tenakuz (çelişki) vardır. Yani bir tarafta
şirk'in fiilen ve söz ile ilanı, öbür tarafta dine yardım işi...
Müfessir merhumun da
pek güzel ifade ettiği üzere, mesela onların mescitleri imar etmeleri
gerçekten bir îmar değil, Allah'ın mescitlerinin madden ve manen tahribi ile
alakalı bir amel, zımmen bir zarardır. [66]
Münafıkların
"dırar mescidi" diye Kur'ân'da anılan mescit yapma olayı da bu
cümledendir. Bu yapı, binası Allah korkusu ve rızası üzerine kurulan bir yapı
değildir. Aksine bu kimseler, yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup da,
onunla beraber kendisi de cehennem ateşine göçüp giden kimseler gibidir. [67]
Artık müslümanlarca
hiç değilse şu husus idrak edilmeli: İslâm'ı bütünüyle kabul etmedikleri halde
ne türden olursa olsun dine ait ve güya "müslümanlar için..." gibi
görünen faaliyet sahipleri, İslam'a açıktan saldıran kesimden daha etkili ve
tehlikelidir. Bunların yaptığından ziyade, icraatlarının din'e hizmet,
kendilerinin de müslüman kabul edilip hüküm ve icra mevkiinde getirilmeleri,
sistemlerinin de meşru sayılıp onaylanmasıdır.
Hal böyle iken bu tür
girişimleri yararlı sayan, sahiplerine de minnet duyup her fırsatta takdirler
sunan sözde dindar bir kesimin İslâmî şuur ve hassasiyet deceresini ölçmek
artık kolaydır.
Bunlar hakkında
verilen hüküm ancak şu olabilir: Bu kalabalıklar güruhu, "amelleri batıl
olan" müşriklerin, batıl olan yollarının takipçileri ve taklitçileridir.
Taklid ve tabi olma ise, aynen onlardan olmak gibidir. [68]
Âlemlerin Rabbi,
itikadda olduğu gibi ameldeki ortaklığı da kabul etmemektedir.
Allah'ın emri bu
yöndedir. Kim Rabbi'ne kavuşmayı arzu ediyorsa, O'na yaptığı ibadette hiç
kimseyi ortak etmemelidir. [69]
Amelde şirk sayılan
hallerden biri "riya"dır; başkası için, başkası namına bir amel, bir
iş yapmaktadır. En açık anlamıyla riya, niyette Allah'tan başkasını
kasdetmektir.
Bir kimsenin ameli
riyadan, gösterişten uzak; söz ve övmekle dahi olsa Allah'ın gayrından ecir
talip etmek duyusundan beri olmasza, o amel şirk dairesinin içindedir. O ameli
yapan da, halis muvahhid olamaz. Halbuki şirk şaibesinden sakınmak tevhidin
gereğidir. [70]
Peygamberimiz
Aleyhissalatü ve'sselam'ın haber verdiğine göre Yüce Allah şeriklerden
münezzehtir. O'nun için herhangi bir amel işleyen kimse, o amele O'ndan
başkasını karıştırdığı takdirde Allah onu ortak koştuğu şerikiyle başbaşa
bırakır. [71]
Bir başka hadislerinde
Peygamberimiz, "Allah, insanları
kıyamet gününde topladığı zaman bir münadi şöyle nida eder: Her kim Allah için
yapılması gereken bir amele başkasını ortak etmişse o amelin sevabını gitsin o
ortaktan istesin!" buyurmuştur.
Nakledildiğine göre
Hz. Ebu Bekir (ra) bir gün Allah'ın Resulü'ne:
"Bana öyle bir
söz öğret ki onu her sabaha erdirğimde, her akşama ulaştığımda ve yatağıma her
yatışımda söyleyeyim", demiş. Peygamber aleyhisselam da, "şöyle
de!" buyurmuştur:
"Ey göklerin ve yerin Yaratıcısı, gaybın ve
görünenin alimi, her şeyin maliki ve rabbi olan Allah'ım! Senden başka ilah
olmadığına şehadet ederim. Nefsimin şerrinden sana sığınırım. Şeytanın
şerrinden ve onun şirkinden sana sığınırım...” [72]
Burada bir sığınma söz
konusudur ki o da şeytandan ve onun şirk koşturmasındandır.
Enes'den (ra) rivayete
göre Nebi aleyhisselam şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde ademoğlunun amelleri aziz ve
celil olan Allah'a arzolunur. Allah da: 'Şunu atınız, şunu kabul ediniz!”
buyurunca melekler şöyle der:
“Yâ Rabbi, andolsun biz onda hayırdan başka
bir şey görmüyoruz!” Bunun üzerine Allah buyuruyor ki:
“Onun ameli benden başkası içindi; ben bugün
amellerden ancak benim rızam için olanı kabul ediyorum.” [73]
Yalnız burada
hatırlatılması gereken bir husus var:
Öyle görünüyor ki bugünün toplumunda bu
anlamda bir riya ile ibadet yapan insan pek azdır. Yani hiç kimse çıkıp da
gösteriş için namaz kılmaz ya da oruç tutmaz. Ancak şu anlamda Allah'tan
başkasına kulluk vardır: Bireysel ve toplumsal hayatta yaşama ve düşünce tarzı
Allah'a isyankar bazı insanlar ve kurumlar tarafından belirlenmekte, onlar da
bu belirlenen tarzda hayat sürmektedirler. Bu ise bir riya değil, doğrudan
doğruya başkasına kulluk şeklidir. Geniş halk yığınları bu otoritelere bir nevi
ubudiyeti kabul etmek suretiyle vatandaş olarak yaşama hakkına sahip
oluyorlar. Ayrıca da vatandaşlık görevini yerine getiren uysal, muti
problemsiz kimseler olma iyiliğini gösteriyorlar.
Bir de bu dindar
toplumun dini hayat karakteristiğini tesbit yönünde şu söylenebilir: Biraz önce
de belirtildiği gibi amirlerin, otoriter makamların ve toplumun beğenisini kazanmak
için dindar görünen ve ibadet eden riyakarların değil de; namazı, orucu, haccı
ve benzeri ibadetleri bir töre, bir gelenek gibi güya îfa eden ve bunlarda
gerçek kulluk halini yaşayamayan kimselerin çoğunlukta olduğu bir toplumdur
bugünkü toplum. Törensel, hatta folklorik, hatta müzikal ve biraz da hamasî bir
mahiyet almıştır ibadetler. Bunun için de yapılan bu ibadetler, kalabalıkları
tevhid gerçekliğine yaklaştırmayıp uzaklaştırmaktadır. Tam müşrik olan bir
kimsenin birden İslâm'a dönüp onu tam olarak yaşaması mümkündür. Fakat
dindarlığa bu şekilde alışmış kimselerin gerçek kulluğa ermeleri o kadar mümkün
olmayabilir.
İşte bunlar, insanları
dini anlamda riyakâr kılan değil, fakat ihlası, samimiyeti, içtenliği yok eden
hallerdir.
Dini böyle görenek
şeklinde algılamış olup tahkiki imana yükselememiş kimseler, yaptıkları işin
şuurunda değillerdir. İbadeti yalnız şekil ve tören olarak icra ederler. Yıl
boyu namaz kılmayan, hatta Ramazan da bile beş vakit namazı kılmayıp, oruç
tuttuğu için güvene güvene ve büyük bir ihtişam ile teravih namazına giden
kalabalıkları gördüğüm zaman-ben bu gerçeği düşünürüm. Kalabalıklara katılır
fakat ayrı gibi yaşarlar, birbirini tanımazlar. Çünkü fikirler ayrıdır, kafalarda
başka başka görüşler yatmaktadır ya da boşluklar vardır.
İtikadda olduğu gibi
amelde de şirke bulaşmamak lazımdır. Bu da ancak şeriki ve nazîri olmayan bir
tek Allah'a kulluk etmek şuuruyla olur. Yoksa, Allah her şeyi yaratandır demek
yeterli olmaz. Özellikle, "O'ndan başka kulluğa layık kimse yoktur"
düsturu düşüncede hakim olmalıdır.
Bütün kulluğunu sadece
âlemlerin Rabbi'ne hasretmiş olan insan inanır ki, Allah'ın emrettiği her şey
sevilir ve beğenilir. Din, Allah'ın teşrî ettiğidir; O'nun yasak eylediği de
sevilmez. Sevdiği sevilir, sevmediğinden kaçınılır.[74]
Bütün bunlar amelde
ihlası sağlar. Böyle olmayan bir anlayış müşriklerin anlayışıdır ki bu hal
bize, "onların çoğu Allah'a ancak
şirk koşarak iman ederler," [75]
âyetini hatırlatmaktadır. Onlar ki, uluhiyeti büsbütün nefy-ü inkar etmezler
de açık veya gizli bir şirk karıştırmadan Allah'a inanmazlar. Halis tevhid ile
iman etmez, Allah'tan başkasına mabudluk payesi verir, O'ndan başkasına da
taparlar. [76]
Amelde şirk, itikadda
şirk, fikirde şirk.. Bütün bunlar tevhidi bir İslâm inancının zıtlarıdır ve
hepsi de küfrün nevilerindendir. [77]
Hak ile batılın ve
taraftarlarının birbirinden tamamen ayrılacağı ilâhî adalet gününde müşriklere
uygun görülen karşılık cehennem azabıdır. Şirklerinin, boşa giden amellerinin,
şirk temeli üzerine kurulmuş hayatlarının ve yine bu sistem üzere insanlara
hükmetmelerinin kötü neticesi olarak onlara takdir edilen sonuç budur.
Dünyada karşılıksız
kalmış zulümlerin, maddî-manevî cinayetlerin hakkından ancak İlâhî adalet
gelir.
Allah'ın kanunu
gereğince asıl ceza yurdu öbür taraftır. Fakat Cenab-ı Hakk'ın, geçmiş
peygamberlerin ümmetlerinde bazen bu ceza işini çabuklaştırarak daha dünyada
iken başlarına bir bela getirdiği de görülmektedir. Kur'ân'ın "kıssalar"
denilen bölümleri, türlü âfetlere uğrayan, şirklerinin cezasını henüz hayatta
iken gören bazı kavimlerin haberlerinden bahseder.
Kur'ân'ın, "Yeryüzünde gezip dolaşın da, bunların
akibetlerinin nasıl olduğuna bakın" ifadeleriyle helak olduklarını
bildirdiği kavimlerin çoğu da müşriklerdendir. [78]
Belirtmeye lüzum
yoktur ki Kur'ân'da bu tür kıssaların anlatılması, ibret alınması içindir.
Geçmişin hikâyesi ve hatırlatılması, geleceğe ışık tutmak içindir. Kur'ân hiç
bir zaman tarihî bilgi verme gayesini gütmez. Bunlar, sadece ibret alınıp
onlar gibi olunmaması için bir ihtardır.
Fakat bunlardan ibret
alınması için basiret, basiret için de iman lazımdır. Bazılarının, sadece bir
tarihi olay gibi bu kıssaları heyecanlı ve tatlı tatlı anlatıp geçmesi,
dinleyicilerin de zevkle dinlemesi, bunun hikmetine varamamanın bir
alemetidir.
Tekrar, belirtelim ki
Yüce Allah müşriklere mühlet verip cezayı erteliyor; ama çoğalması için
erteliyor.
Bir anlayışa göre de
bu mühlet verme durumu, Allah'ın "rahman" sıfatının bir sonucudur.
Yani Rahman sıfatının bir gereği olarak bu dünyada müşrik-mü'min, herkes O'nun
nimetlerinden faydalanıyor. Bu noktaya işaretle, "Allah dünyanın
Rahman'ı, ahiretin Rahim'idir" denilmiştir. Binaenaleyh, mahlukat,
Allah'ın merhametinden başlangıçtan beri, rahimiyyet ve merhametinden de
sonuçta müstefid olur. Ve canlı cansız, nebat hayvan, hayvan insan, itaatkar ve
âsi, muvahve müşrik... gibi, âlemlerin hepsi O'nun rahmetinden istifade ediyor.
[79] Ama
öbür tarafta müşrikler, cehennem halkıdır ve sonsuz olarak orada kalıcıdırlar.
Bunun için Kur'ân, "Vay haline o
müşriklerin!" diyor. [80]
Müşrik insan için
"zalûm ve cehûl" denilmiştir. Çünkü onlar, İlâhî teklifi muhafaza
etmeyip zayi etmişlerdir. Allah da onlara cenneti haram kılmıştır. [81]
Bu kötü akibetin,
benzer üslup ve lafızlarla Kur'ân'da çokça tekrar edildiğini görüyoruz. Fakat
tehdidin daha şiddetli olduğu yerler de vardır. Mesela Fetih sûresinde münafıklarla
beraber müşriklere, "O felaket
girdabı başlarına dönesiceler!" deniliyor. Ve "Allah onlara gazaplanmış, onlara lanet
etmiştir; varacakları yer ne kötüdür!" buyuruluyor. [82]
Müşrik muktedirlerinin
ve onların hempalarının dünyadaki kayıtsız şartsız, sınırsız ve sorumsuz
hükümranlıklarına rağmen, varacakları sonuç budur. Zalimle mazlumun birbirinden
ayrıldığı ve "Ey mücrimler, bugün
artık ayrılın!" [83] denildiği
gün, hak yerini bulacaktır.
Ama mü'min, bu ayrılmanın ve hesaplaşmanın, dünya şartlarında ve beşerî çerçevede de gerçekleşmesini istemeli ve bunun mutlaka olacağına inanmalıdır. [84]
[1] Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü'l-Camiu li'l-usûli
fi-ehâdisi'r-Resul, 1/140, İst., 1981, Ofset Baskı
[2] Nisa: 16/116, 136
[3] Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş, s.9, çev. K.
Kuşçu, İst. 1961
[4] el-Alûsî, Ruhu'l-Meâni,10/79
[5] HamdiYazır, age, 9/5989
[6] age, 2/770
[7] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 107-109.
[8] Âl-i İrarân: 3/79.
[9] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 110-112.
[10] Azarbeycan'daki ve diğer Türk illerindeki milyonlarca
müslümanın varlığı bunu göstermektedir
[11] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 112-113.
[12] Tevbe: 9/30; Saffet, 149
[13] Maide: 5/73
[14] Lokman: 31/13; Nisa, 48
[15] En'am: 6/82
[16] İbn Kesir Muhtasarı, 1/594; Sahih-i Buhari Muhtasarı
Tecrid-i Sarih, Terc, 1/44
[17] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 113-117.
[18] Tefhimü'l-Kur'ân, 1/51
[19] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 117-118.
[20] Yunus: 10/36; Necm, 28; En'am, 116
[21] Elmahlılı, 4/2724
[22] Fussilet: 41/5
[23] Hak Dini, 3/1901
[24] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 118-120.
[25] Lokman: 31/25; Zümer, 38; Zuhraf, 9, 87; Ankebut,
61-63
[26] Mü'minun: 23/84, 85, 89
[27] Mü'min: 40/90; Mücadele, 19.
[28] İsr'a: 17/67
[29] En'am: 6/40
[30] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 120-124.
[31] Saffât: 37/35, 36. 124
[32] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 124-125.
[33] Maide: 5/58, 103
[34] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 125-126.
[35] Şûra: 26/13
[36] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 126-127.
[37] En'am: 6/121
[38] Müddebsir: 74/49-51. 128
[39] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 127-128.
[40] En'am: 6/52; Muhtasar, 1/581; Hak Dini, 3/1941
[41] Şûra: 26/111; Hûd, 27. 130
[42] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 128-131.
[43] Hak Dini, 2/1251
[44] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 131-132.
[45] Bakara: 2/96
[46] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 133-134.
[47] En'am: 6/11,109, 110
[48] Tefsir-i Tibyan, 2/8; Haazin, 1/35
[49] Haazin, 3/327; Yunus, 16.'nın tefsiri
[50] Îsra: 17/93
[51] Elmalılı,3/2025
[52] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 134-137.
[53] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 137-138.
[54] A'raf: 7/172
[55] es-Sabûnî, Muhtasar, 1/47
[56] A'raf: 7/173
[57] Elmalılı, 4/2334
[58] Fî Zilal., 1/104
[59] Tîn: 4-5
[60] En'am: 6/148;Nahl, 35
[61] En'am: 6/22-24
[62] Nahl: 16/36.
[63] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 139-143.
[64] Tevbe: 9/17
[65] Beyzâvî, age, 3/93
[66] Elmalılı, 4/2479
[67] A'raf: 7/109
[68] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 143-147.
[69] Kehf: 18/1210
[70] İmam-ı Rabbânî, Mektubat-ı Kudsiye, Müstekimzade Terc,
3/40, 40
[71] Muhtasar İbn Kesir, 2/264
[72] age, 2/265
[73] age, 2/441.
[74] İzmirli İsmail Hakkı, Muhassalü'l-Kelâmı ve
'l-hikme'den naklen Kur'ân-ı Hakim ve meal-i kerîm, 3/1208
[75] Yusuf: 12/106
[76] Elmalılı, 4/2932
[77] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 147-150.
[78] Rûm: 30/42
[79] Elmalılı, 1/33-35
[80] Tevbe: 9/17, 113; Fussilet, 41/6
[81] Mâide: 5/72
[82] Fetih: 48/6.
[83] Yasin: 36/59
[84] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 150-152.