KİTAP EHLİ 2

Geçmişi Ve Bugünüyle Ehl-i Kitap. 2

Başlangıçta. 2

Sonradan. 2

Düşüşleri 2

Suçları-İsyanları 3

Küfürleri 3

Faaliyetleri 5

Bilginleri 6

Şimdiki Kitap Ehli 7

Sosyo-Politik Küfürleri 8

Onlara Bakışımız. 9

Müşriklerden Farkları 10

Kitap Ehlini Taklid Etmek. 11

Batı Hegemonyası 12


KİTAP EHLİ

 

Geçmişi Ve Bugünüyle Ehl-i Kitap

 

Başlangıçta

 

Bir zamanlar Yüce Allah, Yakub aleyhisselam'ın soyu olan İsrailoğulları'nı bütün aleme üstün kılmış ve onlara maddî manevî nimetler vermiştir.

Onları Firavun ailesinin zulmünden kurtarmıştır. Denizi yarmış, kolayca geçmeleri için yol haline getirmişti.

Sîna yarımadasına göç ettiklerinde bulutu üzerlerine göl­ge yapmıştı. Açlıktan kurtulmaları için rızık olarak kudret helvası ve bıldırcın yiyeceklerini indirmişti. [1]

Hatta bir dönemde İsrailoğulları Allah'tan gelen ilâhî bil­diriyi, din gerçeğini sahiplenen tek kavim idiler.

Bu nedenle diğer insanlara ve bütün milletlere önder olup hakka çağırmakla görevlendirilmişlerdi.

İsrailoğullarına yine nimet olarak peygamberler ve ilâhî kitaplar verilmiş, önderlik misyonu onlara emanet edilmiş­tir.

Allah'ın nazarında üstün bir konumları vardı. [2]

 

Sonradan

 

Fakat bilahare İsrailoğulları kendilerini ikiyüzlülüğe ve kötü amellere teslim ederek kendilerini bu nimetlerden mah­rum bıraktılar.

Nimetin kadrini bilmediler, o üstünlüğe layık olmadılar. Böylece Allah'ın nazanndaki itibarları pek kısa sürdü.

Bu cümleden olarak, Firavun'un zulmünden kurtulmala­rından hemen sonra Musa aleyhisselam'ın yanlarından kısa bir müddet ayrılmasını fırsat bilerek Samiri'ye uydu ve put­perest oldular. Musa aleyhisselam'a bağlılıklarını sürdürme­diler.

Bu sırada Yüce Allah'ın onlara birçok ihtarları oldu. Ver­diği nimetleri hatırlamaları, ahde sadık kalmaları, indirilen Kitab'a iman ettikleri halde onu inkar edenlerin ikli olmama­ları, âyetlerini az bir menfaatla değiştirmemeleri... zaman zaman onlara hatırlatıldı. [3]

Ama onlar itaat ve kulluk belirtisi olan bu emirlerin hep­sinin zıddını işlemek suretiyle isyanlarını açık, kesin ve sü­rekli hale getirdiler. [4]

 

Düşüşleri

 

Kitap ehlinden, özellikle Yahudiler Allah'ın nazarından düştüler. Daha önce de belirtildiği üzere başlangıçta nail ol­dukları büyük nimetlerine ve şerefli konumlarına rağmen, sonradan insanlık aleminin en şerir milleti oldular.

Kur'ân'ın hükmüyle, beni-İsrail kafirleri, "Hem Da­vud'un hem de Meryem oğlu İsa'nın lisanıyle lanetlendiler" [5]

Elbette ki bu kadar geçmiş nimetlerin ve iltifatların sahi­bi olduktan sonra bu şekilde bir isyana ve nankörlüğe düş­mek, böyle bir lanetle lanetlenmeyi gerekli kılmıştır.

İşte Yahudiler, nail oldukları ilâhî nimetin kadrini bil­medikleri, kendilerine yüklenen insanlığa önder olma "misyonu"nun gereğini yapmadıkları için, suçları ölçüsünde aşa­ğılandı ve cezalandırıldılar.

Daha önce kendilerine helal kılınan temiz şeyler sonra­dan yasaldandı.

Zenginlikleri, bol nimetleri ellerinden alındı. İşte bunun için "Allah'ın eli bağlıdır" yani çok cimridir, dediler. Allah da onlardan bir kısmını maymun ve domuz suretine çevirdi. [6]

Yahudilere verilen maddî manevî cezalar kademe kade­medir.

Bunlar önce mel'un olur, ilâhî rahmetten kovulurlar. İkinci olarak ilâhî gazap başlarına çöker, bela üstüne belaya uğrarlar. Üçüncü olarak maymun gibi bir insan mukallidi, kararsız, dönek, renk değiştiren, sahtekar.... bir toplum hali­ne getirildiler. Gerçekten de dikkatlice gözlemlendiği zaman hemen farkedilir ki, Yahudi insan tipi belli bir karakter arzetmektedir. Müfessir merhumun pek güzel tasvir ettiği üze­re Yahudi, bir bakışa zekidir; insanın her yaptığını derhal taklid eder, fakat hakikatte ne yaptığını bilmez, taklid derdi ile her felakete atılır, sevk edilir. Bir bakarsın gayet çirkin, suratsız bir maskaralık timsali veya hınzır gibi canavar boy­nu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her habaseti yapar, her pisliği yer, derisi bile debagat kabul etmez, müstekreh, men­fur, makhur bir cinayet ve denâet timsali olur gider. [7]

İşte bu hal, onlara dünyada iken verilmiş aşağılama ce­zasını dışa vuran görüntüleridir.

Bu lanetlenme ve cezalandırma realitesine mebni olarak Kur'ân, Musa alehîsselam devri yahudilerine da aynı üsiupla hitap ediyorsa, Hz. Peygamber devri yahudilerine de aynı üs­lupla hitabediyor.

Yahudilerin İslâm'dan evvel, İslâm'dan sonra ve günü­müze kadar gelen bütün nesillerinde aynı karakterin izleri ve belirtileri görülür. Aşağılık karakter daima kendisini gös­terir. Zaten Kur'ân da onları bu sıfatlarla damgalamış, in­sanlara ibret olsun diye hallerini ilan etmiştir. [8]

 

Suçları-İsyanları

 

Ehl-i kitabın bu decere ağır cezalara uğratılmasının ve bir kısmına da lanet edilmesinin sebepleri neydi? Aynı halle­re düşmemek bakımından bunların bilinmesinde bizim için yarar vardır. Bu yönde, Kur'ân-ı Mübîn onların birçok suçla­rını zikrediyor. Kısa çizgilerle belirtecek olursak, bu suçların bir kısmı: Ahidlerini bozmuş olmaları, Allah'ın âyetlerini in­kar etmeleri, peygamberleri öldürmeleri, Hz. Meryem'e iftira etmeleri, hepsinden beteri "Biz Meryem oğlu İsa Mesihi öl­dürdük" diye övünmeleri... gibi suçlardır.

Allah'ın Resulü olduğunu bildikleri halde Hz. İsa'yı öl­dürmeye teşebbüs etmeleri, onların günah yolunda ne kadar cür'etkar olduklarını gösterir. Çünkü O'nun Peygamber oldu­ğu hakkında zihinlerinde hiç bir şüphe yoktu.

Yine Kur'ân, büyük isyan alameti olarak: Yahudilerin yaptıkları zulmetden, haksız yere insanların mallarını yeme­lerinden, men'edil dikleri halde faiz almalarından... bahse­der. [9] Ve o Yahudiler ki, Musa aleyhisselam'a bağlılıklarında sebat etmeyip imandan döndükten sonra, "Biz açıkça Allah'ı görmedikçe sana inanmayız!" demek cür'etini göstermişlerdi. Bu söz üzerine de derhal onları yıldırım çarpmıştır. [10]

Çok enteresan ve ibret almamız gereken bir fena halleri daha vardı:

İşledikleri fenalıklardan birbirlerini vazgeçirmiye çalışmıyorlardı. [11]

Halbuki (öncelikle) bilginleri, fakihleri onları işlemekte oldukları haramlardan alıkoymaya çalışmalıydı. [12] Fakat bu­nu yapmadılar.

Kitap ehlinden çoğunun kafirlerle dost oldukları da tari­hi bir gerçektir. Bu tutumları Kur'ân'la Peygamberimize de haber verilmiştir. [13] Öyle ki, onlardan taraf oluyor ve onların velayeti arkasına düşüyor, öncülüklerini kabul ediyorlardı.

Daha nelere cür'et etmediler ki!..

Hz. Peygamber'den, kendilerine gökten bir kitap indir­mesini bile istediler.

Cumartesi yasağını çiğneyerek isyan ettiler.

Pek azı müstesna, İslâm hakikatine inanmadılar ve mü'minlere düşman oldular. Kitap ehli, Allah'ın Resulü'ne ve mü'minlere düşman olmakla da kalmayıp, onları kendi dinle­rine çevirmek isterler. Bu durum Hz. Paygamber'e, "Sen on­ların kendi dinlerine uymadıkça, Yahudiler de Hıristiyanlar da senden razı olmazlar.” [14] buyurarak haber veriliyor.

Şu noktayı da anlamak gerekir: Kitap ehlinin Resulullah konusunda ki suçları, müşriklerden daha büyüktür. Çünkü ehl-i kitap henüz Peygamber olarak gelmesinden önce O'nun hakkında bilgi edinmişlerdi. Hem de gelecek olan nübüvveti­ni ikrar ediyorlardı. Fakat gerçekten peygamber olarak orta­ya çıkınca O'nu inkar ettiler, yalanladılar ve bilgilerine rağ­men O'nu reddettiler. [15]

İsrailoğulları, tarih boyunca birçok peygamberin kendile­rinden gelmiş olması sebebiyle son Peygamber'in de beni İsrailden gelmesini bekliyorlardı. İşte bunun için O'nun daveti­ne karşı böbürlendiler. Üstelik hem sulh, hem de harp zama­nında O'na ve müslümanlara ihanet ettiler.

Peygamber aleyhissalatü ve'sselam, ilk olarak Medine etrafındaki ehl-i kitap olan Yahudilerle barış ve yardımlaş­ma akdini imzaladı. Ama onlar hainlik edip Peygamberle olan akitlerini bozdular. Üstelik her savaşa girdiklerinde ka­firlerle anlaştılar ve onlara yardım ettiler.

Onlar, tevhid ve şirk arasındaki soğuk savaşta da müslümanlara karşı müşriklerin yanında yer alıyorlardı.

Medine'de müslümanlar arasına fitne sokmaya çalışıyor­lardı.

Yahudilerin İslâm'a düşmanlık beslemelerinin diğer bir sebebi de, Medine muhitinde, ellerinde bulundurdukları reis­lik, liderlik, ticarî hakimiyet ve faizcilik gibi imkanları kay­bedip, her bakımdan geri plana düşme endişesi idi.

İşte bütün bu suçlar, o türlü bir cezayı ve lanetlenmeyi gerektiriyordu. Fakat bu henüz dünyada uğratıldıkları rezil­lik ve aşağılanmadır. Esas cezaları, bütün kafirler için oldu­ğu gibi âhirete bırakılmıştır ki, bunun sebebi de kalplerinde bulunan inkara yönelik itikatlarıdır. [16]

 

Küfürleri

 

Ehl-i Kitab'ın kafir olduğundan hiç şüphe yoktur. Kur'ân'ın hükmüyle, içlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır. [17] Her ne kadar Kur'ân'ın bazı âyetlerinde "Kitap ehlinden ve müşriklerden olan kafirler" [18] şeklinde ifadeler bulunuyorsa da bu ifadeden, "bunların sa­dece bazılarını kafir olduğu", bir kısmının olmadığı şeklinde bir anlam çıkartılmamalıdır. Aslında bu cümlenin anlamı şu­dur: Küfre düşen güruh iki çeşittir; biri ehli kitap, diğeri de müşrikler. Bu bakı'mdan buradaki mânâ:

"Küfre düşmüş iki güruh olan Ehl-i kitap ve müşrikler..." şeklindedir. [19]

Çünkü müşrikler ve kitap ehli, Resulüllah'a risalet gel­dikten sonra onu inkar etmişlerdir.

Ayrıca Ehl-i kitap içinde Kur'ân'ın yalnız "bir kısmını" inkar edenler de vardı. [20] Bu topluluk Kur'ân'ı tamamen in­kar etmiyordu. Çünkü O'nda Allah'ın birliğine, kudretinin isbatına, ilmine ve hikmetine delalet eden âyetler de vardı. İş­te bunları inkar etmiyorlardı.

Fakat Hz. Peygamber devrindeki Kitap ehli genel olarak Kitab'a karşı kuşku içindeydiler. [21] Aynı zamanda kendi ki­taplarını da aslıyla bilmiyor ve ona hakkıyle iman etmiyorladı. [22]

Sadece o önem için olmak kaydıyla, kendi kitaplarına hükmüne bağlı kalsalar, mü'min sayılırlardı. Yani Tevrat'ı, İncil'i, kısaca kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı, kaybettikleri nimetlere tekrar kavuşacakları. [23] Ama, yine Kur'ân'ın beyanına göre, Kitap'tan uzak kaldıkları, onun ah­kamını düstur edinmedikleri müddetçe, kitap ehlinin hiç bir esas üzerinde olmadıkları da [24] şüphesizdir.

Kaldı ki onlar, birçok batıl inançları, ibadet şekillerini ve gelenekleri benimseyip hurafeler yığınını din edindikleri gi­bi; bununla da yetinmediler; kendi kafalarından uydurdukla­rı tefsir ve te'villerini asıl metindenmiş gibi kabul ederek Tevrat'ı da tahrif ettiler.

Hatta kendi kitaplarından bile, derin bir şüphe için muzdarip bulunuyor [25] ve ondan rahatsız oluyorlardı.

Özellikle Yahudiler, işledikleri cezayı ağır bulup uygula­mak istemiyorlardı. İbn Abbas, Ebu Hureyre ve daha pek çok sahabiden (radıyallahü anhüm) rivayet edildiğine göre:

Tev­rat'ta, zina eden İsrailoğullarına "recm" cezası emredilmişti ve bunu da uyguluyorlardı. Fakat sonraları, toplum içinde ileri gelenlere, mevki sahibi olanlara uyguluyorlardı. Fakat sonraları, toplum içinde ileri gelenlere, mevkii sahibi olanla­ra uygulamadılar. Çare olarak recm'i bırakmış ve zina edene kamçı vurmak, yüzünü karalayıp eşeğe ters bindirerek hal­kın içinde gezdirmek şeklinde bir ceza icad etmişlerdi.

Hz. Peygamber Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra, bazen O'na başvurup daha hafif bir ceza araştırırlardı. Fetva için gönderdikleri adamlara:

"Eğer size şöyle (uygun) bir hüküm verilirse alın, bu verilmezse sakının" [26] derlerdi. O'nu hem hakem tayin ederler, hem de verdiği hükümden yüz çevirirlerdi.

Kısacası Yahudiler, genellikle Musa aleyhisselam Şeria­tının şiddetinden kaçınmak için, İslâm dini hükümlerine gö­re muhakeme olunmak isterler ve böylece bir kaçamak yolu takip ederlerdi.

Bütün bunlar Kitap ehli'nin daha henüz dinlerinde bile sadık bir imana sahip olmayıp, küfür içinde olduklarını gös­termektedir.

Kitap ehlinin sapkınlığı o kadar derindir ki, bunun bir sonucu olarak kendi aralarında bile hiziplere bölünüp ayrılı­ğa düştüler. Kimi, "İsa Allah'ın oğludur", kimi, "Allah ile bir ve beraber olan bir tanrıdır" dediler; kimisi de "İsa, Allah'ı meydana getiren üç esastan biridir" diyerek ihtilaf ettiler. [27]

Kur'ân'ın bahsettiği bu "fıkralar", bir ihtimale göre de Yahudilerle Nasranilerdir. Veya Nasranilerin kendi araların­da bölündüğü fırkalardır. Bunlardan Nastûrîler Hz. İsa'ya "Tanrının oğlu" dediler. Yakubîler, "O bizzat Tanrıdır; yere indi sonra göğe çekidi" dediler. Melkâniler ise "O, Allah'ın kulu ve Nebisidir" dediler. [28] Kitap ehlinin dalaletleri türlü türlü ve birçok yöndedir. Yahudiler ve Hristiyanların, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgili dostlarıyız" demeleri de [29] bunun belirtilerinden biridir.

Hıristiyanlardan bu ve benzeri inançlara sahip bulunan­ların -ki hemen hepsi böyledir-dalalette olduğunda şüphe yoktur çünkü, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenlerin ka­fir olduğu Kur'ân'ın hükmüyle sabittir. [30]

Bunların Nasârâ olduğu açıktır. Çünkü bunlar genellikle Mesih'e ilah dedikleri gibi, "baba, oğul, Kutsal ruh; üç ilah bir ilahtır" diye bir teslis akidesi ortaya koymaktadırlar. Za­ten hristiyanlar, bu üç ilahı bir Allah olmak üzere birleştir­dikleri zaman bile, bu vahdetle yine Mesih'i kastederler. Ya­ni üçlemeyi kaldırdık ve tek ilaha inanıyoruz... demeleri de tevhid inancına erdiklerini göstermez. Kaldıki böyle bir inan­ca sahip olsalar bile İslâmiyet'in dışında bulunarak hak yol üzerinde olduklarını iddia etmenin bir kıymeti yoktur.

Sözün kısası, ehli kitabın az bir kısmı İslâm'a itihak et­miş, diğer taraftan ekseriyeti küfürde kalmıştır.

Ancak bu çoğunluğun bir kısmı da (Hz. Peygamber dev­rinde) müslüman olmamakla beraber, az çok doğruyu göre­rek İslâm tebaiyyetine girmiş, İslâm'ın zimmetini kabul et­miş ve bu suretle eski bozgunculuklarını ve fısklarını birço­ğundan vazgeçmiştir.

Buna karşılık büyük çoğunluk hakkı büsbütün unutmuş, gayz ve taassuba sarılmış, küfr-u tuğyanını artırdıkça artır­mış, her münkeri işlemiş ve yaymış, İslâm'a düşmanlıkta ka­firlerle beraber olmuş ve hatta da daha ileri gitmiştir. [31]

Zaten durumları şuradan da açıkça anlaşılır ki, onlar; Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene iman etmiş olsalardı kafirleri dost edinmezleri. [32] Üzerlerinde başka hiç bir ala­met olmasa dahi, bu tutumları bile onların küfrünü göster­meye yeterlidir. Ve bu Kur'ân hükmü, kendini müslüman zannettiği halde kafirlerin tarafını tutan okumuş ve okuma­mış idraksizlere ibret olmalıdır. [33]

 

Faaliyetleri

 

Kitap ehlininin, başlangıçtan günümüze kadar kendi hurafeleriyle başbaşa kalıp sessizce yaşayıp gittikleri söylene­mez. Aksine onlar, Hak Din'in gelmesinden itibaren şer ve if­sat yolunda durmadan çalışmışlardır. Onların bu olanda yaptıklarını birkaç maddede toplamak mümkündür.

İbni Abbas ve Mücahid'in beyanına göre Yahudi ve Nasara'dan bir gurup Allah'ı ve Resulü'nü kabul etip İslâm'a girdikten sonra mü'minlerle mücadele ediyor, onları cahiliye devrine döndürmek için tartışıyorlardı. Ve mü'minlere şöyle diyorlardı: bizim kitabımız sizin kitabınızdan hayırlı, Pey­gamberimiz de sizin Peygamberinizden öncedir. Biz de siz­den hayırlıyız, Allah yolunda da sizden önceyiz. [34]

Kur'ân onların bu saçma iddialarından, "Allah ve O'nun Din'i hakkkında tartışanların delilleri Rableri yanında batıl­dır" (geçersizdir) şeklinde bahseder. Bu yöndeki çabalarını da şöyle haber verir: Ehl-i kitaptan çoğu, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. [35]

Yine o Ehli kitap ki, kafirlerin yolunun mü'minlerin yo­lundan daha doğru olduğunu söylüyorlardı. [36]

Mü'minleri saptırmak yolunda bir de şöyle bir plan kudular: Birbirlerine dediler ki, "Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin inanın, akşam da inkar edin; böylece belki imanla­rından dönerler. [37]

Bu plan, Yahudi bilginlerinin ve liderlerinin, İslâm ha­reketinin gücünü zayıflatmak için kurdukları tuzaklardın bi­riydi, onlar, sadece gizli düzenlerle bazı müslümanları kan­dırmak için İslâm'a ilgi duyar görünüyorlardı. Bu amaçla Medine'ye, müslüman olduklarını ilan eden adamlar gönderiyorlardı. Ama bu adamlar daha sonra nıüslümanlar arasında ve onların Peygamberlerinde şu şu kötülükleri gördükleri için İslâm'dan çıktıklarını açıklıyorlardı. [38] Bu konuda şöyle bir olay daha nakledilir: Hayber Yahudilerinden oniki kişilik bir haham topluluğu müslümanları şaşırtmak için yukarıda sözü edilen plan gereğince, günün evvelinde İslâm'a girecek­ler, fakat akşama doğru: "Biz kitabımıza baktık, Muhammed'in sıfatını onda bulamadık" diyerek İslâm'dan çıkacaklar. Böylece müslümanların da içine şüphe atacaklar ve onla­rın da dinden dönmelerine kapı açmış olacaklardı. [39]

İşte Yüce Allah onların bu hilesini hatırlattıktan sonra, "Ey Kitap ehli, niçin hakkı batılla karıştırıyor ve bile bile gerçeği inkar ediyorsunuz![40] buyurarak, yapılan işin tevhid açısından fecaetini ortaya koyuyor.

Küfürlerinin sonucu olarak, Kitap ehlinin İslâmla ve bağlıları ile alay etmeleri de kayda değer.

Kur'ân bunları, "dini oyun ve eğlence yerine koyanlar..." olarak vasfeder. O Yahudiler ki, müslümanlar ezanla insan­ları namaza çağırdıkları ve müslümanlar namaza kalktıkları zaman, gülüp istihza ederek: Kalktılar, kalkmaz olsunlar! Namaz kıldılar kılmaz olsunlar!., derlerdi. [41]

Yahudi ve Hıristiyan dünyasının Müslümanlık karşısın­daki tutum ve davranışları, faaliyetleri, mücadele ve çabaları hiç bir zaman sona ermemiş, tarihin bütün dönemlerinde de­vam etmiştir; hem de çok daha yaygınlaşmış, kurumlaşmış, politikleşmiştir, zulmünü ve fesadını artırmış olarak süregel­miştir. Orta zamanlarda kendini gösteren ve İslâm âlemini harap eden haçlı zihniyeti ile, sonra asırlarda iyice kendini gösterip ürününü veren Siyonizm ideali ve siyonist faaliyet­ler bunun sadece dışa vuran yönüdür.

Modern dünyanın bugünkü ekonomik siyasal zulüm sis­temleri hep o zihniyetin eseridir. Bir mütefekkirimize ait aşağıdaki cümleler, özellikle Yahudi idealizminin ve onlarda­ki şirret insan kimliğinin karakterini bize gösterecek nitelik­tedir. Diyor ki yazarımız:

"Yahudiler esrarlı mahluklardır. Kapitalizmi o kurar, komünizmi o yapar sonra o yıkar.

Biri bir adım ileri attırsa, diğeri gelir, o adımı geri aldı­rır, maksadı, hiç bir yerde birlik bırakmamak... Bâtılda bile buluşturmak istemez insanları, Yahudi budur; ve hak veya batıl, her birliğe düşmandır. Tek gayesi, gizli yahudilik he­gemonyasını kurabilmek için insanlığı bölmek, ufalamak, çözmek ve çürütmek..." [42]

“Bu ruh halini ve insan tipini anlamak ve anlatmak için hiç bir örnek olmasa, sadece İsrail örneği ve Filistin zulmü, bir ibret dersi olarak dünyaya yeter. Yalnızca Batı dünyası­nın özellikle son yıllardaki tutumuna bakmak bile o dehşet verici gerçeği anlamak için kâfidir.

Artık "Kitap ehli" olma haysiyetini bile kaybetmiş Yahu­di ve Hıristiyan âlemine bu kadarcık bir değinmeden sonra tekrar eskiye dönelim. [43]

 

Bilginleri

 

Ehl-i kitabın âlimleri bir başka âlemdir; dalalet koruyu­culuğu ve yayıcılığının önemli bir kutbunu teşkil ederler.

Kitap ehli bilginleri Kur'ân'da "rabbâniyyün" ve "ahbâr" olarak geçer. Bazı yorumlara göre Rabbaniler, en üst derece­de uzman bilginlerdir; Ahbar ise fakihlerdir. [44]

Yahut da ahbar, yahudi "hahamları"dır.

Zemahşeri'ye göre: rabbâniyyün ve ahbâr, Harun pey­gamberin evlatlarından tarîk-i enbiyayı iltizam eden zâhidler ve alimlerdir.

İbn-i Abbas'a göre de: Rabbani, nâs üzerinde ilim ile icray-ı siyaset eden ve büyük ilimden evvel küçük malumat ile terbiye eyleyen erbab-ı ilim ve erbab-ı velayet demektir.

Bu zikredilenlerden başka Rabbaniler lafzından maksa­dın: fıkıh bilginleri, âlimler, filozoflar, muallimler, terbiyeci­ler, ilmiyle amil olanlar, haramı helali, emri ve nehyi bilen­ler... olduğu da söylenmiştir.

İslâmî çerçevede rabbani âlim ise: Rabb'e bağlı, İslâm'a tam teslim olmuş, muttaki ve etkili kimse demektir.

Ehl-i Kitap âlimleri, kendi dinleri çerçevesinde olsun, üzerlerine düşen görevi ve sorumluluğu hakkıyla yerine ge­tirmemişler ve Kur'ân'ın ağır tenkidine uğramışlardır. Onla­rın bu alandaki suçlarını Yüce Allah, "Rabbaniler ve diğer bilginler (hahamlar), kendi halklarını günah söz söylemekten ve haram yemekten men'etmeli değiller miydi?.. Bu yaptıkla­rı şey ne kötüdür!" [45] buyurarak ortaya koyar. Çünkü bu âlimler için, "onların yapageldikieri o şey ne kötüdür!" denili­yor. Çünkü onlar bunu âdeta meslek edinmişler, dururrfa müdahele etmemeyi âdet haline getirmişlerdi. Halbuki mes'uliyetin en büyüğü âlimlerin üzerindedir. Ve halkın ahlakını, dinini bozan çoğunlukla bunlardır. Bazı din tahripçi­leri bunlardandır. Ve buradan da anlaşılıyor ki, Rabbaniyyun'un sorumluluğu ahbardan daha öncedir ve büyüktür. Ulemâ demişlerdir ki Kur'ân'da âlimleri kınayıp azarlayan âyetler içinde en şiddetlisi budur. Bu uyarıdan, bu tehditten müslüman âlimleri de ibret almalı, hakkı gizlemenin, duru­ma müdahele etmemenin büyük vebalini anlamalıdırlar. Bundan daha önemlisi de, müslümanlar ulemâyı bu ölçü ile değerlendirmeli, kimlerin rabbani, kimlerin şeytanî olduğu­nu farketmeli, onların da kimliğini tesbit etmelidirler.

Kitap ehli âlimlerinin mü'minlere bakışı da daima menfî olmuştur. Çünkü onlar cibt ve tâğuta inanıyorlar ve kafirle­re: ''Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadır" diyorlar­dı. [46]

Meselâ bunlardan Ka'b b. Eşref ve avânesi bir defasında Ebu Süfyan'ın bir sorusu üzerine:

"Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha hayırlı, yolunuz da onun ve ona uyan­ların yolundan daha doğrudur!" demişlerdi. [47]

Ehl-i kitap, bilginleri başta olmak üzere, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kendi oğullarını bildikleri gibi biliyorlardı. Fakat onun nübüvvetini kabul etmiyorladı. Böylece, bu gerçeği bildiren Kitab'ı arkalarına attılar ve ha­kikati gizlediler. [48]

Kur'ân'ın, ilimde derinleşmiş (râsihün) dediği, ilâhî ki­tapların niteliklerini iyi bilen ve Hakk'a tâbi olan Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi bazı âlimlerin bir tarafa bırakı­lırsa, Yahudi bilginleri, hep hakikati gizleyen ve Hak Din'e düşmanlık besleyen bir yapıya sahip olmuşlardır.

Bu tutum, bu gelenek, Hıristiyanıkta da, Yahudilikte de tarih boyunca süregelmiştir.

Yeni dönemlerde ise bu düşmanlık, bu saldırı daha sinsi ve daha tehlikeli bir mahiyet kazandı.

Ondokuzuncu ve yirminci asrın bazı Batılı müellifleri, İslâm'a yönelik yıkım ve saldırılarını çoğunlukla "takdir, öv­gü" re "hayranlık" paravanları arkasında yürüttüler.

Onlar, özellikle nübüvveti inkar etme, perdeleme, işinde böyle sinsice bir diyalektik kullandılar. Yani önce Hz. Peygamber'i beşerî yönleriyle övmek ve asıl peygamberlik yönü­nü örtbas etmek metodunu seçtiler.

Buna bir örnek vermek gerekirse, misal olarak bir İtal­yan müellifi olan Kaytana'yı göstermek mümkündür. O, bir kitabında Hz. Peygamber'in eşsiz derecede kendine güven duygusuna sahip olduğunu, fakat bunun bir sır olarak kaldı­ğını söylemiştir.

İşte bu söz, itiraf görünümünde hakikati inkardır. Çünkü O, "peygamberlik gücü"ne bir "sır" ismini vermişti. Halbuki bu güven, Allah'a olan güvenin ve bu risalet görevinin ona Allah tarafından verildiğine dair kesin bilgisinin sonucudur. Hem de davasındaki sadakatin bir delilidir.

Ehl-i kitap bilginleri şimdiki temsilcileri, doğu bilimcisi denilen oryantalistlerdir.

İşte, İslâm'a nefretle bakan, fakat onun eşsiz gücü karşı­sında ezilen bu Batılı bilginler, nesilden nesile sürüp gelen bir çaba ile, bu dini inceden inceye etüd etmekte ve bu dinin kuvvet kaynaklarını bozabilmenin yollarını ciddiyetle araş­tırmaktadırlar.

Batı bilimci yazarlar, bir noktada müslümanları oyuna getirmiş ve o alanda başarı sağlamışladır. Allah'ın kelamını direkt olarak ortadan kaldırmanın -imkânsızlığını görerek, müslümanları, kendi dinlerini gerçek mânâda öğrenmekten alıkoymuşlardır.

Tek cümle ile, onların başarı sağladığı alan: müslümanların ölü ve cansız nazari araştırmalarla uğraşmalarını sağlamak, bir de, bölgesel ve irkî ihtilaflar çıkarmak suretiyle onları birbirine düşürmek.

Tarihî ve sosyal şartlarının etkisi, müslümanların çoğu dönemlerde iyi bir yönetimden mahrum kalmalarının ve bunlara ilaveten Yahudi ve Hıristiyan âleminin çabalarının sonupu olarak: son asırlarda nazarî ve kültürel bir din ile yetinildi. Öyle bir din ki, dinamiği, sosyal-siyasal, egemenliği, bireysel ve toplumsal uygulaması bulunmayan bir din. Vic­danlarda yer etmiş bir inanç olmaktan öteye gitmeyen bir din.

İşte Batılılara böyle bir dini, halkı müslüman olan ülke­lere empoze ve kabul ettirdiler. Onlar isterler ki: Bu din, nazarî planda, kitaplarda ve vicdanlarda duyarak, bu dünya sistemine inanmış otoritelerin koydukları hükümleri, görüş­leri, uygulamaları takdir ve takdis etmekle yetinsin.

Geçmişi Kitap ehli bilginlerine dayanan, son asırda müs­teşrikler elinde gelişen, daha sonra da Amerikanizm'in en önemli ilkelerinden biri haline gelen bu anlayış, ne yazık ki, müslüman aydınların ve halkların kafasında da yer bulabil­miş ve hatta yerleşmiştir. [49]

 

Şimdiki Kitap Ehli

 

Avrupası ve Amerika kıtasıyla bugün artık "Batı"denilen âlemi meydana getiren ve de "Batı" ruhu taşıyan bu dünyaya Ehl-i Kitap demek, gerçekle ve hakkaniyet ölçüsüyle ne ka-l   dar bağdaşabilir!.. düşünmek 1 azım.

Gerçek o ki bugün artık Allah'ın indirdiği Kitab'm ehli olan bir dünya, bir ülke mevcut değildir. . Bütün mezhep ve cemaatleriyle bugünkü Hristiyanlık ve Yahudilik âleminin, "Kafirlerin yolu mü'minlerin yolundan daha hayırlıdır" diyen atalarından, sapıklık itibariyle bir far­kı yoktur. Hatta düşmanlıkta ve faaliyette daha da ileridirler. Çünkü İslâm düşmanlığı tarih boyunca sürdürülmüş, gaye edinilmiş, şimdilerde bütün Batılı devletlerin önemli bir politikası haline gelmiştir.

Bugün kitap ehli, dün Medine'de kafirleri müslümanlar aleyhine kışkırtan ve onlarla iş birliği yapan güruhun daha çoğalmış ve teşkilatlanmış bir devamıdır.

İki yüz sene boyunca ardarda Haçlı Seferleri düzenle­yenler onlardır.

Endülüs'te korkunç katliamlar tertipleyenler de yine on­lardır.

Filistinli müslümanları yurtlarından kovup yerlerine Ya­hudileri yerleştiren yine bu Batı dünyasıdır.

Birleşmiş Milletler isimli küfür ittifakının direktif ve fet­vaları ile toplu cinayetlerini işleyenler yine bunlardır.

Netice olarak Yahudilik ve Hıristiyanlık, kurulu ibadet. Şekilleri ve halihazır görünümleriyle, daha sonraki bir çağda ortaya çıkmış, değişik iki beşeri dindir ve Hz. Musa ile Hz. İsa'nın insanlara tebliğ etmek istediği dinler değildir.

Mevcut düzenleri, ayinleri ve sözde ibadet şekilleriyle yü­rürlükte olan bu iki din, peygamberlerinden çok sonra din adamları ve rahipler tarafından icad edilmiş kurumlardır.     

Hıristiyanlığın oluşumu ve tam bir şirk düzeni haline ge­tirildiği hakkında tarihin kesin şehadeti ve âlimlerin hükmü vardır. Bu realiteyi şöylece özetlemek mümkündür:  

İznik Ruhban meclisinde, şirkten mürekkep ve vahdani­yetle çelişen bir "Teslis akidesi = üçleme" kabul edilmiş oldu­ğundan, Protestanlık da dahil olmak üzere bugünkü Hristi­yanlık şirkin bir tekamülünden ibaret kalmıştır. [50] Yani şir­kin geliştirilen, daha karmaşık hale getirilen bir şekli olmuş­tur.

Bunun için özellikle Hıristiyanlığı gerçek İsevîlik'den ayırmak lazım. Hz. İsa'nın getirdiği hak din ile mutabakatı

olmayan bu yol, aslında Katolik ismi verilen mezheple baş­lar. Katolik, Yunanca bir kelimedir ve "umumî din" anlamın­dadır. Üçleme akidesiyle ilâhî vahdeti üçe bölen bu mezhep, kendisini umumî din kabul eder ve Ortodoksluk ile Protes­tanlık yollarına hakaret nazarıyla bakar.

Hristiyânlık'ta, "reform" adı altında yapılan dinî ve siya­sî yenilenme ve arınma hareketlerinin de, onu şirkten kur­tardığı düşünülemez. Bu değişiklikten sonra oluşan mezhep­lerin tamamına Protestanlık denir ki, bunların çıkışında ilk ana fikir, İncil ve akıl adına papaları protesto etmek fikrin­den ibarettir.

Genellikle protestanların da, teslis ve Mesih'in ilahlığı davasında katoliklerden farkı yoktur. Akla önem verdikleri iddiasındaki protestanların, aklîlik ile bağdaştırılması im­kansız olan "üçlü ilah" geleneğindeki ve Mesih'in ilah olduğu konusundaki taassupları, aklî düşünceden ne derece uzak ol­duklarını göstermeye yeterlidir,

Yahudilerin dalaletini konuşmaya bile hiç lüzum yoktur. Onların küfürlerini ortaya koyan birçok yanlış itikatları var­dır.

Mesela ilk dönemde Ehl-i Kitap, nerdeyse, İbrahim, İs­mail, İshak, Yakup ve torunlarının Yahudi yahut Hristiyan olduğunu söylüyorlardı. [51] Halbuki bu sayılanlar Musa aleyhisselam'dan da, Yahudilik ve Hristiyanlıktan da daha önce yaşamışlardır.

Bu iddiada görülen, gülünç derecedeki ırk asabiyeti ha­len devam etmektedir.

Yine yahudiler kendilerinin risalet sahibi olmaları (yani kendi içlerinden bir Peygamber gelmiş olması) ve kitap sahi­bi bulunmaları sebebiyle Allah'ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Bütün dünya milletlerinin efendisi olduklarına inanıyorlardı. Bugün bu inançları daha da katılaşmış ve kökleşmiş olarak "üstün ırk" saplantısı şeklinde gönüllerinde ve tavırlarında yaşamaktadır.

Öyle canlı yaşamaktadır ki, onlara göre, maddî-manevî her türlü hak, her nevi imtiyaz yalnız ve yalnız Yahudi ırkı­nındır; bu ırktan olmayanlar hiç bir hakka ve imtiyaza sahip değildir. Allah'ın sevgili kulu yalnız onlardır. Ve bu hakkı kazanma, elde etme uğrunda her şey mubahtır. Bu mücade­lede öldürmek, katliam yapmak, gasbetmek, yağmalamak, hile, yalan, dolandırıcılık vs. gibi her yol ve metod meşrudur, kullanılabilir.

Bundan başka Yahudiler, Ortadoğu'da geniş bir toprağın Allah tarafından kendilerine verildiğine inanırlar. Bu veril­miş toprakların merkezinin Kudüs şehri olduğunu söylerler.

Yahudi ırkının ne yapıda bir millet olduğunu göstermeye sadece şu husus yeter ki, onlar önece kendi peygamberlerine ihanet ettikten sonra, bu az geliyormuş gibi Hz. İsa'ya ve onun peşinden gidenlere karı yüzyıllar boyu düşmanca duy­gular beslemişlerdir. [52]

 

Sosyo-Politik Küfürleri

 

Eski isimleri Kitap ehli olan bu milletlerin, anlatmaya çalıştığımız itikadı küfürlerinden başka, ideolojik ve siyasal anlamda da küfürleri vardır ki, bu alandaki sapkınlıkları, da­ha büyük ve daha yıkıcı bir etki alanı bulmaktadır.

Her şeyden önemlisi olarak şimdi artık Yahudi ve Hıris­tiyan dünya, kapitalizm ve hatta materyalizm şeklinde ken­dini gösteren kopkoyu dinsizlik düzenleriyle dayanışma ve özdeşleşme halindedir.

Dünyanın neresinde olursa olun, kapitalizm, materya­lizm, sosyalizm ve hatta komünizm sistemlerinin mucidi ve yaşatıcısı mutlak surette bunlardır. Bu sistemlerin hepsiyle işbirliği yapmaktadırlar.

Şimdi, Allah'ın indirdiği Kitap'la zerre miktarı bağlantısı olmayan bu milletlere nasıl Kitap Ehli demek mümkün ola­bilir?..

Biraz gerilere gidecek olursak, bu ideolojik sapmanın şöylece hızlandığını görürüz: Son yüzyılda Avrupa devletleri büyük Fransız inkılabından sonra liberallik, laiklik ve insa­niyet kavram ve ilkelerine sığınarak, nasraniyet (Hıristiyan­lık) asabiyetinden sapmaya doğru yönelmiş ve o zamandan itibaren diğer milletler üzerine egemenlik kurmaya yol bula­bilmişlerdir.

Geçen yüzyılda Avrupa hiç şüphesiz bilim ve sanayi ala­nında çok büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Fakat bu gelişme­lerle, dinsizliğe ve egoistliğe doğru menfî bir gidişi gaye edin­diklerinden, bilimsel ve teknolojik kalkınmalarını hak ve ha­kikate raptedecekleri yerde insanlığı Hak'tan uzaklaştırma" ya, vicdansızlığa getirdiği gerçek özgürlük hakları ile, insan­lığa temin eylediği evrensel hayat hakkından uzaklaşmak ve hayatın ızdırabını artırmaktan ibaret olmuştur. [53]

Artış iyice anlaşılmalı ki Yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hz. İsa'ya gönderdiği kitaplarla bu Batı milletlerinin, yani Yahu­di ve Hristiyanlık dinine mensup olduğu zannedilenlerin ha­yat ve düşünce olarak bir bağlantıları yoktur.

Kur'ân tâ başından beri Yahudi milletini "yeryüzünün en şerlileri" olarak nitelemiştir. [54] Hristiyanlara gelince, onlar da İsa aleyhisselam'dan hemen sonra şirk ve hurafelerle örü­lü muharref bir batıl dinin akıl ve gerçekdışı inançlarını bağnazca sürdürmektedirler.

Yaşayışlarının ise Hak din ile değil, kendi sözde dinleri ile dahi bir alakası yoktur.

Bütün bunlara rağmen, ancak "cahil" kelimesiyle nitele­nebilecek adı müslüman bir çoğunluğun, komünizme ve komünist bloka karşı olarak, kapitalist batı ülkelerine ve özel­likle ABDye sempatizan duygular beslemesi, sola karşı bu sağ'a ve kendince ehl-i kitaba dostluk beslemesi akılları dur­duracak bir garabettir.

Bundan başka bazı son devir aydınlarında, ilim adamla­rında hatta zamanımızın bazı tefsircilerinde, şimdiki Yahudi ve Hristiyanların hak bir yol üzere bulunduklarını ispat et­me eğilimi ve çabası görülmektedir ki, bu da ilim ve tevhid namına esef verici bir durumdur.

Ehl-i Kitap kavramını anlamayarak ve bu toplumun ta­rih içindeki durumunu iyi değerlendirmeyerek hükümler çı­karan ve sonuçta da Rusya'ya karşı ABD'yi savunma dereke­sine düşen, üstelik bir de "ehven-i şer" mefhumunu kötüye kullanan, dahası bunu da dindarlık sayan cahiller ve idrak­sizler güruhuna acaba ne demeli?..

İslâm'dan sonra hiç bir dinin ve sistemin gerçeklik ve "hak" olma iddiasında bulunamayacağı hükmü bir yana, bu kafayı taşıyanlar şu kadarcık hakikati görseler yine yeter. O hakikat de şudur: Evvela şerrin ehveni olmaz. Küfrün azı da çoğu da bir olduğu gibi, şerrin ehveni de ehven olmayanı da birdir. Ortada hak ve mutlak "hayır" varken şerre itibar ve iltüat edilmez. Sonra bu kavram, sadece "fıkh"ın muamelat alanında söz konusu olan bir kavramdır. Yani muameleta ko­nu olan herhangi bir hususta, iki zararlıdan birini kabul et­mek ve ona katlanmak zorunda kalınırsa, bu durumda daha az zararlı olan yolu tercih etmek demektir.

İkinci olarak, ABD ve benzeri süperler, "İncil" ile yöneti­len ehl-i kitap bir devlet değildir. İnsanların hayatını şekil­lendiren ve toplum düzenini belirleyen esaslar ve kurumlar "beşerî"dir, dinî değildir. Sovyet Rusya da bu noktada aynı mahiyeti arzeder. Sonra bireysel ve toplumsal hayat şekli olarak ve inanç noktasından sosyalist-komünist insanla, kapitalist-liberalist insanın yaşayışı arasında, bâtıl olma açısından hiç bir fark yoktur. Hepsi de nefsanî, hayvanı ve biyo­lojik bir hayatı yaşıyorlar. Şu kadar var ki birisi nefsin istek­lerini tatmin etmede alabildiğine bir özgürlüğe sahip, öbürü­nün hürriyetleri biraz kısıtlı. [55]

 

Onlara Bakışımız

 

Tevhidi İslâm inancının birçok coğrafyalarda ve toplum­larda yozlaştırıldığı şu dönemlerde, ehl-i kitap hakkındaki değer yargısının da sıhhatli ve akaidimize uygun bir sağlam­lıkta olmaması pek tabiîdir. Kavram kargaşası ve idrak yok­sunluğu, sapmalar ve saptırmalar, bu alanda da normal ola­rak kendini gösterir. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yanılmak ve yanıltmak çok kolay olmuştur. Tıpkı, yıllarca komünizm ve Rus düşmanlığı yapılırken, sağcılık hatırı için kapitalizm ve Amerikan dostluğu yapıldığı gibi! bu yanlış akidenin, İslâm'ı tam olarak anlayıp iman eden belli bir ke­sim mü'minin dışında, sona erdiği de söylenemez. Maalesef aynı bozuk itikadı sürdüren sağcı mukaddesatçılar mevcut­tur.

Bunun için ilk dönemden başlayarak kafirler ve müşrik­lerle ehl-i kitap arasında ne gibi fark bulunduğunun, başka bir deyişle kimliklerinin belirlenmesi ve bunlara bakış tarzı­mızın tespit edilmesi lazımdır.

Tarihen sabittir ki, müslümanların Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra, tevhid ile küfür arasındaki çatışma da yeni bir biçim almıştır. Herşeyden önemlisi Medine'de kü­çük bir şehir devleti kurulmuştu.

Bu devletin kurulmasıyla, küfrün düşmanlığı da şiddet kazanmış ve çok boyutlu, çok yönlü bir mahiyet almıştı. Bü­tün Arabistan halkları o İslâm toplununu yok etmek, sindir­mek için birleşmişti.

Bu bakımdan İslâm ümmeti, sadece yayılmanın ve galip gelmenin değil, aynı zamanda varlığını sürdürebilmenin politikasını gütmek zorundaydı. Mü'minler topluluğu ve İslâm devleti, elinden gelen tüm gücünü harcamak, bu tevhid siste­minin yaşayıp yayılması için gerekli olan her yola baş vur­mak zorunluluğu içindeydi. Muhtemel saldırılara karşı gücü­nü harcamak, bu tevhid sisteminin yaşayıp yayılması için gerekli olan her'yola baş vurmak zorunluluğu içindeydi. Muh­temel saldırılara karşı güçlü olması gerekiyordu.

İşte bütün bunlar sebebiyle Hz. Paygamber aleyhissalatü ve's-selam'ın, hicretten sonra, karşılıklı fayda amacıyla, an­laşma yaptığı ilk topluluk Yahudiler olmuştu. Hz. Peygam­ber, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak amacıyla elinden geleni yaptı. Onları bir decereye kadar da olsa müşriklere tercih ediyordu. Fakat özellikle yahudi bilginleri O'nun tebliğ ettiği yeni dinden hoşlanmadıkları için müslümanlara karşı müna­fıklarla ve kafirlerle işbirliği yapıyorlardı. Bunun içinde anlaşmalara ihanet ediyorlardı. [56]

Bedir savaşında kafirlerin yenilgi haberi gelince yahudi liderlerinde Ka'b b. Eşref üzüntü içinde, "Bugün yerin altın­dakiler bizim için üstündekilerden daha hayırlıdır!" diye bağırmıştı. [57]

Yahudiler, o dönemde, en kritik zamanlarda kafirlere dostluk gösteriyor hem de şöyle diyorlardı: Zamanın ve duru­mun aleyhimize dönmesi gibi bir felaketin başımıza gelme­sinden korkuyoruz. Muhammed'in durumu da henüz garan­tili değil... [58]

Kitap ehli hakkındaki değer hükmünüzü sağlam temelle­re oturtmak için şu tarihi olayları hatırlamakta da yarar var­dır: Cabir (radıyallahü anh), Ömer (radıyallahü anh)den naklederek anlatıyor: Bir defasında Ehl-i Kitab'ın kitapları arasında bulduğum bir kitabı Resulüllah'a getirmiştim. Ona:

"Ey Allah'ın Resulü, ehl-i kitab'ın eserleri arasındaki güzel bir kitap buldum", dedim. Resulüllah buna çok kızarak: "Be­nim getirdiklerimden şüphe mi ediyorsunuz ey Hattab oğlu Ömer! Allah'a yemin ederim ki, ben getirdiklerimi size apa­çık olarak sundum. Ehl-i kitaba hiç bir şey sormayın! Eğer sorarsanız doğru dediklerini yalanlar, batıl dediklerini ka­bul edersiniz. Allah'a yemin ederim ki, eğer şimdi Musa ha­yatta olsaydı mutlaka bana tâbi olurdu", buyurdu. [59]

Nakledildiğine göre Abdullah b.. Mes'ud (radıyallahü anh)de şöyle demiştir:

"Ehl-i Kitab'a hiç bir şey sormayın. Kendileri dalalette olduğu için asla size doğru yolu göster­mezler. Herhangi birşey sorduğunuz takdirde hakkı yalanla­yıp batılı tasdik etmiş olabilirsiniz" dedi. [60]

Kitap ehline bakış tarzımızı belirlemede şu tarihi olay da yardımcı olacaktır. Deniyor ki: Hz. Ömer'in hilafet yıllarında Basra valisi Ebu Musa el-Eş'arî, bazı önemli hususları görüş­mek üzere Medine'ye gelmişti. Bir ara, kayıtların nasıl tutul­duğu, işlerin nasıl organize edildiği söz konusu olunca, Ebu Musa: "Hristiyan bir katibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor..." diye söze başladı. Bu­nun üzerine Halife Ömer'in rengi değişiverdi ve:

"Allah ceza­nı versin; müslüman bir kâtip edinseydin ya! Sen Allah'ın 'Ey mü'minler, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin' buy­ruğunu işitmedin mi?" dedi. Bunun üzerine Ebu Musa cevap verdi ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti. Ebu Musa:

"O'nun dini kendisine, kâtipliği bana!" deyince Hz. Ömer'in ikazı:

"Allah'ın aşağıladığına ikram etme. Allah'ın hor gördü­ğünü aziz ve şerefli kılma. Allah'ın uzaklaştırdığını sen yakınlaştırma!" şeklinde oldu. [61]

Şimdi bu sözler karşısında, içinde bulunduğumuz durumun perişanlığını iyice anlamamız gerekir. İdrak etmeliyiz ki, şu toplumda mü'minle gayrimüslim, nasıl birbirine karış­mış ve aradaki fark görülmez olmuştur. İşin daha da fecisi, müslüman hor görülüp, Îslâmsızlık takdir edilir olmuşur.

Yalnız burada şu inceliği de iyi anlamak gerekir: Bazıla­rının zannettiği gibi gayrimüslim sadece müslümanlıktan başka hergangi bir dine mensup olan değildir. Hiç bir dinden olmadığı halde veya kendince bir müslümanlık benimsemiş olarak asıl İslâm'dan uzak bulunan bir toplum türü vardır ve bugün ortalığa bunlar hakimdir. İşte bu toplum tipi de hesa­ba katılmalı ve "kafir" söz konusu olunca tâ uzak diyarlar, ecnebiler algılanmamalı. Şimdi bizde bir nadan güruhu var ki "dinsiz" deyince hemen ortalıkta gezen turistleri hatırına getiriyor. Yerleşik dinsizleri hiç hesaba katmıyor.

Kaç defa tekrar etsek azdır: İslâm'ın zıddı, müslümanın alternatifi İslâm'dan gayrı her şeydir. [62]

 

Müşriklerden Farkları

 

Şimdi burada şu gerçeğe de işaret etmeliyiz: Kur'ân ve Allah'ın Resulü, müşriklerle kitap ehli'ne az da olsa farklı bir gözle bakmıştır.

Ancak unutmayalım ki İslâm'ın, kitapsız putperest, ka­vimlerle kitaplıların Allah'a inanması keyfiyetinden dolayıdır. Çünkü kitapsız kafirlerin bir kısmı Allah'ı, âhireti ve İlâhî adaleti inkar ettikleri için bütün ahlakî ve manevî um­deleri de reddederler.

Bu bakımdan, müslümalara kin tutmayıp gayz besleme­dikçe ve din hususunda mücadele etmedikleri sürece İslâm, onlarla iyi münesebet kurmaktan mü'minleri menetmez. Zulümkâr olanları hariç, kitap ehli ile "en güzel tarzda" mü­cadeleyi tavsiye eder. [63]

Yalnız burada "en güzel mücadele" tabirinden kastedilen maksadın da onlara yumuşaklık gösterilip dostluk kurulması olmadığını iyi anlayalım. En güzel mücadele İslâm'ın İzzeti ve menfaati için iyi bir strateji ve yararlı bir taktik uygula­ması demektir. Bundan da amaç; Hakkın etrafında toplanıp birleşmeyi sağlamaktır.

Yani iyi geçinmekten gaye, güleryüz gösterilmesi ve meş­ru olmayan yolları tasvip etmek değil, İslâm'ın güzelliğini göstermek için nezaketle yaklaşmaktır.

Meselâ: Onların kabalığına nezaket ve yumuşaklıkla, öf­kelerine soğukkanlılıkla, mugalataya (gevezelik) nasihatle, şiddete vakar ile mukabele etmek gibi [64] . Tekrar edelim ki bu muamele tarzı, ahdi bozmayan, cizye verip İslâm devletine itaat edenlere karşıdır. Böyle olmayıp kafirlikle zulmedenler, İslâm'a ait yeterli delili kabul etme­yip haksızlıkla inada, ifrata sapanlar, yahut "Allah'ın veledi vardı, O'nun eli bağlıdır" gibi laflar ederek küfür izhar eden­ler bu hükme dahil değildir. Zira o zaman, durumlarına uy­gun bir yöntem ile hakkı müdafaa etmek müslümanlara vacip olur. Hatta tefsire göre bu hüküm neshedilmiştir. [65] Ayrıca bu emrin Mekke döneminde geldiğine de dikkat etmek gerekir. Çünkü Medine'de durum değişmiş, İslâm dev­leti kurulur kurulmaz onlarla açık bir mücadele ve savaş or­tamına girilmiştir. Böyle bir durumda "güzel muamele " söz konusu olamaz.

O halde tekrar edelim: Daha sonraki âyetlerde, kitap eh­linden Allah'a ve ahirete inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak Din'i din edinme­yen kimselerde, küçülüp boyun eğerek cizye verecekleri za­mana kadar onlarla savaşmak emri vermiştir. [66]

İslâm'ın, ilk dönemde kafirlere nazaran kitap ehline daha farklı bir gözle baktığı bir gerçek olmakla beraber, konu­nun iyi anlaşılması için şu kuralı da hesaba katmak gerekir: İslâm uleması, Hıristiyan ve Yahudilerle putperestler ara­sında akaid noktasından değil, ancak ahkâm, bazı dünyevî muamele ve siyaset noktasında bir ayırım yapmıştır. Bu da  birkaç husustadır.

Mesela, kestikleri hayvanların ve avladıklarının yenilebilmesi, ehli kitap kadınlarıyla evlenmenin caiz olması gibi [67] Kur'ân'ın, kafirlere karşılık kitap ehlinden yana oldu­ğunu gösteren bir delil daha var. O eğilim de, Bizanslılar ile müşrik Farisîler arasında çıkan savaş münasebetiyle gelen âyetlerde görülüyor. Şöyle ki: Putperest ve mecusi İranlılar ile savaş halinde bulunan Rumlar 613 yılında yenildiler. Bu­nun üzerine Mekke müşrikleri, kendileri gibi çok tanrıcı olan İranlıların galibiyetine sevindiler. Çünkü haliyle onların ta­rafını tutuyorlardı. Müslümanlar ise Kitap ehli olan Hıristiyan Doğu Romalıların galip gelmesini istiyorlardı. İşte put­perestlerin bu galibiyetleri diğer müşrikleri sevindirdi ve şı­marttı. Onlara göre Peygamberin iddia ettiği gibi Allah tek galip ve kadir olsaydı kitap ehlini üstün getirirdi. Böylece şımardılar ve hatta Müslümanlara:

"Siz ve Hristiyanlar kitap ehlisiniz, biz değiliz. Bizim kardeşlerimiz olan Farisîler, sizin kardeşiniz olam Rumları yendi. Aynı sekide biz de aramızda çıkacak bir savaşta size galebe çalacağız!.." dediler. [68]

İşte bundan sonra, yani müşriklerin sevinip şamata et­mesi üzerine ilâhî vahiyle Peygambere şunlar bildirildi: "Elif, Lam, Mîm Rumlar yenildi. Yakın bir yerde ve birkaç yıl içinde onlar bu yenilmelerinin ardından” galip olacak­lar. [69]

Gerçekten de öyle oldu. 624 yılında iki taraf karşılaştı. Bizans (Roma) orduları üstünlük sağladı ve İran'a girdiler. Bizanslıların galip geldikleri gün müslümanlar da Bedir'de muzaffer olmuşlardı. İlâhî va'd, "O gün mü'minler de ferahla­nacak..." demişti ve ferahlandılar. Hem kendi zaferleri, hem de Bizanslılarla savaşan müşrik Farslıların yenilgisiyle se­vinç duydular.

Ama dikkat edelim... ilâhî bildirinin burada kitap ehli olan Rumları tutuyor görünmesi, müşrik zihniyete karşı olmak ve mü'minlere da taraf olmak içindir. Aziz ve Celil olan Allah, müşriklerin sevinip şamata etmesine razı olmamıştır. Başka bir ifadeyle, buradaki espri, şirk ehline muhalefettir. İşte bundan dolayı, şimdi bazılarının yorumladıkları gibi, bu olayı ve bu âyetleri delil getirerek Yahudi ve Hıristiyan toplumlarına bir pay çıkarmaya, ehl-i kitap sayıp onların di­ğer kafirlerden üstün olduğunu söylemeye hiç imkan bir bağlantıları kalmadığı gibi,(dünya çapında İslâm'a ve müslümanlara yönelik fesadın, tahribin, her nevi kötü niyetli et­kinliğin, açık ve gizli savaşın, stratejik ve taktik merkezciliğini, odak noktasını onlar temsil ve teşkil etmektedîler. Gözlerini ve kulaklarını dikmişler, bütün güç ve dikkatleriyle müslümanları izliyorlar. Nerede tevhidi bir uyanış, bir kıpırdama görseler, yaygarayı basıyor, raporlar veriyor, ikinci derecedeki bekçilerin dikkatlerini çekiyorlar, Tarihten gelen Haçlı zihniyetinin körüklediği düşmanlık duygusu, bir de halen sahip bulundukları "süperlik" konumlarını emperyalist egemenliklerini sürdürme isteğiyle İslâm'ı ve müslümanları kontrol altında tutuyorlar.

Bundan başka bireysel, toplumsal ve siyasal hayat ve düşünceleriyle, müşrik ve kafir dünyanın, cahili hayat tarzının bütün olumsuz vasıflarını da fazlasıyla taşımakta ve yaşat­maktadırlar.

Bütünüyle Batı, ideolojide liberal kapitalist, fakat yaşayışta tam bir metaryalisttir. Bu toplumların hayatları; üretim, tüketim, maddî başarı, zevk ve eğlence üzerine kurul­muştur. Üstünlüğün ölçüsü yalnız maddî güç ve "fayda"dır. Fazilet, erdem ve maneviyat gibi kavramların bu zihniyette yeri yoktur. Yaşamlarının ana sütunlarını yalnızca bu ilkeler oluşturur. [70]

 

Kitap Ehlini Taklid Etmek

 

Bütün bunlardan dolayı, kimilerinin vazgeçilmez dünya dediği bu Butı zihniyetini benimseyip onları taklid etme, müslüman toplumlar için felaketlerin en büyüğüdür.

Zaman içinde ve dünya muvacehesinde İslâm egemenli­ğinin ve tevhid şuurunun zayıflaması, gerilemesi ve nihayet tamamen yok olup gitmesi hep bu taklid illetinin sonucudur.

Müslüman toplumlarda İslâm'a olan güven ve sadakat azaldıkça bu taklid afeti çoğalmıştır.

Halbuki âlemlerin Rabbi, şanlı Resulü'ne:

"Sana gelen ilimden (yani İslâm'dan) sonra eğer onların arzularına uya­cak olursan andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur", buyurmuştur. [71]

Buradaki hitap Peygamberce, fakat emir ve ihtar bütün ümmetedir. Ve bu ilâhî buyrukta bütün ümmet için, Yahudi ve Nasara'nın yoluna uymamaları yönünde çok şiddetli teh­dit ve vaîd (ceza ile korkutma) vardır. [72]

Bu ilâhî fermanda, küfrü tanıma hususunda bir incelik daha vardır ki ona da değinmek yerine olacaktır. Ayetin baş tarafında geçen "sen onların milletine uymadıkça onlar sen­den razı olmazlar" cümlesindeki millet, kelimesi "müfred" ola­rak gelmiştir. Bu da küfrün tek bir millet olduğuna işaret eden başka bir delildir. Zaten bunun için, Irkları ve kavimleri, hatta dinleri başka başka olsa da, kafirlik ve İslâm'a düş­manlık mevzuunda hemfikir ve yekvücud olabiliyorlar.

Bu gayrimüslim dünyanın, yol ve zihniyet bakımından taklid edilmemesi yönündeki ilâhî hatırlatmalar Kur'ân'da yer yer tekrar edilir. "Sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, o takdirde zalimlerden olursun" buyurulur. [73]

Çünkü hak yol gayet açıktır ve müstakimdir. Müslüman da bunu anlamış ve buna kesin olarak iman etmiştir. Dolayısıyle müslüman bu duyarlılığa sahip olduktan sonra, Al­lah'tan başkasından talimat almaz. Müstakim olan İlm-i ilâ­hîyi bırakıp da, her an değişen, istikrarsız, saptırıcı beşerî görüşlere tâbi olmaz.

Kitap ehli hakkındaki değer günümüze temel olacak di­ğer bir delil, Kur'ân'da kitap ehlinin de aynen diğer kafirler gibi birçok defa İslâm'a davet edilmiş olmalarıdır. Bu da on­ların dalalette olduğunu gösterir. Yüce Allah, Resulü'ne: "Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere (kitapsızlara) de ki, 'Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi? " buyurur. Kur'ân, böylece bu soruyu sorar ve hükmünü şöyle verir:

"Eğer İslâm'a girer­lerse hidâyeti bulmuş olurlar. [74] Bu demektir ki İslâm'a gir­medikçe kesin olarak küfür içindedirler. Hatta buradaki, "Siz de İslâm (yahut teslim) oldunuz mu?" cümlesinden maksat, yani "Siz de mü'minlerin yaptığı gibi bana tâbi oldu­nuz mu?" demektir. [75] Bu da, Peygamber'e teslimiyet olma­dıkça hidâyet ehli olunamayacağını göstermektedir.

Şimdi bütün bunlara rağmen, Batı dünyasına ehl-i kitap gözüyle bakmak, herhalde insanın kalp gözünün kapalılığına delalet eder.

Hele onların ve onların peşinde olanların velayetini, öncülüğünü, liderliğini, güdücülüğünü kabul etmek, tam, anla­mıyla bir zillet demektir. Ve bu hal, Kur'ân'ın bu konudaki emirlerine açık bir muhalefet olduğu cihetle de, küfrü ta'ziz ve tebcil etmek noktasından hükmen küfürdür.

Ayrıca 1991 yılı başlan bize neleri ve neleri gösterdi. Şimdiye kadar Batı'nın soğuk harbini, emperyalist baskıları­nı konuşuyorduk. Ama artık Körfez Krizi denilen fecaat gün­lerinden sonra gelişen olaylar bize bütün dehşetiyle Batı'nın sıcak harbini de gösterdi ve görünmez plandaki korkunç he­gemonyasını görünür plana çıkardı. [76]    

 

Batı Hegemonyası 

 

Meselâ 1991'de vuku bulan Kuveyt işgali ile gelişen olay­lar özellikle ABD'nin, halkı müslüman olan ülkeler üzerinde­ki diktatoryasmı, istikbarını, ceberutluğunu, kısaca hem po­litikaya hem de kuvvete dayanan egemenliğini ve sömürü çarkını bir kere daha gün yüzüne çıkardı.

Böylece dünya imparatorunun nasıl dehşet verici bir bo­yutta zalim olduğu idrak sahibi kafalarca anlaşıldı. Öyle an­laşıldı ki; vahim olan Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi değil, ABD liderliğindeki Batılıların zahirde bölgeyi, hakikatte ise bütün bir İslâm âlemini işgal etmesiydi.

Üç dört ay müddetle bölgeye askerî yığınak yapması bu işgalin başladığının açık delili idi. Fakat çokları farkedemediler.

ABD, dünyanın bir ucundan ta öbür ucundaki yerlere sahabetlik etmekte, ikinci derecede değil birinci derecede malikiyet iddiasında bulunmaktaydı. Hali ve tavrı bunu gösteri­yordu. Bu ne garip ve ne cilveli bir durumdu ki, bir devletin diğer bir devlete yardım olarak verdiği ya da sattığı silahlar bir gün geliyor, satana ya da yardım edene karşı çevrilebiliyordu. Hepsi tertip sonucu olan bu olaylar karşısında basiretli müslümanlar, tevhîdî İslâm inancına sahip olan mü'minler, o küçük işgalden daha çok, bu büyük işgalin, bu manevî istilanın vehâmetini, fecaatini ve herkes tarafından idrak edilemeyen dehşetli zulmü düşünüyordu.

Esas zulüm, bir ülkenin başka bir ülke tarafından işgal edilmesi değil; bütün islam ülkelerinin müstevli zalim impa­ratorluk tarafından kontrol altında tutulmasrydı.

Asıl abluka, asıl ambargo, kalplerin ve beyinlerin yıkan­ması ve estirilen terör havasıyla müslümanların sindirilme­si, korkutulması ve Allah'ın dinine haçlı zihniyetiyle ambar­go konmasıydı. Ve nihayet kriz kriz diyerek, bütün barış giri­şimlerini sabote ederek dört ay müddetle hazırlıkları yapa­rak katliamı başlattılar.

Şimdi bütün bunlardan sonra Batı'yı, Batılı insanı, özel­likle ABD'yi gerçek yüzüyle anlamayan gafillere söylenecek bir sözümüz kalmıyor.

Bilmek lazımdır ki artık bunlar kitap ehli değil, kitap nankörleridirler. Onlar ki, dünya küfrünü temsil ve icra etmektediler. Her türlü kâfire, putpereste, ateşpereste, insan yiyen yamyamlara, Rusya'ya ve Moskof’a taş çıkartacak şe­kilde, onları unutturacak derecede dünya küfrünü temsil et­mektedirler. Küfürde ve zulümde zirveye ulaşmışlardır.

Hiçbir zaman dillerinden düşürmedikleri insan hakları ilkesiyle kastettikleri, yalnızca kendi haklarıdır. 21. asrın eşiğinde, güya medenî sayılan bir dünyada, ortaçağ vahşet dönemlerinde bile görülmeyen bir tarzda bazı insanlara zulmedilmekte, kesilmekte, ırzlarına tasallut edilmekte olsa da, bu Batılıların hiç mi hiç kılı kıpırdamaz. Çünkü o öldürülen­ler müslümandır. Müslümanlar için ise insan hakları vs. gi­bi şeyler söz konusu değildir. [77]

Netice olarak: Öyle görünüyor ki, kuvvet şimdilik onların elindedir.

Dünya saltanatları, maddî-manevî zulümleri ve salta­natları, ceberutlukları, ehl-i iman üzerindeki görünen ve görünmeyen zulümleri, şimdilik bütün denaetiyle sürmektedir.

Ama bilek ve inanmak lazımdır ki, inşâallah çöküş mu­kadderdir ve yakındır. Zuhur eden alâmetler ve Allah'ın va'di bunu haber vermektedir. [78]

 



[1] Bakara: 2/40, 49, 50, 57; Tâhâ, 77-80

[2] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 155.

[3] Bakara: 2/40, 41

[4] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 156.

[5] Maide: 5/78, 79

[6] Maide: 5/60, 64; Nisa: 16/160

[7] M. Hamdi Yazır, age, 3/1726

[8] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 156-158.

[9] Nisa: 4/155-161

[10] Bakara: 2/54, 55

[11] Maide: 5/78-79

[12] Maide: 5/63

[13] Maide: 5/80

[14] Bakara: 2/120

[15] Hazin: 6/552

[16] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 158-160.

[17] Âl-i İmrân: 3/110

[18] Beyine: 98/1

[19] Tefhimü'l-Kur'ân, 7/187

[20] Ra'd: 13/369

[21] Şûra: 42/14

[22] Beydavî, age, 5/402

[23] Maide: 5/66

[24] Maide: 5/68

[25] Elmalılı, 6/4231

[26] Maide: 5/41

[27] Beyzavî:  4/159

[28] Beyzavî:4/159

[29] Maide: 5/18

[30] Maide: 5/17

[31] Hak Dini, 3/1789

[32] Maide: 5/81

[33] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 160-164.

[34] Zemahşerî, Keşşaf, c.2, s.338

[35] Bakara: 2/109; Şûra, 16

[36] Nisa: 2/51.

[37] Âl-i İmrân: 3/72

[38] el-Alusî, 3/199

[39] Kadı Beyzavî, 1/519

[40] Âl-i İmrân: 3/71

[41] Süleyman b. Ömer eş-Şâfiî

[42] Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve îslâm Tasavvufa, s.90f ist., 1982. 166

[43] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 164-166.

[44] Celaleyn Tefsiri, Maide, 44

[45] Maide: 5/63

[46] Nisa: 4/51

[47] Beyzavi, Haazin, age, 2/96

[48] En'am: 6/20;Âl-i Îmrân: 3/187

[49] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 167-170.

[50] Metalip ve Mezahip, Dibace, s.42

[51] Bakara: 2/140. 172

[52] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 170-173.

[53] M. Hamdi Yazır, age, 1/196

[54] Beyine: 98/7

[55] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 173-176.

[56] Enfal: 8/56

[57] Tefhimü'l-Kur'ân, 2/163

[58] Maide: 5/52; Celaleyn Tefsiri, el, s.62, Matbaa-i Âmire, 1326

[59] İbn Abdi'1-Berr, Câmiu Beyâni'l-İlm, 2/42, Kahire, 1395

[60] Câmiu Beyâni'l-İlm, 2/40; Hayâtü's-Sahâbe, 4/1515; Muhtasar, 3/39

[61] Fahrüddîn-i Râzî, Mefâtîhü'1-Gayb, 3/611

[62] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 176-179.

[63] Ankebut: 29/46-47

[64] Beyzavî, Medarik, 5/22.

[65] age,

[66] Tevbe: 9/29.

[67] İbn Abidîn, 6/82; Mâide: 5/5.

[68] Celaleyn, 2/59; Beyzavî, Medarik, 5/31

[69] Rûm: 30/1-4

[70] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 179-183.

[71] Bakara: 2/120

[72] Muhtasar,' İbn Kesir, 1/114

[73] Bakara: 2/145

[74] Âl-i  İmrân: 3/20

[75] el-Alûsî, 3/108

[76] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 183-185.

[77] 1992-93 yıllarında cereyan eden Bosna-Hersek katliamı ve faciaları bu­nun en açık delilidir

[78] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar Yayınları: 185-187.