Geçmişi Ve Bugünüyle Ehl-i Kitap
Bir zamanlar Yüce
Allah, Yakub aleyhisselam'ın soyu olan İsrailoğulları'nı bütün aleme üstün
kılmış ve onlara maddî manevî nimetler vermiştir.
Onları Firavun
ailesinin zulmünden kurtarmıştır. Denizi yarmış, kolayca geçmeleri için yol
haline getirmişti.
Sîna yarımadasına göç
ettiklerinde bulutu üzerlerine gölge yapmıştı. Açlıktan kurtulmaları için
rızık olarak kudret helvası ve bıldırcın yiyeceklerini indirmişti. [1]
Hatta bir dönemde
İsrailoğulları Allah'tan gelen ilâhî bildiriyi, din gerçeğini sahiplenen tek
kavim idiler.
Bu nedenle diğer
insanlara ve bütün milletlere önder olup hakka çağırmakla
görevlendirilmişlerdi.
İsrailoğullarına yine
nimet olarak peygamberler ve ilâhî kitaplar verilmiş, önderlik misyonu onlara emanet
edilmiştir.
Allah'ın nazarında
üstün bir konumları vardı. [2]
Fakat bilahare
İsrailoğulları kendilerini ikiyüzlülüğe ve kötü amellere teslim ederek
kendilerini bu nimetlerden mahrum bıraktılar.
Nimetin kadrini
bilmediler, o üstünlüğe layık olmadılar. Böylece Allah'ın nazanndaki itibarları
pek kısa sürdü.
Bu cümleden olarak,
Firavun'un zulmünden kurtulmalarından hemen sonra Musa aleyhisselam'ın
yanlarından kısa bir müddet ayrılmasını fırsat bilerek Samiri'ye uydu ve putperest
oldular. Musa aleyhisselam'a bağlılıklarını sürdürmediler.
Bu sırada Yüce
Allah'ın onlara birçok ihtarları oldu. Verdiği nimetleri hatırlamaları, ahde
sadık kalmaları, indirilen Kitab'a iman ettikleri halde onu inkar edenlerin
ikli olmamaları, âyetlerini az bir menfaatla değiştirmemeleri... zaman zaman
onlara hatırlatıldı. [3]
Ama onlar itaat ve
kulluk belirtisi olan bu emirlerin hepsinin zıddını işlemek suretiyle
isyanlarını açık, kesin ve sürekli hale getirdiler. [4]
Kitap ehlinden,
özellikle Yahudiler Allah'ın nazarından düştüler. Daha önce de belirtildiği
üzere başlangıçta nail oldukları büyük nimetlerine ve şerefli konumlarına
rağmen, sonradan insanlık aleminin en şerir milleti oldular.
Kur'ân'ın hükmüyle,
beni-İsrail kafirleri, "Hem Davud'un hem de Meryem oğlu İsa'nın lisanıyle
lanetlendiler" [5]
Elbette ki bu kadar
geçmiş nimetlerin ve iltifatların sahibi olduktan sonra bu şekilde bir isyana
ve nankörlüğe düşmek, böyle bir lanetle lanetlenmeyi gerekli kılmıştır.
İşte Yahudiler, nail
oldukları ilâhî nimetin kadrini bilmedikleri, kendilerine yüklenen insanlığa
önder olma "misyonu"nun gereğini yapmadıkları için, suçları ölçüsünde
aşağılandı ve cezalandırıldılar.
Daha önce kendilerine
helal kılınan temiz şeyler sonradan yasaldandı.
Zenginlikleri, bol nimetleri
ellerinden alındı. İşte bunun için "Allah'ın eli bağlıdır" yani çok
cimridir, dediler. Allah da onlardan bir kısmını maymun ve domuz suretine
çevirdi. [6]
Yahudilere verilen
maddî manevî cezalar kademe kademedir.
Bunlar önce mel'un
olur, ilâhî rahmetten kovulurlar. İkinci olarak ilâhî gazap başlarına çöker,
bela üstüne belaya uğrarlar. Üçüncü olarak maymun gibi bir insan mukallidi,
kararsız, dönek, renk değiştiren, sahtekar.... bir toplum haline getirildiler.
Gerçekten de dikkatlice gözlemlendiği zaman hemen farkedilir ki, Yahudi insan
tipi belli bir karakter arzetmektedir. Müfessir merhumun pek güzel tasvir
ettiği üzere Yahudi, bir bakışa zekidir; insanın her yaptığını derhal taklid
eder, fakat hakikatte ne yaptığını bilmez, taklid derdi ile her felakete
atılır, sevk edilir. Bir bakarsın gayet çirkin, suratsız bir maskaralık timsali
veya hınzır gibi canavar boynu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her habaseti
yapar, her pisliği yer, derisi bile debagat kabul etmez, müstekreh, menfur,
makhur bir cinayet ve denâet timsali olur gider. [7]
İşte bu hal, onlara
dünyada iken verilmiş aşağılama cezasını dışa vuran görüntüleridir.
Bu lanetlenme ve
cezalandırma realitesine mebni olarak Kur'ân, Musa alehîsselam devri
yahudilerine da aynı üsiupla hitap ediyorsa, Hz. Peygamber devri yahudilerine
de aynı üslupla hitabediyor.
Yahudilerin İslâm'dan
evvel, İslâm'dan sonra ve günümüze kadar gelen bütün nesillerinde aynı
karakterin izleri ve belirtileri görülür. Aşağılık karakter daima kendisini gösterir.
Zaten Kur'ân da onları bu sıfatlarla damgalamış, insanlara ibret olsun diye
hallerini ilan etmiştir. [8]
Ehl-i kitabın bu
decere ağır cezalara uğratılmasının ve bir kısmına da lanet edilmesinin
sebepleri neydi? Aynı hallere düşmemek bakımından bunların bilinmesinde bizim
için yarar vardır. Bu yönde, Kur'ân-ı Mübîn onların birçok suçlarını
zikrediyor. Kısa çizgilerle belirtecek olursak, bu suçların bir kısmı:
Ahidlerini bozmuş olmaları, Allah'ın âyetlerini inkar etmeleri, peygamberleri
öldürmeleri, Hz. Meryem'e iftira etmeleri, hepsinden beteri "Biz Meryem
oğlu İsa Mesihi öldürdük" diye övünmeleri... gibi suçlardır.
Allah'ın Resulü
olduğunu bildikleri halde Hz. İsa'yı öldürmeye teşebbüs etmeleri, onların
günah yolunda ne kadar cür'etkar olduklarını gösterir. Çünkü O'nun Peygamber
olduğu hakkında zihinlerinde hiç bir şüphe yoktu.
Yine Kur'ân, büyük
isyan alameti olarak: Yahudilerin yaptıkları zulmetden, haksız yere insanların
mallarını yemelerinden, men'edil dikleri halde faiz almalarından... bahseder.
[9] Ve o
Yahudiler ki, Musa aleyhisselam'a bağlılıklarında sebat etmeyip imandan
döndükten sonra, "Biz açıkça Allah'ı görmedikçe sana inanmayız!"
demek cür'etini göstermişlerdi. Bu söz üzerine de derhal onları yıldırım
çarpmıştır. [10]
Çok enteresan ve ibret
almamız gereken bir fena halleri daha vardı:
İşledikleri
fenalıklardan birbirlerini vazgeçirmiye çalışmıyorlardı. [11]
Halbuki (öncelikle)
bilginleri, fakihleri onları işlemekte oldukları haramlardan alıkoymaya
çalışmalıydı. [12] Fakat bunu yapmadılar.
Kitap ehlinden çoğunun
kafirlerle dost oldukları da tarihi bir gerçektir. Bu tutumları Kur'ân'la
Peygamberimize de haber verilmiştir. [13] Öyle
ki, onlardan taraf oluyor ve onların velayeti arkasına düşüyor, öncülüklerini
kabul ediyorlardı.
Daha nelere cür'et
etmediler ki!..
Hz. Peygamber'den,
kendilerine gökten bir kitap indirmesini bile istediler.
Cumartesi yasağını
çiğneyerek isyan ettiler.
Pek azı müstesna,
İslâm hakikatine inanmadılar ve mü'minlere düşman oldular. Kitap ehli, Allah'ın
Resulü'ne ve mü'minlere düşman olmakla da kalmayıp, onları kendi dinlerine
çevirmek isterler. Bu durum Hz. Paygamber'e, "Sen onların kendi dinlerine uymadıkça, Yahudiler de Hıristiyanlar da
senden razı olmazlar.” [14]
buyurarak haber veriliyor.
Şu noktayı da anlamak
gerekir: Kitap ehlinin Resulullah konusunda ki suçları, müşriklerden daha
büyüktür. Çünkü ehl-i kitap henüz Peygamber olarak gelmesinden önce O'nun
hakkında bilgi edinmişlerdi. Hem de gelecek olan nübüvvetini ikrar
ediyorlardı. Fakat gerçekten peygamber olarak ortaya çıkınca O'nu inkar
ettiler, yalanladılar ve bilgilerine rağmen O'nu reddettiler. [15]
İsrailoğulları, tarih
boyunca birçok peygamberin kendilerinden gelmiş olması sebebiyle son
Peygamber'in de beni İsrailden gelmesini bekliyorlardı. İşte bunun için O'nun
davetine karşı böbürlendiler. Üstelik hem sulh, hem de harp zamanında O'na ve
müslümanlara ihanet ettiler.
Peygamber
aleyhissalatü ve'sselam, ilk olarak Medine etrafındaki ehl-i kitap olan
Yahudilerle barış ve yardımlaşma akdini imzaladı. Ama onlar hainlik edip
Peygamberle olan akitlerini bozdular. Üstelik her savaşa girdiklerinde kafirlerle
anlaştılar ve onlara yardım ettiler.
Onlar, tevhid ve şirk
arasındaki soğuk savaşta da müslümanlara karşı müşriklerin yanında yer
alıyorlardı.
Medine'de müslümanlar
arasına fitne sokmaya çalışıyorlardı.
Yahudilerin İslâm'a
düşmanlık beslemelerinin diğer bir sebebi de, Medine muhitinde, ellerinde
bulundurdukları reislik, liderlik, ticarî hakimiyet ve faizcilik gibi
imkanları kaybedip, her bakımdan geri plana düşme endişesi idi.
İşte bütün bu suçlar,
o türlü bir cezayı ve lanetlenmeyi gerektiriyordu. Fakat bu henüz dünyada
uğratıldıkları rezillik ve aşağılanmadır. Esas cezaları, bütün kafirler için
olduğu gibi âhirete bırakılmıştır ki, bunun sebebi de kalplerinde bulunan
inkara yönelik itikatlarıdır. [16]
Ehl-i Kitab'ın kafir
olduğundan hiç şüphe yoktur. Kur'ân'ın hükmüyle, içlerinden iman edenler varsa
da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır. [17] Her
ne kadar Kur'ân'ın bazı âyetlerinde "Kitap
ehlinden ve müşriklerden olan kafirler" [18]
şeklinde ifadeler bulunuyorsa da bu ifadeden, "bunların sadece bazılarını
kafir olduğu", bir kısmının olmadığı şeklinde bir anlam çıkartılmamalıdır.
Aslında bu cümlenin anlamı şudur: Küfre düşen güruh iki çeşittir; biri ehli
kitap, diğeri de müşrikler. Bu bakı'mdan buradaki mânâ:
"Küfre düşmüş iki güruh olan Ehl-i kitap ve
müşrikler..." şeklindedir. [19]
Çünkü müşrikler ve
kitap ehli, Resulüllah'a risalet geldikten sonra onu inkar etmişlerdir.
Ayrıca Ehl-i kitap
içinde Kur'ân'ın yalnız "bir kısmını" inkar edenler de vardı. [20] Bu
topluluk Kur'ân'ı tamamen inkar etmiyordu. Çünkü O'nda Allah'ın birliğine,
kudretinin isbatına, ilmine ve hikmetine delalet eden âyetler de vardı. İşte
bunları inkar etmiyorlardı.
Fakat Hz. Peygamber devrindeki
Kitap ehli genel olarak Kitab'a karşı kuşku içindeydiler. [21] Aynı
zamanda kendi kitaplarını da aslıyla bilmiyor ve ona hakkıyle iman
etmiyorladı. [22]
Sadece o önem için
olmak kaydıyla, kendi kitaplarına hükmüne bağlı kalsalar, mü'min sayılırlardı. Yani
Tevrat'ı, İncil'i, kısaca kendilerine indirileni gereğince uygulasalardı,
kaybettikleri nimetlere tekrar kavuşacakları. [23] Ama,
yine Kur'ân'ın beyanına göre, Kitap'tan uzak kaldıkları, onun ahkamını düstur
edinmedikleri müddetçe, kitap ehlinin hiç bir esas üzerinde olmadıkları da [24]
şüphesizdir.
Kaldı ki onlar, birçok
batıl inançları, ibadet şekillerini ve gelenekleri benimseyip hurafeler
yığınını din edindikleri gibi; bununla da yetinmediler; kendi kafalarından
uydurdukları tefsir ve te'villerini asıl metindenmiş gibi kabul ederek
Tevrat'ı da tahrif ettiler.
Hatta kendi
kitaplarından bile, derin bir şüphe için muzdarip bulunuyor [25] ve
ondan rahatsız oluyorlardı.
Özellikle Yahudiler,
işledikleri cezayı ağır bulup uygulamak istemiyorlardı. İbn Abbas, Ebu Hureyre
ve daha pek çok sahabiden (radıyallahü anhüm) rivayet edildiğine göre:
Tevrat'ta, zina eden
İsrailoğullarına "recm" cezası emredilmişti ve bunu da
uyguluyorlardı. Fakat sonraları, toplum içinde ileri gelenlere, mevki sahibi
olanlara uyguluyorlardı. Fakat sonraları, toplum içinde ileri gelenlere, mevkii
sahibi olanlara uygulamadılar. Çare olarak recm'i bırakmış ve zina edene kamçı
vurmak, yüzünü karalayıp eşeğe ters bindirerek halkın içinde gezdirmek
şeklinde bir ceza icad etmişlerdi.
Hz. Peygamber Medine-i
Münevvere'ye hicret ettikten sonra, bazen O'na başvurup daha hafif bir ceza
araştırırlardı. Fetva için gönderdikleri adamlara:
"Eğer size şöyle (uygun) bir hüküm verilirse
alın, bu verilmezse sakının" [26]
derlerdi. O'nu hem hakem tayin ederler, hem de verdiği hükümden yüz
çevirirlerdi.
Kısacası Yahudiler,
genellikle Musa aleyhisselam Şeriatının şiddetinden kaçınmak için, İslâm dini
hükümlerine göre muhakeme olunmak isterler ve böylece bir kaçamak yolu takip
ederlerdi.
Bütün bunlar Kitap
ehli'nin daha henüz dinlerinde bile sadık bir imana sahip olmayıp, küfür içinde
olduklarını göstermektedir.
Kitap ehlinin
sapkınlığı o kadar derindir ki, bunun bir sonucu olarak kendi aralarında bile
hiziplere bölünüp ayrılığa düştüler. Kimi, "İsa Allah'ın oğludur",
kimi, "Allah ile bir ve beraber olan bir tanrıdır" dediler; kimisi de
"İsa, Allah'ı meydana getiren üç esastan biridir" diyerek ihtilaf
ettiler. [27]
Kur'ân'ın bahsettiği
bu "fıkralar", bir ihtimale göre de Yahudilerle Nasranilerdir. Veya
Nasranilerin kendi aralarında bölündüğü fırkalardır. Bunlardan Nastûrîler Hz.
İsa'ya "Tanrının oğlu" dediler. Yakubîler, "O bizzat Tanrıdır;
yere indi sonra göğe çekidi" dediler. Melkâniler ise "O, Allah'ın
kulu ve Nebisidir" dediler. [28]
Kitap ehlinin dalaletleri türlü türlü ve birçok yöndedir. Yahudiler ve
Hristiyanların, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgili dostlarıyız"
demeleri de [29] bunun belirtilerinden
biridir.
Hıristiyanlardan bu ve
benzeri inançlara sahip bulunanların -ki hemen hepsi böyledir-dalalette
olduğunda şüphe yoktur çünkü, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir"
diyenlerin kafir olduğu Kur'ân'ın hükmüyle sabittir. [30]
Bunların Nasârâ olduğu
açıktır. Çünkü bunlar genellikle Mesih'e ilah dedikleri gibi, "baba, oğul,
Kutsal ruh; üç ilah bir ilahtır" diye bir teslis akidesi ortaya
koymaktadırlar. Zaten hristiyanlar, bu üç ilahı bir Allah olmak üzere
birleştirdikleri zaman bile, bu vahdetle yine Mesih'i kastederler. Yani
üçlemeyi kaldırdık ve tek ilaha inanıyoruz... demeleri de tevhid inancına
erdiklerini göstermez. Kaldıki böyle bir inanca sahip olsalar bile
İslâmiyet'in dışında bulunarak hak yol üzerinde olduklarını iddia etmenin bir
kıymeti yoktur.
Sözün kısası, ehli
kitabın az bir kısmı İslâm'a itihak etmiş, diğer taraftan ekseriyeti küfürde
kalmıştır.
Ancak bu çoğunluğun
bir kısmı da (Hz. Peygamber devrinde) müslüman olmamakla beraber, az çok
doğruyu görerek İslâm tebaiyyetine girmiş, İslâm'ın zimmetini kabul etmiş ve
bu suretle eski bozgunculuklarını ve fısklarını birçoğundan vazgeçmiştir.
Buna karşılık büyük
çoğunluk hakkı büsbütün unutmuş, gayz ve taassuba sarılmış, küfr-u tuğyanını
artırdıkça artırmış, her münkeri işlemiş ve yaymış, İslâm'a düşmanlıkta kafirlerle
beraber olmuş ve hatta da daha ileri gitmiştir. [31]
Zaten durumları
şuradan da açıkça anlaşılır ki, onlar; Allah'a, Peygamber'e ve O'na indirilene
iman etmiş olsalardı kafirleri dost edinmezleri. [32]
Üzerlerinde başka hiç bir alamet olmasa dahi, bu tutumları bile onların
küfrünü göstermeye yeterlidir. Ve bu Kur'ân hükmü, kendini müslüman zannettiği
halde kafirlerin tarafını tutan okumuş ve okumamış idraksizlere ibret
olmalıdır. [33]
Kitap ehlininin,
başlangıçtan günümüze kadar kendi hurafeleriyle başbaşa kalıp sessizce yaşayıp
gittikleri söylenemez. Aksine onlar, Hak Din'in gelmesinden itibaren şer ve ifsat
yolunda durmadan çalışmışlardır. Onların bu olanda yaptıklarını birkaç maddede
toplamak mümkündür.
İbni Abbas ve
Mücahid'in beyanına göre Yahudi ve Nasara'dan bir gurup Allah'ı ve Resulü'nü
kabul etip İslâm'a girdikten sonra mü'minlerle mücadele ediyor, onları cahiliye
devrine döndürmek için tartışıyorlardı. Ve mü'minlere şöyle diyorlardı: bizim
kitabımız sizin kitabınızdan hayırlı, Peygamberimiz de sizin Peygamberinizden
öncedir. Biz de sizden hayırlıyız, Allah yolunda da sizden önceyiz. [34]
Kur'ân onların bu
saçma iddialarından, "Allah ve O'nun
Din'i hakkkında tartışanların delilleri Rableri yanında batıldır"
(geçersizdir) şeklinde bahseder. Bu yöndeki çabalarını da şöyle haber verir:
Ehl-i kitaptan çoğu, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. [35]
Yine o Ehli kitap ki,
kafirlerin yolunun mü'minlerin yolundan daha doğru olduğunu söylüyorlardı. [36]
Mü'minleri saptırmak
yolunda bir de şöyle bir plan kudular: Birbirlerine dediler ki,
"Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin inanın, akşam da inkar edin;
böylece belki imanlarından dönerler. [37]
Bu plan, Yahudi
bilginlerinin ve liderlerinin, İslâm hareketinin gücünü zayıflatmak için
kurdukları tuzaklardın biriydi, onlar, sadece gizli düzenlerle bazı
müslümanları kandırmak için İslâm'a ilgi duyar görünüyorlardı. Bu amaçla
Medine'ye, müslüman olduklarını ilan eden adamlar gönderiyorlardı. Ama bu
adamlar daha sonra nıüslümanlar arasında ve onların Peygamberlerinde şu şu
kötülükleri gördükleri için İslâm'dan çıktıklarını açıklıyorlardı. [38] Bu
konuda şöyle bir olay daha nakledilir: Hayber Yahudilerinden oniki kişilik bir
haham topluluğu müslümanları şaşırtmak için yukarıda sözü edilen plan
gereğince, günün evvelinde İslâm'a girecekler, fakat akşama doğru: "Biz
kitabımıza baktık, Muhammed'in sıfatını onda bulamadık" diyerek İslâm'dan
çıkacaklar. Böylece müslümanların da içine şüphe atacaklar ve onların da
dinden dönmelerine kapı açmış olacaklardı. [39]
İşte Yüce Allah
onların bu hilesini hatırlattıktan sonra, "Ey Kitap ehli, niçin hakkı batılla karıştırıyor ve bile bile gerçeği
inkar ediyorsunuz!” [40]
buyurarak, yapılan işin tevhid açısından fecaetini ortaya koyuyor.
Küfürlerinin sonucu
olarak, Kitap ehlinin İslâmla ve bağlıları ile alay etmeleri de kayda değer.
Kur'ân bunları, "dini oyun ve eğlence yerine koyanlar..."
olarak vasfeder. O Yahudiler ki, müslümanlar ezanla insanları namaza
çağırdıkları ve müslümanlar namaza kalktıkları zaman, gülüp istihza ederek:
Kalktılar, kalkmaz olsunlar! Namaz kıldılar kılmaz olsunlar!., derlerdi. [41]
Yahudi ve Hıristiyan
dünyasının Müslümanlık karşısındaki tutum ve davranışları, faaliyetleri,
mücadele ve çabaları hiç bir zaman sona ermemiş, tarihin bütün dönemlerinde devam
etmiştir; hem de çok daha yaygınlaşmış, kurumlaşmış, politikleşmiştir, zulmünü
ve fesadını artırmış olarak süregelmiştir. Orta zamanlarda kendini gösteren ve
İslâm âlemini harap eden haçlı zihniyeti ile, sonra asırlarda iyice kendini
gösterip ürününü veren Siyonizm ideali ve siyonist faaliyetler bunun sadece
dışa vuran yönüdür.
Modern dünyanın
bugünkü ekonomik siyasal zulüm sistemleri hep o zihniyetin eseridir. Bir
mütefekkirimize ait aşağıdaki cümleler, özellikle Yahudi idealizminin ve
onlardaki şirret insan kimliğinin karakterini bize gösterecek niteliktedir.
Diyor ki yazarımız:
"Yahudiler
esrarlı mahluklardır. Kapitalizmi o kurar, komünizmi o yapar sonra o yıkar.
Biri bir adım ileri
attırsa, diğeri gelir, o adımı geri aldırır, maksadı, hiç bir yerde birlik
bırakmamak... Bâtılda bile buluşturmak istemez insanları, Yahudi budur; ve hak
veya batıl, her birliğe düşmandır. Tek gayesi, gizli yahudilik hegemonyasını
kurabilmek için insanlığı bölmek, ufalamak, çözmek ve çürütmek..." [42]
“Bu ruh halini ve
insan tipini anlamak ve anlatmak için hiç bir örnek olmasa, sadece İsrail
örneği ve Filistin zulmü, bir ibret dersi olarak dünyaya yeter. Yalnızca Batı
dünyasının özellikle son yıllardaki tutumuna bakmak bile o dehşet verici
gerçeği anlamak için kâfidir.
Artık "Kitap
ehli" olma haysiyetini bile kaybetmiş Yahudi ve Hıristiyan âlemine bu
kadarcık bir değinmeden sonra tekrar eskiye dönelim. [43]
Ehl-i kitabın âlimleri
bir başka âlemdir; dalalet koruyuculuğu ve yayıcılığının önemli bir kutbunu
teşkil ederler.
Kitap ehli bilginleri
Kur'ân'da "rabbâniyyün" ve "ahbâr" olarak geçer. Bazı
yorumlara göre Rabbaniler, en üst derecede uzman bilginlerdir; Ahbar ise
fakihlerdir. [44]
Yahut da ahbar, yahudi
"hahamları"dır.
Zemahşeri'ye göre:
rabbâniyyün ve ahbâr, Harun peygamberin evlatlarından tarîk-i enbiyayı iltizam
eden zâhidler ve alimlerdir.
İbn-i Abbas'a göre de:
Rabbani, nâs üzerinde ilim ile icray-ı siyaset eden ve büyük ilimden evvel
küçük malumat ile terbiye eyleyen erbab-ı ilim ve erbab-ı velayet demektir.
Bu zikredilenlerden
başka Rabbaniler lafzından maksadın: fıkıh bilginleri, âlimler, filozoflar,
muallimler, terbiyeciler, ilmiyle amil olanlar, haramı helali, emri ve nehyi
bilenler... olduğu da söylenmiştir.
İslâmî çerçevede
rabbani âlim ise: Rabb'e bağlı, İslâm'a tam teslim olmuş, muttaki ve etkili
kimse demektir.
Ehl-i Kitap âlimleri,
kendi dinleri çerçevesinde olsun, üzerlerine düşen görevi ve sorumluluğu
hakkıyla yerine getirmemişler ve Kur'ân'ın ağır tenkidine uğramışlardır. Onların
bu alandaki suçlarını Yüce Allah, "Rabbaniler
ve diğer bilginler (hahamlar), kendi halklarını günah söz söylemekten ve haram
yemekten men'etmeli değiller miydi?.. Bu yaptıkları şey ne kötüdür!" [45]
buyurarak ortaya koyar. Çünkü bu âlimler için, "onların yapageldikieri o şey ne kötüdür!" deniliyor. Çünkü
onlar bunu âdeta meslek edinmişler, dururrfa müdahele etmemeyi âdet haline
getirmişlerdi. Halbuki mes'uliyetin en büyüğü âlimlerin üzerindedir. Ve halkın
ahlakını, dinini bozan çoğunlukla bunlardır. Bazı din tahripçileri
bunlardandır. Ve buradan da anlaşılıyor ki, Rabbaniyyun'un sorumluluğu ahbardan
daha öncedir ve büyüktür. Ulemâ demişlerdir ki Kur'ân'da âlimleri kınayıp
azarlayan âyetler içinde en şiddetlisi budur. Bu uyarıdan, bu tehditten
müslüman âlimleri de ibret almalı, hakkı gizlemenin, duruma müdahele etmemenin
büyük vebalini anlamalıdırlar. Bundan daha önemlisi de, müslümanlar ulemâyı bu
ölçü ile değerlendirmeli, kimlerin rabbani, kimlerin şeytanî olduğunu
farketmeli, onların da kimliğini tesbit etmelidirler.
Kitap ehli âlimlerinin
mü'minlere bakışı da daima menfî olmuştur. Çünkü onlar cibt ve tâğuta
inanıyorlar ve kafirlere: ''Bunlar
mü'minlerden daha doğru yoldadır" diyorlardı. [46]
Meselâ bunlardan Ka'b
b. Eşref ve avânesi bir defasında Ebu Süfyan'ın bir sorusu üzerine:
"Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha
hayırlı, yolunuz da onun ve ona uyanların yolundan daha doğrudur!"
demişlerdi. [47]
Ehl-i kitap,
bilginleri başta olmak üzere, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kendi
oğullarını bildikleri gibi biliyorlardı. Fakat onun nübüvvetini kabul
etmiyorladı. Böylece, bu gerçeği bildiren Kitab'ı arkalarına attılar ve hakikati
gizlediler. [48]
Kur'ân'ın, ilimde
derinleşmiş (râsihün) dediği, ilâhî kitapların niteliklerini iyi bilen ve
Hakk'a tâbi olan Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi bazı âlimlerin bir
tarafa bırakılırsa, Yahudi bilginleri, hep hakikati gizleyen ve Hak Din'e
düşmanlık besleyen bir yapıya sahip olmuşlardır.
Bu tutum, bu gelenek,
Hıristiyanıkta da, Yahudilikte de tarih boyunca süregelmiştir.
Yeni dönemlerde ise bu
düşmanlık, bu saldırı daha sinsi ve daha tehlikeli bir mahiyet kazandı.
Ondokuzuncu ve
yirminci asrın bazı Batılı müellifleri, İslâm'a yönelik yıkım ve saldırılarını
çoğunlukla "takdir, övgü" re "hayranlık" paravanları
arkasında yürüttüler.
Onlar, özellikle
nübüvveti inkar etme, perdeleme, işinde böyle sinsice bir diyalektik
kullandılar. Yani önce Hz. Peygamber'i beşerî yönleriyle övmek ve asıl
peygamberlik yönünü örtbas etmek metodunu seçtiler.
Buna bir örnek vermek
gerekirse, misal olarak bir İtalyan müellifi olan Kaytana'yı göstermek
mümkündür. O, bir kitabında Hz. Peygamber'in eşsiz derecede kendine güven
duygusuna sahip olduğunu, fakat bunun bir sır olarak kaldığını söylemiştir.
İşte bu söz, itiraf
görünümünde hakikati inkardır. Çünkü O, "peygamberlik gücü"ne bir
"sır" ismini vermişti. Halbuki bu güven, Allah'a olan güvenin ve bu
risalet görevinin ona Allah tarafından verildiğine dair kesin bilgisinin
sonucudur. Hem de davasındaki sadakatin bir delilidir.
Ehl-i kitap bilginleri
şimdiki temsilcileri, doğu bilimcisi denilen oryantalistlerdir.
İşte, İslâm'a nefretle
bakan, fakat onun eşsiz gücü karşısında ezilen bu Batılı bilginler, nesilden
nesile sürüp gelen bir çaba ile, bu dini inceden inceye etüd etmekte ve bu
dinin kuvvet kaynaklarını bozabilmenin yollarını ciddiyetle araştırmaktadırlar.
Batı bilimci yazarlar,
bir noktada müslümanları oyuna getirmiş ve o alanda başarı sağlamışladır.
Allah'ın kelamını direkt olarak ortadan kaldırmanın -imkânsızlığını görerek,
müslümanları, kendi dinlerini gerçek mânâda öğrenmekten alıkoymuşlardır.
Tek cümle ile, onların
başarı sağladığı alan: müslümanların ölü ve cansız nazari araştırmalarla
uğraşmalarını sağlamak, bir de, bölgesel ve irkî ihtilaflar çıkarmak suretiyle
onları birbirine düşürmek.
Tarihî ve sosyal
şartlarının etkisi, müslümanların çoğu dönemlerde iyi bir yönetimden mahrum
kalmalarının ve bunlara ilaveten Yahudi ve Hıristiyan âleminin çabalarının
sonupu olarak: son asırlarda nazarî ve kültürel bir din ile yetinildi. Öyle bir
din ki, dinamiği, sosyal-siyasal, egemenliği, bireysel ve toplumsal uygulaması
bulunmayan bir din. Vicdanlarda yer etmiş bir inanç olmaktan öteye gitmeyen
bir din.
İşte Batılılara böyle
bir dini, halkı müslüman olan ülkelere empoze ve kabul ettirdiler. Onlar
isterler ki: Bu din, nazarî planda, kitaplarda ve vicdanlarda duyarak, bu dünya
sistemine inanmış otoritelerin koydukları hükümleri, görüşleri, uygulamaları
takdir ve takdis etmekle yetinsin.
Geçmişi Kitap ehli
bilginlerine dayanan, son asırda müsteşrikler elinde gelişen, daha sonra da
Amerikanizm'in en önemli ilkelerinden biri haline gelen bu anlayış, ne yazık
ki, müslüman aydınların ve halkların kafasında da yer bulabilmiş ve hatta
yerleşmiştir. [49]
Avrupası ve Amerika
kıtasıyla bugün artık "Batı"denilen âlemi meydana getiren ve de
"Batı" ruhu taşıyan bu dünyaya Ehl-i Kitap demek, gerçekle ve
hakkaniyet ölçüsüyle ne ka-l dar
bağdaşabilir!.. düşünmek 1 azım.
Gerçek o ki bugün
artık Allah'ın indirdiği Kitab'm ehli olan bir dünya, bir ülke mevcut değildir.
. Bütün mezhep ve cemaatleriyle bugünkü Hristiyanlık ve Yahudilik âleminin,
"Kafirlerin yolu mü'minlerin yolundan daha hayırlıdır" diyen
atalarından, sapıklık itibariyle bir farkı yoktur. Hatta düşmanlıkta ve
faaliyette daha da ileridirler. Çünkü İslâm düşmanlığı tarih boyunca
sürdürülmüş, gaye edinilmiş, şimdilerde bütün Batılı devletlerin önemli bir
politikası haline gelmiştir.
Bugün kitap ehli, dün
Medine'de kafirleri müslümanlar aleyhine kışkırtan ve onlarla iş birliği yapan
güruhun daha çoğalmış ve teşkilatlanmış bir devamıdır.
İki yüz sene boyunca
ardarda Haçlı Seferleri düzenleyenler onlardır.
Endülüs'te korkunç
katliamlar tertipleyenler de yine onlardır.
Filistinli
müslümanları yurtlarından kovup yerlerine Yahudileri yerleştiren yine bu Batı
dünyasıdır.
Birleşmiş Milletler
isimli küfür ittifakının direktif ve fetvaları ile toplu cinayetlerini
işleyenler yine bunlardır.
Netice olarak
Yahudilik ve Hıristiyanlık, kurulu ibadet. Şekilleri ve halihazır
görünümleriyle, daha sonraki bir çağda ortaya çıkmış, değişik iki beşeri dindir
ve Hz. Musa ile Hz. İsa'nın insanlara tebliğ etmek istediği dinler değildir.
Mevcut düzenleri,
ayinleri ve sözde ibadet şekilleriyle yürürlükte olan bu iki din,
peygamberlerinden çok sonra din adamları ve rahipler tarafından icad edilmiş
kurumlardır.
Hıristiyanlığın
oluşumu ve tam bir şirk düzeni haline getirildiği hakkında tarihin kesin
şehadeti ve âlimlerin hükmü vardır. Bu realiteyi şöylece özetlemek
mümkündür:
İznik Ruhban
meclisinde, şirkten mürekkep ve vahdaniyetle çelişen bir "Teslis akidesi
= üçleme" kabul edilmiş olduğundan, Protestanlık da dahil olmak üzere
bugünkü Hristiyanlık şirkin bir tekamülünden ibaret kalmıştır. [50] Yani
şirkin geliştirilen, daha karmaşık hale getirilen bir şekli olmuştur.
Bunun için özellikle
Hıristiyanlığı gerçek İsevîlik'den ayırmak lazım. Hz. İsa'nın getirdiği hak din
ile mutabakatı
olmayan bu yol,
aslında Katolik ismi verilen mezheple başlar. Katolik, Yunanca bir kelimedir
ve "umumî din" anlamındadır. Üçleme akidesiyle ilâhî vahdeti üçe
bölen bu mezhep, kendisini umumî din kabul eder ve Ortodoksluk ile Protestanlık
yollarına hakaret nazarıyla bakar.
Hristiyânlık'ta,
"reform" adı altında yapılan dinî ve siyasî yenilenme ve arınma
hareketlerinin de, onu şirkten kurtardığı düşünülemez. Bu değişiklikten sonra
oluşan mezheplerin tamamına Protestanlık denir ki, bunların çıkışında ilk ana
fikir, İncil ve akıl adına papaları protesto etmek fikrinden ibarettir.
Genellikle
protestanların da, teslis ve Mesih'in ilahlığı davasında katoliklerden farkı
yoktur. Akla önem verdikleri iddiasındaki protestanların, aklîlik ile
bağdaştırılması imkansız olan "üçlü ilah" geleneğindeki ve Mesih'in
ilah olduğu konusundaki taassupları, aklî düşünceden ne derece uzak olduklarını
göstermeye yeterlidir,
Yahudilerin dalaletini
konuşmaya bile hiç lüzum yoktur. Onların küfürlerini ortaya koyan birçok yanlış
itikatları vardır.
Mesela ilk dönemde
Ehl-i Kitap, nerdeyse, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının Yahudi
yahut Hristiyan olduğunu söylüyorlardı. [51]
Halbuki bu sayılanlar Musa aleyhisselam'dan da, Yahudilik ve Hristiyanlıktan da
daha önce yaşamışlardır.
Bu iddiada görülen,
gülünç derecedeki ırk asabiyeti halen devam etmektedir.
Yine yahudiler
kendilerinin risalet sahibi olmaları (yani kendi içlerinden bir Peygamber
gelmiş olması) ve kitap sahibi bulunmaları sebebiyle Allah'ın seçkin milleti
olduklarını iddia ediyorlardı. Bütün dünya milletlerinin efendisi olduklarına
inanıyorlardı. Bugün bu inançları daha da katılaşmış ve kökleşmiş olarak
"üstün ırk" saplantısı şeklinde gönüllerinde ve tavırlarında
yaşamaktadır.
Öyle canlı
yaşamaktadır ki, onlara göre, maddî-manevî her türlü hak, her nevi imtiyaz
yalnız ve yalnız Yahudi ırkınındır; bu ırktan olmayanlar hiç bir hakka ve
imtiyaza sahip değildir. Allah'ın sevgili kulu yalnız onlardır. Ve bu hakkı
kazanma, elde etme uğrunda her şey mubahtır. Bu mücadelede öldürmek, katliam
yapmak, gasbetmek, yağmalamak, hile, yalan, dolandırıcılık vs. gibi her yol ve
metod meşrudur, kullanılabilir.
Bundan başka
Yahudiler, Ortadoğu'da geniş bir toprağın Allah tarafından kendilerine
verildiğine inanırlar. Bu verilmiş toprakların merkezinin Kudüs şehri olduğunu
söylerler.
Yahudi ırkının ne
yapıda bir millet olduğunu göstermeye sadece şu husus yeter ki, onlar önece
kendi peygamberlerine ihanet ettikten sonra, bu az geliyormuş gibi Hz. İsa'ya
ve onun peşinden gidenlere karı yüzyıllar boyu düşmanca duygular
beslemişlerdir. [52]
Eski isimleri Kitap
ehli olan bu milletlerin, anlatmaya çalıştığımız itikadı küfürlerinden başka,
ideolojik ve siyasal anlamda da küfürleri vardır ki, bu alandaki sapkınlıkları,
daha büyük ve daha yıkıcı bir etki alanı bulmaktadır.
Her şeyden önemlisi
olarak şimdi artık Yahudi ve Hıristiyan dünya, kapitalizm ve hatta materyalizm
şeklinde kendini gösteren kopkoyu dinsizlik düzenleriyle dayanışma ve
özdeşleşme halindedir.
Dünyanın neresinde
olursa olun, kapitalizm, materyalizm, sosyalizm ve hatta komünizm
sistemlerinin mucidi ve yaşatıcısı mutlak surette bunlardır. Bu sistemlerin
hepsiyle işbirliği yapmaktadırlar.
Şimdi, Allah'ın
indirdiği Kitap'la zerre miktarı bağlantısı olmayan bu milletlere nasıl Kitap Ehli
demek mümkün olabilir?..
Biraz gerilere gidecek
olursak, bu ideolojik sapmanın şöylece hızlandığını görürüz: Son yüzyılda
Avrupa devletleri büyük Fransız inkılabından sonra liberallik, laiklik ve insaniyet
kavram ve ilkelerine sığınarak, nasraniyet (Hıristiyanlık) asabiyetinden
sapmaya doğru yönelmiş ve o zamandan itibaren diğer milletler üzerine egemenlik
kurmaya yol bulabilmişlerdir.
Geçen yüzyılda Avrupa
hiç şüphesiz bilim ve sanayi alanında çok büyük bir ilerleme kaydetmiştir.
Fakat bu gelişmelerle, dinsizliğe ve egoistliğe doğru menfî bir gidişi gaye
edindiklerinden, bilimsel ve teknolojik kalkınmalarını hak ve hakikate
raptedecekleri yerde insanlığı Hak'tan uzaklaştırma" ya, vicdansızlığa
getirdiği gerçek özgürlük hakları ile, insanlığa temin eylediği evrensel hayat
hakkından uzaklaşmak ve hayatın ızdırabını artırmaktan ibaret olmuştur. [53]
Artış iyice
anlaşılmalı ki Yüce Allah'ın Hz. Musa ve Hz. İsa'ya gönderdiği kitaplarla bu
Batı milletlerinin, yani Yahudi ve Hristiyanlık dinine mensup olduğu
zannedilenlerin hayat ve düşünce olarak bir bağlantıları yoktur.
Kur'ân tâ başından
beri Yahudi milletini "yeryüzünün en şerlileri" olarak nitelemiştir. [54]
Hristiyanlara gelince, onlar da İsa aleyhisselam'dan hemen sonra şirk ve
hurafelerle örülü muharref bir batıl dinin akıl ve gerçekdışı inançlarını
bağnazca sürdürmektedirler.
Yaşayışlarının ise Hak
din ile değil, kendi sözde dinleri ile dahi bir alakası yoktur.
Bütün bunlara rağmen,
ancak "cahil" kelimesiyle nitelenebilecek adı müslüman bir çoğunluğun,
komünizme ve komünist bloka karşı olarak, kapitalist batı ülkelerine ve özellikle
ABDye sempatizan duygular beslemesi, sola karşı bu sağ'a ve kendince ehl-i
kitaba dostluk beslemesi akılları durduracak bir garabettir.
Bundan başka bazı son
devir aydınlarında, ilim adamlarında hatta zamanımızın bazı tefsircilerinde,
şimdiki Yahudi ve Hristiyanların hak bir yol üzere bulunduklarını ispat etme
eğilimi ve çabası görülmektedir ki, bu da ilim ve tevhid namına esef verici bir
durumdur.
Ehl-i Kitap kavramını
anlamayarak ve bu toplumun tarih içindeki durumunu iyi değerlendirmeyerek
hükümler çıkaran ve sonuçta da Rusya'ya karşı ABD'yi savunma derekesine
düşen, üstelik bir de "ehven-i şer" mefhumunu kötüye kullanan, dahası
bunu da dindarlık sayan cahiller ve idraksizler güruhuna acaba ne demeli?..
İslâm'dan sonra hiç
bir dinin ve sistemin gerçeklik ve "hak" olma iddiasında
bulunamayacağı hükmü bir yana, bu kafayı taşıyanlar şu kadarcık hakikati
görseler yine yeter. O hakikat de şudur: Evvela şerrin ehveni olmaz. Küfrün azı
da çoğu da bir olduğu gibi, şerrin ehveni de ehven olmayanı da birdir. Ortada
hak ve mutlak "hayır" varken şerre itibar ve iltüat edilmez. Sonra bu
kavram, sadece "fıkh"ın muamelat alanında söz konusu olan bir kavramdır.
Yani muameleta konu olan herhangi bir hususta, iki zararlıdan birini kabul etmek
ve ona katlanmak zorunda kalınırsa, bu durumda daha az zararlı olan yolu tercih
etmek demektir.
İkinci olarak, ABD ve
benzeri süperler, "İncil" ile yönetilen ehl-i kitap bir devlet
değildir. İnsanların hayatını şekillendiren ve toplum düzenini belirleyen
esaslar ve kurumlar "beşerî"dir, dinî değildir. Sovyet Rusya da bu
noktada aynı mahiyeti arzeder. Sonra bireysel ve toplumsal hayat şekli olarak
ve inanç noktasından sosyalist-komünist insanla, kapitalist-liberalist insanın
yaşayışı arasında, bâtıl olma açısından hiç bir fark yoktur. Hepsi de nefsanî,
hayvanı ve biyolojik bir hayatı yaşıyorlar. Şu kadar var ki birisi nefsin
isteklerini tatmin etmede alabildiğine bir özgürlüğe sahip, öbürünün
hürriyetleri biraz kısıtlı. [55]
Tevhidi İslâm
inancının birçok coğrafyalarda ve toplumlarda yozlaştırıldığı şu dönemlerde,
ehl-i kitap hakkındaki değer yargısının da sıhhatli ve akaidimize uygun bir
sağlamlıkta olmaması pek tabiîdir. Kavram kargaşası ve idrak yoksunluğu,
sapmalar ve saptırmalar, bu alanda da normal olarak kendini gösterir. Birçok
konuda olduğu gibi bu konuda da yanılmak ve yanıltmak çok kolay olmuştur.
Tıpkı, yıllarca komünizm ve Rus düşmanlığı yapılırken, sağcılık hatırı için
kapitalizm ve Amerikan dostluğu yapıldığı gibi! bu yanlış akidenin, İslâm'ı tam
olarak anlayıp iman eden belli bir kesim mü'minin dışında, sona erdiği de
söylenemez. Maalesef aynı bozuk itikadı sürdüren sağcı mukaddesatçılar mevcuttur.
Bunun için ilk
dönemden başlayarak kafirler ve müşriklerle ehl-i kitap arasında ne gibi fark
bulunduğunun, başka bir deyişle kimliklerinin belirlenmesi ve bunlara bakış
tarzımızın tespit edilmesi lazımdır.
Tarihen sabittir ki,
müslümanların Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra, tevhid ile küfür
arasındaki çatışma da yeni bir biçim almıştır. Herşeyden önemlisi Medine'de küçük
bir şehir devleti kurulmuştu.
Bu devletin
kurulmasıyla, küfrün düşmanlığı da şiddet kazanmış ve çok boyutlu, çok yönlü
bir mahiyet almıştı. Bütün Arabistan halkları o İslâm toplununu yok etmek,
sindirmek için birleşmişti.
Bu bakımdan İslâm
ümmeti, sadece yayılmanın ve galip gelmenin değil, aynı zamanda varlığını
sürdürebilmenin politikasını gütmek zorundaydı. Mü'minler topluluğu ve İslâm
devleti, elinden gelen tüm gücünü harcamak, bu tevhid sisteminin yaşayıp
yayılması için gerekli olan her yola baş vurmak zorunluluğu içindeydi.
Muhtemel saldırılara karşı gücünü harcamak, bu tevhid sisteminin yaşayıp
yayılması için gerekli olan her'yola baş vurmak zorunluluğu içindeydi. Muhtemel
saldırılara karşı güçlü olması gerekiyordu.
İşte bütün bunlar
sebebiyle Hz. Paygamber aleyhissalatü ve's-selam'ın, hicretten sonra,
karşılıklı fayda amacıyla, anlaşma yaptığı ilk topluluk Yahudiler olmuştu. Hz.
Peygamber, onlarla iyi ilişkiler içinde olmak amacıyla elinden geleni yaptı.
Onları bir decereye kadar da olsa müşriklere tercih ediyordu. Fakat özellikle
yahudi bilginleri O'nun tebliğ ettiği yeni dinden hoşlanmadıkları için
müslümanlara karşı münafıklarla ve kafirlerle işbirliği yapıyorlardı. Bunun
içinde anlaşmalara ihanet ediyorlardı. [56]
Bedir savaşında
kafirlerin yenilgi haberi gelince yahudi liderlerinde Ka'b b. Eşref üzüntü
içinde, "Bugün yerin altındakiler bizim için üstündekilerden daha hayırlıdır!"
diye bağırmıştı. [57]
Yahudiler, o dönemde,
en kritik zamanlarda kafirlere dostluk gösteriyor hem de şöyle diyorlardı:
Zamanın ve durumun aleyhimize dönmesi gibi bir felaketin başımıza gelmesinden
korkuyoruz. Muhammed'in durumu da henüz garantili değil... [58]
Kitap ehli hakkındaki
değer hükmünüzü sağlam temellere oturtmak için şu tarihi olayları hatırlamakta
da yarar vardır: Cabir (radıyallahü anh), Ömer (radıyallahü anh)den naklederek
anlatıyor: Bir defasında Ehl-i Kitab'ın kitapları arasında bulduğum bir kitabı
Resulüllah'a getirmiştim. Ona:
"Ey Allah'ın Resulü, ehl-i kitab'ın eserleri
arasındaki güzel bir kitap buldum", dedim. Resulüllah buna çok
kızarak: "Benim getirdiklerimden
şüphe mi ediyorsunuz ey Hattab oğlu Ömer! Allah'a yemin ederim ki, ben
getirdiklerimi size apaçık olarak sundum. Ehl-i kitaba hiç bir şey sormayın!
Eğer sorarsanız doğru dediklerini yalanlar, batıl dediklerini kabul edersiniz.
Allah'a yemin ederim ki, eğer şimdi Musa hayatta olsaydı mutlaka bana tâbi
olurdu", buyurdu. [59]
Nakledildiğine göre
Abdullah b.. Mes'ud (radıyallahü anh)de şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitab'a hiç bir şey sormayın.
Kendileri dalalette olduğu için asla size doğru yolu göstermezler. Herhangi
birşey sorduğunuz takdirde hakkı yalanlayıp batılı tasdik etmiş olabilirsiniz"
dedi. [60]
Kitap ehline bakış
tarzımızı belirlemede şu tarihi olay da yardımcı olacaktır. Deniyor ki: Hz.
Ömer'in hilafet yıllarında Basra valisi Ebu Musa el-Eş'arî, bazı önemli
hususları görüşmek üzere Medine'ye gelmişti. Bir ara, kayıtların nasıl tutulduğu,
işlerin nasıl organize edildiği söz konusu olunca, Ebu Musa: "Hristiyan
bir katibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde
tutuyor..." diye söze başladı. Bunun üzerine Halife Ömer'in rengi
değişiverdi ve:
"Allah cezanı
versin; müslüman bir kâtip edinseydin ya! Sen Allah'ın 'Ey mü'minler, Yahudi ve
Hristiyanlan dost edinmeyin' buyruğunu işitmedin mi?" dedi. Bunun üzerine
Ebu Musa cevap verdi ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti. Ebu Musa:
"O'nun dini
kendisine, kâtipliği bana!" deyince Hz. Ömer'in ikazı:
"Allah'ın
aşağıladığına ikram etme. Allah'ın hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma.
Allah'ın uzaklaştırdığını sen yakınlaştırma!" şeklinde oldu. [61]
Şimdi bu sözler
karşısında, içinde bulunduğumuz durumun perişanlığını iyice anlamamız gerekir.
İdrak etmeliyiz ki, şu toplumda mü'minle gayrimüslim, nasıl birbirine karışmış
ve aradaki fark görülmez olmuştur. İşin daha da fecisi, müslüman hor görülüp,
Îslâmsızlık takdir edilir olmuşur.
Yalnız burada şu
inceliği de iyi anlamak gerekir: Bazılarının zannettiği gibi gayrimüslim
sadece müslümanlıktan başka hergangi bir dine mensup olan değildir. Hiç bir
dinden olmadığı halde veya kendince bir müslümanlık benimsemiş olarak asıl
İslâm'dan uzak bulunan bir toplum türü vardır ve bugün ortalığa bunlar
hakimdir. İşte bu toplum tipi de hesaba katılmalı ve "kafir" söz
konusu olunca tâ uzak diyarlar, ecnebiler algılanmamalı. Şimdi bizde bir nadan
güruhu var ki "dinsiz" deyince hemen ortalıkta gezen turistleri
hatırına getiriyor. Yerleşik dinsizleri hiç hesaba katmıyor.
Kaç defa tekrar etsek
azdır: İslâm'ın zıddı, müslümanın alternatifi İslâm'dan gayrı her şeydir. [62]
Şimdi burada şu
gerçeğe de işaret etmeliyiz: Kur'ân ve Allah'ın Resulü, müşriklerle kitap ehli'ne
az da olsa farklı bir gözle bakmıştır.
Ancak unutmayalım ki
İslâm'ın, kitapsız putperest, kavimlerle kitaplıların Allah'a inanması
keyfiyetinden dolayıdır. Çünkü kitapsız kafirlerin bir kısmı Allah'ı, âhireti
ve İlâhî adaleti inkar ettikleri için bütün ahlakî ve manevî umdeleri de
reddederler.
Bu bakımdan,
müslümalara kin tutmayıp gayz beslemedikçe ve din hususunda mücadele
etmedikleri sürece İslâm, onlarla iyi münesebet kurmaktan mü'minleri menetmez.
Zulümkâr olanları hariç, kitap ehli ile "en güzel tarzda" mücadeleyi
tavsiye eder. [63]
Yalnız burada "en
güzel mücadele" tabirinden kastedilen maksadın da onlara yumuşaklık
gösterilip dostluk kurulması olmadığını iyi anlayalım. En güzel mücadele
İslâm'ın İzzeti ve menfaati için iyi bir strateji ve yararlı bir taktik uygulaması
demektir. Bundan da amaç; Hakkın etrafında toplanıp birleşmeyi sağlamaktır.
Yani iyi geçinmekten
gaye, güleryüz gösterilmesi ve meşru olmayan yolları tasvip etmek değil,
İslâm'ın güzelliğini göstermek için nezaketle yaklaşmaktır.
Meselâ: Onların
kabalığına nezaket ve yumuşaklıkla, öfkelerine soğukkanlılıkla, mugalataya
(gevezelik) nasihatle, şiddete vakar ile mukabele etmek gibi [64] .
Tekrar edelim ki bu muamele tarzı, ahdi bozmayan, cizye verip İslâm devletine
itaat edenlere karşıdır. Böyle olmayıp kafirlikle zulmedenler, İslâm'a ait
yeterli delili kabul etmeyip haksızlıkla inada, ifrata sapanlar, yahut
"Allah'ın veledi vardı, O'nun eli bağlıdır" gibi laflar ederek küfür
izhar edenler bu hükme dahil değildir. Zira o zaman, durumlarına uygun bir
yöntem ile hakkı müdafaa etmek müslümanlara vacip olur. Hatta tefsire göre bu
hüküm neshedilmiştir. [65]
Ayrıca bu emrin Mekke döneminde geldiğine de dikkat etmek gerekir. Çünkü
Medine'de durum değişmiş, İslâm devleti kurulur kurulmaz onlarla açık bir
mücadele ve savaş ortamına girilmiştir. Böyle bir durumda "güzel muamele
" söz konusu olamaz.
O halde tekrar edelim:
Daha sonraki âyetlerde, kitap ehlinden Allah'a ve ahirete inanmayan, Allah'ın
ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak Din'i din edinmeyen
kimselerde, küçülüp boyun eğerek cizye verecekleri zamana kadar onlarla
savaşmak emri vermiştir. [66]
İslâm'ın, ilk dönemde
kafirlere nazaran kitap ehline daha farklı bir gözle baktığı bir gerçek olmakla
beraber, konunun iyi anlaşılması için şu kuralı da hesaba katmak gerekir:
İslâm uleması, Hıristiyan ve Yahudilerle putperestler arasında akaid
noktasından değil, ancak ahkâm, bazı dünyevî muamele ve siyaset noktasında bir
ayırım yapmıştır. Bu da birkaç
husustadır.
Mesela, kestikleri
hayvanların ve avladıklarının yenilebilmesi, ehli kitap kadınlarıyla evlenmenin
caiz olması gibi [67]
Kur'ân'ın, kafirlere karşılık kitap ehlinden yana olduğunu gösteren bir delil
daha var. O eğilim de, Bizanslılar ile müşrik Farisîler arasında çıkan savaş
münasebetiyle gelen âyetlerde görülüyor. Şöyle ki: Putperest ve mecusi
İranlılar ile savaş halinde bulunan Rumlar 613 yılında yenildiler. Bunun
üzerine Mekke müşrikleri, kendileri gibi çok tanrıcı olan İranlıların
galibiyetine sevindiler. Çünkü haliyle onların tarafını tutuyorlardı.
Müslümanlar ise Kitap ehli olan Hıristiyan Doğu Romalıların galip gelmesini
istiyorlardı. İşte putperestlerin bu galibiyetleri diğer müşrikleri sevindirdi
ve şımarttı. Onlara göre Peygamberin iddia ettiği gibi Allah tek galip ve
kadir olsaydı kitap ehlini üstün getirirdi. Böylece şımardılar ve hatta
Müslümanlara:
"Siz ve
Hristiyanlar kitap ehlisiniz, biz değiliz. Bizim kardeşlerimiz olan Farisîler,
sizin kardeşiniz olam Rumları yendi. Aynı sekide biz de aramızda çıkacak bir
savaşta size galebe çalacağız!.." dediler. [68]
İşte bundan sonra,
yani müşriklerin sevinip şamata etmesi üzerine ilâhî vahiyle Peygambere şunlar
bildirildi: "Elif, Lam, Mîm Rumlar
yenildi. Yakın bir yerde ve birkaç yıl içinde onlar bu yenilmelerinin ardından”
galip olacaklar. [69]
Gerçekten de öyle
oldu. 624 yılında iki taraf karşılaştı. Bizans (Roma) orduları üstünlük sağladı
ve İran'a girdiler. Bizanslıların galip geldikleri gün müslümanlar da Bedir'de
muzaffer olmuşlardı. İlâhî va'd, "O gün mü'minler de ferahlanacak..."
demişti ve ferahlandılar. Hem kendi zaferleri, hem de Bizanslılarla savaşan
müşrik Farslıların yenilgisiyle sevinç duydular.
Ama dikkat edelim...
ilâhî bildirinin burada kitap ehli olan Rumları tutuyor görünmesi, müşrik
zihniyete karşı olmak ve mü'minlere da taraf olmak içindir. Aziz ve Celil olan
Allah, müşriklerin sevinip şamata etmesine razı olmamıştır. Başka bir ifadeyle,
buradaki espri, şirk ehline muhalefettir. İşte bundan dolayı, şimdi bazılarının
yorumladıkları gibi, bu olayı ve bu âyetleri delil getirerek Yahudi ve
Hıristiyan toplumlarına bir pay çıkarmaya, ehl-i kitap sayıp onların diğer
kafirlerden üstün olduğunu söylemeye hiç imkan bir bağlantıları kalmadığı
gibi,(dünya çapında İslâm'a ve müslümanlara yönelik fesadın, tahribin, her nevi
kötü niyetli etkinliğin, açık ve gizli savaşın, stratejik ve taktik
merkezciliğini, odak noktasını onlar temsil ve teşkil etmektedîler. Gözlerini
ve kulaklarını dikmişler, bütün güç ve dikkatleriyle müslümanları izliyorlar.
Nerede tevhidi bir uyanış, bir kıpırdama görseler, yaygarayı basıyor, raporlar
veriyor, ikinci derecedeki bekçilerin dikkatlerini çekiyorlar, Tarihten gelen
Haçlı zihniyetinin körüklediği düşmanlık duygusu, bir de halen sahip
bulundukları "süperlik" konumlarını emperyalist egemenliklerini
sürdürme isteğiyle İslâm'ı ve müslümanları kontrol altında tutuyorlar.
Bundan başka bireysel,
toplumsal ve siyasal hayat ve düşünceleriyle, müşrik ve kafir dünyanın, cahili
hayat tarzının bütün olumsuz vasıflarını da fazlasıyla taşımakta ve yaşatmaktadırlar.
Bütünüyle Batı,
ideolojide liberal kapitalist, fakat yaşayışta tam bir metaryalisttir. Bu
toplumların hayatları; üretim, tüketim, maddî başarı, zevk ve eğlence üzerine
kurulmuştur. Üstünlüğün ölçüsü yalnız maddî güç ve "fayda"dır.
Fazilet, erdem ve maneviyat gibi kavramların bu zihniyette yeri yoktur.
Yaşamlarının ana sütunlarını yalnızca bu ilkeler oluşturur. [70]
Bütün bunlardan
dolayı, kimilerinin vazgeçilmez dünya dediği bu Butı zihniyetini benimseyip
onları taklid etme, müslüman toplumlar için felaketlerin en büyüğüdür.
Zaman içinde ve dünya
muvacehesinde İslâm egemenliğinin ve tevhid şuurunun zayıflaması, gerilemesi
ve nihayet tamamen yok olup gitmesi hep bu taklid illetinin sonucudur.
Müslüman toplumlarda
İslâm'a olan güven ve sadakat azaldıkça bu taklid afeti çoğalmıştır.
Halbuki âlemlerin
Rabbi, şanlı Resulü'ne:
"Sana gelen ilimden (yani İslâm'dan) sonra
eğer onların arzularına uyacak olursan andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost,
ne de bir yardımcı bulunur", buyurmuştur. [71]
Buradaki hitap
Peygamberce, fakat emir ve ihtar bütün ümmetedir. Ve bu ilâhî buyrukta bütün
ümmet için, Yahudi ve Nasara'nın yoluna uymamaları yönünde çok şiddetli tehdit
ve vaîd (ceza ile korkutma) vardır. [72]
Bu ilâhî fermanda,
küfrü tanıma hususunda bir incelik daha vardır ki ona da değinmek yerine
olacaktır. Ayetin baş tarafında geçen "sen onların milletine uymadıkça
onlar senden razı olmazlar" cümlesindeki millet, kelimesi
"müfred" olarak gelmiştir. Bu da küfrün tek bir millet olduğuna
işaret eden başka bir delildir. Zaten bunun için, Irkları ve kavimleri, hatta
dinleri başka başka olsa da, kafirlik ve İslâm'a düşmanlık mevzuunda hemfikir
ve yekvücud olabiliyorlar.
Bu gayrimüslim
dünyanın, yol ve zihniyet bakımından taklid edilmemesi yönündeki ilâhî
hatırlatmalar Kur'ân'da yer yer tekrar edilir. "Sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, o takdirde
zalimlerden olursun" buyurulur. [73]
Çünkü hak yol gayet
açıktır ve müstakimdir. Müslüman da bunu anlamış ve buna kesin olarak iman
etmiştir. Dolayısıyle müslüman bu duyarlılığa sahip olduktan sonra, Allah'tan
başkasından talimat almaz. Müstakim olan İlm-i ilâhîyi bırakıp da, her an
değişen, istikrarsız, saptırıcı beşerî görüşlere tâbi olmaz.
Kitap ehli hakkındaki
değer günümüze temel olacak diğer bir delil, Kur'ân'da kitap ehlinin de aynen
diğer kafirler gibi birçok defa İslâm'a davet edilmiş olmalarıdır. Bu da onların
dalalette olduğunu gösterir. Yüce Allah, Resulü'ne: "Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere (kitapsızlara) de ki, 'Siz de
İslâm'ı kabul ettiniz mi? " buyurur. Kur'ân, böylece bu soruyu sorar
ve hükmünü şöyle verir:
"Eğer İslâm'a
girerlerse hidâyeti bulmuş olurlar. [74] Bu
demektir ki İslâm'a girmedikçe kesin olarak küfür içindedirler. Hatta
buradaki, "Siz de İslâm (yahut teslim) oldunuz mu?" cümlesinden
maksat, yani "Siz de mü'minlerin yaptığı gibi bana tâbi oldunuz mu?"
demektir. [75] Bu da, Peygamber'e
teslimiyet olmadıkça hidâyet ehli olunamayacağını göstermektedir.
Şimdi bütün bunlara
rağmen, Batı dünyasına ehl-i kitap gözüyle bakmak, herhalde insanın kalp
gözünün kapalılığına delalet eder.
Hele onların ve
onların peşinde olanların velayetini, öncülüğünü, liderliğini, güdücülüğünü
kabul etmek, tam, anlamıyla bir zillet demektir. Ve bu hal, Kur'ân'ın bu
konudaki emirlerine açık bir muhalefet olduğu cihetle de, küfrü ta'ziz ve
tebcil etmek noktasından hükmen küfürdür.
Ayrıca 1991 yılı
başlan bize neleri ve neleri gösterdi. Şimdiye kadar Batı'nın soğuk harbini,
emperyalist baskılarını konuşuyorduk. Ama artık Körfez Krizi denilen fecaat
günlerinden sonra gelişen olaylar bize bütün dehşetiyle Batı'nın sıcak harbini
de gösterdi ve görünmez plandaki korkunç hegemonyasını görünür plana çıkardı. [76]
Meselâ 1991'de vuku
bulan Kuveyt işgali ile gelişen olaylar özellikle ABD'nin, halkı müslüman olan
ülkeler üzerindeki diktatoryasmı, istikbarını, ceberutluğunu, kısaca hem politikaya
hem de kuvvete dayanan egemenliğini ve sömürü çarkını bir kere daha gün yüzüne
çıkardı.
Böylece dünya
imparatorunun nasıl dehşet verici bir boyutta zalim olduğu idrak sahibi
kafalarca anlaşıldı. Öyle anlaşıldı ki; vahim olan Irak'ın Kuveyt'i işgal
etmesi değil, ABD liderliğindeki Batılıların zahirde bölgeyi, hakikatte ise
bütün bir İslâm âlemini işgal etmesiydi.
Üç dört ay müddetle
bölgeye askerî yığınak yapması bu işgalin başladığının açık delili idi. Fakat
çokları farkedemediler.
ABD, dünyanın bir
ucundan ta öbür ucundaki yerlere sahabetlik etmekte, ikinci derecede değil
birinci derecede malikiyet iddiasında bulunmaktaydı. Hali ve tavrı bunu gösteriyordu.
Bu ne garip ve ne cilveli bir durumdu ki, bir devletin diğer bir devlete yardım
olarak verdiği ya da sattığı silahlar bir gün geliyor, satana ya da yardım
edene karşı çevrilebiliyordu. Hepsi tertip sonucu olan bu olaylar karşısında
basiretli müslümanlar, tevhîdî İslâm inancına sahip olan mü'minler, o küçük
işgalden daha çok, bu büyük işgalin, bu manevî istilanın vehâmetini, fecaatini
ve herkes tarafından idrak edilemeyen dehşetli zulmü düşünüyordu.
Esas zulüm, bir ülkenin
başka bir ülke tarafından işgal edilmesi değil; bütün islam ülkelerinin
müstevli zalim imparatorluk tarafından kontrol altında tutulmasrydı.
Asıl abluka, asıl
ambargo, kalplerin ve beyinlerin yıkanması ve estirilen terör havasıyla
müslümanların sindirilmesi, korkutulması ve Allah'ın dinine haçlı zihniyetiyle
ambargo konmasıydı. Ve nihayet kriz kriz diyerek, bütün barış girişimlerini
sabote ederek dört ay müddetle hazırlıkları yaparak katliamı başlattılar.
Şimdi bütün bunlardan
sonra Batı'yı, Batılı insanı, özellikle ABD'yi gerçek yüzüyle anlamayan
gafillere söylenecek bir sözümüz kalmıyor.
Bilmek lazımdır ki
artık bunlar kitap ehli değil, kitap nankörleridirler. Onlar ki, dünya küfrünü
temsil ve icra etmektediler. Her türlü kâfire, putpereste, ateşpereste, insan
yiyen yamyamlara, Rusya'ya ve Moskof’a taş çıkartacak şekilde, onları
unutturacak derecede dünya küfrünü temsil etmektedirler. Küfürde ve zulümde
zirveye ulaşmışlardır.
Hiçbir zaman
dillerinden düşürmedikleri insan hakları ilkesiyle kastettikleri, yalnızca
kendi haklarıdır. 21. asrın eşiğinde, güya medenî sayılan bir dünyada, ortaçağ
vahşet dönemlerinde bile görülmeyen bir tarzda bazı insanlara zulmedilmekte,
kesilmekte, ırzlarına tasallut edilmekte olsa da, bu Batılıların hiç mi hiç kılı
kıpırdamaz. Çünkü o öldürülenler müslümandır. Müslümanlar için ise insan
hakları vs. gibi şeyler söz konusu değildir. [77]
Netice olarak: Öyle
görünüyor ki, kuvvet şimdilik onların elindedir.
Dünya saltanatları,
maddî-manevî zulümleri ve saltanatları, ceberutlukları, ehl-i iman üzerindeki
görünen ve görünmeyen zulümleri, şimdilik bütün denaetiyle sürmektedir.
Ama bilek ve inanmak
lazımdır ki, inşâallah çöküş mukadderdir ve yakındır. Zuhur eden alâmetler ve
Allah'ın va'di bunu haber vermektedir. [78]
[1] Bakara: 2/40, 49, 50, 57; Tâhâ, 77-80
[2] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 155.
[3] Bakara: 2/40, 41
[4] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 156.
[5] Maide: 5/78, 79
[6] Maide: 5/60, 64; Nisa: 16/160
[7] M. Hamdi Yazır, age, 3/1726
[8] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 156-158.
[9] Nisa: 4/155-161
[10] Bakara: 2/54, 55
[11] Maide: 5/78-79
[12] Maide: 5/63
[13] Maide: 5/80
[14] Bakara: 2/120
[15] Hazin: 6/552
[16] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 158-160.
[17] Âl-i İmrân: 3/110
[18] Beyine: 98/1
[19] Tefhimü'l-Kur'ân, 7/187
[20] Ra'd: 13/369
[21] Şûra: 42/14
[22] Beydavî, age, 5/402
[23] Maide: 5/66
[24] Maide: 5/68
[25] Elmalılı, 6/4231
[26] Maide: 5/41
[27] Beyzavî: 4/159
[28] Beyzavî:4/159
[29] Maide: 5/18
[30] Maide: 5/17
[31] Hak Dini, 3/1789
[32] Maide: 5/81
[33] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 160-164.
[34] Zemahşerî, Keşşaf, c.2, s.338
[35] Bakara: 2/109; Şûra, 16
[36] Nisa: 2/51.
[37] Âl-i İmrân: 3/72
[38] el-Alusî, 3/199
[39] Kadı Beyzavî, 1/519
[40] Âl-i İmrân: 3/71
[41] Süleyman b. Ömer eş-Şâfiî
[42] Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve îslâm Tasavvufa, s.90f
ist., 1982. 166
[43] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 164-166.
[44] Celaleyn Tefsiri, Maide, 44
[45] Maide: 5/63
[46] Nisa: 4/51
[47] Beyzavi, Haazin, age, 2/96
[48] En'am: 6/20;Âl-i Îmrân: 3/187
[49] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 167-170.
[50] Metalip ve Mezahip, Dibace, s.42
[51] Bakara: 2/140. 172
[52] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 170-173.
[53] M. Hamdi Yazır, age, 1/196
[54] Beyine: 98/7
[55] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 173-176.
[56] Enfal: 8/56
[57] Tefhimü'l-Kur'ân, 2/163
[58] Maide: 5/52; Celaleyn Tefsiri, el, s.62, Matbaa-i
Âmire, 1326
[59] İbn Abdi'1-Berr, Câmiu Beyâni'l-İlm, 2/42, Kahire,
1395
[60] Câmiu Beyâni'l-İlm, 2/40; Hayâtü's-Sahâbe, 4/1515;
Muhtasar, 3/39
[61] Fahrüddîn-i Râzî, Mefâtîhü'1-Gayb, 3/611
[62] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 176-179.
[63] Ankebut: 29/46-47
[64] Beyzavî, Medarik, 5/22.
[65] age,
[66] Tevbe: 9/29.
[67] İbn Abidîn, 6/82; Mâide: 5/5.
[68] Celaleyn, 2/59; Beyzavî, Medarik, 5/31
[69] Rûm: 30/1-4
[70] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 179-183.
[71] Bakara: 2/120
[72] Muhtasar,' İbn Kesir, 1/114
[73] Bakara: 2/145
[74] Âl-i İmrân:
3/20
[75] el-Alûsî, 3/108
[76] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 183-185.
[77] 1992-93 yıllarında cereyan eden Bosna-Hersek katliamı
ve faciaları bunun en açık delilidir
[78] Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, Pınar
Yayınları: 185-187.