KUR'ÂN'DA KALB KAVRAMININ SEMANTİK ANALİZİ 2

Doç.Dr. Abdulbaki Güneş. 2

ÖNSÖZ.. 2

GİRİŞ. 2

KALB KELİMESİNİN FİLOLOJİK TAHLİLİ 2

1- KUR'ÂN'DA KALB KAVRAMININ ANLAM ALANI 5

1.1- Kalb ve Akletme. 5

1. 2- Kalb ve Sorumluluk. 7

1. 3- Kalb ve İrade. 7

1. 4- Kalb ve Günah. 9

1.5- Kalb ve Vahiy. 9

1. 6- Kalb ve İman. 10

İmanın Belirtileri: 10

Kalbteki İmama Durumu: 11

İmandan Sonra Küfre Dönmek: 11

Bilgiye Dayanan İman: 12

1. 7-Kalb ve Nifak. 12

1. 8- Kalb ve Duygular 15

1. 9- Kalb ve Kıssalar 18

2- KALBİN NİTELİKLERİ 18

2. 1- Olumlu Nitelikler 18

2.1.1- Selim/Sağlıklı Kalb. 19

2.1.2- Münib/Yönelen Kalb. 19

2.1.3- Mutmain/Huzurlu Kalb. 20

2.2- Olumsuz Nitelikler 21

2.2.1- Kalb Hastalığı 21

2.2.2- Kalbin Sapması/Zeyğ. 24

2.2.3- Kalb Katılığı/Kasveti 25

2.2.4- Kalb Kirliliği 27

2.2.5- Kalb Körlüğü. 27

3- KALB KAVRAMIYLA YAKIN ANLAMLİ KAVRAMLAR.. 30

3.1-Fuâd. 31

3.2-Sadr 34

SONUÇ.. 38

BİBLİYOGRAFYA.. 39


KUR'ÂN'DA KALB KAVRAMININ SEMANTİK ANALİZİ

 

Doç.Dr. Abdulbaki Güneş

 

1958 yılında Gercüş/Balmaıı'da doğdu. 1988 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Beş yıla yakm orta öğretim kurumlarında öğretmen olarak görev yaptı. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Telsir Anabilim Dah'na Araştırma görevlisi olarak alandı. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek lisans (1994), Harran üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde de doktora öğrenimini tamamladı (1996). 1998 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Yardımcı Doçent, 20O3'de de Doçent oldu.

Değişik dergilerde makaleleri yayınlandı. Yurt içi ve yurt dışı bilimsel sempozyumlara katıldı. Arapça ve İngilizce bilmektedir.

 

ÖNSÖZ

 

Kalb kavramı Kur'ân'ın dünyaya ve hayata bakış açısını ifâde eden kelime hazinesi içinde anahtar bir kavram ol­makla birlikte odak kavram durumunda olan nadir kelime­lerden biri olarak da tebarüz etmektedir. Çünkü kalb ilâhî vahyin insanla buluşma noktasıdır. Kur'ân'a göre insan; kendindeki psikolojik bir yetenek olan kalb vasıtasıyla ilâhî âyetleri anlayabilmekte, olay ve hadiselerden dersler çıkara­bilmektedir. Ayrıca kalb; takvanın, sevginin, imtihanın, anlamanın temizliğin ve tatmin olmanın yeri olduğu gibi; inkârın, kinin, öfkenin ve hastalığın da yeridir. Kısaca kalb, insanın psikolojik ve inanç dünyasında olup biten her faali­yetin; içten ve dıştan gelen her türlü devinimin gerçekleştiği bir alandır. İşte biz, kalbin bu öneminden dolayı Kur'ân âyetleri bağlamında onu araştırma gereğini duyduk.

Bu çalışmada öncelikle kalb kavramının, İslâm öncesi, yani câhiliye dönemi ile İslam sonrası dönemdeki kullanışları üzerinde durulacak, bu kavramın uğradığı anlam kaymaları ya da kazandığı anlam içerikleri tesbit edilmeye çalışılacak­tır.

Ayrıca Kur'ân'da kalb sözcüğünün anlam alanı irdele­necek, kalbin akıl, sorumluluk, irâde, vahiy, iman, nifak, duyular, fuâd, sadr ile olan ilişkisi araştırılacak, kalp katı-lığı, kalp kirliliği, kalp körlüğü, kalbin mühürlenmesinin sebepleri üzerinde de durulacaktır. Yine Kur'ân'ın büyük bir önem atfederek üzerinde hassasiyetle durduğu sağlıklı kalbin nasıl olması gerektiği hususu da üzerinde yoğunlaşacağımız konulardan birisi olacaktır.

Bu çalışmamız âyetler üzerinde yoğunlaştığından, doğal olarak en önemli kaynağımız Kur'ân'ın bizzat kendisi ola­caktır. Kur'ân âyetleri bağlamında zikredeceğimiz hadislerin, muteber sahih hadis kaynaklarından olmasına özen göstere­ceğiz.

Araştırmamızda Taberî (v. 310/922)'nin "Câmiu'l-Be-yân"\, Zemahşerî (v. 538/1144)'nin "el-Keş§âf\, Râzî (v. 606/I210)'nin, "Mefâtihu'1-Ğayb"ı, Kurtubî (v. 671/1272)'nin "el-Cami ii Ahkâmi'I-Kur'âri'h el-Ferra (v. 207/822)'nın "Meâni'l-Kur'ânı, İbn Düreyd (v. 321/933)'in " Cemberetu'l-Lüğd'sı, İsiehânî (v. 502/1108)'mn " el-Mülredat ii Garibi1 1-Kur'ân'ı, Firuzâbâdî (v. 817/U14)'nin "el-Kamusu'1-Mu-hif'i, İbn Manzur (v. 711/1312)'un ''Lisânu'l-Arab'ı, el-Cürcânî (v. 816/1413)'nin "et-Ta'riiai'\ gibi konu ile doğru­dan ilgili olan özgün tefsir kaynaklan ile en eski sayılan lügat kitapları temel referanslarımız olacaktır. Ayrıca Kur'ânî kavramları konu edinen yeni eserlere de başvurula­cak; konunun sınırları belirlenip çerçevesi çizildikten sonra sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır.

Araştırmamız bir kavram çalışması olduğundan, yer verdiğimiz kavram, âyet, hadis, şiir, deyim vs.ler çoğunlukla

aslıyla beraber, yani özgün Arap harfleriyle verilecektir. Bu bir yandan okuyucuya kolaylık sağlarken, diğer yandan da ona karşılaştırma imkânı verecektir.

Bu vesileyle çalışmamı okuyarak değerli katkılarda bu­lunan arkadaşlarım Yrd. Doç. Dr. Mehmed KUBAT'a, Yrd. Doç. Dr. Ahmed CEYLAN'a ve diğer meslektaşlarıma teşek­kür etmeyi borç bilirim.

Çaba bizden, tevfik Yüce Allah'tandır.

Doç. Pr. Ab du(baki GÜNEŞ VAN-2003[1]

 

GİRİŞ

 

KALB KELİMESİNİN FİLOLOJİK TAHLİLİ

 

j fiilinin masdan olan s-^ kelimesi, bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek anlamına gelir. İnsanı kalbetmek, onu yolundan çevirmek ve inkılâb, yani bir hal­den başka hale geçiş bu köktendir.[2] Şu âyetlerde geçen -J-l9 ^türevleri bu anlamda kullanılmışlardır:

O'nadöndürüleceksiniz."[3]

"Ökçelerinizin üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz/ İki ökçesi üzerinde geri dönen, Allah 'a hiçbir şekilde zarar veremez.."[4]

"Biz, dediler, doğrucaRabb'imize varacağız"[5]

"...Zulmedenler, hangi dönüşle ba§ a§ağı devrileceklerini yakında bileceklerdir."[6]

Hz. Peygamber'den rivayet edilen "Ey kalbleri evirip çeviren (Allah'ım), kalbimi dininin üzerine sabit kıl."[7] hadisinde de kalbin bir halden başka hale geçişi ifâde edilmektedir.

HK-l-b" kökünden gelen kalb kelimesi göğsün solunda bulunan et parçasına isim olmuştur. Kalb kelimesinin, kendi­sine isim olduğu "yürek" arasında sıkı bir bağ vardır. Söz­lükte kalb kelimesi bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek anlamına geldiği gibi, yürek de çok süratle değişmekte ve halden hale geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmaktadır.[8]

Gazzâlî (v. 505/1 lll)'ye göre kalb kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamda kalb, bedenin içindeki özel organ demektir. Bir et parçasından ibaret olan bu organ hayvanlarda ve hatta ölülerde bile vardır, ikinci anlamda kalb, cismânî kalb ile ilişkisi olan ruhanî, rabbani bir latif-lîktir. Gazzâlî, bu latifliğin insanda algılayan, bilen, tanıyan, muhatap olan, ceza ve sevap verilen ve talip olabilen ve talep edilen şey; yani insanın hakikati olduğunu açıklamaktadır.[9] Gazzâlî'ye göre, ruhanî kalbin cismânî kalb ile olan ilişkisi şu şekildedir: "Akıllıların çoğu, ruhanî kalbin cismânî kalble olan alakası yönünü idrak konusunda hayrete düşmüşlerdir. Çünkü ruhanî kalbin cismânî kalble olan alakası, arazların cisimlerle ve niteliklerin nitelenenlerle veya aletin hammad­desinin aletle, ya da yerleşik şeylerin mekanla olan alakası gibidir."[10]

Gazzâlî kalbin hakikatinin ne olduğunu değil, nitelikle­rini ve hallerini zikretmekte ve bunun nedenini de şöyle izah etmektedir: "Birinci neden, ruhanî kalb mükâşefe ilmiyle alakalıdır. Diğeri ise, ruhanî kalbin araştırılması, ruhun sırrını ifşa etmeyi gerektirir. Bu ise, Resûhıllah'm bile hak­kında konuşmaktan sarfınazar ettiği bir husustur."[11]

Gazzâlî, el-Münkizü mine'd-Dalâl adlı eserinde de kalb'i ruh ile özdeşleştirerek, onun marifetullaha; yani Allah'ı ta­nımaya mahsus bir yer olan ruhun hakikati olduğunu söyle-mektedir.[12]

Gazzâlî'nin Kur'ân terminolojisi adına kalb kavramıyla ilgili verdiği bilgi, on beşinci asrın alimlerinden Cürcânî (v. 816/1413) ve on sekizinci asrın alimlerinden Tahânevî (v. 1158/1745) tarafından da benzer bir şekilde şöyle ifade edil­miştir: Kalbin iki anlamı vardır: Biri, göğsün sol tarafında bulunan bir et parçasıdır. Bu şekildeki kalb hayvanlar ve hatta ölüler için de söz konusudur, ikincisi ise, arazların cisimlere ve niteliklerin nitelenenlere bağlı oluşları gibi, et parçası olan yüreklerle irtibatı olan ilâhî ve ruhanî bir sır­dır[13] ki, insanın esas anlamı budur. Kur'ân ve sünnette adı geçen kalb de budur.[14]

İşte bu ikinci anlamdaki kalb, nefis şehrinin hükümda­rıdır. Akıl veziri, el-ayak ve diğer tüm organlar ise o şehrin semtleridir. Şehvet de onun valisi, gazab güvenlik güçleridir. Bu memleketin huzur ve istikrara kavuşabilmesi için hü­kümdarın vezirle danışması, vali ve güvenlik güçlerinin de vezirin emrine bırakılması gerekir. Çünkü şehrin yönetimi geçici arzular peşinde koşan valiye/şehvete ve bozguncu, yakıp yıkan güvenlik güçlerine/gazaba bırakılırsa o şehre anarşi ve kaos hakim olacak ve kısa zamanda yok olup gide­cektir.[15]

Elmalıh M. Hamdi Yazır (v. 1361/1942) da cismânî kalb ile ruhanî kalbi birbirleriyle ilişkilendirerek şöyle demekte­dir:

"Yürek denilen cismânî kalb, bedendeki dolaşım siste­minin, sinirlerin ve adalelerin çeşitli dokularına sahip ol­duğu gibi, ruhanî kalb de böyle bir çalışma ve iletişim siste­minin merkezidir. Cismânî kalb nasıl periyodik hareketlerle sürekli olarak bir açılıp büzülme nöbetini tekrarlıyor ve cis­mânî hayat onun bir açılıp büzülmesi sayesinde sürüyor ve ona borçlu bulunuyorsa, ruhanî kalb de böyle bir manevî açılıp kapanmanın sürüp gitmesi içinde varlığını sürdürür. Manevî hayat, bu bir anlık atışların merkezi olan vicdana borçlu olarak varlığını sürdürür. Her iki manasıyla hayatın kökü, kalbin temayüllerine ve atışlarına bağlı kalır. Cismânî kalbin  açılıp  büzülmesi,  akciğerlerin  havadan nefes alıp vermesinden görünüşte nasıl bir güç alıyorsa; iç dünyamızda ruhanî kalb de açılıp büzülmesinde "ruh-ı emrî" ile rahmaniyetin nefeslerinin yardımından feyz alır. Rahmanî nefeslerin çekilmesi bir büzülme, akışı ise bir genişleme ve ferahlama ifâde eder. Buna ruh ilminde 'kabz ve bast hali1 adı verilir ve buna " Allah kabzeder, bast eder."[16] âyeti işaret eder."[17]

Bazı müiessirler, bir takım Kur'ân âyetlerinde geçen kalb kavramından aklın kasdedildiğini söylemişlerdir. Örne­ğin Mücakid (v. 104/722) "Muhakkak ki bunda, kalbi olan kimse için bir öğüt var­dır..."[18] âyetinde geçen kalb kelimesinin, akıl anlamında olduğunu söylemektedir.[19]

İbn Abbas (v. 68/687) da, kalb kelimesini akıl ile tefsir etmiştir. Çünkü akıl, kalb güçlerinden ve onun hizmetçilerin­den biridir. Ebu'1-Leys (v. 97/715) de kalbi olan kimse için" ifâdesini yani aklı olan diye tefsir etmiştir. Çünkü insan kalb ile algılar. Bu yüzden kinaye yoluyla akıl yerine kalb kelimesi gelmiştir.[20]

İbn Abbas'ın, ilmi neyle elde ettiğine dair sorulan so­ruya verdiği cevapta da, kalbe akletme niteliğinin atfedildiği görülmektedir:

"İbn Abbas'a neyle ilmi elde etlin diye soruldu, o da: Çok soran bir dil ve çok akleden bir kalble diye cevap verdi."[21]

Müiessir Taberî de İbn Zeyd'den naklettiği ve kendisinin de kabul ettiği bir görüşe göre, yukarıda sunduğumuz Köf sûresi 37. âyette geçen kalb'ten kasıt, önceki milletlerin ba­şına gelen felâketlerden ders ve ibret alan akıldır.[22]

Ferra (v. 207/822) da aynı görüşe katılarak Arap dilinde kalb kelimesinin akıl anlamında kullanılmasının caiz oldu­ğunu belirterek şu Örnekleri sunmaktadır: "Kalbin yoktur."Kalbin seninle değildir."," Kalbin nereye gitti?" Bütün bu örneklerde kaliten maksat akıldır.[23]

Muhasibi (v. 243/857) ise, akıl ile kalbi eş anlamlı gör­memekte, fakat; "basar/görme gözde bir nur olduğu gibi, akıl da kalb'te bir nurdur."[24] diyerek aralarında güçlü bir bağın olduğunu vurgulamaktadır.

İsfehânî (v. 502/1108) kalbin işlevlerini dikkate alarak onun ruh, ilim ve cesaret gibi anlamlara geldiğini söylemek­tedir. Ona göre,[25] "yürekler gırtlaklara ulaşmıştı,.." âyetinde ruh, "[26]ve o sayede kalbleriniz huzur ve rahatlık bul-'suü diye..." âyetinde de şecaat,[27] "Muhakkak ki bunda, kalbi olan kimse için bir Öğüt vardır..." âyetinde ilim ve kavrayış anlamında kullanılmış­tır.[28] Ebubekir b. el-Arabî (v. 543/1149) de kalbin ilmin mer­kezi olduğunu ve nuruyla da aklın doğruyu bulabildiğini söyleyerek,[29] kalbi akla yol gösteren bir rehber olarak görmektedir.

Kalb kelimesi, gerek Câhiliye devirde gerek İslâmî de­virde olsun Arap dilinde çok önem verilen bir kelime olmuş­tur, Câhiliye şiirinde bu kelime insan hayatının temel unsu­runu teşkil eden bir olguyu ifâde etmek için kullanılmıştır. Çünkü o, sevginin, nefretin, hüznün ve sırrın yeridir.

İmruu'1-Kays (v. 565 m.) bir şiirinde şöyle der:

"Sana olan sevgimin beni Öldüreceği ve kalbime emrede­ceğin her şeyi yapacağı (m sanman) mı kandırdı seni.

Gözlerin, zaten yaralı olan bir kalbin ortasına sadece iki okunla vurmak için yaşarıyor."[30]

Şiirde kalb, sevgiliye olan bağlılığından dolayı ona bo­yun eğmekte ve dediğini yerine getirmektedir. İşte böyle bir kalb, sevgilinin bakışlarıyla yaralanmaktadır.

Zuheyr b. Ebi Selma'mn şu şiirinde, sahibini iyi işlere sevk eden kalbin huzura kavuşacağı dile getirilmektedir:

"Ahdinde duran kınanmaz ve kalbinin kendisini huzur bulacağı iyiliğe sevk eden kişi sıkıntı çekmez."[31]

Ayrıca Câhiliye şiirinde kalbin; işitip duyduğunu, üzüntülü, sıkıntılı olduğunu ve korkuya kapıldığını da gör­mekteyiz.[32]

İslâmî şiirde ise, kalbe kimi yeni anlamların kazandı­rıldığını görmekteyiz. Burada kalb; sevginin, şehâdetin, ima­nın, temizliğin, Allah'ı sevmenin ve O'ndan korkmanın, taatın, isyanın, yakinin, zikrin, sevincin ve üzüntünün yeri­dir.

Ka'b b. Züheyr'in Hz. Muhammed (s.a.s.)'i medhettiği bir kasidesinde şöyle der:

"Suâde göründü, bugün kalbim yalnızdır, onun ardından divâne olmuştur ve prangaya vurulana karşılık veril­memiştir. "[33]

Abdullah ez-Ziba'ra Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygam­ber olduğunu anlatan bir beytinde şöyle der:

"Et ve kemik Rabb'ime iman etti, sonra kalbim; tanıktır ki, sen uyarıcısın."[34]

Abdullah b. Revaha da şu şiirinde Hz. Peygamber'e olan inancını fiile getirmektedir:

"Körlükten sonra bize doğruyu gösterdi. Kalblerimiz ona inanıyor; ne söylediyse olacaktır."[35]

Bu şiirler, İslâm'ın kalbe yüklediği yeni birtakım ma­naları ifâde eder ve özellikle kalbin iman ve imanla alakalı ahlâkî, ruhî ve insanî anlamlarla irtibatlandırılması kalbe, cahilî asırdan farklı kimi boyutlar kazandırmaktadır.[36]

Günümüzde ise kalb genelde "duyu, ihlâs ve coşkuların merkezi", akıl da "şuur ve anlama yetisi" olarak tanımlan­maktadır.[37]

 

1- KUR'ÂN'DA KALB KAVRAMININ ANLAM ALANI

 

"Kaİb" kelimesi Kur'ân'da müfred, tesniye ve cemi olmak üzere yüz otuz iki kez geçmektedir. Kalb kelimesi, 6 yerde tekil ve yalın halde; 13 yerde de tekil fakat bitişik zamirlerle kullanılmıştır. Bir yerde tesniye olarak, 21 yerde ise yalın halde çoğul olarak geçmiştir. Doksan bir yerde de cemi' ve bitişik zamirlerle kullanılmıştır.[38]

Kalb kelimesinin geçtiği âyetleri incelediğimizde kalbin; insanın gerçek benliği, iç dünyasını oluşturan Ölümsüz haki­kati ve ölümsüzü yakalayan ince kavrayış, duyular üstü hakikati anlama, idrak etme, sezme yetisi anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz. Kalb, kozmos ötesi âlemle tema­sın da tek vasıtasıdır.[39] Kur'ân, bu algılama yetisinden yok­sun olanların kendisini anlayamayacaklarına dikkat çek­mektedir.[40] Çünkü gerçeği görmeye engel olan körlük, kafa gözlerinin   körlüğü   değil,   kalblerin   körlüğüdür.[41]  Ayrıca Kur'ân'ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.[42]

Kur'ân'a göre insan, kendindeki psikolojik bir yetenek[43] olan kalb vasıtasıyla ilâhî ayetleri anlayabilmekte, olay ve hadiselerden dersler çıkarabilmektedir. Fakat insanın kendi iradesiyle yaptığı bazı olumsuz şeylerden dolayı bu yetenek körelmekte ve görevini yerine getiremez hale gelmektedir:

"Geride kalanlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalblerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar."[44]

Kalb, vahyin iniş yeridir.[45] Kalb imanın,[46] imtihanın,[47] anlamanın[48] temizliğin[49] ve tatmin olmanın[50] yeri olduğu gibi; inkârın[51] kinin, öfkenin[52] ve hastalığın[53] da yeridir. Kısaca kalb, insanın psikolojik ve inanç dünyasında olup biten her faaliyetin; içten ve dıştan gelen her türlü devinimin gerçek­leştiği bir alandır.

Şimdi Kur'ân'da kalbe yüklenen görev ve sorumluluk­ları, değişik başlıklar altında inceleyelim:[54]

 

1.1- Kalb ve Akletme

 

, işitme nasıl kulağın bir özelliği ise akletme/düşünme de kalbin bir özelliğidir. Bununla birlikte aklın ve kalbin fonk-siyonları iarklıdır. Aklın konusu görünen fizik âlemiyken, kalbin ilgi alanı üzik ötesi alemdir. Kalbin uysallığına karşı akıl itirazcı ve kimi zaman serkeştir. Akıl, imanî konularda dahi sürejdi bir sorgulama içinde olması yanında, kalb uy­sallık içinde derin bir bağlılık gösterir. Esas itibariyle iman da bir teslimiyet ve boyun eğmedir.[55] Allah'ı bilen, O'na yakınlık duyan; Allah için çalışan, O'na koşan, gerçekleri sezen ve keşfeden kalbtir.[56] Kalbin ve onun niteliklerinin bilgisi, dinin temelini ve ilâhî hakikat bağlılarının suluk ettiği yolun temelini de teşkil etmektedir. Rabbanî ve ruhanî mahiyeti nedeniyle, eşyanın özünü kavrayan ruhun en yük­sek derecesi; makulleri, sonsuzluğu, sonsuz olanı kavrayan insanın özünü teşkil eden kalb; üsiün hakikatlerin algılan­dığı merkezdir. Kalb, bir bakıma, sorumlu bir varlık olarak insanın ifâdesi iken, aynı zamanda aralarında fonksiyonel bir bağlantı bulunan aklı da kuşatmaktadır. Kalb, dışa ait bilgilerde duyulara ve akla dayanırken, içe ait bilgide ise ilham ve keşfe dayanır. Akıl, kalbin kendisiyle görebildiği yetenek, eşyaya yönelik gözü, kavrama ve bilme aracıdır.[57] Buna göre kalbî bilgi, kimi zaman realiteyle ters düşen me­kanik aklın; yani sebep sonuç ilişkisine dayanarak bilgiye ulaşan akhn ötesine geçerek metafizik bir mahiyet kazan­maktadır.

Kur'ân'da: "[58]Doğru iseniz, delilinizi getirin11, "[59] Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar oisaydı, ikisi de bozuiup gitmişti' gibi âyetlerin gelmiş olması İslâm'da aklî delile ne kadar önem verildiğinin bir göstergesidir. Ancak şu var ki; sadece akıl tek başına gerçeği bulmada yeterli olmayabilir. Yani vahiy ile zorunlu olarak gerçeğe ulaşıldığı gibi akılla ulaşılamayabilir. Esas itibariyle akıl, gerçeği bulma nokta­sında kimi şart ve sınırlamalarla bağlı beşerî bir araçtır. Eğer akıl, vahyin gölgesinde hareket ederse hakikate ulaşır, yoksa salt akıl kendi başına vahiy ile irtibatsız olarak hare­ket ettiğinde insanı aydınlıktan çok karanlığa götürür.[60] İşte aklı vahye bağlayacak, onun nurundan feyiz almasını sağla­yıp gerçeğe yöneltecek ve sağlıklı düşünmesini sağlayacak kalb iradesidir. Buna göre "Kur'ân-ı Kerim'i akıl süzgecin­den geçirerek kalbimize ve vicdanımıza arz etmemiz, ger­çeğe ulaşmamız için olmazsa olmaz bir şarttır" genellemesine gitmemiz doğru olsa gerektir.

Nitekim Kur'ân'a göre, sahibini haktan saptıran neisî arzulara ve şehvete uymaktan alıkoyan şey, insanın algıla­yan iradesi olan kalbdir:

" Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, düşünebilecekleri kaJblerl işitebilecekleri kulakları olsun. Şu bir gerçek H kafalardaki gözler kör olmaz, ama göğüslerin içindeki kalbler kör olur"[61]

Gerçek körlük göz körlüğü değil, basiret ve bilinç körlü­ğüdür. Eğer kişi basiret yoksunu ise, görme gücü sağlam da olsa olaylardan ibret alamaz, hâdiselerin gerisindeki hikmete nüfuz edemez. Nitekim basiretini yitiren insanlar, geçmiş milletlerin harap olmuş diyarlarında somutlaşan akıbetten ürkerek ibret alacaklarına ve Yüce Allah'ın sonsuz gücü karşısında acziyetlerini itiraf edip iman edeceklerine, iman etme fırsatları olsun diye belli bir süre ertelenen azabın he­men gelmesini talep ediyorlar.[62]

Yukarıdaki âyette akletme, kalbin niteliklerinden biri olarak belirtilmektedir. Akletmekten amaç, nefsi arzu ve istekleri kontrol altına almak ve onları hak çerçevesinde tutmaktır. Burada akıldan amaç bilgiye ulaşan zihinsel bir düşünme değildir. Çünkü nice akılsızlar var ki hakikat bilgi­sine sahiptir. Fakat onlar hırs ve nefsi arzularını kontrol altına alamıyor ve böylece nefislerini tehlikelere ve ebedî saadeti kaybedecek şeylere sürüklüyorlar. İşte bunun için, belki de birçok mü'minden ilmî zekası üstün olan, fakat nefsî arzularına hakim olmayan nice insanlar akletmeme^ nite­lendirilmektedirler.

Burada zeka ve onunla elde edilen bilgi ile kişinin nefsi denge noktasından sapmasını engelleyen akıl arasındaki fark ortaya çıkmış oluyor. Ö halde şunu diye biliriz ki; nice az zekalı ve az bilgili insan var ki güçlü akla sahiptir. Çünkü onların nefislerini kontrol altında tutacak güçlü iradeleri vardır. Buna karşın keskin zekaya ve geniş bilgiye sahip ve az akıllı insanlar da vardır. Çünkü bunlar nefislerini boş heveslerden ve geçici zevklerden alıkoyacak ve kendilerini helake sürüklemekten alacak bir iradeye sahip değildirler.[63]

Ayette geçen " düşünebilecekleri kalbleri' ve "göğüslerin içindeki kalbler kör olur" ifâdeleri, hakikatin kavranılması­nın beyinden ziyâde kalbin bir fonksiyonu olduğuna işaret etmektedir. Beynin sağlam olması insanın akletmesi için değil, zeki olması için önem arz etmektedir. Çünkü zeka ila akıl ayrı şeylerdir. Dünyevî ilimlerde ilerlemek; örneğin, çok iyi bir fizikçi, matematikçi, sosyolog, doktor olmak veya çok önemli bir keşif yapmak zekanın ürünüdür. Fakai bu özel­liklere sahip bilim adamı, eğer nefsi arzularını dışlayarak kalbin ve vicdanın sesine kulak verip Yüce Yaratıcıyı tanı­maz, ona boyun eğmezse bu kişi Kıır'ân terminolojisinde akılsız olarak addedilmektedir.[64]

Kişinin akılsız duruma düşmesine en büyük etken nefsî arzuların peşinden koşup onları ilah edinmesi gelmektedir. Yaşamında sağduyusuyla, vicdaniyle değil, şehvet güdüsüyle ve nefsi arzularıyla hareket edenler gaflet bataklığına saplanırlar. Bu saplantının devam etmesi gittikçe kalbin mühür­lenmesine neden olur. Kalb mühürlenince, kulak artık hakkı anlayamaz ve göz de gerçeği göremez hale gelir:

"Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühnrlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Al­lah'tan sonra kim doğru yolu gösterecek, düşünmüyor musu­nuz?[65]

Daha Önceki milletlerin başına gelen felâket izlerini görmek veya onların haberlerini işitmek, ders ve ibrei almak açısından çok etkilidir; fakat bu ancak akleden bir kalble mümkündür. Çünkü bir şeyi gören veya işiten kişi eğer üze­rinde düşünmezse ondan ibret alıp faydalanamaz. Bunun için âyette, "Kafalardaki gözler kör olmaz, ama göğüslerin için­deki kalbler kör olur!' denilerek kâfirlerin, gözleriyle gör­düklerini, fakat gördüklerini düşünmediklerinden ve onlar­dan ibret almadıklarından kalblerinin kör olduğu vurgulan­maktadır.[66]

Âyet, yeryüzünde dolaşmaya, onda olup biteni ve daha önceki ümmetlerin başından geçen olayları araştırmaya da­vet etmektedir. Ancak bunları düşünüp ibret ve öğüt alacak olan akleden kalbdir. Aynı zamanda âyet; duygu, kalb ve akıl arasında güçlü bir bağın olduğunu vurgulamaktadır; kulakların sağırlığı, gözlerin körlüğü, kalblerin kilitlenmesi ile akim yokluğu birbirleriyle irtibatlandırılmakta ve bütün bunlar aynı anda vuku bulmaktadır. İnsanın doğru bilgiye ulaşabilmesi için akıl, kalb ve duyu organlarının aynı anda, birbirlerini destekleyerek işlevsel halde olmaları gerekir. İnsanın, yapıp ettiklerinin bir sonucu olarak bu bilgi vasıta­larının işlerliğini yitirmesi durumunda doğruyu bulması, gerçeğe ulaşması, ondaki bu yetilerin bozulma derecesi ora­nında zorlaşır veya imkânsız hale gelir.

Kalbleri mühürlen enler, aklî yetilerini de yitirdiklerin­den Allah'ın âyetleri karşısında duyarsızdırlar. Onun için Allah (c.c.) bu tür insanlar için Elçisine; "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar,"[67] diye hitap etmektedir. Kalb duyarlılığını yitirenler ölüler mesabesinde­dir; ölüler olup bitenlere bir tepki gösteremedikleri gibi kalbi mühürlenenler de hak davetçilerinin sundukları mesajları işitmemekte ve onlara karşı duyarsız kalmaktadırlar:

"Sen ölülere duyuramazsm, arkalarını dönmüş kaçar­larken sağırlara da çağrıyı i§ittiremezsin."

" Ve sen kör(ler)i düştükleri sapıklıklardan çıkarıp yola getirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyu­rabilirsin ve onlar derhal müslüman olurlar."[68]

 

1. 2- Kalb ve Sorumluluk

 

Kur'ân'a göre insanın yaptığından sorumlu olabilmesi için, yaptığı şeyin farkında olması ve ona bilinçli olarak yö­nelmesi gerekir, bu da kalbin işlevlerindendir.

"Allah sizi, yaptığınız kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz; fakat kalblennizin kazandığı (hile hile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, halimdir"[69]

"Onları babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah ya­nında daha adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığı­nızda size bir günah yok, fakat kalblerinizin bile bile yaptı­ğında günah vardır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir[70]

Âyetlerde sorumluluk bilgiyle, bilgi ise iradeyle ilişkileııdirilmişür. Çünkü kesb (elde etme, kazanma) ve amd (bilerek ve isteyerek yapma) ifâdeleri, eylemin isteğe dayan­dığını gösterir. Kesb kişinin niyetine dayanır, yeri ise kalb'tir. Amd As azim, karar ve kasde delâlet eder. İşte İslâ­miyet'teki sorumluluğun dayanağı budur.[71] Çünkü Yüce Allah, kasıt olmadan hata ile yapılan işten dolayı insanı so­rumlu tutmaz. Resûlullah'ın şu hadisi de bu hususu açıkça ifade etmektedir:

"Allah, ümmetimin hata, unutma ve zorlama ile yaptık­larını atfetmiştir. "[72]

Hadise göre irade olmadan, hata ile veya unutarak ve­yahut da zorla yaptırılan bir eylemden dolayı insan sorumlu değildir. Görüldüğü gibi hadiste cebir yönü ele alınırken âyette ise irade ve hürriyet yönü ele alınmaktadır. İnsan sahip olduğu hürriyet ve irade çerçevesinde basiretli bir kalb üe doğru ile yanlışın, hayır ile şerrin arasını ayırdedebilecek seviyededir.[73]

 

1. 3- Kalb ve İrade

 

İradenin kaynaklandığı ve yerleştiği yer kalbtir. Enfâl sûresinin 11. âyetinde Bedir savaşında az sayıdaki müslümanın kendilerinden sayı ve savaş donanımı açısında çok daha fazla olan düşmana karşı mukavemet gösterebil­meleri için Allah'ın kainlerini pekiştirdiği; yani iradelerini güçlendirdiği belirtilmektedir. Çünkü savaş işi, silahla bir­likte güçlü irade ve güçlü yürek de ister. İşte güçlü yürek sahibi bir avuç müslüman, karşılarındaki o günün şartla­rında süper güç sayılan bir orduyu hezimete uğrattılar:

"Uzaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere baiil bir uyku buruyordu, üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini /içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kaîblerinizi (birbirine) bağlamak ve ayakları(nızı) pekiştirmek için üze­rinize gökten bir su indiriyordu.”[74]

Müslümanlar ummadıkları ve gerekli hazırlık yapama­dıkları, sayısal bakımından kendilerinden çok fazla olan bir orduyla karşılaşınca, maneviyatları bozuldu. Ayrıca düşma­nın suyun olduğu yeri işgal etmesi sonucu su içemiyor, ge­rekli temizliği yapamıyor, gusül ve abdesilerini alamıyor ve doğal olarak sıkıntıya giriyorlardı. Bulundukları mevki de kumsal olduğu için yürürken güçlük çekiyor, ayakları kuma batıyordu. Bu arada öyle bir yağmur yağdı ki, kana kana su içtiler, gusül ve abdestlerini alarak temizliklerini yaptılar. Yağmurdan dolayı kum da sıkıştı, artık üzerinde sıkıntı çek­meden yürüyebiliyorlardı. Böylece rahatladılar ve şeytanın içlerine telkin ettiği "siz, aranızda bir peygamberin olduğunu ve kendiaizi Allah'ın dostları sanıyorsunuz. Oysa müşrikler suyu ele geçirdi ve siz cenabetli ve abdestsiz olarak namaz kılıyorsunuz" şeklindeki vesveseden kurtuldular.[75] Böylece psikolojik yardım, maddî yardımla tamamlanmış oldu. Suyun bulunmasıyla kalbîer duruldu ve gerekli temizliğin yapılma­sıyla da ruhlar huzura kavuştu. Ayrıca yerin sertleşmesi ve kumların sıkışması sonucunda  da ayakların yere sağlam basması sağlanmış oldu.[76]

Hz. Musa'nın annesi de oğlunu nehre attıktan[77] sonra Fi-ravun'un sarayına götürülüp güvene kavuştuğunda nere­deyse bebeğin kendisine ait olduğunu söyleyecekti. Fakat AUah kalbini pekiştirerek iradesini güçlendirdi ve böylece büyük bir tehlikeye mahal olabilecek sırrını ifşa etmekten geri durdu:

"Musa'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı (meraktan çıldıracak oldu). Eğer biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı"[78]

Ayet iradenin kalbten kaynaklandığına delâlet etmekte­dir. Hz. Musa'nın annesi, Rabbani yardımla güvene kavuş­ması için kalbinin pekişmesiyle iradesi güçlenmiştir. Kalbin raptı/pekişmesi, içine konulan güven ve sükûnetten kinaye­dir.

Allah, müşrik toplumlarından kaçıp mağaraya sığınan inanan gençlerin (Ashabu'KKehf'in) kalblerini hiçbir etki karşısında sarsılmayacak biçimde güçlendirdi, onlara daya­nıklı olmayı ve sabrı ilham etti. Çünkü bu sıkıntılara daya­nıklı, güçlü iradeye ve zorluklara karşı direnme gücüne sa­hip olmayanların tahammül etmeleri mümkün değildir:

“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetle­rini artırmıştık. "

"Kalblerini (sabır ve metanetle) bagla(yıp kuvvetlen­dirmiştik, (Kralın önünde) kalktılar, dediler ki: "Rabb'imiz göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz O'ndan başkasına Tanrı de­meyiz. Yoksa saçma söylemiş oluruz."[79]

İnsanın yönünü belirleyen irade, kalbte olduğu için sı­nanmaya tabi olan da kalbtekiîerdir. Nitekim Uhud sava­şında müsîümanların başına gelen sıkıntının, kalb iradesinin ölçülmesine matuf olduğu belirtilmektedir:

"Allah göğüslerinizdekini denemek kalblerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi)". Allah göğüs­lerin özünü bilir?[80]

Göğüslerdekini açığa vurmak ve gerçeği ortaya çıkar­manın en sağlıklı yolu insanın sıkıntılarla denenmesidir. Bu, kalbleri her türlü kir ve bozukluktan temizleme faaliyetidir. Göğüslerin içindekilerinin sınanması, göğüslerin özünde yer alan iradenin smanmasıdır. Kalblerin içindekilerinin tamhisi/arınması ise kalblerdeki vesveseleri, şüpheleri, gü­nahları ve  iradeyi zayıflatan etkenleri temizlemektir.  Bu temizleme, Rabbani terbiyenin kalblerin derinliklerine nüfuz etmesinin bir sonucudur. Kalbteki iradenin sınanması savaş başta olmak üzere açlık, mal ve can kaybı gibi çeşitli sıkın­tılarla karşı karşıya gelmekle olur:

"Andolsun, sizi korku, açlık, maîlar(mız)dan can-Iar(ınız)dan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle dene­riz; sabredenleri müjdele"[81]

Resûlullah'ın huzurunda seslerini yükseltmeyip kısan­lar da, kalb imtihanını geçenler ve takva mertebesine ula­şanlardır:

"Allah'ın Elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, öyle kimselerdir ki Allah, onların kaîblerini, takva için imtihan etmiş (onların takvaya ehil olduklarını anîamış)hr. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat vardır![82]

Bu terbiyeye uymayıp Hz. Peygamber'e nezaketsiz bir şekilde odaların önünde bağıranlar kınanmakta ve akletmemekle nitelendirilmektedirler:

“(Ey Muhammed), odaların arkasından sana bağıranla­rın çoğu, düşüncesiz kimselerdir.

"Onlar, sen kendilerinin yanma çıkıncaya kadar bekle-selerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah bağışla­yandır, esirgeyendir.”[83]

Yüce Allah Resûlullah'a karşı bu tavrı takınanları akletmemekle; yani onu odaların arkasından çağırma neza­ketsizliğinden alıkoyacak güçlü bir iradeye sahip olmamakla nitelendirmektedir. Onların akletmemeleri zekasız veya bilgi­siz oldukları anlamına gelmez, fakat bu onların güçlü bir iradeye sahip olmadıklarını gösterir.

Takva Allah'ın insana bağışladığı büyük bir lütuftur. İnsan geçirdiği büyük ve zor sınamalardan sonra bunu hak eder. Yüce Allah takvayı, ona hazır olan kalbe yerleştirir. Seslerini Hz. Peygamber'in huzurunda kısan kimseler, imti­hanı başarıyla geçmiş ve kalbleri sorumluluk bilincine ulaş­mıştır. Allah takva gibi büyük bir nimeti kazanan insanların günahlarını bağışlama ve onlar için büyük mükafatlar da vaad etmiştir.[84]

Kalbine takva yerleşmiş olanlar, Allah'ın dininin simge ve işaretlerine saygı gösterirler:

"İşte böyle kim Allah'ın nişanlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu (hareket), kalblerin takvasından dır"[85]

Münafık insan, her ne kadar kendini muttaki gösterse de kalbinde takva olmadığından, ibadetleri yerine getirmede ihlâs ve ciddiyet gösteremeyecektir. Fakat kalbi Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle bezenen kişi, Allah'a karşı beslediği sevgi ve korkudan dolayı ibadetlerini gösterişten uzak, sa­mimi ve Ihlâslı bir şekilde ilâ edecektir.[86]

 

1. 4- Kalb ve Günah

 

Kur'ân'da   insana  yüklenen   sorumluluğu  araştırdığı­mızda günahın kalbe isnat edildiğini görürüz:

“Ve eğer seferde olur da yazacak birini bulamazsanız, aİman rehinler (yeter). Birbirinize güvenirseniz, kendisine güveniien kimse emaneti (borcunu) ödesin, Mabb'i olan Al­lah'tan korksun. Şahitliği gizlemeyin, onu gizleyenin kalbi günahkardır. Allah, yaptıklarınızı bilir.”[87]

Bir şeyin gizlenmesi anlamında olan "kitmân" kalbin eylemlerindendir. Bu da insanın niyet ve iradesine bağlı bir şeydir. Bunun için şehâdetin gizlenmesi ve yerine getirilme­mesi, insanın hesaba çekileceği bir günahtır. Çünkü Yüce Allah insanın sakladığını ve neisinde gizlediğini de bilir.[88]

İnsanın bildiğini söylememesi, şahitliği gizlemesi işle­diği diğer günahlar gibi değildir; bizzat imanın merkezi olan kalbin ve ruhun işlediği günahtır. Bundan dolayı, söz konusu günah küİre yakın en büyük günahlardan biri olarak addedilmiştir.[89]

 

1.5- Kalb ve Vahiy

 

Kalb, çok önemli bir görevle tahsis edilmiştir. 0 da vah­yin iniş yeri olmasıdır. Yüce Allah, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Peygamber'in kalbine vahiy indirdiğini bildirmektedir:

"De ki- "Cebrail'e kim düşman ise sunu iyi bilsin ki, Allah'ın'izniyle Kur'an'ı senin kalbine kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak O indirmiştir."[90]

"Muhakkak ki o (Kur'an), alemlerin Rabb'inin indirme­sidir. Onu, er-Ruhu'1-Emin (güvenilir ruh, yani Cebrail) in­dirdi Senin kalbine; uyarıcılardan olman için apaçık Arapça bir dille."[91]

Kalb, vahyi algılama ve kavrama merkezidir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber'in kalbine yerleşmekte ve korunmak­tadır. Ayette "^^ ^ı kalbin, üzerine" ifâdesi, vahiy yo­luyla indirilen bilgilerin, kalbe kendiliğinden doğan ilham ve sunûhatm ve birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi, kalbe yalnızca belli bir noktada ilişmeyip bütün kalbi çepeçevre kuşatmak suretiyle diğer bütün idrak ve duy­guları geçersiz kılarak gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde zorunlu bir ilmî gerçeklik ifâde eden ilâhî hüküm olduğunu anlatmaktadır.[92]

Kur'ân-ı Kerim, kendisine yönelen mü'min kalbler için hidâyet ve müjde kaynağıdır. O, mü'minin kalbine canlılık ve huzur verir, ona bilgi kapılarını açar, imansızda olmayan duyu ve sezgileri yerleştirir. Mü'min Kur'ân'la hidâyete ve gerçeğe ulaşır. Hidâyete erme insanın kendi iradesini iyi yönde kullanmasının bir sonucudur. Kur'ân âyetlerine baktı­ğımızda hidâyef'm; imanın[93] yakinin,[94] takvanın,[95] teslimiye-tin,[96] ihasanın[97] ve aklı işletmenin[98] bir neticesi olduğunu görürüz.[99]

 

1. 6- Kalb ve İman

 

iman, salt zihinsel bir faaliyet olmayıp nefislerin derin­liklerine nüiûz eden, kalbin çerçevesine giren ve kişinin iradesine dayanan bir inançtır. Başka bir ifâdeyle iman, insanın iç dünyasında karar kılmış, kalbe dayalı kesin bir bilgidir.[100] Kalb gerçek imandan uzak kaldığında; yani kesin bilgi derecesine varan onaylama düzeyini yitirdiğinde, onun dış görünüşte İman etmesini göstermesi, yapmacık ve iki­yüzlülük halini alır. O halde insanın diliyle söyledikleri onun gerçek niyetini ortaya koymaz, asıl niyet kalb'te gizli olandır. Onun için Kur'ân bedevilerin iman ettiklerine dair iddialarını reddetmektedir:

"Göçebe Araplar: "inandık" dediler. De ki: "Siz inanma­dınız, fakat "islâm olduk" deyin. Henüz iman kalelerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Elçisine itaat ederseniz (Allah), yaptığınız güzel işlerden hiçbirinin sevabım size eksik ver­mez. Allah çok bağışlayan,, çok esirgeyendir."[101]

Rivayete göre, bu âyet Esed oğulları kabilesine mensup bedeviler hakkında inmiştir. Bunlar, İslâm'a girer girmez Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Rasûlallah, Araplar sana karşı savaşırken bizler savaşmayıp İslâm'a girdik" diyerek ona minnet etmeye kalkışmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, onların İslâm'a teslim olma anlamında girdiklerini, fakat iman hakikatinin henüz kalblerine yerleşmediğini ve ruhla­rının bunu içselleştirmediğini bildirdi.[102]

Ayette sözü edilenler, münafıklar değil, henüz kalbleri­ne iman tam anlamıyla yerleşmemiş olanlardır. Çünkü mü­nafık olsalardı, âyette sert bir üslûpla kınanmış olacaklardı.

Oysa âyette imanın gereği gibi davranmayan ve henüz imanın hakikatine ulaşmayanların terbiye edilmeleri söz konusudur.[103] Nitekim kalbiyle inanmadığı halde diliyle iman ettiğini söyleyenler Kur'ân diliyle "münafık" olarak addedilmekte ve sert bir dille tehdit edilmektedirler:

"Çevrenizdeki bedevi Arabîardan ve Medine halkından iki yüzlülüğe iyice alışmışlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki kere azab edeceğiz, sonra da onlar, büyük azaba itileceklerdir[104]

Hadiste kalbin insanın özünü teşkil ettiği, insanın iyi veya kötü oluşunun kalble alakalı bir husus olduğu şöyle ifâde edilmektedir:

"Haberiniz olsun, bedende bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa, bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden de bozuk olur. Bilin ki, o kalbdir."[105]

Kalb bedenin emiri durumundadır; emirin iyi olması du­rumunda halk da iyi olur, bozulmasıyla halk da bozulur.'[106]

Hadiste geçen kelimesi her ne kadar yürek deni­len organa delâlet ediyorsa âa, hadis bütünlüğünü dikkate aldığımızda söz konusu olan kalbin maddî olanı değil, insan özünü teşkil eden manevî olanı anlaşılmaktadır. Şu halde hadiste "mudğa" kelimesinin mecazî anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz.

Nitekim İbn Hacer el-Asklânî (v. 852/1448), bu hadisin şerhinde, kalbin insanın özü olduğunu, her şeyin özüne de kalb denildiğini ifade etmekle bu gerçeğe işaret etmektedir.[107]

Bazı* alimler yukarıdaki hadis ile bazı âyetlerden[108] hareketle aklın, kalbin içinde yer aldığını iddia etmişlerdir.[109]

 

İmanın Belirtileri:

 

Kalbte imdmn olduğuna dair bir takım belirtilerden söz edilebilir. Bunlardan biri Allah'a ve Elçisi'ne düşmanlık edenlerle dost olmamaktır:

HAllah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babalan, oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Elçi­sine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah onla­rın kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'an ile) desteklemiştir.[110]

İnsanın içinde iki kalb olmadığı için, iki zıt sevginin aynı anda bir kalbte birleşmesi mümkün değildir. 0 halde bir insanın aynı anda hem Allah ve Peygamber'ini sevmesi, hem de Allah düşmanlarıyla sevgi temeline dayanan bir dostluk kurması eşyanın doğasına aykırıdır. Kalbte ya iman olur ya küfür; imanın olmadığı yerde küfürden başkası olamaz.

Allah, gerçek anlamda iman edenin kalbini hidâyete er­dirir:

"Başa gelen her musibet Allah'ın izniyledir. Kim Allah'a inanırsa (Allah) onun kalbini doğru düşünceye iletir. Allak her şeyi bilendir"[111]

Allah'a inanan; eşyanın hakikatini, olay ve hadiselerin gerisindeki hikmetleri anlar, güçlü bir sezgiye sahip olur. Bu niteliklere sahip olan kalb, yatışır, huzur ve sükûna kavuşur. İman sahibi olmayan kişi ise, başa gelen sıkıntı ve musibetle­rin ancak dünyevî bir güçten kaynaklanabileceğine veya birtakım hayalî güçlerin zarar veya yarar sağlayabileceğine inandığından, cesaretsiz ve korkak olur. Zorluklara karşı mukavemet etmesini bilmez, her türlü zilleti kabul ederek zorbaların önünde diz çöker. Evrenin sahibi olan Yüce Al­lah'a inanan insan ise, her şeyin O'nun elinde olduğunu, izni olmadan kainatta bir yaprağın bile kıpırdamayacağını bilir. Bu inanca sahip olanın kalbi sabırla doludur, en zor sıkıntı­lara karşı direnme gücüne sahiptir, en karanlık dönemlerde bile Allah'ın nurundan feyiz alır, hiçbir zaman Allah'ın gaybî yardımlarından ümidini kesmez. 0, bir beşer olarak

elinden geleni yaptıktan sonra Allah'ın Bedir ashabına yar­dımda bulunduğu gibi, kendisine de yardım edeceğine inanır. 0, sadece Allah'tan yardım diler, başkasına yalvarıp yakar-maz. Her musibet mü'mine hayır ve bereket kapılarını açar. Sıkıntılara karşı mukavemet eden mü'minler -ister başarıya ulaşsınlar, isterse ulaşmasınlar- yine de büyük mükafatlara sahip olurlar. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulur

"Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır/ Allah'ın ver­diği her karar onun için hayırdır. Başına bir sıkıntı gelir de sabrederse bu onun için iyilik olur. Feraha kavuşur ve buna şükrederse yine hayır kazanır. Bu, müminden başkası için söz konusu değildir."[112]

Küfür, fisk ve isyandan uzaklaşan mü'minlerin kalbi imanla süslenmiştir:

"Bilin ki Allah'ın Ficisi için izdedir. Şayet o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalblerinizde süsledi ve size külrü, lıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlar-dır."[113]

Yani Allah imanı nefsinize sevdirmiş ve kalbinizde onu güzelleştirmiştir.[114] İslâm açıktır, iman ise kalbtedir. Kalb takvanın, Allah'tan korkmanın yeridir."[115] Kalbte kök salan imanın ve dolayısıyla takvanın dışa yansıması; başka bir ifâdeyle iman iddiasında bulunan kişinin sözle fiillerinin bir Mrleriyle tutarlı olması gerekir. Bu da mü'minlerin Hz. Muhammed'in sözlerinin dışına çıkmamalarında ve dedikle­rini kayıtsız kabul etmelerinde tebellür eder. Çünkü imanın olduğu yerde küfür ve isyan olamaz.[116]

 

Kalbteki İmama Durumu:

 

Kalbteki iman iki durumda olur: Biri mutmain olmayan, diğeri ise kalbe yerleşen ve mutmain olan iman. İşte Hz. ib­rahim'in Allah'tan kalbinin mutmain olması için ölüleri di­riltmesini istemesi bu iki çeşit imana delâlet etmektedir:

"İbrahim de bîr zaman: "Rabbim, Ölüleri nasıl diriltti­ğini bana göster!" demişti. (Allah); "inanmadın mı?" dedi, (İbrahim): "Hayır (inandım), iakat kalbim tatmin olsun diye (görmek istiyorum.) dedi."[117]

Âyette, Allah'ın yaratma sanatına tanık olmak isteyen ve böylece itmi'nan derecesine ulaşmayı arzulayan bir kalbin çırpıntısından söz edilmektedir. Bunun, imanın varlığı, sar-sümazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile bir alakası yoktur. Burada arzulanan, imanı güçlendirmek için delil bulmak da değildir. Bu, ilâhî oluşumun gerçekleşme anında tanık ol­maya ilişkin bir ruhî özlemdir. Bu pratik tecrübenin insan ruhunda uyandırdığı haz, görmeden inanmanın meydana getirdiği hazdan farklıdır. Hz. İbrahim, Allah'tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesiyle, kesin bilgiden kesin müşahedeye geçmek ve her türlü leke ve kusurdan temizlen­miş bir kalb ile sevgi ve dostluk makamına erişip HaliluUah payesini elde etmek istemektedir.[118]

 

İmandan Sonra Küfre Dönmek:

 

İman feilbe dayanan kesin bir inanç olduğundan, kendi iradesiyle iman ettikten sonra kâfir olan kişi, Allah'ın gaza­bını üzerine celbetmekte ve büyük bir azabı hak etmektedir; fakat kalbi iman ile dolu olduğu halde zorla kâfir olmaya zorlanan kişiye her hangi bir günah yoktur ve mazur sayı­lır:

"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse-kaîbi imanla yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan hariç- İakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah 'tan birgazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır."[119]

Ayet, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr etmenin büyük bir suç olduğunu vurgulamaktadır.  Çünkü imam tanıyıp

onun tadına vardıktan sonra geçici dünya hayatını baki ahiret hayatına tercih etmek gibi Allah'ın gazap ve öfkesini gerektiren bir eylemde bulunulmuştur. Bunu yapanın kalbi gafletle damgalanmış, gözlerine ve kulaklarına perde çekil­miş ve ahirette büyük bir azaba uğrayacağına karar veril­miştir. Kalb Allah'a iman ettikten sonra başka herhangi bir gücün veya değerin, onu girmiş olduğu sahih yoldan alıkoy­ması atfedilemez bir suçtur. İnsanın benliğini oluşturan ima­nın üzerinde dünyevî hesaplar yapmak, bir takım menfaat­lere alet etmek, iman ciddiyeti ve insan onuruyla bağdaşma­yan bir kişiliksizlik ve karaktersizliktir.

Şüphe götürmeyen kesin bir inanca sahip olup kalbi inananlardan yana olmakla birlikte, canını kurtarmak ama­cıyla sadece diliyle küfrü izhar eden kişi bu korkunç tehdidin dışındadır. Nitekim tefsirlerde belirtildiği gibi, bu âyet ima­nında hiç kuşku duyulmayan fakat müşriklerin ölüm tehdi­diyle küfrünü izhar eden Ammar b. Yasir'in, Hz. Peygam-ber'e durumunu sorması üzerine inmiştir.[120] Zor durumda küfrü izhar etmek bir ruhsat olsa da, mü'minin, ölümüne de yol açsa imanından diliyle dahi olsa dönmemek azimettir ve daha faziletli bir davranıştır. Nitekim Bilal Habeşî, Habib b. Zeyd ve Abdullah b. Huzeyfe gibi müslümanlar azimet yo­lunu seçmişlerdir. Bunların kimisi şebâdet şerbetini içinceye kadar direnmiş, kimisi de çok ağır işkenceler görmesine rağmen diliyle dahi küfrü izhar etmekten sakınmıştır.[121]

 

Bilgiye Dayanan İman:

 

Sahibinin kalbine huzur ve sükûn veren iman, taklide değil, bilgiye, tefekküre dayanan imandır. Nitekim şeytanın vesveselerine kulak vermeyip kendi akıllarını kullanan ilim sahipleri, Kur'ân'a karşı kuşku duyan, ona inanmayan ve ilimden nasipsiz hastalıklı kalblere sahip cahillerin aksine[122] onun Allah katından inmiş bir hakikat olduğuna inanırlar

" Ve kendilerine ilim verilmi§ olanlar da o (Kur'ajnın, Rabb'inden (gelen) gerçek olduğunu bilsinler de ona inan-smlar; böylece Kaîbleri ona saygı duysun. Şüphesiz Allah, inananları mutlaka doğru yola iletir"[123]

 

1. 7-Kalb ve Nifak

 

Söz ve eylem veya söz, niyet ve amaç arasındaki çeliş­kiyi ifâde eden çok sayıda âyet vardır. Bu âyetler, bu eylemin bir yandan nifak, diğer bir yandan da küfür olduğunu ifâde eder. Çünkü nifak bir çeşit renge girmektir. Küfür de bir çeşit hakikati gizlemektir. Bunların her ikisi de bir şeyi gizleyip onun tersini göstermektir; ya da her ikisi her ne suretle olursa olsun hakikati gizlemektir.[124] Kur'ân, münafıklıkla itham ettiği kişileri: "Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söy­lüyorlar" diye nitelendirerek onların imandan ziyâde küfre yakın olduklarını belirtmektedir:

" Pi? /fa" yüzlülük yapanları bilsin (ortaya çıkarsın). On­lara: "Allah yolunda savaşın, ya da savunun." dendiği halde: "Eğer savaşın çıkacağını bilseydik, sizinle gelirdik." dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlar. Halbuki Allah, içlerinde sakladıkları şeyi çok iyi bilmektedir"[125]

Yüce Allah bu âyette, Abdullah b. Übey b. Selûl ve arka­daşlarının Uhud savaşında Hz. Peygamber'in yanında sa­vaşmaktan kaçındıklarına işaret ederek onları münafık diye adlandırmaktadır.[126] Yüce Allah    gerçekten    inananlarla menfaati için inanmış gibi görünenleri bir birinden ayırmak için zaman zaman bir takım sınamalar yapar. İşte münafık­ları, müslümanların saflarından ayırmayı sağlayan sınama­lardan biri de savunmaya yönelik Uhud savaşıdır. Gerçek anlamda mü'min olmayan biri, inanç uğrunda hayatını teh­likeye atmaktan kaçınır. Bunun için her türlü hile ve yalana başvurmaktan geri kalmazlar. Münaiıklar, savaşa çağrıl­dıklarında, savaşın çıkacağını bilmediklerinden dolayı geri döndüklerini   iddia   ediyorlar.   Oysa   onlar   "ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlar" Onlar, imandan çok küfre yakındırlar. Çünkü iman kalblerine yerleşmemiştir. Bunun bir belirtisi de, iddia ettikleri inançlarını ölüm korkusundan dolayı savunmaktan çekinmeleridir.[127]

Şu âyette de münafıkların, kalbleri iman etmediği halde dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler olarak belirtilmekte­dirler:

"Sy Elçi, ağızlarıyla "inandık" dedikleri halde kalbleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üz­mesin."[128]

Ayette İslâm'ın ıslah edici çabaları karşısında cahilî ya­şam tarzını korumak için tüm zihinsel enerji ve gayretlerini sarf eden kişilere değinilmektedir. Münafıklar ve Yahudiler işbirliği yaparak Hz. Peygamber'in ve yeni yeni filizlenen tevhid inancının aleyhine her türlü hileye baş vurarak ger­çeği saptırmaya çalışıyorlar. Hz. Peygamber kişisel çıkarla­rını gözetmeksizin tüm insanlığın ve dolayısıyla kendilerinin iyiliği için çalışmasına rağmen yalan, hile aldatma gibi ent­rikalarla onu insanları kula kulluk etmekten kurtarmaya, zulümle dolan dünyayı aydınlığa çevirmeye ve yok edilen insan onur ve kişiliğini tekrar kazandırmaya yönelik kutsal görevinde onu başarısızlığa uğratmak için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmuyorlardı. Doğal olarak bu seviyesiz ve hiçbir insanî değer yargısıyla bağdaş­mayan bu ilkesiz hareketler, Hz. Peygamber'i görevini ifâ etmesinde sıkıntı çıkardığı için üzüyordu. Yüce Allah Rasûlü'nü kendisine yapılan bu entrikalardan dolayı cesare­tinin kırılmaması için teselli ediyor ve kendilerinden başka türlü davranmaları beklenmeyen kişilerin ıslahı yolundaki çabalarını azim ve kararlılıkla sürdürmesi yönünde Öğüt veriyor.[129]

Bütün Kur'ân âyetlerinde olduğu gibi, bu âyet de nüzul asrındaki insanları ilgilendirdiği gibi her asırda yaşayan insanları da ilgilendirmektedir. Bu âyet her ne kadar nüzul asrındaki münafık ve Yahudilerden bahsediyorsa da dolaylı olarak, Kur'ân'a dönmek, onun sonsuz ışığından yararlan­mak, kalblerini aydınlatmak, huzur ve esenliğe kavuşmak yerine; İslâm'a karşı ön yargılı, öğretileri hakkındaki yalan ve iftiralara kulak veren ve ona karşı düşmanca duygular besleyen herkesi kapsamaktadır.

Münafıklar, dış görünüş itibarıyla müslüman oldukla­rını söyleyip buna Allah'ı şahit gösterirler, fakat İslâm'a ve müslümanlara karşı kalbleri kin ve nefretle doludur:

"insanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü, senin bo§una gider. Kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Oysa o, basımların en yamanıdır."[130]

Bu âyetin her kelimesi, kelimeden çok insanın karakter yapısını canlandıran ve insanî Özelliklerini belirleyen usta bir ressamın elindeki fırça darbesine benziyor. Bu hrça dar­beleri ard arda geldikçe söz konusu edilen insan tipi, canlı bir varlık halinde kişiliği belirginleşmiş olarak doğrulup ayağa kalkıyor. Öyle ki, nerede ise milyonlarca kişi içinden seçilip "işte âyetin tanımladığı kişi budur" diye parmakla işaret edilebilecek kadar müşahhaslaşıyor. Ayette sözü edilen canlı; konuşuyor ve kendisini iyiliğin, samimiyetin, bağlılı­ğın, sevginin, fedakârlığın, insanlara iyilik, yarar, mutluluk ve dürüstlük sunma arzusunun sembolü olarak tanıtıyor. Konuşurken sözleri hoşunuza gidiyor, tatlı dili sizi büyülü­yor, sesinin ahengine bayılıyorsunuz. İyilikten, iyiliksever­likten ve yapıcılıktan söz ederken ağzından bal akıyor. Sözle­rinin etkisini ve inandırıcılığını daha da artırmak, bağlılık ve samimiyetini vurgulamak, kendini takvalı ve Allah'tan korkan biri olarak gösterebilmek için kalbindeki duyguların doğruluğuna Allah'ı şahit gösteriyor. Fakat kalbinde kin ve düşmanlık kaynıyor, gönlünde sevginin ve hoşgörünün zer­resi bile yoktur^ İçyüzü ile dış görünüşü bir birine zıt olan, yalancılığın ve hilenin, karakteristik özellikleri haline gelen bu tip insanlar, günün birinde bir makam ve mevkiye geç­tiklerinde gerçek yüzleri ortaya çıkar, maharetle gözlerden sakladıkları kötülükten, azgınlıktan, kin ve nefretten ibaret olan iç dünyaları ortaya çıkar.[131]

Münafıklar kalblerindeki bu kinin hemen ortaya çıkma­yacağım düşünmektedirler:

"Yoksa kalbîerinde hastalık olanlar, Allah'ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?

"Biz dikseydik onları sana gösterirdik, sen onları simalarından tanırdın ve onları sözlerinin üslubundan tanır­sın. Allan yaptığınız isleri bilir."[132]

İbn Kesir'in beyanına göre, bunlar kurt postuna bürün­müş ikiyüzlü insanlardır. Dilleri baldan tatlı fakat kalbleri Ödağacmdan daha acıdır. Dini alet ederek dünyahlıklar elde ederler.[133]

Bu tür insanlar, mü'min olduklarına dair öyle bir rol yapıyorlar ki, diğerlerini kandırıp inan d ir ab iliyor. Çünkü onlar kalblerindekine Allah'ı şahit tutuyor. Oysa kendi içle­rinde dine ve dindarlara karşı kin ve düşmanlık besliyorlar. Bu da gösteriyor ki kalb insanın özü ve cevheridir. Bir şeyi ortaya çıkarıp gizlemeye yönelen, insanı nifaka ve başkasını kandırmaya sevk eden kalbur.[134]

Kur'ân, kalbleriyle inanmadıkları halde dilleriyle iman ettiklerini iddia eden diğer bir gurubu direk olarak küfürle itham etmektedir:

"Ey Elçi, ağızlariyle "inandık" dedikleri halde kalbleri inanmamış olanlar ile yahudilerden oluşmuş kütür yarışçı­ları seni üzmesin."[135]

Yüce Allah, Peygamber'ini içi ve dışı bir olmayan mü­nafıklarla yahudilerin ona karşı kurdukları entrika ve hile-

lerden dolayı teselli etmektedir. Onların kalbleri kir bağla­mıştır. Onlar iradelerini kötü yönde kullandıkları için Allah da "bunların kaiblerini arıtmayı dilememistir." Allah boylelerini dünyada rezil ve perişan ettiği gibi, ahirette de şiddetli bir azapla cezalandıracaktır:

"Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kaiblerini te­mizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır."[136]

Yüce AHah aynı zamanda dilleri ile kalbleri çelişen, İs­lâm'a ve müslümanlara karşı tuzak kuranların tehlikesine karşı inananları uyarmaktadır:

"Evet (Allah ve Elçisi yanında onların) nasıl (ahdi ola­bilir)? Eğer onlar size galib gelselerdi, sizin hakkınızda ne and ne de andlasma gözetmezlerdi. Ağızlarıyla sizi razı ederler, fakat kalbleri (sizi) istemez, çokları da yoldan çık­mışlardır."[137]

Kendilerine gelen Yüce Allah'ın âyetlerini dünya men­faatleri zedelenmesin diye inkâr edenlerin,[138] dış görünüşle­riyle mü'minlere gösterdikleri yapmacık ve samimi olmayan güler yüzlü ve yumuşak tavırlarının nedeni; onlarla yaptık­tan anlaşmalar değil, sadece mü'minlerin caydırıcı bir güce sahip olmalarıdır. Mü'minlere karşı kin ve nefretleri o kadar aşırı ki, güçleri yettiği takdirde onlarla yaptıkları bütün antlaşmaları çiğneyerek her türlü işkence ve zulmü işlemek­ten geri kalmazlar. Çünkü insanı zulüm ve haksızlıktan alı­koyan, başkasının hakkına saygılı olmasını sağlayan etken Yüce Yaratıcı'ya, öldükten sonra dirilmeye ve hesap gününe imandır. Bu inanca sahip olmayanı, kötülüklerden alıkoya­cak güç ve kuvvetten başka bir caydırıcı etken yoktur.

Yüce Allah, ailelerinden ve mallarından dolayı cihattan geri kaldıklarını iddia eden bedevilerin, bu iddialarını red­detmekte ve cihada katılmamalarının asıl sebebinin gerçek anlamda inanmamaları olduğunu ifâde etmektedir:

"Göçebe Araplardan geri bırakılanlar, sana diyecekler ki: "Mallarımız ve gocuklarımız bizi, (seninle beraber gel­mekten) alıkoydu. Bizim için mağfiret dile." Onlar, dilleriyle kalblerinde olmayan bir şeyi söylüyorlar, de ki: "Allah size bir zarar vermek dilemiş, yahut size bir fayda vermek istemiş

olsa Allah 'm, sizin için dilediğine kim engel olabilir? Hayır (hiç kimse engel olamaz), Allah yaptıklarınızı haber almakfadır"[139]

Allah'a söz verip de gereğini yapmayanlar ve yalan söyleyenler de mü n a tıklar kısmına girmektedirler:

"Onlardan kimi de: "Eğer Allah, lutfundan bize verirse elbette sadaka vereceğiz ve faydalı insanlardan olacağız!" diye Allah 'a and içtiler."

"Ne zaman ki Allah lutfundan onlara verdi, On (un ver­diğime cimrilik ettiler ve yüz çevirerek (sözlerinden) döndü­ler. "

"Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalblerine iki yüzlülük sokmuştur"[140]

Cimrilik insanın doğuştan sahip olduğu bir karakterdir. Bu hastalık ancak güçlü bir imanla tedavi edilebilir. Çünkü insan yaptığı şeye karşılık bir bedel ister. İnanan insan da, malından başkasına verdiğinde yine bir karşılık bekler, fakat bunu verdiği insandan değil, Allah'tan ister. Allah'a inanan, O'nun rızasını ve hoşnutluğunu her şeyin üstünde tutar, ma­lını sadaka vermekle huzur bulur, fakirlikten korkmaz. Çünkü o dünyanın geçici olduğuna, dolayısıyla dünya malı­nın da bir gün yok olacağına, Allah'ın ahirette vereceği ni­metlerin ise sonsuz olduğuna inanmaktadır. İşte bu anlayış ve inanç, onu alın terinin bir kazancı olan malım, Allah yolunda harcamaya sevk eder. 0 malını verdikçe kalbi kötü­lüklerden arınmakta ve huzur bulmaktadır. Ama dünya ma­lına olan hırs ve cimrilik hastalığını içlerinden atamayanlar, ellerini sıkı sıkıya bağlarlar, mallarından başkasına vermeyi içlerine sindiremezler. İşte bunların Allah'a verdikleri söz­lerde durmamaları ve yalan söylemeleri; nifakın kalblerine yerleşmesine ve bu nifak üzerine Ölmelerine sebep olmakta­dır.

Ayetlerde nifak sebebi olarak Allah'a verilen sözde du-rulmaması ve yalan söyleme olarak belirtilmektedir. Hadiste de bu paralelde münafıkların alâmetleri şöyle zikredilmekte­dir:

"Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve güvenildiğinde hainlik eder."[141]

Kişi kalbinden neyi geçirirse geçirsin, neyi gizlerse giz­lesin, Allah'a hiçbir şekilde gizli kalmaz. Onun için iki yüzlü davranmak, kişinin kendi kendim kandırmasından başka bir şey değildir. 0 halde Allah'ın ve Rasûlü'nün çağırdıkları dirilişe ve yeniden inşaya kulak vermek en akıllıca iş olsa gerektir:

"Ey inananlar, sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları za­man Allah'ın ve Elçisinin çağrısına koşun ve bilin ki, Allah, kişi ile onan kalbi arasına girer ve siz, Onun huzuruna top­lanacaksınız."[142]

Zemahşerî "Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer" ifâ­desini, "kalbi öldürür" şeklinde yorumlar. Kalbin ölmesiyle, onu temizleyip hastalıklardan arındırma fırsatı kaçmış ola­caktır. 0 halde bu fırsat kaçmadan Allah'ın istediği şekilde kalbi temizlemek, sağlıklı ve ihlâsh hale getirmek gerekir.[143]

Ayette, Hz. Peygamber'in insanları çağırdığı ilâhî ger­çeklere kulak verip icabet etmelerinin, onlara dirlik ve hayat vereceği bildirilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber, insanları; cehalet ve hurafelerin boyunduruğundan, asılsız kuruntu ve efsanelerin baskısından, beşerî dogmalara boyun eğmenin aşağılayıcılığmdan, kulların ve ihtirasların esiri olmaktan kurtaran, kalblere, vicdanlara ve akıllara can veren bir inanç sistemine çağırmaktadır.[144] Allah, hür iradeleriyle, düşünerek, tefekkür ederek, lehlerine olan; onlara onur, kişi­lik, hürriyet ve mutluluk veren bu çağrıya insanların henüz fırsat eldeyken ve kalbleri henüz ölmemişken olumlu cevap vermelerini istemektedir.[145]

 

1. 8- Kalb ve Duygular

 

Kalb sevginin, merhametin, nefretin, kızgınlığın, sükû­netin ve korkunun yeridir. Yüce Allah; mü'minlere, birbirle­rine düşman iken iman sayesinde kalblerini birbirine bağla­dığını ve bu sayede birbirlerini sevdiklerini hatırlatıyor:

"Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi uzîaştırdı. Ö'nun nimetiyle kar­deşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesin iz."[146]

İman sayesinde düşman kalhler arasındaki meydana gelen bu sevgiyi gerçekleştirmek için, yeryüzündekinin tümü harcansaydı yine de böyle bir sevginin tesis edilmesi müm­kün olamayacaktı:

"Ve onların kalblerinin arasım uzlaştırdı. Sen yeryü­zünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; iakat Allah, onların arasını uzlaş­tırdı. çünkü 0, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibi-

dir."[147]

Kur'ân, Hz. Muhammed'in sahabesine olan merhamet ve şefkatinden bahsedip onun katı kalpli olması durumunda etrafından dağılıp gideceklerini itâde etmektedir:

"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılir, giderlerdi. Öyleyse onlarda kusurlarmjdan geç, onlar için mağliret dile (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, ka­rar verince de Allah 'a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.”[148]

Ayette geçen -ks kelimesi kötü ahlâklı, s^1 -k^ ise kalbi hiçbir şeyden etkilenmeyen kişi anlamındadır.[149]

Ayette Hz. Peygamber'e ilâhî mesajı tebliğ ederken yu­muşak kalbli olması istenmektedir. Çünkü elçiliğin temel gayesi ilâhî mesajı halka ulaştırmaktır. Eğer Peygamber katı kalpli ve kaba olsaydı insanlar ona sevgiyle yaklaşmaz, onun etrafında toplanmazdı. Kısa bir zaman diliminde çok sayıda insanın onun çevresinde toplanmasının ve ona iman edip ümmet olmasının bir sırrı da; onun kendilerine şefkatle ve hoş görüyle yaklaşmasında, hatalarını affetmesinde, onlarla danışarak onura etmesinde, güçsüz ve kimsesizlere yardımcı olmasında yatar. 0, kendi şahsı için sahabesine kızmamıştır, beşerî zaaflarından dolayı onlara kalbinde bir kırgınlık his­setmemiştir. Dünya malını elinde biriktirmemiş, neye sahip olmuşsa hepsini sahabesine vermiştir. Onunla konuşan, onunla diyaloga giren onun nezaketinden etkilenir ve kalbi ona karşı sevgiyle dolardı.[150]

Ayette Hz. Peygamber'in şahsında halkı yöneten idare­cilere de yumuşak kalbli olmaları, yönettikleri insanlara karşı merhametli ve hoşgörülü olmaları, onlara yardımcı olmaları yönünde bir emir vardır.

Sonradan gelen imanlı nesiller, Allah'tan kendilerinden önce iman edenleri bağışlamasını ve onlara karşı kalblerinde kin bırakmamasını dilemektedirler:

''Onlardan sonra gelenler derler ki: "Rabb'imiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabb'imiz sen çok şefkatli çok merhametlisin!”[151]

Yüce Allah cennet ehli hakkında da göğüslerinde her türlü kin duygusunu çekip aldığım belirtmektedir:

"Göğüslerinden kinden (tasadan) ne varsa hepsini çıka­rıp atmışızdir. Altlarından ırmaklar akmaktadır. "Luttedip bizi buraya getiren Allah'a bamdolsun, Allah bizi getirme-şeydi, biz bunu bulamazdık! dediler."[152]

"Göğüslerinden kinden (tasadan) ne varsa hepsini çıka­rıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler olarak divanlar üzerinde karşı karşıya oturur (sohbet eder)ler."[153]

Şu âyette de Hz. İsa'ya uyanların kalbine şefkat ve mer­hametin konulduğu ifâde edilmektedir:

"Sonra bunların peşinden ardarda elçilerimizi gönder­dik. Meryem oğlu isa'yı da onların ardma kattık; ona incil'i verdik ve ona uyanları kalblerine şefkat ve rahmet (duygusu) koyduk"[154]

İsrailoğulları küfre girmeleri sebebiyle tanrı edindikleri buzağı sevgisi kalblerine kök salmıştı:

"Bir zaman üzerinize Tur (dağm)ı kaldırıp sîzden kesin söz almıştık: "Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!" (demiştik). "Dinledik ve isyan ettik." dediler. Inkârlarıyla kalblerine buzağı sevgisi içîrildi. De ki: "Eğer inanan kim­seler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor![155]

Kur'ân'ı dinlerken kalbin ürpermesi imanm göstergele­rinden biridir:

edenlerin   Allah'ı   anma    ve   O'ndan   inen Hak/Kur'ân sebebiyle kalbîerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?”[156]

İman güçlü ve sağlıklı bir iradenin ürünüdür. İmanın kalbe yerleşmesi ise Allah'ı anmayı; bu da Allah'tan kork­mayı, O'na imanla sükûn ve huzur bulmayı gerektirir.

Yüce Allah vecelHen; yani korkunun kalbin derinlikle­rine sirayet etmesinden de sözeder. Mü'minleri nitelerken şöyle der:

"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yü­rekleri ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu za­man (o âyetler, onların) imanlarını artırır ve (onlar) Rab'le-rine tevekkül ederler."[157]

Alçak gönüllü, saygılı ve samimi mü'minlerin nitelikle­rinden biri de Allah anıldığında kalblerinin ürpermesidir:

"Onlar ki Allah anıldığı zaman kalbleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz azıktan (Allah yolana) harcarlar."[158]

Ayette inanç ile amel arasında bir bağ kurulmaktadır. Allah'ın zikrinden kalbleri titreyenlerin sıkıntılara karşı dayanma güçleri artar, namazı gereği gibi kılarlar ve cimri­lik yapmayıp mallarından Allah yolunda harcarlar.

Hayır işlerinde koşanlardan söz edilirken onların Rabb'lerine döneceklerini bildikleri için, bir şey yaptıkla­rında kalbleri ürpererek yaptıkları belirtilmektedir:

"Verdiklerini, Rab'îerinin huzuruna dönecekleri düşün­cesiyle kalbleri korkudan ürpererek verirler.

"işte onlar, hayır işlerine koşarlar ve onlar hayır için önde giderler."[159]

İman edip salih amel işleyenlerin niteliklerinden biri, Allah'ı zikretmekle kalblerinin huzura kavuşmasıdır:

"Onlar inanmışlardır ve kalbleri, Allah'ı anmakla yatı­şır; iyi bilin ki ancak Allah 'i anmakla kalbler yatışır."

"işte mutluluk ve güzel gelecek, o inanıp güzel işler ya­panlarındır."[160]

Allah'ı anmak, zorluklara karşı direnme gücü verir. İs­lâm'ın ilk günlerinde müşriklerin eziyetlerine göğüs germek için Yüce Allah NeM'sine şöyle buyurmuştur:

" Rabb 'inin adını an ve bütün gönlünle O'na yönel"

"(0) doğunun ve batının Rabb'idir. O'ndan başka tanrı yoktur. Yalnız O'nu vekil tut."

"Onların dediklerine sabret ve güzelce onlardan ayrıl."[161]

Allah'ın zafer vadiyle de mü'minin kalbi mutmain olur, huzura kavuşur. İnanan insan, elinden gelen gayreti sari ettikten sonra Allah gaybî yardımlarını gönderir. İşte bedir savaşında güçlü düşmana karşı koyabilmek için her türlü tedbire başvuran Hz. Muhammed (s.a.s.), en sonunda Allah­'ın yardımını talep etmektedir.[162] Hz. Peygamber'in bu duasını kabul eden Yüce Allah, melekler göndermek suretiyle mane­viyatlarını güçlendirmekte ve yüreklerine cesaret vermekte­dir:

"Evet, sabreder.korunursamz; onlar hemen su dakikada üzerinize gelseler, Rabb'iniz size akın akın gelen beşbin melekle yardım eder".

"Allah bu (yardım va'di)ni sırl size müjde olsun ve kalbleriniz bununla güven bulsun diye yaptı. Yardım, yalnız, daima gâlib, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındandır.[163]

Kalb sevginin yeri olduğu gibi korkunun da yeridir. Al­lah, ortak koştuklarından dolayı kafirlerin kalblerine korku salar:

"Allah'ın, kendilerine hiçbir güç, (haklarında hiçbir de­lil) indirmediği şeyleri, Allah'a ortak koştuklarından dolayı inkâr edenlerin kalblerine korku salacağız/ gidecekleri yer de cehennemdir/Zalimlerin varacağı yer, ne kötüdür.[164]

Uhud savaşı münasebetiyle inen[165] bu âyetin hükmü geneldir. Kâfirlerin kalbinde hep korku vardır. Dünyanın en büyük silahlarına da sahip olsalar, iman gücünden yoksun oldukları için endişe ve kaygı içindedirler. Büyük cüsselere sahip güçlü insanlar görünümünde olsalar bile duvara yas­lanmış kütükler gibi kof ve boşturlar:

"Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider (çünkü gösterişli adamlardır), konuşsalar sözlerini dinlersin (sözle­rini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) onlar dayatılmış odunlar gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhle­rinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının, Allah onları kahretsin, nasılda (Hak'tan) döndürülüyorlar?[166]

Allah'a ve Rasûlü'ne karşı çıktıkları için, Bedir sava­şında sayı ve silah donanımı bakımından çok daha güçlü olmalarına   rağmen[167]  müslümanlarla  karşı  karşıya  gelen müşriklerin kalbine korku girmiş ve büyük bir yenilgiye uğramışlardır:

"Babb'in meleklere vah/ediyordu ki: "Ben sizinle bera­berim, siz inananları pekiştirin; ben inkâr edenlerin yürekle­rine korku salacağım; vurun (onların) boyunların (m) üstüne, vurun onların her parmağına!"

"Böyle (olacak), çünkü, onlar Allah'a ve Elçisine karsı geldiler. Kim Allah'a ve Elçisine karşı gelirse muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur."[168]

Hz. Peygamber ile yaptıkları anlaşmayı bozan Kurayza Yahudilerinin[169] kapıldıkları korku ise şöyle ifâde ediliyor:

"Kitab ehlinden onlara yardım eden (Kurayza yahudi)lerini de kalelerinden indirdi ve kalblerine korku düşürdü. (Onlardan) bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz."[170]

Müslümanlara hainlik edip anlaşmayı bozan Beni Nadir

Yahudileri[171] de, korkudan ne yapacaklarını şaşırarak kendi evlerini kendi elleriyle tahrip etmişlerdir:

nKitab sahiplerinden inkâr edenleri, ilk sürgünde yurt­larından O çıkardı. Siz onların çıkacaklarım sanmamıştınız. Onlar das kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Allah onlara ummadıkları yerden geldi, yürek­lerine korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ey akıl sahipleri ibret alın"[172]

Kıyamet gününde hesap verilip cezanın belirlendiği ve cehenneme girilmek üzere bulunulduğu en acı zamanda yü­rekler korkudan gırtlaklara dayanır:

"Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o gün) yürekler, (korkudan adeta yerinden sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; (kederlerini) yutkunur dururlar. Zalimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur"[173]

Naziat sûresinde de anlatılan kıyametin kopuş sahnesinde korkudan titreyen kalblerden söz eder:

"O gün o deprem sarsar. * Ardından başka bir deprem gelir. * O gün bazı yürekler çarpar"[174]

Kalblerin kapıldığı bu korku, hesabın verilmesi ve ceza­nın belirlenmesi ile son bulur:

"O'nun huzurunda, O'nua izin verdiği kimselerden baş­kasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince (birbirlerine): "Rabb'iniz ne buyurdu?" derler. "Hakkı (buyurdu)" derler. O, yücedir, büyükfür."[175]

Medine dahilinde Kurayza Yahudilerinin desteklediği Arap müşriklerinden toplanan güçlü ordular Medine'yi mu­hasara altına tuttuklarında,[176] mü'minlerden kimileri korku­dan dehşete kapılıp gözleri yerinden fırlayacak ve yürekleri gırtlaklarına gelecek duruma gelmişti:

"Hani onlar üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi. (Gatalan vadinin üst yanından, Kureyş alt yanından gel­mişti), gözler (şaşkınlıktan Ötürü yerinden) kaymış, yürekler (korkudan) hançereîere dayanmıştı. Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz![177]

Kimi zaman korku ölüme bile neden olabilir. Medine'de bozgunculuk yapmak ve Müslümanlar arasında fitne çıkar­mak için Dırar Mescidi'ni inşa eden münafıkların[178] kalblerinîn kaygıdan parçalanacağı belirtilmektedir:

" Kaptıkları bina, kalbleri parçalan m caya dek yürekle­rinde bir kuşku olarak kalacaktır. Allah bilendir, büküm ve hikmet sahibidir."[179]

Allah anıldığında ahirete inanmayanların kalbleri sıkı­lır ve Allah'ın zikrinden yüz çevirir:

Allah, (onların tanrılarından ayrı olarak) tek başına anıldığı zaman; abirete inanmayanların kalbleri ürker. Ama O'ndan başka (tanrı)lan da anıldığı zaman, hemen sevinir­ler"[180]

Kızgınlık ve öfke de kalbin derinliklerinde yer alır. Al­lah'ın düşmanlarına karşı savaşa teşvik edilen mü'minlere şöyle seslenmektedir:

''Onlarla savağın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azab etsin, onları rezil etsin, sizi onlara üstün getirsin ve inanan­lar toplumunun göğüslerine şifa versin;

" Yüreklerinin öfkesini gidersin. Allah, dilediğinin tevhesini kabul eder Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahi­bidir.[181]

Yahudi ve münafıklar gerçeği bulma noktasında akılla­rını işletmediklerinden ve sapmaktan kendilerini kurtaracak bir iradeye sahip olmadıklarından kalbleri dağınıktır:

"Onlar toplu olarak sizinle sava§amazîar, ancak müs­tahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaş­mak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, ama onların kalbleri dağınıktır. Böyle­dir, günkü onlar düşünmez bir topluluktur."[182]

Kalb taassubun, öfkenin ve bağnazlığın da kaynaklan­dığı yerdir. Yüce Allah câhiliye insanının içine girdiği taas­subu şöyle dile getirmektedir:

Ozaman inkar edenler, kalblerine taassubu, câhiliye taassubu ve gayretini koymuşlardı, Allah da Elçisine ve mü'minîere huzur ve güvenini indirdi; onlara takva kelime­sine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah, har şeyi bilendir."[183]

Câhiliye taassubundan kaynaklanan bu gayret ve şeca­ate karşılık mü'minlerin gösterdikleri kahramanlık ise, kalblerin derinliklerinde yerleşen imanın bir yansımasıdır. Nitekim Bedir savaşında sıkıntılara karşı direnen mü'minlerin kalblerine cesaret kök salmıştı.[184]

Hasret ve üzüntü de kalbten kaynaklanır. Şu ayette sa­vaşa gidip ölenler için, gitmeselerdi ölmezlerdi diyenlerin bu düşünceleri kalblerinde hasret ve dert olacağı belirtilmekte-dir:                

"f/ inananlar, siz inkâr edenler ve yeryüzünde sefere, ya da savaşa çıkan gazi kardeşleri için: "Eğer bizim yanı­mızda olsalardı ölmezlerdi ve vurulmazlardı." diyenler gibi olmayın. Allah, onların bu düşünce ve sözlerini, kalblerine dert yapar. Yaşatan da, öldüren de Allah 'tır. Allah, yaptıkla­rınızı görmektedir."[185]

Kalb yaptığı bir takım yanlışlardan dolayı haktan sapar. Bu durumda tevbe etmesi gerekir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in iki hanımına kalblerinin haktan sapıp günaha gir­diği[186] için tevbe etmelerinin gereğim bildirmektedir:

Allah'a tevbe ederseniz, kalbiniz gerçekten haktan sapmı§ti (tevbe etmeniz gerekir). Ve eğer peygambere karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yar­dımcısı Allah, Cibril ve müminlerin iyileridir. Ayrıca melek­ler de ona arkadır."[187]

 

1. 9- Kalb ve Kıssalar

 

Kimi Kur'ân kıssalarında kalhe hitap edildiğini gör­mekteyiz. Örneğin büyük ölçüde peygamber kıssalarının anlatıldığı Enbiya sûresi, kıssalara giriş mahiyetinde önce kalbleri uyaran, onları ürperten bir hitapla başlıyor:

"İnsanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hala gaflet içinde yüz çevirmektedirler"[188]

Daha sonra Hz. Muhammed'in kavminin kendisine inanmadıkları, oysa onların şan ve şereflerini yüceltecek bir Kitab'la kendilerine geldiği belirtilmekte ve Allah'ın zalim topluluklar hakkındaki genel yasası, kalbleri ürpertecek şekilde şöyle ifâde edilmektedir:

" (Halkı) zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik."

"Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı."

"(Boşuna) kaçmayın, (bol bol verilip) içinde şımartıldı-'ğmız (nimetler)e ve yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çeki­leceksiniz!"

"Eyvah bize, dediler, gerçekten biz (nefislerimize) zul-medenlermişiz!"

"Bu mırıldanmaları sürüp giderken biz onları, biçilmiş (ekin gibi) yaptık, sönüp gittiler."[189]

Zalimler hakkında söylenen bu sözler, en katı kalbleri bile harekete geçirecek bir üslûp içerisinde serdedilmiştir. Ayetlerde kullanılan üslûp ve yapılan tehdit, duygu grafiğini alabildiğince yükseltmektedir. Bu ürkütücü ikazdan sonra geçmişten hâle bir geçiş yapılmaktadır.[190] Göklerin yaratılı­şına ve kıyamete dikkat çekilmekte, Allah'ın birliği, eşsiz ve müieal olduğu, bu gerçeğin bütün peygamberlere indirilen vahyin özünü teşkil ettiği, bütün peygamberlerin aynı gerçeği dile getirdikleri, fakat kalbleri sağır olanların bu çağrıyı işitmedikleri ve geçici hevesler peşinde koştukları belirtil­mektedir.[191]

 

2- KALBİN NİTELİKLERİ

 

2. 1- Olumlu Nitelikler

 

2.1.1- Selim/Sağlıklı Kalb

 

Kur'ân, hastalık ve bozukluklardan arınmış sağlıklı kalH\en bahsetmektedir. Bu tür kalb, nefsî ve ruhî hastalık­lardan uzaktır. Böyle bir kalbe sahip olan insan mutludur, huzurludur, Allah'ı anmaktan hoşlanır, kötülüklerden, ah­lâksızlıktan ruhsal zaaflardan uzaktır. Allah'la arasındaki perdeler kalkar, O'ndan alıkoyan her şeyi terkeder. Olay ve hadiselerden dersler, ibretler alır.[192] İşte Kur'ân her türlü hastalıktan arınmış kalbe, selim kalb adını vermektedir:

"ibrahim de onun (Nuh'un) kolundan idi. Zira tertemiz bir kalb ile Rabb'ine gelmişti"[193]

Selim kalb, temizliğin, duruluğun, arınmışlığın, sami­miyet ve dürüstlüğün ifadesidir. Bu bozulmamış kalbe sahip olan kişi, insanî yaradılışa ve karaktere aykırı olan şeylere meyletmez, onlardan tiksinir, İşte Hz. ibrahim de kavminin putlara tapmasını insan onuruna, aklına ve vicdanına aykırı gördüğünden ve içine sindiremediğinden onlarla mücadele etmiş, temiz kalbindeki güçlü imanla her türlü baskı ve zor­lamalara göğüs germiştir, Ateşe atıldığında dahi bu temiz kalbiyle Rabb'ine yöneldiğinden, Rabb'i onu yalnız bırak­mamış ve müşriklerin işkencesinden onu kurtarmıştır.

Başka bir ifâdeyle selim kalb, fıtrat üzere kalan, dış et­kenlerden dolayı safiyeti bozulmayan kalbtir. İslâm'a fıtrat dini denilmesi de, kalbi bozulmayan insanların onu kabul etmeye yatkın olmalarından ve onunla kendilerinde bir bağ, bir yakınlık ve aşinalık hissetmelerinden dolayı olsa gerektir:

"Sen yüzünü, Allah 'ı birîeyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, in­sanları ona göre yaratmıştır. Allah 'm yaratması değiştirile­mez, işte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler."[194]

Fıtratı bozulmamış sağlıklı kalb, karanlığı aydınlatan bir ışık mesabesinde olup hakkı ve doğruyu bulmanın kay­nağıdır. Nitekim Hz. Peygamber'e nelerin helâl ve nelerin haram olduğunu soran birine; müftülerin aksini söylemele­rine rağmen kalbin huzur bulduğu şeylerin iyi, hoş görme­diği şeylerin ise kötü olduğunu bildirmiştir.[195]

Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna selim bir kalble gelmenin dışında fayda verecek başka bir şey yoktur:

"O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allah'a (küfür ve nifak hastalıklarından korunmuş) sağlam ve temiz kalb getiren (fayda görür).[196]

Kalb, vücudun ana merkezi konumunda olduğu için in­sanın kurtuluşu sağlıklı kalble endekslenmiştir. Çünkü kalb sağlam olduğunda diğer organlar da sağlam olur, bozuldu­ğunda diğer organlar da bozulurlar.[197] Kıyamet gününde Al­lah'a yönelip teslim olan, O'nun dışındaki ilahlardan yüz çeviren samimi ve her türlü hastalıktan, şehevî ihtiraslardan arınmış, Allah korkusundan ürpen bir kalbin dışında insana fayda verecek başka hiçbir şey yoktur.

Katade, İbn Zeyd ve müiessirlerin çoğuna göre selim kalh'\en amaç, ilâhî dine karşı kuşku ve şirkten kurtulan kalbtir. Günahlardan uzak kalmak ise hiçbir kalbin yapama­yacağı bir iştir.[198] Said b. el-Müseyyeb'e göre selim kalb sağ­lıklı olan kalbdir, bu da mü'minin kalbidir. Münafık ve kâfi­rin kalbi ise hastalıklıdır. Çünkü Allah onlar için "Onların kaîblerinde hastalık vardır."[199] diye buyurmuştur.[200] Hasan el-Basrî'ye göre ondan amaç, mal ve evlad âfetinden kurtulan kalbdir.[201] Zemahşerî'ye göre ise selim kalb, küfür ve günah âfetinden kurtulan kalbtir.[202] Razî, "Selim kalb, nefsin cehaletten ve onur kırıcı kötü huylardan arınan kalbdir."[203] demekle yukarıdaki bütün görüşleri içeren genel bir tanım­lama getirmiştir.[204]

 

2.1.2- Münib/Yönelen Kalb

 

Kur'ân, Allah'a yönelip teslim olmuş kalbi, münih diye de anmaktadır. Münib kalb. Hakka teslim olan, emirlerine riâyet eden, görmeden Rahman'ın ürpertisini duyan ve gü­nahlardan' dönüp O'na yönelen kalbtir.[205] Yüce Allah bu tür kalbe sahip olanlara cennete girmeyi vaad etmektedir:

"Görmeden'Rahman a saygı gösteren ve (Hakka) dönük bir yürek getiren herkese (cennet mükafatı vardır).[206]

Allah'a dönmenin belirtileri arasında; O'ndan korkup emirlerine karşı gelmemek, namazı kılmak, şirk koşmamak ve Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmamak vardır:

" Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı küm ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın."

"(O ortak koşanlardan olmayın ki onlar) dinlerini par­çaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanmda-kiyîe sevinÇıp övû'njm ektedir."[207]

 

2.1.3- Mutmain/Huzurlu Kalb

 

Allah'ı anma; kalbi titretir, yumuşatır, daha sonra da onu sükûnet, ferah ve huzur ile doldurur. Kur'ân'a göre kalblerin sükûn bulup huzura kavuşması ancak Allah'ı zi­kirle mümkündür. Allah'ın dışında neye yönelirse yönelsin, hangi dünyalık, makam ve mevki elde edilirse edilsin kalbin doyuma kavuşması, onunla yetinip daha ötesini istemekten geri kalması, mümkün olamaz:

"Onlar inanmışlardır ve kalbleri Allah'ı anmakla yatı-§ır; iyi bilin ki ancak Allah '1 anmakla kalbler yatı§ır"[208]

Manevî hastalıklardan arınmış bir kalb, insanı ilâhî hakikatlerle karşı karşıya getirmenin yanı sıra, eşya ve olayların tetkikiyle varlık ve oluşun seyrini manalandırma-da, gerisindeki hikmeti anlamada, olay ve hadiselerde sebep sonuç ilişkisini bulmada da güvenilir rehber olur.[209] Bu dereceye ulaşmamış kalb ise acelecidir, her şeyin bir anda geçekleşmesini ister. Bütün zevklere, doyumlara bu dünyada ulaşmaya çalışır.[210] Fakat dinî inançtan, dini yaşamaktan

Allah sevgisini elde etmekten başka hiçbir makam, servet varlık veya arzuya ulaşma insanı tatmin etmekten uzaktır. Metafizik hazzm dışında ulaşılan hiçbir şey insan gönlünün ve ruhunun özlemini gideremez, onun hırsını durdurup doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükse­ğine ulaşmak ister. Dünya âdeta deniz suyu gibidir. Kim ondan daha fazla içerse daha fazla susar. Dünyada elde edi­len her makam, bir üst makama olan hırsı artırmaktan başka bir şeye yaramaz. Malik b. Dinar'a atfedilen şu söz bu husu­su veciz bir şekilde ifâde etmektedir: "Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır."[211] Eğer bir insanın kalbine dünya sevgisi yerleşmiş, taht kurmuşsa artık kılınacak namazın, tutulacak orucun ve yapılacak diğer iba­detlerin de o insana herhangi bir haz vermesi söz konusu ol­maz. Böyle bir insanın yapacakları ibadetler onun şahsî menfaatlerine göre şekillenir. Şahsî menfaatleri, ibadet etme­sini gerektiriyorsa ibadet eder; terk etmesini gerektiriyorsa hiç çekinmeden terk eder.

İşte dünya sevgisinin kök saldığı kâfir ve gafil kalbler, bu dünya hayatında ne kadar yüksek makamlar elde etseler etsinler, ne kadar mal, mülk, eş çocuk sahibi olsalar olsunlar yine de huzursuzluktan, mutsuzluktan kurtulup doyuma ve kalb huzuruna kavuşamazlar. Fakat kalb; ilâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün amaç ve hedeflerin, bütün işlerin Allah'ın rızasına varmada son bul­duğunu anlar ve bundan daha büyük bir makam ve mevkiin ancak O'na yaklaştırdığı oranda değer kazandığının şuuruna varır.

Allah'ı anan kalb her türlü endişeden uzak, sağlıklı, tatmin olmuş, huzur bulmuş ve doygunluğa ulaşmışken; Allah'tan habersiz olan kalb ise inkâr, şüphe, kuruntu, kaos, korku, tedirginlik ve hasret içinde bocalayıp durmaktadır.[212]

Allah'ı anmaktan yüz çeviren ve arzuların esiri olan, doğal olarak aşırı ve dengesiz davranacak, kendini helake sürüklediği gibi peşinden gidenler de yoldan çıkıp helak ola­caklardır:

"Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi bep aşırılık olan kişiye itaat etme"[213]

Böyleleri kıyamete inanmayan ve kibir taslayan inkar­cılardır:

" Tanrınız bir fek Tanrıdır. Ama ahrete inanmayanların kalbleri inkarcıdır, onlar büyüklük taslarlar."[214]

Tabiat boşluğu kabul etmez, içinde Allah inancı olma­yan kalbin içi de boş kalmaz; o, mutlaka bencillik, inkâr, mal ve makam sevgisi, şehvet gibi başka bir şeyle dolacaktır. Allah'ı unutan kalb, şehevi arzulara ve insanın kişiliğini zedeleyen şeylere yönelir. Ama içinde Allah inancı ve sevgisi olan bir kalbte bu gibi hastalıkların yeri olamaz. Onun için Kur'ân'da Allah'ın çokça anılması, teşbih ve hamdedilmesi istenmektedir:

"Ey inananlar, Allah'ı çok anın. Ve O'nu sabah aksam teşbih edin."[215]

"Öyle ise akşama girdiğiniz zaman da, sabaha erdiğiniz zaman da teşbih. Allah 'mdır (O'nun şanının yüceliği anılır.)"

"Göklerde Ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zaman da hamd, O'na mahsustur."[216]

Kalb Allah'ı zikretmekten geri durunca ona kötü duy­gular üşüşür, hayırdan uzak kalan kalbin kötülükler tara­fından istila edilmesi de kaçınılmazdır. Onun için âyetlerde sürekli Allah'ın anılması emredilmektedir. Allah'ı sürekli anan bir kalbin dünyaya ve şehevî arzulara dalması imkân­sız olduğu gibi, kurtuluşunun da garantisi sayılabilir:

"Rabb'ini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek ol­mayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden oima!”[217]

Zikrin anlamı, insanın bütün hayatını Allah'ın istediği doğrultuda düzenlemek, her şeyi Allah adına ve Allah için yapmak olduğunu söyleyebiliriz. Allah'ı zikreden bir kalp ne dünyaya taparcasına yönelir[218] ne de kötülükleri işlemeye çalışır.[219] halde Allah'ı zikretmek, binlerce kez teşbih çeke­rek Yüce Allah'ın isimlerini tekrar etmekten ibaret değildir. İnsanın her an Allah'ın murakabesi altında olduğunu, yap­tığı her şeyin Allah tarafından gözetildiğini hissetmek, iyi­likleri yapıp kötülüklerden kaçınmak en büyük zikirdir. Al­lah'ı gerçek anlamda zikretmenin bir göstergesi de insanın kazandığı maldan infak etmesidir:

"£y inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır."

"Biriniz kendisine ölüm gelip de: "Rabb'im (ne olur) beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!" demeden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın."[220]

Zengin insanın malından intak etmeyip sabah akşam vird çekmesinin herhangi bir değeri olamaz. İnsanı kurtara­cak zikir, onu hayırlı ve iaydalı şeyler yapmaya sevk eden zikirdir.[221]

 

2.2- Olumsuz Nitelikler

 

2.2.1- Kalb Hastalığı

 

Kur'ân, kalbin görevini layıkıyla yapmasını engelleyen hastalık (o^j^)'tan bahsetmektedir. Kalb nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir. Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu bulmasını engeller. Günah kirleri kalbte artıkça daha şiddetli hastalıklara yakalanır; bunların'en tehlikeli olanları nifak ve küfür hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi; başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalb kararması artıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalb gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye düşen kalb Allah'ın zikri karşısında du­yarsız hale gelir, olay ve hadiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz. Geçici dünya zevkleri pe­şinde koşar, günah bataklığının dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür kalbe sahip olan insan­lar, sadece baş gözüyle görür ve sadece baş kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan ibaret oldu­ğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler. Artık bu insanların rehberi akıl değil, heva ve nefsî arzulardır.

Kalb kirliliği derece derecedir. Kimi kalb kirliliği hafif­tir. İnsanın günlük hayatında yaptığı rutin ibadetlerle te­mizlenir. Bunlar kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler gibi hafif kirlerdir."[222]

Yüce Allah, sahabenin Hz. Peygamber'e kar§ı olan iliş­kilerini belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımla­rından bir şey isteyecekleri zaman bir perde arkasından sor­malarını, bunun her iki tarafın kalbi için de daha temiz ol­duğunu bildirmektedir:

"Ey inananlar, (rastgele) peygamber'in evlerine girme­yin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erken­den gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin, çağrıldığınız za­man girin; yemeği yeyince dağılın, (birbirinizle veya ev halkı ile) söze dalmayın, günkü bu (hareketiniz) peygamberi inciti­yor, takat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakiki söylemekken utanmaz. Onlardan (yani peygamberin hanımlarından) bir §ey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri iğin daha temizdir."[223]

Yukarıdaki âyette Hz. Peygamber'in hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin kalb kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan ka­çınmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesaleli durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle  kadınların birbirlerine  karşi bir meyli vardır.

İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bunun karşılıklı rızaya dayanan meşru evlilikler yoluyla yerine getirilmesini iste­miştir. İslâm'da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir Ae/iz/sahası vardır.

j Kur'ön'da Hz. Peygamber'in hanımlarına da hitap edile­rek, yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir eda ile ko­nuşmamaları gerektiği, çünkü yumuşak bir eda ile konuş­maları halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir:

"Ey peygamber kadınları siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.- Eğer (Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir eda ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi, (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!'[224]

Ayetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı er­kekle konuşmasında herhangi bir sakınca bulunmamakta­dır.[225] Ancak böyle bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin ilgisini çekemeyscek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda bir yumuşaklık, konuşma­sında kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin duygularını tahrik edecek, hasta kalbleri ümitlendirecek ve nefsî arzulan heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.

Kalb kirliliğinin en kötüsü nifak ve küîür kirliliğidir; çünkü bu, insanın cehennem azabına çarptırılmasını gerekti­rir ve bu kişilerin affedilmesi de söz konusu olmaz:

"Ey Elçi, ağızlarıyla "inandık" dedikleri halde kalbleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üz­mesin. Yahudiler arasında da yalana kulak veren, sana gel­memiş olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar: "Eğer size bu verilirse alın, bu ve­rilmezse sakının!" derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek isteme­miştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır."[226]

Âyette anlatılanların kalbleri, en kötü addedilen bir pis­likle kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi iradeleriyle küirü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da kalblerini temizleyip onları bağışla­maz. Aksine kalb kirliliklerine kirlilik ekler, çünkü onlar iradelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar:

1 Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklannı arttırmıştır Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azab vardır "[227]

Bu âyet, tf/Mtan bir kalb hastalığı olarak bah­setmektedir. Çünkü kalb aynı zamanda dönekliğin, değiş­kenliğin, inkârın ve gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalb, hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalb, görevini layıkıyla yerine getir­mediğinden cehennem azabını hak eder. Çünkü şüphe pen­çeleri iman derisine takıldığında onu param parça eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azaba girer. Kuşku ve desi­selerin, kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir engel teşkil eder.[228] Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar:

"Onlara: "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın," dendiği zaman: "Biz sadece düzelticileriz," derler, iyi bilin ki, onlar bozgunculardır; lakat anlamazlar."[229]

Diğer bir âyette, Ku'rân'ın bir sûresi indiğinde kalblerinde hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak Ölecekleri bildirilir:

"Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu), onla­rın pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâ/ir olarak ölürler'[230]

Isfehânî'in belirttiğine göre, kalb inançların tarlası ko­numundadır. Kalbteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Al­lah'ın Kelâm'ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği gibi, Kur'ân'ın da aynı şekilde kalblerde kök salan inançlar üzerinde etkisi iarklı olur.[231] Şu âyet buna işaret eder:

"Güzel olan ülkenin bitkisi, Rahb'inizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz."[232]

Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsü-dür. Kalblerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir ola­rak ölmelerine de neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî muhakemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır:

"Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azabı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanların üzerine kor.”[233]

Yüce Allah küfür ve nifakı rics/pislik olarak nitelendir­diği gibi, münafıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik işleye işleye bizzat kendileri de pislik ^olurlar:

"ıSfe yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçe­siniz diye Allah 'a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak vara­cakları yer de cehennemdir."[234]

Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar; Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder, Allah'ın Peygamberinden şüphe eder, mü'minlerden ve onla­rın iyi niyetli fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Onun naza­rında bilginin ve marifetin kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve ba­şarı sayar. Mü'minle mü'min, kâfirle kâfir görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır.[235]

Münafıkların ahiret inancı olmadığı için ölmekten kor­karlar, bunun için savaşa gitmek istemezler:

"Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalbleri kuşkuya düşmüş ve şüphelen içinde bocalayıp duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler."[236]

Münafıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce Allah'ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar Örülür ve artık rahmet kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur:

"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü'minlere derler ki: "Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım." Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın/" denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azab."[237]

Kalblerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de gelecekten kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm'ın zayıfla­masından, müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâ­firlerin güçlenip hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda kâfirlerden kendilerine bîr zarar gel­memesi için onlarla diyalog kurarlar. Bununla sözde bir darlık zamanında müslümanlura fayda sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamberin başarısından ve İslâm dini­nin getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.[238] İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalbliiere bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O'nun Peygamber ve müslümanlan fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların da içlerinde gizledikleri bu korku ve endîşelere piş­man olacaklarını bildirmektedir:

"Katilerinde hastalık bulunanların: "Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz/" diyerek onların arasına koşuş­tuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar"[239]

Hasta kalbiler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar. Bir avuç nmminin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından çok üstün olan düşmana karşı savaşma­larına bir mana vermeyip onların güçlü imanlarından aldık­ları cesaret ve gücü anlamakta zorluk çekerler:

"Münafıkfar ve kalbferinde hastalık bulunanlar (sizin için); "Bunları dinlen aldatmış," diyorlardı. Oysa, kim Al­lah'a dayanırsa şüphesiz, Allah, daima gâlib hüküm ve hik­met sahibidir"[240]

Münafıklar ve kalb hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar:

"Münalıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler: "Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu." di-yordu."[241]

Münafıklar, zahiren müslüman fakat içten kâfir olduk­ları için bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalblerindeki hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler:

"Andolsun, iki yüzlüler, kalblerinde hastalık bulunan­lar, §ehirde kötü haberler yayanlar (bu yaptıklarından) vaz­geçmezlerse seni onların üstüne süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmam sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler."[242]

Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sı­kıntılarla sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş gerçek mü'minle kalbinde hastalık olan münafığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır. Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalbliler tıpkı ölmek üzere olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar:

"inananlar: "(Cihad hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kaİbîerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını gprürsün. O da onlara daha uyaundur."[243]

İmanın kalblerinde kok saldığı Müslümanlar, vahye olan özlemlerinden ve Allah yolunda cihat etmeye can atma­larından dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı. Mü'minler, bir an önce savaş izninin verilme­sini istemekteydiler.[244], Müslümanların arasında olan hasta kalbliler ise böyle bir dertleri olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama onlar tehlikenin olma­dığı durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı. Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü'minlerle münafıklar bir­birinden ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden önce mü'minlerle münafıkların görünüşte aralarında herhangi bir fark görülmemekteydi. Mü'minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanla­rından bir eser kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka bir âyette münafıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir:

"Kendilerine: "Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı küm, zekatı verin!" denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar: "Rabb '/'-miz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir sureye kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?" dediler. De ki: "Dünya geçimi azdır, korunan için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez."[245]

Kalb hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedir­ginliktir. Bu hastalığa müptela olanlar, kendilerini ölçü al­dıklarından dolayı, başkasına reva gördükleri şeylerin baş­kaları tarafından kendilerine de yapılacağından endişe du­yarlar. İçlerine kök salan bu endişeyi Allah ve elçisi hak­kında hile duyarlar:

"Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisine çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir­ler/'

"Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek, gelir­ler".

"Kalbîerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağın­dan mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalimlerdir."[246]

Son âyette Allah ve Resulünün verdiği kararlardan yüz çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir:

"Kalbîerinde bir hastalık mı var derken soru sormak­tan ziyâde kalbîerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescü edilmektedir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması beklenen bir husustur. İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa düşmesi mümkün değildir. Kalb hastalan­dığında, onun iman gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi beklenemez.

İkindi soruda Allah ve Elçisinin kendilerine haksızlık etmelerinden kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde edilmektedir.

Ügüncü soruda ise bu psikoza yakalananların içine gir­dikleri tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin yara­tıcısı ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah'ın haksızlık yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah'ı gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı yersiz bir yargı olsa gerektir.

Ayetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zalim ol­dukları vurgulanmaktadır. Çünkü kalblerine iman yerleşme-yenlerin ve kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini onlardan göstermeleri, böylece bir takım avantajlar elde etmeleri, insanın kendi onurunu hiçe saydı­ğından ve kişiliğini zedelediğinden dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü'min olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman topluluğuna da hak­sızlık yapılmaktadır.[247]

Hasta kalbliler Şeytan fitnesine yaltaklık ederler:

"(Allah, böyle yapar ki) şeytanın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; elbette (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler."[248]

Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalbliler için bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü hastalık kalblerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat kalmadığından sağlıklı düşünemezler.[249]

 

2.2.2- Kalbin Sapması/Zeyğ

 

Zeyğ kelimesi, doğru istikametten ayrılıp iki uç nokta­dan birine sapmak anlamına gelir.[250]

Kur'ân kalbin illetlerinden biri olarak zeyğien; yani haktan sapıp batıl ve sapıklığa yönelmekten[251] de söz ediyor. Kur'ân'ın muhkem âyetlerini bırakıp ard niyetle yorumlamak ve fitne çıkarmak için müteşabih âyetlerin ardına düşenler denge noktasından sapanlardır:

"Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir (ki) onlar Kitab'm anasıdır. Diğerleri de müteşabib (birbirine benzeyen, bundan dolayı çeşitli anlamlara gelebilen)dir. Kalblerinde eğrilik olanlar, ütne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun müteşabih âyetlerinin ardına düşer­ler.”[252]

Kalblerinin zeyğ/sapma yeri yapılması, onların hidâyete giden yola girmemeleri, şer ve fesat üzere ısrar etmelerini vurgulamak içindir. Kalblerinde hastalık olanlar, manaları açık muhkem âyetlere başvurmadan, değişik anlamlara gele­bilen müteşabih âyetlerin ardına düşmekte; fitne ve fesat çıkarmak amacıyla hiçbir esasa dayanmadan bilgisizce on­ları yorumlamaktadırlar. Oysa bu tür âyetleri sağlıklı bir şekilde yor umlay ab ilmek için sağlam bir inanca ve derin bir bilgiye sahip olmak gerekmektedir.

İlimde derinleşenler ise kalblerinin haktan sapmaması için Habb'lerine dua ederler:

"Babb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi eğriltme, bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok ba-ğış yapansın"[253]

Hidâyete ulaşan gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı hidâ­yetin, içine düştüğü bunalım ve ruhî sıkıntıdan sonra Hakk'a varmanın ku'"tira kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kullu­ğun mutlıiuk ve esenliğine kavuşmanın değerini daha fazla anlamakta ve kir daha o çirkef hayata dönmemek için Rabb'ine y;lv<"rıP yakarmaktadır.

Rivâyste 0°re ^z- Peygamber "Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım, ^İbinıi dininin üzerine sabit kıl diye dua eder sonra da '~°ftûbb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi eğr^me> ffJze katından bir rahmet ver, şüphesiz ıf 0Pansm" âyetini okuyordu.[254]

ygcmi'e eziyet edip haktan sapanların kalbleri de sapar:

"SirZCTj{in Musa, kavmine: "Ey kavmim, benim, Allah­'ın size gca*tfdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsmyj" demişti Onlar (doğruluktan sapıp) eğriiince Allah da folblerini eğriltti. Allah, yoldan çıkanları doğru yola iletmez.”[255]

Hz. Musfl kavmine Allah'ın elçisi olduğuna dair ilzam edici güHij jelilleri ortaya koymasına rağmen, kötülüğü se­çen kavmi sapmıŞ- ^an aa onların sapıklığım artırarak kalblerini hidâyet için elverişsiz hale getirmiştir. Çünkü onlar tercibleri11* sağduyudan ve akl-ı selimden yana değil nefsî arzularına ve kötülükten yana kullanmışlardır.[256]

Savaşa  çağrılan bazı mü'minlerin kalbleri neredeyse imandan sapmış olacaktı:

Andolsun Allah, Peygamberi ve o güçlük saatinde ona uyan Muhacirleri ve Ensarı atletti. O zaman içlerinden bir kısmının JÇalbleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir."[257]

Rivayetlerde bu âyetin Tebük seferi hakkında indiği be­lirtilmektedir.[258] Taberî bu âyetin tefsirinde şöyle der: Ayette geçen "güçlük saatinde'âen kasıt, mal, binek, yiyecek ve su bakımından çekilen sıkıntıdır. "O zaman içlerinden bir kıs­mının Kalbleri kaymağa yüz tutmuştu." ifadesi de şu anlam­dadır: onların kalbleri neredeyse haktan sapacak, Allah'ın dininden kuşkuya düşecek, savaş ve seferlerinde çektikleri sıkıntı ve zorluklardan dolayı içlerini şüphe kaplayacaktı.[259]

Bir diğer bozulma da lehv, yani boş ve anlamsız arzu­lara saplanmadır.[260] Kur'ân; lehvi, gafletle aynı paralelde bir bozukluk olarak göstermektedir:

"insanların hesapları yakîa§tı, fakat onlar hala gailei içinde yüz çevirmektedirler."

"Kendilerine Rab'lerinden gelen her yeni ikazı mutlaka eğlenerek dinlerler."

"Kalbieri eğlencededir. O zulmedenler, aralarında §a ko­nuşmayı gizlediler; "Bu (Mubammed) de sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?[261]

Boş ve anlamsız arzulara saplanan kalb, her tür âyet ve delil önüne serilse de gailet içinde bocalayıp duracaktır. Bu tür bir kalbe sahip olanlar, Kur'an'ın inen her âyetim alaya alarak dinlerler.  Kalbieri tefekkür ve düşünmekten uzak gaflet bataklığında bocalamaktadır. Sağlam bir inanca da­yanmayan boş kalbler, ciddiyet, vakar ve sorumluluk duygu­sundan da uzak bilinçsiz bir şekilde dünya meşgaleleri içinde kaybolup gider. Hasta kalbli bu tür insanlar, nüzul asrında oldukları gibi her asırda bulunurlar. Günümüzde de Kur'ân ayetleri karşısında lakayt kalan, onları hatife alıp alay eden nice ölü ve taşlaşmış kalblere sahip insanlar vardır. [262]

 

2.2.3- Kalb Katılığı/Kasveti

 

Kalbin kasveti, sertleşmesidir. Bu ifade taşın kasvetin­den alınmıştır. Kâfirin kalbi, sertliğinden ve öğütlere karşı

duyarsızlığından dolayı, taşa benzetilmiştir.[263]

Kur'ân kalb katılığından çokça bahseder ve onun insa­nın, güzele, iyiye, sonsuz mutluluğa ve hakikate giden yolu tıkayan bir bela olarak gösterir: "Yazıklar olsun kalbi kasvetle Allah 'ı anmaya karşı dolmuş olanlara."[264] Kalb hastalıkları tedavi edilmezse kalb katılaşır, içinde şefkat ve merhamet duygulan ölür, sadece kötü düşüncenin, bozgunculuğun ve fesadın yeri olur. Ariık öğüt ve nasihatler kendisine etki edemeyecek kadar taşlaş­mıştır. Ka\b, kasvetini azdıran en büyük etken sonu gelmeyen istekler, emeller, hırslar ve tutkulardır:

"inananlar için hala vakit gelmedi mi ki kalbieri Allah­'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce ken­dilerine Kitab verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geç­mekle kalbieri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?[265]

Yukarıdaki âyet, önce mü'minlere gönüllerini arındırıp parlatmadıkları takdirde kalblerinin paslanacağı, Allah'ı anmayı ihmal edip hakka sarılmadıkları takdirde de yumu­şak olan kalblerinin katılaşacağı uyarısında bulunmaktadır. Ayet daha sonra mü'minlerin, sonu gelmeyen istekler, emel­ler, hırslar ve tutkularla ilâhî vahiyden uzaklaşıp kalbieri katılaşan Ehl-i Kitap gibi olmamalarını istemektedir. Bu âyetin hemen peşinde gelen "Biliniz ki, Allah, ölmüş toprağa hayat verir"[266] âyette katılaşmış kalb ile ölmüş toprak ara­sında bir benzetme yapılmaktadır.[267]Ölmüş toprak, yağan yağmurla nasıl canlanıp bitkilerle yemyeşil oluyorsa, küfür ve isyanla katılaşan kalb de inen vahiyle hidâyet bulup yeni bir hayatla dirilebilir.

Kurtubî'nin belirttiğine göre. Önceleri kötü bir hayat ya­şayan Fudayl b. İyad ve İbnu'l-Mubarek gibi kişiler, bu âyeti duymalarıyla hidâyete ermişlerdir.[268]

Kasvetli kalb taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katıla­şır, apaçık âyetler karşısında etkilenmez, artık korku ve ürperti duymaz:

"Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katıla§ti; şimdi onlar taş gibi, hatta daha da katıdır, günkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, Öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir"[269]

İsrailoğuUarmdan bahseden konu bağlamında zikredi­len bu âyetten anlaşıldığına göre, birçok âyet ve mucize gör­melerine rağmen, onlar Hakk'a teslim olup serkeşliklerinden vazgeçmemişlerdir. Çünkü kalbleri taşlaşmış ve hatta taştan da daha fazla katılaşmıştı. Nitekim bir takım taşlar var ki doğal veya yapılan teknik çalışmalarla onlardan ırmaklar fışkırır. Bazı taşlar da çatlayıp onlardan su çıkar. Bazı taşlar ;ise Allah korkusundan aşağı düşer. Zemahşerî'nin belirtti­ğine göre, Allah korkusu, mecazî bir ifâde olup ondan amaç, Yüce Allah'ın emrine boyun eğmek ve onda yapılan işlemlere karşı çıkmamaktır. Ama onların kalbleri hiçbir âyet ve muci­zeden etkilenmez ki onlardan iman ve irfan fışkırsın. Bu katılaşmış, kalbler, Allah'ın emrine boyun eğmez ve emredi­leni yerine getirmezler.[270]

Hadiste Allah'tan en çok uzak olanların, katı kalb sa­hipleri olduğu belirtilmektedir:

"İbn Ömer'den Besûlullah'ın şöyle dediği rivayet edil­miştir: Allah'ın zikrinden başka fazla söz söylemeyin, çünkü Allah'ın zikrinden başka fazla söz kalbi katılaştırır ve Al­lah'tan en uzak insanlar kalbi katı olanlardır."[271]

Yüce Allah insanları, kendilerine gönderilen peygam­berlerin getirdikleri hakikatleri düşünüp ibret almaları ve doğruyu bulmaları için zaman zaman sıkıntılarla dener. Fakat kalbi kararıp katılaşanlar bu sıkıntıların içerdikleri mesajları anlayacak güçleri ve yetileri kalmamıştır, şeytanın uydusu ve takipçisi olmuşlardır:

"Hiç olmazsa kendilerine böyle baskınımız geldiği za­man yalvarsalardı! Fakat Kalbleri kafılaşfı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi.”[272]

Yüce Allah'a verilen sözün yerine getirilmemesi, kalb katılığını doğurur. Kalbi katıiaşanlarda Allah korkusu kal­madığı iğin nefsî arzularına uymayan ilâhî hükümleri değiş­tirmekte bir sakınca görmezler:

"Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini katılaşırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar”[273]

Kalbleri katıla şanların varacakları sonuç dehşet verici­dir. Kur'ân bu tür insanları sapıklık içinde olmakla nitelen­dirmektedir:

"Allah 'ı anmağa karşı yürekleri katılaşmış olanlara ya­zıklar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler,"[274]

Kalb günahlar tarafından tamamen kuşatılıp kas katı kesildiğinde, Allah'ın ayetleri karşısında kör ve hidâyet da-vetçileri karşısında sağırdır:

"içlerinden sana kulak verip (Kur'an'ı) dinleyenler de Vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!"

"içlerinden sana bakanlar da var. Fakat körleri sen mi yola götüreceksin? Hele sezgiîeriyle de görmüyorlarsa?'[275]

Böyle,bir kalb, tıpkı ölüler gibi dıştan gelen uyarılara karşı duyarsızdır: ölülere duyuramazsm, arkalarını dönmüş kaçar­larken sağırlara da çağrıyı işittiremezsin."

"Ve sen kör(ler)i düştükleri sapıklıklardan çıkarıp yola getirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyu­rabilirsin ve onlar derhalmüsîüman olurlar."[276]

Şu âyetlerde de kör ile görenin karanlık ile aydınlığın, gölge ile sıcaklığın ve ölülerle dirilerin bir olmadığı belirtile­rek hak davetçisine kulak verip kabul edenler, dirilere; kulak verip kabul etmeyenler ise Ölülere benzetilmiştir:

"Körle, gören bir olmaz. Karanlıkla, aydınlık da bir ol­maz. Gölge ile hararet de bir olmaz. Dirilerle, ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; yoksa sen kabirlerde bulu­nanlara işittirecek değilsin"[277]

Hak davetine karşı Ölüler gibi duyarsız olanların kalbleri dünya sevgisi ve eğlenceleriyle meşguldür, hakka kulak verip anlayacak durumda değildir:

"Fakat onların (o inkarcıların) kalbleri, bundan gaflet içindedir. Onların bundan başka (birtakım pis) işleri daba var ki, hep o işler için çalışırlar!"[278]

 

2.2.4- Kalb Kirliliği

 

Temiz ve değerli şeyi kapsayan pas anlamına gelen[279] reyn kökünden türeyen <Jj/ran kelimesi, Kur'ân'da kötülük işleyen kalb için kullanılmıştır. Kişi şarap içip sarhoş oldu­ğunda da "içki aklını sardı" denir.[280] Reyn kelimesi, mühürlenme, kirlenme manalarına geldiği gibi, kılıç ve aynayı saran pas manasına da gelmektedir. Reyn, adeta pas gibi kalbi kuşatır.[281] Reyn, kalb ile iman arasına giren kalın bir perdedir.[282]

İnsanın işlediği kötü ameller giderek kalbi paslandırır.

Paslanan kalb gerçeği bulmaktan uzaklaşır ve Yüce Yaratıcı ile arasına bir perde örülür. Allah'ın apaçık âyetlerini uydu­rulmuş hikâyelerden ayırd edemeyecek kadar bir benlik tah­ribine uğrar:

"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin masal­ları" der". "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kaîblerinin üzerine pas olmuştur." "Hayır, doğrusu o gün onlar Rdb'îerinden perdelenmişlerdir. (kalbleri paslandığı için O'nu göremezler.)[283]

İnsan günah işlemeye devam edip tevbe etmeyince kalbi kilitlenir. Böyle'bir kalb artık Allah'ın âyetlerine karşı kör­dür, iyi şeyleri kabul etmekten sarfı nazar eder.

Ayette geçen onların işleyip kazandık­ları şeyler ifâdesi kaîblerinin iman hakikatinden perdelen­mesi, gerçeği görememesi, işledikleri günahların bir sonucu olduğunu göstermektedir. Mutaffifin sûresinde yer alan bu âyet, kâiirlerin ilâhî vahyi inkâr ve Kur'ân'ın eskilerin ma­salı olduğunu söylemelerinin sebebini açıklamaktadır. Bu hastalık, kötü eylem ve fiillerin bir sonucu olarak kalbe yer­leşir. Kur'ân bu hastalığa "reyn" ismini vermektedir.

Bu noktaya geliş, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir ha­disin beyanına göre, şöyle olmaktadır:

"Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kul, bir günah işlediğinde kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip, günah işlemekten vazgeçer ve Al­lah'tan afhnı dilerse o nokta silinir, kalb yine parlar. Eğer günah işlemeye devam ederse, o nokta kalbini kaplayıncaya kadar artar. İşte Yüce Allah'ın, Kitab'mda;  'Bayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları günahlar kainlerinin üzerine pas olmuştur, 'diye zikrettiği 'rân'dan amaç budur."[284]

Hasan el-Basrî, kalblerin kir bağlamasının, kişinin üst üste günah işleyip kalbin körelmesine ve ölmesine kadar devam etmesi anlamında olduğunu söyler."[285]

Bakara sûresinin şu âyeti de bu gerçeği vurgulamakta­dır:

" Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar ateş (cehennem) halkıdır, orada ebedi kala­caklardır."[286]

Allah'ın nehyettiği ve işleyeni cehenneme sokacağını bildirdiği her günah kalbi kirletir ve gittikçe onu kuşatır.[287]

Kalbi tamamiyle paslanıp kararmayan insan, günah iş­lediğinde pişmanlık hisseder, kendini öz eleştiriye tabi tutar; ibadetindeki taksiratlarından dolayı rahatsız olur, içinde bir sıkıntı hisseder. Dinî hayattan tamamen uzak olan insan bile üzerinde yaratıldığı fıtrat gereği zaman zaman ibadet yapma ihtiyacın duyar. Özellikle başına musibetler geldiği zaman Allah (c.c.)'ı hatırlar, O'na dua eder. Fakat bu ibadet isteğini hep geri planda bırakan ve sonraya erteleyen kişi artık gü­nah işleye işleye kalbi tamamıyla kararır, bundan sonra işlediği günahlar için kaygı taşımadığı gibi ibadet etmediği için de rahatsızlık hissetmez. Günahların birikmesiyle kalbi mühürlenenler ilâhî nuru karşılamaktan acizdirler. Bu du­ruma gelen, ÎCur'ân ifadesiyle cehennem ehlidir ve orada ebedi kalacaktır.[288]

 

2.2.5- Kalb Körlüğü

 

Hastalanan ve paslanan kalb sonunda gerçeğe karşı körleşir. Kalbin körlüğü basiret ve bilincin yok olması de­mektir. Bu ise, enfûs ve âfâktaki âyetleri; başka bir deyişle kendi iç dünyasını ve dış alemi anlamayı ve okumayı engel­ler. Bu duruma gelen kalb insan ve kâinatın sırlarını çözecek yetilerden yoksun olur, işlevsiz hale gelir. Nitekim Kur'ân, gizemli bir üslûp güzelliğiyle, kalb ile akıl arasında ilişki kurmuş, kalbi akletmeyen ve işlemeyenlerin diğer duylarının da fonksiyonlarını icra edemez hale geleceğine işaret etmiş­tir:

"Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, düşünebilecekleri kalbleri, işitebilecekleri kulakları olsun. Şu bir gerçek ki, kafalardaki gözler kör olmaz, ama göğüslerin içindeki kalbler kör olur."[289]

Kalbleri derin derin düşünüp sırları keşfedemeyenlerin gözleri de artık görmez, kulakları da işitmez hale gelir ve bu niteliğe bürünenler, akıllarını işlevsiz hale getirip dumura uğrattıkları için hayvanlardan da daha aşağı bir seviyeye düşerler:

"Kemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden birçoğunu cehennem için yarattık. Kalbleri var bunların, onlarla anla­mazlar, gözleri var bunların, onlarla görmezler, kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Davarlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridirbunlar"[290]

Gailet içine girip hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşen bu insanların göz ve kulak gibi organları vardır, lakat onlar ilâhî mesajı ve âyetleri ibret alacak şekilde dinlemez ve düşünmezler. Onlar duyu organlarını kullanma konusunda hayvanlar gibidir; hatta onlardan da daha kötü bir durumda­dırlar. Çünkü hayvanlar iç güdüleriyle hareket ederek yara­tıldıkları amacın dışına çıkmazlar. Bunlar ise akıl gibi büyük bir nimeti bir kenara bırakarak nefsi arzularının ve şehvetlerinin peşine takılmışlar ve akıllarını da bu yolda işleterek dünyanın en zararlı varlıkları durumuna gelmişler­dir. Bakara sûresinin 171. âyetinde de hakka kulak vermeyip doğrudan sapanların durumu bağırıp çağırmadan başka bir şejr işitmeyen hayvana benzetilmektedir. Onların sağır, dilsiz ve kör olduklarından gerçeği anlayamadıkları belirtilmekte­dir. Çoban hayvanları "yiyiniz, içiniz, dağilınız, toplanınız" gibi anlamlı sözlerle değil, ıslık ve kaval çalarak, hay-huy sesleri çıkarıp bağırarak güder. Aklını işletmeyenler de ilâhî mesajı anlamaktan acizdirler, onlar boş ve anlamsız şeylerin peşinde ömür tüketirler, dünya ve ahiretlerini karartacak bir hayat yaşarlar.

Ayette sözü edilenler, sağır, dilsiz ve deli değil; aksine dünya işlerinden anlayan ve dünya nimetlerinden faydalana-bilen insanlardır. Onlar akıllarını kullanıp Allah'ın gönder­diği vahiyleri ve O'nun sonsuz gücüne delâlet eden kainat kitabı üzerinde tefekkür etselerdi Yüce Allah'ın varolduğunu anlayacaklardı. Fakat kendilerindeki akletme yetisini kul­lanmayıp işlevsiz hale getirdikleri için ebedi azabı hak et-mişlerdir.[291]

Ayette, cehennem için yaratıldıkları belirtilen kişiler, Allah'ın kendilerine bahşettiği yetileri kullanıp, gerçeği bul­mak için çaba harcamadıkları için bunu hak ettikleri belir­tilmektedir. Bunlar insana yakışır biçimde akıl ve duyu güç­lerini gereği gibi kullanmazlar. Gönüllerinde, gözlerinde ve kulaklarında insanlığa özgü olan mânâ ve şuur bulunmaz.

Bunlar hayvandan daha aşağı, daha şaşkındırlar. Çünkü en'âm denilen yaratıklar, doğuştan gelen yol gösterici içgü­düleri sayesinde yaratılış amaçlarından sapmazlar, yaratıl­dıkları amaçlar istikametinde bir hayat sürerler."[292] İnsan denilen yaratıklar ise, kendilerindeki muazzam kabiliyetleri işlevsiz hale getirmişlerdir. Kavrayabilen bir kalble, gerçeği görebilen basiretle ve gelen sesleri duyacak bir kulakla do­natılmış olmalarına rağmen, "onlar hakikati kavramak için kalblerini, gözlerini ve kulaklarını açmadıklarından, hayatın önünden aldırmadan geçip, kalblerini onun asıl anlamını ve amacını kavramak için kullanmadıklarından, gözleri hayatın manzaralarını ve gerçeklerini görmediğinden, kulakları ha­yatın duygularını ve mesajlarını derleyip toplamadığından, değerlendirmediğinden, bu durumda onlar, sadece yönlendi­rici fıtratlarından kaynaklanan iç güdüleri ile baş başa bıra­kılan hayvanlardan daha sapıktırlar."[293] Çünkü hayvanlar bir takım faydalı ve zararları şeyleri kavrayabiliyorlar; dolayı­sıyla kendilerine fayda sağlayan bazı şeyleri yaptıkları gibi, zarar veren bazı şeylerden de kaçınmaktadırlar. Ama kalb ve duyularını işlevsiz hale getirenler ise, batıl yolda inatlarına devam ederek cehenneme doğru sürüklenmektedirler.[294]

Kalb körelince, onun damgalanması, kilitlenmesi, per­delenmesi ve mühürlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu aşa­maya gelen insanın hidâyet nurundan iaydalanması, yüce âlemle irtibata geçmesi zorlaşır ve bundan sonra da aydın­lığa dönüş söz konusu değildir. Kur'ân'da bu son aşamaya işaret eden şu ifâdeler kullanılır:

a- Kalbin tabedilmedi:

"Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her ge§it misal getirip aniattık. Onlara bir âyet getirdiğin zaman inkâr edenler: 'Siz (geleneklerimizi) iptal edenlerden başka bir şey değilsiniz.' derler!1 "İşte Allah, bilmeyenlerin kalblerini böyle mühürler.”[295]

Kalbi tabedilenler artık ne görebilir, ne duyabilir ne de anlayabilirler. Onlar yemin ederek dıştan mü'min görünüp onu kendilerini siper yapar ve gizlice insanları doğru yoldan saptırmaya çalışırlar:

"(Bu davranışlarının) sebebi şudur: İnandılar sonra in­kâr ettiler, bu yüzden kalblerinin üzeri mühürlendi, artık onlar anlamazlar![296]

b- Hatmedümesi:

"Allah, onların, kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir. Onlar iğin büyük bir azab var­dır."[297]

Kalblerin mühürlenmesi. Yüce Allah'tan gelen emirleri algılayamamak ve âyetlerini inkâr etmektir. Kulakların mü­hürlenmesi, Kur'ân okunduğunda onun anlaşılmaması; göz­lere perdenin çekilmesi ise Yüce Allah'ın yarattığı varlıkların sahip oldukları olağanüstü işleyişinden ve Allah'ın muazzam sanatından ders alınmaması anlamına gelir.[298] Mühürlemenin Allah'a atfedilmesi, bütün mümkün varlıkların O'na nisbet edilmesinden ve O'nun kudretiyle gerçekleşmesinden dolayı­dır. Yoksa onlar kalblerinin mühürlenmesini gerektirecek eylemlerde bulunmuşlardır.[299] Yukarıdaki âyet, batıl yolda kalmayı inatla sürdüren ve apaçık gerçeği reddeden insanın zamanla hakikati kavrama yeteneğini yitireceği ve sonunda kalbinin mühürleneceği şeklindeki ilâhî yasayı vurgula­maktadır.[300]

c- Kalbe kilit vurulması:

"Sözlerini bozmalarından, Allan'm âyetlerini inkâr et­melerinden, haksız yere peygamberleri Öldürmelerinden ve "Kalblerimiz kılıih" demelerinden ötürü (başlarına belalar getirdik). Hayır (Kalbleri kılıflı değil), fakat inkârlarından ötürü Allah o kalblerin üzerini mühürlemiştir. Artık pek az inanırlar."[301]

d- Kalbe perde çekilmesi:

"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatıldığı halde onlar­dan (öğüt almayıp) yüz çeviren ve ellerinin (yapıp) Öne sür­düğü (günahlarını, isyanlarını unutandan daha zalim kim olabilir? Biz onların Kalbleri üzerine, onu anlamalarına engel olan örtüler, kalaklarının içine de ağırlık koyduk. On­ları doğru yola çağırsan da bu halde asla doğru yola gelmez­ler (çünkü gerçeğe basiretlerini kapamışlardır). "[302]

Allah'ın âyetlerinden yüz çeviren ve yaptığı günahları umursamayıp unutanın kalbine örtü çekilir ve kulakları da sağırlaşır. Artık bunlar hidâyet gibi bir nimeti hak etmezler, cehennemi boylayıncaya kadar sapıklıklarında devam eder­ler. Hiçbir uyarı ve işaretten ders almazlar.

Kendi iradeleriyle hidâyetten yüz çevirip kalbleri mü-hürlenenler, Allah'ın vahyi karşısında sıkılırlar, rahatsız olurlar, onu dinlemek istemezler, bunun için fırsat buldukları an kaçıp giderler:[303]

"Bir sûre indirildiği zaman: "Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirine bakar, sonra sıvışırlar. Anlamaz bir topluluk oldukları için Allah onların kalblerini (imandan) çevirmişmiştir.”[304]

Mücahid'e göre kaib hastalıklarından olan ikfal/kilitlenme en ağır olanıdır, ondan sonra tab've daha sonra da rân gelmektedir.[305]

Aklını çalıştırmayanlar, ne gibi alâmet ve âyetleri gö­rürlerse görsünler yine iman etmezler. Nitekim Kur'ân'ın başka âyetlerinde bu tip insanların acıklı azabı görmeden hiçbir âyete inanmayacakları belirtilmektedir.[306] Onlara gök­ten bir kapı açılıp da oradan yukarı çıksalar, "gözlerimiz boyandi; hayır hayır bize büyü yapıldi[307] diyerek yine de inanmazlar. Çünkü onlarda iman edecek bir cevher kalma­mıştır, iman gibi büyük bir nimeti hak etmemişlerdir.

Kalbin mühürlenmesinin sebepleri:

Kalblerin mühürlenmesi, kilitlenmesi ve perde çekilmesi gibi hususlar, insanın kendi seçimi olan serkeşlik, kibir, küiür ve inat gibi eylemlerin doğal bir sonucudur. Eğer insan samimi bir şekilde doğruyu bulmak için çaba harcarsa, Al­lah'ın onu hidâyete erdirmemesi diye bir şey söz konusu ola­maz. Nitekim bu husus şu âyetlerde açıkça belirtilmektedir:

"De ki: Allah, dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola ilefir."[308]

"Onunla Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yolla-rina iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletir."[309]

Hidâyet veya dalâlet insanların kendi kazancı olup hiç­bir sebebe dayanmayan Yüce Allah'ın keyii bir tasarrufu değildir.[310] 0 halde Allah'ın hidâyet veya dalâleti, tamamen kulun istek ve tutumuna göre belirlenir:

"De ki: "Hak (bu Kur'an), Rabb'inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin."[311]

Ayetleri araştırdığımızda kalbin mühürlenmesini» se­beplerini şöyle sıralayabiliriz:

a- Boş arzuları ilâh edinme:

"Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağım ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Al­lah'tan sonra kim doğru yolu gösterecek, düşünmüyor muşunuz?”[312]

b- Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük:

M^/e o ülkeler; sana onların haberlerinden bir kısmını (onların hasma gelen bazı olayları) anlatıyoruz. Andolsun, elçileri onlara açık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden ya­lanladıklarından ötürü, inanmak istemediler, iste Allah, kâlirlerin kalblerini böyle mühürler"[313]

c- Azgınlık, zulüm:

"Sonra onun ardından birçok elçileri kavimlerine gön­derdik; onlara; belgeler getirdiler. (Bu kavimler) önce yalan­lamış oldukları şeye bir türlü inanmıyorlardı, iste haddi asanların kalblerini böyle mühürleriz."[314]

d- Bilgisizlik:

"Ancak o kimselerin kınanmasına yol vardır ki zengin oldukları halde (geri kalmak için) senden izin isterler. Geri kalan kadınlarla beraber olmağa razı oldular. Allah da onların kalblerini mühürledi; artık onlar bilmezleri [315]

e- Kibir ve zorbalık:

"Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında tartışırlar. (Bu hareketleri) gerek Allah yanında, gerek inananlar yanında (onlara karşı) ne büyük bir kızgınlık (doğurur)/ işte Allah, her kibirli zorbanın kal­bini böyle mühürler.”[316]

f- Gerçeklerden yüz çevirip nefsi arzulara uyma:

"Onlardan gelip seni dinleyen vardır. Fakat senin ya­nından çıktıkları zaman kendilerine bilgi verilmiş olanlara (seni çekiştirmek, dinlediklerini küçümsemek amacıyle): "Demin ne söyledi?" derler. Onlar Allah'ın kalblerini mühür-ledı'ğl keyif/erinin ardına düşmüş kimselerdir,"[317]

Ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere insan kalbinin mü­hürlenmesi, sebepsiz yere olmayıp, bizzat onların yaptıkları birtakım eylemlerin sonucunda meydana gelmektedir. Razî'nin belirttiği gibi, onlar Allah'ın kalblerine mühür vurmasından dolayı gaflete düşmüş değildirler, aksine kendi iradeleriyle kötü eylemlerde bulunmalarından ve Hakk'tan yüz çevirmelerinden dolayı kalblerine mühür vurulmuştur. Bununla Yüce Allah adeta onları cahil nefisleriyle ve sapık arzularıyla baş başa bırakmıştır.[318] Kur'ân, "Allah, onların kalblerini mühür/emiştir." ifadesiyle "ilâhî bir yasa"dan söz etmektedir: Kalbleri mühürleme fiilinin Allah'a nisbet edil­mesi, O'nun evrende yarattığı tabiî kanunlar açısındandır. İnsan kedi iradesiyle seçtiği küfrün ve bundaki ısrarın bir sonucu ve Allah'ın eşya hakkındaki yasasına uygun olarak, onun kalbi ve işitme duyusu mühürlenir, gözlerine perde çekilir. İşte insanın yaptığı bu eylem, Allah'ın evrende varettiği yasalar çerçevesinde ve O'nun irade ve yaratmasıyla gerçekleştiğinden O'na nisbet edilir.[319]

Şu halde kalbin ve kulağın mühürlenmesi, gözlere per­denin çekilmesi, insanın kendi isteğiyle fayda veya zararı olmayan nesneleri ilah edinme gibi eylemlerinin tabiî bir sonucudur. Hidâyet ve dalâlet, gerçek yaratıcı Allah olması bakımından her ne kadar O'na nisbet ediliyorsa da hak ve hakikate bağlanmak yerine, nefsi hevasına uymayı tercih ettiği için insanın kendi seçimine bağlıdır. İnsanın bu seçimi diğer bazı âyetlerde \jp*^/tercih ettiler fiiliyle daha açık bir şekilde ortaya konmaktadır:

"Fy inananlar, eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa ba­balarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim

onları veli tanır (dost iutarjsa işte zalimler onlardjr."[320]

"Bu, onların dünya hayatını ahirefe tercih etmelerinden 1 ve Allah'ın da inkâr eden kavmi doğru yola iletmeyeceğinden ötürü böyledir."[321]

Yüce Allah bu âyetin hemen ardından küfrü imana ter­cih edenlerin kalb, kulak ve gözlerini mühürlediğinden söz eder:    

"Onlar, Allah'ın kalblerini kulaklarını ve gözlerini mü-hürlediğikimselerdir, işte galiler onlardır."[322]

Yukarıdaki âyetlerden de kalb, kulak ve göze mühür vu­rulmanın insanın kendi tercihini kötü yolda kullanmanın bir sonucu olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.[323]

 

3- KALB KAVRAMIYLA YAKIN ANLAMLİ KAVRAMLAR

 

Kur'ân'ın dünya görüşünü yansılan kelime hazinesi içinde odak bir yer işgal eden kalb kavramı değişik açılardan diğer bazı kavramlarla ilişki içindedir. Kalb kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için yakın ilişki içinde olduğu kav­ramların bilinmesi de önem arz etmektedir. Söz konusu kav­ramlardan biri olan akıl, gerek bu çalışmanın "Giriş" kıs­mında, gerek "Kalb ve Akletme" alt başlığında ve gerekse çalışmanın diğer konularında olsun yeteri kadar ele alındı­ğından bu bölümde yeniden ele alma gereğini duymuyoruz. Biz bu bölümde Kur'an'da kalb ile çok yakından ilişkili ol­duklarını ve yer yer onunla eş anlamda kullanıldıklarını gördüğümüz iuâd ve sadr kavramları üzerinde durmak isti-yoruz.[324]

 

3.1-Fuâd

 

kelimesinin geldiği d* fiili, pişirmek manasına ge­lir, As cümlesinin anlamı, "ekmeği pişirdi" demektir.[325] Bu kökten gelen 4$ kelimesi de ateşin üzerinde kızartılan şeye denir."[326] Sözlüklerde -iljâ kelimesinin çoğulu s-ıül olup kalb anlamında olduğu belirtilmektedir.[327]

kelimesi Câhiliye şiirinde de aşık olan ve seven kalb ile akıl anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fuâd da kalb gibi, keder ve üzüntünün yeridir. Sevgilinin yüz çevirmesin­den yaralanır, göz okları ona isabet eder, sevginin esiri olur.[328]

Fuâdın, yani kalbin insan hayatındaki önemini vurgu­layan en güzel şiir, Züheyr b. Ebi Selma'mn şu mısrasıdır:

"Gencin yarısı dili, diğer yarısı da kalbidir. Bunların dı­şında kalan sadece et ve kandan ibarettir."[329]

Imruii'î-Kays'ın şu şiirinde "luâd", sevgi ve aşkın yeri olarak belirlenmektedir:

"Budala erkekler, aşktan sıyrıldılar, ama (ey sevgili), gönlüm senin aşkından vazgeçecek değildir."[330]

İslâmî dönem şiirine baktığımızda ise, tıpkı kalb'te ol­duğu gibi fuâd kelimesinin içerdiği manaların değiştiğini ve

genişlediğini görmekteyiz. Fuâd kelimesinin kapsamına, daha çok iman ve buna bağlı olarak hidâyet, rüşd, şehâdet vb. gibi anlamlar girmiştir.[331]

. Hıristiyanken   Hicret'in   10.   yılında   müslüman   olan Garud b. el-Mualla şöyle der:

"Şehâdet ettim ki, Allah haktır ve kalbimdeki endişeler şehâdet getirmeme ve silkinmeme müsaade etti."[332]

Hamza b. Abdulmuttalib de şöyle der:

"Aüah, kalbimi İslâm'a ve Hanif dinine hidâyet ettirdiği zaman O'na hamdettim."[333]

Yukarıdaki izahlardan da anlaşıldığı gibi kalb ve luâd kavramlarının işlevleri arasında bir paralellik ortaya çık­maktadır:

Sevgi, nefret, kahramanlık, korkaklık, acı duyma, se­vinme, yumuşaklık, katılık, mutluluk ve kasvet gibi insanın psikolojik ve duygusal yönü ile ilgili olan hususlar kalbten kaynaklandıkları gibi; hidâyet, dalâlet, istikamet, sapma, Allah'ın emirlerine itaat veya isyan, tefekkür, tedebbür ve kavrama gibi insanın akılcı yönü ile ilgili olan hususlar da kalbten kaynaklanırlar.

Tıpkı kalb gibi fuâd da, duygusal yönü ağır basmakla aşka kapılır, aşk okuyla yaralanır, elem çeker; iakat aklî yönü ağır basınca hidâyete erer ve ondaki hayır güçlen şer güçlere galebe çalar.[334]

Kur'ân-ı Kerim'de şeklinde on altı yerde te­kil ve çoğul olarak gelen bu kelime bir yerin dışında[335] kalble eş anlamlı olarak kullanılmıştır.[336] Ancak Türkçe'de gönül anlamında olan fuââ[337] kalbin bir derece üstüdür. İsfehânî Müfredat'ında şöyle der: "Kalb, yanıp tutuştuğunda fuâd adını almaktadır. Nitekim ateşte kızartılan ete feid denmek­tedir.[338]

Yüce Allah; insanın, kendisini bilmesi, O'na iman edip itaat etmesi ve verdiği nimetlere karşı O'na şükretmesi için ona işittiğini anlama, gördüğünü kavrama kabiliyetini ve hakikati kendisiyle anlayacağı fuâd\/gönülü vermiştir. Fa­kat nankör insan, Allah'ın kendisine verdiği bu yetilerden istifâde etmeyip onları işlevsiz hale getiriyor, bu yüzden de dalâlet karanlığından hidâyet aydınlığına çıkamıyor.

İnsanın ilk elde ettiği bilgiler işitme ve duyma organlarıyla elde edilir. Daha sonra bilgi fuâdin derinliklerine yerle­şip son şeklini alır. Aşağıdaki âyet bu gerçeğe işaret etmekte­dir:

11 Allah sizi annelerinizin karınlarından çıkardı, hiçbir şey bilmiyordunuz; şükredesiniz diye size işitme gücü, gözler ve gönüller verdi."[339]

Alusî b.u âyetin tefsirinde şöyle der: Allah bu şeyleri kendileriyle ilim ve marifet elde etmek için vasıta kılmıştır. Duyularınızla tikel eşyaları hisseder ve fuâd, yani aklınızla idrak edersiniz. Duyumsamanın tekrar edilmesiyle olgular arasında ortak ve zıd yönleri birbirinden ayırırsınız. Bunun sonucu olarak da sizde meydana gelen bedihî ilimlerin tetki-kiyle de kesbî ilimler elde edersiniz.[340]

Ancak insanların çoğu, hiçbir katkıları olmadan kendi­lerine verilen bu nimetlerin değerini bilip şükretmezler:

"Gözü, kulakları ve gönülleri yaratıp size veren O'dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz"[341]

"Sonra ona biçim verdi ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kuîak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsun uz!'[342]

"De ki: "Sizi yaratan, size kuîak(lar) gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?'[343]

"Allan sizi annelerinizin karnından çıkardifgı zaman) hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller verdi kişükredesiniz."[344]

Yüce Allah yukarıdaki âyetlerde insana, verdiği duyma aracı kulak, görme aracı göz ve algılama aracı olan luâd nimetlerini hatırlatıyor ki bunların değerini düşünüp O'na şükretsinler. Eğer Allah'ın güç ve kudretiyle olmasaydı o kemik ve et parçalarından ibaret olan organlara bu kabili­yetleri kim verebilirdi?

Duyu organlarının en önemlileri kulak ve gözdür. Kok­lama, dokunma ve tatma duyulan ancak işitme ve görme ile dış dünyanın algılanmasında bir anlam ifâde ederler. Kulak, göz, akıl, vicdan ve fuâd/gönül doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, gelen haberlerin doğruluğunu test edip bir sonuca varan idrak araçlarıdır. İlahî vahiyler, peygamberle­rin mesaj ve uyarıları bu araçların sayesinde insanlara ula­şırlar. Âyetlerde işitme organı kulak ve görme organı gözden sonra tasdik makamı olarak fuâd'dtm bahsedilir. Burada söz konusu olan insanın tüm iç benliğidir. İnsan görme, işitme, duyma ve aklî melekesiyle elde ettiği bilgilerin doğrulukla­rını tespit etmek için değerlendirme yapar. İşte bu değerlen­dirmenin yapıldığı yer gönül ve vicdandır. Gönül, düşünme­nin, tefekkürün, aklı kullanmanın merkezi konumundadır.[345]

Eğer kişinin kalbi bozulmuş ve aklıyla bir irtibat kura­mayacak kadar körehnişse o zaman gerçeği sadece akılla kavramanın da herhangi bir yararı yoktur:

"Şimdi siz bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup vardı ki, Allan'm kelamını dinli­yorlar da onu aklettikten sonra bile bile tabrif ediyorlar."[346]

Akıl kavrayabilir ama, bozulmuş kalb olumlu bir tepki göstermez. Hatta, Yüce Allah anlayacağı şekilde sözünü işit-tirse bile, o olumlu bir karşılık vermekten kaçınacaktır. Çünkü gerçek dinleme olumlu tepki göstermeyi gerektirir. İlâhî vahye karşı ön yargılı olan insanlar duydukları gerçeği akıllarıyla kavrayacak durumda olsalar bile, onlar kalblerini bu gerçeğe açmayacak ve anladıkları hakikate olumlu karşı­lık vermeyeceklerdir. Akılları kavradığı halde bozulmuş kalbleri olumlu tepki göstermeyen nice insan vardır.[347]

Allah'ın verdiği bu değerli nimetlere karşı şükretmeyip gereğini  yerine  getirmedikleri  için,  insanlar  sünnetullah gereği değişik belâlerle yüz yüze gelmişlerdir:

"Onlara size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik, onlara kulaklar gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira (düşünüp ibret almıyorlar, tersine) bile bile Allah 'm âyetlerini inkâr ediyorlardı. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi."[348]

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Muhammed'in kalbine kâfirlerin istedikleri gibi bir bütün olarak değil de parça parça indirdi ki onun "iuâd"ıni onunla s ağla mi aştırsın:

"inkar edenler- "Kur'an, ona bir defada indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak (kolayca ezberlemeni sağlamak ve çeşitli olaylara karşı yeni gelen âyetlerle kalbini takviye etmek) için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk![349]

Önceki ümmetlerin ve peygamber kıssalarının Kur'ân'da serdedümesi, bir yandan Hz. Muhammed'in "luâd"mı sağ­lamlaştırmaya, diğer yandan mü'minler için Öğüt ve ders olmaya matuftur:

"Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlam­laştıracak ber şeyi sana anlatıyoruz, (ki kavminden gördü­ğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, rubun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir."[350]

Ayette kalbin sağlamlaştırılmasından amaç kalbin sa~ kinleştirilmesidir. Çünkü kalb ne kadar fazla delile sahip olursa, o oranda sakinleşip huzur bulur.[351] Nitekim Hz. İbra­him de kalbinin huzur bulup mutmain olması için ölülerin dirilmesini görmek istemişti.[352]

Kur'ân'da ''fuâd"ın değişik işlevleri zikredilmektedir. Onları şu şekilde sıralayabiliriz:

a- Fuâd ve sorumluluk:

Kur'ân başkasının sırlarını araştırmayı yasaklamakta­dır. Çünkü kulak, göz ve fuâd bundan sorumludur ve kıyamet gününde kişinin aleyhine tanıklık edeceklerdir:

"Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi o (yaptığından sorumludur."[353]

Ayette üç bilgi vasıtasından söz edilmektedir. Bu vası­talardan herhangi birine dayanmayan bir konuda söz etmek

yasak edilmiştir. Isfehânî, ifâdesini "Bilgin olmadığı konuda herhangi bir iz, belirti ve zanla yargıya varma."[354] olarak açıklamaktadır. Beydâvî de söz konusu ifâdeyi aynı paralelde; "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeye ne taklit, ne de zan ile tabi olma"[355] şeklinde yorumlamaktadır.

Bu âyet akıl ve kalbin işlevi için mükemmel bir yöntem sunmaktadır. Bir olay veya haber hakkında kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma ve inceleme yapmak Kur'ân'ın emri gereğidir. Kalb ve aklın inceleme ve araştır­madan sonra verecekleri kararlarda saçmalıklara ve kurun­tulara yer yoktur. İşlevsel akıl ve faal bir kalbe dayanan bir inanç sisteminde hurafelere ve kuruntuya dayanan teorilere meydan verilmez.

Hadislerde de bilgiye dayanmadan zan ile hüküm ver­mekten sakındırılmaktadır:

"Zan ile hüküm vermekten sakınınız. Zira zanda bu­lunmak sözlerin en yalanıdır."[356]

Başka bir hadiste de kıyametin alametlerinden biri, nefsî arzulara uymak ve zan ile hükmetmenin yaygınlaşması olarak ifâde edilmektedir.[357]

Gerek âyetler gerekse hadisler, aklı tek başına karar merciî olarak kabul etmez. Doğru bir yargıya varabilmek için akılla birlikte kalbin yol göstericiliğine de gerek vardır. Akıl, daha çok fizikî çevre ile ilgili düşünme ve bilgi elde etme vasıtası iken ve çoğunlukla sebep-sonuç ilişkisinden hare­ketle mantıkî çıkarsamalarda bulunmak suretiyle bir sonuca ulaşırken; kalb, batınî ve vicdanî, duyusal; ya da inanç ala­nıyla ilgili, veya ilham olunanla ilgili bilgi elde etme vasıta­sıdır. Kalp, bir şeyi reddetme ve kabul etme ile ilgili yargıda bulunan merkezdir ve daha çok içseMir. Bu nedenle vahiy ile zorunlu olarak gerçeğe ulaşıldığı gibi akılla ulaşılamayabilir. Eğer akıl, vahyin gölgesinde hareket ederse hakikate ulaşır, yoksa salt akıl kendi başına vahiy ile irtibatsız olarak hare­ket ettiğinde insanı aydınlıktan çok karanlığa götürebilir. Bu nedenle diyebiliriz ki, akıl, kilitlenmemiş ve safiyetini koru­yan kalb ile birlikte duyular vasıtasıyla elde edilen bilgileri değerlendirdiğinde ancak sapmaktan kurtulup hakikat bilgi­sini elde edebilir.

b- Fuöd ve Cebrail:

Fuâd vahyi algılayan basirefca. mekanıdır. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber'in kalbine indirdiğinde, kâfirlerin onu yalanlamaya çalışmaları üzerine, Allah, El-çisi'nin gönlünün gördüğünde yamlmadığmı bildirdi. Hz. Peygamber'in Cebrai! (a.s)'ı görmesi bir yanılsama değil, gerçek bir tecrübeydi. O, meleği gerçek şekliyle görmüştü ve gözünün gördüğünü de gönlü yaianlamamıştı.[358] Başka bir ifadeyle Hz. Muhammed'in Cebrail (a.s.)'i görmesi, bir hayal değil, gönlün yalanlamayıp tasdik ettiği bir gerçekti:

"Allah, kuluna vahyini bildirdi. Gönül gördüğünde ya-nılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü). Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?[359]

c- Fuâd ve kulak verme:

Şeytan süslü sözlerle kâfirleri saptırmaya çalışırken onların ona kulak vermeleri üzerine dinleme "ef'ide"ye nisbet edilmiştir:

"Ahirete inanmayanların kalbleri o (yaldızlı sözlerijne kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçlan islemeğe devam etsinler diye (böyle birbirlerini aldatırlar, uydurduk­ları şeylere inanırlar)."[360]

d- Fuâd ve ahiret azabı:

Kalb, ahirette göreceği azaptan dolayı darmadağınıktır, kurtuluştan ümidim kesmiş, boşluk içindedir:

"(Ey Muhammedi zalimlerin yaptığından Allah'ı galil sanma, 0, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor."

Gözleri göğe dikilmiş bir şekilde koşarlar, bakışları ken­dilerine dönmez, (öyle donup kalmıştır sanki). Yüreklerinin içi de bomboştur."[361]

Fuâd insan benliğinin derinliklerinde yer aldığı için, tjhirette kâfirlerin görecekleri azap da kalbin derinliklerine kadar nüfuz edecektir:

"Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Bir ateş) ki gönüllere işler. 0, okların üzerine kapatılıp kilitlenecektir. (Kendileri,) uzatılmış direkler arasında (bağlı) olarak (kalacaklardır.)'[362]

e- Fuâdın haktan sapması:

İlâhî vahiyden yüz çevirip küfürde direnen ve inat edenler, azgınlıklarında bocalamaya devam edeceklerdir:

"Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inan­madıkları gibi (mu'cizeyigördükten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar"[363]

İnsan Hakka iman edip kalbi huzura kavuşmayınca, yanlışları denemekle gerçeğe ulaşmaya çalışır, fakat haktan sapanın varacağı yer batıldan başka olamayacağı için kalb huzursuz ve mutsuzdur.

f- Fuâd ve Sevgi

Fuâd, sevginin kaynaklandığı yerdir. Hz. ibrahim Rabb'inden çorak bir bölgeye yerleştirdiği ailesinin insanlar tarafından sevilmesini dilemektedir:

"Rabb'imiz, ben çocuklarımdan bazısını, senin Beyt-i Haram (Haram Evinjin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştir­dim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan birtakım gönülleri, onları sever, (onlara koşar) yap ve onları çeşitli meyvalarla besle ki (sana) şükret­sinler"[364]

Fuâd kimi zaman hüzünlenir, endişe ve kaygı duyar. Bunlar ortadan kalktığı zaman fuâd rahatlar, huzura kavu­şur. İşte Hz. Musa'nın annesi bebeğini suya atıp Firavun'un sarayına ulaştığında ve onu evlatlık alıp hayatı güvence altına alındığında[365] endişeleri sona erdi:

"Musa'nın annesinin gönlü rahatladı. Eğer biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pe­kiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı!'[366]

Bazı müiessirlere göre kelimesinin, anlamı yukarıda ifâde edildiği gibi rahatlama değil, aklın gitmesi anla­mındadır.[367]

 

3.2-Sadr

 

Kur'ân'da kırk küsur yerde geçen sadr kelimesi,[368] maddî kalbin yeri olmasından dolayı mecazî anlamda hem maddî hem manevî kalbin yerine kullanılmıştır.[369]

fiilinin masdarı olan sadr'in çoğulu jji-a /sudur'dur. Lügatte sadr kelimesi, her şeyin en üst kısmı, baş tarafı,[370] bir bölümü, kişinin yöneldiği taraf, boyun ile karın boşluğuna kadar olan vücudun ön kısmı, önder ve reis gibi anlamlara gelmektedir.[371]

Kur'ân'da sadr kelimesi değişik vesilelerle zikredilmiş­tir:

a- Göğsün daralıp genişlemesi:

İman nurunun girebilmesi için göğüs genişlemektedir: " Biz senin göğsünü açmadık mı ?'[372]

Lügatte £j^ kelimesi, et ve benzeri şeylerin açılması anlamındadır. Şerh-i sadr da ilâhî bir nur ile kalbin genişle­mesi, huzura kavuşması anlamına gelir.[373]

Âyette Hz. Peygamber'in göğsünün inşirah/açılmasın­dan kasıt, kalbinin ilâhî mesajı alacak kadar genişlemesi veya kavminden gelen sıkıntılara karşı dayanma gücünü kazanması, ilim ve hikmetle dolması ve cehaletten kaynak­lanan sıkıntının giderilmesi gibi anlamlara gelmektedir.[374]

Müiessir Alusî, bu âyeti irfânî bir anlayışla şöyle yo­rumlamaktadır: "Göğsünü, gayb ve şehâdet alemini içerecek, istifâde ve ifâde melekelerini bir araya getirecek kadar ge­nişletmedik mi? Ki böylece cismânî ilişkiler içinde olman, ruhanî melekelerin nurlarını iktibas etmekten seni alıkoy­madı."[375]

Kur'ân'da göğsün açılmasıyla ilgili diğer âyetleri incele­diğimizde bu ifâdenin iki anlamda kullanıldığını görmekte­yiz: Birincisi, her çeşit zihin karışıklığı ve tereddütten uzak olarak İslâm dinin hak olduğuna içtenlikle iman etmektir. Bu da iki âyette geçmektedir:

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar"[376]

"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse, Bahb'inden bir nur üzerinde değilmi?[377]

ikincisi ise, nübüvvetle görevlendirilen peygamberin gö­revini ifâ ederken gönlünün güvenle dolması ve davasının önüne çıkacak hiçbir engelden çekinmeyecek kadar güçlü bir cesarete sahip olması anlamındadır. Nitekim Hz. Musa, Fira-vun'a gidip ilâhî vahyi tebliğ etmekle görevlendirildiğinde şöyle demişti:

"(Musa) dedi ki: Rabb'im, benim göğsümü aç. Bana işimi kolafîa§hr"[378]

Hz. Musa (a.s.), bu duasında, elçilik görevini yerine ge­tirecek güven ve cesaretin kendisine verilmesini talep et­mektedir. Bu âyetlerin peşinde gelen "Dilimden düğümü çöz."[379] ifâdesinden anlaşıldığı üzere, Hz. Musa beliğ konuşan biri olmadığının farkındaydı. Nitekim tefsirlerde dilinde pel­teklik olduğu anlatılmaktadır.[380] Firavun gibi bir diktatörü etkilemek için akıcı bir dile sahip olmak büyük bir avantaj sağlayabilirdi. Firavun, onun bu eksikliğini halkın önünde onun yüzüne vurmuştu.[381] Bu eksikliğinin fakında olan Hz. Musa da Rahb'înden, akıcı bir konuşmaya sahip olan kardeşi Harun'u kendisine yardımcı yapmasını istemişti.[382] Kur'ân'da,'da

Hz. Musa'nın diliyle anlatılan konuşmalardan anlaşıldığı üzere, dilindeki tutukluğun giderildiği ve çok akıcı konuş­maya başladığı anlaşılmaktadır.[383]

Hz. Muhammed'in göğsünün açılmasıyla ilgili İnşirah sûresinde geçen ifâdede ise, yukarıda izah ettiğimiz iki an­lam da yer almaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.), henüz pey­gamber olmadan önce insanların yanlış inançlar taşıdıkla­rını, bir buhran içinde bocaladıklarını üzüntüyle seyrediyor, taş ve ağaçlardan yapılmış putların karşısına gidip ibadet eden insanların bu hareketlerinin de insan şahsiyet ve onu­ruyla bağdaşmadığını biliyordu. Hıristiyan ve Yahudilerin içine düştükleri hataların da farkındaydı ve Hanif dininden de mutmain değildi.[384] 0, insanlar için bir kurtuluş yolu ara­maya çalışıyordu, ama bir çıkış yolu bulamıyordu. İşte Yüce Allah ona peygamberlik görevini vererek onu bu sıkıntı ve kuşkulardan kurtararak kalbini itminana kavuşturmuş ve Risâlet görevini yerine getirmek için gerekli olan cesaret, yüksek irade ve kalb sağlamlığı gibi bütün niteliklerle de onu donatmıştı.

Göğsün açılması, doğru düşüncenin elde edilmesi ve Al­lah'a iman anlamındadır. İlâhî nur kalbe girdiğinde göğüs genişler. Bunun belirtileri ise, insanın geçici dünya zevkleri­nin peşinde koşmayıp, ebedî hayat için kendini hazırlaması ve ilâhî emirlere uymasıdır. [385]

Göğsü İslâm'a açılanın kalbi ilâhî nurla doludur. Ha­diste belirtildiği üzere, bu durumda olan kişi güçlü bir sez­giye sahiptir:

"Mü'minin ferasetinden sakınınız, çünkü o Yüce Allah­'ın nuruyla bakmaktadır."[386]

Şerh/genişlemenim karşısında o^Idayyık, yani da­ralma vardır. İnsan göğsü nübüvvet ve İslâm nuruyla ferah­layıp genişlerken, küfür ve isyanla daralır ve sıkıntı çeker:

"{Allah), kimi saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar Aİİah. inanma-yaniarın üstüne iste böyie pislik (sıkıntı) çökertir?[387]

Allah, hidâyetini dilediği kişinin kalbini îman nurunu içine alacak ölçüde genişletir. İlâhî emirlerden ve onları ye­rine getirmekten sıkıntı duymaz, aksine mutluluk ve sevinç duyar. Allah, saptırmak istediği kişinin kalbini de, göğe tır­mananın oksijen yetersizliğinden göğsü daraldığı gibi daral­tır ve İslâm'ı kabul etmek ve emirlerini yerine getirmek son derece kendisine ağır gelir. Allah, açık delillere rağmen ger­çeği kabul edip iman etmekten kaçınanların üzerine küfür pisliğini akıtır ve onlar için acıklı bir azap hazırlar. Onlar imanla değil, küfürle huzur bulurlar, onunla tatmin olurlar ve göğüslerini ona açarlar:

"inandıktan sonra Allah'a nankörlük edip de -kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan hariç- lakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan hirgazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır"[388]

Kâfirlerin göğüsleri küfür ve isyanla daraldığı gibi, peygamberlerin de gönülleri davetlerine olumlu icabet edil­mediğinde daralır ve sıkıntı çeker. Hz. Musa; Firavun ve avenelerinin kendisini yalanlayacaklarından endişe ederek Rabb'ine şöyle seslenmişti:

"(Musa): "Rabb'im, dedi, ben, onların beni yalanlaya­caklarından korkuyorum. Göğsüm daralıyor"[389]

Yüce Allah, Hz. Musa'yı kendisinden kaçtığı Mısır Kralı Firavun'a göndererek onu, ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeye ve İsrailoğulları'na 2ulüm etmemeye davet etmesini emretmektedir. Bunun üzerine Hz. Musa "Göğsüm daralıyor demekle böyle çok önemli bir görevle tek başına gitmekte tereddüt ettiği, güzel ve etkili konuşamadığı hissine kapıldığı anlaşılmaktadır.[390]

Kâfirler Resûlullah'a eziyet konusunda aşın gittikle­rinde, onun da göğsü daralmaya başlamıştı:

"Andolsun   onların söylediklerine senin göğsünün daraldığını biliyoruz."[391]

"Herhalde sen: "Ona bir hazine indirmeli veya berabe­rinde bir melek gelmeli değil iniydi?" demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bununla göğsün daralacak, (sıkılacaksın)"[392]

Göğsün daralması, insanın hoşlanmadığı bir şeye karşı huzursuz olması anlamındadır. Nitekim Araplar "

Bu işe karşı göğsümde daralma oluyor." ifâdesini bu anlamda kullanmaktadırlar.[393]

Yukarıdaki âyette Hz. Muhammed'e hitap edilerek müş­riklerin söyledikleri yersiz sözlerden üzülmemesi öğütlen-mektedir. Çünkü onun görevi sadece tebliğ etmektir. Onların iman etmeleri veya inkâr etmelerinden dolayı sıkıntıya gir­mesine gerek yoktur.[394]

Yine Hz. Peygamber'e daralma manasında kelimesi kullanılarak sıkıntıya girmemesi öğütlenmektedir:

"(Bu), sana indirilen bir Kitabdır. Onunla (insanları) uyarman ve inananlara öğüt (vermen) hususunda göğsünde

bir sıkıntı almasın."[395]

Mücahid, âyette geçen £^ kelimesini şüphe diye yorumlamıştır.[396] lügatte, daralma anlamındadır.[397] Buna göre, şüphe eden kişi, hakikati bilmediği için göğsü daralır demektir.[398]

Ayette Hz. Peygamber'e hitap edilerek ilâhî vahiyi tebliğ etme konusunda göğsünün daralmaması istenmektedir. Âyet nehiy formunda olup nefiy anlamındadır. Hz. Peygamber'e düşen görevin tebliğ olduğu, kavminin iman edip etmemesi konusunda herhangi bir görevinin olmadığı uyarısı yapıl­maktadır.[399]

Yüce Allah kâfirlerin içinde yer aldıkları kötü durumu daralmak manasındaki kelimesiyle de ifâde etmekte­dir:

"yürekleri sıkılarak size gelenle?[400]

Ayette geçen fiili, Yemâme lügatinde t3l-^a/daraldı anlamındadır.[401] Kissâî de aynı görüştedir.[402] Sözün hasrı da konuşmacının sözü ifâde etmede zorlanması anlamındadır.

Hapishane ve benzeri yerlerde sıkışıp kalanları* da mahsur denir.[403]

b- Sadr ve içindekiler:

Kur'ân, Allah'ın kendilerine bilgi verdiği kişilerin gö-Hüllerinde muhafaza ettikleri apaçık âyetlerdir:

"Bayır, o (Kur'an) kendilerine hiîgi verilenlerin göğüsle­rinde bulunan açık açık âyetlerdir."[404]

Eğitim ve Öğretimle elde edilen bilginin yeri göğüstür. Nefiste muhafaza edilen bu tür bilgilerin unutulması müm­kündür. Göğsün sahip olduğu bilgi, inceleme, araştırma ve tetkikten sonra,qkhn algıladığı kesbî bir bilgi haline gelir. Bu anlamıyla sadrın akılla sıkı bir ilişkisi vardır.[405]

Allah göğüslerin içindekini bilir:

"Sözünüzü   ister  gizleyin,   ister   onu   açığa   vurun (larketmez) çünkü Ö, göğüslerin Özünü bilir "[406]

"Deki: "öfkenizden patlayın! Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilir."[407]

" (AHah) gözlerin hain (bakışlar)ım ve göğüslerin gizle­diği düşünceleri bilir"[408]

Haris el-Muhâsibî'ye göre "gözlerin hainliği", mahrem olmayan kadına bakmaktır. Göğüslerin gizlediği ise haram işlemeye niyet etmektir.[409]

Teisirlerde de "gözlerin hain (bakişlar)i' ifâdesi daha çok yabancı kadınlara kötü gözle bakmak, "göğüslerin gizle­diği düşünceler ifâdesi de buna bağlı olarak yabancı kadın­lar hakkında düşünülen kötü hisler olarak yorumlanmakta­dır.[410] Fakat âyet bağlamını dikkate aldığımızda böyle bir anlamın çıkamayacağı görüşündeyiz. Zira bir önceki âyette kıyamet gününde zalimlerin ne bir dost ne de sözü dinlenecek bir şefaatçi bulamayacakları bildirilmektedir.[411] Ayrıca sûre­nin başında da Allah'ın gönderdiği peygamberleri yalanla­yanların başlarına gelen felaketlere işaret edilmekte ve daha sonra da Allah'a ortak koştuklarından dolayı cehenneme girenlerden, kıyamet gününde herkese yaptığının karşılığı­nın verileceğinden ve kimseye haksızlık yapılmayacağından söz edilmektedir. İşte bütün bunlardan sonra zalimlerin kı­yamet gününde herhangi bir dostlarının ve sözü dinlenecek şefaatçilerinin  olmayacağı  ve  Allah'ın  hain  bakışları ve kalplerin gizlediğini bildiğinden söz edilir. Müfessir Alusî'nin belirttiği gibi,[412] kıyamet gününde dost ve şefaatçi bulmayanlardan kasıt kâfirlerdir. Nitekim Lokman sûresinde şirkin büyük bir zulüm olduğu belirtilmektedir.[413]

t Başka bir deyişle; âyei bağlamı ve sûre bütünlüğü dik­kate alındığında, hain bakışlardan ve kalplerde gizli olan şeylerden kasıt; peygamberlere karşı mücadele eden, onların getirdikleri ilâhî mesajları etkisiz hale getirmek için başvur­dukları hile ve entrikalar ve kalplerinde onlara karşı besle­dikleri kin ve nefrettir diyebiliriz. İşte böyle olanların kıya­mette ne dostları ne de Allah katında şefaatçileri olacaktır.

Küfür ve imanın yeri göğüstür:

"Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. So­nunda onların dönüşleri bizedir. O zaman yaptıklarım ken­dilerine haber veririz. Şüphesiz Allah göğüslerin Özünü (kalblerden ne düşünceler geçtiğini) bilir."[414]

"Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah, siz(in ima-nınızja muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur. Hiçbir günah­kar, diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb'ini- r, (0), size yaptıklarınızı baber verir, çünkü O, göğüsle­rin özünü bilir.''[415]

Ayette göğüs, hem küfrün hem şükrün/imanın yeri ola­rak belirtilmektedir. Yüce Allah, göğsün özünü ve onda olup biten iyi kötü her şeyi bilmektedir.

Şeytanın vesveseleri göğsün derinliklerine yerleşir:

"İnsanlara kötü şeyler fısıldayan) o sinsi vesvesecinin şerrinden." "O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar."[416]

İradeye dayalı eylemesel fiiller göğüstedir. Bunun için sınanmaya tabi tutulan ve Kıyamet gününde sevabı veya cezayı hak edecek olan göğüslerin içindekilerdir:

"Allah göğüslerinizdekini denemek, kalblerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi). Allah göğüsle­rin özünü bilir."[417]

Kıyamet gününde göğsün içindekiler açığa çıkarılacaktır:

"Bilmez mi, kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, göğüslerde olanlar devşirildiği zaman; (evet), o gün Rabb 'leri onların her halini haber almış (gizli ve açık bütün yaptıklarım bil-miş)tir"[418]

Göğüs, arzu ve isteklerin yeridir:

"Allah'tır ki kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yarattı."

"Onlarda sizin için (sütleri, derileri, tüyleri gibi daha birçok) faydalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki ar­zuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız."[419]

Göğüste korku belirtileri ortaya çıkar:

"Onların kalblerinde sizin korkunuz, Allah'mkinden fazladır. (Allah'tan çok sizden korkarlar). Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur."[420]

Göğüs kibrin yeridir:

Yüce Allah, sağlam bir delile dayanmadan O'nun âyet­leri hakkında tartışan kâfirler hakkında şöyle buyurmakta­dır:

"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın âyet­leri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde, (hiç­bir zaman) erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur.   Sen Allah'a sığın,  çünkü işiten,  gören O'dur."[421]

Göğüs ihtiyaçların hissedildiği yerdir:

Yüce Allah Ensar'ın Muhacirler hakkında gösterdikleri diğergamlıktan şöyle söz etmektedir:

" Te onlardan Önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce Medine'yi yurt edinen Ensar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ga­nimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duy­mazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimri­liğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir."[422]

Göğüs; öfke ve kızgınlığın yeridir:

Münafıkların göğüsleri inananlara karşı Öfke doludur:

"i/ inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin,- onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı yerecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke taşmakta­dır. Göğüslerinde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Düşü­nürseniz, size âyetleri açıkladık

"işte, siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, hal­buki onlar sizi sevmezler. Kitab'm hepsine inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfkeden parmak uçlarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizden patlayın! Şüphesiz Allah, göğüs­lerin özünü bilif.[423]

Göğüs manevî hastalıkların yeridir:

Göğüs; sıkıntı, kin, hasret, hüzün, hased, kuşku gibi ruhsal hastalıkların yerleştiği yerdir. Bunun için Kur'ân-ı Kerim göğüsteki sıkıntıların şifası olarak belirtilmiştir:

"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan (sıkmtılar)a şifa ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir."[424]

Allah'ın düşmanlarına galip gelmek de nıü'minlerin kalblerindeki sıkıntıyı gideren bir şifadır:

"Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azab etsin, onları rezil etsin, sizi onlara üstün getirsin ve inanan­lar toplumunun göğüslerine şila versin;"

"Yüreklerinin öfkesini gidersin. Allah, dilediğinin ievbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahi­bidir."[425]

Göğüs abartının yapıldığı yerdir:

Kur'ân, kemik ve toz haline geldikten sonra dirilmeyi imkânsız gören kâfirlerin, asılsız ve zandan başka bir şey iiâde etmeyen bu düşüncelerinin yersiz olduğunu ve kendile­rini yoktan vareden Allah (c.c.)'m onları yeniden diriltmesi­nin imkânsız bir şey olamadığı vurgulanmaktadır:

"Dediler ki: "Biz kemikler haline geldikten, ufalanıp top­rak olduktan sonra mı sahiden biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?"

"De ki: "İster taş olun, ister demir"

""ister gönlünüzde büyüyen, (aklınıza tuhaf gelen) her­hangi bir yaratık, (ne olursanız olun, Allah sizi mutlaka diriltecektir). "Bizi kim tekrar (hayata) döndürebilir?" diye­cekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratan (döndürür)." Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve: "Ne zaman o?" diyecekler. "Pekyakın olabilir" de."[426]

Yukarıda görüldüğü üzere âyetlerde sadr kelimesi kalple eş anlamda kullanılmıştır. Kalb gibi sadr da vahyin iniş yeridir. Sadr imanın, anlamanın, temizliğin ve tatmin olma­nın yeri olduğu gibi; inkârın, kinin, öfkenin, korkunun ve hastalığın da yeridir. Kısaca sadr, kalb gibi, insanın psikolo­jik ve inanç dünyasında olup biten her faaliyetin alanı oldu­ğunu söyleyebiliriz.[427]

 

SONUÇ

 

Kalb kavramı, Kur'ân'ın dünya görüşünü ve hayata ba­kış açısını ^fâde eden odak kavramlardan birisidir. Bu odak kelimenin semantik alanında akıl, luâd, sadr gibi kelimeler de anahtar kavramlar olarak bulunmaktadır. Bu nedenle kalb, Kur'ân'daçok önem verilen ve üzerinde hassasiyetle durulan bir kavram olmuştur. Zira kalb, insan hayatının temel unsuru sayılan olguları ifâde için kullanılmıştır.

Bazı İslâm âlimleri, "Muhakkak ki bunda, kalbi olan kimse için bir öğüt vardır..." (Kai (50), 37) âyetinden hare­ketle Kur'ân'da bazen kalb kelimesiyle aklın kastedildiğini söylemişlerdir. Nitekim gerek ilk dönem İslâm âlimleri, ge­rekse de Arap dili otoriteleri, Arap dilinde kalb kelimesinin akıl anlamında kullanılmasının caiz olduğu görüşünü be­nimsemişlerdir.

Öte yandan bazı âlimler de akıl ile kalbi eş anlamlı gör­memiş, görme nasıl gözde bir nur ise, aklın da kalb'te bir nur olduğunu söyleyerek aralarında güçlü bir bağ kurmuşlardır. Bu bilginler aklı, Allah'ı tanımaya mahsus bir yer olan ru­hun hakikati olarak kabul ederek, Kur'ân ve sünnette adı geçen kalbin, et parçası olan yürekle irtibatı olan ilâhî ve ruhanî bir sır olduğunu dile getirmişlerdir.

Kalbin iki an!ami vardır: Biri, göğsün sol tarafında bu­lunan bir et parçasıdır. Bu şekildeki kalb hayvanlar ve hatta ölüler için de söz konusudur. İkincisi ise, arazların cisimlere ve niteliklerin nitelenenlere bağlı oluşları gibi, et parçası olan yüreklerle irtibatı olan ilâhî ve ruhanî bir sırdır ki, in­sanı "insan" yapan, ona değer ve anlam kazandıran ve onu diğer yaratıklardan farklı kılan esas unsur budur. Kur'ân ve sünnette adı geçen ve bizim bu çalışmamızda üzerinde odak­lanarak irdelediğimiz kalb bu kalptir.

Câhiliye şiirinde kalb kelimesi, insan hayatının temel unsurunu teşkil eden bir olguyu ifâde etmek için kullanıl­mıştır. Çünkü o, sevginin, nefretin, hüznün ve sırrın yeridir. Câhiliye şiirinde kalbe; işitip duyma, üzüntülü ve sıkıntılı olma ve korkuya kapılma gibi hususiyetlerin yüklendiğini de görmekteyiz.

İslâmî şiirde ise kalbe kimi yeni anlamlar yüklendiği dikkat çekmektedir. Burada kalb; sevginin, şehâdetin, ima­nın, temizliğin, Allah'ı sevmenin ve O'ndan korkmanın, taatın, isyanın, yakinin, zikrin, sevincin ve üzüntünün yeri­dir. Kur'ân sonrası kullanımlarda, Câhiliye döneminden farklı olarak kalbe bazı fonksiyonların verildiği gözden kaç­mamaktadır. Sözgelimi kalbin iman ve imanla alakalı ah­lâkî, ruhî ve insanî anlamlarla irtibatlandınlması gibi hu­suslar bunlardan bazılarıdır. Böylece denilebilir ki, Kur'ân sonrası kullanımlarda kalbe, cahilî asırdan farklı kimi an­lamlar kazandırılmıştır.

Kur'ân; kalbi, insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan farkediş, eriş ve seziş kudreti olarak tanıtmaktadır.  Bu kalb,  duyularüstü idrakin biricik âleti olarak realiteyle direkt temasın da tek aracıdır. Bu yüzden Kur'ân, bu alet ve araç bakımından yetersiz kalanların Al­lah'ın okunan ve kevnî âyetlerini anlayamayacaklarına dik­kat çekmektedir.

* Kur'ân'da gördükleri işlevler açısından kalb vb akıl ço­ğunlukla eş anlamlı kullanılmakla beraber, aralarında bir nüansın olduğu da kolaylıkla aniaşılabilmektedir. Aklın konusu görünen fizikî âlem iken, kalbin ilgi alanı iizik ötesi alemdir. Akıl, daha çok fizikî çevre ile ilgili düşünme ve bilgi elde etme vasıtası iken ve çoğunlukla sebep-sonuç ilişkisin­den hareketle mantıkî çıkarsamalarda bulunmak suretiyle bir sonuca ulaşırken; kalb, batım ve vicdanî, duyusal; ya da inanç alanıyla jlgili, veya ilham olunanla ilgili bilgi elde etme vasıtasıdır. Kalp, bir şeyi reddetme ve kabulle ilgili yargıda bulunan merkezdir ve daha çok IçsâMir. Bu nedenle vahiy ile zorunlu olarak gerçeğe ulaşıldığı gibi akılla ulaş ila mayabilir.

Bu çalışma boyunca kalb ile ilgili olarak serdettiğimiz âyetlerde, kalbin algılayan, ilham alan, insanın yaptığından sorumlu olan, kasdeden ve hakikatleri keşfeden bir güç oldu­ğunu gördük. Bu mü'min kalîAıı. Mü'min kalbte cebr ve zor­lamaya yer yoktur. Sorumluluğa, sınanmaya, hesap vermeye açıktır.

Aynı zamanda kalb; günah işler, çelişkiye düşer, içinde gizlediğinin tersini gösterir. Kur'ân'ın ifadesiyle bu tür bir kalbe münafık, başka bir değişle hastalıklı kalb denir. Bu kalb yalancı, kuşkulu, kibirli ve gösteriş sahibidir. İşte Allah bu özelliklere sahip olan kalpleri yaptıklarından dolayı mü-hürlemiştir. Artık bu özelliklerle vasıflanan bir kalb, hakikat nurunu, bilgi ve marifeti algılayamayacak kadar katılaşmış ve körelmiştir. Bu yönüyle bu tür kalpler kâfir kalb özelliği kazanmıştır. Kâiir kalp ise cehaletle maluldür.

Kur'ân'a göre kalb, iman ile küfrün, hayır ile şerrin kaynağıdır. Aynı zamanda kalb, bilginin, marifetin ve bilin­cin de merkezidir. 0 vahyin indiği ve Kelamullah'ın yerleştiği yerdir. Kalb, tefekkür ve tedebbür eder, düşünür ve önceki ümmetlerin başından geçenlerden ibret alır. Kalbin ulaştığı bu nokta, duyusal ve aklî bilgi sürecinin ulaştığı nihaî amaçtır.

Kalb inancın, sevginin, merhametin, şüphenin, kinin öf­kenin, nefretin, ızdırap ve korkunun da yeridir. Kalbin kuşku, şüphe, gaflet ve küfre yönelme gibi kötü nitelikleri yanında temizlik, iman ve takvaya yönelme gibi iyi nitelik­leri de vardır.

Kur'ân-ı Kerim'de ka/ble eş anlamlı olarak kullanılan kelimelerden biri de fuâd sözcüğüdür. Türkçe'de gönül anla­mında olan fuâd, kalpten bir derece daha üst konumdadır denilebilir. Kalb gibi fuâd da, duygusal yönü ağır basmakla aşka kapılır, aşk okuyla yaralanır, elem çeker; iakat aklî yönü ağır basınca Hak Yol'a hidâyet eder ve ondaki hayır güçleri şer güçlere galebe çalar. Duyu organlarının en önem­lileri kulak ve gözdür. Koklama, dokunma ve tatma duyulan ancak işitme ve görme ile dış dünyanın algılanmasında bir anlam ifâde ederler. Kulak, göz, akıl, vicdan ve fuâd/gönül doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, gelen haberlerin doğrulu­ğunu test edip bir sonuca varan idrak araçlarıdır. İlahî va­hiyler, peygamberlerin mesaj ve uyarıları bu araçların saye­sinde insanlara ulaşır. İşte âyetlerde işitme organı kulak ve görme organı gözden sonra tasdik makamı olarak bu fuâd'âan bahsedilir. Burada söz konusu olan insanın tüm iç benliğidir. İnsan görme, işitme, duyma ve aklî melekesiyle elde ettiği bilgilerin doğruluklarını tespit etmek için değer­lendirme yapar. İşte bu değerlendirmenin yapıldığı yer fuâd/gönül ve vicdandır. Yani fuâd/gönül, düşünmenin, te­fekkürün, aklı kullanmanın merkezi konumundadır.

Kur'ân'da mecazî anlamda kalb yerine "sadr" kelimesi de kullanılmıştır. Çünkü sadr/göğüs maddî kalbin yeridir.

Kalb gibi sadr da imanın, anlamanın, temizliğin ve tat­min olmanın yeri olduğu gibi; inkârın, kinin, Öfkenin, kor­kunun ve hastalığın da yeridir. Kısaca sadr, kalb gibi, insa­nın psikolojik v,e inanç dünyasında olup biten her faaliyetin alanıdır.[428]

 

BİBLİYOGRAFYA

 

Abduh, Muhammed, Tefsiru Cüz'i Amme, Dâr İbn Zeyriun, Beyrut, 1989, ikinci baskı.

Abdulbaki,   Muhammed   Fuâd,   el-Mu'cemu'1-Mufehres   li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim,    Daru'l-Kütübi'l-Mısriyye, Kahire',1945.

Alusî, Mahmud Ebu'1-Fadl, Rûhu'l-Meânî fi tefsiri'l-Kur'âni'I-Azim ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dâru Ihyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs.

Askalânî, Ahmed b. Ali b. Hacer, el-İsâhe fi Temyizi's-Sa-habe, thk. Ali Muhammed, Dâru'1-Cil, Beyrut, 1992.

Bepvî, Hüseyin b. Mes'ud, Meâlimü't-Tenzil, Dâru'l-Ma'riie, Beyrut, 1987, ikinci baskı.

Beydâvî, Kadî Nasirüddin Abdullah b. Ömer, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-T'evil, thk. Abdulkadir Arafat, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1996.

Buhârî, Ebu Abdiüah Muhammed b. İsmail, el-Cami'u's-Sa-hih, thk. el-Buğa Mustafa Dib, Dâr İbn Kesir, 1987, Beyrut, üçüncü baskı.

Cebeci, Lütiullah, Kur'ân'da Şer Problemi, Ankara, 1985.

Cessâs, Ebubekir Ahmed b. Ali er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Muhammed es-Sadık, Dâru't-Türâsi'l-Arabiyye, Beyrut, 1405.

Cevzî, Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Zödu'l-Mesir fi İlmi't-Teisir, el-Mektebu'1-İslâmî, Beyrut, 1404, üçüncü baskı.

Cevzî, Muhammed b. Ebibekir (İbnu'l-Kayyim), Şifâu'1-Alil, thk. Muhammed Bedrüddin el-Halebî, Dâru'1-Fikr, Beyryt, 1398.

Curcânî, Ali b. Muhammed Seyyid Şerif, et-Ta'rüât, thk. İbrahim el-Ebyârî, Daru'l-Kütübi'l-Arabî, Beyrut, 1405.

Câzû, Muhammed Ali, Mefhûmu'1-Akli ve'1-Kalbi ii'l-Kur'ân'ı ve's-Sünne, Dârü'1-İlm, Beyrut, 1983, ikinci baskı.

Duman, M. Zeki, Beş sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzab, Nûr, Hucuraf, Müratahine), Ankara, 1999.

Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, Ankara, 1997.

Ebu's-Suûd Muhammed b. Muhammed el-İmadî, İrşâdu'l-Akli's-Selim ilâ Mezâye'l-Kur'ânî'l-Kerim, Daru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs.

Elmalıh, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, sadeleştiren: Heyet, Azim Dağıtım, İstanbul, trs.

Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı Meal-Tefsir, çev. Cahit Koytak-Ahmet Erttirk, İşaret Yay., İstanbul, 1999.

Ferra, Ebu Zekeriyye Yahya b. Ziyad, Meâni'l-Kur'ân, Alemu'l-Kütüb, Beyrut, 1983, üçüncü baskı.

Firuzâbâdî Mecdûddin Muhammed b. Yakub, el-Kamusu'l-Muhit, Müessesetu'r-Risâle, Beyrut, 1993, üçüncü baskı.

Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed,  "Kimyâ-i t             Saadet  el-Münkizu  mine'd-Dalal,  Beyrut,   1991, üçüncü baskı.

Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Münkizü mine'd-Dalal, Beyrut, 1991, üçüncü baskı.

Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, Ihya-u İJlûmiddin, Çağrı Yay., İstanbul, 1985.

Güneş, Abdulbaki, "Kur'ân Işığıda Akim Gücü ve Siniri', İslâmîAraştırmalar, Sayı: 3-4, Ankara, 1998.

Heyet, Mu'cemu Alfazi'l-Kur'an'i'l-Kerim, Mısır, 1990.

Heysemî, Ali b. Ebi Bekir, Mecme'u'z-Zevâid ve Menbe'u'l-Fevâid, Dâr er-Reyyöû, Beyrut, 1407.

İbn Habib, Hasan b. Ömer, el-Muktefâ min Sireü'l-Mustaia, thk Mustafa Hüseyin ez-Zehebî, Dâru'l-Hadis, Kahira, 1996.

îbn Hacer, Ahmed b. Ali el- Asklânî, Fethu'1-Bârî Şerhu Sahihi'l-Buharî, thk Muhammed Fuâd Abdulbaki, Daru'l-Marife, Beyrut, 1379.

İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.

İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmeük, es-Sîretu'n-Nebeviyye, thk. Taha Abdurrauf, Dâru'1-Cîl, Beyrrut, 1411.

İbn İshak, Muhammed b. Yesâr, Siretu İbn İshak, (el-Mubtede' VE'L-Meb'as ve'1-Megnzî), thk. Muhammed Hamidullah, Ma'hedu'd-Dirâsât, trs.

İbn Kayyim el-Cevzîyye Ebu Abdillah Muhammed b. Ebibekir, Medâricu's-Sâlikin, Dârü'l-Hadis, Kahire, trs.

İbn Kesir, Ebu'1-Fida İsmail İmadüddin b. Ömer b. Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, thk. Muhammed Ahmed ei-Benna vd., İstanbul, 1984.

İbn Kesir, Ebu'1-Fida İsmail İmadüddin b. Ömer b. Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'I-Azim, Daru'1-Fikr, Beyrut, 1401.

İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, thk. Muhammed Fuâd Abdulbaki, Daru'1-Fikr, Beyrut, trs.

İbn Manzur, Muhammed b. Manzur, Lisânu'1-Arab, Beyrut.

İbn Teymiyye, Şeyhülislâm Ahmed İbn Teymiyye, "Risale /!'-Akli ve'r-Ruh", Mecmuatu'r-Resaili'l-Müniriyye, Daru İhyai't-Türâsi'î-ArabîBeyruî, 1970.

İkbal, Muhammed, İslâm'da Dinî Düşüncenin Yemden Do­ğuşu, çev. N. Ahmet Asrar, İstanbul, trs.

İmruu'1-Kays, el-Mallakatu's-Sab1, M.E.B., Yay., İstanbul, 1989.

İsfehânî, er-Rağıb, el-Müfredat ii Garibi11-Kur1 ân, İstanbul, 1986.

İsfehânî, er-Rağıb, Kitabu'z-Zeri'a ila Mekarimî'ş-Şeri'a, tahkik: Ebu'l-Yezid el-Acemî, Kahire, 1987, ikinci ha ski.

İzutsu, Toshîhiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, çevr. Süleyman Ateş, Ankara, trs.,

Kıhç Sadık, İslâm'da Sembolik Dil, İstanbul, 1995.

Kurtubî,  Muhammed  b.  Ahmed b.  Ebi bekir,  el-Cami İi ' Ahkâmi'l-Kur'ân, thk. Ahmed Abdulalim, Kahire,

1372.

Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, Bidayetu'l-Müçtehid ve Nihâyetu'l-Mukiasid, Daru'1-Fikr, Beyrut, trs.

Kutuh, Seyyid, Fi Zılâl'il-Kur'ân, çev. Heyet, Dünya Yay., İstanbul, 1991.

Kuvvetli, Hüseyin, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân Mukaddimesi, Daru'1-Fikr, 1978, ikinci baskı.

Mevdudî, Ebu'1-A'lâ Mevdudî, TelhimuTl-Kur'ân, İstanbul, 1986.

Meydânî, Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, e!-Ahlâku'l-İslâmiyye, Daru'l-Kalem, Dime§k, 1987.

Mısrî, Şihabuddin Ahmed b. Muhammed el-Hâim, et-Tibyân fi Tefsiri Ğaribi'l-Kur'ân, thk. Fethi Enver, Dâru's-Sahabe, Kahire, 1992.

Muhasibi, el-Haris b. Esed el-Muhâsibî, "Kitabu Maiyeti'l-Akîi ve Ma'nahü\ el-Aklu ve Fahmu'l-Kur'ân, tkd.-thk. Hüseyin el-Kuwetlî, H. baskı, Daru'1-Fikr, 1978.

Muhâsihî, el-Haris b. Esed el-Muhâsibî, el-Mesâil fi A'mâli'l-Kulûbi ve'1-Cevarih, thk. Abdulkadir Ahmed Ata, 1969, Kahire.

Munâvî, Muhammed Abdurrauf, et-Tavkif ala Mühimmâti't-Teârif, thk. Muhammed Rıdvan, Dâru'I-Fikr, Bey­rut, 1410.

Mücahid b. Cebr el-Mahzûmî, Telsiru Mücahid, thk. Abdurrahman     et-Tahır     Muhammed, el-Menşuratu'l-İlmiyye, Beyrut, trs.

Müslim, Ebu'l-Hüseyn b. el-Haccac, Sahih Müslim, thk. Muhammed Fuâd Abdulbakî, Dâr İhyâi't-Türâsiİ-Arabi, Beyrut.

Nehhâs, İmam Ebu Cafer, Meâni'l-Kur'ân, thk. Muhammed Ali es-Sabunî, Mekke, 1409.

Neysâbûrî, Hafız Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hakim, el-Müstedrek ala's-Sahiheyn, thk. Mustafa Abdulkadir Ata, Dâru'l-KütüM'l-îlmiyye, Beyrut, 1990.

Oztürk, Yaşar Nuri, Kuran'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yay., 2. baskı, İstanbul, 1993.

Razî, Fahruddin, Mefâtihu'1-Gayb (et-Tefsiru'1-Kebir), Darui-Küiübi'l-İlmiyye, Tahran, trs., ikinci baskı.

Razî, Muhammed b. Ebibekir, Muhtaru's-Sıhah, İstanbul, 1980.

Rıza, M. Reşid, Teisiru'l-Kur'âni'l-Hakim (Tefsiru'l-Menâr), Dâru'l-Marife, Beyrut, trs., ikinci baskı.

Sâbûnî, Nûreddin, el-Bidâye fi Usûli'd-Din, Dimeşk, 1979.

Sait Cevdet, Güç İrade ve Eylem, çev. Halil İbrahim Kaçar, İstanbul, 2995, ikinci baskı.

San'ânî, Abdurrazzak b. Hümam, Tefsiru'l-Kur'ân, thk. Mustafa Müslim Muhammed, Riyad, 1410.

Seâlibî, Abdurrahman b. Muhammed b. Mahlui, el-Cevahiru'l-Hisân ii Tefsiri'l-Kur'ân, Beyrut, trs.

'Sevrî, Süfyan b. Said, Telsiru Sülyan es-Sevrî, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1403.

Suyûtî, Abdurrahman b. Kemal Celâluddin -Celâluddin Ma­hallî, Teisiru'l-Celâleyn, Pamuk Yay., İstanbul, trs.

Suyâtî, Abdurrahman b. Kemal Celâluddin, ed-Durru'1-Men-sûr fi't-Tefsîr bi'1-Me'sûr, Daru'1-Fikr, Beyrut, 1993.

Suyûtî, Abdurrahman b. Kemal Celâîuddin, Tedrîbu'r-Ravî fi Şerhi Takribi'n-Nevevî, thk. Abdulvahhab Abdullatif, Mektebetu'r-Riyad el-Hadise, Riyad.

Şerkâvî, Muhammed Abdullah, es-Sûfiyyetu ve'I-Akl, Daru'l-Cil, Beyrut, 1995.

Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu'l-Kadir el-Cami beyne Fenneyi'r-Rivâyeti ve'd-Diraye min İlmi't-Tefsir, Darü'1-Fikr, Beyrut, trs.

Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Neylu'l-Avİâr Şerhu Munteka'l-Ahyâr, Dâru'1-Cil, Beyrut, 1973.

Şimşek, M. Sait, Fatiha süresi ve Türkçe Namaz, 1998. Şimşek, M. Sait, Kur'Sn'ın Ana Konuları, İstanbul, 1999. Şimşek, M. Sait, Kur'ân Kıssalarına Giriş, İstanbul, 1993.

Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmi'u'l-Beyân 'an Te'vili Ayi'l-Kur'fin, Dâru 1-Fikr, Beyrut, 1405.

Tehânevî, Muhammed Ali, Kitabu Keşşafı İstilahati'l-Fünûn, Dâr Kahraman, İstanbul, 1984.

Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen, thk. Ahmed Muhammed Şakir vd., Daru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs.

Ulutürk, Veli, Kur'ân'da Temsili Anlatım, İstanbul, 1995!

Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, el-Veciz fi Tefsiri'1-Ki-tabi'I-Aziz, Daru'Kalem, Beyrut, 1415.

Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbâbu'n-Nüzûl, Dâru'l-Marife, Beyrut, trs.

Yesuî, Luys Malul, Müncidu't-Tullab Beyrut, 1986.

Zemah§erî, Ebu'l-Kasım Mahmud b. Ömer, el-Keş§af an Hakâiki Ğavâmıdî't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akavil fi Vucûhi't-Te'vil, tash. Mustafa Hüseyin Ahmed, Bey­rut, 1987.

Zer'î, Muhammed b. Ebibekir Eyyüb, et-Tibyân fi Aksâmi'I-Kur'ân, Dâru'I-Fikr, trs.

Zuheyr b. Ebi Selma, el-Mallakatu's-Sab1, M.E.B., Yay., İs­tanbul, 1989.[429]



[1] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 7-9.

[2] er-Raîjıb el-İsfehânî, el-Mülredat fi Gnrİbi'l-Kur'fiii, İstanbul, 1986 s. 620. Krş. Ahmed b. Ali b. Hacer el-Asklâtıî, Fefhu'i-Bârî Şerhıt Sahihi'l-Buharî, thk Muhammed Fuâd Abdulbaki, Dnru'l-Marife, Beyrut, 1379,1, 128.

[3] Ankebût (29). 21.

[4] Âl-i İmrân (3), 144.

[5] A'râl (7>. 12&.

[6] Şuarâ (26), 227.

[7] Muharatned b. İsa et-Tirmizi, Sünen, thk. Ahmed Muhammed Şakir vd., Dâru İhyâi't-Türâsî'l-Arabî, Beyrut, IV, 448.

[8] el-İsfehânî, el-Mâ İr e d ât, s. 620. Ayrıca bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kurau'ut Temel Kavramları, Yeni Boyul Yay., 2. baskı, İstanbul, 1993, s. 267.

[9] Ebu Hamid Muhammed b. Mııhnmmed el-Gazzâlî, Ihya-u Utûiaiddin, Çağrı Yay., İstanbul, İ985, III, 3.

[10] el-Gazzâlî, İhya, III, 3.

[11] el-Gazzâlî, İhya, III, 3.

[12] Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Münkîzi mine'd-Dalâl, Beyrut, 199), üçüncü baskı, s. 55.

[13] Ali b. Muhammed Seyyid Şerif el-Curcânî, et-Ta'riiâl, thk. İbrahim ei-Ebyârî, Dâru'l-Kütübi'l-Arabî, Beyrut,  1405, s. 229; Muhammed Ali et-Tehânevî, Kitaba İstilabâti'l-Fünûn, Dâr Kahraman, İstanbul, 1984, II, 1170.

[14] et-Tehâııevi, Kitabu Keşşâfi İst ilah âli'l-Fünün, II, 1170.

[15] Ebu Hamid Muhamned b. Muhammed el-Gazzâlî,  "Kimyâ-i Saadet, el-Münkizii mîne'd-Dalnl, Beyrut. 1931, üçüncü baskı, s. 99.

[16] Bakara (2), 245.

[17] Elmalıh M. Hamdi Yazır, Hak Dinî Kur'ân Dili, sadeleştiren: Heyet, Azim Dağıtım, İstanbul, trs., II, 215-216.

[18] Kaf<50),37.

[19] Muhammed b. Ahraed b. Ebi bekir el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmt'l-Kur'ân, thk. Ahmed Abdulalira, Kahire, 1372, XVII, 23; Eba'1-Fida İsmail İmadüddin b. Ömer b. Kesir, Tefsiru'l-Kur'âui'I-Azioı, thk. Muhnmmed Ahraed el-Benna vd., İstanbul, 1984, VII, 386.

[20] Hüseyin el-Kuvvetlî, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân (Mukaddime), Dâru'1-Fikr, 1978, ikinci baskı, s 120-121. Krş. Muhammed b. Cerir et-Taberî, CârniVI-Beyâii 'an Te'vili Ayi'UKnr'ân, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1405, XXVI, 177, el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 23.

[21] Şeyhu'l-İslâm Ahmed İbn Teymiyye, "Risale fi'-Aklî ve'r-Ruh", Meemuatn'r-Resaili'l-MfinirİYye. Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, 1970,1, 48.

[22] et-Taberî, CfimiVl-Beyân, XVI, 177.

[23] Ebu Zekeriyye Yahya b. Ziyad el-Ferra, Meâni'1-Knr'ni, Alemu'1-Kütiib, Beyrut, 1983,üçüncü baskı, İH, 80.

[24] el-Haris  b.  Esed  el-Muhâsibî,  •Kitabu Maiyeti'1-Akli  ve Ma'nahıf,  el-MİH ve Fnhmn'1-Kur'aD, tkd.-thk. Hüseyin tl-Kvvntll II. baskı, Dârul-Fikr, 1978, s. 204-205.

[25] Ahzâb (33), 10.

[26] Enfâl (8), 10.

[27] Kul (50), 37.

[28] el-İslehânî,   el-Müfredât,   s.   620.   Ayrıca   bkz.   el-îsiehânî,   Kitabu'z-Zeri'a  İla Hekarimi'î-Şeri'a, tahkik: Ebu'l-Yezid el-Acemî, Kahire, 1987, ikinci baskı, s. 79-80.

[29] İbnHacer,Fethu'l-Bârî, XI, 527.

[30] İmruu'1-Kays, el-Mallakatu's-Sab', M.E.B., Yay., İstanbui. 1989, s. 3.

[31] Zuheyr b. Ebi Selmn. el-Mallakaiu's-Sab', M.E.B., Yay., İstanbul, 1989, s. 27.

[32] Bkz. el-Cûzû, Muhammed Aii, Mefhfimu'I-Akli ve'I-Kalbi fî'1-Kur'an'ı ve's-Sünne, Daru'l-İlm, Beyrut, 1983, ikinci baskı, s. 46-47.

[33] Ebu Muhammed Abdulmelik b. Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, ihk. Taha Abdurrauf, Dârul-Cîl, Beyrrut, 1411, V, 182.

[34] İbn Hişam. es-Siretu'n-Neheviyye, V, 82-83.

[35] Bkz. el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'I-Kur'an, V, 209; İbn Kesir, Teisİru'l-Kur'Sni'l-Azim, III, 460.

[36] Daha geniş örnekler için bkz. el-Cûzû, Mefhümn'1-Akli ve'1-Knlb, s. 48-49.

[37] Cevdet Sait, Güç İrode ve Eylem, çev. Hali! İbrahim Kaçar, İstanbul, 2995, ikinci baskı, s. 50. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 11-19.

[38] Bkz. Muhammed Fuâd Abdulbaki, el-Mu'cemu'1-Mufehres Ii Eliâzi'1-Kur'âni'l-Kerim, Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye, Kahire, 1945, s. 549-551.

[39] Muhammed İkbal, İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev. N. Ahmet Asrar, İstanbul, trs. s. 34.

[40] "Muhakkak ki bunda, kalbi olan, yahut şahid olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır." Kaf (50), 37.

[41] "Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki düşünebilecekleri kalbleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz; iakat (asil) göğüslerdeki kalbier kör olur" Hac (22), 46.

[42] "Kar'ân'i(n anlamını) düşünmilyorki mı? Yoksa kalbhri(nin) üzerinde kilitleri mi var?' Muhammet! (47), 24.

[43] Toshihiko İzutsu, Kur'ân'do Allah ve İnsan, çevr. Süleyman Ateş, Ankara, trs., s. 130.

[44] îevbe(9),87.

[45] Bakara (2), 97.

[46] Mâide{5),49.

[47] Hucurât(49), 2.

[48] Tevbe (9), 87.

[49] Mâide(5),41.

[50] MâIde<5), 113.

[51] Nahl(16),22.

[52] Tevbe (9), 15.

[53] Enfâl(8),49

[54] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 21-23.

[55] Sadık Kılıç, İslâm'da Sembolik Dil, İstanbul, 1995, s. 106-107.

[56] el-Gazzâlî, İhyâ-u Ulu m i d d in, İH, 2.

[57] Kılıç, İslâm'da Sembolik Dil, s. 106-107.

[58] Bakarn (2). 111.

[59] Enbiyâ (21), 11.

[60] Abdulbaki Güneş, "Kur'ân Işığıda Aklın Gücü ve Sınırı", İslâmî Araştırmnlor, Soyu 3-4. Ankara, 1998, s. 213.

[61] Hac (22), 46.

[62] "Senden azabı çabuk isliyorlar- Allah sözünden caymaz (bir süre geciktlrse de mutlaka dediğini yapar. O acele etmez). Babb'in yanında bîr gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir" Hac (22), 47.

[63] Abdurrahman Hasan Habenneke e]-Meydânî, el-Ab.lâku'1-İslâmiyye, Dâru'i-Kalem, Dimeşk, 1987. s. 281-282.

[64] Bkz. Bakara (2), 171; Moide (5), 58; Enfâl (8). 22; Yûnus (10), 42, 100; Câsiye (45), 23; Hop (59), 14,

[65] Câsiye (45), 23.

[66] Fahruddin  er-Razî,   Mefâtihu'1-Gayb   (et-Telsitn'l-Kebtr),   Dâru'l-Külübi'l-İlmiyye, Tahran, irs., ikinci baskı, XXIII, 45.

[67] Yasin (36), 10.

[68] Nemi (27), 80-81. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 23-28.

[69] Bakara (2), 225

[70] Ahzâb <33), 5.

[71] Bkz. ei-Taberî, Câmi'u'l-BeYân, II, 415; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, Bidfiyetu'l-Müçtehid. ve Nihâyeiu'l-Muklasid, Dâru'1-Fikr, Beyrut, trs., s. 230; Muhammed b. A!i eş-Şevkânî, Fefhu'l Kadir el-Catai beyne Fenneyi'r-Rivâyeti ve'd-Diraye min İlmi'l-Teisir, DSru'1-Fikr, Beyrut, trs., I, 230.

[72] Muhammed b. Yezid b. Mâce, Sünen, thk. Muhammed Fuâd Abdulbaki, Dâru'1-Fikr, Beyrut, trs., I. 659, h. no: 2043.

[73] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 29-30.

[74] Enfâl (8), 11.

[75] Bt-Taberî, Câmi'u'l-Beyân, IX, 196; Abdurrahman b. Kemal Celalüddin es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr fi't-Tefsir bi'1-Me'sûr, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1993, IV, 32.

[76] Seyyid Kutub, Fi Zılâl, çev. Heyet, Dünya Yay., İstanbul, 1991, V, 153- Krş. et-Ttrberi, Cnml'u'l-Beyân, IX, 194-195.

[77] Bkz. Kasas (28). 7.

[78] Kosas{28), 10.

[79] Kehf (18), 13-14.

[80] Âli İrarân (3), 154.

[81] Bakara (2),-155.

[82] Huc!trâl(49), 3.

[83] Hucurâl (49), 4-5.

[84] Bkz. Muhammed h. Muhammed Bİ-İmâdî Ebu's-Suûd, Irşâdu'l-Aklî's-Selîm İlâ Meznye'I-Kur'âni'l-Kerim, Doru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs. VIII, 117; eş-Şevkânî, Fethn'l-Kndir, V, 53.

[85] Hac (22), 32.

[86] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 30-36.

[87] Baknra (2), 283.

[88] Bkz. Tahâ (20), 7.

[89] Bkz. el-Taberî, CâmiVl-Beyân, III, 141; İbn Kesir, Tehirıı'1-Kur'âni'İ-Azim, I, 501; EbuVSuÛd, İrşâdu'l-Akli's-Seiinı, I, 272; Elmalılı. Hak Dini, II, 266-267. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 36-37.

[90] Bakara (2), 97.

[91] Şuarâ(26), 192-195.

[92] Elttmlıiı, Hak Dini, I, 360. Vahyin mahiyeti ve nüzûlüyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. M- Zeki Duman, Vahiy Gerçeği, Ankara, 1997, s. 47 vd.

[93] Bks. A'râf (7), 52, 203; Yûnus (10). 57; Yusuf (12), 111; Nahi (16), 64; Nemi (27), 2.

[94] Bkz. Câsiye(45). 20.

[95] Bkz. Bakara (2), 2; ÂU İmrân (3), 138; Mâide (5), 46.

[96] Bk2. Nahl(16), 89, 102.

[97] Bkz. Lokman (31), 3.

[98] Bkz. Mü'min (40), 54-

[99] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 37-38.

[100] Bkz. Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fi Usûli'd-Din, Dimeşk, 1979, s. 87; Muhammed b. Ebibekir ei-Cevzî (İbnıı'l-Kayyim), Şiiâu'1-Alil, thk. Muhoramed Bedrüddin el-Halebî, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1398, s. 170.

[101] Hucurât (49), 14.

[102] Bkz. et-Taberî, Cami'u'UBeyân, XXVI, 141-142; el Vahidî, Esbâbu'n-Nüzül, s. 296-297-

[103] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, VII, 368.

[104] TevbeO). 101.

[105] Ebu Abdiliah Muhammet! b. İsmail el-Buhârî, el-Cami'n's-Sahih, thk. Mustafa Dib el-Buğa, Dâr İbn Kesir, 1987, Beyrut, üçüncü baskı. I, 28; Müslim b. Haccac, Snbîh Müslim, thk. Muhammet) Fuâd Abdulbaki, Dâr İhyâi't-Türâsİ'l-Arabî, Beyrul, trs., III, 1219.

[106] İbn Hacer, FetWl-Bârî, 1, 128.

[107] ibn Hacer, Fethu'1-Bârî, I, 128.

[108] Hac (22), 48; Kol (50), 37.

[109] Bkz. Muhırnmed b. Ebibekir Eyyüb ez-Zer'î, el-Tibyân fi Aksâmi'1-Kur'ân, Düru'l-Fikr, trs., s ^6; İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, I, 128. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 38-41.

[110] Mücâdele (58), 22

[111] Teğâbün(64), 11.

[112] Müslim, Sahih, IV, 2295, h. no: 2999; İbn Kesir, Teisiru'1-Kur'âni'l-Azim, IV, 376.

[113] Hucurât (49), 7.

[114] İbn Kesir, Tefsİnı'MCur'fini'1-Azim, IV, 211.

[115] Bkz. Ahmed b. Hanhel, Hüsned, Çağrı Yay., İstanbul. 1992. III, 13M35.

[116] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 41-44.

[117] Bakara (2) 260.

[118] Bkz. Hüseyin b. Mes'ud el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzü, Dflru'l-Ma'rife, Beyrul, 1987, ikinci baskı, 1, 247; Abdurrahman b. Ali b. Muhammed ei-Cevzî, Zâdu'l-Mesİr fi İlmİ't-îeİsİr, el-Meklebu'1-İslâmî, Beyrut, 1404 , Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 44-45. üçüncü baskı. I, 313; el-Kurtubî, el-Comi li Ahkâmi'l-Kur'âD, III, 298; Kutub, Fi Zılâl, I, 480. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003:

[119] Nahl(lG). 106.

[120] Bkz. Abâurmzzak b, Htimam es-San'ânî, Tefsiru'l-Kur'ân, thk. Muslafa Müslim Muhammed. Rlyod, 1410, II, 360, et-Taberi, Cömi'u'l-Beyân, XIVI, 181-182; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 212; İbn Kesir, Tehiru'1-Kur'öni'l-Azim, IV, 525.

[121] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, IV, 526; el-Beydâvî, Envâru'Menzil, III, 422; Elmalı!!. Huk Dini, V, 264. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 45-46.

[122] Bkz. Hac (22), 53.

[123] Hac (22), 54. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 47.

[124] Bkz. et-Taberî, Cânû'ın-Beyan, I, 1I7, 137; es-Suyûtî, ed-Dıırnı'1-MensÜr, I, 74; el-Cflzû, Mefhûmu'1-Akli ve'1-Kalb, s. 192.

[125] Âl-iİmrân(3U67.

[126] et-Taberî. Câmi'n'l-BeyâB, IV, 167.

[127] Bkz. er-Hazî. MeiâUWl-GaYİ>, IX. 87-88; el-Kurlubî, el-Comi li Ahkami'l-Kur'ün, IV, 266.

[128] Mâiıle (5). 41.

[129] Ebu'I-A'lâ Mevdudî, Telhimu'1-Kur'ân, İstanbul, 1986,1, 425.

[130] Bakara (2), 204.

[131] Kutub, Fi Zılnl, I. 324-325.

[132] Muhammed (47), 29-30.

[133] İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, I, 359.

[134] eUCûzû, Meihâmu'1-Akli ve'1-Kalh, s. 192; Lütfullah Cebeci, Kur'ân'da Şer Problemi, Ankara, 1985, s. 155.

[135] Maide (5), 41.

[136] Mâide (5), 41.

[137] Tevbe (9), 8.

[138] Tev>'e (9), 9.

[139] Fetih (48), 11.

[140] Tevbe (9), 75-77.

[141] Buhari, Sahih. 1, 21. h. nt>: 33; Müslim, Sahih. 1, 78. h. no, 58.

[142] Enlâl(B),24.

[143] Ez-zemahşeri, el- keşşaf, II, 210.

[144] Kutup, FiZılal, V, 168.

[145] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 47-57.

[146] ÂMİmrân(3), 103.

[147] Eniâl(81. 63.

[148] AMİmrân(3), 159.

[149] er-Razî, Melâtih, IX, 63.

[150] M-Raaî, MefSiih, IX, 84; el-Âlusî, Rûhu'l-Meânî, IV, 106; Kutub, Fi ZUSİ, II, 226.

[151] Hap (59), 10-

[152] A'râf(7),43.

[153] Hicr(15),47.

[154] Hatlid (57>, 27.

[155] BaWa (2), 93.

[156] Hadid(57),16.

[157] Enfâl (S), 2.

[158] Hac (22). 35.

[159] Mü'minûn (23), 60-61.

[160] Ra'd (13), 28-29.

[161] Müzzemmil (731, 8-10.

[162] Bkz. et-Taberi, CârniVl-BeYan, IV, 7E-84; İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âm'l-Azim, I, 402.

[163] Â)-i İmran (3). 125-126. Ayrıca bkz. Eniâl (8), 9-10.

[164] Âl-iİmrân(3), İSİ.

[165] Bkz. et-Taberî, CöniVl-BeySı, IV, 124.

[166] Münafikun (63), 4.

[167] Bb. et-Taberî, CnmiVl-Beyön, IX, 189-193; İbn Kesir, Tefsirn'l-Kur'ini'l-Azim, II, 290-293,

[168] Enial (8). 12-13.

[169] Bkz. el-Taberî, CâmİVl-Beyan, XXI, 150; es-Suyûlî, ed-Dürrul-Mensûr, VI, 591; Muhammet! b. Ali h. Muhömmed eş-Şevkânî, Heylu'l-Avtar Şerhu Munteka'UAhyâr, Hnl-CU, Beyrut, 1973, VIII, 231.

[170] Ahzâb (33) 26.

[171] Bkz. et-Taberî, Cnmi'u'l-Beyân, XXVIII 27-28; Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Dâru'l-Marife, Beyrut, İrs., s. 310-311; İbn Kesir, Tefsİru'l-Kur'oni'1-AEİm, IV, 333.

[172] Haşr(59). 2.

[173] Mü'min (40), 18.

[174] Naziat(79).6-8.

[175] Sebe(34U3.

[176] Bkz. İbn Hi5am. es-Sîretu'n-Meb^YYe. IV, 206 207-et-Tab.ri. Camiul-Beyan, II, 341;

[177] Ahzâh (33), 10-

[178] Bkz. Tevbe(9).107.

[179] TEvbe(9). 110.

[180] Zümer(39), 45.

[181] Tevbe(9), 14-15.

[182] HQŞr(59), 14.

[183] Feiîh (48), 26.

[184] Bkz. Enfâl (8), 11.

[185] Âl-i İmrân (3), 156.

[186] et-Taberî. CfimiVl-Beyân, XXVIII. 161.

[187] Tahfim(66),4. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 57-72.

[188] Enbiyâ (21), 1

[189] Enbiyâ (21), 11-15.

[190] Geniş bilgi için bakz. M. Sait Şimşek. Kur'ân Kusalnrına Girİj, İstanbul, 1993, s. 106-107.

[191] Bkz. Enbiya (21). 1-45. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 72-73.

[192] Bkz. el-Muhâsibî, el-Mesâil, s. 131.

[193] Sâffât (37), 83-84.

[194] Rûm (30), 30.

[195] İbn Hanbel, Müsned, İV, 194.

[196] Şuarâ (26), 88-89.

[197] Bk2. Buharı, Sahih, I, 28; Müslim, Sahih, III, 1219.

[198] Bkz. Süfyan b. Said es-Sevrî, Teisiru Siiiyan es-Sevrî, Dânı'l-Kütiibi'Hlmiyye, Beyrut, 1403 , 1, 229; ei-Taberî, CnmiVl-Beynn, XIX, 87; İmam Ebu Cnİer en-Nehhâs, Meâni'l-Kur'ân, thk. Muhammed Ali es-Sabunî, Mekke, 1409 , V, 88; e!-Kuriubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân,, XIII, 114; Şevkânî. Fethu'l-Kodir, IV, 106;

[199] Bakara (2). 10.

[200] el-Beğfivî, Meâlimü't-Tenzil, 111, 390; el-Kurtubî, el-C«mi li Ahkfirai'l-Kur'öa, XIII,114.

[201] el-Kurtubî, el-CnmiliAhkâmn-Kur'ân, XIII, 114.

[202] ez-Zemahşerî, el-Re§§âi, III, 321.

[203] er-Razî,Meiâtih,XXIV. 151.

[204] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 74-77.

[205] Bkz.   et-Taberî,   et-Taberî,   Cûmi'u'l-Beyân,   XXVI,   173;   el-Kurtubî,   el-Cami   li Ahkâmi'l-Kıır'ân, XVII, 21; eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadir, V, 78.

[206] Kaff50), 33.

[207] Mm (30). 31-32. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 77-78.

[208] Rtı'd(13). 28.

[209] Özlürk, Kuran'm Temel Kavramları, s. 275. Ayrıca Kalb kavaranııyla ilgili ayrıntı iÇin hkz. aynı eser, s. 229-275.

[210] Bkz-İsrâ(İ7), U.

[211] Abdurrahraan h. Ebi Bekir es-Suyûtî, Tedribu'r-Rnvî İi Şerhi Takribi'n-Sevevî, thk. Abdulvuhhab Abdullatif, Meklebettı'r-Riyad ei-Hadise, Riyad, î, 287.

[212] Tevbe (9), 45. . Ayrıca bkz. Tevbe (9), 110; Eniâl (B), 12; Âl-i İmrân (3), 151, 156; Ahzâh (33), 26.

[213] Kehi(l8),28.

[214] Sahi (16). 22.

[215] Ahzfilı (33), 41-42.

[216] Rûm (30), 17-18.

[217] A'râ(<7>, 205.

[218] Bkz.Hûd(H), 15-16.

[219] Bkz. Yusul (12), 33.

[220] Münâiikûn (63), 9-10.

[221] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003:  78-83.

[222] Bkz. et-Taberi, CömiVl-Beyâü, XII. 131-132.

[223] Ahsöb (33), 53.

[224] Ahzâb (33), 32.

[225] Bkz. M. Zeki Duman, Be; sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Har, Hucurnİ, Miimtahine), Ankara, 1999, s. 97-98.

[226] Mâİde(S), 41.

[227] Bakara (2), 10. Diğer Örnekler iğin hfcz. Mâide (5), 52; Eniâl (8), 49; Tevbe (9), 125; Hac (22), 53; Hûr (24), 50; Ahzfib (33), 12, 32, 60; Muhammed (47), 20, 29; Miiddessir (74), 81.

[228] Ebu Abdillah Muhamraed b. Ebibekir İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medfiricu's-Sâlikİn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379.

[229] Bkz.Bakara(2),lM2.

[230] Tevbe (9). 125.

[231] el-İsiahanî, ez-Zeri'a, s. ZOB.

[232] A'rât (7), 58.

[233] Bkz. Yûnus (10), 100.

[234] Tevbe (9), 95.

[235] Elmahhl, Hak Dini. 1208-209-

[236] TBThe(9),45.

[237] Hadiâ (57), 13.

[238] ElmalıM, Hak Dini, 111, 266.

[239] Mâide (5). 52.

[240] Enfâ! (8), 49.

[241] Ahzab(33), 12.

[242] Ahzab (33), 60.

[243] Muhammed (47), 20.

[244] el-Cevzî, Zâdu'I-Mesir, VII, 405.

[245] Nisa (4), 77.

[246] HÛr(Z4), 48-50.

[247] Bkz. et-Taberî, CârnİVl-Beyân, XVIII,  156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III, 352;

Kadı Nasirüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envfiru'i-Tenzil ve Esrâru'i-T'Bvil, thk. Ahdulkodir Arafat, Dâru'UFikr, Beyrut, 1996, IV, 196; Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî İi iehiri'l-Kut'ânİ't-Azİm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dfiru Ihyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.

[248] Hac (22), 53.

[249] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 83-96.

[250] Bkz. el-İsfehönî, el-Müfredât, s. 318; Ebu's-Suûd, İrşâdu'l-AkliVSelîm, II, 8.

[251] Bkz. et-Taberî, Cnmi'u'l-Beyân, III, 176; İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, I, 346; Şihabuddin Ahmed b. Muhammed el-Hâiro el-Mısri, et-Tİhyân İi Tefsiri Garibi'l-Kur'ân, thk. Fethi Enver, Dâru's-Sahabe, Kahire, 1992, s. 142.

[252] Al-i İmrân (3), 7.

[253] ÂI-iİrarÖn(3), 8.

[254] Tirmizî, Sia» '• 53fl' h- n0: 3522; Ali b- Ebi Bekir el-H ve Meabe't'l^c''d' Dâr er-Reyyân, Beyrut, 1407, VI, 325.

[255] Saif(61),5.

[256] Bkz- el-Toherî, Câmi'u'l-Beynn, XXVII!, 86; ez-Zeraahşerî, el-Ke^âi, IV, 524.

[257] Tevbe(9), 117.

[258] Bkz. Buhörî, Sahih, IV, 1719.

[259] et-Taberî, CâmiVl-Beyân, XI, 54.

[260] Bkz et-Teberî, CâmiVl-Beyân, XVII, 2; el-Kurtııbî, el-Cami li Ahkâmİ'l-Kur'ân, Xi, 268; ei-Mısrî, et-Tİbyâa fi Tefsiri Ğaribi'l-Kur'ûn, s. 293.

[261] Enbiya (21), 1-3.

[262] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 96-100.

[263] Abdurrahman b. Muhammed b. Mahluf es-Seâlibî, el-Cevahiru'1-Hisân Ü Tefsiri'l- Kui'ân, Beyrut, trs., IV, 53.

[264] Zümer (39), 22. 251

[265] Hadid {57>, 16.

[266] Hadid(57), 17.

[267] Bkz. ez-Zemahşetî, eI-Keş$fif, IV, 478.

[268] Bkz. el-Kurtubî. el-Cami li Ahkâmi'î-Kur'ân, XVII, 250.

[269] Bakara (2), 74.

[270] ez-Zeraah§erî, el-Keş§âf, I, 155-156. Aynen bkz. el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil, I, 347;Veli Ulutürk, Kur'ân'dn Temsili Anlatım, İstanbul, 1995, s. 39.

[271] Tirmizî, Sünen, IV, 607.

[272] En'flm (6), 43-

[273] Mâide (5), 13.

[274] Zümer(39), 22.

[275] Yûnus (10). 42-43. 

[276] Rûm (30), 52-53.

[277] Fâtır (35), 19-22.

[278] Mü'minûn (23), 63. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 100-106.

[279] el-İsfehânî, el-MÜİredâ(, s. 303.

[280] et-Taberî, Cami'u'1-Beyan, XXX, 97.

[281] Muhamnıed b. Manzur, Lisnnu'1-Arnb, Beyrut, XIII, 192.

[282] eİ-Curcânî, et-Ta'riffit, s. 210.

[283] Mufaffifin (83), 13-15.

[284] İbn Hanbel, Müsned, II, 297; Hahz Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hakim en-Heysâbûri, el-Müsledrek nla's-Sahiheyn, thk. Mustafa Abdulkadir Ala, Dâru'l-Külübi'l-İlmiyye, Beyrut. 1990,1, 45.

[285] el-Taberi,-CfimiVI-Beyân, XXX, 98.

[286] Bakara (2). 81.

[287] ez-Zemnhşerî, el-Ke&âf, I, 158.

[288] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 106-109.

[289] Hac {22). 46.

[290] A'râI(7), 179.

[291] Haris b. Esed eNMuhâsibî, el-Mesâil ü A'mâlİ'UKulûbi ve'i-Cevârih, thk. Abdıılkadir Ahmed Ala, 1969, Kahire, s. 246.

[292] er-Razî, Mefâtih, XV. 64-65; Elmahh, Hak Dini. IV, 1Î8.

[293] Kutub,FiZılÖl,V,24

[294] e2-Zemnhşerî, tl-Ktffti, II, 180; el-Beydâvî, Eav8rtı'l-TeB2il, III, 77.

[295] Rûm (30), 59.

[296] Müuâfikûn (63), 3. Ayrıca bkz. Rakarn {2), 7; Tevbe (9), 87; En'âm (6), 4S.

[297] Bakara (2), 7- Ayrıca bkz. Câsiye (45), 23-

[298] el-Kurtubî, el-Cnroi li Ahkâmi'l-Kurön, I, 186.

[299] el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil, i, 146. Ayrıca bkz. Şimşek, Kur'ân'ın Ana Konulan, s.35, 79-80; Duman, Beş sûrenin Tefsiri, s. 272.

[300] Bkz. ei-tsfehânî, el-Müfredât, s. 205.

[301] Nisa (4), 155. Anca bkz, Muhammed (47), 24.

[302] Kehf (18). 57.

[303] TsvhaO), 127.

[304] Tevbe(9), 127.

[305] et-Taberî, Câmi'u'I-Beyân, î, 112; İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, I, 70.

[306] Bkz. Yûnus (10) 96-97.

[307] Hicr (15), 14-15-

[308] Ra'd (13), 27-

[309] Mâide (5), 16.

[310] Bkz. Muhammed Esed, Kur'ân Mesajı Med-Telsir, çev. Cahit Koyiak-Abrael Ertürk, işaret Yay., İstanbul, 1999, I, 5-8; M. Sait Şimşek, Kur'ân'ın Ana Koşuları, İstanbul, 1999, s. 76 vd.' Fatiha sûresi ve Türkçe Namaz, 1998, s. 56-57; Duman, Beş sûrenin Tehiri, s. 273.

[311] Kehf(18),29.

[312] Câsîye (45>, 23.

[313] A'rai (7), 101. Ayrıca bkz. Yûnus (10), 74; Tevbe (9), 87, 93;; Rûm (30), 59.

[314] Yûnus (10), 74.

[315] Tevbe (5), 93.

[316] Mü’min (40), 35.

[317] Muhammed{47), İB.

[318] er-Razî. Mefâtih, XXX, 14.

[319] el-İsfehâtıî, el-Mnlredfit, s. 205; Mevdudî, Tefhimn'l-Karon, I, 47; Cebeci, Kur'ân'ân Şer Problemi, s. 244-245.

[320] Tevbe(9), 23.

[321] Nnhlde). 107.

[322] Kah! (16), 108.

[323] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 109-121.

[324] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 123.

[325] İbn Manzur, Lisânu'I-Arab, III, 328; Mecdûddin Mtıhammec! b. Yatcub Fimzâbâdî, el-Kamusu'l-Mubit. Müesseseiu'r-Risâle, Beyrut, 1993, 3. baskı, s. 389.

[326] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab. III, 328.

[327] Bkz. İbn Mnnzur, Lisânn'l-Arai, III, 328; Firuzâbadî, el-Kumnsu'I-Mnhİt, 389; Luys Malui el-Yesuî, Mfincİdn't-TalIab Beyrut, 1986, s. 533.

[328] el-Cûzû, Mefhûmu'1-Akli ve'l-Knlh, s. 51.

[329] Zuheyr h. Ehî Selmâ, eI-Ma«UakaİB's-Snb', s- 28.

[330] İmruu'1-Kays, el-Munllakatn'ı-SBİı1. s. 5

[331] el-Cûzû, Mefhûmn'1-Akli ve'1-Kalh, s. 52.

[332] Ahraed   b.   Ali   b.   Hacer   el-Askalânî,   el-İsnbe  li  Temyizi's-Sahabe,   thk.  Ali

Muhammet), Dâru'1-Cil. Beyrut, 1992,1, 442.

[333] Muhammed b. İshak b. Yesâr, Sirela İbm İshak, (el-Mnbtede1 VE'L-Meb'as ve'l-Megâzî), thk. Muhnmmed Hamidullah, Mo'hedu'd-Dirösâl. İrs., II,  153; Hasan b.Ömer b. Habib, et-Muktefâ min Siretİ'l-HmlaİB. thk Mustafa Hiseyin ez-Zehebî,Dâru'l-Hadis, Kahira, 1996, s. 59.

[334] El-Cûzû.Methûmu'l-Aklive'l-Kalb.s. 53-54

[335] Bkz. İbrahim (14), 37 Artık sen de insanlardan birtakım grupları, onları sever yap...). Tefsirlerde bu âyette geçen »-^ kelimesinin de kalb anlamında yorumlandığına rastlamaktayız. Bkz. ez-Zemahşerî, Keşşaf, II, 559; Ceiâluddin Mahaüî - Celâluddin es-Suyûîî, Tefsiru'l-Celâleyn, Pamuk * Yay., İstanbul, trs., s. 237.

[336] Heyet, Mu'cemu Alfazi'1-Kur'Sn'i'I-Kerim, Mısır, 1990, II, 835.

[337] Öztürk, Kuran'ın Temel Kavramları, e. 267.

[338] el-îsfehânî. el-Müfredât, s. 585.

[339] Nahl(16),78.

[340] el-Âlusî, Rûhu'l-Mennî, XIV, 201.

[341] Mü'minûn (23), 78.

[342] Secde (32). 9.

[343] Mülk (67), 23.

[344] Nahl(16), 78.

[345] Şeraleddin Gölcük. Knr'ûn ve İiısun, Konya, 1996, s. 39.

[346] Bakara (2), 75.

[347] Kutuh, Fi ZilSl, V, 187.

[348] Ahkaf(46),2B.

[349] Furkan (25), 32.

[350] Bkz. Md(lî), 120.

[351] Bkz. ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 439.

[352] Bakara (2) 260.

[353] İsrâ (17), 36.

[354] el-İsİahanî, el-Müireaat, s. 618.

[355] el-Beydâvî, Envâru'1 -Tenzil, III, 445.

[356] Buharı, Sahih, VI, 2474, h. no: 6345.

[357] Bkz. Ali b. Ebihekir el-Hesemî, Mecae'u'z-ZevÜHt ve Henbe'u'l-Fevâid, Dâru'r-Reyyân, Kahire, 1407, VII, 324.

[358] Bkz. Müslim, Sahih, I, 158, h. no: 174; el-Taberi, el-Camİ li Ahkâmı' 1-Kur ân, XXVII, 47-48; el-Kurtubî, el-Cami li Ahkami'l-Kur'nn, XVII, 92; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'finn-Azim, IV, 350-252, Beğâvî, MeSlimn'l-Tenzil, IV, 246.

[359] Necnı (53), 11-12.

[360] En’am (6), 113.

[361] ibrahim (14), 42-43.

[362] Hümeze{J04), 6-9

[363] En'âm (6), 110.

[364] ibrahim (14), 37.

[365] ei-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur-Ûn, XIII, 255.

[366] Kasas(2B), 10.

[367] Bkz. ez-Zemahşerî, el-Ke;;âf, III, 395; el-Beydâvî, Envnrü't-Tenzii, IV, 284. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 123-137.

[368] Bkz. Abdulbaki, el-Mu'cemu'1-Mufehres, s. 403-401

[369] Bkz. el-Beydâvî, Envarü't-Teazil, V, 63; el-Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXX, 166; M. Reşid Rıza, Îefsiru'l-Kur'âni'l-Hakim (Tefsirıı'l-Menâr), Dâru'l-Marife, Beyrut, trs., ikinci baskı, XI, 401.

[370] İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, IV, 445; er-Razî, Sıhah, s. 306.

[371] Bkz. İbn Manzur, Lisânu'I-Arab, IV, 446; Firuzâbâdî, el-Knmusu'1-Mnhit, s. 3833.

[372] İnşirah 04). I.

[373] Bkz.  Muhammed b.  Einbekir er-Razî, Muhtaru's-Sıhah, İslanbul,  1980,  s.  285;

Muhammed    Abdurrauf    el-Munâvî,    et-Tavkif    alâ    Mühimmâti't-Teârii, thk.Muhammed Rıdvan, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1410, s. 427; Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXX,165.

[374] Bkz. Ali b. Ahmed el-Vâhıdî, el-Veciz fi Tefsiri'1-Kitâbİ'l-Aziz, Dârul-Kalem, Beyrut,1415, II, 1212; el-Beğâvî, Meâlirau't-Tenzil, IV, 501; ez-Zemnhşerî, el-Ke$şâf, IV,770; el-Beydâvî, Envâru'l-Tenzil, V, 504.

[375] el-Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXX, 166.

[376] En'âm(6), 125.

[377] Zümer(39), 22.

[378] Tahâ (20), 25-26.

[379] Tâhâ (20), 27.

[380] Bkz. et-Taberî, el-Cami li Ahkâmı' 1-Kur'ân, XIX, 64.

[381] " Yahut ben, şu aşağılık nerâeyse söz anlatamayacak duRûmda olan kimseden daha iyi değil miyim?' Zuhruf (43), 52.

[382] "Kardeşim Harun, o, dil halamından benden daha güzel konuşur. Ona da benimle beraber,    beni    doğrulayan   bir   yardımcı    olarak   gönder.    Zira   ben,    beni yalanlayacaklarından korkuyoEûm." Kasas (28), 34.

[383] Bkz. el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân, XI, 192.

[384] Bkz. Muhammet) Abduh, Telsini Cuz'i Amme, Dâr İbn Zeydun, Beyrut, 1939, ikinci baskı,.s. 127-128; Mevdudî, Tefhimul-Kur'Sn, V1İ, 156457; Duman, Vahiy Gerçeği, s. 55.

[385] es-Seâlibî, el-Cevahiru'1-Hiıân, IV, 53.

[386] Tirmizî, Sünen, V, 298.

[387] En'âra (6), 125.

[388] Nahl(16), 106.

[389] Şuarâ (26). 12-13.

[390] Bkz. İbn Kesir, Tefsirn'1-Kor'âni'i-Azhn, III, 147.

[391] Hicr(15), 97.

[392] HÛd(ll), 12.

[393] 'et-Taberî, Cami'u'1-Beyân. XIV, 188.

[394] et-Taherî, CârniVl-Beyâa, XII, 9; el- Beydâvî, Envânı't-Tenzil, III, 224.

[395] A'râf (7), Z.

[396] Mücahid   b.   Cebr el-Mahzûmî,  Telsim  Mücahid,  thk. Abdurrahman el-Tahır Muhammed, ei-Menşuratu'1-İImiyye, Beyiut, trs., I, 231.

[397] er-Razî, Muhtaiu's-Sıhah, s. 107; el-Munâvî, et-Tnvkif, s. 273.

[398] en-Nehbös, Meâni'l-Kor'ân, III, 7-8; Alusî, Rûhıı'l-Meâtrî, VIII, 75.

[399] el-Kuriubî, el-Cnmi İİ Ahknmi'l-Kur'nn, VII, 160; el-Hafiz Ebu'1-Fidâ İsmail b. Kesir,Tefsiru'I-Knr'Snİ'l-Azİm, DâruVFikr, Beyrut, 1401, II, 440.

[400] Nisa (4), 90.

[401] el-Mısrî, et-Tibyân fi Tefsiri Ğnıibn-Kur ân, s. 172.

[402] en-Nehhâs, Meânİ'l-Kür'ön, II, 155.

[403] Bkz. Ebubekir Ahmed b. Ali er-Razî el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Muhammed es-Sadık, Dârıı'i-Türâsi'İ-Arabiyye, Beyrut, İ405, III, 190; es-Seâlibî, el-Cevâhiru'l-Hisân, I, 399.

[404] Aakebût(29), 49.

[405] Muhnraraed Abdullah eş-Şerkâvî, es-Sûfiyyetu ve'l-Akl, Dâru'1-Ci), Beyrut, 1995, s. 137.

[406] Mülk (67), 13.

[407] Al-i Imrân (3), 119.

[408] Mü'min(40), 19.

[409] el-Muhâsihî, el-Mesâil, s. 159.

[410] Bkz.  et-Tnberî, CâmiVl-Beyûn, XXIV, 53 vd.; el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'an, XV, 303; İbn Kesir, Telsiru'1-Kur'âni'l-Azim, IV, 76.

[411] Mii'min (40), 18.

[412] Bkz. Âlusî, Rûhu'l-Mefini, XXIV, 59.

[413] Lokman (31), 13.

[414] Lokman (31), 23.

[415] Züraer (39), 7.

[416] Nâs(l)4), 4-5.

[417] Âl-iİmrân{3), 154.

[418] Adiyât(l00), 9-11.

[419] Mü'min (40), 79-8E

[420] H0Sr(59), 13.

[421] Mü'mm (40), 56.

[422] Haşr (59), 9.

[423] Âl-iİmrân(3). 118-119.

[424] Yûnus (10), 57.

[425] Tevbe{9), 14-15.

[426] lira (17). 49-51.

[427] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 137-153.

[428] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 155-159.

[429] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 161-168.