KUR'ÂN'DA KALB KAVRAMININ SEMANTİK ANALİZİ
KALB KELİMESİNİN FİLOLOJİK TAHLİLİ
1- KUR'ÂN'DA KALB KAVRAMININ ANLAM ALANI
3- KALB KAVRAMIYLA YAKIN ANLAMLİ KAVRAMLAR
1958 yılında Gercüş/Balmaıı'da doğdu. 1988 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Beş yıla yakm orta öğretim kurumlarında öğretmen olarak görev yaptı. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Telsir Anabilim Dah'na Araştırma görevlisi olarak alandı. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek lisans (1994), Harran üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde de doktora öğrenimini tamamladı (1996). 1998 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Yardımcı Doçent, 20O3'de de Doçent oldu.
Değişik dergilerde makaleleri yayınlandı. Yurt içi ve yurt dışı bilimsel sempozyumlara katıldı. Arapça ve İngilizce bilmektedir.
Kalb kavramı Kur'ân'ın dünyaya ve hayata bakış açısını ifâde eden kelime hazinesi içinde anahtar bir kavram olmakla birlikte odak kavram durumunda olan nadir kelimelerden biri olarak da tebarüz etmektedir. Çünkü kalb ilâhî vahyin insanla buluşma noktasıdır. Kur'ân'a göre insan; kendindeki psikolojik bir yetenek olan kalb vasıtasıyla ilâhî âyetleri anlayabilmekte, olay ve hadiselerden dersler çıkarabilmektedir. Ayrıca kalb; takvanın, sevginin, imtihanın, anlamanın temizliğin ve tatmin olmanın yeri olduğu gibi; inkârın, kinin, öfkenin ve hastalığın da yeridir. Kısaca kalb, insanın psikolojik ve inanç dünyasında olup biten her faaliyetin; içten ve dıştan gelen her türlü devinimin gerçekleştiği bir alandır. İşte biz, kalbin bu öneminden dolayı Kur'ân âyetleri bağlamında onu araştırma gereğini duyduk.
Bu çalışmada öncelikle kalb kavramının, İslâm öncesi, yani câhiliye dönemi ile İslam sonrası dönemdeki kullanışları üzerinde durulacak, bu kavramın uğradığı anlam kaymaları ya da kazandığı anlam içerikleri tesbit edilmeye çalışılacaktır.
Ayrıca Kur'ân'da kalb sözcüğünün anlam alanı irdelenecek, kalbin akıl, sorumluluk, irâde, vahiy, iman, nifak, duyular, fuâd, sadr ile olan ilişkisi araştırılacak, kalp katı-lığı, kalp kirliliği, kalp körlüğü, kalbin mühürlenmesinin sebepleri üzerinde de durulacaktır. Yine Kur'ân'ın büyük bir önem atfederek üzerinde hassasiyetle durduğu sağlıklı kalbin nasıl olması gerektiği hususu da üzerinde yoğunlaşacağımız konulardan birisi olacaktır.
Bu çalışmamız âyetler üzerinde yoğunlaştığından, doğal olarak en önemli kaynağımız Kur'ân'ın bizzat kendisi olacaktır. Kur'ân âyetleri bağlamında zikredeceğimiz hadislerin, muteber sahih hadis kaynaklarından olmasına özen göstereceğiz.
Araştırmamızda Taberî (v. 310/922)'nin "Câmiu'l-Be-yân"\, Zemahşerî (v. 538/1144)'nin "el-Keş§âf\, Râzî (v. 606/I210)'nin, "Mefâtihu'1-Ğayb"ı, Kurtubî (v. 671/1272)'nin "el-Cami ii Ahkâmi'I-Kur'âri'h el-Ferra (v. 207/822)'nın "Meâni'l-Kur'ânı, İbn Düreyd (v. 321/933)'in " Cemberetu'l-Lüğd'sı, İsiehânî (v. 502/1108)'mn " el-Mülredat ii Garibi1 1-Kur'ân'ı, Firuzâbâdî (v. 817/U14)'nin "el-Kamusu'1-Mu-hif'i, İbn Manzur (v. 711/1312)'un ''Lisânu'l-Arab'ı, el-Cürcânî (v. 816/1413)'nin "et-Ta'riiai'\ gibi konu ile doğrudan ilgili olan özgün tefsir kaynaklan ile en eski sayılan lügat kitapları temel referanslarımız olacaktır. Ayrıca Kur'ânî kavramları konu edinen yeni eserlere de başvurulacak; konunun sınırları belirlenip çerçevesi çizildikten sonra sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır.
Araştırmamız bir kavram çalışması olduğundan, yer verdiğimiz kavram, âyet, hadis, şiir, deyim vs.ler çoğunlukla
aslıyla beraber, yani özgün Arap harfleriyle verilecektir. Bu bir yandan okuyucuya kolaylık sağlarken, diğer yandan da ona karşılaştırma imkânı verecektir.
Bu vesileyle çalışmamı okuyarak değerli katkılarda bulunan arkadaşlarım Yrd. Doç. Dr. Mehmed KUBAT'a, Yrd. Doç. Dr. Ahmed CEYLAN'a ve diğer meslektaşlarıma teşekkür etmeyi borç bilirim.
Çaba bizden, tevfik Yüce Allah'tandır.
Doç. Pr. Ab du(baki GÜNEŞ VAN-2003[1]
j fiilinin masdan olan s-^ kelimesi, bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek anlamına gelir. İnsanı kalbetmek, onu yolundan çevirmek ve inkılâb, yani bir halden başka hale geçiş bu köktendir.[2] Şu âyetlerde geçen -J-l9 ^türevleri bu anlamda kullanılmışlardır:
O'nadöndürüleceksiniz."[3]
"Ökçelerinizin üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz/ İki ökçesi üzerinde geri dönen, Allah 'a hiçbir şekilde zarar veremez.."[4]
"Biz, dediler, doğrucaRabb'imize varacağız"[5]
"...Zulmedenler, hangi dönüşle ba§ a§ağı devrileceklerini yakında bileceklerdir."[6]
Hz. Peygamber'den rivayet edilen "Ey kalbleri evirip çeviren (Allah'ım), kalbimi dininin üzerine sabit kıl."[7] hadisinde de kalbin bir halden başka hale geçişi ifâde edilmektedir.
HK-l-b" kökünden gelen kalb kelimesi göğsün solunda bulunan et parçasına isim olmuştur. Kalb kelimesinin, kendisine isim olduğu "yürek" arasında sıkı bir bağ vardır. Sözlükte kalb kelimesi bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek anlamına geldiği gibi, yürek de çok süratle değişmekte ve halden hale geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmaktadır.[8]
Gazzâlî (v. 505/1 lll)'ye göre kalb kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamda kalb, bedenin içindeki özel organ demektir. Bir et parçasından ibaret olan bu organ hayvanlarda ve hatta ölülerde bile vardır, ikinci anlamda kalb, cismânî kalb ile ilişkisi olan ruhanî, rabbani bir latif-lîktir. Gazzâlî, bu latifliğin insanda algılayan, bilen, tanıyan, muhatap olan, ceza ve sevap verilen ve talip olabilen ve talep edilen şey; yani insanın hakikati olduğunu açıklamaktadır.[9] Gazzâlî'ye göre, ruhanî kalbin cismânî kalb ile olan ilişkisi şu şekildedir: "Akıllıların çoğu, ruhanî kalbin cismânî kalble olan alakası yönünü idrak konusunda hayrete düşmüşlerdir. Çünkü ruhanî kalbin cismânî kalble olan alakası, arazların cisimlerle ve niteliklerin nitelenenlerle veya aletin hammaddesinin aletle, ya da yerleşik şeylerin mekanla olan alakası gibidir."[10]
Gazzâlî kalbin hakikatinin ne olduğunu değil, niteliklerini ve hallerini zikretmekte ve bunun nedenini de şöyle izah etmektedir: "Birinci neden, ruhanî kalb mükâşefe ilmiyle alakalıdır. Diğeri ise, ruhanî kalbin araştırılması, ruhun sırrını ifşa etmeyi gerektirir. Bu ise, Resûhıllah'm bile hakkında konuşmaktan sarfınazar ettiği bir husustur."[11]
Gazzâlî, el-Münkizü mine'd-Dalâl adlı eserinde de kalb'i ruh ile özdeşleştirerek, onun marifetullaha; yani Allah'ı tanımaya mahsus bir yer olan ruhun hakikati olduğunu söyle-mektedir.[12]
Gazzâlî'nin Kur'ân terminolojisi adına kalb kavramıyla ilgili verdiği bilgi, on beşinci asrın alimlerinden Cürcânî (v. 816/1413) ve on sekizinci asrın alimlerinden Tahânevî (v. 1158/1745) tarafından da benzer bir şekilde şöyle ifade edilmiştir: Kalbin iki anlamı vardır: Biri, göğsün sol tarafında bulunan bir et parçasıdır. Bu şekildeki kalb hayvanlar ve hatta ölüler için de söz konusudur, ikincisi ise, arazların cisimlere ve niteliklerin nitelenenlere bağlı oluşları gibi, et parçası olan yüreklerle irtibatı olan ilâhî ve ruhanî bir sırdır[13] ki, insanın esas anlamı budur. Kur'ân ve sünnette adı geçen kalb de budur.[14]
İşte bu ikinci anlamdaki kalb, nefis şehrinin hükümdarıdır. Akıl veziri, el-ayak ve diğer tüm organlar ise o şehrin semtleridir. Şehvet de onun valisi, gazab güvenlik güçleridir. Bu memleketin huzur ve istikrara kavuşabilmesi için hükümdarın vezirle danışması, vali ve güvenlik güçlerinin de vezirin emrine bırakılması gerekir. Çünkü şehrin yönetimi geçici arzular peşinde koşan valiye/şehvete ve bozguncu, yakıp yıkan güvenlik güçlerine/gazaba bırakılırsa o şehre anarşi ve kaos hakim olacak ve kısa zamanda yok olup gidecektir.[15]
Elmalıh M. Hamdi Yazır (v. 1361/1942) da cismânî kalb ile ruhanî kalbi birbirleriyle ilişkilendirerek şöyle demektedir:
"Yürek denilen cismânî kalb, bedendeki dolaşım sisteminin, sinirlerin ve adalelerin çeşitli dokularına sahip olduğu gibi, ruhanî kalb de böyle bir çalışma ve iletişim sisteminin merkezidir. Cismânî kalb nasıl periyodik hareketlerle sürekli olarak bir açılıp büzülme nöbetini tekrarlıyor ve cismânî hayat onun bir açılıp büzülmesi sayesinde sürüyor ve ona borçlu bulunuyorsa, ruhanî kalb de böyle bir manevî açılıp kapanmanın sürüp gitmesi içinde varlığını sürdürür. Manevî hayat, bu bir anlık atışların merkezi olan vicdana borçlu olarak varlığını sürdürür. Her iki manasıyla hayatın kökü, kalbin temayüllerine ve atışlarına bağlı kalır. Cismânî kalbin açılıp büzülmesi, akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden görünüşte nasıl bir güç alıyorsa; iç dünyamızda ruhanî kalb de açılıp büzülmesinde "ruh-ı emrî" ile rahmaniyetin nefeslerinin yardımından feyz alır. Rahmanî nefeslerin çekilmesi bir büzülme, akışı ise bir genişleme ve ferahlama ifâde eder. Buna ruh ilminde 'kabz ve bast hali1 adı verilir ve buna " Allah kabzeder, bast eder."[16] âyeti işaret eder."[17]
Bazı müiessirler, bir takım Kur'ân âyetlerinde geçen kalb kavramından aklın kasdedildiğini söylemişlerdir. Örneğin Mücakid (v. 104/722) "Muhakkak ki bunda, kalbi olan kimse için bir öğüt vardır..."[18] âyetinde geçen kalb kelimesinin, akıl anlamında olduğunu söylemektedir.[19]
İbn Abbas (v. 68/687) da, kalb kelimesini akıl ile tefsir etmiştir. Çünkü akıl, kalb güçlerinden ve onun hizmetçilerinden biridir. Ebu'1-Leys (v. 97/715) de kalbi olan kimse için" ifâdesini yani aklı olan diye tefsir etmiştir. Çünkü insan kalb ile algılar. Bu yüzden kinaye yoluyla akıl yerine kalb kelimesi gelmiştir.[20]
İbn Abbas'ın, ilmi neyle elde ettiğine dair sorulan soruya verdiği cevapta da, kalbe akletme niteliğinin atfedildiği görülmektedir:
"İbn Abbas'a neyle ilmi elde etlin diye soruldu, o da: Çok soran bir dil ve çok akleden bir kalble diye cevap verdi."[21]
Müiessir Taberî de İbn Zeyd'den naklettiği ve kendisinin de kabul ettiği bir görüşe göre, yukarıda sunduğumuz Köf sûresi 37. âyette geçen kalb'ten kasıt, önceki milletlerin başına gelen felâketlerden ders ve ibret alan akıldır.[22]
Ferra (v. 207/822) da aynı görüşe katılarak Arap dilinde kalb kelimesinin akıl anlamında kullanılmasının caiz olduğunu belirterek şu Örnekleri sunmaktadır: "Kalbin yoktur."Kalbin seninle değildir."," Kalbin nereye gitti?" Bütün bu örneklerde kaliten maksat akıldır.[23]
Muhasibi (v. 243/857) ise, akıl ile kalbi eş anlamlı görmemekte, fakat; "basar/görme gözde bir nur olduğu gibi, akıl da kalb'te bir nurdur."[24] diyerek aralarında güçlü bir bağın olduğunu vurgulamaktadır.
İsfehânî (v. 502/1108) kalbin işlevlerini dikkate alarak onun ruh, ilim ve cesaret gibi anlamlara geldiğini söylemektedir. Ona göre,[25] "yürekler gırtlaklara ulaşmıştı,.." âyetinde ruh, "[26]ve o sayede kalbleriniz huzur ve rahatlık bul-'suü diye..." âyetinde de şecaat,[27] "Muhakkak ki bunda, kalbi olan kimse için bir Öğüt vardır..." âyetinde ilim ve kavrayış anlamında kullanılmıştır.[28] Ebubekir b. el-Arabî (v. 543/1149) de kalbin ilmin merkezi olduğunu ve nuruyla da aklın doğruyu bulabildiğini söyleyerek,[29] kalbi akla yol gösteren bir rehber olarak görmektedir.
Kalb kelimesi, gerek Câhiliye devirde gerek İslâmî devirde olsun Arap dilinde çok önem verilen bir kelime olmuştur, Câhiliye şiirinde bu kelime insan hayatının temel unsurunu teşkil eden bir olguyu ifâde etmek için kullanılmıştır. Çünkü o, sevginin, nefretin, hüznün ve sırrın yeridir.
İmruu'1-Kays (v. 565 m.) bir şiirinde şöyle der:
"Sana olan sevgimin beni Öldüreceği ve kalbime emredeceğin her şeyi yapacağı (m sanman) mı kandırdı seni.
Gözlerin, zaten yaralı olan bir kalbin ortasına sadece iki okunla vurmak için yaşarıyor."[30]
Şiirde kalb, sevgiliye olan bağlılığından dolayı ona boyun eğmekte ve dediğini yerine getirmektedir. İşte böyle bir kalb, sevgilinin bakışlarıyla yaralanmaktadır.
Zuheyr b. Ebi Selma'mn şu şiirinde, sahibini iyi işlere sevk eden kalbin huzura kavuşacağı dile getirilmektedir:
"Ahdinde duran kınanmaz ve kalbinin kendisini huzur bulacağı iyiliğe sevk eden kişi sıkıntı çekmez."[31]
Ayrıca Câhiliye şiirinde kalbin; işitip duyduğunu, üzüntülü, sıkıntılı olduğunu ve korkuya kapıldığını da görmekteyiz.[32]
İslâmî şiirde ise, kalbe kimi yeni anlamların kazandırıldığını görmekteyiz. Burada kalb; sevginin, şehâdetin, imanın, temizliğin, Allah'ı sevmenin ve O'ndan korkmanın, taatın, isyanın, yakinin, zikrin, sevincin ve üzüntünün yeridir.
Ka'b b. Züheyr'in Hz. Muhammed (s.a.s.)'i medhettiği bir kasidesinde şöyle der:
"Suâde göründü, bugün kalbim yalnızdır, onun ardından divâne olmuştur ve prangaya vurulana karşılık verilmemiştir. "[33]
Abdullah ez-Ziba'ra Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olduğunu anlatan bir beytinde şöyle der:
"Et ve kemik Rabb'ime iman etti, sonra kalbim; tanıktır ki, sen uyarıcısın."[34]
Abdullah b. Revaha da şu şiirinde Hz. Peygamber'e olan inancını fiile getirmektedir:
"Körlükten sonra bize doğruyu gösterdi. Kalblerimiz ona inanıyor; ne söylediyse olacaktır."[35]
Bu şiirler, İslâm'ın kalbe yüklediği yeni birtakım manaları ifâde eder ve özellikle kalbin iman ve imanla alakalı ahlâkî, ruhî ve insanî anlamlarla irtibatlandırılması kalbe, cahilî asırdan farklı kimi boyutlar kazandırmaktadır.[36]
Günümüzde ise kalb genelde "duyu, ihlâs ve coşkuların merkezi", akıl da "şuur ve anlama yetisi" olarak tanımlanmaktadır.[37]
"Kaİb" kelimesi Kur'ân'da müfred, tesniye ve cemi olmak üzere yüz otuz iki kez geçmektedir. Kalb kelimesi, 6 yerde tekil ve yalın halde; 13 yerde de tekil fakat bitişik zamirlerle kullanılmıştır. Bir yerde tesniye olarak, 21 yerde ise yalın halde çoğul olarak geçmiştir. Doksan bir yerde de cemi' ve bitişik zamirlerle kullanılmıştır.[38]
Kalb kelimesinin geçtiği âyetleri incelediğimizde kalbin; insanın gerçek benliği, iç dünyasını oluşturan Ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan ince kavrayış, duyular üstü hakikati anlama, idrak etme, sezme yetisi anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz. Kalb, kozmos ötesi âlemle temasın da tek vasıtasıdır.[39] Kur'ân, bu algılama yetisinden yoksun olanların kendisini anlayamayacaklarına dikkat çekmektedir.[40] Çünkü gerçeği görmeye engel olan körlük, kafa gözlerinin körlüğü değil, kalblerin körlüğüdür.[41] Ayrıca Kur'ân'ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.[42]
Kur'ân'a göre insan, kendindeki psikolojik bir yetenek[43] olan kalb vasıtasıyla ilâhî ayetleri anlayabilmekte, olay ve hadiselerden dersler çıkarabilmektedir. Fakat insanın kendi iradesiyle yaptığı bazı olumsuz şeylerden dolayı bu yetenek körelmekte ve görevini yerine getiremez hale gelmektedir:
"Geride kalanlarla beraber olmaya razı oldular, onların kalblerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar."[44]
Kalb, vahyin iniş yeridir.[45] Kalb imanın,[46] imtihanın,[47] anlamanın[48] temizliğin[49] ve tatmin olmanın[50] yeri olduğu gibi; inkârın[51] kinin, öfkenin[52] ve hastalığın[53] da yeridir. Kısaca kalb, insanın psikolojik ve inanç dünyasında olup biten her faaliyetin; içten ve dıştan gelen her türlü devinimin gerçekleştiği bir alandır.
Şimdi Kur'ân'da kalbe yüklenen görev ve sorumlulukları, değişik başlıklar altında inceleyelim:[54]
, işitme nasıl kulağın bir özelliği ise akletme/düşünme de kalbin bir özelliğidir. Bununla birlikte aklın ve kalbin fonk-siyonları iarklıdır. Aklın konusu görünen fizik âlemiyken, kalbin ilgi alanı üzik ötesi alemdir. Kalbin uysallığına karşı akıl itirazcı ve kimi zaman serkeştir. Akıl, imanî konularda dahi sürejdi bir sorgulama içinde olması yanında, kalb uysallık içinde derin bir bağlılık gösterir. Esas itibariyle iman da bir teslimiyet ve boyun eğmedir.[55] Allah'ı bilen, O'na yakınlık duyan; Allah için çalışan, O'na koşan, gerçekleri sezen ve keşfeden kalbtir.[56] Kalbin ve onun niteliklerinin bilgisi, dinin temelini ve ilâhî hakikat bağlılarının suluk ettiği yolun temelini de teşkil etmektedir. Rabbanî ve ruhanî mahiyeti nedeniyle, eşyanın özünü kavrayan ruhun en yüksek derecesi; makulleri, sonsuzluğu, sonsuz olanı kavrayan insanın özünü teşkil eden kalb; üsiün hakikatlerin algılandığı merkezdir. Kalb, bir bakıma, sorumlu bir varlık olarak insanın ifâdesi iken, aynı zamanda aralarında fonksiyonel bir bağlantı bulunan aklı da kuşatmaktadır. Kalb, dışa ait bilgilerde duyulara ve akla dayanırken, içe ait bilgide ise ilham ve keşfe dayanır. Akıl, kalbin kendisiyle görebildiği yetenek, eşyaya yönelik gözü, kavrama ve bilme aracıdır.[57] Buna göre kalbî bilgi, kimi zaman realiteyle ters düşen mekanik aklın; yani sebep sonuç ilişkisine dayanarak bilgiye ulaşan akhn ötesine geçerek metafizik bir mahiyet kazanmaktadır.
Kur'ân'da: "[58]Doğru iseniz, delilinizi getirin11, "[59] Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar oisaydı, ikisi de bozuiup gitmişti' gibi âyetlerin gelmiş olması İslâm'da aklî delile ne kadar önem verildiğinin bir göstergesidir. Ancak şu var ki; sadece akıl tek başına gerçeği bulmada yeterli olmayabilir. Yani vahiy ile zorunlu olarak gerçeğe ulaşıldığı gibi akılla ulaşılamayabilir. Esas itibariyle akıl, gerçeği bulma noktasında kimi şart ve sınırlamalarla bağlı beşerî bir araçtır. Eğer akıl, vahyin gölgesinde hareket ederse hakikate ulaşır, yoksa salt akıl kendi başına vahiy ile irtibatsız olarak hareket ettiğinde insanı aydınlıktan çok karanlığa götürür.[60] İşte aklı vahye bağlayacak, onun nurundan feyiz almasını sağlayıp gerçeğe yöneltecek ve sağlıklı düşünmesini sağlayacak kalb iradesidir. Buna göre "Kur'ân-ı Kerim'i akıl süzgecinden geçirerek kalbimize ve vicdanımıza arz etmemiz, gerçeğe ulaşmamız için olmazsa olmaz bir şarttır" genellemesine gitmemiz doğru olsa gerektir.
Nitekim Kur'ân'a göre, sahibini haktan saptıran neisî arzulara ve şehvete uymaktan alıkoyan şey, insanın algılayan iradesi olan kalbdir:
" Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, düşünebilecekleri kaJblerl işitebilecekleri kulakları olsun. Şu bir gerçek H kafalardaki gözler kör olmaz, ama göğüslerin içindeki kalbler kör olur"[61]
Gerçek körlük göz körlüğü değil, basiret ve bilinç körlüğüdür. Eğer kişi basiret yoksunu ise, görme gücü sağlam da olsa olaylardan ibret alamaz, hâdiselerin gerisindeki hikmete nüfuz edemez. Nitekim basiretini yitiren insanlar, geçmiş milletlerin harap olmuş diyarlarında somutlaşan akıbetten ürkerek ibret alacaklarına ve Yüce Allah'ın sonsuz gücü karşısında acziyetlerini itiraf edip iman edeceklerine, iman etme fırsatları olsun diye belli bir süre ertelenen azabın hemen gelmesini talep ediyorlar.[62]
Yukarıdaki âyette akletme, kalbin niteliklerinden biri olarak belirtilmektedir. Akletmekten amaç, nefsi arzu ve istekleri kontrol altına almak ve onları hak çerçevesinde tutmaktır. Burada akıldan amaç bilgiye ulaşan zihinsel bir düşünme değildir. Çünkü nice akılsızlar var ki hakikat bilgisine sahiptir. Fakat onlar hırs ve nefsi arzularını kontrol altına alamıyor ve böylece nefislerini tehlikelere ve ebedî saadeti kaybedecek şeylere sürüklüyorlar. İşte bunun için, belki de birçok mü'minden ilmî zekası üstün olan, fakat nefsî arzularına hakim olmayan nice insanlar akletmeme^ nitelendirilmektedirler.
Burada zeka ve onunla elde edilen bilgi ile kişinin nefsi denge noktasından sapmasını engelleyen akıl arasındaki fark ortaya çıkmış oluyor. Ö halde şunu diye biliriz ki; nice az zekalı ve az bilgili insan var ki güçlü akla sahiptir. Çünkü onların nefislerini kontrol altında tutacak güçlü iradeleri vardır. Buna karşın keskin zekaya ve geniş bilgiye sahip ve az akıllı insanlar da vardır. Çünkü bunlar nefislerini boş heveslerden ve geçici zevklerden alıkoyacak ve kendilerini helake sürüklemekten alacak bir iradeye sahip değildirler.[63]
Ayette geçen " düşünebilecekleri kalbleri' ve "göğüslerin içindeki kalbler kör olur" ifâdeleri, hakikatin kavranılmasının beyinden ziyâde kalbin bir fonksiyonu olduğuna işaret etmektedir. Beynin sağlam olması insanın akletmesi için değil, zeki olması için önem arz etmektedir. Çünkü zeka ila akıl ayrı şeylerdir. Dünyevî ilimlerde ilerlemek; örneğin, çok iyi bir fizikçi, matematikçi, sosyolog, doktor olmak veya çok önemli bir keşif yapmak zekanın ürünüdür. Fakai bu özelliklere sahip bilim adamı, eğer nefsi arzularını dışlayarak kalbin ve vicdanın sesine kulak verip Yüce Yaratıcıyı tanımaz, ona boyun eğmezse bu kişi Kıır'ân terminolojisinde akılsız olarak addedilmektedir.[64]
Kişinin akılsız duruma düşmesine en büyük etken nefsî arzuların peşinden koşup onları ilah edinmesi gelmektedir. Yaşamında sağduyusuyla, vicdaniyle değil, şehvet güdüsüyle ve nefsi arzularıyla hareket edenler gaflet bataklığına saplanırlar. Bu saplantının devam etmesi gittikçe kalbin mühürlenmesine neden olur. Kalb mühürlenince, kulak artık hakkı anlayamaz ve göz de gerçeği göremez hale gelir:
"Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühnrlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Allah'tan sonra kim doğru yolu gösterecek, düşünmüyor musunuz?[65]
Daha Önceki milletlerin başına gelen felâket izlerini görmek veya onların haberlerini işitmek, ders ve ibrei almak açısından çok etkilidir; fakat bu ancak akleden bir kalble mümkündür. Çünkü bir şeyi gören veya işiten kişi eğer üzerinde düşünmezse ondan ibret alıp faydalanamaz. Bunun için âyette, "Kafalardaki gözler kör olmaz, ama göğüslerin içindeki kalbler kör olur!' denilerek kâfirlerin, gözleriyle gördüklerini, fakat gördüklerini düşünmediklerinden ve onlardan ibret almadıklarından kalblerinin kör olduğu vurgulanmaktadır.[66]
Âyet, yeryüzünde dolaşmaya, onda olup biteni ve daha önceki ümmetlerin başından geçen olayları araştırmaya davet etmektedir. Ancak bunları düşünüp ibret ve öğüt alacak olan akleden kalbdir. Aynı zamanda âyet; duygu, kalb ve akıl arasında güçlü bir bağın olduğunu vurgulamaktadır; kulakların sağırlığı, gözlerin körlüğü, kalblerin kilitlenmesi ile akim yokluğu birbirleriyle irtibatlandırılmakta ve bütün bunlar aynı anda vuku bulmaktadır. İnsanın doğru bilgiye ulaşabilmesi için akıl, kalb ve duyu organlarının aynı anda, birbirlerini destekleyerek işlevsel halde olmaları gerekir. İnsanın, yapıp ettiklerinin bir sonucu olarak bu bilgi vasıtalarının işlerliğini yitirmesi durumunda doğruyu bulması, gerçeğe ulaşması, ondaki bu yetilerin bozulma derecesi oranında zorlaşır veya imkânsız hale gelir.
Kalbleri mühürlen enler, aklî yetilerini de yitirdiklerinden Allah'ın âyetleri karşısında duyarsızdırlar. Onun için Allah (c.c.) bu tür insanlar için Elçisine; "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar,"[67] diye hitap etmektedir. Kalb duyarlılığını yitirenler ölüler mesabesindedir; ölüler olup bitenlere bir tepki gösteremedikleri gibi kalbi mühürlenenler de hak davetçilerinin sundukları mesajları işitmemekte ve onlara karşı duyarsız kalmaktadırlar:
"Sen ölülere duyuramazsm, arkalarını dönmüş kaçarlarken sağırlara da çağrıyı i§ittiremezsin."
" Ve sen kör(ler)i düştükleri sapıklıklardan çıkarıp yola getirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin ve onlar derhal müslüman olurlar."[68]
Kur'ân'a göre insanın yaptığından sorumlu olabilmesi için, yaptığı şeyin farkında olması ve ona bilinçli olarak yönelmesi gerekir, bu da kalbin işlevlerindendir.
"Allah sizi, yaptığınız kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz; fakat kalblennizin kazandığı (hile hile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, halimdir"[69]
"Onları babalarına nisbet ederek çağırın; bu, Allah yanında daha adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalblerinizin bile bile yaptığında günah vardır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir[70]
Âyetlerde sorumluluk bilgiyle, bilgi ise iradeyle ilişkileııdirilmişür. Çünkü kesb (elde etme, kazanma) ve amd (bilerek ve isteyerek yapma) ifâdeleri, eylemin isteğe dayandığını gösterir. Kesb kişinin niyetine dayanır, yeri ise kalb'tir. Amd As azim, karar ve kasde delâlet eder. İşte İslâmiyet'teki sorumluluğun dayanağı budur.[71] Çünkü Yüce Allah, kasıt olmadan hata ile yapılan işten dolayı insanı sorumlu tutmaz. Resûlullah'ın şu hadisi de bu hususu açıkça ifade etmektedir:
"Allah, ümmetimin hata, unutma ve zorlama ile yaptıklarını atfetmiştir. "[72]
Hadise göre irade olmadan, hata ile veya unutarak veyahut da zorla yaptırılan bir eylemden dolayı insan sorumlu değildir. Görüldüğü gibi hadiste cebir yönü ele alınırken âyette ise irade ve hürriyet yönü ele alınmaktadır. İnsan sahip olduğu hürriyet ve irade çerçevesinde basiretli bir kalb üe doğru ile yanlışın, hayır ile şerrin arasını ayırdedebilecek seviyededir.[73]
İradenin kaynaklandığı ve yerleştiği yer kalbtir. Enfâl sûresinin 11. âyetinde Bedir savaşında az sayıdaki müslümanın kendilerinden sayı ve savaş donanımı açısında çok daha fazla olan düşmana karşı mukavemet gösterebilmeleri için Allah'ın kainlerini pekiştirdiği; yani iradelerini güçlendirdiği belirtilmektedir. Çünkü savaş işi, silahla birlikte güçlü irade ve güçlü yürek de ister. İşte güçlü yürek sahibi bir avuç müslüman, karşılarındaki o günün şartlarında süper güç sayılan bir orduyu hezimete uğrattılar:
"Uzaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere baiil bir uyku buruyordu, üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini /içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kaîblerinizi (birbirine) bağlamak ve ayakları(nızı) pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.”[74]
Müslümanlar ummadıkları ve gerekli hazırlık yapamadıkları, sayısal bakımından kendilerinden çok fazla olan bir orduyla karşılaşınca, maneviyatları bozuldu. Ayrıca düşmanın suyun olduğu yeri işgal etmesi sonucu su içemiyor, gerekli temizliği yapamıyor, gusül ve abdesilerini alamıyor ve doğal olarak sıkıntıya giriyorlardı. Bulundukları mevki de kumsal olduğu için yürürken güçlük çekiyor, ayakları kuma batıyordu. Bu arada öyle bir yağmur yağdı ki, kana kana su içtiler, gusül ve abdestlerini alarak temizliklerini yaptılar. Yağmurdan dolayı kum da sıkıştı, artık üzerinde sıkıntı çekmeden yürüyebiliyorlardı. Böylece rahatladılar ve şeytanın içlerine telkin ettiği "siz, aranızda bir peygamberin olduğunu ve kendiaizi Allah'ın dostları sanıyorsunuz. Oysa müşrikler suyu ele geçirdi ve siz cenabetli ve abdestsiz olarak namaz kılıyorsunuz" şeklindeki vesveseden kurtuldular.[75] Böylece psikolojik yardım, maddî yardımla tamamlanmış oldu. Suyun bulunmasıyla kalbîer duruldu ve gerekli temizliğin yapılmasıyla da ruhlar huzura kavuştu. Ayrıca yerin sertleşmesi ve kumların sıkışması sonucunda da ayakların yere sağlam basması sağlanmış oldu.[76]
Hz. Musa'nın annesi de oğlunu nehre attıktan[77] sonra Fi-ravun'un sarayına götürülüp güvene kavuştuğunda neredeyse bebeğin kendisine ait olduğunu söyleyecekti. Fakat AUah kalbini pekiştirerek iradesini güçlendirdi ve böylece büyük bir tehlikeye mahal olabilecek sırrını ifşa etmekten geri durdu:
"Musa'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı (meraktan çıldıracak oldu). Eğer biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı"[78]
Ayet iradenin kalbten kaynaklandığına delâlet etmektedir. Hz. Musa'nın annesi, Rabbani yardımla güvene kavuşması için kalbinin pekişmesiyle iradesi güçlenmiştir. Kalbin raptı/pekişmesi, içine konulan güven ve sükûnetten kinayedir.
Allah, müşrik toplumlarından kaçıp mağaraya sığınan inanan gençlerin (Ashabu'KKehf'in) kalblerini hiçbir etki karşısında sarsılmayacak biçimde güçlendirdi, onlara dayanıklı olmayı ve sabrı ilham etti. Çünkü bu sıkıntılara dayanıklı, güçlü iradeye ve zorluklara karşı direnme gücüne sahip olmayanların tahammül etmeleri mümkün değildir:
“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini artırmıştık. "
"Kalblerini (sabır ve metanetle) bagla(yıp kuvvetlendirmiştik, (Kralın önünde) kalktılar, dediler ki: "Rabb'imiz göklerin ve yerin Rabb'idir. Biz O'ndan başkasına Tanrı demeyiz. Yoksa saçma söylemiş oluruz."[79]
İnsanın yönünü belirleyen irade, kalbte olduğu için sınanmaya tabi olan da kalbtekiîerdir. Nitekim Uhud savaşında müsîümanların başına gelen sıkıntının, kalb iradesinin ölçülmesine matuf olduğu belirtilmektedir:
"Allah göğüslerinizdekini denemek kalblerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi)". Allah göğüslerin özünü bilir?[80]
Göğüslerdekini açığa vurmak ve gerçeği ortaya çıkarmanın en sağlıklı yolu insanın sıkıntılarla denenmesidir. Bu, kalbleri her türlü kir ve bozukluktan temizleme faaliyetidir. Göğüslerin içindekilerinin sınanması, göğüslerin özünde yer alan iradenin smanmasıdır. Kalblerin içindekilerinin tamhisi/arınması ise kalblerdeki vesveseleri, şüpheleri, günahları ve iradeyi zayıflatan etkenleri temizlemektir. Bu temizleme, Rabbani terbiyenin kalblerin derinliklerine nüfuz etmesinin bir sonucudur. Kalbteki iradenin sınanması savaş başta olmak üzere açlık, mal ve can kaybı gibi çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya gelmekle olur:
"Andolsun, sizi korku, açlık, maîlar(mız)dan can-Iar(ınız)dan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele"[81]
Resûlullah'ın huzurunda seslerini yükseltmeyip kısanlar da, kalb imtihanını geçenler ve takva mertebesine ulaşanlardır:
"Allah'ın Elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, öyle kimselerdir ki Allah, onların kaîblerini, takva için imtihan etmiş (onların takvaya ehil olduklarını anîamış)hr. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat vardır![82]
Bu terbiyeye uymayıp Hz. Peygamber'e nezaketsiz bir şekilde odaların önünde bağıranlar kınanmakta ve akletmemekle nitelendirilmektedirler:
“(Ey Muhammed), odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir.
"Onlar, sen kendilerinin yanma çıkıncaya kadar bekle-selerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”[83]
Yüce Allah Resûlullah'a karşı bu tavrı takınanları akletmemekle; yani onu odaların arkasından çağırma nezaketsizliğinden alıkoyacak güçlü bir iradeye sahip olmamakla nitelendirmektedir. Onların akletmemeleri zekasız veya bilgisiz oldukları anlamına gelmez, fakat bu onların güçlü bir iradeye sahip olmadıklarını gösterir.
Takva Allah'ın insana bağışladığı büyük bir lütuftur. İnsan geçirdiği büyük ve zor sınamalardan sonra bunu hak eder. Yüce Allah takvayı, ona hazır olan kalbe yerleştirir. Seslerini Hz. Peygamber'in huzurunda kısan kimseler, imtihanı başarıyla geçmiş ve kalbleri sorumluluk bilincine ulaşmıştır. Allah takva gibi büyük bir nimeti kazanan insanların günahlarını bağışlama ve onlar için büyük mükafatlar da vaad etmiştir.[84]
Kalbine takva yerleşmiş olanlar, Allah'ın dininin simge ve işaretlerine saygı gösterirler:
"İşte böyle kim Allah'ın nişanlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu (hareket), kalblerin takvasından dır"[85]
Münafık insan, her ne kadar kendini muttaki gösterse de kalbinde takva olmadığından, ibadetleri yerine getirmede ihlâs ve ciddiyet gösteremeyecektir. Fakat kalbi Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle bezenen kişi, Allah'a karşı beslediği sevgi ve korkudan dolayı ibadetlerini gösterişten uzak, samimi ve Ihlâslı bir şekilde ilâ edecektir.[86]
Kur'ân'da insana yüklenen sorumluluğu araştırdığımızda günahın kalbe isnat edildiğini görürüz:
“Ve eğer seferde olur da yazacak birini bulamazsanız, aİman rehinler (yeter). Birbirinize güvenirseniz, kendisine güveniien kimse emaneti (borcunu) ödesin, Mabb'i olan Allah'tan korksun. Şahitliği gizlemeyin, onu gizleyenin kalbi günahkardır. Allah, yaptıklarınızı bilir.”[87]
Bir şeyin gizlenmesi anlamında olan "kitmân" kalbin eylemlerindendir. Bu da insanın niyet ve iradesine bağlı bir şeydir. Bunun için şehâdetin gizlenmesi ve yerine getirilmemesi, insanın hesaba çekileceği bir günahtır. Çünkü Yüce Allah insanın sakladığını ve neisinde gizlediğini de bilir.[88]
İnsanın bildiğini söylememesi, şahitliği gizlemesi işlediği diğer günahlar gibi değildir; bizzat imanın merkezi olan kalbin ve ruhun işlediği günahtır. Bundan dolayı, söz konusu günah küİre yakın en büyük günahlardan biri olarak addedilmiştir.[89]
Kalb, çok önemli bir görevle tahsis edilmiştir. 0 da vahyin iniş yeri olmasıdır. Yüce Allah, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Peygamber'in kalbine vahiy indirdiğini bildirmektedir:
"De ki- "Cebrail'e kim düşman ise sunu iyi bilsin ki, Allah'ın'izniyle Kur'an'ı senin kalbine kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak O indirmiştir."[90]
"Muhakkak ki o (Kur'an), alemlerin Rabb'inin indirmesidir. Onu, er-Ruhu'1-Emin (güvenilir ruh, yani Cebrail) indirdi Senin kalbine; uyarıcılardan olman için apaçık Arapça bir dille."[91]
Kalb, vahyi algılama ve kavrama merkezidir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber'in kalbine yerleşmekte ve korunmaktadır. Ayette "^^ ^ı kalbin, üzerine" ifâdesi, vahiy yoluyla indirilen bilgilerin, kalbe kendiliğinden doğan ilham ve sunûhatm ve birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi, kalbe yalnızca belli bir noktada ilişmeyip bütün kalbi çepeçevre kuşatmak suretiyle diğer bütün idrak ve duyguları geçersiz kılarak gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde zorunlu bir ilmî gerçeklik ifâde eden ilâhî hüküm olduğunu anlatmaktadır.[92]
Kur'ân-ı Kerim, kendisine yönelen mü'min kalbler için hidâyet ve müjde kaynağıdır. O, mü'minin kalbine canlılık ve huzur verir, ona bilgi kapılarını açar, imansızda olmayan duyu ve sezgileri yerleştirir. Mü'min Kur'ân'la hidâyete ve gerçeğe ulaşır. Hidâyete erme insanın kendi iradesini iyi yönde kullanmasının bir sonucudur. Kur'ân âyetlerine baktığımızda hidâyef'm; imanın[93] yakinin,[94] takvanın,[95] teslimiye-tin,[96] ihasanın[97] ve aklı işletmenin[98] bir neticesi olduğunu görürüz.[99]
iman, salt zihinsel bir faaliyet olmayıp nefislerin derinliklerine nüiûz eden, kalbin çerçevesine giren ve kişinin iradesine dayanan bir inançtır. Başka bir ifâdeyle iman, insanın iç dünyasında karar kılmış, kalbe dayalı kesin bir bilgidir.[100] Kalb gerçek imandan uzak kaldığında; yani kesin bilgi derecesine varan onaylama düzeyini yitirdiğinde, onun dış görünüşte İman etmesini göstermesi, yapmacık ve ikiyüzlülük halini alır. O halde insanın diliyle söyledikleri onun gerçek niyetini ortaya koymaz, asıl niyet kalb'te gizli olandır. Onun için Kur'ân bedevilerin iman ettiklerine dair iddialarını reddetmektedir:
"Göçebe Araplar: "inandık" dediler. De ki: "Siz inanmadınız, fakat "islâm olduk" deyin. Henüz iman kalelerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Elçisine itaat ederseniz (Allah), yaptığınız güzel işlerden hiçbirinin sevabım size eksik vermez. Allah çok bağışlayan,, çok esirgeyendir."[101]
Rivayete göre, bu âyet Esed oğulları kabilesine mensup bedeviler hakkında inmiştir. Bunlar, İslâm'a girer girmez Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Rasûlallah, Araplar sana karşı savaşırken bizler savaşmayıp İslâm'a girdik" diyerek ona minnet etmeye kalkışmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, onların İslâm'a teslim olma anlamında girdiklerini, fakat iman hakikatinin henüz kalblerine yerleşmediğini ve ruhlarının bunu içselleştirmediğini bildirdi.[102]
Ayette sözü edilenler, münafıklar değil, henüz kalblerine iman tam anlamıyla yerleşmemiş olanlardır. Çünkü münafık olsalardı, âyette sert bir üslûpla kınanmış olacaklardı.
Oysa âyette imanın gereği gibi davranmayan ve henüz imanın hakikatine ulaşmayanların terbiye edilmeleri söz konusudur.[103] Nitekim kalbiyle inanmadığı halde diliyle iman ettiğini söyleyenler Kur'ân diliyle "münafık" olarak addedilmekte ve sert bir dille tehdit edilmektedirler:
"Çevrenizdeki bedevi Arabîardan ve Medine halkından iki yüzlülüğe iyice alışmışlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki kere azab edeceğiz, sonra da onlar, büyük azaba itileceklerdir[104]
Hadiste kalbin insanın özünü teşkil ettiği, insanın iyi veya kötü oluşunun kalble alakalı bir husus olduğu şöyle ifâde edilmektedir:
"Haberiniz olsun, bedende bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa, bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden de bozuk olur. Bilin ki, o kalbdir."[105]
Kalb bedenin emiri durumundadır; emirin iyi olması durumunda halk da iyi olur, bozulmasıyla halk da bozulur.'[106]
Hadiste geçen kelimesi her ne kadar yürek denilen organa delâlet ediyorsa âa, hadis bütünlüğünü dikkate aldığımızda söz konusu olan kalbin maddî olanı değil, insan özünü teşkil eden manevî olanı anlaşılmaktadır. Şu halde hadiste "mudğa" kelimesinin mecazî anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz.
Nitekim İbn Hacer el-Asklânî (v. 852/1448), bu hadisin şerhinde, kalbin insanın özü olduğunu, her şeyin özüne de kalb denildiğini ifade etmekle bu gerçeğe işaret etmektedir.[107]
Bazı* alimler yukarıdaki hadis ile bazı âyetlerden[108] hareketle aklın, kalbin içinde yer aldığını iddia etmişlerdir.[109]
Kalbte imdmn olduğuna dair bir takım belirtilerden söz edilebilir. Bunlardan biri Allah'a ve Elçisi'ne düşmanlık edenlerle dost olmamaktır:
HAllah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babalan, oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. Allah onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'an ile) desteklemiştir.[110]
İnsanın içinde iki kalb olmadığı için, iki zıt sevginin aynı anda bir kalbte birleşmesi mümkün değildir. 0 halde bir insanın aynı anda hem Allah ve Peygamber'ini sevmesi, hem de Allah düşmanlarıyla sevgi temeline dayanan bir dostluk kurması eşyanın doğasına aykırıdır. Kalbte ya iman olur ya küfür; imanın olmadığı yerde küfürden başkası olamaz.
Allah, gerçek anlamda iman edenin kalbini hidâyete erdirir:
"Başa gelen her musibet Allah'ın izniyledir. Kim Allah'a inanırsa (Allah) onun kalbini doğru düşünceye iletir. Allak her şeyi bilendir"[111]
Allah'a inanan; eşyanın hakikatini, olay ve hadiselerin gerisindeki hikmetleri anlar, güçlü bir sezgiye sahip olur. Bu niteliklere sahip olan kalb, yatışır, huzur ve sükûna kavuşur. İman sahibi olmayan kişi ise, başa gelen sıkıntı ve musibetlerin ancak dünyevî bir güçten kaynaklanabileceğine veya birtakım hayalî güçlerin zarar veya yarar sağlayabileceğine inandığından, cesaretsiz ve korkak olur. Zorluklara karşı mukavemet etmesini bilmez, her türlü zilleti kabul ederek zorbaların önünde diz çöker. Evrenin sahibi olan Yüce Allah'a inanan insan ise, her şeyin O'nun elinde olduğunu, izni olmadan kainatta bir yaprağın bile kıpırdamayacağını bilir. Bu inanca sahip olanın kalbi sabırla doludur, en zor sıkıntılara karşı direnme gücüne sahiptir, en karanlık dönemlerde bile Allah'ın nurundan feyiz alır, hiçbir zaman Allah'ın gaybî yardımlarından ümidini kesmez. 0, bir beşer olarak
elinden geleni yaptıktan sonra Allah'ın Bedir ashabına yardımda bulunduğu gibi, kendisine de yardım edeceğine inanır. 0, sadece Allah'tan yardım diler, başkasına yalvarıp yakar-maz. Her musibet mü'mine hayır ve bereket kapılarını açar. Sıkıntılara karşı mukavemet eden mü'minler -ister başarıya ulaşsınlar, isterse ulaşmasınlar- yine de büyük mükafatlara sahip olurlar. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulur
"Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır/ Allah'ın verdiği her karar onun için hayırdır. Başına bir sıkıntı gelir de sabrederse bu onun için iyilik olur. Feraha kavuşur ve buna şükrederse yine hayır kazanır. Bu, müminden başkası için söz konusu değildir."[112]
Küfür, fisk ve isyandan uzaklaşan mü'minlerin kalbi imanla süslenmiştir:
"Bilin ki Allah'ın Ficisi için izdedir. Şayet o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalblerinizde süsledi ve size külrü, lıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlar-dır."[113]
Yani Allah imanı nefsinize sevdirmiş ve kalbinizde onu güzelleştirmiştir.[114] İslâm açıktır, iman ise kalbtedir. Kalb takvanın, Allah'tan korkmanın yeridir."[115] Kalbte kök salan imanın ve dolayısıyla takvanın dışa yansıması; başka bir ifâdeyle iman iddiasında bulunan kişinin sözle fiillerinin bir Mrleriyle tutarlı olması gerekir. Bu da mü'minlerin Hz. Muhammed'in sözlerinin dışına çıkmamalarında ve dediklerini kayıtsız kabul etmelerinde tebellür eder. Çünkü imanın olduğu yerde küfür ve isyan olamaz.[116]
Kalbteki iman iki durumda olur: Biri mutmain olmayan, diğeri ise kalbe yerleşen ve mutmain olan iman. İşte Hz. ibrahim'in Allah'tan kalbinin mutmain olması için ölüleri diriltmesini istemesi bu iki çeşit imana delâlet etmektedir:
"İbrahim de bîr zaman: "Rabbim, Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!" demişti. (Allah); "inanmadın mı?" dedi, (İbrahim): "Hayır (inandım), iakat kalbim tatmin olsun diye (görmek istiyorum.) dedi."[117]
Âyette, Allah'ın yaratma sanatına tanık olmak isteyen ve böylece itmi'nan derecesine ulaşmayı arzulayan bir kalbin çırpıntısından söz edilmektedir. Bunun, imanın varlığı, sar-sümazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile bir alakası yoktur. Burada arzulanan, imanı güçlendirmek için delil bulmak da değildir. Bu, ilâhî oluşumun gerçekleşme anında tanık olmaya ilişkin bir ruhî özlemdir. Bu pratik tecrübenin insan ruhunda uyandırdığı haz, görmeden inanmanın meydana getirdiği hazdan farklıdır. Hz. İbrahim, Allah'tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesiyle, kesin bilgiden kesin müşahedeye geçmek ve her türlü leke ve kusurdan temizlenmiş bir kalb ile sevgi ve dostluk makamına erişip HaliluUah payesini elde etmek istemektedir.[118]
İman feilbe dayanan kesin bir inanç olduğundan, kendi iradesiyle iman ettikten sonra kâfir olan kişi, Allah'ın gazabını üzerine celbetmekte ve büyük bir azabı hak etmektedir; fakat kalbi iman ile dolu olduğu halde zorla kâfir olmaya zorlanan kişiye her hangi bir günah yoktur ve mazur sayılır:
"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse-kaîbi imanla yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan hariç- İakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah 'tan birgazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır."[119]
Ayet, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr etmenin büyük bir suç olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü imam tanıyıp
onun tadına vardıktan sonra geçici dünya hayatını baki ahiret hayatına tercih etmek gibi Allah'ın gazap ve öfkesini gerektiren bir eylemde bulunulmuştur. Bunu yapanın kalbi gafletle damgalanmış, gözlerine ve kulaklarına perde çekilmiş ve ahirette büyük bir azaba uğrayacağına karar verilmiştir. Kalb Allah'a iman ettikten sonra başka herhangi bir gücün veya değerin, onu girmiş olduğu sahih yoldan alıkoyması atfedilemez bir suçtur. İnsanın benliğini oluşturan imanın üzerinde dünyevî hesaplar yapmak, bir takım menfaatlere alet etmek, iman ciddiyeti ve insan onuruyla bağdaşmayan bir kişiliksizlik ve karaktersizliktir.
Şüphe götürmeyen kesin bir inanca sahip olup kalbi inananlardan yana olmakla birlikte, canını kurtarmak amacıyla sadece diliyle küfrü izhar eden kişi bu korkunç tehdidin dışındadır. Nitekim tefsirlerde belirtildiği gibi, bu âyet imanında hiç kuşku duyulmayan fakat müşriklerin ölüm tehdidiyle küfrünü izhar eden Ammar b. Yasir'in, Hz. Peygam-ber'e durumunu sorması üzerine inmiştir.[120] Zor durumda küfrü izhar etmek bir ruhsat olsa da, mü'minin, ölümüne de yol açsa imanından diliyle dahi olsa dönmemek azimettir ve daha faziletli bir davranıştır. Nitekim Bilal Habeşî, Habib b. Zeyd ve Abdullah b. Huzeyfe gibi müslümanlar azimet yolunu seçmişlerdir. Bunların kimisi şebâdet şerbetini içinceye kadar direnmiş, kimisi de çok ağır işkenceler görmesine rağmen diliyle dahi küfrü izhar etmekten sakınmıştır.[121]
Sahibinin kalbine huzur ve sükûn veren iman, taklide değil, bilgiye, tefekküre dayanan imandır. Nitekim şeytanın vesveselerine kulak vermeyip kendi akıllarını kullanan ilim sahipleri, Kur'ân'a karşı kuşku duyan, ona inanmayan ve ilimden nasipsiz hastalıklı kalblere sahip cahillerin aksine[122] onun Allah katından inmiş bir hakikat olduğuna inanırlar
" Ve kendilerine ilim verilmi§ olanlar da o (Kur'ajnın, Rabb'inden (gelen) gerçek olduğunu bilsinler de ona inan-smlar; böylece Kaîbleri ona saygı duysun. Şüphesiz Allah, inananları mutlaka doğru yola iletir"[123]
Söz ve eylem veya söz, niyet ve amaç arasındaki çelişkiyi ifâde eden çok sayıda âyet vardır. Bu âyetler, bu eylemin bir yandan nifak, diğer bir yandan da küfür olduğunu ifâde eder. Çünkü nifak bir çeşit renge girmektir. Küfür de bir çeşit hakikati gizlemektir. Bunların her ikisi de bir şeyi gizleyip onun tersini göstermektir; ya da her ikisi her ne suretle olursa olsun hakikati gizlemektir.[124] Kur'ân, münafıklıkla itham ettiği kişileri: "Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlar" diye nitelendirerek onların imandan ziyâde küfre yakın olduklarını belirtmektedir:
" Pi? /fa" yüzlülük yapanları bilsin (ortaya çıkarsın). Onlara: "Allah yolunda savaşın, ya da savunun." dendiği halde: "Eğer savaşın çıkacağını bilseydik, sizinle gelirdik." dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlar. Halbuki Allah, içlerinde sakladıkları şeyi çok iyi bilmektedir"[125]
Yüce Allah bu âyette, Abdullah b. Übey b. Selûl ve arkadaşlarının Uhud savaşında Hz. Peygamber'in yanında savaşmaktan kaçındıklarına işaret ederek onları münafık diye adlandırmaktadır.[126] Yüce Allah gerçekten inananlarla menfaati için inanmış gibi görünenleri bir birinden ayırmak için zaman zaman bir takım sınamalar yapar. İşte münafıkları, müslümanların saflarından ayırmayı sağlayan sınamalardan biri de savunmaya yönelik Uhud savaşıdır. Gerçek anlamda mü'min olmayan biri, inanç uğrunda hayatını tehlikeye atmaktan kaçınır. Bunun için her türlü hile ve yalana başvurmaktan geri kalmazlar. Münaiıklar, savaşa çağrıldıklarında, savaşın çıkacağını bilmediklerinden dolayı geri döndüklerini iddia ediyorlar. Oysa onlar "ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlar" Onlar, imandan çok küfre yakındırlar. Çünkü iman kalblerine yerleşmemiştir. Bunun bir belirtisi de, iddia ettikleri inançlarını ölüm korkusundan dolayı savunmaktan çekinmeleridir.[127]
Şu âyette de münafıkların, kalbleri iman etmediği halde dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler olarak belirtilmektedirler:
"Sy Elçi, ağızlarıyla "inandık" dedikleri halde kalbleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üzmesin."[128]
Ayette İslâm'ın ıslah edici çabaları karşısında cahilî yaşam tarzını korumak için tüm zihinsel enerji ve gayretlerini sarf eden kişilere değinilmektedir. Münafıklar ve Yahudiler işbirliği yaparak Hz. Peygamber'in ve yeni yeni filizlenen tevhid inancının aleyhine her türlü hileye baş vurarak gerçeği saptırmaya çalışıyorlar. Hz. Peygamber kişisel çıkarlarını gözetmeksizin tüm insanlığın ve dolayısıyla kendilerinin iyiliği için çalışmasına rağmen yalan, hile aldatma gibi entrikalarla onu insanları kula kulluk etmekten kurtarmaya, zulümle dolan dünyayı aydınlığa çevirmeye ve yok edilen insan onur ve kişiliğini tekrar kazandırmaya yönelik kutsal görevinde onu başarısızlığa uğratmak için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmuyorlardı. Doğal olarak bu seviyesiz ve hiçbir insanî değer yargısıyla bağdaşmayan bu ilkesiz hareketler, Hz. Peygamber'i görevini ifâ etmesinde sıkıntı çıkardığı için üzüyordu. Yüce Allah Rasûlü'nü kendisine yapılan bu entrikalardan dolayı cesaretinin kırılmaması için teselli ediyor ve kendilerinden başka türlü davranmaları beklenmeyen kişilerin ıslahı yolundaki çabalarını azim ve kararlılıkla sürdürmesi yönünde Öğüt veriyor.[129]
Bütün Kur'ân âyetlerinde olduğu gibi, bu âyet de nüzul asrındaki insanları ilgilendirdiği gibi her asırda yaşayan insanları da ilgilendirmektedir. Bu âyet her ne kadar nüzul asrındaki münafık ve Yahudilerden bahsediyorsa da dolaylı olarak, Kur'ân'a dönmek, onun sonsuz ışığından yararlanmak, kalblerini aydınlatmak, huzur ve esenliğe kavuşmak yerine; İslâm'a karşı ön yargılı, öğretileri hakkındaki yalan ve iftiralara kulak veren ve ona karşı düşmanca duygular besleyen herkesi kapsamaktadır.
Münafıklar, dış görünüş itibarıyla müslüman olduklarını söyleyip buna Allah'ı şahit gösterirler, fakat İslâm'a ve müslümanlara karşı kalbleri kin ve nefretle doludur:
"insanlardan öylesi var ki, dünya hayatına dair sözü, senin bo§una gider. Kalbinde olana Allah'ı şahit tutar. Oysa o, basımların en yamanıdır."[130]
Bu âyetin her kelimesi, kelimeden çok insanın karakter yapısını canlandıran ve insanî Özelliklerini belirleyen usta bir ressamın elindeki fırça darbesine benziyor. Bu hrça darbeleri ard arda geldikçe söz konusu edilen insan tipi, canlı bir varlık halinde kişiliği belirginleşmiş olarak doğrulup ayağa kalkıyor. Öyle ki, nerede ise milyonlarca kişi içinden seçilip "işte âyetin tanımladığı kişi budur" diye parmakla işaret edilebilecek kadar müşahhaslaşıyor. Ayette sözü edilen canlı; konuşuyor ve kendisini iyiliğin, samimiyetin, bağlılığın, sevginin, fedakârlığın, insanlara iyilik, yarar, mutluluk ve dürüstlük sunma arzusunun sembolü olarak tanıtıyor. Konuşurken sözleri hoşunuza gidiyor, tatlı dili sizi büyülüyor, sesinin ahengine bayılıyorsunuz. İyilikten, iyilikseverlikten ve yapıcılıktan söz ederken ağzından bal akıyor. Sözlerinin etkisini ve inandırıcılığını daha da artırmak, bağlılık ve samimiyetini vurgulamak, kendini takvalı ve Allah'tan korkan biri olarak gösterebilmek için kalbindeki duyguların doğruluğuna Allah'ı şahit gösteriyor. Fakat kalbinde kin ve düşmanlık kaynıyor, gönlünde sevginin ve hoşgörünün zerresi bile yoktur^ İçyüzü ile dış görünüşü bir birine zıt olan, yalancılığın ve hilenin, karakteristik özellikleri haline gelen bu tip insanlar, günün birinde bir makam ve mevkiye geçtiklerinde gerçek yüzleri ortaya çıkar, maharetle gözlerden sakladıkları kötülükten, azgınlıktan, kin ve nefretten ibaret olan iç dünyaları ortaya çıkar.[131]
Münafıklar kalblerindeki bu kinin hemen ortaya çıkmayacağım düşünmektedirler:
"Yoksa kalbîerinde hastalık olanlar, Allah'ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar?
"Biz dikseydik onları sana gösterirdik, sen onları simalarından tanırdın ve onları sözlerinin üslubundan tanırsın. Allan yaptığınız isleri bilir."[132]
İbn Kesir'in beyanına göre, bunlar kurt postuna bürünmüş ikiyüzlü insanlardır. Dilleri baldan tatlı fakat kalbleri Ödağacmdan daha acıdır. Dini alet ederek dünyahlıklar elde ederler.[133]
Bu tür insanlar, mü'min olduklarına dair öyle bir rol yapıyorlar ki, diğerlerini kandırıp inan d ir ab iliyor. Çünkü onlar kalblerindekine Allah'ı şahit tutuyor. Oysa kendi içlerinde dine ve dindarlara karşı kin ve düşmanlık besliyorlar. Bu da gösteriyor ki kalb insanın özü ve cevheridir. Bir şeyi ortaya çıkarıp gizlemeye yönelen, insanı nifaka ve başkasını kandırmaya sevk eden kalbur.[134]
Kur'ân, kalbleriyle inanmadıkları halde dilleriyle iman ettiklerini iddia eden diğer bir gurubu direk olarak küfürle itham etmektedir:
"Ey Elçi, ağızlariyle "inandık" dedikleri halde kalbleri inanmamış olanlar ile yahudilerden oluşmuş kütür yarışçıları seni üzmesin."[135]
Yüce Allah, Peygamber'ini içi ve dışı bir olmayan münafıklarla yahudilerin ona karşı kurdukları entrika ve hile-
lerden dolayı teselli etmektedir. Onların kalbleri kir bağlamıştır. Onlar iradelerini kötü yönde kullandıkları için Allah da "bunların kaiblerini arıtmayı dilememistir." Allah boylelerini dünyada rezil ve perişan ettiği gibi, ahirette de şiddetli bir azapla cezalandıracaktır:
"Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kaiblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır."[136]
Yüce AHah aynı zamanda dilleri ile kalbleri çelişen, İslâm'a ve müslümanlara karşı tuzak kuranların tehlikesine karşı inananları uyarmaktadır:
"Evet (Allah ve Elçisi yanında onların) nasıl (ahdi olabilir)? Eğer onlar size galib gelselerdi, sizin hakkınızda ne and ne de andlasma gözetmezlerdi. Ağızlarıyla sizi razı ederler, fakat kalbleri (sizi) istemez, çokları da yoldan çıkmışlardır."[137]
Kendilerine gelen Yüce Allah'ın âyetlerini dünya menfaatleri zedelenmesin diye inkâr edenlerin,[138] dış görünüşleriyle mü'minlere gösterdikleri yapmacık ve samimi olmayan güler yüzlü ve yumuşak tavırlarının nedeni; onlarla yaptıktan anlaşmalar değil, sadece mü'minlerin caydırıcı bir güce sahip olmalarıdır. Mü'minlere karşı kin ve nefretleri o kadar aşırı ki, güçleri yettiği takdirde onlarla yaptıkları bütün antlaşmaları çiğneyerek her türlü işkence ve zulmü işlemekten geri kalmazlar. Çünkü insanı zulüm ve haksızlıktan alıkoyan, başkasının hakkına saygılı olmasını sağlayan etken Yüce Yaratıcı'ya, öldükten sonra dirilmeye ve hesap gününe imandır. Bu inanca sahip olmayanı, kötülüklerden alıkoyacak güç ve kuvvetten başka bir caydırıcı etken yoktur.
Yüce Allah, ailelerinden ve mallarından dolayı cihattan geri kaldıklarını iddia eden bedevilerin, bu iddialarını reddetmekte ve cihada katılmamalarının asıl sebebinin gerçek anlamda inanmamaları olduğunu ifâde etmektedir:
"Göçebe Araplardan geri bırakılanlar, sana diyecekler ki: "Mallarımız ve gocuklarımız bizi, (seninle beraber gelmekten) alıkoydu. Bizim için mağfiret dile." Onlar, dilleriyle kalblerinde olmayan bir şeyi söylüyorlar, de ki: "Allah size bir zarar vermek dilemiş, yahut size bir fayda vermek istemiş
olsa Allah 'm, sizin için dilediğine kim engel olabilir? Hayır (hiç kimse engel olamaz), Allah yaptıklarınızı haber almakfadır"[139]
Allah'a söz verip de gereğini yapmayanlar ve yalan söyleyenler de mü n a tıklar kısmına girmektedirler:
"Onlardan kimi de: "Eğer Allah, lutfundan bize verirse elbette sadaka vereceğiz ve faydalı insanlardan olacağız!" diye Allah 'a and içtiler."
"Ne zaman ki Allah lutfundan onlara verdi, On (un verdiğime cimrilik ettiler ve yüz çevirerek (sözlerinden) döndüler. "
"Kendisine verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalblerine iki yüzlülük sokmuştur"[140]
Cimrilik insanın doğuştan sahip olduğu bir karakterdir. Bu hastalık ancak güçlü bir imanla tedavi edilebilir. Çünkü insan yaptığı şeye karşılık bir bedel ister. İnanan insan da, malından başkasına verdiğinde yine bir karşılık bekler, fakat bunu verdiği insandan değil, Allah'tan ister. Allah'a inanan, O'nun rızasını ve hoşnutluğunu her şeyin üstünde tutar, malını sadaka vermekle huzur bulur, fakirlikten korkmaz. Çünkü o dünyanın geçici olduğuna, dolayısıyla dünya malının da bir gün yok olacağına, Allah'ın ahirette vereceği nimetlerin ise sonsuz olduğuna inanmaktadır. İşte bu anlayış ve inanç, onu alın terinin bir kazancı olan malım, Allah yolunda harcamaya sevk eder. 0 malını verdikçe kalbi kötülüklerden arınmakta ve huzur bulmaktadır. Ama dünya malına olan hırs ve cimrilik hastalığını içlerinden atamayanlar, ellerini sıkı sıkıya bağlarlar, mallarından başkasına vermeyi içlerine sindiremezler. İşte bunların Allah'a verdikleri sözlerde durmamaları ve yalan söylemeleri; nifakın kalblerine yerleşmesine ve bu nifak üzerine Ölmelerine sebep olmaktadır.
Ayetlerde nifak sebebi olarak Allah'a verilen sözde du-rulmaması ve yalan söyleme olarak belirtilmektedir. Hadiste de bu paralelde münafıkların alâmetleri şöyle zikredilmektedir:
"Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve güvenildiğinde hainlik eder."[141]
Kişi kalbinden neyi geçirirse geçirsin, neyi gizlerse gizlesin, Allah'a hiçbir şekilde gizli kalmaz. Onun için iki yüzlü davranmak, kişinin kendi kendim kandırmasından başka bir şey değildir. 0 halde Allah'ın ve Rasûlü'nün çağırdıkları dirilişe ve yeniden inşaya kulak vermek en akıllıca iş olsa gerektir:
"Ey inananlar, sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Elçisinin çağrısına koşun ve bilin ki, Allah, kişi ile onan kalbi arasına girer ve siz, Onun huzuruna toplanacaksınız."[142]
Zemahşerî "Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer" ifâdesini, "kalbi öldürür" şeklinde yorumlar. Kalbin ölmesiyle, onu temizleyip hastalıklardan arındırma fırsatı kaçmış olacaktır. 0 halde bu fırsat kaçmadan Allah'ın istediği şekilde kalbi temizlemek, sağlıklı ve ihlâsh hale getirmek gerekir.[143]
Ayette, Hz. Peygamber'in insanları çağırdığı ilâhî gerçeklere kulak verip icabet etmelerinin, onlara dirlik ve hayat vereceği bildirilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber, insanları; cehalet ve hurafelerin boyunduruğundan, asılsız kuruntu ve efsanelerin baskısından, beşerî dogmalara boyun eğmenin aşağılayıcılığmdan, kulların ve ihtirasların esiri olmaktan kurtaran, kalblere, vicdanlara ve akıllara can veren bir inanç sistemine çağırmaktadır.[144] Allah, hür iradeleriyle, düşünerek, tefekkür ederek, lehlerine olan; onlara onur, kişilik, hürriyet ve mutluluk veren bu çağrıya insanların henüz fırsat eldeyken ve kalbleri henüz ölmemişken olumlu cevap vermelerini istemektedir.[145]
Kalb sevginin, merhametin, nefretin, kızgınlığın, sükûnetin ve korkunun yeridir. Yüce Allah; mü'minlere, birbirlerine düşman iken iman sayesinde kalblerini birbirine bağladığını ve bu sayede birbirlerini sevdiklerini hatırlatıyor:
"Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi uzîaştırdı. Ö'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesin iz."[146]
İman sayesinde düşman kalhler arasındaki meydana gelen bu sevgiyi gerçekleştirmek için, yeryüzündekinin tümü harcansaydı yine de böyle bir sevginin tesis edilmesi mümkün olamayacaktı:
"Ve onların kalblerinin arasım uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların kalblerinin arasını uzlaştıramazdın; iakat Allah, onların arasını uzlaştırdı. çünkü 0, daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibi-
dir."[147]
Kur'ân, Hz. Muhammed'in sahabesine olan merhamet ve şefkatinden bahsedip onun katı kalpli olması durumunda etrafından dağılıp gideceklerini itâde etmektedir:
"Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılir, giderlerdi. Öyleyse onlarda kusurlarmjdan geç, onlar için mağliret dile (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah 'a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.”[148]
Ayette geçen -ks kelimesi kötü ahlâklı, s^1 -k^ ise kalbi hiçbir şeyden etkilenmeyen kişi anlamındadır.[149]
Ayette Hz. Peygamber'e ilâhî mesajı tebliğ ederken yumuşak kalbli olması istenmektedir. Çünkü elçiliğin temel gayesi ilâhî mesajı halka ulaştırmaktır. Eğer Peygamber katı kalpli ve kaba olsaydı insanlar ona sevgiyle yaklaşmaz, onun etrafında toplanmazdı. Kısa bir zaman diliminde çok sayıda insanın onun çevresinde toplanmasının ve ona iman edip ümmet olmasının bir sırrı da; onun kendilerine şefkatle ve hoş görüyle yaklaşmasında, hatalarını affetmesinde, onlarla danışarak onura etmesinde, güçsüz ve kimsesizlere yardımcı olmasında yatar. 0, kendi şahsı için sahabesine kızmamıştır, beşerî zaaflarından dolayı onlara kalbinde bir kırgınlık hissetmemiştir. Dünya malını elinde biriktirmemiş, neye sahip olmuşsa hepsini sahabesine vermiştir. Onunla konuşan, onunla diyaloga giren onun nezaketinden etkilenir ve kalbi ona karşı sevgiyle dolardı.[150]
Ayette Hz. Peygamber'in şahsında halkı yöneten idarecilere de yumuşak kalbli olmaları, yönettikleri insanlara karşı merhametli ve hoşgörülü olmaları, onlara yardımcı olmaları yönünde bir emir vardır.
Sonradan gelen imanlı nesiller, Allah'tan kendilerinden önce iman edenleri bağışlamasını ve onlara karşı kalblerinde kin bırakmamasını dilemektedirler:
''Onlardan sonra gelenler derler ki: "Rabb'imiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabb'imiz sen çok şefkatli çok merhametlisin!”[151]
Yüce Allah cennet ehli hakkında da göğüslerinde her türlü kin duygusunu çekip aldığım belirtmektedir:
"Göğüslerinden kinden (tasadan) ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdir. Altlarından ırmaklar akmaktadır. "Luttedip bizi buraya getiren Allah'a bamdolsun, Allah bizi getirme-şeydi, biz bunu bulamazdık! dediler."[152]
"Göğüslerinden kinden (tasadan) ne varsa hepsini çıkarıp atmışızdır; (hepsi) kardeşler olarak divanlar üzerinde karşı karşıya oturur (sohbet eder)ler."[153]
Şu âyette de Hz. İsa'ya uyanların kalbine şefkat ve merhametin konulduğu ifâde edilmektedir:
"Sonra bunların peşinden ardarda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu isa'yı da onların ardma kattık; ona incil'i verdik ve ona uyanları kalblerine şefkat ve rahmet (duygusu) koyduk"[154]
İsrailoğulları küfre girmeleri sebebiyle tanrı edindikleri buzağı sevgisi kalblerine kök salmıştı:
"Bir zaman üzerinize Tur (dağm)ı kaldırıp sîzden kesin söz almıştık: "Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin!" (demiştik). "Dinledik ve isyan ettik." dediler. Inkârlarıyla kalblerine buzağı sevgisi içîrildi. De ki: "Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor![155]
Kur'ân'ı dinlerken kalbin ürpermesi imanm göstergelerinden biridir:
edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Hak/Kur'ân sebebiyle kalbîerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?”[156]
İman güçlü ve sağlıklı bir iradenin ürünüdür. İmanın kalbe yerleşmesi ise Allah'ı anmayı; bu da Allah'tan korkmayı, O'na imanla sükûn ve huzur bulmayı gerektirir.
Yüce Allah vecelHen; yani korkunun kalbin derinliklerine sirayet etmesinden de sözeder. Mü'minleri nitelerken şöyle der:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman (o âyetler, onların) imanlarını artırır ve (onlar) Rab'le-rine tevekkül ederler."[157]
Alçak gönüllü, saygılı ve samimi mü'minlerin niteliklerinden biri de Allah anıldığında kalblerinin ürpermesidir:
"Onlar ki Allah anıldığı zaman kalbleri titrer. Başlarına gelene sabrederler, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz azıktan (Allah yolana) harcarlar."[158]
Ayette inanç ile amel arasında bir bağ kurulmaktadır. Allah'ın zikrinden kalbleri titreyenlerin sıkıntılara karşı dayanma güçleri artar, namazı gereği gibi kılarlar ve cimrilik yapmayıp mallarından Allah yolunda harcarlar.
Hayır işlerinde koşanlardan söz edilirken onların Rabb'lerine döneceklerini bildikleri için, bir şey yaptıklarında kalbleri ürpererek yaptıkları belirtilmektedir:
"Verdiklerini, Rab'îerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalbleri korkudan ürpererek verirler.
"işte onlar, hayır işlerine koşarlar ve onlar hayır için önde giderler."[159]
İman edip salih amel işleyenlerin niteliklerinden biri, Allah'ı zikretmekle kalblerinin huzura kavuşmasıdır:
"Onlar inanmışlardır ve kalbleri, Allah'ı anmakla yatışır; iyi bilin ki ancak Allah 'i anmakla kalbler yatışır."
"işte mutluluk ve güzel gelecek, o inanıp güzel işler yapanlarındır."[160]
Allah'ı anmak, zorluklara karşı direnme gücü verir. İslâm'ın ilk günlerinde müşriklerin eziyetlerine göğüs germek için Yüce Allah NeM'sine şöyle buyurmuştur:
" Rabb 'inin adını an ve bütün gönlünle O'na yönel"
"(0) doğunun ve batının Rabb'idir. O'ndan başka tanrı yoktur. Yalnız O'nu vekil tut."
"Onların dediklerine sabret ve güzelce onlardan ayrıl."[161]
Allah'ın zafer vadiyle de mü'minin kalbi mutmain olur, huzura kavuşur. İnanan insan, elinden gelen gayreti sari ettikten sonra Allah gaybî yardımlarını gönderir. İşte bedir savaşında güçlü düşmana karşı koyabilmek için her türlü tedbire başvuran Hz. Muhammed (s.a.s.), en sonunda Allah'ın yardımını talep etmektedir.[162] Hz. Peygamber'in bu duasını kabul eden Yüce Allah, melekler göndermek suretiyle maneviyatlarını güçlendirmekte ve yüreklerine cesaret vermektedir:
"Evet, sabreder.korunursamz; onlar hemen su dakikada üzerinize gelseler, Rabb'iniz size akın akın gelen beşbin melekle yardım eder".
"Allah bu (yardım va'di)ni sırl size müjde olsun ve kalbleriniz bununla güven bulsun diye yaptı. Yardım, yalnız, daima gâlib, hüküm ve hikmet sahibi Allah katındandır.[163]
Kalb sevginin yeri olduğu gibi korkunun da yeridir. Allah, ortak koştuklarından dolayı kafirlerin kalblerine korku salar:
"Allah'ın, kendilerine hiçbir güç, (haklarında hiçbir delil) indirmediği şeyleri, Allah'a ortak koştuklarından dolayı inkâr edenlerin kalblerine korku salacağız/ gidecekleri yer de cehennemdir/Zalimlerin varacağı yer, ne kötüdür.[164]
Uhud savaşı münasebetiyle inen[165] bu âyetin hükmü geneldir. Kâfirlerin kalbinde hep korku vardır. Dünyanın en büyük silahlarına da sahip olsalar, iman gücünden yoksun oldukları için endişe ve kaygı içindedirler. Büyük cüsselere sahip güçlü insanlar görünümünde olsalar bile duvara yaslanmış kütükler gibi kof ve boşturlar:
"Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider (çünkü gösterişli adamlardır), konuşsalar sözlerini dinlersin (sözlerini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) onlar dayatılmış odunlar gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının, Allah onları kahretsin, nasılda (Hak'tan) döndürülüyorlar?[166]
Allah'a ve Rasûlü'ne karşı çıktıkları için, Bedir savaşında sayı ve silah donanımı bakımından çok daha güçlü olmalarına rağmen[167] müslümanlarla karşı karşıya gelen müşriklerin kalbine korku girmiş ve büyük bir yenilgiye uğramışlardır:
"Babb'in meleklere vah/ediyordu ki: "Ben sizinle beraberim, siz inananları pekiştirin; ben inkâr edenlerin yüreklerine korku salacağım; vurun (onların) boyunların (m) üstüne, vurun onların her parmağına!"
"Böyle (olacak), çünkü, onlar Allah'a ve Elçisine karsı geldiler. Kim Allah'a ve Elçisine karşı gelirse muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur."[168]
Hz. Peygamber ile yaptıkları anlaşmayı bozan Kurayza Yahudilerinin[169] kapıldıkları korku ise şöyle ifâde ediliyor:
"Kitab ehlinden onlara yardım eden (Kurayza yahudi)lerini de kalelerinden indirdi ve kalblerine korku düşürdü. (Onlardan) bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz."[170]
Müslümanlara hainlik edip anlaşmayı bozan Beni Nadir
Yahudileri[171] de, korkudan ne yapacaklarını şaşırarak kendi evlerini kendi elleriyle tahrip etmişlerdir:
nKitab sahiplerinden inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından O çıkardı. Siz onların çıkacaklarım sanmamıştınız. Onlar das kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Allah onlara ummadıkları yerden geldi, yüreklerine korku saldı; öyle ki evlerini kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ey akıl sahipleri ibret alın"[172]
Kıyamet gününde hesap verilip cezanın belirlendiği ve cehenneme girilmek üzere bulunulduğu en acı zamanda yürekler korkudan gırtlaklara dayanır:
"Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o gün) yürekler, (korkudan adeta yerinden sökülüp) gırtlaklara dayanmıştır; (kederlerini) yutkunur dururlar. Zalimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir aracıları yoktur"[173]
Naziat sûresinde de anlatılan kıyametin kopuş sahnesinde korkudan titreyen kalblerden söz eder:
"O gün o deprem sarsar. * Ardından başka bir deprem gelir. * O gün bazı yürekler çarpar"[174]
Kalblerin kapıldığı bu korku, hesabın verilmesi ve cezanın belirlenmesi ile son bulur:
"O'nun huzurunda, O'nua izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince (birbirlerine): "Rabb'iniz ne buyurdu?" derler. "Hakkı (buyurdu)" derler. O, yücedir, büyükfür."[175]
Medine dahilinde Kurayza Yahudilerinin desteklediği Arap müşriklerinden toplanan güçlü ordular Medine'yi muhasara altına tuttuklarında,[176] mü'minlerden kimileri korkudan dehşete kapılıp gözleri yerinden fırlayacak ve yürekleri gırtlaklarına gelecek duruma gelmişti:
"Hani onlar üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi. (Gatalan vadinin üst yanından, Kureyş alt yanından gelmişti), gözler (şaşkınlıktan Ötürü yerinden) kaymış, yürekler (korkudan) hançereîere dayanmıştı. Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz![177]
Kimi zaman korku ölüme bile neden olabilir. Medine'de bozgunculuk yapmak ve Müslümanlar arasında fitne çıkarmak için Dırar Mescidi'ni inşa eden münafıkların[178] kalblerinîn kaygıdan parçalanacağı belirtilmektedir:
" Kaptıkları bina, kalbleri parçalan m caya dek yüreklerinde bir kuşku olarak kalacaktır. Allah bilendir, büküm ve hikmet sahibidir."[179]
Allah anıldığında ahirete inanmayanların kalbleri sıkılır ve Allah'ın zikrinden yüz çevirir:
Allah, (onların tanrılarından ayrı olarak) tek başına anıldığı zaman; abirete inanmayanların kalbleri ürker. Ama O'ndan başka (tanrı)lan da anıldığı zaman, hemen sevinirler"[180]
Kızgınlık ve öfke de kalbin derinliklerinde yer alır. Allah'ın düşmanlarına karşı savaşa teşvik edilen mü'minlere şöyle seslenmektedir:
''Onlarla savağın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azab etsin, onları rezil etsin, sizi onlara üstün getirsin ve inananlar toplumunun göğüslerine şifa versin;
" Yüreklerinin öfkesini gidersin. Allah, dilediğinin tevhesini kabul eder Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.[181]
Yahudi ve münafıklar gerçeği bulma noktasında akıllarını işletmediklerinden ve sapmaktan kendilerini kurtaracak bir iradeye sahip olmadıklarından kalbleri dağınıktır:
"Onlar toplu olarak sizinle sava§amazîar, ancak müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından (sizinle savaşmak isterler). Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, ama onların kalbleri dağınıktır. Böyledir, günkü onlar düşünmez bir topluluktur."[182]
Kalb taassubun, öfkenin ve bağnazlığın da kaynaklandığı yerdir. Yüce Allah câhiliye insanının içine girdiği taassubu şöyle dile getirmektedir:
Ozaman inkar edenler, kalblerine taassubu, câhiliye taassubu ve gayretini koymuşlardı, Allah da Elçisine ve mü'minîere huzur ve güvenini indirdi; onlara takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah, har şeyi bilendir."[183]
Câhiliye taassubundan kaynaklanan bu gayret ve şecaate karşılık mü'minlerin gösterdikleri kahramanlık ise, kalblerin derinliklerinde yerleşen imanın bir yansımasıdır. Nitekim Bedir savaşında sıkıntılara karşı direnen mü'minlerin kalblerine cesaret kök salmıştı.[184]
Hasret ve üzüntü de kalbten kaynaklanır. Şu ayette savaşa gidip ölenler için, gitmeselerdi ölmezlerdi diyenlerin bu düşünceleri kalblerinde hasret ve dert olacağı belirtilmekte-dir:
"f/ inananlar, siz inkâr edenler ve yeryüzünde sefere, ya da savaşa çıkan gazi kardeşleri için: "Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve vurulmazlardı." diyenler gibi olmayın. Allah, onların bu düşünce ve sözlerini, kalblerine dert yapar. Yaşatan da, öldüren de Allah 'tır. Allah, yaptıklarınızı görmektedir."[185]
Kalb yaptığı bir takım yanlışlardan dolayı haktan sapar. Bu durumda tevbe etmesi gerekir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in iki hanımına kalblerinin haktan sapıp günaha girdiği[186] için tevbe etmelerinin gereğim bildirmektedir:
Allah'a tevbe ederseniz, kalbiniz gerçekten haktan sapmı§ti (tevbe etmeniz gerekir). Ve eğer peygambere karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve müminlerin iyileridir. Ayrıca melekler de ona arkadır."[187]
Kimi Kur'ân kıssalarında kalhe hitap edildiğini görmekteyiz. Örneğin büyük ölçüde peygamber kıssalarının anlatıldığı Enbiya sûresi, kıssalara giriş mahiyetinde önce kalbleri uyaran, onları ürperten bir hitapla başlıyor:
"İnsanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hala gaflet içinde yüz çevirmektedirler"[188]
Daha sonra Hz. Muhammed'in kavminin kendisine inanmadıkları, oysa onların şan ve şereflerini yüceltecek bir Kitab'la kendilerine geldiği belirtilmekte ve Allah'ın zalim topluluklar hakkındaki genel yasası, kalbleri ürpertecek şekilde şöyle ifâde edilmektedir:
" (Halkı) zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik."
"Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı."
"(Boşuna) kaçmayın, (bol bol verilip) içinde şımartıldı-'ğmız (nimetler)e ve yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz!"
"Eyvah bize, dediler, gerçekten biz (nefislerimize) zul-medenlermişiz!"
"Bu mırıldanmaları sürüp giderken biz onları, biçilmiş (ekin gibi) yaptık, sönüp gittiler."[189]
Zalimler hakkında söylenen bu sözler, en katı kalbleri bile harekete geçirecek bir üslûp içerisinde serdedilmiştir. Ayetlerde kullanılan üslûp ve yapılan tehdit, duygu grafiğini alabildiğince yükseltmektedir. Bu ürkütücü ikazdan sonra geçmişten hâle bir geçiş yapılmaktadır.[190] Göklerin yaratılışına ve kıyamete dikkat çekilmekte, Allah'ın birliği, eşsiz ve müieal olduğu, bu gerçeğin bütün peygamberlere indirilen vahyin özünü teşkil ettiği, bütün peygamberlerin aynı gerçeği dile getirdikleri, fakat kalbleri sağır olanların bu çağrıyı işitmedikleri ve geçici hevesler peşinde koştukları belirtilmektedir.[191]
Kur'ân, hastalık ve bozukluklardan arınmış sağlıklı kalH\en bahsetmektedir. Bu tür kalb, nefsî ve ruhî hastalıklardan uzaktır. Böyle bir kalbe sahip olan insan mutludur, huzurludur, Allah'ı anmaktan hoşlanır, kötülüklerden, ahlâksızlıktan ruhsal zaaflardan uzaktır. Allah'la arasındaki perdeler kalkar, O'ndan alıkoyan her şeyi terkeder. Olay ve hadiselerden dersler, ibretler alır.[192] İşte Kur'ân her türlü hastalıktan arınmış kalbe, selim kalb adını vermektedir:
"ibrahim de onun (Nuh'un) kolundan idi. Zira tertemiz bir kalb ile Rabb'ine gelmişti"[193]
Selim kalb, temizliğin, duruluğun, arınmışlığın, samimiyet ve dürüstlüğün ifadesidir. Bu bozulmamış kalbe sahip olan kişi, insanî yaradılışa ve karaktere aykırı olan şeylere meyletmez, onlardan tiksinir, İşte Hz. ibrahim de kavminin putlara tapmasını insan onuruna, aklına ve vicdanına aykırı gördüğünden ve içine sindiremediğinden onlarla mücadele etmiş, temiz kalbindeki güçlü imanla her türlü baskı ve zorlamalara göğüs germiştir, Ateşe atıldığında dahi bu temiz kalbiyle Rabb'ine yöneldiğinden, Rabb'i onu yalnız bırakmamış ve müşriklerin işkencesinden onu kurtarmıştır.
Başka bir ifâdeyle selim kalb, fıtrat üzere kalan, dış etkenlerden dolayı safiyeti bozulmayan kalbtir. İslâm'a fıtrat dini denilmesi de, kalbi bozulmayan insanların onu kabul etmeye yatkın olmalarından ve onunla kendilerinde bir bağ, bir yakınlık ve aşinalık hissetmelerinden dolayı olsa gerektir:
"Sen yüzünü, Allah 'ı birîeyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah 'm yaratması değiştirilemez, işte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler."[194]
Fıtratı bozulmamış sağlıklı kalb, karanlığı aydınlatan bir ışık mesabesinde olup hakkı ve doğruyu bulmanın kaynağıdır. Nitekim Hz. Peygamber'e nelerin helâl ve nelerin haram olduğunu soran birine; müftülerin aksini söylemelerine rağmen kalbin huzur bulduğu şeylerin iyi, hoş görmediği şeylerin ise kötü olduğunu bildirmiştir.[195]
Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna selim bir kalble gelmenin dışında fayda verecek başka bir şey yoktur:
"O gün ki, ne mal, ne de oğullar fayda vermez. Ancak Allah'a (küfür ve nifak hastalıklarından korunmuş) sağlam ve temiz kalb getiren (fayda görür).[196]
Kalb, vücudun ana merkezi konumunda olduğu için insanın kurtuluşu sağlıklı kalble endekslenmiştir. Çünkü kalb sağlam olduğunda diğer organlar da sağlam olur, bozulduğunda diğer organlar da bozulurlar.[197] Kıyamet gününde Allah'a yönelip teslim olan, O'nun dışındaki ilahlardan yüz çeviren samimi ve her türlü hastalıktan, şehevî ihtiraslardan arınmış, Allah korkusundan ürpen bir kalbin dışında insana fayda verecek başka hiçbir şey yoktur.
Katade, İbn Zeyd ve müiessirlerin çoğuna göre selim kalh'\en amaç, ilâhî dine karşı kuşku ve şirkten kurtulan kalbtir. Günahlardan uzak kalmak ise hiçbir kalbin yapamayacağı bir iştir.[198] Said b. el-Müseyyeb'e göre selim kalb sağlıklı olan kalbdir, bu da mü'minin kalbidir. Münafık ve kâfirin kalbi ise hastalıklıdır. Çünkü Allah onlar için "Onların kaîblerinde hastalık vardır."[199] diye buyurmuştur.[200] Hasan el-Basrî'ye göre ondan amaç, mal ve evlad âfetinden kurtulan kalbdir.[201] Zemahşerî'ye göre ise selim kalb, küfür ve günah âfetinden kurtulan kalbtir.[202] Razî, "Selim kalb, nefsin cehaletten ve onur kırıcı kötü huylardan arınan kalbdir."[203] demekle yukarıdaki bütün görüşleri içeren genel bir tanımlama getirmiştir.[204]
Kur'ân, Allah'a yönelip teslim olmuş kalbi, münih diye de anmaktadır. Münib kalb. Hakka teslim olan, emirlerine riâyet eden, görmeden Rahman'ın ürpertisini duyan ve günahlardan' dönüp O'na yönelen kalbtir.[205] Yüce Allah bu tür kalbe sahip olanlara cennete girmeyi vaad etmektedir:
"Görmeden'Rahman a saygı gösteren ve (Hakka) dönük bir yürek getiren herkese (cennet mükafatı vardır).[206]
Allah'a dönmenin belirtileri arasında; O'ndan korkup emirlerine karşı gelmemek, namazı kılmak, şirk koşmamak ve Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmamak vardır:
" Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı küm ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın."
"(O ortak koşanlardan olmayın ki onlar) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanmda-kiyîe sevinÇıp övû'njm ektedir."[207]
Allah'ı anma; kalbi titretir, yumuşatır, daha sonra da onu sükûnet, ferah ve huzur ile doldurur. Kur'ân'a göre kalblerin sükûn bulup huzura kavuşması ancak Allah'ı zikirle mümkündür. Allah'ın dışında neye yönelirse yönelsin, hangi dünyalık, makam ve mevki elde edilirse edilsin kalbin doyuma kavuşması, onunla yetinip daha ötesini istemekten geri kalması, mümkün olamaz:
"Onlar inanmışlardır ve kalbleri Allah'ı anmakla yatı-§ır; iyi bilin ki ancak Allah '1 anmakla kalbler yatı§ır"[208]
Manevî hastalıklardan arınmış bir kalb, insanı ilâhî hakikatlerle karşı karşıya getirmenin yanı sıra, eşya ve olayların tetkikiyle varlık ve oluşun seyrini manalandırma-da, gerisindeki hikmeti anlamada, olay ve hadiselerde sebep sonuç ilişkisini bulmada da güvenilir rehber olur.[209] Bu dereceye ulaşmamış kalb ise acelecidir, her şeyin bir anda geçekleşmesini ister. Bütün zevklere, doyumlara bu dünyada ulaşmaya çalışır.[210] Fakat dinî inançtan, dini yaşamaktan
Allah sevgisini elde etmekten başka hiçbir makam, servet varlık veya arzuya ulaşma insanı tatmin etmekten uzaktır. Metafizik hazzm dışında ulaşılan hiçbir şey insan gönlünün ve ruhunun özlemini gideremez, onun hırsını durdurup doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Dünya âdeta deniz suyu gibidir. Kim ondan daha fazla içerse daha fazla susar. Dünyada elde edilen her makam, bir üst makama olan hırsı artırmaktan başka bir şeye yaramaz. Malik b. Dinar'a atfedilen şu söz bu hususu veciz bir şekilde ifâde etmektedir: "Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır."[211] Eğer bir insanın kalbine dünya sevgisi yerleşmiş, taht kurmuşsa artık kılınacak namazın, tutulacak orucun ve yapılacak diğer ibadetlerin de o insana herhangi bir haz vermesi söz konusu olmaz. Böyle bir insanın yapacakları ibadetler onun şahsî menfaatlerine göre şekillenir. Şahsî menfaatleri, ibadet etmesini gerektiriyorsa ibadet eder; terk etmesini gerektiriyorsa hiç çekinmeden terk eder.
İşte dünya sevgisinin kök saldığı kâfir ve gafil kalbler, bu dünya hayatında ne kadar yüksek makamlar elde etseler etsinler, ne kadar mal, mülk, eş çocuk sahibi olsalar olsunlar yine de huzursuzluktan, mutsuzluktan kurtulup doyuma ve kalb huzuruna kavuşamazlar. Fakat kalb; ilâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün amaç ve hedeflerin, bütün işlerin Allah'ın rızasına varmada son bulduğunu anlar ve bundan daha büyük bir makam ve mevkiin ancak O'na yaklaştırdığı oranda değer kazandığının şuuruna varır.
Allah'ı anan kalb her türlü endişeden uzak, sağlıklı, tatmin olmuş, huzur bulmuş ve doygunluğa ulaşmışken; Allah'tan habersiz olan kalb ise inkâr, şüphe, kuruntu, kaos, korku, tedirginlik ve hasret içinde bocalayıp durmaktadır.[212]
Allah'ı anmaktan yüz çeviren ve arzuların esiri olan, doğal olarak aşırı ve dengesiz davranacak, kendini helake sürüklediği gibi peşinden gidenler de yoldan çıkıp helak olacaklardır:
"Kalbini bizi anmaktan alıkoyup nefsinin arzusuna uyan ve işi bep aşırılık olan kişiye itaat etme"[213]
Böyleleri kıyamete inanmayan ve kibir taslayan inkarcılardır:
" Tanrınız bir fek Tanrıdır. Ama ahrete inanmayanların kalbleri inkarcıdır, onlar büyüklük taslarlar."[214]
Tabiat boşluğu kabul etmez, içinde Allah inancı olmayan kalbin içi de boş kalmaz; o, mutlaka bencillik, inkâr, mal ve makam sevgisi, şehvet gibi başka bir şeyle dolacaktır. Allah'ı unutan kalb, şehevi arzulara ve insanın kişiliğini zedeleyen şeylere yönelir. Ama içinde Allah inancı ve sevgisi olan bir kalbte bu gibi hastalıkların yeri olamaz. Onun için Kur'ân'da Allah'ın çokça anılması, teşbih ve hamdedilmesi istenmektedir:
"Ey inananlar, Allah'ı çok anın. Ve O'nu sabah aksam teşbih edin."[215]
"Öyle ise akşama girdiğiniz zaman da, sabaha erdiğiniz zaman da teşbih. Allah 'mdır (O'nun şanının yüceliği anılır.)"
"Göklerde Ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zaman da hamd, O'na mahsustur."[216]
Kalb Allah'ı zikretmekten geri durunca ona kötü duygular üşüşür, hayırdan uzak kalan kalbin kötülükler tarafından istila edilmesi de kaçınılmazdır. Onun için âyetlerde sürekli Allah'ın anılması emredilmektedir. Allah'ı sürekli anan bir kalbin dünyaya ve şehevî arzulara dalması imkânsız olduğu gibi, kurtuluşunun da garantisi sayılabilir:
"Rabb'ini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, gafillerden oima!”[217]
Zikrin anlamı, insanın bütün hayatını Allah'ın istediği doğrultuda düzenlemek, her şeyi Allah adına ve Allah için yapmak olduğunu söyleyebiliriz. Allah'ı zikreden bir kalp ne dünyaya taparcasına yönelir[218] ne de kötülükleri işlemeye çalışır.[219] halde Allah'ı zikretmek, binlerce kez teşbih çekerek Yüce Allah'ın isimlerini tekrar etmekten ibaret değildir. İnsanın her an Allah'ın murakabesi altında olduğunu, yaptığı her şeyin Allah tarafından gözetildiğini hissetmek, iyilikleri yapıp kötülüklerden kaçınmak en büyük zikirdir. Allah'ı gerçek anlamda zikretmenin bir göstergesi de insanın kazandığı maldan infak etmesidir:
"£y inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır."
"Biriniz kendisine ölüm gelip de: "Rabb'im (ne olur) beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!" demeden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın."[220]
Zengin insanın malından intak etmeyip sabah akşam vird çekmesinin herhangi bir değeri olamaz. İnsanı kurtaracak zikir, onu hayırlı ve iaydalı şeyler yapmaya sevk eden zikirdir.[221]
Kur'ân, kalbin görevini layıkıyla yapmasını engelleyen hastalık (o^j^)'tan bahsetmektedir. Kalb nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir. Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu bulmasını engeller. Günah kirleri kalbte artıkça daha şiddetli hastalıklara yakalanır; bunların'en tehlikeli olanları nifak ve küfür hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi; başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalb kararması artıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalb gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye düşen kalb Allah'ın zikri karşısında duyarsız hale gelir, olay ve hadiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz. Geçici dünya zevkleri peşinde koşar, günah bataklığının dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür kalbe sahip olan insanlar, sadece baş gözüyle görür ve sadece baş kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan ibaret olduğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler. Artık bu insanların rehberi akıl değil, heva ve nefsî arzulardır.
Kalb kirliliği derece derecedir. Kimi kalb kirliliği hafiftir. İnsanın günlük hayatında yaptığı rutin ibadetlerle temizlenir. Bunlar kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler gibi hafif kirlerdir."[222]
Yüce Allah, sahabenin Hz. Peygamber'e kar§ı olan ilişkilerini belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımlarından bir şey isteyecekleri zaman bir perde arkasından sormalarını, bunun her iki tarafın kalbi için de daha temiz olduğunu bildirmektedir:
"Ey inananlar, (rastgele) peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin, çağrıldığınız zaman girin; yemeği yeyince dağılın, (birbirinizle veya ev halkı ile) söze dalmayın, günkü bu (hareketiniz) peygamberi incitiyor, takat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakiki söylemekken utanmaz. Onlardan (yani peygamberin hanımlarından) bir §ey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbleri iğin daha temizdir."[223]
Yukarıdaki âyette Hz. Peygamber'in hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin kalb kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan kaçınmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesaleli durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle kadınların birbirlerine karşi bir meyli vardır.
İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bunun karşılıklı rızaya dayanan meşru evlilikler yoluyla yerine getirilmesini istemiştir. İslâm'da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir Ae/iz/sahası vardır.
j Kur'ön'da Hz. Peygamber'in hanımlarına da hitap edilerek, yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir eda ile konuşmamaları gerektiği, çünkü yumuşak bir eda ile konuşmaları halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir:
"Ey peygamber kadınları siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.- Eğer (Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir eda ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi, (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!'[224]
Ayetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı erkekle konuşmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.[225] Ancak böyle bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin ilgisini çekemeyscek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda bir yumuşaklık, konuşmasında kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin duygularını tahrik edecek, hasta kalbleri ümitlendirecek ve nefsî arzulan heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.
Kalb kirliliğinin en kötüsü nifak ve küîür kirliliğidir; çünkü bu, insanın cehennem azabına çarptırılmasını gerektirir ve bu kişilerin affedilmesi de söz konusu olmaz:
"Ey Elçi, ağızlarıyla "inandık" dedikleri halde kalbleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahudiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar: "Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!" derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalblerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azab vardır."[226]
Âyette anlatılanların kalbleri, en kötü addedilen bir pislikle kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi iradeleriyle küirü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da kalblerini temizleyip onları bağışlamaz. Aksine kalb kirliliklerine kirlilik ekler, çünkü onlar iradelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar:
1 Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklannı arttırmıştır Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azab vardır "[227]
Bu âyet, tf/Mtan bir kalb hastalığı olarak bahsetmektedir. Çünkü kalb aynı zamanda dönekliğin, değişkenliğin, inkârın ve gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalb, hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalb, görevini layıkıyla yerine getirmediğinden cehennem azabını hak eder. Çünkü şüphe pençeleri iman derisine takıldığında onu param parça eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azaba girer. Kuşku ve desiselerin, kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir engel teşkil eder.[228] Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar:
"Onlara: "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın," dendiği zaman: "Biz sadece düzelticileriz," derler, iyi bilin ki, onlar bozgunculardır; lakat anlamazlar."[229]
Diğer bir âyette, Ku'rân'ın bir sûresi indiğinde kalblerinde hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak Ölecekleri bildirilir:
"Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu), onların pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâ/ir olarak ölürler'[230]
Isfehânî'in belirttiğine göre, kalb inançların tarlası konumundadır. Kalbteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Allah'ın Kelâm'ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği gibi, Kur'ân'ın da aynı şekilde kalblerde kök salan inançlar üzerinde etkisi iarklı olur.[231] Şu âyet buna işaret eder:
"Güzel olan ülkenin bitkisi, Rahb'inizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz."[232]
Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsü-dür. Kalblerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir olarak ölmelerine de neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî muhakemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır:
"Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azabı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanların üzerine kor.”[233]
Yüce Allah küfür ve nifakı rics/pislik olarak nitelendirdiği gibi, münafıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik işleye işleye bizzat kendileri de pislik ^olurlar:
"ıSfe yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçesiniz diye Allah 'a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir."[234]
Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar; Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder, Allah'ın Peygamberinden şüphe eder, mü'minlerden ve onların iyi niyetli fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Onun nazarında bilginin ve marifetin kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Mü'minle mü'min, kâfirle kâfir görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır.[235]
Münafıkların ahiret inancı olmadığı için ölmekten korkarlar, bunun için savaşa gitmek istemezler:
"Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalbleri kuşkuya düşmüş ve şüphelen içinde bocalayıp duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler."[236]
Münafıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce Allah'ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar Örülür ve artık rahmet kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur:
"O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü'minlere derler ki: "Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım." Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın/" denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azab."[237]
Kalblerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de gelecekten kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm'ın zayıflamasından, müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâfirlerin güçlenip hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda kâfirlerden kendilerine bîr zarar gelmemesi için onlarla diyalog kurarlar. Bununla sözde bir darlık zamanında müslümanlura fayda sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamberin başarısından ve İslâm dininin getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.[238] İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalbliiere bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O'nun Peygamber ve müslümanlan fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların da içlerinde gizledikleri bu korku ve endîşelere pişman olacaklarını bildirmektedir:
"Katilerinde hastalık bulunanların: "Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz/" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar"[239]
Hasta kalbiler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar. Bir avuç nmminin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından çok üstün olan düşmana karşı savaşmalarına bir mana vermeyip onların güçlü imanlarından aldıkları cesaret ve gücü anlamakta zorluk çekerler:
"Münafıkfar ve kalbferinde hastalık bulunanlar (sizin için); "Bunları dinlen aldatmış," diyorlardı. Oysa, kim Allah'a dayanırsa şüphesiz, Allah, daima gâlib hüküm ve hikmet sahibidir"[240]
Münafıklar ve kalb hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar:
"Münalıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler: "Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu." di-yordu."[241]
Münafıklar, zahiren müslüman fakat içten kâfir oldukları için bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalblerindeki hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler:
"Andolsun, iki yüzlüler, kalblerinde hastalık bulunanlar, §ehirde kötü haberler yayanlar (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni onların üstüne süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmam sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler."[242]
Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sıkıntılarla sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş gerçek mü'minle kalbinde hastalık olan münafığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır. Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalbliler tıpkı ölmek üzere olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar:
"inananlar: "(Cihad hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kaİbîerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını gprürsün. O da onlara daha uyaundur."[243]
İmanın kalblerinde kok saldığı Müslümanlar, vahye olan özlemlerinden ve Allah yolunda cihat etmeye can atmalarından dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı. Mü'minler, bir an önce savaş izninin verilmesini istemekteydiler.[244], Müslümanların arasında olan hasta kalbliler ise böyle bir dertleri olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama onlar tehlikenin olmadığı durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı. Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü'minlerle münafıklar birbirinden ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden önce mü'minlerle münafıkların görünüşte aralarında herhangi bir fark görülmemekteydi. Mü'minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanlarından bir eser kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka bir âyette münafıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir:
"Kendilerine: "Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı küm, zekatı verin!" denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar: "Rabb '/'-miz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir sureye kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?" dediler. De ki: "Dünya geçimi azdır, korunan için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez."[245]
Kalb hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedirginliktir. Bu hastalığa müptela olanlar, kendilerini ölçü aldıklarından dolayı, başkasına reva gördükleri şeylerin başkaları tarafından kendilerine de yapılacağından endişe duyarlar. İçlerine kök salan bu endişeyi Allah ve elçisi hakkında hile duyarlar:
"Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Elçisine çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirirler/'
"Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek, gelirler".
"Kalbîerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zalimlerdir."[246]
Son âyette Allah ve Resulünün verdiği kararlardan yüz çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir:
"Kalbîerinde bir hastalık mı var derken soru sormaktan ziyâde kalbîerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescü edilmektedir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması beklenen bir husustur. İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa düşmesi mümkün değildir. Kalb hastalandığında, onun iman gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi beklenemez.
İkindi soruda Allah ve Elçisinin kendilerine haksızlık etmelerinden kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde edilmektedir.
Ügüncü soruda ise bu psikoza yakalananların içine girdikleri tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin yaratıcısı ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah'ın haksızlık yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah'ı gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı yersiz bir yargı olsa gerektir.
Ayetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zalim oldukları vurgulanmaktadır. Çünkü kalblerine iman yerleşme-yenlerin ve kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini onlardan göstermeleri, böylece bir takım avantajlar elde etmeleri, insanın kendi onurunu hiçe saydığından ve kişiliğini zedelediğinden dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü'min olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman topluluğuna da haksızlık yapılmaktadır.[247]
Hasta kalbliler Şeytan fitnesine yaltaklık ederler:
"(Allah, böyle yapar ki) şeytanın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; elbette (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler."[248]
Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalbliler için bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü hastalık kalblerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat kalmadığından sağlıklı düşünemezler.[249]
Zeyğ kelimesi, doğru istikametten ayrılıp iki uç noktadan birine sapmak anlamına gelir.[250]
Kur'ân kalbin illetlerinden biri olarak zeyğien; yani haktan sapıp batıl ve sapıklığa yönelmekten[251] de söz ediyor. Kur'ân'ın muhkem âyetlerini bırakıp ard niyetle yorumlamak ve fitne çıkarmak için müteşabih âyetlerin ardına düşenler denge noktasından sapanlardır:
"Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı âyetleri muhkemdir (ki) onlar Kitab'm anasıdır. Diğerleri de müteşabib (birbirine benzeyen, bundan dolayı çeşitli anlamlara gelebilen)dir. Kalblerinde eğrilik olanlar, ütne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun müteşabih âyetlerinin ardına düşerler.”[252]
Kalblerinin zeyğ/sapma yeri yapılması, onların hidâyete giden yola girmemeleri, şer ve fesat üzere ısrar etmelerini vurgulamak içindir. Kalblerinde hastalık olanlar, manaları açık muhkem âyetlere başvurmadan, değişik anlamlara gelebilen müteşabih âyetlerin ardına düşmekte; fitne ve fesat çıkarmak amacıyla hiçbir esasa dayanmadan bilgisizce onları yorumlamaktadırlar. Oysa bu tür âyetleri sağlıklı bir şekilde yor umlay ab ilmek için sağlam bir inanca ve derin bir bilgiye sahip olmak gerekmektedir.
İlimde derinleşenler ise kalblerinin haktan sapmaması için Habb'lerine dua ederler:
"Babb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi eğriltme, bize katından bir rahmet ver, şüphesiz sen çok ba-ğış yapansın"[253]
Hidâyete ulaşan gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı hidâyetin, içine düştüğü bunalım ve ruhî sıkıntıdan sonra Hakk'a varmanın ku'"tira kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun mutlıiuk ve esenliğine kavuşmanın değerini daha fazla anlamakta ve kir daha o çirkef hayata dönmemek için Rabb'ine y;lv<"rıP yakarmaktadır.
Rivâyste 0°re ^z- Peygamber "Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım, ^İbinıi dininin üzerine sabit kıl diye dua eder sonra da '~°ftûbb'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi eğr^me> ffJze katından bir rahmet ver, şüphesiz ıf 0Pansm" âyetini okuyordu.[254]
ygcmi'e eziyet edip haktan sapanların kalbleri de sapar:
"SirZCTj{in Musa, kavmine: "Ey kavmim, benim, Allah'ın size gca*tfdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsmyj" demişti Onlar (doğruluktan sapıp) eğriiince Allah da folblerini eğriltti. Allah, yoldan çıkanları doğru yola iletmez.”[255]
Hz. Musfl kavmine Allah'ın elçisi olduğuna dair ilzam edici güHij jelilleri ortaya koymasına rağmen, kötülüğü seçen kavmi sapmıŞ- ^an aa onların sapıklığım artırarak kalblerini hidâyet için elverişsiz hale getirmiştir. Çünkü onlar tercibleri11* sağduyudan ve akl-ı selimden yana değil nefsî arzularına ve kötülükten yana kullanmışlardır.[256]
Savaşa çağrılan bazı mü'minlerin kalbleri neredeyse imandan sapmış olacaktı:
Andolsun Allah, Peygamberi ve o güçlük saatinde ona uyan Muhacirleri ve Ensarı atletti. O zaman içlerinden bir kısmının JÇalbleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir."[257]
Rivayetlerde bu âyetin Tebük seferi hakkında indiği belirtilmektedir.[258] Taberî bu âyetin tefsirinde şöyle der: Ayette geçen "güçlük saatinde'âen kasıt, mal, binek, yiyecek ve su bakımından çekilen sıkıntıdır. "O zaman içlerinden bir kısmının Kalbleri kaymağa yüz tutmuştu." ifadesi de şu anlamdadır: onların kalbleri neredeyse haktan sapacak, Allah'ın dininden kuşkuya düşecek, savaş ve seferlerinde çektikleri sıkıntı ve zorluklardan dolayı içlerini şüphe kaplayacaktı.[259]
Bir diğer bozulma da lehv, yani boş ve anlamsız arzulara saplanmadır.[260] Kur'ân; lehvi, gafletle aynı paralelde bir bozukluk olarak göstermektedir:
"insanların hesapları yakîa§tı, fakat onlar hala gailei içinde yüz çevirmektedirler."
"Kendilerine Rab'lerinden gelen her yeni ikazı mutlaka eğlenerek dinlerler."
"Kalbieri eğlencededir. O zulmedenler, aralarında §a konuşmayı gizlediler; "Bu (Mubammed) de sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?[261]
Boş ve anlamsız arzulara saplanan kalb, her tür âyet ve delil önüne serilse de gailet içinde bocalayıp duracaktır. Bu tür bir kalbe sahip olanlar, Kur'an'ın inen her âyetim alaya alarak dinlerler. Kalbieri tefekkür ve düşünmekten uzak gaflet bataklığında bocalamaktadır. Sağlam bir inanca dayanmayan boş kalbler, ciddiyet, vakar ve sorumluluk duygusundan da uzak bilinçsiz bir şekilde dünya meşgaleleri içinde kaybolup gider. Hasta kalbli bu tür insanlar, nüzul asrında oldukları gibi her asırda bulunurlar. Günümüzde de Kur'ân ayetleri karşısında lakayt kalan, onları hatife alıp alay eden nice ölü ve taşlaşmış kalblere sahip insanlar vardır. [262]
Kalbin kasveti, sertleşmesidir. Bu ifade taşın kasvetinden alınmıştır. Kâfirin kalbi, sertliğinden ve öğütlere karşı
duyarsızlığından dolayı, taşa benzetilmiştir.[263]
Kur'ân kalb katılığından çokça bahseder ve onun insanın, güzele, iyiye, sonsuz mutluluğa ve hakikate giden yolu tıkayan bir bela olarak gösterir: "Yazıklar olsun kalbi kasvetle Allah 'ı anmaya karşı dolmuş olanlara."[264] Kalb hastalıkları tedavi edilmezse kalb katılaşır, içinde şefkat ve merhamet duygulan ölür, sadece kötü düşüncenin, bozgunculuğun ve fesadın yeri olur. Ariık öğüt ve nasihatler kendisine etki edemeyecek kadar taşlaşmıştır. Ka\b, kasvetini azdıran en büyük etken sonu gelmeyen istekler, emeller, hırslar ve tutkulardır:
"inananlar için hala vakit gelmedi mi ki kalbieri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duysun ve bundan önce kendilerine Kitab verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalbieri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?[265]
Yukarıdaki âyet, önce mü'minlere gönüllerini arındırıp parlatmadıkları takdirde kalblerinin paslanacağı, Allah'ı anmayı ihmal edip hakka sarılmadıkları takdirde de yumuşak olan kalblerinin katılaşacağı uyarısında bulunmaktadır. Ayet daha sonra mü'minlerin, sonu gelmeyen istekler, emeller, hırslar ve tutkularla ilâhî vahiyden uzaklaşıp kalbieri katılaşan Ehl-i Kitap gibi olmamalarını istemektedir. Bu âyetin hemen peşinde gelen "Biliniz ki, Allah, ölmüş toprağa hayat verir"[266] âyette katılaşmış kalb ile ölmüş toprak arasında bir benzetme yapılmaktadır.[267]Ölmüş toprak, yağan yağmurla nasıl canlanıp bitkilerle yemyeşil oluyorsa, küfür ve isyanla katılaşan kalb de inen vahiyle hidâyet bulup yeni bir hayatla dirilebilir.
Kurtubî'nin belirttiğine göre. Önceleri kötü bir hayat yaşayan Fudayl b. İyad ve İbnu'l-Mubarek gibi kişiler, bu âyeti duymalarıyla hidâyete ermişlerdir.[268]
Kasvetli kalb taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır, apaçık âyetler karşısında etkilenmez, artık korku ve ürperti duymaz:
"Sonra bunun ardından yine kalbleriniz katıla§ti; şimdi onlar taş gibi, hatta daha da katıdır, günkü öyle taş var ki, içinden ırmaklar fışkırır; öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar, Öylesi de var ki, Allah korkusundan aşağı düşer. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir"[269]
İsrailoğuUarmdan bahseden konu bağlamında zikredilen bu âyetten anlaşıldığına göre, birçok âyet ve mucize görmelerine rağmen, onlar Hakk'a teslim olup serkeşliklerinden vazgeçmemişlerdir. Çünkü kalbleri taşlaşmış ve hatta taştan da daha fazla katılaşmıştı. Nitekim bir takım taşlar var ki doğal veya yapılan teknik çalışmalarla onlardan ırmaklar fışkırır. Bazı taşlar da çatlayıp onlardan su çıkar. Bazı taşlar ;ise Allah korkusundan aşağı düşer. Zemahşerî'nin belirttiğine göre, Allah korkusu, mecazî bir ifâde olup ondan amaç, Yüce Allah'ın emrine boyun eğmek ve onda yapılan işlemlere karşı çıkmamaktır. Ama onların kalbleri hiçbir âyet ve mucizeden etkilenmez ki onlardan iman ve irfan fışkırsın. Bu katılaşmış, kalbler, Allah'ın emrine boyun eğmez ve emredileni yerine getirmezler.[270]
Hadiste Allah'tan en çok uzak olanların, katı kalb sahipleri olduğu belirtilmektedir:
"İbn Ömer'den Besûlullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın zikrinden başka fazla söz söylemeyin, çünkü Allah'ın zikrinden başka fazla söz kalbi katılaştırır ve Allah'tan en uzak insanlar kalbi katı olanlardır."[271]
Yüce Allah insanları, kendilerine gönderilen peygamberlerin getirdikleri hakikatleri düşünüp ibret almaları ve doğruyu bulmaları için zaman zaman sıkıntılarla dener. Fakat kalbi kararıp katılaşanlar bu sıkıntıların içerdikleri mesajları anlayacak güçleri ve yetileri kalmamıştır, şeytanın uydusu ve takipçisi olmuşlardır:
"Hiç olmazsa kendilerine böyle baskınımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat Kalbleri kafılaşfı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi.”[272]
Yüce Allah'a verilen sözün yerine getirilmemesi, kalb katılığını doğurur. Kalbi katıiaşanlarda Allah korkusu kalmadığı iğin nefsî arzularına uymayan ilâhî hükümleri değiştirmekte bir sakınca görmezler:
"Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini katılaşırdık. Kelimeleri yerlerinden kaydırıyorlar”[273]
Kalbleri katıla şanların varacakları sonuç dehşet vericidir. Kur'ân bu tür insanları sapıklık içinde olmakla nitelendirmektedir:
"Allah 'ı anmağa karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler,"[274]
Kalb günahlar tarafından tamamen kuşatılıp kas katı kesildiğinde, Allah'ın ayetleri karşısında kör ve hidâyet da-vetçileri karşısında sağırdır:
"içlerinden sana kulak verip (Kur'an'ı) dinleyenler de Vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!"
"içlerinden sana bakanlar da var. Fakat körleri sen mi yola götüreceksin? Hele sezgiîeriyle de görmüyorlarsa?'[275]
Böyle,bir kalb, tıpkı ölüler gibi dıştan gelen uyarılara karşı duyarsızdır: ölülere duyuramazsm, arkalarını dönmüş kaçarlarken sağırlara da çağrıyı işittiremezsin."
"Ve sen kör(ler)i düştükleri sapıklıklardan çıkarıp yola getirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin ve onlar derhalmüsîüman olurlar."[276]
Şu âyetlerde de kör ile görenin karanlık ile aydınlığın, gölge ile sıcaklığın ve ölülerle dirilerin bir olmadığı belirtilerek hak davetçisine kulak verip kabul edenler, dirilere; kulak verip kabul etmeyenler ise Ölülere benzetilmiştir:
"Körle, gören bir olmaz. Karanlıkla, aydınlık da bir olmaz. Gölge ile hararet de bir olmaz. Dirilerle, ölüler de bir olmaz. Allah dilediğine işittirir; yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin"[277]
Hak davetine karşı Ölüler gibi duyarsız olanların kalbleri dünya sevgisi ve eğlenceleriyle meşguldür, hakka kulak verip anlayacak durumda değildir:
"Fakat onların (o inkarcıların) kalbleri, bundan gaflet içindedir. Onların bundan başka (birtakım pis) işleri daba var ki, hep o işler için çalışırlar!"[278]
Temiz ve değerli şeyi kapsayan pas anlamına gelen[279] reyn kökünden türeyen <Jj/ran kelimesi, Kur'ân'da kötülük işleyen kalb için kullanılmıştır. Kişi şarap içip sarhoş olduğunda da "içki aklını sardı" denir.[280] Reyn kelimesi, mühürlenme, kirlenme manalarına geldiği gibi, kılıç ve aynayı saran pas manasına da gelmektedir. Reyn, adeta pas gibi kalbi kuşatır.[281] Reyn, kalb ile iman arasına giren kalın bir perdedir.[282]
İnsanın işlediği kötü ameller giderek kalbi paslandırır.
Paslanan kalb gerçeği bulmaktan uzaklaşır ve Yüce Yaratıcı ile arasına bir perde örülür. Allah'ın apaçık âyetlerini uydurulmuş hikâyelerden ayırd edemeyecek kadar bir benlik tahribine uğrar:
"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: "Eskilerin masalları" der". "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kaîblerinin üzerine pas olmuştur." "Hayır, doğrusu o gün onlar Rdb'îerinden perdelenmişlerdir. (kalbleri paslandığı için O'nu göremezler.)[283]
İnsan günah işlemeye devam edip tevbe etmeyince kalbi kilitlenir. Böyle'bir kalb artık Allah'ın âyetlerine karşı kördür, iyi şeyleri kabul etmekten sarfı nazar eder.
Ayette geçen onların işleyip kazandıkları şeyler ifâdesi kaîblerinin iman hakikatinden perdelenmesi, gerçeği görememesi, işledikleri günahların bir sonucu olduğunu göstermektedir. Mutaffifin sûresinde yer alan bu âyet, kâiirlerin ilâhî vahyi inkâr ve Kur'ân'ın eskilerin masalı olduğunu söylemelerinin sebebini açıklamaktadır. Bu hastalık, kötü eylem ve fiillerin bir sonucu olarak kalbe yerleşir. Kur'ân bu hastalığa "reyn" ismini vermektedir.
Bu noktaya geliş, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadisin beyanına göre, şöyle olmaktadır:
"Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kul, bir günah işlediğinde kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip, günah işlemekten vazgeçer ve Allah'tan afhnı dilerse o nokta silinir, kalb yine parlar. Eğer günah işlemeye devam ederse, o nokta kalbini kaplayıncaya kadar artar. İşte Yüce Allah'ın, Kitab'mda; 'Bayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları günahlar kainlerinin üzerine pas olmuştur, 'diye zikrettiği 'rân'dan amaç budur."[284]
Hasan el-Basrî, kalblerin kir bağlamasının, kişinin üst üste günah işleyip kalbin körelmesine ve ölmesine kadar devam etmesi anlamında olduğunu söyler."[285]
Bakara sûresinin şu âyeti de bu gerçeği vurgulamaktadır:
" Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar ateş (cehennem) halkıdır, orada ebedi kalacaklardır."[286]
Allah'ın nehyettiği ve işleyeni cehenneme sokacağını bildirdiği her günah kalbi kirletir ve gittikçe onu kuşatır.[287]
Kalbi tamamiyle paslanıp kararmayan insan, günah işlediğinde pişmanlık hisseder, kendini öz eleştiriye tabi tutar; ibadetindeki taksiratlarından dolayı rahatsız olur, içinde bir sıkıntı hisseder. Dinî hayattan tamamen uzak olan insan bile üzerinde yaratıldığı fıtrat gereği zaman zaman ibadet yapma ihtiyacın duyar. Özellikle başına musibetler geldiği zaman Allah (c.c.)'ı hatırlar, O'na dua eder. Fakat bu ibadet isteğini hep geri planda bırakan ve sonraya erteleyen kişi artık günah işleye işleye kalbi tamamıyla kararır, bundan sonra işlediği günahlar için kaygı taşımadığı gibi ibadet etmediği için de rahatsızlık hissetmez. Günahların birikmesiyle kalbi mühürlenenler ilâhî nuru karşılamaktan acizdirler. Bu duruma gelen, ÎCur'ân ifadesiyle cehennem ehlidir ve orada ebedi kalacaktır.[288]
Hastalanan ve paslanan kalb sonunda gerçeğe karşı körleşir. Kalbin körlüğü basiret ve bilincin yok olması demektir. Bu ise, enfûs ve âfâktaki âyetleri; başka bir deyişle kendi iç dünyasını ve dış alemi anlamayı ve okumayı engeller. Bu duruma gelen kalb insan ve kâinatın sırlarını çözecek yetilerden yoksun olur, işlevsiz hale gelir. Nitekim Kur'ân, gizemli bir üslûp güzelliğiyle, kalb ile akıl arasında ilişki kurmuş, kalbi akletmeyen ve işlemeyenlerin diğer duylarının da fonksiyonlarını icra edemez hale geleceğine işaret etmiştir:
"Yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, düşünebilecekleri kalbleri, işitebilecekleri kulakları olsun. Şu bir gerçek ki, kafalardaki gözler kör olmaz, ama göğüslerin içindeki kalbler kör olur."[289]
Kalbleri derin derin düşünüp sırları keşfedemeyenlerin gözleri de artık görmez, kulakları da işitmez hale gelir ve bu niteliğe bürünenler, akıllarını işlevsiz hale getirip dumura uğrattıkları için hayvanlardan da daha aşağı bir seviyeye düşerler:
"Kemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden birçoğunu cehennem için yarattık. Kalbleri var bunların, onlarla anlamazlar, gözleri var bunların, onlarla görmezler, kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Davarlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridirbunlar"[290]
Gailet içine girip hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye düşen bu insanların göz ve kulak gibi organları vardır, lakat onlar ilâhî mesajı ve âyetleri ibret alacak şekilde dinlemez ve düşünmezler. Onlar duyu organlarını kullanma konusunda hayvanlar gibidir; hatta onlardan da daha kötü bir durumdadırlar. Çünkü hayvanlar iç güdüleriyle hareket ederek yaratıldıkları amacın dışına çıkmazlar. Bunlar ise akıl gibi büyük bir nimeti bir kenara bırakarak nefsi arzularının ve şehvetlerinin peşine takılmışlar ve akıllarını da bu yolda işleterek dünyanın en zararlı varlıkları durumuna gelmişlerdir. Bakara sûresinin 171. âyetinde de hakka kulak vermeyip doğrudan sapanların durumu bağırıp çağırmadan başka bir şejr işitmeyen hayvana benzetilmektedir. Onların sağır, dilsiz ve kör olduklarından gerçeği anlayamadıkları belirtilmektedir. Çoban hayvanları "yiyiniz, içiniz, dağilınız, toplanınız" gibi anlamlı sözlerle değil, ıslık ve kaval çalarak, hay-huy sesleri çıkarıp bağırarak güder. Aklını işletmeyenler de ilâhî mesajı anlamaktan acizdirler, onlar boş ve anlamsız şeylerin peşinde ömür tüketirler, dünya ve ahiretlerini karartacak bir hayat yaşarlar.
Ayette sözü edilenler, sağır, dilsiz ve deli değil; aksine dünya işlerinden anlayan ve dünya nimetlerinden faydalana-bilen insanlardır. Onlar akıllarını kullanıp Allah'ın gönderdiği vahiyleri ve O'nun sonsuz gücüne delâlet eden kainat kitabı üzerinde tefekkür etselerdi Yüce Allah'ın varolduğunu anlayacaklardı. Fakat kendilerindeki akletme yetisini kullanmayıp işlevsiz hale getirdikleri için ebedi azabı hak et-mişlerdir.[291]
Ayette, cehennem için yaratıldıkları belirtilen kişiler, Allah'ın kendilerine bahşettiği yetileri kullanıp, gerçeği bulmak için çaba harcamadıkları için bunu hak ettikleri belirtilmektedir. Bunlar insana yakışır biçimde akıl ve duyu güçlerini gereği gibi kullanmazlar. Gönüllerinde, gözlerinde ve kulaklarında insanlığa özgü olan mânâ ve şuur bulunmaz.
Bunlar hayvandan daha aşağı, daha şaşkındırlar. Çünkü en'âm denilen yaratıklar, doğuştan gelen yol gösterici içgüdüleri sayesinde yaratılış amaçlarından sapmazlar, yaratıldıkları amaçlar istikametinde bir hayat sürerler."[292] İnsan denilen yaratıklar ise, kendilerindeki muazzam kabiliyetleri işlevsiz hale getirmişlerdir. Kavrayabilen bir kalble, gerçeği görebilen basiretle ve gelen sesleri duyacak bir kulakla donatılmış olmalarına rağmen, "onlar hakikati kavramak için kalblerini, gözlerini ve kulaklarını açmadıklarından, hayatın önünden aldırmadan geçip, kalblerini onun asıl anlamını ve amacını kavramak için kullanmadıklarından, gözleri hayatın manzaralarını ve gerçeklerini görmediğinden, kulakları hayatın duygularını ve mesajlarını derleyip toplamadığından, değerlendirmediğinden, bu durumda onlar, sadece yönlendirici fıtratlarından kaynaklanan iç güdüleri ile baş başa bırakılan hayvanlardan daha sapıktırlar."[293] Çünkü hayvanlar bir takım faydalı ve zararları şeyleri kavrayabiliyorlar; dolayısıyla kendilerine fayda sağlayan bazı şeyleri yaptıkları gibi, zarar veren bazı şeylerden de kaçınmaktadırlar. Ama kalb ve duyularını işlevsiz hale getirenler ise, batıl yolda inatlarına devam ederek cehenneme doğru sürüklenmektedirler.[294]
Kalb körelince, onun damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu aşamaya gelen insanın hidâyet nurundan iaydalanması, yüce âlemle irtibata geçmesi zorlaşır ve bundan sonra da aydınlığa dönüş söz konusu değildir. Kur'ân'da bu son aşamaya işaret eden şu ifâdeler kullanılır:
a- Kalbin tabedilmedi:
"Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her ge§it misal getirip aniattık. Onlara bir âyet getirdiğin zaman inkâr edenler: 'Siz (geleneklerimizi) iptal edenlerden başka bir şey değilsiniz.' derler!1 "İşte Allah, bilmeyenlerin kalblerini böyle mühürler.”[295]
Kalbi tabedilenler artık ne görebilir, ne duyabilir ne de anlayabilirler. Onlar yemin ederek dıştan mü'min görünüp onu kendilerini siper yapar ve gizlice insanları doğru yoldan saptırmaya çalışırlar:
"(Bu davranışlarının) sebebi şudur: İnandılar sonra inkâr ettiler, bu yüzden kalblerinin üzeri mühürlendi, artık onlar anlamazlar![296]
b- Hatmedümesi:
"Allah, onların, kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir. Onlar iğin büyük bir azab vardır."[297]
Kalblerin mühürlenmesi. Yüce Allah'tan gelen emirleri algılayamamak ve âyetlerini inkâr etmektir. Kulakların mühürlenmesi, Kur'ân okunduğunda onun anlaşılmaması; gözlere perdenin çekilmesi ise Yüce Allah'ın yarattığı varlıkların sahip oldukları olağanüstü işleyişinden ve Allah'ın muazzam sanatından ders alınmaması anlamına gelir.[298] Mühürlemenin Allah'a atfedilmesi, bütün mümkün varlıkların O'na nisbet edilmesinden ve O'nun kudretiyle gerçekleşmesinden dolayıdır. Yoksa onlar kalblerinin mühürlenmesini gerektirecek eylemlerde bulunmuşlardır.[299] Yukarıdaki âyet, batıl yolda kalmayı inatla sürdüren ve apaçık gerçeği reddeden insanın zamanla hakikati kavrama yeteneğini yitireceği ve sonunda kalbinin mühürleneceği şeklindeki ilâhî yasayı vurgulamaktadır.[300]
c- Kalbe kilit vurulması:
"Sözlerini bozmalarından, Allan'm âyetlerini inkâr etmelerinden, haksız yere peygamberleri Öldürmelerinden ve "Kalblerimiz kılıih" demelerinden ötürü (başlarına belalar getirdik). Hayır (Kalbleri kılıflı değil), fakat inkârlarından ötürü Allah o kalblerin üzerini mühürlemiştir. Artık pek az inanırlar."[301]
d- Kalbe perde çekilmesi:
"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatıldığı halde onlardan (öğüt almayıp) yüz çeviren ve ellerinin (yapıp) Öne sürdüğü (günahlarını, isyanlarını unutandan daha zalim kim olabilir? Biz onların Kalbleri üzerine, onu anlamalarına engel olan örtüler, kalaklarının içine de ağırlık koyduk. Onları doğru yola çağırsan da bu halde asla doğru yola gelmezler (çünkü gerçeğe basiretlerini kapamışlardır). "[302]
Allah'ın âyetlerinden yüz çeviren ve yaptığı günahları umursamayıp unutanın kalbine örtü çekilir ve kulakları da sağırlaşır. Artık bunlar hidâyet gibi bir nimeti hak etmezler, cehennemi boylayıncaya kadar sapıklıklarında devam ederler. Hiçbir uyarı ve işaretten ders almazlar.
Kendi iradeleriyle hidâyetten yüz çevirip kalbleri mü-hürlenenler, Allah'ın vahyi karşısında sıkılırlar, rahatsız olurlar, onu dinlemek istemezler, bunun için fırsat buldukları an kaçıp giderler:[303]
"Bir sûre indirildiği zaman: "Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirine bakar, sonra sıvışırlar. Anlamaz bir topluluk oldukları için Allah onların kalblerini (imandan) çevirmişmiştir.”[304]
Mücahid'e göre kaib hastalıklarından olan ikfal/kilitlenme en ağır olanıdır, ondan sonra tab've daha sonra da rân gelmektedir.[305]
Aklını çalıştırmayanlar, ne gibi alâmet ve âyetleri görürlerse görsünler yine iman etmezler. Nitekim Kur'ân'ın başka âyetlerinde bu tip insanların acıklı azabı görmeden hiçbir âyete inanmayacakları belirtilmektedir.[306] Onlara gökten bir kapı açılıp da oradan yukarı çıksalar, "gözlerimiz boyandi; hayır hayır bize büyü yapıldi[307] diyerek yine de inanmazlar. Çünkü onlarda iman edecek bir cevher kalmamıştır, iman gibi büyük bir nimeti hak etmemişlerdir.
Kalbin mühürlenmesinin sebepleri:
Kalblerin mühürlenmesi, kilitlenmesi ve perde çekilmesi gibi hususlar, insanın kendi seçimi olan serkeşlik, kibir, küiür ve inat gibi eylemlerin doğal bir sonucudur. Eğer insan samimi bir şekilde doğruyu bulmak için çaba harcarsa, Allah'ın onu hidâyete erdirmemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Nitekim bu husus şu âyetlerde açıkça belirtilmektedir:
"De ki: Allah, dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola ilefir."[308]
"Onunla Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yolla-rina iletir ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletir."[309]
Hidâyet veya dalâlet insanların kendi kazancı olup hiçbir sebebe dayanmayan Yüce Allah'ın keyii bir tasarrufu değildir.[310] 0 halde Allah'ın hidâyet veya dalâleti, tamamen kulun istek ve tutumuna göre belirlenir:
"De ki: "Hak (bu Kur'an), Rabb'inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin."[311]
Ayetleri araştırdığımızda kalbin mühürlenmesini» sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
a- Boş arzuları ilâh edinme:
"Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağım ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi ona Allah'tan sonra kim doğru yolu gösterecek, düşünmüyor muşunuz?”[312]
b- Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük:
M^/e o ülkeler; sana onların haberlerinden bir kısmını (onların hasma gelen bazı olayları) anlatıyoruz. Andolsun, elçileri onlara açık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıklarından ötürü, inanmak istemediler, iste Allah, kâlirlerin kalblerini böyle mühürler"[313]
c- Azgınlık, zulüm:
"Sonra onun ardından birçok elçileri kavimlerine gönderdik; onlara; belgeler getirdiler. (Bu kavimler) önce yalanlamış oldukları şeye bir türlü inanmıyorlardı, iste haddi asanların kalblerini böyle mühürleriz."[314]
d- Bilgisizlik:
"Ancak o kimselerin kınanmasına yol vardır ki zengin oldukları halde (geri kalmak için) senden izin isterler. Geri kalan kadınlarla beraber olmağa razı oldular. Allah da onların kalblerini mühürledi; artık onlar bilmezleri [315]
e- Kibir ve zorbalık:
"Onlar ki kendilerine gelmiş bir delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında tartışırlar. (Bu hareketleri) gerek Allah yanında, gerek inananlar yanında (onlara karşı) ne büyük bir kızgınlık (doğurur)/ işte Allah, her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler.”[316]
f- Gerçeklerden yüz çevirip nefsi arzulara uyma:
"Onlardan gelip seni dinleyen vardır. Fakat senin yanından çıktıkları zaman kendilerine bilgi verilmiş olanlara (seni çekiştirmek, dinlediklerini küçümsemek amacıyle): "Demin ne söyledi?" derler. Onlar Allah'ın kalblerini mühür-ledı'ğl keyif/erinin ardına düşmüş kimselerdir,"[317]
Ayetlerden açıkça anlaşıldığı üzere insan kalbinin mühürlenmesi, sebepsiz yere olmayıp, bizzat onların yaptıkları birtakım eylemlerin sonucunda meydana gelmektedir. Razî'nin belirttiği gibi, onlar Allah'ın kalblerine mühür vurmasından dolayı gaflete düşmüş değildirler, aksine kendi iradeleriyle kötü eylemlerde bulunmalarından ve Hakk'tan yüz çevirmelerinden dolayı kalblerine mühür vurulmuştur. Bununla Yüce Allah adeta onları cahil nefisleriyle ve sapık arzularıyla baş başa bırakmıştır.[318] Kur'ân, "Allah, onların kalblerini mühür/emiştir." ifadesiyle "ilâhî bir yasa"dan söz etmektedir: Kalbleri mühürleme fiilinin Allah'a nisbet edilmesi, O'nun evrende yarattığı tabiî kanunlar açısındandır. İnsan kedi iradesiyle seçtiği küfrün ve bundaki ısrarın bir sonucu ve Allah'ın eşya hakkındaki yasasına uygun olarak, onun kalbi ve işitme duyusu mühürlenir, gözlerine perde çekilir. İşte insanın yaptığı bu eylem, Allah'ın evrende varettiği yasalar çerçevesinde ve O'nun irade ve yaratmasıyla gerçekleştiğinden O'na nisbet edilir.[319]
Şu halde kalbin ve kulağın mühürlenmesi, gözlere perdenin çekilmesi, insanın kendi isteğiyle fayda veya zararı olmayan nesneleri ilah edinme gibi eylemlerinin tabiî bir sonucudur. Hidâyet ve dalâlet, gerçek yaratıcı Allah olması bakımından her ne kadar O'na nisbet ediliyorsa da hak ve hakikate bağlanmak yerine, nefsi hevasına uymayı tercih ettiği için insanın kendi seçimine bağlıdır. İnsanın bu seçimi diğer bazı âyetlerde \jp*^/tercih ettiler fiiliyle daha açık bir şekilde ortaya konmaktadır:
"Fy inananlar, eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim
onları veli tanır (dost iutarjsa işte zalimler onlardjr."[320]
"Bu, onların dünya hayatını ahirefe tercih etmelerinden 1 ve Allah'ın da inkâr eden kavmi doğru yola iletmeyeceğinden ötürü böyledir."[321]
Yüce Allah bu âyetin hemen ardından küfrü imana tercih edenlerin kalb, kulak ve gözlerini mühürlediğinden söz eder:
"Onlar, Allah'ın kalblerini kulaklarını ve gözlerini mü-hürlediğikimselerdir, işte galiler onlardır."[322]
Yukarıdaki âyetlerden de kalb, kulak ve göze mühür vurulmanın insanın kendi tercihini kötü yolda kullanmanın bir sonucu olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.[323]
Kur'ân'ın dünya görüşünü yansılan kelime hazinesi içinde odak bir yer işgal eden kalb kavramı değişik açılardan diğer bazı kavramlarla ilişki içindedir. Kalb kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için yakın ilişki içinde olduğu kavramların bilinmesi de önem arz etmektedir. Söz konusu kavramlardan biri olan akıl, gerek bu çalışmanın "Giriş" kısmında, gerek "Kalb ve Akletme" alt başlığında ve gerekse çalışmanın diğer konularında olsun yeteri kadar ele alındığından bu bölümde yeniden ele alma gereğini duymuyoruz. Biz bu bölümde Kur'an'da kalb ile çok yakından ilişkili olduklarını ve yer yer onunla eş anlamda kullanıldıklarını gördüğümüz iuâd ve sadr kavramları üzerinde durmak isti-yoruz.[324]
kelimesinin geldiği d* fiili, pişirmek manasına gelir, As cümlesinin anlamı, "ekmeği pişirdi" demektir.[325] Bu kökten gelen 4$ kelimesi de ateşin üzerinde kızartılan şeye denir."[326] Sözlüklerde -iljâ kelimesinin çoğulu s-ıül olup kalb anlamında olduğu belirtilmektedir.[327]
kelimesi Câhiliye şiirinde de aşık olan ve seven kalb ile akıl anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fuâd da kalb gibi, keder ve üzüntünün yeridir. Sevgilinin yüz çevirmesinden yaralanır, göz okları ona isabet eder, sevginin esiri olur.[328]
Fuâdın, yani kalbin insan hayatındaki önemini vurgulayan en güzel şiir, Züheyr b. Ebi Selma'mn şu mısrasıdır:
"Gencin yarısı dili, diğer yarısı da kalbidir. Bunların dışında kalan sadece et ve kandan ibarettir."[329]
Imruii'î-Kays'ın şu şiirinde "luâd", sevgi ve aşkın yeri olarak belirlenmektedir:
"Budala erkekler, aşktan sıyrıldılar, ama (ey sevgili), gönlüm senin aşkından vazgeçecek değildir."[330]
İslâmî dönem şiirine baktığımızda ise, tıpkı kalb'te olduğu gibi fuâd kelimesinin içerdiği manaların değiştiğini ve
genişlediğini görmekteyiz. Fuâd kelimesinin kapsamına, daha çok iman ve buna bağlı olarak hidâyet, rüşd, şehâdet vb. gibi anlamlar girmiştir.[331]
. Hıristiyanken Hicret'in 10. yılında müslüman olan Garud b. el-Mualla şöyle der:
"Şehâdet ettim ki, Allah haktır ve kalbimdeki endişeler şehâdet getirmeme ve silkinmeme müsaade etti."[332]
Hamza b. Abdulmuttalib de şöyle der:
"Aüah, kalbimi İslâm'a ve Hanif dinine hidâyet ettirdiği zaman O'na hamdettim."[333]
Yukarıdaki izahlardan da anlaşıldığı gibi kalb ve luâd kavramlarının işlevleri arasında bir paralellik ortaya çıkmaktadır:
Sevgi, nefret, kahramanlık, korkaklık, acı duyma, sevinme, yumuşaklık, katılık, mutluluk ve kasvet gibi insanın psikolojik ve duygusal yönü ile ilgili olan hususlar kalbten kaynaklandıkları gibi; hidâyet, dalâlet, istikamet, sapma, Allah'ın emirlerine itaat veya isyan, tefekkür, tedebbür ve kavrama gibi insanın akılcı yönü ile ilgili olan hususlar da kalbten kaynaklanırlar.
Tıpkı kalb gibi fuâd da, duygusal yönü ağır basmakla aşka kapılır, aşk okuyla yaralanır, elem çeker; iakat aklî yönü ağır basınca hidâyete erer ve ondaki hayır güçlen şer güçlere galebe çalar.[334]
Kur'ân-ı Kerim'de şeklinde on altı yerde tekil ve çoğul olarak gelen bu kelime bir yerin dışında[335] kalble eş anlamlı olarak kullanılmıştır.[336] Ancak Türkçe'de gönül anlamında olan fuââ[337] kalbin bir derece üstüdür. İsfehânî Müfredat'ında şöyle der: "Kalb, yanıp tutuştuğunda fuâd adını almaktadır. Nitekim ateşte kızartılan ete feid denmektedir.[338]
Yüce Allah; insanın, kendisini bilmesi, O'na iman edip itaat etmesi ve verdiği nimetlere karşı O'na şükretmesi için ona işittiğini anlama, gördüğünü kavrama kabiliyetini ve hakikati kendisiyle anlayacağı fuâd\/gönülü vermiştir. Fakat nankör insan, Allah'ın kendisine verdiği bu yetilerden istifâde etmeyip onları işlevsiz hale getiriyor, bu yüzden de dalâlet karanlığından hidâyet aydınlığına çıkamıyor.
İnsanın ilk elde ettiği bilgiler işitme ve duyma organlarıyla elde edilir. Daha sonra bilgi fuâdin derinliklerine yerleşip son şeklini alır. Aşağıdaki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir:
11 Allah sizi annelerinizin karınlarından çıkardı, hiçbir şey bilmiyordunuz; şükredesiniz diye size işitme gücü, gözler ve gönüller verdi."[339]
Alusî b.u âyetin tefsirinde şöyle der: Allah bu şeyleri kendileriyle ilim ve marifet elde etmek için vasıta kılmıştır. Duyularınızla tikel eşyaları hisseder ve fuâd, yani aklınızla idrak edersiniz. Duyumsamanın tekrar edilmesiyle olgular arasında ortak ve zıd yönleri birbirinden ayırırsınız. Bunun sonucu olarak da sizde meydana gelen bedihî ilimlerin tetki-kiyle de kesbî ilimler elde edersiniz.[340]
Ancak insanların çoğu, hiçbir katkıları olmadan kendilerine verilen bu nimetlerin değerini bilip şükretmezler:
"Gözü, kulakları ve gönülleri yaratıp size veren O'dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz"[341]
"Sonra ona biçim verdi ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kuîak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsun uz!'[342]
"De ki: "Sizi yaratan, size kuîak(lar) gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?'[343]
"Allan sizi annelerinizin karnından çıkardifgı zaman) hiçbir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller verdi kişükredesiniz."[344]
Yüce Allah yukarıdaki âyetlerde insana, verdiği duyma aracı kulak, görme aracı göz ve algılama aracı olan luâd nimetlerini hatırlatıyor ki bunların değerini düşünüp O'na şükretsinler. Eğer Allah'ın güç ve kudretiyle olmasaydı o kemik ve et parçalarından ibaret olan organlara bu kabiliyetleri kim verebilirdi?
Duyu organlarının en önemlileri kulak ve gözdür. Koklama, dokunma ve tatma duyulan ancak işitme ve görme ile dış dünyanın algılanmasında bir anlam ifâde ederler. Kulak, göz, akıl, vicdan ve fuâd/gönül doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, gelen haberlerin doğruluğunu test edip bir sonuca varan idrak araçlarıdır. İlahî vahiyler, peygamberlerin mesaj ve uyarıları bu araçların sayesinde insanlara ulaşırlar. Âyetlerde işitme organı kulak ve görme organı gözden sonra tasdik makamı olarak fuâd'dtm bahsedilir. Burada söz konusu olan insanın tüm iç benliğidir. İnsan görme, işitme, duyma ve aklî melekesiyle elde ettiği bilgilerin doğruluklarını tespit etmek için değerlendirme yapar. İşte bu değerlendirmenin yapıldığı yer gönül ve vicdandır. Gönül, düşünmenin, tefekkürün, aklı kullanmanın merkezi konumundadır.[345]
Eğer kişinin kalbi bozulmuş ve aklıyla bir irtibat kuramayacak kadar körehnişse o zaman gerçeği sadece akılla kavramanın da herhangi bir yararı yoktur:
"Şimdi siz bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup vardı ki, Allan'm kelamını dinliyorlar da onu aklettikten sonra bile bile tabrif ediyorlar."[346]
Akıl kavrayabilir ama, bozulmuş kalb olumlu bir tepki göstermez. Hatta, Yüce Allah anlayacağı şekilde sözünü işit-tirse bile, o olumlu bir karşılık vermekten kaçınacaktır. Çünkü gerçek dinleme olumlu tepki göstermeyi gerektirir. İlâhî vahye karşı ön yargılı olan insanlar duydukları gerçeği akıllarıyla kavrayacak durumda olsalar bile, onlar kalblerini bu gerçeğe açmayacak ve anladıkları hakikate olumlu karşılık vermeyeceklerdir. Akılları kavradığı halde bozulmuş kalbleri olumlu tepki göstermeyen nice insan vardır.[347]
Allah'ın verdiği bu değerli nimetlere karşı şükretmeyip gereğini yerine getirmedikleri için, insanlar sünnetullah gereği değişik belâlerle yüz yüze gelmişlerdir:
"Onlara size vermediğimiz servet ve kuvveti vermiştik, onlara kulaklar gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira (düşünüp ibret almıyorlar, tersine) bile bile Allah 'm âyetlerini inkâr ediyorlardı. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi."[348]
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Muhammed'in kalbine kâfirlerin istedikleri gibi bir bütün olarak değil de parça parça indirdi ki onun "iuâd"ıni onunla s ağla mi aştırsın:
"inkar edenler- "Kur'an, ona bir defada indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak (kolayca ezberlemeni sağlamak ve çeşitli olaylara karşı yeni gelen âyetlerle kalbini takviye etmek) için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk![349]
Önceki ümmetlerin ve peygamber kıssalarının Kur'ân'da serdedümesi, bir yandan Hz. Muhammed'in "luâd"mı sağlamlaştırmaya, diğer yandan mü'minler için Öğüt ve ders olmaya matuftur:
"Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini sağlamlaştıracak ber şeyi sana anlatıyoruz, (ki kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, rubun açılsın). Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir."[350]
Ayette kalbin sağlamlaştırılmasından amaç kalbin sa~ kinleştirilmesidir. Çünkü kalb ne kadar fazla delile sahip olursa, o oranda sakinleşip huzur bulur.[351] Nitekim Hz. İbrahim de kalbinin huzur bulup mutmain olması için ölülerin dirilmesini görmek istemişti.[352]
Kur'ân'da ''fuâd"ın değişik işlevleri zikredilmektedir. Onları şu şekilde sıralayabiliriz:
a- Fuâd ve sorumluluk:
Kur'ân başkasının sırlarını araştırmayı yasaklamaktadır. Çünkü kulak, göz ve fuâd bundan sorumludur ve kıyamet gününde kişinin aleyhine tanıklık edeceklerdir:
"Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi o (yaptığından sorumludur."[353]
Ayette üç bilgi vasıtasından söz edilmektedir. Bu vasıtalardan herhangi birine dayanmayan bir konuda söz etmek
yasak edilmiştir. Isfehânî, ifâdesini "Bilgin olmadığı konuda herhangi bir iz, belirti ve zanla yargıya varma."[354] olarak açıklamaktadır. Beydâvî de söz konusu ifâdeyi aynı paralelde; "Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeye ne taklit, ne de zan ile tabi olma"[355] şeklinde yorumlamaktadır.
Bu âyet akıl ve kalbin işlevi için mükemmel bir yöntem sunmaktadır. Bir olay veya haber hakkında kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma ve inceleme yapmak Kur'ân'ın emri gereğidir. Kalb ve aklın inceleme ve araştırmadan sonra verecekleri kararlarda saçmalıklara ve kuruntulara yer yoktur. İşlevsel akıl ve faal bir kalbe dayanan bir inanç sisteminde hurafelere ve kuruntuya dayanan teorilere meydan verilmez.
Hadislerde de bilgiye dayanmadan zan ile hüküm vermekten sakındırılmaktadır:
"Zan ile hüküm vermekten sakınınız. Zira zanda bulunmak sözlerin en yalanıdır."[356]
Başka bir hadiste de kıyametin alametlerinden biri, nefsî arzulara uymak ve zan ile hükmetmenin yaygınlaşması olarak ifâde edilmektedir.[357]
Gerek âyetler gerekse hadisler, aklı tek başına karar merciî olarak kabul etmez. Doğru bir yargıya varabilmek için akılla birlikte kalbin yol göstericiliğine de gerek vardır. Akıl, daha çok fizikî çevre ile ilgili düşünme ve bilgi elde etme vasıtası iken ve çoğunlukla sebep-sonuç ilişkisinden hareketle mantıkî çıkarsamalarda bulunmak suretiyle bir sonuca ulaşırken; kalb, batınî ve vicdanî, duyusal; ya da inanç alanıyla ilgili, veya ilham olunanla ilgili bilgi elde etme vasıtasıdır. Kalp, bir şeyi reddetme ve kabul etme ile ilgili yargıda bulunan merkezdir ve daha çok içseMir. Bu nedenle vahiy ile zorunlu olarak gerçeğe ulaşıldığı gibi akılla ulaşılamayabilir. Eğer akıl, vahyin gölgesinde hareket ederse hakikate ulaşır, yoksa salt akıl kendi başına vahiy ile irtibatsız olarak hareket ettiğinde insanı aydınlıktan çok karanlığa götürebilir. Bu nedenle diyebiliriz ki, akıl, kilitlenmemiş ve safiyetini koruyan kalb ile birlikte duyular vasıtasıyla elde edilen bilgileri değerlendirdiğinde ancak sapmaktan kurtulup hakikat bilgisini elde edebilir.
b- Fuöd ve Cebrail:
Fuâd vahyi algılayan basirefca. mekanıdır. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber'in kalbine indirdiğinde, kâfirlerin onu yalanlamaya çalışmaları üzerine, Allah, El-çisi'nin gönlünün gördüğünde yamlmadığmı bildirdi. Hz. Peygamber'in Cebrai! (a.s)'ı görmesi bir yanılsama değil, gerçek bir tecrübeydi. O, meleği gerçek şekliyle görmüştü ve gözünün gördüğünü de gönlü yaianlamamıştı.[358] Başka bir ifadeyle Hz. Muhammed'in Cebrail (a.s.)'i görmesi, bir hayal değil, gönlün yalanlamayıp tasdik ettiği bir gerçekti:
"Allah, kuluna vahyini bildirdi. Gönül gördüğünde ya-nılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü). Onun gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz?[359]
c- Fuâd ve kulak verme:
Şeytan süslü sözlerle kâfirleri saptırmaya çalışırken onların ona kulak vermeleri üzerine dinleme "ef'ide"ye nisbet edilmiştir:
"Ahirete inanmayanların kalbleri o (yaldızlı sözlerijne kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçlan islemeğe devam etsinler diye (böyle birbirlerini aldatırlar, uydurdukları şeylere inanırlar)."[360]
d- Fuâd ve ahiret azabı:
Kalb, ahirette göreceği azaptan dolayı darmadağınıktır, kurtuluştan ümidim kesmiş, boşluk içindedir:
"(Ey Muhammedi zalimlerin yaptığından Allah'ı galil sanma, 0, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor."
Gözleri göğe dikilmiş bir şekilde koşarlar, bakışları kendilerine dönmez, (öyle donup kalmıştır sanki). Yüreklerinin içi de bomboştur."[361]
Fuâd insan benliğinin derinliklerinde yer aldığı için, tjhirette kâfirlerin görecekleri azap da kalbin derinliklerine kadar nüfuz edecektir:
"Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. (Bir ateş) ki gönüllere işler. 0, okların üzerine kapatılıp kilitlenecektir. (Kendileri,) uzatılmış direkler arasında (bağlı) olarak (kalacaklardır.)'[362]
e- Fuâdın haktan sapması:
İlâhî vahiyden yüz çevirip küfürde direnen ve inat edenler, azgınlıklarında bocalamaya devam edeceklerdir:
"Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi (mu'cizeyigördükten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar"[363]
İnsan Hakka iman edip kalbi huzura kavuşmayınca, yanlışları denemekle gerçeğe ulaşmaya çalışır, fakat haktan sapanın varacağı yer batıldan başka olamayacağı için kalb huzursuz ve mutsuzdur.
f- Fuâd ve Sevgi
Fuâd, sevginin kaynaklandığı yerdir. Hz. ibrahim Rabb'inden çorak bir bölgeye yerleştirdiği ailesinin insanlar tarafından sevilmesini dilemektedir:
"Rabb'imiz, ben çocuklarımdan bazısını, senin Beyt-i Haram (Haram Evinjin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan birtakım gönülleri, onları sever, (onlara koşar) yap ve onları çeşitli meyvalarla besle ki (sana) şükretsinler"[364]
Fuâd kimi zaman hüzünlenir, endişe ve kaygı duyar. Bunlar ortadan kalktığı zaman fuâd rahatlar, huzura kavuşur. İşte Hz. Musa'nın annesi bebeğini suya atıp Firavun'un sarayına ulaştığında ve onu evlatlık alıp hayatı güvence altına alındığında[365] endişeleri sona erdi:
"Musa'nın annesinin gönlü rahatladı. Eğer biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı!'[366]
Bazı müiessirlere göre kelimesinin, anlamı yukarıda ifâde edildiği gibi rahatlama değil, aklın gitmesi anlamındadır.[367]
Kur'ân'da kırk küsur yerde geçen sadr kelimesi,[368] maddî kalbin yeri olmasından dolayı mecazî anlamda hem maddî hem manevî kalbin yerine kullanılmıştır.[369]
fiilinin masdarı olan sadr'in çoğulu jji-a /sudur'dur. Lügatte sadr kelimesi, her şeyin en üst kısmı, baş tarafı,[370] bir bölümü, kişinin yöneldiği taraf, boyun ile karın boşluğuna kadar olan vücudun ön kısmı, önder ve reis gibi anlamlara gelmektedir.[371]
Kur'ân'da sadr kelimesi değişik vesilelerle zikredilmiştir:
a- Göğsün daralıp genişlemesi:
İman nurunun girebilmesi için göğüs genişlemektedir: " Biz senin göğsünü açmadık mı ?'[372]
Lügatte £j^ kelimesi, et ve benzeri şeylerin açılması anlamındadır. Şerh-i sadr da ilâhî bir nur ile kalbin genişlemesi, huzura kavuşması anlamına gelir.[373]
Âyette Hz. Peygamber'in göğsünün inşirah/açılmasından kasıt, kalbinin ilâhî mesajı alacak kadar genişlemesi veya kavminden gelen sıkıntılara karşı dayanma gücünü kazanması, ilim ve hikmetle dolması ve cehaletten kaynaklanan sıkıntının giderilmesi gibi anlamlara gelmektedir.[374]
Müiessir Alusî, bu âyeti irfânî bir anlayışla şöyle yorumlamaktadır: "Göğsünü, gayb ve şehâdet alemini içerecek, istifâde ve ifâde melekelerini bir araya getirecek kadar genişletmedik mi? Ki böylece cismânî ilişkiler içinde olman, ruhanî melekelerin nurlarını iktibas etmekten seni alıkoymadı."[375]
Kur'ân'da göğsün açılmasıyla ilgili diğer âyetleri incelediğimizde bu ifâdenin iki anlamda kullanıldığını görmekteyiz: Birincisi, her çeşit zihin karışıklığı ve tereddütten uzak olarak İslâm dinin hak olduğuna içtenlikle iman etmektir. Bu da iki âyette geçmektedir:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar"[376]
"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı kimse, Bahb'inden bir nur üzerinde değilmi?[377]
ikincisi ise, nübüvvetle görevlendirilen peygamberin görevini ifâ ederken gönlünün güvenle dolması ve davasının önüne çıkacak hiçbir engelden çekinmeyecek kadar güçlü bir cesarete sahip olması anlamındadır. Nitekim Hz. Musa, Fira-vun'a gidip ilâhî vahyi tebliğ etmekle görevlendirildiğinde şöyle demişti:
"(Musa) dedi ki: Rabb'im, benim göğsümü aç. Bana işimi kolafîa§hr"[378]
Hz. Musa (a.s.), bu duasında, elçilik görevini yerine getirecek güven ve cesaretin kendisine verilmesini talep etmektedir. Bu âyetlerin peşinde gelen "Dilimden düğümü çöz."[379] ifâdesinden anlaşıldığı üzere, Hz. Musa beliğ konuşan biri olmadığının farkındaydı. Nitekim tefsirlerde dilinde pelteklik olduğu anlatılmaktadır.[380] Firavun gibi bir diktatörü etkilemek için akıcı bir dile sahip olmak büyük bir avantaj sağlayabilirdi. Firavun, onun bu eksikliğini halkın önünde onun yüzüne vurmuştu.[381] Bu eksikliğinin fakında olan Hz. Musa da Rahb'înden, akıcı bir konuşmaya sahip olan kardeşi Harun'u kendisine yardımcı yapmasını istemişti.[382] Kur'ân'da,'da
Hz. Musa'nın diliyle anlatılan konuşmalardan anlaşıldığı üzere, dilindeki tutukluğun giderildiği ve çok akıcı konuşmaya başladığı anlaşılmaktadır.[383]
Hz. Muhammed'in göğsünün açılmasıyla ilgili İnşirah sûresinde geçen ifâdede ise, yukarıda izah ettiğimiz iki anlam da yer almaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s.), henüz peygamber olmadan önce insanların yanlış inançlar taşıdıklarını, bir buhran içinde bocaladıklarını üzüntüyle seyrediyor, taş ve ağaçlardan yapılmış putların karşısına gidip ibadet eden insanların bu hareketlerinin de insan şahsiyet ve onuruyla bağdaşmadığını biliyordu. Hıristiyan ve Yahudilerin içine düştükleri hataların da farkındaydı ve Hanif dininden de mutmain değildi.[384] 0, insanlar için bir kurtuluş yolu aramaya çalışıyordu, ama bir çıkış yolu bulamıyordu. İşte Yüce Allah ona peygamberlik görevini vererek onu bu sıkıntı ve kuşkulardan kurtararak kalbini itminana kavuşturmuş ve Risâlet görevini yerine getirmek için gerekli olan cesaret, yüksek irade ve kalb sağlamlığı gibi bütün niteliklerle de onu donatmıştı.
Göğsün açılması, doğru düşüncenin elde edilmesi ve Allah'a iman anlamındadır. İlâhî nur kalbe girdiğinde göğüs genişler. Bunun belirtileri ise, insanın geçici dünya zevklerinin peşinde koşmayıp, ebedî hayat için kendini hazırlaması ve ilâhî emirlere uymasıdır. [385]
Göğsü İslâm'a açılanın kalbi ilâhî nurla doludur. Hadiste belirtildiği üzere, bu durumda olan kişi güçlü bir sezgiye sahiptir:
"Mü'minin ferasetinden sakınınız, çünkü o Yüce Allah'ın nuruyla bakmaktadır."[386]
Şerh/genişlemenim karşısında o^Idayyık, yani daralma vardır. İnsan göğsü nübüvvet ve İslâm nuruyla ferahlayıp genişlerken, küfür ve isyanla daralır ve sıkıntı çeker:
"{Allah), kimi saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar Aİİah. inanma-yaniarın üstüne iste böyie pislik (sıkıntı) çökertir?[387]
Allah, hidâyetini dilediği kişinin kalbini îman nurunu içine alacak ölçüde genişletir. İlâhî emirlerden ve onları yerine getirmekten sıkıntı duymaz, aksine mutluluk ve sevinç duyar. Allah, saptırmak istediği kişinin kalbini de, göğe tırmananın oksijen yetersizliğinden göğsü daraldığı gibi daraltır ve İslâm'ı kabul etmek ve emirlerini yerine getirmek son derece kendisine ağır gelir. Allah, açık delillere rağmen gerçeği kabul edip iman etmekten kaçınanların üzerine küfür pisliğini akıtır ve onlar için acıklı bir azap hazırlar. Onlar imanla değil, küfürle huzur bulurlar, onunla tatmin olurlar ve göğüslerini ona açarlar:
"inandıktan sonra Allah'a nankörlük edip de -kalbi imanla yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan hariç- lakat küfre göğüs açan, (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan hirgazab iner ve onlar için büyük bir azab vardır"[388]
Kâfirlerin göğüsleri küfür ve isyanla daraldığı gibi, peygamberlerin de gönülleri davetlerine olumlu icabet edilmediğinde daralır ve sıkıntı çeker. Hz. Musa; Firavun ve avenelerinin kendisini yalanlayacaklarından endişe ederek Rabb'ine şöyle seslenmişti:
"(Musa): "Rabb'im, dedi, ben, onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum. Göğsüm daralıyor"[389]
Yüce Allah, Hz. Musa'yı kendisinden kaçtığı Mısır Kralı Firavun'a göndererek onu, ortağı olmayan Allah'a ibadet etmeye ve İsrailoğulları'na 2ulüm etmemeye davet etmesini emretmektedir. Bunun üzerine Hz. Musa "Göğsüm daralıyor demekle böyle çok önemli bir görevle tek başına gitmekte tereddüt ettiği, güzel ve etkili konuşamadığı hissine kapıldığı anlaşılmaktadır.[390]
Kâfirler Resûlullah'a eziyet konusunda aşın gittiklerinde, onun da göğsü daralmaya başlamıştı:
"Andolsun onların söylediklerine senin göğsünün daraldığını biliyoruz."[391]
"Herhalde sen: "Ona bir hazine indirmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil iniydi?" demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bununla göğsün daralacak, (sıkılacaksın)"[392]
Göğsün daralması, insanın hoşlanmadığı bir şeye karşı huzursuz olması anlamındadır. Nitekim Araplar "
Bu işe karşı göğsümde daralma oluyor." ifâdesini bu anlamda kullanmaktadırlar.[393]
Yukarıdaki âyette Hz. Muhammed'e hitap edilerek müşriklerin söyledikleri yersiz sözlerden üzülmemesi öğütlen-mektedir. Çünkü onun görevi sadece tebliğ etmektir. Onların iman etmeleri veya inkâr etmelerinden dolayı sıkıntıya girmesine gerek yoktur.[394]
Yine Hz. Peygamber'e daralma manasında kelimesi kullanılarak sıkıntıya girmemesi öğütlenmektedir:
"(Bu), sana indirilen bir Kitabdır. Onunla (insanları) uyarman ve inananlara öğüt (vermen) hususunda göğsünde
bir sıkıntı almasın."[395]
Mücahid, âyette geçen £^ kelimesini şüphe diye yorumlamıştır.[396] lügatte, daralma anlamındadır.[397] Buna göre, şüphe eden kişi, hakikati bilmediği için göğsü daralır demektir.[398]
Ayette Hz. Peygamber'e hitap edilerek ilâhî vahiyi tebliğ etme konusunda göğsünün daralmaması istenmektedir. Âyet nehiy formunda olup nefiy anlamındadır. Hz. Peygamber'e düşen görevin tebliğ olduğu, kavminin iman edip etmemesi konusunda herhangi bir görevinin olmadığı uyarısı yapılmaktadır.[399]
Yüce Allah kâfirlerin içinde yer aldıkları kötü durumu daralmak manasındaki kelimesiyle de ifâde etmektedir:
"yürekleri sıkılarak size gelenle?[400]
Ayette geçen fiili, Yemâme lügatinde t3l-^a/daraldı anlamındadır.[401] Kissâî de aynı görüştedir.[402] Sözün hasrı da konuşmacının sözü ifâde etmede zorlanması anlamındadır.
Hapishane ve benzeri yerlerde sıkışıp kalanları* da mahsur denir.[403]
b- Sadr ve içindekiler:
Kur'ân, Allah'ın kendilerine bilgi verdiği kişilerin gö-Hüllerinde muhafaza ettikleri apaçık âyetlerdir:
"Bayır, o (Kur'an) kendilerine hiîgi verilenlerin göğüslerinde bulunan açık açık âyetlerdir."[404]
Eğitim ve Öğretimle elde edilen bilginin yeri göğüstür. Nefiste muhafaza edilen bu tür bilgilerin unutulması mümkündür. Göğsün sahip olduğu bilgi, inceleme, araştırma ve tetkikten sonra,qkhn algıladığı kesbî bir bilgi haline gelir. Bu anlamıyla sadrın akılla sıkı bir ilişkisi vardır.[405]
Allah göğüslerin içindekini bilir:
"Sözünüzü ister gizleyin, ister onu açığa vurun (larketmez) çünkü Ö, göğüslerin Özünü bilir "[406]
"Deki: "öfkenizden patlayın! Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilir."[407]
" (AHah) gözlerin hain (bakışlar)ım ve göğüslerin gizlediği düşünceleri bilir"[408]
Haris el-Muhâsibî'ye göre "gözlerin hainliği", mahrem olmayan kadına bakmaktır. Göğüslerin gizlediği ise haram işlemeye niyet etmektir.[409]
Teisirlerde de "gözlerin hain (bakişlar)i' ifâdesi daha çok yabancı kadınlara kötü gözle bakmak, "göğüslerin gizlediği düşünceler ifâdesi de buna bağlı olarak yabancı kadınlar hakkında düşünülen kötü hisler olarak yorumlanmaktadır.[410] Fakat âyet bağlamını dikkate aldığımızda böyle bir anlamın çıkamayacağı görüşündeyiz. Zira bir önceki âyette kıyamet gününde zalimlerin ne bir dost ne de sözü dinlenecek bir şefaatçi bulamayacakları bildirilmektedir.[411] Ayrıca sûrenin başında da Allah'ın gönderdiği peygamberleri yalanlayanların başlarına gelen felaketlere işaret edilmekte ve daha sonra da Allah'a ortak koştuklarından dolayı cehenneme girenlerden, kıyamet gününde herkese yaptığının karşılığının verileceğinden ve kimseye haksızlık yapılmayacağından söz edilmektedir. İşte bütün bunlardan sonra zalimlerin kıyamet gününde herhangi bir dostlarının ve sözü dinlenecek şefaatçilerinin olmayacağı ve Allah'ın hain bakışları ve kalplerin gizlediğini bildiğinden söz edilir. Müfessir Alusî'nin belirttiği gibi,[412] kıyamet gününde dost ve şefaatçi bulmayanlardan kasıt kâfirlerdir. Nitekim Lokman sûresinde şirkin büyük bir zulüm olduğu belirtilmektedir.[413]
t Başka bir deyişle; âyei bağlamı ve sûre bütünlüğü dikkate alındığında, hain bakışlardan ve kalplerde gizli olan şeylerden kasıt; peygamberlere karşı mücadele eden, onların getirdikleri ilâhî mesajları etkisiz hale getirmek için başvurdukları hile ve entrikalar ve kalplerinde onlara karşı besledikleri kin ve nefrettir diyebiliriz. İşte böyle olanların kıyamette ne dostları ne de Allah katında şefaatçileri olacaktır.
Küfür ve imanın yeri göğüstür:
"Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni üzmesin. Sonunda onların dönüşleri bizedir. O zaman yaptıklarım kendilerine haber veririz. Şüphesiz Allah göğüslerin Özünü (kalblerden ne düşünceler geçtiğini) bilir."[414]
"Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah, siz(in ima-nınızja muhtaç değildir. Fakat kulları için küfre razı olmaz. Ve eğer şükrederseniz sizin için ona razı olur. Hiçbir günahkar, diğerinin günahını çekmez. Sonra dönüşünüz Rabb'ini- r, (0), size yaptıklarınızı baber verir, çünkü O, göğüslerin özünü bilir.''[415]
Ayette göğüs, hem küfrün hem şükrün/imanın yeri olarak belirtilmektedir. Yüce Allah, göğsün özünü ve onda olup biten iyi kötü her şeyi bilmektedir.
Şeytanın vesveseleri göğsün derinliklerine yerleşir:
"İnsanlara kötü şeyler fısıldayan) o sinsi vesvesecinin şerrinden." "O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar."[416]
İradeye dayalı eylemesel fiiller göğüstedir. Bunun için sınanmaya tabi tutulan ve Kıyamet gününde sevabı veya cezayı hak edecek olan göğüslerin içindekilerdir:
"Allah göğüslerinizdekini denemek, kalblerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi). Allah göğüslerin özünü bilir."[417]
Kıyamet gününde göğsün içindekiler açığa çıkarılacaktır:
"Bilmez mi, kabirlerde olanlar dışarı atıldığı, göğüslerde olanlar devşirildiği zaman; (evet), o gün Rabb 'leri onların her halini haber almış (gizli ve açık bütün yaptıklarım bil-miş)tir"[418]
Göğüs, arzu ve isteklerin yeridir:
"Allah'tır ki kimine binmeniz, kiminden yemeniz için size hayvanları yarattı."
"Onlarda sizin için (sütleri, derileri, tüyleri gibi daha birçok) faydalar var. Onların üstünde gönüllerinizdeki arzuya erersiniz; onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız."[419]
Göğüste korku belirtileri ortaya çıkar:
"Onların kalblerinde sizin korkunuz, Allah'mkinden fazladır. (Allah'tan çok sizden korkarlar). Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur."[420]
Göğüs kibrin yeridir:
Yüce Allah, sağlam bir delile dayanmadan O'nun âyetleri hakkında tartışan kâfirler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadan Allah'ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya, onların göğüslerinde, (hiçbir zaman) erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, çünkü işiten, gören O'dur."[421]
Göğüs ihtiyaçların hissedildiği yerdir:
Yüce Allah Ensar'ın Muhacirler hakkında gösterdikleri diğergamlıktan şöyle söz etmektedir:
" Te onlardan Önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce Medine'yi yurt edinen Ensar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir."[422]
Göğüs; öfke ve kızgınlığın yeridir:
Münafıkların göğüsleri inananlara karşı Öfke doludur:
"i/ inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin,- onlar sizi bozmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı yerecek şeyleri isterler. Onların ağızlarından öfke taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Düşünürseniz, size âyetleri açıkladık
"işte, siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler. Kitab'm hepsine inanırsınız. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman "inandık" derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı öfkeden parmak uçlarını ısırırlar. De ki: "Öfkenizden patlayın! Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü bilif.[423]
Göğüs manevî hastalıkların yeridir:
Göğüs; sıkıntı, kin, hasret, hüzün, hased, kuşku gibi ruhsal hastalıkların yerleştiği yerdir. Bunun için Kur'ân-ı Kerim göğüsteki sıkıntıların şifası olarak belirtilmiştir:
"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan (sıkmtılar)a şifa ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir."[424]
Allah'ın düşmanlarına galip gelmek de nıü'minlerin kalblerindeki sıkıntıyı gideren bir şifadır:
"Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azab etsin, onları rezil etsin, sizi onlara üstün getirsin ve inananlar toplumunun göğüslerine şila versin;"
"Yüreklerinin öfkesini gidersin. Allah, dilediğinin ievbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[425]
Göğüs abartının yapıldığı yerdir:
Kur'ân, kemik ve toz haline geldikten sonra dirilmeyi imkânsız gören kâfirlerin, asılsız ve zandan başka bir şey iiâde etmeyen bu düşüncelerinin yersiz olduğunu ve kendilerini yoktan vareden Allah (c.c.)'m onları yeniden diriltmesinin imkânsız bir şey olamadığı vurgulanmaktadır:
"Dediler ki: "Biz kemikler haline geldikten, ufalanıp toprak olduktan sonra mı sahiden biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz?"
"De ki: "İster taş olun, ister demir"
""ister gönlünüzde büyüyen, (aklınıza tuhaf gelen) herhangi bir yaratık, (ne olursanız olun, Allah sizi mutlaka diriltecektir). "Bizi kim tekrar (hayata) döndürebilir?" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratan (döndürür)." Sana alaylı alaylı başlarını sallayacaklar ve: "Ne zaman o?" diyecekler. "Pekyakın olabilir" de."[426]
Yukarıda görüldüğü üzere âyetlerde sadr kelimesi kalple eş anlamda kullanılmıştır. Kalb gibi sadr da vahyin iniş yeridir. Sadr imanın, anlamanın, temizliğin ve tatmin olmanın yeri olduğu gibi; inkârın, kinin, öfkenin, korkunun ve hastalığın da yeridir. Kısaca sadr, kalb gibi, insanın psikolojik ve inanç dünyasında olup biten her faaliyetin alanı olduğunu söyleyebiliriz.[427]
Kalb kavramı, Kur'ân'ın dünya görüşünü ve hayata bakış açısını ^fâde eden odak kavramlardan birisidir. Bu odak kelimenin semantik alanında akıl, luâd, sadr gibi kelimeler de anahtar kavramlar olarak bulunmaktadır. Bu nedenle kalb, Kur'ân'daçok önem verilen ve üzerinde hassasiyetle durulan bir kavram olmuştur. Zira kalb, insan hayatının temel unsuru sayılan olguları ifâde için kullanılmıştır.
Bazı İslâm âlimleri, "Muhakkak ki bunda, kalbi olan kimse için bir öğüt vardır..." (Kai (50), 37) âyetinden hareketle Kur'ân'da bazen kalb kelimesiyle aklın kastedildiğini söylemişlerdir. Nitekim gerek ilk dönem İslâm âlimleri, gerekse de Arap dili otoriteleri, Arap dilinde kalb kelimesinin akıl anlamında kullanılmasının caiz olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Öte yandan bazı âlimler de akıl ile kalbi eş anlamlı görmemiş, görme nasıl gözde bir nur ise, aklın da kalb'te bir nur olduğunu söyleyerek aralarında güçlü bir bağ kurmuşlardır. Bu bilginler aklı, Allah'ı tanımaya mahsus bir yer olan ruhun hakikati olarak kabul ederek, Kur'ân ve sünnette adı geçen kalbin, et parçası olan yürekle irtibatı olan ilâhî ve ruhanî bir sır olduğunu dile getirmişlerdir.
Kalbin iki an!ami vardır: Biri, göğsün sol tarafında bulunan bir et parçasıdır. Bu şekildeki kalb hayvanlar ve hatta ölüler için de söz konusudur. İkincisi ise, arazların cisimlere ve niteliklerin nitelenenlere bağlı oluşları gibi, et parçası olan yüreklerle irtibatı olan ilâhî ve ruhanî bir sırdır ki, insanı "insan" yapan, ona değer ve anlam kazandıran ve onu diğer yaratıklardan farklı kılan esas unsur budur. Kur'ân ve sünnette adı geçen ve bizim bu çalışmamızda üzerinde odaklanarak irdelediğimiz kalb bu kalptir.
Câhiliye şiirinde kalb kelimesi, insan hayatının temel unsurunu teşkil eden bir olguyu ifâde etmek için kullanılmıştır. Çünkü o, sevginin, nefretin, hüznün ve sırrın yeridir. Câhiliye şiirinde kalbe; işitip duyma, üzüntülü ve sıkıntılı olma ve korkuya kapılma gibi hususiyetlerin yüklendiğini de görmekteyiz.
İslâmî şiirde ise kalbe kimi yeni anlamlar yüklendiği dikkat çekmektedir. Burada kalb; sevginin, şehâdetin, imanın, temizliğin, Allah'ı sevmenin ve O'ndan korkmanın, taatın, isyanın, yakinin, zikrin, sevincin ve üzüntünün yeridir. Kur'ân sonrası kullanımlarda, Câhiliye döneminden farklı olarak kalbe bazı fonksiyonların verildiği gözden kaçmamaktadır. Sözgelimi kalbin iman ve imanla alakalı ahlâkî, ruhî ve insanî anlamlarla irtibatlandınlması gibi hususlar bunlardan bazılarıdır. Böylece denilebilir ki, Kur'ân sonrası kullanımlarda kalbe, cahilî asırdan farklı kimi anlamlar kazandırılmıştır.
Kur'ân; kalbi, insanın gerçek benliği, ölümsüz hakikati ve ölümsüzü yakalayan farkediş, eriş ve seziş kudreti olarak tanıtmaktadır. Bu kalb, duyularüstü idrakin biricik âleti olarak realiteyle direkt temasın da tek aracıdır. Bu yüzden Kur'ân, bu alet ve araç bakımından yetersiz kalanların Allah'ın okunan ve kevnî âyetlerini anlayamayacaklarına dikkat çekmektedir.
* Kur'ân'da gördükleri işlevler açısından kalb vb akıl çoğunlukla eş anlamlı kullanılmakla beraber, aralarında bir nüansın olduğu da kolaylıkla aniaşılabilmektedir. Aklın konusu görünen fizikî âlem iken, kalbin ilgi alanı iizik ötesi alemdir. Akıl, daha çok fizikî çevre ile ilgili düşünme ve bilgi elde etme vasıtası iken ve çoğunlukla sebep-sonuç ilişkisinden hareketle mantıkî çıkarsamalarda bulunmak suretiyle bir sonuca ulaşırken; kalb, batım ve vicdanî, duyusal; ya da inanç alanıyla jlgili, veya ilham olunanla ilgili bilgi elde etme vasıtasıdır. Kalp, bir şeyi reddetme ve kabulle ilgili yargıda bulunan merkezdir ve daha çok IçsâMir. Bu nedenle vahiy ile zorunlu olarak gerçeğe ulaşıldığı gibi akılla ulaş ila mayabilir.
Bu çalışma boyunca kalb ile ilgili olarak serdettiğimiz âyetlerde, kalbin algılayan, ilham alan, insanın yaptığından sorumlu olan, kasdeden ve hakikatleri keşfeden bir güç olduğunu gördük. Bu mü'min kalîAıı. Mü'min kalbte cebr ve zorlamaya yer yoktur. Sorumluluğa, sınanmaya, hesap vermeye açıktır.
Aynı zamanda kalb; günah işler, çelişkiye düşer, içinde gizlediğinin tersini gösterir. Kur'ân'ın ifadesiyle bu tür bir kalbe münafık, başka bir değişle hastalıklı kalb denir. Bu kalb yalancı, kuşkulu, kibirli ve gösteriş sahibidir. İşte Allah bu özelliklere sahip olan kalpleri yaptıklarından dolayı mü-hürlemiştir. Artık bu özelliklerle vasıflanan bir kalb, hakikat nurunu, bilgi ve marifeti algılayamayacak kadar katılaşmış ve körelmiştir. Bu yönüyle bu tür kalpler kâfir kalb özelliği kazanmıştır. Kâiir kalp ise cehaletle maluldür.
Kur'ân'a göre kalb, iman ile küfrün, hayır ile şerrin kaynağıdır. Aynı zamanda kalb, bilginin, marifetin ve bilincin de merkezidir. 0 vahyin indiği ve Kelamullah'ın yerleştiği yerdir. Kalb, tefekkür ve tedebbür eder, düşünür ve önceki ümmetlerin başından geçenlerden ibret alır. Kalbin ulaştığı bu nokta, duyusal ve aklî bilgi sürecinin ulaştığı nihaî amaçtır.
Kalb inancın, sevginin, merhametin, şüphenin, kinin öfkenin, nefretin, ızdırap ve korkunun da yeridir. Kalbin kuşku, şüphe, gaflet ve küfre yönelme gibi kötü nitelikleri yanında temizlik, iman ve takvaya yönelme gibi iyi nitelikleri de vardır.
Kur'ân-ı Kerim'de ka/ble eş anlamlı olarak kullanılan kelimelerden biri de fuâd sözcüğüdür. Türkçe'de gönül anlamında olan fuâd, kalpten bir derece daha üst konumdadır denilebilir. Kalb gibi fuâd da, duygusal yönü ağır basmakla aşka kapılır, aşk okuyla yaralanır, elem çeker; iakat aklî yönü ağır basınca Hak Yol'a hidâyet eder ve ondaki hayır güçleri şer güçlere galebe çalar. Duyu organlarının en önemlileri kulak ve gözdür. Koklama, dokunma ve tatma duyulan ancak işitme ve görme ile dış dünyanın algılanmasında bir anlam ifâde ederler. Kulak, göz, akıl, vicdan ve fuâd/gönül doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, gelen haberlerin doğruluğunu test edip bir sonuca varan idrak araçlarıdır. İlahî vahiyler, peygamberlerin mesaj ve uyarıları bu araçların sayesinde insanlara ulaşır. İşte âyetlerde işitme organı kulak ve görme organı gözden sonra tasdik makamı olarak bu fuâd'âan bahsedilir. Burada söz konusu olan insanın tüm iç benliğidir. İnsan görme, işitme, duyma ve aklî melekesiyle elde ettiği bilgilerin doğruluklarını tespit etmek için değerlendirme yapar. İşte bu değerlendirmenin yapıldığı yer fuâd/gönül ve vicdandır. Yani fuâd/gönül, düşünmenin, tefekkürün, aklı kullanmanın merkezi konumundadır.
Kur'ân'da mecazî anlamda kalb yerine "sadr" kelimesi de kullanılmıştır. Çünkü sadr/göğüs maddî kalbin yeridir.
Kalb gibi sadr da imanın, anlamanın, temizliğin ve tatmin olmanın yeri olduğu gibi; inkârın, kinin, Öfkenin, korkunun ve hastalığın da yeridir. Kısaca sadr, kalb gibi, insanın psikolojik v,e inanç dünyasında olup biten her faaliyetin alanıdır.[428]
Abduh, Muhammed, Tefsiru Cüz'i Amme, Dâr İbn Zeyriun, Beyrut, 1989, ikinci baskı.
Abdulbaki, Muhammed Fuâd, el-Mu'cemu'1-Mufehres li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, Daru'l-Kütübi'l-Mısriyye, Kahire',1945.
Alusî, Mahmud Ebu'1-Fadl, Rûhu'l-Meânî fi tefsiri'l-Kur'âni'I-Azim ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dâru Ihyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs.
Askalânî, Ahmed b. Ali b. Hacer, el-İsâhe fi Temyizi's-Sa-habe, thk. Ali Muhammed, Dâru'1-Cil, Beyrut, 1992.
Bepvî, Hüseyin b. Mes'ud, Meâlimü't-Tenzil, Dâru'l-Ma'riie, Beyrut, 1987, ikinci baskı.
Beydâvî, Kadî Nasirüddin Abdullah b. Ömer, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-T'evil, thk. Abdulkadir Arafat, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1996.
Buhârî, Ebu Abdiüah Muhammed b. İsmail, el-Cami'u's-Sa-hih, thk. el-Buğa Mustafa Dib, Dâr İbn Kesir, 1987, Beyrut, üçüncü baskı.
Cebeci, Lütiullah, Kur'ân'da Şer Problemi, Ankara, 1985.
Cessâs, Ebubekir Ahmed b. Ali er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Muhammed es-Sadık, Dâru't-Türâsi'l-Arabiyye, Beyrut, 1405.
Cevzî, Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Zödu'l-Mesir fi İlmi't-Teisir, el-Mektebu'1-İslâmî, Beyrut, 1404, üçüncü baskı.
Cevzî, Muhammed b. Ebibekir (İbnu'l-Kayyim), Şifâu'1-Alil, thk. Muhammed Bedrüddin el-Halebî, Dâru'1-Fikr, Beyryt, 1398.
Curcânî, Ali b. Muhammed Seyyid Şerif, et-Ta'rüât, thk. İbrahim el-Ebyârî, Daru'l-Kütübi'l-Arabî, Beyrut, 1405.
Câzû, Muhammed Ali, Mefhûmu'1-Akli ve'1-Kalbi ii'l-Kur'ân'ı ve's-Sünne, Dârü'1-İlm, Beyrut, 1983, ikinci baskı.
Duman, M. Zeki, Beş sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzab, Nûr, Hucuraf, Müratahine), Ankara, 1999.
Duman, M. Zeki, Vahiy Gerçeği, Ankara, 1997.
Ebu's-Suûd Muhammed b. Muhammed el-İmadî, İrşâdu'l-Akli's-Selim ilâ Mezâye'l-Kur'ânî'l-Kerim, Daru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs.
Elmalıh, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, sadeleştiren: Heyet, Azim Dağıtım, İstanbul, trs.
Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı Meal-Tefsir, çev. Cahit Koytak-Ahmet Erttirk, İşaret Yay., İstanbul, 1999.
Ferra, Ebu Zekeriyye Yahya b. Ziyad, Meâni'l-Kur'ân, Alemu'l-Kütüb, Beyrut, 1983, üçüncü baskı.
Firuzâbâdî Mecdûddin Muhammed b. Yakub, el-Kamusu'l-Muhit, Müessesetu'r-Risâle, Beyrut, 1993, üçüncü baskı.
Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, "Kimyâ-i t Saadet el-Münkizu mine'd-Dalal, Beyrut, 1991, üçüncü baskı.
Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Münkizü mine'd-Dalal, Beyrut, 1991, üçüncü baskı.
Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, Ihya-u İJlûmiddin, Çağrı Yay., İstanbul, 1985.
Güneş, Abdulbaki, "Kur'ân Işığıda Akim Gücü ve Siniri', İslâmîAraştırmalar, Sayı: 3-4, Ankara, 1998.
Heyet, Mu'cemu Alfazi'l-Kur'an'i'l-Kerim, Mısır, 1990.
Heysemî, Ali b. Ebi Bekir, Mecme'u'z-Zevâid ve Menbe'u'l-Fevâid, Dâr er-Reyyöû, Beyrut, 1407.
İbn Habib, Hasan b. Ömer, el-Muktefâ min Sireü'l-Mustaia, thk Mustafa Hüseyin ez-Zehebî, Dâru'l-Hadis, Kahira, 1996.
îbn Hacer, Ahmed b. Ali el- Asklânî, Fethu'1-Bârî Şerhu Sahihi'l-Buharî, thk Muhammed Fuâd Abdulbaki, Daru'l-Marife, Beyrut, 1379.
İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992.
İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmeük, es-Sîretu'n-Nebeviyye, thk. Taha Abdurrauf, Dâru'1-Cîl, Beyrrut, 1411.
İbn İshak, Muhammed b. Yesâr, Siretu İbn İshak, (el-Mubtede' VE'L-Meb'as ve'1-Megnzî), thk. Muhammed Hamidullah, Ma'hedu'd-Dirâsât, trs.
İbn Kayyim el-Cevzîyye Ebu Abdillah Muhammed b. Ebibekir, Medâricu's-Sâlikin, Dârü'l-Hadis, Kahire, trs.
İbn Kesir, Ebu'1-Fida İsmail İmadüddin b. Ömer b. Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, thk. Muhammed Ahmed ei-Benna vd., İstanbul, 1984.
İbn Kesir, Ebu'1-Fida İsmail İmadüddin b. Ömer b. Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'I-Azim, Daru'1-Fikr, Beyrut, 1401.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, thk. Muhammed Fuâd Abdulbaki, Daru'1-Fikr, Beyrut, trs.
İbn Manzur, Muhammed b. Manzur, Lisânu'1-Arab, Beyrut.
İbn Teymiyye, Şeyhülislâm Ahmed İbn Teymiyye, "Risale /!'-Akli ve'r-Ruh", Mecmuatu'r-Resaili'l-Müniriyye, Daru İhyai't-Türâsi'î-ArabîBeyruî, 1970.
İkbal, Muhammed, İslâm'da Dinî Düşüncenin Yemden Doğuşu, çev. N. Ahmet Asrar, İstanbul, trs.
İmruu'1-Kays, el-Mallakatu's-Sab1, M.E.B., Yay., İstanbul, 1989.
İsfehânî, er-Rağıb, el-Müfredat ii Garibi11-Kur1 ân, İstanbul, 1986.
İsfehânî, er-Rağıb, Kitabu'z-Zeri'a ila Mekarimî'ş-Şeri'a, tahkik: Ebu'l-Yezid el-Acemî, Kahire, 1987, ikinci ha ski.
İzutsu, Toshîhiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, çevr. Süleyman Ateş, Ankara, trs.,
Kıhç Sadık, İslâm'da Sembolik Dil, İstanbul, 1995.
Kurtubî, Muhammed b. Ahmed b. Ebi bekir, el-Cami İi ' Ahkâmi'l-Kur'ân, thk. Ahmed Abdulalim, Kahire,
1372.
Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, Bidayetu'l-Müçtehid ve Nihâyetu'l-Mukiasid, Daru'1-Fikr, Beyrut, trs.
Kutuh, Seyyid, Fi Zılâl'il-Kur'ân, çev. Heyet, Dünya Yay., İstanbul, 1991.
Kuvvetli, Hüseyin, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân Mukaddimesi, Daru'1-Fikr, 1978, ikinci baskı.
Mevdudî, Ebu'1-A'lâ Mevdudî, TelhimuTl-Kur'ân, İstanbul, 1986.
Meydânî, Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, e!-Ahlâku'l-İslâmiyye, Daru'l-Kalem, Dime§k, 1987.
Mısrî, Şihabuddin Ahmed b. Muhammed el-Hâim, et-Tibyân fi Tefsiri Ğaribi'l-Kur'ân, thk. Fethi Enver, Dâru's-Sahabe, Kahire, 1992.
Muhasibi, el-Haris b. Esed el-Muhâsibî, "Kitabu Maiyeti'l-Akîi ve Ma'nahü\ el-Aklu ve Fahmu'l-Kur'ân, tkd.-thk. Hüseyin el-Kuwetlî, H. baskı, Daru'1-Fikr, 1978.
Muhâsihî, el-Haris b. Esed el-Muhâsibî, el-Mesâil fi A'mâli'l-Kulûbi ve'1-Cevarih, thk. Abdulkadir Ahmed Ata, 1969, Kahire.
Munâvî, Muhammed Abdurrauf, et-Tavkif ala Mühimmâti't-Teârif, thk. Muhammed Rıdvan, Dâru'I-Fikr, Beyrut, 1410.
Mücahid b. Cebr el-Mahzûmî, Telsiru Mücahid, thk. Abdurrahman et-Tahır Muhammed, el-Menşuratu'l-İlmiyye, Beyrut, trs.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn b. el-Haccac, Sahih Müslim, thk. Muhammed Fuâd Abdulbakî, Dâr İhyâi't-Türâsiİ-Arabi, Beyrut.
Nehhâs, İmam Ebu Cafer, Meâni'l-Kur'ân, thk. Muhammed Ali es-Sabunî, Mekke, 1409.
Neysâbûrî, Hafız Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hakim, el-Müstedrek ala's-Sahiheyn, thk. Mustafa Abdulkadir Ata, Dâru'l-KütüM'l-îlmiyye, Beyrut, 1990.
Oztürk, Yaşar Nuri, Kuran'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yay., 2. baskı, İstanbul, 1993.
Razî, Fahruddin, Mefâtihu'1-Gayb (et-Tefsiru'1-Kebir), Darui-Küiübi'l-İlmiyye, Tahran, trs., ikinci baskı.
Razî, Muhammed b. Ebibekir, Muhtaru's-Sıhah, İstanbul, 1980.
Rıza, M. Reşid, Teisiru'l-Kur'âni'l-Hakim (Tefsiru'l-Menâr), Dâru'l-Marife, Beyrut, trs., ikinci baskı.
Sâbûnî, Nûreddin, el-Bidâye fi Usûli'd-Din, Dimeşk, 1979.
Sait Cevdet, Güç İrade ve Eylem, çev. Halil İbrahim Kaçar, İstanbul, 2995, ikinci baskı.
San'ânî, Abdurrazzak b. Hümam, Tefsiru'l-Kur'ân, thk. Mustafa Müslim Muhammed, Riyad, 1410.
Seâlibî, Abdurrahman b. Muhammed b. Mahlui, el-Cevahiru'l-Hisân ii Tefsiri'l-Kur'ân, Beyrut, trs.
'Sevrî, Süfyan b. Said, Telsiru Sülyan es-Sevrî, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1403.
Suyûtî, Abdurrahman b. Kemal Celâluddin -Celâluddin Mahallî, Teisiru'l-Celâleyn, Pamuk Yay., İstanbul, trs.
Suyâtî, Abdurrahman b. Kemal Celâluddin, ed-Durru'1-Men-sûr fi't-Tefsîr bi'1-Me'sûr, Daru'1-Fikr, Beyrut, 1993.
Suyûtî, Abdurrahman b. Kemal Celâîuddin, Tedrîbu'r-Ravî fi Şerhi Takribi'n-Nevevî, thk. Abdulvahhab Abdullatif, Mektebetu'r-Riyad el-Hadise, Riyad.
Şerkâvî, Muhammed Abdullah, es-Sûfiyyetu ve'I-Akl, Daru'l-Cil, Beyrut, 1995.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu'l-Kadir el-Cami beyne Fenneyi'r-Rivâyeti ve'd-Diraye min İlmi't-Tefsir, Darü'1-Fikr, Beyrut, trs.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Neylu'l-Avİâr Şerhu Munteka'l-Ahyâr, Dâru'1-Cil, Beyrut, 1973.
Şimşek, M. Sait, Fatiha süresi ve Türkçe Namaz, 1998. Şimşek, M. Sait, Kur'Sn'ın Ana Konuları, İstanbul, 1999. Şimşek, M. Sait, Kur'ân Kıssalarına Giriş, İstanbul, 1993.
Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmi'u'l-Beyân 'an Te'vili Ayi'l-Kur'fin, Dâru 1-Fikr, Beyrut, 1405.
Tehânevî, Muhammed Ali, Kitabu Keşşafı İstilahati'l-Fünûn, Dâr Kahraman, İstanbul, 1984.
Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen, thk. Ahmed Muhammed Şakir vd., Daru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs.
Ulutürk, Veli, Kur'ân'da Temsili Anlatım, İstanbul, 1995!
Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, el-Veciz fi Tefsiri'1-Ki-tabi'I-Aziz, Daru'Kalem, Beyrut, 1415.
Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbâbu'n-Nüzûl, Dâru'l-Marife, Beyrut, trs.
Yesuî, Luys Malul, Müncidu't-Tullab Beyrut, 1986.
Zemah§erî, Ebu'l-Kasım Mahmud b. Ömer, el-Keş§af an Hakâiki Ğavâmıdî't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akavil fi Vucûhi't-Te'vil, tash. Mustafa Hüseyin Ahmed, Beyrut, 1987.
Zer'î, Muhammed b. Ebibekir Eyyüb, et-Tibyân fi Aksâmi'I-Kur'ân, Dâru'I-Fikr, trs.
Zuheyr b. Ebi Selma, el-Mallakatu's-Sab1, M.E.B., Yay., İstanbul, 1989.[429]
[1] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 7-9.
[2] er-Raîjıb el-İsfehânî, el-Mülredat fi Gnrİbi'l-Kur'fiii, İstanbul, 1986 s. 620. Krş. Ahmed b. Ali b. Hacer el-Asklâtıî, Fefhu'i-Bârî Şerhıt Sahihi'l-Buharî, thk Muhammed Fuâd Abdulbaki, Dnru'l-Marife, Beyrut, 1379,1, 128.
[3] Ankebût (29). 21.
[4] Âl-i İmrân (3), 144.
[5] A'râl (7>. 12&.
[6] Şuarâ (26), 227.
[7] Muharatned b. İsa et-Tirmizi, Sünen, thk. Ahmed Muhammed Şakir vd., Dâru İhyâi't-Türâsî'l-Arabî, Beyrut, IV, 448.
[8] el-İsfehânî, el-Mâ İr e d ât, s. 620. Ayrıca bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kurau'ut Temel Kavramları, Yeni Boyul Yay., 2. baskı, İstanbul, 1993, s. 267.
[9] Ebu Hamid Muhammed b. Mııhnmmed el-Gazzâlî, Ihya-u Utûiaiddin, Çağrı Yay., İstanbul, İ985, III, 3.
[10] el-Gazzâlî, İhya, III, 3.
[11] el-Gazzâlî, İhya, III, 3.
[12] Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, el-Münkîzi mine'd-Dalâl, Beyrut, 199), üçüncü baskı, s. 55.
[13] Ali b. Muhammed Seyyid Şerif el-Curcânî, et-Ta'riiâl, thk. İbrahim ei-Ebyârî, Dâru'l-Kütübi'l-Arabî, Beyrut, 1405, s. 229; Muhammed Ali et-Tehânevî, Kitaba İstilabâti'l-Fünûn, Dâr Kahraman, İstanbul, 1984, II, 1170.
[14] et-Tehâııevi, Kitabu Keşşâfi İst ilah âli'l-Fünün, II, 1170.
[15] Ebu Hamid Muhamned b. Muhammed el-Gazzâlî, "Kimyâ-i Saadet, el-Münkizii mîne'd-Dalnl, Beyrut. 1931, üçüncü baskı, s. 99.
[16] Bakara (2), 245.
[17] Elmalıh M. Hamdi Yazır, Hak Dinî Kur'ân Dili, sadeleştiren: Heyet, Azim Dağıtım, İstanbul, trs., II, 215-216.
[18] Kaf<50),37.
[19] Muhammed b. Ahraed b. Ebi bekir el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmt'l-Kur'ân, thk. Ahmed Abdulalira, Kahire, 1372, XVII, 23; Eba'1-Fida İsmail İmadüddin b. Ömer b. Kesir, Tefsiru'l-Kur'âui'I-Azioı, thk. Muhnmmed Ahraed el-Benna vd., İstanbul, 1984, VII, 386.
[20] Hüseyin el-Kuvvetlî, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân (Mukaddime), Dâru'1-Fikr, 1978, ikinci baskı, s 120-121. Krş. Muhammed b. Cerir et-Taberî, CârniVI-Beyâii 'an Te'vili Ayi'UKnr'ân, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1405, XXVI, 177, el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 23.
[21] Şeyhu'l-İslâm Ahmed İbn Teymiyye, "Risale fi'-Aklî ve'r-Ruh", Meemuatn'r-Resaili'l-MfinirİYye. Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, 1970,1, 48.
[22] et-Taberî, CfimiVl-Beyân, XVI, 177.
[23] Ebu Zekeriyye Yahya b. Ziyad el-Ferra, Meâni'1-Knr'ni, Alemu'1-Kütiib, Beyrut, 1983,üçüncü baskı, İH, 80.
[24] el-Haris b. Esed el-Muhâsibî, •Kitabu Maiyeti'1-Akli ve Ma'nahıf, el-MİH ve Fnhmn'1-Kur'aD, tkd.-thk. Hüseyin tl-Kvvntll II. baskı, Dârul-Fikr, 1978, s. 204-205.
[25] Ahzâb (33), 10.
[26] Enfâl (8), 10.
[27] Kul (50), 37.
[28] el-İslehânî, el-Müfredât, s. 620. Ayrıca bkz. el-îsiehânî, Kitabu'z-Zeri'a İla Hekarimi'î-Şeri'a, tahkik: Ebu'l-Yezid el-Acemî, Kahire, 1987, ikinci baskı, s. 79-80.
[29] İbnHacer,Fethu'l-Bârî, XI, 527.
[30] İmruu'1-Kays, el-Mallakatu's-Sab', M.E.B., Yay., İstanbui. 1989, s. 3.
[31] Zuheyr b. Ebi Selmn. el-Mallakaiu's-Sab', M.E.B., Yay., İstanbul, 1989, s. 27.
[32] Bkz. el-Cûzû, Muhammed Aii, Mefhfimu'I-Akli ve'I-Kalbi fî'1-Kur'an'ı ve's-Sünne, Daru'l-İlm, Beyrut, 1983, ikinci baskı, s. 46-47.
[33] Ebu Muhammed Abdulmelik b. Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, ihk. Taha Abdurrauf, Dârul-Cîl, Beyrrut, 1411, V, 182.
[34] İbn Hişam. es-Siretu'n-Neheviyye, V, 82-83.
[35] Bkz. el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'I-Kur'an, V, 209; İbn Kesir, Teisİru'l-Kur'Sni'l-Azim, III, 460.
[36] Daha geniş örnekler için bkz. el-Cûzû, Mefhümn'1-Akli ve'1-Knlb, s. 48-49.
[37] Cevdet Sait, Güç İrode ve Eylem, çev. Hali! İbrahim Kaçar, İstanbul, 2995, ikinci baskı, s. 50. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 11-19.
[38] Bkz. Muhammed Fuâd Abdulbaki, el-Mu'cemu'1-Mufehres Ii Eliâzi'1-Kur'âni'l-Kerim, Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye, Kahire, 1945, s. 549-551.
[39] Muhammed İkbal, İslâm'da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, çev. N. Ahmet Asrar, İstanbul, trs. s. 34.
[40] "Muhakkak ki bunda, kalbi olan, yahut şahid olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır." Kaf (50), 37.
[41] "Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki düşünebilecekleri kalbleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz; iakat (asil) göğüslerdeki kalbier kör olur" Hac (22), 46.
[42] "Kar'ân'i(n anlamını) düşünmilyorki mı? Yoksa kalbhri(nin) üzerinde kilitleri mi var?' Muhammet! (47), 24.
[43] Toshihiko İzutsu, Kur'ân'do Allah ve İnsan, çevr. Süleyman Ateş, Ankara, trs., s. 130.
[44] îevbe(9),87.
[45] Bakara (2), 97.
[46] Mâide{5),49.
[47] Hucurât(49), 2.
[48] Tevbe (9), 87.
[49] Mâide(5),41.
[50] MâIde<5), 113.
[51] Nahl(16),22.
[52] Tevbe (9), 15.
[53] Enfâl(8),49
[54] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 21-23.
[55] Sadık Kılıç, İslâm'da Sembolik Dil, İstanbul, 1995, s. 106-107.
[56] el-Gazzâlî, İhyâ-u Ulu m i d d in, İH, 2.
[57] Kılıç, İslâm'da Sembolik Dil, s. 106-107.
[58] Bakarn (2). 111.
[59] Enbiyâ (21), 11.
[60] Abdulbaki Güneş, "Kur'ân Işığıda Aklın Gücü ve Sınırı", İslâmî Araştırmnlor, Soyu 3-4. Ankara, 1998, s. 213.
[61] Hac (22), 46.
[62] "Senden azabı çabuk isliyorlar- Allah sözünden caymaz (bir süre geciktlrse de mutlaka dediğini yapar. O acele etmez). Babb'in yanında bîr gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir" Hac (22), 47.
[63] Abdurrahman Hasan Habenneke e]-Meydânî, el-Ab.lâku'1-İslâmiyye, Dâru'i-Kalem, Dimeşk, 1987. s. 281-282.
[64] Bkz. Bakara (2), 171; Moide (5), 58; Enfâl (8). 22; Yûnus (10), 42, 100; Câsiye (45), 23; Hop (59), 14,
[65] Câsiye (45), 23.
[66] Fahruddin er-Razî, Mefâtihu'1-Gayb (et-Telsitn'l-Kebtr), Dâru'l-Külübi'l-İlmiyye, Tahran, irs., ikinci baskı, XXIII, 45.
[67] Yasin (36), 10.
[68] Nemi (27), 80-81. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 23-28.
[69] Bakara (2), 225
[70] Ahzâb <33), 5.
[71] Bkz. ei-Taberî, Câmi'u'l-BeYân, II, 415; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, Bidfiyetu'l-Müçtehid. ve Nihâyeiu'l-Muklasid, Dâru'1-Fikr, Beyrut, trs., s. 230; Muhammed b. A!i eş-Şevkânî, Fefhu'l Kadir el-Catai beyne Fenneyi'r-Rivâyeti ve'd-Diraye min İlmi'l-Teisir, DSru'1-Fikr, Beyrut, trs., I, 230.
[72] Muhammed b. Yezid b. Mâce, Sünen, thk. Muhammed Fuâd Abdulbaki, Dâru'1-Fikr, Beyrut, trs., I. 659, h. no: 2043.
[73] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 29-30.
[74] Enfâl (8), 11.
[75] Bt-Taberî, Câmi'u'l-Beyân, IX, 196; Abdurrahman b. Kemal Celalüddin es-Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr fi't-Tefsir bi'1-Me'sûr, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1993, IV, 32.
[76] Seyyid Kutub, Fi Zılâl, çev. Heyet, Dünya Yay., İstanbul, 1991, V, 153- Krş. et-Ttrberi, Cnml'u'l-Beyân, IX, 194-195.
[77] Bkz. Kasas (28). 7.
[78] Kosas{28), 10.
[79] Kehf (18), 13-14.
[80] Âli İrarân (3), 154.
[81] Bakara (2),-155.
[82] Huc!trâl(49), 3.
[83] Hucurâl (49), 4-5.
[84] Bkz. Muhammed h. Muhammed Bİ-İmâdî Ebu's-Suûd, Irşâdu'l-Aklî's-Selîm İlâ Meznye'I-Kur'âni'l-Kerim, Doru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, trs. VIII, 117; eş-Şevkânî, Fethn'l-Kndir, V, 53.
[85] Hac (22), 32.
[86] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 30-36.
[87] Baknra (2), 283.
[88] Bkz. Tahâ (20), 7.
[89] Bkz. el-Taberî, CâmiVl-Beyân, III, 141; İbn Kesir, Tehirıı'1-Kur'âni'İ-Azim, I, 501; EbuVSuÛd, İrşâdu'l-Akli's-Seiinı, I, 272; Elmalılı. Hak Dini, II, 266-267. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 36-37.
[90] Bakara (2), 97.
[91] Şuarâ(26), 192-195.
[92] Elttmlıiı, Hak Dini, I, 360. Vahyin mahiyeti ve nüzûlüyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. M- Zeki Duman, Vahiy Gerçeği, Ankara, 1997, s. 47 vd.
[93] Bks. A'râf (7), 52, 203; Yûnus (10). 57; Yusuf (12), 111; Nahi (16), 64; Nemi (27), 2.
[94] Bkz. Câsiye(45). 20.
[95] Bkz. Bakara (2), 2; ÂU İmrân (3), 138; Mâide (5), 46.
[96] Bk2. Nahl(16), 89, 102.
[97] Bkz. Lokman (31), 3.
[98] Bkz. Mü'min (40), 54-
[99] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 37-38.
[100] Bkz. Nûreddin es-Sâbûnî, el-Bidâye fi Usûli'd-Din, Dimeşk, 1979, s. 87; Muhammed b. Ebibekir ei-Cevzî (İbnıı'l-Kayyim), Şiiâu'1-Alil, thk. Muhoramed Bedrüddin el-Halebî, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1398, s. 170.
[101] Hucurât (49), 14.
[102] Bkz. et-Taberî, Cami'u'UBeyân, XXVI, 141-142; el Vahidî, Esbâbu'n-Nüzül, s. 296-297-
[103] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, VII, 368.
[104] TevbeO). 101.
[105] Ebu Abdiliah Muhammet! b. İsmail el-Buhârî, el-Cami'n's-Sahih, thk. Mustafa Dib el-Buğa, Dâr İbn Kesir, 1987, Beyrut, üçüncü baskı. I, 28; Müslim b. Haccac, Snbîh Müslim, thk. Muhammet) Fuâd Abdulbaki, Dâr İhyâi't-Türâsİ'l-Arabî, Beyrul, trs., III, 1219.
[106] İbn Hacer, FetWl-Bârî, 1, 128.
[107] ibn Hacer, Fethu'1-Bârî, I, 128.
[108] Hac (22), 48; Kol (50), 37.
[109] Bkz. Muhırnmed b. Ebibekir Eyyüb ez-Zer'î, el-Tibyân fi Aksâmi'1-Kur'ân, Düru'l-Fikr, trs., s ^6; İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, I, 128. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 38-41.
[110] Mücâdele (58), 22
[111] Teğâbün(64), 11.
[112] Müslim, Sahih, IV, 2295, h. no: 2999; İbn Kesir, Teisiru'1-Kur'âni'l-Azim, IV, 376.
[113] Hucurât (49), 7.
[114] İbn Kesir, Tefsİnı'MCur'fini'1-Azim, IV, 211.
[115] Bkz. Ahmed b. Hanhel, Hüsned, Çağrı Yay., İstanbul. 1992. III, 13M35.
[116] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 41-44.
[117] Bakara (2) 260.
[118] Bkz. Hüseyin b. Mes'ud el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzü, Dflru'l-Ma'rife, Beyrul, 1987, ikinci baskı, 1, 247; Abdurrahman b. Ali b. Muhammed ei-Cevzî, Zâdu'l-Mesİr fi İlmİ't-îeİsİr, el-Meklebu'1-İslâmî, Beyrut, 1404 , Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 44-45. üçüncü baskı. I, 313; el-Kurtubî, el-Comi li Ahkâmi'l-Kur'âD, III, 298; Kutub, Fi Zılâl, I, 480. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003:
[119] Nahl(lG). 106.
[120] Bkz. Abâurmzzak b, Htimam es-San'ânî, Tefsiru'l-Kur'ân, thk. Muslafa Müslim Muhammed. Rlyod, 1410, II, 360, et-Taberi, Cömi'u'l-Beyân, XIVI, 181-182; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 212; İbn Kesir, Tehiru'1-Kur'öni'l-Azim, IV, 525.
[121] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, IV, 526; el-Beydâvî, Envâru'Menzil, III, 422; Elmalı!!. Huk Dini, V, 264. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 45-46.
[122] Bkz. Hac (22), 53.
[123] Hac (22), 54. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 47.
[124] Bkz. et-Taberî, Cânû'ın-Beyan, I, 1I7, 137; es-Suyûtî, ed-Dıırnı'1-MensÜr, I, 74; el-Cflzû, Mefhûmu'1-Akli ve'1-Kalb, s. 192.
[125] Âl-iİmrân(3U67.
[126] et-Taberî. Câmi'n'l-BeyâB, IV, 167.
[127] Bkz. er-Hazî. MeiâUWl-GaYİ>, IX. 87-88; el-Kurlubî, el-Comi li Ahkami'l-Kur'ün, IV, 266.
[128] Mâiıle (5). 41.
[129] Ebu'I-A'lâ Mevdudî, Telhimu'1-Kur'ân, İstanbul, 1986,1, 425.
[130] Bakara (2), 204.
[131] Kutub, Fi Zılnl, I. 324-325.
[132] Muhammed (47), 29-30.
[133] İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, I, 359.
[134] eUCûzû, Meihâmu'1-Akli ve'1-Kalh, s. 192; Lütfullah Cebeci, Kur'ân'da Şer Problemi, Ankara, 1985, s. 155.
[135] Maide (5), 41.
[136] Mâide (5), 41.
[137] Tevbe (9), 8.
[138] Tev>'e (9), 9.
[139] Fetih (48), 11.
[140] Tevbe (9), 75-77.
[141] Buhari, Sahih. 1, 21. h. nt>: 33; Müslim, Sahih. 1, 78. h. no, 58.
[142] Enlâl(B),24.
[143] Ez-zemahşeri, el- keşşaf, II, 210.
[144] Kutup, FiZılal, V, 168.
[145] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 47-57.
[146] ÂMİmrân(3), 103.
[147] Eniâl(81. 63.
[148] AMİmrân(3), 159.
[149] er-Razî, Melâtih, IX, 63.
[150] M-Raaî, MefSiih, IX, 84; el-Âlusî, Rûhu'l-Meânî, IV, 106; Kutub, Fi ZUSİ, II, 226.
[151] Hap (59), 10-
[152] A'râf(7),43.
[153] Hicr(15),47.
[154] Hatlid (57>, 27.
[155] BaWa (2), 93.
[156] Hadid(57),16.
[157] Enfâl (S), 2.
[158] Hac (22). 35.
[159] Mü'minûn (23), 60-61.
[160] Ra'd (13), 28-29.
[161] Müzzemmil (731, 8-10.
[162] Bkz. et-Taberi, CârniVl-BeYan, IV, 7E-84; İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âm'l-Azim, I, 402.
[163] Â)-i İmran (3). 125-126. Ayrıca bkz. Eniâl (8), 9-10.
[164] Âl-iİmrân(3), İSİ.
[165] Bkz. et-Taberî, CöniVl-BeySı, IV, 124.
[166] Münafikun (63), 4.
[167] Bb. et-Taberî, CnmiVl-Beyön, IX, 189-193; İbn Kesir, Tefsirn'l-Kur'ini'l-Azim, II, 290-293,
[168] Enial (8). 12-13.
[169] Bkz. el-Taberî, CâmİVl-Beyan, XXI, 150; es-Suyûlî, ed-Dürrul-Mensûr, VI, 591; Muhammet! b. Ali h. Muhömmed eş-Şevkânî, Heylu'l-Avtar Şerhu Munteka'UAhyâr, Hnl-CU, Beyrut, 1973, VIII, 231.
[170] Ahzâb (33) 26.
[171] Bkz. et-Taberî, Cnmi'u'l-Beyân, XXVIII 27-28; Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Dâru'l-Marife, Beyrut, İrs., s. 310-311; İbn Kesir, Tefsİru'l-Kur'oni'1-AEİm, IV, 333.
[172] Haşr(59). 2.
[173] Mü'min (40), 18.
[174] Naziat(79).6-8.
[175] Sebe(34U3.
[176] Bkz. İbn Hi5am. es-Sîretu'n-Meb^YYe. IV, 206 207-et-Tab.ri. Camiul-Beyan, II, 341;
[177] Ahzâh (33), 10-
[178] Bkz. Tevbe(9).107.
[179] TEvbe(9). 110.
[180] Zümer(39), 45.
[181] Tevbe(9), 14-15.
[182] HQŞr(59), 14.
[183] Feiîh (48), 26.
[184] Bkz. Enfâl (8), 11.
[185] Âl-i İmrân (3), 156.
[186] et-Taberî. CfimiVl-Beyân, XXVIII. 161.
[187] Tahfim(66),4. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 57-72.
[188] Enbiyâ (21), 1
[189] Enbiyâ (21), 11-15.
[190] Geniş bilgi için bakz. M. Sait Şimşek. Kur'ân Kusalnrına Girİj, İstanbul, 1993, s. 106-107.
[191] Bkz. Enbiya (21). 1-45. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 72-73.
[192] Bkz. el-Muhâsibî, el-Mesâil, s. 131.
[193] Sâffât (37), 83-84.
[194] Rûm (30), 30.
[195] İbn Hanbel, Müsned, İV, 194.
[196] Şuarâ (26), 88-89.
[197] Bk2. Buharı, Sahih, I, 28; Müslim, Sahih, III, 1219.
[198] Bkz. Süfyan b. Said es-Sevrî, Teisiru Siiiyan es-Sevrî, Dânı'l-Kütiibi'Hlmiyye, Beyrut, 1403 , 1, 229; ei-Taberî, CnmiVl-Beynn, XIX, 87; İmam Ebu Cnİer en-Nehhâs, Meâni'l-Kur'ân, thk. Muhammed Ali es-Sabunî, Mekke, 1409 , V, 88; e!-Kuriubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân,, XIII, 114; Şevkânî. Fethu'l-Kodir, IV, 106;
[199] Bakara (2). 10.
[200] el-Beğfivî, Meâlimü't-Tenzil, 111, 390; el-Kurtubî, el-C«mi li Ahkfirai'l-Kur'öa, XIII,114.
[201] el-Kurtubî, el-CnmiliAhkâmn-Kur'ân, XIII, 114.
[202] ez-Zemahşerî, el-Re§§âi, III, 321.
[203] er-Razî,Meiâtih,XXIV. 151.
[204] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 74-77.
[205] Bkz. et-Taberî, et-Taberî, Cûmi'u'l-Beyân, XXVI, 173; el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kıır'ân, XVII, 21; eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadir, V, 78.
[206] Kaff50), 33.
[207] Mm (30). 31-32. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 77-78.
[208] Rtı'd(13). 28.
[209] Özlürk, Kuran'm Temel Kavramları, s. 275. Ayrıca Kalb kavaranııyla ilgili ayrıntı iÇin hkz. aynı eser, s. 229-275.
[210] Bkz-İsrâ(İ7), U.
[211] Abdurrahraan h. Ebi Bekir es-Suyûtî, Tedribu'r-Rnvî İi Şerhi Takribi'n-Sevevî, thk. Abdulvuhhab Abdullatif, Meklebettı'r-Riyad ei-Hadise, Riyad, î, 287.
[212] Tevbe (9), 45. . Ayrıca bkz. Tevbe (9), 110; Eniâl (B), 12; Âl-i İmrân (3), 151, 156; Ahzâh (33), 26.
[213] Kehi(l8),28.
[214] Sahi (16). 22.
[215] Ahzfilı (33), 41-42.
[216] Rûm (30), 17-18.
[217] A'râ(<7>, 205.
[218] Bkz.Hûd(H), 15-16.
[219] Bkz. Yusul (12), 33.
[220] Münâiikûn (63), 9-10.
[221] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 78-83.
[222] Bkz. et-Taberi, CömiVl-Beyâü, XII. 131-132.
[223] Ahsöb (33), 53.
[224] Ahzâb (33), 32.
[225] Bkz. M. Zeki Duman, Be; sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Har, Hucurnİ, Miimtahine), Ankara, 1999, s. 97-98.
[226] Mâİde(S), 41.
[227] Bakara (2), 10. Diğer Örnekler iğin hfcz. Mâide (5), 52; Eniâl (8), 49; Tevbe (9), 125; Hac (22), 53; Hûr (24), 50; Ahzfib (33), 12, 32, 60; Muhammed (47), 20, 29; Miiddessir (74), 81.
[228] Ebu Abdillah Muhamraed b. Ebibekir İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medfiricu's-Sâlikİn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379.
[229] Bkz.Bakara(2),lM2.
[230] Tevbe (9). 125.
[231] el-İsiahanî, ez-Zeri'a, s. ZOB.
[232] A'rât (7), 58.
[233] Bkz. Yûnus (10), 100.
[234] Tevbe (9), 95.
[235] Elmahhl, Hak Dini. 1208-209-
[236] TBThe(9),45.
[237] Hadiâ (57), 13.
[238] ElmalıM, Hak Dini, 111, 266.
[239] Mâide (5). 52.
[240] Enfâ! (8), 49.
[241] Ahzab(33), 12.
[242] Ahzab (33), 60.
[243] Muhammed (47), 20.
[244] el-Cevzî, Zâdu'I-Mesir, VII, 405.
[245] Nisa (4), 77.
[246] HÛr(Z4), 48-50.
[247] Bkz. et-Taberî, CârnİVl-Beyân, XVIII, 156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III, 352;
Kadı Nasirüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envfiru'i-Tenzil ve Esrâru'i-T'Bvil, thk. Ahdulkodir Arafat, Dâru'UFikr, Beyrut, 1996, IV, 196; Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî İi iehiri'l-Kut'ânİ't-Azİm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dfiru Ihyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.
[248] Hac (22), 53.
[249] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 83-96.
[250] Bkz. el-İsfehönî, el-Müfredât, s. 318; Ebu's-Suûd, İrşâdu'l-AkliVSelîm, II, 8.
[251] Bkz. et-Taberî, Cnmi'u'l-Beyân, III, 176; İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, I, 346; Şihabuddin Ahmed b. Muhammed el-Hâiro el-Mısri, et-Tİhyân İi Tefsiri Garibi'l-Kur'ân, thk. Fethi Enver, Dâru's-Sahabe, Kahire, 1992, s. 142.
[252] Al-i İmrân (3), 7.
[253] ÂI-iİrarÖn(3), 8.
[254] Tirmizî, Sia» '• 53fl' h- n0: 3522; Ali b- Ebi Bekir el-H ve Meabe't'l^c''d' Dâr er-Reyyân, Beyrut, 1407, VI, 325.
[255] Saif(61),5.
[256] Bkz- el-Toherî, Câmi'u'l-Beynn, XXVII!, 86; ez-Zeraahşerî, el-Ke^âi, IV, 524.
[257] Tevbe(9), 117.
[258] Bkz. Buhörî, Sahih, IV, 1719.
[259] et-Taberî, CâmiVl-Beyân, XI, 54.
[260] Bkz et-Teberî, CâmiVl-Beyân, XVII, 2; el-Kurtııbî, el-Cami li Ahkâmİ'l-Kur'ân, Xi, 268; ei-Mısrî, et-Tİbyâa fi Tefsiri Ğaribi'l-Kur'ûn, s. 293.
[261] Enbiya (21), 1-3.
[262] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 96-100.
[263] Abdurrahman b. Muhammed b. Mahluf es-Seâlibî, el-Cevahiru'1-Hisân Ü Tefsiri'l- Kui'ân, Beyrut, trs., IV, 53.
[264] Zümer (39), 22. 251
[265] Hadid {57>, 16.
[266] Hadid(57), 17.
[267] Bkz. ez-Zemahşetî, eI-Keş$fif, IV, 478.
[268] Bkz. el-Kurtubî. el-Cami li Ahkâmi'î-Kur'ân, XVII, 250.
[269] Bakara (2), 74.
[270] ez-Zeraah§erî, el-Keş§âf, I, 155-156. Aynen bkz. el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil, I, 347;Veli Ulutürk, Kur'ân'dn Temsili Anlatım, İstanbul, 1995, s. 39.
[271] Tirmizî, Sünen, IV, 607.
[272] En'flm (6), 43-
[273] Mâide (5), 13.
[274] Zümer(39), 22.
[275] Yûnus (10). 42-43.
[276] Rûm (30), 52-53.
[277] Fâtır (35), 19-22.
[278] Mü'minûn (23), 63. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 100-106.
[279] el-İsfehânî, el-MÜİredâ(, s. 303.
[280] et-Taberî, Cami'u'1-Beyan, XXX, 97.
[281] Muhamnıed b. Manzur, Lisnnu'1-Arnb, Beyrut, XIII, 192.
[282] eİ-Curcânî, et-Ta'riffit, s. 210.
[283] Mufaffifin (83), 13-15.
[284] İbn Hanbel, Müsned, II, 297; Hahz Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Hakim en-Heysâbûri, el-Müsledrek nla's-Sahiheyn, thk. Mustafa Abdulkadir Ala, Dâru'l-Külübi'l-İlmiyye, Beyrut. 1990,1, 45.
[285] el-Taberi,-CfimiVI-Beyân, XXX, 98.
[286] Bakara (2). 81.
[287] ez-Zemnhşerî, el-Ke&âf, I, 158.
[288] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 106-109.
[289] Hac {22). 46.
[290] A'râI(7), 179.
[291] Haris b. Esed eNMuhâsibî, el-Mesâil ü A'mâlİ'UKulûbi ve'i-Cevârih, thk. Abdıılkadir Ahmed Ala, 1969, Kahire, s. 246.
[292] er-Razî, Mefâtih, XV. 64-65; Elmahh, Hak Dini. IV, 1Î8.
[293] Kutub,FiZılÖl,V,24
[294] e2-Zemnhşerî, tl-Ktffti, II, 180; el-Beydâvî, Eav8rtı'l-TeB2il, III, 77.
[295] Rûm (30), 59.
[296] Müuâfikûn (63), 3. Ayrıca bkz. Rakarn {2), 7; Tevbe (9), 87; En'âm (6), 4S.
[297] Bakara (2), 7- Ayrıca bkz. Câsiye (45), 23-
[298] el-Kurtubî, el-Cnroi li Ahkâmi'l-Kurön, I, 186.
[299] el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil, i, 146. Ayrıca bkz. Şimşek, Kur'ân'ın Ana Konulan, s.35, 79-80; Duman, Beş sûrenin Tefsiri, s. 272.
[300] Bkz. ei-tsfehânî, el-Müfredât, s. 205.
[301] Nisa (4), 155. Anca bkz, Muhammed (47), 24.
[302] Kehf (18). 57.
[303] TsvhaO), 127.
[304] Tevbe(9), 127.
[305] et-Taberî, Câmi'u'I-Beyân, î, 112; İbn Kesir, Tefsiru'1-Kur'âni'l-Azim, I, 70.
[306] Bkz. Yûnus (10) 96-97.
[307] Hicr (15), 14-15-
[308] Ra'd (13), 27-
[309] Mâide (5), 16.
[310] Bkz. Muhammed Esed, Kur'ân Mesajı Med-Telsir, çev. Cahit Koyiak-Abrael Ertürk, işaret Yay., İstanbul, 1999, I, 5-8; M. Sait Şimşek, Kur'ân'ın Ana Koşuları, İstanbul, 1999, s. 76 vd.' Fatiha sûresi ve Türkçe Namaz, 1998, s. 56-57; Duman, Beş sûrenin Tehiri, s. 273.
[311] Kehf(18),29.
[312] Câsîye (45>, 23.
[313] A'rai (7), 101. Ayrıca bkz. Yûnus (10), 74; Tevbe (9), 87, 93;; Rûm (30), 59.
[314] Yûnus (10), 74.
[315] Tevbe (5), 93.
[316] Mü’min (40), 35.
[317] Muhammed{47), İB.
[318] er-Razî. Mefâtih, XXX, 14.
[319] el-İsfehâtıî, el-Mnlredfit, s. 205; Mevdudî, Tefhimn'l-Karon, I, 47; Cebeci, Kur'ân'ân Şer Problemi, s. 244-245.
[320] Tevbe(9), 23.
[321] Nnhlde). 107.
[322] Kah! (16), 108.
[323] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 109-121.
[324] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 123.
[325] İbn Manzur, Lisânu'I-Arab, III, 328; Mecdûddin Mtıhammec! b. Yatcub Fimzâbâdî, el-Kamusu'l-Mubit. Müesseseiu'r-Risâle, Beyrut, 1993, 3. baskı, s. 389.
[326] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab. III, 328.
[327] Bkz. İbn Mnnzur, Lisânn'l-Arai, III, 328; Firuzâbadî, el-Kumnsu'I-Mnhİt, 389; Luys Malui el-Yesuî, Mfincİdn't-TalIab Beyrut, 1986, s. 533.
[328] el-Cûzû, Mefhûmu'1-Akli ve'l-Knlh, s. 51.
[329] Zuheyr h. Ehî Selmâ, eI-Ma«UakaİB's-Snb', s- 28.
[330] İmruu'1-Kays, el-Munllakatn'ı-SBİı1. s. 5
[331] el-Cûzû, Mefhûmn'1-Akli ve'1-Kalh, s. 52.
[332] Ahraed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, el-İsnbe li Temyizi's-Sahabe, thk. Ali
Muhammet), Dâru'1-Cil. Beyrut, 1992,1, 442.
[333] Muhammed b. İshak b. Yesâr, Sirela İbm İshak, (el-Mnbtede1 VE'L-Meb'as ve'l-Megâzî), thk. Muhnmmed Hamidullah, Mo'hedu'd-Dirösâl. İrs., II, 153; Hasan b.Ömer b. Habib, et-Muktefâ min Siretİ'l-HmlaİB. thk Mustafa Hiseyin ez-Zehebî,Dâru'l-Hadis, Kahira, 1996, s. 59.
[334] El-Cûzû.Methûmu'l-Aklive'l-Kalb.s. 53-54
[335] Bkz. İbrahim (14), 37 Artık sen de insanlardan birtakım grupları, onları sever yap...). Tefsirlerde bu âyette geçen »-^ kelimesinin de kalb anlamında yorumlandığına rastlamaktayız. Bkz. ez-Zemahşerî, Keşşaf, II, 559; Ceiâluddin Mahaüî - Celâluddin es-Suyûîî, Tefsiru'l-Celâleyn, Pamuk * Yay., İstanbul, trs., s. 237.
[336] Heyet, Mu'cemu Alfazi'1-Kur'Sn'i'I-Kerim, Mısır, 1990, II, 835.
[337] Öztürk, Kuran'ın Temel Kavramları, e. 267.
[338] el-îsfehânî. el-Müfredât, s. 585.
[339] Nahl(16),78.
[340] el-Âlusî, Rûhu'l-Mennî, XIV, 201.
[341] Mü'minûn (23), 78.
[342] Secde (32). 9.
[343] Mülk (67), 23.
[344] Nahl(16), 78.
[345] Şeraleddin Gölcük. Knr'ûn ve İiısun, Konya, 1996, s. 39.
[346] Bakara (2), 75.
[347] Kutuh, Fi ZilSl, V, 187.
[348] Ahkaf(46),2B.
[349] Furkan (25), 32.
[350] Bkz. Md(lî), 120.
[351] Bkz. ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 439.
[352] Bakara (2) 260.
[353] İsrâ (17), 36.
[354] el-İsİahanî, el-Müireaat, s. 618.
[355] el-Beydâvî, Envâru'1 -Tenzil, III, 445.
[356] Buharı, Sahih, VI, 2474, h. no: 6345.
[357] Bkz. Ali b. Ebihekir el-Hesemî, Mecae'u'z-ZevÜHt ve Henbe'u'l-Fevâid, Dâru'r-Reyyân, Kahire, 1407, VII, 324.
[358] Bkz. Müslim, Sahih, I, 158, h. no: 174; el-Taberi, el-Camİ li Ahkâmı' 1-Kur ân, XXVII, 47-48; el-Kurtubî, el-Cami li Ahkami'l-Kur'nn, XVII, 92; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'finn-Azim, IV, 350-252, Beğâvî, MeSlimn'l-Tenzil, IV, 246.
[359] Necnı (53), 11-12.
[360] En’am (6), 113.
[361] ibrahim (14), 42-43.
[362] Hümeze{J04), 6-9
[363] En'âm (6), 110.
[364] ibrahim (14), 37.
[365] ei-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur-Ûn, XIII, 255.
[366] Kasas(2B), 10.
[367] Bkz. ez-Zemahşerî, el-Ke;;âf, III, 395; el-Beydâvî, Envnrü't-Tenzii, IV, 284. Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 123-137.
[368] Bkz. Abdulbaki, el-Mu'cemu'1-Mufehres, s. 403-401
[369] Bkz. el-Beydâvî, Envarü't-Teazil, V, 63; el-Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXX, 166; M. Reşid Rıza, Îefsiru'l-Kur'âni'l-Hakim (Tefsirıı'l-Menâr), Dâru'l-Marife, Beyrut, trs., ikinci baskı, XI, 401.
[370] İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, IV, 445; er-Razî, Sıhah, s. 306.
[371] Bkz. İbn Manzur, Lisânu'I-Arab, IV, 446; Firuzâbâdî, el-Knmusu'1-Mnhit, s. 3833.
[372] İnşirah 04). I.
[373] Bkz. Muhammed b. Einbekir er-Razî, Muhtaru's-Sıhah, İslanbul, 1980, s. 285;
Muhammed Abdurrauf el-Munâvî, et-Tavkif alâ Mühimmâti't-Teârii, thk.Muhammed Rıdvan, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1410, s. 427; Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXX,165.
[374] Bkz. Ali b. Ahmed el-Vâhıdî, el-Veciz fi Tefsiri'1-Kitâbİ'l-Aziz, Dârul-Kalem, Beyrut,1415, II, 1212; el-Beğâvî, Meâlirau't-Tenzil, IV, 501; ez-Zemnhşerî, el-Ke$şâf, IV,770; el-Beydâvî, Envâru'l-Tenzil, V, 504.
[375] el-Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXX, 166.
[376] En'âm(6), 125.
[377] Zümer(39), 22.
[378] Tahâ (20), 25-26.
[379] Tâhâ (20), 27.
[380] Bkz. et-Taberî, el-Cami li Ahkâmı' 1-Kur'ân, XIX, 64.
[381] " Yahut ben, şu aşağılık nerâeyse söz anlatamayacak duRûmda olan kimseden daha iyi değil miyim?' Zuhruf (43), 52.
[382] "Kardeşim Harun, o, dil halamından benden daha güzel konuşur. Ona da benimle beraber, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Zira ben, beni yalanlayacaklarından korkuyoEûm." Kasas (28), 34.
[383] Bkz. el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân, XI, 192.
[384] Bkz. Muhammet) Abduh, Telsini Cuz'i Amme, Dâr İbn Zeydun, Beyrut, 1939, ikinci baskı,.s. 127-128; Mevdudî, Tefhimul-Kur'Sn, V1İ, 156457; Duman, Vahiy Gerçeği, s. 55.
[385] es-Seâlibî, el-Cevahiru'1-Hiıân, IV, 53.
[386] Tirmizî, Sünen, V, 298.
[387] En'âra (6), 125.
[388] Nahl(16), 106.
[389] Şuarâ (26). 12-13.
[390] Bkz. İbn Kesir, Tefsirn'1-Kor'âni'i-Azhn, III, 147.
[391] Hicr(15), 97.
[392] HÛd(ll), 12.
[393] 'et-Taberî, Cami'u'1-Beyân. XIV, 188.
[394] et-Taherî, CârniVl-Beyâa, XII, 9; el- Beydâvî, Envânı't-Tenzil, III, 224.
[395] A'râf (7), Z.
[396] Mücahid b. Cebr el-Mahzûmî, Telsim Mücahid, thk. Abdurrahman el-Tahır Muhammed, ei-Menşuratu'1-İImiyye, Beyiut, trs., I, 231.
[397] er-Razî, Muhtaiu's-Sıhah, s. 107; el-Munâvî, et-Tnvkif, s. 273.
[398] en-Nehbös, Meâni'l-Kor'ân, III, 7-8; Alusî, Rûhıı'l-Meâtrî, VIII, 75.
[399] el-Kuriubî, el-Cnmi İİ Ahknmi'l-Kur'nn, VII, 160; el-Hafiz Ebu'1-Fidâ İsmail b. Kesir,Tefsiru'I-Knr'Snİ'l-Azİm, DâruVFikr, Beyrut, 1401, II, 440.
[400] Nisa (4), 90.
[401] el-Mısrî, et-Tibyân fi Tefsiri Ğnıibn-Kur ân, s. 172.
[402] en-Nehhâs, Meânİ'l-Kür'ön, II, 155.
[403] Bkz. Ebubekir Ahmed b. Ali er-Razî el-Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Muhammed es-Sadık, Dârıı'i-Türâsi'İ-Arabiyye, Beyrut, İ405, III, 190; es-Seâlibî, el-Cevâhiru'l-Hisân, I, 399.
[404] Aakebût(29), 49.
[405] Muhnraraed Abdullah eş-Şerkâvî, es-Sûfiyyetu ve'l-Akl, Dâru'1-Ci), Beyrut, 1995, s. 137.
[406] Mülk (67), 13.
[407] Al-i Imrân (3), 119.
[408] Mü'min(40), 19.
[409] el-Muhâsihî, el-Mesâil, s. 159.
[410] Bkz. et-Tnberî, CâmiVl-Beyûn, XXIV, 53 vd.; el-Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'an, XV, 303; İbn Kesir, Telsiru'1-Kur'âni'l-Azim, IV, 76.
[411] Mii'min (40), 18.
[412] Bkz. Âlusî, Rûhu'l-Mefini, XXIV, 59.
[413] Lokman (31), 13.
[414] Lokman (31), 23.
[415] Züraer (39), 7.
[416] Nâs(l)4), 4-5.
[417] Âl-iİmrân{3), 154.
[418] Adiyât(l00), 9-11.
[419] Mü'min (40), 79-8E
[420] H0Sr(59), 13.
[421] Mü'mm (40), 56.
[422] Haşr (59), 9.
[423] Âl-iİmrân(3). 118-119.
[424] Yûnus (10), 57.
[425] Tevbe{9), 14-15.
[426] lira (17). 49-51.
[427] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 137-153.
[428] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 155-159.
[429] Doç.Dr.Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003: 161-168.