KUR'AN'DA KİŞİLİK PSİKOLOJİSİ 2

Önsöz. 2

Giriş. 2

I) Kişilik. 2

II) Şâkile (Kişiliğin Öznel Yani) 3

1- KİŞİLİĞİN ALT TABAKASI 4

I) Fizyolojik Güdüler 4

Açlık Ve Susuzluk. 4

Cinsellik. 5

II) TEMEL EĞİLİMLER.. 5

A) Üstünlük. 5

B) Salgırganlık. 6

C) Güven. 7

D) Sâhib Olma. 8

E) Özvarlıktan Memnuniyetsizlik. 8

F) Araştırma (Tecessüs) İsteği 8

G) Toplumsal İlgi 9

H) Kimlik İhtiyacı 9

III) Heyecânsal Ve Duygusal Hisler 10

2- KİŞİLİĞİN ÜST TABAKASI VE İŞLEYİŞİ 11

I) Değerler: Kaynakları Ve Bağlayıcılıkları 11

A) Vicdan. 11

B) Sosyal Çevre. 12

C) Din. 13

II) Zihinsel Olgu. 14

III) İrade. 14

IV) Çaba (Cehd-Gayret) 15

V) Günah. 16

3- KALP (EGO) 16

Sonuç. 17

Bibliyografya. 18


 

KUR'AN'DA KİŞİLİK PSİKOLOJİSİ

 

Önsöz

 

Lokman sûresinin “Görmediniz mi Allah, ... Size za­hir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen) nimetlerini bol bol verdi.”[1] âyetini, büyük müfessir er-Râzî psi­kolojik gerçekliğe uygun olarak yorumlar. O'na göre bura­daki zahirî nimet, vücudun organlarındaki sağlamlığı, bâtınî nimet ise, bu organlardaki kuvvet, meleke ve kabiliyet­leri ifade eder. Göz ve kulak görünürde kıkırdak ve yağ do­kusundan, dil ve burun; etten, kemikten teşekkül eder. Ama bu organların herbirinde görme, işitme, tat alma, ko­ku alma gibi bâtınî kuvvet ve melekeler vardır.

Naklettiğimiz anekdotta görüldüğü şekilde müfessirler, Kur'an-psikoloji ilişkisine değinmekten geri durmamışlardır. Fakat içinde yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına ve ilmî gelişmelere paralel olarak tefsir ilmi bünyesinde “psi­kolojik tefsir” şeklinde bir ihtisaslaşmaya gidilmesi yönün­de bir ihtiyaç doğduğu kanaatini taşıyoruz.

Bu bağlamda psikolojinin kilit kavramlarından birisi olan kişiliği Kur'an'ın öğretisi doğrultusunda incelemeyi uysun bulduk. Amacımız, Kuranın öngördüğü ideal kişilik modelini ortaya koymak ve böylece müminlerin kişilik eğitimine sistemli, gerçekçi çözümler önermekti. Aslında Kur'an'ın gönderiliş amacı da insanlara, ideal kişilik sahibi olmaları yolunda rehberlik etmektir.

Kişilik ve kişiliğin öznel yanını tanımlayarak başla­dığımız araştırmalarımızda şu konular yer aldı: Birinci bölümde kişiliğin alt tabakası olarak fizyolojik güdüler, temel eğilimler, heyecansal ve duygusal hisler değerlendirildi. İkinci bölümde kişiliğin üst tabakası olan değerler alanı ve kişiliğin işleyiş sürecinde rol alan zihinsel olgu, irade, ça­ba ve günah olgusuna yer verildi. Üçüncü bölümde ise, ki­şiliğin icraat yönü kalbi inceledik.

Bu araştırmanın, hem yazarı hem de okurları için ideal mümin kişiliğine sahib olma yolunda küçük bir kıvıl­cım olmasını Yüce Allah'tan niyaz ederim.[2]                                                                                  03. 03. 1997, Darende.

 

Giriş

I) Kişilik

 

Kur'an'da bireysel ve insanın kollektif davranışlarına dair, belirgin bir şekilde pek çok spesifik açıklayıcı kavram ve izahlar vardır. Kur'an'ın bu sosyal, psikospirtual doğal kanunlarından İslâmî bir kişilik kavramının iskeletini oluş­turabilmek, kişiliğin psiko-sosyal ve manevî temel unsur­larını belirlemek mümkündür. Yeterince ele alınmamış, do­kunulmamış, kişilikle ilgili âyetler araştırılacak ve siste­matikle ştirilecek olursa modern bir İslâmî kişilik kavramı ortaya çıkarılabilecektir.

Modern psikoloji henüz “kişilik” konusunda isteni­len açıklağa ve kesin kabul edilebilecek sonuçlara ulaşabil­miş değildir. Aslında kişilik konusunda yapılan araştırma­lar yenidir. Ayrıca kişilik, pek karmaşık ve iç içe' girmiş elemanlardan meydana gelmiş bir yapıya sahiptir. Kişiliği oluşturan bu parçalar öylesine birleşmiş ve bütün meydana getirmişlerdir ki, bunları ayırt etmeye çalışmak ve her birinin fonksiyonlarını belirtmek bilimsel incelemelerde güç­lüklere neden olur.

Şahsiyeti meydana getiren unsurlar içinde birini di­ğerine tercih etmenin imkansızlığı sözkonusudur. Şahsiyet, psikolojide kapsamı en geniş olgulardan biridir. Benzeri sebeplerden dolayı onun tarifi gerçekten kapalı bir mesele­dir, Psikologların üzerinde aynı fikirde olduğu bir tek kişi­lik tanımı yoktur. Yapılan foımel tanımlardan birisine bu­rada yer vermek istiyoruz: “Kişilik, bireyin iç ve dış çevre­siyle kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici, tutarlı ve yapı­laşmış bir ilişki biçimidir.”[3]

Kur'an-i Kerim'den öğrenebildiğimiz kadarıyla kişi­lik güdüler ve eğilimler, değerler-normlar ve kalp olmak üzere üçlü bir yapıdan teşekkül eder. ''Bununla beraber nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir.”[4]

Aşırı şekilde kötülüğü emreden ve literatüre “nefs-i emmâre” diye geçen nefis, herhangi bir değer yargısı ve otorite itirafından kontrol edilmeyen, yalın bir şekilde do­yum arayan ya da elemden kaçan güdüler ve eğilimlerdir. Bu güdü ve eğilimler soyut halleriyle kötü değildirler. Bunların ölçüsüz ve kontrolsüz doyurulmaları, değer yar­gılarına aykırı bir kimliğe bürünmeleri “kötü” sıfatıyla ni­telenmelerine neden olur. Güdü ve eğilimlerin gelişigüzel, başına buyruk doyum aramaktan alıkonması, değer yargılarının çizdiği sınırlar çerçevesinde kontrol edilmesi kişili­ğin iki unsuru arasındaki (güdü ve eğilimlerle değerler) köprünün kurulduğunu gösterir: “Nefsini kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak cen­nettir.”[5]

“Nefis”, kötülüğü emreden nefistir. “Hevâ”, arzulara uymaktır. Nefsi, hevâdan sakındırmak, sabrederek kontrol altına almak, iyi ve hayır olanı tercih etmeye karar vermek­tir.[6]

Kanaatimize göre “nefs-i mutmainne” diye literatüre geçen kavram “ideal kişiliği” temsil eder: “Nefsin itminan bulması” [7], her türlü korku ve hüzünün verdiği huzursuz­luğa karşı güven hissi duymasıdır. Güvenceye kavuşan ne­fis müminin nefsidir. Hakka bağlı olmaktan duyulan güven hissi, nefse katî bir iç huzuru verir, onu her türlü şüpheden arındırır.[8]

Güven ve iç huzurunun sağlanması, kişilik birimleri arasında çelişki bulunmadığını, kişiliği oluşturan eleman­ların ahenk ve uyum içerisinde işlerlik gösterdiğine işaret eder ve aynı zamanda “nefs-i mutmainne”, inandığı değer­lerin kaynağı olan otoritenin takdirini, hüsn-ü kabulünü, rı­zâsını kazanmış bir nefistir: “Hoşnut etmiş ve hoşnut edil­miş olarak Rabbine dönmüştür. [9]

Değer yargılarına ilişkin bilgi zihinsel faaliyet sonu­cu elde edilir. Hangi değerlerin tercih edileceği, hangi ni­yet ve amaçla tutum ve davranışların icra edileceği nokta­sında irâde faktörü devreye girer. Güdü ve eğilimlerin sınırsız, ölçüsüz doyum arama isteğine karşı, değerler alanı bu istekleri kontrol etme “çaba ve gayret”i içine girer. Fa­kat zaman zaman bu istekler kontrolden çıkar. Durumu farkedebilen birey hatanın bilincine varınca günah duygusuy­la yüzyüze gelir.

Bütün bu işlevlerin kontrol edildiği merkez, ilk ve son sözün söylendiği yer kalptir: Hangi değerlerin kabul edileceğini, hangi iç ve dış etkiye nasıl tepki verileceğini o belirler. Kişiliğin işleyişinde bütün işlevler kalpte başlar, kalpte biter. Güdüler ve eğilimler, bilinç, irâde ve değerler kişilik bütünlüğü içerisinde mesaj ve faaliyetlerim kalbin onayına sunarlar ve kalpte son şekillerini alırlar. Kalb bo­yutunda teşekkül eden, ortaya çıkan kişilik, reel kişiliktir. Bu, kişilik adına bir ferde ait gerçekliği ifade eder.

Değerlerin gerçek kaynağı olan Allah, sadece değer­lerin bilgisini göndermemiş, her insan gibi aynı güdü ve eğilimleri taşıyan bir peygamber göndermiştir. Ve bu pey­gamber, değer yargılarına uygun bir şekilde ideal kişiliğin eşsiz modelini sunmuştur, insanlara: “Andolsun ki, Resûlüllah'da sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.”[10]

Resûlüllah Kuran değerlerini insanlığa tebliğ etmek­le kalmamış, bu değerleri bizzat kendi kişiliğinde uygula­mak suretiyle insanlığa bir model sunmuştur. [11] Üstün ka­rakteriyle, övgüye lâyık seciyye, meleke ve maneviyatıyla [12] Örnek olmuştur: “Ve sen elbette yüce bir ahlâka sahip­sin.”[13]

Günlük konuşma dilinde karakter ve kişilik terimle­ri birbirinin yerine kullamlagelmiştir. Oysa modern psiko­loji açısından karakterin anlamı kişilikten daha dardır. Ki­şilik daha çok insanı bir bütün olarak tasvir etmek üzere kullanılır. Karakter ise, bireyin sahip olduğu bütün davra­nış özelliklerini ifade etmek üzere kullanılmaz.

Özellikle bireyin davranışlarının iradi yönü, güdü ve eğilimlerini kontrol eden sabit ve sağlam prensipler hak­kında “karakter” kavramı kullanılır. [14] Karakteri kişilik­ten ayırmak isteyenler, “karakter değer taşıyan bir kişiliktir,” [15] demişlerdir. “Birey davranışlarına ahlâkî ve iradî yönden bakıldığı zaman, bunların değişmez ve sağlam prensiplere göre işleyişine karakter denir.” [16] Doğrusu, Kur'an'ın öngördüğü kişilikte de üzerinde durulan nokta, güdü ve yönsemelerin değer yargılarına uygun doyurulma-sıdır.

Değerler ve normlar göreli olduğuna göre, karakter­ler de göreli olup zaman içinde, gruptan gruba, toplumdan topluma değişebilir. [17] Meselâ İslâm öncesi Arap değer yargılarına göre cömertlik “gerçek asaletin bir kanıtı” [18] olarak değerlendirilirdi. Kur'an öğretisinde ise bu kavram yeniden tanımlanmıştır. [19]

 

II) Şâkile (Kişiliğin Öznel Yani)

 

Kişilik bütünlüğü çerçevesinde her insanın öteki in­sanlardan farklı olmasını sağlayan, kendine özgü özellikle­ri vardır. İnsan, kendine has özellik ve karakterleri bakı­mından yegânedir. Her insan diğerlerinden farklıdır, hiçbir insan diğerlerinin aynı değildir. İnsanın fizyolojisini, biyo­lojik yapısını düşünelim. İnsanlar arasında sayısız ortak özelliğe rağmen her insan tek ve kendisi olabileceği özel­liklere sahiptir. Hiçbir insanın parmak izinin, diğerlerinin parmak izlerine benzememesi gibi; Tıpkı bu örnekte oldu­ğu şekilde her insan diğerleriyle ortak yönleri bulunuyor olmasına rağmen öznel bir kişiliğe, sırf kendine ait bir ben­liğe sahiptir.

Farklı değerlere, farklı sosyal çevreye, kalıtım yo­luyla kendine intikal eden değişik mizaca sahip olmak bi­reysel farklılıklara neden olurlar. Kabul edilen değerlerin değişik olması kişiliğin değişik olmasında önemli rol oy­nar. Sosyal çevrelerin, kültürlerin çeşitli oluşu kişilik üze­rinde de çeşitliliğin sebepleri arasında yer alır. Mizaç olgu­su ise, bireysel kişilik farklarını iyice belirginleştirir. Bütün bu faktörlerin neden olduğu kişilik farklılaşmasının ötesin­de her fert tek tek ayrı bir benliğe, kendine özgü bir kişili­ğe sahiptir. Bireysel farklıkların nedenleri genel olarak or­taya konulmakla birlikte, tek tek her ferdin diğerlerinden katı bir ayırımını tesbit etmek imkânsızdır.

İnsanların duygusal tepkileri birbirinden farklıdır. Meselâ bazı insanlar diğerlerine göre daha neşeli veya ke­derli, korkak veya cesur, alıngan ya da umursamaz olabi­lirler. Yani duygusal tepkilerin az çok değişmeyen ve adı­na “mizaç” denen yanları vardır. [20] Kalıtsal olan bu mi­zaç farkları fizyolojik nitelikte olan iç salgı bezleri ve oto­nom sinir sisteminin çalışmasıyla ilgilidir. [21]

“Sakile”, özellikle mizaç olgusunu kapsamına almak suretiyle bireysel kişilik farkını ortaya koyan önemli bir Kuran kavramıdır: “De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşre­bine göre iş yapar.” [22] Tabiat, âdet, din, huik, niyyet, seciyye, [23] yol, mezhep [24] “sakile” kavramına yüklenen manalar olmuştur. Âyette herkesin kendi hal ve mizacına uygun olan yolda hareket ettiği vurgulanıyor. [25] Hidâyet ve dalâlet olarak onun durumunun aldığı şekil, ruhunun cevheri, mizacına bağlı durumu [26] belirtiliyor. Tutum ve davranışların değişik olması, mizaç ve alışkanlıkların deği­şik olmasından kaynaklanıyor. [27]

 

1- KİŞİLİĞİN ALT TABAKASI

 

Fizyolojik güdüler, temel eğilimler, heyecansal ve duygusal hisler, her insanda doğuştan var olan, her ne olur­sa olsun doyum arayan ve elemden kaçan temel özellikler­dir. Fakat bu elemanlar aynı zamanda iç ve dış faktörlerin etkisiyle kontrol altına alınmaya, belli bir kalıba sokulma­ya uygun bir yapıdadırlar.

Fizyolojik güdüler genellikle beden dokusunun can­lı kalması için gerekli olan ihtiyaçlardan teşekkül eder. Yi­ne insanda, fizyolojik ihtiyaçları aşan, manevî kişiliği ko­rumaya ve gerçekleştirmeye yönelik, üstünlük, saldırgan­lık, güven, sahib olma, özvarlıktaıı memnuniyetsizlik, te­cessüs, toplumsal ilgi, kimlik ihtiyacı gibi temel eğilimler vardır. Fizyolojik güdüler, temel eğilimler ve hatta dış et­kiler ve imgesel yaklaşımlar, insanda heyecansal ve duy­gusal bir takım hislerin uyanmasına kaynaklık ederler. [28]

 

I) Fizyolojik Güdüler

 

Fizyolojik sayılan organik güdüler, yaşama ve var olma güdüsüne hizmet eder. Bunlar özellikle beden dokusunun canlı kalması için gerekli olan ihtiyaçlardan teşek­kül eder. Hayatın devamını sağlayan temel ihtiyaçların meydana çıkması iç itilmeleri oluşumuna yol açar. Bu itil­melerle bedenin neye ihtiyaç duyduğu anlaşılır. İhtiyaçlar yönünde gidildiğinde doyum gerçekleşir. Fizyolojik güdü­ler arasında açlık, susuzluk, oksijen eksikliği, lüzumsuz maddelerin bedenden atılması, dinlenme ve uyuma, beden ısısını dengede tutma, cinsellik gösterilebilir.” İçgüdüler, fizyolojik gereksinimleri içeren içsel uyaranların psikolo­jik görünümlü temsilcileridir.”[29]

 

Açlık Ve Susuzluk

 

Almış olduğu besinler insan bedeninde enerjiye dö­nüştürülür. Zihinsel, eylemsel, duygusal her türlü faaliyet bu enerjiyi tüketir.

Organizma, besinleri harcayıp bitirdiğinde kanda şe­ker basıncı azalır, mide ve bağırsaklar boşalır, bunlardan kaynaklanan spazmlar, açlık ihtiyacı, açlık hissi uyandırır. Bu ihtiyaç organizmayı doyurura yönünde iter. Bu itmeye açlık güdüsü denir. [30]

Susuzluk dürtüsü, açlık dürtüsüyle yakından ilgilidir. Su, sürekli olarak akciğerler, derinin ter bezleri ve böbrekler yoluyla tüketilir. Fakat organizma belirli bir miktar su­yu kanda ve dokularda tutmaya gereksinim duyar. Bu ge­reksinim, organizmayı doyurum yönünde iter. İşte bu iç itilme susuzluk içgüdüsüdür. [31] Susuzluk ihtiyacı ağız ve boğaz mukozasının kuruması ile anlaşılır.

Yüce Allah açlık ihtiyacını gidermek üzere insanlara verdiği besinlere dikkat çeker: “İnsan yiyeceğine baksın!” [32] diyerek hayatını sürdürdüğü [33] besinlerin kıymetini anımsatmaya çalışır.

“Sizin için hurmalıklardan, üzümlüklerden bağlar bahçeler meydana getirdik; içlerinde sizin için birçok ye­mişler vardır ve onlardan yersiniz.” [34] âyetinde de insan­ların beslenip yaşadıkları ürünlere dikkat çeker.[35]

Sadece beslenme ihtiyacını gidermekle kalmayan Yüce Allah, ayrıca insanlar susuzluklarını gidersinler diye suyu yarattı. [36]Şimdi siz içmekte olduğunuz suyu gördü­nüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa in­dirmekte olan bizler miyiz?” [37] Ayette sözü edilen su, içi­mi güzel olan bir içecektir.[38]

 

Cinsellik

 

Cinsellik birçok açıdan açlık güdüsünden farklıdır. Yiyecekler organizmanın yaşamını sürdürebilmesi açısından hayatî önem taşırken, cinsellik türlerin devamı için zo­runludur.

Yiyecekler, açlık sonucu oluşan eksikliği giderir, or­ganizmanın ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlar. Fakat cinsel­likte herhangi bir eksiklik söz konusu değildir; cinsel dav­ranış yeniden enerji kazandırmaz, sadece kullanır.

Cinsel davranışın biyolojik temeli: Üreme organının gelişimine ve işlemesine etki eden hormonlar hipofiz bezi tarafından kontrol edilir.

Hipofiz hormonları, dişinin yumurtalıklarını östrojen ve progesteron adı verilen cinsiyet hormonlarım üretmesi için uyarır. Hipofiz hormonları erkekte, androjen adı veri­len cinsiyet hormonunu üretip salgılaması için testis hücre­lerini uyarır. [39]

“Eşleşme”, karşı cinse doğru yöneliş, sinir sisteminin birçok bölgesinin ilgilendiği temel dürtülerden biridir. Bu­nun bir parçasını teşkil eden “çiftleşme” medulla spinalis ve alt beyin sapındaki merkezden idare edilen refleksler halinde ortaya çıkar; fakat bu reflekslere yol açan komp­leks davranışlar geniş ölçüde limbik sistem ve hipotalamus ile ilgili bulunmaktadır. [40]

Seksüel fonksiyonların icrasında yer alan refleksler doğuştan mevcut olmakla birlikte, şartlanma ve öğrenme de bu davranış kompleksine eşlik eder.

“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.” [41] âyetinde kadının üreme organı bir araziye, erkeğin spermi tohuma benzetilerek istiare ya­pılmıştır. [42]

Erkeklerin spermlerinin kadınların rahimlerine bıra­kılması benzetme yoluyla açıklanmıştır. [43] “Tarlaya varmak...”, cinsel ilişkiye girmeyi [44] ifâde eder. [45]

 

II) TEMEL EĞİLİMLER

 

A) Üstünlük

 

Aşağılık duygusu evrensel bir mâhiyet arzeder. İn­san, hayatının her çağ ve yaşında, çocukluğunda, gençli­ğinde, yetişkinliğinde doğal bir aşağılık duygusu hisseder. Bu eğilim yapısına sahip bir varlık olarak dünyaya gelir, yetersizlik duygusu ile var olur. Yetersizliğinin bilincine varmaya başladığı ilk andan itibaren varlığını sürdürebil­me amacıyla korunma, güçlü görünme ihtiyacı hisseder. Kendisini eksik gören, aşağı bulan insan, değer kazanmak ister. Aşağılık duygusu değerlenmek arzusunu doğurur. Adler, bu durumu “eksiklikten kurtulma çabası ya da üs­tünlük arzusu” [46] olarak adlandırmıştır.

Eksiklik kaygısı, küçüklük duygusu insanı rahatsız eder, mutsuz kılar. Bu, can sıkıcı bir durum olmakla birlik­te, aynı zamanda olumlu bir eğilimdir. Davranışları motive eden bir güç olarak bireyin eyleme geçmesini sağlar. Birey diğerlerinden baskın olmak, üstünlük geliştirmek için ça­balar.

Önemsizlik, değersizlik, eksiklik, yetersizlik duygu­sundan kurtulup üstünlük elde etme arzusu, sosyal yapı içerisinde itibar (prestij), saygınlık isteği, statü kazanma meylini iktidar ve çevresinde hâkimiyet kurma eğilimi şeklinde yansıma gösterir. Herkes toplumda değerli bir yer sa­hibi, üstün bir kişi olarak itibar görmek ister.

Aşağılık duygusuna karşı, üstünlüğe ulaşma çabası olarak ifâdesini bulan öğreti, “bireylerin eşitsizliği görüşünden kaynaklanmıştır.” [47] Dünya üzerinde, tam anla­mıyla kusursuz, eksiksiz, her yönden doyum sağlamış bir insan olamayacağına göre, aşağılık duygusu türlü şekil ve kalıpta, az veya çok her insanda mevcut olacaktır.

Yüce Allah, herkesi aynı yaratmamıştır. Bir eşitsiz­lik sözkonusudur. Bedensel ve psikolojik donanım bakımından, mal ve zenginlik açısından bireylerin eşitsizliği realitesi vardır. [48] “Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıl­dığı şeyleri hasretle arzu etmeyin.” [49] âyetinde müfessirler, kişi; falanca adamın sahip olduğu mal keşke benim olsaydı diyerek özlem ve dilekte bulunmasın [50], çünkü bu, hased ve düşmanlığa [51] nefret duymaya [52], sebep olur yorumunu yapmışlardır. Yani insanın geliştirmiş oldu­ğu bu tutumun, takınmış olduğu bu tavrın doğuracağı ha­sed, nefret, düşmanlık gibi sonuçlarından bahsetmişlerdir. Oysa âyette bazı insanlara üstünlük verildiği, bazılarına verilmediği; üstünlük verilmeyenlerin üstünlük verilenlere karşı hissettikleri ya da hissedebilecekleri bir eğilime işa­ret ediliyor.

Yani insanda aşağılık, yetersizlik, eksiklik duygusu­nun uyanışı ve üstünlüğe ulaşarak bunu telâfi etme çabası vurgulanıyor. Bu eğilimin normal sınırlan çerçevesinde kontrol altına alınması öğütleniyor. Aksi takdirde istenmeyen sonuçlar başgösterecektir. İşte rnüfessirler daha çok bu sonuçlar üzerinde durmuşlardır. [53]

 

B) Salgırganlık

 

Saldırganlık, genel hatlarıyla, bir başkasına fiziksel ya da sözlü olarak zarar verme ya da bir başkasının sahip olduğu mülkü tahrip etme amacıyla yapılan davranış şek­linde tanımlanır. Bazı psikologlar, saldırganlık eğilimini düşmanca saldırganlık ve araçsal saldırganlık şeklinde iki kategoride değerlendirirler. [54] İnsanda var olan ve yık­ma, yok etme, bozma isteğinden başka hiçbir gayesi olma­yan, tek niyeti zarar vermek, saldırıya uğrayan kişiye acı çektirmek türünden saldırganlık düşmanca özellik taşır. Nefs’i müdâfa uğruna dövüşmek, malına zarar vermek is­teyene saldırmak ya da gücünü kudretini göstermek için dövüşmek araçsal saldırganlık türüne örnek verilebilir. Doğrusu, bu iki tür saldırganlık arasında tam bir ayırım yapmak güçtür.

Saldırganlık engellenme duygusuna gösterilen tipik bir tepkidir. [55] Toplumların, insanı kendini gerçekleştirmekten alıkoyması saldırgan davranışa yol açar. [56] Sal­dırganlık tavrının, gelişme, başarı, üstünlük ihtiyacının doyurulamarnası sonucunda meydana gelen eksiklik duygu­suyla yakından ilgili olduğu söylenir. [57] Fakat toplumun değer yargılarına göre baskıya uğrar veya teşvik görür.

Bazı psikologlar saldırganlığın doğuştan getirilmiş bir tutum olduğunu ileri sürer. [58] Fakat sosyal öğrenme kuramı, saldırganlığın öğrenilmiş bir tepki olduğunu savu­nur. [59] Konuya, uzlaşmacı bir şekilde yaklaşanlar, insan­larda saldırganlığın yalnız doğuştan gelen faktörlere indirgenemiyeceğini, öğrenmenin saldırganlık davranışı üzerin­de önemli bir etkisi olduğunu ifade ederler. [60] Fakat kay­nağı ne olursa olsun, saldırganlık, kişiliğin gelişmesi, sür­dürülmesi, toplumsal uyumun sağlanması açısından önem­li, hatta yerine göre gerekli bir eğilimdir.

Saldırganlık eğiliminin her insanın yapısında doğuş­tan kodlanmış olduğu Kur'an'da açıkça ifade edilir:

“Hatır­la ki: Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yara­tacağım” dedi. Onlar, “Bizler hamdinle sana tesbih, seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” dediler.” [61] Melekler, Adem'in yaratılışını, insanın terkibinde bulunan şehvetten fesadın, gazaptan da kan dökmenin çıktığını bi­liyorlardı.[62] Yüce Allah, bu gibi hallerin âdemoğlunun yapısına sahip her yaratıktan zuhur edeceğini haber ver­mektedir. [63]

İlâhî, toplumsal ya da vicdanî herhangi bir değerler manzumesi tarafından denetlenmeyen, herhangi bir otoritenin sesine kulak vermeyen saldırganlık eğilimi, gelişigü­zel bir şekilde, kontrol edilmez, başına buyruk, her ne şe­kilde olursa olsun doyum arayan bir motiv halini alır. “Nef­si, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, o da nefsine uyarak onu öldürdü.” [64] âyetinde “nefis” kardeşini öldürmeyi ona hoş göstererek teşvik ve tahrik etmiş, [65] bunu endi­şesiz yapılabilecek, önünde hiç bir engel bulunmayan arzu­larına uygun, [66] önemsiz bir iş gibi göstermiştir. Bu işte onun önünü açıp ona bunu kolaylaştırmıştır. [67]

Saldırganlık, ister fiilî ister sözlü olsun ya araçsal ya da düşmanca saldırganlık türünden olsun, öfke, kızgınlık, nefret gibi coşkusal, heyecansal yansımaları bulunan, her insan benliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. [68]

 

C) Güven

 

İnsanda meydana gelen sükûnet, iç huzuru güvenlik ifade eder. Yani sükûnet güvenlik ihtiyacının karşılanmış olmasının bir esendir. Kendisine güvenen, içinde yaşadığı ortamdan korkmayan, ürkmeyen, her türlü tehlikeden uzak olduğuna inanabilen bir insan kolay kolay telâşlanmaz. Ufak tefek işlerden müteessir olmaz. Üzücü olaylar karşı­sında soğukkanlılığını kaybetmez. Bir başka deyişle korku, kaygı, telaş gibi duygu ve heyecanlar güvenlik eğilimine eşlik eder. Güvenliğin tehlikeye düştüğü anda bu gibi he­yecanlar belirir, güvenlik sağlandığında ise, kaybolurlar. Sevgi, sevinç gibi duygular da güven içinde olmanın bir eseridir, sevgi de güvenin... Sevgi olmayınca, insanlar ara­sı ilişki olumlu, sağlıklı ve sürekli olmaz, güven duyulmaz. Bir insanın güvenliği gerçek ya da imgesel bir tehditle kar­şılaştığında hissedilen hallerden birisi de anksiyetedir. Teh­likenin önemine göre anksiyetenin yoğunluğu değişir.

Güvenlik ihtiyacı, hem sosyal, hem de ekonomik gü­venlik şeklinde kendini gösterir. Her iki güvenlik türüne, canlı kalmak, sağlıklı yaşamak, gelişmek gibi güdüler kay­naklık eder. Sosyal güvenlik, başkaları tarafından sevil­mek, beğenilmek isteği şeklinde ortaya çıkar. Ekonomik güvenlik, çok para kazanmak, iyi bir gelire sahip olmak ar­zusu olarak tanımlanır. [69]

Erikson, kişilik oluşumuna getirdiği değerlendirme­sinde temel güven, temel güvensizlik duygusunu birinci aşamada ele alır. Bunu daha başlangıçta anne-çocuk ilişki­sine dayandırır. Annelerin çocuklara güvenlik duygusunu aşıladığını belirtir.[70]

“O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya yatırıyordu.” [71] âyetinde, zorluk ve sıkıntı anında müminlerin kalbinin güven ve huzurla dolduruldu­ğu ifade ediliyor. [72] Emniyet içinde olmak insana iç hu­zuru sağlar, korku içinde bulunmak ise, rahatsızlık ve en­dişe doğurur. [73] Buna işaretle Yüce “Allah, güven ve hu­zur içinde olan bir şehri misal verir.”[74]

“Sonra o kederin arkasından Allah size bir güven in­dirdi.” [75] âyetinde de kader ve üzüntü içinde olan mü­minlere iç huzuru ve güven duygusu aşılandığı vurgulanı­yor. [76] Savaş sırasında inkarcılar, inananları öldürmeye devam ederlerken. Yüce Allah, değerli arkadaşlarının öl­dürüldüklerini görmesinler, böylece de kalplerindeki korku ve çekingenlik artmasın diye, sağ kalan müslümanlara bir uyku vermiştir. [77]

“Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulu­nanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gi­bi kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, on­lar için beğenip seçtiği dini onların iyiliğine yerleştirip ko­ruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti.” [78] Yüce Al­lah, vadini gerçekleştirinceye kadar Peygamberimiz (sav) ve müminler on yıl boyunca Mekke'de korku altında yaşı­yorlardı. [79]

İçinde yaşamış oldukları ortam kendilerine sürekli güvensizlik telkin ettiği için bu durum, korku ve endişe şeklinde tezahür ediyordu. Eğer ortam güvenli olursa, in­sanlar da kendilerini güven içinde hissederler.

Nitekim, “Biz, Beyt'i (Kabe'yi) insanlara toplantı ve güven yeri kıldık.” [80] âyetinde belirtildiği gibi, Yüce Al­lah Arapların kalbine Beyt-i haram'a karşı saygılı olma duygusu yerleştirdiği için oraya sığınan kimse güven içerisinde olur. [81]

Kişinin içinde yaşadığı şartlar, ortam ve zaman ya da imgesel yaklaşımları güven ve güvensizlik şeklindeki eğilimlerden birinin ortaya çıkmasına neden olur. Güvensizlik ortamı sürekli korku, kaygı, endişe, keder, üzüntü, anksiyete gibi heyecanlara neden olurken, güvenin sağlanma­sıyla bu heyecanlar yerlerini sevgi ve sevince bırakırlar. [82]

 

D) Sâhib Olma

 

Kimse aya, güneşe, havaya sahip çıkma duygusuna kapılmaz. Fakat menkul ve gayr-ı menkul şeklinde mülk sahibi olmak hiçbir insanın kayıtsız kalamayacağı bir eği­limdir. Bedenini koruma, neslini devam ettirme, giyim ve barınak ihtiyacını karşılama gibi dürtüler sahib olma eğili­mini teşvik ettiği gibi, “değer eksikliği, aşağılık duygusu­nun etkilerinden uzaklaşma,” [83] güç ve hâkimiyetini isbat etme isteği de sahibolma eğilimine eşlik eder. İnsan, salt sahibolma ve bundan haz alma tutkusu da geliştirebi­lir. “Mal edinme birçok içgüdü üstesine girmiştir.” [84]

İnsan, malı sevme, onu elde etmek için uğraşma hu­susunda, alabildiğine güçlü ve kuvvetli [85] arzu duyar. Onu kazanmak, eline geçirip toplamak konusunda güçlü [86] bir eğilim gösterir. Mala duyduğu sevgiden dolayı çok cimri ve haristir. [87] “Doğrusu o, malı çok sever.” âyetin­de geçen “hayr” kelimesi mal ve servet için kullanılır. [88]

Maddi varlığı koruma, güç, iktidar ve prestij sağlama arzularının eşlik ettiği sahibolma eğilimi, doğasının bir gereĞi olarak her insanda mevcuttur. [89]

 

E) Özvarlıktan Memnuniyetsizlik

 

İnsan bazen içinde yaşadığı zamandan ve mekândan kaçar, iyi olmayandan iyi olana, az iyiden daha iyiye geçmek ister. Sıkıntılı bir yaşayış şeklinin neden olduğu huzursuzluktan kurtulmayı arzular, rahata kavuşma eğilimi gösterir. Acı dolu bir yaşantının yerine ümit verici bir ha­yatı yaşamak amacı güder. Bütün bunların ardında yaşan­makta olan hali inkâr, geleceği benimseme isteği yatar. Söz konusu ruh hali “özvarlıktan memnuniyetsizlik duygusu” [90] olarak ifade edilmiştir.

Özvarlığından memnun olmayan kimse öncelikle kendisinden, bulunduğu ortamdan kaçmak, uzaklaşmak is­ter. Acelecilik, sabırsızlık bu memnuniyetsizliği ifade eden diğer kavramlardır. İnsan memnun kalmadığı ortamdan memnun kalacağını ürnit ettiği ortama bir an önce geçmek ister. Arzu ettiği zamanın gelmesi için sabırsızlanır. Güzel ve hoşa giden şeylerin bir an önce, hızla gelmesini arzular. Menfaati çok sever, zararın gelmesi için ise asla acele dav­ranmaz. Fakat inat ve basiretsizlik gösterdiği durumlarda kötülüğün de acele gelmesini İster.

İnsan “acûl'dur, yani çok acelecidir. Sonra olacak şe­yin, vaktinden önce olmasını ister. İnsan peşincidir, veresi­yeden çok, peşin olanı arzular.[91]

İnsan sanki “acele”den yaratılmıştır. Öyle ki aceleci­lik, insanın oluşum maddesinin bir parçası kabul edilmiş­tir: “İnsan aceleden yaratılmıştır.” [92] İnsanın acelecili­ğinde mübalağa için, aceleden yaratıldı denilmiştir. İnsan her konuda aceleci olduğu için, sanki aceleden yaratılmış gibi, her şeyin istediği anda oluvermesini arzu eder.[93]

 

F) Araştırma (Tecessüs) İsteği

 

Her insanda doğal bir istek olarak bilgiyi araştırma ve onu gözlemleme, arama ve ortaya çıkarma eğilimi var­dır. Çocukların sürekli ve ısrarlı şekilde sormuş olduğu so­rular, bir tür arayış hissidir. Bazı çocukların yaptıkları her gördüğü eşyayı elleyip kavramak istemeleri, nesneleri ta­nımak ve anlamak için yapılan eylemlerden başka bir şey değildir. Çocuklar etraflarındaki şeylerin nasıl meydana geldiğini, bunların nasıl faaliyette bulunduğunu, cisimlerin neden yapıldığını ve diğer insanların nasıl olduklarını öğ­renmeye çok meraklıdırlar. Bebeklere çıngırak ve başka oyuncaklar veririz, çünkü bunları tutmayı, sallamayı, çek­meyi sevdiklerini biliriz.

Yetişkinlerin, sadece gazete, dergi, TV, spor olayları, magazin haberleri için harcadıkları zamanı düşündüğü­müzde, güdülenme olmasaydı bunları yapmazlardı diyo­ruz. Eğer çevremize yeni bir şey katılırsa genellikle dikka­timizi ona çeviririz. Etrafımızı tanıma, fizikî ve sosyal çev­renin içindeki bütün eşya ve olaylara ilgi duyma konusun­da bitmez ve doymaz bir araştırma, öğrenme isteği mev­cuttur.

Etrafında olup biten her türlü eşya ve olayların se­beplerini arama, tecessüs isteği, yaratılıştan gelen, insan benliğinin çok köklü bir eğilimidir. Bireyin çevresinde olup bitenleri denetleme isteği, kuvvetli bir gereksinme olarak kendini gösterir. Bu gereksinme bazı kimselerde da­ha kuvvetlidir. Böyle kimseler her şeyin kendi denetimleri altında, istedikleri yönde gitmesini isterler.

Bu tür tezahürleri olan eğilim için “merak” [94], “bi­linmeyeni anlamaya çalışma arzusu” [95], ya da “bireyin çevresi ile başa çıkma ihtiyacı” [96] gibi ifadeler kullanıl­mıştır.

Müslümanların gizliliklerini, kusurlarını araştırmayı; örttükleri, sakladıkları şeyleri ortaya çıkarmayı yasaklayan [97] âyette “tecessüs” kavramına yer verilmiştir. “Ey iman edenler! Birbirinizin kusurunu araştırmayın.” [98] “Cess” hastalığı teşhis için nabız yoklamaktır. El ile yoklamak, ha­ber araştırmak manalarına gelir. “Tecessüs” de dikkat ve gayretle çalışmak dernektir. [99] Tecessüs, daha çok kötü­lükleri, kusurları araştırmada kullanılan bir ifadedir. Hayır, iyilik yolunda ise, genellikle “tehassüs” kelimesi kullanılır. [100]

 

G) Toplumsal İlgi

 

İnsanda doğuştan gelen toplumsal ilgi yoktur diyen­ler olmakla birlikte, [101] diğer insanlarla ilişki kurarak yakınlaşma gereksinmesi, kendini her toplumda gösterir.

Sosyal ilgi doğuştan varolan bir eğilimdir. [102] Bazı hayvan türlerinde görülen sürü içgüdüsünün bir eşdeğeri­nin insanda bulunduğu kabul edilir. [103] “Bu, somut bağlı­lık ve eşîik ilişkilerine kendini verebilme ve bu yükümlülükleri, önemli uzlaşma ya da özveriler gerektirse bile yerine getirebilmek için törel güç geliştirme yetisidir.”[104]

Birlikte olma eğilimi erken yaşta kendini gösterir. İlk belirtileri çocuğun annesiyle ilişkisinde göze çarpar. Başlangıçta oldukça ilkel biçimde olan bu eğilim, çocuk büyü­dükçe gelişme kaydeder. Meselâ, yürümeye başladıkları andan itibaren birlikte olmaktan, bir araya gelmekten hoşlanmaya başlarlar. Yetişkin çağa eriştiğinde, hayat felsefe­sinin de oluşmasıyla, karmaşık bir biçim alır.

Toplumsal ilgi, sevecenlik, sempati, bağlılık gibi ih­tiyaçlar içiçedir. Sevecenlik ihtiyacı kişinin, sevgisini açık­ça gösterebilen iyi huylu insanlar aramasına neden olur. Yine insan, birine ya da bir gruba bağlanmak, kendini büyük bir gurubun parçası olarak hissetmek ister.

Toplumsal ilginin belirtileri insanlara sevgi ve yakın­lık tepkileri göstermek, başkalarıyla sevincini, üzüntüsünü, ümit ve heyecanını paylaşmak, hemcinsleriyle görüşmek, konuşmak, bir arada olmak, yardımlaşmak şeklinde teza­hür eder.

Çeşitli faktörlerin insanları birlikte olmaya sevketti-ği görülür. Birlikte olma gereksinimi korkudan kaynakla­nabilir. Güçlük içinde, zor durumda bulunan insanlar, diğer insanlarla birlikte olmaya eğilim gösterirler.

Yüce Allah, insanları, aralarında tanışma, ülfet, sem­pati [105] oluşması için, nasıl ilişki kuracaklarını bilmeleri, birbirlerinin neseplerini tanımaları için, [106] birbirleriyle karşılıklı yardımlaşip iyilikte yarışmaları için gerekli olan eğilim ve şartlarla donatmıştır: “Ve birbirinizle tanış­manız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.” [107] Âyet­te geçen “teâruf' olgusu insanda var olan toplumsal ilgiyi, ilişki ihtiyacını, sevecenlik, sempati, bağlılık gereksinme­sinin nasıl karşılanacağının yolunu belirtir. İnsanlar, ilişki­lerini millet ve kabile, neseb ve aile bağları derecesinde sürdürürler. [108]

 

H) Kimlik İhtiyacı

 

İnsan bir kimliğe sahip olmak, [109] diğerlerinden farklı bir kimse olduğunu hissetmek ister. Bu amaca kendi başı­na değil de, daha çok diğer bir kişiyle, bir gurupla ya da bir kurumla özdeşleşerek ulaşmayı sağlayabilir. Vatandaş ül­kesiyle, işçi işyeriyle, öğrenci okuluyla özdeşlesin Kimlik duygusu, birisi olmaktan ziyade, birisine ait olma eğilimi­ne dayanır.

Kimlik, kolayca elde edilen bir olgu olmayıp insanı bunaltan, rahatsız eden çatışmalar neticesinde elde edilebi­lir. Kimlik problemini çözme arzusu, insanı dinden yarar­lanmaya motive edebilir. Çünkü din tutarlı bir kimlik modeli sunabilecek kurumların başında gelir. İnsan sahip ol­mak, taşımak istediği kimlikle içinde yaşadığı toplumda ta­nınmak ister: “Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve “ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”  “Ben müslumanlardanım” sözü, bu ifadeyi telâffuz etmiş olmak için söylenmez. Kişinin mezhep ve görüş olarak İslâm dinini seçtiğini belirtir. [110] Kimlik sahibi olmada, o kimliği temsil eden bir isim taşımak büyük önem arzeder. Nitekim Yüce Allah, kimlik olarak İslâm'ı seçenleri “müslümanlar”[111] olarak isimlendirmiştir. [112]

 

III) Heyecânsal Ve Duygusal Hisler

 

Duygu (his-feeling), bir olaya, olguya, nesneye kar­şı oluşan duygusal veya heyecansal tepkinin farkında oluş­tur. [113] İç ve dış uyarımların, zihinsel işlevlerden ayrı ola­rak kişide meydana getirdiği değişme, etki ve tepkilerin bütününe duygulanım (affection) denilir. [114] Duygu, yo­ğunluk ve süreklilik bakımından değerlendirilmeye tabi tu­tulduğunda heyecan (affect), duygu (feeling) gibi çeşitlere ayrılır. Heyecan, belli anlarda, belli yoğunluklarda doğan, kısa süreli olan, bedensel tezahürlerin eşlik ettiği korku, öfke gibi duygulardır. Duygu ise, heyecanlara göre yoğun­luğu daha az olmakla birlikte sürekliliği ve kalıcılığı daha fazla olan sevgi, kıskançlık, utanç gibi hislerdir. [115]

Duygular aslında bir davranış yapısı olup, doğrudan veya dolaylı bir şekilde iç ve dış nedenlere bağlı olarak do­ğarlar. Bir başka deyişle his ve duygulardaki değişiklikle­rin, dalgalanmaların temelinde genellikle, çevrede bulunan birtakım duygusal ve heyecansal şartlar bulunur. Bu hisle­ri tanımlamak güç olduğu gibi, kesin bir sınıflamaya tabi tutmak da mümkün gözükmemektedir.

“Duygulanım ve coşku kişiliğin oluşmasında, tutum ve davranışın ortaya çıkmasında önemli rol oynar. Güdülerden kaynaklanır. Güdülere doyum sağlanması ya da sağ­lanmaması, nitelik ve nicelik bakımından farklı duygusal ve coşkusal durumların doğmasına neden olur.” [116] Duy­guların hareket alanı sadece güdü ve eğilimlerle sınırlı de­ğildir. Kişinin kabul ettiği değerlerin, sosyal normların ar­dındaki otoriteyle, kanun koyucuyla olan ilişkilerinde de duygular kıpırdaşır. Benimsenen, kabul edilen güç ve oto­rite karşısında duygu ve heyecanlar dirilir, harekete geçer. Meselâ mümin bir kişilik, Allah'ı sever, O'ndan korkar, O'nun rahmetini umar...

Sevgi; başkasına karşı hissedilen güçlü bir yakınlık, çok içten bir bağlılık duygusudur. Küçük çocuklarda okşamanın, kucaklamanın meydana getirdiği bir heyecan tepki­sidir, “el-hubb”, Kur'an'da sevgi duygusunun ifade edildiği kavramların başında gelir. Zıddı ise, buğz ve nefrettir.

Sevgi denince en çok karı-koca arasındaki sevgi dik­kat çeker. Eşler arasında kaynağı sadece cinsel güdüyle maddî birleşmeler olmayan sevgi bağı mevcuttur: “Onun âyetlerinden biri de, size, kendi nefislerinizden, kendileriy­le sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.”[117]

Mutluluk, bir güdünün doyumu sağlandığında, bir hedefe ulaşıldığında duyulan histir. Gülümseme ve gülme bu duygunun en açık belirtileridir. Çocukluğun ilk döne­minde kendini göstermeye başlar. İnsanı ağlatan ve güldüren, gülme ağlama sebeplerini yaratan Allah'tır: “Güldüren de O'dür. ağlatan da O'dur.” [118] Müfessirler âyette geçen güldürme ve ağlatma hadisesini mutlu etme ve hüzünlendirme olarak değerlendirmişlerdir.[119]

Korku, gerçek ya da imgesel bir tehlike karşısında yaşanan histir. Kişide korku çeşitli yollardan gelişebilir. Koşullanmanın yanı sıra, korkular simgesel olarak da ka­zanılır. Çocuğun dünya hakkında gelişen algısı korkuların ortaya çıkışında bir diğer faktördür. Yeni doğmuş çocuk­larda farklılaşmış korku çeşitleri yoktur, yüksek ve ani bir ses çocuklarda heyecan meydana getirmeye yeter. Yetiş­kinlerde ise korku uyandıran uyarıcılar daha farklıdır: Has­talık, parasızlık gibi.

Havf ve haşyet Kur'an'da korku olgusunu ifade eden belli başlı kavramlardandır. [120] “Havf daha çok görüle­bilen bir kuvvet ve kudret karşısında, kendi acizliğini anla­yıp hissedebilen kimsenin kalbinde meydana gelen korku­yu ifade eder, “Haşyet” ise, birinin büyüklük ve yüceliğini zihninde tasavvur eden insanın, onun heybeti karşısında gönlünü saran ürperme demektir. [121]

Ümit, bir emelin, bir amacın gerçekleşmesini bekle­menin doğurduğu ruh halidir. Yüce Allah, insana önce kor­ku veren, sonra ümit ışıklan yakan bir tablo çizer. [122] Bu tabloya göre şimşek çaktığında insanlar korkuya kapılır. O sırada meydana gelen gök gürlemesi, yürekleri yerinden oynatır. Fakat insanlar yağmur yağacak diye de sevinirler. Şimşek ve gök gürültüsü insanda önce korku, ardından da ümit meydana getirir.[123]

Öfke beşerî bir infialdir Bireyde doyurumun engele uğraması öfke meydana getirir. Öfkenin bir diğer nedeni de. öfke içeren davranışların cezalandırıimasidır. Koşullanmayı da öfke sebepleri arasında sayabiliriz. [124] Kur'an-ı Kerim yerine göre öfkeyi yenmeyi salık verirken, [125] yerine göre de doyurulmasını öngörür. [126]

Merhamet, kıskançlık, kaygı, endişe, kin, nefret, utanma, sevinç, neşe, vecd, pişmanlık, hüzün, hasret gibi daha pek çok duygulanım ve heyecan türü mevcuttur. [127]

 

2- KİŞİLİĞİN ÜST TABAKASI VE İŞLEYİŞİ

 

Kişiliğin üst tabakasında değerler alanı yer alır. Kur'an değerlerin bilgisine dini gerçek kaynak ve ilâhî oto­riteyi değerlerin ardındaki bağlayıcı, yükümlülük yükleyen-güç olarak takdim eder. Ayrıca değerlerin bilgisi konusun­da toplumun ve vicdanın seçiciliğine ve bu iki gücün oto­ritesine büyük Önem verir.

Fakat bunları tek başlarına yeterli görmez. Her ikisi­nin de ilâhî değerlerin bilgisine uymalarını, ilâhî otoriteye itibar etmelerini öngörür.

Değerlerin bilgisi konusu, zihinsel faaliyetten ayrı düşünülemez. Herhangi bir değerler manzumesine iman ederken, bu değerlerin koyucusu olan otoriteye boyun eğerken, tutum ve davranışlarını inandığı değerlere uydurmaya gayret gösterirken, insanın hür iradeli olması büyük önem arzeder.

Güdü ve eğilimlerin, değerlerin buyruklarına uyma­sı yolunda enerji harcamaya cehd ve gayret diyoruz. Eğer bireyin eğilimleri, bilinçli ve iradeli olarak değer yargıları­na uygun şekilde gelişme göstermiyorsa, “günah” olayı ve buna bağlı duygu ve tutumlar kendini gösterir, [128]

 

I) Değerler: Kaynakları Ve Bağlayıcılıkları

 

Değer ve normlar, toplumsallaşma, psikolojik ve moral gelişme, metafizik âlemle dolaylı ilişki kurma süre­ci içerisinde kazanılır. Yani değerlerin kaynağında toplum, vicdan ve din vardır. Bu üç sistem tek tek ya da müşterek bir şekilde iyi, güzel, doğru olarak değerlendirilen şeyleri kabul; kötü, çirkin, batıl sayılan şeyleri reddederek bir se­çim yaparlar. Ve böylece oluşan değerler hiyerarşisini bire­yin albenisine sunarlar.

Gerçek anlamda bireyin benliğinde yer eden, kabuî gören, benimsenen değerler, bireyin üstünde, bireysel gü­dü ve eğilimleri aşan değerlerdir. Değerlerin, birey üzerin­de tam bir tesir gücü vardır. Değer ve normlar, kıymetti, değerli olma meselesiyle de yakından ilgilidir. Fazla değer verilmiş olan bir düşünce, bir kural, kişinin davranışlarını önemli oranda etkileyici bir güce sahip olur.

Kişiliğin önemli katmanlarından birisi olan deşerler alanı doğuştan mevcut değildir. Ama kişi doğuştan buna hazırlıklı ve eğilimlidir, bu alanda gelişmeye müsait kabi­liyete sahiptir.

Davranışlar, değer ve normlar açısından ele alındı­ğında “kuralsal (normatif) davranış” adını alır. Normatif davranış, “doğru davranışın ne olduğu konusundaki inanç­lara dayanan davranıştır.”[129]

Değerlerin kaynağının yanında, bu kaynağın birey için ifade ettiği güç çok önemlidir. Eğer birey, değerlerin kaynağını kendisi üzerinde kontrol edici, gözetici, bağlayı­cı bir güç olarak algılıyorsa, kişiliği değerler yönünde ge­lişme gösterecektir. [130] Değerler, insana iyiliği yapma, kö­tülüğü terketme mükellefiyeti yükler. Fakat bu emrin ve yasağın arkasındaki otorite nedir veya kimdir? Vicdan mı, toplum mu, Allah mı, yoksa her üçü mü?

Değer ve normların bilgisi, ideal bir kişilik kazan­mak için gerekli olsa da yeter sebep değildir. Değerler, il­keler, kurallar insanı tek başına ideal kişilik sahibi kıla­mazlar.

Onlar emreder, yasaklar fakat motive edemezler. Bu durumda değerlere uygun davranmaya muktedir kılacak bir motivasyon kaynağına ihtiyaç yardır. Eğer otorite yok­sa gerçekte değer ve normlar da yok demektir. Sanki hiç­bir şey emredilmemiş, hiçbir şey yasaklanmamış...

Buraya kadar vermiş olduğumuz genel yaklaşımların ardından toplum, vicdan ve din teşekküllerini ayrı ayrı ele alacağız. Değerlerin bilgisi (nelerin iyi nelerin kötü oldu­ğu), bağlayıcılık gücü, ardındaki otorite açısından bu üç te­şekkülü inceleyeceğiz. [131]

 

A) Vicdan

 

“Elini vicdanına koy”, “vicdanının sesini dinle” gibi deyişler günlük hayatta sık sık kullanılır. İnsanda vicdanın varlığı genellikle ahlâkî davranışlarla birlikte bulunan duy­gularla belli olur. İyi ve kötü olarak değerlendirilen davra­nışlar karşısında vicdan haz veya nefret, pişmanlık gibi duygular taşır. Yaptığı hareketin iyi olduğuna kanaat geti­ren kimse gönül rahatlığı duyar. Kötü olduğuna kanaat ge­tirirse vicdan azabı çeker. Yine iyi davranış sergileyen bir başkasına karşı takdir ve hürmet duyguları beslemek, fena­lık yapana karşı nefret ve ayıplama şeklinde tepki göster­mek vicdanın bir eseridir.

Vicdanın doğuştan olduğunu kabul edenlerin yanın­da, insanın hayatta edindiği tecrübeler sonucu vicdanın kazanıldığını, onun alışkanlıkların bir eseri olduğunu ileri sü­renler vardır.[132]

Vicdan, kişinin kendisinin ve diğer insanların ortak amaçlarına uygun değer yargılan geliştirebilme melekesidir. Her normal insanda bu meleke gelişme gösterir. Nor­mal dışı tutum ve davranışlar sergileyen kişi bu nitelikten yoksun kalır.

Kişilik bütünlüğü içerisinde, doğru ve yanlış kararla­rının kaynağını teşkil eden kısma Freud, üst-ben (super-ego) adını verir. Vicdan da bireylerin üst-beninde yer alır. [133] Yani süper-ego vicdanı içerir. [134] Vicdan, Freud'un zi­hin şemasında süper-egoyu temsil eder.[135]

Kur'an her insanda doğuştan, evrensel bir eğilim ola­rak vicdanın varlığını kabul eder.

İnsanda, yanlış bir iş ve düşünceye niyet ettiği za­man, bu yüzden onu kınayan, azarlayan bir meleke vardır. Günümüzde buna vicdan denir. Vicdan ve sağduyuya sahip olmayan hiç kimse yoktur. İnsan ne kadar olumsuz bir ki­şilik geliştirirse geliştirsin, vicdanında kötülük yapmama­sını ve iyilikte bulunmasını isteyen bir dürtü vardır. [136] “Kendini kınayan nefse yemin ederim ki, insan kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı sanar öyle mi?”[137]

Yüce Allah her nefse bir iyilik kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir: [138] “Ruha ve onu en güzel biçimde şekillendirene, sonra ona kötülük duygusunu da sakınıp iyi olmayı da birlikte ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran da ziyan etmiştir.” [139] Nefse kötülüğünün ve tak­vasının ilham edilmesi; ona bunların anlatılması, bunların düşünülmesi; birisinin güzel, diğerinin çirkin olduğunun bildirilmesi ve nefse bunlardan dilediğini seçme imkânının verilmesi demektir.[140]

İşlenen davranışın iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı olduğu konusunda karar yerme meıçilerinden birisi de vicdandır. Vicdan, dışardan bireye etkide bulunan değer yargılarının dışında, bireyin kendi benliğinde, iç dünyasın­da geliştirdiği bir mekanizmadır.

Fakat, Kur'an'ın hitap ettiği vicdan boş, ham ve ilkel bir halde, başka kılavuzu olmayacak şekilde bırakılmış vicdan değildir. Dolaysız vicdan hayır ve şer hakkında hü­küm verecek kabiliyete sahiptir. Fakat vicdanın, verdiği hükümlerde yanılma, hata yapma payı her zaman söz ko­nusudur. Kur'an, vicdanı iyinin ve kötünün ölçüsü olarak kabul eder, fakat vicdan tek başına hiçbir zaman değerlerin ve normların kaynağı olamaz. [141]

 

B) Sosyal Çevre

 

Doğumdan sonraki gelişme aşamasında insanlar ara­sı etkileşim süreci içindeki çevresel ve sosyal etkenlerin kişilik üzerindeki rolü çok büyüktür. İnsan, etrafında bulu­nan kişilerin, sürekli yaşadığı sayısız olayların, kendisini kuşatan sosyo-ekonomik, kültürel şartların, gelenek, örf ve kanunların, daha pek çok faktörün etkisi altında yaşar. Bu etkenlerin karmaşık etkileşimi sonucunda insan bir “kişi” olarak belirir.

Bireyin topluma nasıl uyum sağladığı kişilik açısın­dan önem arzeden bir husustur. Öncelikle her toplum, bireyleri uysun diye değerler ve normlar üretir. Sonra bu normlar yaptırım gücü olan öğelerle desteklenerek bireyle­rin onlara uymasına çalışılır. [142]

Hangi tutum ve davranışların doğru ve uygun sayıla­cağım, ne tür hareketlerin “iyi” ya da “kötü” diye niteleneceğini toplumun değer yargılan belirler. Birevler de genellikle mensup oldukları toplum tarafından arzu edilir olan ortak değer yargılarını doğrudan veya dolaylı olarak, ken­di istek ve hedefleri olarak belirlerler. Çoğu zaman insan­ların tutum ve davranışları “gurubunun kurallarını, değer­lerini, inançlarını yansıtmak” [143] yönünde açılım gösterir.

Modern psikoloji dilinde toplumsal değer yargıların­dan oluşan değerler sistemine süperego adı verilir. [144] Süperego, toplumsal değerleri ve idealleri, “real'i değil, ideal'i” temsil eder. İnsan, bu ideale ulaşmak için çaba sarfeder. [145] Toplumun kuralları süperego yoluyla kişiliğin bir parçası haline gelir.

Kur'an-ı Kerim, sosyal uyumun ve buna bağlı olarak toplumsal normların kişilik oluşumundaki rolünü doğrular. Fakat Kur'an'ın öngördüğü bir “kişilik” için, toplumun İs­lâm toplumu, normların da İslâmî normlar olmasını şart koşar. Kur'an'ın koymuş olduğu değerlere ters düşen sosyal değerler hiçbir zaman mümin bir kişiliğin tamamlayıcı unsuru olamazlar.

Düşünce ve eylem planında Kur'an'ın getirdiği de­ğerlere uyan, bununla da yetinmeyip “iyiliği” teşvik ve tel­kin eden, “kötülükten” sakındıran bir toplumun normları “kişilik” için elbette tamamlayıcı bir unsurdur: “Siz insan­ların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men'eder ve Allah'a inanırsınız.”[146]

Sadece kendi başlarına hayırlı insanlar olmakla kalmayıp, bütün insanlar için de hayırlı kimselerdir. [147] Pra­tikte iyiliği emrederek kötülükten alıkorlar, imanlarının ge­rektirdiği her şeyi pratikte yaşayarak gösterirler. [148] Toplumsal normlar gereği iyi sayılan şeyleri teşvik etmek, kö­tü sayılan hususlardan sakındırmak Kur'an'ın İslâm toplu­muna yüklediği görevlerden biridir: “Sizden, hayra çağı­ran, iyiliği emredip kötülüğü men'eden bir topluluk bulun­sun.” [149]

Kur'an'ın getirdiği değerlerin hâkim olmadığı bir toplumun kişilik teşekkülüne tesiri menfi olacaktır: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah'ın yolundan saptırırlar.”[150]

 

C) Din

 

Din bir yönüyle sosyolojik bir gerçeklik olarak de­ğerlendirilebilir. Fakat değerlerin bilgisi ve bağlayıcılığı açısından dinî değerlerin kaynağında Yüce Allah vardır. Bu değerler topluma intikal ettiğinde aynı zamanda toplumsal normlar olarak değerlendirilebilir. Hatta toplum, bu değerler doğrultusunda yaşamaya zorlayan, sevkeden bir güç rolünü de üstlenebilir.

Fakat bu şekil değişikliğinin mümkün olmasına rağ­men dinî değerlerin bilgisinin kaynağı ve ardındaki otorite gerçekte Yüce Allah'tır. Toplumların değer yargılarının ço­ğu zaman dinin öngördüğü değerlere ters düşen normlar­dan teşekkül edebileceği düşünülürse, dinî değerlerle sosyal normlar arasındaki fark anlaşılabilir.

Kur'an-ı Kerim vicdanın işlevine ihtiyatlı bir şekilde itimat gösterir. Değer yargılarının ancak toplumun kabulü­ne mazhar olmasıyla varlığını sürdürebileceğinden hare­ketle sosyal normlara gereken önemi verir. Fakat Kur'an, toplumsal normlar karşısında tarafsız kalamaz. Rastgele her değerin toplumda hüküm sürmesine müdahale eder. Bi­reyin çeşitli güdü ve eğilimlerinin dürtüleri arasında boğu­lup kalma ihtimali olan vicdanın sübjektif kararlarını değer yargılarının mutlak belirleyicisi kabul etmez. İşte bu gibi durumlar karşısında insanın ilâhî inayete muhtaç olduğu ortaya çıkar.

Din ile temellendirilen değer yargılarının kaynağı mutlak varlık olan Allah'tır. Allah, her yönden mutlak var­lık olduğu için koyduğu değerler de mutlak olur. Böyle sa­bit, değişmez değerler aynı zamanda evrensel olur. Din ile temellenmeyen değerlerin ise, zaman ve zemine göre de­ğişmeyen, vahiy gibi sabit bir ölçütü yoktur.

Yaratılış gereği psikolojik ve sosyal şartlardan etki-lenebilen bir varlık olan insanın koyduğu değerlerin mut­lak olamayacağı apaçıktır. Ancak mutlak bir varlığın koy­duğu kanunlar mutlaktır.

Değer sadece tesbit edilen kurallar manzumesi olma­yıp aynı zamanda yükümlülük yükleyen, mecbur tutan, bağlayıcılığa sahip bir güçtür.

Sözkonusu vükümlülüsü mümkün kılan, deserdeki “aşkınlık” vasfıdır. Değere bağlı olarak ortaya çıkan yü­kümlülüğün, zorlayıcılığın temelinde değerin aşkınlığı ya­tar. “Bu, boyut, hürmet duyulan, hem sevgi hem de korku objesi olan, bütün bunların yanında, emirlerine tapınmak seviyesinde saygı duyulup itaat edilen mükemmel sıfatla­rın hepsini kendinde toplayan ve varlığı zorunlu olan “aş­kın” bir Zât'a, Allah'a, inanç boyutudur. Adı geçen inanç boyutu, akılla değerlendirilip sevgiyle kabul edilen mutlak ve aşkın varlık olan Allah'ın otoritesini ön plana çıkarır.”[151]

Evrensel, mutlak değerler koyma yetkisinin gerçek sahibi Yüce Allah'tır. “Hüküm ancak Allah'a aittir.” [152] “Evet, hüküm ancak O'na aittir.” [153] Bu değer yargılan, mensuplarını bunlara uymaya mecbur eder, zorunlu kılar: “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” [154] Buna göre, Allah'ı ve Resulünü otorite ve on­ların buyruklarını değer yargısı kabul eden hiçbir kimse­nin Allah ve Resûlü'nün hüküm verdiği bir konuda kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Bu kimsenin, kendi dü­şünce, davranış ve seçme özgürlüğünü Allah ve Resûlü'ne teslim etmesi gereklidir.[155]

Kur'an-ı Kerim, bütünüyle bir değerler manzumesi­dir. “İyi” ve “kötü” diye tercüme edilebilecek kavramları da kullanmak suretiyle ve kendine has diğer ifade üslupla­rıyla, insanı ilgilendiren hiçbir alanı dışarda bırakmaksızın değer yargılarına kaynaklık eder. “İyi”nin karşılığı olarak sâlih, birr, ma'ruf, hayır, hasene, tayyib, helâl gibi kavram­lara yer verirken; “kötü’nün karşılığı olarak fesâd, münker, şer, seyyie, fahşâ veya fahişe, habîs, haram gibi ifadeler kullanmıştır. [156]

 

II) Zihinsel Olgu

 

Dikkat ve algı, öğrenme, belleme, düşünme, imgele­me, hatırlama ve unutma, zekâ gibi hususlar psikolojinin zihinsel olgu çerçevesinde değerlendirdiği insana ait özel­liklerdir. İnsanın her türlü eyleminde zihinsel bir faaliyet sözkonusudur. Bilhassa insanların inandıkları değerler, toplumdan edindikleri normlar bir dizi zihinsel çaba sonu­cu insan benliğinde yerleşirler. Gerek fizyolojik güdülerin ve beşerî eğilimlerin zihne yolladığı mesajlar, gerekse de­ğer yargılarının bilgisi kalpte değerlendirilir, kabul veya reddedilir, eyleme geçirilmesine ya da unutulmasına karar verilir. İnsan, öğrendikleriyle, bilgi ve tecrübeleriyle zihin­sel analizlerde bulunarak belli güç ve değerlere inanmaya, davranışlarını iyice düşünerek yapmaya başlar.

Akıl, şuur, tefekkür, tezekkür, ulu'l-elbâb, ilm Kur'an'da zihinsel faaliyeti ifâde eden kavramlardandır. Bi­lindiği gibi zihnin algılamasının ardından kavranan bilgi kalbin onayına sunulur. Dolayısıyla Kur'an'da geçen, zi­hinsel olguya işaret eden kavramlar kalbin doğrulama, tas­dik etme eyleminden ayrı düşünülmemiştir. Çünkü bir olay, bir objeyle ilgili zihinsel faaliyetin hemen ardından kalbin değerlendirmesi' devreye girer. Salt zihinsel aşamam­da bulunan bilgi objektiflik arzederken, kalbin müdahale­siyle bilgi bir anlamda tarafsızlığını yitirir. Yani doğrulanır veya doğrulanmaz, kabul edilir ya da reddedilir. Zihinsel eylem ile kalbin tasdiki arasındaki bu ayrılmazlık nedeniy­le Kur'an'da sözü edilen zihinsel kavramlarda kalb eylemi­nin etkinliği sezinlenir.

Akıl, aslında hapsetmek, tutmak manasına gelir. İn­sanın idrak ve anlayışını ifade için kullanılır. İnsan onunla kötü olan şeyleri hapseder, iyi olan şeyleri akleder. [157] “Sizler Kitab'ı okuyup gerçekleri bildiğiniz halde, insanla­ra iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz? Aklını­zı kullanmıyor musunuz?” [158] “Akletmek”, bilmek, [159] tedebbür ve tefekkür etmek [160] manalarına karşılık gelir.

“Ulu'l-elbâb”, olgun akıl sahibi, [161] gerçek akıl sa­hibi, [162] parlak zekâsıyla, güzel kavrayışıyla ileri görüşlü olan [163] şeklinde zihinsel faaliyetleri ihtiva eden bir kav­ramdır.

Bir şeyi duyu yoluyla bilmeye şuur denilmiştir.  “Çünkü onlar güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbu­ki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında de­ğillerdir.” [164] âyetinde “şuur” olgusu bir şeyi iyice bilmenin, duyu organlarıyla kavramanın karşılığıdır. [165]

“Tezekkür” kavramıyla düşünmek, hatırlamak, yâdetmek, bellemek gibi muhtevalar kastedilir. [166]Ey İsra­il Oğulları! Size verdiğim nimetleri hatırlayın, bana verdi­ğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vadettiklerimi vereyim. Yalnızca benden korkun.” [167]

 

III) İrade

 

İrâde insanda tabiî ve hissî bir özelliktir. Herkes ken­disinin irâde hürriyeti olduğuna inanır. İnsan kişiliğinin teşekkül etmesinde ve teşekkül etmiş olan kişiliğin korun­masında irâde mekanizmasının işleyişi etkin rol oynar. Klasik olarak “nefsin, bir şeyi isteyerek, onun yapılması ya da yapılmaması lâzım geldiğine dair hüküm vermesi” [168] şeklinde tanımlanan irâde belli aşamalardan oluşan bir açı­lımdır.

İrade, zihinsel hayatın tezahürlerinden ayrı düşünü­lemez. İradeli bir davranışın önce bir tasarım evresi vardır. Bu tasarımın istenip istenmediği zihinde tartışılır. Takınıla­cak tutumun, ortaya konulacak davranışın mümkün olabi­lirliği, doğuracağı sonuçlar üzerinde düşünülür.

Üzerinde düşünülen, muhakeme edilen işin yapılma­sında veya yapılmamasında bir seçme söz konusu ise biri­si tercih edilir. Eğer bir insan, herhangi bir işi seçip yap­mak gücüne sahip değilse “irâde hürriyeti”nden yoksun demektir. Her normal insan işlerini genellikle hür irade ile isteyerek gerçekleştirmek ister. Herhangi bir değerler man­zumesine iman ederken, bu değerlerin koyucusu olan oto­riteye boyun eğerken ve tutumlarını, davranışlarım inandı­ğı değerlere uydurmaya gayret gösterirken hür iradeli olması büyük kıymet ifade eder.

Bir iman ve itaat kurumu olan din, insanların hür vic­danlarıyla seçip bağlanacakları teşekküllerdendir. İnsanı zorla dine sokma imkânı yoktur. [169] Bu sırf rıza ve hüsnü ihtiyar meselesidir. [170] “Dinde zorlama yoktur...” [171] âyeti insan hayatında, hür iradenin evrensel yerini ve değe­rini gösterir. Dine girmesi için kimseye baskı ve zorlama yapılmaz. Ancak irâde hürriyeti ve seçme imkânı verilir. Kişi, inandığı değerleri ve otoriteyi inkâr etmeye [172] ye inandığı değerlere aykırı tutum ve davranışlar sergilemeye zorlanırsa [173] irâde hürriyetinden söz edilemez.

Her iradî hareket belli bir amaç ve ihtiyaçtan kay­naklanır. Hareketi yapmadan önce, varılacak hedef, arzu edilen amaç belirlenir. Bir kimsenin amaç olarak yapmış olduğu bu seçim onun niyetini ifade eder. Niyet, “kendisiy­le bir şeye doğru, gerek onu yapmak için, gerekse onu el­de etmek için iradenin yöneldiği bir harekettir.” [174] Bir fiilin, belli bir sonucu gerçekleştirecek şekilde zihinde tasar­lanıp belirlenmesidir. Niyet kişiyi harekete geçiren bir se­beptir. Bu sebep olmayınca amel meydana gelmez.

Kur'an'ın öngördüğü kişilikte tutum ve davranışlar belli bir niyete dayanmak durumundadır. Davranışlar, taşı­mış oldukları niyete göre değer kazanırlar.

“Hata ettikleriniz hususunda sizin üzerinize bir vebal yoktur. Fakat kalblerinizin (kasd ve) teammüd ettiği şey­lerden sorumlusunuz.” [175] âyetinde Kur'an niyetin genel bir formülünü verir. Allah, hatadan günahı kaldırmıştır. [176] Niyetin tamam olmadığı bu gibi durumlarda kişi sorumlu tutulmaz.

Değerlerinin kaynağı olarak Kur'an'ı, otorite olarak Allah'ı seçen kişilerin irâdeleri, onları belli kurallara uygun davranışlarda bulunmaya zorlar. İnsanın içgüdüleri, eği­limleri ve sosyal çevresinin değerleriyle Kur'an'ın öğretile­ri ve kuralları karşı karşıya geldiğinde, çatıştığında bir ter­cih mücadelesi başlamış demektir. Mücadele, taraflardan birinin galip gelmesiyle sona erer. İşte burada iradenin ro­lü ön plana çıkar. İdeal kişilikte içgüdü ve eğilimlerin Al­lah'ın otoritesine boyun eğmeleri, tutum ve davranışların Kur'an'm getirdiği değerlere ve ölçülere göre şekillenmesi beklenir. Böylece kişinin amacının, hedefinin yani niyeti­nin ne olduğu ortaya çıkar.

İradî bir tutum ve davranışın ortaya çıkmasında aşa­ğı yukarı kişiliği oluşturan bütün elemanların işe karıştığı­nı görüyoruz. Bu bağlamda, “irâde, her özel fiilin sebeplendirilmesinde bütün kişiliğin işe karışması demektir.”[177]

 

IV) Çaba (Cehd-Gayret)

 

Çaba olgusu yalnız hareketten ibaret değildir, belki enerji harcamayı gerektiren bir eylemdir. Bir kuvvete direnmek ya da bir direnişi yenmek de çaba olarak değerlen­dirilir.

Kişilik yapısı bütünlük arzeden her normal insanın inancı, aklı, vicdanı, değer yargılarına, kabul ettiği normla­ra uygun tercih yapmasını emrederken, fizyolojik güdüle­ri, kötü eğilimleri, belki sosyal çevresi değer ve normlara uymayı terke zorlar. Bu iki etki arasında iradenin kendini zorlaması, yani bir çaba sarfetmesi lâzımdır.”

Arzu ve eğilimlerle kurallar arasında bir çatışma vu­ku bulduğunda kurallara uygun bir tutum ve davranışı ter­cih etmek çok kolay değildir. Değerlere uygun davranma yönünde gösterilen çaba, Yüce Allah tarafından “sarp yokuşu” tırmanmaya benzetilmiştir: “Biz insana iki göz, bir dil ve iki kulak vermedik mi? Ona iki yolu da göstermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Nedir sarp yokuş bilir misin? Köle âzad etmektir yahut zor bir günde akraba olan bir yetimi veya fakir bir zavallıyı doyurmaktır. Bundan başka; iman edenlerden, birbirine sabırlı olmayı öğütle­yenlerden, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.” [178]

Gayret, çaba olgusunun Kur'an'daki mürâdifi “mücâhede”dir. Mücâhede düşmana karşı savaşırken bütün gay­reti sarfetmeyi, Allah'ın rızâsını her şeye tercih etmeyi, bu uğurda mal ve canlarını feda etmeyi ifâde eder.[179]

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşma­ya yol arayın ve yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” [180] Yüce Allah, “Allah'tan korkun” ifadesiyle yapılma­ması gerekli olan şeyleri terketmeyi, “O'na yaklaşmaya vesile arayın” ifadesiyle yapılması uygun olan şeyleri yapma­yı emretmiştir. Bütün bunların hepsi insan nefsine, arzula­rına, eğilimlerine ağır ve zor gelen şeylerdir. Çünkü nefis sâdece maddî haz ve lezzetlere kavuşmak ister. Akıl ise Al­lah'a itaatta bulunmaya çağırır. Bu iki durum arasında bir çelişki ve çatışma vardır. Allah'ın emirlerine uymak nefse ağır geldiği için “Allah yolunda cihad edin” buyrulmuştur.”[181]

 

V) Günah

 

Günah duygusu, insanların büyük çoğunluğunun tec­rübe ettiği evrensel bir olgudur. Bu duygu, insanın diğer varlıklardan en farklı yönünü, insan olmanın bir şartını gösterir.

İnsanın günah işlemeye eğilimli oluşunun temelinde, kendini toplum içinde, çevrede ve emirler karşısında gösterebilmenin ancak başkaldırma, itaatsizlik ve arzularını tahakkuk ettirmekten geçtiği duygusudur. Sadece kendi başına ve tek olma arzusundan kaynaklanan bu tutum gös­teriyor ki, günah işlemeyi göze alan kimse temelde ferdi­yetçidir. [182]

Kur'an'ın öngördüğü kişilikte güdü ve eğilimlerin değerlere göre şekillenmesi zorunludur. Eğer bireyin eği­limleri değer yargılarına uymuyor, değerlerin kaynağı olan otoriteye itaat etmiyorsa iki durum söz konusudur: Hata ve günah. Hata, insanın câhili olduğu şartların bastırması, in­sanı tesiri altına alması olayıdır. Hataya düşen insan, istemeyerek hataya düşmüştür. Hatada, eğilimlerle değerler arasındaki uyum, bilincin payı olmaksızın bozulur. “Rabbimiz, unuttuğumuzda veya hata yaptığımızda bizi hesaba çekme!”[183] İnanılan ve kabul edilen değerleri çiğnemek beşeri istek, irade, arzu, bilinçli olma gibi sorumluluğu ge­rektiren unsurların katılımıyla günah özelliği kazanır. Faili mazur gösterecek hiç bir boşluk ve zayıf nokta söz konusu değildir.

Günahkar insan günaha niyetlendiğinde beşerî eği­limlerinin kontrolsüz dürtüsü ile kabul ettiği değerler ara­sında bir çatışma yaşar. İşlenen günahın ardından bu iç ça­tışması, derûnî bir ahenksizlik, iç burukluğu, pişmanlık, suçluluk hali olarak kendini gösterir. Günahı sebebiyle ki­şi kendini, kendi öz ahlâkî otoritesi olan vicdanı, toplum otoritesi, hepsinden de öte ilâhî otorite tarafından mahkum edilmiş hisseder. Bu üçlü mahkeme huzurunda kişi, buna­lım ve sıkıntı duyar, suç ve hatasını itiraf ve bunları telâfi etmek suretiyle üzerindeki baskıdan kurtulmak ister. Gü­nah duygusunu, normal suçluluk duygusundan ayıran en önemli husus, günah'ın ilâhi otoriteye ve ilâhî kaynaklı de­ğerlere karşı işlenmiş olmasıdır. Bu yüzden günah “Al­lah'ın kanununu çiğnemek” şeklinde tanımlanabilir.

Ferdiyetçi, bencil ruh yapısına sahip olmakla birlik­te günahkâr ile Allah arasındaki ilişki kesintiye uğramaz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, günah işleyen kimse Al­lah ile münasebetini sürdürür. Günah sebebiyle kısmî, ge­çici bir ayrılığın meydana gelmiş olabileceği düşünülse bi­le, buna paralel olarak daha önemli bir gerçek devreye gi­rer: Allah'ın merhameti. Ve ardından da kulun afv ve bağış talebi, işlenen günah sebebiyle bireyin benliğinde meyda­na gelen kilitlenmeyi çözen, insanı bir tür fizik ötesi tedir­ginlikten çekip kurtaran tevbe aşaması... Tevbenin temelin­de, günahın etkilerini silmek için sizlice onarma ve telâfi etme, eski bozulmamış seviyeye yeniden yükselme emeli yatar.

Kur'an-ı Kerim'de doğrudan ya da dolaylı olarak gü­nah olgusuna işaret eden pek çok kavram mevcuttur. İsm, zenb, hata1, zaleme, sâ'e, ecreme, tağâ, ğavâ, feseka, habuse, cenefe, fahişe, hûb, hıns, şatata, fucûr, fesâd, israf, zeyğ, nâkıbûn gibi kavramlar suçun özelliğine, türüne, yö­nüne göre günah olgusunu ifade ederler.

Meselâ, “İyilik ve Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde yardımlasın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” [184] âyetinde “ism” kelimesi bilhassa insanlara yöneltilmiş bir günahı ifâde eder. [185]

 

3- KALP (EGO)

 

Kalb, kişiliğin merkezî ifadesidir. Kalb şehirde vali gibidir. Kişiliğin alt ve üst unsurları arasındaki ilişkileri düzenler, örgütler, kişiliğin bütünleşmesini ve tutarlılığını sürdürebilmesini sağlar. Kalb bir duyguyu, bir düşünceyi seçtiğinde kişilikte bunların tesiri hissedilir. Onun bu seçi­ciliği bir damıtma aygıtını andırır. Zihinsel süreçte içten ve dıştan algılanan mesajların onaylama merkezidir kalb. Bi­reyin ne olduğu, ne olmak istediği konusuyla yakından ilgilenir.    

Kalb, kişiliğin yürütme organı gibidir. Bireyin ey­lemlerini denetler, çevresinde hangi nesnelerle ilişki kura­cağını seçer, hangi içgüdü ve eğilimlerin ne biçimde do­yum sağlaması gerektiğine karar verir. Beşerî eğilimler, sosyal çevre ve değer yargılarının birbirleriyle çatışma du­rumunda olan istekleri arasında uzlaşma sağlar. Kısacası kişilikle ilsili bütün birim ve unsurların odaklaştiğı merkez kalptir.

Kişiliğin alt birimini teşkil eden güdü ise eğilimlerin doyurulmasında ve alacakları şekilde son söz kalbe düşer. Kişiliğin ayrılmaz bir parçası olan değerleri tercih etmede, benimsemede, kabul ve reddetmede, doğrulama ve yalan­lamada, bu değerlerin ardındaki otoriteye, güce imân ve tasdikte hep kalp rol oynar. Zihinsel çabaları, irâdenin ter­cih ve amaçlarını, duygu, heyecan ve coşkuların yönünü tesbit etmede kalp her zaman son noktayı koyar. Hangi inanç ve düşüncenin hareket ve davranış kalıbına döküle­ceğine karar verir. “Kalp”in psikoloji dilindeki karşılığı “ego” [186] olarak söylenilegelmiştir. Kalp, kişiliğin icraat yapan yönüdür.

“Kalp”, “sadr” ve “fuâd” kavramları kalbin, kişilik bütünlüğü içerisindeki konumunu ve rolünü açıklayan Kur'an kavramlarıdır. “Hani o, Rabbine arınmış selim bir kalb ile gelmişti.” [187] “Selim bir kalb” ifadesiyle bâtıl inanç ve kötü davranışa yeltenmekten arınmış, itaatsizlik­ten uzak, kötü niyet taşımayan, buğz ve hasedden berî bir kalb kastedilmiştir. [188]Sizin için kulak, gözler ve gönül­ler var etti.” [189] âyetinde “kalp”, duyular aracılığıyla sağla­nan bilgiyi düzenleyip ondan çıkarımlarda bulunan, muh­temel eylem biçimlerinden birini seçip onu izlemeye karar veren akla delâlet eder. [190]

“Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır.” [191] Kalb organların sultanıdır. [192] “Onlar Kur'an'ı iyi anlayıp tanımazlar mı veya onların kalpleri üzerine kilitler mi asılmıştır?” [193] Kur'an'ı dikkat­le okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçlan kalplerine yerleşmemiştir.[194]Kalblerimiz perdelidir dediler.” [195] Kalb bilginin kabıdır. Yahudiler bilgiyi değerlendiremiyorlar. [196]Allah onların kalblerini mühürlemiştir.” [197] On­lar Kur'an'ı dinlerler, dinlemek isterler, bilmek işlerine gel­mez, bilseler de kabul etmezler. [198]

“Allah sizi, yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalblerinizin kazandığı şey­ler ile sorumlu tutar.” [199] İnsan, ciddî olarak niyetlendiği, kalbini kendisine bağladığı şeyden sorumlu olur. [200]

“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde dinden dön­meye zorlanan hariç, kim, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, ona Allah'ın gazabı vardır.” [201] İmanın, kalb ile tasdik olduğuna âyet işaret ediyor. [202]

“Gerçekten onlar, kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalblerini çevirmiştir.” [203] Çün­kü onlar Kur'an'ı dinlemenin ve onun emirlerine uygun bir şekilde hareket etmenin çıkarları için olduğunu anlama­maktadır. [204] “Ey insanlar, size Rabb'inizden bir öğüt, gö­nüllerde olan dertlere bir şifa, müminler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” [205] Pratik hikmetler içeren, iyi ve kötü davranışları ortaya koyan; iyiye teşvik, kötüden sakındıran bir kitap gelmiştir. Bu hikmetler kalbe şifâ verir. [206] “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır.” [207], İnsanlar dinî ve dünyevî menfaatleri kalbleriyle temyiz ederler, neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar verirler. [208]

Nihayet kalp, duygu, heyecan ve coşkuların şekille­rine de müdâhale eder: Küfrü ve isyanı sevip benimseyenlerin, imanı ve itaati çirkin bulup hoşlanmayanların kalblerine hak tesir etmez. [209] “Allah onların kalplerini mühürlemiştir.” [210]

“Ey Rabb'imiz! Ey Sahibimiz! Namazı dosdoğru kıl­maları için ben; çocuklarımdan bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl...” [211]  İnsanların kalplerini onlara yönelt, kalpleri şevk ve arzuyla onlara yönelsin. [212]

Kalb, değerlerin kaynağını ve ardındaki otoriteyi tas­dik eder, zihnin aktardığı bilgileri değerlendirir. Güdülerin ve eğilimlerin değer yargılarına uygun şekilde doyurulma­sına çalışır. İrâdenin hareket alanını, duygu ve heyecanla­rın alacakları şekilleri, hangi düşüncelerin eyleme dönüş­türüleceğini kararlaştırır, bütün mekanizmayı bu yolda ça­baya sevkeder. [213]

 

Sonuç

 

Kur'an-ı Kerim, konusu kişilik olan ilâhî bir kitaptır, şeklinde yapacak olduğumuz yaklaşım, abartılı bir içerik olma niteliği taşıyorsa da, büyük ölçüde gerçeklik payına sahiptir. Kur'an-ı Kerim'de değişik üsluplarda nakledilen mesajlar insanın eğilimlerini, zaaflarını, bunların kontrolü­ne ilişkin kural ve düzenlemeleri, ideal bir kişiliğin oluşu­mu için ilâhî otoriteyle ilişki kurmanın zorunluluğunu, ki­şiliği oluşturan bütün tabakaları ve elemanları, bunlar ara­sındaki sıkı ilişkiyi, hangi durumlarda kişiliğin bozulduğu­nu, bu bozulmalara karşı önerilen çözümleri, kısacası kişi­likle ilgili bütün temel ilke ve esasları ihtiva eder. Özellik­le Kur'an'da hacim yönünden büyük yer işgal eden kıssa­lar, insanın bir veya birkaç eğilim ve yönsemesini, buna getirilen ilâhî kuralları ve insanın bu kurallar karşısında ta­kındığı tutumu, kişilik eğitimi çerçevesinde sunarlar. Her ne kadar biz bu araştırmamızda ibadetlere, hukukî ve siyâ­sî düzenlemelere, iman ve iman esaslarına ayrıca değinme­miş olsak bile bunlar kişiliğin bir parçasını, boyutunu oluş­tururlar. Yani”kişilik” olgusunun doğrudan veya dolaylı olarak dokunmadığı, yönelmediği Kur’an âyeti yok gibidir.

Fakat biz araştırmamızda sözünü ettiğimiz bu detay­lara girmediğimizi ve hatta kişilik konusuna girebilecek her hususa değinemediğimizi itiraf ediyoruz. Çünkü ama­cımız genel bir kişilik modelinin Kur'an'da nasıl ele alındı­ğı yönünde bir yaklaşım denemesi yapmaktı.

Kur'an-ı Kerim, kişilik tabakalarına ve kişiliğin bü­tün elemanlarına hakkım verir, onları lâyık olduğu yere kor. Ve bu birimler arasındaki girift, kompleks ilişkileri, bağıntıları bir bütün olarak sunar. Modern psikolojide ise, bazı eğilimler ön plana çıkarılarak kişilik bunlar üzerine bina edilmeye çalışılmıştır. Freud'un cinsel güdüyü, Ad-ler'in aşağılık kompleksi ve üstünlük eğilimini ön plana çı­karması gibi. Kur'an'ın “kişilik” olgusuna getirdiği en cid­dî temellendirme değerler alanına ilişkindir. Değerlerin, İlâhî kaynaklı olmasını ve sosyal normların, vicdan meka­nizmasının ilâhî değerler doğrultusunda ivme kazanmasını öngörür.

Modem psikoloji kısmen kişiliğin marazı (patolojik) yönüyle ilgilenir. Kur'an'ın “kişilik” tanımlamasında ise, değerler alanı büyük önem arzeder ve güdülerin, eğilimle­rin değerlere uygun doyurulup duyurulmadığı, şekillenip şekillenmediği üzerinde durulur.

Kur'an, kişiliğin merkezine “kalb”i yerleştirir. Tasav­vuf, Kelâm ve Akâid literatüründe kalbe büyük önem verildiğini biliyoruz. Fakat “kişilik” olgusu çerçevesinde değerlendirilen “kalb”in çok daha önemli, kapsamlı, karma­şık ama sistemli, merkezî rol üstlendiğini anlayabiliyoruz.

Sözün özü; Kur'an'ın ışık tuttuğu yollardan gidilerek yapılacak kişilik kuramı, bizi bu konuda hatalara düşmek­ten koruyacaktır. [214]

 

Bibliyografya

 

1- Atkînson, Rita L. ve Arkadaşları, Psikolojiye Giriş, Çev. Kemal Atakay ve Arkadaşları, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1995

2- Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Tere. Şelâle Başar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1981.

3- Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988.

4- Baymur, Feriha, Genei Psikoloji, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1994

5- Beyzavi, el-Kadi Nasiruddîn. Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Dâru'I-Kütübi'l-îlmiyye, Beyrut, 1988

6- Cüceloğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, İstanbul. 1993

7- Çamdibi H. Mahmut, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, M.Ü.İ.F.V. Yayınlan, İstanbul, 1994

8- Daryal, Ali Murat. Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri, Doğuş Matbaası, İstanbul, 1980.

9- Enç, Mitat, Ruh Sağlığı Bilgisi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979.

10- Erîkson, Erik H., İnsanın Sekiz Çağı, Çcv. T. Bedirhan Üstün, Vedat Şar, Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara, 1984.

11- Gençtan, Engin, Psikanaliz ve Sonrası, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1990.

12- Guillaume, Paul, Psikoloji, Çev. Refia Semin, İstanbul, 1970

13- Güngör, Erol, Değerler Psikolojisi, H.T.A.B.V. Yayınları, Amsterdam, 1993.

14- İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dini ve Ahlâki Kavramlar, Tere. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, tsz.

15- İbn Kesîr, Ebu'1-Fidâ İsmail, Tefsîru'i-Kur'âni'l-Azîm, Dâru'l-Marife, Beyrut, 1997

16- İnceoğlu, Metin, Tutum Algı İletişim, V Yayınları, Ankara,1993

17- İsfehânî, er-Râgıb, el-Müfredât fi Garibi'1-Kur'an; Daru'1-Marife, Beyrut, tsz.

18- Köknel, Özcan, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1982.

19- Köknel, Özcan, Genel ve Klinik Psikiyatri, Nobel Tıp Kitabevi, İstanbul, 1989.

20- Konyalı, Mehmet Vehbi. Hulâsâtu'l-Beyân, Üçdal Neşriyat, İstanbul, tsz.

21- Koptagel-İlal, Günsel, Tıpsal Psikoloji, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1984.

22- Kılıç, Recep, Ahlâkın Dinî Temelleri, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1992 '

23- Kılıç, Sadık, Kur'an'da Günah Kavramı, Hibaş Yayınevi, Konya, 1984.

24- Kağıtçıbaşı, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, Evrim Basım Yayım, İstanbul, 1988.

25- Mevdudî, Ebu'1-A'lâ, Tefhîmu'l-Kur'an, Tere. Muhammed Han Kayani ve Diğerleri, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986.

26- Morgan, Clifford T., Psikolojiye Giriş, Çev. Hüsnü Arıcı ve Diğerleri, H.T.Ü.P.B. Yayınları, İstanbul, 1986.

27- Öztabağ, Lütfı, Psikolojide İlk Adım, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1983.

28- Özgü, Halis, İnsanın İçyüzü, Öğretmen Dergisi Yayınları, Ankara, 1960.

29- Pazarlı, Osman, İslâm'da Ahlâk, Remzi Kitabevi, İst., 3980.

30- Pressey, L. Sindey, Psikoloji ve Yeni Eğitim, Çcv. Hasan Tan, M.E.B., İstanbul, 1991.

31- Songar, Ayhan, Temel Psikiyatri, Minnetoğlu Yayınları, İstanbul, 1981.

32- Sâbûni Muhammed Ali, Safvetu't-Tefâsîr, Dâru'1-Kur'âni'l-Kerîm, Bevrut, 1981.

33- Tolan, Barlas ve Diğerleri, Sosyal Psikoloji, Adım Yayıncılık, Ankara, 1991.

34- Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, tsz.

35- ez-Zemahşerî, Cârullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâıkı't-Tenzîl, Dâru'l-Küttâbi'l-Arabî, Beyrut, tsz. [215]



[1] Lokman: 31/20.

[2] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 9-10.

[3] Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, İstanbul, 1993, s.404.

[4] Yusuf: 12/53.

[5] Nâziât: 79/40.

[6] Cârullah Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâıkı't Tenzîl, Beyrut, tsz., IV/698.

[7] Fecr (89), 27

[8] ez-Zemahşerî, a.g.e., IV/752.

[9] Fecr (89), 28.

[10] Ahzâb(33), 21.

[11] Ebu'1-A'lâ Mevdudî, Tefhîmu'l-Kur'ân, Tere. Muhammed Han Kayani ve Arkadaşları, İstanbul, 1986, VI/393:

[12] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, tsz., VIII/5268.

[13] Kalem (68), 4

[14] Mitat Enç, Ruh Sağlığı Bilgisi, İstanbul, 1979, s. 32.

[15] H.Mahmut Çamdibi, Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, 1994, s.38.

[16] Lütfi Öztabağ, Psikolojide İlk Adım, İstanbul, 1983, s. 177.

[17] Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, İstanbul, 1982, s.23.

[18] Toshihiko İzûtsu, Kur'an'da Dini ve Ahlâki Kavramlar, Tere. Selahattin Ayaz, İstanbul, tsz., s. 111.

[19] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 11-15.

[20] Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İstanbul, 1994, S.86-87.

[21] Öztabağ, a.g.e., S. 175.

[22] İsra: 17/84.

[23] Yazır, a.g.e., V/3196.

[24] Fahreddin Er-Râzî, Et-Tefsîru'1-Kebîr, Beyrut, 1990, Xxı/37.

[25] Yazır,  a.g.e., 'V/3196'.

[26] El-Kadi Nasıruddîn El-Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl Ve Estârü't-Te'vîl, Beyrut, 1988,1/580.

[27] Er-Râzî, a.g.e., Xxı/37.

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 16-17.

[28] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 19.

[29] Engin Gençtan, Psikanaliz Ve Sonrası, İstanbul, 1990, S. 23.

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 20.

[30] Bkz. Doğan Cüceloğlu, İnsan Ve Davranışı, İstanbul, 1993. S.238-243.

[31] Clifford T. Morgan, Psikolojiye Giriş, Çcv. Hüsnü Arıcı Ve Diğerleri, Ankara, 1995, S. 200.

[32] Abese: 80/25.

[33] Cârullah Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâıkı't-Tenzîl, Beyrut, tsz., IV/704.

[34] Müminûn: 23/19.

[35] Ebu'1-A'lâ Mevdûdî, Tefrümu'l-Kur'an, Çev. Muhammed Han Kayani, İstanbul, 1986, III/371.

[36] Mevdudî, a.g.e., VI/97.

[37] Vakıa: 56/68-69.

[38] el-Kadi Nasiruddîn el-Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Beyrut, 1988,11/463.

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 20-21.

[39] Rita L. Atkinson ve Arkadaşları, Psikolojiye Giriş, Çev. Kemal Atakay ve Arkadaşları, İstanbul, 1995, s. 414.

[40] Ayhan Songar, Temel Psikiyatri, İstanbul 1981, s. 104-105.

[41] Bakara: 2/223.

[42] Elmalılı Muhammed Haindi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, tsz., II/777.

[43] Beyzavî, a.g.e., 1/120.

[44] Zemahşerî, a.g.e., 1/266.

[45] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 21-23.

[46] Gençtan, a.g.e., s. 88; Halis Özgü, Kompleksler ve İnsanlar, İstanbul, 1969, s.87-88

[47] Özcan Köknel, Genel ve Klinik Psikiyatri, İstanbul, 1989, s. 77.

[48] Mevdudil, a.g.e., 1/290.

[49] Nisa: 4/32.

[50] Ebu'I-Fidâ İsmail İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'1-Azîm, Beyrut, 1997,1/500

[51] Beyzâvî, a.g.e., ü/212.

[52] Muhammed Ali cs-Sâbûnî, Safvetu't-Tefâsîr, Beyrut,  1981, 1/273.

[53] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 24-26.

[54] Atkinson, a.g.e., 1/444

[55] Cüceloğlu, a.g.e., s.313.

[56] Gençtan, a.g.e., s. 229

[57] Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İstanbul, 1994, S.73.

[58] Morgan, a.g.e., s.391.

[59] Atkinson, a.g.e., s.447.

[60] Cüceloğlu, a.g.e., s. 314,

[61] Bakara: 2/30.

[62] Fahreddin er-Râzî, Et-Tefsîru'1-Kebîr, Beyrut, 1990,11/185.

[63] İbn Kesir. a.g.e, 1/72-73

[64] Mâide: 5/30.

[65] İbn Kesir, a.g.e.,. 11/47

[66] Yazır. a.g.e.. Ih/1655.

[67] Zemahşerî, a.g.e., 1/626.

[68] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 26-28.

[69] Baymur, a.g.e S.71

[70] Erik H. Erikson, İnsanın Sekiz Çağı, Çev. T. Bedirhan Üstün, Vedat Şar, Ankara, 1984, S. 1-9.

[71] Enfâl: 8/11.

[72] İbn Kesir, a.g.e., 11/303

[73] Zemahşerî, a.g.e., 11/613.

[74] Nahl: 16/112.

[75] Âl-i İmran: 3/154.

[76] İbn Kesir, a.g.e., Î/427

[77] Râzî, a.g.e., Lx/46-47

[78] Nûr: 24/55.

[79] Beyzâvî. a.g.e, 11/130.

[80] Bakara: 2/125.

[81] Sâbûnî, a.g.e., I/93:

[82] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 28-30.

[83] Hâlis Özgü İnsanın İçyüzü. Ankara, 1960. S.93.

[84] Mitat Enç. Ruh Sağlığı Bilgisi., İstanbul. 1979. s.71.

[85] Râzî, a.g.e., XXXII/68

[86] Yazır, a.g.e., IX/6021.

[87] İbn Kesir, a.g.e., IV/580

[88] Mevdudî, a.g.e., VII/205.

[89] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 31.

[90] Özgü, a.g.e., s.85.

[91] Yazır, a.g.e.,IV/3168.

[92] Enbiya: 21/37.

[93] Mehmet  Vehbi Konyalı,  Hulâsâtu'l-Beyân,  İstanbul,  tsz.,1X73425. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 31-32.

[94] Morgan, a.g.e., s.203.

[95] L.Sindey Pressey, Psikoloji ve Yeni Eğitim, Çev. Hasan Tan, İs­tanbul, 1991,11/52.

[96] Atkinson, 1/431.

[97] Zemahşerî, a.g.e., IV/372.

[98] Hucurât: 49/12.

[99] Yazır, a.g.e., VI/4473.

[100] İbn Kesir, a.g.e, IV/228

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 33-34.

[101] Gençtan, a.g.e., s.223

[102] Hail and Lindzey, Theorics of Pcrsonality, U.S.A., 1959, s.122.

[103] Paul Guillaume, Psikoloji. Çev. Refia Semin, İstanbul. 1970. s.54.

[104] Erikson, a.g.e.. s.3l.

[105] Sâbûnî, a.g.e., 11/226.

[106] Zemahşerî, a.g.e., IV/375.

[107] Hucurât: 49/13.

[108] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 34-36.

[109] Fussilet: 41/33

[110] Zemahşeri, a.g.e., IV/199.

[111] Hacc: 22/78.

[112] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 36-37.

[113] Morgan, a.g.e., s.225.

[114] Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, İstanbul, 1982, S.65.

[115] Günsel Koptagel-İlal, Tıpsal Psikoloji, İstanbul, 1984, S.93.

[116] Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, S.65-66.

[117] Rum: 30/21.

[118] Necm: 53/43.

[119] Konyalı, a.g.e., XIV/5653.

[120] Kasas: 28/31; Müminûn: 23/2.

[121] Mevdudî, a.g.e., V/447.

[122] Ra'd: 13/12-13.

[123] Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, IV/462.

[124] Morgan, a.g.e., s.231.

[125] Âl-i İmran: 3/134.

[126] Tevbe: 9/14-15.

[127] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 38-41.

[128] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 43-44.

[129] Metin İnceoğlu, Tutum Algı İletişim, Ankara. 1993, s.18.

[130] İnceoğlu, a.g.c, s.120.

[131] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 45-46.

[132] Osman Pazarlı, İslâm'da Ahlak, İstanbul, 1980, S.9ö.

[133] Doğan Cüceloğlu, Însan Ve Davranışı, İstanbul, 1993, S.408.

[134] Cüceloğlu, a.g.e., s.76.

[135] Erol Güngör, Değerler Psikolojisi, Amsterdam, 1993, S.40.

[136] Ebu'1-A'lâ Mevdudî, Tefhîmu'l-Kur'an, Çcv. Muhammed Han Kayanı, İstanbul, 1986, Vı/486-487.

[137] Kıyâme (75), 2-3.

[138] Elmaîılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, Tsz., Vııı/5857-5858.

[139] Şems (91), 7-10.      

[140] Fahreddin Er-Râzî, Et-Tefsîru'1-Kebîr, Beyrut, 1990, Xxxı/193.

[141] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 47-49.

[142] Barlas Tolan Ve Diğerleri, Sosyal Psikoloji, Ankara,  1991, 5,109.

[143] İnceoğlu. a.g.e., s.23.

[144] Özcan Köknel. Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, İstanbul, 1982.S. İ 36.

[145] Ali Murat Daryal: Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri, İstanbul. 1980, s. 103.

[146] Al-i İmran: 3/110.

[147] Ebu'1-Fidâ İsmail İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, Beyrut,1997, 1/399

[148] Mevdudî, a.g.e., 1/228.

[149] Âl-i İmran: 3/104.

[150] En'âm: 6/116.

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 49-51.

[151] Recep Kılıç, Ahlâkın Dinî Temelleri, Ankara, 1992, S.163.

[152] En'âm: 6/57; Yusuf: 12/40.

[153] En'âm: 6/62. 

[154] Ahzâb: 33/36.

[155] Mevdudî, a.g.e., IV/377

[156] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 51-54.

[157] Kadi Nasiruddîn el- Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Beyrut, 1988,1/59.

[158] Bakara: 2/44.

[159] Beyzâvî, a.g.e., 1/366

[160] Beyzâvî, a.g.e., 1/431.

[161] Beyzâvî, a.g.e., 1/103.

[162] Beyzâvî , a.g.e., 1/140.

[163] Beyzâvî, a.g.e., 1/149.

[164] Bakara: 2/9.

[165] Beyzâvî, a.g.e., 1/26.

[166] Yazır, a.g.e., 1/334, 344; 11/792.

[167] Bakara: 2/40.

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 55-56.

[168] Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredâi fî Garîbi'l-Kurk'an, Beyrut, tsz., s.206-207

[169] Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, 1/453.

[170] Yazır, a.g.e, 11/861,

[171] Bakara: 2/25

[172] Nahl: 16/106

[173] Nûr: 24/33

[174] M.Abdullah Draz, Kur'an Ahlâkı, Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, 1993, s.223.

[175] Ahzâb: 33/5.

[176] İbn Kesir, a.g.e., III/476

[177] Paul Guillaume, Psikoloji, Çev. Refia Semin, İstanbul, 1970, s.225.

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 57-59.

[178] Beled (90), 10-16.

[179] Beyzâvî, a.g.e., 1/415.

[180] Mâide: 5/35.

[181] Fahreddin el-Râzî,

Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 60-61.

[182] Sadık Kılıç, Kur'an'da Günah Kavramı, Konya, 1984, s.212.

[183] Bakara: 2/286.

[184] Mâide: 5/2.

[185] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 62-64.

[186] Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan Ve İnsanlar, İstanbul, 1988, S.247; Doğan Cüceloğlu, İnsan Ve Davranışı, İstanbul, 1993, S.408; Özcan Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, İstanbul, 1982, s.136.

[187] Saffât: 37/84.

[188] Ebu'1-A'lâ Mevdudî, Tefhîmu'I-Kur'ân, Tere. Muhammed Han Kayanı ve Arkadaşları, İstanbul, 1986, V/25,

[189] Secde: 32/9.

[190] Mevdudî, a.g.e., IV/322.

[191] Bakara: 2/283.

[192] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetut-Tefâsîr, Beyrut, 1981,1/179.

[193] Muhammed (47), 24.

[194] Mevdudî, a.g.e, V/363.

[195] Bakara: 2/88.

[196] Kadi Nasîruddîn cl- Beyzâvî. Envâru't Tenzil ve Esrara'i-Te'vîl, Beyrut, 1988.1/74,246.

[197] Bakara: 2/7.

[198] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, istanbul, ıs/., 1/213.

[199] Bakara: 2/225.

[200] Fahreddîn er-Râzî, et-TeMru't-Kebîr, Beyrut, 1990, VI/83.

[201] Nahl: 16/106.

[202] Beyzâvî, a.g.c, 1/558

[203] Tevbe: 9/127

[204] Mevdudî, a.g.e., 11/276-277.

[205] Yunus: 10/57

[206] Beyzâvî, a.g.e., 1/439.

[207] Muminûn (23), 78.

[208] Beyzâvî, a.g.e., 11/109.

[209] Beyzâvî, a.g.e., 1/22.

[210] Bakara: 2/7.

[211] İbrahim: 14/37.

[212] Sâbûnî, a.e.e.. II/100.

[213] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 65-68.

[214] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 69-71.

[215] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, İzci Yayınları, İstanbul, 1997: 73-76.