NEFS'İN SÖZLÜK ve TERİM ANLAMLARI,
Nefs'in Allah Hakkında Kullanılması
Nefs'in Diğer İlâhlar Hakkında Kullanılması
Nefs'in "Ruh" Anlamında Kullanılması
Nefs'in "Kalp,-Gönül, İçdünya, V.B." Anlamlarında Kullanılması
Nefs'in İnsan Bedeni" Anlamında Kullanılması
Nefs'in "Bedenle Birlikte Ruh"Anlamında Kullanılması
Nefsin "Kötülüğü Emredici"Anlamında Kullanılması
Nefs'tn "Cins, Tür" Anlamında Kullanılması
Nefs'in Diğer Kullanılış Biçimleri
2- NEFSİN MAHİYETİ, SIFAT ve ÖZELLİKLERİ
1- Eski Yunan Felsefesi'n De Nefs
II- İslâm Filozoflarına Göre Nefs
3- NEFSİN MERTEBELERİ ve NEFS'E KARŞI TAKINILACAK TAVIR
Nefs’e Karşı Takınılacak Tavır
I- Nefs Terbiyesi Ve Onunla Mücadele
III- Nefsi Küçük Görüp Onu Yermek
IV- Nefs'e Muhalefet Ve Onu Şehvetlerden Uzak Tutmak
Gazzâlî'de Bılgî Sistemi Ve Şüphe
İslâm Düşüncesinde Marifet ve İbn Arabi
Kadim bilgeliğin yeniden keşfi
1969 yılında Antalya'da doğdu. Antalya Merkez Gökçam Köyü İlkokulu (1980), Antalya İmam-Hatip Lisesi(1987) ve Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi (1992) mezunudur. 1992-93 yıllarında Konya'da bir yıl öğretmenlik yaptı. Yüksek lisansını, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı'nda "Kur'an'da Nefs Kavramı" adlı teziyle 1994'te tamamladı. Halen Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tasavvuf Bilim Dalı'nda "Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddin-i Marmaravî, Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri" konusunda doktora yapmakta olan yazar, aynı zamanda Yüzüncü Yıl Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Tasavvuf Bilim Dalı araştırma görevlisidir. [1]
İnsanoğlunu yaratılışından bu yana yakından ilgilendiren en önemli kavramlardan biri olan nefs, Allahu Teala'nın insanlığa yol gösterici olarak gönderdiği son kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'in üzerinde çokça durduğu konulardandır. Buna bağlı olarak gerek İslam filozofları, gerek kelamcılar ve gerekse tefsirciler, nefs konusu üzerinde önemle durmuşlardır. Özellikle ahlakî boyuta da sahip bir ilmî disiplin olan tasavvuf için nefs'in apayrı bir yeri ve önemi vardır.
Ruh ve bedenden oluşan, hem iyiliğe ve hem de kötülüğe eğilimi bulunan insanın fiil ve davranışlarındaki fonksiyonu açısından tasavvufun ilgi alanına giren nefs'in Kur'an'daki temellerinin, gereği kadar ele alınmamış olması öteden beri dikkatimizi çekmekteydi. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, nefs kavramının Kur'an'daki kullanılışına ve bunun İslam düşüncesine yansımasına ilişkin araştırmaların makale seviyesinden öteye geçememiş olması muhterem hocam Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük'ün bu mevzuu ele almamız yönündeki tavsiyeleriyle birleşince elinizdeki eser ortaya çıkmış oldu.
Araştırmamız bir giriş ve üç ayrı bölümden oluşmaktadır. Girişte nefs kelimesinin sözlük ve terim olarak taşıdığı manalar üzerinde durduk.
Birinci Bölüm'de Kur'an-ı Kerim'de nefs'in kullanılış biçimlerini incelemeyi uygun gördük. Nefs'in Allahu Teala ve diğer ilahlar hakkında kullanılması, ruh, kalp, gönül, insanın iç dünyası, bedeni, bedenle birlikte ruhu, kötülüğü emredici özelliği, zat, cins, tür gibi manaları ifade edişi ile nefs'in diğer kullanılış şekillerini bu bölümde sunmaya çalıştık. Bu ilk kısımda Kur'an'da bizzat geçen ayet-i kerimeleri ön plana çıkartmaya gayret ederek ileriki bölümlere ışık tutmayı ve zemin hazırlamayı amaçladık.
İkinci Bölüm'de ise nefs'in değişik ilim dallarınca nasıl algılanıp yorumlandığını; felsefe, kelam ve tasavvuf ekollerince nefs'e ne tür anlamlar yüklendiğini, sıfat ve özelliklerinin neler olduğunu, kısacası mahiyetini; nefs'in beden, kalp, akıl, şeytan ve ruh ile ilgisini, sıfat ve özelliklerini incelemeye çalıştık.
Üçüncü ve son bölümü de, kaynağını bizzat Kur'an-ı Kerim'den alan nefs'in mertebelerine dair yorumları ve nefs'e hangi metodlarla yaklaşılması gerektiğini yine tasavvuf anlayışına göre incelemeye ayırdık. Çalışmamız önemli ölçüde tasavvufî bir karakter arzettiği için özellikle bu bölümde konuyu doğrudan doğruya temel tasavufî kaynaklara başvurarak ele almayı denedik. Bu arada çağdaş yazarların eserlerine başvurmayı da ihmal etmedik. Bu bölümdeki emmare, levvdme, mülkime, mutmainne, râziyye, merziyye ve kâmile'den oluşan nefs'in mertebelerini, diğer kaynakların yanısıra sırf bu konuda yazılmış bazı elyazması eserler ışığında da işlemeye çalıştık.
Eserde kullanılan dil ve yazım özellikleriyle ilgili birkaç noktayı burada hatırlatmakta yarar görüyoruz: Anlatımda seçilen dilin mümkün olduğunca anlaşılır ve kullanılan Türkçe olmasına özen göstermeye çalıştık. Bununla birlikte araştırmamıza kaynaklık eden referans niteliğindeki pek çok eserin ifade tarzındaki orjinalliği bozmama kaygımız, bizi günümüzde yaygın olarak kullanılmayan bazı kelime ve ıstılahları aynen kullanmaya şevketti. Tasavvufî kavramları muhtevalarından uzaklaştırmamayı amaçlamamız da bunda etkili oldu. Bu tür kelimeleri yer yer dipnotlarda kısaca açıkladık. Ayrıca Türk Dil Kurumu'nun tesbit ettiği imla kurallarına uymamasına rağmen "Nefs" ve "Ruh" sözcüklerinde olduğu gibi- bazı özelleşmiş kavramların kavramsal içeriklerini tam ifade edebilmek maksadıyla baş harflerini büyük yazmayı uygun gördük.
Çalışmalarımın başından beri yakın ilgisini ve isabetli yol göstereciliğini hiçbir zaman esirgemeyen ve her türlü desteği sağlayan Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi muhterem hocam Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük'e burada en içten teşekkürlerimi sunmayı önemli bir görev bilirim. Ayrıca önemli ipuçları elde etmeme yardımcı olan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Tahralı ve Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz'a da teşekkürlerimi arz ederim.
Ahmet Ögke Vefa/İstanbul 1998 [2]
İnsanoğlu, kendini tanımaya çalıştığı günden beri kendisinin yalnızca bedenden ibaret olmadığını sezmeye başlamış ve insanı oluşturan diğer yönleri araştırmaya koyulmuştur. Bu nedenle Nefs kavramı, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana üzerinde düşünülen ve çeşitli fikirler ileri sürülen temel konulardan biridir.
Arapça'da müennes bir kelime olan, nefese kökünden türeyen ve çoğulu enfâs ve nüfûs biçiminde gelen [3] Nefs sözcüğünün, Arapça ve Arapça'dan çeviri niteliği taşıyan Türkçe literatürde üç ayrı anlama geldiğini görüyoruz:
1- Sözlük anlamıyla günlük dilde kullanılışı,
2- Metafizik anlamda kullanılışı,
3- Psikolojik anlamda kullanılışı. [4]
Sözlükte, bir şeyin nefsi demek, o şeyin "varlığı" ve "kendisi" demektir [5]. Eski Arap şiirinde Nefs, dönüşlü zamir olarak kullanılır ve "kendisi"ne ya da "şahıs"a delâlet ederdi. [6]
Nefs, "kişi" ve "can" anlamlarına gelir. "Nüfûs", Nefs'in çoğuludur. Nitekim;
"Şurada şu kadar nüfus var" dediğimiz zaman, "şu kadar kişi veya şu kadar can var" demek olur. [7]
Nefs, Arap dilinde başlıca iki ayrı mânâda kullanılır:
Birisi; "Ruh" mânâsıdır. Ölen bir kimse için "Falancanın nefsi, yani ruhu çıktı" denildiğinde ve "Falancanın nefsinde, yani ruhunda şöyle şöyle yapmak vardır" sözünde olduğu gibi. Diğer kullanım da; "bir şeyin bütünü ve gerçeği" mânâsıdır. "Falanca nefsini öldürdü ve nefsini helak etti. Yani zâtında, kendinde tamamen ve gerçek mânâda helak etme işini gerçekleştirdi" sözünde olduğu gibi. [8]
Beden ve ruh toplamına Nefs dendiği gibi, yalnızca ruha da Nefs denir. Aslında Nefs, nefes alan canlı anlamına gelir. Her canlı şeyde ruh vardır. Organizma içinde bulunan can (ruh), Nefs'tir. Çünkü onun hayatı nefes (solunum) iledir. Temelde esinti, rüzgâr anlamına gelen [9] ruh da hayat soluğu demektir. Bu soluk, maddeye girince Nefs adını alıyor. Ruh denince maddeden soyutlanmış can anlaşılır. Ne bedene, ne de bedenli bir cana ruh denmez. Ruh, canlının bedensiz varlığıdır. Bedene hayat veren ruhtur. Zaten hayat kendisiyle ortaya çıktığı için ruha, rîh (esinti, rüzgâr) da denmiştir. Teneffüs ettiğinden, yahut nefis(enfes)liğinden dolayı ruha Nefs de denmiştir. [10]
Nefs'in, "kan" anlamı da vardır. "Falancanın kanı aktı" derken "Nefs" kelimesi kullanılır. [11] Kanın Nefs olarak adlandırılması, kanın çıkmasıyla Nefs'in de çıkması [12] ve kanın, ruhu taşıyan ve hayatı devam ettiren dayanak olması [13] nedeniyledir.
Ayrıca insan cesedine, bedene de Nefs ismi verilir. [14] Cesede Nefs adı verilmesinin nedeni, cesedin, Nefs'in mahalli, yeri olmasıdır. [15]
"Yakınlık, kardeş, dost, yanında, kendisiyle ayırdetme işi yapılan şey, gayb, azamet, büyüklük, izzet, himmet, herhangi bir şeyin özü, künhü, iç yüzü ve cevheri, gamdan, tasa ve kaygıdan kurtulma" gibi mânâlara da gelen Nefs, "nazar değdiren göz, göz değmesi" için de kullanılır. [16] Bunların yanısıra Nefs'in, "ok, yay ve benzeri aletlerdeki yarık" ve "deri tabaklama, sepileme aletleri" için kullanıldığı da görülür. [17]
Arapça'da Nefs'in "su" ve "görüş" gibi anlamlara da geldiğini belirten Osmanlı âlimlerinden Mestcizâde Abdullah Efendi (V 1148 H.), Nefs sözcüğünün melekler, mü'minlerin ruhları ve cinlerin salih, iyi olanları için de kullanılarak, bunlara "Hayırlı, temiz ve kutsal nefsler" denildiğini; şeytanlarla kötü cinlere ve kâfir kimselerin ruhlarına da "Azgın, sapık, şerli, isyancı ve günahkâr nefsler" dendiğini söylemektedir. [18]
E. E. Calverley'in de dediği gibi "Nefs'in sözlük anlamı bakımından incelenmesi şu sonuçlan verir:
1- "Ruh" ve "Nefs" mânâsında Nefs kelimesinin Allah ile ilgili olarak kullanılmasından sakınılmıştır.
2- İnsana gelince;
a) Nefs ve Ruh birbirinin aynıdır. Yahut
b) Nefs Ruh'a ve Ruh da hayata mahsustur. Yahut
c) İnsanın iki ruhu (iki nefsi) vardır. Bunlardan biri hayatîdir, diğeri farkedici ve ayırdedicidir. Yahut
d) Farketme ve ayırdetme kabiliyetindeki ruh iki yönlü olup, biri emirler ve diğeri de yasaklar verir." [19]
Buraya kadar Nefs'in sözlük anlamları üzerinde durmaya çalıştık. Nefs'in, sözlük anlamıyla günlük dilde kullanılışının dışında, metafizik ve psikolojik anlamda da kullanıldığını daha önce belirtmiştik.
Nefs'in Metafizik Anlamda Kullanılışı:
Nefs metafizik anlamda kullanılırken bir ruh felsefesi yapılmıştır. Buna neden olarak da Kur'an-ı Kerim'de yer alan ve Nefs üzerinde fizikötesi fikir yürütmeler yapılmasına sebebiyet veren birtakım ayetler [20] ve Kur'an'da salt ruhun bilgisini elde etmenin imkansız oluşunun [21] belirtilmesi gösterilebilir. Buna rağmen İslâm mütefekkirleri ruh üzerinde düşünmekten geri durmamışlardır. Fakat bunu Nefs kavramı altında yapmışlardır. Böylece Nefs, bir örtü terimi görevini üstlenmiştir. [22]
Metafizik anlamda Nefs'e ilişkin problemler şöyle ortaya konmuştur:
"Nefs'in hakikati nedir? Acaba o, bedenin bir parçası mıdır; yoksa arazlarından bir araz [23] mıdır? Yoksa bedenin bir yerine konulmuş sakin bir cisim midir; veya soyut bir cevher [24] midir? Nefs ruh mudur; yoksa daha başka birşey midir? Emmâre, Levvâme ve Mutmainne, tek bir Nefs olup bu sıfatlar onda var mıdır; yoksa bunlar ayrı ayrı üç Nefs midir?" [25] Nefs üzerindeki tüm fizikötesi tartışmalar, bu sorular üzerinde dönüp dolaşmaktadır.
Nefs'in Psikolojik Anlamda Kullanılışı:
"Nefs'in üçüncü anlamı ise tamamen psikolojiktir, insanın içgüdü mekanizmasına, fizyopsikolojik ve sosyopsikolojik diye nitelendirebileceğimiz bütün eğilimlerine verilen addır. Henüz insanın iç yaşayışını oluşturan süreçlerin analiz edilmediği dönemde, herşeyin tek bir ad altına konularak onun üzerinde fikir yürütmeler yapılması âdetti. İşte Tasavvuf psikolojisindeki Nefs bu geleneğin ürünüdür." [26] İnsanın iç dünyasından kaynaklanan her türlü kötülük ve iyilik duygusuyla, kötü ve iyi huylar, tutum ve davranışlar işte bu psikolojik anlamdaki Nefs'in birer sonucudur.
Nefs'in Diğer Terim Anlamları:
Sözlük anlamlarındaki zengin mânâ mozayiği gibi, Nefs hakkında söz söyleyen bilginlerin terim olarak ona yükledikleri anlamlar da çok çeşitli olmuştur. Felsefeciler, Kelâmcılar ve Tasavvufçular, kendi düşünce sistemleri çerçevesinde Nefs'e ilişkin görüşlerini sunmuşlardır. Bu grupların kendilerine özgü görüşleri, Nefs'in Mahiyeti bölümünde incelenecektir. Ancak biz burada, Nefs'in terim anlamlarına kısaca değinmekle yetineceğiz.
lşrâkî Filozoflar'ca Nefs, "kendi fiili olmaksızın zâtı itibariyle maddeden ayrılmış cevher" anlamında kutlanılır. Bu Filozoflar'a göre Nefs, soyut olmayan maddi bir güçtür. Yani Nefs, maddi olmayan bir cevher olmakla birlikte, yine de maddede mündemiç bir ilke olarak bulunur. [27]
Cûrcâni'nin (V 816 H.) bildirdiğine göre "Nefs, hayat gücünü, hissî ve iradeye bağlı hareketleri üzerinde taşıyan latîf, uçucu bir cevherdir. Buna Hayvanı Ruh da denir.
Nefs, bedene doğan bir cevherdir; ölüm anında bedenin dışındaki ve içindeki ışığı söner. Uyku anında ise bedenin içinde değil, sadece dışında söner. Uyku ile ölüm benzer türdendir. Zira ölüm, tam (külti) sönüş, uyku da eksik (yarım) sönüştür.
Nefs cevherinin beden ile ilgisi hususunda üç şeklin olduğu görüşü ortaya çıkar:
Birincisi; Nefs'in ışığı bedenin dışındaki ve içindeki tüm organlara ulaşınca, bu "uyanıklık" durumudur. İkincisi; Nefs'in ışığı bedenin dış organlarından kesilip yalnızca iç organlarına ulaştığı zaman, bu da "uyku" durumudur. Üçüncüsü ise tamamen ışığı sönüncedir ki; bu da "ölüm" halidir." [28]
Nefs'in tarifinde belirtilen şey, onun mâhiyeti ve cevheri yönünden tanımlanması değil; nefsi bulunan cisme izafe edilmesi yönüyle tanıtılmasıdır. Çünkü Nefs lafzı, ona ancak bu izafe ediş yönüyle verilir. Bu nedenle Nefs'in tanımlanmasına cisim de alınmalıdır. [29]
Tehânevî'nin (V 1158 H71745 M.) belirttiğine göre "Nefs'in üç derecesi vardır:
1- Nefs, eserlerin kuvvet bakımından kaynağıdır.
2- Üzerinde taşıdığı maddeye kıyasla bir surettir.
3- Kendisinde toplanan ve mükemmelleşen cinsin tabiatına kıyasla da bir kemâldir." [30]
Nefs'in; Nebatî [31], Hayvani [32], Kudsiyye [33] Rahmani [34], Felekî [35] gibi çeşitli türlerinden söz edilmekle birlikte, biz burada konumuzu birinci derecede ve doğrudan ilgilendiren ve kendisine Nefs-i Natıka ve Ruh da denilen [36] Nefs-i İnsanî'yi kısaca dile getireceğiz.
Nefs-i İnsanî, "Külli ve soyut-cüzi işleri kavrayabilme, fikri ve hissî fiilleri yapma yönünden canlı tabiî bir cisim için ilk yetkinlik (kemâl-i evvel) tir" [37] diye tanımlanmıştır.
"Mütekaddimîn ve Müteahhirîn Filozofları ile Gazzâlî (V 1058 H./llll M.), Râgıb İsfahânî ve Sûfîler'in çoğunluğuna göre İnsanî Nefs'ler soyuttur; yani cismânî bir kuvvet değil, maddenin içinde bir haldir, cisim değildir. Belli bir yeri de yoktur. İnsanî Nefs'in beden ile olan bağı, bedenin içine cüzi olarak veya hulul (içine girme, nüfuz) bakımından girmeksizin, yönetme ve etkin olma bağıdır. Nefs-i İnsanî'nin beden ile olan bağı, âşığın mâşuğuna, doğuştan gelen bir aşkla olan bağlılığı gibidir." [38]
"Sûfîler, Nefs sözcüğünü kullandıkları zaman bu kelimeyle ne bir şeyin varlığını (vücüd), ne de ortaya konulmuş kalıbı (cismi) kastederler. Sûfiler Nefs terimiyle, kulun kötü özellikleriyle yerilen, kınanan, hoş karşılanmayan ve kötü görülen huy, fiil, davranış ve eğilimlerini kastederler. Kulun kötü özellikleri iki türlüdür: Birincisi kulun günahları ve dine aykırı davranışları gibi iradesine bağlı olarak kazandıkları, ikincisi de yerilmiş ve hoş karşılanmamış olan kötü huylandır." [39]
Nefs'in ne olduğundan çok, onun nasıl terbiye edilebileceği üzerinde duran Tasavvuf literatüründeki yukarıda dile getirdiğimiz Nefs görüşü, çalışmamız boyunca birinci derecede dikkate alacağımız ve araştırmamızı onun çevresinde genişletecek olduğumuz görüştür. [40]
Kur’an-ı Kerim’de Nefs kelimesinin, değişik varyantlarıyla birlikte 300’e yakın yerde geçtiği görülmektedir. [41] Bu kullanımların büyük çoğunluğu insan ruhunun ifade etmektedir. Buna karşılık “Ruh” sözcüğünün kur’an’da sadece 20 kadar yerde geçmesi ve bunların çok azının insandaki ruhu ifade etmesi dikkat çekicidir.
Regis Blachere’in bildirdiğine göre “Kur’an’da, Yahudi dilindeki nefes (naphes) kelimesine uygun düşen, bununla birlikte Arapça’da çok sonraları fazlasıyla rastlanan “soluk alma”, “soluk”, ve “soluma” anlamına gelen “nefes” kalıbı hiç görülmez. [42]
Kur’an-ı Kerim’in bize isim olarak sunduğu kalıp, çoğulu “Enfüs”olan “Nefs”tir. “Nüfus” şeklindeki çoğulu ise yalnızca – biri tek başına, diğeri de muzaaf olmak üzere- iki ayrı yerde kullanılmıştır. [43]
Kur’an’da “Nefs” kelimesinin incelenmesi, onun, ancak kendisiyle bağıntısı olan varlığa bağlı olarak düşünülmesiyle mümkündür. Nefs hemen hemen her zaman beşeri varlıklar kullanılır. Nadir olarak Allah veya puta tapıcılıktaki tanrılar ve çok istisnai olarak da cinler için kullanılır. [44]
Şimdi Kur’an-ı Kerim’de “Nefs” kelimesinin kullanış biçimlerini görelim: [45]
Kur'ân-ı Kerim'in altı ayn yerinde Nefs kelimesi Allâhû Teâlâ'ya ıtlak olunmuştur/Nefs'in Allah için kullanıldığı âyetlerin açıklanması, özellikle Tefsirciler arasında değişik görüşlerin ileri sürülerek farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. Bunun nedeni, Nefs sözcüğünün hem Allah'a ve hem de başta insan olmak üzere bazı diğer varlıklara ıtlak olunmasıdır. Kur'an'da Nefs'in Allah'a ıtlak olunduğu âyetleri müfessirler te'vil yoluna gitmişlerdir.
Nefs'in Allah'a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allâhü Teâlâ'nın kendi sözleriyle veyahut başka birinin ağzından dile getirilmiştir ve bu âyetler hep "Allah'ın zâtı" mânâsını ifade etmektedir.
Örneğin Allâhü Teâlâ Hz. Musa'ya hitaben:
"Seni kendim (nefsim) için seçtim" [46] buyuruyor.
Muhyiddîn İbn Arabî (V 638 R/1240 M.) bu âyeti:
"Seni kendi zâtıma has kıldım. Sende bulunan güzel özellikler ve benim halifeliğime ehliyetli olabilmen için, Medyen halkı arasından, tüm havâssınıı (gizli bilgilerimi) sana verdim" [47] şeklinde açıklamıştır.
Fahreddin Râzi (V 606 R/1210 M.) ise bu âyetteki "Nefs" kelimesinin, "mübalağarın çokluğuna delâlet eden bir te'kid (vurgu)" için kullanıldığı [48] yorumunu getirmiştir.
Başka bir âyet-i kerimede de, bu defa Hz. İsa'nın ağzından "Nefs" sözcüğü Allâhü Teâlâ için kullanılmaktadır:
"(Ey Rabb'im!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem" [49]
Bu âyet; İbn Arabî (V 638 H./1240 M.) tarafından:
"Ben senin nefsinde olanı bilmem; yani, senin "zâtında" olanı bilmem. Çünkü ben küll'ü ihata edip kavrayamam." [50]
Fahreddin Râzî (V 606 H./1210 M.) tarafından:
"Bu âyetten kasıt; "Sen benim bildiklerimi biliyorsun, ben senin bildiklerini bilmiyorum" demektir." [51]
İsmail Hakkı Bursevî (V 1137 H./1724 M.) tarafından da:
"Yani, senin gizlediklerini ben bilemem." [52] şeklinde tefsir edilmiştir. "Bu âyette Allah için kullanılan "Nefs" kelimesi "Allah'ın zâtı" ve ("hakikati" mânâsına gelmekle birlikte, buradaki "senin nefsinde" deyimi, "senin yanında, senin katında" [53] olarak da anlaşılmıştır.
Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde Allâhü Teâlâ, "Nefs" kelimesini kendisi için kullanıyor:
“O (Allah) rahmet etmeyi kendi nefsine (üstüne)yazdı” [54]
"Rabb'iniz rahmet etmeyi kendi nefsine (üstüne) yazdı" [55]
“Allah sizi nefsinden (kendisinden) sakındırır" [56]
Zikredilen bu âyetlerde geçen "Nefs" kelimesi hep "Allah'ın zâtı ve hakikati, zâtullah" mânâsına gelmekle birlikte, son olarak kaydedilen ve ÂI-i İmrân Sûresi'nin iki ayrı âyetinde aynı şekilde geçen "Nefs" sözünün "işkence" ve "cezalandırma" olduğunu söyleyen Tefsirciler de vardır. [57]
Kur'ân-ı Kerîm'de Allâhü Teâlâ'dan başka, putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayn yerde "Nefs" kelimesinin kullanıldığı görülmektedir.
Bu âyet-i kerîmelerden birinde Cenâb-ı Hakk, puta tapanlara işaret ederek:
"O'nu (Allah'ı) bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan ve kendi nefslerine bile ne zarar, ne de fayda veremeyen, öldüremeyen, yaşatamayan, (ölüleri diriltip kabirden) çıkaramayan birtakım tanrılar edindiler" [58] buyurmaktadır.
Diğer bir âyette de Hz. Muhammed'e (s. a. v.) seslenerek:
"De ki: Öyleyse O'ndan (Allah'tan) başka kendi nefslerine bile bir yarar ve zarar veremeyen veliler mi edindiniz?" [59]
Bu iki âyette "Nefs" kelimesi, yine "zât" mânâsını ifade etmekte ve başta putperestlerin taptıkları putlar olmak üzere kendisine tapınılan bütün ilâhlar için kullanılmaktadır. [60]
Nefs ile Ruh'un aslında aynı olduğunu, terbiye edilmemiş ruha Nefs", terbiye edilmiş Nefs'e de "Ruh" dendiğini daha önce görmüş Kur'an-ı Kerîm'de, hiç terbice edilmemiş ruh olan kötülüğü emredici Nefs'i kendine has özelliklerinden dolayı başka bir bölümde incelemek üzere bir kenara bırakacak olursak başta Nefs'in, başka bir deyişle ruhunaha önce gördüğümüz mertebeleriyle ilgili olmak üzere Abizzat "insan ruhu"nu ifade eder mâhiyette pek çok yerde kullanıldığını görüyoruz. Hatta Kur'an'da Nefs'in en çok "Ruh" anlamında kullanıldığını söylersek, hata etmiş olmayız. ( Önce Nefs'in mertebeleriyle ilgili âyetlere göz atalım:
"Hayır! Devamlı kendini kınayan Nefs'e yemin ederim." [61]
Nefs-i Levvâme, "Kınayan Nefs" demektir. Bu da ya başkasını çokça kınayan Nefs veya işlediği günahların kötülüğünü anlayıp da kendini kınayan, pişman olan Nefs demek olabilir. Daha çok bu ikinci mânâ yaygındır. Kıyamet gününe inanmak istemeyen kötü nefsler o gün gerçekleşince kendilerini kınayacak, dünyada yaptıkları gafletlere ve günahlara pişman olacaklardır. Hatta her Nefs, "dünyadayken daha iyi neden çalışmadım, daha güzel işler neden yapmadım?" diye pişmanlık duyarak kendini kınayacaktır. [62]
Bu âyetin açıklamasıyla ilgili olarak Bursevî (V 1137 H./1724 M.) şöyle der:
"Nefs-i Levvâme, kendisinden ortaya çıkan kusur ve günahlardan dolayı kendini kınar ve bu kınaması sürekli devam eder." [63]
İbn Arabî (V. 638 H./1240 M.) de:
"Nefs-i Levvâme kendini sürekli kınar durur:
"Hayırlı ve iyi işlerde fazla gayretli olmayı güzel gördüğün ve bunların karşılığını çok iyi bildiğinde, nasıl olur da hata eder ve kaybedenlerden olursun? Nasıl olur da unutkanlığa ve gaflete kapılarak günah işlersin?" diye..." [64] şeklinde bir açıklama getirmiştir.
Nefs-i Mülhime ile ilgili olarak da Allâhü Teâlâ;
"Nefs'e ve onu şekillendirene; ona bozukluğunu ve korunmasını (isyanım ve itaatini) ilham edene yemin olsun” [65] buyurur.
Nefs-i Mutmainne ile ilgili olarak ise:
"Ey huzura eren Nefs!" [66] diye Nefs'e hitap edilmektedir.
Bursevî'nin beyanına göre buradaki huzura eren Nefs'ten maksat, itmi'nâna ermiş ruhtur. [67]
İbn Arabî de buradaki "Nefs" terimini şöyle açıklar:
"Üzerine sükûnet inen, yakın [68] nuruyla aydınlanan ve Allah'a ulaşarak ıstıraptan kurtulup huzur bulan Nefs." [69]
Bursevî'nin bildirdiğine göre "İtmi'nan, Nefs'in huzura kavuşmasıdır, Bu da yâkîn, ma'rifet ve şühûd makamlarından birine ulaşmakla, çokça ibadet etmekle olur ve Nefs huzuru elde edilir. İtmi'nan makamına ulaşınca, Nefs-i Mutmainne sahibi emin bir makamda olur." [70] Dolayısıyla Nefs-i Mutmainne sahibi, tam bir gönül huzuruna erer. Çünkü bunun peşinden gelen âyetlerde onun Cennet'i hak etmiş, Allah'ın azabından kurtulmuş olduğu bildirilmektedir. [71]
“Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (V. 1942 M.) da:
"Bu âyetteki "Nefs" sözcüğünü, âlimlerin çoğunluğu "zât" mânâsına, bir bölümü de "ruh" mânâsına anlamışlardır. Şu durumda Nefs-i Mutmainne, "huzura ermiş Nefs" veya "huzura ermiş ruh" demek olur" [72] demektedir.
Elmalılı, devamla şöyle der:
"Nefs-i Mutmainne, esasen istikran olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan, sebep ve sonuç silsilelerinden geçip, bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru tanımaya yükselerek, onu tanıma gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer hallerinde O'nun dışındakilere ihtiyaç duymayarak, O'na ancak O'nun için tevhid ve ihlâs ile itaat edip boyun eğen Nefs demektir. Ki; bu tanımın özeti [73] âyeti gereğince Allah için İslâm ve ihsan ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inanç ve [74] âyeti mânâsı üzere nefsini, yalnız Allah'ın rızâsını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani tabiattan, kötülüğü emreden Nefs-i Emmâre'nin sıkıştırmasından, ayıplanan Nefs-i Levvâme'nin kınamasından, Allah'ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak gerçek özgürlüğü kazanma kararıdır." [75]
Râzıye ve Marzıyye Nefs'e işaret eden âyette:
"Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabb'ine dön!" [76] buyurulmaktadır.
Bu âyet-i kerîmeyi Bursevî (V 1137 H./1724 M.):
"Sana verilen sürekli nimetlere razı olmuş ve Allah katında kendisinden razı olunmuş olarak (Rabb'ine dön!)" [77] şeklinde açıklamıştır.
İbn Arabî (V 638 H./1240 M.) de bu âyeti şöyle tefsir etmiştir:
"Rızâ halinde Rabb'ine dön! Yani, sende kemâl sıfatlar tamam olunca orada durma; sıfat makamının en üstünü olan Rızâ halindeyken (Allah'ın) zât(ın)a dön! Allah'tan razı olmak, ancak Allah Nefs'ten razı olduktan sonra olur. Nitekim;
"Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan (Allah'tan) razı olmuştur." [78] buyrulmuştur." [79]
İbn Kayyim (V 751 H./1350 M.) de bu âyete şu açıklamayı getirmiştir:
"Bu âyetin mânâsı; Nefs'in Allah'ın kereminden elde ettiğine ve O'na dönünce kereminden elde'edeceğine razı olmasıdır. Ve Nefs, kendi rızâsını ve kendinden razı olunmayı elde eder. "[80]
Nefs-i Kâmile'ye işaret eden âyet-i kerîmede ise:
"Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu kirletip örten ziyana uğramıştır" [81] buyuruluyor.
Nefs'ın mertebeleriyle ilgili olarak zikrettiğimiz tüm bu âyetler hep ' "ruh" anlamındadır.. Bunun dışında "ruh" anlamına gelen diğer âyet-i kerîmelere de birkaç ömek vermek yerinde olacaktır:
"O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış:
"Haydi, nefslerinizi çıkarın" (derken) onların halini bir görsen" [82]
Bursevî, buradaki "Nefs" kelimesinin "Ruh" anlamında olduğunu kaydediyor. [83]
"Allah, öldükleri sırada nefsleri (canları, ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar “(bedenlerine) geri gönderir." [84]
Bursevî, buradaki "Nefsler (Enfüs)" kelimesinin "ruhlar (ervah)" demek olduğunu bildirmektedir. [85]
Buraya kadar görmüş olduğumuz mânâların dışında, Kur'an-ı Kerîm'in çok yerinde "Nefs" kelimesinin, insanın "kalbi, gönlü, içdünyası" gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir.
Kur'an'a göre insanlardan bazıları bir peygamber kendilerine gönüllerinin istemediği birşey getirince büyüklük taslamışlardır. [86] Ehl-i Kitâb'ın çoğu, içlerinde kıskançlık beslerler. [87] İnkarcılar, vicdanları doğru bulmasına rağmen zulüm ve böbürlenme yüzünden kâfir olmuşlardır. [88] İnsanlar bazı şeyleri içlerinde gizlerler. [89] Ama Yüce Allah onların kalplerinde olanları bilir. [90]
Tüm bu âyetlerde değişik biçimlerde geçen "Nefs" kelimesi hep insanın vicdanına, içdünyasına, kalp ve gönül âlemine delâlet etmektedir. [91] Bunlara benzer başka âyet-i kerîmeler de vardır. [92]
Kur'an-ı Kerim'de, "Nefs" kelimesinin "insanın bedeni" mânâsında kullanılışının en güzel ve açık örnekleri Yusuf (a.s.) kıssasında sunulur. Mısır azizinin karışı, Hz. Yusuf'tan murad almak, yani onun bedeninden yararlanmak istemiş [93] fakat Yusuf (a.s.) ondan kurtulmayı başarmıştır. Azizin karısı, bedeninden yararlanmak istediği Hz. Yusuf'un suçsuz olduğunu sonradan itiraf etmiştir. [94]
Özetini sunduğumuz bu âyet-i kerîmelerde, "Nefs" hep "insan bedeni"ne delâlet etmektedir. Bu âyetlere ilişkin görüş bildiren Osmanlı âlimlerinden Mestcizâde Abdullah Efendi (Y 1148 H.):
"Acaba Mısır azizinin karısı Züleyha, Hz. Yusuf'un yalnızca bedensel güzelliğine bakarak mı ona gönül vermişti? Yoksa Züleyha'nın bu sevdası, Yusuf'un zâtında bulunan faziletli melekeler ve güzel ahlâktan mı doğmuştu?" diye soruyor ve cevabını da yine kendisi şöyle veriyor:
"Züleyha, Hz. Yusuf'un bedeninde gördüğü güzellik nedeniyle kendini tutamamış ve bu sebeple de yüksek mevkiin gereklerinden olan vakar ve temkini bırakarak Hz. Yusuf'un ismet perdesini yırtmaya kalkışmıştır. Mısır hanımları da bu fiilinden dolayı yerdikleri ve ayıpladıkları Züleyha'nın daveti üzerine onun sarayına geldiklerinde, Hz. Yusuf'u görünce onun hoş cisminde gördükleri güzellikten son derece şaşkınlığa düşerek, ellerine aldıkları bıçaklarla meyve soyarken kendi parmaklarını kesmişlerdir." [95]
Kur'an-ı Kerim'in üç ayrı yerinde geçen "Her Nefs ölümü tadacaktır" [96] âyetindeki "Nefs" kelimesinin de beden anlamına geldiğini söyleyenler olmuştur. Örneğin Fahreddin Râzî (Y 606 H./1210 M.) bu ayeti açıklarken:
"Senin nefsin nasıl?" diyen bir kişi; "Senin bedenin nasıl?" demek istemiştir" diyerek, [97] buradaki "Nefs"in, "beden" anlamına geldiğini ifade eder.
Bunların dışında insan bedenine delâlet eden daha başka ayetler de vardır. [98]
Ancak Kur'an'da verilen âhiret hayatına ilişkin tasvirler Nefs'in bakî olduğuna işaret etmektedir. Meselâ yukarıda geçen her Nefs'in mutlaka ölümü tadacağına dâir âyet bile, aslında Nefs'in ölmeyeceğine delâlet etmektedir. Zira Nefs'in ölümü tadması, bedeninin ölümünü hissetmesi, ölen bedeninin acısını çekmesi, bedeninden ayrılması demektir. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekir. Öyleyse Nefs'in insan bedeni anlamına kullanıldığı Kur'an ayetleri olmakla birlikte, insan bedeninin Kur'an'daki "Nefs" kavramının içeriğine girip, girmediği pek açık değildir. Bu açıdan net olarak Kur'ân-ı Kerîm'de Nefs-beden ayırımından sözetmek mümkün görünmemektedir.[99]
Kur'an-ı Kerîm'de Nefs'in geniş ve zengin kullanım alanlarından biri de, "beden ile birlikte ruh" mânâsıdır, insan, bedeni ve ruhuyla bütûnleşmiş bir yapıya sahiptir. Ölüm denen şey ise bedenin canlılığını yitirmesi ve ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh bedene tekrar geri dönünce kul sorguya çekilecek ve sorumlulukları dahilinde yaptığı şeylerden hesap verecektir. Regis Blachere'in Kur'an'da ifade edilen beden-ruh bütünlüğüne ilişkin değerlendirmeleri dikkat çekicidir:
"Kur'an, yeniden dirilmeyi bedenî bir dirilişten başka bir biçimde bildirmemesine rağmen, ilâhî adaletin karşısına çıkacak olan insan varlığını göstermek için, bedeni belirten herhangi bir kelime kullanmaz. Bazı kere soyut bir kavram olan "insan" kelimesini kullanır. Daha sık olarak da "Nefs" kelimesini kullanmaya başvurur. Eğer Nefs kelimesinin, "ben" kavramında şuur ve süreklilikle donanmış başlıca unsuru temsil ettiği düşünülürse, bu tamamen mantıkî sayılır. Buradaki Nefs, bizim anladığımız mânâda "ruh" mudur? Bu, oldukça şüphelidir. Bu terim, ilk anlamda ("ben" anlamında) bir dereceye kadar somut çağrışımlar taşır. Ahiret gününde Nefs, diriltilen her insanın geçmiş fiillerinden sorumlu olan mü'min ruhudur. Demek ki; adetâ yargıcın önündeki sanık gibi gösterilir. Zaten çok çeşitli olmayan hafif temaslarında Kur'an, Nefs'i, kendisini savunmak için ürkek ve tereddütlü olarak ilerlerken tasvir eder." [100]
"O gün herkes gelir, kendi nefsini kurtarmak için uğraşır (her Nefs kendisiyle uğraşır) ve her Nefs'e yaptığı(nın karşılığı) tam olarak verilir ve onlara asla haksızlık edilmez" [101] Kıyamet günü hesap anı geldiği zaman; her Nefs ancak Allah'ın izniyle konuşacak [102] ve yeryüzünde yapmış olduğu şeyleri görecektir. [103] Her Nefs, kendisini zor duruma düşüren veya kendisinin lehinde olan fiillerin ve davranışların neler olduğunu bilecektir. [104] Hiçbir Nefs'e haksızlık yapılmayacak, [105] fakat "her Nefs'e kazandığı(nın karşılığı) tam olarak verilecektir." [106] Hüküm giyen nefsler; karşılaşacakları kötü sondan dolayı ağlayıp dövünecekler. [107] Ama bu boşunadır; zira, "O din gününde hiçbir Nefs, başka bir Nefs için (herhangi) bir şeye sahip değildir." [108] Nefs'in ruh ile beden beraberliğini dile getiren şu âyet, belki de bu konuda üzerinde en çok konuşulan âyettir:
"Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar bedenlerine gönderir..." [109]
"Bu âyette Nefs, vücuttan çıkarak baygınlık (burada uyku) veya ölüm getiren ve tekrar ona girerek dirilmeyi (burada uyanma) tahrik eden "hayatî prensip"tir. Kur'an'da, Nefs "hayatî soluk" teriminin, fânî bedene sıkı sıkıya bağlı bir prensibi göstermiş olması çok önemlidir. Nefs, kaderini paylaştığı bu fanî dayanaktan ayrılmaz. Hainlikten kaynaklanan ve bu ilâhî güç tarafından ölümlü maddeye üflenen "hayat prensibi" sözkonusu olunca, Kur'an'ın Nefs terimini kullanmamasında şaşılacak birşey yoktur. Bu durumda "Ruh" ismiyle karşılaşılır. Kur'an dilinde "hayatî soluk", "yaşatıcı ruh" anlamına geîen Nefs ile, "hayat ruhu" ve "manevî ruh" anlamına gelen Ruh arasında sürekli bir ayrım vardır." [110]
Bursevî (V. 1337 H./1724 M.) de bu ayetteki "Nefsler"den maksadın "ruh ile bedenin toplamı" olduğunu söylüyor. [111] Elmalılı (V. 1942 M.) da aynı görüştedir. [112]
"Nefs'e ve onu şekillendirene yemin olsun" [113] âyeti de bedenle birlikte ruh mânâsını ifade eder.
İbn Arabî, (Y 638 H./1240 M.) buradaki "Nefs"in, ruh ve beden toplamından oluşan "Nefs-i Natıka", yani "insan" olduğunu bildiriyor. [114] Elmalılı da bu görüştedir. [115]
Ruh beden bütünlüğünü en güzel biçimde dile getiren ayetlerden biri de; "Nefsler (ruhlar bedenlerle) çiftleştiği zaman" [116] ayet-i kerîmesidir. Buradaki eşleştirmeyi, ölümden sonra meydana gelen dirilişte, ruhun tekrar bedene geri dönmesi olarak yorumlayanlar vardır. [117]
Nefs'in, bedenle birlikte ruh anlamına geldiğini ifade eden daha başka âyet-i kerimeler de vardır. [118]
İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan Nefs-i Emmâre ile ilgili âyet-i kerimede Hz..Yusuf şöyle konuşuyor:
"Ben Nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü Nefs, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabb'imin esirgediği hariç..." [119] Bu âyetin tefsirinde Bursevî:
"Tüm nefsler kötülükleri ve günahları emreder. Çünkü Nefs, bâtıla ve şehvetlere şiddetle düşkündür ve her türlü kötü işe meyleder" [120] demiştir.
İnsan nefsinin kötülük yönüne meyledici ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edici olduğunu, Nefs'in sıfat ve özelliklerini ve Nefs-i Emmâre'yi açıklarken belirtmiştik. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefs kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allâhü Teâlâ'nın koruduğu, yani Hz. Yusuf'un (a.s.) nefsi gibi Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek ruhanî ve manevî özellikler kazandırılmış nefsler bundan müstesnadır. Allâhü Teâlâ'nın himayesi Nefs'in kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar.
Kur'an-ı Kerîm'de Nefs'in insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özelliklerine şöyle işaret edilir:
"...Herhalde nefsleriniz sizi aldatıp (kötü) bir işe sürükledi..." [121]
"...Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi." [122]
Bu son âyete Bursevi şöyle bir açıklama getirir:
"Yani kötü ve belâlı bir iş yapmayı nefsim bana hoşgösterdi. Hoş-göstermek; Nefs'e kötü ve çirkin şeyleri güzelmiş gibi süslü göstermektir." [123]
Îşte kötü işleri güzel gösteren bu Nefs, Hz. Âdem'in oğlu Kabil'i, kardeşi Habil'i öldürmeye davet etti ve o da nefsine uyarak onu öldürdü. [124] Yani nefsi, bu öldürme işini ona kolay gösterdi. Onu bu işten vazgeçirmek şöyle dursun; böyle büyük ve ilk cinayeti çok basit bir işmiş gibi göstererek onu cesaretlendirdi. [125]
Kur'an-ı Kerîm'in beyânına göre Nefs, şeytanın vesveselerine kapılarak onunla işbirliğine gider, fakat şeytan onu hesap gününde yüzüstü bırakır [126] ve Nefs de bundan pişmanlık duyar. [127]
Nefs, sadece şeytanın fısıltılarına kanmakla kalmaz, ayrıca kendi de insana birtakım kötülükleri yapması yönünde vesvese verir. [128] Bu fısıltılar da hep kötü hatırlardır. [129]
Aynca Nefs insana cimriliği emredip onun cömert olmasına engel olur. Nefs'in cimriliğinden sakmılmalıdır. [130]
Öyleyse Yüce Rabb'in huzurunda verilecek hesaptan korkup Nefs'i hevâdan, kötü isteklerden alıkoymak gerekmektedir. [131] Nefs'in iştah duyduğu ve tad almak istediği, dîne uygun olmayan eğilimlerden oluşan hevâ her türlü şehvetin toplamıdır. [132] Bu hevâ Cehennem'in kapısını açmaya sebep olan anahtar konumundadır. Nefs'in arzularından uzak durmak ise Cennet'i kazanmaya vesile olur. [133] Bu yüzden Nefs'in hevasına kesinlikle uyulmamalıdır.
Zira insanı günaha düşürerek İslâm'dan yüzçevirten Nefs'tir. [134] Sâmirî'ye altın buzağı yapmayı emreden de odur. [135] Her türlü kötü huy ve arzu da onda yatmaktadır. [136] Öyleyse yerine getirilmesi gereken görev, ona hâkim olup, daima Allah'ı zikretmekle meşgul olan salih kullarla birlikte bulunmaktır. [137] Çünkü: "Ama kim Rabb'inin makamından (O'nun huzurunda bulunacağı andan) korkar ve nefsi(ni) kötü heveslerden alıkoyarsa, (onun için) gidilecek yer Cennet'tir." [138]
Nefs'in bir yönüyle de, "birşeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı" mânâsına geldiğini daha önce belirtmiştik. Îşte bu anlamda Kur'an-ı Kerîm'de Nefs'in insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şahit oluyoruz.
Allâhü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ve öyle bir günden korkun ki; o gün hiç kimse, kimsenin (hiçbir Nefs, başka bir Nefs'in) yerine birşey ödeyemez; kimseden şefaat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz." [139]
Burada geçen Nefs kelimeleri insanın zâtını, yani varlığını, şahsiyetini ifade etmektedir.
Mehmed Ali Aynînin (Y 1945 M.) bildirdiğine göre bu âyet-i kerîmeye iki türlü mânâ verilebilir:
"Birincisi: "Hiçbir isyancı ve inkarcı Nefs'ten dolayı, herhangi bir şefaatçinin şefaati kabul olunmaz ve ondan bir kurtuluş fidyesi bile alınmaz."
İkinci mânâ: "Hiçbir Nefs-i Marzıyye'den, herhangi bir isyankâr Nefs için şefaat kabul olunmaz ve onun adına Nefs-i Marzıyye tarafından bir kurtuluş fidyesi bile alınmaz" şeklindedir." [140] Her iki mânâda da, buradaki Nefs'in insanın zâtına ve kendine delâlet ettiği anlaşılıyor.
Bunun yanısıra başka bir âyette'yine aynı delâlete benzer bir kullanım göze çarpıyor:
“Yaratılmanız ve diriltilmeniz, bir tek kişi (Nefs'in yaratılıp diriltilmesi) gibidir.." [141]
Bu âyet-i kerîmedeki "Nefs" sözünün anlamı "Bir tek şahıs (kişi, kimse) imiş gibi" demektir. [142]
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de Nefs'in, insanların yanısıra cin ve meleklerini hatta bitkilerin zât ve hakikatlerine delâlet ettiğine dâir işaretlere rastlamak da mümkündür:
"...Hiç kimse (hiçbir Nefs) yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse (hiçbir Nefs) hangi yerde (nerede) öleceğim de bîlmez [143]" buyrulmaktadır.
Her ne kadar Regis Blachere, Kur'an-ı Kerîm'de Nefs'in melekler için kullanılmadığını söylese de, [144] E. E. Calverley, Kur'an'ın nüzulünden sonra Nefs'in melekleri ifade etmeye başladığını bildirmektedir. Mehmed Ali Aynî de yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîmedeki "Nefs"in anlamının; "gerek insan, gerek cin ve gerekse melek, hiç kimse" [145] demek olduğunu kaydediyor. Biz buna bir ilâve daha yapmak istiyoruz: Yukarıdaki âyette geçen "Nefs" sözcüğü, insanları, cinleri ve melekleri içine aldığı gibi, hayvanları ve bitkileri de kapsar. Zira âyet-i kerîmede hiçbir Nefs'in "hangi yerde öleceğini" bilemeyeceği ifade ediliyor. Yer ile birlikte zaman da sözkonusudur. Zamansız mekân düşünülemez. Dolayısıyla "hangi yerde öleceğini bilemez" sözünde, aynı zamanda "ne zaman öleceğini bilemez" mânâsı da yatmaktadır. Gerek hayvanlar ve gerekse bitkiler akıldan, dolayısıyla da bilgiden yoksun oldukları için hayatiyetlerinin ne zaman son bulacağını bilemezler. Öyleyse bu âyetteki "Nefs" kelimesi; insanları, cinleri ve melekleri ifade etmekle birlikte, bitki ve hayvanları da içine alıyor olsa gerektir.
Bir başka âyet-i kerîmede de:
"Her Nefs, kazandığıyla (Allah katında) rehin alınmıştır" [146] buyruluyor.
Bu âyetteki "Nefs" sözü, "insanlardan ve cinlerden bütün mükellef nefsler" anlamına gelmektedir. [147]
Demek ki; Kur'an-ı Kerîm'de, Nefs'in sözlük anlamlarından birine uygun olarak "zât ve hakikat" mânâsında kullanıldığı ve bunun "insanların, cinlerin, meleklerin, hatta hayvanların ve bitkilerin zât ve varlıklarına" delâlet ettiği anlaşılıyor.[148]
Kur'an-ı Kerîm'in zengin kullanım biçimlerinden biri de Nefs'in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de "cins, tür" anlamında kullanılmış olmasıdır. Allâh’ü Teâlâ şöyle buyurur:
"Andolsun, içinizden (kendi nefsinizden) size öyle bir peygamber geldi ki; sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir." [149]
Buradaki "içinizden (yani kendi nefsinizden)" sözü; "kendi içinizden, kendi cinsinizden; melek değil, insan türünden, aslı ve soyu belli" [150] demektir.
Bursevî de buradaki Nefs'i şöyle açıklamıştır:
"Yani, sizin gibi olan insan cinsinden; meleklerden, v.b. başka varlıklardan değil. Bu, o peygamberden nefret etmemeniz, ona uymaktan geri durmamanız ve o bizim cinsimizden olmadığı için ona uymaya gücümüz yetmiyor, dememeniz içindir." [151]
"(Allah) size kendinizden (kendi nefsinizden) bir misâl verdi..." [152] âyetindeki "Nefs" sözü de "cins, tür" anlamındadır. [153]
"O'dur ki; sizi bir tek Nefs'ten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti..." [154]
"Âdem nefsi, beşerî Nefs veya insanî Nefs denen o bir tek Nefs'in eşi olan dişisini, yani Havva'yı da ondan var etti ve onun cinsinden kıldı... Erkek bir tür insan, kadın bir tür insan olmakla birlikte her ikisi de aynı kökten, aynı cinstendir." [155]
"(Allah) sîze, sizin nefsleriniz (cinsin)den eşler var etti..." [156] âyet-i kerîmesindeki Nefs de cinsi ifade eder. Bu; "siz, erkeğiniz ve dişinizle iki ayrı Nefs'ten değil, bir Nefs türündensiniz. Allah onun eşini de onun nefsinin cinsinden var etti" [157] demektir,
Başka bir âyette de şöyle buyrulur:
"...(Allah) size kendi nefsinizden çiftler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor..," [158]
Bu âyette geçen "kendi nefsinizden" sözü de; "kendi cinsinizden, yine insan olarak" [159] demektir. [160]
Kur'an-ı Kerîm'de, Nefs'in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır.
Meselâ Fahreddin Râzî (V. 606 H./121O M.) Nefs'in Kur'an'da "akıl" mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre:
"O'dur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir..." [161] âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık anında değişen bir haldir. [162]
Demek ki; Râzi, uyku anında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin "ruh" olarak anladıkları "Nefs"i; burada "akıl" olarak kabul etmiştir. Uyku anında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki Nefs'ten "akıl" da anlaşılabilir.
Kur'an'da Nefs'in "işkence" ve "cezalandırma" anlamlarına geldiği de görülür.
Âl-i İmrân Sûresi'nin iki ayrı yerinde geçen;
"...Allah sizi kendisinden (nefsinden) sakındırır..." [163] âyetinde Allahü. Teâlâya ıtlak olunan "Nefs" kelimesi, "Allah'ın emirlerine karşı gelmenin karşılığı olan azabı ve cezalandırması" şeklinde de algılanabilir.[164]
Ayrıca Nefs'in, ruhun hakikati bilinemediği için "gayb" anlamına da geldiği söylenebilir.
"...Sen benim nefsimde olanı bilirsin; ben, senin nefsinde olanı bilmem..." [165] âyetinde geçen ve Allah'a da ıtlak olunan "Nefs" teriminden, "bilinmeyen şeyler" mânâsına, "gayb" da anlaşılabilir. [166]
Kur'an-ı Kerîm'de "Nefs" kökünden türemiş iki fiile rastlanır: teneffese ve (enâfese fiilleri.
1-) Teneffese: "Soluk aldı, nefes aldı" şeklindeki kullanım:
"Nefes almaya başlayan sabaha andolsun." [167]
Buradaki Nefs kökünden türeyen fiil, âyete; "sabah açılmaya, sabah rüzgârı hoşça, tatlı tatlı esmeye başladığı zaman" [168] mânâsını katar.
"Sabahın nefes almaya başlaması, aydınlandığı, yani gün doğduğu ve ışık saçmaya başladığı zamandır." [169] Aslında burada bir benzetme sözkonusudur: Işık, sabahın soluğu gibi yayılır. [170]
2-) Tenâfese: "Yarıştı" şeklindeki kullanımı:
"...İşte yarışanla); bunun için yarışsınlar." [171]
Elmalılı bu âyete şöyle mânâ vermiştir:
"Birbirleriyle yarışanlar, işte ancak onda imrenme yarışına girsinler. Münâfese:
Başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri geçmek için nefslerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki; bu Nefs'in şerefinden ve amacının yüceliğinden kaynaklanır." [172] Bu âyette yine gizli bir "soluk, nefes" fikri vardır. Çünkü can atılan şeye ulaşmak için nefes tüketilir. [173] Kendisine can atılan, onun için nefes tüketilen şey de "nefis ve enfes" birşeydir. Sıradan şeyler için boşuna soluk harcanmaz.
Regis Blachere'in verdiği bilgilere göre Yahudi dilindeki "nefes" ile Akad dilindeki "nâpistu" sözcüklerinin her ikisi de "gırtlak, boğaz ve ağız" manâsıyla; Arapça'daki "Nefs, Nefes" kelimelerine uygun düşerler. Kur'an ifadesi, aynı anlamı yükleyerek "Nefs" kelimesinin yalnız bir kullanılışını sunar:
"Nefsleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı." [174] Bu âyette geçen mânâya uygun ve bugün de kullanılan bir deyim bilinmektedir:
"Göğsüm daraldı, rahatım yerinde değil, kaygılıyım." [175]
Kur'an-ı Kerîm, Nefs'in "kan" anlamına geldiği kullanış örneklerini içermez. Kan anlamına, "hayat soluğu"nun yerleştiği bir tür akışkan maddeyi ifade eder. Öyleyse Kur'an dilinin, Nefs terimini, maddî ve somut kavramlardan kurtarıp; maddî olmayan bir zemine kaydırarak soyutlaştırmaya yöneldiği söylenebilir. Bu soyutlamaya karşın; Kur'an anlayışında Nefs'in kaynağına, kökenine özgü birçok unsurlara da rastlanmaktadır. Nefs-i Emmâre ile ilgili âyetler buna örnek gösterilebilir. [176]
Kur'an-ı Kerîm'de Nefs, kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmekle birlikte, terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğine işaret edilmekte ve bu tavsiye edilmektedir, insanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden Nefs, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte ruhunu da ifade etmektedir, insan, cin, melek hattâ hayvan ve bitkiler için zât, bünye anlamının yanısıra, cins, tür mânâsı da bulunan Nefs; akıl, cezalandırma, gayb gibi mânâlara da gelir. Nefs kökünden türeyen iki tür fiil vardır ve bunlar temelde "nefes, soluk" mânâsını ifade etmektedir. Nefs'in, "enfüs" şeklindeki çoğulu kullanılmakla birlikte, ender olarak "nüfûs" biçimindeki çoğulu da kullanılmıştır. Dolayısıyla, Nefs'in sözlük mânâlarına uygun olarak, Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamlara gelen kullanım örnekleri görülmektedir.
Kur'an-i Kerîm'de, Nefs kelimesinin 300'e yakın yerde kullanılması ve. Nefs üzerine yemin edilmesi, Allâhü Teâlâ'nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. [177]
Nefs'in mâhiyeti konusu, onun hakikatinin ne olduğu, ne tür bir yapıya sahip olduğu, somut ve cismânî mi, yoksa soyut bir cevher mi, ya da bir araz mı olduğu, ruhtan farklı olup-olmadığı, beden, kalp, akıl ve şeytan ile olan ilgisi, başlangıcının olup-olmadığı, sonlu olup-olmadığı ve onun ne gibi sıfat ve özelliklere sahip olduğu v.b. hususlar, Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf ekollİerince öteden beri tartışılagelmiş ve bu alanda pek çok görüş ortaya atılmıştır.
Özellikle de Tasavvufçular açısından Nefs kavramı büyük bir önem taşımış ve Mutasavvıflar, Nefs'in halleri, makamları, mertebeleri, özellikleri ve Nefs'i bilip tanımanın gerekliliği üzerinde dikkatle durmuşlardır. Öyle ki; bütün Tasavvuf, Nefsini bilip tanıyan Rabb’ini de tanımış olur" [178] prensibiyle hep Nefs üzerinde dönüp dolaşır, desek yanılmış olmayız.
"Kendini bilip tanıyan Rabb'ini tanır" demek; "Kendinin fânî olduğunu bilen, Rabb'inin bakî olduğunu bilir" demektir. [179]
"Nefsini kulluk ve zillet ile bu dünyada garip ve hayvanı şehvetlerden kaçınmak suretiyle bilerek, yaratılış bakımından kendisine yaraşır biçimde Allâhü Teâlâ'yı tanıyıp yalnız O'na, O'nun buyruklarına ve rızâsına bakmak gereklidir. Nefsini bilmeyen Rabb'ini de bilemez." [180]
Nefsinin hakikatini ve onun hangi huy ve tabiat üzere yaratıldığını bilen kişi, Nefs'in, bütün kötülüklerin kaynağı ve tüm şerrin barınağı olduğunu bilir. Nefs'te bulunan her bir hayır ise Allah'ın bir lütfü olup O'nun nimetinden kaynaklanır; yoksa o Nefs'in kendisinden değil. [181]
Haris b. Esed Muhâsibî'nin (V. 243 H./857 M.) de vurguladığı üzere; Nefs'in inançlarını, onun yapısındaki dünya sevgisini, aşkını ve dünyayı gaye edinişini çok iyi keşfetmek gerekmektedir. [182] Zira Allah'ın zâtını ve sıfatlarını bilmek, Nefs'i bilmeye bağlıdır ve bu bilme de akıl yürütme ve aklı iyi kullanma yoluyla gerçekleşebilir. [183]
"Kendini bilmek, Rabb'i tanımak, ancak gönül âleminde gerçekleşir. Kendini tanımaya eren, Hakk'ı tanımaya ulaşır. Nitekim "Kendini bilen Rabb'ini bilir" sembolü bu mânâyı içine alır. Zira insan ruhu parlak bir aynadır ki; onunla gönül, tecellî mahallidir. Eğer sen beden bulanıklığından geçip kalp temizliğini bulursan, aşk nuruyla dolup vahdet âlemine gelir ve Hakk'a alışıp onunla kalırsın." [184]
Yüce Allah'ı tanımakla yükümlü olan kulun, nefsini de tanıması gerekir. Bu suretle sonradan var olduğunu ve Cenâb-ı Hakk'ın kadîm olduğunu öğrenmiş olur; kendisinin gelip geçici bir varlık oluşuna dayanarak Allâhü Teâlâ'nın sonsuz oluşunu bilmiş olur. Bu konuda şeyhlerden biri:
"Nefsi hakkında bilgisiz olan, başkası hakkında çok daha fazla bilgisiz olur" demiştir.[185]
"Nefsini zilletle tanıyan, Rabb'ini izzetle tanımış olur" da denmiştir. Demek ki; bir kimse kendini bilmezse, diğer tüm varlıkları bilme ve tanıma imkânından tamamen yoksun olur. [186]
Akıllı kişi nefsini iyi tanır, onun ihanet tuzaklarından kurtuluncaya kadar onu sorguya çeker, onun bilgisiz olduğunu anlar ve bozgunculuk çıkarıcı olarak getirdiği her türlü bilgiyi onun suratına çarpar. [187]
"Kendini bilen Rabb'ini bilir" sözünün mânâsının hakikati, ileride ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz Nefs'in mertebelerinden ancak Nefs-i Mutmainne ve daha ileriki aşamalarda gerçek anlamda bilinebilir. [188]
Önem ve gerekliliğini dile getirmeye çalıştığımız Nefs'i tanıma ve bunun peşinden de ma'rifetullâha ulaşma pek de kolay birşey değildir. Bunun zorluğunu Sehl b. Abdullah Tüsterî (V. 283 H./896 M.) şöyle ifade ediyor:
"Nefs'i tanımak, düşmanı tanımaktan daha gizli-kapaklı ve zordur. Dünyayı tanımak ise düşmanı tanımaktan daha basittir. Kişi düşmanını tanıyınca Rabb'ini tanır; nefsini tanıyınca Rabb'i katındaki makamını bilir; aklını tanıyınca kendisiyle Rabb'i arasındaki halini bilir; ilmi tanıyınca O'na ulaştığını bilir ve dünyayı tanıyınca da âhireti bilir." [189]
Tam anlamıyla tanınıp bilinmesi oldukça zor olan Nefs'in mâhiyeti, sıfatları, özellikleri ve ne olup-olmadığı konusunda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın (V. 1942 M.) verdiği giriş mahiyetindeki bilgilerden sonra, filozoflardan başlamak üzere Kelâm ve Tasavvuf âlimlerinin görüşlerine bir göz atmak yerinde olacaktır:
"Nefs, birşeyin kendisi denilen zât ve hakikatidir. Nitekim "O, bi-nefsihî kâim" denilir. "Bizatihi, yani kendi kendine duruyor" demektir, insanın nefsi de "ben" dediği zât ve, hakikati, "kendisi" dir ki; çeşitli halleri içinde vahdetle "bir" şuuru, duygusu vardır. Nefs'in gerçeği, bu iki özelliğin bir olma ve uyuşma noktasındadır.
Bununla birlikte uyku, dalgınlık, baygınlık, ölüm durumlarında olduğu gibi, birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi düşünülür de bazen yalnız hissetme, bazen soyut ayırdetme gücü ve idrak ile irade başlangıç ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırdeden veya birleştiren ruha da Nefs denilir ki; hisseden Nefs veya şehvanî Nefs, idrak eden Nefs veya düşünüp söyleme özelliği olan Nefs denilmesi bundandır. Bu anlamda Nefs'e, dilimizde "can" adı verilir." [190]
Yunan Felsefesi'nin temsilcilerinden olan ve insan nefsini "maddî bir cevher" olarak algılayan filozoflardan Thales, insan nefsinin "su", Aneximenes "hava", Herakleltus (Öl. M.Ö. 448) "ateş" olduğu görüşündedirler. Empedokles ise insan nefsinin "su, hava, ateş ve topraktan oluşan dört unsurun bileşimi"nden meydana geldiğini, Nefs'in, bu dört unsurun "mizaç ve ahengi" olduğunu söyler. [191] Pythagoras'çılar ve Eflâtun (Öl. M.Ö. 347) ise Nefs'in "bedenden ayrı bir cevher" olduğu görüşündedir. Bunlara göre insan nefsi ölümsüzdür. Nefs, bedende tutsaktır, onun ölümle bedenden kurtulması, felsefe, musikî ve geometri eğitimi sayesinde ahlâkî arınmasını gerçekleştirmekle mümkündür.[192] Nefs'i, "maddî bir cevher olmamakla birlikte yine de maddede mündemiç bir ilke" kabul eden Aristo, (Öl. M.Ö. 322) Nefs'i, hayatın beslenme, duyum ve düşünce (fikir) fiillerinin "ilke"si, bilkuvve ve canlı tabiî cismin "sûret"i ve "ilk yetkinliği" olarak tanımlar. [193] Meşşâîliğin ilk temsilcisi olarak görülen Aristo'ya göre Nefs ne cisimdir, ne de arazdır. Onun bir yeri yoktur. Onun için ne uzunluk, ne enlilik, ne derinlik, ne renk, ne de bir parça vardır. Ayrıca o, ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Aleme yakın da değildir, ona aykırı da değildir. [194] Calinus gibi Tıpçılar'dan bir grup, insan nefsini, şehevî, gazabî ve natıka olmak üzere üç ayrı nefsin toplamından ibaret saymışlardır. [195]
İîslâm filozoflarının Nefs'e ilişkin görüşlerinde de yukarıda bazı iktibaslar sunmaya çalıştığımız Yunan Felsefesi'nin doğrudan ya da dolaylı izleri görülür, ilk İslâm filozofu olan Kindî'nin Nefs görüşü eklektik bir yapıya sahiptir. Filozof, felsefî yazılarında hem Aristo'cu, hem de Pythagoras ve Eflâtun'cu Nefs tanımına yer verir. Aynı şekilde Kindî'nin ahlâk görüşünün temelinde de Eflâtun'cu Nefs görüşünün olduğu söylenebilir. [196] Ebubekir Zekeriya Râzî de Eflâtun'un Nefs anlayışını benimser görünmektedir. O da, Nefs'in bedenden ayrı bir cevher olduğunu ve ölümden sonra bakî kaldığını kabul etmektedir.[197] Bir aydınlar topluluğunca yazılmış olan thvânü Safa risâlelerindeki Nefs görüşü, Kindî'de olduğu gibi, eklektiktir. İhvânü Safa, Nefs'in varlığı, bedenden ayrı bir cevher olduğu ve bedene metafizik âlemden geldiği konusunda Eflâtun'cu görüşü benimser. [198] İbn Sina'nın (V 1037 M.) hocası durumnda bulunan Fârâbî'nin (V. 950 M.) Nefs görüşü ise Kindî, Râzî ve ihvânü Safâ'ya göre daha sistematiktir. Farâbî'nin Nefs görüşü, metafizik görüşünün bir devamı gibidir. Filozofun metafizik görüşünün merkezinde, kendi kendini bilen (Akıl, Âkil, Ma'kûl) bir Tanrı vardır. Onun feyz anlayışına göre Tanrı'dan on akıl, dokuz felek sudur eder. Her feleğin bir cismi, bir de nefsi vardır. [199] Muhammed b. Numân, Ma'mer b. Ubâd el-Gazâlî ve İbn Sina'nın Nefs anlayışları da Aristo'nun ve öbür Meşşâflerin görüşlerinden farklı değildir. [200]
Tabiatçı görüş sahiplerinden Cafer b. Harb'e göre "Nefs, beden denen şu cisimde bulunan arazlardan bir arazdır ve o, insanın fiilde bulunabilmek için gereksinim duyduğu sağlık, afiyet vb. şeyler gibi aletlerden biridir. Aynı zamanda Nefs, cevher ve cisimlerin sıfatlarından herhangi biriyle sıfatlanmış da değildir." [201] Cafer b. Mübeşşir ise bunun aksine Nefsin cevher olduğunu, beden denen şu cisim olmadığını ve bir cisimde de bulunmadığını, ama cevher ile cisim arasında bir mânâ olduğunu [202] ileri sürmüştür. İbn Kayyim'e (V 751 H./1350 M.) göre de Nefs cevherdir. Eğer Nefs, bazılarının dediği gibi bedenin bir arazı olmuş olsaydı, insan bir anda bin ya da daha fazla ruh değiştirmiş olurdu. İnsan ancak ruhuyla ve nefsiyle insandır; sadece bedeniyle değil.[203]
Ebu Hâmid Gazzâlî'ye (V. 1058 H./1111 M.) göre de Nefs, maddeden ve cismânî görüntüden münezzeh-bir cevherdir. [204] O şöyle der:
Her bir şeyin nefsi, onun hakikatidir. Nefs, ister melekût (görülmeyen) âleminden, isterse emr (görülebilen) âleminden olsun, haber verilen ma'kûlâtın (akledilebilen şeylerin) mahalli olan cevherdir." [205] Gazzâlî'ye göre Nefs-i Natıka denen insan nefsi-soyuttur, Cismânî olmadığı gibi, cisim de değildir. Nefs'in bedenle olan bağı, onu yönetme ve ona etkide bulunma (tedbir ve tasarruf) bağıdır. [206] İmam Gazzâlî'ye göre insandaki Nefs-i Nâtıka'nın "yapıcı" ve "bilici" olmak üzere kuvveleri vardır. Yapıcı kuvve, insan bedenindeki cüz'î iradeye bağlı özel fiillerin kaynağıdır; bilici kuvve ise maddeden soyutlanmış küllî suretlerin tabi-atlarındandır. [207] Yine ona göre Nefs, nebatî (bitkisel), hayvani ve insanî nefslerin toplamından ibarettir. Bitkisel Nefs gıdalarına, büyüyüp gelişme ve doğma gibi eserlerin sahibidir. Hayvani Nefs ise his ve isteğe bağlı, ihtiyarî hareketlerin sahibidir. İnsanî Nefs de hareket ettirme ve külliyâtı idrak edip kavrama gücünün sahibidir! Tüm bu fiiller bir kaynağa bağlıdır ve bu kaynak da "Nefs" diye adlandırılır. [208] Gazzâlî'nin dediğine göre Nefs, bedenin ölümüyle ölmez ve kesinlikle yok olmaz. Onun için yokluk, fesat, helak ve ortadan kalkma durumu sözkonusu değildir. [209] Bu nedenle Gazzâlî'nin, ruhun bakî olduğuna kanaat getirdiği görülmektedir.
İislâm filozoflarının benimseyip geliştirdikleri Aristo geleneğindeki felsefeyi en iyi anlayan ve onu Kelâm ilminin ayrılmaz bir parçası haline getiren, başka bir deyişle Felsefe'yi Kelâm'laştıran ve "Felsefî Kelâm" döneminin başlatıcısı kabul edilen [210] Fahreddin Râzî'ye (V. 606 H/1210 M.) göre Nefs'in "ben" dediğimizde kastettiğimiz ve "özel cüsse ve görülen heykel" gibi iki anlamı vardır. "Benim nefsim ve zâtım" dediğimiz zaman buradaki Nefs'ten kasıt ikinci mânâdır. [211] Nefs'in şu hissedilen ve müşahede edilen özel bünye olduğunu ileri sürenlerin görüşlerini kabul etmeyen [212] ve Nefs'in "mizaç"tan ibaret olduğunu savunanların bu görüşlerine katılmayan Râzî, bu iki görüşün yanlış olduğunu kanıtlayan deliller ortaya koymuştur. [213] Ona göre Nefs'in halleri cismin hallerine ters olduğundan Nefs cisim değildir ve cesetten de başka birşeydir. [214] Zira Nefs, bizzat beden cisminden ayrı bir cevherdir. [215]
Nefs ile Ruh'u eş anlamlı ve aynı kabul eden [216] Kelâmı düşüncede, Felsefe'de olduğu gibi sistematik bir Nefs görüşünün varlığından sözedilemez. Bu düşünce sisteminde en çok tartışılan konu, Nefs'in soyut mu, yoksa somut mu olduğu meselesidir. Çoğu Kelâma, Nefs'in soyut oluşunu (tecerrüdünü) kabul etmezler. Buna karşın onun soyul bir kavram olduğunu savunan Kelâmcılar da vardır. [217]
Mu'tezilî düşüncenin ilk savunucuları, Nefs konusunda akılcı görüşü benimsemişlerdir. Bunlara göre Nefs cevherdir; cisim değildir, araz da değildir. Uzunluğu ve derinliği de yoktur. O herhangi bir mekânda değildir ve parçalanamaz da. Nefs faaldir ve insan bedeninde yönetme gücü vardır. [218]
Ancak bu görüş Kelâmı çevrede pek itibar görmemiş ve daha sonraki Mu'tezilî Kelâmcılar, akılcı görüşün karşıtı olan maddeci görüşü benimseme yönüne gitmişlerdir. Salt maddeci görüş ve bir kısım Mu'tezile'ye göre; soyut şeykri kabul etmemekle beraber bölünmenin olmayacağı delili nedeniyle Nefs, "kalpten ayrılmayan en küçük parça"dır. Ya da dimağda bulunan bir kuvvet veya üç kuvvettir ki; bunlar, kalpteki hayvanı kuvvet, atmosferdeki bitkisel kuvvet ve dimağdaki nefsanî kuvvettir. Veyahut da Nefs, "bedende bulunan geçişken, latîf parçalar"dır ki; ona herhangi birşey nüfuz edemez, o değişmeye de uğramaz. Ya da Nefs, "mu'tedil kan"dır; çünkü bu kanın çok oluşu ve itidali hayatı güçlendirir ve tersine zayıflatır. Veya Nefs, "hava"dır; çünkü havanın bir anlık kesilişiyle yaşam da sona erer. Veyahut da Nefs, "özel heykel"dir. Ya da o, sayı ve durum bakımından "mu'tedil kanşım"dır. Veya "mizaç" tır. [219]
Mu'tezile Kelâmcıları'nın çoğunluğu bu görüştedir Eş'arî Kelâmcıları da insan nefsinin "maddî bir cevher" olduğu kanaatindedirler.
Nefs'i "duyu organlarından başka birşeyle müşahede edilemeyen, cismin pek çok arazlarından bir araz" veya "nefes alıp-verme ile girip-çıkan soluk (nesîm, ruh)" olarak tanımlayan Duyumcu görüşü (Hissiyyûn) benimseyen Ehl-i Sünnet Kelâmcıları'ndan Eş'arîler ve Fıkıhçılar'a göre Nefs; uzunluğu, genişliği ve derinliği bulunan, akıl sahibi, ceset üzerinde etkinliği olan bir "cisim"dir. [220]
Dile getirilen bu görüş, Ehl-i Sünnet ve İslâm dini mensuplarının büyük çoğunluğunun Nefs hakkındaki görüşüdür. Ayrıca Fıkıhçılar'dan İbn Hazm (V. 456 H./1063 M.) da bu görüştedir. [221]
Duyu organlarıyla müşahede edilenlerden başka herhangi birşeyin varlığını kabul etmeyen Esam, Nefs'in varlığını da inkâr eder. [222] Esam, ceset olmadan hayat ve ruh için bir varlık tanımayarak; "uzun, enli ve derin olan şu gördüğümüz, müşahede ettiğimiz cesetten daha akıllı birşey yoktur. Nefs, bizzat bu bedendir, başka birşey değildir" [223] demektedir.
Ebu Hüzeyl'e (V. 235 H./849 M.) göre ise Nefs, cismin diğer arazları gibi bir arazdır. [224]
Nefs ve Ruh'un araz olduğunu ve onun da hayat olduğunu kabul eden [225] ve Nefs'i "nefes alıp-vermekle vücuda girîp-çıkan soluk (nesîm, ruh)" [226] olarak tanımlayan Eş'arî Kelamcı Ebubekir Bâkıllânî (V. 403 H./1013 M.) şöyle der: "Nefs, yoğun (kesîf) cisimler ile içice geçmiş latîf cisimlerden ibarettir. Allahü Teâlâ, hayatta meydana gelen olayları, Nefs'in bekasıyla gerçekleştirir." [227] Bâkıllânî'nin talebesi ve İmam Gazzâlî'nin hocası olan [228] İmamü'i-Harameyn el-Cüveynî (V. 478 F1-/1085 M.) de aynı görüştedir. [229]
Ehl-i Sünnet Kelâmı'nın diğer ekolünün kurucusu kabul edilen imam Mâturîdî'nin (V. 333 H./944 M.) Nefs'e ilişkin bir görüşünü tesbit edememiş olmakla birlikte, dedesi vasıtasıyla onun talebesi olan [230] imam Ebu Yusr Muhammed Pezdevî'nin (V 493 H./1099 M.) Nefs ile Ruh'u aynı kabul edip Eş'arî Kelâmcıları'nın bu konudaki görüşlerini benimsediğini [231] görüyoruz. Buna dayanarak Eş'arî ve Mâturîdîler arasında bu hususta belirgin bir farklılığın olmadığını söyleyebiliriz.
Genel olarak Kelâmcılar ve Felsefeciler, Nefs'in hudûsunu, yani sonradan meydana gelmiş olduğunu ve ölüm anında bedenden ayrılarak bakî kalacağını, bedenin yok olmasıyla onun varlığının son bulmayacağını kabul ederler. Nefs'in hadis oluşu, onun cismî olmayıp cevher oluşu ile çelişkili olarak ortaya çıkar. Cisim hadis olduğu zaman Nefs'in böyle olması mümkün değildir. Bu nedenle Nefs'in hadis oluşundan maksat, tabiî veyahut da aklî bir hükmü yerine getirme mecburiyetinin Nefs üzerinde bulunması değildir. Aksine, Allahü Teâlâ'nın "kadîm" olma sıfatının, Allah'a, hiçbir kimsenin ortak olamayacağı biçimde tahsis edilmesidir. Allah'tan başka "kadîm" olmadığı için, Nefs hadis olarak kabul edilmiştir. [232]
Nefs'in mâhiyetinden çok, onun nasıl eğitilip güzel huylarla donatılabileceği hususu üzerinde duran Tasavvufî düşüncede, -yukarıda anlatmaya çalıştığımız Felsefe ve Kelâm okullarından Kelâmı fikir sistemine benzer yanları olmakla birlikte- daha farklı bir Nefs anlayışının hakim olduğunu görmekteyiz.
Hucvirî'nin (V. 470 H./1077 M.) bildirdiğine göre Sûfîler topluluğunun muhakkik olanlarına göre Nefs'ten maksat, yukarıda sözü edilen mânâlardan hiçbiri değildir. Sûfîler görüş birliği içerisinde derler ki:
"Gerçekte Nefs; şerrin kaynağı, kötülüklerin temelidir. Bir gruba göre Nefs, Ruh gibi kalıba ve bedene verilmiş olan "ayn"dır. [233] Başka bir gruba göre Nefs, hayat gibi, kalıbın ve bedenin sıfatı olan birşeydir. Kötü huyların ve çirkin davranışların ortaya çıkmasının sebebi Nefs'tir. Bu kötü huylar da iki kısımdır:
Birisi günahlar; diğeri kibir, haset, cimrilik, öfke, kin, v.b. şeyler olup dînen ve aklen makbul sayılmayan kötü huylardır. Günah olan (birinci gruptaki) hususlar tevbe ile giderilir; ikinci gruptakiler de Nefs'ten, riyazetle giderilir." [234]
İlk Sûfîler Nefs'in maddîliğini kabul etmekte ve onu duyu organlarıyla algılanabilecek nitelikte cismânî ve somut olarak tanıtmaktaydılar. Tasavvufun henüz sistemleşme aşamasına gelmediği, özellikle Zühd dönemi olarak adlandırılabilecek ilk dönemde yaşamış olan Sûfîler, Nefs'i; kadın, tilki, köpek, yılan ve fare gibi çeşitli cismânî ve maddî varlıklar olarak bizzat gördüklerini, onunla mücadele ettiklerini, hatta onunla konuştuklarını söylerler.
Şeyh Ebu Ali Mervezî'nin (V 404 H./1013 M.) şöyle dediği anlatılır:
"Ben Nefs'i, şekli kadının şekline benzer bir biçimde gördüm. Birisi ondan bir kıl aldı ve onu bana getirdi. Ben de onu bir ağaca bağladıktan sonra onu mahvetmeyi amaçladım. Bana dedi ki:
"Ey Ali! Boşuna kendini yorma! Çünkü ben o Ulu ve Yüce Allah'ın bir askeriyim. Beni yok 'etmeye senin gücün yetmez!" [235]Cüneyd-i Bağdadînin (V 297 H./909 M.) sohbetinde bulunmuş büyük zatlardan olan Muhammed Alliyân Nesevî'nin şöyle dediği nakledilir:
"Daha başlangıç halindeyken Nefs'in âfetlerini görür ve onun gizlendiği yeri bilir duruma gelmiştim. Ona karşı kalbimde sürekli bir kin vardı. Birgün boğazımdan tilki yavrusu gibi birşey çıktı. Hakk Teâlâ, beni onu tanır duruma getirdi; anladım ki o, Nefs'tir. 'Onu ayaklarımın altına aldım ve çiğnemeye başladım. Ama her tekme atışımda o daha da büyüyordu. Ona:
''Hey! Sana ne oluyor? Herşey dövmek ve sıkıntı çekmekle eriyip yok olur, ama sen daha da çoğalıp büyüyorsun?" dedim. Bana dedi ki:
"Sebep şu:
Benim yaratılışım terstir. Birşeye sıkıntı ve üzüntü veren şey, bana rahat ve zevk verir. Başka şeylere rahatlık sağlayan birşey de bana sıkıntı verir." [236]
Yaşadığı dönemde her yönüyle önder biri olan Ebu Abbas Şekkânî diyor ki:
"Birgün eve girdim. Yerimde yatmış sarı renkte bir köpek gördüm. Mahalleden gelen biri sanmıştım ve kovmak istedim; ama eteğimin altına girdi ve kayboldu. (Anladım ki; bu, Nefs iti imiş.)" [237]
Şeyh Ebu Kasım Cürcânî de Tasavvuf yoluna girdiği ilk zamanlarına işaret ederek, Nefs'i bir "yılan" şeklinde gördüğünü söylemiştir. [238]
Dervişlerden biri;
"Ben Nefs'i fare şeklinde görmüş ve "sen nesin?" demiştim. Dedi ki:
"Ben gafillerin helaki (ve mahvolma vesilesi)yim. Zira onları şerre ve kötülüğe çağıran benim. Dostların kurtuluş vesilesiyim. Varlığını bir afet olmakla beraber ben onlarla olmasam, hiç kuşkusuz onlar temiz olduklarına bakarak gururlanırlar ve yaptıkları işler sebebiyle kibirlenirlerdi. Bu yüzden de kalp temizliği, iç temizliği, velîlik nuru ve tâat üzere istikamet gibi şeylere sahip olamazlardı. O zaman kendilerinde bir şımarıklık ortaya çıkardı. Onlar beni iki yanları arasında gördükleri sürece, bütün bunlardan temizlenmiş ve arınmış olurlar." [239]
Îlk dönem safîlerinden Hucvirî (V 470 H./1077 M.) yukarıda aktardığımız menkıbeleri kaydettikten sonra, kendi tercihinin de Nefs'in maddî, cismânî ve somut bir varlık oluşu yönünde olduğunu belirterek; "Bu menkibeler, Nefs'in bir sıfat değil, bir "ayn" (ve kendine has bünyesi olan bir varlık) olduğunun ve bu aynın birtakım özellikleri bulunduğunun delilidir. (Çünkü) biz Nefs'in vasıflarını açıkça görmekteyiz." [240] demektedir.
İlk dönemdeki sûfilerin Nefs hakkındaki bu görüşü ile Kelâmcılar'ın görüşleri arasında bir paralellik olduğu görülmektedir. Îlk Tasavvuf klâsiklerinde Tasavvufî açıklamalara geçilmeden önce İslâm inanç sisteminin verilmiş olması ve bu eserleri yazan âlimlerin aynı zamanda birer Kelâm bilgini olmaları da [241] gözönünde bulundurulacak olursa, Tasavvuf ile Kelâm'ın bu konudaki paralelliğinin oldukça doğal olduğu anlaşılacaktır:
Tasavvuf düşüncesinin tarihsel gelişim süreci içerisinde sistemleşmeye ve Felsefe ile etkileşime girmeye başlamasıyla birlikte, diğer kavramlarındaki değişimle doğru orantılı olarak Nefs anlayışında da maddîlikten, cismânî ve somut oluştan; soyutluğa ve gayr-i cismanîliğe doğru bir kayma olduğu gözlenmektedir. Tesbil edebildiğimiz kadarıyla, somutluktan soyutluğa doğru kayan bu gidişin tohumlarının, ilk defa Gazzâlî'nin de hocası sayılmakta olan [242] Haris b. Esed Muhasibi (V. 243 H./857 M.) ile birlikte atıldığı, Gazzâlî (V 505 H./1111 M.) ile geliştiği, İbn Arabî (V 638 H/1240 M.) ile doruk noktasına ulaştığı ve tamamen felsefîleşerek metafizik bir yapıya büründüğü görülmektedir.
Nefs kavramının sak psikolojik anlamda kullanımını, ilk olarak ve tutarlı bir biçimde gördüğümüz Muhâsibî'de, Nefs'in maddî ve cismanî bir varlık karakteri yani realitesi olmadığı, tamamen nominal (sadece adı geçen, gerçekte varlığı olmayan) bir kavram olduğu ortaya çıkıyor. [243]
Felsefeciler, Maneviyatçılar gibi ruhun ve insan nefsinin tecerrüdünü (soyut bir kavram oluşunu), kendi kendine varlığını sürdüren ruhanî bir cevher olduğunu; maddî ve somut olmadığını kabul etmekteydiler. Şeriatı Tasavvufa yaklaştırma çabası içerisindeki [244] Gazzâlî, Râgıb İsfahani (V 502 H./1108 M.) ve Halimî gibi âlimler ve Tasavvufçular'ın çoğu, Nefs'in tecerrüdüne, cismânî ve maddî olmadığına kanaat getirmişlerdir. Felsefeciler insan nefsinin ebedî olduğunu, onun fânî olmayacağını savunurlar. Gazzâlî de Nefs'in bekâsını inkar etmez. [245]
Felsefeciliği ve Kelâmcılığının yamsıra Tasavvuf! yönü de bulunan imam Gazzâlî'ye göre Nefs iki ayrı mânâya gelir:
Birincisi: Nefs ile, insanda "gazap" ve "şehvet" kuvvetini içinde bulunduran bir mânâ kastedilir. Tasavvuf ehli, Nefs'i, genellikle bu anlamda kullanır. Zira onlar, "Nefs" sözüyle insanda kötü özellikleri toplayan bir "asl"ı kastederler. Onlara göre, işte bu Nefs ile savaşıp onun isteklerini kırmak gerekir.
İkinci mânâ: Nefs "insanın hakikati ve kendisi"dir. Bu Nefs, çeşitli hallere bürünebilme özelliği nedeniyle değişik isimlerle adlandırılır: Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne... gibi.
Kötülüğü emreden Nefs-i Emmâre'nin, birinci mânâda anlatılan Nefs olduğunu söylemek de doğrudur. Şu durumda; birinci mânâdaki Nefs son derece yerilip kötülenmiş, ikinci mânâdaki Nefs ise makbul sayılmıştır. Çünkü o, Allahü Teâlâ'yı ve diğer yaratıkları bilen insanın zâtı ve hakikati demektir. [246]
Hakim Tirmizî (V. 285 H./898 M,)'ye göre Nefe, temelde cismânî özellikler taşımakla birlikte, soyut bir karakter de arz etmektedir. Onda, hem ilk dönem sûfîlerinin ve hem de kendinden sonrakilerin izleri bir araya gelmiştir. O şöyle der:
"Nefs'in özü, dumana benzer sıcak bir rüzgâr, kötü davranıştan doğan bir karanlıktır. Nefs'in ruhu aslında nûrânîdir. Bu nurluluk, güzel davranış ve samimî bir yakarışla birlikte Allah'ın yardımıyla güzelleşmeye başlar. Nefs'in güzelleşmesi, ancak kulun kötü heveslerine karşı koyması, ondan yüz çevirmesi açlık ve şiddetle onu yenmesiyle gerçekleşir." [247]
Hakîm Tirmizî'ye göre mü'min, Nefs'in ve onun buyruklarının eline düşmüştür. Nefs'e, göğüse girme yetkisi verilmiştir. Nefs, iç dünyada göğsün madeni ve yakınlık yeri; kandaki heyecanı, ve pisliğin kuvvetidir. İnsanın iç dünyası Nefs'in dumanının karanlığı ve ateşinin sıcaklığı ile dolar. Sonra göğüse vesvesesiyle girerek Allah'tan onu uzaklaştırıp, buyruklarıyla bâtıla sürükler. Tâ ki; kul, Allah'a muhtaç oluşundan dolayı Mevlâ'sına sürekli yalvararak yardım dileyinceye kadar. O zaman Allahü Teâlâ ona icabet ederek o kişiyi nefsinin şerrinden kurtarır. [248]
Yine Hakîm Tirmizî'ye göre Nefs "şehvet" merkezlidir. Şehvetin peşinden yine şehvete meyleder, belli bir yerde sakin bir şekilde durmaz. [249]
Gazzâlî'ye göre de Nefs'in "gazap" ve "şehvet" kuvvetlerini bünyesinde barındıran bir yapısı vardı. Bu anlamdaki kullanım sûfîler arasında oldukça yaygındır. Sûfîler, Nefs terimiyle "insandaki hoş karşılanmayıp yerilen birtakım sıfatları bünyesinde toplayan bir asıl" mânâsını kastederler. [250]
Görüldüğü üzere, ilk dönemdeki sûfîler ile Gazzâli'nin temsilciliğini yaptığı görüş arasında; Nefs'in maddîliğini kabul edip-etmeme, onun duyu organlarıyla algılanabilecek nitelikte cismânî ve somut olup-olmaması hususunda tam bir görüş ayrılığı vardır.
Nefs ile mücahedede Nefs'i öldürmeyi en büyük görev sayan mutasavvıflar, Nefs'i, insanın cismânî karakterde belli bir gerçekliği bulunan bir yönü olarak görmüşler ve onu yılan, fare, kadın, tilki yavrusu ve köpek şeklinde tasavvur etmişler, kişilerin kendi ağızlarından yaşanmış hikayeler de anlatmışlardır. Bu hikayelerin, menkibevî ve efsanevî şeyler olduğunu ileri sürenler vardır. [251] Bizce de, anlatılan menkıbelerde Nefs oldukları söylenen köpek, tilki, fare, yılan, v.b. varlıklar, insanın içdünyasındaki kötü huy ve duyguları simgeleyen birer sembolden ibarettir. Zira bizzat bu menkibelerde bile Nefs'in ne yapılırsa yapılsın kesinlikle yok edilemeyeceği belirtiliyor. Eğer maddî, cismânî, yani somut bir varlık olsaydı, tutulup öldürülmesi ve yok edilmesi çok kolay olurdu. Oysa ki; insanın içdünyasında doğan her türlü kötü istek, duygu ve huyların kaynağı kabul edilen Nefs'in hoş görülmeyen bu özelliklerini tamamen yok edip ortadan kaldırmak mümkün değildir. Yani biz insanı temelden değiştirenleyiz. Ancak Nefs'in eğilimlerinden kaynaklanan kötü huyları düzeltip denetim altına almak mümkündür. Bu nedenle biz, anlatılan hikayelerdeki varlıkların birer sembol oldukları görüşündeyiz.
Araştırmamızın daha ileriki aşamalarında geniş olarak göreceğimiz gibi; İslâm Tasavvufu'ndaki Nefs terbiyesi konusunda "az yeme, az uyuma, az konuşma ve rahattan uzak bir yaşantı sürme" gibi temel prensiplerle uygulanan eğitim metodunun objesi "beden" olduğu, dolaylı olarak da eğilimleri hedef aldığı için Nefs'in maddî ve cismânî değil, duyu organlarıyla algılanamayan soyut bir kavram olduğu ortaya çıkıyor ki; bu durum da bizim yukarıdaki görüşümüzü desteklemektedir. [252]
Nefs'in yapısını, Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf ekollerine göre anahatlarıyla böylece tamtmaya çalıştıktan sonra, Nefs'in bir tane mi yoksa birden fazla mı olduğu konusuna da kısaca değinmemiz gerekiyor. Zira insanoğlunun Mutrnainne, Levvâme, Emmâre, Râzıye, v.b. gibi, birden fazla nefsinin olduğu zaman zaman söylenmiştir. [253]
"Nefs'in Mertebeleri" bölümünde konuya ayrıntılı olarak değinecek olmakla birlikte, burada sadece Nefs'in sayışını belirlemekle yetineceğiz.
Fahreddin Râzî'nin deyimiyle "insan nefsi tek birşeydir. Bu Nefs, gören, işiten, koku alan, tad alan, dokunma özelliği olan nefstir ve aynıyla hayal etmek, düşünmek, hatırlamak, bedeni yönetmek ve ıslah etmek sıfatları vardır." [254]
Yüce Allah, insanoğlunu Emmâre ve Levvâme Nefs ile sınar, Mutmainne Nefs'e ise yardımda bulunur. Aslında Nefs bir tektir. Ancak önce Emmâre, sonra Levvâme, daha sonra da Mutmainne'liğe dönüşerek olgunluğa ve kurtuluşa doğru yol alır. [255]
Bir tane olan bu Nefs'in bedenle ilgisi acaba nasıldır? Nefs, insanın bedeninden mi ibarettir? Yoksa ondan daha başka birşey midir? Nefs, bedenin ölmesiyle ortadan kalkar mı? Nefs-beden ilişkisine ait bu ve benzeri soruların cevabı, bilginler arasında öteden beri tartışılagelmiştir.
İnsanın yalnızca bu bedenden ibaret olduğunu, bunun ötesinde birşey olmadığını ileri sürerek [256] ruh ile eş anlamlı kabul edilen Nefs'in varlığını inkâr edenler bir tarafa bırakılacak olursa, Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre insan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır.
Gerçi Kelâmcılar insan nefsinin cismanîliğini kabul etmişlerdir ama onların Nefs'ten kasıtları beden değildir. Onlar, bedenden ayrı bir ruhun varlığını da kabul ederler. Zira onlar ruha cisim derken, "cisim" sözüyle sadece, ruhun belirsiz bir varlık olmadığını, şekil ve boyutları olan bir varlık olduğunu kastetmişlerdir. Yoksa "cisim" sözüyle, yoğun maddeler gibi ağırlığı olan ve yer tutan maddî bir varlığı kastetmemişlerdir. Onların söylediği cisimden maksat, felsefî anlamdaki cisimdir ki; Felsefeciler'e göre ağırlığı olsun veya olmasın, gözle görülsün veya görülmesin, üç boyutlu olan herşey cisimdir. Nitekim İbn Hazm, (V 456 H./1063 M.) "Nefs" ve "Ruh" u eş anlamlı iki kelime olarak kabul eder ve ruhu, derinliği ve genişliği olan, yer tutan, bedeni yöneten şuurlu bir cisimdir, diye tanımlar. [257]
Râzî'nin bildirdiğine göre Nefs şu beden değildir ve bedenin parçalarından birşey de değildir. Bedenden ve onun parçalarından başka birşeydir. [258] Bedendeki idraklerin yeri, organlardan başka birşeydir. Organlar âlet ve edevat yerine geçer. Nefs, göz ile görür, kulakla işitir, beyinle düşünür ve kalp ile fiilde bulunur. Bu organlar Nefs'in âletleridir. Nefs'in zâtı; bedenden başka, bizzat ondan ayrı, ona etki ve yönetme (tasarruf ve tedbir) bağı ile bağlı bir cevherdir. [259]
Nefs ve Ruh hakkında hâkim İslâm inancını en güzel bir biçimde anlatan İbn Kayyim'e göre beden ruhun, yani Nefs'in kalıbıdır. Ruh, ait olduğu bedenden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve yetenekler bedene etki eder. Bundan dolayı beden ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilendiği gibi, ruh da bedenin iyilik ve kötülüğünden etkilenir. [260]
Tasavvuf düşüncesine göre de -Nefs'in kemâlâtını ve lezzetlerini üzerinde bulundurması nedeniyle-Nefs'in bedene olan bağı, âşığın mâşuğuna olan bağı gibidir. [261] Nefs hadistir ve soyuttur. Nefs, bedenin ölmesiyle yok olmaz, bedenden ayrılarak bekâsını sürdürür. Çünkü o, beden gibi madde değildir. Nefs'in, bedenden uzaklaşma, iyi ve kötü olma gibi özellikleri vardır. [262]
Nefs'in cismânî bir varlık olan beden ile ilgisi tartışıldığına göre, onun kalple, hatta gayr-i cismânî sayılan akıl ve şeytan ile ne gibi ilgisinin olduğu konusunda da çok şeylerin söylenmiş olabileceği hususu doğal olarak ortaya çıkmaktadır. Nefs'in mâhiyetinin daha iyi kavranabilmesi açısından bu gibi konular da önem taşımaktadır. [263]
Aristo ve onun gibi düşünen filozoflara göre kalp, diğer organlar üzerinde mutlak reistir. Nefs de ilk önce kalbe bağlıdır. Bu bağ aracılığıyla da diğer organlarla bağıntı kurmuş olur. [264]
Gazzâlî, kalbin insan vücudunda bulunan et parçasından daha değişik bir yapısının olduğunu savunarak şöyle der:
"Kalp derken, "yürek" dediğimiz et parçasını kastetmiyorum. Aksine kalp, duyuların anlayamadığı, Allahü Teâlâ'nın sırlarından biri ve ilâhî bir latifedir. Buna bazen "insanın ruhu", bazen de "Nefs-i Mutmainne" adı verilir. Bu konuda söylenebilecek son söz şudur:
"Kalp, şu görülen varlıklardan daha yüce ve değerli bir cevher ve bir emr-i ilâhîdir." [265]
Sûfîler ise kalbin ne olduğunu irdelemektense, onun niteliklerinden sözetme yoluna gitmişler ve Nefs ile olan ilişkisine dikkat çekmişlerdir. Örneğin, Nefs'in doğru söylemeyeceği, kalbin de yalan söylemeyeceği hususunda Tasavvuf ehli şeyhler görüş birliğine varmışlardır. [266]
Ancak, Nefs-Kalp bağıntısının net olarak ortaya çıktığı Kabz-Bast [267] halleri dikkate alınınca, kalbin salt et parçasından ibaret olmadığı, ama Gazzâlî'nin ileri sürdüğü kadar da metafizik bir kavram sayılamayacağı ortaya çıkıyor, öyleyse Tasavvufçular'a göre kalp psikolojik bir karakter arzetmektedir.
Bu konuda Şihâbüddîn Sühreverdî (V 632 H./1234 M.) şöyle der:
"Bil ki; Kabz'ın varlığı Nefs'in sıfatının ortaya çıkması ve sahibini kuşatmasındandır. Bast'ın meydana gelmesi ise kalbin sıfatının ortaya çıkması ve sahibini kuşatmasından dolayıdır." [268] Demek ki; Nefs gönlün ve zihnin daralmasına ve sıkılmasına, kalp de bu durumun ortadan kalkıp açılmasına ve neşelenmesine sebep olmaktadır.
Bâyezîd Bistâmî de (V. 234 H./848 M. veya 261 H./874 M.):
"Kalplerin kabzı, Nefs'lerin basandadır; kalplerin bastı da Nefs'lerin kabzındadır." demiştir. [269] Yani Nefs neşelenince kalp daralır, kalp neşelenince de Nefs sıkılır. Şu halde mutasavvıflara göre kalp ile Nefs zıt karakterlidir ve kalp psikolojik bir mâhiyet taşımaktadır.
Şihâbüddîn Sühreverdî'nin (V. 632 H./1234 M.) belirttiğine göre "Kulun duygu ve bilinç merkezi olan kalbinin, biri Nefs'e diğeri de ruha yönelik iki yüzü vardır. Ruha bakan tarafıyla ruhtan, Nefs'e bakan tarafıyla da Nefs'ten etkilenir. Nefs'in kalp üzerindeki olumsuz etkisi mutmainliğe erinceye kadar sürer. Sâlikin nefsi seyr-u sülük ile Mutmainne derecesine erdiği zaman artık Nefs de kalbe olumlu etkiler yapacağı için onu yönlendirmekten kurtulur ve sülûkü sona erer. Çünkü o, Nefs'in kötülüğü emreden isteklerine karşı mücadelede başarılı olmuş ve kendisini iyiliğe yönlendirir duruma getirmiştir. Böylece Nefs dizginlenince Cenâb-ı Hakk'ın buyruklarını yerine getirmeye koyulur. Kalp de Nefs'ten tarafa yönelerek oradan da iyi etkiler almaya başlar. Böylece müridlerin, taliplerin ve sâdıkların nefsi, kalp ile Nefs'in aralarındaki cins benzerliğinden dolayı kalp özelliği alır." [270]
Demek ki; bedende Nefs ile Ruh birbirleriyle mücadele halindedir. Bu çekişmenin sahne olduğu yer ise kalptir. Kalp bazen ruhun çağrılarının, bazen de Nefs'in isteklerinin etkisi altında kalmaktadır. [271]
Nefs-akıl ilişkisine de kısaca değinmek yerinde olacaktır. Nefs ile aklın aynı şeyler olup-olmadığı, Felsefeciler arasında tartışılagelmiştir. "Bir ayn'ın başka bir ayn'a dönüşmesinin mümkün olmadığı" ilkesinden hareketle Nefs'in akıl olması ve "akıl" adım alması sadece bir isim takmadan ibarettir. Hiçbir zaman Nefs cevheri akıl cevherine dönüşmez" görüşü ortaya konmuştur.
Ayrıca, "Nefs, ilk önce gayr-i mahsus şeyleri küllî olarak idrak etmesi yönünden "Akıl", bedenlerimizdeki etki gücü ve bedenlerimizle gösterdiği faaliyeti bakımından da "Nefs'tir" de denmiştir. Nefs ile akıl arasındaki fark ve görüş ayrılığı, bir Nefs'in diğer bir Nefs'ten veya bir aklın diğer bir akıldan daha güçlü ve daha şerefli, yüce ve üstün olmaları bakımındandır. Yoksa bunlardan biri mahsusâtı, diğeri ma'kûlâtı idrâk etmeye ait olmak açısından bir diğerinden ayrılmış değildir" görüşü Felsefeciler arasında hâkimdir. [272] Tasavvufî düşünce sisteminde ise akıl, iman ve ahlâk açısından gereklidir ve sahip olduğu bilgilere göre "fıtrî, hüccet ve tecrübî" gibi kısımlara ayrılır. Akıl insanı, yüce Allah'ın hoşnut olacağı şeylere, Nefs ise kişiyi hevâ ve heveslere ve sapıklığa çağırır. [273]
Sûfîlere göre kul için sürekli olarak biri akıldan, diğeri de Nefs'in hevâsından gelen iki türlü çağrı vardır. Aklın çağrısına uyan imâna ve tevhide ulaşır. Nefs'in hevâ ve heveslerinin davetine uyan kimse de sapıklığa ve küfre düşer. [274]
Nefs'in, insanı küfür ve sapıklığa düşürmek isterken tek başına hareket etmediği görülmektedir. Onun büyük bir yardımcısı, arkadaşı ve ortağı vardır: Şeytan.
Nefs, şeytanın arkadaşıdır ve özelliklerinde şeytana benzer. [275] Aynı zamanda Nefs, şeytanın insanın gönlündeki vekilidir. [276]
Nefs ve şeytan, insanoğlunun kalbine zaman zaman seslenişte bulunur. Buna "Hatır (çoğulu: Havâtır)" denir, Bu sesleniş Nefs tarafından gelirse, buna "Hevâcis"; şeytan tarafından gelirse "Visvâs (Vesvese)"adını alır. [277]
Cüneyd-i Bağdâdî'nin (V. 297 H./909 M.) dediğine göre Nefs'in hevâcisi ile şeytanın vesvesesi, birbirinden şöyle ayırdedilebilir: "Nefs senden birşey isterse bunda direnir, inat eder; bu hususta -çok zaman geçse bile- yine de istediğini elde edinceye kadar ısrar eder durur. Nefs'e karşı açtığın savaş ne kadar samimî bir biçimde sürerse sürsün, o da inadında ısrar eder. Şeytan ise seni bir günah işlemeye çağırır da sen de o işi yapmayarak ona karşı koyarsan, o da hemen başka bir günah işletmek için sana vesvese vermeye başlar. Çünkü dine aykırı tüm davranışlar şeytan için aynıdır, farketmez. Şeytanın amacı, seni günahlardan herhangi birine çağırmaktır. Özel olarak tek bir günahı işletmeye çalışmak onun amacı değildir. [278]
Şeytan, özellikle kötülüğü emredici bir Nefs'e sahip olan kişinin yanına gelerek ona birtakım vaadlerde bulunur, onu okşar, ona bâtılı telkin edip kötülüğü allayıp-pullayarak ona kötülüğü emreder, onu tûl-i emel [279] sahibi yapar. Bâtılı, seveceği ve kabul edeceği bir şekilde gösterir. Birtakım asılsız güvencelerle, helak edici şehvetlere ve birçok bâtıla düşmesi için ona destek olur. İradesinde ve nevasında [280] Nefs'e yardım eder. Nefs'in her türlü kötülüğü kabul etmesi işte bundandır. Nefs, hevâ kapısını şeytan ve onun askerlerine açarsa, onlar içeri girip bütün manevî, kutsal değerleri talan ederler. Şeytan Nefs-i Emmâre'nin dostudur. Mutmainneliğe ulaşan Nefs'in dostu ise meleklerdir. [281] Şeytan, insana her zaman kötülükleri iyi göstermeye çalışmaz. Bazen de iyi şeyleri, tavsiye eder. Şeytanın insanı hayır ve ibadete yönlendirip teşvik etmesi bile yalandır, buna kanmamak lâzımdır. Yoksa o insanı aldatır, kendi isteğine insanı bağlar. Bala zehir katan kişinin bu davranışı, bunun en güzel örneğidir. Şeytan da hayra şerri katar, şerbet gibi insana içirir. Hayır gibi gösterip şerri sunar, insanın nefsi de kişiyi sürekli Hakk'tan uzaklaştırma çabası içerisindedir. Onun için Nefs'in isteklerine geçit vermemek gerekir. [282]
Kur'an-ı Kerim'in bildirdiğine göre de şeytan, insan nefsine birtakım yalan vaadlerde bulunarak onu aldatır ve yoldan saptırır. [283] Bu nedenle kesinlikle şeytana uyulmamalıdır. Zira o, insana apaçık bir düşmandır. [284]
Sûfîler, Nefs'i şeytandan daha tehlikeli bir düşman olarak nitelendirmişlerdir. [285] Zira Nefs şeytanın vesvesine kulak vermese, onun vaadlerine kapılmasa; insan Hakyol'dan sapmaz, isyankâr bir kul olmazdı. [286]
Sözlük'te "Nefs'e hayat veren şey, Nefs, Kur'an, vahiy, Rûhu'1-Emîn ve Rûhu'1-Kuds: Cebrail (a.s.)" gibi anlamlara gelen [287] ve eski Arap şiirinde de "hafif esinti ve rüzgâr" gibi mânâlar ifade eden [288] Ruh ile Nefs terimlerinin aynı mı, yoksa farklı şeyler mi olduğu hususu üzerinde tartışılan konulardan biridir.
"Dilcilerden, Nefs ile Ruh'u aynı kabul edenler vardır. Bunlar, Nefs'in müennes, Ruh'un da müzekker oluşundan başka, aralarında bir fark görmezler.
Bunların dışındaki Dil bilginleri de şöyle derler:
"Ruh hayatın kendisine bağlı olduğu şey, Nefs de aklın bağlı olduğu şeydir. Kişi uyuduğunda onun nefsi alınır ama ruhu alınmaz. Ruh ölüm anından başka bir zamanda alınmaz." [289]
"Hayatın nefsi ruhtur, insanın hareket etmesi ve büyüyüp gelişmesi de onunla gerçekleşir." [290] diyenler de vardır.
Sadece gözüyle gördüğü ve beş duyu ile kavrayabildiğinden başka herhangi bir varlık tanımadıklarını söyleyen ve fizikötesi varlıkları tümüyle reddeden Materyalistler (Dehriyyûn) Allah'ı ve ruhu, deney alanına girmediği için inkâr ederler. [291] Bunlar, insanı yalnızca maddî bir varlık olarak ele alır, herşeyi maddî sebeplerle açıklamaya çalışırlar. Maddeci görüşü benimsemiş olanlara göre bu âlem sadece maddeden ibaret olup, burada ruha yer yoktur. Yani ruh diye birşey yoktur. [292]
Ruhu yok sayanları bir kenara bırakacak olursak, ruhun varlığını kabul edenlerin de birbirinden çok farklı gruplara ayrıldıklarını görürüz.
Bunlardan bir bölümü, ruhun var olabilmesi ve varlığını hissettirmesi için bedenin varlığını zorunlu görerek, bedenin ölümünden sonra ruhun varlığını ve yaşantısını sürdüremeyeceğini savunmaktadırlar. Ruhun "kokma ve çürümeden uzak saf kan" ve "tabiî sıcaklık" olduğunu ileri sürerek ruhu hayattan ibaret sayan Tabiatçılar (Natüralistler) [293], doğrudan doğruya deneyle elde edilemeyen her türlü bilgiyi teolojik veya metafizik, hayal mahsulü sayan hemen hemen tüm Pozitivistler [294] ve bunların etkisi altında kalan düşünürler ruhun bekâsını kabul etmemişlerdir. Ölümle herşeyin bittiğine inanan bu fikir sahiplerine göre ölümden sonrası sırf yokluktur.[295]
Ruhun hakikatinin ve mâhiyetinin ne olduğu konusunda görüş bildiren bilginleri, temelde, ruhun tecerrûdünü (soyut bir varlık olduğunu) kabul etmeyip somut olduğunu söyleyenler ve ruhun soyut bir varlık olduğunu söyleyenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.
Ruhun tecerrûdünü (soyutluğunu) kabul etmeyip, onun somut olduğunu savunanlardan, ruhun bir "atom" olduğunu; "bedende dolaşan, ayrışmayan ve bozulmayan cisimlerden" [296] ibaret olduğunu; onun kalpte, dimağda ve ciğerde olmak üzere üç kuvvet" [297] olduğunu; ruhun "rûh-u hayvanı, rûh-u tabiî ve rüh-u insanîden oluşan bir toplam" olduğunu; "İnsanın sadece bedenden ibaret olup bunun ötesinde birşey olmadığını", dolayısıyla ruhun bedenden ibaret olduğunu; ruhun "sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktan oluşan dört unsurun dengeli bir şekilde bileşiminden" ibaret olduğunu; onun "saf kan" olduğunu; ruhun "havadan, yani soluktan" ibarei olduğunu ileri sürenler olmakla birlikte ruha ilişkin söylenenlerin en iyisi olan görüş şudur:
"Ruh mâhiyet itibariyle beden denen özel cesede benzemeyen ve gülsuyunun gülde, zeytinyağının zeytin tanesinde ve ateşin köz halindeki kömürde yayıldığı gibi, bedene yayılan ve hayatla bizzat vasıflanan, nurânî, ulvî, hareket ettirici, latîf ve şeffaf bir cisimden ibarettir. Çözülme ve parçalara ayrılmayı kabul etmez. Beden ruhla birleşmeye elverişli olduğu sürece onunla birleşir, ona hayat verir. Bu denge bozulduğu zaman da hayat kesilir ve ölüm meydana gelir, yani ruh bedeni terk eder." [298]
Ruhun soyut bir kavram olduğunu söyleyenler ise, onun doğrudan doğruya kalple ve kalp aracılığıyla da bedenle ilgisinin olduğunu söylemektedirler. [299]
İlk dönem İslâm âlimleri, ruhu, insan şeklinde, cismânî bir varlık olarak düşünmüşlerdir. Örneğin Abdullah b. Abbas'ın (V. 68 H./687 M.)' "Ruh, şekilleri insanoğlunun şeklinde olan, Allah'ın yarattığı mahlûklardan biridir. Gökten inen her melek mutlaka beraberinde bir ruhla iner" [300] dediği rivayet edilmiştir.
Ebu Salih: "Ruh, insanlardan olmadığı halde, insan şeklinde olan bir varlıktır" demiştir. [301]
Mücâhid (V. 100 H./718 M,) ise:
Ruh, meleklerden olmadığı halde, insan şeklinde, eli, ayağı ve başı bulunan, yemek yiyen bir yaratıktır" demiştir.[302]
Gazzâlî ise Aristo gibi [303] ruhun soyut olduğuna, cismânî olmadığına, araz olmayıp manevî bir cevher ve a'yan olduğuna kanaat getirmiştir. [304]
Gazzâlî'ye göre ruh iki ayrı mânâya gelir:
Birincisi: Kaynağı, cismânî kalbin boşluğunda bulunan latîf bir cisimdir ve damarlar aracılığıyla bedenin her yanına yayılır. Görmek, koku almak, işitmek, v.b. duyularla hayat nurunun organlara akması, odanın köşelerinde dolaştırılan lâmbadaki ışığın o köşeleri aydınlatmasına benzer. Tıp bilginleri "ruh" dedikleri zaman bu mânâyı kastederler ki; kalp hararetinin yaktığı latîf bir "buhar" demektir.
İkinci mânâ: Ruh, insanın görülmeyan, idrak edici ve bilici olan bir parçasıdır. Gazzâlfnin "ruh" sözcüğüyle kastettiği asıl mânâ, bu ikinci mânâdır. [305]
Gazzâlî'ye göre ruh kadîm, ezelî değil; hadis, sonradan olma; mahlûk (yaratılmış) ve ölümsüzdür. [306]
Sûfîlerden Ebu Saîd Harrâz'a da (V 297 H./892 M.):
"Ruh mahlûk mudur?" diye sorulduğunda:
"Evet, mahlûktur. Eğer öyle olmasaydı, "Elest Bezmi'nde kendisine yöneltilen Allah'ın Rab oluşunu kabul etmezdi. Kaldı ki; bedenlerin kendisiyle ayakta durduğu ve hayat ismini almaya hak kazandığı ruh, "Belâ (Evet)! Sen bizim Rabb'imizsin" [307] demiştir" cevabım vermiştir. [308]
“ İslâm inancına göre, mahlûk olan ruh, bedenden önce yaratılmıştır. Bu konuda İbn Abdullah İskenderî şöyle der:
, "Allâh’ü Teâlâ, ruhları cesetlerden önce yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın:
"Sizi (ruhlarınızı) yarattık, sonra da size şekil verdik (cesetlerinizi yarattık)" [309] âyet-i celîlesindeki ifadesi buna işaret etmektedir. [310]
Kur'ân-ı Kerîm'de insanoğluna ruh bilgisinden çok az birşey verildiği [311], dolayısıyla da ruhun varlığı bilinmekle birlikte hakikatinin kavranamayacağı bildirilmektedir.
Kur'an'ın 20 kadar yerinde geçen ruh [312] kelimesi, "Rûh, Rûhu'l-Kuds ve er-Rûh" biçiminde ve daima tekil olarak yer alır, Ruh'un çoğul kullanılışına rastlanmaz.
Kur'ân-ı Kerîm'de ruh, "kalplere hayat veren vahiy ve Allah'ın öğrettiği hikmet" [313];
"Kuvvet, sebat, dayanma gücü" [314];
"Meryem'e çocuk üflemek üzere gönderilen melek (Cebrail)" [315];
"Hz. Peygamber'e vahiy getiren melek (Cebrail)"[316];
"Yahudiler'in, Hz. Peygamber'den sordukları, Allah'ın emir âleminden olduğu bildirilen ve mâhiyeti kavranamayan ruh" [317] ve
"Allâhü Teâlâ'nın melek aracılığıyla üflediği hayat soluğu" [318] gibi anlamlara gelmektedir.
Kur'an'daki ruhun manevî bir varlık olduğu anlaşılmaktadır. Beden yaratılınca, kendisinden bedene üflenen ve "Rûhu'l Kuds"ün vahiy getiren melek olduğu dikkate alınınca, ruhun Allah ile insan arasında "var olmak ve bilmek” açısından aracı bir melek olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an'daki "Rûh" kelimesi, asla Tanrı ve insan yerine geçmemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in indirilişinden sonra "Ruh" ile "Nefs" kelimelerinin aynı mânâyı aldıkları ve her ikisinin de "insan ruhu, melek ve cinleri" ifade etmeye başladığı görülmektedir. [319]
İbn Hazm (V. 456 H./1063 M.); "Nefs ve Ruh, tek birşeye verilen eş anlamlı iki isimdir ve o ikisinin mânâsı aynıdır" demiştir. [320]
Bazı âlimler de:
"Ruh, bedene hayat veren hoş bir rüzgâr (nefes, soluk); Nefs ise hareket, sakinlik ve arzuların kaynağı olan sıcak bir rüzgârdır" demişlerdir. [321]
Elmalılı (1924 M.) da; "İnsan nefsi, hisseden ve hissedilen her iki özelliğiyle "ben" dediği zât ve hakikatidir. Yalnız idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir" demektedir. [322]
Hadisçiler, Fıkıhçılar ve Tasavvufçular'ın az bir bölümü, Ruh'un "Nefs" olmadığını ileri sürmüştür. [323] Ruh ve Nefs'in birbirinden farklı şeyler olduğunu savunan âlimler, Ruh ve Nefs'in ne olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:
Bazıları Nefs'in ateşli çamurdan, Ruh'un ise ruhanî nurdan ibaret olduğunu belirtmişlerdir.
Bir bölümü de "Ruh ilâhî bir varlıktır. Nefs ise insanî bir varlıktır. İnsanlar nefsleriyle denenirler" demiştir.
Nakilciler ise şöyle demişlerdir:
"Ruh Nefs, Nefs de Ruh değildir. Nefs'in kıvamı Ruh'a bağlıdır. Nefs kulun sureti, görüntüsüdür. Nefs'in yapısına hevâ, şehvet ve kötülüğe eğilim karışmıştır, insanoğluna nefsinden daha düşman birşey yoktur. Nefs dünyadan başkasını istemez. Dünya da, yalnızca Nefs'i arzular. Şeytan da Nefs'e ve hevâya uyar. Melek, akıl ve Ruh ile birliktedir. Yüce Allah, ilham ve yardımla, akıl ve Ruh'u korur." [324]
Görülüyor ki; Nefs ile Ruh'un birbirinden ayrı şeyler olduğunu söyleyenler bile bu farklılığı hep sıfatlar yönünden açıklayabilmektedirler. Öyleyse Nefs ile Ruh arasındaki fark, zâtla ilgili olmayıp, sadece sıfat ve özellikler yönündendir. Aslında Nefs ile Ruh aynı varlıklardır.
Nitekim Tehânevî (V 1158 H./1745 M.), cesetle tayy-i mekân[325], gaybı bümek, v.b. gibi ruhî izler ortaya çıkınca, Nefs'e "Ruh" adının verildiğini[326] bildiriyor.
Aslına bakılırsa ruha bazen Nefs adının verilmesinin nedeni, ruhun bedene taalluk etmesi ve bedenin örtüleriyle bürünmesi itibariyle-dir.[327]
^ îslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Nefs ve Ruh aynı şeylerT dir.[328] Nitekim "Insan-ı Kâmil" adlı eserin sahibi Azîzüddîn Nesefî (V 681 H./1282 M.) de, Nefs'in hakikatinin Ruh'tan başka birşey olmadığını söyler.[329]
Tasavvuf ehli sûfîler, ruhta ilahî bir mâhiyet aramışlardır. İlahî cevher olan ruh sayesinde insan yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaya hak kazanmıştır.
Sûfîlerin büyük çoğunluğu, "Ruh, bedene hayat veren bir mânâdır" diye görüş birliğine varmışlardır.[330]
Ebu Abdullah Nebâcî: "Ruh, duyu organlarıyla bilinemeyecek kadar latîf ve dokunulamayacak kadar üstün bir cisimdir. "Ruh vardır" demekten başka bu konuda birşey söylenemez" demiş[331] ve bu nedenle de ruhun zât ve hakikati konusunda fikir ileri sürmek Tasavvuf çevrelerinde pek hoş karşılanmamıştır. Nitekim Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) (V 297 H./909 M.) der ki:
"Ruh, mahiyeti ve hakikati hakkında bilgiyi Allahü Teâlâ'nın kendine has kıldığı bir konudur, Bu hususta verilen bilgilerin dışında konuşmak ve birşeyler söylemek doğru olmaz."[332]
Buna rağmen yine de Ruh'un mâhiyeti hakkında görüş bildiren mutasavvıflar vardır. Ama onlar, Nefs'in zât ve hakikatinden çok, onun sıfat ve özelliklerinden sözetmişlerdir.
Sûfîlere göre Nefs, şu beden kalıbına verilmiş olan ve kötü huyların yeri olan bir latîfe (sır)dir. Nitekim Ruh da şu b eden kalıbına verilen ve güzel huyların yeri olan bir latîfe (sır, manevî cevher)dir. Şekil ve görüntü (suret) bakımından Nefs ve Ruh'un latîf cisimlerden oluşu, melek ve şeytanın latîf oluş özelliklerine benzer.[333]
"Nasıl ki, âlemde şeytan-melek, Cehennem-Cennet varsa, (ve bunlar gözlerimizle görülüp duyu organlarımızla hissedilemiyprsa); tıpkı o şekilde Nefs ile Ruh'un her ikisi de kalıba ve bedene verilmiş latifelerdendir. Ama biri (Nefs) şer mahalli, öbürü (Ruh) hayır mahallidir. Aynen gözün görme, kulağın duyma ve dilin de tadma mahalli olduğu gibi... İnsan bedenine verilmiş bulunan diğer ayn (varlık) ve özellikler için de durum böyledir."[334]
^ "Ehl-i hakikate göre en kâmil insanın bileşimi, üç mânâdan oluşur: Birincisi Ruh, ikincisi Nefs ve üçüncüsü de bedendir. Bunlardan her ayn ve varlık için bir sıfat var olup, bu sıfat onunla kâim olur. Ruhun akıl, Nefs'in hevâ, bedenin de his sıfatı vardır.
Letafet bakımından Ruh, Cennet makamında; helake ve sıkıntıya neden olma yönünden Nefs, Cehennem yerinde ve beden de (bu ikisinin arasında bulunan) Arasat mahallindedir.
Mü'minin ruhu ma'rifet nurundan, nefsi de dalâlet perdesindendir. Kul, dünyada Nefs'ten kurtulup temeli ruh olan iradenin gerçekleştirilmesine ulaşamazsa, hiç kuşkusuz ki; o ma'rifet ve kurbetin (Allah'a yakın olma) hakikatine ulaşamaz."[335]
Nefs-Ruh ilişkisi konusunda Mevlânâ Celaleddin Rûmî (V. 673 H./1273 M.) ilginç bir yaklaşım sergilemekte ve şöyle demektedir:
"Nefs başka, Ruh başkadır. Görmez misin ki; Nefs uykuda nerelere gider; oysa Ruh tendedir. Ama Nefs döner, başka birşey olur. Bu nedenle İmam Ali (k.v.): "Nefsini bilen Rabb'ini bilir" sözünü o Nefs için söyledi; Ruh için söylemedi."[336]
Yaşar Nuri Öztürk de konuyla ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: . "Kur'an, insandan söz ederken iki ifade kullanmaktadır: İnsan topraktan yaratılmıştır ve insan Allah'tan bir nefha (üfleme) taşımaktadır. Sûfîlerin Nefs anlayışlarıyla Kur'an'm bu insan anlayışım birlikte düşünürsek; Ruh'a, insanın Allah'tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, Nefs'e de toprak kaynaklı vasıflarının tümü. demek mümkün olur kanaatinde-
yiz."[337]
Nefs ve Ruh arasındaki ayırımın zât, mahiyet ve hakikat açısından değil, sadece sıfat ve özellikler yönünden yapıldığı anlaşılıyor. Yani Nefs ile Ruh aynı cevherdir. Ancak Nefs kötü huy, davranış ve özelliklerin, Ruh da güzel ve övülmüş vasıfların yeridir. Bu itibarla, Ruh terbiye edilmiş Nefs, Nefs ise terbiye edilmemiş Ruh'tur, denilebilir.
Nefs'in kalp, akıl, şeytan ve ruh ile olan ilişkisini böyle'ce ortaya koyduktan sonra, konunun daha iyi anlaşılması açısından Mutasavvıflar'a göre insanda bulunan dört türlü Nefs'e işaret edip; Tasavvufî anlamdaki Nefs'in sıfat ve özelliklerine geçmek uygun olacaktır. Tasavvufçular'a göre insanda dört türlü Nefs vardır:
1- Nefs-i Tabiî: İnsan vücudunun parçalarını bir arada tutan ve birbirinden ayrılmasına engel olan kuvvet.
2- Nefs-i Nebatî: İnsanın bedenen büyümesi, beslenmesi ve gelişmesini sağlayan bitkisel kuvvet.
3- Nefs-i Hayvanı: insanın iradesiyle his ve hareket etmesini sağlayan bir kuvvet olup, zahirî ve bâtınî bütün duyu organlarının hepsi bu kuvvetin hizmetçileri durumundadır. Görme, işitme, tadma, şehvet, v.b. gibi.
4- Nefs-i insanî: Nefs-i Natıka, Ruh ve madde bileşiminden oluşan soyut bir cevherdir. Bedende esas hâkim güç olan insanî Nefs, Hayvanı Nefs'in destek ve yardımıyla vücut organları üzerinde etkinlik kurar. İnsanî Nefs, Hayvanı Nefs'e üstün geldiği sürece insan, kemâl sahibi olgun bir kişi olur. Tasavvufta ana amaç, ilk üç tür nefsin egemenliğinden kurtularak onları denetim altına alıp, Ruh adı da verilen bu son Nefs çeşidine ulaşmaktır.
Demek ki; Tasavvufî düşüncede Nefs, bedende his, hareket, hayat ve irade gücünü taşıyan, latîf ve uçucu bir cevherdir. Buna Rûh-i Hayvanî de denir. [338]
Tasavvuf literatüründe yukarıdaki gibi bir anlama sahip olan Nefs'in kendine has birtakım sıfat ve özellikleri vardır. Seyr-u sülük esnasında ruhî özelliklerin nefsî özelliklere galip gelebilmesi için Nefs'in sıfat ve özelliklerini iyi tanımak gerekmektedir. Tasavvuf ehlinin Ahkâmü'n-Nefs (Nefs'in hükümleri) veya Cünûdü'n-Nefs (Nefs'in askerleri) diye niteledikleri bu sıfat ve özelliklerin başlıcaları şunlardır:
Şehvet: Canın çektiği, arzuladığı, şiddetle hoşlandığı şey; yeme, içme ve cinsel arzularda ölçüyü aşan istek [339] demek olan şehvet, Nefs'in en açık sıfatıdır. Şehvet insanoğlunun bütün parçacıklarında ve organlarında dağılmış olarak bulunan bir mânâdır. Bütün organlar, hevâ için giriş kapılarıdır. Kul, bunların hepsini korumakla yükümlüdür. [340] Şehvet insanı yoldan saptırıcı özellikte olduğu için Kur'an'da da ona uyulmaması gerektiği ifade edilmiştir. [341]
Gazap: Kanın intikam hırsıyla köpürmesi, öfke, kızgınlık gibi mânâlara gelen gazap da, Mutasavvıflarda şehvetle birlikte Nefs'in sıfatları arasında sayılmıştır. [342] Faziletlerin ve kötü hallerin büyük bir bölümü, insandaki "Tahayyül, şehvet ve gazap" kuvvelerinden doğmaktadır. Bu üç kuvve, Nefs'in görüntüleri ve değişmez huylarıdır. [343]
Hevâ: Nefs'in, tabiatının gereği şehvete meyletmesi [344] demek olan hevâ, Kur'an-ı Kerim'de en yıkıcı belalardan biri kabul edilmiş ve tehlikelerine işaret edilmiştir. Bu nedenle de ondan kaçınılması gerektiği öğütlenmiştir. [345]
Hevâ Nefs'i etkileyerek onu itekleyen, onu kötü yola doğru yönlendirip yöneten, insan tabiatının istek ve arzusudur. [346] Hevâ, Nefs'in ruhudur ve onda yerleşmiştir. Hevâya uymak bir ayıp ve kusur sayılır.[347] îhsânı bozan şey, Nefs'in ve hevânın kötü istekleri, hileleri ve kalp üzerindeki egemenliğinde bulunan kötü arzularıdır. Ne zaman Nefs hevâsıyla kalp üzerinde hâkimiyet kurarsa, o zaman âmeli bozar, amelin meyvelerim heder eder ve ruhsuz bir suret, meyvesiz bir ağaç haline getirir. [348]
Kihir ve Ucub:
Kibir, büyüklenme, kendini büyük görme, başkalarını küçük görme, alçak gönüllü olmama [349]; Ucub da kendini beğenme ve şımarma [350] demektir. Kibir ve ucbun tipik örneği Kar’an'dur. Kur'an-ı Kerîm onun hikayesine geniş yer verir ve onun kötü sonunu gözler önüne serer. [351] Fahr (övünmek), ferah ve merah (taşkınlık) gibi kelimelerle de ifade edilen kibirden insanoğlu sakındırılır. [352] Ayrıca kibir ve ucbun karşıtı olan tevazu, alçakgönüllülük tavsiye edilmiştir. [353] Nefs'in; insanlar arasında şerefli birisi olmaya çok arzu etme, kendini beğenme, başka insanlara karşı kendinin daha iyi ve faziletli olduğu vehmine kapılma ve kendisinin seçkin ve doğru birisi olduğuna inanma gibi birtakım özellik ve hileleri vardır. [354] Şeytanla ortak hareket ederek insanı yoldan çıkaran Nefs'in, kendini beğenme duygusuna bağlı olarak beylik, mevkî ve makam sahibi olmak gibi istekleri vardır. [355] Nefs, kibir ve ucba kapılarak kendisinin bir değeri bulunduğuna ve başkaları tarafından kıymetinin bilinmesi gerektiği kanısına kapılır. Bundan dolayı bu kendini beğenme hastalığı gizli şirk sayılmıştır. [356] Kibir ve ucbun sonucu olarak Nefs, riyakârlığa kapılır ki; bu gösteriş arzusu da Nefs'e tapma olarak nitelendirilmiştir. [357] Gönlün âfeti kendini beğenme, dinin âfeti riya ve İslâm'ın âfeti de hevâ olarak belirtilmiştir. [358] Kendini beğenme kalbi köreltir. Öyle ki; kendini beğenen kimse kendisini, kötü olduğu halde iyi, helak olduğu halde kurtuluşa ermiş ve yanlış iş yaptığı halde iyi yapmış görür. Kendini beğenen kişi, uyanık olduğu halde gaflete dalmaya başlar. Günah ve hatalarını bildiği halde bunları küçük görür ve çoğunu da unutur. Bu günah ve hataların çoğu, onun gözünü bürür ve bunların günah olmadığını sanmava baslar. [359]
Serdife ve Katı Kalplilik:
Yumuşaklık (lîn) ve nezaketin zıddı olan sertlik (huşunet), katı kalplilik ve duygusuzluk demek olan kasvet ve gılzat da [360] Nefs'in sıfatlarındandır.
Kur'an-ı Kerîm, sertliği, yumuşaklığı övmek suretiyle dolaylı yönden kötülemiştir. Kur'an'a göre yumuşaklık Allah'ın bir rahmetidir. [361] Kalp katılığı ise Yahudiler'in özelliklerindendir ve kesinlikle bundan kaçınılmalıdır. [362] İncelik ve merhamet sahibi, nazik ve yumuşak huylu olunmalıdır. Çünkü yumuşak kalplilikte Allah'a ve ahiret yurduna yönelmek, Allah'ın emri üzere uyanık bulunmak ve O'nun nimet ve cezası üzerinde düşünmek vardır. Katı kalplilikte ise bunlardan yüzçevirme ve uzun süreli gaflet özellikleri bulunur. [363]
Alaycılık-Hafiflik ve Açgözlülük-Hırs:
Gizli ve açık alay (mezh ve hüzüv, istihza), hafif davranış ile açgözlü ve hırslı olmak da Nefs'in sıfatlarındandır. Kur'an-ı Kerim alay etmemek gerektiği hususunda çok titiz davranmış ve bu konuya başlı başına bir sûre ayırmıştır. [364] Ayrıca Nefs'in hırsından kaçınmak gerektiğini, [365] bununla birlikte insan nefsinin hırsa meyilli olduğunu [366] bildirmektedir. Nefs'in tüm özellikleri, şu iki mânâda yatar Hafiflik ve açgözlülük. Hafiflik cahillikten, açgözlülük de hırstan doğar ve bu iki özellik Nefs'in fıtratından kaynaklanır. [367] Nefs öyle hırslıdır ki; istediği şeyler verilse bile daha başkalarını ister. Ömer b. Abdülaziz (V 101 H./720 M.): "Benim şu nefsim çok hırslıdır. Ona dünyalık birşey vermeye göreyim, hemen ondan daha üstününü ister. Ondan daha üstün birşey bulunmayan Halifeliği ona verdiğim halde daha üstününü istedi" [368] diyor.
Kin ve Haset:
Kin ve bunun sonucu olan intikam hırsı ile çekememezlik de Nefs'in sıfatlarındandır. [369] Kur'an-ı Kerîm'de kini ortadan kaldıran affedicilik övülmüş ve affı benimsemek tavsiye edilmiştir. [370] Kin ile din bir arada bulunmaz. Ayrıca haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden de Allah'a sığınmak önerilmiştir. [371]
Boş ve Gereksiz Konuşma (Lağv): Boş yere, çokça ve gereksiz gevezelik de, içinde çirkin ve yalan söz çok olabileceğinden hoş görülmeyen, Nefs'in sıfatlarındandır. [372] Çok sözün yalansız olmayacağına dâir atasözü de buna işaret etmektedir. Kur'an'da, mü'minlerin boş, faydasız, çirkin ve gereksiz sözlerden kaçınacakları [373] belirtiliyor.
Cimrilik'. Cömertliğin zıddı olan eli sıkı ve cimri olmak da Nefs'in özelliklerindendir. [374] Kur'an'da da Nefs'in cimri olduğu, insana bolluk erişince cimrileşeceği ve bu cimrilikten sakınılması gerektiği; [375] kulun sevdiği şeylerden bol bol bağışlamadıkça kurtuluşa eremeyeceği [376] ifade edilmektedir. Cimrilik, insanın mayasındaki çamur fıtratının bir gereğidir. [377]
Zulüm: Nefs'in en yıkıcı sıfatı olan [378] ve "karanlık, ışıksızlık" anlamındaki "zulmet" ile aynı kökten gelen [379] zulüm, Kur'an'da kötülük, küfür ve şirk anlamında kullanılmakta, [380] zulümle değil adaletle hükmetmek gerektiği [381] ve Allahü Teâlâ'nın asla zâlim olmadığı [382] vurgulanıyor ve Allah adına yalan söylemek de en büyük zulüm olarak nitelendiriliyor. [383]
İhanet ve Aldattcıhk: Kur'an-ı Kerîm'de döneklik edilmemesi buyurulan ve yerilen [384] bu huylar da Nefs'in sıfatlarındandır. [385]
Hakîm Tirmizî, "Müridlere Tavsiyeler" bölümünde; Allah'a ulaşmak amacıyla yola çıkan müride, kendisini aldatan pis bir nefsin ilişeceğini, onun da nefsin oyununa gelerek aldatılabileceğini, Yüce Rabb'ine giden yolculuğu sırasında onu (bedeni) çürümüş bir ölü haline getiren baş düşmanı Nefs'in ona gelerek onu etkisi altına alacağını, onu türlü hilelerle aldatmaya çalışacağını, nefsinin kötü isteklerini ona süslü göstereceğini ve müridin de oyuna gelerek bunlara kanabileceğini dile getirmektedir. [386] Nefs, her türlü kötü şeyi yapmaya teşvik ederek kulu saptırmaya çalışır ve bu kötülükleri süslü gösterir. Birtakım zorluklarla karıştırmak suretiyle de her türlü iyi işten alıkoymaya çalışır. [387] Dönek olan Nefs, insanı aldatmak için vesvese verir. Nefs'in vesvesesi ise günahların en kötüsüdür. [388] İnsanı aldatmak için her yolu deneyen [389] Nefs, çok zor kontrol edilir. Bu konuda Ebubekir Tamestânî (V. 340 H./951 M.) şöyle der:
"Nefs yangın gibidir; bir yerden söndürülür, başka bir yerden alevlenir. Nefs de böyledir; bir yandan sakinleşir, başka bir yândan başkaldırır." [390] Zira Nefs, hareket üzere yaratılmış ve sükûn üzere emrolunmuştur. [391]
Nefs, kötü huyların ve şerrin kaynağıdır:
Nefs'te, insandan ortaya çıkan kötü huy, davranış ve şerrin nedeni oları gizli bir cevher vardır. [392] Bâyezid Bistâmî (V. 261 H./874 M.):
"Nefs, bâtıl olandan başka birşeyle sükûn bulmayan bir özelliğe sahiptir" demiştir. [393] Şerrin kaynağı olan Nefs, sahip olduğu kötü huyları zamanla itiyat ve alışkanlık haline getirir, itiyat haline getirdiği bu alışkanlıklar onun tabiatı olur ve kolay kolay değiştirilemez duruma gelir. [394] Belli bir süre sonra da edepsizleşir. İbn Atâ: "Nefs, yapısı gereği edepsizdir. Oysa kul, sürekti edebe uymakla yükümlüdür.. Nefs, yaratılışı gereği muhalefet meydanında cirit arar; kul, harcadığı çabayla Nefs'in, kötü isteklerine ulaşmasını engeller. Nefsinin yularını salıveren kişi her türlü kötü işinde onun ortağı olur" [395] demiştir.
Allah'ın emirlerine uymak Nefs'e ağır gelir:
Allahü Teâlâ, kullarını, "günahlarını bağışlamak için iyi ameller işlemeye" çağırır; [396] onları "esenlik yurduna davet eder" [397] ve bunlara ulaşabilmek için de "insanları yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasulü'nün çağrısına koşmaya" [398] davet etmektedir. Allah'a ulaşılınca kalp, ruh ve Nefs hayat bulur. Ancak Nefs, -içinde şehvetleri terk ve hevâdan uzaklaşmak bulunduğundan- Allah ve Rasulü'nün çağrısına uymanın ne kadar zor ve ağır olduğunu bilir. [399] Bu nedenle de güzel ahlâkı kolay kolay kabullenip benimseyemez. Amelleri yerine getirse bile güzel ahlâka uymakta güçlük çeker. [400] Hele hele ihlâs ve samimiyetle kulluk etmek ise, Nefs'e en zor gelen şeydir. Sehl b. Abdullah Tüsterî'ye (V 283 H./896 M.):
"Nefs'e en ağır gelen şey nedir?" diye sorulunca:
"İhlâstır. Çünkü Nefs'in ihlâsta en küçük bir nasibi yoktur" karşılığını vermiştir. [401] Bu nedenle de Nefs, iyi işlerden pek hoşlanmaz. Bunun için Nefs'in hoşnut olmadığı işleri yapmaya özen göstermek gerekmektedir. Zira Ömer b. Abdülaziz'in (V 101 H./720 M.) dediğine göre, amellerin en faziletlisi, nefsterin ondan hiç hoşlanmadığı işlerdir. [402]
Nefs, Allah ile kul arasında bir perdedir:
Mutasavvıfların tümü şu görüşte birleşmişlerdir:
"Nefs, kul ile Allah arasında bir perdedir. Kul, bu perdeyi yırtmadıkça Allah'a ulaşamaz." [403] Ebubekir Tamestânî (V 340 H./951 M.) de:
"En büyük nimet, Nefs'ten çıkıp uzaklaşmaktır. Nefs, seninle Allâhü Teâlâ arasında bulunan perdelerin en büyüğüdür" demiştir. [404]
Nefs'in nazlarının manevî yükselişe engel olduğunu bildiren Cafer b. Nasr der ki:
"Nefs'ten zevk alan bir kul, Allah ile olan muamelesinden bir haz duyamaz. Çünkü hakikat ehli kimseler, Allah'a giden yollarını nefsânî bağlar kesmeden önce, bu tür bağları koparıp atmışlardır. "[405]
Nefs, örtü ve perde mahallidir, hakikat ise keşf mahallidir. Perde arkasında, sakin ve rahat olan bir mürid, asla keşf haline sahip olamaz. Demek ki; hakikatlerin idrak edilmesi, tabiatların alışık oldukları şeylerden yüzçevirmeye bağlıdır. [406]
Nefs'in sıfat ve özelliklerini böylece belirttikten sonra, onun sıfatlarını özet bir şekilde veren aşağıdaki bilgiyi de sunarak araştırmamızın ilk bölümünün bitimine gelmiş oluyoruz:
Nefs, nitelik bakımından birbirinden farklı dört ayrı sıfata düşkündür:
1- Rabb'lik Sıfatları: Kibir, zorlama, övülmeyi sevme, büyüklük ve zenginlik gibi.
2- Şeytanların Huyları: Aldatma, hilecilik, haset ve gazap gibi.
3- Hayvanların Tabiatları: Yeme, içme ve cinsel ilişkiden hoşlanma gibi tabiatlar.
4- Kulluk özellikleri: Allah korkusu, alçakgönüllülük ve kendini küçük görme gibi vasıflardır. [407]
Hakk'a ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevî ve ruhî yolculuk olarak tanımlanabilecek olan seyr-u sülük, [408] Nefs'i Ruh'un emrine verme hareketi olarak da algılanabilir. Eğer insanın iç ve dış dünyasında bir birlik olmazsa, sâlik birden nefsine hakim olamadığından; bazen Ruh, bazen de Nefs üstünlük kurar. [409] Aslında bu hâkimiyet savaşı, insanın Allah'a ulaşmasına engel olan, onu özüne yabancılaştıran her türlü bağdan kurtulup gerçek özgürlüğe ulaşabilme çabasıdır.
İnsan nefsinin, Nefs'e ait özelliklerden kurtarılıp güzel bir ruh durumuna gelmesi için yapılan seyr-u sülükte, aşağıdan yukarıya doğru gidildikçe mükemmellik kazanan Nefs'in yedi şekli ve tavrı vardır ki; Tasavvuf ehli buna "Atvâr-ı Seb'a" adını vermişler ve sırf bu konuya ilişkin risaleler ve eserler kaleme almışlardır. [410]
"Seyr ilallâh, seyr alettâh, seyr billâh, seyr anillâh, seyr fillâh, seyr maallâh ve seyr lillâh" adı ile yedi manevi yolculuğa ayrılan [411] Atvâr-ı Seb'a, kötüden iyiye, basitten mükemmele doğru giden bir tabakalaşma ve aşama gösterir. Bu nedenle sülûkün bu evreleri, Tasavvuf kitaplarında "Nefs'in Mertebeleri" adını da almıştır.
Bu tabakaların ve aşamaların her birinin kendine ait kuralları vardır, örneğin sâlik, seyr-u sülükteki davranışlarında, Nefs-i Mutmainne'ye erinceye kadar dosdoğru olmak zorundadır. Nefs'in itmi'nâna ermesi ve kötülüğü emreden özelliğinden kurtularak sahibini iyiliğe yönlendirmeye başlaması, yaratılışından beri kendisiyle beraber bulunan kuruluk ve soğukluğun, ondan sökülüp alınmasıyla anlaşılır. Böylece ibadetlere yönelmeye ve onlara sarılmaya başlar. Nefs'ten kuruluk kalkınca kendisine ulaşan ve yansıyan Ruh'un sıcaklığı ile yumuşar. [412]
Şimdi, Nefs'in bu evrelerini ve mertebelerini görelim: [413]
Nefs'in ilk mertebesi olan Nefs-i Emmâre Kur'an-ı Kerîm'de;
"...Muhakkak ki Nefs, daima kötülüğü emredicidir..." [414] biçiminde geçmektedir.
Nefs-i Emmâre, bedenin doğal isteklerine meyleden Nefs'tir. Bu Nefs, dünyevî lezzetleri ve hissî şehvetleri emreder ve kalbi, alçak, aşağılık yöne doğru çeker. Bu tür Nefs, tüm şerrin barınağı, kötü huyların kaynağıdır. Nefs, kötülüklere karşı koymayı terk eder, şehevî isteklere ve şeytanın çağrılarına kulak verip itaat ederse, buna Nefs-i Emmâre denir. [415]
Hayvanî lezzetlere düşkünlük ve Allah'ın buyruk ve yasaklarına bağlı kalmama açısından şehvanî tabiatın gereketirdiği şeyleri yapması nedeniyle "kötülüğü emredici" vasfını alan [416] Nefs, ilk ortaya çıkışından beri şu görünür dünya ile içli-dışlı olmuş, bundan tad almıştır. Bu açıdan Nefs'in soyut, ilahi âleme yönelmesi pek az gerçekleşir. Bu ancak kâmil insanlara özgü bir ayrıcalıktır. Bu durum onlarda bile pek seyrek gerçekleşir. Şu durumda, insan nefsinin cismânî âlemin çekiciliğine kapılıp ona meyletmesi daha çok olduğu için "kötülüğü emredici" denilmiştir. [417]
Kötülük duygusu Nefs'te gizlidir. Nefs, kötü ameller işlemek, hoş olmayan işler yapmak ister. Allah kulu nefsiyle başbaşa bırakırsa, nefsindeki şer ve bu şerre neden olan kötü ameller onu helake doğru sürükler. [418] Bu konuya açıklık getirmek üzere Cüneyd-i Bağdadî (V 297 H./909 M.) şöyle demiştir:
"Nefs-i Emmâre, kişiyi helak olmaya çağıran, düşmana yardımcı olan, hevâya uyan ve türlü türlü kötülüklerle itham edilen Nefs'tir." [419]
Hakîm Tirmizî (V. 285 H./898 M.), Allahü Teâlâ'nın Kur'an'da; "insan ve cin şeytanları" [420] buyurmasına dayanarak Nefs-i Emmâre'nin de şeytan olduğunu ileri sürmüştür. [421] Bize kalırsa Hakîm Tirmizî'nin buradaki kastı, şeytanın özelliklerini taşıyan Nefs'tir. Zira Nefs-i Emmâre ile şeytanın özellikleri arasında büyük bir paralellik vardır.
Nefs-i Emmâre aklı ve kalbi aldatır. En değerli ve en güzel şeyleri akla ve kalbe kötü, çirkin ve değersiz gösterir. [422] "Nefs-i Emmâre'den kalbe geçen ilk hastalık şehvettir. Şehvetin peşinden (kötü şeylere) sevgi, istek ve öfke geçer. Bunların peşinden de kibir, çekememezlik, zulüm ve tutku gelir." [423]
Nefs-i Emmâre'nin ortaya çıkmasına sebep olan en önemli organ gözdür. Göz haramlara baka baka gönül gözü kör olur. Ne kadar kötü sıfat varsa, bunları görmez olur. Bu nedenle gözü haramlardan sakınmak gerekir. Kulak, dil, deri v.s. gibi diğer duyu organları da böyledir. [424]
Bâlî Sûfiyyevî'nin bildirdiğine göre Nefs-i Emmâre'nin üç mertebesi vardır:
1- Fiiller Mertebesi: İnsan tabiatından kaynaklanan günahlardır.
2- Sıfatlar Mertebesi: Zahirde veya mânâda bu günahlardan kurtulmaya çalışmak, kurtulmak istemektir.
3- İsimler Mertebesi: İnsan tabiatından kaynaklanan günahlara bulaşmasına rağmen bundan üzüntü ve pişmanlık duyar. Ama yine de gizli ya da açık günahlar sâlikte bulunmaktadır. [425]
Nefs-i Emmâre fâsıklarda, münafıklarda ve kâfirlerde bulunur. [426] Ağaçtan, taştan veya çamurdan yapılmış putlara, hayvanlara, kadına tapanlara ve böyle kimselerde bulunan kötülüğü emredici Nefs sahiplerine Hz. Ali: "Ey adam olmadıkları halde adama benzeyen yaratıkları" diye hitap ederdi. [427]
Hakîm Tirmizî'nin deyimiyle "Nefs-i Emmâre kuşları; şirk, şüphe, nifak ve benzeri vadilerde gezer dolaşır.[428]
Nefs-i Emmâre, Makâm-ı Sadr'dır. Bu makamda Nefs sultandır ve hâkimdir. Şeytanî akıl onun veziridir. Kin, haset, kibir, riya, tûl-i emel, hırs, tama', baş olma sevdası, cimrilik, v.b. kötü sıfatlar Nefs-i Emmâre'de bulunur ve tüm bunlar şehvet ile gazaptan doğar. [429] Ayrıca bu Nefs'te cahillik, kabalık, buğz, kahır, küfür ve nifak vasıfları da vardır. [430]
Boş şeylerle uğraşmak, alay etmek, başkasına eziyet vermek, kendini beğenme, makam sevgisi, gıybet, gammazcılık ve dedikodu yapmak da özellikleri arasında yer alan ve aslında tüm vasıfları saymakla bitirilemeyecek olan Nefs-i Emmâre'nin seyri Allah'a doğrudur. Âlemi, bu görünen âlemdir. Yeri, göğüstür. Hâli, meyildir. Yolu, şeriatın dış ölçüleridir. [431]
Kâmil bir şeyhe kesinlikle ihtiyaç olan [432] bu mertebede, şeyhi müride, Kelime-i Tevhîd'i telkin eder. Müridin, Kelime-i Tevhîd'e verdiği mânâ "Lâ ma'bûde illallah (Allah'tan başka kendisine ibadet edilecek bir varlık yoktur)" şeklindedir. Nefs-i Emmâre sahibi müridin gözüne, işlemekte olduğu günahlar hiç görünmeyip sâlik kendini yüce görür. [433]
Nefs-i Emmâre aşamasında kötü huyların giderilmesi pek mümkün değildir. Bu mertebede sâlikin düzelmesi, iyi sebeplere yapışarak huylarını güzelleştirmesiyle mümkün olur. Kötü huyları güzel ahlâka çevirmeden bir üst mertebeye geçmemelidir. Eğer geçerse bu, onun için zulüm ve helak demektir ve ileriki aşamalarda bu kötü huyları, sâlike engel olur. [434]
Sâlik Nefs-i Mutmainne ve daha sonraki aşamalara ulaşsa bile, insan yaşadığı sürece Nefs-i Emmâre vücuttan ayrılmaz, yani o yok edilemez. Zira kötü huyların hakikati kalpte konmuştur. [435]
Nefs-i Emmâre, Nefs-i Mutmainne'nin karşıtıdır. Nefs-i Mutmainne ne zaman güzel bir amel işlese, buna karşılık Nefs-i Emmâre derhal o güzel ameli bozacak kötü bir iş yapar. Nefs-i Mutmainne'de iman ve tevhîd yer bulunca, derhal Nefs-i Emmâre imana şüpheyi ve nifakı katmaya çalışır. Tevhide ise şirki, Allah'tan başkasına sevgi, korku ve ümidi katar. Böylece her iki Nefs arasında tam bir savaş yaşanır. [436]
Nefs'in ikinci mertebesi olan Nefs-i Levvâme Kur'an-ı Kerîm'de; "Hayırı. Daima kendini kınayan Nefs'e yemin ederim" [437] şeklinde geçer.
Makâm-ı Kalp olan Nefs-i Levvâme, hevâ ve heves, hile, kendini beğenme, kahır, v.b. gibi kötü huyları kınayan Nefs'tir. [438]
"Nefs-i Levvâme, insanı gaflet uykusundan uyandırdığı kadar, kalp nuruyla da aydınlanan Nefs'tir. Her ne zaman bu Nefs'ten herhangi bir kötülük ortaya çıksa, onun karanlık yapısı, kendisini kınamaya başlar ve o kötülükten tevbe eder." [439]
Sâlik, Nefs'in sükûnete ermesi tamam olmamakla birlikte, şehvetlere uyan Nefs'e bazen uyar, bazen karşı koyarsa buna "Nefs-i Levvâme" denir. Çünkü bu tür Nefs sahibi kişi, Rabb'ine kulluk etmedeki kusurlarından dolayı kendini kınamaktadır. [440]
Nefs-i Levvame'ye bu ad, kötülüklerden dönüşe ve onlarla ilgiyi kesmeye başlaması dolayısıyla verilmiştir. Sanki bu tür Nefs, bu helâlce götürücü şeylere daldığından dolayı kendisini kınar, kötüleyip yerer. Bu nedenle "Levvâme (Kmaytcı)" adı verilmiştir. [441]
Aslına bakılırsa, Nefs-i Levvâme'nin ne olduğu konusu tartışmalıdır. İbn Kayyim'in (V 751 H71350 M.) bildirdiğine göre bu konuda birkaç görüş ileri sürülmüştür:
Birinci görüşe göre; "Nefs-i Levvâme sabit bir halde durmaz." Bu görüşte olanlar "Levvâme" teriminin, tereddüt etmek, değişimi ve renklileşmesi çok olan şey anlamlarına gelen "televvüm"den alındığını savunurlar. Levvâme Nefs, ömürde, ayda ve günde değişmesi bir yana, bir anda bile değişivererek renklileşir. Bunun sonucu olarak da bir anda Allah'ı zikreder, ondan gafil olur; O'na yönelir, vazgeçer; Iatîf olur, yoğun olur; Allah'a sığınır, bundan vazgeçer; sever, kızar; sevinir, üzülür; razı olur, karşı koyar; itaat eder, korkar, günah işler. Kısacası her an renkten renge girerek çeşitli hallerde bulunur.
İkinci görüş: "Levvâme" terimi "levm"den alınmıştır. Bu görüşü ileri sürenler, "levm"in mânâsının ne olduğu konusunda anlaşamamışlardır. Kimine göre levm; mü'min kişinin nefsidir ve onun soyut sifatlarındandır. Hasan-ı Basrî (V 110 H./728 M.) ise; "Mü'min kişinin sürekli nefsini kınadığını görürsün:
"Şunu yapmam istemiyordum; bunu niçin yaptım? Başka türlü yapmak veya şöyle söylemek daha iyi olurdu" diyerek kendini kınayıp durur" der.
Üçüncü görüş: "Nefs-i Levvâme; günaha düşen, sonra da işlediği günahtan ötürü kendini kınayan mü'min kişinin nefsidir." Nefs'in bu şekildeki kınaması, şakı (kötü, günahkâr, cehennemlik) kimsenin kınamasından farklı olarak imandan gelir. Çünkü şakı kimse, nefsini günahtan dolayı kınamaz; günah işleyemediği için kınar.
Dördüncü görüş: Buradaki kınamanın iki şekli vardır, iyi olsun, kötü olsun her insanda nefsini kınamak vardır. Saîd (iyi, mutlu, cennetlik) kişi, Allah'a itaati bırakıp günah işlediği için nefsini kınar. Şakî kimse ise zevk ve hevâsına uyamadığı için nefsini kınar.
Beşinci görüş: Bu tür kınama kıyamet günü olacaktır. Orada her insan nefsini kınayacaktır. Günahkâr kişi suçlarından dolayı, salih kişi ise ufak-tefek kusurlarından dolayı nefsini kınar.
Aslında bu görüşlerin hepsinin gerçeklik payı vardır ve aralarında herhangi bir çelişki yoktur. Zaten Nefs'te anlatılan tüm bu özellikler bulunduğu için ona "Levvâme" adı verilmiştir. [442]
Öyle anlaşılıyor ki; Nefs-i Levvâme, nisanı denetleyen ve onu sorguya çeken Nefs türüdür.
Sühreverdî'ye (V 632 H./1234 M.) göre "Nefs, yaratılışındaki köklerden gelen vasıflardan sıyrıldığı ve tabiî karakterinden kurtulduğu zaman, itmi'nân makamına doğru yönelmeye başlar. Bu Nefs'in adı Levvâme'dir. îtmi'nân mahallini bilmesi ve oraya bakması dolayısıyla Nefs, kendini yine kendisi kınayarak kendinde var olan kötülüğü emredici normal durumuna çekilir." [443]
Hakîm Tirmizî'nin deyimiyle "Nefs-i Levvâme kuşları bazen yükseklik, izzet, Allah'ın ikramlarına bakma ve Allah'ın nimetlerine sevinme vadilerinde, bazen de Allah'a ihtiyaç duyma, alçakgönüllülük, kendini küçümseme, kendini alçak ve miskin görme vadilerinde dolaşır." [444]
Nefs-i Levvâme, Hakk'a Emmâre'den daha yakındır. Ancak yine de o aldatıcıdır ve söylenenin tersini yapar. [445]
Yukarıda tanıtmaya çalıştığımız Nefs-i Levvâme'nin kendini kınama ve yerme özelliğini kendilerine prensip edinerek Tasavvuf Tarihi'ne "Melâmet" veya "Melâmîlik" hareketi [446] olarak geçen bir grup da vardır. Hucvirî, bu gruba işaretle şöyle diyor:
"Bir grup vardır ki; bunlar halkın kendilerini hor ve hakir görme yoluyla nefsîerini edeplendirmek için Nefs riyazeti amacıyla Melâmet denemeleri yaparlar. Böylece nefslerinden öc alırlar. Çünkü bu topluluğun geçirdiği en hoş zaman, nefsîerini belâ ve zillet içinde bulduğu vakittir. [447]
Melâmîlik hareketinin kurucusu sayılan Hamdun Kassâr (V. 271 H./894 M.) Nefs'i yerme ve küçük görme hususunda şöyle der:
"Bir kimse, nefsinin, Firavun'un nefsinden daha hayırlı olduğunu zannederse kibirlilik göstermiş olur." [448]
Melâmîlikle ilişkisine kısaca işaret ettiğimiz Nefs-i Levvâme'nin sıfat ve özelliklerine devam edelim:
Nefs-i Levvâme'nin seyri Allah'adır. Âlemi, berzah âlemi; mahalli gönüldür. Hâli, mahabbet; gidişi, tarikattır ki; bu Allah sevgilisinin fiillerinden ibarettir. Sıfatları; yerme, kınama, heves, fikir, kendini beğenme, başkalarıyla çekişme, kalıır, gizli riya, makam sevgisi ve şehvet tutkusudur. Bu makamın ana gayesi, kendinden sonraya kıyasla karanlık perdelerinden sayılan nefsanî şehvetlerden sıyrılmaktır. [449] Ayrıca bu tür Nefs'te; mezhep, takva, ar, kulluk, namaz, oruç, hacc, çokça zikir, umre ve gaza gibi güzel vasıflar da bulunur. [450]
Nefs-i Levvâme sahibi sâlike îsm-i Celâl telkin edilir. Sâlik, işlemekte olduğu günahlara sürekli pişmanlık duyar ve tevbe edip Allah'tan af diler. Bu mertebedeki sâlik, Kelime-i Tevhîd'e "La maksûde illallah (Allah'tan başka kendisine yönetip arzu edilecek bir varlık yoktur)" mânâsını verir. Bu aşamadaki müridin kalbini İsm-i Azam yakar, kalbine etki eder. [451]
Nefs-i Levvâme sahibi kul sadık rüya görür, gönül gözü ve kulağı açılır, kalp zenginliğine ulaşır ve her tarafı nurla dolmaya başlar. [452]
Nefs-i Levvâme evresinde sâlikin kalbine ilahî ve insanî olmak üzere iki türlü perde ilişir ve bu perdeler çoğunlukla ilmî perdelerdir. Zira bu makamda sâlik, salih amellere, zühd ve takvaya sımsıkı sarılır, işte bu iltifat, onu ruhanî amellerden perdelenmiş yapar. [453]
Nefs-i Levvâme aşamasında sâlikte Kabz ve Bast halleri görülür. Konuyla ilgili olarak Sühreverdî:
"Nefs, Levvâme sıfatında olduğu sürece bazen üstün gelip dediklerini yaptırır, bazen de mağlup olup sahibine söz, geçiremez. Buna göre Kabz ve Bast halleri, Nefs-i Levvâme'den kaynaklanmaktadır" [454] der.[455]
Seyr-i sülükün evrelerinden üçüncüsü olan Nefs-i Mülhime ile ilgili Kur'an'da; "Ona (Nefs'e) bozukluğunu ve korunmasını (isyanını ve itaatini) ilham edene andolsun" [456] âyeti geçmektedir.
"Nefs-i Mülhime'lik makamı, iyi ahlaklarla ahlaklanmak, basiretin açılması ve açılan bu basiretle Hakk'ı görmektir. Bâtınî kulağın da açılması ve bu açılan bâtınî kulakla Rabbânî ilhamların işitilmesi makamıdır." [457]
Nefs-i Mülhime sahibi sâlikler, Allâhü Teâlâ'dan gelen ilhamlarla şereflenir ve kalpleri aydınlanır. İbadet ve tâatin tadını can ve dimağlarında duyarlar. Hayrı serden ayırdederler. [458]
"Allah Nefs-i Mülhime'ye hayrı ilham eder. Nefs'in hayır olarak işlediği herşey, ilahî ilhamladır. Şer olarak işlediği şeyler de tabiata uyması nedeniyledir. Bu uyma, bilfiil ona yapılan bir emir durumundadır. Sanki o, Nefs'ine emrettiği için bunun gereklerini yapar. Bu sebeple "Emmâre", ilahî ilhamdan dolayı da "Nefs-i Mülhime" diye adlandırılır." [459] Demek ki; aynı Nefs, zaman zaman Emmâre, zaman zaman Levvâme ve zaman zaman da Mülhime'lik özelliği kazanabilmektedir.
"Bu üçüncü makam, makamların en zoru ve en tehlikeiisidir. Zira bu makam; hayır ve şerri, yarar ve zararı içine almış olduğundan onda Hakk ile bâtıl, hakikat ehli ile zındıklar birbirinden fark edilemez. Bu makam, birbirine son derece benzeyenlerin ayırdedilme yeridir." [460]
Hakîm Tirmizî'nin deyimiyle "Nefs-i Mülhime kuşları bazen takva vadilerinde, bazen de günah vadilerinde dolaşır." [461]
Nefs-i Mülhime'nin âlemi, ruhlar âlemi; mahalli, ruhtur. Hâli, aşk; kanaat, alçakgönüllülük, sabır, tahammül, özürleri kabul etmek, iyi zan ve ezaya katlanmaktır. [462] Ayrıca bu tür Nefs'in akıl, hikmet, paklık, haya, hayır, fazilet, iyi huy ve güzel ahlâk [463] gibi özellikleri de vardır.
Makam-ı Ruh olan Nefs-i Mülhime makamı, aşk makamıdır. Bu tür Nefs kâh ağlayıp sızlanarak acı çeker, kâh sakin olup karar eyler; kâh kalbini ihya etmeye başlar, kâh terk eder; kâh çokluğun birliğinden (vahdet-i kesretten) zuhur eyler, kâh gaybet eyler; kâh "Ene'1-Hakk" ve Rabb'lik ortaya çıkar, kâh gizli olur; kâh şâhid, kâh mahbüb; kâh âşık, kâh ma'şûk; kâh tâlib, kâh matlûb olur. Bu tür haller, Allâhü Teâlâ'nın isimlerinin sonuçlarıdır. Zira esma ve sıfat ilimleri, sâlike bundan zuhur eyler. [464]
Nefs-i Mülhime sahibi sâlikin zikri "Hû" zikridir, sâlik, Kelime-i Tevhîd'e "Lâ mahbûbe İllallah (Allah'tan başka kendisine sevgi beslenecek bir varlık yoktur)" mânâsını verir. Bu aşamadaki sâlik, işlediği günahlardan ötürü bir daha işlememek üzere tevbe-i nasuh ile tevbe eder ve Allah aşkının ateşi yüreğinde yanmaya başlar. "Hû" ve "Lâ mahbûbe illallah" zikirlerinin harareti vücudunu etkileyip bütün organları zikretmeye başlar. Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellileri bu evrede ortaya çıkar. Bu aşamada sâlikin nefsi onun önüne çıkıp yoldan sapıtmaya yeltenir. Yani "Sen artık işini bitirdin, büyük zât oldun. Bu mertebeye binde bir kişi ancak ulaşabilir. Sana Allah böyle büyük bir makam verdi" gibi sözlerle onu aldatmaya çalışır. [465]
Ayrıca, Nefs-i Mülhime aşamasındaki sâlik için pek çok nurânî perde vardır ve bu perdelerden biri de keramettir. Zira sâlik keramete karşı büyük şevk duyar ve ona bağlanıp kalır, Bu bağlılık, yüce amellerden sâliki alıkoyar ve ileriki mertebelere ulaşmasına engel olur. Bu nedenle kerametlere kanmamak gerekir. [466]
Nefs'in dördüncü mertebesi de Nefs-i Mutmainne'dir ki, Kur'an-ı Kerim'de;
"Ey huzura eren Nefs." [467] biçiminde geçmektedir.
Nefs-i Mutmainne, kalbin nuruyla nurlanması tamamlanan Nefs'tir ki; sonunda, kötü özelliklerden uzaklaşmış ve güzel ahlâkla donanmıştır. Nefs emir altında sükûna erer ve şehevî arzulara karşı koymad doğan ıstırap ondan uzaklaşırsa, buna Nefs-i Mutmainne denir. [468]
"Nefs-i Mutmainne'ye bu ad, Hakk'ta sükûna ermesi ve onunla huzura kavuşması dolayısıyla verilmiştir. Bu durum, kötü fiiller ve kötü hatırlarla ilgiyi tamamen kestiği zamandır. Kötü hatırlar ondan tam anlamıyla uzaklaşmadıkça ona "Mutmainne" denmez." [469]
Ebu Nasr Serrâc Tûsî (V 378 H./988 M.)'nin ifadesiyle "Mutmainlik, aklı tam, imâm güçlü, bilgisi sağlam, zikri saf ve hakikati sabit olan bir kulun yüce bir hâlidir." [470]
İbn Kayyım (V 751H./1350 M.) mutmain olma ile ilgili olarak Tefsirciler'in görüşlerini şöyle özetlemiştir:
"İbn Abbas (r.a.) (V 68 H.) der ki:
"Mutmain olmak, doğrulamaktır."
Katâde (V 118 H./736 M.): "Allâhü Teâlâ'nın va'dettiği şeylerde gönlü mutmain olan kişi mü'mindir" der.
Hasan-ı Basrî (V 110 H./728 M.):
"Allah'ın bildirdiklerini doğrulamaktır."
Mücâhid (V 100 H./718 M.):
"Allah'ın Rabb'i olduğuna Nefs'in kesin olarak inanması; yapmasını emrettiği şeyleri gerçekleştirmesidir."
Mansûr'un:
"Allah'ı yakînen Rabb’bilen, emrine uyma uğrunda şiddetle hüzünlenen Nefs'tir" dediği nakledilir.
İbn Ebî Necîh de:
"Mutmain Nefs, Allah korkusundan huzur bulan Nefs'tir" der. Başka bir sözünde de:
"Allah'a kavuşacağını kesinlikle bilen Nefs'tir" demiştir.
Selefin mutmainlikle ilgili görüşleri, görüldüğü gibi iki temel esas üzerindeydi: Birincisi ilim ve amel tatmini, ikincisi de irâde ve amel tatminidir." [471]
Sûfîlerden Sehl b. Abdullah Tüsterî (V. 283 H./896 M.) şöyle der:
"Kulun kalbi Mevlâ'sında sükûn bulursa, onda itmi'nâna erer. Kulun herşeyle dostluğu güçlü olursa hali de kuvvetli olur." [472]
Şiblî'ye (V. 334 H./945 M.) Ebu Süleyman Dârânî'nin (V 216 H./830 M.);
"Nefs kuvvet kazanırsa itmi'nâna erer" sözünün ne demek olduğunu sorarlar; o da şöyle der:
"(Nefs,) kendisine gıda vereni bilip tanırsa itmi'nâna erer." [473]
Gerçek mutmainlik, ancak Allah'la ve O'nu anlamakla mümkün olur. Zira Cenâb-ı Hakk:
"Onlar ki; iman edip kalpleri Allah'ı zikirle mutmain olmuştur. Biliniz ki; kalpler ancak Allah'ı zikirle mutmain olur" [474] buyurmuştur. Kalbin tatmin olması; üzüntü, rahatsızlık ve acının gitmesiyle sükûna erip oturmasıdır. Allah ve O'nu zikretme olmadan kalbe mutmainlik aramak boşunadır. [475]
Serrâc Tûsî'nin (V. 378 H./988 M.) bildirdiğine göre mutmainliğin üç şekli vardır: [476]
"Birinci şekli: Avâm'ın mutmainliğidir. Çünkü onlar zikrettiklerinde, bu zikirlerinden dolayı mutmain olurlar. Yine onlar, rızıklarının bollaştırılması ve belâlardan kurtulmaları için yaptıkları dualarının kabul olunmasından haz duyarlar. Allâhü Teâlâ'nın; "Nefs-i Mutmainne" dediği şey, yani Allah'tan başka kötülükleri giderici ve engelleyici olmadığına inanmak, işte budur.
İkinci şekil: Havâss'ın (bazı özel kulların) mutmainliğidir. Zira onlar Allah'ın hükmüne razı olmuşlar, O'nun belâlarına sabretmişler, ihlâslı ve takvâlı olarak sükûn bulmuşlar ve Allah (c. c.)'ın;
"Kuşkusuz Allah, takva ve ihsan sahibi olanlarla beraberdir."; [477]
"Allah sabredenlerle beraberdir" [478] buyruğundaki "beraberdir" sözüyle itmi'nâna ve huzura ererler. Onların mutmainliği, Allah'a olan ibadetlerini görme ile karışıktır.
Üçüncü şekil de Havâssın Havâssı'nın mutmainliğidir. Bunlar, Allah'la itmi'nâna ermeye ve O'nunla birlikte huzur bulmaya, heybet ve azamet bakımından gönüllerinin güç yetiremeyeceğini bilirler. Zira Allâhü Teâlâ idrak edilebilen bir gaye değildir ve "O'nun benzeri hiçbirşey yoktur", [479] "ve O'na hiçbir kimse denk olamaz" [480] Gönlünde (Allah'tan başka) birtakım şeyler bulunan kimsenin kalbi neyle huzur ve sükun bulabilir? Allah'ı çok isteme ve dileme susuzluğuna düşen kişi, içinde evhânın akmadığı bir denize dalar." [481]
Makam-ı Sır olan Nefs-i Mutmainne'nin alâmet ve özellikleri şunlardır:
Cömertlik, tevekkül, tezellül (kendini küçük görme), gam, ibadet, şükür, rızâ ve ihsandır. [482] Ayrıca fakr, sabır, adalet, insaf, tahkik, merhamet, yakın, sözünde durmak, [483] kahramanlık, haya, yumuşak huyluluk [484] da onun vasıflarındandır. Güleryüzlülük, tam müşahede, sürekli huzur, büyüklere hürmet, kalp sevinci, tatlı dil, kusurları örtme ve hataları bağışlayıcı olmak gibi sıfatları da olan Nefs-i Mutmainne'nin seyri Allah ile birliktedir. Âlemi, Muhammedi hakikattir. Mahalli, sır; hâli, sâdık bir tatmin hâlidir. Kendisine gelen mânâ, şeriat sırlarıdır. [485]
Bu makamda sâlik, beşerî sıfatları ehadiyet sıfatında ifna edip Allâhü Teâlâ'nın ahlakıyla ahlâklanarak ilâhî sıfatlarla sıfatlanır. [486]
Nefs-i Mutmainne sahibi sâlike, zikir olarak "Hayy" ismi telkin edilir. Kelime-i Tevhid'e "Lâ mevcûde illallah (Allah'tan başka hiçbir varlık yoktur)" mânâsını verir. Bu aşamadaki sâlikte büyük bir kalp yumuşaklığı ortaya çıkar ve Allah aşkının ateşi günden güne artmaya başlar. Fakat henüz maddî âlemin perdelerinden kurtulamamıştır. Birtakım keşf ve kerametler ortaya çıkar. Bu evrede sâlik, çokça "İlâhî! Ente maksûdi ve rızâke matlûbî (Ey Rabb'im! Maksadım sensin ve istediğim de senin rızândır)" derse, Allah'ın sıfatları tecellî eder. Bazılarına; "Ey huzura eren Nefsi Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! iyi kullarını arasına gir!" [487] müjdesi verilir. Ama bazılarına da bu makamda şeytan; kürsî üzerinde, bazılarına gök ile yer arasında, bazılarına da yanan ateş içerisinde görünüp, "Ben sizin en yüce tanrınızın [488]" v.b. sözlerle onu aldatmaya kalkışır. [489]
Nefs-i Mutmainne aşamasında fenâyı sıfat [490] gerçekleşir ve Cenâb-ı Hakk ile kul arasındaki perdeler kalkar. Bu makama ulaşan sâlik, kendisinin tam olgunluğa erdiğini, doruğa, makamların en üstününe ulaştığını zanneder. Ama giderek eski beşerî sıfatlarına geri döner. Bu nedenle acele etmemeli, sabırla seyr-u sülük yoluna devam etmelidir. [491]
"Nefs-i Mutmainne'nin hudûu Üns'ten, huşûu da Heybet'tendir. [492] Huşu ve hudû, birbirine oldukça yakındır. Ancak aralarında ruhun işaretiyle anlaşılan latîf bir fark vardır." [493]
Mutmainne makamı sâlikin ulaştığı uç nokta, Ehlullah'ın da başlangıç noktasıdır. [494] Nefs-i Mutmainne dâhil, buraya kadarki Nefs mertebeleri çalışarak elde edilebilir. Ancak bundan sonrakiler Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna bağlıdır. [495]
Nefs-i Mutmainne mertebesinden sonraki aşamalarda sâlik için ne ruhtan ve ne de mevcudattan eser kalır. Hakk'tan başka her ne varsa fena olur. O âna kadarki hevâ sıfatı, muhabbete; gazap sıfatı da aşka dönüşür. Bu menzil "Ruh-i Kudsiyye" makamıdır. Bu aşamadaki ilim aklî değil, zevkidir; tadmayan bilmez. Bu makamda Yüce Allah, insanın gören gözü, tutan eli, işiten kulağı olur. Âşık ile maşuk, zâkir ile mezkûr bir olur; Hakk'ı Hakk'la anlar. Buraya istiğrak âlemi derler. İnsan aklı buraya giremez. [496]
Seyr-u sülûkün beşinci evresini oluşturan Nefs-i Râzıye ile ilgili olarak Kur'an'da; "Razı olmuş ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabb'ine dön" [497] âyet-i kerimesi geçer.
Nefs-i Râzıye, Allah'ın celâli ve cemâlî [498] tecellîlerini gönül hoşluğu ile karşılayan ve kaderden şikayeti bulunmayan Nefs'tir. [499]
Nefs-i Râzıye evliyanın sıfatıdır. Evliyanın sıfatı olan Nefs-i Râziye'ye, gerek ruh ve gerekse varlıkların tamamından geçmeden ulaşılamaz. Bu tür Nefs, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış Nefs'tir. [500]
Makam-ı Hafî olan Nefs-i Râzıye mertebesinin başlıca özellikleri; keramet, zühd, ihlâs, riyazet, zikir ve vefadır. [501] Ayrıca vera', mahabbet, Mevlâ ile dostluk, ilâhî huzur, Allah'tan başka herşeyi terk edip unutmak, tam bir teslimiyet ve rızâ [502] sıfatları da vardır.
Nefs-i Râzıye'nin seyri, Allah'tadır. Âlemi, lâhüt (ruhanîler) âlemi; mahalli, sırrın sırrıdır. [503] Hâli Fenâ'ya varmış olmaktır. Bu makamdaki Fena, üçüncü mâkamdakinden farklıdır. Bu Fena, bu yolun son sınırındaki Fena hâli olup sonsuzluğa sarkan sâlikin vardığı bir haldir ki; o da beşerî sıfatların büsbütün yok olmasıdır, sâlikin Beka devletini bulup ona varmış olmasıdır. [504]
Nefs-i Râzıye sahibi sâlik, mânâ âleminde bütün varlıkları yok olmuş görür. Bu sâlike, zikir olarak "Yâ Hakk" ismi telkin edilir. Kelime-i Tevhid'e sâlik, Mutmainne'de olduğu gibi " Lâ mevcûde illallah" mânâsını verir. Bu mertebedeki sâlik, Allah'ın kendi hakkındaki kaza ve kederine tamamen razı olup bir anlık bile O'nun rızâsından ayrılmaz. Dünya ve âhiretle ilgili tüm isteklerden geçip; "İlâhi!. Ente maksüdî ve rızâke matlûbi" sözü kendine hal olur. Bundan dolayı da bu mertebede sâlik, kendine zuhur eden keşf ve kerametin tümünden geçer ve her gördüğü şeyden kendine müşahede zuhur eder. Bu aşamadaki sâlikte Fena fillâh ve peşinden de Beka billâh gerçekleşir. İşte bu makam halifelik makamıdır. [505]
Nefs'in mertebelerinin altıncısı da Nefs-i Marzıyye'dir. Bu tür Nefs'le ilgili olarak da Kur'an-ı Kerîm'de, Nefs-i Râzıye konusunda anılan âyet-i kerime [506] delil gösterilir. Ayrıca; "Rahmân'ın kulları ki; onlar yeryüzünde alçakgönüllü olarak yürürler ve câhiller kendilerine lâf atarsa "selâm" derler" [507] âyetinde tanıtılan "Rahmân'ın kulları", rahmete ve itrfı'nâna ermiş Nefs-i Marzıyye'dir ve bunlar kendilerine İlm-i Ledün [508] ve hikmet verilmiş kimseler olarak da yorumlanmıştır. [509]
Makam-ı Kürsî olan Nefs-i Marzıyye mertebesinin başlıca özellikleri; "Allah'ın ahlakıyla ahlâklarım!" hitabının muhatabı olmak, beşerî sıfatları terk, Allah'ın yarattığı varlıklara karşı iyi davranmak, Allah'a yakınlaşmak, Allah'ı düşünmek, her yanı Allah'ın nuruyla dolmak, Allah'ın zâtında O'nunla karşılaşmakdır.[510]
Nefs-i Marzıyye'nin seyri, seyr anillah (Allah'tan seyr) dır. Âlemi, şu görünen madde âlemi; mahalli, sırdır. Hâli hayrettir. Yolu, şeriattır. Sıfatlarından bazıları; hataları bağışlayıcı ve ayıpları örtücü olmaktır, iyi zanda bulunmak, herkese iyilik ve şefkat göstermektir. Halkı kendi tabiatlarının karanlıklarından ruhlarının nurlu ülkesine çıkarmak için onlara eğilim ve yönelmedir. Halk ile Hâlik'ın sevgisinin bir arada bulunmasıdır. Bu makamın sahibi, hem Allâhü Teâlâ ve hem de kullar katında razı olunmuş ve kendi de herkesten razı olmuştur.[511]
Nefs-i Marzıyye sahibi olan sâlik, her an ve her nefes müşahede üzere olup Allah'ın isim, ef'âl ve sıfatlarının tecellileri zuhur eder. Bu sâlike, zikir olarak "Yâ Kayyûm" ismi telkin edilir. Kelime-i Tevhîd'e "Fa'lem ennehü lâ ilahe illallah (Bil ki; o Allah'tan başka ilâh yoktur)" mânâsını verir. Bu mertebedeki sâlikten keşf ve keramet türünden olağanüstü haller ortaya çıkar. Ancak kendileri buna asla önem vermeyip bir an bile olsa huzûr-u ilâhîden ayrılmazlar. Bu makam, vahdet makamıdır. Herkes bu makama ulaşamaz. Bu makamdaki sâlikte Fena fillâh ve Beka billâh halleri zuhur eder. [512]
Seyr-u sülûkün son evresini oluşturan ve Kur'an'da; "Nefs'ini temizleyen kurtuluşa ermiştir" [513] âyetiyle kendisine işaret edilen Nefs-i Kâmile, tam olgunluğa eren Nefs'tir. [514]
Makamı Seyrulîah olan [515] Nefs-i Kâmile'ye, "Nefs-i Zekiyye" [516] veya "Nefs-i Sâfiyye" [517] de denir ki; her ikisi de temizlenmiş, saf ve duru Nefs anlamına gelir.
Nefs-i Kâmile'nin seyri, seyr billâhtır. Âlemi, çoklukta birlik; birlikte çokluk âlemidir. Mahalli en gizli bir yerdir (sırrın sırrı) ki; onun gizliliğe (sır) nisbeti, ruhun cisme nisbeti gibidir. Hâli, Bekâ'dır. Takip ettiği yol, bütün önceki Nefs aşamalarında açıklanan yolların tümüdür. Sıfatları da önceki bütün nefslerin iyi ve güzel vasıflarıdır. Bu makamda riyazete gerek yoktur. Orta bir yol izlemek yeterlidir. [518] Çünkü artık sâlik, sülükünün doruk noktasına ulaşmıştır.
Nefs-i Sâfiyye sahibi zât, Allah'ın bütün isimlerine, sıfatlarına ve zâtının tecellîlerine mazhar olur. Nefs-i Sâfiyye sahibi zât her yüzyılda bir, iki ya da üç tane bulunur. Bunlardan birisi irşâd edici Kutub, [519] ikincisi Gavs-ı A'zam, [520] üçüncüsü de Kuttu'l-Aktâb [521]'dır ki; bunlara "Üçler" denir. Bazı asırlarda Kutub, Gavs-ı A'zam ve Kutbu'l-Aktâb'lığın her biri ayrı ayrı zâtlara, bazen de üçü bir tek zâta ihsan olunabilir. Nefs-i Sâfiyye sahibi olmak, yani Nefs-i şerifleri aslî sıfatını bulup nefsinden geçmek, bu "Üçler" denilen zâtlara özgüdür. "Kendini tanıyıp bilen Rabb'ini bilir" sözü bu makamdan sözeder. [522]
Seyr-u sülükte Nefs'in her bir mertebesinin kendine göre halleri vardır. Örneğin ilk iki makamda sâlikte Havf ve Raca (Korku ve Ümit) halleri görülür. Salık üçüncü makama geçince onun korkusu Kabz'a, ümidi de Bast'a dönüşür. Dördüncü makamda Kabz hali Heybet'e ve Bast hali de Üns'e dönüşür. Beşinci ve altıncı makamda da böylece gider. Nihayet yedinci makama vardığında Heybet'i Celâl'e ve Üns'ü de Cemâl'e dönüşür. [523]
Araştırmamızın Nefs'in Mertebeleri bölümünde; ilk Tasavvuf kaynaklarında Nefs'in "Emmâre, Levvâme ve Mutmainne" aşamalarının dışındakilere değinilmediği, diğer mertebelerin Felsefi Tasavvuf anlayışıyla birlikte (IV. H./VTI M. asır sonraları) işlenmeye başlandığı, özellikle de tarikatların sistemleşmesinden sonra Nefs'in yedi mertebesine yer verilerek genişçe ele alınmış olduğunu gördük.
Tek bir tane olan Nefs'in, ilk basamaktan yedinci mertebeye doğru yol aldıkça; cismiyet, karanlık ve yoğunluk özelliklerinin azalarak derece derece ruhânîlik, nurânîlik ve latîflik kazandığını tesbit ettik. Her Nefs'in, kendine göre seyri, hâli, ismi ve müşahedeleri ile vasıf ve özellikleri vardır. Her aşamanın bir zikri ve eğitim metodu bulunmakta ve sâlik, Kelime-i Tevhîd'e her evrede değişik anlamlar vermektedir.
Bunun yanısıra, insanların çoğunda Emmâre türü Nefs görülmekte, Levvâme ondan biraz az, Mülhime, Mutmainne daha azdır. Bu azalma, aşağıdan yukarı doğru gidildikçe artarak devam eder. Nihayet Kâmile Nefs sahibi kul sayısı çok azdır.
Aynca Tasavvuf ilminin en temel konularından biri olan Nefs'in her bir mertebesine ilişkin Kur'an-ı Kerim'de ayetler bulunması da dikkat Çekici bir noktadır. Bu durum, Tasavvufun îslamî bir temeli olduğunu, kaynağını doğrudan doğruya Kur'an'dan aldığını, Kur'an'a dayanan bir ilmî disiplin olduğunu savunanları haklı çıkaran bir
görünüm arzetmektedir. [524]
Mâhiyetini, sıfat ve özelliklerini ve mertebelerini anlatmaya çalıştığımız Nefs'e karşı acaba ne tür bir tavır
takınılmahdır? Eğitilmediği takdirde inşam pek çok kötülüğe iten, onun hem dünya ve hem de âhiret mutluluğuna ve Allah'a vuslatına engel ve perde olan Nefs'e nasıl bir tutum sergilenmeli ki; yukarıda anlatılan mertebeleri bir bir geçip olgun bir yapıya kavuşsun? Yani Nefs'i nefsânî özelliklerden kurtarıp ruhanî sıfatlarla donatmak için neler yapılmalı?
Kısaca vurgulamaya çalıştığımız bu ve benzeri sorular Tasavvuf Tarihi boyunca gündemde kalmış ve özellikle de tarikatların kurulup sistemleşmeye başlamasından sonra (VI. H./XIII. M. yüzyıldan itibaren) Nefs'e ne tür bir metodla yaklaşılması gerektiği hususunda görüşler ileri sürülmüştür.
Biz de bu konuyu birkaç ana başlık halinde işlemeye çalışacağız. [525]
En başta şunu hemen belirtmeliyiz ki; Nefs kesinlikle öldürülüp tamamen yok edilemez. Ancak dizginlenip kontrol edilerek denetim altına alınabilir. Zira Nefs'in cevheri, özü ve esas mayası hiçbir zaman yok olmaz. [526] Yani Nefs, kötü huy ve karakterden kurtarılarak ruhun emrine ve yönetimine verilebilir. Zaten seyr-u sülûkün ana gayesi de budur.
Tasavvuf düşüncesinde genellikle açık zikri benimseyerek Nefs'in geçici ve aldatıcı arzularıyla mücadeleye ağırlık veren tarikatlar vardır ki; bunlara Nefsânî Tarikatlar denir. [527] Hakk'a ulaşmak ancak Nefs'e karşı verilen bu mücadele sonucunda gerçekleşebilir. Bu mücadele sırasında, Nefs'in öldürülemeyip sadece kötü huylarının düzeltilebileceği hususu hiçbir zaman gözardı edilmemelidir.
İbn Kayyim, (V 751 H./1350 M.) Nefs'in kötü huylarının nasıl düzeltilebileceğini İbn Teymiyye'ye (V 728 H./1328 M.) sormuş ve şu cevabı almıştır:
"Nefs, lağım çukuruna benzer:
Ne kadar kazarsan kaz, dibi görünmez ve temizlenmez. Fakat bu kuyunun ağzına bir kapak yapıp örtebilirsen, bunu yap ve eşelemekten vazgeç! Sen aslâ bu kuyunun dibine ulaşamazsın; eşeledikçe dibinden yeni şeyler çıkar." [528]
Yine İîbn Kayyim, Nefs'in kötü huylarının nasıl giderilebileceğini şeyhin birine sorar ve şu cevabı alır:
"Nefs'in afetleri, yolcunun yolundaki akreplerin ve yılanların belâlarına benzer. Eğer yolcu bunları öldürerek yolu bunlardan temizlemeye koyulursa, yola devam edemez ve yol alması mümkün olamaz. Fakat senin himmetin; yoluna gitmek, onlara yönelmemek ve onlardan yüz-çevirmek olsun. Yolda ilerlemene bir engel çıkınca, onu öldür ve sonra yoluna devam et!" [529]
Nefs'e karşı verilen mücadele ve savaş, cihad olarak, hatta cihadların en büyüğü ve en önemlisi olarak değerlendirilmiştir.
Abdullah b. Ömer, (V 74 H./693 M.) cihad ve savaş konusunda sorulan bir soruyu:
"Önce nefsinden başla ve önce onunla cihad et, yine ilk önce nefsinle savaş!...” şeklinde cevaplamıştır.[530]
Nefs ile girilen cihada, önce onu terbiye ederek başlanılmalıdır. Ancak bu savaş, sanıldığı kadar pek de kolay değildir.
Bu konuda Hasan-ı Basrî (V 110 H./728 M.) şöyle diyor:
"Başıboş ata gem takmak, Nefs'in terbiyeyi kabul etmesinden çok daha kolaydır." [531] Süfyân es-Sevrî (V. 161 H/777 M.) de: "Nefsimden daha zor hiçbir şeyle mücadele etmedim. Bu mücadelemde bazen ben, bazen de nefsini üstün geldi" demiştir. [532]
Tüm bu zorluğuna rağmen Hakk'a ermek için bu güçlüklere katlanarak Nefs'i terbiye yoluna gidilmelidir. Zira Yüce Allah'ın ruh ile göndermiş olduğu güzel özellikler insan vücudunun sağ tarafında, kötü huylar da sol tarafında yerleşmiş durumdadır. Ruh ile kalbin bileşiminden yaratılan Nefs-i Nâtıka'nın gıdası ruhtan verilirse vücudun her yanı adaletle dolar ve insanın hükmü Hakk'tan yana olur. Eğer onun gıdası kalpte bulunan kötü huylardan verilirse vücudun her yanı zulümle dolar ve insanın hükmü hevâdan yana olur. [533]
Şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır ki; Nefs ile savaşta dikkat edilecek en önemli nokta, Hakk'a yönelip dünyadan yüzçevirmiş ve nefsini temizlemiş Allah dostları ile bir arada bulunmaktır. Allah'ın sevgili dostlarıyla oturmaktan daha güçlü bir mücahede yöntemi yoktur. Onlan kendine örnek almak, Nefs'in, kötü huylarının terk edilerek güzelleştirilmesine sebep olur.
Ebu'l-Abbas Seyyârî'ye (V. 342 H./953 M.) Nefs'in nasıl terbiye edilebileceği sorulunca:
"Emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmakta, salih kimselerle sohbet etmek ve yoksul kimselere hizmet etmek gibi konularda sabır göstermekle" cevabını vermiştir. [534]
Aslına bakılırsa, peygamberlere verilen görevlerden biri de nefslerin arındırılması görevidir. Kur'an-ı Kerim'de buna ilişkin deliller vardır. [535] Yüce Allah, peygamberleri nefslerin tezkiyesi için göndermiş ve insanların benliğinin arındırılması işini onlara vermiştir. Cenab-ı Hakk onların elinde Nefs terbiyesini bir ahlâk ve ilham yerine bir davet, öğretim, bildiri ve irşad kılmıştır. Dolayısıyla peygamberlerin, kendi ümmetlerini ruhî bakımdan olgunluğa eriştirmek üzere gönderildikleri söylenebilir.
Peygamberler bu görevle gönderilince, onların manevî mirasçısı sayılabilecek olan Allah dostu kâmil bir şeyhe olan ihtiyaç, Nefs'in eğitilerek güzelleştirilmesi hususunda kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ebu Süleyman Dârânî'ye (V 216 H./830 M.) elde ettiği manevî mertebeye nasıl ulaştığı sorulmuş, o da:
"Erenlere (kâmil şeyhlere) hizmet edip onların himmetlerini almakla" cevabını vermiştir. [536]
Kâmil bir şeyhle dostluk kurup ona hizmet etmek de, ancak şeriat ölçülerine uyan Tasavvufî bir tarikata girmekle mümkün olabilir. Nefs de ancak bu sayede eğitilebilir.
Aziz Mahmud Hüdâyî (V 1038 H./1628 M.) hazretleri;
"Nefs tarikat ile ıslah olunca, onun (kibir, gösteriş, kendini beğenme, haset ve makam sevgisi gibi) kötü ahlâkının güzel ahlâka dönüşeceğini" bildirmektedir. [537] Nefs'in kötü huylarından kurtulan ve güzel ahlâka erişen sâlik, ruhu ile bağlantı kurmuş ve Marifetullâh'a doğru yönelmiş demektir.
Nefs'in terbiye edilmesinde tedricî bir metod uygulamak esastır, imam Gazzâlî'ye (V 505 H./1111 M.) göre bu tedrîcîlik şu biçimde olmalıdır:
"Nefs'in terbiyesi şöyle yapılır:
Önce dünya nimetlerinin zevk ve sefasına bakmaktan, onları görüp onlarla yakınlık kurmak ve onlarla neşelenmekten uzaklaştırılır. Nefs'e:
"Neyi seversen sev, sonunda ölümle ondan ayrılacaksın" diye seslenilir. Nefs, böyle sevdiği herşeyden, eninde-sonunda ayrılacağını ve onun hasretini çekeceğini anlayınca, ayrılığı kaçınılmaz olan her sevgiliye karşı başkaldırır ve ayrılığı olmayan bir sevgiliyle meşgul olmak için araştırma yapmaya başlar ki; o da Yüce Allah'ı zikir ve hatırlamadır. Bu zikrullah, mezarda bile kendinden ayrılmaz ve ona yoldaş olur." [538]
Bu sözlerden hareketle, Nefs terbiyesinde "az yemek, az konuşmak ve az uyumak" şeklinde ifade edilebilecek olan temel bir konuya geçebiliriz. Saydığımız bu üç prensip, Nefs terbiyesinin ve hatta Tasavvufun ana düsturlarından biridir. Abdülkerîm Kuşeyrî'nin (V. 465 H./1072 M.) Risâle'sinde Hasan Kazzâz'dan naklen aktardığına göre:
"Tasavvuf işi üç şey üzerine kurulmuştur:
Mecburiyet olmadıkça yememek, uyku iyice bastırmadikça uyumamak ve mecbur kalmadıkça konuşmamak." [539]
Hacı Bektaş-ı Velî'nin (V. 669 H./1271 M.) bildirdiğine göre de Nefs terbiyesinde açlık ve kanaatkârlık önemli bir yere sahiptir. [540] Zira Nefs'i aç bırakmak, Nefs'in kötülüğü emretme özelliğini giderir. Az yemek gönlü saflaştırır, Nefs'in pisliğini ve karanlığını ortadan kaldırarak sâlikin zihnini güçlendirir. Açlık insanı ibadet ve tâate yönlendirir. İnsan, açlık sayesinde Allah'a itaatkâr bir kul olur. Az yemek, Nefs'in bedendeki etkinliğine ve egemenliğine son vermesine sebebiyet verir. Orucun hikmeti ve mutasavvıfların az yemeye bu kadar önem vermesi bundandır.
Yahya b. Muâz Râzî (V 258 H./871 M.) şöyle der:
"Nefsine karşı riyazet kılıcıyla savaş. Riyazet dört şekilde yapılır:
Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve hiç kimseye eziyet vermemektir. Az yemek, şehveti öldürür. Az uyumak, saf iradeyi doğurur. Az konuşmak, tehlikelerden korur. Başkalarına eziyet vermemek de insanı gayeye ulaştırır." [541]
Nefs'in terbiyesinde önemli bir nokta da, azimetlere göre değil de ruhsatlara göre hareket etmektir. Hakim Tirmizî (V 285 H./898 M.) buna işaretle der ki:
"Azimetle hareket edilince kalp, Nefs'in (Hak yoldan) kişiyi alıkoymasına ve azimle şaşırtmaya çalışmasına karşı kuvvet bulur. Nefs yalnız kalır ve eriyip gider. Şehvetin azgınlığı durulur, lezzet ölür ve hareketlilik sona erer." [542] Bu nedenle Nefs'i ruhsatla değil, azimetle eğitmelidir. Nitekim Kuşadah İbrahim Halvetî'ye (V 1262 H./1845 M.) göre de sâlik ruhsat üzere değil, sürekli azimet üzere olmalı ve böylece nefsini tüm kötü huylardan korumalıdır. [543]
Ayrıca Nefs, edepli olmaya zorlanarak da terbiye edilir. Seril b. Abdullah Tüsterî (V. 283 H./896 M.):
"Nefsini edep ile kahreden kişi, Allah'a ihlasla kulluk yapar" [544] demiştir. Kuşeyrî (V. 465 H./1072 M.) de, edebin, kişinin nefsini bilip tanıması demek olduğunu söyler. [545]
Nefs'i eğitmenin bir yolu da çok sefer yapmaktır. Tarikat ehli, gerek cismanî ve gerekse ruhanî sefere büyük önem vermiştir. Ruhî sefer kadar bedenle yapılan yolculuğun, değişik yerler görüp farklı insan ve Allah dostlarıyla tanışmanın değeri de büyüktür. Zira ibret almak için çok yer ve memleket görmek gereklidir. Çok gezmenin gayesi, sebeplere güveni ortadan kaldırmak ve Nefs'i terbiye etmektir. [546]
Nefs terbiyesinde; Nefs ile isteklerinin arasına engel koymak, ona korku salmak, rahatlığını azaltıp önüne birtakım zorluklar koymak, gıdasını kısmak, lezzetlerden onu yoksun bırakmak, ve Allah'ın emirlerine uyma isteği kibir duygusuna üstün gelinceye kadar onu tehdit altında bırakmak [547] da önemli metodlardandır.
Kendisine, Nefs'in hangi bağlarla kontrol altına alınabileceği sorulan hikmet sahibi bir âlimin cevabı şöyle olmuştur:
"Açlık ve susuzlukla onu bağla; zikre devam etmek ve büyüklenmeyi terk sıcaklığıyla onu yumuşat; âhiret yolcularının ayakları altına koymakla da onu küçült; dış görünüş süsünü terk ile onu kır; töhmet altında bulundurmakla onu kötülüklerden koru ve hoşlanmadığı kimselerle onu arkadaş et ki; böylece nefsini kurtarmış olasın." [548]
Öyle anlaşılıyor ki; Nefs terbiyesi ve onunla mücadelede ön plâna çıkan ilk husus, Nefs'in beden üzerindeki yönetici etkinliğini göz önünde bulundurarak birtakım bedensel riyazetlere girmektir. Böylece Nefs'in insana bazı kötü davranışları sergiletmesinin önüne geçilmeye çalışılır. Nefs'in beden üzerindeki nüfuzunu en aza indirmek hedeflenir. Daha sonra Nefs muhasebesi, ona muhalefet ve Nefs'i küçük görmek gelecektir. [549]
Nefsine karşı zafer elde etmek ve onu denetimi altına almak amacıyla onunla savaşa tutuşan sâlik, nefsine karşı uyguladığı birtakım bedensel riyazet ve mücahede yöntemleriyle birlikte, aynı zamanda nefsinin tutum ve davranışlarını da gözönüne alarak onu sorguya çekmelidir. Bu işe Tasavvuf terminolojisinde "Muhasebe" adı verilmektedir.
Nefs muhasebesine büyük önem veren Haris b. Esed Muhasibi, (V 243 H./857 M.) muhasebeye; "eksikliğinin artmasını ortadan kaldırmak amacıyla, hainliğinden dolayı Nefs'in korunmasını aklın ele alması" [550] biçiminde tanımlıyor. Başka bir ifadeyle; "Muhasebe, Allah'ın hoşlandığı şeylerden kötü gördüklerini ayırarak tedbirli davranmaktır. Bu da iki şekilde olur:
Birincisi; amellerin gelecekleriyle ilgili hususlarda, diğeri de peşinden gidilen şeyler hususunda muhasebedir."[551]
Demek ki; Nefs muhasebesi akıl yoluyla yapılır ve bununla Nefs'in açacağı zararların önüne geçmek amaçlanır. Bu, insanla ilgili olduğu gibi, bir yönüyle de Cenab-ı Hakk'la ilgilidir ve ileride işlenecek amellerin O'nun hoşlanacağı türden olması için Nefs sorgulanır.
Nefs'in sorgulanması için belli zaman ve mekânlar düşünülebileceği gibi, aslında muhasebe her an yapılmalıdır. Muhasibi buna; "Nefsini her an hesaba çek!" [552] sözüyle işaret eder. Cimri bir adamın, malının hesabını inceden inceye yaptığı gibi, sâlik de nefsini sabah-akşam, yani her an sorguya çekmelidir. Böylece amellerinin iyi mi, kötü mü olduğunu sürekli tartmış olur.
Hz. Ömer (r.a.) (V 23 H./643 M.) der ki:
"Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin! (Amelleriniz) ölçülüp tartılmadan önce onları ölçüp tartın! Ve hiçbir şeyin gizli kalmaksızın (amellerinizin) sunulacağı o (hesap) gün(ün)de Allâhü Teâlâ'ya sunmak üzere nefslerinizi süsleyin!" [553]
Hz. Ali (r.a.) (V. 41 H./661M.) de, hesap gününde mutlu bir manzarayla karşılaşmak için Nefs'in sorguya çekilmesi gerektiğini; "Nefsini hesaba çeken kişi kurtuluşa erer. Nefsinden habersiz olan ise hüsrana uğrar" [554] sözüyle dile getirmektedir.
Öyleyse muhasebede tefekkür oldukça önemlidir. Mü'min sonunu düşünüp basiret gözüyle Nefs'inin durumunu görmeli ve işlediği günahlardan pişmanlık duymalıdır. Zira yine Hz. Ali'nin ifadesiyle "tefekkür edenin basireti açılır." [555] Dolayısıyla kişi sonunu ve geleceğini daha iyi görebilir ve durumunu ona göre ayarlar.
Abdullah İbn Abbas (V. 68 H./687 M.) (r.a.) da: "İyi bir konudaki tefekkür, kişiyi onu yapmaya; kötü bir işten dolayı pişman olmak da onu terk etmeye götürür" demiştir. [556]
Nefs'i sorguya çekerken, içinde bulunulan durum kesinlikle beğenilmemeli, çok daha kötü durumlarla karşılaşılabileceği sürekli göz önünde bulundurulmalıdır. Nefs devamlı töhmet altında bulundurulmalıdır.
Nefs, "ateşten, cehennem azabından ve Allah'ın Cehennem'e girecekler için hazırladığı, azap türlerinden hiç korkmaz mısm?" diye sorgulanmalıdır. [557]
Ebu'l-Abbas Mevsılî nefsine şöyle seslendi:
"Ey Nefs! Ne dünyadaki zenginler ve hükümdarlar gibi nimetler içerisinde yüzmektesin, ne de âhiret için çokça ibadet edenler gibi mücahedede bulunursun. Bu gidişle senin yüzünden Cennet ile Cehennem arasında tutsak kalacağım. Ey Nefs! Sende hiç utanma yok mu?" [558]
İbrahim Teymî (V 92 H.) anlatıyor:
"Nefsimin Cehennem'de olduğunu hayal ettim. Cehennem'in şiddetli susuzluğu ve alevleriyle boğuşuyor, zakkum ağacından yiyor ve (içilmeyecek derecede) çok soğuk suyundan içiyordum. Dedim ki:
" Ey nefsim! Şu anda canın ne istiyor?" Nefsim dedi ki:
"Dünyaya dön! Bu azaptan seni kurtaracak olan iyi işler yap!" Bir de nefsimin Cennet'te huri kızlarıyla beraber olduğunu hayâl ettim:
İnce, saf ipekten ve çok değerli atlas kumaştan elbiseler giymiştim. Dedim ki:
"Ey nefsim! Şu anda canın ne istiyor?" Nefsim dedi ki:
"Dünyaya dön! Bu sevaptan daha çok sevaplı işler yap!" (Sonra kendime gelip) dedim ki:
"Sen şu anda dünyadasın ve emniyettesin." [559] Yani bu iyi işleri yapacak fırsatın var.
İşte kişi nefsiyle böylesine hesaplaşmah ve geleceğine ona göre yön vermelidir. Böylece Nefs'in kötü isteklerine kolay kolay uyulmaz.
Nefs muhasebesi iki türlü yapılır:
Birincisi; amelden önce yapılan muhasebedir ki; bu, kişinin, vereceği karardan ve iradesinden önce durup düşünme ve onu terk etme fikri ağır basıncaya kadar herhangi bir işte aceleci davranmamaktır.
İkinci tür muhasebe de amelden sonra yapılandır ki; bu da yaptığı işlerin ne kadar doğru veya yanlış, ne kadar ihlâsh veya samimiyetsiz, ne kadar mubah ya da değil olduğunu ölçüp biçmesi, düşünmesidir. [560]
Muhâsibî'nin (V. 243 H./857 M.) bildirdiğine göre Nefs muhasebesinin belli başlı üç yönden faydası vardır:
"Birincisi: Nefs muhasebesiyle ilgili, kişiyi meşgul eden tüm üzüntü ve bağları koparmak. Zira kim borcunun hesabını yaparsa kalbi meşguliyetten kurtulur.
İkincisi: Muhasebeden istenen hedefe ulaşamama korkusundan dolayı, Nefs muhasebesi dışındaki şeylerden isteyerek uzaklaşmak.
Üçüncüsü: Haddi aşılan şeylerden sorguya çekecek olması nedeniyle Allah (c. c.)'tan korkmak." [561]
Demek ki; Nefs muhasebesi sayesinde kul, dününü bugününü ve yarınını düşünme fırsatı bulur ve Nefs'i küçük görüp onu yermek gerektiği sonucuna varır. [562]
Nefs, bir bakıma bencillik duygusu, yani benliktir. Kibir, riya, v.b. gibi büyüklenme alâmetlerinin Nefs'in sıfatlarından olduğunu daha önce görmüştük. Eğitimden geçmemiş bir Nefs için bu gibi duygular büyük bir yıkımdır. Bu nedenle Nefs'e hiçbir zaman değer vermemeli, küçümsenmeli ki; dinî yaşantıda kula engel olmasın. Çünkü Nefs, kul ile dini arasında önemli bir engeldir. "Nefsi aziz olanın dini zelil olur" [563] sözü buna en güzel delildir.
Zünnûn Mısrî (V. 245 H/859 M.) de konuyla ilgili olarak der ki:
"Allah hiçbir kuluna, nefsinin alçak olduğunu göstermek suretiyle verdiği izzetten daha önemli bir şeref vermemiştir. Allah hiçbir kulunu da, nefsinin alçaklığını görmesine engel olmak suretiyle verdiği zilletten daha kötü bir zillet vermemiştir." [564] Öyleyse nefsinin zelil olduğunu bilmek en büyük izzettir.
Bu nedenle kişi, başkalarının kötü huylarını çekiştirip duracağına, önce kendi nefsine bakmalı ve önce kendi nefsiyle savaşmalıdır.
Mevlânâ'nın (V. 673 H./1273 M.) şu sözleri manâlıdır:
"insan, başkalarından önce kendi nefsini ve ahlâkını düzeltmeli, başka insanlara yaptığı nasihatları önce kendi nefsine yapmalı ve önce kendi nefsini sorgulayıp kötülüklerden armdırmalıdır. Cenk, savaş, önce kendi nefsine yapılmalıdır:
"Herkesle cenk eden kişiyi sanma mert olur, Nefsiyle cenk eden kişi Rüstem ve mert imiş." [565]
Âlimlerden biri de:
"Kendisinden en çok nefret edilen kişi, kendi nefsinin kötü huylarını ve ayıplarını unutarak başkalarının kusurlarını dile getiren kişidir" [566] demiştir.
İnsanın, başkalarından önce kendi nefsinin eksiklik ve kötülüklerini görmesi, onun kibir ve gurura kapılarak bencilleşmesine de engel olur. Kendini beğenmesi engellenen Nefs artık yerilip kınanabilir bir kıvama gelmiş demektir. Îşte o zaman Nefs kınanmalı ve kötülenmeli, tekrar bencilliğe ve kendini beğenmeye dönmesi engellenmelidir. Bu konuda şöyle denmiştir:
"Nefsinden gelen kötü birşeye hoşlanmadığın zaman ondan sana bir zarar gelmez. Ama nefsinden gelen kötü şeylere yine kendi nefsin için razı olursan, o zaman nefsini sorgula ve onu kına!" [567]
Sofilerden Mâlik b. Dînâr şöyle duâ etmiştir:
"Nefsine: 'Şunun, şunun sahibi değil misin?' diyen ve sonra da nefsini yeren, onu gemleyip dizginleyen ve Allah'ın kitabına uydurup da nefsini yönetimi altına alan kula Yüce Allah rahmet etsin." [568]
Vera' ve faziletiyle güvenilir bir şahsiyet olan Yunus b. Ubeyd:
"Kuşkusuz ben, iyi huylardan 100 tanesini sayabilirim ki; bunlardan hiçbiri si bende yoktur" demiştir. [569]
İbn Kayyinl'in (V 751H./I350 M.) bildirdiğine göre Selef'ten biri, bir gün ve gecede dörtyüz rekât namaz kılar, sonra da sakalını tutup çeker ve kendi kendine:
"Ey bütün kötülüklerin sığınağı (olan nefsim)! Bir an bile, Allah için kendinden razı oldun mu?" derdi. Bir diğeri de:
"Kulun helak oluşu, nefsinden razı olması nedeniyledir. Kim nefsine, onun herhangi bir yönünü güzel görerek bakarsa, nefsini mahvetmiş demektir. Sürekli nefsini itham etmeyen kişi aldanmıştır" derdi. [570]
Demek ki; insan ne kadar fazilet sahibi olursa olsun, kesinlikle nefsini üstün görmemeli, sürekli onu küçümsemeli ve onu yerip kınamalıdır. Böylece Nefs'in kibirlenerek insanı felâketlere sürüklemesinin önüne geçilebilir.
Nefsine hor ve hakir görülmesi gerektiğini anlayan kul, nefsine muhalefet ederek onun isteklerine karşı koymaya ve onu şehvetlerden uzak tutmaya çalışır. [571]
Nefs, tüm kötülüklerin ana kaynağı kabul edildiğine göre yapılacak en akillıca iş, Nefs'in isteklerine boyun eğmemek, onun arzularının tam tersini yapmak, şehvetlerden onu uzak tutmak ve Nefs'i ilim ve Allah korkusuyla kontrol altına almaktır.
Amr b. Osman Mekkî (V 291 H./903 M.) der ki:
"İlim komutan, Allah korkusu da sürücüdür. Nefs ise itaatsiz, başıboş ve başkaldırıcıdır. Hedefine tam ulaşmak için Nefs atmı ilmin komutanlığında idare et ve onu Allah korkusu ile tehdit ederek sür!" [572]
Sâlik, Allah'a ulaşmakla noktalanacak olan manevî yolculuğu esnasında kendisini helake sürükleyecek olan şu üç şeyden sakınmalıdır:
Kendisine uyulan şehvet, tâbi olunan hevâ ve kişinin nefsinin çağrışma uymasıdır. [573]
Nefs'e muhalefetin Allah katında büyük bir değeri vardır. Sehl b. Abdullah Tüsterî (V 283 R/896 M.) diyor ki:
"İnsan, Nefs'e ve Nefs'in kötü isteklerine aykırı davranmak suretiyle Allâhü Teâlâ'ya yaptığı ibadete benzer başka birşeyle kulluk etmemiştir." [574]
Nefs'e muhalefet tarikat için gerekli olduğu kadar şeriat için de gereklidir. Kuşadalı İbrahim Halveti (V 1262 H./1845 M.): "Medâr-ı şeriat, Nefs'e muhalefet etmektir; var ise var, yok ise yoktur." [575] der. Demek ki; şeriat ve tarikatte kemâle ermek Nefs'e karşı koymakla gerçekleşir. Nefs'e muhalefetin bulunmadığı yerde ne tarikatten, ne de onun kaynağı olan şeriatten eser kalmaz.
Bu neden böyledir? Kişinin nefsi, hevâ ve hevesleri, kâfirlerden daha büyük ve tehlikeli bir düşmandır [576] da ondan. Kul, düşmandan daha çok kendi nefsinden korkmalıdır. Yahya b. Muâz Razı (V. 258 R/871 M.) şöyle demiştir:
"İnsanın üç düşmanı vardır:
Dünya, şeytan ve Nefs. Bu nedenle, ona değer vermemekle dünyadan, vesvesesine kapılmamakla şeytandan ve şehvetleri terk etmekle de Nefs'ten korunmaya çalışılmalıdır." [577] Çünkü Nefs hem hâin, hem de köstektir. [578] Aynı zamanda Nefs, kişinin putudur ve nefsine kulluk eden kişi puta tapmış demektir. [579] Dolayısıyla Cüneyd-i Bağdadînin (V. 297 H./909 M.) de dediği gibi "Küfrün esası, Nefs'in isteklerine göre davranmaktır." [580]
O halde şeytanla işbirliğine girme eğiliminde olan Nefs'in vesvesesinden uzak kalmalı [581] ve âhiret mutluluğuna ermek isteyen kişi Nefs'in şehvetlerinden ve hevâdan uzak durmalıdır. Hz. Ali (V. 41 H./661 M.):
"Canı Cennet'i isteyen kişi, dünyadayken şehvetlerden uzaklaşır" [582] demiştir.
Zaten gerek Zühd hareketinin ve gerekse Tasavvufun gayelerinden biri de Nefs'in tüm nazlarını terketmektir. [583] Nitekim Nefs'in isteklerini terk ederek ona muhalefet etmek; açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi mücahede yöntemlerinden daha etkin ve mükemmel görülmüştür. [584]
Nefs'in hevâ ve heveslerini terk etmek için önce bu şehvetleri Allah korkusuyla ve büyük bir şevkle kalpten atmaya çalışmalı, [585] sabır ile Nefs'in hevâya ve fıtrî yöne doğru gidişini durdurmalıdır. [586] Nefs kesinlikle ihmal edilmemeli ve kötülüklerden uzak tutulmalıdır. Zira nefsanî isteklerle kendini tatmin eden kişi pişman olur. [587] Öyleyse Nefs'in arzuları frenlenmeli ve denetim altında tutulmalıdır. "Kim nefsinin şehvetlerini ayaklarının altına alırsa, şeytan o kimsenin gölgesinden bile kaçar "[588] sözü bu konuya işaret etmektedir.
Eşrefoğlu Rûmî (V. 874 H./1469 M.) der ki:
"Nefs denilen şey, süt emen bir çocuğa benzer. Verirsen, içinde bin-bir türlü gıda bulunan sütü emer. Bundan keser başka şeyler yedirirsen, onları yer ve onlara göre beslenir." [589]
Demek ki; Nefs'e kötü huylar kazandırmaktansa, onu güzel özelliklerle donatmak ve hoş karşılanmayan huylarını ortadan kaldırmaya çalışmak gerekmektedir. Yani Nefs'e kötü şeyler vermektense, onu Allâhü Teâlâ'nın güzel bulduğu iyi şeylerle meşgul etmelidir. "Nefs öyle birşeydir ki; sen onu meşgul etmezsen, o seni meşgul eder" [590] sözü, buna işaret etmektedir.
Nefs'e muhalefet ve onu gazap ve şehvetten uzak tutmanın en etkin yolu, Nefs'in isteklerinin tam tersini yapmaktır. Zira Nefs, kötülükten başka birşey emretmemektedir. Mevlânâ (V. 673 HV1273 M.) buna şöyle işarette bulunur:
"Gazabı gidermenin yolu budur ki; Nefs şikayet etmek istediği an, onun (isteklerinin) tam tersini yapmalı ve şükretmeli; içdünyanda O'nun (Allah'ın) sevgisi ortaya çıkıncaya kadar çokça şükretmelidir." [591]
Serî Sekatî (V. 257 H./870 M.) şöyle demiştir:
"30-40 yıldır nefsini, havucu hurma pekmezine batırıp yemek istiyor; ama yine de ben onun isteğini yerine getirmiyorum." [592]
Tasavvufta dervişin kıymeti, nefsine karşı koyma ve ona muhalefet gücüyle ölçülür. Derviş, nefsine galip gelmesi-ve ona tahammülündeki iyi muamelesi ölçüsünde îlm-i Ledün'ne mazhar olur. [593]
Şu halde, Ebubekir Tamestânî'nin (V. 340 R/951 M.) de dediği gibi; "Nefs'in boyunduruğundan yine Nefs ile kurtulmak mümkün değildir. Nefs'ten kurtuluş, ancak Allah ile ve Allah'ın irâdesine tam teslim olmakla mümkün olur." [594] Nefs'ten uzaklaşan Allâhü Teâlâ'ya yaklaşır, kendinden geçen O'na ulaşır. Hakk'a ermek, Nefs'in zayıflayıp ruhun güçlenmesiyle olur.
Nefs'i yenip ona karşı mücadeleyi kazanmak, seyr-u sülûkün en son noktasıdır. Bu konuya; "Müridlerin seferleri, (seyr-u sülûkün) son noktası olan nefslerine karşı zafer kazanmayı gerçekleştirdikleri zaman sona erer. Nefslerini yenip zafer elde ettikleri zaman artık vuslata ermişler demektir" [595] şeklinde atıfta bulunulmuştur.
İnsandaki her türlü kötülük duygusunun, iyi olmayan huyların kaynağı olan Nefe'in güzel huylarla bezenmesi ve iyi bir ruh halini alması için ona karşı takmalacak en önemli tavır, onu terbiye ve onunla mücadeleye girişme yoluna gitmektir. Nefs sürekli bir muhasebeye tutulmalı ve sebep olduğu davranışların ve huyların hiç de güzel olmadığı telkin edilmelidir. Bu arada Nefs daima küçük görülmeli ve aşağı tunmalıdır ki; gurura kapılıp insanı yoldan çıkarmasın. Nefs'in isteklerini yerine getirmeyip ona muhalefet ederek şehvetlerden, hevâ ve hevesten onu alıkoymak da Nefs'e karşı takınılacak temel tavırlardandır. [596]
İnsanın yapısında bulunan her türlü kötülük eğiliminin, hem İslâm dînince ve hem de insanlarca kötü görülüp hoşlanılmayan bütün kötü huy, davranış ve yerilmiş ahlâkın kaynağı olan(Nefs; insanın canlılığını sürdüren, bedeni üzerinde yönetim ve etkinlik gücü açısından söz sahibi olan bir latifedir. Nefs bedende his, hareket, hayat ve irâde gücünü taşıyan bir cevherdir. Soyut bir kavram olmakla birlikte onun bir gerçekliği vardır. Yani Nefs, hayal ürünü birşey değildir.
Aslında Nefs, insanın "kendisi" yani "benliği"dir. Nefs ile Ruh aynı şeyler olmakla birlikte, eğitilip güzel huy ve özellikler kazandırılmış olan ve seyr-u sülükte üst makamlara doğru yol almakta olan Nefs'e Ruh; terbiye edilmemiş ve yapısında taşıdığı kötü karakteri giderilmemiş Ruh'a da Nefs denir.
Nefs bir tanedir ve kazandığı özelliklere göre Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râzıye, Marzıyye ve Kâmile gibi isimler alır.
Yapısı gereği Nefs; beden, kalp, akıl ve şeytanla karşılıklı iletişim ve etkileşim içindedir. Nefs bedeni sürekli kötülüklere çekmeye çalışır. Şeytanla işbirliği kurma eğiliminde olan Nefs ile güzel huyların kaynağı olan Ruh birbirleriyle sürekli çekişme halindedir ye bu çekişmeye sahne olan yer de kalpdir. Kalp bazen Ruh’un çağrılarının, bazen de Nefs’in isteklerinin etkisi altında kalır. Akıl ise Nefs'in şeytan ile bir olup insanı felâketlere sürüklemesine engel olmaya çalışır ve ona hep hakikati, doğru olanı telkin eder.
Hakk'a vuslatı gerçekleştirebilmek için bir rehber öncülüğünde ve gözetiminde çıkılan manevî bir yolculuk olan seyr-u sülükte ana gaye, insanı nefsânî özelliklerden kurtarıp ona ruhanî sıfatlar kazandırarak Nefs'in mertebelerini bir bir aşıp en üst seviyeye ulaşmaktır. Bunun için de Nefs eğitime tâbi tutulur, onunla mücadeleye girişilir, o küçümsenir ve yerilip kınanır, kötü istek ve şehvetlerden uzak tutulur ve Nefs sorguya çekilerek kötü arzularının tam tersi yapılmaya çalışılır.
Nefs'in Allâhü Teâlâ'ya ve diğer ilâhlara ıtlâkı dışında, tüm bu anlattıklarımız Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'in insanlığa indirilişinden sonra Nefs ile Ruh aynı mânâyı ifade etmeye başlamıştır. Kur'an'da Ruh'a fazlaca değinilmemiş ve hakikatinin tam olarak bilinemeyeceği bildirilmiş olmasına rağmen, Nefs kavramına geniş yer verilmiş ve onun kötü özelliklerine dikkat çekilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'de kalp, gönül, insanın vicdanı ve içdünyası gibi mânâlarda kullanılmak suretiyle de Nefs'in insanın psikolojik yönüne delâlet ettiği vurgulanmıştır.
İnsanın bedeni, bedeniyle birlikte ruhu için de kullanılan Nefs, kötülüğü emredici özelliği nedeniyle kınanmıştır.
Kur'an'da zât, cins, tür gibi anlamlara da gelen Nefs, genelde insanın hayatını sürdüren soluk mânâsına da kullanılmıştır.
Görülüyor ki; Nefs'in Kur'an-ı Kerîm'de kullanılışı, büyük bir zenginlik ve çeşitlilik arzetmektedir. Bu öyle bir mânâ zenginliğidir ki; Felsefeciler'in, Kelâmcılar'ın ve Tasavvufçular'ın, hattâ Psikoloji ve Tıp bilginlerinin Nefs konusundaki düşüncelerinin büyük bölümünü içine almaktadır. Bu da Kur'an-ı Kerîm'in, tüm bilimadamlarına ışık tutacak evrensel nitelikte bir kitap olduğunu göstermektedir. [597]
1. Abdülğaffar Er-Ramazan, Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Elyazma, İstanbul Sûleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail, Nr.: 746/9
2. Ateş, Prof- Dr. Süleyman, İnsan ve insanüstü, 11. baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1985.
3. Atvâr-ı Seb'a, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi, Nr.: 461/1
4. Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Düğümlü Baba, Nr.: 241/1 5. Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Stdeymaniye Kütüphanesi, H. Hayri-Abdullah Efendi, Nr.: 62
6. Atvâr ve Makâmât-ı Sâlikîn, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Küküphanesi, İbrahim Efendi, Nr.: 871/9
7. Aydın, Dr. Hüseyin, Muhâsibî'nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1976
8. Aynî, Mehmed Ali, "Nefs Kelimesinin Manaları", Darülfünun ilahiyat Fakültesi Mecbuası, c. IV, Sayı: 14, Evkaf Matbaası, İstanbul, 1930
9. AYNÎ, Mehmed Ali, Tasavvuf Tarihi, Sadeleşüren: Hüseyin Rahmi YananLI, Kitabevi, İstanbul, 1992
10. Bedevi, Dr. Abdurrahman, Dirâsât ve Nusûs fi'l-Felsefeü vel-Ulütn Inde'l-Arab, el-Mûessesetü'l-Arabiyye, Beyrut, 1981
11. Blachere, Regis, "Nefs Kelimesinin Kur'an'da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar", Çeviren: Sadık Kılıç, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: V, Erzurum, 1982
12. Bolay, Prof. Dr. Süleyman Hayrı, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, V. baskı, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990
13. Bursevî, İsmail Hakkı, Tenvîru'l-Ezhân min Tefsîr-i Rûhi'l-Beyân, IV. c, Neşreden: Muhammed Ali Sâbûnî, Dâru'l-Kalem, Dimeşk, 1989
14. Calverley, E. E., İslam Ansiklopedisi, "Nefis" Maddesi, IX. c, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1964
15. Coşan, Prof. Dr. Es'ad, Hacı Bektas-ı Velî-Makâlât, Seha Neşriyat, İstanbul, ts.
16. Cûrcânî, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali es-Seyyid ez-Zeyn Ebi't-Hasen el-Hûseynî, et-Ta'rtfât, Matbaatû Mustafa el-Bânî el-Halebî ve Evlâdihi, Mısır, 1938
17. Durusoy, Dr. Ali, İbn Sînâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1993
18. ELmalıll Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dîni Kur'an Dili, X c, Sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam, Yrd. Doç. Dr. Emin İşık, Dr. Nusrel Bolelli, Abdullah Yücel; Azim Dağıtım, İstanbul, 1992
19. Eraydın, Dr. Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatler, III. baskı. Marifet Yayınları, İstanbul 1990
20. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma'rifetnâme, Sadeleşüren: M. Fuad Başar, Kitsan, İstanbul, Ts.
21. Eşrefoğlu RÛMÎ, Abdullah b. Eşref b. Muhammed el-Mısri er-Rümî el-İznikî, Müzekki'n-Nüfûs, Hazırlayan: Ali Arslan, Merve Yayınları, İstanbul, 1991
22. Fâhûrî, Hanna - el-Cerr, Halil, Tarihu'l-Fckefeti'î-Ardbiyye, II. c, Dâru'1-Ceyl, Beyrut, 1982
23. Ferced, Ahmed, Tezkiyetü'n-Nefs ve Terbiyemhâ, II. baskı, Tahkik: Mâcid b. Ebi'l-Leyl, Dâru Nâfi', Basım yeri yok, 1986
24. Filiz, Şahin, Muhasibî'nin Hayatı, Eserleri ve Fikirleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 1990
25. Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, IV c, Dâru'r-Rayyân li't-Türâs, Kahire, 1987
26. Gazzâlî, Meâıicü'l-Kuds fî Medâıici Ma'nfeti'n-Nefs ve Meakû Kânûnü't-Te'vîl, Tahkik: Muhammed Mustafa Ebu'1-Alâ, Mektebetü'l-Cündi, Mısır, 1968
27. Gazzâlî, El-Munkızu Mine'd-Dalâl, Tercüme; Doç. Dr. Ahmet Suphi Furat, Şâmil Yayınevi, İstanbul, 1978
28. Gölcük, Prof. Dr. Şerafeddin, Kelâm Tarihi, Esra Yayınları, Konya, 1992
29. Gölcük, Prof. Dr. Şerafeddin - TOPRAK, Doç. Dr. Süleyman, Kelâm, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Konya, 1988
30. Gölpınarlı, Abdülbaki, Melâmîlik ve Melâmiler, İstanbul Devlet Matbaası, 1931den Tıpkıbasını, Gri Yayın, İstanbul, 1992
31. Gündüz, Dr. İrfan, Gümüshânev'i Ahmed Zîyâliddin (K.S.) ve Haliâiyye Tarikatı, Seha Neşriyat, İstanbul, 1984
32. HAkîm Tirmizî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ali, Beyânü'l-Fark Beyne's-Sadr ve'l-Kalb ve'l-Fuâd ve'l-Lübâb, Dâru İhyai'l-Kütübi'l-Arabiyye, Kahire, 1958
33.Tabâiu'n-Nüfûs, Tahkik: Ahmed Abdurrahim es-Sâyih, eî-Mekıebetü's-Sekâfili'n-Neşr ve't-Tevzi', Kahire, 1989
34. Hanefî, Dr. Hasan, Mine'l-Akîde Hes-Sevra, V c. Dâru’l-Tenvîr, Beyrut, 1988
35. Hârisî, Hüseyin b. Abdüssamed b. Muhammed, Nûru'l-Haktka ve Nürul-Hadîka fi Umi'l-Ahlâk, Matbaatü Seyyidi'ş-Şühedâ, Kum, 1983
36. Hucvîrî, Ali b. Osman b. Ebu Ali Cüllâbî, Keşfü'l-Mahcüb, Tercüme: Süleyman Ülu
dağ (Hakikat Bilgisi), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1982
37. İsfahani, Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah, Hılyetü'l-Evliyâ ve Tabakâtü'l-Asfiyâ, X c, Matbaatü's-Saâde, Basım yeri yok, 1974
38. İbn Arabi, Ebubekir Muhyiddîn Muhammed b. Ali,.Tefsîru'l-Kur'ani1-Kerîm (Tefsîru İbn Arabî), Neşreden: Dr. Mustafa Gâlib, lntişârâtü Nasır Hüsrev, Tahran, 1987
39. İbn Ebi'd-Dünya, Ebubekir Abdullah b. Muhammed, Muhâsebetü'n-Nefs, Tahkik: Ebu-Hatim Abdullah eş-Şerkâvî, Müessesetü'l-Kütübi's-Sekâfiyye, Beyrut, 1988
40. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebu Abdullah, Medâricü's-Salikm, III c, Tercüme: Ali Ataç, Adil Bebek, Ali Durusoy, Muhammed Deniz, Muharrem Tan, Mehmet özşenel, İnsan Yayınları, İstanbul, 1990
41. er-Rûh İ'bni'l-Kayyim, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1979
42. İbn Manzür, Ebu FazI Cemalû'd-Dîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü'l-Arab, XV c, Dâru Sâdır, Beyrut, Ts.
43.İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan Ez-Zeyyât, Hâmid Abdülkâdir, Muhammed Ali
44. En-Neccâr; el-Mu'cemü'1-Vasît, II c. bir arada, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992
45. İzmirli İsmail Hakkı, "İslam'da Felsefe Cereyanları", Dârulfüfün İlahiyat Fakültesi Mecmuası, c. IV, Sayı: 16, Evkaf Matbaası, İstanbul, 1930
46. Kara, Doç. Dr. Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Ii. baskı, Dergâh Yayınları, ts İstanbul, 1990
47. Kelâbâzî, Ebubekir Muhammed b. İshak, et-Taarrufli-Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, Dâru'1-İmân, Beyrut, 1986
48. Kelâbâzî, Tercüme: Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf (Taanuf), II. baskı. Dergâh Yayınları, İstanbul, 1992
49. Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, Ankara, Ts.
50. Kuşeyrî, Ebu'l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye fi tlmi't-Tasavvuf, II. baskı, Tahkik: Ma'rûf Zerîk - Ali Abdülhamid Baltacı, Dâru'1-Ceyl, Beyrut, 1990
51. Kuşeyrî, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Kuşcyrî Risalesi, 111. baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1991 52. Mekkî, Ebu Tâlib Muhammed b. Ebi'l-Hasen Ali b. Abbâs, Kûtü'l-Kulûb fi Muameleti'l-Mahbûb ve Vasfi Tarikı'l-Mürîd ilâ Makâmi't-Tevhîd, II c. bir arada, el-Matbaatü'l-Meymeniyye, Dâru Sâdır, Mısır, Ts.
53. Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, iz Yayıncılık, İstanbul, 1994
54. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, el-Mu'cemü'l-Müfehres li-Elfâzi'l-Kur'ani'l-Kerîm,11. baskı, Dâru'I-Fikr, Beyrut, 1991
55. Muhammed Nuri Şemseddin Efendi, Risâle-i Murâkabç ("Miftâhu'l-Kulûb" içinde, "Risâle-i Pendnâme" ile birlikte), Es'ad Efendi Taşbasımevi, İstanbul, 1284 H.
56. Muhammed Şerafeddin, "Kitab al-Muteber", Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, c. V, Sayı: 22, Burhaneddin Matbaası, İstanbul, 1932'
57. Mühâsıbî, Ebu Abdullah Haris b. Esed, Adâbü'n-Nüfûs, II. baskı, Tahkik: Dr. Abdülkadir Ahmed Ata', Dâru'1-Ceyl, Beyrut, 1987
58. Mühâsıbî, er-Riâye li-Hukûkillâh, II. baskı, Tahkik: Dr. Abdülhalim Mahmud, Dâru'l-
Maârif, Kahire, 1990
59. Mühâsıbî, Risâletû'l-Müsterşidîn, V baskı, Tahkik: Abdulfettah Ebu -udde, Dâru's-Selâm, Kahire, 1988
60. Mühâsıbî, el-Vesâyâ, Tahkik; Dr. Abdülkâdir Ahmed Atâ', Dâru'l-Kütübi'I-İlmiyye, Beyrut, 1986 Nefs'in Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Süleyrmıniye Kütüphanesi, Kasideci Zade, Nr.; 703/6'
61. NFesefî, Aziz b. Muhammed (Azîzüddîn), İnsan-ı Kâmil, Tercüme: Dr. Mehmet Kanar (Tasavvufta insan Meselesi), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990
62. Öztürk, Doç. Dr. Yaşar Nuri, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, III. baskı,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989
63. Öztürk, Doç. Dr. Yaşar Nuri, Kusadah İbrahim Halveti, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1982
64 Pezdevî, Ebu Yusr Muhammed, Tercüme: Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük, Ehl-i Sünnet Akaidi, II. baskı, Kayıhan Yayınları, istanbul, 1988
65. Razi, Fahruddîn Muhammed b. Ömer, Esâsü't-Takdîs, Tahkik: Dr. Ahmed Hicazı Sakkâ, Mektebetü'l-Külliyâti'l-Ezheriyye, Kahire, 1986
66. Razi, Kitâbü'n-Nefs ve'r-Rûh ve Şerhu Kuvvâhümâ, Tahkik: Dr. Muhammed Sagîr Hasan el-Masûmî, İslâmâbâd, 1968
67. Razi, el-Mebâhısü'l'Meşrikiyye fi İlmi'l-İlâhiyyât ve't-Tabuyyât, II c, Tahkik: Muhammed Mu'tasım Billâh el-Bağdâdî, Dâru'I-Kütübil-Arabiyye, Beyrut, 1990
68. es-Sâylh, Dr. Ahmed Abdürrahim, es-Sülûk Inde'l-Hakim et-Tirmizî ve Mesâdiruhûmine's-Sünne, Dâru's-Selâm, Kahire, 1988
69. Süfiyyevî, Bâlî Efendi, Atvdr-i Scb'a, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, H. Hüsnü Paşa. Nr.: 1178/5
70. Sühreverdî, Şihâbûddîn Ebu Hafs Ömer. Avârifû'l-Meârif, Tercüme: Doç. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz - Doç. Dr. İrfan Gündüz, (Tasavvufun Esasları), Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1990
71. Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali, Keşşâfü İtilâhâti'l-Fünün, Ut., Neşreden: Muhammed Vecih, Mevlevi Abdülhak, Gulâm Kadir; Kalküta, 1862nden Ofset Baskı, İstanbul, 1984
72. Toprak. Doç. Dr. Süleyman, Ölümden Sonraki Hayat, IV baskı, Konya, 1991
73. Tûsî, Ebu Nasr Serrâc, el-Lûtna', Tahkik: Dr, Abdülhalim Mahmud - Tâhâ Abdûlbâkî Sürür, Dâru'l-Kütübi'l-Hadîse, Mısır, 1960
74. Uludağ, Doç. Dr. Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınlan, İstanbul, 1991
75. Uşsâkî Efendi, Abdullah Salâhi-i Uşşâkî, Atvâr-ı Seb'a, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Tahir Ağa, Nr.: 503/2
Yılmaz, Dr. Hasan Kâmil, Aziz Mahmûd Hüdâyi ve Cehetiyye Tarikatı, Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Vakfı Yayınlan, İstanbul, Ts. [598]
[1] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 4.
[2] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 7-9.
[3] İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan ez-Zeyyân, Hâmid Abdûlkâdir, Muhammed Ali en-Neccâr, el-Mu'cemü'l-Vasîf, s. 940, Cagn Yay., İst-, 1992.
[4] Hüseyin Aydın, Muhasibî'nin Tasavvuf Felsefesi, s. 79, Ankara, 1976.
[5] Ebu'l-Kasım Abdulkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrt, er-Risâktü'l-Kuseyriyye fi İlmi't-Tasavvuf, s. 86, II. baskı,Th.: Ma'rûf Zerîk-Ali Abdülhamld Baltacı, Dâru'1-Ceyl, Beyrut, 1990.
[6] E. E. Calverley, İslam Ansiklopedisi, "Nefis" Maddesi, c. IX, s. 178, Milli Eğitim Basımevi, İst., 1964'
[7] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. IX, s. 16, Azim Dağıtım, İst, 1992.
[8] Ebu Fadl Cemâtüddîri Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Lisânü'l-Arab, c. VI, s. 233, Dâru Sâdır, Beyrut, Ts..
[9] Calverley, İslam Ans., c. IX, s. 178.
[10] Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü, S: 170, II. baskı, Dergâh Yay., İst., 1985.
[11] el-Mu'cemü'l-Vasît, s. 940.
[12] "İbn Manzûr, Lisânü'1-Arab, c. VI, s. 234.
[13] Mehmed Ali Aynî, "Nefs Kelimesinin Manaları", Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, c. IV, sayı: 14, s. 50, Evkaf Matbaası, İst., 1930.
[14] İbn Manzûr, A.g.e., cVI, s. 235.
[15] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 50.
[16] İbn Manzûr, A.g.e., c. VI, s. 234 v.d.; el-Mu'cemü'1-Vasît, s. 940.
[17] İbn Manzûr, A.g.e., c. VI, s. 239.
[18] Mehmed AH Aynî, A.g.m., s. 50-51.
[19] Calverley, İslam Am., c. IX, s. 180.
[20] Bkz.: Enam: 6/60; Yusuf, 12/83; Zümer, 39/42; Fecr, 89/27.34
[21] İsrâ: 17/85.
[22] Hüseyin Aydın, A.g.e., s. 80.
[23] Araz: Felsefe ve Kelâm terminolojisinde "kendi başına mevcut olmayan, zâtıyla kâim olmayan şey" demektir. Renk, koku, uzunluk gibi. Taş, cevher olup onun katiliği da arazdır. Araz yerine "Hâdise" tabiri de kullanılır. Var olan mevcud (cevher), görünen hâdisedir. (Şerafeddin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm, s. 117, Selçuk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Yay, Konya, 1988).
[24] Cevher: Felsefe ve Kelâm terminolojisinde "başlı başına mevcut olan, zâtıyla kâim olan şey" demektir. Cevhere "Ayan" ve "Mevcud" da denir. Cevherde değişmelerle birlikte değişmezlik sözkonusudur. O, öz kavramı ile eşittir. Bütün yüklemler ve sıfatlar cevhere dayanır. Cevher, arazların altında bulunandır, şeyin özelliklerini taşıyandır. Cevher soyut bir kavram olmakla birlikte, niteliklerin, özelliklerin ve acazların bir arada bulunabilmesi için kabul edilmesi gereken bir kavramdır. Yakalanamaz kavram olan, yalnız hipotez olarak kurulan, kendisinden vazgeçince arazlarla şeyleri kavramaya imkân olmayan cevher, vazgeçilmez, kaçınılmaz bir halde durmaktadır. (Şerafeddin Gölcük - Süleyman Toprak, Kelâm, s. 117).
[25] İbn Kayyım el-Cevziyye, er-Rûk, s. 175, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1979.
[26] Hüseyin Aydın, A.g.e., s. 81.
[27] Muhammed Ali b. Ali et-Tehânevî, Keşşâfü İhtilâhâti'l-Fünûn, c. II, s. 1397, Kalküta, 1862 İst., 1984 (Ofset Baskı).
[28] Seyyid Şerif Cürcânî, Ta'rifât, s. 217, Matbaatü Mustafa el-Bânî el-Halebî ve Evlâdihî, Mısır, 1938.
[29] Tehânevî, Kesşâfü İhtilâhâü'l-Fünün, c. II, s. 1399 v.d.
[30] Tehânevî, A.g.e., c. II, s. 1400.
[31] Cürcânî, A.g.e., s. 218; Tehânevî, A.g.e., c. II, s. 1397,1401.
[32] Cürcâni, A.g.e., s. 218; Tehânevî, A.g.e., c. II, s. 1398, .1401,1402.
[33] Cürcânî, A.g.e., s. 218.
[34] A.e.,s. 218.
[35] Tehânevî, A.g.e., c. II, s. 1398-1399.
[36] A.e., c. II, s. 1398.
[37] Tehânevî, A.g.e., c. II, s. 1398; Cürcânî, A.g.e., s. 218.
[38] Tehânevî, A.g.e., c. II, s. 1401.
[39] Kuşeyrî, Risale, s. 86-87.
[40] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 13-17.
[41] Bkz.ı Muhammed Fuâd Abdûlbâkî, el-Mu'cemû'l-Müfehres, s. 881-885.
[42] Regis Blachere, "Nefs Kelimesinin Kur'an'da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar", s. 189, Çeviren: Sadık Kılıç, Atatürk Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı: V, Erzurum, 1982.
[43] Tekvir:, 81/7 ve İsrâ, 17/25.
[44] Regis Blachere, A.g.m., s. 189-190.
[45] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 23.
[46] Tâhâ: 20/41.
[47] Ebubekir Muhyiddîn Muhammed b. Ali İbn Arabî, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Kerîm (Tefsîru İbn Arabî), c. II, s. 43, İmişârâtû Nasır Hûsrev, Tahran, 1987.
[48] Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzî, Esâsû't-Takdis, s. 123, Mektebetü'l-Külliyyâti'1-Ezheriyye, Kahire, 1986.
[49] Mâide: 5/116.
[50] İbn Arabî, Tefsir, c. I, s. 353.
[51] Râzî, Esâsü't-Takâîs.s. 123.
[52] İsmail Hakkı Bursevî, Tarvlru'l-Ezhân min Tefsiri Rûhi’l-Beyân, c. I, s. 457, Neşreden: Muhammed Ali Sâbûnî, Dâru'l-Kaîem, Dimeşk, 1989.
[53] Regis Blachere, A.g.m., s. 194.
[54] En'âm: 6/12.
[55] En'âm: 6/54.
[56] Âl-i İmrân: 3/28 ve 30.
[57] Mehmed Ali Aynî, "Nefs Kelimesinin Manaları", s. 51. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 24-25.
[58] Nur: 25/3.
[59] Ra'd: 13/16.
[60] E. E. Calverley, İslâm Ans., "Nefs" Maddesi, c. IX, s. 179. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 25.
[61] Kıyâmet: 75/2.
[62] Elmalılı, Hak Dîni Kur'an Dili, c. VIII, s. 437.
[63] Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 449.
[64] İbn Arabi, Tefsir, c. II, s. 733.
[65] Şems: 91/7-8.
[66] Fecr: 89/27.
[67] Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 548.
[68] Yakîn: Kesin ve apaçık bilgi. Şüphe ve tereddüde yer olmayan doğru ve gerçek. Tasavvufta: a) Gerçeğe uygun, başka türlüsü imkânsız ve değişmeyen inanç, b) Delille değil, iman gücüyle apaçık olarak görme, c) Saf kalple gaybı temaşa, fikri muhafaza ile sırrı mülahaza etmek, d) Birşeyin hakikati konusunda kalbin doyum halinde olması, Her türlü kuşkuyu ortadan kaldırıp tasdik edilen gaybın hakikatine ermek. Yakın müşahededir. Yakın ile insan ateşe girer, su üzerinde yürür. Yakîn sahipleri katında belâ nimete, rahatlık musibete dönüşür. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 528-529).
[69] İbn Ârabt, A.g.e., c. 11, s. 806.
[70] Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 548.
[71] Fecr: 89/27-30.
[72] Elmalılı, A.g.e., c. IX, s. 202.
[73] Bakara: 2/112: "Hayır, her kim Allah'ı görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah'a teslim ederse, işte onun mükâfatı Rabb'inin kalındadır. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
[74] Bakara: 2/207: "Öyle insanlar vardır ki; Allah'ın rızâsını elde etmek için canını bile verir. Allah da kullarına çok şefkatlidir."
[75] Elmalılı, A.g.e., c. IX, s. 203-204.
[76] Fecr: 89/28.
[77] Bursevî, A.g.e. c. IV, s. 548.
[78] Mâide: 5/119.
[79] İbn Arabî, A.g.e., c. II, s: 806.
[80] İbn Kayyim, Meââricü's-Salikin, c. II, s. 158.
[81] Şems: 91/9-10.
[82] En'âm: 6/93.
[83] Bursevî, A.g.e., c. I, s. 492.
[84] Zümer: 39/42.
[85] Bursevî, A.g.e ,c.III, s.391. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 25-28.
[86] Bakara: 2/87.
[87] Bakara: 2/109.
[88] Neml: 27/14.
[89] Âl-i İmrân: 3/154; Yusuf, 12/77.
[90] Hûd: 11/31; Bakara, 2/235.
[91] Mehmed Ali Aynî, "Nefs Kelimesinin Manaları", s. 47.
[92] Ömek olarak bkz.: Tâhâ: 20/67; Mücâdele, 58/8; Secde, 32/17; Nisa, 4/113; İsrâ, 17/7; Araf, 7/205; Enbiyâ, 21/64; Bakara, 2/130, 235; En'âm, 6/158. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 28.
[93] Yusuf: 12/26, 30.
[94] Yusuf: 12/32,51.
[95] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 48.
[96] Al-i İmrân: 3/185; Enbiyâ, 21/35; Ankebût, 29/57.
[97] Razî, Esâsü't-Takdîs, s. 123.
[98] Âl-i İmrân: 3/61,145; En'âm, 6/151; İsrâ, 17/33; Bakara, 2/240; Nahl, 16/7; Kehf, 18/6, 28; Kasas, 28/19; Secde, 32/27; Ahzâb, 33/50; Zâriyât, 51/20-21; Hadîd, 57/22.
[99] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 28-29.
[100] Regis Blachere, "Nefs Kelimesinin Kur'an'da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar", s.193.
[101] Nahl: 16/111.
[102] Hûd: 11/105.
[103] İnfitâr: 82/5.
[104] Tekvîr: 81/14; İnfitâr, 82/5.
[105] Enbiyâ: 21/47; Yâsîn, 36/54.
[106] ÂI-i İmrân: 3/25,151; Krş.: Nahl, 16/111; Zümer, 39/70.
[107] Ahzâb: 33/66.
[108] İnfitâr: 82/19; Krş.: Bakara, 2/48,123.
[109] Zümer: 39/42.
[110] Regis Blachere, A.g.m., s: 190-191.
[111] Bursevî, A.g.e., c. III, s. 391.
[112] Elmalılı, A.g.e., c. VI, s. 496.
[113] Şems: 91/7.
[114] İbn Arabî, A.g.e., c. II, s. 812.
[115] Elmalılı, A.g.e., c. IV, s. 240.
[116] Tekvîr: 81/7.
[117] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 49.
[118] Bakara: 2/286; Mâide, 5/25, 105; En'âm, 6/130, 152; A'râf, 7/188; Yunus, 10/23, 30, 44, 49/54; Ra'd, 13/11, 42; İsrâ, 17/7; Tâhâ, 20/15; Ankebût, 29/6; Zümer, 39/70; Mü'min, 40/17; Câsiye, 45/15; Necm, 53/32. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 30-31.
[119] Yusuf: 12/53.
[120] Bursevî, A.g.e., o II, s. 224.
[121] Yusuf: 12/18.
[122] Tâhâ: 2096.
[123] Bursevî, A.g.e., c. II, s. 443.
[124] Mâide: 5/30.
[125] Bkz.: Bursevî, A.g.e., c. I, s. 419; Elmalılı, A.g.e., c. III, s. 223.
[126] İbrahim: 14/22.
[127] Zümer: 39/56.
[128] Kaf: 50/16.
[129] Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 132.
[130] Haşr: 59/9.
[131] Nâziât: 79/40.
[132] Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 479-480.
[133] Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, s. 77.
[134] Bakara: 2/130.
[135] Tâhâ: 20/96.
[136] Necm: 53/23.
[137] Kehf: 18/28.
[138] Naziât: 79/40-41. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları:31-33.
[139] Bakara: 2/48; Krş.: Bakara, 2/123.
[140] Mehmed Ali Aynî, "Nefs Kelimesinin Manaları", s. 50.
[141] Lokman: 31/28.
[142] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 50.
[143] Lokman: 31/34.
[144] Regis Blachere, "Nefs Kelimesinin Kur'an'da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar", s. 190.
[145] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 50.
[146] Müddessir: 74/38.
[147] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 50; Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 440.
[148] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 33-35.
[149] Tevbe: 9/128.
[150] Elmalılı, A.g.e., c.IV, s. 433,
[151] Bursevî, A.g.e., c. II., s.121 ,
[152] Rûm: 30/28
[153] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 50.
[154] Araf: 7/189.
[155] Elmalılı, A.g.e., c. IV, s. 189.
[156] Nahl: 16/72.
[157] Elmalılı, A.g.e., c. IV, s. 189.
[158] Şûra: 42/11.
[159] Elmalılı, A.g.e., c. VII, s. 13.
[160] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 35.
[161] En'am: 6/60.
[162] Râzî, Esasü't-Takdis, s. 123.
[163] Âl-i İmran: 3/28 ve 30.
[164] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 51.
[165] Mâide: 5/116.
[166] Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 51.
[167] Tekvîr:, 81/18.
[168] Elmalılı, A.g.e., c. IX, s. 33.
[169] Bursevî, A.g.e., c. IV, s. 501.
[170] Regis Blachere, A.g.m., s. 189.
[171] Mutafifîn: 83/26
[172] Elmalılı, A.g.e., c. IX, s. 73.
[173] Regis Blachere, A.g.m., s. 189.
[174] Tevbe: 9/118.
[175] Regis Blachere, Ag.m., s. 190
[176] Regis Blachere, Ag.m., s. 191-192
[177] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 35-37.
[178] "Kendini bilip öğrenen Rabb'ini hakkıyla bilir" mealindeki bu söz mutasavvıflarca çok zikredilir. Bkz.: Matleul-İ'tikâd Tercemesi, s. 40; Ahâdîs-i Mesnevî, s. 167; Künûzu'l-Hakâik, Hind basımı, s. 9, Mısır basımı s, 19; Nehcü'l-Belâğa şerhinde Hz. Ali'ye ait gösterilen bu ibare îbn Teymiyye'ce Mevzu Hadis sayılmıştır. Safinatu'r-Râğıb, s. 149'da ise Hadis olmadığı, Ebu Bekr er-Râzî'nin sözü olduğu kayıtlıdır." (Es'ad Coşan, Hacı Bektaş-ı Veli-Makâlât, s. 29, "1" numaralı dipnot, Seha Neşriyat, İst., ts.).
[179] Es'ad Coşan, A.g.e., s. 61.
[180] Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, c. III, s. 433, Dâru'r-Rayyân li't-Türâs, Kahire, 1987.
[181] İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricüs-Sâlikin, c. I, s. 179, Terc: Ali Ataç, Adil Bebek, Ali Durusoy, Muhammed Deniz, Muharrem Tan, Mehmet Özşenel, İnsan Yay., İst., 1990.
[182] Ebu Abdullah Haris b. Esed el-Muhâsibî, Adâbü'n-Nûfûs, s. 32, II. baskı, Dâru'l-Ceyl, Beyrut, 1987.
[183] Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed Gazzâlî, Meâricü'l-Kuds fi Medârici Ma'rifeti'n-Nefs ve Meahû Kânûnü't-Te'vîl, s. 193, Mektebetü'I-Cündî, Mısır, 1968.
[184] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma'rifetnâme, s. 108-109, Sadeleştiren: M. Fuad Başar, Kitsan, İst.,Ts.
[185] AIi b. Osman b. Ebu Ali Cüllâbî Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, Tere: Süleyman Uludağ (Hakikat Bilgisi), s. 310, Dergâh Yay., İst., 1982.
[186] A.e., Aynı yer.
[187] Hakîm Tirmizî, Tabâiu'n-Nüfûs, s. 92, el-Mektebetü's-Sekâfî li'n-Neşr ve't-Tevzi', Kahire, 1989.
[188] Atvar-ı Seb'a, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi, Nr.: 461/1, Vr.: 18a, 21b.
[189] Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah İsfahâni, Hılyetü'l-Evliyâ ve Tabakâtü'l-Asfiyâ, c. X, s. 201, Matbaatü's-Saâde, Basım yeri yok, 1974. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 45-46.
[190] Elmalılı, Hak Dîni Kur’an Dili, c. IX, s. 201-202. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 47.
[191] Ali Durusoy, İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Alemdeki Yeri, s. 17, Marmara Ün. ilahiyat Fak. Vakfı Yay., İst., 1993; Ayrıca bkz.: Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, s. 149, V baskı, Akçag Yay., Ankara, 1990.
[192] Ali Durusoy, A.g.e., s. 18.
[193] A.e.,s. 19.
[194] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 177.
[195] Fahruddîn Muhammed b. Ömer Râzî, Kitabû'n-Nefs ve'r-Rûh ve Şerhu Kuvvâhümâ, s. 51,İslâmâbâd, 1968. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 47-48.
[196] Ali Durusoy, A.g.e., s. 26-27.
[197] A.e., Aynı yer.
[198] A.e., Aynı yer.
[199] A.e., s. 28 v.d.
[200] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 177.
[201] Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzî, el-Mebâhısû'l-Mesrikıyye fî Umi'l-İlâhiyyât vel-Tabîryyât, c. H, s. 236, Dâru'l-Kûtübi'l-Arabiyye, Beyrut, 1990.
[202] A.e., Aynı yer.
[203] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 194. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 48-49.
[204] Gazzâlî, Meâricül-Kuds, s. 26.
[205] A.e.,s.l9.
[206] Hasan Haneft, Mine'l-Akîde ile's-Sevra, c. I, s. 577, Dâru't-Tenvîr, Beyrut, 1988
[207] Gazzâtt, Meâricû’l-Kuds, s. 56-58.
[208] A.e.,s. 186.
[209] A.e.,s. 130.
[210] Şerafeddin Gölcük, Kelâm Tarihi, s. 157 v.d., Esra Yay., Konya, 1992.
[211] Râzî, en-Nefs ve'r-Rûh, s. 50-51.
[212] Râzî, el-Mebâhtsü'l-Meşrihyye, c. II, s. 238 v.d.
[213] A.e., c. II, s. 239 v.d.
[214] Razî, en-Nefs ve'r-Rûh, s. 40 v.d.
[215] Râzî, el-Mebâhtsû'l-Meşrikıyye, c. 11, s. 245. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 48-49.
[216] Hasan Hanefî, Mrrte'l-Afeîde ile's-Sevra, c. I, s. 575.
[217] Tehânevî, Keşşaf, c. 11, s. 1401 v.d.
[218] Hasan Hanefî, A.g.e., c. 1, s. 576.
[219] A.e.,c. I, s. 574-575.
[220] A.e., c. 1, s. 375; Ayrıca bkz.: İbn Kayyim, er-Rûh, s. 177.
[221] Bkz.: Hasan Hanefî, A.g.e., c. V, s. 148, 162-167.
[222] A.e., c. 1, s. 575.
[223] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 176.
[224] Hasan Hanefî, A.g.e., c. i, s. 575.
[225] A.e., Aynı yer.
[226] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 177.
[227] Râzî, el-Mebâhtsü'l-Meşriktyye, c. II, s. 236-237.
[228] Şerafeddin Gölcük, Kelâm Tarihi, s. 105.
[229] Râzî, el-Mebâhısü'l-Meşrikiyye, c. II, s. 237.
[230] Şerafeddin Gölcük, Kelâm Tarihi, s. 109.
[231] Tikz.: Ebu Yusr Muhammel Pezdevi, Terc: Şerafeddin Gölcük, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 322-323, II. baskı, Kayıhan Yay., İst., 1988.
[232] Hasan Hanefî, A.g.e., c. I, s. 577. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 49-51.
[233] Yani, kendine has varlığı ve bünyesi olan bir şeydir.
Ayn: "Göz, öz, kaynak, çeşme, hâlis, mal, zihnin dışındaki varlık" gibi sözlük anlamları bulunan bu terim, Tasavvuf literatüründe, birşeyin Allah'ın ilmindeki sureti; ayn-i sabite: Zât, mâhiyet, ayniyet, iki şeyin aynîleşmeleri, kendisinden diğer bir şeyin çıktığı ve peyda olduğu diğer birşey" mânâsına gelir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 72, Marifet Yay., İst., 1991).
[234] Hucviri, Keşfü'l-Mahcûb, s. 309.
[235] A.e., s. 320.
[236] A.e., Aynı yer.
[237] A.e., Aynı yer.
[238] A.e., Aynı yer.
[239] A.e., s. 320-321.
[240] A.e.,s. 321.
[241] Bu konuda bkz.: Ebubekir Muhammed b. İshak Kelabâzî, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf (Taarruf), s. 12, 34-35, 61-125, fi. baskı, Dergâh Yay, İst., 1992; Kuşeyri, Risale, S- 41-49.
[242] Şahin Filiz, Mulmsibî'nin Hayatı, Eserleri ve Fikirleri, s. 1, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya, 1990.
[243] Hüseyin Aydın, Muhasibî'nin Tasavvuf Felsefesi, s. 85; Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bkz.: Şahin Filiz, A.g.e., s. 98-116.
[244] Bkz.: Abdülkerim Kuşeyri, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi, s. 55, 111. baskı. Dergâh Yay., ist., 1991.
[245] İzmirli İsmail Hakkı, "İslam'da Felsefe Cereyanları", s. 40, Darülfünun İlahiyat Fak. Mecmuası, c. IV, sayı: 16, Evkaf Matbaası, İst., 1930.
[246] Gazzâlî, İhya, c. III. s. 5.
[247] Hakîm Tirmizî, Beyânü'l-Fark Beynes-Sadr ve'l-Kalb ve'l-Fuâd ve'l-Lübâb, s. 83, Dâru İhyâi'l-Kütûbi'l-Arabiyye, Kahire, 1958.
[248] A.e. s. 40.
[249] Ahmed Abdürrahim es-Sâyih, es-Sülûk İnde'l-Hakîm et-Tirmizî ve Mesâdiruhü mine's-Sünne, s. 165,,Dârus'Selâm, Kahire. 1988.
[250] Hanna Fâhürî-Halü el-Cerr, Târîhu'l-Felsefeti'l-Arabiyye, c. II, s. 296, Dâru'1-Ceyl, Beyrut, 1982.
[251] Hüseyin Aydın, A.g.e., s. 85.
[252] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 51-56.
[253] Bu görüşü ileri sürenler, delil olarak şu ayetleri gösterirler: Mutmainne: Fecr, 89/27; Levvâme: Kıyamet, 75/2; Emmâre: Yusuf: 12/53. Diğer Nefs'ler: Fecr, 89/28; Şems, 91/7-8,
[254] Râzî, en-Nefs ve'r-Rûh, s. 29.
[255] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 226; Mehmed Ali Aynî, A.g.m., s. 51. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 56.
[256] SüIeyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, s. 223, IV. baskı, Konya, 1991.
[257] A.e., Aynı yer.
[258] Râzî, en-Nefs ve'r-Rûh, s. 30.
[259] A.e.,s. 32-33.
[260] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 38.
[261] Hasan Hanefi, Minel-Akîde iles-Sevra, c. I, s. 578.
[262] A.e., Aynı yer.
[263] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 56-57.
[264] Râzî, en-Nefs ve'r-Rûh, s. 51.
[265] Gazzâlî, İhyâ, c. I, s. 68.
[266] Kuşeyrî, Risale, s. 84.
[267] Kabz-Bast: Tutuk olma-keyifli olma veya sıkılma-açılma halleri. Kabz halindeki kul, tutuk ve zihnen kısır bir durumdadır; aklına ve gönlüne birşey gelmez, bildiklerini de unutur. Bast halinde ise gönlü şen, zihni açıktır. {Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 86).
[268] Şihâbüddîn Ebu Hafs Ömer Sühreverdî, Terc: Hasan Kamil Yılmaz, İrfan Gündüz, Avârifü'I-Meani (Tasavvufun Esasları), s. 644, Vefa Yayıncılık, İst., 1990.
[269] Hucvirî, A.g.e., s. 525.
[270] Sühreverdî, Avanfü'l-Medri, s. 105-106.
[271] A.e.,s.567. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 58-59.
[272] Muhammed Şerafeddin, "Kitab al-Muteber", s. 17-18, Darülfünun İlahiyat Fak. Mecmuası, c. V, sayı: 22, Burhaneddin Matbaası, İst., 1932.
[273] Ali Durusoy, A.g.e., s. 26.
[274] Hucvirî, A.g.e., s. 321. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 59.
[275] İbn Kayyim, Meââricü's-Sâlikîn, c. II, s. 319.
[276] Es'ad Coşan, Hacı Bektaş-ı Velî, Mdkâlât, s. 50.
[277] Kuşeyrî, Risale, s. 83; Ayrıca bkz.: Ebubekir Muhammed b. İshak Kelâbâzî, et-Taarruf-Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, s. 90, Dâru'i-İmân, Beyrut, 1986.
[278] Kuşeyrî, Risale, s. 84.
[279] Tül-i Emel: Hırs, açgözlülük. Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi, insanın sırf dünya için çalışması. Kanaatkar ve tokgözlû olmamak. Hemen ölüverme İhtimalinin de bulunduğunu düşünüp ahiret için çalışmayı terk etmek. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 493).
[280] Hevâ: Nefs'in şehvetlere bağlanması, rahatlığa meyletmesidir. Nefs'in şehvetleri tutannea onda zayıflık yer eder ve onu hevâ kaplar. (Haris b. Esed Muhasibi, el-Vesâyâ, s. 231, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1986).
Hevâ-Heves: Arzu, İstek. Tasavvufta: Nefs'in, tabiatın gereğine meyletmesi, süffî yöne yönelip ulvî yönden yüz çevirmesi. Dinî ölçülere aldırış etmeksizin, Nefs'in hoşuna giden şeylere yönelmesi. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 219).
[281] İbn Kayyim, er-Rüh, s. 227.
[282] Eşrefoglu Rûmî, Hazırlayan: Ali Arslan, Müzekki'n-Nüfûs, s. 67, Merve Yay., İst., 1991.
[283] İbrahim: 14/22.
[284] Bakara: 2/208.
[285] Kuşeyrî, Risale, s. 126.
[286] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 59-61.
[287] el-Mu'cemü'l-Vasît, s. 380.
[288] Calverley, İslam Ans., c. IX, s. 178.
[289] İbn Manzûr, Lisânül-Arab, c. VI, s. 235.
[290] A.e., Aynı yer.
[291] Gazzâlî bunlara "zındıklar" adını verir. Bkz.: Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-Dalâl, Terc: Ahmet Subhi Furat, s. 48, Şamil Yayınevi, İst., 1978.
[292] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, s. 215.
[293] İbn Kayyim, er-Rûn, s. 176.
[294] Geniş bilgi için bkz.: S. Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, s. 213-217.
[295] Süleyman Toprak, A.g.e., s. 215.
[296] Mu'tezile mezhebinin önde gelen Kelâmcı'larından İibrahim en-Nazzâm "Ruh cisimdir ve o Nefs'tir" der. Yine aynı mezhepten Cübbâî'nin görüşü de bu yöndedir. Bkz.: İbn Kayyim, er-Rük, s. 175.
[297] Bu görüşün sahibi olan Ebubekir Bâkıllânî ve diğer Eş'ariler'in ruh hakkındaki görüşleri: "Ruh bir arazdır, yani hayattır. Ruh Nefs'ten ayrı bir şeydir" seklindedir. Bkz.: İbn Kayyim, er-Rüh, s. 177.
[298] Süleyman Toprak, A.g.e., s. 220-226.
[299] A.e.,s.220.
[300] Sühreverdî, Avârifül-Meârif, s. 557.
[301] A.e., Aynı yer.
[302] A.e., Aynı yer.
[303] İbn Kayyim, er-Rüli, s. 176.
[304] Kelâbâzî, Terc: Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 100, "52" numaralı dipnot.
[305] Gazzâlî, İhya, c. III, s. 4-5; Gazzâlî, Meâricû'l-Kuds, s. 21.
[306] Gazzâlî, Mearicü'l-Kuds,s. 124.
[307] Bkz.: Araf: 7/172.
[308] Sühreverdî, Avârifü'l-Meârif, s. 558.
[309] A'râf: 7/11.
[310] Sühreverdî, Avârifû'I-Meârif, s. 556.
[311] İsrâ: 17/85.
[312] Bkz.: Muhammed Fuâd Abdülbâkî, el-Mu'cemü'1-Mûfehres li-Elfâzıl-Kur'âni'l-Kerîm, s. 413-414, II. baskı, Dâru'1-Fikr, Beyrut, 1991.
[313] Mû'min: 40/15; Şûra: 42/52.
[314] Mücâdele: 58/22.
[315] Meryem: 19/17.
[316] Şuarâ: 26/193.
[317] Meâric: 70/4; Nebe’, 78/38; Kadr, 97/4.
[318] Enbiyâ: 21/91.
[319] Calverley, İslam Ans., c. IX, s. 178.
[320] Râzî, el-Mebâhisü'l-Meşrikiyye, c. II, s. 237.
[321] Kelâbâzî, Taarruf, s. 68.
[322] Elmalılı, Hak Dîni Kur'an Dili, c. IX, s. 202.
[323] İbn Kayyim, er-rûh, s. 218.
[324] A.e.,s.219.
[325] Çok kısa bir sürede çok uzak yerlere ulaşıp, az zamanda olağanüstü şekilde yer katetmek.
[326] Tehânevî, Keşşaf, c, II, s. 1402.
[327] Mehmed Ali Ayni, "Nefs Kelimesinin Manaları", s. 47.
[328] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 177.
[329] Bkz:: Aziz b. Muhammed Nesefî, însan-ı Kâmil, Tere: Mehmet Kanar (Tasavvufta İnsan Meselesi), s. 44-45, Dergâh Yay., ist., 1990.
[330] Kelâbâzî, Taarruf s. 68.
[331] A.e., s. 67; Sühreverdî, A.g.e., s. 557-558.
[332] Sühreverdî, A.g.e., s. 556.
[333] Kuşeyrî, Risale, s. 87.
[334] Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, s. 309.
[335] A.e.,s. 312.
[336] Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ FîJı, Tere: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayan: Selçuk Eraydm, s. 54, İz Yay., ist., 1994.
[337] Yaşar Nuri Öztûrk, Kuşadah İbrahim Halveti, s. 72, Fatih Yayınevi Matb., İst.,1982.
[338] İrfan Gündüz, Gümüşhanevî Ahmed Ziyâilâdin (K.S.) ve Hâlidiyye Tarikatı, s. 20.1, Seha Neşriyat. İst., 1984. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 61-67.
[339] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 450.
[340] Hucvirî, Kesfü'1-Mahcûb, s. 324.
[341] Nisâ: 4/27; Meryem, 19/59.
[342] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf s. 135, III. baskı, Marmara Ün. İilahiyat Fak. Vakfı Yay, tst., 1989.
[343] Gazzâlî, Meâricü'l-Kuds, s. 84.
[344] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 219,
[345] Câsiye: 45/23; Mâide, 5/70; Necm, 53/23; Nisa, 4/135; Sâd, 38/26.
[346] Hucvirî, A.g.e., s. 321.
[347] Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü'l-Kulûb fi Muâmektil-Mahbûb ve Vasfı Tariki'l-Müriâ ilâ Makâmi't-Tevhîd, c. I, s. 78, II cilt bir arada, Dâru Sâdır, Mısır, Ts.
[348] Muhasibi, Âdâbü'n-Nüfûs, (Mukaddime), s. 30.
[349] Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 292.
[350] A.e.,s. 495.
[351] Kasas: 28/76-83.
[352] İsrâ: 17/37; Lokman, 31/18-19.
[353] Suarâ: 26/215-216; Hicr, 15/88.
[354] Muhâsibî, Vesâyâ, s. 342, 343.
[355] Es'ad Coşan, Hacı Bektas-ı Velî-Makâlât, s. 109.
[356] Kuşeyri, Risale, s. 87.
[357] Kayyim, Medâricü's-Salikîn, c. II, s. 76.
[358] Ebu Tâlib Mekkî, Kütü'l-Kulûb, c. I, s. 76.
[359] Hâris b. Esed Muhasibi, er-Riâye li-Hukûkillâh, s. 267, II. baskı, Dâru'l-Maârif, Kahire, 1990.
[360] Abdurrahman Bedevi, Dirâsât ve Nhsüsfi'l-Felsefeti ve'l-Ulûm Inde'l-Arab, s. 124,
el-Müessesetü'I'Arabiyye, Beyrut, 1981; Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 278.
[361] Âİ-i İmran: 3/159; Zûmer, 39/23.
[362] Bakara: 2/74.
[363] Ebu Talib Mekkî, Kûtû'l-Kulûb, c. t, s. 76.
[364] Hümeze: 104/1-9; Ayrıca bkz.: Hicr, 15/11; Tevbe, 9/64; Mâide, 5/57.
[365] Haşr: 59/9.
[366] Nisâ: 4/128,
[367] Ebu Talib Mekkî, A.g.e., c. 1, s. 84; Sühreverdî, A.g.e., s. 565.
[368] İsfahanî, Hılyetü'l-Evliyâ, c. V, s. 331
[369] Abdurrahman Bedevi, Dirâsât ve Nusûs, s. 125.
[370] A'râf: 7/199.
[371] FeIak: 113/5.
[372] Abdurrahman Bedevî, Dirâsât ve Nusûs, s. 122.
[373] Mü'minûn: 23/1-3; Furkân, 25/72; Kasas, 28/55.
[374] Abdurrahman Bedevî, A.g.e., s. 122.
[375] Haşr: 59/10; Meâric, 70/19-20; Beled, 90/11-17.
[376] Â1-i İmrân: 3/92.
[377] Yaşar Nuri Öztûrk, Tasavvuf, s. 136.
[378] Ebu Talib Mekkî, A.g.e., c. I, s. 85.
[379] Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 543.
[380] Lokman: 31/13.
[381] Nisâ: 4/58.
[382] Hûd: 11/101; Mü'min, 40/31; Âl-i İmran, 3/108, 182; Enfal, 8/51; Fussılet, 41/46.
[383] Ankebût: 29/60; Kehf, 18/15; Secde, 32/22; Zümer, 39/32.
[384] Mâide: 5/1; Saff, 61/3-4.
[385] Abdurrahman Bedevî, A.g.e., s. 123-124.
[386] Hakîm Tirmizî, Tabâiu'n-Nüfüs, s. 73-74.
[387] Muhasibî, Vesâyâ, s. 122.
[388] Sûhreverdi, Avârifü'l-Meânf s. 575.
[389] Ahmed Abdûrrahim es-Sâyih, es-Sülûk Inde'l-Hakim et-Tirmizî, s. 181.
[390] İsfahanî, Hılyetü'l-Evliya, c. X, s. 382.
[391] Ebu Talib Mekkî, Kûtû'l-Kulûb, c. I, s. 84.
[392] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 212.
[393] Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, s. 313.
[394] A.e.,s. 133.
[395] Kuşeyri, Risale, s. 151-152.
[396] İbrahim: 14/10.
[397] Yunus: 10/25.
[398] Enfâl: 8/24.
[399] Hakîm Tirmizî, Tabâiu'n-Nüfûs, s. 82.
[400] Sühreverdî, A.g.e., s. 295.
[401] Kuşeyri, A.g.e., s. 209.,
[402] İbn Ebi'd-Dünya, Muhâsebetü'n-Nefs, s. 95, Müessesetü'I-Kûtübi's-Sekâfiyye, Beyrut, 1988.
[403] İbn Kayyim, Medâricû's-Sahkîn, c. II, s. 8.
[404] Kuşeyri, A.g.e., s. 423.
[405] A.e.,s.437.
[406] Hucvirî, A.g.e., s. 252.
[407] Ebu Talib Mekkl, A.g.e., c. I, s. 85-86 Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 67-72.
[408] Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 428.
[409] Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadah İbrahim Halveti, s. 241.
[410] Örnek olarak bkz.: Bâlî Sûfiyyevî, Alvâr-ı Seb'a, Elyazına, İstanbul Süleymaniye Küt, H. Hüsnü Paşa, Nr: 1178/5; Abdullah Salâhî-i Uşşâki, Atvâr-ı Seb'a, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Küt., Tahir Ağa, Nr: 503/2; Abdülgaffar er-Ramazan, Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Küt., Lala İsmail, Nr.: 746/9; Risâle-i Atvâr-ı Seb'a, Anonim Eser, Elyazma, İst. Süleymaniye Küt., Fatih, Nr.; 5335/6; Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim Eser, Elyazma, İst. Süleymaniye Küt., H. Hayri-Abdullah Ef., Nr.: 62; Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim Eser, Elyazma, İst. Süleymaniye Küt., Düğümlü Baba, Nr.: 241/1; Atvâr ve Makâmât-ı Sâlikin, Anonim Eser, Elyazma, ist. Süleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 871/9; Nefs'in Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim Eser, Elyazma, İst. Süleymaniye Küt., Kasideci Zade, Nr.: 703/6.
[411] İrfan Gündüz, Cümüşhanevî, s. 210.
[412] Sühreverdî, Avârifü'l-Meârif, s. LO5.
[413] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 83-84.
[414] Yusuf: 12/53.
[415] Cürcânî, Ta'rîfâl, s. 217-218.
[416] Tehânevî, Kesşdi, c. II, s. 1402,
[417] Mehmed Ali Aynî, "Nefs Kelimesinin Manaları", s. 51.
[418] İbn Kayyım, er-Rüh, s. 226.
[419] Kuseyrî, Risale, s. 152.
[420] En'âm: 6/112.
[421] Hakîm Tirmizî, Beyânû'l-Fark, s. 40.
[422] İbn Kayyim, er-Rûh, s: 229.
[423] A.e.,s. 232.
[424] Nefs'in Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., Kasideci Zade, Nr: 703/6, Vr.: 62bv.d.
[425] Bâlî Sûfiyyevi, Alvâr-ı Seb'a, İst. Süleymaniye Küt., H. Hüsnü Paşa, Nr.: 1178/5, Vr.: 108a-108b.
[426] Eşrefoğlu Rûmî, Müefein'n-Nefis, s. 45.
[427] Gazzâlî, Meâricü'1-Kuds, s. 21.
[428] Hakîm Tirmizî, Beyanü'l-Fark, s. 81.
[429] Atvâr-ı Seb'a, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr.: 2b.
[430] Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., H. Hayri-Abdullah Ef., Nr.: 62, Vr.: 13b.
[431] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma'rifetnâme, s. 563.
[432] Atvâr-ı Seb'a, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr: 461/1, Vr.: 2b.
[433] Muhammed Nuri Şemseddin Efendi, Risâle-i Murakabe, el'Miftâhu'l-Kulûb" içinde, "Risâle-i Pendnâme" ile birlikte), Es'ad Efendi Taşbasımevi, İst., 1284 H.
[434] Bâlî Sûfiyyevî, A.g.e.,Vr.: 107a.
[435] Nefs'in Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., Kasideci Zade, Nr.: 703/6, Vr.: 80b.
[436] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 228-229. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 84-86.
[437] Kıyâmet: 75/2.
[438] Atvâr-ı Seb'a, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., İbrahim EF., Nr.: 461/1, Vr.: 9a.
[439] Cürcânî, Ta'rîfât, s. 217.
[440] A.e.,s. 218.
[441] Tehânevi, Keşşaf, c. II, s. 1402,
[442] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 225-226; Ayrıca bkz.: İbn Kayyim, Medâricü's-Salikîn, c. II, s. 7-8.
[443] Sühreverdî, Avârifû'l-Meârif, s. 567.
[444] Hakîm Tirmizî, Beyânü'l-Fark, s. 81.
[445] A.e.,s. 83.
[446] Melâmet: Sözlükte; kınama, ayıplama, kötüleme ve karalama gibi mânâlara gelir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 324).
III. H./X. M. yüzyılda Horasan erenlerinden Hamdun Kassâr'ın (V. 271 H./894 M.) fikri liderliğiyle başlamış bir zûhd hareketidir. Melamilik'e göre Allah'a birtakım kıyafet, tören, âdet, gelenek ve zikir toplantıları ile kavuşmak mümkün değildir. Vuslat; Hakk'a bağlanmak, halka hizmet, toplum içinde yaşamak tevazuu ve aşkı ile gerçekleşir. Bu anlayışın temel esasları şunlardır: a) Kınayanın kınamasından korkmamak, b) Hayrı gizlemek, şerri açığa vurmak, c) Nefs'i kötülemek. Bir tarikat olmaktan çok, her tarikatta belli ölçülerde iz bırakmış bir anlayış olan Melâmîlik, zamanla bozulmuş, laubali ve kayıtsız sûfîlerin yolu haline gelmiştir. (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 255-260, Il. baskı. Dergâh Yay, İst., 1990).
[447] Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, s. 151.
[448] Kuşeyri, Risale, s. 426. Melâmîlik ve Melâmiler konusunda ayrıntılı bilgi elde etmek için şu eserlere bakılabilir: Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmiler, İstanbul Devlet Matb., 1931'den Tıpkıbasım, Gri Yayın, İst., 1992; Ahmed Abdûrrahim es-Sâyih, es-Sülûk Inde'l-Hakîm et-Tirmizî, s. 168 v.d.
[449] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma'rifetnâme, s. 568, 579.
[450] Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., H. Hayri-Abdullah Ef., Nr.: 62, Vr.: 13b.
[451] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., Risale-i Murakabe, s. 4.
[452] Nefs'in Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., Kasideci Zade, Nr.: 703/6, Vr.: 77b-78a.
[453] Bâlî Süfiyyevî, A.g.e., Vr.: lllb-112b.
[454] Sühreverdî, Avârifü'l-Meârif, s. 644.
[455] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 86-89.
[456] Şems: 91/8.
[457] Eşrefoğlu Rûmî, A.g.e., s. 61.
[458] A.e., s. 58.
[459] Tehânevi, Keşşaf, c. II, s. 1402.
[460] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., s. 589.
[461] Hakîm Tirmizî, Beyânû'I-Farfe, s. 81.
[462] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., s. 591.
[463] Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim, İst. Süleymaniye Küt, H. Hayri-Abdullah Ef., Nr.: 62,Vr.:13b.
[464] Atvûrt Seb'a, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr.: 13b-14a
[465] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., A.g.e., s. 5.
[466] Bâlî Sûfiyyevî, A.g.e., Vr.: 116a. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 89-90.
[467] Fecr: 89/27.
[468] Cürcânî, Ta'rîfât, s. 218.
[469] Tehânevî, Keşşaf, c. II, s. 1402.
[470] Ebu Nasr Serrâc Alûsî, el-Lûma', s. 98, Dâru'I-Kûtübi'l-Hadîse, Mısır, 1960.
[471] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 223.
[472] Tûsî, Lûma; s. 98.
[473] A.e., Aynı yer.
[474] Ra'd: 13/28.
[475] İbn Kayyim, er-Rûh, s. 220.
[476] Fecr: 89/27.
[477] Nahl: 16/128.
[478] Ra'd: 13/46.
[479] Şûrâ: 42/11.
[480] İhlâs: 112/4.
[481] Tûsî, Lüma', s. 99.
[482] Alvdr-i Seb'a, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr.: 17a.
[483] Atvâr-ı Seb'a Risalesi, Anonim, İst, Süleymaniye Küt., H. Hayri-Abdutlah Ef., Nr 62, Vr.: 14a.
[484] Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki'n-Nûfûs, s. 59.
[485] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma'rifetnâme, s. 612.
[486] Atvdr-ı Seb'a, Anonim, İst. Süleymaniye Kül., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr.: 17a
[487] Fecr: 89/27-30.
[488] Nâziât: 79/24.
[489] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., Risâh-i Murakabe, s. 6-7.
[490] Fenâ: Yok olma, yokluk, geçip gitme, bekanın zıddı. Beka: Devam, sebat, önceki hal üzere kalma. Tasavvufta; Fena, kişinin kötü sıfatlardan arınması: Beka, güzel vasıfların insanda bulunması. Şehveti fena bulan insanın, Allah'a kulluğunda ihlâs ve samimiyeti bakî olur. Kötü huylardan fânî olan, güzel huylarda bakî; cahillikten fânî olan, ilimde bakî; nefsinden fânî olan, Allah'ta bakî olur. (Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatır, s. 225-227, III. baskı, Marifet Yay, İst., 1990).
[491] Bâli Sûfiyyevî, A.g.e., Vr.: 119a-119b.
[492] Heybet: Saygıya dayanan korku, azamet, büyüklük. Tasavvufta; Hakk'a yakın olmanın ortaya çıkardığı kaygı hissi. Heybet, az veya çok kendinden geçme halini gerektirir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın celâfî tecellîlerini kalpte müşahede etmekten dolayı ortaya çıkar. Cemâlî tecellî de heybeti oluşturur.
Üns: Dostluk kurmak, cana yakın olmak, ahbap canlı olmak, sıcak ilgi, candan sevgi. Tasavvufta; Üns makamında bulunan bir sâlik ateşe atılsa veya kılıçla yüzüne vurulsa, yaşadığı derin ruhî hazlar ve neşe sebebiyle bunu hissetmez. Hz. İbrahim'in ateşe atıldıgı zaman ateşteki hali gibi. Üns, sevgilinin cemâlini zevkle seyretmektir, ilâhî cemâli temâşâ etmekten haz almaktır. Üns, âşığın sevgilisiyle samimi olması, resmîliğin ortadan kalkmasıdır. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 219, 502-503).
[493] Sühreverdî, A.g.e., s. 638.
[494] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., A.g.e., s. 11.
[495] Nefs'in Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., Kasîdeci Zade, Nr.: 703/6, Vr.: 81a.
[496] A.e., Vr.: 81b-82a. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 90-93.
[497] Fecr: 89/28.
[498] Celâl: Ululuk, büyüklük. Tasavvufta; mâşugun âşığa asla muhtaç olmadığını göstermesi için ululuğunu açığa vurması, âşığın gururunu kırarak kendisi karşısında ne kadar çaresiz olduğunu ona ispatlaması. Hakk'ın gözden ve gönülden uzak olması, zât ve ehadiyet mertebesi. Celâli tecellî, halkın Hakk karşısında eğilmesini, bencillikten ve benlik davasından vazgeçmesini sağlayan bir terbiye vasıtasıdır.
Cemâl: Güzellik. Tasavvufta; âşığın ısrarlı rağbeti ve isteği üzerine mâşuğun kemâlleri açığa vurması. Allah'ın lütuf ve rahmet sebebi olan özellikleri. Cemâlî tecelli, Hakk Teâlâ'nın herşeyi kollaması, koruyup kayırması. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 111-113).
[499] Kelâbâzî, Tere, Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 101, "52" numaralı dipnot.
[500] Nefs'i Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim, İst. Süleymaniye Küt., Kasideci Zade, Nr.: 703/6, Vr: 55b-56a.
[501] Afvâr-ı Seb'a, Anonim, İst. Sûleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr: 19b.
[502] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., s. 619.
[503] Sır: Ruh gibi insan bedenine konulmuş olan bir latifedir. Kalp, ruh ve sır sıralamasında sır ruhtan sonra gelir ve ondan daha latiftir. Kalp ma'rifet, ruh mahabbet, sır temaşa mahallidir. Bu anlamda sır ruhun ruhudur. Sırrın sırrı ise sırra da gizli kalan sırdır. {Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 430}.
[504] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., s. 619.
[505] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., Risâle-i Murakabe, s. 7-8. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 93-94.
[506] Fecr: 89/28.
[507] Furkan: 25/63.
[508] İlm-i Ledün: Hakk'ın kandan gelen bilgi (Bkz.: Kehf, 18/65). Mutasavvıflar, bütün ilimlerin Allah katından geldiğine inanırlar. Ancak şer'î ve zahirî ilimler, melek ve rasûl aracılığıyla gelir, ilham ise aracısız olarak doğrudan Cenab-ı Hakk'tan gelir. Onun için ilhama İlm-i Ledün denmiştir. Bu ilim, kişiye özgü, gizli bir bilgidir. (Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 245).
[509] Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü'l-Kulûb, c. I, s. 86.
[510] Atvâr-ı Seb'a, Anonim, İst. Sûleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr.: 22a-22b.
[511] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., s. 625.
[512] Muhammed (Nuri Şemseddin Ef., A.g.e., s. 8-9. Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 94-95.
[513] Şems: 91/9.
[514] Kelâbâzi, Tere: Süleyman Uludağ, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s. 101, "52" numaralı dipnot.
[515] Afvâr-ı Seb'a, Anonim, İst. Sûleymaniye Küt., İbrahim Ef., Nr.: 461/1, Vr.: 23a.
[516] Bkz.: Sühreverdî, Avdrifü'l-Merirfs. 563.
[517] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., A.g.e., s. 9.
[518] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., 5. 631.
[519] Kutub: Medar, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî. b) Her zaman âlemde Allah'ın nazar kıldığı yer olan tek kişi. c) Kutub, âlemin ruhu, âlem de onun bedeni gibidir. Hersey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder. (Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 229).
[520] Gavs: Sığınma, iltica etme. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba "Gavs" denir. Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıklarında "Yetiş yâ Gavs! Medet yâ Gavs! imdat yâ Pır!" diye feryat eder ve Kutb'un manevî himayesine girer.
Gavs-i Azam: En ulu Gavs. Buna "Kutb-u Ekber" de denir. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bâtınından ibarettir. Veliliğin en yüce mertebesi budur. (Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 188).
[521] Kutbui-Aktâb: Kutubların kutbu. Halkı aydınlatmak ve kurtuluşa erdirmek işiyle görevli velî. (Süleyman Uludağ, A.g.e., s. 299).
[522] Muhammed Nuri Şemseddin Ef., A.g.e., s. 9-10.
[523] Erzurumlu İbrahim Hakkı, A.g.e., s. 566.
[524] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları:
[525] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 97.
[526] Hucvirî, Keşfü'l-Mahcûb, s. 321.
[527] İrfan Gündüz, Gûmüşhanevi, s. 208.
[528] İbn Kayyim, Medâricü's-Sâlikîn, c. II, s. 261.
[529] A.e.,c. II, s. 262.
[530] İbn Ebi'd-Dünya, Muhâsebetü'n-Nefs, s. 70.
[531] Gazzâlî, îhyâ, c. III, s. 71.
[532] A.e., Aynı yer.
[533] Nefs'iıı Yedi Mertebesine Dâir Risale, Anonim, İst. Sûleymaniye Küt., Kasideci Zade, Nr.: 703/6, Vr.: 42b-43a.
[534] Kuşeyrî, Risale, s. 419.
[535] Bkz.: Bakara: 2/151; Cuma, 62/2.
[536] Eşrefoglu Rûmî, Müzekki'n-Nüfus, s. 89.
[537] Hasan Kâmil Yılmaz, Aziz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, s. 218, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., ist., Ts.
[538] Gazzâlî, İhya, c. III, s. 74.
[539] Kuşeyri, Risale, s. 98.
[540] Es'ad Coşan, Hacı Bektaş-ı Veli-Makâmât, s. 119.
[541] Gazzâlî, İhyâ, c. III, s. 71.
[542] Ahmed Abdürrahîm es-Sâyih, es-Sülük lnde'l-Hakîm et-Tirmizî, s. 180.
[543] Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, s. 273.
[544] Kuşeyrî, Risale, s. 286.
[545] A.e.. Aynı yer .
[546] Kelâbâzî, Taarruf, s. 134.
[547] Muhâsibî, Vesâyâ, s. 231.
[548] Gazzâlî, İhyâ, c. 111, s. 91.
[549] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 97-101.
[550] Muhâsibî, Vesâyâ, s. 229.
[551] Muhâsibî, er-Riâye, s. 48.
[552] Haris b. Esed Muhasibi, Risâktü'l-Mûsterşidîn, s. 46, V baskı, Dâru's-Selâm, Kahire, 1988.
[553] Ebu Tâlib Mekkî, Kütü'l-Kulûb, c. I, s. 76; Ayrıca bkz.: Muhasibi, Risâletü'lMüsterşidîn, s. 48.
[554] Hüseyin b. Abdüssamed b. Muhammed Hârisî, Nüru'l-Hakîka ve Nûru'l-Hadika fi ilmi'l-Ahlâk, s. 61, Matbaatû Seyyidi'ş-Şühedâ, Kum, 1983.
[555] A.e.,s. 63.
[556] A.e., Aynı yer.
[557] İbn Kayyım, Medâricû's-Sâlikîn, c. II, s. 68.
[558] Gazzâlî, İhyâ, c. III, s. 71.
[559] İsfahanı, Hılyetü'l-Evliyâ, c. IV s. 211.
[560] Ahmed Ferîd, Tezkiyetü'n-Nefs ve Terbiyetühâ, s. 76-78, II. baskı, Dâru Nâfi', Basım yeri yok, 1986.
[561] Muhasibî, Vesâyâ, s. 230.
[562] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 101-103.
[563] Kuşeyri, Risale, s. 99.
[564] A.e.,s. 100.
[565] Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 155.
[566] Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü'l-Kulûb, c. I, s. 87.
[567] Gazzâlî, İhya, c. III, s. 331.
[568] Ahmed Ferid, Tezkiyetü'n-Nefs, s. 76.
[569] İbn Ebi'd-Dünya, Muhâsebetü'n-Nefs, s. 54.
[570] İbn Kayyım, Medârictâ-Sâlikîn, c. 11. s. 85.
[571] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 103-105.
[572] Kuşeyri, Risale, s. 435.
[573] Ebu Tâlib Mekkî, Kûtûl-Kulûb, c. I, s. 77.
[574] Kuşeyrî,A.g.e.,s. 152.
[575] Yaşar Nuri Öztûrk, Kuşadalı İbrahim Halveti, s. 168.
[576] Es'ad Coşan, Hacı Bekttaş-i Velî-Makalat, s. 109.
[577] Gazzâlî, İhyâ, c. III, s. 71.
[578] Hucvirî, Keşfül-Mahcûb, s. 313.
[579] İsfahânî, Hılyetûl-Evliyâ, c. X, s, 201.
[580] Hucvirî, A.g.e., s. 313.
[581] Kuşeyrî, A.g.e., s. 435.
[582] Gazzâlî, İhyâ, c. III, s. 72.
[583] Söhreverdî, Avanfü'1-Mearif, s. 609; Hucviri, A.g.e., s. 117; Kelâbâzî, Taarruf, s. 25.
[584] Kuşeyrî, Risale, s. 87.
[585] A.e.,s. 154.
[586] Sühreverdî, A.g.e., s. 565.
[587] Kuşeyrî, A.g.e., s. 440.
[588] İbn Ebi'd-Dünya, Muhâsebetü'n-Nefs, s. 97.
[589] Eşrefoglu Rûmî, Müzekki'n-Nüfûs, s. 46.
[590] Sühreverdî, A.g.e., s. 213.
[591] MevIânâ, Fîhi Md Fîh, s. 210.
[592] Kuşeyrt, A.g.e., s. 153.
[593] Sühreverdt, A.g.e.,s. 212.
[594] İsfahânî, Hılyetü'l-Evliyâ, c: X, s. 382.
[595] A.g.e., s. 78.
[596] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 105-108.
[597] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 117-118.
[598] Ahmet Ögke, Kur'an'da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları: 119-122.