KU’RAN’DA PEYGAMBERLERE KARŞIT GÜÇLER
C- İslam'ın Zuhurunda Komşu Ülkelere Hakim Olan Mele':
1- MELE'İN PEYGAMBERLERLE MÜCADELESİ
A- Peygamber Gönderilmeden Önce Toplumdaki İçtimai Durum:
B- Milletlerin Yoldan Çıkmasında Mele'in Rolü:
1- İbnu Haldun'a Göre Toplumları Tarafında Sevilen Liderler:
2- Toplumları Saptıranların Müşterek Vasıfları:
a. Kaba Kuvvet Kullanarak Baskıcı ve Dayatmacı Olmaları:
b. İlâhî Sülaleye Mensubiyet (İnsan Üstülük) İddiaları ve Kibir:
c. Toplumların İleri Gelenler tarafından Dolaylı Olarak Saptırılması: ,
3- Toplumların Sapmasında ve Saptırılmasında Zenginliğin Rolü:
4- Peygamberlerin Tanrılaştırılmaması İçin Alınan Tedbirler
5- Toplumları Saptıranların Âhiretteki Durumu:
C- Peygamberleri İnkâr Edenlerin Öncüleri Olarak Mele'
2- Mûsâ A.S.'in Firavun ve Erkânı Tarafından İnkârı
4- Diğer Peygamberler Karşısında Mele'in Tavrı ve Netice
5- Peygamberler Riyaset Peşinde Koşmazlar:
D- Mele'in Peygamberlere Karşı Koymadaki Metodları:
1- Yalancılık Delilikle Suçlamaları:
3- Şâir, Kâhin ve Sihirbazlıkla Suçlamaları:
a. Melek Olmaları Gerekmezmiydi? Demeleri
b. Fakir ve Kimsesizler Zenginlere Denk Olur Mu?
5- Riyaset Peşinde Koşmakla İtham Etmeleri:
6- Tehdit Edip Etrafa Korku Salarak Fiilî Mukavemete Başlamaları:
2- İSLÂMIN ZUHURUNDA MELE'İN TUTUM VE DAVRANIŞLARI
A-Hicaz ve Civarında Siyâsî Durum:
D- Fiilî (Kaba Kuvvet Kullanarak) Mukavamet
E- Her İki Mücâdelenin Öncüleri Ve Toplumdaki Yerleri
6. Şeybe b. Rabî'a b.' Abdişşems (2/624)
9. Esved b. 'Abdeyeğûs (H.Ö. 1/621)
14. Ümeyye b. Halef b. Vehb (2/624)
16. Münebbih b. Haccâc (2/624)
20. Hakem b. Ebi'l-Âs (32/652)
3- MELE'İ İNKÂRA SEVK EDEN SEBEPLER
A- İnkârda Cebir ve İrâdenin Rolü
B- Mele’i İnkâra Sevkeden Sebeplerin Başlıcaları
1- Şirkin Devamından Doğan Siyâsî menfaatlerini Kaybetme Korkuları
2- Ticarî İmtiyazlarını Kaybetme Korkusu
3- Şahsî ve Ailevî Rekabetlere Yol Açan Haset ve Kibir
a. Kibir, Kıskançlık ve Benzeri Manevî Hastalıkların Oluşması:
b. Haşimî ve Emevî Rekabetin Başlaması:
5- İsraf ve Aşırı Lükse Yol Açan Zenginlik
6- Alışkanlıkların Terk Edilmesindeki Zorluk
1- Dinlerin Toplumdaki Tesirlerini İncelemenin Gereği
2- İslâm'ın İlk Devirlerinde Akla Verilen Önem
3- Günümüz Meie'ini, müslümanlari İslam Dininin geri bıraktığı Görüşüne İten Sebepler
Kur'an'daki kıssaları okuduğumuzda, "mele" kelimesi ile ifade edilen; bencillik, haset, hırs ve kibrin esiri olan belli bir grubun daima peygamberlerin karşısında yer aldığı dikkatimizi çeker. Bu grubun aynı zamanda toplumdaki çoğunluğun da iman etmesini engellemeye çalıştığını, ve böylece hakkın ve onun doğrultusundaki ilmin, dolayısı ile huzurun karşısında büyük bir engel oluşturduğunu fark ederiz.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğu gerçeğinden hareketle, önlem alınmadığı takdirde, hakkın karşısında her zaman böyle bir grubun oluşabileceğini düşünmek gerekir. Bu araştırmaya anılan grubun içinde hakka ve ilme karşı çıkan, sırf bencillik/enaniyet ve kibir gibi nefsin kaprislerine boyun eğmekten kendisini kurtaramayan bu tipleri teşhis etmek, onları bu davranışlara iten sebepleri belirleyerek bu tür olumsuz hareketlerin zararlarını önlemek ve onları iyiye doğru yönlendirmede uygulanması gereken metotları belirlemek niyet ve ümidi ile böyle bir konuyu seçtik.
Konu ile ilgili ayetlerin tespitini yapmanın yanında bir taraftan da anılan kelimenin lügat ve ıstılahi manalarını araştırmak için ilgili kaynaklara müracaat ettik. Böylece az da olsa "mele" kelimesinin ifade ettiği grubun toplum içinde; serveti ve taraftarı çok olan idari ve siyasi alanlarda topluma hakim olan çevreler olduğu görüldü. Ancak Kur'an'daki "mele" kelimesinin bu genel manasından çok, anılan grubun içinde, hissiyatı akıllarına ve onun gösterdiği hakka galip gelenler için kullanıldığı hemen fark edilmektedir.
Bu tespitten sonra tarihte, aklı bir yana bırakıp nefsî arzularının tesiri ile hareket edenlerin, devletlerini nasıl ifsat edip, onu bencillik temeli üzerine bina ettikleri kanunlarla idare etmeye çalıştıklarını ve bu maksatla da toplumu birbirine düşman sınıflara nasıl böldüklerini göstermeye çalıştık.
Birinci bölümde, anılan tiplerin şahsî ve ailevî kaprislere kapılarak toplumları nasıl ifsat ettiklerini tespitten sonra peygamberlerin bunu düzeltmek için nasıl hareket ettiklerini anlatmaya çalıştık.
Yine bu bölümde itikadi ve içtimai bir kargaşa içinde olan toplumu ilahi esaslar vazederek doğru yola çekmek isteyen peygamberlere karşı anılan grubun nasıl düşmanca davrandığını ve hangi metotları kullandıklarını da tespite çalıştık.
Bütün bu olup bitenleri daha yakın bir zamanda; yerini, tarihini ve şahıslarını da tespit ederek gözler önüne serebilmek için ikinci bölümü, İslam'ın zuhurunda mele' bahsine ayırdık.
Araştırmayı yaparken asıl kaynağımız daima Kuran-ı Kerim ve tefsirler olmuştur. Ayetlerde öncelikle H.B.Çantay ve Süleyman Ateş'in mealleri esas alınmakla beraber, yer yer kendi ifadelerimi de kullanmaya çalıştım. Meallerdeki parantezlerin içine aldığım izahlarda hangi tefsirlerden istifade ettiğimi dipnotlarda göstermeye gayret ettim.
Konu işlenirken mevzuya çok uygun olacağını gördüğüm halde, İsrailiyat'a düşülebilir endişesi ile Kur'an'ın dışındaki kaynaklara dayalı kıssalara yer vermedim. İkinci bölümde ise böyle bir endişe olmadığı için Peygamber (s.a.v.) ile ilgili tarihî olaylara genişçe yer ayırdım.
Üçüncü bölümde, mele'i inkara sevk eden sebeplerden, öncelikle konumuzla ilgili olanlar incelenmeye çalışıldı. Bu bölümün sonunda yer alan "günümüzdeki mele'" diyebileceğimiz yarı aydınlar ve onların -gereği gibi araştırmamaktan kaynaklanan-İslam'a karşı şüpheleri ile onları buna iten sebepleri, talebelik yıllarından beri merakımı celbeden bir mesele idi. O günden beri konu ile ilgili okumuş olduğum eserlerden varmış olduğum neticeyi özetlemeye çalıştığımdan, kaynaklarını göstermek için dipnotlara yer vermedim.[1]
Konumuzla doğrudan ilgili Türkçe ve Arapça bir esere rastlayamadım. Bu sebeple meseleye, özetini sunduğum plan dahilinde ilk defa bakılıyor denilebilir. Böylesine işlenmemiş ve geniş bir sahadaki ilmi araştırmalara atılan ilk adımda şüphesiz muhakkiklerce birçok eksikler bulunabilir. Daha geniş imkanlar içinde, daha net ve müdellel neticelere varılabilir. Konu ile ilgili çalışmalara bir basamak hazırlayabildiysem kendimi mutlu sayacağım.
Beni,İslam'ın sosyal konulardaki görüşünü araştırmaya sevk eden bu tez konusunu tespit ve kıymetli zamanlarını ayırarak hazırlanmasında bana rehberlik eden muhterem hocam Yüksek İslam Enstitüsü Tefsir Dersleri Öğretim Üyesi Sayın Hayrettin Tınmaz'a bu vesile ile teşekkürler ederim.
Ayrıca zaman zaman istişarelerine başvurduğum Öğretim Üyesi ve Asistan arkadaşlarıma da şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.
Muvaffakiyet Allah'tandır.
14-C. Ahir-1401/19-Nisan-1981 İbrahim Çelik Bursa[2]
Yüce Allah, toplum içindeki ihtiyaçların karşılanabilmesi için, o toplumu meydana getiren insanları değişik kabiliyetlerde yaratmıştır. Böylece bir toplum içinde aynı kabiliyetteki fertler bir araya gelerek bir takım mesleki gruplar meydana getirmişlerdir. Bu gruplardan her biri, kendi sahasındaki kabiliyetlerini, uzun zaman alan eğitim ve tecrübelerle arttırmış, o işi diğerlerinden daha güzel yaparak, o mesleğin adamı olmaya hak kazanmıştır.
Bir insanın herhangi bir meslekteki başarısı, kendisini bütün ihtiyaçlarını karşılamak için, başkalarına muhtaç olmaktan kurtaramaz. Bu yüzde bir hizmet ya da madde karşılığında muhtaç olduğu şeyi başkalarından almaya mecburdur. Bu sebeple toplumdaki bütün fertler böyle bir alış verişe katılmak zorundadır.
İnsanların bekası için şart olan bu hizmet alış verişinin düzenli bir şekilde devam etmesi de; aklın disiplini altına alınıp adaletle yürütülmesine bağlıdır. İşte cemiyet içinde diğer mesleklerde olduğu gibi; toplumda cereyan etmesi gereken bu hizmetlerin yönetiminde de kabiliyetli, çoğunluk tarafından takdir edilen ve hürmet gören, sözü dinlenen, isabetli görüşleriyle topluma yön veren kimseler daima var olagelmiştir. Toplum olarak yaşamak zorunda olan insanları, bu mecburiyetin dışında düşünmenin imkanı yoktur. Çünkü beşeri ilişkilerin bir grup tarafından oluşturulacak bir sisteme göre yönetilmesi gerekmektedir. Bu ilişkilerin tesadüflere ya da herkesin kendi anlayışına terk edilmesi ise anarşiyi doğurur. Zira insanoğlu melek olmadığı için, aralarında hakkına razı olmayıp üzerine düşeni de yapmaya yanaşmayan, kötü niyetli ve asalak birçok kimselerin mevcut olduğunu kabul etmek gerekir. Öyleyse en kötü sistemin bile sistemsizlikten iyi olduğu kabul edilmelidir.
Tarih boyunca bu konuda liyakati olan veya olduğunu iddia edip akla değer vermeksizin beşeri zaaflarına göre hareket eden kimseler, daima toplumların başına geçip bu işleri yürütmüşlerdir.
Ancak Allah Teala bu idarî liyakati devamlı olarak belli bir sınıfa, kabileye ya da aileye vermemiştir. Çoğu zaman idarî işleri çok iyi yöneten bir babanın çocukları, eksik bir öğretim ve eğitim sonucu, bu konuda başarılı olamıyor. Buna rağmen, baş olma, makam sahibi olma hırsı ile idare etme hakkını kendilerinde zorla tutmaya çalışan bazı aile ve sınıflar tarih boyunca toplumlara tahakküm edip zulmetmişlerdir. Böylece bu hakim sınıf, toplum yararına iş yapacakları yerde, kendi süfli arzularını tatmin ve hakkı olduğundan fazla bir takım menfaatler celp etme yoluna gitmiştir. Bunun sonucu olarak da insanlar arasında âdil bir şekilde devam etmesi gereken hizmet alış verişi sık sık bozulmuş, yerine zulüm hakim olmuştur.
İşte böyle anlarda toplumu ıslah edip insanoğlunu tekrar; iblisi kıskandıran, melekleri de imrendiren mertebeye yükseltmek için peygamberler göndermenin sünnetullahın gereği olduğunu da Kur'an'dan öğreniyoruz. Beşerî kelamda, "tarih tekerrürden ibarettir" sözü ile ifadesini bulan, sünnetullahın tebdil ve tahvil kabul etmeyişinden[3] hareketle, istikbaldeki tehlikeleri bize maziden aktaran kıssaları okuduğumuzda; insanlık tarihine yön veren olayların "resul, mele', ve du'afa" terimleri ile ifade edilen kimseler etrafında oluştuklarını görürüz. Şu halde milletlerin kaderlerinde büyük rolü olan bu terimlerin tarih sosyolojisi açısından önemi çok olan manalar taşıması gerekir.
"resul" kelimesinin ifade ettiği anlam bilinmektedir. Ancak peygamberin olmadığı yer ve zamanlarda, onların getirmiş olduğu esasların ve bu esaslara göre toplumu ıslah etmeye çalışanların aynı fonksiyonu icra ettiğini de kaydetmek gerekir.
"Du'afâ", ayetlerden anlaşıldığına göre, toplumun ileri gelenlerine uyan halk tabakası, tebaa manasına gelmektedir[4]. Ayrıca konu işlendikçe terimdeki bu mana daha da açıklık kazanacaktır.
"Mele"' terimi ise, peygamberin tebliğlerini konu edinen kıssaların akışında; daima peygamberlerin karşısında yer alan ve o günün şartlarına göre hakimiyeti ellerinde bulunduran bir grup olarak görünmektedir. Bazı âyetlerde, peygamberlere karşı çıkmada öncülük edip kavimlerini de arkalarından sürükleyen bu mele' gurubunun "bolluk ve bereketten şımarıp refaha dalarak azmış"[5], manasında "mütref kelimesiyle de isimlendirilmiş olduğunu görüyoruz.[6] Dolayısıyla bu giriş bölümünde "mele"' kelimesinin lügati, ıstılahı manaları ile İslam'dan önce Arabistan'a komşu ülkelere hakim olan sınıfların oluşmasını, imtiyazlarını ve halkla olan ilişkilerini incelemeyi uygun gördük.[7]
"Mele" kelimesi, "me le e" fiilinden türeyen müfret bir isimdir. Bu fiil, doldurmak, dolmak, bir kimseye yardım etmek, kurulan yayı iyice germek, zengin olmak ve çok yemekten dolayı mide fesadına uğramak[8] manalarına gelmektedir. Bunlarla ilgili olarak "mele"' kelimesi şu manalarda kullanılmıştır:
Toplumun reisleri, idarecileri[9], eşrafı[10], ileri gelenleri, büyükleri[11], fikir danışılan, görüşleri alınan kimseleri[12]. Toplum piramidinin üstünde bulunan bu tabaka halkın gözlerini şan, şeref ve azametle doldurdukları[13] ve ihtiyacı hissedilen şeyleri kendilerinde bulunduklarından bu ismi almışlardır[14]
Cemaat[15].
İstişare etmek, danışmak[16].
Hırs, zan ve şüphe.
Huy ve ahlak[17].
Peygamber efendimiz s.a.v. bu kelimeyi birinci maddede gösterilen manalarda şöyle kullanılmıştır: Bir gün Peygamberimiz secdede iken Ukbe b.Ebi Mu'ayt (2/624) mübarek sırtına bir devenin sakatatını koymuştu. Kızı Fatıma (11/637) r.a.'ın yardımı ile ayağa kalkınca: "-Allahım: Kureyş mele' (eşraf ve idareciler)ini sana havale ederim, Allahım: Ebu Cehil b Hişam (2/624), Utbe b. Rabi'a (2/624), Şeybe b. Rabi'a (2/624), Ukbe b. Ebi Mu'ayt (2/624), Ümeyye b. Halef (2/624)'i sana havale ederim"[18] diye beddua etti.
Yine bu kelimeyi aynı manada Peygamberimiz s.a.v. şöyle bir vesile ile kullanılmıştır:
Bedir Savaşından muzaffer dönen müslümanlar Medine'ye vardıklarında coşkun bir şenlikle karşılanmış ve hararetle tebrik edilmişlerdi. Gazilerden Seleme b. Selame (34/654) başarılarını küçümseyen bir ifade ile şöyle der: "-Bizi niçin böylesine coşkulu bir şekilde tebrik ediyorlar? Halbuki biz sıradan bir takım aciz ve yaşlı kimseleri öldürdük" Peygamberimiz bunu duyunca tebessüm ederek: "-Ey kardeşimin oğlu, onlar mele( eşraf ve idareciler)dir"[19]
El-En'am Suresi, 6/52. Ayetin nüzul sebebini açıklama sadedinde Abdullah b. Mes'ûd (32/653) un söyle dediği rivayet edilir: "Bir gün Kureyş'in mele'i, yanında Habbâb (37/657), Süheyb (38/659), Bilal (20/640), Ammar (37/657) bulunduğu halde Hz. Peygamber s.a.v.'e uğramış ve şöyle demişlerdi: "Ya Muhammed: (kavminin eşraf ve ulularını bir yana bırakarak) bunlara mı razı oldun?.. " Anılan ayete nüzul sebebi olarak; "Arap eşrafından bir grubun Peygamber (s.a.v.) den, fakir müminleri meclisinden kovmalarını istemelerini ihtiva eden, ziyade ve noksanı ile farklı rivayetler yapılmıştır"[20] Fakat her birinde olayların failleri için, kısmen değişik isimler sayılmasına rağmen bunların, toplumun hakim tabakası içerisinden oluşlarında ittifak vardır. Mesela, bu rivayeti nakleden kaynakların bir kısmında "mele" lafzı yerine, Kureyş'in reis ve ulularından; Utbe b. Rabi'a (2/624), Şeybe b. Rabi'a (2/624), Mut'im b. Adiyy (2/624), Hars b. Nevfel (2/624), Kursa b. Abdi Amr b. Nevfel'in isimleri[21] zikredilmiştir. Başka bir rivayette ise, "kavmin eşrafı ve beyleri"[22] ifadesi kullanılmıştır. Aynı nüzul sebebinin, sadece mefhum olarak kısaca nakledildiği Medarik'te ise yalnız "müşriklerin reisleri" kaydı yer almıştır.[23] Şu halde anılan ayeti açıklamak için aynı nüzul sebebinin tamamını veya mefhumunu alan bu kaynaklara göre "mele" kelimesi; kavmin içinde sözü geçen kimseler, eşraf, bey ve reisler manalarıyla eş anlamlı sayılır.
Yine Hendek Savaşı öncesinde Medine'yi savunmak için hendekler kazılırken müminleri coşturup gayretlerine güç katmak için Peygamberimizin müminlerle beraber söylediği şiirde "mele"' kelimesinin önderler ve ileri gelenler manasında kullanıldığını görüyoruz:
"Allahım! senin lütfün olmasaydı doğru yolu bulamazdık.
Zekat veremez, namaz kılamazdık.
Rabbimiz! (şu mele'in zulmünü bertaraf edip) bize emniyet bahşet.
Çünkü (kavmin) ileri gelenleri (imanımızdan dolayı) bize zulmetti
(Râvi, son iki beyitin bazen şu şekilde değiştirilerek söylendiğini belirtiyor:
Mele' bize (inançlarımızdan dolayı) zulmetti.
Fitneler çıkartıp bizi dinimizden döndürmek istediklerinde biz de karşı çıktık, karşı çıktık)"[24]
Sahih-i Müslim Şerh-i Nevevi'de ise "mele"' kelimesi için şu açıklamayı görüyoruz: "Onlar kavmin eşrafıdır. Zayıf bir ihtimalle de içinde kadın bulunmayan erkekler topluluğudur."[25]
Yine bu kelimenin birinci maddedeki manada kullanıldığı, İslam Ansiklopedisi'nin şu mütalaasından da anlaşılıyor: ".. Mekke'nin, göçebe kabile meclisinin şehirdeki muadili olan "mele"' vasıtası ile idare edildiği düşünülebilir. Bu meclis, en zengin ve en nüfuslu ailelerin reislerinden meydana gelmekte idi. İşte bundan dolayı mele'in ekseriya Beni Ümeyye ve Beni Mahzum'dan teşekkül ettiği söylenir"[26]
Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki; mele' lafzı ile en çok "kavmin idarecileri, reisleri ve diğer ileri gelenleri manası kastedilmektedir"[27]
Kur'an-ı Kerimde otuz defa geçen[28] bu kelimenin, biri hariç olmak üzere[29] , hepsi ma'rife olarak kullanılmıştır. Bu ön bilgiden hareketle ilk tefsir kaynakların anılan kelimenin, sözlükteki manalarından hangisinin edildiğini araştıralım:
İstifade edebildiğimiz ilk müfessirlerden Mukatil(150/767)e göre "mele"', toplumun "liderleri ve büyükleredir”[30]. Taberi (310/922) "toplumun ileri gelenleri, eşrafı, idarecileri ve uluları"[31]. Isfahani (502/1108); "bir fikir etrafında birleşip bakanların gözlerini ve gönüllerini maddi ve manevî üstünlüklerle dolduran bir topluluk"[32]. Zemâhşerî (538/1143)[33], Kurtibi (671/1272)[34], İbnü Kesir (774/1372)[35] ve Süyuti (911/1505)[36]; "cemiyetin eşrafı, önderleri, idarecileri ve beyleri" ifadelerini kullanmaktadırlar. Râzi(606/1209) ise, açıklamasını yaparken konumuz doğrultusunda şöyle bir ifade kullanmıştır: "Kendilerini peygamberlerin karşısına koyan beyler, ve büyüklerdir. Meclislerin önlerinde yer almaları, heybetli görünüşleri ile göz ve gönülleri doldurmaları, toplantılarda bütün gözlerin onlara yönelmesi sebebiyle dolgunluk ifade eden bu ismi almışlardır, bu da ancak reislerde olur. Bütün bunlar, "mele'"ten muradın, rüesa ve ekâbir olduğunu gösterir"[37]
Çağdaş müfessirlerden Seyyid Kutub (1386/1966) da, peygamberlere uymayı kibirlerine yediremeyen bu grubun "hükümdarlar, aşiret reisleri ve kavim üzerinde nüfuzu olan kişiler olduğuna işaret ediyor[38]. Diğerlerine göre de bu kelime, "eşraf, istişare edilen ve dolayısıyla topluma yön veren kimseler" manalarında daha munis bir şekilde kullanılmıştır.[39] Bu manaların yanında Firavun ve Belkıs gibi teşkilatlı bir devlet yapısına sahip olanlarda mele' kelimesinin daha hususi bir mana taşıması gerektiği düşünülerek "devlet ricali, hükümdarları istişare meclisi" ifadeleri de kullanılmıştır.[40]
Netice: Mezkur kaynaklardan aldığımız bütün bu bilgilere göre mele' genel manası ile her devirde, idâri, siyasî ve iktisadî sahalarda söz sahibi olan, bu ve diğer konularda topluma yön veren kimselerden oluşan cemaat/topluluktur. Kur'an'daki mele' ise bunların içinden, daha çok hissiyatı akla galip gelen ve bu sebeple de siyasi ve idari sahalardaki işlerini zulmederek yürütenler için kullanılmıştır.[41] Çünkü peygamberlerin topluma ıslaha yönelik teklifleri -ileride açıkça görüleceği gibi- en çok bunların hoşuna gitmediğinden daima peygamberlerin karşısında yer almışlardır.
Yine bu kaynaklardan aldığımız bilgilere göre, Kur'an'da nekre olarak geçtiği yer hariç mele' kelimelerinin tümü sözlükteki manalarından birincisinde kullanılmış, 3. 4. ve 5. manalarında hiç kullanılmamıştır diyebiliriz. İkinci maddede kullanılan "cemaat" manasında kullanılma ihtimaline gelince: Bu ihtimali kabul etsek bile, yine bu cemaatin toplum içerisindeki sıradan kimselerden değil; liderliği, zenginliği, görüşlerinin isabetliği ve toplum tarafından kabul görüşü ile temayüz etmiş kişilerden meydana gelen seçkin bir cemaat olduğunu kabul etmek gerekir. Merhum Elmalılı (1361 /1942) ilk ciltlerde cemaat manasını benimserken, ileri gelenlerin oluşturduğu bir cemiyeti kastetmiş olması gerekir.[42] Zaten müteakip ciltlerde aynı kelime için "cemiyyet" yerine ".. .kavmin kodaman güruhu, ...göz dolduran kodamanları, kodaman kafirler..." mânalarını tercih etmesinden anlaşılmaktadır[43]
Kur'an'da peygamberlerin kıssaları dışındaki iki yerde geçen "mele-i a'lâ" ifadesinde de müfessirlerin beyânına göre; "meleklerin büyükleri, ileri gelenleri, yani eşrafı" kastedilmektedir.[44]
Nekre olarak kullanıldığı Hûd Suresi'nin 38.âyetinde ise "ileri gelenler" diye tahsis etmeksizin "herhangi bir cemaat, gurup" manasını verip umumîleştirmek daha uygun düşer.
Bütün bu mütalaalardan sonra sonuç olarak: Kur'an'daki, biri hariç- bütün "mele"' lafızlarında, sözlükteki birinci mâna kastedilmiştir diyebiliriz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki: Akıllardan çok hırs, haset ve kibir gibi behîmî hislere göre hareket ederek toplumu idare etmeye kalkışan ve Alla (c.c.) tarafından gönderilen mürşitlerin ikazlarım dinlemeyip onlara hemen karşı tavır takınan bu sınıfa, eşraf manasına gelen bu kelimenin kullanılması; içinde bulundukları cemiyetin anlayışına, ve değişen kıymet hükümlerine göre, vakıayı açıklamak içindir. Yoksa ilahî ve aklî ölçülere göre eşraflığa, beylik ve efendiliğe, idarecilik ve reisliğe liyakatlerini açıklama için değildir.[45]
Mele' kelimesinin Kur'an'daki ıstılahında, topluma hâkim olan, onu idare eden, ve o günün şartlarına göre seçkin sayılan kibirli bir gurup manasına kastedildiğini belirttikten sonra, İslâm'ın zuhuru ve gelişmesi zamanlarında, komşu ülkelerdeki hâkim sınıfları oluşmasını, imtiyazlarını ve halkla olan ilişkilerini özet olarak inceleyelim. Öncelikle şunu belirteli ki, sadece Araplar arasında değil, bütün milletlerde; ahlaksızlık, hırsızlık, eşkiyalık, içkicilik, kumarbazlık, fuhuş, riba, tefecilik ve kölelik gibi her çeşit zulüm yaygın hale gelmiştir.[46]
Tarihin en eski devirlerinden Roma'nın istilâsına kadar Mısır'da Firavunlar ve çevresindeki saray erkânı hâkim sınıfı oluşturuyorlardı.
Firavunlar, hâkimiyetlerinin devamını sağlamak için halka, tanrılar sülalesinden olduklarını kabul ettirmişlerdi.[47] Bu sebeple kendilerine esirler değil, ancak rahiplerin ileri gelenleri hizmet edebilir,[48] ilâhi bir cevherden vücuda geldikleri için de âdi bir topraktan yaratılmış olanlarla evlenemezlerdi. Bu yüzden yakın akraba ve hatta kardeşler arasındaki evlilik onlar için tabiî bir âdet olmuştur[49] Firavunun etrafında saray erkanını oluşturan kâtipleri müşavirler, vergi memurları, kumandanlar ve muhafızlar toplanmış bulunuyordu. Hâkim-i mutlak olduğunu kabul ettiren Firavunun memurları, bilhassa eyaletlerdeki memurları pek büyük bir servete sahiptiler. İşte Mısır'daki zadegan sınıfının kaynağını da bu saray erkanı oluşturuyordu. Her cemiyette olduğu gibi Mısır'da da toplum piramidinin tabanını, beşeri ihtiyaçlar içinden en çok lâzım olanına cevap veren ve en kalabalık olan çiftçi ve sanatkâr sınıfları oluşturuyordu.[50] Fakat "Firavun, Mısır'da büyüklenmeye kalkışıp aha/isini sınıflara ayırdı. Onlardan bir zümreyi eziyor, oğullarım kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan idi' [51] âyet-i kerimesinde belirtildiği gibi, bu sınıfa, layık olduğu huzur çok görülmüş ve daima zulümler altında ezilmişlerdir. Fakat bu zalimlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmamış ve akıbetleri: "Firavun ve kavminin yapa geldiği şeyleri ve yükseltmekte oldukları sarayları yerle bir ettik'[52] ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi ibret verici olmuştur. İşte böylece firavunların saltanatı Roma'nın işgali ile son bulmuş ama yine eskisini aratmayan yeni bir zulüm devri, Müslümanların Mısır'ı fethine kadar devam etmiştir[53]
Eski Roma'da halk üç sınıfa ayrılıyordu: Patriciler (aristokratlar), Plepler (avam tabaka) ve Köleler. İlk iki sınıf Roma vatandaşı sayılırken, köle ve azatlıların hiçbir değerleri yoktu. Roma'nın idarecilerini oluşturan senato ve konsüller Patricilerden seçilirdi. Pleplerin vazifesi de, Romanın mele'ini oluşturan Patricilerden konsüller ve diğer idareciler için oy kullanmaktı. Bu duruma göre, devlet idaresi Patricilerden oluşan aristokrat bir sınıfa ait idi. Patricilerin kanun yapma ve yürütme hakkı gibi, daha birçok imtiyazları vardı.[54] Halbuki bu iki sınıf arasındaki fark, millî veya ırkî değil sadece iktisadi sebeplere bağlı idi.
Roma tarihinde hemen hemen hiç eksik olmayan Patrici ve Plep mücadelelerinden sonra, halkın siyasi ve iktisadi haklarında kısmen de olsa eşitlik sağlanma yoluna gidilmiştir. Fakat bu sefer de, dogmatik aristokrasi sınıfının hakimiyeti yerine, servete ve taraftar çokluğuna dayanan mevkî aristokrasi hâkimiyeti, toplumda yeni bir takım sınıfların doğmasına neden olmuştur.[55] Bu iki sınıf arasındaki mücadelenin mihverini, zenginlerin fakirtlere verdiği yüksek faizli borçlar teşkil etmiştir. Bir çok defalar toprak eşit olarak dağıtılmış, faizler hatta borçlar silinmiş, kazançların adalet esası üzerine dağıtımı sağlanmaya çalışılmış[56], fakat servetin -dolayısıyla da hakimiyetin- belli kimseler arasında dönüşü engellenememiş, kısa bir zaman sonra yeni bir zengin ve mütehakkim bir sınıf oluşmuştur. Çünkü adalet ve eşitliği sağlamak için, kalıcı esaslar yerine geçici çarelerle halk oyalanmıştır. Bu sebeple sınıf ayrılıkları Roma'nm çöküşüne kadar devam etmiş, böylece soylular daha soylu ve zengin, fakirler daha fakir bir hale gelmişlerdir. Böylece servete dayalı soylu sınıfı giderek önemini arttırmış, zevk ve eğlenceye dalıp hayvani arzularını tatmin etme hırsı herkese hakim olmuştur. Sırf ticaret ve imarette Roma ile boy ölçüşecek bir seviyeye geldiği için, şehirler yakıp yıktırma kararı alan[57], fakirlere arka çıkıyor diye, diktatör olmak istiyor bahanesi ile ıslahatçıları astıran[58] Roma'nın melei, çöküş yıllarında, köleleri ve yakalayabildikleri Hıristiyanları spor sahalarında, türlü işkencelerle birbirlerine öldürtüyor veya genelde aç bırakılmış yırtıcı hayvanlara yem olarak attırıyordu. Roma toplumunun ekâbiri de, bu vahşî zevk ve barbarlığa karşı gelecek yerde, onunla övünme yolunu tutmuştu. Bu haliyle sünnetullah'ta zâlim milletler için takdir edilen acı bir son ufukta belirdiğinde Roma'daki içtimai durumun ne olduğuna bir göz atalım:
"Roma İmparatorluğunun kuzeyden gelen akınlarla yıkılmasından önceki durumu şöyleydi: İmparatorluğun büyük bir kitlesi gayet sefil bir hayat sürmekte idi. Bir taratan hükümet erkânı, öbür taraftan zenginler sınıfı, hemen herkesin faaliyet alanlarına tamamıyla set çekiyordu. Zenginin, memurun ve bu güruhun, harem takımına mensup olmayan, veyahut dalkavuk ve tüfeyli sınıfına dahil olmayanların hayatı, bu gün bizim tasavvur edemeyeceğimiz derecede çetin ve sıkıntılı idi. Bu sebeple dalgalar halinde kuzeyden gelen kavimlerin hücumuna karşı koyacak aylıklı alaylardan başka bir kuvvet bulunamamıştı. Bunlara karşı milli kıyama benzer bir hareket olmadı. Çünkü halk nazarında, imparatorluk uğrunda harp etmek zahmete değer bir şey değildi. Zaten köle ve küçük çiftçiler borca dalmış olduğu gibi (bugün bürokrasi dediğimiz) girift nizam ve kanun ağlarıyla çevrildiğinden, her türlü cesaretini kaybetmiş, bazen de yerlerini, yurtlarını köle ve esir takımına terk etmek mecburiyetinde kalmıştı."[59]
Yunanistan önceleri Roma'nın bir sömürgesi idi. M.S. 476'yı müteakiben Doğu Roma, yani Bizans'ın hakimiyeti altına girmiştir. Bu sebeple Bizans hakim sınıfından bahsetmek - İslâm'ın zuhuru devrine yakın olduğundan- uygun düşer.
Bizans İmparatorlarına kuruluş yıllarından beri "İlah" ve "haşmetmeap" mânalarına gelen unvanların verildiği, adlarına basılan sikkelerden anlaşılmıştır. Monarşik bir devlet teşkilatına sahip Bizans imparatorları, müstebit hükümdar ve imparatorluk tacını taşıyan bir ilah telakki ediliyorlardı. Huzura kabulde tebaası, imparatora bakmaya cesaret etmeden önce, önünde secde etmek mecburiyetindeydi. İmparatorun şahsı, sözleri, sarayı, hazinesi v.b. her şeyi mukaddes sayılırdı. İmparatorların sarayı, içindeki devlet erkanı ile birlikte müthiş masrafların, hile ve entrikaların merkezi haline gelmişti.[60] Merkeze uzak bölgelerde, imparatorun imtiyaz ve zulmünü, oradaki büyük arazi sahipleri ve kilisedeki papazlar sürdürüyorlardı. Roma ve Bizans'ta önceleri amansız bir takip ve zulüm altında inleyen Hıristiyanlar sonradan hüsn-ü kabul görmüşler, hatta papazlar, halkın kendilerine ibadet ettiği ve kralları aforoz edebilecek bir mevkiye çıkmışlardı. Geniş arazilere sahip olan bu aristokrat ve kilise mensuplarının, silahlı adamları, kâtipleri, kâhyaları, işçi orduları, müşavirleri, vergi tahsildarları, polis teşkilatları ve hatta posta servisleri bile vardı. Bu halleriyle devlet içinde küçük küçük krallıklara benziyorlardı. Halkı ise bu hakim sınıfların zulmü altında inliyordu.[61] Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Anadolu halkı, hâkim sınıfların hırslarını tatminden başka maksat gütmeyen Bizans- İran Savaşları neticesinde sık sık el değiştirip büyük kayıplara uğruyorlardı.
Aslında özet olarak sunduğumuz bu bilgilerinden anlaşılıyor ki; Yunan ve Bizans'ta mele' takımını saray erkânı, valileri, ve daha sonraları da bunlarla birlikte papazlar oluşturmaktadır.[62]
İran halkı, Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi, hasep, nesep ve meslekler nazarı itibara alınarak üç büyük zümreye ayrılmıştı: Aristokratlar (hakim sınıf), Muğlar (Dini liderler) ve halk sınıfı. İmtiyazlı sınıfları oluşturan asilzadeler ve muğlar dışındaki geniş halk kitleleri; bezirganlar, sanatkarlar, tarımcılar ve işçiler gibi zümreleri ihtiva ediyordu.[63] Bu tabakalar arasındaki geniş ve derin mesafeleri ortadan kaldırmak imkansızdı. Çünkü fertlerin ailevi durumlarına göre sahip oldukları mevki ve meslekle yetinmeleri ve daha yükseklere göz dikmemeleri kanun gereği idi. Allah her insan için bir meslek halk etmiştir. O yüzden kabiliyetli olsa bile başka bir iş edinme hakkı düşünülemeyeceği inancındaydılar.
"İran Hükümdarları kisrâlar, damarlarında ilahî bir kanın aktığını iddia ediyor, halk da bunlara birer tanrı nazarıyla bakıp tanrılıklarına dair şiirler söylüyorlardı. Yine halk onları, insan üstü bir varlık olarak kabul ettikleri için, kanunlarla sınırlandırılıp tenkit edilemeyeceklerine, isimlerini uluorta ağza alınıp hiç bir kimsenin, onların meclisine katılamayacağına inanılırdı. Ayrıca onların herkes üzerinde sınırsız haklara sahip olduklarına, fakat kimsenin onlardan bir hak talep edemeyeceği kabul edilirdi. Hükmetmek ve vergi toplamak, ilahi menşeli sayılan kisrâ ailesinin hakkıydı. Bu hak ailenin büyüğü sayılan dededen babaya intikal eder ve zâlim veya âdi birisinden başka hiç kimse bu konuda onların karşısına dikilip rakip olamazdı. İran halkı, kisrâ hanedanı içinden verasetle başlarına geçen hükümdara boyun eğmeyi kaçınılmaz gördüğünden başkasına asla razı olmazdı. Dolayısıyla büyük biri bulunamazsa, ailedeki küçük bir çocuğu, o da bulunmazsa bir kadını hükümdar olarak seçerlerdi.[64] Kendi ülkesinde böylesine imtiyazlar edinen kisrâ hanedanı, kibir ve şımarıklıklarını son haddine vardırarak, "İran ve İran dışındaki yerlerdeki kralların, kıralı" sıfatını almış, böylece bütün ırk ve milletlerden üstün olduklarını iddia ile, dünyaya hükmetme arzusuna kapılmışlardı.[65]
Tarihte hâkim sınıfla, ona mahkûm olan çoğunluğun oluşturduğu sınıflar arasına en belirgin sınırların çekilip en yüksek duvarların örülmesini Hindistan'da görüyoruz. Bu sınırların hiç bozulmadan asırlar boyunca devam etmesi de üzerlerine sürülen dini boya sayesinde olmuştur. Bu ülkedeki Kast Sistemi'nin oluşmasını, mukaddes kitaplarını inceleyen Ebu'l Hasen en-Nedvi'den şöyle özetleyebiliriz: Milattan üç asır kadar evvel Mono adındaki bir bilgin, çok daha eski devirlerden kalan kutsal kitapları Veda'larını o günün içtimaî yapısına göre yorumluyor. Kendisinden sonra Monoşastır adını alan bu yorumlar Hint toplumu için hem dinî, hem de siyasî bir kaynak oluyor. Aynı zamanda siyasî ve medenî bir kanun niteliği taşıyan bu kutsal yorumlarda insanların yaratılışı şöyle anlatılıyor: "Kâdir-i Mutlak olan tanrı, âlemin maslahatı için; Brahman'ları ağzından (başından), Kisatriya'ları kollarından, Vâisya'ları bacaklarından, Sudra'ları ayaklarından yaratarak her birine ayrı ayrı imtiyazlar ve vazifeler vermiştir." Hiçbir kimse bundan daha çoğuna talip olamadığı gibi, haklarından da vazgeçemezdi.[66]
1947 yılına kadar geçerli olan ve Hindistan'da; sosyal, siyasi ve dini sistemin temeli sayılan bu kanun, mele' sınıfını, onlara vermiş olduğu birçok imtiyazlarla tanrı seviyesine yükseltmiştir. Bu imtiyazlardan birkaç örnek vererek, bu hakim sınıfın, insan haysiyetini ayaklar altına alan zulümlerinin derecesini anlamaya çalışalım:
"Brahmanlar Allah'ın seçilmiş kulları ve insanların idarecileridir. Memlekette ne varsa onların mülkü, onlar ise mahlukatın en faziletlisi ve dünyanın efendileridir.... Veda'yı ezberleyen bir brahman, öbür üç zümreyi taşkınlıkları ve kötü davranışlarıyla darmadağın etse bile yine affedilir. En muhtaç anlarında bile devletin, onlardan vergi ve harç alması caiz değildir. Bir brahmanın, memleketinde açlıktan ölmesi asla caiz değildir. Bir Brahman, katlini gerektiren bir suç işlese, hakim ancak onun saçlarını tıraş edebilir. Fakat bu suçu işleyen öbür zümreden biri ise, hemen öldürülürdü.[67] Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ama hepsinde adalet ve eşitlik yerine, zulmün esas olduğunu belirtmek kâfi gelecektir.[68]
"De ki: 'Yeryüzünde gezip dolaşın da mücrimlerin sonu nasıl olmuştur, görün"[69] İlahi emrine uyarak, İslâm'dan önceki milletlerin akibetlerini ve konumuz itibariyle buna yol açan sebeplerden sadece siyâsî olanına bakabilmek için çok kısa da olsa yaptığımız bu araştırmada netice olarak şunu görebildik: Mezkûr milletlere hâkim olup onları idare eden sınıflar, her şeye rağmen idareci olarak kalma hırslarını normal bir hakmış gibi gösterebilmek ve bunu yönettikleri halka kabul ettirebilmek, aynı zamanda onlardan ayrı bir grup olarak varlıklarını sürdürebilmek için, ilâhî sülaleye mensup olmak v.b. akıl ve mantıkla bağdaşmayan birtakım sun'i değer ölçüleri tespit etmişler ve bunların gölgesine sığınarak işlerini yürütmüşlerdir. Onlar bu değer ölçüleri vasıtası ile halkı istismar ederek, hak ettiklerinden çok daha fazla nimet ve hizmeti halktan alma yoluna girip gün geçtikçe lüks ve israfa dalmış, aklın kontrolünden çıkan nefislerini tatmin edebilmek için de, gittikçe zulümlerini arttırmışlardır. Kendi ülkelerindeki zulümleri ile aşırı hırslarını tatmin edemeyenler ise, komşu ülkelere göz dikmiş, böylece Roma, Bizans ve İran'ın komşularına ve birbirlerine karşı açtıkları yıllar süren savaşlar başlamış ve zamanla bütün dünyaya yayılmıştır.
İşte anılan aşırı hırs ve hasetleri yüzünden, gören gözleri körleşen, duyan kulakları sağırlaşan ve böylece aklını da dinlemez olan insanoğlunu, tekrar ıslah için son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in bi'seti ufukta belirip kıyamete kadar hiç sönmeyecek olan ışıklar saçmaya başladı. Fakat en yakın çevresinden başlayarak, hırs ve haset çemberi, O'nun da etrafını sarmakta gecikmedi... Peygamber Efendimizin, insanoğlunu cehalet, taklit, ve hissiyatın karanlığından çıkarıp ilahi prensiplerin ışığındaki aklının emrine verebilmek için, nasıl hareket ettiğini araştırmaya geçmeden önce bu konudaki Sünnetullahı, daha iyi kavrayabilmek için Kur'ân'daki kıssalara bir bakalım.[70]
Kainatın bütün imkanları emrine verilip[71] en şerefli, maddi ve manevi yönden en güzel bir şekilde yaratılan insanlar yer yüzüne halife olarak gönderilmiştir.[72] İlk insan ve ilk peygamber olmakla Hz. Adem (a.s.), Yüce Allah'ın dini İslam'a göre dünya ve ahiret hayatında beraberce mutluluğu elde etmenin yolunu çizmiştir. Beşeriyet, bu rehberlik ve iyiyi kötüden ayıran aklı sayesinde, herhangi bir ihtilafa meydan vermeden aralarındaki ilişkilerini düzenlemeye ve kulluk görevlerini gereği gibi yapmaya devanı etmişlerdir. Bu dönemde her fert, sahip olduğu akli melekesi ve yeryüzünü imar ederken elde ettiği tecrübe, bilgi, kabiliyet ve gücüne göre toplumda kendisine düşen görevi yapıyor, hakkettiği karşılığı da alarak, korkusuz ve üzüntüsüz bir halde yaşıyordu.[73] Bu haliyle güven ve huzur içinde yaşayan, rızıkları her taraftan bol bol kendisine gelen insanlık,[74] ilahi irşada uyduğu, akli melekesini geliştirip bilgi ve tecrübelerini, arttırdığı ölçüde maddi ve manevi refahta ileri, mesafeler kat ediyordu.
Ancak, akıp giden zaman içinde birbirine halef olan nesillerde, aklın ve dinin ön gördüğü değer ölçüleri terk edilmekle sonu gelmeyen nefsi arzular, kibir, hırs, haset, rekabet, nisyan gibi beşeri zaaflar, çizilen sırat-ı müstakimden sapmalarda ilk sebepleri oluşturmuştur. Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği üstünlüğü çekemeyen şeytan da fırsat buldukça, bu beşeri zaafları istismar ile geçici zevkler vaat ederek akim müspet yönde kullanılmasına mani olmuş, böylece beşerin mutluluğu için çizilen yoldan ayrılmasında büyük rol oynamıştır.[75] Kendisi için çizilen sırat-ı müstakimden ayrılan insanlık, buna rağmen her türlü tehlikelerden emin, bolluk ve bereket içinde, bu dünyada kalacağını sanarak[76] ve maddi hayatında bazı başarılar elde ederek devam edip ulaştığı refahtan şımarmış,[77] fakat mânevi yönden birçok kayıplar birbirini kovalamıştır. Bu suretle insanoğlu her türlü imkanları bahşeden "Allah 'ı bırakıp kendilerine, ne zarar ne de fayda verebilen şeylere tapmakla"[78] kınanmış ve değerini yitirmiş bir halde yapayalnız terkedilmiştir.[79] Artık "Allah'tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir?"[80]
İlahi rehberin irşadından mahrum olmakla, hisleri aklına galip gelen insanlık gün geçtikçe her bakımdan sapıtmış, içinden çıkamayacağı içtimai bir kargaşalığa düşmüştür. Çünkü bir toplumun huzur içinde yaşayabilmesi için kanun gereği olan görevlerini yapmasından başka; yardımlaşma ve feragat gibi ulvi duygulara da sahip olması gerekir. Bu duyguları da insanda ancak, peygamberlerin telkin ettikleri ilahi prensipler, yani din oluşturabilir. Bu ilahi prensipler olmadan sadece akıl ve vicdan kişiye, üzerine düşen insanlık görevlerini yaptırmada yeterli olamaz. Akıl, insanlar arasındaki hak ve görevleri en güzel bir şekilde tespit edip sağlam kanun, prensip ve müeyyidelere bağlasa bile fert ve cemiyet, çoğu zaman mecbur kaldığı düşüncesinden hareketlere onlara uyar, kendisini bu mecburiyetin dışında hissettiği an, onlara karşı gelebilir. Fert ve cemiyetin eline böylesi hiç bir fırsatın geçemeyeceği bir şekilde kanun ve prensiplerin düzenlediğini düşünsek bile, bunların takibini yapmakla görevli olanların içinde buna imkan bulanlar çıkabilir.Nitekim çok güzel işleyen idari bir nizama sahip devletlerin yöneticileri arasında, tebaasında görülenlerden çok daha geniş çapta yolsuzluk ve skandalların zaman zaman gün yüzüne çıkıp yayıldığını duyarız. Şu anda iltimas, istismar ve kötülüğe meydan vermeyen akli prensipler, kanunlar ve müeyyideler yanında; onlara uymanın sadece dünyevi kar ve zarar açısından değil, uhrevi mutluluğun gerçekleşmesi açısından da gerekli olduğunu telkin eden ve insanları buna göre eğiten ve böylece ulvi duyguların sahibi yapan din duygusuna ihtiyaç vardır. Din duygusuna sahip insanlar, sahip oldukları haklara ve yapmaları gereken vezifelere gönüllü olarak uyar. Bu duyguve bilgilerden yoksun olan toplumlar; itikadi, ahlaki, iktisadi, içtimai ve siyasi v.b. her sahada çıkmazların içine girer. Böyle anlarda peygamberler gelmezse veya onların gösterdiği doğru yol unutulursa toplumda huzur kalmaz, zenginliğine, kaba kuvvetine ve taraftarlarının çokluğuna güvenen herkes, gücü yettiğine zulmeder.
Kur'an'ın risaletle ilgili kısımlarını bir bütün olarak göz önüne getirdiğimizde, milletlerin ahlaki durumlarının düzeltilmesi için geniş yer ayrıldığını görürüz. Bilhassa Ad ve Semud kavimlerinde bu durum çok belirgin bir şekilde görünmektedir. Şu halde peygamber gelmeden önceki cemiyetlerde, ahlaki çöküntünün de yaygın oluşu ayrı bir özelliktir. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in bi'seti zamanında, bütün dünyada olduğu gibi Araplar arasında da; hırsızlık, eşkıyalık, içki, kumarbazlık, riba ve tefecilik, fuhuş ve zina, her türlü vahşet v.b. bir çok ahlaksızlıklar yaygın hale gelmişti. O günün Arap içtimai hayatını açık bir şekilde gözler önüne sürmesi bakımından, Habeşistana hicret eden müslümanları geri götürmek üzere gelen Kureyş heyeti ve Habeş Hükümdarı Necâşî (9/630) huzurunda Müslümanların temsilcisi Ca'fer (8/629) r.a.'ın sözlerine kulak verelim:
"Ey Habeş Hükümdarı: biz cahil bir millet idik. Putlara tapar, leşleri yerdik. Ahlaksızlığın her türlüsünü işler, akrabalık bağlarımızı koparır, komşularımıza da kötülük ederdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı ezerdi. Allah bize, aramızdan; nesebini, doğruluğunu, her konuda güvenilir olduğunu ve namuskarlığını hepimizin bildiği bir Resul gönderene dek bu kötü halde idik. O bizi; Allah'ı tevhide, sadece O'na ibadet ve itaate, O'ndan başka itaat ve ibadet ettiğimiz taş ve putları terk etmeye davet etti. Bize; doğru sözlü olmayı, emanetleri iade etmeyi, akrabalarımızla ilgilenip üzerimize düşeni yapmayı, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan ve kan davası gütmekten el çekmeyi emretti. Bizi; çirkin söz ve davranışlardan, yalan şahitlikten, yetim malım yemekten, iffetli kadınlara iftiradan nehyetti. Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, sadece O'na ibadet ve itaat etmeyi bize emretti. Ve yine O bize; namaz, oruç, zekat ve diğer İslamî ibadetleri emretti. Biz de O'nu tasdik edip O'na iman ederek Allah'tan getirdiği emir ve yasaklara uyduk, O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan, Allah'a ibadet ve itaat ettik, O'nun bize haram ettiklerini kendimize haram, helal ettiklerini de kendimize helal saydık. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman kesildi, bize işkence ederek Allah Teala'ya ibadetten ayırıp putlara taptırmak, eskiden helal saydığımız çirkinlikleri tekrar helal saydırmak için dinimizden döndürmek istedi. Bizi zorladıkları, zulmettikleri ve baskı yaparak dinimizle bizim aramıza girdiklerinde (artık dayanamayıp) senin ülkene geldik, seni diğerlerine tercih edip senin himayene sığınarak burada zulüm görmeyeceğimizi umduk ey hükümdar."[81]
Netice: İşte içtimai yönden böylesine karmaşık bir topluma; çözülmez gibi görünen düğümü çözüp hakka giden yolları açmak, bütün insanlara haysiyet ve şereflerini iade ederek, ehil ve âdil olmayan rüesanın, ve - kendi cemiyet şartların göre- seçkin sayılan tabakanın, çoğunluk üzerindeki maddi ve manevi baskılarını kaldırıp hissi hareketlere son vererek ilahi olan temel hükümlerin ışığında; akıl, mantık, adalet ve eşitliğe göre toplumun idaresini sağlamak için peygamberler gönderilir.[82]
İnsanların daima cemiyet halinde yaşamak mecburiyetini taşıyarak doğduklarını, insan haysiyet ve şerefine yakışır bir şekilde hayatını devam ettirebilmeleri için kendilerine düşen görevleri eksiksiz yapıp başkalarının haklarına saygılı olmaları, ayrıca birbirlerine yardım etmek, farklı olan bilgi, kabiliyet, liyakat ve güçlerinden istifade etmek zorunda olduklarını önceki bahislerde gördük. İnsanı diğer canlılardan ayıran akıl, irade, inanma ihtiyacı, ırz, namus ve haysiyetinin korunabilmesi, aralarındaki hizmet alışverişinin düzenli ve dengeli yürüyebilmesi için, bazı kanun ve nizamların, yaratıldığından beri var olageldiği de ayrı bir gerçektir. Bu nizamın istikrarlı olabilmesi ve şeytani akılları ile dünyevi müeyyidelerden kurtulmaya imkan bulanları da manevi yönden bağlayabilmesi için, daima Yüce Allah'ın kontrolünde oldukları ve öbür dünyada buna göre karşılık görecekleri inancında olmaları da gerekir.
İnsanların mutlu olmaları için kurulan akla ve dine dayalı dengelerin korunamadığı zamanlarda toplumların; itikadi, ahlaki, idari ve siyasi yönden bir çıkmazın içine girdiğini, Kur'an'daki kıssalar ve yakın tarihteki olaylardan anlıyoruz. "Acaba insan cemiyetleri bu hale nasıl düşmüştür?" sorusuna Kur'an'dan cevap arayacak olursak, şu ayet-i kerime ile karşılaşırız:
"Sizden önceki nesillerin seçkinleri, yeryüzünde bozgunculuğa engel olmaları gerekmez miydi? Onlardan (vazifelerini yaptıkları için) kurtardığımız (kimseler) ancak pek azdır. Zalim olanlar ise (kötülükleri önleyecek yerde) sadece, kendilerine verilen, (riyaset ve servet hırsı ile külfetsiz yaşama vasıtalarını elde etmek v.b[83] ) refahın ardına düştüler, onlar günahkar insanlardı. Rabbin, ahalisi (birbirlerini) ıslah edip dururken de, o memleketleri (sadece) şirk yüzünden helak edecek değildi ya. "[84]
Bu ayet-i kerimeden anlıyoruz ki; yeryüzünde fesadın belirip yaygınlaşması; seçkinlerin veya o makamı işgal etmekle seçkin sayılanların, üzerlerine düşen görevleri ihmal edip ülkelerinde beliren kötülük, yolsuzluk ve zulümlere engel olmamaları, aynı zamanda aşırı bir lüks ve refahın içine girmeleri sebebiyledir.
"Halkın fesadı, idarecilerin fesadı ile; idarecilerin fesadı, ülemânın fesadı ile; ülemânın fesadı ise, mal ve makam hırsına kapılmaları ile olur."[85]
"İnsanlar hayırda da serde de idarecilerine uyarlar." "İki sınıf vardır ki, onlar doğru oldukları zaman, bütün insanlar da doğru olurlar: İdareciler ve ilim adamlar."[86]
Toplumun yöneticileri elinde, mali ve askeri v.b. birçok imkanlar vardır. Bu imkanlar; akıl, kabiliyet, fert ve cemiyetin fayda ve zararını iyi bilme gibi idarî liyakatlerle birleşirse, topluma huzur bahşedip onu yükseltir. Aynı zamanda bu vasıflara sahip olanlar, toplum tarafından sevilen ve sayılan gerçek liderlerdir. Aynı imkanlar kabiliyetsiz ve pasif tiplerin elinde heba olup gider. Dolayısıyla bu liderlerin başta olduğu toplumlar yerinde sayar, ilerleyemez. Fakat aynı imkanlar hırs, haset ve kibir gibi hisleri aklına galip gelen ve ilahi prensiplere kayıtsız kalan idareci tiplerinde gün geçtikçe, cemiyeti yakıp yıkan bir silah olur. Bunlar da idareci olmaya layık olmadıkları halde hakimiyeti gasp eden sahte liderlerdir.
Halkın idaresini ve onları korumayı üzerine alan birinci gruptaki kabiliyetli idareciler, ilahî olan temel esaslardan ayrılmadıkları sürece, teferruatla ilgili hadiseler için aklı ile gereken kanun ve nizamları koyduklarında, yine de Allah'ın hüküm ve kanunlarını amelde tatbik eden yeryüzündeki halifesi/naibi sayılırlar.[87] İbnü Haldun (808/1406); milleti tarafından sevilen, sayılan, ülkesini yükselten ve Allah'ın halifesi olmayı hak eden gerçek liderleri şöyle tanıtıyor:[88]
"Asabiyet sahibi olup ta birçok memleket ve milletlere galip gelenlerin haline baktığımızda onların; hayır, iyilik, cömertlik, ufak kusurları affetmek, geçimini temin edemeyenlere yardım, misafirleri konuklamak, yetim, sakat, fakirin geçimini üzerine almak, güçlüklere sabır, ahde vefa, şeref ve namuslarını korumak, şeriatı yüceltmek için paralar sarf etmek, şeriat ilimleri bilen bilginlere saygı göstermek ve bir işi yapmak veya yapmamak hususunda onların çizdiği sınır içinde hareket etmek, onlara iyi zanlarda, din ve diyanet ehilleri hakkında iyi niyet ve inançta bulunmak, onları memleket ve milletin uğuru ve bereketi saymak, onların duasını ümid etmek, ululardan ve şeyhlerden utanmak, onları yüceltmek ve onlara saygı göstermek, hak ve hakikate devam ettiği gibi uymak, zulüm ve tecavüze uğrayarak kimsesiz kalanları korumak ve onların halini düzeltmek, hakka boyun eğmek, miskinlere karşı alçak gönüllü olmak, şikayet edip yardım isteyenlerin dertlerini dinlemek, şeriat hükümleri ile amel edip ibadetleri ifa etmek, şer'i hükümlerin, ibadetlerin, sebep ve vasıtaların devamını sağlamak, zulüm ve hainlik, hile ve aldatmak, antlaşmaları bozmak ve emsali şeylerden sakınmada bir yarış içerisinde olduklarını görürsün"[89]
Eski Arap tarihi içinde Kureyş'in ataları Kusay ve Haşim, müspet manadaki mele' tipleri için iki örnektir. Kusay, memleketin önemli işleri için istişare yeri "Daru'l-Nedve"yi tesis eden, Kabe'ye gelen hacıları ağırlamak için "Rifade, Sikaye" v.b. hizmet müesselerini kuran, bu sebeplerle sadece Kureyş tarafından değil, bütün Araplarca saygı ile anılan bir liderdir.[90] Haşim ise hacılara hizmet eden müesseseleri geliştirmek ve adedini çoğaltmakla beraber, daha çok Kureyş ve diğer Araplar için, Bizans ve Habeş Hükümdarlarından; vergi muafiyeti, yol emniyeti gibi ticari maksatlı imtiyazları alarak, Kur'an'da "rıhlete'ş-Şita-I ve's-Sayf' ibaresiyle ifade edilen, kış ve yaz ticaretini başlatan bir lider olarak tanınır.[91] Bu tipler ilahi irşattan habersiz olmakla beraber; kendi akıl, iyi niyet, kabiliyet ve liyakatlerine tevazu göstererek, çevresindeki aynı vasıflara sahip kimselerin de tecrübelerini katıp kıyamete dek devam edecek iyi hizmetlerin öncüleri olan gerçek liderlerdir.
Fakat mezkur vasıflara sahip olmadıkları halde -kibirlenerek-başkası ile istişareye de tenezzül etmeyen veya istişare edeceği kimseleri de kendileri gibi olanlardan seçen, hırs, haset ve kibirlerinin esiri ve dini duygulardan habersiz olanlar, bu halleriyle layık olmadıkları bir makamı gasp ve işgal ettikleri için sahte liderler grubuna dahildirler. Aslında müspet olanları da içine aldığı halde ,Kur'an'daki "mele" ifadesi daha çok bu grubu canlandırmak için kullanılmıştır. Müteakip bahiste de görüleceği gibi, toplumun hem dünyevi hem de uhrevi saadetini temin için konmaya çalışılan temel esasları da İnkar(da öncülük) eden (bu sahte lider)ler, peygamberlere inanmak isteyenlere; "-Bizim yolumuza uyun: Sizin günahlarınızı biz yüklenelim"[92] diyerek, sırat-ı müstakim diye ifade edilen doğru yola girmelerine engel olmuş, onun yerine kendi ve avanelerinin arzu ve heveslerini tatmin eden, cemiyette mevcut, nimet- külfet, hak-vazife dengesini bozup büyük bir sermaye gücünü küçük bir grupta toplayan ve böylece, ancak çok dar bir kitleyi refaha götüren çapraşık ve karanlık yollara sokmuşlardır. Bu şekilde cemiyetteki insiyatif, zalim ve inkarcı olan sahte liderlerin eline geçer de, "devlet (haline gelen toplum) kahır, tagallüp, hayvani duygu ve kuvvetleri kendi hallerinde bırakmak suretiyle idare olunur ise, bu durum facirlik ve düşmanlıktan başka bir şey değildir.Bu hal Yüce Allah katında kötülenmiş olduğu gibi, siyasi hikmet bakımından da, böyledir. Çünkü Allah'ın Sırat-ı Müstakimi aydınlatan nuru, göz önüne alınmamış olur."[93]
"Allah bir kimseyi kendi nuru ile aydınlatmaz ise, o kimse aydınlıktan mahrumdur."[94] "Şimdi (böylesine karanlık bir yolda) yüzüstü, düşe kalka yürümekte olan kimse mi daha çok hidayete erer, yoksa (ilahi ikazlar ve akim gereği doğrultusunda çizilen) doğru bir yol üzerinde düpedüz yürüyen mi?'"[95]
Hiç şüphesiz, layık olmadıkları halde, liderliği gasp eden bu tipler, kibirlenerek ilahi rehberin ve akıllarının gösterdiği yolu beğenmemekle, içinden çıkamayacakları bir bataklığa saplandıkları gibi, kendilerine dost ve lider kabul eden inkarcı avanelerini de felakete çekerler. Toplumun önderleri olmakla onlar insanları karanlıklardan kurtarıp aydınlığa götürecek yerde, " aydınlıktan alıp karanlığa sokarlar"[96] Allah Teala, bu tür davranışlar içinde olan mele' hakkında "Biz onları (şirkin) kumandanlar(ı) yaptık. (Kendilerine uyanları) cehenneme (yani şirke[97]) davet ederler."[98] buyurmuştur.
Böylesi liderler için de yine Arap tarihinden Amr b. Luhay, tipik bir örnek olarak karşımız çıkmaktadır. Kaynaklar; Huza'a Kabilesinin, Cürhüm'ü yenerek Mekke ve civarında hakimiyeti ele geçirdikten sonra Amr b. Luhay'ın Araplar arasında, söylediği ve yaptığı her şeyin dini bir kaide imiş gibi kabul edilip hemen taklit edilecek kadar şeref ve itibarı yüksek bir lider haline geldiğini belirtiyor. Çünkü O, hacıları yedirir, içirir ve giydirirdi. Hatta bu maksatla hacc mevsimlerinde binlerce deveyi kurban ettiği ve yine binlerce elbise dağıttığı söylenir.[99] Fakat zamanla, kavminin bu itimadını istismar eden Amr, sonradan Kureyş'in en büyük putu olan Hübeyr'i Şam tarafından alıp Kabe'ye dikmiş ve Arapları buna ibadet etmeye zorlamıştır.[100] Süheyli (581/1185), İbni Hİşam (213, 828)'ın Siret’ine yapmış olduğu şerh; lât kayasının[101] putlaştırılması hakkında şu enteresan rivayeti nakletmektedir: "Söylendiğine göre, Sakif Kabilesi'nden biri anılan kaya üzerinde hacılara, un ve yağı karıştırarak yaptığı "Sevik" yemeğini verir ve yukarıda Amr'a atfedilen hizmetleri de yapardı. Mezkur şahıs öldükten sonra Amr b. Luhay, Araplara dedi ki: "- Hayır, o ölmedi, bu kayanın içine girdi." Bu sözü söyledikten bir müddet sonra da, o kayaya ibadet etmelerini ve onun üstüne de "Lat" adı verilen bir ibadethane bina etmelerini emretti.[102] Asılsız şeyleri uydurup, Allah emrediyormuş gibi milletine kabul ettirmekle şirkin öncülüğünü yapan bu lider için Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Huza'a'lı Amr b. Amir b. Luhay'ı, cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm."[103]
İnsanların düşünce ve davranışlarını değiştirmenin en doğru yolu, ikna etme esasına dayanır. Bu da karşı düşünceyi etkileyen ilim, hikmet ve güzel öğütlerden oluşan akli delillerle olur. Bu metodla meydana gelen toplumsal değişimler sıkıntı doğurmaz Kıssalarda açıkça görüldüğü gibi Peygamberler daima bu metodu kullanarak tebliğlerine başlamışlardır. Peygamberlere karşıt güçlerin ise daima yalan, iftira ve kaba kuvete sarıldıklarını görmekteyiz.
Aslında liyakatleri olmadığı halde, içinde yaşadıkları toplumun şartları ve bozulan değer ölçülerine göre, eşraf ve lider kabul edilen Peygamberlere karşıt güçler, halktan toplayarak kendilerinde ve çevrelerinde oluşturdukları mâlî ve askerî güçleri topluma hizmet yolunda harcayacakları yerde, onları hak yoldan saptırmak için bir baskı unsuru olarak kullanmışlardır. Rüesa ve avanesinin, ahiretteki bir birlerini suçlamalarını canlandıran ayetlerde görüldüğü gibi, avamın, dünyadaki önderlerine "Doğrusu siz, bize sağdan (kuvvet ve zor kullanarak[104]) gelirdiniz"[105] demeleri buna açık bir örnektir.
Zemâhşerî (538/1144), bu ayette geçen "Yemin" kelimesini "kuvvet ve cebir" manasında kullanarak şu açıklamayı yapmıştır: Siz, bize kuvvet ve zor kullanarak yaklaşır, cebir ve otoritenizi kullanırdınız. Nihayet bizi sapıklığa zorlayıp sürüklemiştiniz."[106]
Aynı kelimenin "hak, hakikat ve hayır tarafı"[107] manasını öncelikle ele alan Beydâvî (685/1286)'de ise, konumuza başka bir yönden açıklık getiren, şu izahı görüyoruz: "..Sanki bize, sağdan uçup gelen kuşun uğur getirmesi gibi, menfaat temin ediyormuş hissini vererek, suret-i haktan görünmek için, en sağlam ve uğurlu -veya din ve hayır- tarafından gelirdiniz. Bu yüzden size uyduk ve helak olduk."[108] Bu ve diğer ayetlerden anlaşılıyor ki, mele', toplumu saptırmada doğru sayılacağını umdukları bazı iddia, iftira, hile, ve desiselerle yetinmemiş, bu konuda kaba kuvvete de çokça başvurmuştur.
Çoğunluğun sevdiği, saydığı gerçek liderler elinde; topluma birtakım faydaları temin, dıştan ve içten gelebilecek zararları etkisiz hale getirmek için harcanan kuvvetin, nüfuzun ve maddi kudretin sahte liderlerin elinde, bir tehdit ve işkence aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Böylesi toplumlarda farklı fikir ve kabiliyetlere müsaade edilmediği için halk tamamen duyarsız, her şeye boyun eğen bir sürü haline getirilmek istenir. İnsanın fıtratlarına yakışmayan bu durum toplumlarda büyük bunalımlara yol açar.[109]
Toplumlarını bunalımlara iten bu güçler, riyaset ve yöneticilik için gereken liyakat, kabiliyet ve iyi niyet gibi müspet sıfatlardan yoksun olduklarını gözden kaçırıp, makam ve mevkilerini sağlamlaştırmak için de-tarihte görüldüğü gibi- ilahi sülaleye mensup olduklarını, hatta Allah'ın oğlu olduklarım ve sırf idarecilik için yaratıldıklarını iddia ettikleri görülmüştür.[110] Akla mantığa uygun olmayan bu iddiaların yanında, mal-mülk, çok evlat sahibi olmak gibi geçici üstünlüklerin kendilerinde mevcudiyetini, çeşitli usullerle yönettikleri halka kabul ettirmiş, hükmetme selahiyetlerini bunlardan aldıklarını ve bu yüzden herkesin kendilerine uymaları gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu şekilde aşırı bir kibre bürünerek kaba kuvvet ve zulüm yoluna giren bu mele' gurubu, faydanın da, zararın da sadece kendilerinden gelebileceği kanaatini toplum şuuruna yerleştirmişlerdir. Toplum da onlara yaranmak, karşılaşacakları zarardan emin olmak için, aşırı fakat yapmacık olan bir hürmetin içine girmiş ve bu hürmet zamanla artırılarak onlara ibadet şeklinde dönüştürülmüştür. Firavunlara, kisrâlara, kayserlere ve bilahare kilise azizlerine tapınma böyle başlamıştır. Yüce Allah'ın; "... Artık (reis, bey ve büyüklerinizin O'na denk olamayacağım) bildiğiniz halde, Allah'a eşler koşmayın"[111], ikazı bu tip insanlar için olması gerekir. Çünkü bu tipler; ya ilahi esaslardan tamamen habersiz olduklarından veya bildikleri halde, işlerine gelmediği için gereken önemi vermediklerinden, nefsi arzuları kendilerine galip gelerek akıllarının kontrolünden çıkmış, böylece sonu gelmeyen bir üstünlük arzusuna kapılarak adalet ve eşitliği terk etmişlerdir. İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen kanun ve prensipleri de, sırf kendileri ve ileri gelenlerinden oluşan çevrelerinin menfaatlerine uygun olacak bir şekilde tespit ettikleri için toplumda, siyasi ve iktisadi yönden, aralarında derin uçurumlar olan sınıflar oluşur. İşte toplumda oluşan bu içtimai zulmün en büyük müsebbibi bu niteliklere sahip mele'den başkası değildir. Gerçi, "Bir millet, kendilerinde bulunan (güzel ahlak)ı değiştirip bozmadıkça, Allah onları(n güzel ahlak ve huzurunu) bozmaz"[112] , sünnet-i ilahiyesinde belirtildiği gibi, böyle bir toplumda, tebaadan, en üst düzeydeki rüesaya kadar, herkes birbirine zulüm ile muamele ederek hakkından daha fazlasını almaya çalışır. Fakat toplumda adaleti hakim kılma makamında bulunan bu ileri gelenler takımı, bozulan beşeri ilişkileri düzenlemek yerine, zulmün düzenleyicisi durumuna gelmiş olmakla fesadın ve bunalımların düğüm noktasını teşkil etmişlerdir. İşte şu iki ayet-i kerime, içtimai yapısı bu hale gelen kavimlerin halini ilahi üslup ile şöyle dile getiriyor:
"Mekke'deki gibi, her beldenin ileri gelenlerini (yapa geldikleri kötülükleri yüzünden) oraların mücrimleri kıldık ki, orada hileler yapsınlar. Halbuki onlar, hileyi ancak kendilerine yapıyorlar da farkında değillerdir."[113]
"Biz hangi beldeye bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka orasının zenginleri (ki idarecileri ve şerrin kumandanlarıdır[114]): "-Biz, sizin bize tebliğ ettiğiniz şeyleri inkar ediyoruz. Ve (zaten) bizim malımız, evladımız sizinkinden daha çoktur, (bu sebeple) biz azaba uğratılacak da değiliz” dediler."[115]
Yukarda belirtildiği gibi bazıları da Tanrı soyundan geldiklerini ve hatta tanrı olduklarını bile iddia etme cüretinde bulunmuşlardır. Bu iddialar eski Mısır'da Firavunlarla başlamış, oradan Roma ve Yunan'a geçip dünyaya yayılmıştır. Halbuki Peygamberler hariç hiçbir kimse kendi toplumlarını idare etme yetkisini doğrudan
doğruya Yüce Allah'tan almamıştır. Çünkü yöneticilik, ehliyet ve kabiliyet esasına göre insanların kendi aralarında halletmeleri gereken bir konudur. Ehil olmayanların idareciliğe hakkı olmadığı gibi, babadan oğula geçen bir yetki de değildir.[116]
Bu durumdaki bir toplumun hakkı bulup doğru yola girmesi, zulmü terk edip adaleti hakim kılması, adeta imkansız hale gelmiştir.[117] Zira toplumun güçlerini ve imkanlarını batıl yolda bir baskı unsuru olarak kullanan zorba idareciler buna engel olmaktadırlar.
Böylesine karmaşık bir ortamda gönderilen peygamberler ise İnsanüstülük iddialarının geçersiz olduğunu ve reddedilmesi gerektiğini[118] açıklamışlardır, çünkü Bütün insanların, Hz. Adem'in soyundan türemiş olmakla eşit olarak yaratıldığını, ve ister yönetici olsun, isterse yönetilenler olsun, hepsinin Allah'ın kulu olduklarını belirtmiş ve bu işi ancak ehil olanların yürütmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.[119] Kur'an'da, üstünlüğün yaratılışlarındaki farklılıklarında değil de sonradan kazanılan değerlerde olduğu ifade edilmiştir.[120] Böylece doğuştan geldiği iddia edilen her türlü yapay imtiyazların uydurma ve asılsız olduğu ilan edildi. Böylece artık insanlığın kendileri gibi kul olan birine kulluk etmeleri önlenmiş oldu. Aslında Bu gerçekler, tahrife uğramamış bütün mukaddes kitaplarda kaydedilmiştir.[121]
"Hamd (her türlü güzel övgüyü ifade eden söz ve davranışlar) alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur."[122] Şu halde Hamd, teşbih, zikir, dua ve şükür ile rüku ve sücut gibi sadece Yüce Allah'a karşı söylenmesi ve yapılması gereken ibadetlerin, insanlardan herhangi birine yapmak, saygı kastıyla da olsa yapılması, zamanla şirke yol açar. Büyüklere karşı gösterilen aşırı hürmet, aşırı sevgi ve övgüler de böyledir: "İnsanlardan bazıları Allah 'tan başkasını Allah 'a denk tanrılar edinirler de onları Allah sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır."[123] Âyetinde belirtildiği gibi bu tür aşırı hareketlerin bilahare şirke dönüştüğü müşahede edilmiştir. Mesela bazı kimselerin putlara veya kendi hükümdarları karşısında rüku ve secde gibi hareketlerde bulunmaları, saygı gösterisinden çok şirk anlamını taşır. Yûsuf Suresinde anlatıldığı gibi, her ne kadar İsrailoğullarında, sevgi ve hürmet ifadesi için, secde caiz idiyse de, ileride şirke dönüşür endişesiyle Peygamberimiz bu tür davranışları şiddetle menetmiştir: Bir rivayette İran'dan, diğerinde ise Şam'dan geldiğini söyleyen bir Sahabi, oralardaki uygulamaya göre, saygısını ifade etmek için Peygambere secde etmek istediğinde sert bir şekilde reddedilir.[124]
"İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp (ilahlıkta) O'na denk gördükleri (bey, reis ve büyükleri)ni, tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır."[125] âyeti, aynı zamanda mele'in toplumları dolaylı bir şekilde saptırdığına işaret ediyor. Çünkü Allah'a eş koşulan bu reislerin, bütün iyiliklerin kaynağı olarak kendilerini zora baş vurmadan kabul ettirmiş olduklarını farz etsek bile, açık bir şirke zemin hazırlamış olurlar. Büyük Türk müfessiri Elmalılı (1361/1942) da bu durumun putperestliğin kaynağı olduğunu şöyle belirtiyor: "Reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onların emr-i hakka muhalif emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları Allah'a nazır ve emsal ittihaz etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası bu tarz-ı muhabbettir.[126]
"endâd" kelimesi hakkında müfessirlerin farklı değerlendirmeleri:
Müfessirlerin bir kısmı, ayette geçen "endad" kelimesini sadece "putlar"[127], diğer bir kısmı da bu manadan sonra ikinci bir ihtimal olarak- çoğu da "kîl" kaydını koyarak- "Allah'a isyanda itaat ettikleri; beyler, reisler, büyükler" olarak açıklamışlardır.[128] Halbuki bu ayette "Endad" kelimesinden, öncelikle ikinci mananın kastedildiği, Râzî (606/ 1209) ve Elmalılı’nın belirttikleri gibi[129], akıl sahipleri için kullanılan "hüm" zamiri ve ayetin siyakından açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'e muhatap olanların gününde Allah'a ortak koşulan şeylerin, yanlız ağaçlar, taşlar, yıldızlar, melek ve şeytanların şekillendirilmesinden meydana gelen putlar olduğunu söylemek, sadece ibadet nokta-i nazarından doğru olabilir. Helal ve haram etme yetkisini kullanarak, insan için kendi çıkarları, zevk ve düşüncelerine göre bir hayat tarzı kabul ettirme açısından ise taştan yontulmuş putların söz konusu olmayacağı açıktır. Çünkü anılan yetkiyi, bu putlar değil, onlar adına reisler ve "sedene" dedikleri puthane hizmetçileri kullanıyorlardı. Zaten onlar bir şeyi helal veya haram ederken; dinin temel hükümleri ve akıl gibi sağlam bir esasa dayanmadan sırf kendi heveslerine uyarak hareket ettiklerinden bu yetkiyi kullanmada Şâri Teala'ya şirk koşmuş oluyorlardı. Böylece onlar, kendilerine uyanlara göre "Şüreka ve Endad" olmuş olurlar.[130] İşte bu yüzdendir ki, Hz. Muhammed s.a.v. ve O'ndan önceki Peygamberler, Allah Teala'yı zat ve sıfatlarıyla câhili anlayıştan tenzih ederken, ibadeti sadece O'na ayırmaktan daha çok, helal ve haram etme yetkisinin sadece O'na ait olduğu hususunu kabul ettirmek için mesai harcamışlar ve daha çok bu çalışmalarından dolayı reisler ve ileri gelenler, onların karşıların dikilmişlerdir. Eğer bu mele' taifesinin anılan yetkileri elden kaçırmamak için baskı, dayatma ve şiddet gibi bütün imkanlarını kullanarak karşı koyması ve halkı saptırması olamasaydı; puthanelerin hizmetçileri, kahinleri ile atalarının vazettikleri; kız çocuklarını diri diri kumlara gömme, bahire, saibe, vasile vb. akla, mantığa ve vicdana ters düşen gelenekleri, cahil de olsa; akıl, vicdan ve evlat sevgisi taşıyan bir toplumdan kaldırmak zor olmayacaktı.
Mele'in toplumu dolaylı bir şekilde saptırmasına açık bir örnek de; Nuh (a.s.) kavminin ibadet etmiş oldukları putlarıdır. Müfessirlerin beyanına göre, sonradan Araplara intikal eden; Vedd, Süva, Yeğus, Ye'uk ve Nesr isimli putlar, Nuh a.s.'dan önce kavmine büyük faydalan dokunan eşrafı idiler.[131] Meclislerde devamlı olarak sadece iyilik ve hizmetleri dile getirilip beşeri zaaf ve kusurlarından hiç söz edilmediği için, onların insan üstü bir varlık olduğu kanaati toplum arasında yavaş yavaş yayılmıştır. "Bunun gibi senden önce hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek, onların liderleri ve şirkle önderleri şöyle demişlerdi:"- Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izinden gidiyoruz."[132] ayeti bu kanaatin toplumda hakim görüş haline gelmesine, aynı kabiliyet ve başarıyı gösteremeyen sonraki mele'in büyük rolü olduğunu göstermektedir. Çünkü kendi yetersizliklerini ve kusurlarını örtüp kendilerini topluma kabul ettirmek için onların yolunda olduklarını daima tekrarlayıp durmuşlardır.
Şah Veliyyullah (1176/1763) da şirkin çeşitlerinden bahsederken konumuza uygun düşecek şu açıklamayı yapıyor: "Bir kimsenin; büyük bir eser meydana getiren ileri gelenlerden biri hakkında, bu işi insanda bulunmasına imkan olmayan, ancak sadece kendisinde mevcut olan üstün bir özellikle becerdiğine inanması şirktir."[133]
"Bazı kimseler de; Allah'ın bütün varlıklardan yüce ve her şeyi düzene koyup idare eden olduğuna inanıyor. Fakat bununla beraber, O'nun bazı kullarına, şeref ve tanrılık kisvesini giydirip bazı özel işlerde tasarruf yetkisi verdiğine ve kullar hakkında şefaatlerini kabul ettiğine de inanıyor. Bu, bir hükümdarın bazı önemli, işlerdeki yetkisini kendisinde saklı tutarak, her vilayete oranın işlerini yürütme yetkisini verdiği valiler göndermesine benzer." Bu sebeple Allah'tan buna benzer bir yetkiyi alanlara, -Onları sıradan insanların seviyesine düşüreceği endişesi ile-"İbadullah = Allah'ın kulları" demek uygun düşmeyeceğinden bu hitabı bırakıp onlara " Ebnaullah = Allah'ın çocukları, Mahbubullah = Allah'ın has kulları" unvanlarını veriyor. Kendilerini de, "Abdülmesih, Abdul'uzza" gibi, "İsa'nın, Uzza'nın kulu, kölesi" manasına gelen. isimlerle adlandırıyorlar."[134] Şah Veliyyullah, bu tür sapık düşünceleri, şirkin çeşitleri arasında sayarken, mele'in doğrudan doğruya ve dolaylı olarak toplumu dini ve siyasi yönden saptırmasına örnek vermiş oluyor.[135]
"Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının/Güzel ve temiz giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez. De ki: Allah 'm Kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, ve özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz. De ki: Rabbim açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır. "[136]
Bu ayetler İslam dininin bir lokma, bir hırka dini olmadığını, yani fakirliği teşvik eden bir din olmadığını ifade eder. Çünkü Yüce Allah, yeryüzündeki bütün nimetleri insanlar için yaratmış, insanlığa müsahhar kılmış, onların emrine ve hizmetine sunmuştur. Aşırıya kaçmadan, israf etmeden, nimet külfet dengesi içinde, meşru yollarla elde edilen bu nimetlerden, gerektiğinde yoksulları da istifa ettirerek şükredildiği taktirde elde edilen zenginlikler; sapkınlığın, isyankarlığın, kibir ve şımarıklığın sebebi değil; dünyayı imar etmenin bir vasıtası, mutluluk, huzur ve barışın ve sonunda da Cennete kavuşmanın sebebi olur. Çünkü Kur'an'da zekat ve sadakalar teşvik edilmekte, hacca gidilmesi emredilmektedir. Bunlar da ancak zenginlikle olur. Meseleye bu açıdan baktığımızda, elde edilen zenginliğin insanları saptırması söz konusu değildir. Ancak Kârûn kıssasında belirtildiği gibi[137] insanoğlu bu nimetleri vereni unutup O'na gerektiği gibi şükretmesini bilmez de, sahip olduğu bu zenginliği, sadece kendi kabiliyeti ve becerisi sayesinde elde ettiğini iddia ederek şımarırsa, doğru yoldan sapmış olur. Şu halde kıssalarda toplumları isyana, mele'in de şımarıp kendilerine gönderilen peygamberleri inkara sevk eden zenginliğin, öncelikle şükürsüz zenginlik olduğunu bilmek gerekir.
Burada önemle vurgulanması ve açıklanması gereken şey de şükrün nasıl yapılması gerektiği hususudur. Üç çeşit şükür vardır. Şükür; kalb ile, dil ile ve diğer organlarla yapılır.[138] Fakat kalp ve dil ile yapılanlar zikir manasındaki şükürdür, diğer bir ifadeyle zikir yerine geçer. Aslında Şükür: Allah'ın, insana vermiş olduğu nimetin cinsinden (ona sahip olmayan) başkasını faydalandırmaktır.[139] Şükür böyle yapıldığı takdirde zenginlik fert ve toplumların sapmasına yol açmaz. Ayrıca zekatı ve gerektiğinde sadakaları verilen zenginlikler artarak çoğalır ve kişiyi Cennete götürür. "Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük edrseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!.."[140] âyeti de bunu ifade eder.
Kıssalarda Peygamberlere karşı çıktığı ifade edilen ve "mutrafûn" diye isimlendirilen zenginlerin; çalarak, dolandırarak, zulmederek, haksız yollardan elde ettikleri zenginlikleri/ varlıkları, hak sahipleri tarafından geri alınacağı korkusundan dolayı inanmaya yanaşmadıkları da ayrı bir gerçektir. Diğer bir ifade ile, zenginliklerini haksız yollarla edindikleri ve toplumuyla paylaşamadıklarından şımaran zenginlerin peygamberlere ilk karşı çıkanlar olduğuna dikkat çekilmektedir... Yoksa Peygamberler servetin ve zenginlerin düşmanı değildir. Kendilerine peygamber gönderilen toplumların hakimiyetini ellerinde bulunduran mele'in, sahip oldukları zenginlikleriyle kibirlenip aşın lüks ve israfa dalarak şımardıkları, bu halleri ile de yoksulların yardımına koşmadıkları âyetlerden anlaşılıyor:
Hud a.s. , kavmi 'Âd'a nasihat ederken şöyle diyor: "-Siz her tepeye bir alamet(ve köşk)bina eder eğlenir misiniz? (dünyada)ebedi kalacakmışsınız gibi, birtakım saraylar ve havuzlar da ediniyorsunuz? (bunun yanında bir kimseyi)yakaladığınız vakit, merhametsiz ve zorbaca yakalıyorsunuz(haksiz olarak dövüyor, öldürüyorsunuz). Artık (bu gibi zalimane hareketleri bırakıp)Allah'tan korkun ve bana itaat edin."[141]
Salih a.s. da kavmine: "-Siz burada(ki nimetler içinde)emin olarak bırakılacak mısınız? Bağların pınarların arasında, ekinlerin, ve meyvesi yumuşak, hoş hurma ağaçlarının içinde... Bir de dağlardan (taşlardan) neşe ve zevkle evler yontuyorsunuz. Artık (bu şımarıklığı bırakıp)Allah'tan korkun ve bana itaat edin."[142] derken onların zengin ve güçlü olduklarını belirtmektedir. Ama onlar bu imkanları kendilerine bahşeden Allah'ı inkar ederek veya unutarak insana yakışmayan bir kibre bürünüp şımarmışlar ve kendilerinden başkalarını beğenmez olmuşlardır. Bu yüzden, peygamberlere karşı çıkmada öncülük edip kavimlerini de arkalarından sürükleyen
mele' gurubunun "bolluk ve bereketten şımarip refaha dalarak azmış"[143], manasında "mütref kelimesiyle de isimlendirilmiş olduğunu görüyoruz.[144]
Çoğunlukla alın teri dökülmeden toplumdaki nimet- külfet, diğer bir ifade ile emek- sermaye dengesini bozup sadece kendilerinin ve avanesinin çizgisine çevirerek elde ettikleri bu aşırı zenginliği, avamı saptırmak için bir vasıta olarak kullanmışlardır. Çünkü onlar bu büyük varlığı elde ederken, gayri meşru yollara başvurmamış olsalar bile, toplumu oluşturan çoğunluğun seviyesi ve hayat şartlarına göre çok aşırı sayılan bir refaha, lüks ve israfa dalarak avamın hırs, haset ve iştahını kabartıyor, onların gözlerini boyuyor, gayri meşru hareketlerini hoş karşıladıkları, kendilerine uydukları ve liderliklerini kabul ettikleri takdirde bu imkanlardan onları da istifade ettireceklerini vaat ediyorlardı. Toplumun çoğunluğu da bu vaatlere kapılarak onlara uymaya, onları taklit etmeye ve meşru olmayan emirlere, itaat etmeye başlıyordu. Bu olumsuz halin bir kaç nesil devam ettiğini düşünürsek, artık o toplumda her türlü fesat ve zulüm ileri gelenlerin eliyle yaygın hale gelir. Zulmün yaygın hale geldiği ve dolayısıyla meşrulaşmış gibi göründüğü toplumun fertlerinde -semavat, arz ve dağların almaktan çekindiği- mukaddes emanetin[145] kabulüne sebep olan ve "ahsen-i takvim" ile belirtilen insanlık haysiyet ve şerefi silinmiş oluyor. Bunu iade için bir peygamber gönderip doğru yola dönmelerini emrederiz. Buna rağmen zulüm ve isyanda ısrar ederlerse, artık böyle bîr kavim için şu ayet-i kerimede belirtilen "sünnet-i ilahi" cari oluyor:
"Biz peygamber gönder(ip ikaz et)medikçe azap edecek değiliz. Biz bir memleketi (işledikleri günahları yüzünden) yok etmek istediğimiz zaman, nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına (gönderilen peygamberlerimiz vasıtası ile tekrar tekrar itaati) emrederiz. Buna rağmen yoldan çıkarlar(sa) artık o ülke azabı hak eder, biz de onu yerle bir ederiz. "[146]
Taberi (310/922) ayette geçen "emerna mütrafiha" ibaresi için değişik okuyuşlara uygun olarak ve konumuz doğrultusunda şu açıklamayı yapıyor;
"Emerna ..." kıraatine göre "Refahtan şımarmış elebaşılarını itaati emrederiz, buna rağmen onlar o ülkede Allah'a isyan ile bozgunculuk yaparlarsa..."
"..Biz onlan (toplumun) başkanlar(ı) yaparız, onlar ise orada bozgunculuk yaparlar."
"Emmerna ..." kıraatine göre mana: "... en şerirlerini topluma hakim kılarız, onlar da o ülkede isyan ederler..."
"Âmerna..." kıraatine göre ise mana şöyle olur: "Biz o ülkenin fasıklarını (bozguncularını), zenginlerini, ulularını, zorbalarını arttırırız. Onlar da fıska dalar, Allah'a isyan ile işlerini yürütürler."[147]
Yirminci asır mele'inin kurbanı olan müfessir Seyyid Kutub, (1386/1966) ise bu ayetten sonra şu açıklamayı yapıyor:
"Elebaşıları' tabiriyle; her milletin ileri gelen (yarı) aydın tabakası kastediliyor. İdare mekanizması bunların elindedir. Servet ve saltanat sahibidirler, her türlü hizmet ve konfor ayaklarına kadar gitmiştir... Ancak, içinde bulundukları bu nimetler onları şımartmış, sefahate dalıp gevşemelerine neden olmuştur. Yollarını sapıtmıslardır, heva ve heveslerini yerine getirirken kimseyi gözleri görmez olur. Artık memleketin başına bela olmuşlardır. O milletin mukaddesatını ve manevi değerlerini çiğnemeye başlarlar. Şeref, ırz ve namus mefhumu ayaklar altına düşer. Kendilerine karşı çıkıp hesap soranlar yoksa o memleketi tamamen ifsat ederler. Milleti
dejenere edip aralarına fuhuş ve taşkınlığı yayarlar. Milletleri millet yapıp yaşatan ve her milletin ulaşabilmek için can attığı manevi değerleri hiçe sayarlar. Böylece o millet izmihlale uğrar, çöker; hayatiyet, beka ve kuvvet unsurlarını yitirir. Ve nihayet mahvolup sayfası kapanır.[148]
Toplumdaki; itikadi, iktisadi, siyasi ve ahlaki fesat ve zulmü önleyip her sahada ilahi adaleti yerleştirmek için gönderilen peygamberler mele'in aşılması güç ve uzun zaman alan bu menfi tesirlerinden şöyle şikayet eder olmuşlardır:
"Mûsâ şöyle dua etti: '-Ey Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun ve erkanına bu dünya hayatında zinet (-ü haşmet) ve (nice) mallar verdin, (insanları) senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini şiddet ile sık ki, onlar o çetin azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir."[149]
İnsanlığı bu tür itikadi ve siyasi keşmekeşlikten kurtarmak için görevlendirilen peygamberlerin, her şeyden önce "Allah'ın kulu" olduklarının ve tebliğ vazifesinden başka, insan-üstü bir özelliğe sahip olmadıklarının ümmetlerine duyurulması[150] , onların ileride istismar edilip ilah makamına çıkarılmasını önlemek içindir. Yine: "Şüphe yok ki; Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir[151] demeleri insan olarak eşit olduklarını ve kendileri dahil hiçbir kimsenin, Rabb olmak iddiasında bulunmayacağım şuurlara yerleştirmek içindir. Ama buna rağmen bazı peygamberler bu makama çıkarılmak istenilmiştir. İşte bu yüzdendir ki, Allah Teala, son din olan İslam'ı -hak veya batıl- diğer dinlerde görülen , bir peygambere veya din büyüğüne karşı gösterilen aşırı hürmetin yol açtığı şirkten korumak için Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyuruyor: "De ki: '-Ben sizin gibi bir insandan başka bir şey değilim. Şu kadar var ki; bana, tanrınızın tek bir tanrı olduğu vahyediliyor..."[152] Bir çok yüksek makam, mertebe ve meziyetlere sahip olmasına rağmen Peygamber efendimiz (s.a.v.) de, ileride şirke düşülür endişesi ile kendisinin gereğinden fazla övülmesini men ederek insan üstü bir varlık olmadığını, yeri geldikçe hatırlatmıştır. Rivayete göre: "Bir ara, adamın biri Peygamber efendimize şöyle hitap eder: '-Ey Muhammed!, Ey Efendimiz!, Ey Efendimizin oğlu!, Ey en hayırlımız!, Ey en hayırlımızın oğlu!'; bunun üzerine Resulullah s.a.v. söyle buyurur: 'Ey insanlar! Sakın (her konuda olduğu gibi bu konuda da) takvadan ayrılmayın! Şeytan sizi aldatmasın, ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im, Allah'ın kulu ve O'nun elçisiyim, Beni; Aziz ve Celil olan Allah'ın bana bahşettiği (peygamberlik) makam(ın)ın üstüne çıkartmanızı istemiyorum."[153]
Asrımız müfessirlerinden Seyyid Kutup(1386/1966), pek azı müstesna, Allah''ın varlığını inkar etmedikleri halde cahiliye devri Araplarına müşrik denmesini sebebini, liderlerinin kendiliklerinden bazı hükümler koymalarına şöyle bağlıyor: "Gerçekten cahiliye devri Arapları Allah'ı doğrudan doğruya inkar etmiyordu. Sadece Allah'tan rütbe ve makam bakımından daha aşağıda bulunan bir takım ilahları O'na vasıta olarak kabul ediyordu. Ve onların, kendilerini Allah'a yaklaştırması için Allah'a vasıta kıldıklarını söylüyorlardı. İşte böyleydi onların şirki. Bu yüzdendir onlara müşrik denmesi. Ayrıca müşrik sayılmalarına sebep olan amillerden birisi de: din adamlarının ve kabile reislerinin idaresi altında kendiliklerinden hayatları ile ilgili hususlarda bir takım hüküm ve prensipler, adet ve ananeler icat ediyor, sonrada onu kendilerine Allah'ın emrettiğini, Allah'ın koyduğu bir hüküm olduğunu kabulleniyorlardı."[154]
Buraya kadar serdedilmiş olan Ayet-i Kerimeler, izah ve Şah Veliyyullah (1176/1763)'in tespitlerinden varılması gereken diğer önemli bir nokta da şudur: İlmin ve tekniğin üstünlüğü ve gücünden başka bir otorite tanımadığını iddia eden yirminci asrın inkarcıları dahil bütün insan cemiyetleri, tarih boyunca kendi memleketlerinde, herkeste bulunmayan çeşitten bazı özelliklere sahip sahte tanrılar, diğer bir ifade ile efsane kahramanlar, oluşturmuşlardır. İçinden çıkılmaz gibi görünen meselelerinin çözümü ve karmaşık beşeri ilişkilerinin düzene girmesinin ancak bu tiplerin gösterdiği hal çareleri ile mümkün olduğuna, hatta ülkede beliren ihtilafların önlenebilmesi için onun görüşleri etrafında toplanmanın tek çıkar yol olduğuna inanmışlar veya inandırılmış lardır. Böyle düşünmenin o ülke için ortaya koyacağı neticenin müspet veya menfiliği hakkında bir fikir beyan etmeden şu önemli noktaya işaret etmek gerekir:
İlahi esasların unutulmaya başlandığı Nuh a.s'ın kavminden bu güne dek, liderleri hakkında böyle düşünenler; insan oğlu için, fıtratına/yaratılışına uygun, en doğru ve geniş yolun gösterilmesinde, insan-üstü bir güce inanmanın gereğini farkında olmadan savunmuş oluyorlar. Aslında İslam'ın da topluma kabul ettirmek ve hakim görüş haline getirmek istediği inanç bundan başkası değildir. Ancak İslam; insanlığın eskiden beri toplum dertlerine şifa olarak kabul ettiği veya ettirmek istediği kimselerin, nihayet yine insan olduğunu ve içtimai konularda önlenmesi ve tamiri imkansız zararlar doğuran hatalarının olabileceğini belirterek, bir kimsenin hatasıyla, günahsız büyük kitlelerin helakini önlemek için büyük sayılan kişilere, bu kabiliyet ve bilgiyi veren asıl kaynağa bağlanmanın ve temel hükümlerin ancak O'ndan alındığı taktirde aklın hataya düşmeyeceğine inanmanın gereğini ve nihai çözümün ancak bu olduğunu savunuyor. Şu halde bu iki istek, aslında aynı istektir. Ancak topyekün insanlığın farkında olmadan varlığı bu sonuçta ileriye bir adım daha atarak dine gereken önemi vermesi gerekir ki, insan cemiyetlerinin tarih boyunca aradığı maddi ve manevi huzur elde edilmiş olsun. Çünkü efsaneleşmiş kahramanların yıldızları zaman gelir sönüverir. Günümüzde İbretle müşahede ettiğimiz gibi bazen bu beklenmedik akıbeti kendileri veya çok yakın arkadaşları bile görebiliyor. İşte böyle anlarda toplum büyük sarsıntılar geçirir. Kurtuluşu yine böyle bir efsanenin peşinde koşmakta arar. Ama Allah Teala'nın insanlara bahşettiği ümit ışığı kıyamete dek hiç sönmeden devam edecektir. O halde hiç sönmeyecek olan bu ışığı akıl ve izan'ımıza rehber edinerek dine saygılı olmakla toplum içtimai sarsıntılar ve bunalımlar geçirmeden varlığını kıyamete dek sürdürebilsin.
Burada şu soru akla gelebilir: Topluma yön verme makamında olanlar, ilahi mürşitlerce konan temel hükümlere uyarlarsa hiç mi hata etmezler? Bu soruya evet demek onları yine insan olmaktan çıkarmak demektir. O halde her iki halde de hata etme ihtimali varsa ikincisini tercih nedendir? Denirse: Az önce de belirtildiği gibi teme! hükümlere uyulmadan yapılacak hatalar, telafisi imkansız zararlara yol açar. İkincisinde ise yapılan hatalar teferruatla ilgili olduğu için zararı küçük çapta olur. Hatta bazen bu küçük çapta yapılan hatalar, akli melekenin tekamülü böylece edinilen tecrübelerle yeryüzünün imarına yardımcı olabilir. Şu halde insanlık akla gelebilecek her konuda -ilahi emirlere rağmen-kendisi gibi bir beşere uyarsa toplumda ikilik ortaya çıkar ve içtimai sarsıntılar başlayarak büyük felaketler önlenemez olur.[155]
Kur'an-i Kerim'de, ilahi ölçülere göre layık olmadıkları halde, değer ölçüleri bozulan toplumlarda ekabir ve eşraftan sayılanların, çoğunluğu saptırıp azdırdıkları için ahirette hakettikleri azabı çekerken aralarında geçecek münakaşalara dair birçok örnekten ikisini ele alarak konumuza devam edelim:
"İnkar edenler diyecekler ki: "-Biz, ne bu Kur'an'a, ne de bundan öncekilere inanırız." Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, sözü birbirlerine evirip çevirirken bir görsen: (o günün şartlarına göre) tebaadan[156] sayılanlar, büyüklük taslayan (ve lider, bey makamında[157] olan)lara: "-Ey rüesa ve kübera[158]:" Siz, (bize engel) olmasaydınız elbette biz (Allah'a) inanan (İnsan)lar olurduk" diyecekler .Büyüklük taslayan (bey ve kodamanlar küçümsenen avam (tabakasın)a ''-Size hidayet geldikten sonra biz mi sizi ondan çevirdik? Bilakis siz, kendiniz suçlu idiniz." Diyecekler, (bunu üzerine) küçümsenen avam, büyüklük taslayan (kodaman)lara (cevaben şöyle) diyecekler: "-Hayır: gece gündüz dolaplar çevirip, Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize (siz) emrediyordunuz". Bunlar azabı görünce de için için pişmanlık duyarlar. Biz de inkarcıların boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.[159]
Yine Allah Teala, layık olmadıkları halde, toplumun liderlik makamını işgal eden zalimlerin inananları saptırdıkları için ahirette hakettikleri cezaları hakkında şöyle buyuruyor:
"(İnkarcıların) Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere de itaat etseydik! derler. :"-Ey Rabbimiz!: doğrusu biz, (inkarı telkin edip güzel gösteren küfrün reisleri[160]) beylerimize ve ulularımıza uyduk. (Böylece) onlar da bizi yoldan saptırdılar.[161] Ey Rabbimiz: onlara azaptan iki kat ver, onları büyük bir lanetle rahmetinden kov".[162]
Hakim tabaka ile avam tabakaları arasında bu tür karşılıklı suçlamaları Kur'an-ı kerimin daha bir çok yerinde görmek mümkündür[163] Buraya kadar yapılan incelemeden ve dipnotta belirttiğimiz âyetlerin bütününden, toplumları saptıranların müşterek vasıfları hakkında tespit edebildiğimiz önemli noktalar ise şunlardır:[164]
Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaları, bir bütün olarak ele alıp incelediğimizde, sosyal kargaşalardan kurtulamayan toplumlara gönderilen peygamberlerin tebliğlerine, anında karşı tavır takınıp inkâr edenlerin; "Kavminin mele'i"[165] , "kavminin küfreden mele'i"[166], "kavminin küfreden ve âhireti inkâr eden ve dünyada kendilerine bolca nimet verdiğimiz mele'i"[167], "kavminin kibirlenen mele'i"[168] , "Firavun kavminin mele'i"[169] ifadeleriyle tanıtılan belli bir gurup olduğunu görürüz. İnkârlarına gerekçe olarak: "Sana hep bayağı kimseler uymuşken biz sana inanır mıyız?"[170] sözünü söylemeleri ise mele' kelimesinin ne mânâya geldiğini araştırmadan bile, bu gurubun toplum içinde, sıradan kişiler olmadığını bize gösterir. Aynı zamanda bu gurubun, İnkârlarını ihtiva eden sözlerini söylerken karşılarına peygamberlerle birlikte "ellezîne's-tüd'ifû"[171] ibaresiyle belirlenen "toplumda küçümsenenler" diye mânâlandırabileceğimiz bir gurubu muhatap aldıklarım görüyoruz. Bütün bu delillerle birlikte mele' kelimesinin mânâsını ve bu kısmın sonuna koyacağımız müfessirlerin beyânlarını da nazar-ı itibâra alırsak peygamberlere herkesten önce karşı çıkanların; siyâsî ve mâlî güçleri ellerinde bulunduran, zengin, fakat zalim idarecilerden oluşan bir gurup olduğu bütün açıklığı ile ortaya çıkar.
Kur'ân'da hemen hemen her peygamberin: "Ey kavmim! Allah 'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur"[172] mealindeki davetine karşı çıkanların, kavmin mele'i olduğuna dair bir çok örnek vardır. Bunlardan sadece iki peygambere yapılan İtirazları ele alıp bu konuda müfessirlerin beyânına geçeceğiz:[173]
"Ant olsun, Nuh'u kavmine peygamber gönderdik de: '-Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur. Ben büyük bir günün üstünüze (gelecek) azabından cidden korkuyorum. Kavminin mele'i de şöyle dedi: '-Biz seni şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.' (Bunun üzerine Nûh) dedi ki: '-Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben kâinatın Rabbinden (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum, sizin iyiliğinizi istiyorum. Ben sizin bilemeyeceklerinizi de Allah'tan (gelen vahiy ile) biliyorum. Size o korkunç akıbeti haber vermek için, korunmanız için ve belki (o sayede) rahmete kavuşturulmanız için, kendinizden bir adam (vasıtasıyla) Rabbinizden size bir ihtar geldi diye mi şaşıyorsunuz? (Bütün) bu (delil ve nasihatleri)ne rağmen O'nu yalanladılar."[174]
Hûd Sûresinde ise Nûh a.s.'ın davetine mele' şöyle karşılık veriyor:
"Kavminden küfredenlerin elebaşıları olan mele'; 'Biz seni kendimiz gibi bir insandan başka olarak görmüyoruz. Ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz.
(Dolayısıyla) biz sizi bilakis yalancılar sanıyoruz.' dedi(ler).[175] Şu âyet-i kerîmelerde de anlıyoruz ki, hor ve hakir gördükleri avamı ya kovmasını veya onların da azap göreceklerini söylemesini, böylece inansalar bile ayrı bir sınıf olarak kalmalarını Hz.Nûh'tan istiyorlardı:
"-Ey kavmim! Ben onları kovarsam Allah(ın intikamından beni kim (kurtarabilir, bana kim) yardım eder? Hiç düşünmüyor musunuz? Ben size; Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı bilmem, ben hakikatte bir meleğim de demiyorum. Bununla beraber gözlerinizin hor gördüğü (mümin) kimseler hakkında: 'Allah, onlara asla hayır vermeyecektir' dahi diyemem. Allah onların özlerindekini en iyi bilendir. (Eğer onları kovarsam) o takdîrde şüphesiz ki ben zâlimlerden olurum'. "(Bunun üzerine isyanlarını son haddine vardırıp şöyle) dediler: 'Ey Nûh! Bizimle cidden çok uğraşıp fazla ileri gittin. Eğer sen sözünde doğruysan bizi tehdit edip durduğun (azap)ı haydi getir bize.'[176]
Bu inkâr ve tehditlere önem vermeyen Nûh a.s., rüesâya verdiği bu muknî' cevaplardan sonra tekrar kavmine yönelip onlan, bu inatçı otoritelerin baskısından ve onların, Allah'a ve peygamberine isyana dair emirlerine boyun eğmekten kurtarmak için: "Şüphesiz ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin, ben buna karşı (rüesâ ve ekâbirin yaptığı gibi) sizden (vergi vs. gibi) her hangi bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir. O halde Allah'tan korkun ve (onlara itaati bırakıp sadece) bana itaat edin."[177] mealindeki ilâhî vahyi bildiriyor. Mele'in de, sarsılmaya yüz tutan saygınlık ve hâkimiyetlerini devam ettirmek için bir takım yeni hile ve iftiralara yöneldiğini Mü'minûn Sûresinden öğreniyoruz:
"Bunun üzerine kavminin inkarcı/kafir mele'i (avam tabakasına) şöyle dedi: '-Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir? Size karşı üstünlük sağla(yıp reîs ol)mak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi elbette (bize) melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan bunu duymadık. O, kendisinde delilik olan bir adamdan başkası değildir. Binâenaleyh bir zamana kadar O'nu gözetleyin!'"[178]
Bütün bu hile ve desiselerle iftiraların da Nûh a.s.'ı susturamadığını gören mele' ölümle tehdit çaresine baş vuruyor.[179] Fakat bu da fayda vermiyor. Bu sefer de devam eden tebliği duymamak ve duyurmamak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmıyorlar.[180] Bu şekilde, dokuz asır gibi uzun bir müddet devam eden[181] aklî, muknî, tatlı dilli nasîhat ve tebliğlerine devam eden Nûh a.s.'a çok küçük bir cemâat uymuştu.[182] Bunların dışında kalan çoğunluğun; büyük saydıkları kimselerin her an devam eden, atalarının yolundan ayrılmama propagandalarının tesirinde kalmakta devam ettiklerini Nûh a.s. şöyle ifâde ediyordu: "-Ey Rabbim! Hakikat, onlar bana isyan edip mal ve oğullan hüsran(ların)dan başkasını artırmayan (zengin ve lider durumunda olan) kimselere uydular. Onlar da çok büyük hilelere girişip (avam tabakasını imândan çevirmek işin şöyle) dediler: 'Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, hele hele " Vedd' 'den, 'Suva' 'dan, "Yeğus"dan, "Ye'uk"dan ve "Nesr"den asla vazgeçmeyin!' (Bunun gibi daha bir çok hile ve desiselerle) hakikaten onlar bir çoklarını baştan çıkardılar. Sen (Ey Rabbim!) o zâlimlerin şaşkınlığından başka şeylerini artırma. "[183]
Artık Hz. Nûh a.s.'a karşı gelmek, O'nu yalanlamak bir gelenek haline gelmişti. Çünkü her babanın; çocuğu rüşte erdiği zaman, ona telkin ettiği ilk şey, ölürken de vasiyet ettiği en önemli şey: Hz. Nuh'a inanmamak ve atalarının yolundan ayrılmamak olmuştur.[184] Çocuklarının terbiyesini Allah'a isyan ve peygamberini inkâr esası üzerine bina eden bu kavmin ıslâhından ümit kesildiğinden ilâhî azap gelip çatıyor:
"Onlar günahları yüzünden suda boğuldular. Ardından da (büyük) bir ateşe atıldılar. (O vakit) kendileri için Allah'tan başka yardımcılar da bulamadılar, (azap gelip çatmadan önce) Nûh şöyle demişti: '-Yâ Rabbi! Yer yüzünde hiç bir kâfir bırakma. Çünkü sen, onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak çok inatçı kâfir ve fâcir olan çocuklar yetiştirirler"[185]
İşte Nûh a.s. ile kavminin hâkim tabakası mele' arasında geçen tartışmanın özeti budur.[186]
Bu özeti veya âyetlerin tamamını inceledikten sonra Nûh a.s.'t yalanlayıp inkâr etmede ve bunu toplum arasında bir gelenek haline getirmede öncülük edenlerin, böylece asırlar süren ilâhî davet ve ikâzlara kulak asmadıkları için küçük bir gurubun dışındaki bütün kavmin helakine sebep olanların mele' tabakası olduğunu görürüz.
Nûh a.s.'ı inkâr konusunda İbnü Kesîr (774/1373)'in açıklaması şöyledir; "Kavminin ileri gelenleri Nuh'un davetine karşı gelerek şöyle diyorlar: '-Sen de bizim gibi bir beşersin, melek değilsin. Bu sebeple bize değil de sana nasıl vahiy gelirmiş, sonra sana sadece dokumacı, kilimci ve benzerleri gibi aşağı tabakadan olanlar uyuyor, eşraf ve rüesâ uymuyor. Bir de şu senin peşine takılanlar hiç düşünüp taşınmadan, sadece bir davetle, (hiç bir delil ve ispat istemeden) sana cevap verip uydular.' Yine bu ileri gelenler diyorlar ki: '-Bu dine girmekle; yaratılış, huy ve halinizde bir değişikliği, bizim üstümüzde sahip olduğunuz bir fazileti de göremiyoruz, Tam bunun aksine kendiniz için iddia ettiğiniz; iyilik, menfaat, ibâdet ve âhiret yurdunda erişeceğiniz saadet konusunda sizin yalancılar olduğunuzu sanıyoruz.' İşte bu, kâfirlerin Nûh a.s. ve O'na uyanlara itirazıdır ki cehaletlerine, ilim ve akıldan yoksun olduklarına bir delildir. Zira hakka uyanın aşağı tabakadan oluşu, hak için bir kusur sayılmaz. Hak, bizatihi doğru olan şeydir. Ona ister eşraf, isterse avam uysun fark etmez. Kendisinde zerre kadar şüphe olmayan asıl gerçek ise şudur: Hakkın davetine uyanlar fakir bile olsalar, asıl eşraf onlardır; ona sırt çevirenler zengin bile olsalar, asıl reziller kendileridir. Sonra şu bir vakıadır ki; çoğunlukla hakka tâbi olanlar toplumda üstün mevki sahibi olmayanlar, ona muhalefet edenler de toplumun eşrafı ve ekâbiridir. Nitekim Allah Te'âlâ: "-(Ey habîbim!) Seni inkâr ettikleri gibi, senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları '-Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız.' dediler. "[187] buyuruyor. Herakliyüs (20/641) de, Ebû Süiyân (31/651)'dan: '-O'na uyanlar, kavmin içinde mevki sahibi olmayanlardır.' cevabını alınca: '-Zaten peygamberlere (herkesten önce) uyanlar onlardır.' demişti."[188]
Yine bu konu ile ilgili olarak Menar'da şu satırları okuyoruz: "Toplum içindeki ileri gelen tabaka -eşraf ve idareciler- Nûh a.s.'a cevap vermek için, herkesten önce hemen ileri atılıyor, böylece diğerlerinde olduğu gibi bu konuda da halkın kendilerine uymalarını sağlamak istiyorlardı.[189]
Şimdi de aynı gurubu oluşturan Firavun, erkânı ve eşrafının Mûsâ a.s.'ı inkâr edip kavminin de imânına mâni olmalarına dair tespit ettiğimiz âyetlere geçelim:
Hz. Mûsâ, kardeşi Harun ile birlikte Mısır'a gelip Firavun'u, âlemlerin Rabbi olan Allah'a inanmaya davet edince aralarında şu konuşma geçer:
"Firavun (şöyle) dedi: '-Alemlerin Rabbi (dediğin de) nedir?' (Mûsâ cevaben) dedi ki: '-Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer işin iç yüzünü düşünüp gerçeği anlayan kimseler iseniz (bunu anlarsınız).' Firavun, Mûsâ a.s. 'in sözünü keserek) çevresinde bulunanlara (alaylı bir tavırla) '-Duyuyorsunuz ya?' dedi. (Mûsâ sözüne devamla) 'Sizin de evvelki atalarınızın da Rabbidir.' dedi. (Mûsâ yine devamla) dedi ki: '-(0) doğuyla batının ve ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir, eğer aklınızı kullanırsanız (anlarsınız). (Bunun üzerine Firavun da dedi ki: '-Ant olsun eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım.[190] Bu suretle, yıllarca sadece kendi emirlerine itaat ettirdiği halkın kafasına istifhamlar koymak ve onları oyalayıp imân etmelerini önlemek için tanrılık iddiasına da kalkışan "Firavun dedi ki: '-Ey mele', ben sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum! Ey Hâttiân, haydi benim için balçık (kalıpların) in üzerinde ateş yakarak (imal ettiğin tuğla ile) bana bir kule yap, belki ben Musa'nın tanrısına tırmanıp çıkarım! Çünkü ben O'nu yalancılardan sanıyorum' " [191]
Bu hilelerle de Mûsâ a.s.'ı risâlet vazifesinden vazgeçiremeyince "(Firavun şöyle) dedi: '-Eğer sen bir mucize getirdiysen ve sâdık kimselerden isen onu getirip göster.' Bunun üzerine (Mûsâ) asasını (yere) attı, birden o, açıkça bir ejderha (oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı, bir de ne görsünler o, bakanlar için bembeyaz parlayan (bir el) oluvermiş! Firavun kavminin mele'i dedi ki: '-Bu, muhakkak sizi yurdunuzdan çıkarmak isteyen bilgin bir büyücüdür.' (Firavun onlara sordu): '-O halde ne buyurursunuz?' Dediler ki: '-O'nunla kardeşini alıkoy, şehirlere toplayıcılar yolla, da sana bilgiç sihirbazların hepsini getirsinler.'[192]
Bu tavsiye üzerine sanatında mahir olan sihirbazlar ülkenin her tarafından toplanır. Yapılan yarışmadan sonra Mûsâ a.s.'ın mucizesi karşısında, kendi hünerlerinin çok sönük kaldığını gören sihirbazlar hemen O'na imân ederler.[193] Bu olay Firavun'un otoritesini sarsarak halkın içinde O'na karşı oluşan, insanüstü bir varlık olma vasfını sildiği ve toplum üzerindeki korkusunu azalttığı için, o zamana kadar tartışma ve tenkit kabul etmeyen hâkimiyetini tekrar kurmak maksadıyla tehdit ve işkencelere başvurduğunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz:
"Firavun şöyle dedi: '-Ben izin vermeden, O'na imân mı ettiniz? Hiç şüphesiz ki bu, (yarışmaya gelmeden önce bu beldenin Kıptîlerden oluşan yerli) halkını içinden çıkar(ıp Benî İsrail'i hâkim kıl)manız için şehirde kurduğunuz bir hiledir. Yakında (başınıza ne geleceğini) görürsünüz. Muhakkak surette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, (bundan) sonra da elbet topunuzu astıracağım.' "[194]
Bu tehditlerinde Firavun biraz ağır davranmış olacak ki O'nu kışkırtmak için "Firavun kavminin mele'i şöyle dedi: '-Musa'yı ve kavmini fesatçılık etmeleri, seni de tanrılarını da terk etmeleri için mi Mısır'da (sağ salim) bırakacaksın?' O da: '-(Eskiden olduğu gibi yine) oğullarını öldürtürüz, yalnız kadınlarını sağ bırakırız, şüphesiz ki biz onların üzerine hâkim ve kahredicileriz.' dedi."[195]
Bu inkâr, tehdit ve işkenceleri yüzünden Allah Te'âlâ'nın başlarına çarptırdığı yıllar süren kıtlıklardan da ders almayan Firavun[196] ve erkânı şöyle dediler: '-Bizi büyülemek için nasıl mucize getirirsen getir, asla sana imân edecek değiliz biz. "[197] İmân etmemelerine gerekçe olarak da şunu "söylediler: '-Kavimleri bize kulluk edip dururken, bizim gibi iki beşere mi imân edecekmişiz?'-,[198]
Yine bu mânâda "şöyle de demişlerdi: '-Sen atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan bizi çeviresin de, Mısır'da devlet ikinizin (elinde) olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz.[199]
Firavun'un inkâr, tehdit ve işkencelerine rağmen sihirbazlardan sonra, İsrâiloğulları arasında önce gençlerden başlayarak küçük bîr mümin zümresinin oluştuğunu şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz: "Firavun ve mele'inin kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında hiç kimse Mûsâ 'ya imân etmedi. Çünkü Firavun Mısır'da (astığı astık kestiği kestik) bir zorba idi. "[200]
Yine bir gün Hz. Musa'nın davetini susturmak için meşru bir çare bulamamaktan bunalan "Firavun kavmi içinde şöyle haykırdı: '-Ey kavmim! Mısır'ın hâkimiyeti ve benim (saraylarımın) altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız? Yoksa ben, şu hakîr, neredeyse söz anlatamayacak durumda olan kimseden daha hayırlı değil miyim? (Eğer O, doğru söylüyorsa) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım edip O'nu tasdîk eden) melekler de gelmeli değil miydi?' Bu surette kavmini (saptırıp) küçümsedi, onlar da kendisine itaat ettiler. Gerçekten onlar fasıklar güruhu idi."[201]
Artık bu tehdit ve ilâhlık iddialarıyla da kavmin fertleri arasındaki Hz. Musa'ya inanma eğilimine mâni olamadığını görünce son çare olarak Mûsâ a.s.'ı ölümle tehdide kalkışan "Firavun şöyle dedi: '-Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim de, Rabbine yalvarsın (bakalım O'nu kurtaracak mı?) Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden yahut Mısır 'da fesat çıkaracağından korkuyorum.' "[202] Bu karardan sonra Firavun ailesi içinde imânını gizleyen biri, O'nu bu niyetinden vazgeçirmeye çalışır. Bu arada, İsrâiloğulları'nı alıp gece yola çıkması için vahiy alan Mûsâ a.s.'ın şehirden uzaklaştığı haberi gelir. Firavun büyük bir ordu ile O'nu takibe koyulur. Kızıl Deniz'in kıyısına gelince[203] Mûsâ as.'ın, asasıyla suların içinde açtığı yola girdikten bir müddet sonra ordusuyla beraber boğulur. Böylece Hz. Mûsâ, kavmini Firavun'un dalâlet ve zulmünden kurtarmış olur.[204]
Fakat Hz. Musa'nın karşısına bundan sonra yeni bir mele' tipinin dikildiğini görüyoruz. Bu tip, kavminin en büyük zenginlerinden Karun'dur. Hz. Musa'nın; malında fakirlerin hakkı olduğu ve Yüce Allah'a şükretmiş olması için, zekâtını vermesi gerektiğine dair ikâzlarını dinlemeyen, en sonunda kibir ve inadın zirvesine varan Kârûn O'nu inkâr ederek -Firavun ve mele'inin yaptığı gibi- sihirbaz ve sahtekârlıkla itham etmeye başlar. Sahibi olduğu muazzam servetin, Allah'ın bir lütfü olduğunu inkâr ederek sadece kendi kabiliyeti ve ilmi ile elde ettiğini iddia eder. Bu haliyle kavmi içindeki çoğunluğun, Hz. Musa'ya imân ve itimâdını sarsıp dalâletin kaynağı haline gelen Kârûn, Mûsâ a.s.'ın ikâzlarını dinlemediğinden, sarayı ve bütün serveti ile beraber yerin dibine batırılır.
Kârûn hakkında Elmalılı Hamdi Yazır (1361/1942) şu açıklamayı yapıyor: "Firavun, siyâsî zulmü istibdatta alem olduğu gibi; Kârûn da mâlî istibdat ve ihtikârda alemdir. Bu suretle Kârûn kıssası, muhtekir bir kapitalist kıssasıdır."[205]
Râzî (606/1209)'nin beyânına göre ise: Mısır'da iken Firavun, (Karun'u Benî İsrail'e hükümdar tayin etmişti. Mısır'dan çıktıktan sonra, bu riyasetten mahrum olmuş ve Mûsâ a.s. ile Harun'un, kavmi içindeki şeref ve itibarını kıskanmıştı. Hattâ bu yüzden kendisine de bir makam verilmesini teklif etmişse de, menfî cevap alınca kızıp Hz. Musa'yı sihirbazlıkla ithama yeltenmiştir. Diğer bir rivayete göre ise Karun'u azdıran, malıdır.[206]
Açıkça ğörüldüğü gibi Hz. Musa'yı da inkârda öncülük edenler, yine o günün toplumunda zenginlik ve riyaseti ellerinde bulunduran mele' tabakasıdir.[207]
Yüce Allah'ın: "Biz hangi kasabaya bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın zenginleri (idarecileri ve şerrin kumandanları): '-Biz, sizin bize tebliğ ettiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz.' dediler.[208] Ve "(Ey Habîbim!) Senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları: '-Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız.' dediler."[209]
Âyetleri, diğer peygamberlerde de durumun aynı olduğunu bize açıklıyor. Bu sarahat ve açıklığa ilave olarak, ilk ve son müfessirlerin konu hakkındaki görüşlerinden bir kaç örnek verelim:
Birinci âyette Mukâtil (150/767) şu açıklamayı yapıyor: "Kavmin zengin ve zâlimleri, peygamberlere şöyle derler: '-Biz, getirdiğin tevhidi inkâr ediyoruz.' Fakirlere dönerek de şunu söylerler: '-Bizim için (sizin ve) o peygamberlerin bir önemi yok, bizim malımız, evlâdımız daha çok olduğu halde ve biz azaba da uğratılmayacağımız halde fakirler bizden daha mı hayırlı olurmuş?'[210]
Kurtubî (671/1272), Katâde (118/736)'den rivayetle, âyetlerde geçen "Mütrafîhâ" kelimesini şöyle açıklıyor: "Beldenin zenginleri, idarecileri, zorbaları ve şerrin kumandanları; peygamberlere dediler ki: '-Eğer Allah dinimiz ve fazîletimizden razı olmasaydı bu bolluğu, bu zenginliği bize vermezdi.' "[211] Bu sözleri ile zenginliklerini, haklı ve doğru yolda olmalarına açık bir delilmiş gibi göstermek istiyorlar halbuki, asıl kaynağını ve sahibini unutanlar için zenginliğin, dalâlet kaynağı olduğu, "Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde muhakkak taşkınlık eder azarlardı "[212] âyet-i kerîmesinden anlaşılıyor.[213]
İbnü Kesir (774/1372) ise şu beyânda bulunuyor: "Allah Te'âlâ Resulünü teselli ederek ve kendisinden önceki peygamberleri örnek almasını emrederek, her memleketin; nimet, haşmet, servet ve riyaset sahipleri ile zorbaları, liderleri ve serde önderlerinin gönderilen peygamberlere imân etmediklerini haber vermektedir." Müfessir, bu satırlardan sonra çoğunlukla toplum içinde mal ve mevki sahibi olmayanların peygamberlere ilk inanan gurubu oluşturduğunu beyân eden şu rivayeti naklediyor: "Hz. Muhammed s.a.v.'e peygamberlik gelmeden önce (Mekke'de) ortaklık yapan iki adam vardı, birisi Sahil'e (diğer bir rivayette ise Şam'a) gidip yerleşti. Diğeri ise orada kaldı. Hz. Muhammed s.a.v. peygamber olarak gönderilince (Şam'daki bunu duyup Mekke'de bulunan arkadaşına) mektup yazarak Hz. Muhammed'in ne yapmakta olduğunu sordu. Arkadaşı da ona, Kureyş'ten hiç bir kimsenin O'na inanmadığını, sadece toplumun fakir ve aşağı tabakasından olanların O'na tâbi olduğuna dair cevabî mektubunu yazdı. O da bu cevabı alır almaz ticâretini terk edip arkadaşının yanma gelerek: '-Beni O'na götür' dedi. (Haberin bu bölümünde râvî şunu ilâve ediyor): O Mukaddes kitapları veya bir kısmını okumuş olduğundan (peygamberlik hakkında bilgi edinmişti) İkisi birden Peygamber s.a.v.'e gelince: '-İnsanları neye davet ediyorsun?' diye sordu. Peygamberimiz de: '-Şuna, şuna .,." diyerek İslâm'ı anlattı. Bunun üzerine O da şehâdet getirip imân etti. Peygamberimiz ona, "bunu(n hak olduğunu) nereden biliyorsun?" diye sordu. O zat da: '-Hiç şüphesiz bir peygamber gönderildiğinde O'na ancak fakirler ve toplumun aşağı tabakasından olanlar, ilk önce imân ederler' cevabını verdi." İbnü Kesir (774/1372) bundan sonra şunu ilâve ediyor: "Bilahare o zatın görüşünü tasdîk eden bu âyet nazil oldu."[214]
Muahhar müfessirlerden Âlûsî (1270/1858): "Tekzîb için özellikle 'Mütrafün'un zikri, çoğunlukla" peygamberlerin ilk yalanlayıcılarının onlar olduğunu belirtmek içindir" diyor.[215]
Reşid Rıdâ (1354/1935) da bu konuda şöyle diyor: "Her milletin içinde malı ve işgal ettiği makamı ile gururlanan mütekebbir mele' gurubu, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr eden ve peygamberleri yalanlayanların ilki ve öncüleridirler. Çünkü peygamberlere uyan şu fakir ve kimsesizlerle aynı safta oturmayı göze alarak imân etmenin kendi şân, şöhret ve şereflerini azaltıp idarecilik, önderlik vasıflarına halel getireceğini, kendilerini de onlar gibi idare edilenler sınıfına katacağını görüyorlardı.... Buna mukabil peygamberlere ilk uyanlar da kavmin içinde fakir, himayesiz ve cemiyetin orta sınıfını teşkil edenlerdir. Bunun içindir ki kendini beğenmiş ekâbir takımı, peygamberlere karşı düşmanlıklarını ve onlara karşı tutumlarını -Kur'ân'ın bir çok yerinde belirtildiği gibi...- risâletin devamınca artırarak çoğunluğun O'na uymasını önlemeye çalışmışlardır. Yine aynı gurup geçmişte olduğu gibi her devir" ve yerde ıslahatçılarla, milletleri zulme, istibdâda, zorba ve mütekebbir idarecilere mukavemete çağıran her kese karşı böyle davranmışlardır. Allah Te'âlâ'nın Kitap'ındaki bu Rabbânî tespit umûmî ve daimî olup sonsuza dek devam edecek olan ve ondan müstağni olamayacağımız bir ikâz olarak kalacaktır. Ama ne yazık ki Kur'ân ehli bundan gafil kalmışlardır.[216]
Müfessirlerin bu beyânlarından sonra daha açık bir şekilde görülüyor ki; bütün peygamberleri inkârda önü çekenler ve peygamberlere ellerindeki bütün imkânlarla karşı durup çoğunluğun onlara inanıp itaat etmesini önlemeye çalışanlar rüesâ ve eğniyâdan oluşan mele'dir.
İşte bundan dolayıdır ki; risâlet ile ilgili kıssaları tetkik ettiğimizde peygamberlerin tebliğlerine: "Yâ kavmi'budullahe mâ leküm min ilâhin ğayruh" = "- Ey kavmim! (Sadece) Allah'a itaat ve ibâdet edin, sizin O'ndan başka (itaat edilecek) bir ilâh(ınız) yoktur."[217] İlâhî emri ile başlayıp bu gurubun içinde davetine uymayıp cemiyetleri saptırmada kararlı ve ısrarlı olanları bertaraf etmek istediklerini görürüz. Bu ilâhî emir topluma, itaat edilmesi gereken tek merciin Allah olduğunu, O'ndan başka hiç bir varlığın itaatte ilâhlık mertebesine çıkarılmaması gerektiğini açık bir şekilde belirtiyor.
Yine Allah Te'âlâ cemiyetleri yoldan çıkarmada kararlı olan bu mele' tiplerini bertaraf etmek için her millete peygamber gönderdiğini şu âyet-i kerîmesi ile bize bildiriyor:
"-Ant olsun ki biz her ümmete: '-Allah 'a (itaat edip) kulluk edin, (sihirbaz, kâhin ve sapıklıkta önder) tâğûtlar(ın emir ve tavsiyelerine uymak)dan sakının' diye (tebligat yapması için) bir peygamber ,[218] göndermişizdir.' " Yine Hz. Yûsuf a.s. hapishane arkadaşlarına: "Ayrı ayrı bir çok ilâhlar mı hayırlıdır, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir Allah mı? Sizin Allah'tan başka itaat ve ibâdet ettikleriniz, sizin ve atalarınızın takmış oldukları (boş unvan ve) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlara (kendi katından) hiç bir yetki indir(ip ver)memiştir. Hüküm vermek ancak Allah'a aittir. (Bu sebeple) Allah, (putlarda ve onların temsilcilerinde varsaydığınız bütün yetkileri kaldırıp) size, kendisinden başkasına (kesinlikle) itaat ve ibâdet etmemenizi emretti. (Öyleyse) doğru ve sabit din budur, fakat insanların çoğu bilmezler. "[219] diye nasîhat ederken; her türlü nimet, külfet ve yetki kaynağının sadece Allah olduğunu; bereket tanrısı, güneş ve ay tanrısı gibi putların, onların hizmetçileri, dilbazları ve temsilcilerinin, ellerinde hiç bir güç, kuvvet ve imkân bulunmayan sahtekârlar olduğunu belirtiyor.[220]
Kıssalar okunurken dikkatimizi çeken ve üzerinde önemle durulması gereken bir konu da: Bütün peygamberlerin, tebliğlerine toplumlarının merkezi, başkenti manasına gelen n "karye"de[221] başlamalarıdır. Kur'an'ın bir çok yerinde[222] bu hususu görmek mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki her peygamber, davasını çoğunluğa kabul ettirmek için, önce onların yöneticileri olan bu mele' gurubunu hidâyete erdirmek istemiş ve bunun için tebliğlerine bu merkezlerde başlamıştır. İlim, hikmet ve güzel öğütle yapılan tebliğlere rağmen, İmân etmeyecekleri hakkındaki kesin kararlarını tespitten sonra ise, kendilerine inananları muhafaza etmek maksadıyla, mele'i toplumun gözünden düşürmeye ve halkın onlara körü körüne itaatini önlemeye çalışmıştır..
Fakat hiç bir peygamber, her şeye rağmen, içinde bulundukları toplumun yönetimini yıkıp ele geçirmek istediklerine dair en ufak bir girişimde bulunmamışlardır. Bunun yerine peygamberler, öncelikle yöneticilerden, zulmün ve anarşinin kaynağı olan çok tanrıcılığı bırakıp tevhide inanmalarını istemişlerdir. Zulüm ve anarşinin kaynağı çok tanrıcılıktır, çünkü çok tanrıcılıkta, -Roma ve Yunan destanlarında anlatıldığı gibi- devamlı kavgalar, ahlaksız davranışlar, kibir, hırs ve hasetler, ihanetler vardır. Bu sebeple birbirleriyle devamlı savaşırlar. Şu halde "şirk" toplumlardaki haksızlığın, şiddetin, anarşinin, zulmün, anlaşmazlığın ve savaşların asıl kaynağıdır. Tevhid ise, toplumlara iyilik üzere yardımlaşmayı, şükür ve paylaşmayı öğrettiği için; adalet, barış, huzur ve refahın temelidir.
Şu halde bütün peygamberlerin asıl hedefleri, öncelikle toplumları ve yöneticilerini şirki bırakıp adaletin, şefkat ve sevginin kaynağı olan tevhide davet etmektir. Fakat zenginliklerini ve saltanatlarını haksız yollarla elde edip zulüm esası üzerine kuran mele' takımı bu davete olumlu bir cevap vermemişlerdir. Bu sebeple adaletle zulmün, diğer bir ifadeyle hak ve bâtılın arasında kendiliğinden bir mücadele başlıyor. Peygamberler bu mücadeleyi daima sözlü, fikri ve imanı tartışmalar seviyesinde sürdürmek isterken, karşıt güçler kaba kuvvete sarılmış ve tabii ki sonunda galibiyet, hakkı savunanların olmuştur.... Bu durumda peygamberler o toplumun hem dini lideri, hem de yöneticisi oluyor. Kur'an kıssalarından, toplumu ilgilendiren bu ve buna benzer daha birçok neticeler çıkarmak mümkündür
Ancak Kur'an'daki kıssalar okunurken, yanlış bir kanaate varmamak için şu hususa dikkat edilmesi gerekir: Çoğunlukla peygamberler, tebliğlerinde doğrudan doğruya bu inatçı mele'in şahıslarını ve işgal ettikleri makamı muhatap almamışlar, bunun yerine kurdukları hâkimiyetin, vazettikleri geleneklerin mesnetsiz ve adaletsiz olduğunu zulme dayandığını ve bu halleriyle yönetime layık olmadıklarını, çeşitli vesilelerle anlatmaya devam etmişlerdir. Bu eleştirilere inandırıcı cevaplar veremeyen melein itibarları ve otoriteleri sarsılmış, sonunda halkın gözünden tamamen düşmüş ve emirleri dinlenmez olmuştur. Eğer peygamberler böyle hareket etmemiş olsalardı toplumu hidâyete erdirmekten daha çok, riyaset peşinde koşan, dolayısıyla halkın gözünde, diğerlerinden pek farkı olmayan biri olarak görüneceklerdi. Şu halde peygamberler; ne zarar ve ne de fayda temin edebilen putlara ibâdeti terk edip hayrın da, şerrin de Allah'tan olduğunu belirterek O'na ibâdet etmenin gereğini uygun üslûp ve mesellerle anlatırken [223], aynı zamanda yönetime liyakatin şartlarını da topluma gösterip bunu kabul ettirmek ve böylece sahtekârların, kendiliğinden ortaya çıkmasını istemişlerdir.
Yine bunun içindir ki; Allah Te'âlâ'nın adıyla kesilen hayvanların helâl, başkası adına kesilenlerin ise haram olduğunu bildirilmiştir. Aslında her iki halde de dış görünüşe göre kesim işlemi sahih görünüyor ama, Allah'ın adı anılınca: "Yâ Rabbî, bu nimeti kullanırken senin, biz âciz kullarına verdiğin yetkiye dayanıyoruz" demek olacağından, bütün dünya nimetlerini insanların hizmetine sunan Yüce Allah'a şükredilerek hâkimiyeti tanınmış oluyor. Yüce Allah beşer ve beşerin dışındaki varlıklar arasındaki menfaat alışverişini düzenlerken, insanların dışındaki bütün yaratıkları onlara müsahhar kılmıştır. Bu düzen kurulurken, her şeye hâkim olan Yüce Allah dileseydi, insanlar dâhil bütün yaratıkları, beşerin dışındaki canlılardan her hangi birine müsahhar kılabilirdi. İşte bu ihtimâl varken, insanların tercih edilmesi Allah Te'âlâ'nın bu konudaki irâde ve hükmünün, insanlar lehine kullanması neticesindedir. Böylece Allah Te'âlâ bütün yaratıkları, kendi hizmetlerinde kullanma izni ve yetkisini insanlara vermiş oluyor. Buna karşı da insanların, bu nimetleri kullanırken, en azından O'nun ismini anarak şükretmesi Yüce Allah'ın hakkı, bunu yapmak da bizim vazifemiz oluyor.
Din adına bir şeyi helal veya haram etme yetkisi sadece Yüce Allah'a aittir. Ancak İhlas Suresinde belirtildiği gibi Yüce Allah "Samed"tir, yani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Bu sebeple Yüce Allah'ın koyduğu helal ve haram ölçülerinde, veya bizim hamd ve şükürlerimizde O'nun için herhangi bir fayda veya zarar söz konusu değildir. Şu halde helal ve haramlardan güdülen maksad insanların faydalandırmak veya zararlardan korumaktır. Câhiliye devrinde, hayvanların et, süt ve diğer ürünleri hakkında "bahire, sâibe" vb. isimlerle konmuş olan ,akla mantığa uymayan yasakların kaldırılmasındaki hikmet de budur.. Ayrıca güdülen maksatlardan biri de: bu ve benzeri gelenek ve yasakları koyan mele'in hiç bir yetkileri olmadıkları halde boş kuruntular, faydasız, hatta çoğu zaman zararlı maksatlarla toplumu oyalayıp kendi ve çok dar olan çevrelerinin menfaatlerini temin etme peşinde olduklarını halka anlatmaktır.
Bu inancın toplum arasında yerleşmesi halinde, gayr-i meşru yollarla edindikleri malların, lâyık olmadıkları halde kullandıkları yetki ve imtiyazların, sahibi oldukları makamların, ehil olan kişilere verileceğini çok iyi bilen mele' gurubu, bu geleneklerin kaldırılmasında muhatap kendileri olmadığı halde, ilk andan itibaren peygamberlerin amansız düşmanları olmuş ve -müteakip bahiste tafsilatıyla görüleceği gibi- akla gelebilecek bütün metotları deneyerek uzun bir mücâdeleye girişmişlerdir. Çoğunun hayatına mal olan bu mücâdelede çok ağır bir üslup kullanmalarına, en acımasız işkencelere baş vurmalarına rağmen peygamberler, teblîğ ve irşadın gereği olan tatlı bir dille ikna edici deliller ortaya koyarak muhataplarının seviyesine inmekten daima kaçınmışlar, beşerî takatin üstünde bir sabırla daima hidâyete ermeleri ümidini taşımışlardır. Fakat "İşte 'Ad (kavmi)! Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan edip (îman etmemekte) inatçı her zorbanın emrine uydular. "[224]
Peygamberler kendilerine vahiy gelmeden önce; doğumu, çocukluğu ve gençliği çevresi tarafından görünüp bilinen ve bu safhaları geçirmede diğer insanlardan ayrı bir özelliğe sahip olmayan bir beşer olarak görünüyorlardı. Ancak bir çok kimseden ayrı olarak isim isim bilinen uzun bir nesebi şecereye sahip, yaşantısı düzenli ve temiz bir sülâleden gelen, zamanındaki ahlâksızlıklara hiç katılmayan, beşerî ihtilâfları çözmede kabiliyet ve liyakâti tam, doğru sözlü ve itimat edilir vasıflarıyla üstün birer şahsiyete sahiptiler. Bu halleriyle çok üstün bir mevkiye sahip olmaları gerekirken içinde bulundukları zamanın bozulmuş kıymet ölçülerine göre toplumun orta sınıfını oluşturan fertlerden biri olarak biliniyorlardı.
Peygamber gönderilmeden önce toplumdaki içtimaî durum ve toplumu saptırmada mele'in rolü bahislerinde görüldüğü gibi; ilahî mürşitlerin gönderildiği toplumlarda üstün ve hâkim sınıf; beşerî zaafların ortaya koyduğu gayr-i insanî değer ölçülerine göre oluşmuştu. Böylesine bir çevrede ise toplum, kendisine rehber olarak sadece o sınıftan çıkan bir kimseyi kabule alışmıştı.
Hal böyle iken bir müddet sonra, o günün şartlarına göre, toplumun orta sınıfı sayılan kesiminden bir peygamber çıkıp Allah tarafından isanlara rehber olarak seçilip kendisine vahiy geldiğini ilân ederek, o çevrede oluşan sakat mantığa göre meşru sayılan bir çok şeyleri yasaklayıp insanları dünyada da âhirette de mutluluğa götüreceğini söylemesinin ilk anda şüphe ile karşılanması ve toplumda bir çok istifhamlar uyandırması normaldir. Huzur ve mutluluğun gerçekleşmesi için teklif edilen yeniliklerin hemen kabul görmemesi de normaldir. Fakat bütün bunlara rağmen peygamberlerin davetlerini duyanların kafalarında, kabul etmenin ilk basamağı sayılan bir çok şüpheler yer etmeye başlamıştır.
Bu yeni tekliflerin oluşturduğu şüpheler bazılarını rahatsız ediyor, bir çoklarını da ümide sevk ediyordu. Bu tekliflerden rahatsız olan ve tebliğin yayılmasını engellemeye çalışan gurubun, mevki sahibi ve zengin kimseler olduğunu bir önceki bölümde görmüştük. Araştırmamızın bu kısmında da anılan gurubun, gün geçtikçe toplum içinde azalan itibârlarını tekrar kazanmak için, risâletin devamınca değişen ve şiddetlenen metotlara baş vurmaktan geri durmadıklarını göreceğiz.
Acaba peygamberleri inkâr ve onlara karşı koymadaki metotları nelerdir? sorusuna cevap aramak için Kur'ân'daki kıssaları incelediğimizde, bir çok inkâr çeşitleri ile karşılaşırız. İnkarcıların baş vurdukları bu yolları açıklayan bir çok âyet-i kerîme olmasına rağmen, tasnife tabi tutulduğunda her peygambere karşı hemen hemen aynı metotların kullanıldığını görürüz. Aşağıda bu metotları bir kaç gurupta toplayıp açıklamaya çalışacağız.[225]
"(Kâfirlerden) her güruh cehenneme atıldıkça bekçileri o kâfirlere soracaklar: '-Size bir uyarıcı (peygamber) gelmedi mi?' Onlar da diyecekler ki: '-Evet, gerçekten bize uyarıcı (bir peygamber) geldi ama biz yalanladık ve 'Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz.' dedik."[226]
"(Ey Rasûlüm! senin kavmin sana, sihirbaz veya mecnûn dediği gibi onlardan evvelki ümmetlere de bir peygamber gelince O'na muhakkak ya sihirbaz dediler veya mecnun'[227]
Bu iki âyet-i kerîme bütün peygamberlerin yalancılık ve delilikle itham edildiğini gösteriyor. Nûh a.s.'i, kavminin mele'i inkâr ederken yine aynı suçlamalarda bulunmuşlardı."[228]
"Battığı dem yıldıza ant olsun ki arkadaşınız (Muhammed, doğru yoldan) sapmadı.,.."[229], "(-Ey Kureyş mele'i) sizin arkadaşınız (iftira ve iddia ettiğiniz gibi) bir mecnûn değildir."[230] , "(Ey Rasûlüm! Üzülme, Kureyş mele'i) seni tekzip ediyorsa onlardan öncekiler de (peygamberlerini) tekzip etmiş(ler)di. Halbuki onların peygamberleri (de) kendilerine açık açık mucizeler, sahîfeler ve nûr veren kitaplar getirmişlerdi."[231] Bu âyet-i kerîmeler; yıllarca doğru ve güvenilir olduğuna şahadet ettikleri Peygamberimiz s.a.v.'in de bu töhmetler altında kaldığını gösteriyor.
"(Kendilerine peygamber gönderilen milletlerin) hepsi de o (baştan sona iftiralarla dolu) sözü bir birlerine tavsiye mi ettiler? Hayır! (öyle değil, ama) onlar(ın her biri umumiyetle) azgınlar gürubunun ta kendileridir (de ondan.)"[232] âyeti de, muasır olmadıkları için bu iftira dolu asılsız sözleri bir birlerine telkîn etmediklerini, her milletin, içinde bulundukları inkâr ortamında bu metotları tasarladıklarını anlatıyor. Müteakip âyet-i kerîmede ise bu husus daha da açıklık kazanıyor:
"(Geçmiş ümmetlerin) peygamberleri, onlara açık mucizeler getirince, kendilerinde bulunan (bâtıl anlayış ve) ilimle şımarıp övündüler (de peygamberlerin getirdikleri gerçeklere değer vermeyerek alay ettiler.) Sonunda alay ede geldikleri şey kendilerini kuşatıverdi."[233]
Şu halde bir toplum, ilâhî mürşitlere, beşerin haysiyet ve şerefine uygun olarak konan değer ölçülerine, nisyân vb. bazı zaaf veya kasıtlarla isyan etmeye başlarsa gün geçtikçe artan bir arzu ile sapıklıkta mesafeler kat eder. Ve öyle bir zaman gelir ki, artık o toplumdaki ilim, kültür vb. değerler oradaki sapıklığa hizmet edecek şekilde gelişir. Böylece yıllar süren bir tahribatla içtimaî, dinî, siyâsî, mâlî yb. her sahada huzursuzluk ve kargaşalık normal kabul edilir hale gelir. Ayette geçen "kendilerinde bulunan ilimle şımarıp övünmeleri ve peygamberleri île alay etmeleri" ifadesi, sapıklık vb. töhmetlerin o günkü toplum arasında oluşan düşünce ve bâtıl ilimden kaynaklandığını veciz bir şekilde ortaya koyuyor.
Yine o günün toplumunda oluşan hurafelere göre: "câhil avam deliler hakkında; -'O'na cin çarptığı için aklını yitirmiştir derlerdi. (Mevcut olan bu kanâate göre) Peygamberlerin de deli olduğu iddiası avamda revaç buluyordu. Çünkü Peygamberler de o günkü doğru yoldan sapmış toplumun âdetlerinin aksine bir takım işler yapıyordu. Bu yüzden şu rüesâ taifesi de avama: 'O delidir, deli olan bir kimse nasıl peygamber olunmuş?' derlerdi."[234]
Peygamberlerin tebliğ ettikleri ilâhî davetler bir müddet bu suçlamalarla tesirsiz hale getirilmeye çalışılmış ama teblîğ tutarlı bir şekilde devam ettikçe onların; deli, beyinsiz ve yalancı olduklarına hiç kimseyi inandıramamışlardı. Öyleyse daha başka yollar deneyerek bazı yeni şüpheler bulup ortaya atmak ve toplumu mümkün olduğu kadar oyalamak gerekiyordu diye düşünen mele' yeni bir yola giriyordu.[235]
"(Ey Muhammed!) Ant olsun, senden önceki (ümmet)lere /topluluklara da peygamberler gönderdik. (Fakat) onlara bir peygamber geldiğinde (hemen ona inanıp uyacakları yerde) onunla alay etmekten başka bir şey yapmazlardı."[236]
"(Ey Resulüm!) kâfirler seni gördükleri zaman, seni ancak alaya alırlar (da şöyle derlerdi:) '-Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?' Halbuki çok esirgeyici Allah'ın (indirdiği) Kur'ân'ı inkâr ile kâfir olanlar onlardır. (O halde asıl alay edilmeleri gereken kendileridir.)"[237]
Bu âyet-i kerîmeler her peygamberin, kavmi tarafından alaya alındığını gösteriyor. Peygamber Efendimiz de ilk zamanlarda alay ve istihza ile karşılanmıştı. Ama mele'in bu istihzaları ardından Allah Teâla onları; "Muhakkak ki biz, senin için, o alay edenlerin hakkından geliriz. "[238] âyeti ile tehdit ederek Rasûlünü teselli edip O'na yeni bir güç veriyordu. Peygamber ve ona inananların moralleri arttıkça mele' bunu tekrar bozmak için neler yapmıyordu ki:
"Hakikat, günah işleyen (o kâfir)ler inanmış olanlara gülerlerdi. Onların yanlarından geçtikleri zaman birbirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı. Ailelerine döndükleri zaman (da bu maskaralıklarından) zevk duyarak dönerlerdi. O (inana)nları (her) gördüklerinde: '-Bunlar muhakkak sapıklardır' derlerdi."[239]
Bu âyet-i kerîmede belirtildiği gibi onlar "inananlarla alay etmek ve (onları küçük düşürmek maksadıyla eğlenip duruyorlardı. Bazen fakirlikleri, bazen de perişan halleri, bazen de (onlara göre) çok aşağılık hallerden yüksek mevkilere erişmeleri, devamlı alay mevzuu oluyordu. Bunlar müminleri alay konusu etmekte ve süflî emellerini tatmin vâsıtası yapmaktaydılar. Onlara türlü eziyetler tatbik etmekte, sonra da müminlerin bu hallerini alçakça alay konusu yapıp gülmekteydiler... Gözleriyle, elleriyle bir birlerine işaret verirler veya aralarındaki anlaşmalı bir hareketle, müminlerle alay ederlerdi."[240]
Bütün bu hile ve desiselerden maksatları, müminlerin kalplerine şüphe ve bıkkınlık tohumlarını atarak onları Hz. Muhammed s.a.v.'e uymaktan menetmek, inanmış olanları da caydırmak ve böylece kendi riyasetlerini muhafaza etmekti.
Fakat ilâhî vahiy devam ettikçe, alaylı bir tarzda ortaya atılan bu istifhamlar; en güzel ve inandırıcı cevaplarını, insanî edep ve haya sınırları aşılmadan, vecîz ve belîğ bir şekilde alınca kendileri gülünç duruma düşüyorlardı. Çünkü "kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır."[241] Ayrıca alay etmek bir bakıma acziyetin bir belirtisidir. Çünkü alay, ortaya konan ap açık gerçekler ve bunları destekleyen delillere, kabul edilebilir fikirlerle cevap veremediğinden tartışma gücünü kaybedenlerin, baş vurdukları son çaredir. Böylece toplum içinde, zamanla yerleşen bozuk değer ölçüleri de yavaş yavaş değişiyor ve o günkü şartlarda riyaseti ele geçirenlerin, aslında böyle bir makama layık olmadıkları anlaşılıyordu.[242]
Toplum içinde herkesin beceremeyeceği edebî bir üslupla vecîz sözler söyleyenlere; "şâir", gaipten haber verenlere; "kâhin", el çabukluğu ve göz bağcılıkla bazı hünerler ortaya koyanlara "sihirbaz", geçmiş milletlerin kıssalarını anlatanlara da "kassâs" deniyordu. Bu inkarcı gurup da peygamberlerin, Allah'tan aldıkları vahiylerinin, başkaları tarafından söylenemeyecek bir tarz ve üslupta oluşunda, gaipten haber vermelerinde, doğruluklarına şahit olarak getirdikleri mucizelerinde ve ibret alınsın diye geçmiş ümmetlerin haberlerini nakletmelerinde anılan meslekler arasında bir benzerlik gördüler. Bu sebeple peygamberleri, onlardan biri olarak topluma takdîm etmeyi denediler ve onlara şâir, kâhin ve sihirbaz demeye başladılar.[243]
Birinci ve ikinci maddede gösterilen inkâr yollarından sonra böyle hareket etmeleri her ne kadar peygamberlere az da olsa toplum içinde bir mevki vermek mânâsına gelecekse de, getirmiş oldukları yeni fikirlerin tutarsız olduğu fikrini toplumda yayarak halkı imândan alıkoymak ve inananları da caydırmak bununla daha kolay olacaktı. Fakat vahiy ve tebliğlerin; apayrı bir belagatta oluşu, verilen haberlerin tekzip edilemeyişi, usta sihirbazların bile benzer bir mucize getirmekten âciz kalmaları, ümmî oldukları halde o güne kadar hiç duyulmamış kıssaları anlatmaları, yapılan bu suçlamaların yerinde olmadığı, sadece kıskançlık veya riyasetlerinin sona ereceği endişelerinden kaynaklanan birer iftira olduğunu ortaya çıkarıyordu. Ayrıca ilâhî teblîğ, beşerî ilişkileri düzenlemede yeni yeni prensipler vaz'ettiği ve o günün huzursuzluklarını gidermede en güzel çareleri getirdiği, istikbâlde de dünyevî ve uhrevî huzur vaat ettiği halde, sadece geçmişlerin masallarından ibaret olabilir mi? Bu ve diğer gerçeklerin anlaşılması, tutundukları dalların, birer birer inkârda öncülük eden mele'in ellerinde kalmalarına yol açıyordu. Öyleyse daha etkili olabilecek başka bir çare bulmanın gereğine inanan mele' her geçen gün yeni bir metoda baş vuruyordu.
Gerçi çare diye ortaya attıkları iftira ve itirazları oranında kendi inkârlarından taviz verip peygamberlerin davetine yaklaştıklarını da görüyorlardı. Ama hâdise ve problemler değiştikçe cevap mâhiyetinde gelen vahiyler peygamberlerin haklı olduklarını canlı bir şekilde göstererek itibârlarını yükseltiyordu. İşte bu yüzden mele' de, toplum nazarında tamamen itibarsız kalkmamak için yeni iftira kampanyaları açmak mecburiyetinde kalıyordu.[244]
"Kâfirler inananlar hakkında dediler ki: '-Eğer o (peygamberin getirdiği yeni din) iyi bir şey olsaydı o (fakir ve tarafsız ola)nlar bizden önce ona koşmazlardı. (Onlardan önce biz koşardık.)"[245]
"Allah (buldu buldu da) aramızdan (sefil, fakir ve köle olan) şunları mı imân nimetine lâyık gördü?"[246] "(O halde) atalarımızı üstünde bulduğumuz şey bize yeter."[247]
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi mele', peygamberlerin davetini tesirsiz hale getirmek için akıllarına gelen her türlü şüphe ve ihtimâli alaylı bir üslup ile söylemekten geri durmuyordu. Hatta "Şu'ayb'a şöyle demişlerdi: 'Atalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? ",[248] "Doğrusu biz atalarımızı bir ümmet (doğruluğuna kesin olarak inandığımız bir 'din) üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız. "[249]
Yine inkarcılar arasında, içinde bulundukları ortama göre renk değiştiren tipler vardı ki "Onlar imân edenlere rastladıkları zaman; '-İnandık' derler, kendi şeytanları (olan bey, reis ve uluları) ile baş başa kaldıkları zaman ise: '-Emin olun biz sizinle beraberiz, biz (onlarla) sadece alay ediyoruz' derlerdi".[250]
Ayrıca mele', peygamberlere uymaya yatkın olan çoğunluğun şuurunu karmakarışık etmek için ortaya attıkları bu şüpheleri daha belirgin hale getirip şöyle demeye başladı:[251]
"Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir, sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor."[252]
"...Eğer Allah (peygamber göndermek) dileseydi elbette (bize) melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan (böyle bir şey) duymadık."[253]
"...Yahut kendisine (gökten) bir hazine atılmalı veya kendisinin, (meyvelerinden) yiyeceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?"[254]
Bu itirazlar yapılırken, Allah'ın, insanlara bir elçi göndermesini kabullenmiş gibi görünerek, temelde nübüvvet müessesesine inandıkları hissini uyandırıp bu zemin üzerinde "sırf haset, riyaset sevgisi ve hakka boyun eğmekten kurtulmak için"[255] yeni şüpheler üretmeyi gaye edinmişlerdi. Yoksa, bu şüpheleri -aşağıda görüleceği gibi- giderilmiş olsa bile inanacakları yoktu. Çünkü onların bu şekilde hareket etmekteki maksatları, hakkı bâtıldan ayırıp inanmak değil, ne pahasına olursa olsun inananları caydırıp kendi mevkilerini muhafaza etmekti. Fakat bu maksatlarını henüz açık bir şekilde .ortaya koymuyorlardı.
Avamın kafalarına zerk edilen bu şüpheler ilk anda haklı imiş gibi görünür. Çünkü onlara göre peygamberler, madem ki her şeye kadir olan Allah'ın elçileridir, bu kadar zahmete katlanmalarına, diğer insanlar gibi para ve rızk açısından darlık çekmelerine ne lüzum var? Bir duâ etsinler bütün istedikleri şeyler anında oluversin! Ama ilâhî vahiy bu şüpheleri gidermek için inandırıcı cevaplar vermeye devam ediyordu:
"Eğer hakikaten biz onlara (istedikleri gibi) melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları onlara karşı (senin söylediklerine) kefiller (ve şahitler) olmak üzere bir araya getirip toplasaydik onlar yine inanmazlardı. Ancak Allah'ın (onları mecburen imâna sevk etmek) istemesi müstesna. Fakat onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler."[256]
Bu âyet-i kerîme ve diğerleriyle, ortaya atılan şüphelere gereken cevaplar verilmemiş olsaydı mele', bu metodunda bir hayli başarılı olabilirdi. Fakat Yüce Allah peygamberlerini teyit eden cevaplarında, zaruret olmadıkça her şeyin; yer, gök ve insanlar için tespit edilen ve hiç tebdile uğramayan Sünnetullâh'a göre cereyan ettiği; tebliğe muhatap olanların melekler değil insanlar olduğu, dolayısıyla elçinin beşer olmasının normal karşılanması gerektiği, hatta melek indirmek gerekseydi bile, yine insan suretinde indirileceği inandırıcı delillerle anlatılınca mele', yine yeni bazı ithamlar peşine düşmek ihtiyacını hissetti.[257]
İnkarcıların peygamberlere karşı olan itirazlarını incelediğimizde en çok rahatsız oldukları şeyin; fakir, zengin ve diğer sınıflar arasında kurulmak istenen eşitliğin olduğunu görürüz. Çünkü kabiliyet, liyâkat ve iyi niyetten yoksun oldukları halde, çeşitli yollar ve dümenlerle hâkimiyeti ellerine geçirenler, idare ettikleri halk üzerindeki otoritelerini devam ettirebilmek için onları, bir takım sakat değer ölçülerine göre sınıflara ayırmak zorunda idiler. Tarihe bir göz atarsak guruplara bölünerek idare edilen ve hatta çoğu zaman sömürülen bir çok milletler görürüz. Toplum, bu şekilde sakat bir ölçüye göre "değersiz, üstün, çok üstün" gibi mânâlara gelebilecek, her millette değişebilen bazı isim ve unvanlarla bir takım sınıflara bölününce de, alt sınıfların veya onlardan bir ferdin isabetli ve doğru olabilecek görüşler beyân edemeyeceği, hele hele hâkim sınıftan biriymiş gibi topluma yön vermeye kalkışamayacağı, vazifelerinin ise üst sınıflara itaat ve hizmet olduğu kanaati yayılır. Yine bu ölçüye göre onlar hak ve hakikati bilemezler. Eğer onlar faydanın nerede olduğunu bilselerdi her şeyden önce zengin olmayı başarırlardı. Çünkü "onlar iddia ediyorlardı ki: dinî riyasete bile bazı dünyevî imkânları elde etmekle ulaşılır."[258] Yine "onlar inanıyorlardı ki Allah indinde kendileri üstün bir mevki ve değer sahibi idiler. Bu sebeple de Allah onlara yardım ediyordu."[259] Bu sakat mantığa göre; eğer bu dava hak olsaydı, Allah onlara yine yardım eder ve peygamberlere ilk uyanlar onlar olurdu. Böyle olmadığına göre hakikat olarak ortaya atılan bu davada bir kusur var diye sakat bir mantık yürüterek halkın arasında propaganda yapıyorlardı. Çünkü yine onlara göre bunca eşraf ve ekâbirin yanılması mümkün değildir.
Aslında onlar hiç bir eşraf ve ekâbirin peygamberlere uymadıklarına dair iddialarında yüzde yüz haklı değillerdi. Çünkü az da olsa her peygambere uyanlar içinde, kavmin ileri gelenlerinden olan kimseler de vardı. İsmen zikretmek gerekeceğinden sadece Peygamberimiz s.a.v. zamanından örnek vererek Hz. Ebû Bekir r.a. (13/634), Hz. Osman r.a. (35/655), Hz. Ömer r.a. (23/644) ve Hz. Hamza r.â. (3/625)' lan hatırlamak kafi gelecektir. Öyleyse inkarcılıkta ve avamı da bu yola kanalize etmede ısrar edenler, bu ve buna benzer mazeret ve şüphelerinde samimi değillerdi. Böyle hareket etmeleri sırf başkalarını saptırmak ve kendilerini tatmin gayesine matuf idi. Fakat toplum arasında yayılan bu tür şüphe ve propagandaların ne derece etkili olduklarını anlamak için bir örnek verelim:
Mekke mele'ine vâki olan davetlerde peygamberimize şu cevaplar verilirdi: "-Biz, Ammâr (37/657), Ebû Zerr (32/652), Mikdâd b. Esved (33/6535), Suheyb (38/659), Bilâl(20/640), Habbâb (37/657) ve benzeri köle ile yanaşıklardan oluşan kimsesiz avamla beraber oturmaya razı değiliz. Toplum arasında bizim büyük şeref ve itibarımız var, çevre kabilelerden gelenlerin, bizi onların arasında oturuyor görmelerinden utanıyoruz. Bu sebeple biz geldiğimiz zaman onları yanından kov veya bizim için ayrı, onlar için ayrı olan muayyen zamanlar tayin et! Biz gittikten sonra arzu edersen tekrar onlarla oturabilirsin..." Hatta bir ara, aralarından oluşturdukları seçkin bir heyetle -bu teklifi Hz. Muhammed s.a.v.'e kabul ettirmede aracılık yapsın diye- Ebû Tâlib (H.Ö. 2/620)'e bile müracaat ettiler. Vâki olan bu talepler karşısında, belki inanırlar, ümidine kapılan müminler, bilhassa Hz. Ömer (23/644) r.a. '-Ya Rasülallah! Onlar için bir vakit ayıralım, bakalım ne yapacaklar.' şeklindeki isteklerini arz edince, Peygamberimiz s.a.v. müspet bir cevap vermeye hazırlanırken; "Sabah-akşam Rabb'lerinin rızâsını isteyerek, O'na yalvaranları (Kureyş büyüklerinin arzularına uyarak) kovma!"[260] âyeti nazil oluyor,[261] Yine 'Abese Sûresinin de buna benzer bir olaydan sonra nazil olduğu rivayet edilir.
Peygamber Efendimiz, Kureyş mele'inin avam üzerindeki menfî tesirini bildiği için onların inanmalarını çok arzulamış ve bu konuda Allah Te'âlâ'ya dualar etmiştir. Hatta Hz. Ömer r.a.'ın bu duaların sonucu müslüman olduğu söylenir.
Görüldüğü gibi bu tür şüphe ve propagandaların menfî tesiri büyüktü, ama her zaman olduğu gibi ilâhî nûr, istemeseler de, insanların hakkı görmesine mâni olan zulmeti an be an dağıttığından, aydın kafalar arttıkça artıyordu. İçine girdikleri karanlıklara uzanan nûr huzmeleri önüne gerdikleri örtülerin, ilâhî enerji karşısında hemen eriyip döküldüğünü gören mele', perdeleri yenilemek için olanca gayretlerini sarf edip durmadan taktik değiştiriyordu. Çünkü kısa ve kolay yoldan teslim olup haksız yollarla ve zulmederek elde ettikleri hâkimiyet ve riyaset haklarından vazgeçmek istemiyorlardı. İşte bunun için daha birkaç şüphe ve iftirayı deneyip son kozlarını da kullanacaklardı.[262]
Bunca gayret ve didinmelerine rağmen, ilahî davetin toplum içinde bir hayli taraftar kazandığını gören mele', artık şifahî olan son kozlarını oynayacaklardı: Peygamberlerin, insanlara saadet getirmeyi bahane ederek mevcut idareyi düşürüp riyaseti ele geçirmek istedikleri şüphe ve iftirasını ortaya atacaklardı.
Bu maksatla; "(Nuh'un davetine karşılık olarak) kavminin inkarcı mele'i şöyle demişti: 'Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir. (Peygamberlik iddiası ile) size üstünlük sağla(yıp reis ol)mak istiyor.' "[263]
Firavun ve erkânı da, risâleti engellemek için Mûsâ a. s.'ı, Mısır halkını ülkelerinden çıkarmak isteyen biri olarak göstermeye çalışıp[264] halkı kendilerine çekmek istemişler ve sonunda O 'nun da riyaset peşinde koşan biri olduğunu şöyle ifade etmişlerdi:
"Dediler ki: '-Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yoldan) çeviresin de, Mısır'da hükümdarlık yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin? Biz, size inanacak değiliz.' ",[265]
Âyet-i kerîmelerde açıkça görülüyor ki mele' bu iftiralarla peygamberlerin asıl gayelerinin topluma mutluluk bahşetmek değil, onlar arasında itibâr, şeref ve üstünlük kazanarak kendi mutluluklarını temin etmek için liderlik peşinde koşmak olduğunu yaymak istiyorlardı. Böylece o günün şartlarına ve geleneklerine göre peygamberler reîs olmak için gereken üstünlükleri kendilerinde toplamış olmadıkları için toplum tarafından bir bozguncu olarak görüneceklerdi. Fakat mele' bu şüpheyi ortaya atmada gecikmişti, çünkü o güne kadar her vesile ile gerçekleri gün ışığına çıkaran ilâhî davet, toplum şuurunda gereken tesiri yapmış, böylece beşer aklı asılsız olduğu kadar zararlı da olan bazı kayıt ve geleneklere esir ve bağımlı olmaktan yavaş yavaş kurtulmaya başlamıştı. Bu yüzden o günkü toplumda reîs olmak için, çok evlat ve mal sahibi olma vb. şartlar şüphe ile karşılanır olmuştu. Artık riyaset için bunlardan önce kabiliyet, iyi niyet vb. şartların gerekli olduğu görüşü kabul edilmeye başlanmıştı. Bu ise en kâmil bir şekilde eskiden beri doğru ve iyi niyet sahibi olarak tanıdıkları peygamberde mevcuttu.
Gerçi peygamberler riyaseti doğrudan doğruya gaye edinmemişlerdi. Fakat Allah Te'âlâ'nın onlara verdiği beşerî ıslâh ve yeryüzünü imâr görevlerini yerine getirebilmek için -mevcut liderler ilâhî vahyin ışığında toplumu idare etmeyi kabule yanaşmayınca- bunu vâsıta olarak kullanmaları gerekecekti. Çünkü içtimaî, iktisadî, ahlâkî vb. sahalarda uyulması gereken bir örnek olmak ancak bu yolla mümkün olabilirdi. Zaten "toplum, peygamberin sıdkını (doğru sözlü ve her konuda isabetli oluşunu) itiraf edip tasdîk edince ümmetin bütün işleri O'na danışılarak yapıldığından O kendiliğinden toplumun lideri olur."[266]
Ayrıca peygamberler beşeriyete önderlik yetkilerini her şeyde asıl kaynak olan Allah Te'âlâ'dan alıyor, böylece beşerî ilişkileri düzene koymadaki kabiliyet ve liyâkatlerini gören halk çevrelerinde toplanarak onları kendi istekleri ile lider olarak tanımaya başlıyorlardı.
Mele' gurubunun hâkimiyet ve başkanlıkları ise kabiliyet, liyâkat vb. meziyetlerden hiç birine sahip olmadıkları halde, sadece çevresi geniş, kalabalık ve belli bir hanedandan gelmek ve çok büyük servetlere sahip olmak esasına dayanıyordu.
Bu sebeplerden dolayı mele'in denediği bu metot da kendi başkanlıklarındaki liyakatsizliği ortaya koyduğu için aleyhlerine olmuştu. Bu sebeple artık son çare olarak kaba kuvvete baş vurmayı deneyeceklerdi.[267]
Mele'in baş vurduğu şifahî mukavemet yolları tükenmiş olduğu halde önemli sayılacak bir başarı elde edip peygamberleri davalarından vaz geçirememiş, bilakis kendi prestijlerinden çok şey kaybetmişlerdi. Çünkü "Onlar ( aslında) yalnız kendilerine hile yaparlar da farkına varmazlar."[268] Ve "..Kötü tuzak, ancak sahibinin ayağına dolanır"[269]
Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi bütün sözlü hilelerin kendi zararlarına olduğunu gören mele' artık inananları şifahî olarak muhatap kabul etmemeye, bunun yerine ellerinden gelen bütün fiilî imkânlarını kullanarak kaba kuvvetle korkutup sindirmeye karar verdiler. İşte bu niyetlerini gerçekleştirmek için kavminin mele'i Nûh a.s.'a şöyle demişlerdi:
"-Ey Nûh! Sen (bu davadan) vazgeçmezsen muhakkak ki taşlanmış olacaksın."[270] Hz. İbrahim'e de babası şöyle demişti:
"-Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çevireceksin? Ant olsun ki vazgeçmezsen seni muhakkak taşlarım. Uzun bir müddet benden ayrıl git!"[271] Hz. Lût ve Şu'ayb a.s.'lar da sürgüne gönderilmekle şöyle tehdit edilmişlerdi:
"O'nun kavminden (imân etmeyi) kibirlerine yediremeyen kodamanlar şöyle dediler: '-Ey Şu'ayb! Seni ve beraberindeki imân edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz.' "[272] Ayrıca Şu'ayb a.s.'a inananları, mâlî ve diğer sahalarda zarara uğratacaklarını da ilâve ettiler.[273] Mûsâ a.s. ve O'na inananlar da hapsedilmek[274], işkence edilmek[275] ve öldürülmekle tehdit edilmişti.[276]
Âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki mele', ellerindeki bütün maddî kudret, kuvvet ve nüfuzu kullanarak peygamberlere uyanları ve uymak isteyenleri tehdit etmiş, onların arasına her türlü endişe ve korkuları yaymış, envai çeşit işkence usullerini kullanarak onlara eziyet etmişlerdir. "Firavun ve erkânının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, kavminin bir kısım gençleri dışında hiç kimse Musa'ya imân etmedi. Çünkü Firavun Mısır'da (astığı astık, kestiği kestik) bir zorba idi"[277] âyet-i kerîmesi, korku ve endişelerin ilk zamanlarda, toplumun çoğunluğu üzerinde ne derece etkili olduğunu gösteriyor. Bu tehdit ve imansızlığı tezyîn (güzel gösterip göz boyama propagandaları) sonucu nice kavimlerin çoğunluğu, 'Ad Kavmi'nde olduğu gibi peygamberlerine îman etmeyip inatçı ve zorba olan kodamanlarına uydular ve sonunda helak olmaktan kendilerini kurtaramadılar.[278]
İnsanoğlunun canına olduğu kadar, malına ve rahatına da düşkün olduğunu çok iyi bilen mele', peygamberlere uyanlardan mâlî imkânları kısacakları ve hatta tamamen kesecekleri hakkında tehditlere de baş vurmuşlardı. Yıllarca devam eden davetine rağmen kendisine pek az kimsenin inandığını; çoğunluğun ise varlıklarından istifade ederiz ümidi ile mal-mülk sahibi ve idarî imkânlara ellerinde tutan ileri gelenlerin tehditlerine boyun eğdiğini ifade için Nûh a.s. Yüce Allah'a şöyle dert yanıyordu:
"Rabbim! Onlar bana, karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendilerinin ziyânını artırmaktan başka işe yaramayan (şımarık ve gururlu) kimseye uydular."[279]
Bu kısımda zikredilen âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki peygamberler ve onlara uyanlar; rızklarının kesilmesi, işkence edilmesi, yurtlarından çıkarılması ve öldürülmesi gibi tehditlerle karşılaşmışlardır. Son peygamber Hz. Muhammed s.a.v.'den önce bu tehditlerde ne derece fiiliyat safhasına geçildiği hakkında geniş bilgiyi Kur'ân'da görmek mümkün değildir. Ancak Hz. Lût'un ülkesinden çıkarıldığını[280], Hz. İbrahim'in ateşe atıldığını[281] , Hz. Musa'ya inananların çeşitli işkencelere tâbi tutulduğu hakkında açıklık vardır.[282] Ayrıca Hz. İsâ a.s. ve O'na inananların, İsrail Oğuiları'nm ileri gelenleri ve Roma'nın idarecileri tarafından ne gibi işkencelere tâbi tutulduğu tarihin malumudur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed s.a’e karşı fiilî mukavemet şekillerine ise ikinci bölümde genişçe yer vereceğimizden burada zikrini uygun görmedik.[283]
Peygamber gönderilen kavmin içtimaî durumu bahsinde, İslâm'ın doğduğu ortam olan Mekke ve civarının ahlâkî durumu hakkında kısmen bilgi vermiştik. Mekke Mele'inin peygamberimize karşı takındığı tavır konusuna geçmeden önce de anılan bilgilere ek olarak içtimaî hayatın siyâsî yönü hakkında bazı açıklamalarda bulunmak gerekir. Böylece Mekke mele'inin, o günün toplumundaki yerini, İslâm'a karşı mukavemetlerinin şiddet derecesini ve kısmen de sebeplerini anlamak için gereken ön bilgileri vermeye çalışacağız.
Hicaz'da, daha çoğu medenî (yerleşik) olarak yaşayan Araplar, küçükten büyüğe doğru; üsre, fasile, ‘aşîre, fahiz, batın, 'imâre, kabile ve şa'b gibi içtimaî guruplara ayrılıyordu.[284] Aileden kabileye kadar bütün bu içtimaî gurupların birer reîsi vardı. Çoğunlukla bunlara "seyyid" veya "şeyh" denir; "vücuh", "ze'îm" ve "emir" ifâdeleri de kullanılırdı. Ekseriyetle babadan oğula geçen bu başkanlık, her el değiştirdiğinde ona sahip olan kimsenin, o günün örfünde oluşan değer ölçülerine göre riyasetin şartlarını kendisinde bulundurduğunu ispat etmesi gerekirdi. Bunu ispat edemezse, riyaset başka aileye geçebilirdi.[285] İçte ve dışta emniyet ve asayişi sağlamak için kabile başkanlarına bağlı olan bir kolluk kuvveti yoktu. Fakat reisin kabile üstündeki manevî nüfuzu çok büyüktü. Bir ganîmet elde edildiği zaman, taksîme tâbi tutulmadan önce, hoşuna giden câriye, at, kılıç vs.'den birisinin, reisin olması özel imtiyazı dâhilinde idi ki buna, "safayâ" veya "safıyy" denirdi. Ayrıca "mirba" adı verilen, ganîmetlerin dörtte birini alması ve işgal edilen bölgenin en güzel ve verimli topraklarını "himâ" adı ile şahsına ayırması da sadece kendisine ait haklar cümlesindendi.[286] Buna karşılık hazarda ve seferde başkanlık ve kumandanlık görevini yürütür, isterse sefer anları için bir kumandan da tayin edebilirdi. Reis aynı zamanda kabilesinin hâkimi ve dinî lideri sayılırdı. Ancak çoğunlukla bu yetkilerini tecrübeli, yetkili ve kavmi tarafından sevilen, sayılan başka birine devrederdi. Halkın arasındaki ihtilâfları çözmeye yetkili kılınan kimseye "hâkim", dinî işleri yürütmede yetkili kılınan kimseye de "kâhin veya " arrâf' adı verilirdi.[287] Fert ve aileler arasında beliren her hangi bir anlaşmazlıkta; reîs, hâkim veya kâhinlerden birine müracaat edilirdi.
Fakat mezkûr mercilerden hiç birinin, suçluya cezayı verebilecek kolluk kuvvetleri olmadığı için davacının, davalıyı ve bağlı olduğu aile veya kabilesini ikna etmesi gerekirdi. Bu takdirde suçlunun cezasını, bağlı olduğu kabile verir veya tazmin ederdi.
Taraflar ikna edilmediği zaman ise, iş kaba kuvvete dökülür ve öyle halledilmeye çalışılırdı. Bu yüzden aileler arasında beliren bir kan davasını söndürmeye kalkışanlar anlaşamayınca birçok yeni kan davalarının başlamasına sebep olduklarından, güçlendiklerini hissedenler hemen eski veya yeni bir kan davasının intikamını almak için silaha sarılırlardı. Bunda başarılı olmak için de o aile veya kabilede güçlü, kuvvetli ve bahadır silahşörlerin bulunması gerekirdi. Bu gibi kimselerin kabiledeki nüfuzları da bu sebepten dolayı büyük olurdu.
Araplardaki bu içtimâi keşmekeşliği Hz. Ca'fer (8/629) r.a.'ın Necâşî (9/630) karşısında; "güçlü olanımız zayıf olanlarımızı yerdi." İfadesi açıkça ortaya koymaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi haklı ve haksızı ayırmada, sözle karşı tarafı ikna etmenin bu derece önemli oluşu, tevârüsen gelen üstünlüklerin muhafazası ve güzel bir üslup ile anlatılmasının, kabilenin diğerlerine karşı üstünlük sağlamada gerekli oluşu, reislerin birer şâir ve nessâb edinmelerine yol açmıştır. Şu halde; şâir, kâhin, nessâb, hâkim ve benzerleri reisin birer organı sayılırlardı. Bu sebeple de onların, içinde bulundukları toplumda diğerlerine karşı imtiyazlı bir durumları vardı. Kabile içindeki mele'i de işte bunlar oluşturuyordu. Bütün bu organların temini için, nüfusun çok olması ve bunların aksatılmadan hizmete sevk edilmesi için de bazı mâlî imkânlara ihtiyaç vardır ki bu da kabiledeki zenginlerin çokluğu ile mümkündür. Yine mezkûr organları kabiliyetli ve dirayetli olan kabileler, diğerlerine karşı üstün sayılırdı.
Ayrıca Mekke'de kabile ve aileleri aşan mesele ve anlaşmazlıkları çözmek, şehre yönelik tehlikeleri bertaraf etmek ve alınacak tedbirleri belirlemek için bir üst istişare meclisi de vardı. Bu meclis, büyük aile ve kabilelerin oluşturduğu mele' yani idarî ve istişârî organlardan birinin veya bir kaçının katılması ile oluşur ve Dâru'n-Nedve denilen yerde toplanırdı. İşte Mekke'nin beyleri, ileri gelenleri, eşrafı ve idarî işleri yürütenlerden oluşan asıl mele'i bunlardı.[288]
Dâru'n-Nedve'de toplanan mele'in her birinin yetkileri aynı idi. Yani aralarından birini başkan seçmiş değillerdi. Bu duruma göre Hicaz'daki Arap toplumunun bütünü (eş-şa'b) için merkezî bir hükümet yoktu.
Aile ve kabilelerde olduğu gibi Dâru'n-Nedve mele'inin de uyacağı yazılı bir kanun, belli bir teşrî' kaynağı ve buna karşı gelenlere, ceza verecek belli bir kuvveti yoktu.[289] Fakat bu boşluğu, atalarından tevârüsen edindikleri örf ve âdetlerle dolduruyorlardı. Bu durum mele'in işine de geliyordu. Çünkü kanunlarını oluşturan örf ve adetlerini yorumlamak, yürütmek, bazı yeni yasaklar koymak, karşı gelenleri te'dîb etmek sadece onların hakkı idi.
Dolayısıyla bunlara karşı gelmeye kimsenin gücü yetmezdi. Eğer böyle biri çıkarsa, bağlı olduğu boyun ileri gelenlerinin onu cezalandırması gerekir, böyle yapılmadığı takdîrde ise, o boyun değeri düşer, akitleri feshedilerek maddî ve manevî baskılar altında tutulurdu. Mekke'nin reisleri sayılan mele'; toplumun hâkimi, âlimi, makam ve mevki yönünden en üstünüdürler. Bu sebeple isabetli görüşleri sadece onlar beyân edebilirdi.[290] Bunun için Mekke mele'i atalarından tevârüsen edindikleri örf ve âdetlerini muhafazada çok aşın bir hassasiyet göstermişler, kimden gelirse gelsin, fayda veya zararını tartışmaya bile yanaşmadan, her türlü yeniliğin karşısına dikilmişlerdir. Çünkü müşterek menfaatleri böyle hareket, etmelerini gerektiriyordu. Yine bunun içindir ki onlar Allah Te'âlâ'nın indirdiği Kur'ân'a uymaya davet edildikleri zaman, peygamberimizle aralarında şöyle bir muhavere geçmiştir:
"Biz babalarımızı bir ümmet (din ve nizâm) üzerinde bulduk. Biz de hakikaten onların izlerine uymuşuz.' dediler. (Peygamber de) dedi ki: '-Ben size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz (din ve nizâm)dan daha doğrusunu getirdiysem de mi (onların dinini tutacaksınız.)?' (İnkarcı kodamanlar da) dediler ki: '-Doğrusu biz sana gönderileni inkâr ediyoruz.' "[291]
Siyâsî yönden böylesine karmaşık bir manzara arz eden Mekke ve civarı, dinî yönden de bundan farklı değildi. Melek, cin, rûlı ve benzerlerini kendilerine tanrı edinip onların timsallerini dikerek Allah'a şirk koşuyorlardı. Mele'in, bu şirki de muhafaza etmeleri kendi menfaatleri gereği idi. Çünkü atalarından aldıkları örf ve âdetlere göre bu tanrıların, beşer ilişkileri hakkındaki irâdelerinin ne olduğunu beyân etmek mele'den birinin veya reîsin organları sayılan puthâne bekçilerinin görevi idi. Bunlar verdikleri kararlarında hür oldukları halde, mele'in menfaatleri doğrultusunda oluşturulan, örf ve âdetler dışına çıkamadıklarından aynı menfaate hizmet etmiş sayılırlardı.
İşte böylesine siyâsî bir ortam içinde Peygamberimiz, ilâhî daveti açıklayınca, ilk anda O'nun karşısına kimlerin dikildiği sorusunu aklımızdan çıkarmadan mübarek hayatını okuduğumuzda, her sahîfede, kavminin mele'i olduğu cevabını alabiliriz.
Bundan sonraki incelememizde mümkün olduğu kadar Kur'ân'a bağlı kalarak, fakat yeri geldikçe siyerden de örnekler vererek İslam'ın zuhurunda mele'in tutum ve davranışlarını gözler önüne sermeye çalışacağız.[292]
Peygamberimiz s.a.v., risâletin ilk üç senesini gizli davet ile geçirdikten sonra Mekke'de tevhit dinini duymayan kalmamıştı. Bu safhada Mekke'nin elebaşıları, inanmamakla beraber aşırı bir mukavemet içine girmemişler, hatta hüsn ü kabule yakın bîr tavırla peygamberin sözlerini dinlemekte bir beis görmemişlerdi. Sadece, O'nu gördükleri zaman, söylediklerini küçümseyen bir ifade ile: "-İşte! Abdülmuttalib Oğullarından kendisine gökten
konuşulan çocuk!" diyerek işaret edip geçerlerdi. Fakat müşriklerin tâğût (putlaştırılmış lider ve put)larını yerip atalarının, inkarcılık ve sapıklık içinde öldüklerini ve cehenneme gireceklerini haber verince iş değişti.[293] "Bu esnada Taiften dönen Kureyş'li zenginlerden bir gurup peygamberimizin davetini şiddetle reddetmekle kalmayıp kendilerine itaat edenleri O'nun aleyhine kışkırttılar. Böylece (O'nu tebessümle karşılayan diğer ileri gelenler açıkça aleyhine dönmüş), ancak Allah'ın muhafaza ettiği pek azı müstesna olmak üzere (Mekke'nin) avamı da bu propagandaların tesiri altında kalarak çevresinden ayrılıp dağılmışlardı. Bu hal bir müddet böyle devam etti. Fakat müslümanların arttığını gören Kureyş'in ileri gelenleri Hz. Muhammed s.a.v.'e uyan oğul ve kardeşleri ile kendi kabile mensuplarını Allah Te'âlâ'nın dininden ayırmak için bir çok fitne ve belalara maruz bıraktılar. Bu fitneler, Peygamberimize uyanları şiddetle sarsmış ve Müslümanların artışındaki ilk hızını kesmiş oldu.[294]
Peygamberimize ilk karşı çıkanların ve O'nu engellemeye çalışanların zenginlerle o günün idarecileri olduğuna dair belirttiğimiz bu kanaati sadece Taberî (310/922)'den aldığımız anılan rivayete dayandırmadık. Esas bizi bu kanaate sevk eden şey, Mekke'de ilk inen âyet ve sûrelerdeki, lanete varan bir ifade ile, yerilen muhatapların onlar olmasıdır. Bu ilk âyetlerin bir yerinde ismen[295] aşağıdaki örneklerde de görülebileceği gibi birçok yerde vasfen inkarcılıkta öncülük edenlerin zenginler ve toplumun ehliyetsiz ve zorba liderleri olduğu belirtilmekte, nüzul sebeplerini nakleden kaynaklarda ise bu husus olanca açıklığı ile sergilenmektedir. Vahiy sırasına göre tertip edilmiş Kur'an'da[296] sadece ilk dört sırayı alan sûrelerden birer örnek verip tefsirlerdeki açıklamalara kısaca işaret edelim:
"Doğrusu, (zengin olup) kendisini (Allah'a muhtaç olmaktan) müstağni görmekle, insan muhakkak azar. (Ey insan!) Muhakkak ki dönüş(ün) Rabb'inedir. (Elçimiz Muhammed gibi) bir kulu namaz kılarken men eden (Ebû Cehil)i (n nasıl azdığını) gördün mü?"[297] Nüzulün birinci sırasında yer alan " 'Alak Sûre'sindeki bu âyetlerin Ebu Cehil (2/624) hakkında indiğinde ittifak vardır.[298]
"(Doğruya da eğriye de) alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, (ötekini berikini) daima ayıplayan, (gammazlıkla) laf getirip götürmeye koşan, (insanları) devamlı olarak hayır yapmaktan men eden, aşırı zâlim, çok günahkar, zorba; bütün bunlardan başka da soysuz olan (Velîd b. Muğîre ve bu vasıfta olanlar)a itaat etme! Mal sahibidir ve oğulları vardır diye (böylelerine boyun eğip uyma!)"[299] İkinci olarak nazil olduğu gösterilen Kalem Sûresi'ndeki anılan âyetlerin Velîd b. Muğîre (1/623), Ebû Cehil, Esved b. 'Abdi Yeğûs (H.Ö. 1/621) ve Ahnes b. Şerîk gibi İslâm'a düşmanlıklarda ön sırayı almalarıyla meşhur, aynı zamanda zenginlik ve oğullarının çokluğu ile kavmin içinde sayılı kişilerden olan şahıslardan biri hakkında inmiş olduğunda farklı rivayetler vardır.[300]
"(Şimdilik) o inkarcıların (yalan ve iftira kabilinden) söyleyeceklerine sabredip (bu hareketlerini tasvip etmemekle beraber) onlardan güzel bir şekilde ayrıl! (Ey Rasülüm! Risâletin önünde duran bu engeli nasıl aşarım diye hiç tasalanma! Seni) yalanlayan o refah sahiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet,[301] ver!"
"Bir tek (yani nev'i salısına münhasır özelliklere sahip) olarak yarattığım; kendisine uzun boylu mal ve (yanında dâima) hazır bulunmak üzere oğullar vererek (yaşayışını, ömrünü, çocuklarını) bol bol ihsan edip yaydığım (o Velîd b. Mugîre denen adam)ı bana bırak!"[302] Dördüncü olarak nazil olduğu kaydedilen Müddessir Sûresi'ndeki anılan âyetlerin Velîd b. Muğîre hakkında indiğinde ittifak vardır.[303]
İlk inen dört sûreden aldığımız bu örneklere, nüzul sebebini açıkladıktan sonra, bi'setin onuncu yılında nazil olan bir âyet-i kerîme daha ilâve edelim:
Ebû Talib (H.Ö 3/620) ölüm döşeğinde iken içlerinde; 'Utbe b. Rabî'a (2/624), Şeybe b. Rabî'a (2/624), Ebû Cehil b. Hişâm (2/624), Ümeyye b. Halef (2/624) ve Ebû Süfyân b. Harb (31/ 652)'in bulunduğu Kureyş eşrafı toplanıp yanına gittiler. Ölümünden önce; kendilerini, ilâhlarını, uymakta oldukları örf ve âdetlerini kötülemekten vaz geçmesi için, yeğeni Hz. Muhammed ile aralarını bulmasını istediler. Bunun karşılığında ise O'nu, inandığı dava ile baş başa bırakacaklarını belirttiler. Bilahare meclise katılan Hz. Muhammed s.a.v.'e mesele anlatıldıktan sonra cevap olarak: "-Bütün Araplara sahip olacakları ve Acemlerin de kendilerine boyun eğeceği bir sözü söylemeleri şartı ile anlaşabiliriz." dedi. Bunu duyan Ebû Cehil, alelacele: "-Kurbanın olayım, bir değil, on mislini söyleyelim, o nedir?" deyince Peygamber efendimiz: "-Lâ ilahe illallah deyin" cevabını verdi.[304] Hiç hoşlanmadıkları bu cevabı aldıklarında; onların bu hallerini tasvîreden şu âyet-i kerîme indi:
" '-O, (bütün) tanrıları bir tek Tanrı mı yapmış? Bu, cidden şaşılacak bir şey!' (diyerek hayretlerini açıklayan Küreyş'in) ileri gelenleri : '-Haydi yürüyün, tanrılarınıza (ibâdette) sebat edin, şüphesiz ki arzu edilecek olan budur.' diye söylenerek (meclisten) ayrılıp gittiler."[305]
Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi, o gün riyaset için ön şart olan malı ve oğulları çok olanlar, herkesten önce, İslâm'a büyük bir inatla karşı çıkmışlardır. Bunların dışında, İslâm'ın zuhuruna kadar, idarî, siyâsî ve mâlî çevrede isimleri pek duyulmamış kimselerin de zikredildiğini görüyoruz ki bunlar da fıkır babaları olan ileri gelenlerinin maşaları durumunda olan kimselerdir.
Yeni doğan İslâmî harekete, Mekke ileri gelenlerinin aşırı bir inatla karşı çıkmaları ile toplum üç guruba ayrılmış oldu:
Bunlardan birincisi; O güne kadar kavmi tarafından tenkit edilecek bir harekette bulunmak bir yana, daima tasvip ve takdir edildiği gibi hiç yalan söylemeyen, isabetsiz bir karar ve hükmü duyulmayan; şimdi de insanları kendi aralarındaki dünya ve âhirete dâir iş ve ilişkilerini düzenlemeye Allah tarafından gönderilmiş olduğunu söyleyen Hz. Muhammed s.a.v.'e uyan gurup idi. Bu mütevâzi gurubun çoğunluğunu da fakir ve köleler oluşturuyordu. Bu gurupta olanlar Hz. Muhammed s.a.v.'e uyarken O'nu siyâsî bir lider olarak görmüyorlardı. Zaten Peygamberimiz de bu iddia ile çıkmış değildi. Eğer O, mücerret bir riyaset peşinde koşsaydı, risâlet davasından vaz geçmesi karşılığında, kendisine yapılan mal-mülk, şan-şeref ve bütün Araplara hükümdar olma teklifini[306] hemen kabul etmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre kesinlikle O riyaset peşinde koşan biri değildi. Fakat Peygamberimize inananlar O'na bey'at ederken: "Bollukta da darlıkta da... uyacaklarına dair kesin söz verip O'na bağlanıyorlardı."[307] Çünkü müspet bir kanaate varmak için yeterli bir zaman olan kırk sene zarfında O'ndan hayra muhalif bir şey görmemiş ve duymam ıslardı.
İkincisi ise, İslam'a karşı dikilen Mekke hâkim sınıfının ve yardakçılarının oluşturduğu guruptur ki her şeyin en iyisini ve doğrusunu ancak kendilerinin bildiğini iddia ediyor, her konuda sadece kendilerine uyulmasını istiyorlardı. Çünkü Mekke'nin ileri gelenlerini barındıran Kureyş, kendilerini "İlâhî sülâleye mensup, O'nun komşuları ve O'nun hareminde mukimleri" olarak görüyordu.[308] Toplum da bunu kabullenmiş ve onları her konuda yetkili kimseler olarak görüyordu. Gerçi Hz. Muhammed s.a.v. de asil Kureyş soyuna mensup idi ama O, atalarından aldıklarını iddia ettikleri sakat örf ve âdetlerine karşı çıkmıştı. Onlara göre bu yüzden O'na uyulamazdı. Aslında ise kendileri, ilk ataları sayılan Hz. İbrahim a.s.'ın yolundan, 'Amr b. Luhay gibi sahte liderlerine uyarak ayrılmışlardı.
Üçüncüsü; çoğunluğu oluşturan guruptur ki bunlar, kesin tercihlerini yapmadıkları için, eski statüye göre ikinci guruptanmış gibi görünüyor fakat, birinci guruba karşı da fiilen menfî bir tavır içine girmiyorlardı. Şimdilik bunlar, kesin çizgilerle bir birinden ayrılan bu iki gurubun mücadelelerini uzaktan seyretmekle yetiniyorlardı. Bu arada kendisine hidâyet nasip olanlar hemen birinci guruba katılmaktan da geri kalmıyordu. Risâletin devamınca gören gözler ve anlayan kalpler için, türlü vesilelerle hidâyet sebepleri zuhur ediyordu. Bu hidâyet sebepleri içinde, Hudeybiye Antlaşması ve son olarak da Mekke'nin fethi en büyüklerini oluşturmakta idi.
"Allah'ın zaferi ve (Mekke'nin) fethi gelip de; insanları, Allah'ın dinine girerken gördüğün zaman, hemen Rabbini hamd ile tesbîh et ve O'ndan mağfiret iste. Şüphesiz ki O, tövbeleri çok kabul edendir."[309]
Bu âyet-i kerîmelerde de görüldüğü gibi, İslâm'ın Mekke ve civarına tamamen hâkim olması ile insanlar bölük bölük gelip Hz. Muhammed s.a.v.'e siyâsî, idarî, dinî ve diğer konularda uyduklarını bildirmişlerdir. Böylece tarafsız gibi görünen üçüncü gurup çok azalmış ve tamamen tükenecek duruma gelmişti. Fakat bundan sonra bu üçüncü guruptan boş kalan yeri; müslümanların içine, birinci gurubu oluşturan inatçı guruptan çaresiz kalarak kopup gelen ve inanmış gibi görünen münafıklar doldurmuştu.
Peygamber Efendimiz s.a.v. risâletin başlamasıyla toplumda oluşan bu üç gurubu bir meselle şöyle tanıtıyor:
"Allah'ın benim (elçiliğim)le gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmurun isabet ettiği toprağın bir kısmı münbit olup suyu kabul eder de çayır olup bol ot yetiştirir. Bir kısmı da çorak olur, suyu (üstünde) tutar da Allah Te'âlâ halkı onunla faydalandırır. Ondan (hem kendileri) içerler, (hem de hayvanlarını) suvarırlar, ekin ekerler. (Bu yağmur) diğer (bir çeşit) toprağa da isabet eder ki düz ve kaypaktır, ne suyu (üstünde) tutar, ne de çayır bitirir. Allah'ın dinini anlayıp da, Allah'ın benim (elçiliğim)le gönderdiği (hidâyet ve ilimden) faydalanan, bunu anlayıp (başkalarına) anlatan kimse ile (bunu duyduğu vakit kibrinden) başını (bile) kaldırmayan ve Allah'ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen kimseler böyledir."[310]
Mübarek hadis-i şeriflerinde görüldüğü gibi "Hz. Muhammed s.a.v., insan cemiyetlerinin basiretli bir müşahidi olarak beşeriyetin hakikatte gayr-i müsâvî üç sınıfa ayrıldığını keşfetmişti: Her zaman doğru yolda yürümek ve vazifelerini yerine getirmek için ne ikna ne de zorlamaya ihtiyacı olmayan asîl ruhlar; hiç bir zaman hiç bir şey öğrenmek istemeyen, adaletin çiğnenmesi pahasına dahî kendi menfaatlerinden başka bir şey tanımayan gayr-ı kâbil-i ıslâh insanlar; ve vasat insan; bu sonuncu şayet nezâret altında olursa aşağı yukarı iyi hareket eder ve şayet meşru bir müeyyideden kendisini âzâde hissederse fırsatı kötüye kullanmakta tereddüt etmez. Bir Peygamber olarak Hz. Muhammed s.a.v.'in arzusu birinci sınıfı irşat etmek, ikinci sınıfı zararsız hale getirmek ve bilhassa herhangi bir kavimde ekseriyeti teşkil eden üçüncü kategori ile meşgul idi."[311] Böyle hareket edilmekle, ilâhî hidâyet sebeplerinin sık sık oluşmasına ve insanlar tarafından görülüp anlaşılmasına zemin hazırlanmış oluyordu. Böylece ikinci gurubu oluşturan inatçı ileri gelenlerin prestiji sarsılıp üçüncü gurubun gözünden düştükten sonra ilâhî hükümlerin vaz'edilmesine sıra gelecekti. Mekke mele'i de bunu önlemek için türlü tuzaklar kurup çeşitli oyunlar sergiliyorlardı.[312]
Mekke mele'i Hz. Muhammed s.a.v.'e uyan fakir ve himayesiz halkı caydırmak için sözlü ve fiilî her türlü çareye baş vuruyordu.
Her kabile, içindeki yeni müslüman olanları tespit eder etmez önce onları kandırmaya çalışıyor, bunu başaramadıkları takdirde onlarla alay ediyor ve gerekirse her türlü işkencelere baş vuruyordu.
Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) ve Hz. Hatice (H.Ö. 3/620)'nin himayesinde olan Hz. Muhammed s.a.v.'e henüz fiilî müdâhale yapamıyor fakat O'nunla da alay edip çirkin bir üslup ile dillerine doluyorlardı.
"Şimdi sen ne ile emr olunuyorsan apaçık bildir. Müşrikler(in alay ve tehditlerine) aldırma! Allah'la beraber başka bir tanrı daha tanıyan ve alay edenlere biz yeteriz. Onlar yakında (uğrayacakları) akıbetleri bileceklerdir."[313] "Sen (önce) en yakın akrabanı uyar!"[314]
Bu âyet-i kerîmelerin inmesiyle de İslâm dâvası önce Peygamberimizin yakın çevresinden başlayarak dışa açılmaya yönelmiş, böylece yeni bir hareket ve canlılık kazanmıştır. Buna karşılık Mekke mele'inin de yeni ve zecrî tedbîrler almasına sebep olmuştur. Bu tedbîrler; alaydan inkâra kadar, mantıklı veya mantıksız oluşuna bakılmaksızın her çeşit metotları içinde bulunduruyordu.
"(Ey Resulüm!), Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. "[315] Bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki diğer peygamberlere, karşı koymada kullanılan her türlü şifahî metotlar Peygamber Efendimize de kullanılmıştır. Bu sebeple O'na karşı kullanılan bu şifahî metotları anlatmak, birinci bölümdeki; "Meie'in peygamberlere karşı koymalarmdaki metotları" bahsini tekrar etmek olur. Bunun yerine Siyer-i Nebî'den dikkatimizi çeken bir kaç örnek vermekle yetineceğiz:
Mekke mele'i; bir taraftan Peygamber Efendimizi, O'na uyanların gözünde küçük düşürmeye ve O'na îmândan caydırmaya uğraşırken öbür taraftan, O'nu himaye edenleri de vaz geçirmeye gayret ediyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için amcası Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620)'e üç defa müracaat etmişlerdi. Bu müracaatlarında dâima Ebû Tâlib'in; atalarına, örf ve âdetlerine karşı beslediği saygıyı; bağlılığını ve toplum içinde işgal ettiği mevkisini istismar ederek Hz. Muhammed s.a.v.'in, bunları yıkmak istediğini, böylece toplum içinde ayrılık ve fesat tohumlarını saçan zararlı bir unsur olduğunu iddia etmişler ve O'ndan bu durumu önlemeye çalışmasını, eğer bunu başaramazsa himayeden vaz geçmesini istemişlerdi. Hatta bir seferinde Velîd b. Muğîre (l/622)'nin oğlu Umâre'yi evlat edinmesi için O'na teklîf edip karşılığında öldürmek için Hz. Muhammed s.a.v.'i istemek cüretinde bile bulunmuşlardı. Bütün bu tekliflerin reddedildiğini gören Kureyş mele'i; "O halde iki taraftan biri yok oluncaya kadar O'nunla da, seninle de dövüşürüz" tehdidini savurup ayrılmışlardı.[316]
Bu tehditlerden sonra Ebû Tâlib (H.Ö. 3/622) de, karşı tedbîrler cümlesinden olarak Hâşim ve Muttalib Oğullarını toplayıp Peygamber Efendimizi korumak üzere söz aldı. Bu davete Ebû Leheb (2/624) hâriç hepsi icabet etmişti.[317] Fakat bütün bu tedbirler sadece Peygamber Efendimizi koruyabiliyordu. Her kabile, aralarındaki müslüman olmuş himayesiz kimselere akla gelebilecek her türlü işkenceyi uygulamaktan geri durmuyordu. Bu konuda, bütün siyer kitaplarının Mekke Devrine ait bölümlerinde bir çok örnek bulmak mümkündür. Buna rağmen biz yine bir örnek verelim:
Müslümanlara maddî ve manevî baskıları başlatmada ön ayak olan "Ebû Cehil (2/624), şerefli ve arkalı bir adamın îmân ettiğini duyunca onu azarlar ve hakaret ederek şöyle derdi: "- Senden çok daha hayırlı olan babanın dinini terk ettin ha! Ant olsun ki seni rezil-rüsva edecek, fikir ve görüşlerini kötüleyerek şerefini al çakacağız." Eğer o adam tüccar ise: "-Allah'a yemin olsun ki senin ticâretini baltalayacak, malını yok edeceğiz." dermiş. Kimsesiz ve fakir biri ise: Ebû Cehil onu döver ve başkalarının da ona işkence etmesini temin edermiş."[318]
Müminlere yapılan bu baskılar öyle bir safhaya vardı ki müslüman olmadan önce de Kureyş arasında sayılı kişilerden biri olan Ebû Bekir (13/634) r.a., Ehabiş Kabîlesi'nin reîsi İbnü Düğünne'nin himayesine girme ihtiyacını hissetmişti.[319] Buna benzer bir himaye temîn edemeyenler ise Peygamber Efendimiz s.a.v.'in tavsiyesi üzerine Mekke'deki evini-barkını terk ederek Habeşistan'a sığınmışlardı. Fakat Kureyş ileri gelenleri rüşvet ve benzeri türlü hilelere baş vurarak müslümanları geri getirmek istemişlerse de, Habeş Meliki Necâşî (9/630), işin farkına varıp taleplerini reddetmiş ve hatta onları huzurundan kovmuştu.[320]
Bütün bu sıkı tedbirlere rağmen müslüman olanlar gün be gün artmaya devam edince Kureyş'in tüm eşrafı meseleyi görüşmek üzere toplandı: İçlerinde " 'Utbe b. Rabî'a (2/624), Şeybe b. Rabî'a (2/624), Ebû Süfyân b. Harb (31/652); 'Abdüddâr Oğullarından: Nadr b. Haris (2/624), Ebû'l-Buhteri b. Hişâm (2/624), Esved b. 'Abdilmuttalib (2/624), Zem'a b. el-Esved (?), Velîd b. Muğîre (1/622), Ebû Cehil b. Hişâm (2/624), 'Abdullah b. Ebî Ümeyye (8/629), 'Âs b. Vâil (1/622), Haccâc'ın iki oğlu: Nübye (2/624) ve Münebbih (2/624), Ümeyye b. Halef (2/624) ve diğerleri vardı."[321] Hz. Muhammed s.a.v.'i meclise davet edip O'nu dâvasından vazgeçirmeyi deneyecek ve böylece kendilerini rahatsız eden hareketi kaynağından kesmiş olacaklardı. Bunun için de Hz. Muhammed s.a.v.'e bir defa daha topluca; riyaset, zenginlik vb. bütün dünyevî imkânları teklîf etmişler, fakat: "-Bu söyledikleriniz ile benim getirdiğim dâva arasında hiç bir ilgi yok." cevabını almışlardı. Bundan sonra da "Memleketlerini, Irak ve Şam gibi arazisi geniş, akarsuları bol, mümbit bir hale getirmesi, Safa tepesini altın yapması, ataları Kusay'i diriltmesi ve kendisine tasvip edecek bir melek indirmesi için Rabbine Dua etmesi"ni teklif ettiler. Bu istediklerini yerine getirdiği takdirde Allah indindeki mevkisini ve O'nu peygamber olarak gönderdiğini anlayıp tasdik edeceklerini söylediler. "Kur'ân bu durumu şöyle açıklıyor: "(Mekke ileri gelenleri şöyle) dediler:
"-Biz, sana asla inanmayız, tâ ki bizim için (ikâmet etmekte olduğumuz şu) yerden bir pınar aktasın. Yahut hurmalık(lar)dan üzümlük(ler)den bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gök yüzünü üstümüze parça parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri (karşımıza) kefil olarak getir esin. Yahut altından bir evin olsun, yahut semâya çıkasın. Ona çıktığına da asla inanmayız yat Tâ ki üstümüze okuyacağımız bir kitap indiresin!" (Ey Resulüm', şöyle) de: "-Rabbimin sânı yücedir. Ben (Allah'ın) resûl(ü) bir beşerden başkası mıyım ki (bütün bu istediklerinizi yapayım)? "[322]
Bu âyet-i kerîmede okuduğumuz ve daha bir çok çeşitten mucizeler istemelerine karşı da Peygamber Efendimiz s.a.v. şöyle cevap veriyordu: "-Bu söylediklerinizden hiç birini yapacak değilim, Rabb' imden de istemem. Çünkü ben size bunun için gönderilmedim. Allah beni müjdelemek ve uyarmak için gönderdi. Benim size getirdiklerimi kabul ederseniz, dünya ve âhirette sayısız faydalar sağlamış olursunuz. Yok eğer reddederseniz, ben, Allah sizinle benim aramda kesin hükmü verinceye kadar sabırla tebliğe devam edeceğim."[323]
Peygamber Efendimiz s.a.v. bu cevaplarıyla mucizelerin, Allah'ın tayin edeceği yer ve zamanda olabileceğini, herkesin arzu ve isteğine göre bunu tahakkuk ettirmenin tebliğ kanunlarına uygun düşmediğini belirtmiş oluyor.
Kureyş ileri gelenleri Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620)'i, himayeden; Hz, Muhammed s.a.v.'i de dâvasından vaz geçiremeyince O'na uyanları, Mekke'de veya civarından gelip O'na uymak isteyenleri de caydırmada bas vuracakları hile ve desiseleri tespit için toplanıp şu karara vardılar:
"Şüphesiz Muhammed tatlı dilli birisidir. İnsan O'nunla konuşunca hayretler içinde kalıyor. Bu sebeple içimizden eşrafa mensup, sayılı ve nesebi meşhur kimselerden bir grup oluşturup bir veya iki gecelik mesafedeki Mekke'nin varoşlarına gönderelim, Muhammed'i görmek ve maksadını öğrenmek için kim gelirse onu kandırıp geri çevirsin. Bunun üzerine bir çok kimseler yollara döküldüler. Kavmi adına Muhammed'in davetini araştırmak isteyen biri gelip, yanlarında mola verince: '-Ben, falan oğlu falancayım.' diye başlayarak nesebini ona tanıtır ve devamla: '-Sana, yanına gitmeye gerek kalmayacak bir şekilde Muhammed'in halini haber vereyim: O çok yalancı biridir, dâvasına uyanlar ise ayak takımı, köle ve topluma faydasız kimselerden başkaları değildir. Kavmin ileri gelenleri ve seçkinleri ise O'ndan ayrılıp alakayı büsbütün kesmiş durumdadırlar.' Bu sözleri işiten elçi de maksadından döner (Mekke'ye gitse bile Hz. Muhammed s.a.v. ile görüşmeye lüzum hissetmez)di."[324]
Siyer kitaplarında ise anılan meselenin halli ve yaklaşan hacc mevsiminde Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhinde söz birliği edebilmeleri için Kureyş'in Velîd b. Muğîr (l/622)'ye müracaat edip O'nun başkanlığında fikir alış-verişinde bulundukları anlatılıyor. Bu görüşmede Hz. Muhammed s.a.v. için: "-Sihirbaz, kâhin, büyücü, yalancı, deli, şâir..." diyelim, tekliflerini uygun bulmayan Velîd, sonunda şu itirafta bulunuyor:
"Allah'a yemîn ederim ki O'nun sözlerinde ayrı bir parlaklık ve ayrı bir tatlılık var, bu sözler, kökü çok derinlere inmiş, dalları ise olgun meyvelerle dolu bir hurma ağacına benziyor. O sözlerin üstüne hiç çıkılamayacak ve dâima yükselecektir. Sizin, bu sözler hakkında söyleyeceğiniz her şeyin bâtıl olduğu da er veya geç anlaşılacaktır. Fakat bütün bunlara rağmen söylenebilecek en uygun söz '-Bu sihirbazdır.' demenizdir."[325]
Bu itiraf ve tespitten sonra, beşten on altıya kadar, değişen isim ve sayıdaki ileri gelen kimseler, civardan gelecek olan hacılara Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhinde propaganda yapmak maksadıyla, Mekke'nin giriş yollarını aralarında taksim ettiler. Hz. Muhammed s.a.v.'in daveti, Arabistan'ın en ücra köşelerinde bile yankılar yapmış olduğundan hacc için gelenler merakla O'nu sordukları zaman "-O sihirbazdır." veya onlara "Rabb'iniz ne indirdi?" diye sorulduğunda: "-Eskilerin masallarını..." derlerdi."[326] Vahyin bütünü bu iftiraya uygun düşmeyeceği için, Kur'ân'ı, "Sihir, kehânet, şiir, büyü" vs. gibi kısımlara ayırarak bununla ilgili soru soranları, yalanlarına inandırmaya çalışırlardı. Müfessirlerin bazıları bu olayları, aşağıdaki âyetin nüzul sebebi olarak zikrederler.[327] :
"(Habibim! Yine) de ki: 'Gerçekten ben, ancak apaçık bir uyarıcıyım'. ( Ve siz, Ey inatçılar! Resulümün bu ikazlarına kulak asmazsanız, haccetmeye gelenleri inanmaktan caydırmak için, Mekke'nin yollarını) aralarında taksim edip Kur'ân'ı da; (şiir, sihir, eskilerin masalları gibi) bölümlere ayıranlara indireceğimize benzer (bir azabı size de tattıracağım!) ve Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine yapmakta olduklarının hesabını) mutlaka soracağız. O halde (Ey Muhammed!) şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah'a ortak koşanların alayların)a aldırış etme. (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.""[328]
Velîd b. Muğîre (1/622): "-Yapılan bütün bu iftiraların bâtıl olduğu anlaşılacaktır." Demekle Hz. Muhammed s.a.v.'in dâvasında haklı olduğunu açıkça itiraf ediyor ve kendi inkarlarının boşa gideceğim, er veya geç mağlup olacaklarını ilan ediyordu. Yine Mekke ileri gelenlerinin içinden "Utbe b. Rabî'a (2/624) ve Nadr b. Haris (2/624) de aynı kanâatlerini değişik ifadelerle açıklıyorlardı. Meselâ bir gün bazı dünyevî menfaatler karşılığında dâvasından vazgeçirmek niyeti ile Hz. Muhammed s.a.v.'in yanına giden "Utbe, cevap olarak Kur'ân'dan bir parça dinledikte sonra Kureyş'e gelip şöyle demişti:
"Ey Kureyş topluluğu! Söyleyeceklerime kulak verip gereğini yapın, bütün mesuliyet bana ait olsun: -Bu adamı dâvasında serbest bırakın! Vallahi, O'ndan işittiğim sözün muhakkak büyük yankıları olacaktır. Şayet Araplar O'nun hakkından gelirse, başkaları vasıtasıyla O'nu saf dışı etmiş olursunuz. Eğer O Araplara galip gelirse, O'nun saltanatı, sizin de saltanatınız, O'nun şerefi sizin de şerefiniz olacaktır. Aynı zamanda O'nunla en çok siz iftihar edersizin." O'nu dinleyenler: "-Ey Velîd'in babası! Vallahi O seni, diliyle büyülemiş." dediler. "Utbe ise: '-Ben bu kanâatteyim, siz hoşunuza gideni yapın.' diyerek sözü kesti."[329]
Nadr b. Haris ise: "-Ey Kureyşliler! Allah'a yemin olsun ki, hala çaresini bulamadığınız bir işle karşı karşıyasınız. Muhammed henüz delikanlı iken; O'nu aranızda en iyiniz, en doğru olanınız, en emîn adamınız sayardınız. Şimdi şakaklarına ak düşünce ve size, yeni bir din getirdiğini bildirince O'na büyücü, yalancı, kâhin, şâir, deli vs. dediniz. Allah'a yemin olsun ki O, bunlardan hiç biri değildir. Ey Kureyşliler, iyice düşünüp inceleyin."[330]
Nadr'ın bu uyarısından sonra, Peygamber Efendimiz s.a.v.'in getirdiği din konusunda sâdık mı, kâzib mi olduğunu tespit için Medine Yahudi bilginlerine danışmak maksadı ile bir heyet teşkil edildi. Nadr da bunların içinde vardı. Yahudiler onlara, bilâhare Kehf Sûresi ile cevaplandırılan üç soru sormalarını söylediler. Fakat Mekke mele'inin maksadı gerçeği tespit değil de, Hz. Muhammed s.a.v.'i şifahî olarak güç duruma düşürmek olduğu için yine inanmadılar.[331]
Mekke mele'inin Peygamberimiz hakkındaki bu kararsızlığı ve tereddütleri de O'na karşı başlatılan düşmanlığı durduramamıştı. Çünkü müteakip bölümde tafsilatı ile görüleceği gibi, gerçekte onların inanmalarına mâni olan şey; tereddütleri değil, dünyevî menfaatlerini kaybetme korkuları idi. O'nu kendi haline bıraktıkları takdirde, tüm Kureyşliler olarak kazanacakları şan ve şeref gibi manevî değerler onlara vız geliyordu. İşte bu sebeple sözlü mücadeleleri etkisiz kalmaya başlayınca ve bir müddet sonra da O'nu himaye eden amcası Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) ve eşi Hz. Hatice (H.Ö. 3/620) vefat edince, yapmakta oldukları en ağır şifahî iftira ve yalanlarına, en acımasız işkencelerini de katarak düşmanlıklarını sürdürdüler.[332]
"-Ey 'Abdülmuttalib oğulları! Vallahi bu kötü bir iştir. Sizden başkası O'na mâni olmadan, siz mâni olun! Çünkü o zaman siz O'nu teslim ederseniz, zelîl olursunuz; eğer teslim etmezseniz öldürülürsünüz."[333] Peygamber Efendimiz s.a.v.'in, akrabalarına İslâm'ı teblîğ için düzenlediği ikinci yemekli davette, o ana kadar mevcut olan samimi havayı bu sözleri ile bozan ve böylece daha ilk günlerde fiilî mukavemeti tavsiye eden Ebû Leheb (2/624) olmuştur. Bu sözlere karşı Peygamberimizin öbür amcası Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) ise: "Vallahi biz var oldukça O'nu teslim etmeyip koruyacağız." Cevabını vermişti. Bunun için Ebû Tâlib'in sağlığında Peygamber Efendimiz s.a.v.'e yapılan düşmanca saldırılar; O'na uyan himayesiz müslümanlara yapılanlara nispetle hem az, hem de cana kast edici olmaktan ziyâde alay ve hakaret manasını taşıyan sözlü tecavüzler tarzında olmuştur. Evinin kapısı önüne ve civarına diken ve pisliklerin atılması da bu tür saldırılar arasına girebilir. Bu gibi tecavüzlere de -Ebû Tâlib'e saygısızlık sayılacağından,- kavmi içinde en az O'nun kadar makam sahibi olanlar ancak cüret edebilirdi.
Fakat müslümanlar arttıkça fiilî tecavüzler de şiddetleniyordu. Ebû Cehl (2/624)'in Peygamber Efendimiz s.a.v. secdede iken, başı üzerine bir taşı atmaya çalışması[334], bir müddet sonra da, "Utbe b. Ebî Mu'ayt (2/624)'ın, yine secdede iken O'nun ensesine şiddetle basıp[335] (diğer bir rivayete göre ise abasını ensesine dolayıp[336]) O'nu öldürmeye kalkışması bu cümledendir.
İbnü Hişâm (213/828)'m, İbnü İshâk(151/768)'tan naklen aldığı bir rivayete göre ise; Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620) sağ iken Kureyş'in yaptığı en büyük saldırı şu olmuştur:
"Bir gün Kabe civarında toplantı halinde olan Kureyş eşrafı arasında, Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhinde tartışmalar oluyordu. Bu tartışmalar sürüp giderken Hz. Muhammed s.a.v.'in çıkageldiğini görür görmez hep birden kalkışıp etrafını sardılar ve yakasına yapışıp O'na eziyet etmeye başladılar. O anda Ebû Bekir (13/634) r.a. yetişir ve ağlayarak: "-Bir adamı; 'Rabbim Allah'tır' dediği için nasıl öldürürsünüz? Deyip onlara mâni oldu. Bunun üzerine Kureyşliler de dağıldılar."[337]
Hz. Hamza (3/625) ve Hz. Ömer (23/644) r.a.'ların müslüman olmaları, himayesiz müslümanlarin Habeşistan'da emniyet içinde karar kılmaları, ayrıca İslâm'ın Mekke dışındaki kabîleler arasında da yavaş yavaş yayılmaya başlaması, Kureyş ileri gelenlerini düşmanca yeni bir harekete sevk etti.
Buna göre Hz. Muhammed s.a.v.'i öldürmek için açıkça planlar hazırlamaya başladılar. Bu sinsi plandan haberdar olan Ebû Tâlib de, Hâşim ve Muttalib Oğullarını kendi mahallesinde toplayıp müdafaaya çekildi. Bu tedbîr üzerine müşrikler de şeytanca yeni bir karara vardılar: Hz. Muhammed s.a.v. kendilerine teslim edilinceye kadar, Ebû Tâlib'in mahallesini kuşatıp onlara kız vermemek, onlardan kız almamak ve hiç bir alış-verişte bulunmamak üzere anlaştılar.[338] Ayrıca bu antlaşmayı örflerine göre bazı hareket ve sözlerle teyît edip bir sahifeye yazarak Kabe'nin duvarına astılar.
Hâşimoğultarı'ndan Ebû Leheb (2/624)'in, müşrikler safında yer aldığı bu içtimaî tecrit ve iktisadî abluka tam üç yıl sürdü. Ebû Leheb ve Ebû Cehil (2/624), bu hareketin en acımasız bir şekilde devamı için olanca güçlerini sarf ediyorlardı. Ama, müslümanlann en tabii ihtiyaçlarından mahrum kalması karşısında, akrabalık/asbiyet duygularının manevî baskılarına daha fazla dayanamayan bazı Kureyş ileri gelenleri Ebû Cehil' in aşırı gayretlerine aldırmadan anılan antlaşmayı tanımayıp feshettiklerini ilan ettiler. Bunların başında; 'Adiyy (2/624), Ebû’l-Buhteri b. 'As b. Hişâm (2/624) ve Zem'a b. Esved (2/624) vardı.[339]
İktisadî ablukanın kaldırılmasından kısa bir süre sonra Peygamber Efendimiz s.a.v.'in maddî ve manevî destekleyicileri olan Ebû Tâlib ve Hz. Hatice (H.Ö. 3/620) kısa aralıklarla art arda vefat ettiler. Bu kayıpların verdiği üzüntü ile müşriklerin sözlü ve fiilî saldırılarına mâni olacak bir kuvvetin kalmamasından dolayı Peygamberimiz, evinden pek çıkamaz oldu. Bu durum Ebû Leheb'in gururuna dokunduğundan, Hz. Muhammed s.a.v.'in yanına gelip O'nu himayesine aldığını belirterek Ebû Tâlib sağ iken nasıl hareket ettiyse yine öyle yapmasını söyledi. Fakat 'Ukbe b. Ebî Mu'ayt (2/624) ile Ebû Cehil şeytanca bir hile tertip edip Ebû Leheb'in yanına gelerek babasının, cennette mi, cehennemde mi olduğunu Hz. Muhammed'den sormasını istediler. O da dediklerini yapıp menfî cevap alınca, Hz. Muhdtnmed'i himayeden vaz geçtiğini ilan etti.[340] Böylece akrabalık duyguları ile başlayan himaye, yine akrabalık duyguları ve atalarına olan saygının istismarı ile kısa bir zamanda son bulmuştu.[341]
Ebû Tâlib (H.Ö. 3/620)'in ölümünden ve Ebû Leheb (2/624)'in bu kısa süren himayesinden sonra Hz. Muhammed s.a.v., Mekke'deki ayak takımı dâhil bütün müşriklerin fiilî ve sözlü saldırılarına maruz kalmaya başladığından teblîğ yapılamaz hale geldi. Bu yüzden Peygamberimiz bu baskılardan kurtulup huzurlu bir ortamda tebliğe devam edebilmek için, kavmine söz geçirebilen yeni bir himayeci bulmayı umarak Tâifteki Sakîf kabilesinin reislerinden; 'Abdi Yaleyl b. 'Amr, Mes'ûd b. 'Amr ve Habîb b. 'Amr ile görüşmeye gitti. Dayıları tarafından kendisine akraba.[342] olan bu üç kardeşin diğer eşraf üzerinde sözü geçtiğinden ikna edildikleri takdirde, bütün Tâifin desteği sağlanacaktı. Fakat peygamberlere ilk karşı çıkanların, çoğunlukla toplum içindeki mal ve mevki sahibi kimseler olduğu gerçeği burada da kendini gösterdi. Anılan liderler Peygamberimize, inanmadıkları, himayesini de kabul etmedikleri gibi "-Bu görüşme, aramızda sır kalsın.." teklifini de reddederek yaygara yapıp ayak takımını aleyhine teşvik ettiler.[343] Ve siyer kitaplarında tafsilatıyla anlatıldığı şekilde Taiften güçlükle çıkabilen Peygamberimiz, kendisini civarındaki bağlık ve hurmalıklardan birine zor atabildi.
İlâhî davete başladığı ilk günlerden beri Mekke ve şimdi de Tâif rüesâ ve eğniyâsindan gördüğü bunca eziyetlere rağmen, Peygamberimizin, elleri ve ayakları kan revân içinde iken, yaptığı şu feragat ve samimiyet dolu Duası çok dikkat çekicidir:
"Allahım! (Bana emânet ettiğin teblîğ görevini yapmaktaki bu) güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, insanlara söz geçiremeyişimi sana arz ve şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Toplumdaki fakir ve himayesiz kimselerin Rabb'isin. (Ve ancak Sen onların elinden tutabilirsin) Benim de Rabbim Sen olduğun halde, benî kimlere terk ediyorsun? Benî asık bir suratla karşılayan bu uzak akrabalara mı yoksa (Mekke'nin ve) benim işlerimi kendilerine verdiğin düşmana mı? Eğer senin bana bir kızgınlığın yoksa (bütün bu çektiklerime) aldıracak değilim. Fakat senin af ve merhametin bana (bunları da çektirmeyecek kadar) geniştir..."[344]
Duayı baştan sona tekrar tekrar okusak bile, Peygamberimize envai çeşit hakaret ve eziyetlerde bulunan bu hâkim tabakaya, beddua mânâsı taşıyan bir kelime bulamayız. Çünkü O, bu ileri gelenler taifesinden olmasa bile, onların neslinden hayırlı bir ümmet çıkacağından ümitli idi.
Tâiften çok üzgün dönen Hz. Muhanımed s.a.v., doğup büyüdüğü şehir olan Mekke'ye girebilmek için düşmanları olan Kureyş liderlerinden birinin himayesine girmek mecburiyetinde idi. Çünkü Ebû Leheb O'nu kanun dışı ilan etmişti.[345] Mekke'ye girip Kabe'yi tavaf etmek ve teblîğ yapabilmek için Kureyş liderlerinden bir kaçına, kendisini himayelerine almaları için teklif gönderdi ise de ancak Mut'im b. Adiyy (2/624)'den olumlu cevap alabildi. Mut'im b. Adiyy, pek aşın olmamakla beraber Peygamberimizin düşmanlarından biri idi. Fakat câhiliye devri Arap ananelerine göre, yapılan bir himaye teklifini geri çevirmek, kişinin prestijini azaltacağından Mut'im, çocuklarını silahlandırıp Mekke dışından Hz.Muhammedi alarak Kabe'yi tavaf ettirdi ve O'nu himayesine aldığını ilân etti."[346]
Bi'setin onuncu senesindeki bu zor günler bir biri ardınca akıp gidiyordu. Bu arada Peygamberimiz de boş durmuyor, İslâm'ı teblîğ ve himaye için kabileler arasında Hz. Ebû Bekir (13/634) ile dolaşıyordu. Bu kabile liderlerinin hiç birinden müspet bir cevap alamıyor, fakat İslâm'ın sesini en ücra köşelere kadar duyurmuş oluyordu.
İşte hacc mevsimlerinde yankılar yapan bu sese, Medine'den küçük bir grup kulak kabartıp müspet bir cevap verdiler. Bu müspet cevap ikinci ve üçüncü görüşmelerle daha da çoğaldı ve pekişti. Artık Peygamberimiz ve O'na inanan müslüman cemâat, emîn bir ortam bulacaklar ve tebliğlerini korkusuzca yapıp arzu ettikleri hayatı yaşayabilecek ve bir birleri ile olan ilişkilerini ilâhî adalet esasına göre düzenleyebileceklerdi. Çünkü Medineliler bütün müslümanları kendi şehirlerine davet ediyor, onları koruyacaklarına dair garanti veriyordu. Bu dönemde aşağıdaki âyetler de nazil olup hicretin yakında vuku bulacağı haber veriliyordu:
"Yakında seni, neredeyse, bu (doğup büyüdüğün) yerden çıkarmak için her halde rahatsız edecekler, (fakat) o takdirde kendileri de senin (Mekke'den çıkışının) ardından pek az (bir süre) kalacaklardır. (Bu), senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimizin de kanunudur. (ki, peygamberlerini aralarından çıkaran her millete aynı kanunu uygulayıp mahvetmişizdir). Bizim kanunumuzda bir değişiklik bulamazsın."[347]
Bu âyet-i kerîme, hicretin yakında olacağını haber verdiği gibi Peygamber Efendimiz s.a.v. ve O'na inananlara baskı yaparak onların yurtlarından çıkmasına sebep olanların başlarına beklenmedik belâların geleceğini de sezdiriyordu. Nitekim hicretten kısa bir süre sonra Bedir'de Mekke ileri gelenlerinin leşleri yerlere seriliyor. Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşı tertip edilen sözlü ve fiilî saldırılarda ismi geçenlerin ölüm tarihlerine dikkat edersek tamamına yakın hepsinin Bedir'in vuku bulduğu hicretin ikinci yılını gösterdiğini tespit ederiz.[348]
Peygamberimiz s.a.v., kendisini inananlarla beraber yurtlarına davet eden bu Medineli cemâatten bey'atler alarak işi oluruna bırakmayıp sağlam esaslara bağlıyordu. Karşılıklı olarak tam bir güven ortamı oluşturulduktan sonra hicret izni verildi ve müslümanlar da kısa bir zamanda birer ikişer göç edip Medine'ye yerleşmeye başladı.
Geç de olsa bu durumu fark eden Mekke mele'i, ticâret kervanlarının yolu üzerindeki Medine'de müslümanların toplanmalarının ilerde kendileri için tehdit unsuru olabileceğini düşünerek buna mâni olmaya karar verdiler. Ama artık çok geç kaldıklarını fark ettiler. Çünkü Mekke'de Hz. Muhammed s.a.v. ve bir kaç yakın arkadaşından başka hiçbir müslüman kalmamıştı. Bu sefer ortaya çıkan bu yeni durumdan nasıl istifade edeceklerine dair istişareye koyuldular:
Bu istişârî toplantıda Kureyş Eşrafından şunlar bulunuyordu: 'Abdüşşems Oğullarından 'Utbe b. Rabî'a (2/624), Şeybe b. Rabî'a (2/624), Ebû Süfyân b. Harb (31/652), Cübeyr b. Mut'im (?), Hars b. Âmir b. Nevfel (2/624); 'Abddüddâr Oğullarından: Nadr b. Haris b. Kelde (2/624), Esed b. 'Abdüluzza Oğullarından: Ebû'l-Buhterî
b. Hişâm (2/624), Zem'a b. Esved b. 'Abdilmuttalib (2/624), Hâkim b. Hizam; Mahzûm Oğullarından: Ebû Cehil b. Hişâm (2/624); Sehm Oğullarından: Haccâc'ın iki oğlu Nübye (2/624) ve Münebbih (2/624); Cuman Oğullarından: Ümeyye b. Halef. Ayrıca Kureyş'ten sayılmadığı halde himayelerine giren diğerleri.
İstişareye katılan herkes aklına gelen çözüm şekillerini dile getirdikten sonra Ebû Cehil'in görüşü kabul edildi. Buna göre her aileden seçkin birer genç katılarak Hz. Muhammed s.a.v,'in evi sarılacak ve sabahleyin çıkarken hep birden hücum edip O'nu öldüreceklerdi![349] Bedir savaşından sonra nazil olan şu âyet-i kerîmeler hicretten önceki bu sıkıntılı havayı şöyle açıklıyor:
"(-Ey Muhacirler!) Mekke'de az ve himayesiz olduğunuz zamanı hatırlayın. (O günlerde) kâfirlerin sizi tutup kapmasından korkuyordunuz. (İşte bu halde iken Allah) sîzi, ev-bark sahibi yaptı, yardımıyla kuvvetlendirdi, size en temiz ve en güzel şeylerden rızk verdi. Tâ ki şükredesiniz".[350]
"(-Ey Resulüm!) Hani bir zamanlar o küfredenler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, veyahut seni (yurdundan) zorla çıkarmaları için sana tuzak kuruyor(lar)dı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da (seni kurtarmakla) kurdukları bozuyordu. (Çünkü) Allah tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır".[351]
Âyet-i kerîmede belirtildiği gibi Allah Te'âlâ, ilâhî nuru kaynağından söndürmek için, Mekke mele'i tarafından kurulan bu tuzağı bozunca Peygamberimiz ve müslümanlar onları eziyetlerinden tamamen kurtulmuşlardı.[352]
Müslümanlar Medine'ye yerleşmekle oradaki kardeşleriyle birlikte birçok iktisadî ve mâlî güçlüklerle karşılaştılar ama, Mekkelilerin işkenceleri yanında bunlar pek önemli sayılmazdı. Fakat Mekke mele'i, müslümanları orada da rahat bırakmamaya karar vermiş ve daha büyük çapta, topyekün saldırılar için fırsat kollamaya başlamıştı. İşte onların beklediği bu fırsat hicretin ikinci senesinde gelip çattı. Ebû Süfyân (31/652)'ın başkanlığında Şam'dan gelen ticâret kervanlarının yolunun kesileceği haberini alan Kureyş, mallarını korumak bahanesiyle, bütün ileri gelenlerini toplayarak Medine'ye doğru yola çıktı. Fakat kervanın kurtulduğu haberini aldıkları halde, çokluklarına ve imkânlarına güvenerek şikârdılar ve büyük bir zafer kazanma sevdasına düştüler. Ebû Cehil (2/624)'in: "-Allah'a yemin olsun ki Bedir'de (kurulan panayırda) üç gün kalarak develer kesip yemeden, şaraplar içip cariyeler oynatmadan ve bütün Araplara orada yapacağımız şenliği duyurmadan buradan gidecek değiliz'"[353] demesi; bu şımarıklığın kibrin ve kendilerine güvenin açık bir delilidir.
Bu savaşta müşrik ordusunun iaşe ve ibate masraflarını karşılayanlar ise Mekke'de iken Hz. Muhammed s.a.v.'e karşı düşmanlıkta başı çekenlerden başkaları değildi. Siyer kitaplarında "Mut'imûn" diye meşhur olan bu grup şu isimlerde oluşuyor:
Hâşim Oğullarından: Abbas b. 'Abdilmuttalib b. Hâşim; 'Abdüşşems (Ümeyye) Oğullarından: 'Utbe b. Rabî'a b. 'Abdi Şems; Esed Oğullarından: Ebû'l-Buhterî b. Hişâm b. Haris b. Esed, ve Hâkim b. Hizam b. Huveylid b. Esed; 'Abdüddâr Oğullarından: Nadr b. Haris b. Kelde b. Alkame; Mahzûm Oğullarından Ebû Cehil b. Hişâm b. Muğîre; Sehm Oğullarından: Haccâc'ın iki oğlu Nübye ve Münebbih; Âmir b. Lüeyy Oğullarından: Süheym b. 'Amrb.'Abdi Şems.[354]
Listede görüldüğü gibi, Abbas b. 'Abdilmuttalib hâriç, bütün isimler Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşı Mekke döneminde düzenlenen saldırılarda yer almaktadır. İbnü Kesîr'in Stret'inde kaydedildiğine göre bunlar sıra ile, onar deve keserek müşrik ordusuna yedirmişlerdir.
Bedir savaşının neticesi, inatçı ve mütekebbir Mekke mele'inin umduğu gibi olmamış, bir kaçı müstesna tamamı savaş alanında kalmıştı. Geriye kalan Mekke mele'i ise bu hâdiseyi takip eden yıllarda Uhud ve Hendek savaşları ile topyekün fiilî tecâvüzlerini sürdürmüş, fakat bütün hile ve desiselerde olduğu gibi bu saldırılarda da zarara uğrayanlar yine kendileri olmuştur. Kendi kurdukları tuzaklardan zarara uğramalarına en açık örnek de Hudeybiye antlaşmasıdır. Bu antlaşma ile İslâm, tebliğe mâni olan bütün setleri yıkmış ve böylece ortada ona engel olacak mele'in hiç bir ferdi kalmamıştır. Artık hâkimiyet; yani idarî, içtimaî vb. her konuda üstünlük müslümanlara geçtiği için, kendilerine üstün ve her şeye rağmen hâkim olmayı gaye edinen kimseler İslâm'a karşı olmaktan vaz geçip müslüman olmuşlar veya öyle görünmüşlerdir. Bütün bu hâdiselerden kısa bir zaman sonra tarafsız görünen çoğunluk da, onları istismar eden mele' grubunun yok oluşu ile tamamen müslüman olmuştu.[355]
İslâm'ın zuhurundan Mekke'nin fethine kadar, şifahî ve fiilî olarak inkârda öncülük ve bu konuda bir çok mukavemet usullerini tertip edenleri bir listede toplarsak bunların kırka varmadığını görürüz.[356]
Bu listeyi de yeni bir taramadan geçirerek nispeten ılımlı hareket edenleri bir tarafa bırakıp Hz. Muhammed s.a.v.'e düşmanlık ve eziyette şöhret bulanları göz önüne alırsak, adı geçen sayıyı yirmiye indirmek mümkündür?[357]
Bu grubun, toplum içinde siyâsî ve mâlî yönden sayılı kişiler olduğu hakkındaki delillerimiz ise şunlardır: Bu bölümün "İlk İnkarcılar" kısmında[358] verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi. Kur'ân-ı Kerînrin daha birçok âyetlerinde Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşrçıkanların, "çok evlat sahibi, kendilerinden başka hiç bir kimseye muhtaç olmayacak kadar zengin, kibir vb. vasıflarının bulunması, ayrıca İslâm'ın ilk yıllarında, siyâsî ve mâlî bir desteğe kavuşmak için Peygamber Efendimiz s.a.v.'in: "Yâ Rabbî! İslâmiyet'i ya Ebû'l-Hakem b. Hişâm (Ebû Cehil)'la, ya da Ömer b. Hattâb (23/644) ile kuvvetlendir" diyerek Duâ etmesi[359], güçlülerin daha çok inanmayanların safında olduğunu gösterir. Yine inkâr ve Peygamberimize karşı düzenlenen tertipleri konu edinen âyet-i kerîmelerin nüzul sebeplerini açıklama sadedinde bir çok müfessir ve aynı konuları Siyer-i Nebî içinde değerlendiren tarihçiler; olayların tertipçileri olarak gösterdikleri isimler için: "Eşraf, vucûh, ze'emâ, meşâyih, küberâ, kâde ve rüesâ' " gibi, toplumda üstün mevki ifade eden tabirler kullanmaktadırlar.[360]
Bunlara ilâveten büyük müfessir Râzî (606/1209): "İnnâ kefeynâke'l-müstehzi'în.."[361] âyetini müteakip, bazı isimler verdikten sonra[362] şu notu ekleyerek bu konuda bize yeterli sayılabilecek bir delil serdetmiş oluyor:
"Müfessirler bu alaycıların sayısında, isimlerinde ve nasıl alay ettiklerinde ihtilâf edip çeşitli rivayetlerde bulunmuşlardır. Bunlardan kısa bir kısmını bile nakletmeye bile gerek yoktur. Fakat bu alaycıların toplum içinde; güç kuvvet ve riyaset sahibi kimseler olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü, ancak bu gibi şahıslar Allah'ın elçisi Hz. Muhammed s.a.v. gibi mevki ve değeri yüksek bir kimseye, böylesine âdiyâne bir şekilde sataşabilirlerdi"[363]
Bu tespitlerden sonra, çoğu Bedir savaşında maktul düşen ilk inkarcıların düşmanlıkta ön sırayı alanların kısa biyografilerini vermeye çalışarak, listesini takdim edebiliriz:[364]
Asıl adı: 'Amr b. Hişâm b. el-Muğîratü'1-Mahzûmî el-Kuraşî olan Ebû Cehil’in, câhiliye devrindeki lakabı Ebü'l-Hakem'dir.
Anasına nispetle, "İbnü'l-Hanzala" da denirdi. Sonradan Peygamberimiz ona, Ebû Cehil lakabını takmış ve artık öyle anılır olmuştur.
Peygamber Efendimiz s.a.v.'in: "-Her ümmetin bir firavunu vardır. Bu ümmetin firavunu da Ebû Cehil'dir" dediği bu hak düşmanı; câhiliye devrinde Kureyş'in, Seyyîd, kahraman ve dâhilerinden biri idi. Mekke Eşrafı arasında Peygamberimizin en şiddetli muhalifidir. Bedir'de öldürülmüştür.[365]
Asıl adı: 'Abdül 'Uzzâ b. 'Abdilmuttalib b. Hişâm'dır. Câhiliye devrinde Kureyş'in yiğit eşrafından çok zengin ve zorba biri idi. Kardeşinin oğlu Hz. Muhammed s.a.v. tebliğ ettiği için hırs ve hasedine mağlup olup kibirlenerek İslâm'a girmemiş ve daha ilk günlerden itibaren O'nun düşmanı kesilmiştir. Hac mevsimlerinde Peygamberimizin ardı sıra giderek tebliğin tesirini kırmak için: "-Muhammed yalancıdır, sizi atalarınızın dininden döndürmek istiyor, sakın inanmayın..." derdi. Peygamberimize son derece düşmanlığı ile tanınan Ebû Leheb, O'na eziyet için, Ebû Süfyân'ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemîl ile kapısı önüne diken ve pislikler atacak kadar düşük bir seviyeye inmeyi bile göze almıştı. Tebbet Sûresi bu ikisi hakkında inmiştir.[366]
Asıl adı: Sahr b. Harb b. Ümeyye b. 'Abdişşems b. 'Abdimenâf b. Kusayy el-Kuraşî, el-Emevî, es-Sahâbî'dir.
Mekke'nin fethine kadar, Peygamberimize düşman olan bütün eşrafa bu konuda önderlik yapmıştır. Câhiliye devrinde Kureyş'in en büyük zenginlerinden, seyyidlerinden biri ve aynı zamanda sancakları olan Ukâb'ın muhafızı idi. Büyük ticâret kervanlarının defalarca sevk ve idare etmiş, Mekke'nin ileri gelen bir çok tüccarı gibi, zuhur ettiği ilk günlerden beri İslâm'ın amansız bir düşmanı olmuştur.
Mekke'nin fethinde îmân eden Ebû Süfyân bilâhare; Huneyn, Tâif ve Yermûk savaşlarına müslümanların safında iştirak ile üstün gayretler sarf etmiş, bu arada iki gözünü de kaybedip kör olmuştur.[368]
Asıl adı: Velîd b. Muğîre b. 'Abdillah b. Amr b. Mahzûm'dur, Künyesi: Ebû 'Afcdişşems olan bu kendini beğenmiş, meşhur İslâm kumandanı Hâlid b. Veiîd (21/642)'in babasıdır. Ona; "reyhânetü Kureyş, el-Velîd fî kavmini" ve Kureyş'in bütününe denk mânâsına gelen " 'İdl" de denirdi. Çünkü bütün Kureyş, Kabe Örtüsü'nü yenisi ile değiştirebilirken o, bunu yalnız yapabiliyordu.
Câhiliye devrinin ünlü hakem(kâdı)lerinden biri olarak bilinen bu din düşmanı, İslâm'ın ve Peygamberimizin sayılı düşman ve alaycı(müstehzî)lardan biridir. Kendisi varken Hz. Muhammed s.a.v.'in Peygamber olmasını, o sakat mantığına bir türlü sığdıramayıp şöyle derdi: "-Kureyş'in asilzadesi ve büyüğü ben ve Sakîf in reîsi Ebû Mes'ûd gibi, Mekke ve Tâif ülkelerinin ululan bir yana bırakılıp Muhammed'e vahiy nasıl gelirmiş?", el-Müddessir Sûresi'nin 11-26. âyetleri onun hakkında inmiştir.[369]
Câhiliye devrinde Kureyş'in en yüksek reislerinden biri olan Utbe b. Rabî'a b. 'Abdişşems'in künyesi; Ebû'l-Velîd idi. Ebû Tâlib ve Utbe'den başka, Kureyş içinde, zengin olmadığı halde; re'y, ilim, fazilet ve dinleyenleri tesîr altında bırakan bir hitabete sahip olmakla, bu makama lâyık görülmüş hiç bir kimse yoktur. Bedir'de Kureyş ordusuna kumanda etmiş ve bu savaşta Hz. Hamza (3/623) tarafından öldürülmüştür. Utbe'nin kızı ve Ebû Süfyân'm karısı olan Hind'i, Uhud savaşında, Hz. Hamza'nın ciğerini çiğneyecek kadar bir intikama sevk eden şey bu hâdise olmuştur.[370]
Utbe'nin kardeşi olan Şeybe, Câhiliye devri Kureyş ileri gelenlerinden biridir. Bedir savaşında müşrik ordusuna yedirmek için dokuz deve kestiğine göre Mekke zenginlerinden de biridir. Künyesi; Ebû Hâşim idi.[371]
Nadr b. Haris b. Alkame b. Kelde b. 'Abdimenâf; Kureyş'in 'Abdüddâr boyuna mensuptur. Künyesi, Ebû Kâid idi. Câhiliye devri Kureyş kahramanı, ileri gelen ve İbnü İshâk'ın (151/768) dediği gibi şeytanlarından biri idi. Bedir'de Kureyş'in sancaktarlığını yapmıştır. Peygamber Efendimiz s.a.v.'i alaya alan, tekzip eden ve O'na eziyet edenlerin içinde çok ileri gidenlerden biridir. Acem hikâye ve masallarını öğrenmiş, Yahudi ve Hıristiyanlardan nübüvvet ve bi'setin yakın olduğu hakkında bilgiler edinmişti. Bu sebeple de: "-Eğer bize ilâhî bir uyarıcı gönderilirse ümmetlerin içinde en doğrusu muhakkak biz olacağız..."[372] âyet:i kerîmesi ile hikâye edilen sözleri söylemeye başladı. Ayrıca En'âm Süresindeki 109. ve daha başka bir çok âyetin onun hakkında indiği söylenir. Yukarıda mealini zikrettiğimiz âyette belirtildiği gibi, Peygamber gelirse inanacağını söylemesine rağmen kibirlenerek belki de beklenen Peygamberliğin kendisine gelmediğinden dolayı inanmamış ve bununla da kalmayarak Hz. Muhammed s.a.v.'in amansız bir düşmanı olmuştur.[373]
Câhiliye devrinde Kureyş önderlerinden biridir. Peygamber Efendimiz s.a.v. ile müslümanlara çok eziyet etmiştir. Namaz kılarken Peygamberimizin üzerine bir devenin sakatatını atan odur. Yine bir seferinde Peygamberimiz secdede iken mübarek enselerine öyle şiddetle basmıştı ki gözlerinin yere aktığını sanmıştı.[374]
Esved b. 'Abdeyeğûs b. Vehb b. 'Abdimenâf b. Zühre, Peygamberimizin dayısı oğludur. Peygamber Efendimiz s.a.v.'e pek çok alay eden Esved, âyette geçen müstehzimden[375] biri olduğu müfessirlerce beyân edilmektedir. Peygamber Efendimiz s.a.v.'i görünce "-Bugün gökten ne getirdin!?" veya buna benzer daha başka sözlerle alay etmeye başlardı. Fakir ve himayesiz müslümanları görünce de, arkadaşlarına: "- Bakın! Bakın! İşte bunlar Kisrâ ve Kayser'in ülkelerini zapt edip yeryüzünün hâkimleri olacaklarmış!" diyerek alay edip onları tahkire kalkışırdı. Rivayete göre, sıcak bir gün evine dönerken yüzü simsiyah kesilmiş, ailesi de onu tanıyamayıp bir yabancı sandığından içeri almamış, böylece sıcak ve susuzluktan kavrulup ölmüştür.[376]
Esved b. Muttalib b. 'Abdil'uzza b. Kusayy'ın künyesi; Ebû Zem'a olup Kureyş'in ileri gelen eşrafından biridir. Esved b. 'Abdilmuttalib de diğer arkadaşları gibi, Peygamberimizle kaş-göz işareti ve âdiyâne sözler kullanmakla alay ederdi. Toplumu da îmân etmekten alıkoymak için aşırı propagandalar yapmaktan geri durmazdı.
"Muhakkak onlar, kendi günahları ve o günahlarla beraber daha bir çok (saptırdıkları kimselere ait) günahları yüklenecekler ve şüphe yok ki, (Allah'a ve Peygamberine) iftira ettikleri şeylerden Kıyamet günü onları sorumlu tutulacaklardır."[377] âyet-i kerimesinin o ve onun gibiler hakkında indiği rivayet edilmektedir.
Bedir savaşında, İslâm'a düşman olan diğer Kureyş asilzadeleri gibi katledilerek cezasını bulmuştur.[378]
Kureyş'in Sehm boyuna mensup olan As b. Vâil, meşhur İslâm kumandanlarından Amr b. As'in babasıdır. İslâm ve Peygamberimizle alay etmesi ve düşmanlığı ile meşhur olanlardan biri de budur.
Peygamberimizin oğlu Kasım (bazı rivayetlere göre: 'Abdullah)[379] öldüğünde, As b. Vâil O'na "ebter" demiş ve Kevser Süresindeki son âyet bu sebeple nazil olmuştur.
As b. Vâil'in Mekkeliler arasında ayrı bir kıymeti ve şerefi vardı. Fakat bu üstünlük ve saygınlığını ihtikâr ve kötü işlerde kullanmaktan geri durmazdı.[380]
Daha çok Haris b. Tulâtile diye anılan Hâris'in asıl adı; Haris b. Kays b. Adiyy b. Sehm'dir. Lakabı; İbnü'l-Gâytala idi. Mâlik b. Tulâtile diye de meşhurdur. Bazı kaynaklar ise Mâlik b. Tulâtile'nin başka biri olduğunu, İbnü'l-Gaytala lakaplarının müşterek oluşundan aynı şahıslarmış gibi göründüğünü kaydederler. Her iki ihtimâlde de bizim için önemli olan, anılan şahıs veya şahısların Peygamberimizin düşmanları arasında zikred ilişidir.
Câhiliye devrinde Kabe'yi ziyaret edenlerin putlara hediye ettikleri eşyaların muhafızı (Emvâlu'l-Muhaccera) ve hükümet işlerini yürütmek ile görevli idi. Peygamber Efendimiz, müstehzilerden biri olan bu mel'ûnun şerrinden Allah'a sığınırdı. "Muhammed, ashabını aldatıp öldükten sonra dirileceklerini söylüyor. Halbuki Allah'a yemin olsun ki bizi, zamandan başkası helak etmiyor." derdi. Ölümü hakkında değişik rivayetler vardır;[381]
Sa'îd b. Âsi b. Ümeyye b. 'Abdişşems b. 'Abdimenâf, Câhiliye devrinde Ümeyye Oğullarının asilzadelerinden biridir. Mekke'de her kes ona saygı duyardı, öyle ki, başına bir sarık taktığı zaman hiç kimse aynı renkte bir sarık takmazdı. Bu sebeple toplumdaki bu üstün mevkiinden kinaye Ona, "Ebû't-Tâc, Zü'1-İsâbe, Zü'l-îmâme" gibi lakaplar takılırdı. İlk anlarda Peygamberimize karşı ılımlı hareket edenlerdendi. Fakat bunu duyan Nadr b. Haris; "-Duyduğuma göre Muhammed hakkında iyi şeyler söylüyormuşsun. Tanrılarımızı kötüleyip atalarımızın cehennemde olduğunu, kendisine tâbi olmayanların da cehennemi boylayip azaba uğratılacağını iddia ettiği halde sen böyle nasıl söylersin!?"[382] diyerek Onu tenkit etti. Bunun üzerine eskiden söylediklerini terk edip o da Peygamber Efendimizin amansız düşmanları arasına katıldı. Bu hareket Kureyş'in moralini bir hayli yükselttiği için Nadr gidip Ona teşekkür etti.[383]
Lüeyy Oğullarından olan Ümeyye, Kureyş'in Cumah boyundan ve Câhiliye devrinin zorba asilzadelerinden biridir. İslâm'ın ilk günlerinde Bilâl-i Habeşî (20/640)'ye çeşitli işkenceler yapmakla meşhurdur. Peygamber Efendimiz s.a.v.'e karşı tertip edilen bir çok olaylarda kardeşi ile beraber anılan bu mel'ûn hakkında Hümeze Sûresi'nin indiği rivayet edilir.[384]
Kardeşi gibi Peygamberimize düşmanlıkta meşhurdur. Bir gün eline çürümüş kemik parçalarını alıp ufalttıktan sonra; "-Rabbinin, bu kemiği diriltip tekrar yaratacağını iddia ediyorsun ha!?" demişti. Ebû Mu'ayt ile arkadaşlıkta o derece ileri idiler ki aralarından su sızmazdı. Ebû Mu'ayt'm bir gün Peygamber Efendimiz s.a.v.'in meclisine oturup Kur'ân dinlediğini duyunca; "..-Muhammed'in yüzüne tükürüp hakaret etmezsen seninle hiç konuşmayacağım." Diyerek arkadaşının İslâm'a düşmanlığını körüklemiştir.
Uhud Savaşı'nda Peygamber Efendimiz s.a.v.'i öldürmek niyetiyle attığı harbesi ile Peygamberimiz tarafından öldürülmüştür.[385]
Münebbih b. Haccâc es-Sehmî; Câhiliye devri Kureyş eşrafı ve zındık (dinsiz)larından biri idi. Taîme b. Adiyy'in arkadaşı olan Münebbih, Bedir savaşına Onunla birlikte katılıp ordunun iaşesi için on deve kesmiştir. Peygamber Efendimiz s.a.v.'e; "-Allah, senden başka gönderecek birini bulamadı mı? Zira bu civarda senden daha yaşlı, bu işe daha uygun bir çok kimse var. Eğer sen yalancı değilsen bir melek getir de senin doğruluğuna şehâdet edip sana destek olsun." derdi. Bir mecliste Peygamberimizin adı geçince O'nun için: "-Getirdiklerini Ehl-i Kitâb'tan öğrenen mecnun bir mu'allim!.." derdi.[386]
Kardeşi gibi Câhiliye devri Kureyş ileri gelenlerinden ve İslâm'a düşman olanlarından biridir. Kabe'yi ziyarete gelenleri müslüman olmaktan caydırmak için, Mekke'nin giriş yollarını tutan grup (Muktesimûn)'un içinde yer alırdı. Hemen hemen İslâm'a karşı tertip edilen bütün olaylarda kardeşi ile beraber adını görmek mümkündür.[387]
Tu'ayme b. 'Adiyy b. Nevfel b. 'Abdimenâf in künyesi, Ebû Reyyân olup Câhiliye devri Kureyş liderlerinden biridir. Peygamberimizi tekzip, alay ve eziyette arkadaşlarından geri kalmamıştır. Münebbih'in işret arkadaşıdır. Bedir'de esir edilip Peygamberimizin emriyle katledilmiştir.[388]
Rukâne b. 'Abdi Yezîd b. Hâşim b. Muttalib b. 'Abdimenâf, Kureyş'in en güçlü ve kuvvetlilerinden biri olan Rukâne de Peygamberimize düşmanlıkta aşırı gidenlerdendi. Tenha bir yerde Peygamberimize tesadüf ettiği bir gün: "-Eğer beni yenersen sana inanırım" dedi. Fakat ard arda üç defa yenildiği halde yine inanmadı. Bir rivayete göre ise bir mucize daha görmek için; Peygamber Efendimizden bir ağaç çağırıp yanlarına kadar getirtmesini ister. Ağaç gelip tekrar yerine gider, ama buna rağmen inanmaz ve der ki: "-Sen dünyadaki sîhirbazlann en bilginisin, böylesini ne gördüm, ne de duydum". Aynı şeyleri Mekke'deki bütün arkadaşlarına anlatır ve Peygamberin sihirbaz olduğunu ilân eder.[389]
Hakem b. Ebi'l-Âs b. 'Abdişşems el-Kureşî el-Emevî es-Sahâbî'nin lakabı; "Tarîdu Rasûlillâh"dir.
Peygamber Efendimiz s.a.v.'i düşmanlarına karşı küçümsemek ve gülünç duruma düşürmek için ağzını burnunu eğerek bazı taklitler yapardı.
Mekke fethinde müslüman olduğunu açıkladı ise de eski hareketlerini terk etmedi. Hatta bir rivayete göre, gizlice dinlemek vb. yollarla elde ettiği Peygamberimize ait sırları ifşa ederdi. Belâzûrî (279/892)'deki bir rivayete göre ise; Peygamber Efendimiz s.a.v. hanımlarından birinin odasında iken, bir yolunu bulup aniden kısa bir mızrağı veya tarağa benzer bir demir parçasını üzerine fırlatmıştır. İsabet etse idi gözünün çıkabileceği bu saldırıdan, peygamberimiz güçlükle kurtulabilmiştir. Bu ve diğer hareketleri yüzünden Taife sürüldü ve bu sebeple ona; "Tarîdu Rasûlillâh" lakabı takıldı.
Hz. Osman (35/655) r.a. halîfe olunca Medine'ye gelmesine müsaade etti. "Hz. Ebû Bekir (13/634) ve Hz. Ömer (23/644) r.a.'ların yapmadığını nasıl yaptın?" diyenlere Hz. Osman: "O'nun hakkında Peygamber Efendimiz s.a.v.'den şefaat istemiş ve bu konuda bana vaatte bulunmuştu. Şimdi ben O'nun va'dini yerine getiriyorum." diye cevap verirdi.
Hakem b. Ebi'l-Âs, Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında vefat etmiştir.[390]
Kureyş'in bu uluları aşırı bir kin ve düşmanlıkla İslâm'a karşı çıkıyor, Hz. Muhammed s.a.v. ve O'na inanan himayesiz kimselere her fırsatta eziyet ediyorlardı. Bunların dışında nispeten daha ılımlı hareket edenler de şunlardır:
21. Züheyr b. Ebî Ümeyye (2/624),
22. Ebû'l-Buhterî b. 'Âs b. Hişâm b. 'Abdi'1-Uzzâ b. Kusayy (2/624),
23. Mut'im b. Adiyy b. Nevfel b. 'Abdimenâf, künyesi; Ebû Vehb (2/624),
24. Hars b. Âmirb. Nevfel b. 'Abdimenâf.
Bu dört kişi, Peygamberimizi tekzip ettikleri ve O'na düşman oldukları halde, akrabalık duygularının baskısı ile, iktisadî ablukaya daha fazla dayanamayıp antlaşmaya ait sahîfeyi, Ebû Cehil'e rağmen yırtmışlardır. Ayrıca Mut'im b. Adiyy, Tâiften dönen Peygamberimizi, Mekke'ye girmek, Kabe'yi tavaf etmek ve tebliğ yapabilmek için himayesine almıştır. Fakat bu iyi hareketlerine rağmen O'na İslâm'a girmek nasip olmamıştır.
25. Abdullah b. Ebî Ümeyye. Sonradan müslüman olmuş ve Tâif muhasarasında şehit olmuştur (8/624).
26. Ebû Kays b. Fakihe b. Muğîre
27. Ahnes b. Şerîk es-Sekafî,
28. Ebû'l-Esda el-Hüzelî
29. Hübeyre b. Ebû Vehb b. Mahzûmî
30. Sâyib b. Ebî Sâyib (2/624),
31. Esved b. Abdilesed b. Hilâl el-Mahzûmî (2/624),
32. Adiyy b. Hamrâ' el-Huzâ'î (2/624),
33. As b. -Sa'îd b. As b. Ümeyye (2/624)[391]
Medine'de dinleri ve ırkları birbirinden ayrı olan iki ayrı toplum vardı. Bunlardan Arapları oluşturan Evs ve Hazrec kabîleleri eskiden beri karşılıklı rekabet halinde olduklarından zaman zaman savaşlara girip birbirlerine mal ve can yönünden büyük kayıplar verdirirlerdi. Böyle anları fırsat bilip güçlü duruma geçen Yahudiler ise şımarıp onlara hâkim olmak isterlerdi.
Hicretten bir veya iki sene önce bu iki kardeş kabile arasında "Yevmü Bu'âs" diye meşhur olan büyük bir savaş patlamış ve her iki tarafın önde gelen kişileri maktul düşmüştür.[392] Buna rağmen kesin galibiyet sağlanamadığından bir barış ortamı da oluşturulamamıştı. Bu arada Hazrec kabilesinden bir grup, Evs aleyhine yardım sağlanması için, Kureyş'in desteğini temîn etmek maksadıyla Mekke'ye heyetler göndermişti. İşte bu heyetlerden biri ile Peygamberimiz görüşmüş ve onlara İslâm'ı duyurmuştu. Hatta içlerinden bir genç, "-Bu mesele, gerçekleştirmek istediğimiz şeyden daha mühimdir."[393] diyerek Peygamberimizin davetine büyük bir ilgi göstermişti. Ayrıca hacc mevsimlerinde de Medinelilerden bazıları ile- Peygamberimiz görüşüp İslâm'ı onlara
da anlatmıştı.
Bu ilk görüşmelerden sonra yapılan ikinci ve üçüncü görüşmelerde bey'atler alınmış ve Hz. Muhammed s.a.v. Medine'ye davet edilmişti. Böylece Peygamberimizin Tâif ve Arap kabileleri içinde aradığı destek hiç beklemediği bir yerden, Allah’ın bir lütfü olarak çıkıvermişti. Az zamanda Medine'deki Arapların çoğu îmân etmiş, Hz. Muhammed s.a.v. ve O'nunla birlikte gelen Muhâcir'lere Enser olma şerefine nail olmuşlardı.
Medine'deki on seneyi aşan üstün bir gayret, arzu edilen neticeyi vermediği halde, İslâm'ın Medine'de böylesine kısa bir zamanda hüsnü kabul görmesinin sebebini ise Hz. Âişe (58/677) r.a.'ın şu sözlerinde görebiliriz:
"Bu'âs, Allah Teala'nın Resulüne (Yesrib'teki tebliğ işini kolaylaştırmak için) bahşettiği bir savaştır. Zira Rasûlullah, Cemaatleri parçalanmış ve mele'i/ileri gelenleri öldürülmüş olduğu halde Medine'ye geldi..."[394]
Bu sözlerden anlaşılıyor ki; Evs ve Hazrec arasındaki mânâsız üstünlük çekişmeleri yüzünden çıkan harplerde, riyaset hırsı vb. hissiyatın esiri olan mele'in tamamı yok olmuş, birliği ve düzeni dağılan toplum da çaresizlikler içinde kalmıştır. Her iki kabîle toplum düzenini kurmak için yine eski mele' tiplerinden birer lider adayı tespit etmişlerdi. Ama bunların öncülüğü ile, aralarında oluşturacakları huzurun, iki kabilenin kayıplarını telâfi edip tekrar güçlü duruma gelene kadar süreceğini de biliyorlardı. Çünkü bu durumda yine üstünlük duyguları alevlenecek ve kan davaları bahane edilip savaşlar sürüp gidecekti.
İşte Medine'deki her iki kabîle böylesine bir kararsızlık içinde iken Hz. Muhammed s.a.v.'in, dünyada da, âhirette de barış ve huzur va'd eden daveti onların imdadına yetişti. Çünkü İslâm'ın nihâî barış ve kardeşlik için ortaya koyduğu prensipler, o günedar düşünebildiklerinin ve duyabildiklerinin en iyisi idi. Ayrıca Mukaddes Kitapların, son peygamber hakkındaki haberini ve O'na uyanların, her kese üstün olacağını, zaman zaman Yahudilerden duymuş olduklarından ruhen böyle bir davete de hazırlıklı idiler. Böylece bu ve buna benzer hidâyet sebeplerinin tahakkuk etmesi ile Medine halkı topluca müslüman oldu.
Fakat Bu'âs harbinden sonra her iki kabilenin riyasete getirmek istedikleri, eski mele'ten pek farklı olmayan liderler bu mutlu netice karşısında hemen menfi bir tavrın içine girdiler:
Bunlardan Hazrec'in adayı Abdullah b. Übeyy b. Selûl (9/630), Hz. Muhammed s.a.v.'in bir lider olarak Medine'ye gelmesini bir türlü hazmedememiş, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra bile çeşitli vesilelerle çektiği bu sancıları açığa vurmuştur. Yine böyle bir halet-i ruhiye içine girdiği bir günde Enser, onu mazur görmesi için Peygamber Efendimiz s.a.v.'e şöyle demişlerdi: "-Yâ Rasülallah! Ona aldırma! Ona yumuşak davran, vallahi Allah seni aramıza gönderdiği sırada kavmi, ona tâç giydirmek için boncuk diziyordu. O Seni, liderliğini elinden alan biri olarak görüyor"[395]
Evs'in adayı Ebû Âmir Abduâmr b. Sayfıy b. Nu'man ise kendi kabilesinden yüz bulamayınca, on kadar avanesi ile birlikte Mekke'ye sığındı. Mekkelilerle birlikte Hz. Muhammed s.a.v.'in aleyhine planlar kurmaya başladı. Mekke fethedildiği zaman Taife, ora halkı da İslâmiyet'i kabul edince Şam'a kaçtı ve orada kimsesiz biri olarak öldü.[396]
"Ey Âdemoğulları! Size içinizden bir peygamber gelip âyetlerimi size anlattığı zaman kim tekzipten sakınır ve halini düzeltirse, artık onlara korku yoktur ve mahzun da olacak değillerdir. Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yediremeyenlere gelince), bunlar cehennemliktirler, onlar ebedî olarak orada kalıcıdırlar."[397]
"Kendilerine ap açık anlatabilsin diye her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik."[398]
"... Sonra O'nun ardından bir çok peygamberleri kavimlerine gönderdik de bunlar, onlara (davalarını ispat eden) apaçık mucizeler getirdiler. Fakat önceden (hakkı) yalan say(maya alış)dıkları için bir türlü inanmadılar. İşte haddi aş(maya alış)anlanın gönülleri üzerine biz böyle mühür basarız."[399]
"De ki: 'Bakın göklerde ve yerde neler var?' Gerçi îmân etmeyen bir millete âyetler ve ikâzlar hiç'bir fayda temîn etmez."[400]
"Göklerde ve yerde (Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini ispat eden) nice âyetler vardır ki (insanlar) bunlardan yüz çevirici olarak üstüne basarak geçerler."[401]
"Ant olsun biz bu Kur'ân'da insanlara (inanmak için muhtaç oldukları) her çeşit misâli (ve mânâlarını) açık olarak verdik. Fakat insanların çoğu kabule yanaşmayıp ancak küfrü seçti."[402]
Örnek olarak aldığımız bu âyet-i kerîmelerden anlaşılıyor ki Allah Teâla, insanlara rehber olarak gönderdiği peygamberlerinin, kavimleri tarafından tasdîk edilmesini sağlamak için akla veya hisse hitap eden bir çok delil ve mucizeleri gösterebilme imkânı ve iznini onlara vermiştir. Aynı zamanda bu mucizeler, o günün toplumunda mevcut âlim-câhil, zengin-fakir vb. her seviye ve sınıftaki insanın anlayabileceği üslup ve şekillerde açıklanmıştır. Çünkü bir mucizenin sadece fakir veya sadece yöneticilere yönelik olması, ilâhî adaletin icâbı mümkün değildir. Ancak her kes kendi seviyesine göre bu mucizelerden gereken dersi alır. Bütün peygamberler, zamanlarındaki insanların ilgisini en çok çeken konularda, beşerin beceremeyeceği harikalar göstererek haklılığını ispat eder ve bunu her kes anlar. Bu konuda Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:
"Kendisine, beşerin inanacağı kadar delil (ve mucize)ler verilmiş olmayan hiç bir peygamber yoktur".[403]
Fakat bütün bunlara rağmen her peygamberin zamanında inanmayanlar mevcut olmuştur. Bunların içinde de peygamberleri inkârda öncülük edenlerin, daima zengin veya idareci olmakla, toplumda kalbur üstü sayılan kimselerin olduğunu önceki bahislerde tespit etmiştik. Toplum içinde, özellikle bu zümrenin neden inanmadığını ve bununla da kalmayıp neden inkârda öncülük ettiğinin sebeplerini araştırırken, Mu'tezile ve Cebriyye'nin tartışmalarına girmemeye gayret ederek kısa bir ön bilgi vermeye çalışacağız. Ancak Kur'ân'da her iki grubu da destekleyen birçok âyet-i kerîmenin mevcudiyetine binâen kısmen de olsa beşerî irâde ve cebir konusuna temas etmeden asıl konuya geçemeyeceğiz.
Allah Teâla, anılan zümrenin inanmamaktaki kesin kararlarını beyân, için şöyle buyuruyor:
"Şu bir gerçektir ki, (Ebû Cehil, Ebû Leheb vb.) kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için fark etmez, inanmazlar, Allah onların kalplerine de kulaklarına da mühür basmıştır, gözlerinin üzerinde de bir perde var (bu sebeple) en büyük azap onlarındır."[404]
Kur'ân-ı Kerîm'de, kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, gözlere perde çekilmesi mânâsında daha birçok âyet vardır. İlk bakışta bu âyetler, inanmayanların bu hallerini ellerinde olmayan bazı sebeplere bağlıyor. Fakat bu konudaki diğer âyetleri de ele alıp bir yere cem ettiğinizde, mühürleme ve perdelemenin; inanmayanların kendi arzularına, tercihlerine, ısrar ve inatlarına binâen Allah tarafından yaratıldığını anlarız. Meselâ:
"Gerçekten size Rabbinizden basiretler (hakîkatleri anlama kabiliyetleri) gelmiştir. Artık kim (onları gereği gibi kullanır da hakkı) görür (ve îmân eder)se kendi lehine, kim (onları kullanmaz da) kör olursa o da kendi aleyhinedir."[405] âyet-i kerîmesinde kulun tercihini açıkça görüyoruz. Ayrıca bu konudaki daha bir çok âyetin içinden aşağıdaki örnekleri de gözden geçirelim:
"Yemin olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. (Çünkü) onların kalpleri var fakat anlama(ya yanaşma)zlar, gözleri var fakat gör(mek iste)mezler, kulakları var fakat duymaz (gibi davranırlar. (Dolayısıyla) onlar (bu halleriyle) hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar, gaflete düşenlerin ta kendileridirler."[406]
"(Kâfirlerle müminlerin oluşturduğu) bu iki zümrenin hali, kör ve sağır olanlarla, gören ve işiten kimselerin durumu gibidir. Hiç bunlar eşit olur mu? Artık düşünmez misiniz?"[407]
"Bir kavim, kendisinde bulunan (güzel hal ve ahlak)ı değiştirmedikçe, şüphesiz Allah da onu(n halini) bozmaz"[408]
"Hayır! Allah onların kalpleri üzerine küfür(de ısrar etme)leri yüzünden, mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, îmân etmezler."[409]
Bu âyet-i kerîmeler de inanmayanların; gerçekleri duymaya, görmeye yanaşmadıkları için körlere, sağırlara benzediğini, küfürde ısrarlarının ise, inanmaya müsait olan yaratılışlarını bozup yeni bir tip oluşturduğunu ve böylece bu kendi olumsuz gayretleri yüzünden kalplerinin Allah tarafından mühürlendiğini belirtiyor. Râzî (606/1209)'nin tefsirinde bu konu anlatılırken de örnek olarak aldığımız âyetlerin sonuncusundaki "illâ kalîlen" istisnasının delaletiyle mühürlenmenin, îmâna mâni olmayacağı belirtiliyor.[410]
Yine bu konuyu dile getiren diğer bir âyet-i kerîmenin[411] nüzul sebebini açıklama sadedinde Ibnu Hişâm (213/828) şu mütâlâayı serdediyor:
"Peygamberimiz Mekke müşriklerine Kur'ân okuduğu ve onları İslâm'a davet ettiği zaman, O'nunla alay ederek şöyle diyorlardı: 'Bizi kendisine davet ede geldiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir, söylediklerini anlamıyoruz, kulaklarımızda da bir ağırlık, sağırlık var söylediklerini duymuyoruz, seninle bizim aramızda, bizi birbirinden ayıran bir perde var. Bu sebeple sen bildiğince hareket et, biz de bildiğimize göre hareket edelim. Çünkü senden hiçbir şey anlamıyoruz. Yüce Allah da (onların bu haksız itirazlarını mütekellim siygasıyla hikâye eden) şu âyet-i kerîmeleri indirdi:
"Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman, Seninle âhirete inanmazların arasına, (onların iddialarına göre) perde çekeriz, onların kalpleri üzerine onu iyice anlamalarına (engel) perdeler gerer, kulaklarına ağırlık veririz. (Fakat) Sen Kur'an'da Rabbini bir tek olarak andığın vakit (kin ve) nefretle dolu olarak arkalarını dönüp hemen kaçarlar.''[412] Yani Allah Te'âlâ onların bu iddialarına karşılık, âyetin bu son kısmıyla şöyle cevap veriyor: Eğer ben onların iddialarına göre, kalplerinin üstüne örtüler koymuş, kulaklarına da ağırlık vermiş ve seninle onların arasına perdeler germiş isem; Senin, Rabbini birlediğini nasıl duyup hemen anlayarak kaçıyorlar? Şu halde bunu ben yapmış değilim, (kendileri bu duruma meydan vermiş oluyorlar.)[413]
Yine aynı konunun psikolojik bir izahım yapan Râzî tefsîrinde şöyle diyor: "Şu gerçeği iyi bilmek gerekir ki, bir şeye olan nefret, son haddine varınca (insanın) benliğine yerleşir. Artık onun hakkında bir söz işittiği zaman, mânâsını gereği gibi anlamaz, onu gördüğü zaman, bu görmesi onun bütün hâl ve inceliklerini gözden geçirip fark etmeye nefsi müsaade etmez. Çünkü esas anlayan ve fark eden nefisten başkası değildir. Şu halde onun, bir şeye olan şiddetli nefreti, o şeyin bütün ayrıntılarını tetkik ve düşünmekten nefsi men eder. Durum bundan ibaret olunca onların: "-Bizi kendisine davet ede geldiğin şeyden kalplerimiz örtüler içindedir..." demeleri, kastedilen mânâyı ifadede mükemmel bir istiaredir."[414]
Son olarak bu konuda Kur'ân'dan iki örnek daha verelim:
"Hayır (mesele onların iddia ettikleri gibi değil)! Kim kötülük işle(meye ısrarla devam ede)r de suçu, kendisini çepçevre kuşatırsa onlar cehennemliktir."[415]
"Yalan say(ıp inanmayanların o gün vay haline! Ki onlar, hesap gününü inkâr ediyorlardı. Halbuki onu; haddi aşıp taşkınlık yapan, günaha düşkün olanlardan başkası yalan saymaz. Ona (ve onun gibilerine) âyetlerimiz okununca: '-(Dinlemeye gerek yok çünkü) evvelkilerin masallarıdır.' demişti. Hayır! (mesele onların iddia ettikleri gibi değil), bilakis kazanmakta devam ede geldikleri (günahlar) kalplerini kaplamıştır (da artık gerçeği anlayamazlar.)"[416]
Bu âyetin tefsiri mâhiyetinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Hiç şüphe yok ki kul bir günah işlediği zaman kalbinde kara bir leke oluşur. Eğer sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar, tövbe etmez de günahta ısrar ederse, o kara leke artar. Nihayet git gide artan leke, kalbini tamamen kaplar ki Yüce Allah'ın Mutaffifîn Sûresi'nde zikrettiği "rân" (kalbin paslanıp kararması) budur."[417]
Bu hadis-i şerifi açıklama sadedinde şu iki örneği verebiliriz:
Temiz ve yeni bir ayna, karşısındaki cisimleri güzel gösterir. Ama üstünde birkaç kara leke oluşunca iyi göstermez, silindiği zaman ise aynı net görüntüyü tekrar elde edebiliriz. Fakat uzun müddet rutubette kalmış olan aynanın sırları dökülmeye başladıktan sonra görüntü elde edebilmek için artık silip temizlemek de fayda vermeyecektir.
Israr ve inadın yüzünden ortaya çıkan aşırı nefretin, insanı nasıl psikolojik bir çıkmaza ittiği hakkında az önce müfessir Râzî'den naklettiğimiz izahın tam aksini düşünelim: Çok aşırı bir sevgiye kapılan bir kimsede de, nefrete düşen gibi, akıl normal şartlar altında görevini yürütemez. Çünkü akim etrafını aşırı bir hissiyat/duygusallık çemberi sarmıştır. Bu çemberi geçip akla hitap edebilmek için, önce hisse hitabeden bir ortamın içine alınıp kalbi saran hissiyat çemberinin kırılıp aşılması gerekir. Bu yapılmadan girişilen her teşebbüs neticesiz kalır, çünkü o kimse, normal aklın, aşık olduğu kimsede gördüğü kusurları bir meziyetmiş gibi görür. İşte bu sebeple Kur'ân da böylesine ruhî/psikolojik saplantılara/ önyargılara düşen kimseler için; "Kördürler, sağırdırlar, (bu sebeple bakarlar ama) görmezler, duyamazlar; Allah kalplerini mühürlemiştir, anlayamazlar" gibi deyimler sık sık kullanılmıştır. Yine bunları, içine düştükleri bu peşin hükümlerden kurtarabilmek için, aklî deliller yanında, hisse hitap eden birçok meseller anlatılmıştır. Ama duyguları da dumura uğramış körelmiş kimseler için bunlar da yeterli değilse artık elden ne gelir ki?
Şu halde âyet-i kerîmeler Peygamber Efendimiz s.av.'in hadis-i şerifleri ve verdiğimiz bu örneklerden açıkça anlaşıldığına göre; günahlar tekrar edildikçe, kişide menfî bir iz bırakır ve bu olumsuz izler çoğaldıkça insanın tertemiz fıtratı bozularak yeni bir karakter ortaya çıkar. Artık böyle bir kimse, alışmış olduğu kötülüğe kendisi için gerekli bir şeymiş gibi bakar. Yine günümüzde buna en güzel örnek; sigara, kumar ve içki alışkanlıklarıdır. İrâdesi ve şahsiyeti tam olgunlaşmamış genç biri, bu kötülüklere alışınca, ileri yaşlarda, zararlarına dair ne kadar bilgi edinirse edinsin artık onları bırakmakta çok büyük güçlüklerle karşılaşır.
İşte bu nevi bir alışkanlık sonucu yeni bir karaktere sahip olarak, bir takım peşin hükümlere saplanmadaki "kesb" (tercih ve irâdesini o yönde sarf) kullardan; O'nun bu hale dönüşmesindeki "halk" yani yaratma fiili ise Allah'tandır. Bu husus aşağıdaki âyet-i kerîmelerde açıkça görülüyor:
"Kim kendisine, doğru yol bes belli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, müzminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu, döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat âhirette) kendisini cehenneme koyarız."[418]
"İşte onlar (Hakk'dan) sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalplerini (hidâyetten) döndürdü. Allah fasıklar güruhuna hidâyet etmez.[419]
Yine bu kendini beğenmiş ve peşin hükümlü grup için Allah Te'âlâ şöyle buyuruyor:
"Eğer, hakîkaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileri ile konuşsa idi, her şeyi de onlara karşı (senin söylediklerine) kefiller (ve şahitler) olmak üzere bir araya getirip toplasaydık onlar, yine îmân etmeyeceklerdi. Ancak Allah'ın dilemesi müstesna. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler."[420]
Bu âyet-i kerîmenin tefsirini de Râzî, Mekke ileri gelenleri içinde, Kur'ân'la alay eden Velîd b. Muğîre, Âs b. Vâil, Esved b. Abdiyeğûs, Esved b. Abdilmuttalib ve Hars b. Hanzala gibi isimleri saydıktan sonra, âyetteki "illâ en yeşâellâhu" yani, " Allah'ın dilemesi başkadır" istisnasına işaret ederek şu izahı yapıyor: "İlk bakışta sanki Allah Te'âlâ, onların îmânını istemiyor" gibi bir mânâ ortaya çıkıyor. Halbuki Allah Te'âlâ, hiçbir kimsenin küfrüne razı olmaz;[421] Buna göre, anılan âyet ile islâm'ın ana maksadı olan; insanların îmâna, hidâyete erdirmek arasında bir tezat var sanılıyor. Bu şüpheyi gidermenin ise yolu şudur: Allah Te'âlâ herkesten, kendi tercih ve iradeleri ile îmân etmesini istiyor. Fakat zor ve cebir kullanarak îmân etmelerini istemiyor. Böylece bu, var gibi sanılan tezat kaldırılmış oluyor.[422]
Başka bir âyet-i kerîmede de Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi(ni mecbur ederdi de) topyekün elbette îmân ederlerdi. O, (şânı yüce Allah zorlayıp kendi irâdelerine bıraktığı) halde, (hepsi) mümin olsunlar diye insanları sen mi zorlayıp duracaksın?"[423]
Şu âyet-i kerîme de îmânın zor ve cebir ile değil hür irâde ve tercîh ile olması gerektiğini açıkça ortaya seriyor:
"Tâ Sîn Mîm... Bunlar apaçık Kitâb'ın âyetleridir. (Habîbim) Onlar mümin olmayacaklar diye âdeta kendine kıyacaksın! Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları ona eğilir (inanırlar). (Böyle yapılmayıp da normal şartlar altında) Kendilerine o çok esirgeyici (Allah)dan (vahiy ile) yeni bir öğüt gelmeye dursun, hemen bundan yüz çeviricidirler onlar. Üstelik (ona) "yalandır" derler; fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara gelecektir.[424]
Örnek olarak aldığımız son iki âyet-i kerîme ve açıklamalardan şunu anlıyoruz: Allah Te'âlâ dileseydi bütün insanları kendisine mecburen îmân edecek bir fıtratta yaratırdı. O zaman meleklerde olduğu gibi, O'nu inkâr etmek hiçbir kimsenin aklına gelmezdi. Meselâ, arı gibi hayvanlara muayyen bir iç güdü verilmiş, hiçbiri bunun dışına çıkamıyor. Ama böyle olsaydı insanların mümin olması şuursuz ve mecburî olurdu. Hâlbuki insanları meleklerin de üstüne bir mertebeye çıkaran şey, muhtâr/hür bir irâde ile yaratıldığı halde, küfrü bırakıp îmânı tercih etmesi ve onu en güzel amellerle süslemesidir.
Netice olarak: "Kalpleri yakînen bildiği halde (irâdelerini menfî yönde kullanıp îmâna müsait fıtratlarını bozduklarından kendilerine) zulüm yaparak ve kibirlenerek bütün mucizeleri (ve dolayısıyla peygamberleri) bile bile inkâr ettiler."[425] âyet-i kerîmesini esas alıp; inanmamalarını ellerinde olmayan sebeplere bağlıyor gibi görünen âyet-i kerîmeleri de bu veya bu mânâyı taşıyan âyetlere göre te'vîl ederiz. Böylece bu ileri gelenler grubunun, gaflet veya cehaletin sonucu değil de; kasten ve kendi istekleriyle inanmadıkları ortaya çıkar.
İşte biz bu neticeye göre neden kasten inanmadıklarının sebeplerini: şirkin devamıyla kendileri için oluşan siyâsî, ticarî ve iktisadî vb. haksız menfaatlerini elden kaçırmak istememeleri gibi başlıklar altında incelemeye çalışacağız. Bu sebepleri incelemeye geçmeden önce yine önemli sayılan iki hususa işaret etmek gerekir: Mele'in, inanmamalarına dair göstereceklerimizin dışında daha bir çok sebeplerinin olabileceğini de düşünmek gerekir. İkinci olarak: Allah Te'âlâ "Müsebbibü'l-Esbâb'"dır, yani (hidayet) sebeplerini de yaratan O'dur. Bu sebeple; "Hamd olsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle bu (doğru yolu)na kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık"[426] âyetinin irşadı ile, her ne sebeple olursa olsun inanmayanlar grubuna dahil olmadığımız için, Allah'a sonsuz hamd ve şükürler olsun, diye duâ etmemizin gereğine inanıyorum.[427]
Anılan grubun peygamberlerine inanmamalarına ilk sebep olarak gösterdiğimiz şirkin devamındaki menfaatlerine geçmeden önce şirkin tanımını ve Araplardaki uygulamayı belirtmek gerekir:
Şirk: Bir kimsenin Allah Te'âlâ'ya inanmakla beraber, yaratıkları cümlesinden olan güneş, ay, yıldız, put veya her hangi üstün kabiliyetli bir insanda; rızık vermek, büyütmek, helâl ve haramı tayin etmek, beşerin ihtiyaçlarını gidermek ve aralarındaki ilişkileri düzene koyarak idare etmek gibi ulûhiyyet sıfatlarının tamamı veya bir kısmını var saymasıdır. Böyle düşünen bir kimse, bu kâinatın yaratanı ve "sünnetullah" denilen belli bir düzene göre idare edeni olarak yine Allah'ı tanır ve bu konuda O'na denk olacak hiçbir varlık düşünmez. Ancak insanlar arası ilişkileri, din adına helâl ve haram tespit ederek düzene koymak ve benzeri gibi, yoktan var etmeye göre ikinci derecede zor ve önemli olan işlerle meşgul olmaktan da Allah'ı güya tenzih eder, ve bu yüzden O'nun emrinde olan başka annlar arar. Böylece, güneş tanrısı, ay tanrısı, yağmur tanrısı, zafer tanrısı gibi birçok tanrıları var sayıp, fayda veya zararların bunlardan geleceğini sanarak onlara ibâdet ve itaat eder. İnsanlar arasındaki siyâsî, iktisadî ve ahlâkî prensiplerin de onlar tarafından tespit edileceğine inanarak bu konularda da onlara itaat edilmesi gereğini duyar.[428] Bu sapık inanışlarına göre, beşerî ilişkilerde din adına helâl ve haramı tayin yetkisini kullanan bu tanrılar, taştan ve benzeri maddelerden yapılan heykeller olabileceği gibi, çoğu zaman câhiliye Araplarında olduğu gibi bir milletin ekâbiri, ileri gelenleri ve liderleri de olabilir. Bunların emirlerine, -en doğrusu budur ve bu konuda artık başkalarının fikir beyân etmeye yetkisi yoktur deyip- Allah'ın emriymiş/âyetiymiş gibi nasslaştırarak uymak en çok görülen bir şirk çeşididir. "Yoksa o kâfirlerin bir takım ortaklan var da (bu ortaklar onlara), din(î emirler)denmiş gibi Allah'ın izin vermediği şeyleri mi kanunlaşırdılar?"[429], "Onlar, âlimlerini ve rahiplerini, Allah'tan başka Rabbler edindiler"[430] âyetlerinde şirkin bu çeşidi açıklanıyor. Bir gün Peygamberimiz, örnek olarak verdiğimiz ikinci âyet-i kerîmeyi okuduğu sırada, müşrik iken sonradan Hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem: "-Yâ Rasûlallah! O Hıristiyanlar kendi din adamlarına ibâdet etmiyorlar ki (onları Rabb edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamber Efendimiz s.a.v. de "-Evet, evet ediyorlar, papaz ve hahamları onlara, helâli haram, haramı helâl ettiklerinde onların emirlerine tereddütsüz uyuyorlar. İşte bu, halkın onlara ibâdeti sayılır, diye cevap veriyor."[431]
Beşerî emirlere, ilâhî emirlermiş gibi kayıtsız şartsız itaat etmekle yapılan şirk için Mukâtil (150/767), "eş-şirku fı't-tâ'ati min gayri 'ibâde"[432]; îsfehânî (502/1108) ise, "eş-şirku's-sağîr"[433] diyor. Şirkin bu çeşidine, şirk-i sağîr= küçük şirk veya şirk-i hafi= gizli şirk denmesinin sebebi; Araplarda olduğu gibi, toplum içindeki liderlerin açıkça tanrılık iddialarına kalkışmamalarıdır. Onlar tanrılık iddiasında bulunmamıştır ama her konuda en güzelini ve en doğrusunu sadece kendilerinin bilebileceklerini iddia etmekten de geri durmamışlardır. Böylece ulûhiyyet sıfatlarından birini kendilerince, var sayarak şirke sapmış oluyorlardı ki Araplar, bir çok ileri gelenlerine bu gözle bakıyordu. Meselâ Ebû Tâlib (H. Ö. 2/620)'in, Hz. Muhammed s.a.v.'i himayede, kendilerine katılmayıp karşı grupta yer alanlara söylediği şiirde, Velîd b. Muğîre için şöyle diyor: "Sen, aramızda görüşleri ve iyilikleri ile yaşantımıza yön veren (sayılı) kişilerden biri idin."[434] Kur'ân-ı Kerîm’de Allah'a olan sevgi gibi muhabbet beslendiği belirtilen, "endâd = Allah'a ortak koşulan" tipler[435], bu ve benzeri eşraf ve liderlerden başkaları değildir.
Müfessirlerin beyânına göre, Kur'ânda ilk bakışta, açıktan açığa ilahlık/tanrılık iddia ettiği görülen Firavun ve Nemrûd'un da, aslında Kâinatı yaratması ve ona düzen vermesi yönünden, her şeye üstün olan Allah Te'âlâ'yı inkâr etmediklerini, ülkelerindeki halka hâkimiyet ve üstünlükleri ile Allahlık iddia ettiklerini belirtiyorlar.[436] Tarih boyunca Firavunların ve Kralların tanrı soyundan geldikleri, dolayısıyla sözlerinin tartışmasız kabul edilmesi gerektiğine dair sözleri de bu manadadır. Ayrıca Kur'ân'da geçen "İlâh, Rabb, Din ve İbâdet" terimlerinden kast edilen mânâları açıklamak için başlı başına bir eser telif eden Mevdûdî (1400/1880) de, Allah inkâr edilmeksizin yapılan şirki uzun uzadıya anlatıyor.[437]
Tanrılık iddiasına kalkışanlara veya gizli şirkin içine düşenlere göre; bir ülkeye mülkiyet, hâkimiyeti gerektirir; Hâkimiyet ise, o ülkedeki insanları idare için teşrî' yani kanun koyma hakkını verir. Allah Te'âlâ o ülkeyi ve oradakileri yaratıyor fakat, onları idare işini ise, sırf bu maksatla var ettiği ileri gelenler sınıfına bırakıyor. Onlar bu hakkı kullanırken -Tarihte Mele' ve Mele'in Toplumu Saptırması bahislerinde de görüldüğü gibi- kendilerine, ilâhî sülâleden gelme veya O'nun oğulları, yakını ve komşuları gibi, herkeste bulunmayan, payeler de veriyorlardı.
İşte bu düşünceye sahip bir sosyal çevreye peygamber gelip de: "-Sadece Allah'a ibâdet ve itaat edin! (Çünkü) O'ndan başka (helâl ve haramı tayin edip teşrî' yetkisine sahip) hiç bir ilâh yoktur"[438] , "Biz her peygamberi, Allah'ın izni ile ancak kendisine itaat edilsin diye gönderdik."[439], "O, doğunun da, batının da Rabbidir. O halde sadece O'nu kendinize vekil edin!"[440], "Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin, haddi aşan (reîs ve ulu)ların emrine uymayın!"[441] diyerek tebliğe başlayınca, o günün bozuk değer ölçülerine göre, eşraftan sayılıp kendilerine itaat edilen kimseler, saf dışı edildiği için, herkesten önce onlar menfî cevap verip şirkin devamını isterler. Bütün peygamberlerde bu böyle olmuştur. Çünkü peygamberlerin bu davetine uyulduğu takdirde mele'in âdil olmayan emir ve tavsiyelerini dinleyecek hiç bîr kimse kalmadığı gibi, onlar da, o güne kadar kendilerine uyanların seviyesinde ve onlarla beraber Allah'ın elçisine uymaları gerekiyordu. Bu ise, onlar için imkânsız gibi çok zor bir şey idi. Eğer bu gerçekleşirse, zulmederek ve haksız bir şekilde işgal ettikleri makamları, riyasetleri, imtiyaz ve itibarları ile bunlar sayesinde kazandıkları servetleri de yok olup gidecekti.[442]
İşte bütün bu endişelerle dolu olan mele'; imana davet eden peygamberleri, riyasette gözü olan kimseler olarak takdim ederken[443] aslında, kendilerinin bu makamları kaçırmamaktaki hırs ve kesin kararlarını ortaya koyuyorlardı.[444] Son peygamber Hz. Muhammed s.a.v.'e de bu gözle bakıldığını şu örnekten anlamak mümkündür:
Peygamberimizin İslam'a daveti, riyaset ve imtiyazlarını ellerinden kaçırmak korkusu ile Kureyş mele'i tarafından kabul edilmeyince, hacc mevsimlerinde Mekke'ye gelen kabilelerle görüşmelere ağırlık verildi. Benî Âmir Kabilesinden "Beyhere b. Firâs, Peygamberimizi dinledikten sonra: "-Bu zâtı Kureyş'ten koparıp desteğini te'mîn edebilsem, bütün Arabistan'ı fethederim." diyor, sonra da Peygamber Efendimiz s.a.v.'e dönerek şu teklifte bulunuyor; "-Sana yardım eder ve düşmanlarını mağlup edersek, senden sonra riyaset bizim olur mu?" Peygamberimiz de: "Riyaset Allah'ın bileceği bir iştir, dilediğine verir." sözleri ile teklifini reddetti.[445]
Mele'in îmânlarına mâni olan, toplumdan gasp ettikleri makamlarını elden kaçırma korkusunun yanında, peygamberleri bu makama lâyık görmeme düşünceleri de vardı. Genellikle peygamberler; kendilerine nispetle fakir, mal, makam, muhafız ve yardımcılardan yoksun olan kimselerdir. Onlara göre, toplum içindeki "rüesa ve eğniya" gibi her an dünya nimetleri içinde yüzen kimselerin böyle birine uyması çok zor ve ağır bir şeydir.
Ayrıca mele'; "-Risâlet, yüce bir makamdır, ancak yüce birine yaraşır" diyerek inkârda kendilerini haklı göstermek istiyorlardı. Bu söz doğru, fakat elde etmek istedikleri maksat sakattır. Zira risalet yüce bir makamdır, ama zannettikleri gibi maddî değil manevîdir. Bu sebeple manevî yönden kemâl derecesine varan olgun bir kimseye lâyıktır. Yoksa aklın, mantığın ve adaletin oluşturduğu kalıcı değer ölçülerini bir yana bırakıp, zenginlik, zorbalık, aile ve kabile rekabeti vs. gibi meşru olmayan yollarla, büyük bir makam elde ettiğini zanneden kibirli ve şımarık kimselere değil.
Yine onların sakat düşüncelerine göre; fakir bir kimse, zengin ve ulu bir hükümdara veya onun makamına yakın olan kimselere nasıl olur da Allah tarafından elçi olarak gönderilir?[446]
Mekke mele'i de Peygamber Efendimiz s.a.v. hakkında böyle düşündüğü için şöyle demişlerdi: "-Bu Kur'ân (Mekke ve Tâif gibi) iki memleketin birindeki (malı, şeref ve itibarı çok olmakla) ulu bir adama indirîlseydi ya!" (Böyle olmadığına göre, biz nasıl olur da O'na îmân ederiz?")[447], "(-Öyleyse), Allah'ın Peygamberine verilen bize de verilmedikçe kat'iyyen îmân etmeyiz. (Halbuki) Allah, peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir..."[448] Bu âyet-i kerîmelerden anlıyoruz ki mele', böyle demekle peygamberlerin getirdiklerinden çok, onların peygamber oluşlarını, sırf riyaset hırsı ve hâkimiyetlerinin sona ereceği endişesi ile, hak olduklarının bile bile inkâr etmişlerdir.
Üzerinde önemle durulması gereken bir konu da: peygamberlerin; "-Allah'a ibadet edin! Sizin O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur" mealindeki ilk tebliğlerinin ardından hemen inkâr feryatlarının yükselmesi ve sırf bunun için, akla hayale gelmeyecek şüphelerin ortaya atılması ve hatta bu uğurda büyük çapta savaşlara bile girilmesidir. Halbuki bu gün anladığımız mânâda, Allah'a ibadet etmek ve ibadet edilecek başka bir tanrı kabul etmemek, bu grubun siyâsî menfaatlerini zedelemez. Çünkü günümüzde anlaşıldığı şekliyle, bu hareket tarzı dünya hayatının seyrini değiştirecek bir olay değil, âhiret hayatında kişinin yerini belli etmesi açısından önemlidir. Bu duruma göre insanlar, ister eskisi gibi taştan yontulmuş put denilen bir takım şekillere ibadet etsin, isterse peygamberlerin kabul ettirmek istediği her şeye hâkim olan Allah'a ibadet etsin, toplum olarak dünya hayatıyla ilgili konularda onların vaz' ettikleri prensiplere uydukları takdirde siyâsî açıdan uğrayacakları hiç bir zarar yoktur. Fakat peygamberlerin tebliğe başladıkları ilk anlarda; namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin henüz farz manasında teklif edilmediği düşünülürse, bu emirlerde mele'i rahatsız eden başka bir mânâ aramak gerekir:
"İbadet" kelimesinin sözlükteki mânâsına bakacak olursak öncelikle; "boyun eğmek ve itaat etme"yi ifâde etmek için vaz' edildiğini gçrürüz.[449] Şu halde "ibadet" kelimesi bu mânâ için vaz' edilmiştir de, sonradan "boyun eğerek itaat etmek" mânâsından hareketle; bunca nimetleri bize veren Allah'ı, içten gelen samimi bir istekle yücelttiğimizi ve O'na teşekkür ettiğimizi belirtmekte, birlik sağlamak için, sadece O'na yönelerek yapmamız gereken, belli zamanlardaki hareketleri ifâde için kullanılan dinî bir terim olmuştur. Buna göre "itaat", ibadetin umumî mânâsını, "Allah'ın huzurunda belli ölçüler içerisinde, niyetle başlayarak yapılan namaz ve hacc" gibi hareketleri ifade eden bir terim olması da hususi mânâsıdır. Kur'ân'daki "ibadet" kelimelerinin bir çoğu bu hususî mânâyı; fakat, bilhassa peygamberlerin ilk tebliğlerini anlatan âyetler ve daha başka yerlerde ise, öncelikle birincisi olmak üzere, her iki mânâyı birden ifade etmesi için kullanılmıştır.
Anılan kelimenin, sadece dar mânâsında kullanılmasını isteyen Mekke mele'inin, Peygamber Efendimiz s.a.v.'e gelerek: "-Bir müddet, biz senin ilâhına ibadet edelim, bir ara da sen bizim ilâhımıza ibadet et..." teklifleri[450]; özel bir sûre ile cevaplandırılması gereken bir önemi haiz görülerek reddedilmiştir.[451]
Öyleyse her devirdeki mele', peygamberlerin ilk tebliğleri olan: "-Fa'budullâhe"-Al!ah'a ibadet edin! emrinden, bu dar mânâsından önce, umumî mânâsmdaki, dünya hayatı ile ilgili emirlere itaati anlamışlardır. Bu emri duyar duymaz feryadı basmalarının sebebi de budur. Çünkü bu mânâda; onların haksızlıklarına, lâyık olmadıkları halde işgal ettikleri makam, sahip oldukları; imtiyaz, boş isim ve unvanlara açık bir isyan vardır. İşte ilâhî davete uymalarında ilk ve en büyük engel de bu endişeler olmuştur.
Konumuzun bu safhasında şu soru akla gelebilir: Eğer toplum içindeki, riyasetinden endişe duyan ileri gelenler peygamberlere inansalardı, sahip oldukları makam ve mevkilerini muhafaza edebilecekler miydi? Bu inanmaları ile, içtimaî, ahlaki, ticarî vb. sahalarda ilâhî vahye, dolayısıyla eşitlik, adalet ve aklî ölçülere uygun icraat yapmaya hazır ve âmâde olduklarını belirtiyorlarsa müspet cevap vermeden önce, bu işleri yapmaya kabiliyetli olup olmadıklarının da araştırılmasının gerekli olduğunu belirtelim. Eğer yukarıdaki ölçülere uymaya hazır ve ayrıca yöneticilikte kabiliyetli iseler bu makamlarını muhafaza edebileceklerini kabul etmek gerekir. Beni bu kanâate sevk eden Peygamber Efendimiz s.a.v.'in şu hadis-i şerifi olmuştur:
"(Din ve dünya hayatı hakkında yeterli) bilgi sahibi olurlarsa, câhiliye devrinde sizin hayırlı olanlarınız, İslâm'da da hayırlılarınız olur."[452] Nitekim bazı kabilelerin reisleri gelip müslüman olduklarında, Peygamberimiz onları kendi makamlarında bırakmıştır.
Ayrıca Hz. Yûsuf a.s.'in Mısır'da, ilâhî vahye göre icrââtı kabul eden kral yanında vezir olarak kalması da bu kanâatimizi te'yid ediyor.[453]
Bu hadis-i şerif ve Kur'ân'dan anladığımız örneğe göre, inanan mele'in riyaseti ellerinden alınmaz. Çünkü peygamberler; ilâhî vahyin doğrultusunda, itikâdî ıslâhattan ayrı olarak ticarî, iktisadî vb. sahalarda da zulmü önlemek, eşitlik, adalet ve akla göre insan ilişkilerini düzene koymak ve hissiyatın akla olan hâkimiyetini durdurmak için gönderilmişlerdir. Eğer makam ve mevki sahipleri bunları kabule hazır iseler, bu konuda gayeye varmak için onların otoritelerini ve zenginliklerini kullanmaya bir mâni yoktur.[454]
İnsanoğlu uzun bir zamandan beri ilâhî mürşidin rehberinden mahrum olur da; hırs, hasen, kibir vb. zaaflarının tesiri altında kalıp aklın rehberliğini de dinlemez olunca, birinci bahiste görüldüğü gibi itikâdî, idâri siyâsî yönden bir çıkmazın içine girer. Böyle anlarda bile toplum, yöneticisiz kalamayacağından bu kargaşa ortamı içinden zorba bir grup çıkarak hâkimiyeti ellerine geçirir ve tarihte Hindistan ve diğer yerlerde görüldüğü gibi, kendilerinin insanları idare etmek için yaratıldıklarını, dolayısıyla her kesin emir ve arzularına uyması gerektiğini kabul ettirir.
Siyâsî ve idarî yönden durum bu safhaya varınca, sırf toplumu idare için yaratıldıklarını sananlar ve bunu topluma da kabul ettirenler, doymak bilmeyen nefislerini tatmin için, adalet ve eşitlik prensiplerine aldırmaksızın, yönetici olarak harcadıkları külfetin karşılığından, çok daha fazla nimeti elde etmenin yollarını da bulurlar. Akıl, adalet ve eşitlik esaslarına uyulmayınca bu yolun tespiti çok kolaydır. Bu yol tespit edildikten sonra da akıl, adalet ve eşitlik gibi manevî duyguları donmuş, fazilet ölçüsü olarak da, Kur'an'da "malı ve evlâdı çok olmak" ile ifâde edilen kaba kuvvetten başkasını tanımayan bir topluma, bunu kabul ettirmek kolay olur. Artık böyle bir toplumda iktisadî ve ticarî hareketler, Kur'ân'ın açık emirlerinene muhalif olarak, daima hâkimiyeti ellerinde bulunduran dar bir zengin zümrenin lehine döner durur.[455] Şu'ayb a.s.'ın kavminde olduğu gibi onlar, sattıklarında; ölçü ve tartılar, aslında olduğundan fazladır; fakat aldıklarında ise eksiktir.[456] Karşılığı da bu dengesiz ölçüye göre alınıp verilir.
Muhataplar belirtilmemekle beraber, vahyin ilk yıllarında inmiş olmasıyla, öncelikle Mekkeli ileri gelenlerin kast edildiği açık olan, Mutaffifîn Sûre'sinde Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ölçüde, tartıda noksanlık edenlerin vay haline. Onlar, (satıcılık yapan) insanlardan aldıkları zaman tam olarak alırlar fakat onlar(a satmak) için ölçüp tarttıkları zaman (karşılığını tam aldıkları halde) eksik ölçüp tartarlar. Sahiden onlar (öldükten sonra) diriltileceklerini sanmıyor(lar) mı?.."[457]
İklimi ve coğrafî konumu ile, tarımdan çok ticârete uygun bir yerde olan ve bu yüzden ileri gelenleri, zengin tüccarlardan oluşan Mekke gibi bir yerde: "Bütün insanlar ticârette eşit haklara sahiptir" mânâsına gelen yukarıdaki âyet-i kerîme okunduğu zaman, herkesten önce, bu konuda imtiyazları olanlar, kaba kuvvetle işlerini yürütenler bu sesi susturmak isteyeceklerdir. Hele hele:
"(Dünya ve âhirette) insan(lar) için çalıştığından başka (fazla) bir şey yoktur.''[458] emr-i ilâhîsi ile, faiz ve rüşvet gibi, emek mahsûlü olmayan kazançların yasak edilmesi; bunun yanında, eşit şartlar altında servetini belli bir düzeyden yukarıya çıkaranların fakirlere yardım etmeye sevk edilmesi, bunların doymak bilmeyen hırslarını
tatmine mâni olacağı için, onlara göre tek çıkar yol, karşı çıkmaktır.
İşte bencillik denilen böylesine şahsî bir menfaat psikolojisinde olanların, başka türlü hareket etmelerine de imkân da yoktur.
Firavun'un zulmünden kurtulduktan sonra Hz. Mûsâ a.s.'a, kavmi içinden karşı koyan Kârûn, bu tipler için canlı bir örnektir. Şu âyet-i kerîme ile tekrar Hz. Peygamber'in devrine dönelim:
"(Mekke müşrikleri) dediler ki: '("Senin, davanda haklı olduğuna inanıyoruz ama)[459], biz seninle beraber doğru yola gelirsek (rahatlıkla ticâret yapıp durduğumuz bu) yerimizden oluruz" (fakat bu korkuları yersiz çünkü) biz onları tarafımızdan bîr rızık olarak (verdiğimiz ticâret etme imkânı sayesinde, mal ve meyve çeşidinden) her çeşit ürünlerin toplanıp getirildiği (her türlü tehlikeden emin olan) bir Harem'de yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu (bu gerçeği) bilmezler."[460]
Mekke'de bulunan Kabe'ye hürmet ve civarında dikilen putlara bağlılıkları yüzünden bütün Arap kabileleri Kureyş'e müstesna bir değer veriyorlardı. Yine bu sebeple yaz-kış kuzeye ve güneye doğru düzenledikleri ticâret kervanlarını emniyet içinde sevk edebiliyorlardı. Mekke ve civarında, haram ayları içinde tertip edilen panayırlarda ise, bir birleriyle amansız bir düşmanlık içine girenler bile serbestçe alış-veriş yapabiliyordu. Kureyş; Kabe'nin bekçisi, adak ve hediyelerin muhafızı olmak, aynı zamanda en iyi şartlarla bu ticarî imkânlardan istifade etmekle, çift yönlü bir menfaate sahipti. İşte sadece bu müspet neticeleri görebildikleri, fakat onların oluşmasında asıl sebep olan Kabe'yi inşa ettikten sonra, Hz. İbrâhim ve İsmail'in duaları ve bu duaları kabul eden Allah Te'âlâ'yı hatırlayamadıklarından, anılan nimetlere sahip oluşlarını, yolunu şaşırmış atalarından devam ede gelen şirk düzenine bağlıyorlardı. İslâm dini ise daha ilk davetinde, Müsebbibu'l-Esbâb olan Allah Te'âlâ ile kullan arasındaki bütün bu sahte sebep ve vâsıtaların batıl olduğunu ilan ettiğinden, müslüman olmakla bütün Arapları Mekke'ye çeken bağların tamamen koparılıp atılacağını sanıyorlardı. İlk zamanlardaki kılınan namazlarda, kıble olarak Kudüs'e dönülmesi de onların bu zanlarını te'yîd ediyor ve şüphelerini artırıyordu. Halbuki Kabe ve civarının kutsallığındaki asıl sebep olan Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in duaları, Yüce Allah onlardan razı olup zemzem vb. nimetleri hazırlaması ve Ashâb-ı Fîl diye meşhur olan Ebrehe ordusunu engellemesi olmasaydı; ne zarar ve ne de fayda verebilen bu putların her hangi bir yardımı olabilir miydi? İşte Mekke mele'i bu ilk sebebe inemediklerinden, Hz. Muhammed s.a.v.'e inandıkları takdirde, maddî ve manevî bütün menfaatlerinin sona ereceğini sandıklarından ilâhî davete uymak istemiyorlardı.[461]
"Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri (beşer için kurulan ve tebdil edilmeyen sünnetullâha göre) âyetlerimi anlamaktan çevireceğim. (Artık) bütün âyetleri görseler bile (inat ve kibirleri yüzünden) inanmayacaklar, eğer doğru yolu görseler, onu yol edinmezler; fakat sapıklık yolunu görseler, (hemen) onu yol edinirler. Bu (şekilde delillerimizi kabulden alı konmaları); onların âyetlerimizi yalan saymaları (kibirlenip bakmaya bile tenezzül etmeyişleri) ve (böylece) onlardan gafil bulunmalarından dolayıdır."[462]
Bir şeyin doğruluğunu anlaması ve o konuda ikna olması için insanlara bazı vâsıtalar verilmiştir. Göz, kulak gibi duyu organları ve onların edindiği ön bilgilere göre ölçüp tartan, böylece bir neticeye varan akıl, dünya şartları dediğimiz Sünnetullâha göre bizi hakka/doğruya vardıran vâsıtalarımızdandır. Vahye nail olan peygamberler dışında, her kes için bilgi edinmedeki sünnetullâh böyle caridir. Ancak bu vâsıtaların, bizi arzu edilen neticeye götürebilmesi için, bedenî ve ruhi hastalıklara tutulmamış olması gerekir. Göz ve kulakta biyolojik bir kusuru olanlar bu konuda sıhhatli bilgi edinemedikleri gibi; hırs, Haset, kibir ve benzeri mânevî/rûhî hastalıkları olanlar da doğruyu görüp anlayamazlar. Çünkü sağlam olduklarında, sıhhatli bilgi alan bu duyu organları, algıladıkları şeyleri sinirler vasıtasıyla akıl ve düşünce merkezimiz olan beyne iletirler. Eğer aracılık yapan bu sinirler, önceden belli bir konuda şartlanmıslarsa, o bilgileri beyne iletmeden, şartlandığı şeye göre tepki verirler. Böylece akıl devre dışı kalmış olur. Oksijen taşımakla görevli alyuvarların hastalanmış olması halinde akciğerlere gidip oksijen alamadan geri dönerek tekrar hücrelere taşıdıkları karbondioksiti götürmesi bunun biyolojik bir örneğidir. Bunun psikolojik örneği de Pavlov deneyleri ile ispatlanmıştır.
İşte âyet-i kerîmede belirtilen "haksız yere kibirlenenlerin îmândan alı konması", bu îzâhların ışığı altında açıklığa kavuşuyor: Buna göre, her konuda en iyisini bildiğini iddia ederek haksız yere kibirlenen ve bu konuda şartlananlar, sıhhatli bilgiyi taşıyan başka vâsıtaları da olmadığı ve Allah Te'âlâ asileri sırf bu durumdan kurtarmak için, tespit edilen sünnetin dışında kendilerine bir takım vâsıta ve yeni imkânlar da vermediğinden, herkes için tespit edilen sünnetullâh icabı, görüp duydukları halde, peşin hükümlülükleri yüzünden hakka inanmayacaklardır.
Kibir ve hasedin, peygamberlere inanmamaktaki ilk sebeplerden olduğuna dair örnek alacağımız birkaç âyetten sonra, bu ruhî hastalıkların insanlarda nasıl oluştuğunu da açıklamağa çalışacağız:
"Nuh dedi ki: '-Ey Rabbim! Ben kavmimi gece-gündüz (îmâna) davet ettim. Fakat benim davetim, onlara (fayda verecek yerde îmândan) kaçışlarını artırmaktan başka bir katkıda bulunmadı. Doğrusu ben, onları, senin bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine hüründüler (de küfürde) ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler."[463]
"Âd Kavmine gelince (onlar da) yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve şöyle dediler: '-Bizden daha kuvvetli kim var?' Onlar kendilerini yaratmış olan Allah'ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu anlamadılar mı? (Anladılar, anladılar) Ama onlar âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı."[464]
"(Mekke ileri gelenleri Hz. Muhammed s.a.v.'e peygamberlik gelmeden önce) yeminlerin en kuvvetlisi ile Allah'a yemin etmişlerdi ki: kendilerine azap ile korkutan bir Peygamber gelirse, muhakkak (Yahudi ve Hıristiyan) milletlerinin her hangi birinden daha çabuk doğru yolu bulacaklar. Fakat, kendilerine azap ile korkutan bir peygamber geldiği zaman onlara, ancak haktan uzaklaşmayı artırdı. (Böyle hareket etmeleri de) yeryüzünde kibirlenmeleri ve kötü hileleri yüzünden idi. Halbuki, kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır. O halde evvelkilerin sünnetinden başka ne gözetirler? Sen Allah'ın sünnetinde asla bir tebdil bulamazsın, Allah'ın sünnetinde bir tahvîl de bulamzsın."[465]
"Gerçekten o küfredenler, Kur'ân'ı işittikleri zaman (kıskançlıklarından) az kalsın seni gözleri ile yıkacaklardı. Hala da (kin ve hasetlerinden): "-O mutlaka bir mecnûndur." diyorlar. Halbuki (senin tebliğ ettiğin bu) Kur'an, ancak milletler için bir öğüttür."[466]
"(İnansınlar diye Mekke'deki) o (kodama)nlara bir âyet geldiği zaman: '- Allah'ın elçilerine verilenler gibi, bize de verilinceye kadar asla îmân etmeyeceğiz' derler."[467]
"-Hayır! Onlardan her birisi (Allah'tan vahiy gelip Muhammed'e indirildiği gibi) kendisine açılan sahîfeler verilmesini istiyor."[468]
"-Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor, gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler Allah'ın âyetlerini, bile bile inkar ediyorlar.”[469]
"Vicdanları bu mucizelerin doğruluğuna kanâat getirdiği halde sırf zulüm ve üstünlük taslama (arzusuna kapılarak inâd)ları yüzünden onları inkâr ettiler."[470]
Bütün bu Örneklerde görülüyor ki; ileri gelenlerin îmânlarına mâni olan şey kıskançlık, Haset ve kibir gibi manevî bazı hastalıklardır. Peygamber Efendimiz s.a.v. zamanından, Velîd b. Muğîre'nin durumu buna açık bir örnektir: Peygamberlik görevi Hz. Muhammed s.a.v.'e gelince O'na şöyle dedi: "-İddia ettiğin peygamberlik hak olsaydı ben ona, senden daha çok lâyık olurdum. Çünkü benim yaşım senden daha çok, malım da senden; daha fazla."[471]
Şimdi de bu manevî hastalıkların kişilerde nasıl oluştuğunu îzâha çalışalım:[472]
Yüce Allah, maddî ve manevî sahada ileri mesafeler katletsinler ve zarurî ihtiyaçlarını te'mîn etmiş olsalar bile, yine çalışmaya devam etsinler diye insanların benliğine; daima daha iyiye daha güzele ulaşarak üstün olma arzusunu yerleştirmiştir. Dünya ve âhiyretini imâr etmede yarışmak için, kişilerin nefislerinde bitmeyen bir enerjinin kaynağı olan bu arzular/heva-hevesler, aklın süzgecinden geçerek; insanın bizzat kendi şahsî gayreti, bilgisi, tecrübesi, kabiliyet ve liyâkati ile üstün olmaya çalışmasını sağlar.
Fakat insandaki bu manevî güçler, aklın rehberliğinden kurtulur ve üstelik onu da te'sîri altına alırsa, kendi gayreti ile elde ettiği menfaatleri yeterli bulmayıp veya hiçbir gayret sarf etmeden kendisinden üstün olana Haset eder ve gayr-i meşru yollarla onun üstüne çıkma hırsına kapılır. Bu hırs onu aklî değil hissî hareket etmeye sevk eder. Bunun sonucu olarak da Zulüm yolunu tutup başkalarını istismar ederek ve onların omuzlarına basarak yükselmeyi gaye edinen bir zorba olur. Artık bütün bu gayr-i meşru yollarla elde ettiğini zannettiği şan, şeref, mal ve mevki gibi geçici şeylerle övünüp kibirlenmeye başlar. Bunun yanında, lâyık olmadığı halde elde ettiği bu boş unvan ve mevkilerinin, kendisi gibi bir başkası tarafından alınabileceğini düşünerek de, yakın çevresinden başlayarak, göz dağı vermek için herkese zulmetmeye başlar. Yine bu mevkilere meşru yollarla, kendi bilgisi, kabiliyet ve liyakâti ile yükselecek olanları gayet iyi teşhis ederek, üstün ve hâkim olma hakkını onlara teslim etmez. Haklılık ve doğruluğun, çoğunluk tarafından anlaşılmasını da önlemeye çalışır ve bunun için her türlü hile ve yollara baş vurmaktan geri kalmaz.
Toplum içinde bu tür arzulan taşıyan birkaç ferdin olması, içtimaî bir problem sayılmaz. Ama zulmederek üstün olma arzusu, kişinin nesline de geçerek aileden başlayıp cemiyet arasında yayılma istidadını gösterirse iş değişir. Hele hele, babadan kalan mal, mevki ve unvanların çocuklar arasında bölüşülmesi esnasında, umduklarını elde edemeyenler, onlara daha lâyık olduklarını kabul ettirmek için, aşırı bir inat, hırs ve rekabetin içine girerlerse mesele daha da karmaşık bir hale gelir. Birkaç aileye yayılan bu rekabetin, toplumu idare eden hanedan arasında olması veya kendi seviyelerine göre toplumu oluşturan- bütün ailelerin arasına yayılması, tedavisi imkânsız içtimaî bir hastalık haline gelir. İşte böyle bir toplumun hareketlerine hâkim olan hırs, Haset ve kibir gibi hissiyat ve bunların ortaya koyduğu zulmü bertaraf edip onları tekrar aklın ve adaletin emrine verebilmek için sünnetullâha göre zaman zaman peygamberler gönderilmiştir. Ama bu peygamberler de bir insan ve dolayısıyla bir aileden olacağı için, yakın çevresinden başlayarak, onları çekemeyenler ve onlara karşı hırs, Haset, kin ve kibir ile muamele edenler olacaktır. Hz. Muhammed s.a.v.'den önceki peygamberlerin hayatlarını teferruatı ile bilemediğimiz için onlar hakkında müşahhas örnekler veremeyeceğiz. Ama Kur'ân'dan öğrendiğimize göre kıskançlık, Haset ve kibirlenme duygularını ilk defa ortaya çıkaran, Hz. Âdem a.s.'ı çekemeyen İblis'tir.[473] Sonradan Hâbil ile Kabil arasında haset ve kıskançlıktan kaynaklanan aynı rekabeti görüyoruz.[474]
Şahsî ve ailevî rekabetler için en belirgin örneği Peygamber Efendimiz s.a.v. devrinde görüyoruz: Müddessir Sûre'sindeki şu âyetler buna açık örnektir:
"...Böyle iken onlara ne oluyor ki, aslandan ürkmüş yaban eşekleri gibi (ilâhî) öğütten yüz çeviriyorlar? Hayır! (ileri sürdükleri bahanelerinde samîmi değildirler, aslında) onlardan her biri, kendisine açılan sahîfeler (vahyedilip peygamberlik verilmesini) istiyor."[475]
Araplardaki aile ve kabîleler arasındaki üstünlük tartışmalarına en belirgin örnek Emevî ve Hâşimî rekabetidir ki, ataları olan Abdümenâf’a dayanır:
Abdümenâf, Kabe muhafızlığını Hâşim'e bırakınca onun kardeşi Abdüşşems'in oğlu Ümeyye bunu çok kıskandı. Önceleri bu kıskançlığını, amcasının yaptığı ziyafet vb. hareketleri aynen yapmaya çalışmakla açığa vuruyor ve riyasete daha lâyık olduğunu imâ ettirmek istiyordu. Fakat Kureyş nazarında bu hali ile gülünç duruma düşünce amcasından daha şerefli ve dolayısıyla iktidara daha lâyık olduğunu iddia ederek bir müsabaka yapılmasını istedi. Amcası buna razı olmadı ise de, Kureyş'in ısrarı ile kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Müsabakayı kaybeden, elli deve verip Mekke dışında on sene ikâmet edecekti. Hakem olarak kabul edilen Kahin Huzâî, Hâşim'in lehine karar verince Ümeyye elli deve vererek on sene ikâmet etmek üzere Şam'a gitti. Hâşim de almış olduğu develeri kesip Mekke halkına dağıttı.[476]
Hâşim'den sonra riyaset bir ara kardeşi Muttalib'e, O'ndan sonra da Abdülmuttalib diye künyelenen, Hâşim'in oğlu Şeybe'ye geçti. Riyasetinin ilk yıllarında, mâlî gücünün az ve sadece bir erkek evlâdının oluşu yüzünden Ümeyyeoğulları, o zamanın değer ölçülerine göre üstün duruma gelir gibi oldular. Fakat Abdülmuttalib'in Zemzem Kuyusu'nu bulup ortaya çıkarması ve sonradan da on çocuğunun da doğup yetişmesi, Ümeyyeoğullarının ümitlerini söndürdü. Abdülmuttalib'den sonrası için fırsat kolladıkları bir zamanda ise Hâşimîlerin arasından Hz. Muhammed s.a.v.'e, her şeye hâkim olan Allah Te'âlâ tarafından insanları ıslâh için elçilik görevi verildi. Bu görev maddî ve manevî bütün üstünlüklerden önce geldiğinden artık Ümeyyeoğulları için, üstün olma ümîdi hiç kalmamıştı. Öyle ise buna razı olmamak, inanmamak ve hatta başkalarının da inanmasına mâni olmak gerekiyordu. İşte Ebû Süfyân'ın, Mekke'nin fethine kadar imân etmemesi ve Peygamberimize karşı açılan savaşları tertip ederek Kureyş'in Peygamberimiz aleyhine olan heyecanının diri tutması daha başka ne ile izah edilebilir?
Arapların damarlarına işleyen fert ve aileler arasındaki rekabet hissiyatını: "-Ey Ebû'l-Hakem! Muhammed'den işittiğin hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorulduğunda, Ebû Cehil'in verdiği şu cevap açık bir şekilde ortaya koyuyor:
"Biz, Abdümenâfoğulları ile şerefi paylaşamadık. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar yolda kalmışlara binekler bağışladılar, biz de bağışladık. Onlar fakirlere yardım ettiler, biz de yardım ettik. Sonunda başa baş giden iki yarış atı gibi iken onlar; '-Kendisine gökten vahiy inen Peygamber bizdendir.' dediler. Artık biz, böyle bir şerefe ulaşabilir miyiz? Allah'a yemin olsun ki biz de buna imân etmeyeceğiz."[477]
Yine Bedir Savaşından hemen önce, Ahnes b. Şerîk: "-Ey Ebû'l-Hakem! Hz. Muhammed s.a.v.'in, davasında sâdık mı, yoksa kâzib mi olduğunu bana söyle, işte görüyorsun, burada senden ve benden başka bizi dinleyen bir Kureyş'li yoktur." diyerek duyulmayacağı hakkında garanti verince Ebû Cehil şöyle cevap verdi: "-Yazık sana! Yemin ederim ki Muhammed davasında yalancı değildir. Çünkü O, hayatında hiç yalan söylememiştir. Ancak Kusayoğulları; "Liva' " (bayraktarlık), "Hicâbet" (Kabe Muhafızlığı) ve "Sikâye" (hacılara su dağıtma görevi)yi almışlardı. Şimdi de peygamberliğe sahip çıkınca öbür Kureyşlilere ne kalır?"[478] Bu itiraflardan sonra: "Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor, gerçekte onlar seni yalanlamıyor. Fakat o zâlimler, Allah'ın âyetlerini (hak olduklarına vicdanen inandıkları halde) bile bile inkâr ediyorlar. "[479] âyeti nazil oluyor.
Bu âyet-i kerîme ve nüzul sebepleri, Kureyş'in İslâm'a karşı çıkışlarındaki sebeplerin içinde şahsî ve ailevî kibir ile rekabetin ne büyük yer tuttuğunu bize gösteriyor.
Bütün bu üstünlük iddiaları ve kavgaları sürüp giderken İslâm gelip de: "-Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletler ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (Allah'ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanızdır. Allah bilendir, haber alandır."[480] fermanının ilân ederek toplumdaki sınıf farklarını ortadan kaldırıp insanların tarak dişleri gibi eşit olduğunu duyurunca; kibir ve hasetle dolu olan ekâbir takımı, büyük bir kin ve nefretle hemen karşı çıktılar. Çünkü İslâm'ın getirdiği değer ölçülerinden hiçbiri kendilerinde olmadığı için, toplumda o güne kadar kendilerine uyanlarla aynı seviyede olmayı kabul edemiyorlardı. İşte Mekke zenginleri bu hâkim çevrelerinin Hz. Muhammed s.a.v.'e uymamalarındaki en büyük sebep bu idi.[481]
"Onlara: '-Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman: '-Hayır, biz atalarımızı, üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!' derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yollarına uyacaklar? Yoldan çıkmış atalarının örf ve âdetlerini şuursuzca taklit eden) bu kâfirlerin durumu, bağırma ve çağırmadan başka, hiç bir şey işitmeyen hayvanlara (ve onlara) haykıran (çobanlar)ın durumuna (ne kadar da) benziyor. (Onlar bir sürü) sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için düşünemezler.”[482]
Burada zikredilmeyen "vech-i şebeh = benzetme yönünün taklit olduğunu bir önceki âyetten kolayca anlayabiliriz.
Peygamberlerin karşısına dikilen ilk inkarcıların taklitleri konusunda, biraz daha değişik olan şu âyet-i kerîmeleri de inceleyelim:
"...Yoksa bundan önce onlara bir kitab verdik de ona mı sarılıyorlar? Hayır! (ne böyle bir kitapları ve ne de bu konuda bir bildikleri var.) Sadece: '-Biz babalarımızı bu yol üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz.' dediler. (Bütün delilleri bundan ibaret: körü körüne taklit.) Senden önce de hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka oranın zevke düşkün (önde gelen)leri: '-Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız.' demişlerdi. (Onları doğru yola çağıran peygamberleri): '-Ben size, babalarınızı, üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yolunu)mu (tutacaksınız)?' dedi. (Buna rağmen onlar hiç düşünüp taşınmadan) dediler ki: '-Doğrusu biz sana gönderileni tanımıyoruz (ve atalarımızı taklide devam ediyoruz).”[483]
Kur'ân-ı Kerîm'de bu konu ile ilgili bir kaç âyet-i kerîme vardır,[484] fakat hepsi de değişik üslûblarla kâfirlerin, atalarını şuursuzca taklit ettiğini ifâde ettiklerinden bu iki örnek ile yetindik.
Yukarıda örnek aldığımız âyet-i kerîme ve diğerlerinden anlıyoruz ki toplumu ve ileri gelenlerini, peygamberleri inkâra sevk eden en önemli sebeplerden biri de taklittir. Çünkü sünnetullâha göre peygamber gönderilmesini gerekli kılacak kadar sapmış toplumlarda, atalardan tevârüsen edinilen yalan yanlış bir takım örf ve âdetleri taklit etmek, kendisinden vazgeçilemeyen bir fazilet sayılırdı. Bu yüzden onlara göre atalarını taklit, kendileri için yapılabilecek en doğru ve en faydalı hareket oluyordu. Yine onlar atalarının, kendilerinden çok daha bilgili ve hayırlı olduklarına ve kendi aralarından bir daha böyle birilerinin çıkamayacağını kabul ederlerdi. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki onlar, atalarından tevârüsen edindikleri her şeyi büyük bir hırs ve taassupla muhafaza edip akla ve mantığa uygun olsa bile yenilikleri asla kabul edemezlerdi. Ayrıca bundan önceki bölümde de belirttiğimiz gibi yazılı kanunlara sahip olmadıklarından, toplum içindeki kendi hakları, menfaat ve riyasetlerini ancak bu yolla muhafaza altına alabiliyor ve kendi kabiliyetsizliklerini de böyle gizleyebiliyorlardı.[485]
Türk Müfessiri Elmalılı (1361/1942), hakka uygun düşüp düşmediğine bakmadan her ne pahasına olursa olsun, atalarını taklit edenlerin, bu halleri ile şirk ve taassup içine de düştüklerini şöyle açıklıyor:
"Eski olsun yeni olsun Allah'ın inzal ettiği delillere bakmayıp da, ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları Allah'a endâd ittihâz eylemek ve hakkı bırakıp hayâlât ü evhama, şeytanının emirlerine uymak, izince gitmektir ki buna taassup denilir."[486]
Peygamberlere imana mâni olmada taklidin rolünü anlatırken şu hususa da işaret etmek gerekir: Taklit daima küçükten büyüğe , diğer bir İfâde ile güçsüzlerden, güçlü kimselere doğru olur. Çünkü her an daha üstün olma arzusu ve gayreti içinde olan insanoğlu, böyle olanları hiç olmazsa şeklen taklit etmekle yükselip aynı imkânlara kavuşacağını sanır. Bu sebeple atalarının daha bilgili, hayırlı ve üstün olduğu peşin hükmüne saplananların, onları taklit etmeleri normaldir. Böylece, bir hareket uzun müddet bu düşünce ile taklit edildikten sonra, artık o toplumdan silinip atılması imkânsız hale gelir. Çünkü olumsuz şeylerin taklidi tekrar edile edile, bu bölümün başında geçen hadis-i şerifte belirtildiği gibi, kalplerin silinemeyecek derecede kararmasına sebep olur.
Ayrıca yaşlılar, uya geldikleri şeylerden daha iyisini görseler bile, ona uymamakta gençlerden daha çok inat ederler. Zira Önceden uya geldikleri şeyi terk edip yenisini kabul etmeleri, eski tercihlerinin hatalı olduğunu kabul etmek mânâsına geleceğinden, bu durumun kendilerini diğerlerinin gözünde küçülteceğini sanırlar. Hele hele topluma yön verme makamında olan kimselerin böyle yapması; bu makamı terk edip görüşünü, fikrini beğendiği kimseye teslim etmesi mânâsına gelir. Bu yüzden daha iyi olduğuna kanaat getirseler bile kibirlenerek bile bile kabule yanaşmazlar. İşte bundan dolayıdır ki peygamberlere ilk uyanların içinde yaşlılardan çok gençleri görüyoruz.[487]
"Şayet Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık eder, azarlardı..."[488]
"İnsan hayır istemekten usanmaz, (daima nimet, servet ve refahının artmasını diler.) Ama kendisine (fakirlik ve benzeri) bir şer dokundu mu hemen üzülür. Eğer kendisine dokunan (fakirlik gibi) bir zarardan sonra biz ona (zenginlik ve sıhhat gibi) bir rahmet tattırırsak mutlaka: '-Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını (da) sanmıyorum; (kıyamet kopsa) Rabbime götürülmüş olsam bile hiç şüphesiz O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır.' der."[489]
Bu ve benzeri daha bir çok âyet-i kerimeler[490] ve bilhassa Karun'un kıssası[491], aşırı lüks, israf ve refahın kaynağı olan şükürsüz zenginliğin insanları isyana sevk ettiğini açıkça gösteriyor. Bu durumu müfessirler şöyle açıklıyor:
"Selîm akıl sahipleri, peygamberlerin davetlerindeki hayrı, doğruyu ve gerçeği anlayabilirler. Lüks yaşantı ve debdebeli bir hayat ise selîm aklı bu yolda kullanmaya manî olur. Tarihî tecrübeler göstermiştir ki: aşırı refah ve lüks isyana, zulme ve fısk u fücura yol açar. Bu durum toplumun üst kademesinde bulunan idareciler ve diğer ileri gelenlerde başlar, onlardan da halka intikâl eder. Bu da toplumu ya toptan helake veya başka bir milletin sömürüsü olmaya sevk eder."[492]
Aslında bütün nimetlerin Allah'tan geldiği ve yine O'na döneceği gerçeği unutulup fakirlere yardım yapılarak şükredilmeyen zenginliğin, inanmaya nasıl manî olduğunu Seyyid Kutub (1386/1966) da şöyle açıklıyor:
"Çoğu kere lüks; insan fıtratını bozar, duyguları katılaştırır, gerçeklere karşı açılan pencereleri tıkar, gönüllerdeki çok hassas olan alıcı-verici cihazların hassasiyetini yok eder."[493]
Yine bu konuda müfessir Râzî (606/1209) şu açıklamayı yapıyor: "Allah Te'âlâ, taklide (ve dolayısıyla ataları gibi peygamberleri inkâra) yol açan ve ona sevk eden şeyin, dünya nimetleri ve güzelliklerine aşırı düşkünlük, tembellik ve boş şeylere karşı sevgi beslemek; hakkın delil ve meşakkatlerine katlanamamak olduğunu belirtiyor. Refahın, kendilerini şımarttığı kimseler; eğlence, zevk, sefa ve şehvetlerden başka şey düşünemezler, hakkı bulmak için bir takım meşakkatlere katlanmaya yanaşmazlar."[494]
Muahhar müfessirlerden Âlûsî (1270/1854) de şöyle diyor: "Tekzip için özellikle "mütrafûn = bolluk ve refahtan şımarmış kimselerin zikri; çoğunlukla peygamberlerin ilk yalanlayıcılarının onlar olduğunu belirtmek içindir. Onlar dünyanın nimetleri ile meşgul olduklarından ve bu hal kendilerinde alışkanlık haline geldiğinden aşın istek ve arzulara daldılar, bunlardan nasibini alamayanları da küçümsediler... Zenginlerin, peygamberleri niçin yalanladıklarını âyet-i kerimedeki: "-Bizim malımız ve evlâdımız daha çok (binâenaleyh) azaba da uğratılacak değiliz" kısmı[495] açıklıkla ortaya koymaktadır. ...Şımarmış ileri gelenler: "-Biz bu dünyada bolluk ve bereket içinde yaşıyoruz. Bütün bunlar Allah'ın bizden razı olduğuna bir delildir. Eğer sizin iddia ettiğiniz gibi şirkimiz ve sizi yalanlamamız, Allah'ın rızâsına muhalif olsaydı, içinde bulunduğumuz nimetler bize verilmeyecekti. Bu halleriyle onlar dünya ahvâlini, âhiret ahvâli ile mukayese edip dünyada nimetler içinde olanın, âhirette de öyle olacağına inandıklarını beyân ediyorlar."[496] Fakat Allah, onların bu düşünceleriyle sadece kendilerini aldatabileceklerini şöyle belirtiyor:
"Şimdi sen onları bir vakte kadar (daldıkları) gafletleri içinde bırak. Onlar kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlat ile bizim, iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır! (bu verdiğimiz dünya nimetleri onlar için imtihandır, fakat onlar) farkında değiller."[497]
Bütün bu âyet ve izahlarından sonra Mekke'deki ileri gelen zenginlerin, Hz. Muhammed s.a.v.'in davetine karşı çıkmalarının ve hatta -aşağıda mealini vereceğimiz âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi- bu uğurda mallarını da harcamalarının sebebi daha kolay alışılıyor:
"Hiç şüphe yok ki küfredenler (insanları) Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar..."[498]
Toplumu saptırmada mele'in rolü bahsinde de, şükredilmeyen zenginliğin insanları, isyana sevk ettiği konusunu değişik bir açıdan ele almış ve peygamberlerin, refahtan şımarmış ileri gelen grup "mütraf'tan nasıl yakındığına dair Kur'ân'dan örnekler de vermiştik.[499]
Bu inkarcı zengin grup, çeşitli yollarla elde etmiş olduğu zenginliğin verdiği imkânlarla kendi zarurî ihtiyaçlarını temin ettikten sonra geriye kalanı ile -çevresinde bulunanlara yardım edip manevî bir mutluluğa ermek yerine, meşru olmayan yollarla hayvanı hislerini tatmin cihetine giderek huzur aradıklarından, bunu kendilerine yasaklayan peygamberlere de huzur bozucu gözüyle bakıp hemen karşı çıktılar. Çünkü peygamberlerin getirdiği prensipler ellerindeki bu imkânları istedikleri gibi kullanmalarını yasaklıyor ve onları fakirlere yardıma sevk ediyordu. Malını istediği gibi harcamaya alışık olanlar ise buna razı olamadıklarından bir sürü bahanelerle daveti kabule yanaşmıyorlardı.
Bu açıklamadan sonra dikkatimizi çeken bir husus da şudur: İnanmayanlar da, inananlar da harcadıkları ihtiyaç fazlası imkânlarla bir nevi huzur aramaktadırlar. İnkarcılar, aşağı hislerini tatmine yönelik geçici zevkler peşinde koşarak bu huzuru bulmaya çalışıyorlar. Bu arada elde ettikleri geçici zevkleri uğrunda, çoğu zaman kendi bedenlerine ve toplumun müşterek huzuruna zarar veriyorlar. İnananlar ise; muhtaç olan kardeşlerine yardım ederek hem o imkânları kendilerine veren Allah'a şükrünü ödediği ve hem de içinde yaşadığı toplumun fertlerinden darda kalanı o sıkıntıdan kurtardığı için ruhî bir huzura kavuşuyor. İnkarcının huzuru, çoğu zaman topluma zulmederek elde edilmeye çalışılan şahsî ve geçici bir menfaat; müminin huzuru ise başkalarına da mutluluk veren, ölümden sonralarını da içine alan sürekli ve içtimaî bir menfaattir.
İlk sosyologlardan İbnü Haldun (809/1406) da zenginliğin toplumu israfa ve ardından ilâhî emir ve yasaklara karşı kayıtsızlığa nasıl sevk ettiğini uzun uzadıya anlatıyor. Tarihten bir çok örneklerin de yer aldığı bu uzun açıklamalardan özet olarak şunu anlıyoruz:
Bir toplum içinde refah arttıkça, o toplumda; lüks, israf, zevk, sefa ve eğlenceler de artar. Çünkü nimetlere Ölçüsüzce dalıp bu konuda israf ile hareket; kalp ve nefislerde her çeşit kötülük, zayıflık ve pervasızlık yarattığı için ahlâk ve hareketler bozulur. Bu durum önce toplumun idarecilerinde, sonra da diğer ileri gelenlerinde ve ondan sonra da bunları taklit eden avamda görülür.[500]
Burada üzerinde önemle durulması gereken diğer bir husus da: Kişiyi isyan ve inkâra sevk eden şeyin bizzat zenginlik değil, ihtiyaç fazlası ile fakirlere yardım etmek yerine, bu zenginliğin gayrı meşru yerlerde ve ölçüsüzce kullanılıp harcanmasıdır. Çünkü Allah Te'âlâ meâlen şöyle buyuruyor:
"...Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü O (Allah) israf edenleri sevmez. De ki: '-Allah'ın, kulları için çıkardığı zîneti, temiz ve güzel rızıkları kim haram etmiş? De ki: 'O (zînet ve rızıklar) dünya hayatında (her ne kadar kâfirler de onlara ortak olsa da aslında) müzminler içindir. Kıyamet günü ise yalnız (ve yalnız) onlara mahsûstur. îşte biz, âyetleri bilen bir topluluk için böyle açıklıyoruz. De ki: 'Rabbim, ancak kötülükleri, gerek açığını, gerekse gizlisini, günahı ve (insanlara) haksız yere zulmü, hakkında hiç bir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram etmiştir.[501]
Şu halde âyet-i kerîmede belirtildiği gibi dünya nimetleri öncelikle müminlerin hakkıdır. Ancak nefsini, dinin ve aklın koyduğu ölçüler içerisinde zapt edebilen müminlerin. Bu ölçüler çiğnenip nefis serbest kalırsa yaratılışı icâbı daima daha çok rahat, rehavet ve tembelliği arzu ettiği için âyet-i kerîmelerin ikinci bölümünde belirtilen yasaklara kişiyi sevk eder.
Eğer kişilere, Allah'ın kendilerine verdiği mal, evlat ve riyaset gibi imkânları belli ölçüler içinde kullanma alışkanlığı verilirse o takdirde insanların dünyada da âhirette de huzura kavuşmasına vesile olur. Bu sebepledir ki İslâm, zenginliği değil, onun, şükrünü yerine getirmeden, ölçüsüzce ve haram yerlerde kullanılmasını, insanları ilâhî emir ve yasaklara karşı kayıtsızlığa sevk edeceği için, hor görmüştür. Yine bunun içindir ki İslâm, koymuş olduğu sosyal prensiplerle toplumda bir orta sınıfın oluşmasını öngörmekte, fakirliğin de, zenginliğin de aşırı boyutlara varmasını engellemektedir. Çünkü her iki uçta da insanı, Allah'a isyana, toplum huzurunu bozmaya sevk eden müsait bir zemin mevcuttur.[502]
"Medyen'e de kardeşi Şu'ayb'ı (gönderdik)...: -Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin ve yeryüzünde fesat çıkararak fenalık etmeyin! Eğer inanan insanlar iseniz, Allah'ın (helâlinden) bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. (Ama yine de siz bilirsiniz), ben sizin üzerinize bekçi değilim.' '-Ey Şu'ayb, dediler, 'senin namazın mı sana, babalarımızın yaptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor?.,."[503]
"Lût'u da (hatırla). Hani O, kavmine şöyle demişti: '-Siz, sizden Önce (ins ve cin) âlemler(i için)den hiç kimsenin işlemediği bir fuhşu yapıyorsunuz, siz (kadınları bırakıp) erkeklere gidiyorsunuz, yol kesiyorsunuz ha? ...Kavminin cevabı, sadece: 'Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah'ın azabını getir! demeleri oldu."[504]
"(İnsanları) diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesadın, vay haline! O ki, mal yığdı ve onu saydı durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını sanır. Hayır, ant olsun ki O, Hutame'ye atılacaktır..."[505]
"Hayır, eğer bu (kötü huylarından vazgeçmezse (onu) perçem(in)den yakalar (ateşe fırlatırız, o yalancı, günahkâr perçeminden."[506]
Daha birçokları içinden örnek olarak aldığımız bu âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi her peygamberin; gönderildikleri toplumlarda itikâdî olanlarla birlikte en çok üzerinde durdukları konulardan biri de-ahlâksızlık problemi olmuştur. İnsan haysiyet ve şerefine yakışmayan hareketlerin bir toplum içinde yıllarca yapıla gelmesinden sonra ise bu hareketler sanki insanoğlunun, medenî olmasının bir gereği imiş gibi görülmeye başlaması yüzünden değiştirilmeleri pek güç olur. Hele hele bu hareketler, toplumun seçkin sayılanları arasında da yayılmış ve bunu düzeltmeye kalkışan kimsenin, o günün bozulan değer ölçülerine göre, seçkin sayılanların dışından birisi olması halinde iş daha da güçleşir. Bu güç işi düzeltmeye kalkışan peygamber veya onun yolundan giden hak yolunun rehberi ve mürşitleri daima alay dolu şu sözlere muhatap olmuşlardır:
"(İnanmamakta ısrar edenler) dediler ki: '-Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir. (Yapa geldiklerimizi terk edecek değiliz, çünkü bütün) bu (anlattıkların) evvelkilerin (uydurduğu) âdet(ler)inden başka (bir şey) değildir. (Dolayısıyla artık bugün onlara uyamayız.)"[507]
Peygamber Efendimiz s.a.v.'in davetini de inkâr eden ileri gelenlerin hayatlarını incelediğimizde, onların içki, kumar, rüşvet, faiz, hırsızlık, yalancılık vs. gibi sapık alışkanlıklara müptela olduklarını görürüz
Akıl ve vicdan reddetse bile insan fıtratına ters düşen bu çirkin hareketleri, nefis tarafından büyük bir hoşgörü ile karşılanır, hatta imkân buldukça onu tekrar etmekte kendisinin haklı olduğunu kişiye telkîn eder. Nefsin akla galip geldiği ve olumsuz hareketlerin tecziye edilmediği câhiliye devri Arap toplumunda, bu alışkanlıklar, tekrar edile edile vicdan ve akıllarda şartlanmış olduğundan artık sosyal hayatın kaçınılmaz bir bölümü imiş gibi görülmeye başlanmıştı. Nefislerini tatmış olduğu bu hayvanı zevklerden sarhoş olan Mekke mele'i, işte böyle bir çıkmazın içine girmiş, bu sebeple kendilerine uzatılan dost ele düşman gözüyle bakmıştır.
Mele'in alışageldiği olumsuz hareketleri yüzünden inanmadıklarına dair canlı bir örnek şudur:
Câhiliye devrinin ünlü şâirlerinden A'şâ b. Kays, müslüman olmayı arzu etmişti. Hatta Peygamber Efendimiz s.a.v.'i öven uzunca bir şiir de yazmıştı. Müslüman olmak için Mekke'ye geldiğinde, maksadını öğrenen müşrikler telâşa kapılıp onu imân etmekten caydırmak için etrafını sarmış ve: "-O, zinayı yasaklıyor, (bu takdirde sen nasıl müslüman olursun?). A'şâ cevaben: "-Benim zina ile bir ilgim yoktur" der. Bu sefer onlar: "-O, şarabı da yasaklıyor." deyince, A'şâ: "-Bak bunun tadını henüz çıkarmış değilim, bu sebeple dönüp bu sene şaraba kanayım, ondan sonra gelip müslüman olurum." der ve dönüp gider. Fakat o sene eceli gelip çattığı için müslüman olma şerefine nail olamaz.[508]
Mekke ileri gelenlerinden her birinin bunun gibi bazı zaafları vardı ki İslâm daha ilk günden beri hepsine amansız bir savaş açmıştı. Onlar ise nefislerine mağlup olduklarından, bir türlü bu hareketlerinden vazgeçemiyorlardı. Bu yüzden onlar, vahyin ilk başladığı günden itibaren bırakamadıkları bu çirkin hareketleri yeren Kur'ân'ı beğenmeyip O'nun değiştirilmesini istediklerini şu âyet-i kerîmeden anlıyoruz:
"Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: '-Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu(n içindeki haram ve helâlleri) değiştir.' dediler."[509]
Fakat ilâhî cevap her zaman olduğu gibi yine inkarcıların istedikleri gibi olmamıştır:
"Siz haddi aşan bir kavim oldunuz diye, o Kur'ân'ı size göndermekten vaz mı geçelim?"[510]
Her şeye rağmen ilâhî vahiy bu minval üzere, fert ve toplum hayatına zarar veren çirkin hareketleri yererek sürüp gidiyor ve hâdiseler de mele'in aleyhine gelişiyordu. İslâm'ı durdurmak için kurdukları tuzaklardan, daha çok kendileri zarar görüyor, böylece toplum içindeki huzur bozucu ve ahlâksız hareketlerinin cezalarını daha dünyada iken, geride kalanlara ibret verecek şekilde görüyorlardı. Bunun yanında müslümanlar, sayılar az da olsa, temiz ve düzenli yaşantıları, birbirlerinin acı ve tatlı günlerini paylaşmaları ile örnek bir nesil oluşturmuşlar, böylece iyi ile kötünün fark edilmesine zemin hazırlayarak zorlamaya lüzum kalmadan çoğunluğun kalbinde yer etmiş ve daha sonra da kendilerine uymalarını sağlamışlardır.[511]
Tarihte izine rastladığımız her toplumda; acı ve tatlı günleri beraberce paylaşmakla fertleri bir birine kaynaştırmada, arasındaki ilişkileri düzenlemede, kendileri için tespit ettikleri müşterek gayelere varmada ve içine düştükleri zor günlerden kurtulmada, velhâsıl hayatın her safhasında din en büyük rolü oynamıştır.
Bunun için tarihî hâdiselerden hiç biri, din gerçeği anlaşılmadan gereği gibi izah edilemez. Bütün dinler, hak veya bâtıl oluşlarına göre toplum için daima müspet veya menfî yönde itici bir güç oluşturmuştur.
Tarih boyunca hiç bir toplumun dinsiz kalmadığını; hak olsun bâtıl olsun muhakkak bir dine sahip olduğunu da artık hiç kimse inkâr edemiyor. Bir şeye inanıp bağlandıktan sonra da, onun tesirinden kurtulmanın imkânı olmadığına göre her toplum, kendi fertlerinin inandığı ve yaşadığı dinin; edebî, ahlâkî, iktisâdı, hukukî, siyâsî, idarî, medenî ve diğer sahalardaki müspet ve menfî tesirlerini incelemesi gerekir.
Bunu gerçekleştirebilmek için de anılan sahalarda toplum için ileri atılımlar yapabilmek maksadı ile kurulan üniversite, fakülte ve yüksek okullarda, dinlerin de bu konulardaki tesirlerini inceleyip gün ışığına çıkarmak gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için de; anılan müesseselerde sırf bu maksatla özel kürsüler kurup o konularda dini de bilen ihtisas sahibi ilim adamları yetiştirmek, buna imkân yoksa o müesseselerde dinî konularda ihtisası olanlara da yer vermek gerekir. İşte o zaman dinin toplumu müspete doğru itici gücünden en güzel bir şekilde istifâde edilir, bâtıl oluş veya yanlış anlamadan doğan menfî tesirleri de halkın hissiyatının galeyana gelmesine meyden vermeden, ikna edilerek önlenmiş olur. Böyle yapıldığı takdirde elde edilen ilmî başarılar o halkın nazarında şüphe ile karşılanmayacak ve hemen kabul edilerek topluma mal edilip uygulamaya geçmek mümkün olacaktır.
Orta Çağ boyunca ilim ve din kavgasının sürdüğü günümüz Avrupa'sında bu mesele halledilmiş, muharref olmasına rağmen bütün eğitim kademelerinde kendi dinlerine yer verilmiştir. Böylece birbirini tanımamaktan doğan düşmanlık sona ermiş, toplum huzurunu temin için din ve ilim el ele vermiştir. Akla ve mantığa muhalif görüşlere sahip oluşunu gören Hıristiyanlık da bir çok konularda yanlış düşündüğünü kabul etmiş ve artık eskisi gibi sosyal hayatın her sahasında söz sahibi olduğunu iddia etmekten vaz geçmiştir. Böylece Batı kendi meselesini hallettikten sonra, Ortadoğu'daki menfaatlerini sağlamlaştırmak için İslâm'ın, müslüman toplumlar üzerindeki tesirlerini incelemek için ihtisas sahibi kimseler yetiştirmeye koyulmuş ve bu konuda bir hayli mesafeler de kaydetmiştir.
İslâm Türk Toplumuna gelince, geçmişinde, Batı’dakine benzer kavgaları olmadığı halde, ilim ve din arasında böylesine bir ilişki kurulamamıştır. Bundan daha da acısı; bu ilişki kurulup akıl, mantık dolayısı ile ilmin ışığında hakkın bâtıldan ayrılmasına bir zemin hazırlanmadığı halde, ilim adına konuştuğunu iddia eden bâzı yarı aydınlarımız, Batı'daki acı tecrübelerden canı yanmış ilim adamları edası ile, dinimizi ilme karşı ve terakkiye mâni olmakla suçlamaktadırlar. Batı'nın bu kanaatini alıp peşin bir hüküm ile ayrı bir zeminde kullanan yarı aydınlarımızın; Câhiliye devrinde Peygamberimize karşı: "Sen ne dersen de biz, babalarımızı bu yolda bulduk ancak ona uyarız." diyen mukallit mele'ten ne farkı var?
Günümüz yarı aydını ile câhiliye devri mele'i arasında böyle bir benzerlik bulduk diye hemen haklarında nasıl bir hüküm vermemiz gerekeceği hakkında söze başlamadan önce Batı'daki gibi bizde de, dinimizin sosyal hayattaki tesirlerinin incelenmesi gereğini tekrar vurgulamak gerekmektedir. Bu yapıldığı takdîrde, kalkınıp huzur ve refaha ermemiz konusunda Kur'ân ve Sünnet'ten kaynaklanan menfî bir tesir bulunamayacaktır. Çünkü din olarak İslâm, Orta Çağ'daki papazların kendi dinleri için iddia ettikleri gibi, deney ve tecrübenin karşısına dikilip kâinattaki; fizikî, kimyevî, riyâzî, felekî vb. bütün gerçeklerin kendi kitaplarında anlatılanlardan ibaret olduğunu ve dolayısıyla gözlem ve deneye gerek kalmadan, bu konularda görüş beyan etmenin kilisenin hakkı olduğunu iddia etmemiştir. Tam aksine Kur'an, insanları kainatı ve ondaki bütün hadiseleri izlemeye ve tabiata ve sosyal olaylara hakim olan "sünnetullahı" incelemeye çağırmaktadır. Dolayısıyla dinimizde; akla, mantığa ve ilme ters düşen hiç bir esas yoktur.
Ancak on dört asır gibi uzun bir sürenin; farklı zaman, zemin ve şartlarında bir takım uygulama eksiklikleri veya hataları olabilir. Çünkü artmayan ve eksilmeyen bir kaynak olan Kur'ân ve Sünnet'teki temel esaslardan; sürekli değişen ve çoğalan sosyal olaylara yön verecek prensipler tespit edip uygulamaya geçmede bazı gecikmeler mümkündür. İşte imkan dahilinde olan bu ihtimâllerin gerçekte var olduğunu kabul etsek bile, bu eksikliği o günün uygulayıcılarında değil de İslâm'da aramak aklî, mantıkî ve ilmî olmakla bağdaşmaz. Öyleyse fert, devlet ve milletler arası gibi hukukun bütün dalları, iktisat, fen, tabiat, tıp ve diğer sahalarda ihtisas sahibi olanlar -peşin hükümlerinden sıyrılarak- Kur'ân ve Sünnet'i incelediklerinde bu ikisinin ya ilme paralel bir takım temel hükümler getirdiklerini veya o konularda sustuklarını göreceklerdir. Böylece her uzman kendi dalı ile ilgili ilme ters düşen bir prensip bulamayacaktır. Hakkında hüküm bulunmayan konularda ise, akıl otorite kabul edildiği için o sahalarda topluma uygun olanını tespit salâhiyetinin ihtisas sahibi olarak kendilerine döneceğini göreceklerdir. Bütün bunlar yapıldıktan sonra ilmî olduklarını iddia edenler için iki şık kalır: Ya akıllarını yorarak o konuda topluma uygun olanı ortaya koyacaklar ya da bunu yapamadıkları halde eski görüşlerinde ısrar ederek dinimizin terakkiye mâni olduğunu söyleyip kendi kabiliyetsizliklerini örtmeye çalışacaklardır. Bu durumda ise dinden önce bizzat kendileri ilmi karşılarına almış olacaklardır. Bu gerçekler karşısında yine de görüşlerinde ısrar eder ve yaşantılarım da dinin gösterdiği doğrultuda düzeltmezlerse muhakkak Allah indinde sorumlu olacaklardır. Memleketin kalkınması ve diğer menfaatleri açısından, ilmî dedikleri çözüm şekillerini bildikleri halde ispat edip ortaya koymazlarsa memleketin gelişmesini ve ileri medeniyetler seviyesine çıkmasını istemiyorlar mânâsına geleceğinden, ülkemizin menfaatlerine karşı gelmiş sayılacaklardır. Yoksa Orta Çağ'da, ilmî kanaatlerinden dolayı yakılan, zehirlenen ilim adamlarının durumuna mı düşmekten korkuyorlar? Zaman Orta Çağ, zemin Avrupa, inandıkları din Hıristiyanlık ve kendileri dâhil içinde bulundukları toplum Frenk denilen toplum olmadığına göre böyle bir evhama kapılmaları da yersizdir.
İşte böyle düşünen yan aydınlarımızın bu ve bunun gibi söylenebilecek daha bir çok töhmetlerden ve peşin hükümlerinden kurtulabilmeleri; dinimizin de ilme karşı görünmekten aklanabilmesi için bütün üniversitelerde araştırmalar yapıp İslâm'ın toplum üzerindeki tesirleri incelenmelidir.
Bütün bunlar yapılarak: "Dinde zorlama yoktur, gerçekten doğruluk, sapıklıktan ayrılıp) ap açık meydana çıkmıştır. "[512] âyet-i kerîmesinde belirtilen serbest bir ortam oluşturulmadan, inandıklarını söyledikleri halde, bazı ön yargılarının psikolojik baskıları altında kalmaları ve tarihte görebildikleri bazı aksaklıklar yüzünden imân zaafına düşenleri; peygamberleri ilk inkâr eden mele' gibi görüp din dışı saymak kolay olmasa gerektir. Bunu söyleyivermek kimse farkında olmadan Kur'ân'ın beyânlarına ters düşebilir. Çünkü Kur'ân bir çok yerde: "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, "[513] inadında ısrarı, inkâr olarak kabul ediyor. Ayrıca Peygamberler, kendi devirlerindeki inkarcıları, seviyelerine ve içinde bulundukları ortama uygun delillerle tebliğ ve gerektiğinde beyân ile, en güzel bir şekilde ikna ediyorlardı. Bu gün, dinimizin mürşitleri olarak biz de, önce onları bu eksik veya yanlış düşünceye sevk eden sebepleri ortadan kaldırıp, ortada aklı çelen maddî veya manevi bir ikrah bırakmamamız gerekir. Dolayısıyla araştırmamızın bundan sonraki kısmında, kısa da olsa böyle bir denemeye girme ihtiyâcını hissettim. Günümüz mele'ini bu yanlış kanaate sevk eden sebepleri, dahilî ve haricî olmak üzere ikiye ayırıp incelemeye başlamadan önce İslâm'ın ilk devirlerinde akla verilen önemi de özetlemek gerekir.[514]
Mekke mele'inin hırs, hasen, zulüm ve baskılarından kurtulan müslümanlar, Medine devrinden itibaren özlemini duydukları eşitlik ve adalet esası üzerine kurulmakta olan hayat tarzını uygulamaya başladılar. Bu arada sosyal ilişkilerini düzenleme konusunda karşılaştıkları problemler vesile edinilerek yeni yeni emir ve yasaklar geliyor, böylece tatbikî bir şekilde takip etmeleri gereken hayat tarzlarını geliştirip eğitim ve öğretimini yapmış, kendilerinden sonraki nesiller için de bir örneğini bırakmış oluyorlardı.
Hakkında ilâhî emir olmayan konular, Peygamberimiz s.a.v.'e sorulup hal yoluna konuluyordu. Peygambere ulaşmanın mümkün olmadığı yer ve zamanlarda ise Kur'an ve Sünnetten sonra kendi görüşleri ile karar veriyorlardı. Müslümanlar bu kolaylık ve alışkanlıktan dolayı, esasla ilgili olmasalar bile karşılaştıkları her meseleyi, o güne kadar tespit edilen esaslara uygun yorumlar yaparak akıllarıyla çözebildikleri halde ve böyle yapmaları gerekirken çoğu zaman hemen gidip Peygamberimize soruyorlardı. Sorulan her konuda cevap verildiğinde ise, hakkında birkaç türlü çözüm şekli olabilecek genel ('umûm) hükümler, özel (husus) hâle geliyor, böylece değişecek olan zaman ve zeminler içerisinde toplum menfaatine daha uygun olabilecek diğer hükümlerden birini tercih imkânı kalmıyordu. Bunun yanında, Kıyâmet'e dek toplumun karşılaşabileceği bütün meseleleri; adalet, eşitlik, fert ve toplum menfaatine uygunluk şartına bağlı olarak halledebilmek için gereken temel esasların, yirmi küsur sene gibi kısa bir zaman içinde, uygulamalı olarak vaz'edilmesi de gerekiyordu.
Kıyâmet'e dek, sayı ile ifâdesinin mümkün olamayacağı kadar çok, gündeme gelmesi muhtemel olan sosyal ihtiyaç ve problemlerin her biri için, bu kadar kısa bir zaman içinde, esaslar vaz'etmenin ve onları nazarî bilgiler olarak ihtiyaç anına kadar hıfzedip nesilden nesile aktarmanın ise beşer takatine göre imkânsızlığı herkesçe kabul edilir bir gerçektir. İşte bütün bu imkânsızlıktan dolayı; vaz'edilen mahdut fakat temel esaslara paralel olarak kullanılacak akla, topluma ışık tutması bakımından büyük bir görev düştüğü; sık sık Peygamber Efendimiz s.a.v.'e sormak yerine gerektiğinde O'na da müracaat edilmesinin lüzumu müslümanlara şöyle hatırlatılıyordu:
"-Ey imân edenler, açıklandığında (tercîh imkânınız kalmayacağı için) hoşunuza gitmeyecek olan ve Allah onları affettiği halde Kur'ân indirilirken sorduğunuz takdirde (kesin çizgileri ile) size (muhakkak) açıklanacak olan şeyler (hakkında sık sık sorular) sormayın!”[515]
Hz. Ömer r.a. da, Kırtâs Hâdisesi diye meşhur olan meselede Peygamber s.a.v.'e yapılan talebi bu ilâhî ikâz doğrultusunda geri çevirmiştir. Çünkü açıklanmasında zaruret olan bir mesele olsaydı ilâhî vahyin ve Peygamber Efendimiz s.a.v.'in bunu eksik bırakıp vefat sancıları anına kadar geciktirmesi mümkün değildir.
İşte müslümanlar bu anlayışla asırlarca, Kur'ân ve Sünnet'te bulunmayan fakat kendi toplumları için gereken bazı iktisadî, siyâsî, idarî vb. esasları ilâhî ve aklî esaslara ters düşmeyecek bir şekilde tespit etmeye çalışmış ve topluma dünyevî huzuru temin etmeye gayret etmiştir.[516]
Peygamber Efendimiz s.a.v.'in rehberliğinde başlayan İslâmî öğretim ve eğitim, ilim ve dinin beraberce yürütülmesi esasına dayanıyordu. O'nun meclisinde, o günün ilmî seviyesine göre her konu tartışılabiliyordu. Çünkü dünya ve ahirette mutlu olma müjdesinin temeli buna dayandırılmıştır: "(Ey Muhammedi Farklı düşünceleri) dinleyip de sözün en iyisine uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru ypla ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[517] Bu anlayış; tecrübe, deney vb. ilmin gelişmesine yardımcı olan diğer unsurların da ilâvesiyle; Hü lefa-i . Râşidîn, Emevî, Abbasî, Gazneli, Selçuklu ve Osmanlıların yükselme devri sonlarına kadar devam etti.
Fakat dinî ilimlerin daha geniş okutulması maksadıyla medreselerden fennî ve tabîî ilimler kaldırılınca Osmanlı toplumunda fen, teknik, hukuk ve bunlara bağlı olarak da siyâsî ve askerî sahalarda gerilemeler başladı. O zaman İslâm'ın bayraktarlığını yapan Osmanlılardaki her sahada görülen bu gerilemenin tara aksine Hıristiyanlığın temsilcisi durumunda olan Avrupa'da ise bir ilerleme göze çarpıyordu.
Dinî ilimlerin daha geniş okutulması niyeti ile, fennî ilimleri programdan çıkaran medrese çevreleri, bazı metod eksikliklerinden dolayı dinî ilimlerde de topluma ışık tutacak bir gelişmeyi gösterememiş, önceden yazılmış eserlere haşiye ve şerhler yapmaktan veya yine bu şerhleri özetlemeden öteye müspet bir çalışma yapamamıştır.
Bunların yanında; eskiden başlatılan bir alışkanlığa uyularak, öğretimde bir kolaylık sağlar niyet ve maksadıyla dinî ilimlerdeki bütünlük de bozulmuş; ibâdet, itikâd, ahlâk ve muamelât diye kısımlara ayrılmıştır. İlmin kovulması, dindeki bütünlüğün de bu şekilde bozulmasından sonra eserlerin yazılması vs. gibi yapılan çalışmalarda harcanan mesâilerin çoğu, ilk üçü hakkında, ilmî usullere de uyulmadan harcanmış, muamelât konusunda çalışmalar yapmaya ve bu konuda toplumun her an değişen ve gelişen ihtiyaçlarına cevap verecek düzenlemelere gitmeye zaman kalmamıştır. Bu yüzden toplumdaki hizmet alış-verişi esnasında çıkacak ihtilâfları çözmekle görevli kadıların, uyacakları belli kanunlar olmadığı için, kendi kabiliyet ve ellerinde bulunabilen eserler ile yetinmek mecburiyetinde kalmaları farklı uygulamalara yol açıyordu.
Ayrıca topluma ilmen ve fikren hâkim olanlar, kendilerinden önceki ilim ve fikir adamları gibi, insan ilişkilerindeki problemlere, Kur'ân ve Sünnet'in vaz'ettiği esaslar doğrultusunda o günün üslûbu ve anlayışına uygun içtihadı görüşler sunamadıklarından; eskilen ile yetinmiş, yeni doğan şartlara göre toplumun ihtiyaçlarına cevap verememişlerdir. Bu konuda daha da ileri giderek önceki ulemânın tespitlerinin istikbâlde de yeterli olacağı fikri yerleştirilip hâkim görüş haline getirilmiş ve içtihâd kapısının tamamen kapandığı ilân edilmiştir. Halbuki ictihâdlarının yeterli olduğuna inanılan büyük imamlardan hiç birinin böyle bir iddiası olmamıştır. Bu sebeple böyle düşünmek onları da töhmet altında bırakmaktadır.
Bu kanaatin yayılmasından sonra, dinin toplum için geldiğini ve hayat tarzının ona göre düzenlenmesini topluma telkîn edenler de böyle düşünüyorlarsa, mele'ten önce bizzat kendileri dinimizi sosyal hayatın dışına itmiş oluyorlar. Çünkü toplum hayatı, her an imkânları artarak ve gelişerek değişip tekâmül etmektedir, onu durdurmanın imkânı yoktur. Zaten âhiretin tarlası olan dünyayı ve dolayısıyla âhireti imâr da bunu gerektirir. Bu sebeple yeni doğan ihtiyaçlara cevap verecek, İslâm'a uygun müesseseler kurmak; bunun yanında kötü niyet ve maksatlardan zarar görmesini önleyecek yeni tedbîrler almak ve bütün bunları zamanında tespit edip hemen uygulamak gerekir.
Böyle yapılması gerekirken sanki din, sadece Allah ile kul arasındaki ilişkileri düzenlemek için gelmiş de bu meseleler tamamen halledildiği için ictihâdlar durdurulmuştur. Bu anlayışa göre imân esasları ve namaz, oruç gibi ibâdetlerin sahîh olması için -Peygamberimizin vefatı ile tamam olan Kur'ân ve Sünnet cem' ve tedvîn suretiyle tamamen taranarak- uyulması gereken farz, vacip, sünnet, müstehâb, mübâh; kaçınılması gereken haram, mekruh ve müfsidler tafsîlatlı bir şekilde tespit edilmiş olduğu için artık bu konuda yeni bir fikir ilâvesine gerek kalmamıştır. Allah ile kullar arasındaki ilişkiler olan ibâdetler için bu görüş belki yeterli olabilir, çünkü -Kur'ân ve Sünnet'in tamam oluşu ile artması ve eksilmesi söz konusu olmayan- sayısı belli ibâdetler hakkında söylenecek yeni bir şey olmayabilir.
Fakat sosyal ilişkiler devam ettiğinden, her an doğabilecek yeni ihtiyaçları karşılamak ve bunun için de yeni müesseseler gerektiğinden, tahmîn ve hayal güçleri ne kadar çalıştırılırsa çalıştırılsın, bütün ihtiyaç ve tedbîrler, önceden açık bir şekilde tespit edilemez. Buna rağmen istikbâldeki bütün ihtiyaçlarımıza cevap verecek ictihâdlar yapılmıştır, demek; beşerin yaratılış ve kabiliyetlerine aynı zamanda vakıaya da ters düşer. Çünkü insan bir dereceye kadar ileri görüşlü olabilir, ama gâipden haber verircesine, her konuda istikbâl için söylenecekler ancak bunlardan ibarettir demek, insanüstülük mânâsına gelir. Böyle düşünmenin ise şirke yol açabileceği önceki izahlarımızda görülmüştür.[518]
Her konuda müslüman toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek ictihâdlar yapılmıştır demenin, vakıaya ters düştüğünü de şu misâlimizde görmek mümkündür:
Genel olarak, itikadı esaslara olan imânları, ibadetlere düşkünlüklerindeki ihlâslan ve İslâm ahlâkına olan bağlılıklarından hiç şüphe edilmeyen müslüman toplumumuzda; muamelâtın bir bölümü olan nikâh ve boşanma müesseseleri, toplumdaki Allah korkusunun azalması oranında, karşı tedbîrleri alınmak suretiyle istismarına meydan vermeyecek bir şekilde geliştirilememiştir. Bu yüzden Allah korkusu az; buna mukabil içki, kumar, zevk ve şehvet gibi her türlü melanete son derece düşkün olan kimselerin çoğaldığı bu günün toplumunda boşanmalar; yine sadece erkeğin -sarhoş olduğu veya tehdit altında söylemek mecburiyetinde bırakıldığına bakılmaksızın- bir mecliste ve bir defada izhâr edeceği, hatta şahidi de olmayan ve haklı bir sebep de göstermesine ihtiyaç duyulmayan bir irâde beyânına bırakılması zaman zaman istismar edilmesine zemin hazırlamış ve hiç bir müslümanın tasvip edemeyeceği bazı aile facialarına yol açmıştır.[519]
Bu aile facialarını gören toplum da, gereken tedbîrlerin alınarak boşanma müessesesi sağlamlaştırılmadığından, dinin günlük yaşantımızı düzene koyması açısından yeterli olamayacağı dolayısı ile başka kaynaklar aramanın gereğini duymaya başlar. Hatta bu durumun günümüzde, toplumun acıma hisleri istismar edilerek tiyatro ve sinemalardan, din adamlarını dolayısı ile tezyif maksadına matuf bir şekilde sergilemesi, toplumun büyük bir kesiminde gizli bir imân zaafı ve muhalefetin doğmasına yol açar.
Fakat gelişen fitneyi durdurmak için gereken tedbirler alınarak kurulurken karşılıklı irâde beyânı, mehir ve diğerleri gibi sağlam esaslar üzerinde kurulan ailenin, bozulurken de aklen ve şer'an kabul edilebilir sebeplere bağlayacak esasları, kadın ve çocukların mağduriyetini önleyecek tedbîrleri tespit etmek, her halde Kitap ve Sünnet'in esaslarına muhalif düşmezdi.
Bu tedbîrler alınmaksızın uygulana gelen şekliyle; babası, anası sağ öksüzleri toplum merhametine terk etmek de cemiyete yük olmak ve hem de toplumdaki kin ve nefretleri önleyerek huzur temin etme makamında olanları çaresizlik içinde bırakmak gibi külfetli ve üzücü olaylar, Kitap ve Sünnet'in ruhuna belki tamamen uygun düşmüyor denemez ama İslâm'ın toplum için öngördüğü huzuru da tam yansıtmadığı da açıkça söylenebilir.
İşte zaman ve zeminin değişmesi ile toplumdaki müspet ve menfî gelişme oranında gereken tedbîrlerin, dinin temel esaslarına ve akla uygun bir şekilde tespit edilip beşerî ilişkilerde ortaya çıkan ihtiyaç ve problemlere yansıtılmadığı için mele' sosyal ilişkileri düzenlemede dinin kâfî gelmeyeceğini sanmış ve böylece ortaya çıkan boşluğu gidermek için başka kaynaklar arama yolun gitmiştir.[520]
Yükselme devrinin sonuna kadar İslâm'ın bayraktarlığını gereği gibi yapan Osmanlılar, yukarıda anıldığı şekilde fen, teknik ve dolayısıyla savaşlarda gerilemeye başlayınca bunun telâfisi için çareler aranmaya başlanmıştı. Bunların içinden, Avrupa üniversitelerine öğrenciler gönderip Garb'ın ilmini, fennini, tekniğini, serbest muhakemesini, fikir hürriyetini, demokrasi anlayışını ve uygulamasını öğrenip kendine mal etme düşüncesi başta geliyordu.
Büyük sayılara varan ve döndüklerinde memleketin aydın tabakasını oluşturan bu talebeler, anılan ilimleri öğrenip memleketimize getirmek yerine, oranın teşrifat, eğlence ve kıyafetleriyle ilgili yeni yeni modalar getirdiler. Bütün bunlardan daha da acı tarafı da, din düşmanlığı modasını getirmiş olmalarıdır. Çünkü onlar gittikleri yerde, dine düşmanlığı aydın olmanın ilk şartı olarak gördüler.
Bu şart Avrupa için doğru olabilir, çünkü orada din denilince Hıristiyanlık akla geliyordu. Hıristiyanlık ise muharref bir din olduğu için akıl, mantık ve ilimle bağdaşmayan, hurafe mahsûlü birçok mesele ve iddialarla dolu idi. Buna rağmen bu dinin mümessilleri olan papazlar, kâinatta mevcut bütün gerçeklerin, kitaplarındaki anlatılanlardan ibaret olduğunu iddia ediyor ve hiçbir kimsenin bunların dışında her hangi bir gerçeği keşfedemeyeceğini savunuyordu. Bu sebeple deney ve tecrübenin mahsûlü olsa bile, yeni bir keşifte bulunduğunu söyleyenler, aforozdan diri diri yakılmaya kadar envai çeşit işkencelere tabi tutuluyordu. İşte böyle bir ortam içinden, henüz yeni kurtulan ilim adamlarının, kendi dinleri olan Hıristiyanlığa düşman olmaları hem ilmin, hem de Orta Çağ boyunca biriken bir kin ve intikamın gereğidir.
Bu dinin mümessilleri olan papazlar yukarıda anlatıldığı gibi ilim ve ilim adamlarına karşı olmakla beraber toplum için siyâsî, idarî ve hukukî alanlarda yapılması gereken yeniliklere de karşı çıkıyor, bunları savunanlarla da amansız bir mücâdeleye girmiş bulunuyorlardı.
Orta Çağ Avrupa'sindaki bu ilim ve din (Hıristiyanlık) kavgası yıllarca sürmüş ve bu arada birçok ilim adamı Englizisyon Mahkemeleri'nde zehirlenerek, yakılarak veya diğer işkencelerle öldürülmüştür. O günün Avrupasızda; hukukî, siyâsî ve idâri sahalara hâkim olmakla toplumun mele'i sayılan mezkûr sınıf elindeki bu imtiyazlarını bırakmak istemediğinden bu mücâdelenin içine girmişti.
Fakat Fransız İhtilali'nden sonra ilim adamları bu mücâdelede tamamen galip gelince papaz sınıfının elinden, yukarıda anılan imtiyazları alındı ve ancak kilise duvarları içindeki hâkimiyetleri kendilerine bırakıldı.
Bu din-ilim tartışmasından sonra Avrupa'da artık şu hüküm toplumda hâkim görüş haline geldi:
Din (Hıristiyanlık) ve temsilcileri, sadece kilisedeki ibâdetleri idare ve tanzim işleri ile fertlerin itikatlarını yönlendirmede topluma hâkim olacak; fakat ilim, fen, teknik, iktisat, hukuk ve benzeri sahalara karışmayacaktı. Böylece toplum hayatı dinin bu sahadaki tesirlerinden tamamen tecrit edildi. Çünkü Hıristiyanlık dini ve kilise teşkilatı, toplumu üçlü ilah ve azizlere aşırı hürmet gibi karışık bir inanca davet etmekle, her sahada fikirleri dondurucu ve durdurucu, hatta geriye itici bir rol oynadığı ispat edilmişti. Yukarıda anılan hüküm verilip bu konuda kesin bir galibiyet elde edilmesiyle, ilim ve tecrübenin ayak bağı olan papazlar saf dışı edilerek yeni yeni icâd ve keşifler yapılmış, toplumun birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini belirten yeni kanunlar düzenlenmiş, böylece her sahada bir gelişme başlamış ve bütün bunlar toplumun istifadesine sunulmuştu. Deney, tecrübe ve ilim sayesinde elde ettikleri bu başarıların verdiği gurur ve sarhoşluğun şımarıklılığı ile Avrupa aydınlarının bazıları şu kanaate vardılar:
Deney ve tecrübe ile elde edilen maddî ilimlerin çözemeyeceği hiçbir problem olmadığı gibi, toplumun değişen ve gelişen bütün ihtiyaçlarına da en güzel bir şekilde cevap verebilir. Dolayısıyla bu güne kadar bizi geri bırakan bu din (Hıristiyanlık) anlayışına artık hiçbir sahada ihtiyaç kalmamıştır.
Böylece, bilhassa Fransa'da olmak üzere bütün Avrupa'da yeni bir dinsizlik ve maddecilik cereyanı başlamış ve aydın çevrelerinde bir moda haline gelmiş oldu. Sanki dinsizlik, aydın olmanın bir şartı; dindarlık ise adeta cehaletin bir alâmeti sayıldı.
İşte böyle bir ortamda eğitim ve öğretime başlayanlar, maalesef Avrupa aydın kesiminin bu kanaatini aynen taklit edip benimsediler. Özellikle "taklit ettiler" diyorum, çünkü Avrupa aydınlarını bu kanaate sevk eden sebepleri incelemeden onlar da öyle düşünmeye başladılar. Veya Orta Çağ boyunca süren ilim ve din kavgasını tarihten okumuş olduklarını kabul etsek bile, ilmin karşısında yazılan "din" kelimesinin yanma bir parantez açıp onun Hıristiyanlık dini olduğunu anlayamadılar.
İşte taklide dayalı bu kanaatlerle dolu olarak Avrupa'dan gelen ve Osmanlılarda aydın kesimi oluşturanlar, kalkınmanın Garp'taki gibi, dine karşı tavır almakla olabileceği fikrini hâkim çevrede yaymaya başladılar. İşte böylece Osmanlı son dönemlerinde topluma hâkim olan mele'in çoğu bu kanaati taşır oldular.
Halbuki Osmanlıların Yükselme Devirlerinin sonlarına kadar din-ilim ayrılığı yoktu. Din ve ilim birbirlerinden ayrılamayacak kadar yek diğerini tamamlayan bir bütün idi. Kur'ân'a baktığımızda da bunu fark etmemek imkânsızdır. Dinî emir ve yasaklar vaz'edilirken, mu'cizevî üslûbu ve bütünlüğü bozulmadan, biyolojik, astronomik, tabiî, tıbbî veya tarihî gerekçeler iç içe gözler önüne serilivermiştir.
İşte bu yüzdendir ki Avrupa Rönesans ve Reform'un oluşmasında büyük payları olan, Gazâlî, İbnü Rüşd, İbnü Sina, İbnü Haldun, İbnü Kesîr, Fârâbî, Râzî gibi büyük şahsiyetler, dinî ve aklî ilimleri, hiç tenakuza düşmeden, kendilerinde cem' etmişlerdi. Dini en güzel bir şekilde anlıyor ve hayatlarında da hiç tereddüt etmeden uyguluyorlar ve böyle yaparken de ilmî açıdan en ufak bir mahzur da gördüklerini söylemiyorlardı. İbnü Rüşd ve İbnü Sina gibi şahsiy etler in eserleri Avrupa üniversitelerinde yıllarca okutulmakla kendi ölçülerine göre de aklî ilimlere ters düşmediklerinin delilidir.
Günümüzdeki hâkim çevreler arasına, her nasılsa girmeyi başarmış yarı aydınlarımızın bir kısmını da, inandıklarını söyledikleri halde, anılan yanlış görüşe sevk eden haricî sebepler arasında Sosyalizm, Komünizm, Liberalizm ve Siyonizm gibi yabancı ideolojileri zikretmek gerekir.
Çünkü İslâm'ı sadece inanmakla yaşamaya çalışan kimseler, inandığı dinin dünya görüşünden hiç haberdâr olmaz, buna mukabil kendi içlerinde akla ve mantığa ters düşmeden sırf ferdiyetçilik veya ferdin; bilgi, kabiliyet, liyâkat ve çalışkanlığı gibi faziletlerine önem vermeyen toplumculuk esası üzerine kurulan bu sistemlerden her hangi biri hakkında, yoğun bir propaganda altında, mukayese etme "ve daha iyisini seçme fırsatı kalmadığı için, yavaş yavaş şartlanmaya ve kendi değerlerine, bu arada dinine küçümseyici gözle bakmaya başlar. Bu duruma düşen bir kimseye acilen İslâm'ın adalet ve eşitlik anlayışının, sadece dil ile söylenip inançla yaşatılmaya çalışılan nazarî bir ütopya olmadığı, topluma huzur vermesi açısından tarihte eşine ender rastlanan uygulamalara sahip olduğunun anlatılması gerekir. Bunlara ilâveten toplumdaki sakat, hasta, ihtiyar ve fakirlerin geçimlerinin, zengin kimselerin acıma hislerine terk edilmediği, çünkü zekâtın dünyada ödenmesi kanun gereği bir borç olduğu da izah edilir.
Yukarıda anılan propagandalar altında kalanlara bütün bunlar yapılmazsa belki de bir defa daha kazanılmayacak bir şekilde kaybedilmiş olurlar. Çünkü Komünizm ve benzeri çarpık ideolojiler girdikleri ülkeyi öyle kolay kolay terk etmedikleri gibi, efsun Sadıkları kafalardan da pek kolay çıkmazlar.
Anılan çarpık ideolojiler için kendi içlerinde aklî ve mantıkî bir sistem kurmuş olabilirler, derken şunu kastediyorum: Bu sistemler toplumun sadece emekçi veya sermayeci gibi belli bir kesimin menfaat temeli üzerine kurulmakla, sadece bu sahada mantıkî ve kendilerine göre insanî olabilir. Fakat bu takdirde toplumun diğer kesimini yok saymak gerekir. İşte bu halleriyle, toplumun bir tarafına fazla müşfik diğer tarafına ise zâlim davranmaktan kendilerini kurtaramayan bu sistemler, kendi içlerindeki işleyişleri bakımından ilmî olabiliyor, fakat insanî olamıyor. Buna şu örneği verelim:
Eğer bu sistem sırf emekçilerin menfaati esası üzere kurulmuş ise, emeğini bizzat hizmette kullanabileceklerin (meselâ on iki ila altmış yaşlar arası olanların) menfaatine çalışır, diğerlerini ise kendine yük ve asalak kabul eder, aklı ve mantığı da bu doğrultuda kullanır. Fakat bu sistemde insan olarak kabul edilen, sakat, hasta, yaşlı, çocuk, yeni doğum yapan kadın gibi emeğini kullanamayanlar elde edilen nimetlerin pek azına, belki de ölmeyecek kadarına sahip olurlar. Diğer sistemlerin de bunun gibi zaaf taraflarını bulmak mümkündür. Şu halde bu sistemlerin getirdiği sosyal prensipler toplumun her ferdine doğumdan ölümüne kadar insana yakışır şekilde hitap edemez.
Ama İslâm, bütün bu avantaj ve dezavantajları göz önüne alarak, toplumun bütün fertlerine uygun düşecek bir sistemin oluşmasını sağlayacak temel esaslar koyuyor. Bunların içinde "te'âvun = karşılıklı yardımlaşma" esası başta geliyor. İşte İslâm'ın aklî, ilmî ve aynı zamanda insanî olan bu ve diğer prensipleri toplumumuzdaki diğer fertlere anlatılmalıdır.
Her devirde olduğu gibi günümüzde de zenginlik, kişiyi zevk, safa ve israfa götürecek şekilde ölçüsüzce kullanılırsa, bu malî güce sahip olanla? kendiliğinden İslâm'm bu konudaki sınırlayıcı esaslarına ters düşeceklerdir. Bu gibi kimseler gittikçe nefse hoş gelen bu hareketleri, kendileri tarafından kullanılması gereken bir hakmış gibi görmeye başlar. Eğer böyle düşünen kimselere kazanmış oldukları servetin; Allah Te'âlâ'nın kendilerine verdiği sıhhat, güç, kuvvet vb. nimetler ile herkes için yarattığı imkânlar zemininde çoğaldığını, dolayısıyla sakatlık gibi çeşitli sebeplerle, aynı imkânlardan istifade edemeyenlerin belli bir ölçüye göre bu servette hakkı olduğu anlatılmazsa Kârûn gibi şımarık, kibir ve gurura kapılarak Allah'a isyan ederler.
İşte, yanlış eğitim ve öğretim yüzünden edinmiş oldukları bu asılsız kanaat ve peşin hükümlerin baskıları, günümüzün ileri gelenleri üstünden kaldınlabilirse, inat ve kibirleri yüzünden dönmemekte ısrar eden pek azı müstesna, inandıkları din İslâm hakkında bu gibi şüphelerden kurtulmuş olacaklardır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İslâm'ın eğitim ve öğretimini üzerine alanlara büyük görevler düşüyor.
İslâm'ın her şeyden önce bir toplum dini olduğu şuuruna vararak bu konuda topluma neler getirdiğini iyice araştırıp öğrenmek ve onu yaşamakla örnek olmak. Bunun yanında halkla olduğu gibi toplumun ileri gelenleri ile de devamlı ilgi içinde olmaya çalışmak. Bazı kusurları veya yanlış düşünceleri yüzünden muhatapların Allah indindeki derecelerini ölçme ve öğrenme gayreti içine girmek yerine onları ikna ve ıslâh etmeye çalışmak.[521]
"Sizden önceki nesillerin seçkinleri, yeryüzünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydiler? Onlardan (vazifelerini yaptıkları için) kurtardığımız (kimseler) ancak pek azdır. Zâlim olanlar ise (kötülükleri önleyecek yerde) sadece, kendilerine verilen (riyaset ve servet sevgisi gibi külfetsiz yaşama vasıtalarını elde etmek vb.)[522] refahın ardına düştüler, onlar günahkâr insanlardı. Rabbin, ahâlisi (birbirlerini) ıslâh edip dururken de, o memleketleri (sadece) şirk yüzünden helak edecek değildi ya!"[523]
Yüce Allah insanlığı, ancak toplum halinde yaşayabilecek bir karakterde yaratmıştır. Toplum olarak birbirlerinin hak ve vazifelerine saygı göstermeleri, sosyal ilişkilerini adalet ve eşitlik üzerinde düzene koyabilmeleri için de kendilerine akıl ve vicdan vermiştir. İlk insan olaa Hz. Âdem a.s.'ın aynı zamanda ilk peygamber oluşu ise, akıl ve vicdanın bir çok konularda yeterli olamayacağının açık bir delilidir. Sünnetullâh'ta tebdil bulunamayacağından hareketle, yaratılıştan Kıyâmet'e dek insanlık tarihinin bir özeti gözü ile bakılması gereken kıssalardan da anlıyoruz ki bu eksiklik geçmişte olduğu gibi gelecekte de devam edecektir.
Mâzîyi anlatırken bize istikbâlden haber veren bu kıssalarda görüyoruz ki insanlık, Yüce Allah tarafından en güzel bir şekilde hazırlanıp kendi emrine verilen dünya şartlarında aklı ile elde ettiği bazı başarılarından zaman zaman şımarmış ve her meseleyi onunla çözebileceğini zannederek, ilâhî esaslara gereken önemi vermemeye başlamıştır. İşte insanlığın fert olarak sapıklığa, devlet olarak gerilemeye, milletler olarak da bir birlerini savaşlarla yok etmeye doğru yönelişi daima bu noktadan başlamıştır. Çünkü akıl -diğer bir ifade ile ilim- ve din; sahaları ayrı, fakat her an bir birlerine muhtaç olmakla bir bütündür. Bu bütün ikiye bölündüğü, bir birine tamamen ilgisiz kaldığı, bundan da daha kötüsü bir birine düşman olduğu zaman toplumda huzursuzluklar başlar. Kur'ân-ı Kerîm, aklına güvenerek kibirlenen ve şımardıkça şımaran kavimlerin helak olmaları yanında, sadece dinî bir gayretin içine girip hurafelere kapılanların da helaklerini anlatan kıssalarla doludur.
Kıssalarda, akla dayalı başarılardan şımaran kavimlerin; kibir, hırs ve hasen ile şahsî, ailevî ve ırkî kaprislere kapılarak nefsî duyguların esiri olan şeytanî akıllarını farkında olmadan geri tepen bir silah gibi nasıl kendi aleyhlerinde kullandıkları da anlatılır. îşte Kur'ân'ın bir kaç yerinde değişik üslûplarla tekrar edilen: "Kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır.[524] mealindeki ayetler bunu açıklıyor.
Yine bu araştırmadan anlaşılmıştır ki peygamberler, ilâhî esasları tekrar akla rehber yapmakla insanların, nefis ve hissiyatın kulu değil, Allah'ın kulu olduğu gerçeğini gündeme getirerek kavimleri, dalmış oldukları uykudan uyandırmak için gönderilmişlerdir. Bu diriliş ve uyanışa davetin karşısına ilk çıkanlar ise, toplum içinde zamanlarının şartlarına göre, hâkimiyeti ellerinde bulunduranlar olmuştur. Çünkü onlar -dine önem vermediklerinden hissiyatları kabarmış kimseler olmuş ve aklı daha çok kendi menfaatlerine, fakat başkalarının zararlarına kullanmayı normal bir haklarıymış gibi görmeye başlamışlardır.. Ama insanlar -Allah Te'âlâ'nın ikâzlarını kulak arkası edip- kendi aralarında menfaat yarışma girerlerse netice yine her şeye hâkim olduklarını sananların aleyhine döner, gerçeğini unutmuşlardı:
"(Mekke'deki gibi) her beldenin ileri gelenlerini, oranın mücrimleri kıldık ki, orada hileler yapsınlar. Halbuki onlar hileyi ancak kendilerine yapıyorlar da farkında değillerdir."[525]
Her beldede peygamberlerin karşısına dikilen bu mücrim mele' grubu böyle yapmakta kendilerini haklı göstermek ve böylece riyasetlerini devam ettirebilmek için her türlü hile ve desiselere, hatta kaba kuvvete baş vurmuşlar ama netice yine hakkın galibiyeti ile noktalanmıştır.
Hz. Muhammed s.a.v. ile Mekke mele'i arasındaki hak ve bâtıl tartışması da kısa sürmüş ve yine kesin olarak hakkın galibiyeti ile bitmiştir. Böylece toplumdaki mele, du'afa = yönetici, yönetilen ayrılık ve kırgınlığı kalkmış, yerine eşitlik ve adalet hâkim olmuştur. Çünkü: 'Toplumun yöneticisi onların hizmetçisidir."[526] anlayışıma göre idareye hâkim gruplar oluşturulmaya başlanmış, eskiden olan asılsız üstünlük iddiaları terkedilmişti. Bu düstur asırlarca toplumun yöneticilerini oluşturmada en önemli rolü oynamış, din-ilim bütünlüğü içinde efendi olarak kabul edilen yönetilenlere en güzel hizmetin nasıl yapılabileceğine dair sosyal
araştırmalar yapılmıştır. Ama sonradan yönetenler ile yönetilenler arasındaki bu bağ koparılıp ardından din ve ilim de birbirine yabancı kalmaya başlayınca hırs, Haset, kibir ve hurafeler toplum arasına yayılmaya başlamıştır. İşte bundan sonra da toplumun huzuru gittikçe bozulmuş, medeniyette de çok gerilerde kalınmıştır. Avrupa'nın Rönesans ve Reformlarını oluşturan devirlerdeki gibi, Garp'a örnek olacak bir medeniyete tekrar kavuşmak istiyorsak, din (İslâm) ve ilim arasında yıkılan köprüleri tekrar inşâ edip bu anlayışla yönetici ve yöneten arasındaki bağları da tekrar kurmamız gerekir.
Peygamberler ve mele' arasında kısa süreli tartışmalardan günümüz için alınması gereken en önemli ders ise bence: "Kötü tuzak ancak, sahibinin ayağına dolanır,'[527] mealindeki âyette gizlidir. Kıssaları baştan sona tekrar tekrar okusak, peygamberlerin, sadece inanç farklılığından dolayı toplumları düşman ilan edip sırf bu yüzden saldırıda olduklarını göremeyiz. Onlar daima en amansız düşmanlarını bile, son anlara kadar ikna etmeye çalışmıştır. Ama bunun yanında saldırılara karşı kendilerini savunmak için tedbîrler almaktan da geri durmamışlardır.
Fakat peygamberlerin -tabiri caiz ise- asıl saldırıları; aklı çepçevre kuşatıp içine hapseden hissiyat çemberini kırmaya yönelik olmuştur. Bunu temin için de gerektiği zaman insanların bedîhî duygularına hitap eden meseller anlatılmışlar ve böylece hissiyatın tekrar kendi zeminine inmesini sağlamışlardır. Akıl, nefsin heva ve heveslerine kul olmaktan kurtulduğunda ise, dinî esasların rehberliğini kabul etmede gecikmemiş ve din-ilim birliği tekrar kurularak tecrübe ve deneylerin insanlık aleyhine kullanılması önlenmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki peygamber, ilâhî esasları getirmekle akla karşı çıkıp onu bir kenara itmemiş, bilakis onu, nefsî isteklerden doğan peşin hüküm ve hissiyatın baskılarından kurtarıp tekrar gündeme getirmek istemişlerdir. Kur'ân'daki bütün kıssalar, emir ve nehiyler bu doğrultuda olduğu ve bunu gösterdiği halde günümüzdeki, dinin akla ve ilme karşı olduğu saplantısının kabahati bence herkesten önce yine müslüman olarak yine bize dönmektedir. Çünkü dinimizin huzur kaynağı olan prensiplerini toplumun ve ilmin gelişmesine paralel ve anlaşılır üslûplarla izah edememişiz.
Günümüz dünyasında din (İslâm)-ilim birliği sağlansa idi; kâinatın içinde bir top kadar bile büyük olmayan şu dünyayı paylaşma hırsı ve yarısı içine düşen süper güçler, aklın mahsûlü deney ve tecrübeyi, insanlığı kısa bir anda yok edebilecek silahları geliştirme yerine, dünyevî ve dolayısıyla uhrevî huzuru temin için gereken imkanları geliştirmede kullanırlardı.
Müslüman oldukları halde, İslam'ın öngördüğü din-ilim birliği kurulup aklın hırs, Haset ve üstünlük duygularına hâkimiyeti sağlanamadığı için müslüman ülkelerine hâkim olan mele' arasında sık sık savaşlar olmuş, günümüzde de elle tutulabilir haklı bir sebep gösterilmeyen bu tür savaşlar sürdürülmektedir.
"Toplumun yöneticisi, onlanrın hizmetçisidir." Düsturunun unutulması, din ile ilim arasındaki bağın koparılıp yarı aydınlarda dine karşı anlamsız bir düşmanlığın sürdürülmesi gibi sebeplerle günümüzdeki her İslâm ülkesinde bazı huzursuzluklar göze çarpmaktadır.
Şu halde müslüman olmalarına rağmen, İslâm'ın öngördüğü toplum huzurunu temin edememiş, medeniyette en ileri bir millet olmayı başaramamış ve bütün bunlardan dolayı ne yapacağını da bilemez hale gelmiş günümüz İslâm ülkelerine hâkim mele'ine kıssalardan alıp duyurmak istediğimiz mesaj bence şu olmalıdır:
Taklidi bırakıp, din ve ilim birliğini kurmak, bunu sağlamak için de İslâmî terbiye ve ilmi birbirine paralel yürütmek tek çıkar yoldur. Böylece başta okuduğumuz âyette belirtildiği gibi; bozgunculuğa engel olacak seçkinler yetiştirilmiş olur. İşte o zaman bunların önderliğinde toplumdaki fertlerde mevcut hırs, Haset ve heyecanlar aklın ve dinin gösterdiği tek yöne çevrilip birbirini yok etmekten kurtarılmış olurlar...
Doğruyu ancak Allah bilir...[528]
1- Kur'ân-ı Kerim.
2- Abdülbâkî, Muhammed Fuad; Mu'cemü’l-Müfehres li-Elfâzi'1-Kur'âni'l- Kerîm, Metabi'uş-Şa'b 1378.
3- Ahmed b. Hanbel, (241/855) Müsned, I-VI. Beyrut. Ts.
4- Akşit, Oktan, Roma İmparatorluk tarihi, I-II.İst.Ü.E.Fakültesi Yayınevi 1976.
5- Âlûsî, Şihabüddîn es-Seyyid Mahmûd, (1270/1854) Rûhu'l-Me'ânî fi Tefsîri'-l Kur'ani'l -Azîm ve's-Seb'i'l -Mesâni, 1-XXX. Beyrut. Ts
6- Andreas, B. Schawarz. Roma Hukuku Dersleri,I-II terc:Türkân Rado 6.baskı, 1963 İşt.
7- Askalânî, Şihabüddîn Ahmed b. Hacer, (852/1447), Fethu’l-Bâri fi Şerhi'l- Buhârî,I-XVII, 1959 Kahire; el-İsâbe fi Temiyizi's-Sahâbe.
8- Askerî, Ebu Hilâl el-Hasen b. Abdillah b. Sehm el -askerî, (400/1009) Kitâbu'l- Furûk, Tarık ed-doktor Ahmed selim el-Hımsi. Beyrut ts.
9- Ateş, Süleyman, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ank. Ts.
10- Bendenci,Ebû Bişr el-Yemân b. Ebi'l-Yemânî, (284/897) Takfiyetü fi'l- Lüğa,Beyrut. 1967.
11- Beydâvî, Nâsiruddîn, Kadı Ebu’l-Hayr, Abdullah b. Muhammed, (685/1286), Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl,Matbaai Osmaniye İst.1305.
12- Belâzûri, (279/892),Ensâbu'l-Eşraf, I-II, Süleymaniye ktb. Reisü'l-Küttâb,No, 577,598.
13- Buhârî, Muhammed b. İsmail, (256/870) ,Cami'u's-Sahîh I-IV. Mat. Âmire, İst 1315
14- Bustâni, Bitris b. Bolus.,(1300/1883) Da'iratü'l-Meârif. Beyrut Ts.
15- Cerrahoğlu: İsmail, Tefsir Usûlü (îlmu Usûli't-Tefsîr), A.Ü.Basımevi, Ank, 1976,
16- Cevâd, Ali, el-Mufassal fi Tarihi'1-Arap Kable'l-İsiâm. I-X. Bağdâd 1968-1972..
17- Cevherî, Ebû' Nasr İamail b. Hammâd el-Cevherî.: (400/1009) Sıhah, l-II, Süleymaniye ktp. Şehid Ali 2644,2645.
18- Çağatay, Neşet: İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı. A.Ü.İ.F. Yayınları 3.baskı. 1971.
19- Çantay, Hasan Bayri (1385/1966), Kur'ân-i Hakîm Ve Meâl-i Kerîm, İst 1969
20- Ebû Hayyân, el-Endelûsî Esiruddîn Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf, (744/1343) Bahru'1-Muhit I-VIII, Kahire 1328
21- Ebû Hayyân, el-Endelûsî Esiruddîn Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf, (744/1343): Tuhfetü'1-Erîb bimâ fı'l-Kur'ân mine'l-Ğarîb 1. baskı, Bağdâd. 1397.
22- Ebûdâvûd, Süleyman b el-Eş'as b. Îshâk es-Sicistânî, (275/888) Sünen.
23- Ebu'l-Bekâ, Eyyûb b. Musa el-Hüseynî el-Karafî: (1094/1683) Külliyât, Bulak mat, Mısır 1253.
24- Ebussu'ûd, Muhammed el- İmâdî, (982/1574), İrşâdu'l-Akli's-Selîm îlâ Mezâyâ'1-Kur'âni'l-K.erim, I-IX. Kahire. Ts.
25- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır. (1361/1942), Hak Dini Kur'ân Dili, I-IX Eser ktb.İst.
26- Firuz Âbadî, (817/1414): Kâmûs I-IV, Tere. Asım Efendi. MatBâa-i Bahriye, 1305 İst.
27- Günaltay, Şemsettin: İran Tarihi T.T.K. İ948 Ankara.
28- Hamidullah: Muhammed. İslâm Peygamberi, I-II, 1966 İst.
29- Hazin, Alauddûn Ali b. Muhammed. P4!/i340): Lubâbu't-Te’vil fi Me'ânl't- Tenzil,I-IV
30- İbnu Abdi Rabbih, Muhammed b. Abdi Rabbih. (827/939), îkdü'l-Ferîd, I-VII 1965 Mısır
31- İbnü Düreyd, Ebu Bekr Muhammed b. EI-Hasan el-Ezdî el-Basrî, (321/933),Cemheretü'l Lüga, Bağdad. ts
32- Îbnu'l-Esîr, Ali b. Muhammed b, Esîr (630/1233) el-Kâmil fi't-Târîh, I-XIII, Beyrut. 1965
33- İbnu Hacer :Umdetu'l-Muhaddisîn, (Sâhibu Fethi'-Bârî Şerhu Sahihi Buhârî), Tefsîru Garibi'1-Hadîs Mürettiben ale'l-Hurûf,. Beyrut. Ts.
34- İbnu Haldun: Abdurrahmân, (808/1405), Mukaddime, Kahire. Ts.
35- İbnu Hişâm, Abdumelik b. Hişâm, (213/828), Sîret'un-Nebeviyye I-IV, Mısır.
36- İbnu Kesir, Ebu'1-Fidâ İsmail, (774/1372) Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm, I-IV Mısır.
37- İbnu Kesir, Ebu'1-Fidâ İsmail, (774/1372): Fusûl fî Sîrati'r-Rasûl,I-IVTahk, Mustafa Abdulvâhid, Beyrut. 1971.
38- İbnu'ul-Kelbi:(204/819) Kitâbu'i-Esnâm, Tahk. Ahmed Zeki Faşa, Ter. Beyzâ Düşüngen A.Ü. Basımevi 1969.
39- Îbnu Kuteybe: (276/889) Tefsîru Garibi‘1-Kur'ân, Tahk. Seyyid Ahmed Sakar 1958.
40- İbnu'l-Manzûr. Muhammed b. Mükerrem, (771/1311), Lisânu’l-Arab I-XV, 1955 Beyrut.
41- İbnu Sa'd, Muhammed b. Sa'd. (230/844), Tabakâtu'l-Kubrâ,
42- Kadı 'İyâd, (544/1149) İkmâlu'l-Mu'lim bi Fevâidi Müslim, Nûruosmaniye ktb. No. 1306. İst
43- Kâsımî, Cemalüddin b. Muhammed Sa'îd b. Kasım; (1332/1914) Mehasinu't- Tevîl I-XVII, Mısır. 1957.
44- Mahir İz, Tasavvuf, Rahle Yayınevi, İst. 1969.
45- Mustafâ, İbrahim ve hulefâuhu, Mu'cemu'l-Vasit, I-II Çağrı yay. İst. Ts.
46- Mecme'ul-Luga: el-Arabiyye, Mu'cemu'l-Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, I-II, 1390 Mısır.
47- İslam Ansiklopedisi: Milli Eğitim Basımevi.
48- Kurtubi, Muhammed Ahmed;(671/1272) el-Cami'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân, I- XX, 1386 Mısır.
49- Merâgî, Ahmed Mustafa, Tefsîru '1-Merâgî, I-XXX, Beyrut 1394.
50- Mevdûdî, Ebu'l-A'lâ, (1979) , Mustalahatu'l-Erbaar fi’l-Kur'ân, 1374 Dımaşk.
51- Mukâtil, b. Süleyman, (150/767) Tefsîru'1-Kur'ân, Eski Eserier ktb. Hüseyin Çelebi Kısmı, No 27 Bursa.
52- Mukâtil, b. Süleyman, (150/767): Eşbâh ve 'Nezâir, Tahk. Abdullah Mahmud Şahate, !395 Kahire.
53- Müslim, b. Haccâc el-Kuşeyrî: :(261/875), Sahihu Müslim, I-VIII, 1972 Beyrut. Kur'an da Peygamberlere Karşıt Güçler.
54- Nedvî, Ebu'l-Hasen. Kur'ân Işığında Peygamberlik Ve Peygamberler. Ter. A. Lütfı Kazancı. İst. 1974.
55- Nedvî, Ebu'l-Hasen.: Mâ zâ Hasira'l_âlemu bi İnhitâti'l-Müslimîn, 1977 Kuveyt.
56- Nedvî, Süleyman, Asr-ı Saâdet Tebligat ve Talimat, I-V Ter. Ali Genceli, Neşr. Eşref Edib.
57- Nesefî, Ebu’l Berekât Abdullah b. Ahmed b. Muhammed, (710/1300) Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku't-Tevîl, I-V. Mısır, ts.
58- Nüveyri, Ahmed b. Abdulvahhâb,(732/1332), Nihâyetu'1-Ereb bi Fünûni'l- Edeb. I-XVIII. Kahire, ts.
59- Isfahani, Râgıbu'l-Isfahanî, Hüseyin b. Muhammed.(502/1108), Müfredat fî Garibi'1-Kur'ân, Tahk. Muhammed Seyyîd, Beyrut, ts.
60- Râzî, Muhammed b. Ömer b. Hüseyin.(606/1209), Mefâtîhu'l-Gayb (Tefsîru'l- Kebîr)I-XXXII, Mısır, 1357.
61- Reşîd Rıza, Muhammed, (1354/1935); Tefsîru'1-Kurâni'l-Hakîm, Tefsîru'l- Menâr), I-XII, 4. baskı. 1373.
62- Seyyid, Kutup, (1386/1966) Fi Zılâli'i-Kur'ân, I-XVI, (Terc. Bekir Karlığa ve ekibi) Nida Yayınevi, İst.
63- Süheylî, Abdurrahmân b. Abdullah es-Süheylî,(581/1185), Ravdu'I-Unuf fî Şerhi Sîrati'n-Nebeviyye li'bni Hişâm, I-VII, 1. baskı, Kahire,1387.
64- Süyûtî, Celaleddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr, (911/1505), Celâleyn (Tekmilletu't-Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm li'ş-Şeyh Celaleddin Mahallî) Çağrı Yayınevi İst. Ts.
65- Süyûtî, Celaleddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr, (911/1505): Lübâbu'n-Nukûl fî Esbâbi'n-Nüzûl (Celaleyn ken-arında) Çağrı Yay
66- Süyûtî, Celaleddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr, (911/1505): Dürrü'l-Mensûr fi't-Te'vîl bi'1-Mensûr, I-VI, Beyrut, ts.
67- Süyûtî, Celaleddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr, (911/1505): Mu'teraku'l-Ekrân fi İ'câzi'l-Kur'ân, I-II, Daru'l-fîkri'l-.Arabî ts.
68- Şah Veliyyullah, İbnu Abdirrahmân ed-Dehlevî, (1176/1763), Hüccetullahi'l-Bâliga, Tahk. Seyyid Sabık, I-II,
69- Taberi. Muhamed b. Cerîr (310/922), Câmi’u’l-Beyân an Te'vlli'l-Kur'ân, I- XXX, Mısır 1388.
70- Taberi. Muhamed b. Cerîr (310/922): Tarihu'1-Ümem ve'1-Mülûk, I-IV, Beyrut,ts.
71- Taşköprülüzâde, (969/1561) Miftâhu's-Seâde ve Misbâhu's-Siyâde, I-III, Kahire 1968.
72- Vahidî, Ebulhasen Ali b. Muhammed en-Nisabûrî (468/1075) Esbâbu'n-Nüzûl, 2.baskı 1387[529]
[1] Okunan eserlerin bazıları şunlardır:
1- Ali Fuad Başgil: Din ve Laiklik.
2- Adnan Adıvar; Tarih Boyunca İlim ve Din, I-II.
3- Haydar Bammat: İslamiyetin Manevi ve Kültürel Değerleri.
4- İ.Hami Danişmend: Garp Medeniyetinin Menbaı olan İslam Medeniyeti.
5- Muhammed Kutup: İslam'ın Etrafındaki Şüpheler Terc. A.Özek.
6- A.Hamdi Akseki; Dini Müesseselerimiz Hakkında bir Rapor. İslam Mecmuası sayı, 34, Yıl,IV, C,III, Sahife, 295-300.
[2] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 8-10.
[3] Azhâb: 33/62; Fatır: 35/43; Fetih: 48/23.
[4] İbrahim: 14/21.
[5] İbrü’l-Mansûr, Lisânü'l-Arap, IX, 17; Isfahanı, Müfredat, 74; Komisyon. Mu'cem, I 159.
[6] Sebe: 34/34; Hud: 11/116; İsra: 17/16; Mü'minûn: 23/33, 64; Zuhruf: 43/23.
[7] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 11-13.
[8] Firuzabadi, Kamus, Ter. Asım Efendi I.99, Mu cemu'l-Vasit II, 882.
[9] Askerî, Ebu Hilâl, Kitâbu'l-Furûk, 307; El-Bendenci, et-Takfiyetü fi'1-Lüga, 83; İbnü'l-Mansur, Lisanü'l Arap, I, 158 vd.
[10] Zemahşerî, Esasü'l-Belaga, 601; İbnüİ-Manzur age. I, 153 vd; İbnu Kuteybe, Tefsiru Garibi'l-Kuran 92, 171.
[11] İbnü Düreyd, Cemheretü'1-Lüga 267,292; İbnü'l-Manzur age. I 158 vd.
[12] İbnü'l-Manzur age. I, 158 vd.
[13] Firuzabadi age. I, 99.
[14] İbnu'l-Manzur age. I, 158 vd.
[15] Cevheri, Sıhah, I, vr, 26 ayrıca age. Kaynakların mezkur sahifeleri: Mele' kelimesinin bu manasından hareketle; herkesin gözü önünde, alenen yapılan bir şeyi anlatmak için: "Ala melein mine'n-nas" ifadesi kullanılır.
[16] Mekkeli müşrikler Uhud Harbînde, Bedir'in intikamını almak için şühedanın uzuvlarını kesmişlerdi. Ebu Süfyan (31/652), tasvip edilmeyen bu hareketin kendisine danışılmadan yapıldığını anlatmak için: "gayru melein minna" ifadesini kullanmıştır, Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 463.
[17] Firuzabadi, age. I, 99; Raid II, 1425, Cevheri age. 26, Peygamber efendimiz "..suyun başına üşüşen ashabına: "Ahsinu'l-melee..." iyi davranınız; hepiniz suya kanacaksınız" derken bu manayı kastetmiştir.
[18] Buharı, Cizye, 21: Fedail-u Ashab, 24; Müslim, Cihad, 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 393, 417.
[19] Ibnü Hişam, Siret, II, 297; İbnü Kesir, Siret, II, 472 vd.
[20] Ebu Hayyan el-Endelusi, Bahr, IV, 135.
[21] Taberi, Cami ul-Beyan, VII, 202; Vahidi, age. 125; Suyûtî, Lübab, I, 159; Mukatil'de mevcut iki rivayette ise başta Ebu Cehil olmak üzere yine eşraftan değişik isimler naklediyor. Bkz. Vr. 62 vd.
[22] Vahidi, age. 125.
[23] Neşeli Medarik, II, 13; ayrıca bkz, Ebussuud, İrşad, III, 138.
[24] Buharı, Temenna, 7: Müslim, Cihad, 44.
[25] Sahhi-I Müslim Şerh-i Nevevi XII, 171; İbnu Hacer, Tefsîru Gar'ibi'l-Hadis, s. 228.
[26] İ.A. Mekke md.
[27] "mele"' kelimesinin bu manada kullanıldığına dair burada gösteremediğimiz diğer şahitler için bkz: Ahmed s. Hanbel, Müsned, I, 303, VI, 61; Müslim, Mesacid, I; Sahih-I Müslim Şerh-i Nevevi, V, 6 vd. Kadı Iyad, İkmal vr. 112; İbnü Hişam age, II,27. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 13-16.
[28] Bakara: 2/246; Araf: 7/60, 66, 75, 88, 90, 103, 109, 127; Yunus: 10/75, 83, 88; Hud: 11/27, 38, 97; Yusuf: 12/43; Mu'minun: 23/24, 33, 46; Süara: 26/34; Neml: 27/29, 32,38; Kasas: 28/20, 32, 38; Saffat: 37/8; Sad: 38/69; Zuhruf: 43/6.
[29] Hud: 11/38.
[30] Mukatil, Tefsir, vr.80 a.b.
[31] Taberi, Cami ul-Beyan, II, 595, 602. Ayrıca bkz. Ebu Hayyan el-Endulusi, Tuffetü'1-Erib bima fi'1-Kur'ani mine'l-ğarib, 244.
[32] Isfehani, Müfredat, 719.
[33] Zemâhşerî, Keşşaf, II, 85.
[34] Kurtubi, el-Cami'u li Ahkam, III, 243.
[35] İbnü Kesir, Tesir, II, 223, 442, III, 243, 361.
[36] Süyûtî, Mü'terekü'l-Ekrân fî İ^câzi'l-Kur'an, II, 265.
[37] Razi, Nefatih, XIV, 1501 ayrıca bkz. VI, 181.
[38] Seyyid Kutup, Fi Zilâl, VI, 117.
[39] Âlûsî, Ruhu'l-Me'âni, II, 164, 164, VIII, 150, XII, 36vd. Kâsimi, Mehâsinu't-Te'vîl, VII, 2763 Reşid Rıda, Menâr, XII, 151, IX, 39, VIII, 491.
[40] Ebû Hayyân el-Endelûsi; Bahr, V, 312; İbnü Kesir, Tefsir, III, 361; Reşid Rıda, age. IX, 39, XII, 151; Ayrıca bkz. Komisyon, Mu'cemu'l-Elfâzil-Kur'ân. II, 649.
[41] "Mele'" kelimesinin genel manadaki cemaat/topluluktan farkı için bkz. Askeri, age, S.307.
[42] Elmalı, Hak Dini, IV, 2226 vd.
[43] Elmalı, age. V, 3446 vdd, 3451.
[44] Ebu'l Beka, Külliyât, 352; Bedavi, Envae, 589: Âlûsî, age. XXIII, 69, 221.
[45] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 16-19.
[46] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 19.
[47] Kasas: 28/38.
[48] Ahmet Refik, Büyük Târih-i Umûmî, I,135.
[49] H.C. Wels, Cihan Tarihinin Umumî Hatları, I, 186 vd.
[50] H.C. Wels, age. I, 200.
[51] Kasas: 28/4.
[52] A'raf: 7/137.
[53] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 19-20.
[54] Meydan Larousse, Roma md. ayrıca bkz. Dr. Andreas, Roma Hukuk Dersleri, Ter. Dr Türkan Rado, I. 82 vdd.
[55] Prof. Dr. Oktan Akşit; Roma İmp. Tarihi.
[56] H.C. Wels, age, II. 146 vd.
[57] H.C. Wels. age, II, 154. 170.
[58] H.C. Wels, age. II, 146 vd.
[59] H.C. Wels, age, II, 212. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 20-22.
[60] A.A.Vasiliev, Bizans İmp. Tarihi, ter. A. Müfid Mansel, 74 vd.
[61] A.A.Vasiliev, age. 200 vd.
[62] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 22-23.
[63] Ord. Prof. Ş. Günaltay, İran Tarihi, I, 298.
[64] Nedvî, Mâza Hasira'l-Âlem, 49 vd.
[65] Meydan Larousse. Iran Mad. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 23-24.
[66] Nedvî, age. 58 v.d; ayrıca bkz.Ahmet Refik, age. I, 424.
[67] Nedvî, age. 59; Ayrıca diğer imtiyazlar için bkz. Ahmet Refik; age, 432 v.d.
[68] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 24-25.
[69] Neml: 27/69; Âli Imrân: 3/127; El’âm: 6/11; Nahl: 16/36; Rûm: 30/42; Yûsuf: 12/109; Rûm: 30/9.
[70] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 25-26.
[71] Bakara: 2/29, Hac: 22/65; Nahl: 16/10- 16.
[72] Fatır: 35/39; En'âm: 6/165.
[73] En'am: 6/48; A'raf: 7/35, Bakara: 2/38.
[74] Nahl: 16/112.
[75] A'raf: 7/11, 12, 20.
[76] Şu'ara: 26/146-148.
[77] Kasas: 28/58.
[78] Yunus: 10/18; Furkan: 25/55; Hacc: 22/12; el- Enbiya: 21/66.
[79] İsra: 17/22.
[80] Kasas: 28/50; ayrıca bkz. Rum. 30/29: En'am, 6/119; Muminun, 23/71.
[81] İbnü Hişam a.g.e. I. 359 v.d; İbnil Kesir, Siret, II, 18 Vd.
[82] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 27-30.
[83] E bu Hayyam el-Endelusi, Bahr. V, 272.
[84] Hud: 11/116,117. "Zulm" kelimesine verdiğimiz "Şirk" manası için bkz. Beydavi, Envaru't-Tenzil, 308.
[85] Taşköprülüzâde, Miftâhu's-Se'âde, III, 310.
[86] Endelûsî, 'İkdü'l-Ferîd, I, 32.
[87] İbni Haldun, Mukaddime, 129.
[88] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 31-32.
[89] İbni Haldun, Mukaddime, 129 v.d.
[90] İbni Sa'd, Tabakât, I, 66 v.d., İbnü Kesir, Siret, 1, 96 vd.
[91] İbni Sa'd, age, I, 75, vd. İbnü Kesir, Siret, I, 186.
[92] Ankebût: 29/12. Bu ayetin, İman edenlere: "Ne biz ne de siz öldükten sonra dirileceksiniz, şayet böyle bir şey olursa, biz sizin günahlarınızı elbette yükleniriz" diyen Kureyş asilzadeleri hakkında nüzul olduğu rivayet edilir. Bkz. Zemâhşerî, Keşşaf, III, 199; Nesefî, Medarik, III, 252; Taberi, Cami'ul-Beyan, XX, 134. Başka bîr rivayete göre ise; Ebu cehil ve diğer Kureyş asilzadeleri, peygamberimize gelen kimseleri karşılayarak selam verip şöyle derlerdi: "O, şarabı, zinayı ve Arapların yapa geldikleri şeyleri haram ediyor. O halde, O'na gitmekten vazgeçin; biz günahlarınızı yükleniriz." Bkz. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr,V.143. Hazin'in beyanına göre ise, bu sözü söyleyen Ebu Süryân'dır, III, 417. Görüldüğü gibi rivayetlerde geçen şahıslar farklı olmasına rağmen, topluma hakim olan mele' sınıfından olmakta birleşmişlerdir.
[93] İbni Haldun, a.g.e. 170.
[94] Nûr: 24/40.
[95] Mülk: 67/22.
[96] Bakara: 2/257.
[97] Cehennem= Şirk manası için bkz. Mukatil, vr, 180a.
[98] Kasas: 28/41.
[99] Araplardaki eski bir geleneğe göre, bin devesi olan, nazar değmesin diye, bir devenin gözlerini oyardı. Bu geleneğe göre, Amr, 20 devenin gözünü oymuştur. Bundan da anlaşılıyor kî, Amr, o günün Karun'u sayılacak kadar zengindir Süheyli, Ravdü'l- Ünf, I, 357.
[100] Ayrıca kendi kafasından bahire, şaibe, vesile, ham gibi yasaklar uydurup onlara kabul ettirmiştir. Bazı, a.g.e. III, 114; İbnü Kesir, Siret, I, 62, İbnü Kesir, Tefsir, IV, 111; Mes'ûdî, Mürûc, II, 56.
[101] "Lât" ismi; un ve yağ karıştırarak "sevik" yemeği yapmak manasına gelen 'Lette" fiilinden türetilmiştir. Bu yemek devamlı olarak büyük bir kayanın üzerinde veya yanında hacılara dağıtıldığından ona "lât" ismi verilmiştir. Bkz, Süheyli, Ravdu'l- Unf, 1357; İbnül Mansûr, a.g.e. II. 03.
[102] Süheyli, age. I, 357.
[103] Buhârî, Menâkib, 9, Tefsîru'l-Mâide, 13. ; Müslim, Cennet, 50, 51. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 275, 366. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 33-36.
[104] Ibnü'l Manzur, age. XIII, 461; Komisyon, Mu'cemu el-fâzi'l-Kur'ân, II, 911.
[105] Saffat, 37/28.
[106] Zemâhşerî, Keşşaf, II, 339; ayrıca bkz. Kurtûbî, XV, 7 vd. Nesefî Medarik. IV, 19, 97 İbnü Kesir, Tefsir, IV, 5; Beydavi, Envae, 591.
[107] Isfahanı, Müfredat, 553; Komisyoni age, II, 911.
[108] Beydavi, Envae, 591; ayrıca bkz. Râzî, Mefâtîh, XXVI, 134; İbnü Kesir, Tefsir, IV,5.
[109] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 36-38.
[110] Mâide: 5/18; Tevbe: 9/30-31.
[111] Bakara: 2/22.
[112] Ra'd: 13/11; ayrıca bkz. Enfâl: 8/53.
[113] En'am: 6/123.
[114] Kurtübî, age, XIV, 305, ayrıca bkz. Mukatil, Tefsir, vr. 197b; Taberi, Cami'u'l Beyan, XXII, 99.
[115] Sebe: 34/34; ayrıca bkz. Zuhruf: 43/23.
[116] Bakara: 2/124.
[117] Nitekim şarktan garba kadar birçok milletlerde, -Konfıçyus, Eflatun gibi- yetişen filozoflar aklın gösterebildiği ölçüde, toplum içinde güzel sistemler çizmiş, tavsiyelerde bulunmuşlardır. Fakat bunları, kibirleri yüzünden akla kıymet vermeyen idarecilerine kabui ettirememiş ve dolayısıyla bunlar toplum için bir etopya olarak kalmışlardır. Ayrıca, cahiliye devrinde Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr gibi, yaşadıkları çevrede olup bitenlerden rahatsız olan kimselerin, kısmen de olsa toplumu ıslah teşebbüsleri neticesiz kalmıştır.
[118] Cum'a: 62/6.
[119] Nisa: 2/58.
[120] Hucurât: 49/13.
[121] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 38-40.
[122] Fatiha 1/1, Ayrıca bkz. Enam 6/1.
[123] Bakara: 2/165.
[124] İbınu Mâc, Nikah 4, Ebu Davudi, Nikah 40; Tirmîzî, Rada' 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 381.
[125] Bakara: 2/165.
[126] Elmalılı, age. I, 578.
[127] Mücahid, Tefsir, I, 93; Kurtûbî, el-Cami'm li-Ahkâm, II, 203.
[128] Taberi, Câmi,VI Beyân, II, 66, Hâzîn Tefsir I, 103. Beydavi, age. 34, Zemâhşerî, Keşşaf, I, 326.
[129] Razı, age, IV, 204; Elmalılı, age. I, 573.
[130] Şu'ara: 42/21, ayrıca bkz. En'am, 6/119; Furkan, 25/43; Rum, 30/29; Câsiye, 45/23.
[131] Taberi, Camiul Beyan, XXIX, 99; Razi, age, XXX, 143; Nesefî, Medarik, IV, 297; Reşide, Rıdâ, Medar, VII, 545.
[132] Zuhruf: 43/23. Mütref= "lider ve şirkte öncüler" manası için bkz. Taberi, Câmi'u'l-Beyân, XXV, 61; Hâzîn, age, IV, 104; Kurtûbî, Ahkâm, XVI, 75.
[133] Şah Veliyullah, Huccetullah'il Bâliğa, I, 128.
[134] Şah Veliyullah, age. I.126 vd.
[135] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 41-44.
[136] A'raf: 7/31-33.
[137] Kasas: 28/76-82.
[138] Isfahânî, Müfredat, "ş k r" mad.
[139] Mahir İz, Tasavvuf, İst,1969. S.246.
[140] İbrahim: 14/7.
[141] Şu'ara: 26/128-131.
[142] Şu'ara: 26/146-150
[143] İbnü'l-Mansür, Lisânü'l-Arap, IX, 17; Isfahanı, Müfredat, 74; Komisyon, Mu'cem, I,159.
[144] Sebe: 34/34; Hud, 11/116; İsra' 17/16; Mü'minûn, 23/33, 64; Zuhruf, 43/23.
[145] Ahzâb: 33/72.
[146] İsra: 17/16.
[147] Taberi, Cami'u'l-Beyan, XV, 54 vdd; İbnü Kesir, Tefsir, III, 32 vd.; Birinci mana için ayrıca bkz. Beydavi, Etıvae, 372; Nesefi, Medarik, II, 309.
[148] Seyyid Kutup, age. IX, 296.
[149] Yunus: 10/88; ayrıca bkz. Nuh,71/21;Zuhruf, 43/33. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 44-49.
[150] İbrahim: 14/11; Kehf, 18/110, Fussilet, 41/6.
[151] Al-i İmrân: 3/51; Mâide, 5/72, 117; Hud, 11/56.
[152] Kehf: 18/110.
[153] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 153. Benzeri ikazlar için bkz. Müslim, Edep. 4: Ebû Davudi, Edep, B. Kerahet't-Temeddüh; Buhârî, Edebü'l- Müfred, B. Hel yekûlu Seyyidî, Buhârî, age. B, La yekûlu Abdi.
[154] Seyyid Kutup, Fi Zilâl, V, 384.
[155] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 49-52.
[156] "ellezine's-tüd ifu"= "tebaa" manası için bkz. Taberi, Cami’u’- Beyân, XXII, 97: Zemâhşerî, Keşşaf, III, 290; Kurtûbî, el-Câmi'u li Ahkâm, XIV, 302; Beydavi, Envâr, 572; İbnü Kesir, Tefsir, III, 539.
[157] Mana için bkz, İbnü Kesir age. aynı yer.
[158] Mana için bkz, Taberi, Cami’u’l- Beyan. aynı yer.
[159] Sebe: 34/31-33.
[160] mana için bkz. Zemâhşerî, Keşşaf, III, 275, Beydavi, Envâr, 514.
[161] Taberi (Cami'u’l- Beyan. XXII, 50) bu kısma ait şu açıklamayı yapıyor; "Ey Rabbimiz: sapıklıkta önderlerimize, şirkte ise ulularımıza uyduk, onlar da bizihakkın caddesi, hidayet yolu ve sana imandan ayırdılar. İbnu Kesîr (Tefsir, III, 519)de ise şu açıklamayı görüyoruz: "Biz, yaşlı, lider ve büyüklerimiz olan beylerimize uyarak peygamberlerimize karşı çıktık.
Büyüklerimizde bir hüner var, veya bildikleri bir şey var zannetmiştik, meğer onlar hiçbir şey değilmiş.
Mukatil (Tefsir, vr, 192a) ise bu ayetin nüzul sebebi olarak şunu naklediyor: "Bu ayet, Bedir savaşında müşrik ordusunun yiyecek ihtiyaçlarını üzerlerine alan, on iki kişi hakkında inmiştir." Bunlardan: Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, isimlerini saymakla iktifa ediyor.
[162] Ahzâb, 33/66-68.
[163] Bakara, 2/165-167; A'raf, 7/38-45; İbrahim, 14/21-22; Nahl, 16/86-87; Furkan, 25/27-29; Şuarâ, 26/91-102; Kasas, 28/62-63; Saffat, 37/25-36; Zuhruf, 43/36-39; Nuh, 71/21-23.
[164] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 52-53.
[165] A'râf: 7/60.
[166] A'râf: 7/66, 90; Hûd: 11/27; el-Mü'minûn: 23/24.
[167] Mü'minûn: 23/33.
[168] A'râf: 7/75.
[169] A'râf: 7/109,127.
[170] Şu'arâ: 26/111.
[171] A'râf: 7/75.
[172] A'râf: 7/59, 65, 73, 85.
[173] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 54-55.
[174] A'râf: 7/59-64.
[175] Hûd: 11/27.
[176] Hüd: 11/30-32.
[177] Şu'arâ: 26/107-110.
[178] Mü'minûn: 23/24, 25.
[179] Şu'arâ: 26/116.
[180] Nûh: 71/7.
[181] Ankebût: 29/14.
[182] Hûd: 11/40.
[183] Nûh: 71/21-24. Mealde geçen (zengin ve lider durumunda olan) açıklaması için bkz.: Kurtubî, a.g.e., XVIII, 306; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 164; Âlûsî, Rûhu’l-Me'ânî, XXIX, 76; Seyyid Kutub, a.g.e., IV, 272.
[184] Mukâtil, Tefsîr, vr. 257b; Râzî, a.g.e., XXX, 146; İbnü Kesir, el-Bidâye, I, 109.
[185] Nûh: 71/25-27.
[186] Hemen hemen aynı inkâr ve iftiraları ihtiva eden Nûh a.s.'ın kıssasıyla ilgili diğer âyetlerden birkaçı için bkz.: Yûnus, 10/71-73; Hûd, 11/25-49; Mü'minûn, 23/23-30; Şu'arâ', 26/105-122; Nûh, 71/1-28.
[187] Zuhruf: 43/23.
[188] İbnü Kesîr, Tefsir, II, 442 vd. Herakliyüs ve Ebû Süfyân arasındaki konuşmaların tamamı için bkz.; Buharı, Bed’ü'l-Vahy, 6; Tefsîr (3), 4: Müslim, Cihâd, 26.
[189] Reşide Rıdâ, Medar, XII, 60. Ayrıca bkz.: Zemahşerî, Keşşaf, IV, 164; Kurtubî, XVIII, 306; Ebü Hayyân el-Endelüsî, Bahr, V, 214 vd.; Âlüsî, a.g.e., XXIX, 76; Seyyid Kutub, a.g.e., XV, 272. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 55-59.
[190] Şu'arâ: 26/23-29.
[191] Kasas: 28/38.
[192] A'râf: 7/106-112.
[193] A'râf: 7/113-122.
[194] A'râf: 7/123-124.
[195] A'râf: 7/127.
[196] A'râf: 7/130-131.
[197] A'râf: 7/132.
[198] Mü'minûn: 23/47.
[199] Yûnus: 10/78.
[200] Yûnus: 10/83. Âyetteki a) "Zürriyyetün" = "bir kısım gençler" mânâsı için bkz.: Beydavi, a.g.e., 286; Râzî, a.g.e., XVII, 144; Nesefi, a.g.e., II, 172. b) "fı'l-'arz" lafzına da başındaki belirlilik takısından dolayı "Mısır" mânâsı verilmiştir.
[201] Zuhruf: 43/51-54.
[202] Mü'min: 40/26.
[203] Tâhâ: 20/77;, Şu'arâ’, 26/52.
[204] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 59-62.
[205] Elmalılı, a.g.e., V, 3755.
[206] Râzî, a.g.e., XXV, 13 vd.
[207] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 62-63.
[208] Sebe: 34/34.
[209] Zuhruf: 43/23.
[210] Mukâtil: Tefsir, vr. 197b.
[211] Kurtubî, a.g.e., XIV, 305. Âlûsî'den benzer bir rivayet III. Bölüm 5'de zikredildi.
[212] Şûra: 42/27.
[213] Zenginliğin insanı taşkınlığa sevk edeceği hakkında daha geniş bilgi için bkz. Râzî, a.g.e., XXVII, 170 vd.
[214] İbnü Kesîr. Tefsir, III, 540. Ayrıca bkz.: Suyütî, Lübâb, II, 85; Suyutî,, Dürrü'l- Mensur. V, 238.
[215] Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XXII, 147.
[216] Reşide Rıdâ, Medar, XII, 224 vd. Ayrıca bkz.: VII, 434 vd.; VIII, 33 vd.
[217] A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hûd: 11/26, 50, 61, 84.
[218] Nahl: 16/36. Âyetteki "tâgût" kelimesi için yaptığımız açıklama için bkz.: İsfehânî, Müfredat, 304 vd.; Komisyon, Mu'cem, II, 137; İbn Manzûr, a.g.e., XV, 9; Elmalılı, a.g.e., II, 869 vd.; Seyyid Kutub, a.g.e., II, 47; Elmalılı, anılan yerde "tâgût" kelimesini açıklarken; "Putların; derece-i tâliyede tâgûtlar sayıldığını, çünkü bunların bizzat kendileri Allah'a isyan edemedikleri, ancak insanlar tarafından bu konuda vâsıta olarak kullanıldıkları, dolayısıyla Allah'a isyan eden bütün azgın ve zorbaların, bu putlara kendi isyanlarını ileri süren tâgûtlar olduğunu belirtiyor.
[219] Yûsuf: 12/39-40.
[220] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 63-67.
[221] "Karye" kelimesinin mânâlarından biri de "toplumun merkezi, başkentidir ki, burada haklı idare eden reisler ve milletin diğer ileri gelenleri oturur." Bkz.: Reşide Rıdâ, a.g.e., VIII, 33; Ayrıca bkz. Isfahanı, Müfredat, "k r y" mad.; Ebulbekâ, Külliyât, s. 293.
[222] el-A'râf, 7/94; Yûsuf, 12/109; el-Enbiyâ', 21/6; eş-Şu'arâ', 26/8; el-Kasas, 28/59; es-Saba', 34/34: ez-Zuhruf, 43/23.
[223] Hacc: 22/73.
[224] Hûd: 11/59, Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 67-70.
[225] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 70-72.
[226] Mülk: 67/8-9.
[227] Zâriyât: 51/52.
[228] A'râf: 7/60; Mü'minün: 23/25.
[229] Necm: 53/1-2.
[230] Tekvîr: 81/22.
[231] Fâtır: 35/25. Ayrıca bkz.: 'Âl-i 'Imrân 3/184; En'âm, 6/148; Hac,. 22/42; 'Ankebût, 29/18; Sâd, 38/14; Kâf, 50/14.
[232] Zâriyât: 51/53.
[233] Mü'min: 40/83.
[234] Râzî, a.g.e., XXIII, 92.
[235] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 72-74.
[236] Hicr: 15/10-11. Ayrıca bkz.: Ra'd, XIII, 32; Zuhruf, 43/7; En'âm, 6/10; Enbiyâ', 21/41.
[237] Enbiyâ: 21/36.
[238] Hicr: 15/95. Kaynaklar âyette geçen "müstehziin" için değişik isimler vermekle beraber hepsine Mekke mele'i olduğunda ittifak etmektedirler. Bkz.: Mukâtil, Tefsir, vr. 126b; Taberî, Cami’u’l- Beyân, XIV, 69 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 399; Râzî, a.g.e., XIX, 215; Beydavi, a.g.e., 351; İbnü Kesir, Tefsir, II, 559; İbnü
Hişâm, a.g.e., II, 50 vd.
[239] Mutaffîfin: 83/29-32.
[240] Seyyid Kutub, a.g.e., XVI, 96.
[241] Fâtır: 35/43.
[242] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 74-75.
[243] Enbiyâ: 21/5; Yasin, 36/69; Saffât, 37/36; Tûr, 52/30; Hakka, 69/41. Kâhin demeleri için bkz.: Tûr, 52/29; Hakka, 69/42. Sihirbaz demeleri için bkz.: el-A'râf. 7/109; Yûnus, 10/2; Tâhâ, 20/63; Şu'arft', 26/34; Sâd, 38/4; Mü'min, 40/24; Zuhruf, 43/49; Zâriyât, 51/39-52. Eskilerin masallarıdır, demeleri için bkz.: En'âm. 6/25; Enfâl, 8/31; Nahl, 16/24, Mü'minûn, 23/83; Fürkân, 25/35; Neml, 27/68; Ahkâf, 46/17; Kalem, 68/15; Mutaffîfîn, 83/13.
[244] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 75-77.
[245] Ahkâf: 46/11.
[246] En'âm: 6/53.
[247] Mâide: 5/104.
[248] Hûd: 11/87.
[249] Zuhruf: 43/23.
[250] Bakara: 2/14. Ayette geçen "şeyâtîn" kelimesine verdiğimiz mânâ için bkz.: Râzî, a.g.e., II, 69; İbnü Kesir, Tefsir, I, 51; Mahallî, Celâleyn, I, 3.
[251] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 77.
[252] Mü'minûn: 23/32.
[253] Mü'minün: 23/24; Fürkân, 25/21.
[254] Fürkân: 25/8, Zuhruf, 43/53; Hûd, 11/12.
[255] Râzî: a.g.e., XXI, 60.
[256] En'âm: 6/111.
[257] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 78-79.
[258] Ebu's-Su'ûd, İrşâdu 'Akli's-Selîm, VIII, 81. Ayrıca bkz.: Âlüsî, a.g.e., XXVI, 14.
[259] İbnü Kesir, Tefsir, IV, 156.
[260] En'âm: 6/52.
[261] Mukâtil, Tefsir, vd. 62b vd.; Taberî, a.g.e., VII, 200 vd.; Vahidî, a.g.e., 124; Suyuti, Lübâb, I, 158; Ebû Hayyân el-Endelûsî, a.g.e., IV, 135.
[262] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 79-81.
[263] Mü'minün: 23/24.
[264] A'râf: 7/110, 123; Tâhâ: 20/63; Şu'arâ: 26/35.
[265] Yûnus: 10/78. Âyette geçen "kibriyâ" kelimesine verdiğimiz "hükümdar" mânâsı için bkz.: Beydavi, a.g.e., 285; Râzî, a.g.e., XVII, 142; NeseO, a.g.e., II, 172; Ebû Hayyân el-Endelûsî, ag.e., V, 182.
[266] Râzî, a.g.e., XVII, 142.
[267] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 81-83.
[268] En'âm: 6/123.
[269] Fâtır: 35/43.
[270] Şu'arâ: 26/116.
[271] Meryem: 19/47.
[272] A'râf: 7/88; İbrahim: 14/13; Şu'arâ: 26/167.
[273] A'râf: 7/90. Ayrıca bkz.: Râzî, a.g.e., XIV, 181.
[274] Şu'arâ: 26/29.
[275] A'râf: 7/124; Tâhâ: 20/71; Şu'arâ: 26/49; Mü'min: 40/25.
[276] A'râf: 7/124; Mü'min: 40/26.
[277] Yûnus: 10/83. Mânâ için bkz.: Tezin dipnot: 110'u.
[278] Hüd: 11/59.
[279] Nûh: 71/21.
[280] A'râf: 7/82.
[281] Enbiyâ: 21/68-69; Saffât: 37/97.
[282] A'râf: 7/124,127, 141; Tâhâ: 20/71; Şu'arâ: 26/49; Mü'min: 40/25.
[283] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 83-85.
[284] İbn 'Abdi Rabbih, 'İkdü'l-Ferîd, III, 335. Sosyoloji âlimlerimizden Hatit Ziya Ülgen bu içtimaî gurupların Türkçe karşılığı olabilecek şu terimleri gösteriyor: Budun, anar, ulus, boy, oymak, tire, ocak. Bkz.: Millet ve Tarih Şuuru, 351.
[285] İslâm Ansiklopedisi, I, 485: N. Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, 99 vd.
[286] Ali Cevâd, el-Mufassal fi Târîhi'l-'Arab kable'l-İslâm, v. 264 vd.; Süleyman NEdvî, 'Asr-ı Saadet (Tere: Ali Gencali), I, 385.
[287] Ali Cevâd, a-g.e., V, 254.
[288] Ali Cevâd, a.g.e., IV, 47 vd.
[289] Yakûbî, Târih, I, 258.
[290] Ali Cevâd, a.g.e., IV, 49.
[291] Zuhruf: 43/23-24.
[292] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 86-90.
[293] İbnü Sa'd, Tabakât, I, 199; İbnü Hişâm, Sîret, I, 282; Belâzûrî, Ensâbu'l-Eşrâf, I, vr. 26b.
[294] Taberî, Târih, II, 221.
[295] Tebbet, 111/1-2. Bu sûre Ebû Leheb ile Ebû Süfyân'ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemîl hakkında inmiştir.
[296] Nüzul sırasına göre tertip edilmiş Hz. Osman, İbn Abbas ve Ca'feru's-Sâdık'ın Mushaflarındaki sûrelerin sırasını bir tablo halinde görmek için bkz.: İsmail Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, 86 vd.
[297] 'Alak: 96/6-10.
[298] Mukâtil, Tefsîr, vr. 275b vd.; Taberî, Tefsîr, XXX, 253 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 271; Beydavi, a.g.e., 804; Râzî, a.g.e., XXXII, 17; Kurtubî, a.g.e., XX, 113; Nesefi, a.g.e., IV, 368; İbnü Kesîr, Tefsîr, IV, 528; Vahidî; a.g.e., 257; Suyûtî, Lübâb, II, 101; İbnü Hişâm, a.g.e., 1, 333.
[299] Kalem: 68/10-14.
[300] Mukâtil, Tefsir, vr. 254b vd.; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 142; Beydavi, a.g.e., 752; Râzî, a.g.e., XXX, 83; Kurtubî, a.g.e., XVIII, 231; Nesefi, a.g.e.,: " 'inde'l-cumhûr, Velîd b. Muğire hakkında inmiştir." kaydı ile bkz.: IV, 280. Diğer kaynaklarda ise; içlerinde Velîd b. Muğîr zikredilmeden öbür şahısların bir kısmı sayılmaktadır. Bkz.: Taberî, Tefsir, XXIX, 25; İbnü Kesir, Tefsîr, IV, 404; Suyûtî, Lübâb, II, 177.
[301] Müzemmil: 73/10-11. Üçüncü olarak nâzil olduğu bildirilen bu sûredeki anılan âyetler Mukâtil'e göre Mugîre Oğulları hakkında inmiştir. Bkz.: vr. 259a. Fakat diğer kaynaklar anılan âyetlerin Medine'de Bedir savaşından kısa bir süre önce indiğini belirtmekledirler. Böyle olsa bile Mekke'deki ilk yıllara ait atmosferi güzel bir şekilde açıkladığı için buraya uygun düşmektedir.
[302] Müddessir: 74/11-14.
[303] Bkz.: Mukâtil, Tefek, vr. 259b vd.; Taberî, Tefsîr, XXIX, 152; Vahidî, a.g.e., 250 vd., Zemahşerî, Keşşaf, IV, 182; Beydavi, a.g.e., 769; Râzî, a.g.e., XXX, 198; Kurtubî, a.g.e., XIX, 71; Nesefi, a.g.e., IV, 308; İbnü Kesîr, Tefsîr, IV, 442 vd.; Suyutî, Lübâb, II, 186 vd. Yine bu rivayetlerde Velîd'in Taif’te yaz-kış meyvesi eksik olmayan çiftliklere ve büyük meblağlara varan nakdî sahip olduğu kaydedilmektedir. Böyle birisinin günlerini Mekke'den çok Tâifte geçirmesi gerekir. Bu rivayetlerle Taberî'nin sahîfe 96 vd.'da kaydettiğimiz: "Tâiften dönen zenginler..." rivayetini yan yana getirdiğimizde Mekke ulularının Hz. Muhammed s.a.v.'e ilk zamanlarda gösterdikleri sempatiyi düşmanlığa çevirenlerin başında bu mel'ûnun bulunabileceği şüphesini uyandırmaktadır.
[304] Mukâtil, Tefsîr, vr. 207a; Taberî, a.g.e., XXIII, 126 vd.; Vahidî, a.g.e., 209 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, III, 360; Beydavi, a.g.e., 599; Râzî, a.g.e., XXVI, 177; Kurtubî, a.g.e., XV, 150; Nesefî, a.g.e., IV, 34; İbnü Kesîr, Tefsîr, IV, 27 vd.; Suyûtî, Lübâb, II, 92.
[305] Sâd: 38/6.
[306] İbnü Kesîr, Sîret, I, 509.
[307] İbnü Kesîr, Sîret, II,195.
[308] İbnü Kesir, Sîret, II, 195.
[309] Nasr: 110/1-3.
[310] Buhâri. İlim, 20; Müslim, Fedâil, 5; Şerh-i Nevevî, XV, 45 vd.
[311] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 281.
[312] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 90-96.
[313] Hicr, 15/94-95. Kaynaklar âyette geçen "müstehziin" = Alay edenlerin kimler olduğu hakkında bir veya iki ziyâde ve değişiklikle şu isimleri veriyor: Esved b. Muttalib (Ebû Zem'a), Esved b. 'Abdi Yeğûs, Velîd b. Muğire, 'Âs b. Vâil, Haris b. Tulâtile. Bunlar Mekke meleinin en azılıları idi. Bkz.; Mukâtil, Tefsir, vr., 126b; Taberî, Tefsir, XVI, 69 vdd.; Zemahşerî, Keşşaf, II, 399; Beydavi, a.g.e., 351; Kurtubî, a.g.e., X, 62 (Mekke'nin idarecilerinden beş kişidir kaydı ile); Ebû Hayyân el-Endelûsi, a.g.e., V, 470; İbnü Hişâm, a.g.e., II, 50 vd.; Ibn Kesir, Sîret, II, 85 vdd.; Suyûtî, Tefsir (Celâleyn), I, 218.
[314] eş-Şu'arâ: 26/214.
[315] Fussilet: 41/43.
[316] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 282 vdd.; İbnü Sa'd, Tabakât, I, 201 vd.; İbnü'1-Esîr, Kâmil, II, 63 vd.
[317] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 287; İbnü Kesîr, Sîret, I, 472 vdd.
[318] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 342; İbnü Kesîr, Sîret, I, 495; İbnü'1-Esîr, Kâmil, II, 70.
[319] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 11 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 63 vd.
[320] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 358; İbnü Kesîr, Sîret, II, 22 vd.
[321] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 315.
[322] İsrâ: 17/90-93.
[323] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 315; İbnü Kesîr, Sîret, I, 478 vdd. Diğer bir rivayette ise Kureyş Meclisi (Nâdî)den yetki alıp Hz. Muhammed s.a.v.'e makam, mal vs. teklif edenin sadece 'Utbe b. Rabi'a olduğu belirtiliyor. Bkz.: İbnü Hişâm, a.g.e., I, 313 vd. Bu duruma göre anılan tekliflerin bir kaç defa yapıldığını söyleyebiliriz.
[324] Suyûtî, Dürrü'l-Mensur, IV, 116. Ayrıca bkz.: Mukatil, w. 259b vd.
[325] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 288 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, I, 499.
[326] Nahl: 16/24.
[327] Mukâtil, Tefsîr, vr. 126b; Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XIV, 63 vd.; Zemahşerî, Keşşaf, II, 398; Râzî, a.g.e., XIX, 211; Beydavi, a.g.e., 350; Ebû Hayyân el- Endelüsî, a.g.e., V, 468; Âlüsî, a.g.e., XIV, 81.
[328] Hicr: 15/89-95. Âyette geçen "muktesimîn" = "...taksim edenlerin isimleri için beşten on altıya kadar değişik isimler verilmektedir. Bu isimleri topluca görmek için bkz.: Âlüsî, a.g.e., XIV, 81.
[329] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 314.
[330] İbnüHişâm, a.g.e., I, 320.
[331] Suyûtî, Lübâb, II, 1 ; İbnü Hişâm, a.g.e., I, 321; İbnü Kesîr, Sîret, I, 483 vdd.
[332] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 96-104.
[333] Belâzûrî, Ensâb, I, vr. 27a. Ayrıca bkz.: İbni’l-Esîr, Kâmil, II, 61.
[334] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 319 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, I, 465.
[335] Belâzûrî, a.g.e., I, 33b.
[336] İbnü Kesîr, Sîret, I, 470.
[337] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 309 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, I, 472. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 104-105.
[338] İbnü Kesîr, Sîret, II, 43 vd.
[339] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 375 vdd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 44 vdd. İsimler için bkz.: İbnü Hişâm, a.g.e., II, 14 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 46.
[340] İbnü Sa'd, a.g.e., I, 211; İbnü Kesîr, Sîret, II, 147vd.
[341] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 105-106.
[342] M. Hamîduilah, a.g.e., I, 96.
[343] İbnü Hişâm, a.g.e, II, 60 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 149 vd.
[344] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 61; İbnü Kesîr, Sîret, II, 150.
[345] M. Hamîdullah, a.g.e., 1, 96.
[346] İbnü Kesîr, Sîret, II, 154.
[347] İsrâ: 17/76-77.
[348] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 106-109.
[349] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 124 vdd.; İbnü Sa'd, a.g.e., I, 227; İbnü'1-Esîr, a.g.e., II, 102 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 227 vdd.; Suyûtî, Lübâb, I, 174. 317.
[350] Enfâl: 8/26.
[351] Enfâl, 8/30.
[352] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 109-110.
[353] İbnü Hişâm, a.g.e, II, 270; İbnü Kesîr, Sîret, II, 399.
[354] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 320 vd.; İbnü Kesîr, Sîret, II, 387.
[355] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 110-112.
[356] Bu isimleri, çok kısa hayat hikâyeleri ile, Belâzûri, Ensâbu'l-Eşrâf adlı eserinde görmek mümkündür. Bkz.: I, 28b-35b.
[357] Bu isimleri de yine çok kısa biyografileri ile İbnü'l-Esîr'in el-Kâmil fî't-Tâfîh, II. 70-76'da görebiliriz. Ayrıca sadece isimler için bkz.: İbnü Sa'd, Tabakât, I, 200.
[358] Bkz.: 96-104
[359] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 370; İbnü Kesîr, Sîret, II, 35.
[360] Bu ifadeleri tezimizde, melein Peygamberlere karşı verdiğimiz sözlü ve fiilî mukavemet örneklerini aldığımız kaynakların anılan sahîfelerinde görebiliriz.
[361] Hicr: 15/95.
[362] Bu isimler için bkz.: 105, dipnot 27.
[363] Râzî, a.g.e., XIX, 2151
[364] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 112-113.
[365] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 335, 337 vd., 342, 379; Belâzûrî, a.g.e., I, 28b vd.; Ziriklî, A'lâm, V, 261 vd.; İbnü'1-Esîr, a.g.e., II, 73; İ.A., IV, 15. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001:
[366] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 380 vd., II, 10, 17, dipnot, 1; İbnü'1-Esîr, II, 70; İbnü Sa'd, a.g.e., I, 216; Belâzûrî, a.g.e., I, vr.: 27a, 29b vd.; Ziriklî, A'lâm, IV, 134 vd.; İ.A., IV, 34 vd. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 114.
[367] Ebû Süfyân, Mekke'nin fethinde müslüman olarak geç de olsa ashabın arasına katılmış ve böylece geçmiş günahlarının affedildiğine inandığımızdan, aslında bu listede yer almaması gerekirdi. Ancak konuyu isim açısından değil de, hadîse açısından ele alırsak mesele haklılık kazanacaktır. Şöyle ki: Riyaset ve zenginlik gibi dünyevî menfaatlere bağlılığın, insanların içindeki bu tiplerin görüş ve basiretlerini nasıl bağladığını en güzel bîr şekilde bu tipte görebiliyoruz. Bundan da daha önemlisi dünyevî menfaatlere bağlı olan bu tipler için, hidâyet sebepleri de ancak ihtirasla bağlı oldukları şeyin cinsinden olursa müspet netice veriyor. Ebû Süfyân'ın, Mekke'yi muhasara eden müslüman ordusunun önünde durulamayacağını gördükten ve Peygamberimizden büyük bir yekûn tutan bağış aldıktan sonra müslüman olması bunu gösterir. Hatta Mekkeli müşriklerden, Ebû Süfyân'ın evine sığınanların affedileceği ilân edilmek suretiyle O'nun riyasete olan düşkünlüğü de önere edilmiş, oluyordu. Bu hâdise bize gösteriyor ki İslâmî tebliğ metodu, bu konuya muhatap olan tiplere göre farklı olursa müspet bir netice vermektedir.
[368] Ziriklî, a.g.e., III, 288; Bustânî, Dâiratü'L-Me'ârif, II, 179 vdd.; İbnü 'Abdi Rabbih, 'İkdü'l-Ferîd, III, 314; İ.A., IV, 50 vd. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 115.
[369] Mukâtil, Tefsir, vr. 259b vb.; Îbnü Hişâm, a.g.e., I, 288 vd., 387; II, 36, 51; İbnü'l Esîr, a.g.e., II, 71 vd.; Belâzûrî, a.g.e.,I, vr. 30b. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 115-116.
[370] Zirikli, a.g.e., IV, 359; Sahîh-i Buhari Muhtasarı Tecrîd-i Sarih, VII, 394. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 116.
[371] Zirikli, a.g.e., IV, 359; Belâzûrî, a.g.e., I, vr. 35a. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 116.
[372] Fâtır: 35/42-43.
[373] Zirikli, a.g.e., VIII, 357; İbnü Hişâm, a.g.e., I, 320 vd., 383 vd.; Belâzûrî, a.g.e., vr. 32a; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 73; Nüveyrî, Nihâyetü'1-Ereb fî Fünûni'l-Edeb, XVI, 219 vd.. 271 vd.. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 116-117.
[374] Zirikli, a.g.e., V, 36; Belâzûrî, a.g.e., I, 33b. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 117.
[375] Hicr: 15/95.
[376] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 50 vd.; İbnü'1-Esîr, Kâmil, II, 71; Belâzûrî, a.g.e., I, 30a; Bustânî, a.g.e., III, 669. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 117-118.
[377] 'Ankebût: 29/13.
[378] Belâzûrî, a.g.e., I, 34a vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 74 vd.; Bustânî, a.g.e., III, 671. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 118.
[379] Kâsım'ın vefât tarihi hakkında ihtilâf vardır. Bi'setten önce vefat etmiştir, diyenler olduğu gibi; Kevser Sûresi'nin O'nunla ilgili olduğunu ileri sürüp İslâm'ın zuhurundan sonra vefat ettiğini söyleyenler de vardır. Bkz.: Üsdü'l-Gâbe, IV, 377.
[380] İbnü Hişâm, a.g.e., 383, II, 34; İbnü'1-Esîr, a.g.e., II, 72 vd.; Belâzûrî, a.g.e., I, 31b vd.; Süheylî, Ravd, II, 72 vd. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 118-119.
[381] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 51; Belâzûrî, a.g.e., I, 30a, 35b; İbnü 'Abdi Rabbih, a.g.e., III ,314. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 119.
[382] Belazuri, a.g.e., I, 32a vd.
[383] Zirikli, a.g.e., III, 148; Yâkût, Mu'cemu'l-Büldân, IV, 117; Kelbî, Kitâbu'l-Esnâm, 15 vd. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 119-120.
[384] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 383; Zirikli, a.g.e., I, 362; Belâzûri, a.g.e., I, 31b, İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 72 vd.; Belâzûri, a.g.e., 1, 31b; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 72; Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 120.
[385] İbnü Hişam, a.g.e., I, 387 vd.; Belazuri, a.g.e., I, 31b;İbnü’l-Esir, a.g.e., II, 72, Bustani, a.g.e., II, 426 vd. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 120.
[386] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 321; Belâzuri, a.g.e., I, 33a; İbnü'l-Esîr, a.g.e., II, 73 vd.; Zirikli. a.g.e.. VIII, 221. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 120-121.
[387] İbnü'l-Esîr. a.g.e., II, 73 vd.; Belâzûri, a.g.e., I, 33a; Zirikli, a.g.e., VIII, 323. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 121.
[388] İbnü'l-Esîr, a.g.e.. II, 75; Belâzûrî, a.g.e., 35a. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 121.
[389] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 31; İbnü'i-Esîr, a.g.e., II, 75 vd.; Belâzûrî, a.g.e., I, 35b. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 121-122.
[390] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 57; Belâzûrî, a.g.e., I, 34b; Zirikli, a.g.e., II, 295. Ayrıca bkz.: Üsdü'l-Gâbe, II, 37; İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, II, 104 vdd.
[391] Bu isimlerin bir kısmını görebilmek için başta verdiğimiz kaynaklara ilâveten bkz.: Mukâtil, Tefsir, vr. 67a, 207a. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 122-123.
[392] İbnü Hişâm, .a.g.e., II, 204.
[393] İbnü Kesîr, Sîret, II, 175 vd.
[394] Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr, I, 27, 46; Askalânî, Fethul-Bârî, VII, 83 vd.; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 61; İbnü Kesir, Sîret, II, 175.
[395] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 234.
[396] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 235. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 123-126.
[397] A'râf: 7/35-36.
[398] İbrahim: 14/4.
[399] Yûnus: 10/74. Ayrıca bkz.: Rûm: 30/47; Hadîd: 57/25.
[400] Yûnus: 10/101.
[401] Yûsuf: 12/105.
[402] İsrâ: 17/89. Ayrıca bkz.: Kehf: 18/54, Rûm: 30/58; Zümer: 39/27.
[403] Buhârî, İ'tisâm bi'l-Kitâb, 1; Fedailü'1-Kur'ân, 1; Müslim, İmân, 1.
[404] Bakara: 2/6-7, mealde geçen isimler için bkz.: Vahidî, a.g.e., 12; Taberî, Câmi'u’l-Beyân, I, Râzî, a.g.e., II, 40; Beydavi, a.g.e., 10.
[405] En'âm: 6/104.
[406] A'râf: 7/179.
[407] Hûd: 11/24.
[408] Ra'd: 13/11.
[409] Nisa: 4/155. Ayrıca bkz.: el-Bakara, 2/88.
[410] Râzî, a.g.e., XVII, 140. Ayrıca bkz.: XX, 124.
[411] İsrâ: 17/46-47.
[412] İsrâ: 17/45-46.
[413] İbnü Hişâm, a.g.e., I, 338.
[414] Râzî, a.g.e., XXVII, 98.
[415] Bakara: 2/81. Mutaffifin: 83/10-14.
[416] Bakara: 2/81.
[417] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 297; Tirmizî, Tefsir, Taberi, Câmi’u’l-Beyân, I, 112 vd; XXX, 97 vd.; İbnü Kesîr, Tefsir, IV, 485.
[418] Nisa: 4/115.
[419] Sâf: 61/5. Ayrıca bkz.: Tevbe: 9/67, 127.
[420] En'âm: 6/111. Ayrıca bkz.: Ra'd, 13/31.
[421] Zümer: 39/7.
[422] Râzî, a.g.e., XIV, 151 vd.
[423] Yûnus: 10/99. Ayrıca bkz.: Ra'd: 13/31; En'âm: 6/149; Hûd: 11/118.
[424] Şu'arâ: 26/1-6.
[425] Neml: 27/14. Ayrıca bkz.: Hûd: 11/59; 'Ankebût: 29/47, 49; En'âm: 6/33.
[426] A'râf: 7/43.
[427] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 127-135.
[428] İlâhî emirlere rağmen, beşerî emirlere itaatin şirk olduğuna dair bkz.: İbnü Kesîr. Tefsîr, II, 171; Hâzin, Lübâbu't-Te'vîl, II, 49.
[429] Şûra: 42/21.
[430] Tevbe: 9/31. Ayrıca bkz.: 'Âl-i 'İmrân: 3/ 64.
[431] İbnü Kesîr. Tefsîr. II, 348. Ayrıca bkz : anılan cilt. 171.
[432] Mukâtil. Eşbâh ve'n-Nezâir, 98.
[433] Rağıb-i İsfehânî, Müfredat, 260.
[434] İbnü Hişâm, a.g.e., I. 295 vd.
[435] Bakara: 2/165. Âyette geçen "endâd" kelimesinden öncelikle "toplumun mele'i" mânâsının murâd edildiğini, âyetin sibâkındaki: "ellezîne't-tübi'û = kendilerine uyulan kimseler" kaydından anlaşılıyor. Ayrıca diğer gerçekler için bkz.: Râzî, a.g.e.. IV, 204; Taberî, Câmi'u'l-Beyân, II, 66 vd. Yine bir çok yerde "şürekâ"
kelimesinden "rüesâ"nın kast edildiğini Râzî, açıkça izah ediyor. Bkz.: Râzî, a.g.e., XVII. 91. Bütün bunların yanında en-Nahl, 16/86; el-Kehf, 18/26; el-En'âm, 6/121 ve 137, Âyetlerinde anlatılan şirkten, emirlere itaat edilerek yapılanı kast ediliyor.
[436] Bkz.: Râzî, a.g.e., XXII, 63 vd.; XXIV, 127 vd., 252.
[437] Bkz.: Mevdûdî, el-Mustalahâtu'1-Erba'a fi'1-Kur'ân, 18 vdd., 48 vdd, 59 vdd., 79 vdd.
[438] A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hüd: 11/50, 61, 84; Mü'minûn: 23/23, 32. Ayrıca bkz.: Nahl: 16/36; Enbiyâ: 21/25.
[439] Nisa: 4/64.
[440] Müzzemmil: 73/9.
[441] Şu'arâ: 26/150-151. Ayette geçen "müsrifin" kelimesine yapılan, reîs ve ulular açıklaması için bkz.: İbnü Kesir, Tefsir, III, 343; Âlûsî, a.g.e., XIX, 113.
[442] Râzî, a.g.e., XXIII, 111; Ebû Hayyân el-Endelüsî, a.g.e., V, 214.
[443] Yûnus: 10/78; el-Mü'minûn: 23/24.
[444] Râzî, a.g.e, XVII, 142 vd.
[445] İbnü Hişâm, a.g.e, II, 66; Taberî, Târîh, II, 232.
[446] Râzî, a.g.e., XIX, 162; XXVII, 209, 217.
[447] Zuhruf: 43/31.
[448] En'âm: 6/124.
[449] İbnü Manzûr, Lisânu'1-Arab, III, 271 vdd.
[450] Kafirin: 109/1-6.
[451] Suyûti, bu teklîfi yapanların Velîd b. Muğîre, 'Âs b. Vâil, Esved b. Muttalib ve Ümeyye b. Halef olduğunu da belirtiyor. Bkz.; Lübâb, II, 209.
[452] Buharı, Tefsir, Tefsiru Sureti Yûsuf.
[453] Bkz.: Yûsuf, 12/54-56.
[454] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 135-143.
[455] Haşr: 59/7.
[456] A'râf: 7/85; Hüd: 11/84-85; Şu'arâ: 26/181-183.
[457] Mutaffifin: 83/1-4.
[458] Necm, 53/39.
[459] Bkz,: Neşefi, a.g.e., III, 240 vd.; Âlûsî, a.g.e., XX, 97; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., VII, 19.
[460] Kasas, 28/57.
[461] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 143-145.
[462] A'râf, 7/146.
[463] Nuh: 71/5-7.
[464] Fussilet: 41/15. Ayrıca bkz.:A'râf: 7/75-76; Yûnus: 10/75.
[465] Fâtır. 35/42-43.
[466] Kalem: 68/51-52.
[467] En'âm: 6/124. Açıklamalar için bkz.: Nesefî, a.g.e., II, 32; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., III, 181 vd.
[468] Müddessir: 74/52. Açıklamalar için bkz.: İbnü Kesîr, Tefsir, IV, 447.
[469] En'âm: 6/33.
[470] en-Neml: 27/14.
[471] Ebû Hayyân el-Endelûsî, a.g.e., IV, 216; Kurtubî, a.g.e., VII, 80.
[472] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 146-148.
[473] A'râf: 7/11-13.
[474] Mâide: 5/27-30.
[475] Müddessir, 74/49-52. Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 149-150.
[476] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, II, 16 vd.; Nüveyrî, Nihâyetü'1-Ereb, III, 132.
[477] Mukâtil, Tefsir, 74b; İbnü Hişâm, a.g.e., I, 337 vd.; Ibnu Kesîr, Tefsir, II, 129 vd.
[478] Taberi, Câmi'u'l-Beyân, VII, 181 vd.; Ibnu Kesîr, Tefsir, II, 130; Ebü Hayyân el-Endelûsî, a.g.e., IV, 110.
[479] En'âm: 6/33.
[480] Hucurât: 49/13.
[481] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 150-153.
[482] Bakara: 2/170-171. Bazı müfessirler, âyetteki: "meselüllezîne keferû"dan sonra "ve onları hakka davet eden peygamber" mânâsında bir müşebbeh takdîr ederek kâfirleri, hayvanlara; takdîr ettikleri peygamberi de çobana benzetiyorlar. Bkz.: Suyûtî, Celâleyn, I, 24; Nesefî; a.g.e., I, 88. Fakat Hasan Basri Çantay (1385/1966), anılan âyetin mealine ilâve ettiği dipnotta bunu uygun görmediğini şöyle açıklıyor: "Haykırın'dan maksad, kâfirlerin atalarıdır. 'Bağırıp çağırışından başka bir şey duymayan' da onları körü körüne taklit eden torunlarıdır. "Sağırlar, dilsizler, körler" ise hepsidir. Bu âyet tamamen üst tarafı ile ilgilidir. Bazıları "ve meselü"den sonra bir "muzaaf" takdiriyle başka bir mânâ vermişlerse de, bizce doğru ve uygun değildir." Bkz.: I, 47. Bu izah bize de daha uygun görüldüğü için, âyetin meali ona göre verilmiştir.
[483] Zuhruf: 43/21-24.
[484] Bkz.: Mâide: 5/104;-A'râf: 7/28; Yûnus: 10/78; Enbiyâ: 21/53; Şu'arâ: 26/74; Lokman. 31/21.
[485] Nesefî, a.g.e., I, 88; Kurtubî, a.g.e., XVI, 75; Ali Cevâd, a.g.e., IV, 49 vd.
[486] Elmalılı, a.g.e., I, 586.
[487] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 153-155.
[488] Şûra: 42/27.
[489] Fussilet, 41/49-50. Parantez içi açıklamalar için bkz.: Ibnu Kesîr, Tefsîr, IV, 104; Suyûtî, Celâleyn, II, 258; Nesefi, a.g.e., IV, 98; Beydavi, a.g.e., 637; Âlûsî, a.g.e., XXV, 4. Bu âyet Velîd b. Muğîre veya 'Utbe b. Rabî'a hakkında inmiştir.
[490] Bkz.: Zümer, 39/8, 49-51; En'âm, 6/130, Fürkân, 25/18.
[491] Kasas: 28/76-82.
[492] Merâğî, Tefsîru'l-Merâğî, XII, 97.
[493] Seyyid Kutub, a.g.e., X. 326 vd. Ayrıca bkz.: Reşîd Rıdâ, a.g.e, XII, 190 vd., 222.
[494] Râzi, a.g.e.. XXVII, 206.
[495] Saba: 34/34.
[496] Âlûsî, a.g.e., XXII, 147.
[497] Mü'minûn: 23/54-56.
[498] Enfâl: 8/36. Bu âyet-i kerimenin, Bedir'de düşman ordusunun iaşesini karşılayan, sayıları on veya on ikiye varan Mekke zenginleri hakkında indiği rivayet edilir. Bkz,: Âlûsî, a.g.e., IX, 204; Beydavi, 240.
[499] Bkz.:Sahife:
[500] İbnü Haldün, Mukaddime, 151, 154 vdd.
[501] el-A'râf: 7/31-33.
[502] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 156-160.
[503] Hûd: 11/84-87.
[504] ‘Ankebût: 29/28-29.
[505] Hümeze: 104/1-4.
[506] Alak: 96/15-17.
[507] Şu'arâ: 26/136-137. Mânâ için bkz.: Suyûtî, Celâleyn, II, 71 vd.; Beydavi, a.g.e., 493; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., VI, 257.
[508] İbnü Hişâm, a.g.e., II, 25 vd.
[509] Yûnus: 10/15.
[510] Zuhruf: 43/5.
[511] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 160-163.
[512] Bakara, 2/256.
[513] Muhammed, 47/25-32.
[514] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 163-167.
[515] Mâide: 5/101. Ayrıca Kitâb ve Sünnet'ten sonra akla düşen görevin düşünmek olduğu hakkında bkz.; Nahl, 16/44.
[516] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 167-169.
[517] Zümer: 39/17-18.
[518] Bkz.: Sahîfe.
[519] 1917 tarihinde kabul edilen Osmanlı Hukuku Aile Kararnamesi'nin 104 ve 105. Maddeleri ile; sarhoşun ve ikrah altında kalanların talâkı, -bu konudaki diğer üç mezhebin görüşü kabul edilerek- geçerli kabul edilmemiş ve böylece bu tür istismarlar kısmen önlenmiş fakat ailevî geçimsizlik vb. sebeplerden dolayı bazen sinir buhranı geçirmesi muhtemel bir kimsenin sarhoş olanlardan da daha az, irâdesine hakim olabileceği ve söylediklerinin mânâsını daha az anlayabileceği düşünülerek bu durumlardan doğabilecek zararların telâfisine imkân veren bir madde konmuştur.
[520] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 169-173.
[521] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 173-178.
[522] Ebû Hayyân el-Endelûsî, Bahr, V, 272.
[523] Hûd: 11/116-117. Diğer açıklamalar için bkz.: Tez.
[524] Fâtır: 35/43. Ayrıca bkz.: En'âm: 6/124; Enfâl: 8/30.
[525] En'âm: 6/123.
[526] Keşfu'l-Hafâ'da zayıf hadis olarak geçiyor. Fakat Peygamberimiz ve Hulefâ-i Râşidîn devrindeki uygulama böyle olduğu için bu söz hadis diye meşhur olmuştur. Bkz.:Cilt: I, 462vd.; 1515. hadis.
[527] Fâtır: 35/43.
[528] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 178-182.
[529] Doç Dr. İbrahim Çelik, Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler, Bursa 2001: 183-185.