1- Sünnetullah Kavramı(!) İçin Önerilen Kanuniyet
Alanları
b- Tarihsel (Manevî) Varlık Alanı
a- Kur'an Mesajının Arka-Planı
a1- Yerel Arka-Plan: İlk Hitap Çevresi:
a2- Tarihsel Arka-Plan: İnsanlık Tarihi:
a3- Evrensel Arka-plan: Beşerî Zaaflar:
b- İlgili Kur'an Pasajlarının Tarihsel Bağlamı
c- Kur'an'ın Metinsel Bütünlüğü İçinde Sünnetullah
'Sünnetullah' kavramının bugüne kadar İslam kültüründe kazandığı anlam farklılıklarını genel bir çerçevede ele aldık. Eldeki çalışmanın en önemli bölümü sayılabilecek bu bölümde ise, özetle Kur'an'ın sunnetullah olarak ifade ettiği yasaların hangi alanda işlediğini belirlemeye çalışacağız. Bunu yaparken öncelikle sunnetullah'ın konusu olarak ön görülen tabiî ve tarihsel (manevî) varlık alanlarına Kur'an'ın bakışını, ilgili yönleriyle incelemek gerekmektedir. [1]
Kur'an'a göre kâinatın yaratcısı, sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi Allah'tır. Yaratma ona aittir. [2] Allah'ın yaratması, Kur'an'da ayrıntılarıyla ele alınan bir konu değildir. Kur'an'ın bu hususta sık sık tekrarladığı tek nokta, Allah'ın bir şeyi yaratmayı dilediğinde ona 'ol!..' demesinin yeterli olduğudur. [3] Allah'ın yaratma gücünü ifade etmeyi amaçlayan Kur'an ifadeleri, İslam düşünce tarihinde, yaratma sürecini anlatan açıklamalar olarak değerlendirilmek suretiyle anlaşılması güç metinler haline getirilmiştir. [4] Bunun sebebi, Allah'ın yaratma gücünün bu şekilde vurgulanmasının arka-planındaki sosyo-kültürel ortamın gözardı edilmesidir. Dikkat edildiğinde, bu pasajlarda aynı zamanda yeniden dirilmeye yönelik itirazlara da cevap verilmekte olduğu görülecektir:
“Ölen kimseyi Allah'ın yeniden diriltemeyeceği konusunda olanca güçleriyle Allah üzerine yemin ederler. Bir şeyin olmasını dilediğimizde sözümüz sadece ona 'ol!...' dememizdir; hemen oluverir.” [5]
Kur'an'ın yaratma konusundaki pasajlarının en önemli hedefi, Allah'ın yaratma gücünü en yalın şekliyle ortaya koymaktır. Onun, yaratma sürecini anlatma gibi bir kaygısı olduğunu söyleyemeyiz.
Evrenin yaratıcısının mutlak ilim, kudret ve hikmet sahibi oluşu, her şeyden önce onun anlamlı olmasını gerektirir. Nitekim, Kur'an'a göre tabiat hem tümel, hem de tikel anlamda nedenseldir. Yani hem yaratmanın gaî bir sebebi vardır, hem de bizzat tabiatın kendisi nedenselliğe sahnedir. [6] Koskoca evrenin gayesiz yaratılmış olması, Kyr'an'ın Allah fikri ile bağdaşmaz görünmektedir:
“Biz gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri eğlenmek için
yaratmadık. Eğlence dileseydik, kendi katımızda bir eğlence edinirdik; şayet
dileyecek olsaydık!.. [7]
Yaratma, Allah katında kalan bir eğlenceden ibaret olmadığına göre, yaratmaya anlam kazandıran Allah'ın dışında bir sebep bulunmalıydı. Bu sebebin Kur'an'da insan olarak belirlendiği görmekteyiz. [8]
Henüz insanlığın ulaşmadığı ve belki hiç ulaşamayacağı parçalarıyla bütün bir evrenin insan içinliği ne israf, ne de insanın abartılmasıdır. Evrenin insan içinliğinin anlamı, insanın yaşamasına elverişli bir dünyanın varoluşunda, evrendeki her bir cüzün ihmal edilemez rolü bulunduğudur. O halde bu durum, evrende insan dışında sorumlu yaratıklar bulunmasını ilke olarak engellemez. Öte yandan, kendisi de yaratılmış olması itibarıyla insan bu gaî sebepler zincirinin son halkası değildir. Evrenin niçinliğinin cevabı, insanın niçinliğinde aranmalıdır:
“Ben, insanları ve cinleri bana kulluk etmelerinden başka bir şey için
yaratmadım.” [9]
Kulluğun anlamı üzerinde ileride duracağız [10]. Burada dikkat çekilmek istenen nokta, insana gösterilen kulluk hedefiyle, kâinatın bir anlam bulmuş olmasıdır. Kur’an’ın tabiata sadece ahlâkî açıdan yaklaştığını gösteren bu durum, fizik alanı konu alan bütün pasajlar için geçerlidir.
Kur'an'a göre fizik âlemde bir nizam vardır [11]. Kur'an'da nizam fikri, yaratıcının birliğine bağlanmıştır. [12] Bu düzen, yaratmayla birlikte her şeye hareket kanunlarının ve potansiyel güçlerinin dikte ettirilmesiyle kurulmuştur[13] Makro âlemden [14] mikro âleme [15] canlı âlemden [16] cansız âleme kadar evrendeki her yaratılmış varlığa kanunîyet yaratılışta konmuştur.
Kur'an bir yandan, âlemde bir nizamın varlığından söz ederken, öte yandan bunun mutlak bir mekanizm olmadığını hatırlatır. Evet, kâinat muayyen kanunlara göre işlemektedir, ancak bu işleyişinde asla Allah'tan bağımsız değildir. O, dilediği takdirde mevcut düzeni bozmaya da güç yetirir. [17] Kur'an'ın bu tavrının nedeni, insanlığın nedenselliğe olan güvenini sarsmak olamaz, çünkü insanın dünya hayatını sürdürebilmesi için, güvenini kazanmış bir nedenselliğe ihtiyacı vardır. Gerek tabiatın kendisi, gerekse şimdiye kadar işaret ettiğimiz ayetler, insana bu itimadı yeterince telkin etmektedir. O halde, evrendeki nedenselliğin mutlak olmadığını beyan etmenin başka bir sebebi olmalıdır. Bu sebep, esasen hikmet sahibi bir müdebbiri göstermesi gereken nedenselliğin, Allah'ı örter duruma gelebilmesidir.
Bu duruma göre, tabiatta hâkim olan nedensellik, tabiatın insanın hizmetine sunulmuş olmasının bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda insanın imtihanında iki zıt işlevi yerine getirebilen en temel unsurlardan biridir. Potansiyeli ötesinde gerçek bir ahlâkî işlevi olmayan nedenselliğin oynayacağı rolü, onu müşahede eden insan belirleyecektir. Kur’an'a göre, aklını kullanan insan için, varlık âlemi üzerinde düşünmek, Allah'ın varlığını bulmasına yeterlidir, insanın hem iç yapısı, hem de içinde yer aldığı dış âlem, Allah'ın varlığının delilleriyle doludur [18]. Varoluş bakımından insan da Kur'an'ın âfâq dediği dış âlemin bir parçasıdır. Hatta bir bakıma insanın kendi yaratılış tarzı, makro âlemin bir prototipi sayılabilir. [19]
Tabiatın bütün parçaları ve olayları üzerinde düşünmeye çağıran Kur'an ayetlerindeki ısrarın sebebi, işleyen çarkın, Allah'ın varlığını göstermeye yeterli oluşudur. Ancak insan, nedensellik onun aleyhine işleyip de başı darda kaldığında Allah'ı hatırlar [20]. Bu ise samimi olmayan bir yakınlaşmadır ve işler normale döner dönmez insan O'nu unutmakta gecikmeyecektir.[21] Bu tip insanlar için ancak düzenin bozulması Allah'ın varlığına delil olacağından, onlar inanmak için hep mucize peşindedirler [22]. Oysa ki, tarih içinde kendilerine verilen mucizeden dolayı inananlar çok az olmuştur. [23] Nedenselliğin bir diğer sonucu da, insanın evrenin işleyiş tarzını kavramasına imkan vermesidir.[24] Çünkü insan eşyayı algılama gücüne sahip kılınmıştır. İnsanın bilgi edinebilme gücü, ona verilen emanetle ve yüklendiği kulluk göreviyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. O, yeryüzünde Allah'ı temsil etme liyakatini bu ayncalıklı gücüyle kesbetmiştir.[25] Kur'an'ın fizik alandan bahsederken sadece ahlâkı ön planda tutup, işleyiş kanunlarını öğretmeye karşı ilgisiz kalışının sebebi de, insanın tabiatı algılama konusundaki bu potansiyel yeterliliğidir.
Kur'an, özellikle Gazzâlî (ö.505/1111) sonrasında yaygınlaşan [26] ve günümüzde de varlığını sürdüren [27] ilmî tefsir anlayışını benimseyenlerin dediği gibi, fizik alanın işleyişini öğretmeyi de hedeflemiş olsaydı, ilk Müslümanların çektikleri pek çok sıkıntıyı açıklamak oldukça zor olurdu. Unutulmamalıdır ki, Müslümanlar bir savunma tekniği olarak hendek kazmayı bile İranlı Selman'dan öğrenmişlerdi. Kanaatimizce risâlet ve vahy gibi evrensel nitelikli olgulara, tarihin belli bir döneminde ön plana çıkan arızî faziletleri hedef kılmak, en azından Kur'an'ın sevk ettiği bir anlayış olarak takdim edilmemesi gereken lüks bir yaklaşımdır.
Hz. Peygamber'e ayın neden şekil değiştirdiği sorulduğunda Kur'an'ın cevâbı şu olmuştu;
“Onlar, insanlar ve Hacc vakitleri için zaman ölçüsüdür.”.[28]
Tamamen aydaki şekil değişikliklerinin o zamanki pratik yararını ön plana çıkaran bu cevapta, soruda sezilen bilimsel meraka iltifat dahi edilmiyor. Çünkü Kur'an için önemli olan pratiktir. Fazlur Rahman, bir adım daha ileri giderek Kur'an'da Allah'tan söz edilirken bile durumun farklı olmadığını söylemektedir. [29]
İnsanın tabiat bilgisi konusunda vahye olan ihtiyacı, bu bilginin nasıl elde edileceği değil, 'nasıl' ve 'ne için' kullanılacağı noktasında açığa çıkmaktadır. Kur'an'ın, tabiatın anlaşılması konusunda insana yardımcı olmaya yanaşmamasını, onun bilime bakışındaki negatifliğin göstergesi kabul etmek, şüphesiz büyük haksızlık olur. Benzer bir haksızlık da, Kur'an'ın bilime ne kadar olumlu baktığını gösterebilmek için, onun ilk emrinin 'oku!..' olduğunu söylemek, düşünmeyi emreden ayetlerin dökümünü vermek veya Kur’an'daki 'ilm kökenli kelimelerin sayımını yapmaktır. Çünkü Kur'an'ın bu konudaki tavrı oldukça nettir ve nötr bir tavırdır.
Kur'an 'ilm kelimesine çok sık yer vermekte ve bu kelimeyi zann (sanı) kelimesine zıt anlamda kullanmaktadır, Kureyşliler bu anlamda zann'la hareket etmekle suçlandılar. İlim ise Hz. Peygambere vahiy yoluyla verilen şeydi. Kur'an başka bilgi türlerine de demektedir. Davud'un zırh ilmi, Hârût ve Mârut’un sihir ilmi (...) Burada kötü olan 'ilm değil, onun kötüye kullanılmasıdır” [30] .
Çağdaş dünyanın tabiatı algılama ve ona hükmetme biçimi bu açıdan sorgulanacak olursa, ortaya iyimser bir manzara koymak zor görünmektedir. [31] Atom bombasının kullanılması ve ozon tabakasının tahrip edilmesiyle örneklendirilebilecek, insan varlığını tehdid eden sonuçları doğurabilen bir bilim anlayışını Kur'an'ın onaylaması düşünülemez. Bu olumsuzlukların yanısıra, hayatı kolaylaştıran demir melekleri üretmiş olması, Kur'an nezdinde modern bilim için yeterli bir mazeret sayılamaz. Kur'an, benzer fenomenleri "geçici köpükler" olarak nitelemekte ve temelde, üretilen şeyin insanlığa yararlı mı, zararlı mı olduğunun sorulması gereğini vurgulamaktadır:
“O, gökten su indirdi ve nehir yatakları (bu suyla) dolup taştı. Sel, üste çıkan köpüğü alıp götürdü. Hani bir süs eşyası veya gereç yapmak için ateşte erittiğiniz şeylerde de böyle bir köpük vardır. Allah, hakk ile bâtılı böyle örnek verir; işte bu köpük atık olarak gider; insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır... [32]
Kur'an'ın kullandığı yarar ve zarar kavramlarının içeriğini belirleyebilmek, Kur'an'ın insan anlayışını kavramaya bağlıdır. Kanaatimizce Kur'an bu konuda da fıtrat'ı ölçüt almaktadır.
Sonuç olarak Kur'an, tabiî varlık alanını, bir başka ifadeyle tabiatı, kendisi için belirlenen ilâhî gayeleri gerçekleştirebilmesi için insanlığın emrine verilmiş bir imkân (ni'met) olarak takdim etmektedir, insan, yaşamı boyunca zorunlu olarak tabiatla sürekli bir ilişki içerisindedir. Bu ilişkide taraflardan birisinin (tabiat) hareket kanunları tamamen Allah tarafından dikte edildiği halde, ilişkinin öbür tarafında yer alan insan belli ölçüde otonomluğu haizdir. Esasen insan fizik varlığı ile tabiatın diğer elemanlarından farksızdır. Onun tabiatla ilişkisinde beliren farklılaşmanın odağını oluşturan otonomluğu ise, onun ahlâkî bir varlık olması sonucunu doğurmaktadır. İşte insanın fizik alandan farklı ilkeleri bulunan bu ahlâkî boyutu, tarih alanının konusudur. Zira insanın irade sahibi bir varlık olarak ortaya çıkardığı eylemleri tarihi oluşturur. Bu durumda tarih, insanın bulunduğu yerde vardır. [33]
Tarih derken elbette "geride bırakılan-geçmişte kalan" anlamını kastediyor değiliz. Tarih alanı her şeyden önce tabiî varlık alanının dışında kalan alandır. [34] Bu itibarla, tarihçilerin ele aldığı ve kayda değer gördüğü her olay tarih alanına girmez. Tarih kitaplarında önemli felaketler, kazalar veya önemli şahsiyetlerin doğumları, ölümleri vb. ihtimamla ele alınan konular arasındadır. Oysa, bütün bu olayları belirleyen faktörler fiziksel faktörlerdir. Meselâ bir ölüm hâdisesi bütün ayrıntılarına kadar incelendiğinde bu gerçek kendini gösterir.
Tarihçilerin bu tür olayları kaydetmeye gösterdikleri özen, hiç şüphesiz, sebep oldukları değişmelerden dolayı kazandıkları önemden kaynaklanmaktadır. Bu tür olayların tarihin gelişmesinde önemli etkileri bulunduğunu reddetmemekle birlikte, söylemek istediğimiz; bunların tarih kanunlarınca belirlenmediğidir. Tarih kanunlarınca belirlenmeyen olaylar ise tarih alanının dışında kalır. Öğretici olması itibarıyla, bu noktada, M. Bakır es-Sadr'ın, tarih yasalarının kontrolündeki olayları diğerlerinden ayırırken verdiği örneği aktarmak, sanırız yerinde olacaktır:
“Meselâ Ebû Talib ile Hz. Hatice'nin belli bir senede vefat etmeleri önemli bir tarihî hâdisedir. Tarihçilerin kayıtları ve tescili kapsamına girer. Hatta bundan da ötesi, tarihte büyük bir önemi olan bir hâdisedir. Tarihte pek çok etkileri olmuştur. Fakat bu hâdiselere hiç bir zaman tarihi yasalar hükmetmez. Bu olaylara hayat kanunları hükmeder. [35]
Aslında (fizik alanının konusu olan) insanın ölümü ile, (tarih alanının konusu olan) toplumun ölümü arasında, organizmacı sosyologların hareket noktasını teşkil eden temel bir benzerlik vardır. O da, her birini tayin eden yasanın ifade biçimindeki benzerliktir. İnsanın ölümünü belirleyen yasa, "A grubundaki şartlar teşekkül ettiğinde insan bedeni hayatiyetini yitirir" şeklinde; toplumun ölümünü belirleyen yasa da "B grubundaki şartlar tahakkuk ettiğinde toplum yok olur" şeklinde birer şartlı önerme olarak ifade edilebilir. Şimdi, insan hayatı söz konusu olduğunda, A grubundaki şartlardan büyük bir kısmı önüne geçilebilir niteliktedir. İnsanların sağlıklarını korumaya çalışmaları bu bilincin sonucudur. Ancak, ölümü gerektiren sebepler arasında, determenist karakter taşıyan faktörler de vardır ki, bunların önüne geçmek insan için imkân dahilinde değildir. İhtiyarlama bu türden bir faktördür ve temelinde, "zaman geçtikçe canlı organizmalar yaşlanırlar" önermesinin ifade ettiği determenist bir yasa vardır. Zamanın ilerlemesine engel olunmadıkça ihtiyarlık önlenemeyecek, ihtiyarlığın önü alınmadıkça da ölüm kaçınılmaz olacaktır.
“Herkes ölümü tadacaktır.” [36]
Aynı durumu, toplumun ölümünü gerektiren faktörlerde görmek mümkün değildir. Kur'an, "zaman geçtikçe toplumlar mutlaka çürürler" türünden, sosyal değişmenin yönünü belirleyen herhangi bir yasa kabul etmemektedir. Esasen, ontolojik olarak toplumların seyrinin yönünü ve niteliğini belirleyen yasalar bulunduğu fikri, K. Popper'ın ifadesiyle; geleneksel olarak Tanrı'ya atfedilen işlerin "Doğa Yasaları"na atfedilmesi yönündeki genel eğilimden kaynaklanan tipik bir XIX. yüzyıl yanılgısıdır.” [37] Dolayısıyla, toplumun ölümünü belirleyen faktörlerin hepsi de önlenebilir niteliktedir. Kur'an'ın tarihe bakışındaki en temel öncül budur ve Kur'an'da insana biçilen görev bununla anlam kazanmaktadır.
İşte bizim tarih alanından kasdımız, önceden belirlenmiş (pre-determined) olmayan, fakat insanlığın tavrının belirlediği olaylar alanıdır. Fizik alanından farklı olarak tarih alanının söz konusu insana aitliği, Kur'an'ın bu alanları ele alışındaki farklılığın da en önemli sebebidir. Tarih alanının, müstakil bir alan olarak hangi tür olayları kapsadığının belirlenmesinden sonraki en önemli sorunu, tarihte yasa'nın söz konusu olup olmadığıdır.
Sosyal disiplinlerde -tabiî ilimlere bakarak geç sayılabilecek bir dönem olmakla birlikte- kanuniyet anlayışına açıkça yer verdiği bilinen en eski düşünür İbn Haldun (ö:h.808) olarak kabul edilebilir. [38] Bu fikir XIX. yüzyıl düşünürlerinden Auguste Comte'da sosyal determinizm boyutuna ulaşmıştır. [39] Şüphesiz Comte'un geldiği bu noktada, fizik bilimlerinde hâkim mekanist anlayışın etkisi altında, tarihsel alan ile fizik alan arasında görmek istediği bire'-birlik örtüşmenin rolü büyük olmuştur. Ona göre toplumun hali bütün ayrıntılarıyla biliniyorsa, istikbalin herhangi bir anındaki durumu, suyun 100 C’ye ulaştığında kaynayacağının bilinmesiyle aynı kesinlik derecesinde tahmin edilebilir. [40]
Sosyal değişmenin yasaları bulunduğu fikri Comte'a özgü bir fikir değildi hiç şüphesiz... Gerek selefleri gerekse halefleri arasında, tarihîn belli kanunlara göre seyrettiği paradigmasına değişik düzeylerde bağlı bulunan düşünürler ve sosyologlar vardır.
XX. yüzyılın başlarında fizik bilimlerindeki mekanist anlayışın E. Boutroux (1845-1921) ve H. Bergson gibi birtakım ilim adamları tarafından sorgulanması sonucunda geçirdiği sarsıntıdan sosyal determinizm de payına düşeni almıştı. Bununla birlikte gerek fizik, gerekse sosyal alanda evrensel geçerliliği haiz herhangi bir yasadan söz edilemeyeceğini ileri sürerek yasa fikrine en ciddi eleştirilerden birini Karl R. Popper getiriyordu. Popper'in tenkidinin temelinde, onun bilim felsefesinin de temelini oluşturan yanlışlama ilkesi yatmaktaydı. [41] Ona göre, fizik yasalarının geçmişte geçerli olduklarının anlaşılmış olması, mantıken, gelecekte de geçerli olmaya devam edecekleri anlamına gelmez. Bilim, tabiatın düzenliliğini varsaymaktadır, oysa bu varsayımı gözlem yoluyla ispatlamanın yolu yoktur. Çünkü gelecek olayları gözlemleyemeyiz. [42]
Düşünce tarihinden çıkarmaya çalıştığımız bu kısa panoramadan sonra Kur'an'a dönecek olursak, -ileriki bölümlerde genişçe üzerinde durmak üzere- burada Kur'an'ın, tarihte geçerli birtakım kanunlar bulunduğunu kabul ettiğini söylemekle yetineceğiz.
Sonuç olarak Kur'an'ın tabiî ve tarihsel varlık alanlarını; ilkeleri, kanunları ve işleyişleri birbirinden bağımsız iki ayrı alan olarak değerlendirdiği söylenebilir. Bu farkın en temel özellikleri şu şekilde özetlenebilir;
a) İnsanın bu iki alana katılım biçimi farklıdır. İnsan fizik alana, belirlenmiş bir yaşama biçimi bulunan bedeni ile katılırken, tarih alanına hür iradesinin tayin ettiği eylemleri ile iştirak etmektedir.
b) İnsanın bu iki alanı kavrama imkanı farklıdır. İnsan zihni, tabiatın kanunlarını kavrama yeteneğine sahiptir. Aynı şey tarih için de geçerli olmakla birlikte, tarihin -mutlak anlamda olmasa da gaybî bir boyutu vardır. Bu durum insanın tarih konusunda bilinçlenebilmesi için haricî bir katkıya ihtiyacını açığa çıkarmaktadır.
Bu iki temel fark, Kur'an'ın söz konusu iki alanı ele alış biçimini de farklı kılmaktadır. İnsanın tabiî varlık alanına katılımı hiç bir tehlike unsuru taşımamaktadır. Çünkü bu katılımda istemli eylemler yer almaz. Risk, iradenin olduğu yerde söz konusudur, insanın her iradî eylemi potansiyel olarak risk içermektedir. Bu da onun iradî eylemleri, yani tarih alanına katılımı konusunda uyarılmasını gerektirmektedir. Kur'an’ın bütün mesajı insanın bu iradî eylemleriyle oluşturacağı yaşamını düzgün bir çizgide tutmaya yöneliktir. [43]
Bu yüzdendir ki Kur'an insanlığın ulaşmasını istediği bilimsel / teknolojik bir seviyeyi hedef göstermemektedir. Esasen insanlığın tabiattan az veya çok faydalanıyor olması Kur'an'ın ilgilendiği bir konu da değildir. [44] Onun, bu konuda da tek ilgilendiği, işin ahlâkî boyutu, yani insanlığın tabiatı kullanım biçimidir. Kur'an insanın tabiatı kullanmasını zorunlu görür, ama onu nasıl kullanacağını insanın kendi hür iradesi belirleyeceği için bu noktada işe girer ve birtakım ilkeler koyar;
“Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz!.. [45]
Yukarıdaki değerlendirmelerden sonra; sunnetullah'ın tabiat kanunlarının Kur'an'daki ismi olarak anlaşılmasının en azından Kur'an'ın tabiî ve tarihsel varlık alanlarını ele alış biçimi ile bağdaşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu konuda son sözü söylemeden önce, Kur'an'ın bu ifade ile neyi vermek istediğini belirtmemiz gerekmektedir. [46]
Kur'an'ın içeriği ile
ilgili herhangi bir çalışma yaparken -araştırılan ister bir Kur'an pasajı
olsun, isterse Kur'an'ın bir konudaki yaklaşımı olsun-;
a) Bütün
olarak Kur'an'ın zeminini teşkil eden durum,
b) İlgili
pasajın / pasajların tarihsel bağlamları ve
c) İncelenen konunun/pasajın Kur'an'ın metinsel bütünlüğü içerisindeki yeri, öncelikle belirlenmeye çalışılmalıdır. Kur'an'ın mahiyetinden kaynaklanan bu ön bilgilenme sürecine, incelenen konuya bağlı olarak yeni maddeler eklenebilir; bizim bir önceki alt başlıkta yapmış olduğumuz gibi... [47]
Kur’an’ın temel kavramlarının nasıl ele alındığına dikkat edecek olursak, mesajın cahiliyye anlayışı ve hayatından hareketle ortaya konulduğunu müşahede ederiz. “Her şeyden önce o, çağdaş Arap ve Mekke'linin anlayış kavramları ve düşünce biçimleri ile ilgilidir” [48]. Dolayısıyla Kur'an mesajının anlaşılabilmesi, onun baz aldığı Arap gerçeğini tanımayı gerektirmektedir. Meselâ Araplar'daki israf ve gösterişten başka bir şey olmayan mürüvvet' i bilmeden, Kur'an'da cömertliğin neden boş bir iş kabul edildiğini [49] anlayabilmek oldukça güçtür. [50]
Aynı durum Kur'an'ın tamamı için geçerlidir. Ancak bu, Kur’an’ın mesajını Hz. Peygamberin çağdaşı Araplarla sınırlı bir çevreye yönelttiği anlamına gelmez. Çünkü o, evrensellik iddiası taşımaktadır ve bunu, şeklin ötesindeki şeylerle ilgilenmek suretiyle gerçekleştirmektedir. Onun ana konusu, tarih boyunca öz itibarıyla değişmeyen fert olarak insan ve insanlardan oluşan toplumdur. Kur'an'a göre zamana ve mekana bağlı olarak değişim gösteren şey şekillerdir; ilişki ağları, üretim-tüketim biçimleri, kurumlar vb. dir. Ama bu fenomenlerin arka-planında, fıtrat bakımından değişmeyen insana bağlı olarak aynı karakteri taşıyan değerler yatmaktadır. Bu sebeple, Kur'an'ın ilk hitap çevresindeki hangi kurum ve anlayışlarla mücadele ettiğini bilmeden, onların arkasındaki hangi değer planına itiraz ettiğini anlamak mümkün değildir.
Kur'an, ilk hitap çevresi olarak birinci derecede Mekke'yi, ondan sonra Mekke civanndaki diğer yerleşim merkezlerini belirlemektedir:
“Şehirlerin anasını ve çevresinde bulunanları uyarman
(...) için biz sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik” [51]
Mekke'nin merkez (ummu'l-qurâ) olmasının en temel sebebi Kabe'nin orada bulunmasıdır. Bu durum, Mekke'yi dinî, siyasî ve ekonomik bakımlardan, Ebrehe'nin saldırısını [52] gerektirecek derecede ön plana çıkarmaktadır. Mekke civarındaki ikinci derecede yerleşim merkezleri de özellikle Yesrib ve Tâîf olmalıdır. Büyük çoğunluğu müşrik Arapların teşkil ettiği, buna mukabil az sayıda da olsa Arap olmayan ve ehl-i kitap unsurların da bulunduğu Mekke'ye nispetle Tâif daha homojen bir yapıya sahiptir ve burada Saqîf kabilesi oturmaktadır. Mekke ile ilişkileri bakımından Tâif [53] ten sonra geldiği anlaşılan Yesrib'in esas halkını ise Yemen kökenli iki kabile, Evs ve Hazrec oluşturmakta ve bunların yanında azımsanamayacak bir ehl-i kitap kitle yer almaktadır. Bu şehir merkezlerinin dışında kalan önemli bir unsur da çölde yaşayan Bedeviler'dir ki, Kur'an bunlara el-A'râb demektedir. [54]
Kur'an, genel çerçevesini vermeye çalıştığımız bu toplulukların hepsine aynı anda hitap etmemektedir. Bu toplulukların birbiriyle etkileşimi oranında hepsi de vahyin şekillenmesinde sürekli katkı sahibi idi kuşkusuz. Ancak Hz. Peygamber'in Medineliler'le yüzleşmesi ve bilahare Medine'ye göç etmesine kadarki dönem ile ondan sonraki döneme ait vahiylerin ilgilendikleri konular, bu tarihsel değişime bağlı olarak bariz bir şekilde değişmiştir. Hatta daha detaylı bir inceleme, vahyin ilk hitap çevresinin içinde bulunduğu durumdaki her değişimi Kur'an metninden takip etmemizi mümkün kılar.
Bu çerçevede Kur'an, o dönemin dinî durumuna da pek çok atıflarda bulunmaktadır. [55] Ayrıca dönemin ürünü şiirler de dinî yaşantı ve inançlarla ilgili ipuçlarıyla doludur. [56] Bu malzemeler bize, menşei ister Hz. İbrahim'in tebliğinden kalma kırıntılar olsun, isterse çevre faktörü olsun, cahili Arab'ın 'Allah' fikrine sahip olduğunu gösteriyor. [57] Bununla birlikte Araplar'ın pek çok hurafe ile birleştirdikleri bu 'Allah' fikrinin, ahlâkî ve sosyal yapıları üzerinde etkili olmadığı açıktır. Draz, bu yapıyı Kur'an'dan alıntılarla şöyle özetlemektedir:
“Yine onların içtimaî ve ahlâkî vaziyetleri de acınacak bir haldeydi. Çünkü onlar kız çocuklarını diri diri gömüyor [58] fuhuşta bulunuyor [59] nikâhı haram olan kimselerle zina ediyor [60] kadınlara vermiş oldukları mihri zorla geri alıyor, onlara kerhen varis oluyor [61] yetimlere zulmediyor [62] aç gözlülük gösteriyor, fakirleri ihmal ediyor, zayıf kimseleri de hakir görüyorlardı[63]..
Kur'an bütün bu olumsuzlukların, temelinde, Hz. Peygamber'e karşı koymaları ve âdeta onun söylediklerine kulak tıkamalarının da sebebi olan taklitçiliğin yatmakta olduğuna dikkat çeker:
Onlar herhangi bir
fenalık yaptıkları zaman:
"Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti" derler. [64]
Devralınan mirası olduğu gibi, sorgulamaksızın kabul etmek, sadece bu topluma has bir karakter değildi şüphesiz. Daha önce de aynı hataya düşenler olmuştu. [65] Sorgulama eksikliği sonucunda içine düşülen bu durumdan tek kurtuluş yolu olarak Araplar'a akıllarını kullanmaları tavsiye ediliyordu. [66] Onlardan beklenen sadece devraldıkları mirasın ahlâkî ayıklamasını yaparken değil, kötü olduğunu gördükleri şeyde ısrar ve ondan sakınma arasında tercihte bulunurken de akıllarını devreye sokmalarıydı.
"Çölün başıboş çocukları" denilen bu insanların da kişisel olsun, aşireti alâkalandırsın, herhangi bir eylemin, standarda vurup doğruluğuna yahut yanlışlığına, iyi ya da kötü oluşuna hükmedebilmelerini temin eden kılı kırk yarar davranış kuralları vardı. Ancak, "iyi" ve "kötü"sü, "doğru" ve "yanlış"ı tutarlı, nazarî bir temelden yoksun idi. Bu görüşlerini haklı gösterebilecek "iyidir, çünkü iyidir işte !.." gibi yararsız bir kısır döngüye indirgenmesi mümkün bir ölçüte sahiptiler. [67]
Bu mantık, hayatın
hemen her cephesinde işlerlik kazanmış bir ölçüttü denebilir. Ahmed Emîn, Arap
aklını tenkit ederken, hastalanan bir bedeviyi şifâ bulmak için ilaç kullanmaya
iten mantığı özetle şöyle tahlil etmektedir:
“Birisi hastalanıp acı çekmeye başlayınca ona bir ilaç tarif ederler. Hasta bu durumda hastalık ile ilaç arasında bir bağlantı olduğunu anlar. Ama, felsefi düşünceye dayanan aklî bir kavrayış değildir bu... Sadece o biliyordur ki, bu rahatsızlık esnasında söz konusu ilacı kullanmak kabilesinin âdetidir. Âdet ise onun gözünde her şeydir. [68]
Bununla birlikte Kur'an'ın ilk muhataplarını cahillikle ve akıllarını kullanmamakla itham etmesini, onlan bilimsel bakımdan yetersiz gördüğü şeklinde değerlendirmek yanlış olur [69] Üstelik Arapların; özellikle de, çevre kültür zenginliklerinin sürekli taşındığı bir ticaret merkezi durumundaki Mekke ve civarında yaşayanların bilimsel ve teknolojik bakımdan pek de çağlarının gerisinde oldukları söylenemez. Kur'an'ın tenkit ettiği cehalet (el-câhiliyye), yüce hakikatleri tanıma ve ona göre hareket etme konusundaki yetersizliktir.
Kur'an'ın ilk hitap çevresindeki bu ahlâkî olumsuzlukların bir diğer sebebi de, taklitçiliğe bağlı olarak gelişen sorumsuzluk duygusudur. Bu sapmada, gelecek düşüncesini belirsizleştiren dehr [70] anlayışından kaynaklanan karamsarlığın da rolü olduğu düşünülebilir, öyle görünüyor ki dehr, insanın başına gelen her olayı tayin eden bir güç olmaktan çok, hayatın sadece kötülükleri kendisine bağlanan bir diktatördür. [71] Esasen bu karmaşık hayat anlayışının, çöl Arabı'nın evren ve onun olayları üzerindeki yoğun düşüncesinin bir sonucu mu, yoksa tamamen dış kültürlerin etkisiyle doğan bir mozayik yapı mı olduğu incelemeye değer bir konudur. Fakat burada bizi asıl ilgilendiren, cahili Arab'ın bütün endişelerinin ferdî hayat çerçevesini aşamamış olmasıdır. [72]
Kişisel kader boyutunu aşmaya fırsat vermeyen bu telakkilere sahip bireylerin, içinde yaşadıkları toplumun kaderiyle ilgilenmeyişleri son derece normaldi. Aslında cahili Arap kendini de ciddiye almamakta, tarih içindeki işlevini idrâk edememektedir; o kişisel varlığıyla sınırlı bir tarih anlayışına sahip olmakla, lâyık olduğu önemi vermediği öz varlığını putlaştırmaktadır. Bunun sonucunda doğal olarak, uzun vadeli ve kapsamlı hesaplar yerine, günü birlik ve kişisel süflî hesaplar peşinde koşmaktadır. Kalıcılığı, kendinden sonraki nesiller için iyi şeyler hazırlamada veya kendisi dışındaki insanlara yardımcı olmada aramak yerine; mal biriktirerek kendi varlığını kalıcı kılma peşindedir:
“Malı toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay edene yazıklar olsun !.. Malının kendisini ölümsüz kılacağını sanmaktadır...”[73]
Kur'an'ın, ilk hitap çevresini açıkça tasvir eden ayetlerinin yanında, özellikle ilk ayetlerinde işlenen konulardan da söz konusu toplumun içinde bulunduğu durumu anlamak zor değildir. Kur'an'ın ilk hitap çevresini teşkil eden Araplar belki çağlarının en kötüleri değillerdi, ama en iyileri hiç değillerdi. Kur'an onlara yönelik çabasını, uçuruma yuvarlanmak üzere bulunan bir toplumu kurtarma çabası olarak nitelemektedir. Onun iyileştirme yöntemi ise oldukça netti. Bütün sorunları dinî-ahlâkî bir sebebe indirgeyip, o sebebi ortadan kaldırmaya çalışmak... Onun 20 küsur yıl süren katkısı içerisinde bundan başka bir şey aramak kanımızca boş bir çaba olur.
Kur'an'ın ilk hitap çevresinin tasvir etmeye çalıştığımız durumu, onların bu durumdan ancak tarih şuuru ve tarihsel sorumluluk duygusuyla kurtulabileceğini de göstermektedir. Kur'an'ın eskiye dâir anlattığı bütün hikayelerin temel hedefi bu olsa gerektir. Çünkü insanlık tarihi, Kur'an'ın ilk hitap çevresini oluşturan Arap toplumunun benzeri örneklerle doludur ve insanlık hep sorumluluğunun hatırlatılmasına ihtiyaç içerisinde olmuştur. [74]
Kur'an, geçmiş dönem olaylarıyla ilgili pek çok örneğe yer vermekte ve bunu yaparken şaşmaz hedefine yönelik muhtelif fonksiyonlar icra etmektedir. Tarihin belli bir diliminde cereyan etmiş bu olayları sahneye koyarken Kur'an ya işlenen konuyu örneklendirmekte, ya inananlara içinde bulundukları durumun tarihte yaşanan benzerlerini hatırlatarak, onları teselli veya teşvik etmekte, ya çok temel bir ahlâk sorununa işaret etmekte, ya da başka bir amaç gütmektedir. Ama onun gayesi hiç bir seferinde salt hikayecilik edebiyat veya kuru bir olayın nakledilmesi olarak değerlendirilemez.
Nitekim onun kıssaları seçişi ve sunuşu aktüel duruma o denli uygundu ki, herhangi bir kıssanın anlatıldığı dönemi tespit ettiğimiz takdirde, anlatılan kıssadan hareketle içinde bulunulan durum hakkında fikir sahibi olabiliriz. Kur'an'ın indiği dönemdeki olaylar, Kur'an metninin biçim almasında bu denli etkin olmuştur. Bu durum Kur'an'ın hayatla içice oluşunun bir sonucuydu kuşkusuz. Bu arada Kur'an'da anlatılan kıssalarla Hz. Peygamber ve çağdaşlarının durumları arasındaki böylesi bir benzerlikten hareketle; hemen aktüel duruma uygun bir hikaye yakıştırıldığını veya Kitab-ı Mukaddes kıssalarında yapılan bazı uyarlamalarla bu paralelliğin sağlandığını söylemek kanımızca insafsızca bîr yargı olur [75].
Kur'an'ın indiği muhitte halk arasında dolaşan pek çok efsane vardı. Bunların belki bir bölümü tarihsel gerçekliği olmayan efsanelerdi, ama bunların azımsanamayacak bir bölümünü de gerçek tarihsel şahsiyetlerin rol oynadığı senaryolar teşkil etmekteydi. Bu ikinci türün kaynaklığını büyük ölçüde ehl-i kitabın deruhte ettiği söylenebilir. Kitâb-ı Mukaddes metninde yer alan tarihsel anlatımların, beşerî katkılarla süslenen ve olağanüstü kılınan son şekillerini, Kur'an'ın ilk hitap çevresinin tarih edebiyatını yansıtan isrâ'iliyyât [76] ürünlerinde bulmak mümkündür. Bunun yanısıra Araplar doğal olarak, kendi tarihleri ('Âd, Semûd, Sebe’, Medyen ve Luqmân kıssaları) hakkında da malumat sahibiydiler [77].
İşte Kur'an işlediği tarihsel örnekleri bu malzeme arasından seçmiştir. Bunun sebebi, muhataba ders verirken konuyu onun bildiği olaylarla örneklendirmenin daha etkili olacağı gerçeğidir. Bu eğitsel gerçeği görmezlikten gelip, Kur'an kıssalarını cahilî kültürün bir ürünü olarak göstermeye çalışmak dürüst bir tutum olmasa gerektir.[78] Kaldı ki, biz Kur'an'ın bazı olayları işlerken, temel sapma niteliğindeki beşerî katkıları tasfiye etme amacıyla, geleneksel tarihe aykırı malumata da yer verdiğini biliyoruz. [79] Ama Kur'an'ın işlediği tarihsel olayların hiç birisi cahiliyye Arabı'nın yabancısı değildi. En eski Arap kabileleri olan Ad ve Semud hakkında bile, doğru ya da yanlış bilgi sahibi idiler [80] ilk muhataplarının bu tarih kültürüne Kur'an da işaret etmektedir [81].
Onlara kendilerinden
öncekilerin; Nuh, Ad, Semud milletlerinin, İbrahim kavminin, Medyen ve alt üst
olmuş şehirler halkının haberi gelmedi mi?[82]
Cahiliyye Arapları'nın tarih kültürünü açıkça yansıtan bu tür ifadelerin yanısıra, Hz. Peygamber'in karşıtlarının Kur'an'da anlatılanlara itiraz ederken kullandıkları "öncekilerin efsaneleri" (esâtîru'l-evvelîn) [83] sözü ve Hz. Peygamber'den mucize isterken, önceki peygamberlerin gösterdiklerine benzer mucizeler getirmesini talep etmeleri [84] de onların tarih kültürünü yansıtmaktadır.
Kur'an'ın ele aldığı tarihsel olayların coğrafî çerçevesini kuzeyde Mısır, Şam, Irak; güneyde Yemen'e kadar bütün Arap yarımadası olarak belirleyebiliriz. [85] Büyük ölçüde peygamberlerin serüvenlerinden oluşan Kur'an kıssalarının bu çerçeveyle sınırlı kalmış olmasını, bütün peygamberlerin bu bölgeye gönderildiği şeklinde yorumlamak büyük bir yanlışlık olur. Bunun belki de tek sebebi, ilk hitap çevresinin tarih kültürünün baz alınmış olmasıdır. Nitekim Kur'an, tarihin kendi anlattıklarından ibaret olmadığını açıkça ifade eder. [86]
Tarihte kalmış olaylardan söz açarken Kur'an'da hâkim olan üslûp, onları yok eden sebepleri hatırlatmak ve muhatabın ona göre kendisini kontrol etmesini sağlamak amacına matuftur. Bunu yaparken Kur'an âdeta tarihin, bütün uyarılara rağmen; fitne, bozgunculuk ve zulümde ısrar eden toplumların örnekleriyle dolu olduğunu gözler önüne sermektedir. İnsanlık tarihinin, insanların basiretsizliğinin yol açtığı acı manzaralarla dolu olması, Kur'an’ın yine aynı çıkmaza girmiş olan insanlara tarih şuurunu vermesi için yeterli bir sebep teşkil ediyordu. Kur'an, bunun için özellikle, hakikati yakalama ve ilâhî hedefe doğru yürüme konusunda en şanslı durumda bulunan peygamberi toplumları seçmiştir. Bunun sebebi, ilk hitap çevresinin de bir peygamberle karşı karşıya bulunmasıdır. Bu itibarla Kur'an'da yer verilen tarihsel malumat bir bakıma peygamberler tarihidir.
“Peygamberlerin önemlilerinin geliş sırası A'râf ve Hûd surelerinden çıkarılacağı gibi şöyledir -ki bu sûreler, özellikle gelişmiş ve düzenli bir üslubu olan Hûd sûresi, peygamberlerin hikayelerini sistemli bir şekilde vermektedir: Nuh, Hûd, Salih, İbrahim (Lût ile çağdaş), Şu'ayb (Lût ve İbrahim'den pek az sonra geldiği anlaşılmaktadır [87] Musa ve İsa (aleyhimusselâm)- [88].
Kur'an'da kavmiyle mücadelesine yer verilen ilk peygamber olarak karşımıza çıkan Nuh, tek Allah'a kulluk çağrısı karşısında ilk tepkiyi toplumun önde gelenlerinden alıyordu. Onların Nuh'a karşı koyarken öne sürdükleri gerekçeler, Kur'an'daki diğer örneklere benzemesi bakımından oldukça ilginçtir:
Senin ancak bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında uyan olmadığını görüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur, dediler.[89] Tarihsel seyri takip ettiğimizde Nuh'tan sonra sıra, en eski Arap kavmi olarak bilinen Ad'a gelir. Hud peygamberin kavmi Kur'an'da 'âd el-ûlâ (ilk Ad) [90] ve 'âd-irem [91] olarak zikredilir. Kur'an'ın anlatışında Ad kavminin en belirgin özelliği olarak, oldukça güçlü ve gücünün fazlasıyla farkında bir millet olması göze çarpar [92]. Kendi içlerinden birinin Allah'a kul olmaya ve onun dışındaki tanrıları terketmeye çağrısı karşısında Ad kavminin tepkisi de Nuh kavminden farklı olmamıştı. [93] Onların en önemli gerekçeleri ise sahip oldukları güç idi. [94] Kur'an, sonuçta Hud'un uyarılarının onları bu sarhoşluktan uyandıramadığını ifade eder [95].
Kur'an'da Ad'den sonra gelen Arap kavmi Semud'dur. Semud'dan bahseden en eski belgeler MÖ. VIII. yüzyıla ait Asur kitabeleridir [96]. Bu belgelerden anlaşıldığına göre MÖ. birinci binin başlarında tarih sahnesine çıkmışlardır. [97] Arapça kaynaklar genelde Semud'un Hicaz-Şam arasında Hicr'den başlayıp, Vâdî'l-Qurâ'ya kadar uzanan bölgede yaşadıklarını kabul ederler. [98] Semud'un yaşamış olduğu bölge ile ilgili Kur'an'daki tek ip ucu ise, burasının kayalık bir vadi oluşudur (ashâbu'l-hicr) [99]
Gerek Kur'an ifadelerinden [100] gerekse Semud'dan söz eden yazıtlardan [101] onların da güçlü bir teknoloji ve ileri bir refah düzeyine sahip oldukları anlaşılmaktadır. Ancak, öyle anlaşılıyor ki Semud toplumunun içinde bulunduğu lüks hayatı, onları Allah'tan uzaklaştırmış ve azgın bir toplum haline getirmiştir. Ülkede bir kesim lüks içinde yaşarken, diğer bir kesimin sefalet çektiğini Kur'an'dan anlıyoruz. [102] Kur'an, Salih peygamberin bozguncu takımın propagandalarına karşı halkı bilinçlendirme çabalarından söz etmektedir. Ancak sonuçta Salih peygamberin de toplumu ıslah etmeye güç yetiremediği anlaşılıyor. [103]
Tarihsel seyri takibe devam ettiğimizde Salih'ten sonraki dönemlerde İbrahim ve Lut ile karşılaşmaktayız. Kur'an, Hz. İbrahim'in putperest kavmiyle mücadelesinden söz etmekle birlikte, onların durumlarına yer vermez. Lut ise Kur’an'da, İbrahim'e inanan bir mü'min olarak belirmektedir. [104] Kur'an'da ne İbrahim'in ne de Lut'un kavmi için bir isim tasrih edilir. Ancak Kitâb-ı Mukaddes'te Sodom'un helâkiyle ilgili olarak geçen mahpeka (ibr.)'nın, Kur'an'da "altüst olmuş şehirler" anlamında kullanılan el-mu'tefikât'a tekabül ettiği düşünülürse, Lut'un kavminin meşhur Sodom olduğu söylenebilir. [105] Müfessirler de Lut'un Sodom'a gönderildiğini kabul ederler. [106]
Kur'an Sodom halkının içinde bulunduğu durumla ilgili en belirgin özellik olarak cinsel sapıklığın son derece yaygın oluşunu zikreder. [107] Bu salgın o kadar yaygınlık kazanmış olmalı ki, onlar işi yoldan geçenlere bile saldırma noktasına kadar getirmişlerdi [108]. Lut peygamberin çabaları fayda vermediği gibi, onunla alay ettiklerini ve onu sürgüne yeltendiklerini anlıyoruz . [109] Sodom'un sonu da diğerleri gibi oldu. [110]
Kur'an'ın önemle üzerinde durduğu eski toplumlardan birisi de Medyen'dir. Medyenlilerin yaşadıkları dönem hakkında çok görüş vardır. Ancak, Kur'an'ın ifadesinden onların, Lut'dan hemen sonraki dönemlerde boy gösterdikleri anlaşılmaktadır. [111] Şuayb'ın yaşadığı tarih ise kapalıdır. Fakat Musa Mısır'dan kaçıp Medyen'e sığındığında kendisini himaye eden şahıs [112] müfessirlerin dedikleri gibi Şuayb ise [113] bu tarihi tahmin etmek daha da kolaylaşır.
Batlamyus, Medyenliler (Modiana)in Kızıldeniz sahillerinde yaşadıklarını söylemektedir. [114] Coğrafyacılar Medyen'i Tebuk'tan altı günlük mesafede bir sahil şehri olarak tarif ederler. Meyden, Eyle'den Medine'ye doğru uzanan Hac yolu üzerinde ikinci konak yeri idi. [115] Kuzeyi güneye bağlayan yol üzerinde bulunması Medyen'e önemli bir ticarî konum bağışlıyordu. Şuayb'ın çağrısında ticaret ahlâkının ağırlıklı yerinden, Medyen halkının her türlü ticarî hilekarlığı yapmakta olduğunu anlıyoruz .[116] Kur'an'ın anlatımından çıkarılabilecek bir diğer nokta da, Şuayb'a inanan önemli bir kitlenin varlığıdır. [117] Şuayb'ın söylediklerinin, kurulu düzenleri için ciddi bir tehdit olduğunun farkında olan [118] inkarcılar gerek Şuayb'a inananlar gerekse Medyen'e uğrayan yolculara yönelik Şuayb aleyhtarı bir kampanya başlatmışlardı [119]. Bu yolla başa çıkamayacaklarını anlayıp, peygamberle birlikte inananları sürgün etmeye karar verdiklerinde ise, iş işten geçmişti. [120]
Kur'an, Şuayb peygamberi yalanlayan bir topluluk olarak Medyenliler'den başka bir de, "orman halkı" anlamına gelen ashâbu'l-eyke'den söz eder. [121] Ancak, Şuayb'ın asbâbu'l-eyke'ye yönelik mesajında da ticaret ahlâkının önemli yer tutması; bu ismin, ormanlık bir bölgede yaşıyor olmalarından dolayı Medyen sakinlerine verilmiş bir sıfat olması ihtimalini güçlendirmektedir. Nitekim daha önce benzer bir şekilde, kayalık bir bölgede oturdukları için Semud'a ashâbu'l-hicr dendiğini görmüştük.
Kur'an'da en çok yer verilen kıssa Musa'nın serüvenidir.
Kur'an, Musa'nın gönderilmesini hazırlayan zeminden bahsederken, dönemin Mısır'ındaki sosyal yapıyı tasvir etmektedir:
“Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara âyırdi. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozguncunun biriydi... [122]
Firavun'un halkı
fırkalara ayırmış olmasını meslek grupları olarak anlamak oldukça güçtür"
[123].
Belli ki, burada anlatılmak
istenen; Firavun'un takip ettiği politikaların toplumu birleştirici değil,
bölücü bir fonksiyon icra etmiş olduğudur. Musa ve Harun'un ilk mesajları da,
Firavun'un bu zulme son vermesine yöneliktir. [124]
Kur'an ifadelerinden öyle anlaşılıyor ki; Firavun, bütün olumsuzlukların tek
sebebi değildir. Hatta ondan, yola gelmesi muhtemel biri olarak söz edilir [125].
“Firavun bu çağrıya uymamıştı
ama, ilk zamanlar Musa ve Harun'a karşı mücadele vermeyi de düşünmemiş olsa
gerek ki, çevresindeki menfaat odakları onu bu gevşek tutumundan dolayı tenkit
ediyordu.” [126]
“Sonuçta Musa ve Firavun arasında dönüşü olmayan amansız mücadele başlıyor ve işi soy kırımına kadar götüren Firavun ve bağlıları Kizıldeniz'de boğularak yok oluyorlardı.” [127]
Büyük bir bölümüne yer verdiğimiz bu tarihsel olayları hatırlattıktan sonra Kur'an, muhatabı bu olaylar üzerinde düşünmeye çağırmaktadır [128]. Kur'an, bitmek tükenmek bilmeyen bu ısrarlı çağrısıyla, aynı zamanda söz konusu edilen olayların tarihte yaşanmış gerçek olaylar olduğunu iddia etmiş oluyordu. Modern sosyolojide, geliştirilen tarih kuramının geçerliliği ve ciddiyeti, dayandırıldığı olayların gerçek veya hayal ürünü olmasıyla ölçülmektedir[129]. Kur'an da bir bakıma, değişmez tarih yasaları olarak takdim ettiği sunnetullah'ı bu zemin üzerine bina etmektedir:
“Sizden önce birtakım uygulamalar (sunen) geçmiştir. Yeryüzünde gezin
de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.” [130]
Bu itibarla Kur'an'daki tarihsel anlatımların gerçekliği üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Kur'an kıssalarına sahne olan Arap yarımadasının tarihi, ilmî araştırmalara konu olmaktan uzak değildir. Kur'an ve Kitâb-ı Mukaddes kıssaları arasındaki önemli orandaki müştereklik, gerek Müslüman, gerekse Kitâb-ı Mukaddes bağlısı tarihçileri, kutsal kitaplarında adı geçen toplumların tarihini araştırma yönünde müşterek bir çabanın içine itmiştir. Bu sevk-i tabiî neticesinde, aslan payını batılı araştırmaların aldığı muazzam bir tarih literatürünün meydana getirildiğini görüyoruz.
Bu arada, sadece Kur'an'da adı geçen toplumlar söz konusu olduğunda, batılı araştırmacıların zaman zaman Kur’an'la müşterek Kitâb-ı Mukaddes kıssalarının araştırılmasında sergiledikleri İlmî hassasiyeti göstermediklerini üzülerek ifade etmek gerekir [131]. Örnek vermek gerekirse, Tevrat'ta yer almayan Ad kavmi ile ilgili olarak Wellhausen, eski Arap şiirindeki 'âd kelimesinin "eski zaman" anlamına geldiğini ve böyle bir kavmin varlığına delâlet edemeyeceğini söyler. Bu durumda "Ad kavmi döneminden beri" anlamındakinin 'ahd 'âd) kullanımı Wellhausen'a göre, "eskiden beri" anlamına gelmelidir [132]. Oysa ki Arap tarihi üzerine yapılan tetkikler en azından böyle bir kavmin yaşadığını kesinlik derecesinde ortaya koymaktadır. Ad, Batlamyus tarihinde Oditae şeklinde, birçok Yunan kaynağında da Adramitae (İrem)'le ilgili olarak yer almaktadır [133]. Bir diğer görüşe göre de Ad, maruf lyâd kabilesi idi [134]. Kur'an kıssaları ile ilgili çok değerli bir çalışmanın sahibi M.B. Mehran ise, genel kanaatin aksine, son arkeolojik araştırmaların ışığında Ad kavminin kuzeyde, Ürdün'ün güneyinde yaşamış bir kavim olduğunu öne sürmekte ve bu bölgede "İrem Vadisi" diye bilinen bir yerin bulunduğunu antik eserlerden hareketle göstermeye çalışmaktadır. [135]
Kur'an'da zikredilen en eski kavmin tarihsel gerçekliğiyle ilgili en azından ipuçları bulunduğu inkâr edilemezken, bazı Kitâb-ı Mukaddes kritikçilerinin, işi Hz. İsa'nın gerçekliğini bile reddetme noktasına kadar götürmüş oldukları [136] göz önünde bulundurulacak olursa, meselenin ciddiyeti anlaşılacaktır. Bu konuda son olarak, Kur'an'ın tarihsel malumata kesinlikle dogmatik bir değer atfetmediğini, bilakis ısrarla tarihin incelenmesine çağrıda bulunduğunu bir kez daha hatırlatarak; konunun ön yargılardan uzak uzmanlara düşen bir iş olduğu yönündeki kanaatimizi ifade etmek istiyoruz.
Konumuza dönecek olursak; bu bölümde bir araya getirmiş olduğumuz malumat bize insanlığın tarih boyunca birtakım sapmalar gösteregeldiğini örneklendirmektedir. Bu örneklerle, bir önceki alt bölümde tanıtmaya çalıştığımız cahiliyye toplumunun durumu bir arada değerlendirildiğinde, Arapların tarih konusunda uyarılmaya olan ihtiyacı kendisini ele vermektedir. Bir bakıma genelde vahiy kurumuna, özelde ise Kur'an vahyine zemin teşkil eden bu tarihsel panoramanın yanında, tarihin çekirdeğini oluşturan insan faktörü de önemliydi kuşkusuz. Kur'an çok yerde insan tahlilleri yapmakta ve bizim görebildiğimiz kadarıyla toplumsal'dan bireysel'e indirgeyici bir tavır sergilemektedir. Bu durumda Kur'an'ın tarih anlayışında ferdin önemli bir yer işgal ettiğini söylemek sanırız yanlış bir değerlendirme olmaz. [137]
Kur'an, sunnetullah olgusunu insanın yüklendiği emanetle sıkı sıkıya ilişkili sunmaktadır. Çünkü insanın üstlendiği görev, yeryüzünde Allah'ın halifeliğidir. Bu ise tarihsel bir görevdir; insan cinsi, görevinin konusu olan yeryüzünü imar ve ıslah edecektir.
İnsanın yüklendiği emaneti anlamlı kılan hürriyeti, onu tarih karşısında sorumlu kılan olumlu ve olumsuz güçlerle donatılmış olmasının sonucudur:
“Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık, onu deneyeceğiz; (bu yüzden) onu işitir ve görür kıldık. Sonra ona yolu da gösterdik, artık ister şükretsin, isterse nankörlük...” [138] imtihanın adil ve ölçücü olması için gerekli ilk öğe insanın kazanmaya (felâh) da kaybetmeye (husrân) de elverişli olmasıdır. Bunu izleyen ikinci öğe ise, insanın imtihanının konusu olan hayatın belli ölçülerde onun önünde boyun eğecek bir tarzda tedbir edilmiş bulunmasıdır. [139] İşte bu iki elverişli zemin, yani insanın halifelik görevini üstlenebilecek ehliyeti hâiz oluşu ve hayatın onun emrine amade kılınışı, insanoğlunu tarih boyunca şahit olunan bir ikilemin kucağına itmiştir.
Esasen bu dualite,
ontolojik bir gerçekliktir ve insanlığın yaşadığı mantık düzleminde kaçınılmaz
bir durumdur. “Şöyle ki; insanın bir görevle sorumlu tutulması, o görevi yerine
getirmeye kabiliyetli olması halinde anlamlı ve âdilcedir -Kur'an insanlığın
görevlendirilmesinde temel ilke olarak bunu kabul eder. [140]
“İnsanın bir şeyi yapmaya kabiliyetli oluşu ise, aynı zamanda o şeyi yapmama yeteneğini de beraberinde getirir. Şayet bu iç-içelik söz konusu değilse kabiliyetten değil, zorunlu rolden söz etmek gerekir. Oysa ki, Kur'an'da insan için zorunlu bir rolden değil, çift kutuplu bir potansiyel iç-içelikten sözedilmekte olduğu açıktır. [141]
Konumuza döndüğümüzde, insanlığın görevinin konusu olması itibarıyla hizmetine sunulan hayatın, bütün çekiciliğiyle onun karşısında durmakta olduğunu görüyoruz:
“Kadınlara, oğullara, kantarlarca altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir...” [142]
Aslında dünya hayatının nimetleri, cazibesini, insanın fıtrî ihtiyaçlarına cevap verici olmasından almaktadır. Bu itibarla bizzat kötü ve kötülüğe itici değildirler. Ama bunların ahlâkî değerini belirleyecek olan, insanın hürriyetini kullanma biçimi olacaktır. İnsandan beklenen, dünya hayatının cazibesinin peşine takılıp, onu varoluş gayesi haline getirmesi değil, ona görevini yerine getirmesi için emrine verilmiş olan bir araç olmaktan öte bir değer atfetmemesidir. Kur'an insandan dünya nimetlerine karşı olumsuz bir tavır takınmasını istememektedir; aksine, onun önerdiği hayat tarzı bu nimetlerden faydalanmanın belli bir ölçüye göre olması gereğini getirmektedir. Aksini iddia etmek Kur'an'ın insanı kendisiyle karşı karşıya getirdiğini söylemekten farksız olur. Oysa Kur'an, tam aksine, getirdiği ölçüler ve sınırlamalarda insanın kendisiyle, toplumla ve tabiatla zıtlaşmasının önünü almayı hedeflediğini söylemektedir.
Kur'an insandan beklentilerini kulluk olarak özetlemektedir. Ancak Kur'an'ın sözünü ettiği kulluk; günlük hayattan rituel ibadetlere de belli bir zaman ayırmaktan ibaret değildir. Önemli olan ferdin tek tek davranışlarının niteliği değil, bir bütün olarak seçtiği hayat tarzının niteliğidir. İnsanın yaratılışındaki çift kutupluluk iki zıt istikamette iki zıt yaşam imkânını içermektedir. Fert, yapacağı tercihle şu iki yoldan birisinde bulacaktır kendisini: Yeryüzünde insan onuruna yaraşır bir hayatı oluşturma/sürdürme (ıslâh) ya da tam tersi bir yolda (ifsâd)... Kur'an'ın anlatışında insan bireyi, koca bir insanlığın kaderini belirlemede böylesine güç sahibi kılınmış ve tarih âdeta onun eline teslim edilmiştir. Durum bu şekilde tespit edilince kulluk sürecinde formel birtakım ibadetlerin (ibâdât-ı mersûme) bile kulluğun bizzat kendisi olmadığı, ancak bu süreçte işlevsel bir rolü haiz bulunduğu açıklık kazanmaktadır. [143] Dolayısıyla ibadetler ferdin ıslâh çizgisinde kalmasına katkısı nisbetinde anlamlı ve önemlidir. Bu katkı sıfır noktasına indiği andan itibaren bu önem de ortadan kalkar. [144] Islâh çizgisinde ibadetlerin yerine ise ifsâd çizgisinde de küçük günahların [145] yeri odur.
Bu durumda bütün mesele, ferdin söz konusu iki zıt istikametten hangisinde yer alacağının belirlenmesidir. Bu, Kur'an'ın ahlâkı bir bütün olarak değerlendiren bakış açısından kaynaklanmaktadır. Ona göre -ahlâkî anlamda- bazı konularda iyi, diğerlerinde kötü olmak mümkünse de, kalıcı bir konum değildir. Netice itibarıyla insan ıslâh ve ifsâd çizgilerinden birisinde ilerleyen ahlâkî bir süreçtir. Çizginin değiştirilmesi mümkünse de, her ikisinde birden yer almak birtakım eylemlerle mufsid, birtakım eylemlerle muslih olmak gibi bir durum söz konusu değildir.
İşte insanın önünde duran bu iki istikametten hangisine yöneleceğini belirleme yetkisi sadece kendi hürriyetine bırakılmıştır, insanın hürriyetini kullanma biçimini etkileyen dahilî (hevâ) ve haricî (şeytân) faktörler ise sonsuzdur. Kur'an insanoğlunun insanlık yolunda karşısına çıkacak dışsal etkenleri de kabul etmekle birlikte vurguyu içsel'e yapmaktadır. Zira şeytân'ı üreten veya ona fırsat veren hevâdır. Bununla birlikte Kur'an bu noktada ilke olarak insana güvenmektedir; çünkü o insanın doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneğini tanımakta [146] ve bu yolda başarılı olma şansının yüksek olduğunu daima hatırlatmaktadır. [147] Ancak, belki aynı sıklıkta insanın hürriyetini kullanma biçimini olumsuz yönde etkileyebilecek iç dinamiklere de dikkat çekmekte ve bu zaafları dizginlemenin yolunu göstermektedir.
Toplumları kemiren ve yok eden faktörlerin hepsi de Kur'an terminolojisinde zulm vasfında ifadesini bulur. İnsanın zulmü ortaya çıkaran zaafları onun kendisine, hem-cinslerine, tabiata ve-bunlardan ayrı olmamakla birlikte-Allah'a karşı davranışlarında kendini gösterir. Düşüncesizlik [148] huysuzluk [149] acımaksızlık [150] nankörlük [151] azgınlık [152], telaş [153] vb. insanın bu tür zaaflarındandır.
Kur'an'ın anlatışında bu zaaflar bir bütün görünümündedir. Bunlardan herhangi biri beslendi mi, diğerleri onu izler. Örneğin, insanda kendisini yeterli görme ve Allah'tan bağımsız hissetme {istiğna) eğilimi vardır [154] İnsanın kendisini yeterli göreceği sahalar sayısızdır. Ama bu istiğna ve tekebbür duygusunun önü alınmadığında, bu duygu insanı sadece Allah'a değil, içinde yaşadığı topluma karşı da sorumsuz bir hale getirir. [155]
Özetlemek gerekirse, Kur'an insanı iki kutuplu (nötr değil) bir varlık olarak takdim etmektedir. Onda bu iki kutuptan hangisinin ön plana çıkacağını belirleyen tek faktör ise, kendi hür iradesidir. Onun zaaflarının güdümüne girmesi, tarih içerisinde olumsuz rol oynamasını doğuracaktır. [156] Tarih içerisinde olumlu rol oynayabilmesi fıtratına kulak vermesi, yabancılaştırıcı etki ve unsurlardan arlanması ve zaaflarını dizginlemesine bağlıdır. Bu sürecin işleyişine girmek istemiyoruz, ancak Kur'an bu süreci tahlil etmektedir. [157] İnsanın zaaflarının güdümüne girmesi için kendisini bırakması yeterliyken, zaaflarını dizginlemesi ise çabayı gerektirmektedir. Bu yüzden olsa gerek, Kur'an bu çabayı gösterene Allah'ın yardım edeceğini söyler. [158] Esasen Kur'an'ın tasvir ettiği insan gerçeği ölçü alınacak olursa, insanın tarih içinde başarılı olmak için haricî bir yardıma ihtiyacı olmadığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu, ona yardım edilmesine de engel değildir. Nitekim Kur'an, vahyi insanlığa bu türden bir katkı (rahmet) olarak görmektedir. [159] Ayrıca Allah'ın, insanın ahlâkî yaşantısında ona yardımını her zaman için haricî bir yardım olarak anlamak gerekmeyebilir. Sözü edilen yardım çoğu kez, yaratılışta fıtrata yerleştirilen iyilik kabiliyeti olarak anlaşılmaya da elverişli görünmektedir. [160]
Tarihsel bağlam derken kastettiğimiz şey, klasik literatürde esbâb-ı nüzul (ayetlerin iniş sebepleri) ilmi [161] adı altında ele alınan konularla önemli paralellikler içermektedir. Şu farkla ki; nüzul sebebi, bir ayet veya ayetler grubunun inmesine neden olan somut bir olaydan ibarettir [162]. Bizim aramak istediğimiz ise, ortada muayyen bir olay yoksa da, verilen mesaja ihtiyaç duyuran tikel ortamdır. Bir bütün olarak Kur'an'ın zemininin incelendiği bir önceki alt başlıktan farklı olarak, burada belli bir Kur'an pasajının gelmesine zemin oluşturan tikel ortamlar söz konusu edilecektir. Bu ortamlar ne denli iyi tahlil edilirse, Kur'an'ın söz konusu ortamda hangi ihtiyaca cevap vermek istediği o derecede isabetle kaydedilecektir.
Kur'an, Arapların Hz. Muhammed'in peygamberliğini ilanından önceki peygamber beklentilerine işaret etmektedir. [163] Arapların -bu beklentide samimi olmadıklarını gösteren- Peygambere karşı koyuşlarını ve onun en azılı düşmanı kesilmelerini Kur'an "yeryüzünde büyüklenme" (istikbâr) ve "kötü bir tuzak" olarak niteler [164]. Çünkü onların Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanımamalarının makul ve ahlâkî hiç bir gerekçesi yoktur. Şairlik ve mecnunluk [165] gibi iftiraları dışında tek haklı gerekçeleri, onun günün, ölçülerine göre herhangi biri olmasıdır [166] . Kur'an, Arap toplumunun önde gelenlerinin aslında, içlerinden basit birisinin, bütün düzenlerini alt üst edecek fikirlerle ortaya çıkmasını kabullenemediklerini bildirir. Kur'an'ın "büyüklenme" dediği tavır bu olsa gerektir.
Müşrik Araplar'ın Hz. Peygamber'in mesajına gösterdikleri tepki ve inananlara uyguladıkları baskı onları başka bir ülkeye sığınmak zorunda bırakacak ölçüde şiddetlenmiştir. İşte Arapların sunnetullah ifadesiyle ilk tanışmaları bu ortamda gerçekleşmiştir. Kaynaklarda verilen bilgilere göre, sunnetullah'dan söz edilen surelerden nüzul tarihi olarak en erkeni Fâtır süresidir. Bu surenin nüzul tarihi olarak Habeşistan hicreti ile İsrâ hâdisesi arasındaki dönem zikredilir. [167]
“Kur'an, peygamber karşıtlarına, kendileri katında en geçerli değer ölçüsü olan mâlî varlık ve nüfuz açısından daha iyi durumda bulunduğu halde, benzer ahlâkî olumsuzluklar nedeniyle yok olmuş eski toplumları hatırlatır.[168] Onların tarihten almaları beklenen ders, yapılan bir kötülüğün zararını, o kötülüğü yapanın çekeceğidir. Bu açıklamalar inkarcılar için bir uyarı olduğu gibi, inananlar için de müjde ve rahatlatma olarak değerlendirilebilir. Surenin son ayetinde ise tarihin işleyişinde zaman faktörünün aldatıcı özelliğine dikkat çekilmektedir.
“Allah, işledikleri hatalar yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı yer yüzünde canlı kalmazdı...”[169] Kur'an'da sıkça görülen benzer ifadeler gösteriyor ki, müşrik Araplar başlarına taş yağmamasını, doğru yolda olduklarının veya Kur'an'ın kendilerine yönelik tehditlerinin asılsızlığının bir göstergesi olarak ele almaktadırlar.[170] Buna ilaveten, Kur'an yoğun tehditler yağdırırken, müşriklerin hâlâ bir felakete maruz kalmamalarına, inananların anlam verememiş oldukları da akla gelmektedir. Son derece doğal karşılanması gereken bu hayal kırıklığı karşısında Kur'an; zikrettiğimiz türden ifadelerle, hâlâ yaşıyor olmanın, hatta güçlü olarak varlığını sürdürüyor olmanın, bunun böyle süreceği anlamına gelmeyeceğini; nitekim çok daha güçlü olan eski inkarcı toplumların da aniden güçlerini yitirip yok olduklarını hatırlatmaktadır.
Sunnetullah' a ikinci olarak İsrâ suresinde yer verilmektedir. Bi'setin 12. yılına tekabül eden İsrâ hâdisesinin de anlatıldığı bu surenin nüzul tarihi aynı yıl olsa gerektir [171]. Hicrete oldukça yakın bir dönem olması itibarıyla surede, müşriklerin Hz. Peygamber'i yurdundan etme çabalarına açık bir şekilde temas edildikten [172] sonra şu ders verilir:
... böyle bir durumda, senden sonra orada kendileri de çok az bir süre kalabilirler. Bizim senden önce gönderdiklerimiz hakkındaki uygulamamız budur ve bizim uygulamamızda bir değişiklik bulamazsın [173]
Burada açık olan, müşriklere yöneltilen; Peygamber'i Mekke'den çıkardıkları takdirde orada uzun süre kalamayacakları tehdididir. Müşriklerin peygamberi sürme gayretlerinin sebepleri düşünüldüğünde, peygamberlerle ilgili bir yasa olarak takdim edilen bu husus, peygamberin fonksiyonunu üstlenen unsurlar için de geçerli kabul edilebilir. Çünkü tarih açısından önemli olan kimlikler değil, nitelik ve davranışlardır.
Böyle düşünüldüğünde yukarıdaki pasajdan, haksız yere sürgün edilen toplulukların eninde sonunda kendilerini sürenlere karşı zafer kazanacakları mesajı çıkarılabilir. Tarih, benzer pek çok olaya tanıktır. Nitekim Kur'an'ın burada özelde ilgilendiği sürgünün neticesi de öyle olmuştur. Peygamber'in Mekke'den ayrılmak zorunda kalmasından bir yıl kadar sonra toparlanan Müslümanlar Bedir'de, kendilerini sürgün eden müşrikleri unutulmaz bir yenilgiye uğratmışlar ve peşpeşe süren mücadeleden sonra nihayet 8/630 yılında Mekke'yi fethetmişlerdir. Fetih sonrası Mekke'sinde ise artık, Kur'an'ın ifadesiyle, "yeni bir toplum doğmuştur".
Hicret öncesi sıkıntı döneminin en ayrılmaz unsuru, inkarcıların Hz. Peygamber'le alay etmeleridir. Bu dönemin ürünü bir sure olarak kaydedilen [174] Hicr suresi, söz konusu alayların yeni bir şey olmadığını anlatmakta ve daha önce aynı tutumu sergileyenlerin kötü sonlarına dikkat çekmektedir.
Önceki toplumlar hakkındaki uygulamamız geçtiği halde ona [Kur'an olsa gerek] [175] inanmazlar [176].
Kanaatimizce burada ön plana çıkan mesaj, müşriklerden tarihin işleyişindeki nedenselliği yakalamalarının istenmesidir. Kur'an aynı çağrıyı pek çok yerde tekrar eder. [177] Ele alacağımız bir diğer mekkî sure [178] olan Gâfir (Mümün) suresinde de 82. ayetten itibaren Araplar'ın bulundukları coğrafyada yaşamış eski toplumlar ve uygarlıkların kötü sonlarına işaret edilmektedir. Kur'an, bu işaretten sonra, peygamberi sürmenin eşiğindeki Araplar'a, "yok oluş sürecindeki bir toplumun bütün uyarılara rağmen ahlâksızlıkta ve inkârda ısrarlı olmaları halinde, iş işten geçtikten sonra hatalarını anlayacaklarını, fakat bunun kendilerini kurtarmayacağını" anlatmak ister [179]. Çünkü müşrikler hiç bir uyarıya kulak asmamaktadırlar. [180]
Gâfir'den sonraki bir döneme tekabül eden Kehf suresinde [181] de aynı konunun işleniyor olması [182], müşrik Araplar'ın uyarılara karşı ne kadar ilgisiz olduklarını göstermektedir. Bu ısrarlı ilgisizlik onların durumlarının gittikçe kötüleştiğini gösterdiği için, yeni uyarıları da beraberinde getirmektedir:
Kendilerine hidayet geldiğinde insanları inanmaktan ve Rabblerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan, öncekilere uygulananı veya azabın açıkça gelmesini beklemeleridir. [183]
Kur'an öncekilerin
benzer tutumlarını muhtelif vesilelerle dile getirir. [184]
Böylesi hayatî konuları hafife almak Kur’an'a göre bir çeşit zulümdür. [185]
Nitekim örnek verilen eski kavimlerin yok edilmesinin sebebi de işledikleri bu zulümdür. [186] Kur'an, müşriklerin azap istemelerini tenkit etmekte, fakat azaptan emin olmalarına karşılık, iyi durumda görünmelerinin kendilerini aldatmaması gerektiğini söylemek suretiyle azap tehdidini yinelemektedir. [187]
Bütün bu uyarılara
rağmen Mekkeli müşrikler tutumlarını değiştirmemiş ve uyguladıkları baskılar
sonucunda Hz. Peygamber Mekke'yi terketmek zorunda kalmıştı (16 Temmuz 622).
Kısa sürede toparlanan Müslümanlar ilk çarpışmanın vuku bulduğu Bedir'de
(2/624) Mekke müşriklerini şaşılacak bîr başarıyla dağıtmışlardı. Kur'an,
Bedir gazvesinden hemen sonra indiği
nakledilen [188]
Enfâl suresinde Mekke müşriklerinin bu yenilgileriyle, alay edegeldikleri azap
sürecine girmiş olduklarını dokunaklı bir şekilde anlatmaktadır. [189]
Bedir'de Mekke'nin çok sayıda önde geleni öldürülmüştü [190]. Savaştan döner dönmez Mekke müşrikleri bu kayıplarının intikamını almak ve Müslümanlar'a ders vermek üzere yeni bir savaşa karar vermiş ve bütün imkanlarını seferber etmişlerdi. Aşağıdaki ayetin bu hazırlıktan söz ettiği anlaşılmaktadır. [191]
“İnkâr edenler mallarını, Allah yolundan çevirmeye harcıyorlar. Harcayacaklar da... sonra bu onlara yürek acısı olacak, mağlub olacaklar...”[192]
“Bir sonraki ayette bu hazırlıktan vazgeçmeleri halinde hâlâ affedilme imkanları bulunduğu, hatırlatılır. Şayet vazgeçmeyecek olurlarsa öncekilere uygulanan onlara da uygulanacaktır.” [193]
Mekkeli müşrikler
kararlıdırlar ve hicretin üçüncü yılında Müslümanlarla bir kez de Uhud'da
karşılaşırlar. Bu kez Müslümanlar yenilmiştir. Böyle bir yenilginin inananlar
üzerindeki etkisini Kur'an'dan takip etmek mümkündür. Uhud'dan hemen sonra
indiği nakledilen Â1-i İmrân suresinde [194] şu
ayetler yer almaktadır: “Üzüntüye kapılıp çözülmeyin!.. Eğer
inananlar iseniz üstün olanlar sizsiniz. Size bir acı dokunduysa, o topluluğa
da benzer bir acı dokunmuştu. Biz bu günleri insanlar arasında dolaştırırız...
[195]
“Bu açıklama sadece bir teselli değil, bir hakikatin
ifadesidir.” [196]
İyi günlerin yanında kötü günlerin de olması hayatın tabiatındandır; önemli olan izlenen hayat çizgisidir. Nitekim tarihte de inananlar benzer acı günler yaşamışlardı. Ancak tarihin öğrettiği değişmez bir gerçek vardı ki, nihâi zafer hep inananlarındı. [197]
Mekkeli müşriklerle mücadeleler devam ederken Medine'de de bir soğuk savaş yaşanıyordu. Hz. Muhammed'in hicretle beraber, Medine'de en önde gelen isim olması, Medine'nin eski sakinleri arasında çekemezliğe ve bunun doğurduğu sinsice oyunlara sebep olmuştu. Kur’an Medine'deki münafıkların bu oyunlarını çok yerde konu edinir. [198]
Hicretin 5. yılında Hz. Peygamber, Kur'an'ın talimatı üzerine, evlatlığı Zeyd'in boşadığı Zeyneb'le evlenecekti[199]. Evlatlığın, öz çocuğun bütün hukukuna sahip olduğu bir toplumda, bu evlilik Hz. Peygamber'i oğlunun boşadığı kadınla evlenme durumuna düşürecekti. Kur'an'ın Peygamber'e yönelik ifadelerinden, böyle bir sonuçtan çekindiği için bu evlilikten kaçınmak istediği anlaşılmaktadır. Ama Kur'an evlatlık kurumunu anlamsız ve çarpık bir uygulama olarak değerlendirmekte ve Müslüman toplumda böyle bir kurumun yer almamasını istemektedir.[200] Hz. Peygamber'in Zeyneb'le evlenmesi ise bu hedefi gerçekleştirmede çok etkili bir yöntem olacaktı [201]. Kur'an, nüzul sırasında Âl-i İmrân'dan hemen sonra yer alan Ahzâb suresinde [202] konuyu ele almakta ve şöyle bağlamaktadır:
“Allah'ın kendisi için öngördüğünde peygambere bir sıkıntı yoktur. Önceki geçenlerle ilgili Allah'ın uygulama biçimi budur... [203]
Bu ayetteki sunnetullah ifadesinin neye delâlet ettiği konusunda çok farklı görüşler ileri sürülmüştür [204] . Kanaatimizce sunnetullah ifadesinin anlam çerçevesi ve Kur'an bütünlüğü göz önünde bulundurulduğunda; bu ayette, ideal toplumu oluşturmada üstesinden gelinmesi zor görünen konuların üzerine bile cesaretle gidilmesinin sonuç verici olduğu fikrinin işlemekte olduğu görülür. Bu vesileyle Kur'an, sosyal çevrenin geleneğe dayanan mukavemetinin; hakka, adalete ve ahlâka dayanan ıslah hareteki karşısındaki zayıflığını öğretmekte ve Hz. Peygamber'i sadece Allah'tan korkmaya çağırmaktadır:
“Önceki peygamberler) Allah'ın mesajını iletirler, Allah'tan başkasından korkmaz sadece ondan korkarlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter.” [205]
Aynı sure içerisinde,
peygamber hakkında zihinlerde şüphe yaratmaya çalışan münafıklara, artık bu
fesatçılıktan vazgeçmeleri önerilmektedir; aksi takdirde cezalandırılacakları
bildirilmektedir. [206]
“Bu Allah'ın sünnet' idir.” [207]
Kurulmak istenen toplum yapısı karşısında direnenler ya o yapı içerisinde eriyecekler ya da ister istemez taraflar arasında çatışma doğacaktır. Çatışmadan başarılı çıkan ise hukukun ve ahlâkın temsilcileri olacaktır.
Medine'deki bu soğuk savaş sürüp giderken hicretin üzerinden beş yıl geçmişti ve gerek Hz. Peygamber, gerekse muhacirler hem Kabe'yi ziyaret etmek hem de yurtları olan Mekke'yi görmek istiyorlardı. Umre amacıyla yola çıktıktan sonra, bu isteklerine Mekke müşrikleri tarafından karşı çıkıldığını görmüşlerdi. Bu durum karşısında Hz. Peygamber inananlardan, gerektiğinde savaşacaklarına dair söz almıştı. Kur'an, savaş donanımına sahip olmadıkları halde Peygamber'e gösterdikleri güven ve sadakatten dolayı mü'minlerin bu davranışlarından övgüyle bahsetmektedir. [208] Müslümanların bu kararlı tutumları kendilerine ulaşan Mekke'liler savaşmaktan çekinmişler ve uzlaşma yoluna gitmişlerdi. Hudeybiye musâlahası (5/627) olarak bilinen bu anlaşmadan sonra indiği nakledilen [209] Feth suresinde olay şöyle değerlendirilmektedir:
“Kafirler sizinle savaşacak olsalardı, arkaları sıra geri dönme durumunda kalacaklardı (...) Allah'ın öteden beri süregelen uygulaması budur ve Allah'ın davranışında bir değişme bulamazsın.” [210]
Bu ayetleri takip eden bölümde, bu barışın stratejik açıdan iyi bir sonuç olduğunu anlatan ifadelerden (24-25. ayetler), inananların Mekke'ye girmek için ne denli sabırsızlandıklarını anlıyoruz. Onların bu arzularına cevaben Mekke'yi mutlaka fethedecekleri imâ edilmektedir. [211]
Sonuç olarak, sunnetullah ve anlamdaşlarının geçtiği pasajların tarihsel bağlamları da, sunnetullah'ın konusuna ilişkin kanımızı pekiştirmektedir.[212]
Kur'an'ın anlaşılabilmesinde önemi reddedilmeyecek derecede açık olan bütünlük ilkesi, Kur'an'da çelişkinin bulunmadığı tezine dayanmakta ve aynı zamanda Kur'an'daki iç tutarlılığın sağlaması anlamına gelmektedir. Tefsir geleneğinde bu ilke -bazı yönleriyle de olsa, teorik düzeyde- usûl kitaplarını dolduran konular arasında yer alan ayetler (veya sureler) arasındaki tenâsub çerçevesinde gündeme getirilmektedir [213]. Ancak elimizdeki en eski metinler de dahil olmak üzere, Tefsir literatüründe siyâq-sibâq kontrolü konusunda bile her zaman başarılı olunamadığını müşahede etmek zor değildir. [214] Nitekim konumuzu teşkil eden sunnetullah ifadesinin böylesine farklı anlamlarda kullanılmış olmasında, bu ifadenin ait olduğu kur'ânî bağlamdan koparılmasının önemli rol oynamış olduğunu göstermeye çalışmıştık.
Bu durumda, sunnetullah'ın konusunu Kur'an bütünlüğü çerçevesinde tespit edebilmek için öncelikle bu ifadeyi tabiî bağlamına götürüp, hangi atmosferde ve hangi düşünsel bağlamda kullanılmakta olduğunu belirleme durumundayız. Bu ise iki aşamalı bir incelemeyi gerektirmektedir, ilk aşama olarak sunnetullah'ın ve anlamdaşlarının geçtiği pasajların ait olduğu tarihsel bağlamla ilgisi ortaya konulmalı, ancak ondan sonra metnin iç bütünlüğü ikinci bir aşama olarak ölçüt alınmalıdır.
Bu bölümün buraya kadarki alt başlıklarında birinci aşamayı gerçekleştirmeye çalıştık. Burada ise Kur'an'ın iki kapağı arasında kalan metnin iç bütünlüğünü ölçüt alarak sunnetullah konusunu tespit etmeye çalışacağız. Sunnetullah ve anlamdaşlarının yer aldığı siyak-sibak ortamları bir arada gözden geçirilecek olursa, buralarda Hz. Peygamber ve inananlar ile inkarcılar arasındaki mücadelenin değişik boyutlarıyla konu edilmekte olduğu hatırlanır. Yine hatırlanacağı gibi, bu bağlamda tabiî varlık alanına ilişkin en ufak bir ipucu bulmak mümkün değildir.
Bütün bu pasajlar daha dikkatlice incelendiğinde, tarihin belli bir diliminde yaşanmış bir mücadeleyi yansıtmanın ötesinde mesajlar taşıdıkları görülür. Öyle sanıyoruz ki, burada esas sorun, söz konusu tarafların tarih içerisindeki ve tarih karşısındaki konumlarıyla ilgilidir. Kur'an'a göre bu taraflardan birinde, görünürde sınırlı bir bölgede zulmü ortadan kaldırmaya çalışmaktaysa da, esasen bütün yeryüzünde insanca yaşamanın asgarî zeminini oluşturmayı hedefleyen mü'minler [215] karşı tarafta ise olanca güçleriyle statükoyu muhafazaya çalışan şer odakları yer almaktadır. [216] Tarih boyunca var olagelen bu iki topluluk tipi Kur'an'da zaman zaman mukayese edilir. [217]
Kur'an'a göre inkarcılar, Hz. Peygamber'e karşı tutumlarıyla özelde kendi toplumlarının, genelde bütün insanlığın geleceğini tehdit eden bir yapıyı korumayı üstlenmiş olmaktadırlar. Sunnetullah''tan söz edilen pasajlarda konu edilen mücadelenin temelinde bu dinamikler yatmaktadır. Yoksa ne inananlar, ne de inkarcılar olayı salt inanç bazında değerlendirmektedir, öyle olsaydı müşriklerin uzlaşmak üzere Hz. Peygamber'e karma bir inanç sistemi önermelerini anlamak imkansızlaşırdı. Onlar Hz. Muhammed'in Tanrı'sını tanımaya razıydılar; yeter ki, o toplum içinde ikilik yaratmasındı. [218] Kur’an’ın çağrısına ilk tepkiyi, toplum içinde önemli yer edinenlerin göstermiş olması, mesajın onlar tarafından çok iyi anlaşıldığının ve konunun sadece bir inanç meselesi olmadığının güvenilir bir göstergesidir. Kur'an tarih içerisinde aynı kesimden tepki alan peygamberlere sık sık atıfta bulunur:
“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek oranın beslenmiş kesimi; "biz size gönderileni inkâr ediyoruz; biz mal ve çocuk bakımından daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz ya", demişlerdir.”[219]
Kur'an bu karşı koyuşun sebeplerini de tahlil etmektedir.
“Çünkü onlar bundan önce dünyada nimet içinde bulunurlarken büyük günah işiemede direnir dururlardı [220]
Sunnetullah ve anlamdaşlarının içinde yer aldıkları metinsel bağlamlar tasvir etmeye çalıştığımız gibi, Hz. Peygamber ile karşıtları arasındaki mücadele bazında evrensel sosyal gerçekliklerin işlendiği ortamlardır. Bu kısa tekrar, sunnetullah ifadesinin Kur'an'da tarihsel bir anlam çerçevesine sahip olduğu yolundaki kanatimizî teyit etmektedir.
Ulaştığımız sonucu Kur'an'ın ana konusu ve hedefi ile karşılaştırdığımızda bu ikisi arasındaki paralellik ilk anda göze çarpar. Daha önce de değişik vesilelerle ifade etmiş olduğumuz gibi, Kur’an’ın ana konusu insandır. Kur'an metninin 20 küsur yıl kadar süren oluşum süreci düşünülecek olursa, onun ideal bir insan / toplum tipi önerdiği ve bu ideali gerçekleştirmesi için Araplar'a katkıda bulunmayı hedeflediği görülür. Dolayısıyla Kur'an'ın tarihsel bir misyonu üstlendiğini söylemek yanlış olmaz kanısındayız. İşte sunnetullah ifadesi de bu tarihsel çerçevede gerçek hüviyetine kavuşmakta ve Kur'an bütünlüğüne aykırı düşmeyecek bir anlam kazanmaktadır.
Kur'an, "Allah'ın davranış biçimi" anlamındaki sunnetullah ifadesiyle ilişkili olarak kelimetullâh, kelimetu rabbik gibi ifadeler de kullanmaktadır. "Allah'ın verdiği söz" benzetmesini içeren bu terimler de sunnetullah gibi, Allah'ın davranış tarzını ifade etmektedirler. [221] Kur'an'daki bütün örnekler incelendiğinde bu ifadelerin Allah'ın tarih içindeki tavrından sözetmekte oldukları görülür. [222] Allah'ın tarih içerisinde nasıl davranacağının belirsiz olmadığı, aksine Allah'ın hangi durumlarda nasıl davranacağına dair kendisine ve bu ilâhî tavrın muhatabı olması itibarıyla insanlığa söz verdiği, fikri işlenmektedir. Tarihin kendilerine ayrıcalık tanımasını bekleyenlere yönelik olarak sunnetullah gibi kelimetullâh''ta da bir değişme olmayacağı vurgulanır. [223] Aynı olgu, qavl(söz) kelimesiyle de verilmektedir Kur'an'da... Kelimetullah’a benzer bir şekilde Allah'ın (kendisine ve insanlığa) verdiği söz anlamına gelen bu kelime de yine tarihle ilgili bir kullanım alanına sahiptir [224].
Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde Kur'an'ın bütünü göz önünde bulundurulduğunda Kur'an'da Allah'ın tarih içerisine yerleştirildiği görülür. Bunu yaparken Kur'an şöyle bir senaryo canlandırmaktadır; Allah ezelde tarih içerisinde nasıl davranacağını belirlemiş ve bu davranış tarzını değiştirmeyeceğine dair söz vermiştir (qavl, kelime). Tarihin başlangıcından beri verdiği söz gereği Allah değişmez bir tavır sergilemektedir (sunnetullah) ve bu tavır ileride de aynı kalacaktır.
Kur'an'da Allah'ın böylesine tarihin içinde takdim edilmesinin sebebi, tarih alanının ahlâk alanı olmasıdır, insanın ahlâkî değeri olmayan yönü; bedeni, cinsiyeti, ırkı, yaşı vs. tarihin konusu değildir. Önceki bölümde de belirttiğimiz gibi; insan tarih alanına hürriyetiyle, iradesiyle, ahlâkî yönüyle ve eylemleriyle iştirak etmektedir. Bunun sonucu olarak insanın sınandığı alan da burasıdır. İnsan tarih içerisinde istediği rolü oynayabilir, işte Kur'an tarih yasalarının yerine Allah'ın davranışını koymakla, insanı tarih içerisinde Allah ile ilişki içerisine sokmaktadır. Bu anlamda, insanın her davranışı Allah'a yöneliktir ve davranışları sonucunda başına gelen her olay da Allah'ın ona karşı davranışıdır. İnsan ahlâkî anlamda olumlu bir hayat sergilediği takdirde Allah tarafından yükseltilecek, aksi halde alçaltılacaktır.
Şüphesiz Kur'an bütün bu anlatımlarla, bir tarih şuuru oluşturmaya çalışmaktadır. Bu mesajın özü şudur: Tarih içerisinde insan başıboş bırakılmamıştır [225] her davranışı bir değişime gebedir [226]. Allah, tarih içerisinde bir taraf durumunda olduğu için tarihin seçmeci karakteri vardır; tarih, kötünün karşısında iyiden, yanlışın karşısında doğrudan, zararlının karşısında yararlıdan, zorluğun karşısında kolaylıktan yanadır. Çünkü Allah, bu birinciler karşısında hep ikincilerden yanadır. [227] Ancak tarih, işleyişinde tarafsızdır, kimyese ayrıcalık tanımaz. Çünkü Allah, tarih içerisindeki tavrını değiştirmeyeceğine dair söz vermiştir.
Bu tarih bilincinde bizzat tarihi Allah, tarih yasalarını Allah'ın sözü (qavl, kelimi), tarihîn bu yasalar uyarınca işleyiş tarzını da Allah'ın davranış tarzı (sunnetullah) karşılamaktadır. Bu nitelemelerde tarih olayının oluşumunda rasyonel ve gaybî faktörlerin rolünün ne olduğu önemli değildir. Somutlaştırmak gerekirse, örneğin bir Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması ile bir peygamber gönderilmesi arasında bu açıdan fark yoktur. Önemli olan olayın tarih olayı olup olmamasıdır. Olayın işleyişinde gaybî faktörlerin rol oynaması, bu işleyişin bir mantığı bulunmadığı anlamına gelmeyeceği gibi, tamamen rasyonel faktörlerin rol oynadığı bir olayın işleyişini de Allah'tan soyutlamanın imkânı yoktur. Kur'an'ın ifade özelliğinin sonucu olan bu durum, tarihin işleyiş tarzına neden sunnetullah dendiğini de anlaşılır kılmaktadır.
Sonuç olarak, dilsel bakımdan sunnetullah ifadesi pek çok şeyi anlatmak için -dolayısıyla tabiat kanunları anlamında da pekâlâ- kullanılabilir. Ancak, bu ifadeyi Kur'an'a referansta bulunarak kullanmak istiyorsak, öncelikle Kur’an’ın bu ifadeye belli bir anlam yükleyip yüklemediği sorusunu yöneltmemiz gerekir. İşte çalışmamızın buraya kadarki kısmında bu sorunun cevabını aradık. Ortaya çıkan sonuç, sunnetullah' ın Kur'an'da -mutlaka net bir karşılık bulmak gerekirse- olsa olsa, "tarih yasalarını anlatan bir ifade olarak kullanıldığı yönündedir. Bu itibarla, sunnetullah’ın İslamî literatürde genellikle yanlış anlaşılıp, yanlış kullanıldığı gerçeğini telaffuz etmek durumundayız. [228]
[1] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 75.
[2] A'râf: 7/54
[3] Bakara: 2/117; Âl-i-İmrân: 3/47,59; Enam: 6/73;
Mü'min(Gâfir): 40/68vb
[4] msl.bkz,:Râzî IV.26-27
[5] Nahl: 16/38-40. ayrıca bkz. Yâsîn: 36/77-79.
[6] krş.; Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, İzmir 1987, s.
48-66.
[7] Enbiya: 21/16-17; aynca bkz.: Al-i İmrân: 3/191; Sad:
38/27; Duhan: 44/38.
[8] Bakara: 2/29; Casiye: 45/13
[9] Zariyât: 51/57. aynca bkz: Mü'minûn: 23/115
[10] bkz.: s. 62
[11] Mülk: 67/3-4; Yâ-sîn: 36/38-40; Neml: 27/88 vd
[12] bkz.: Aydın, Mehmet, "İslâm'a Göre İlim",
DEÜİFD., sayı: 3, İzmir 1986, s. 5-6
[13] “Herşeyi
yaratıp, biçim veren ve (ona) ölçüsünü koyup, yolunu gösteren yüce Rabbinin
adını tesbih et.” A'lâ 87/l-3.
[14] Yâ-sîn: 36/38-40
[15] Mürselât: 77/20-23.
[16] Nahl: 16/68
[17] Furkân: 25/45-46; Kasas 28/71-72; Şurâ 42/33
[18] “Onlara hem dış
dünyadaki (âfâq), hem de kendilerindeki alâmetlerimizi göstereceğiz...”
Fussilet: 41/53
[19] Rûm: 30/8
[20] Yûnus: 10/22-23; Nûr 24/39; Ankebut: 29/65.
[21] Hud: 11/9-10.
[22] İsrâ: 17/90-93; Zuhruf
43/53
[23] “Bizim
(istedikleri) mucizeleri vermemize engel olan, daha öncekilerin bunları
yalanlamış olmasıdır...” İsrâ: 17/59; ayrıca bkz.: Zuhruf 43/4648
[24] krş.: Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, s. 226: -Alemin
yaratılmış olması onun mümkün olduğunu, bu da âlemin bir mümkün olarak tecrübî
yolla algılanabileceğini gösterir
[25] Bakara: 2/30-33.
[26] Gazzâli bu konuya hem İhya’da, hem de
Cevâhiru'l-Qur'ân’da temas etmekte ve Kur'an'ın içerdiği ilimler arasında tıp,
astronomi, astroloji, biyoloji, anatomi, sihir, tılsım vs.'yi saymaktadır,
bkz.: Cevâhiru'l-Qur'ân, Mısır 1329, s. 28-30. Suyûtî, Ebû'1-Fadl el-Mursî
(ö.655/1257)'yi de bu ekolün teorisyenlerinden gösterir ve kendisi de aynı
kanaati paylaşır, el-İtqân II. 160-166.
[27] XIX. yüzyılda pozitivizmle birlikte yeniden gündeme
gelen, ilmî tefsir anlaşıyının eser vermiş önemli temsilcileri arasında
el-İskenderânî (ö.1888), el-Kevâkibî (ö. 1902), Tantavî Cevheri (ö. 1935) vb.
sayılabilir. Son yıllarda Türkiye'de de bu anlayışla kaleme alınan eserler
görülmektedir, Ayrıntılı bilgi için bkz.: Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, II.
423-466; Akdemir, Salih, "İlmî Tefsir Hareketinin Değerlendirilmesi ve 19
Rakamı Üzerine", Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, M.A. Draz, Ankara, 1983,
s. X-XXXIII.
[28] Bakara: 2/189.
[29] Fazlur Rahman, 'The Qoranic Concept of God, The
Universe and Man",s:l
[30] Fazlur Rahman, "Islamization of Knowledge: A
Response", The American Journal
ofklamic Social Sciences, V (1988), sayı: 1
[31] Bu konuda bkz.: Kutluer, İlhan, Modern Bilimin
Arka-planı, İstanbul 1985, s. 28-30
[32] Ra'd: 13/l7
[33] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 75-83.
[34] bkz.; Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş,
İstanbul 1988, s. 158 vd
[35] es-Sadr, Muhammed Bakir, Kur'an Okulu (terc. Mehmet
Yolcu), İstanbul 1987, s. 78.
[36] Âl-i İmrân: 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut: 29/57.
[37] bkz.: Popper, Karl R., "Toplumbilimlerinde Öndeyi
ve Kehanet", Karl Popper'in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı, Bryan Magee
(terc. Mete Tuncay), İstanbul 1982, s. 140-141
[38] Her ne kadar, İbn Haldun toplumbilim kavramını ('ilm
el-'Umrân) yaklaşık olarak 1377 yılında ortaya koymuşsa da, günümüzde modern
sosyolojinin köklerini İbn Haldun'dan 450 yıl sonra doğmuş bulunan Fransız
filozofu Auguste Comte'un (1798-1857) çalışmalarında aramak
gelenekselleşmiştir. Batı'da İbn Haldun'u ilk keşfedenler sosyologlar değilse
de -örneğin Toynbee (1934) ve Rosenthal (1958)- (....) modern sosyoloji
epistemolojik açıdan Comte'dan daha çok İbn Haldun'a yakındır-; İlyas
Bâ-Yunus-Ferid Ahmed, İslam Sosyolojisi: Bir Giriş Derlemesi (terc. Rıdvan
Kaya) İstanbul 1986, s. 19.
[39] bkz.: Erman, Peyami, "Giriş", Pozitivizm
İlmihali, A.Comte (terc. P.Erman), İstanbul 1986, s. XII vd
[40] bkz.: Appelbaum, Richard P-, Toplumsal Değişim
Kuramları (Çev. Türker Alkan), Ankara, t.y.: -Comte, toplumu kabaca biyolojik
organizmaya benzetti. (...) Her ne kadar Comte, bu benzetmeyi çok aşırı
sınırlara kadar zorlamanın doğru olmayacağını belirttiyse de kendisi yaşayan
organizmanın anatomik olarak elemanlara, liflere ve organlara ayrılabileceğini,
"toplumsal organizmanın gerçek elemanlar ya da hücreler olan ailelerden
oluştuğunu, bunu ise, liflerin yerine geçen sınıfların ya da kastların
izlendiğini ve son olarak da gerçek organlar olan kentlerin ve toplulukların
(komünlerin) geldiğini", belirttiği zaman çok çarpıcı bazı koşutluklar
bulmuş oluyordu”. Ayrıca bkz.: Gurvitch, Georges, Sosyal Determinizmin
Çeşitleri ve İnsan Hürlüğü Üzerine Altı Konferans (terc. N. Şazi Kösemihal),
İstanbul 1958, s. 13-
[41] Popper'in bilimin ilerleyişi hakkındaki görüşünün,
dolayısıyla yanlışlama metodunun çok kısa bir özeti için bkz.: Magee, Bryan,
Kari Popper'in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı (terc, Mete Tuncay), İstanbul
1982, s. 22-23
[42] bkz.: age.,s. 19
[43] Bakara: 2/2; İsrâ 17/9 vb
[44] Tevbe: 9/69; Kasas 28/78; Rûm 30/9; Fâtır 35/44
[45] A'râf 7/31.
[46] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 83-90.
[47] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 91.
[48] Watt, Montgomery, Hz. Mubammed Mekke'de (tere. M. Rami
Ayaş, Azmi Yüksel), Ankara 1986, s. 89
[49] Nisâ: 4/38
[50] krş.: Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 133-134
[51] Şûrâ: 42/7.
[52] Bu olay Kur'an'da anlatılır; bkz.: Fil: 105/1-5
[53] Zuhrûf: 43/31'de geçen iki topluluktan birinin Mekke
diğerinin Tâif olduğu söylenmektedir. Arapların bu iki şehri bir arada
değerlendirmeleri, bu ikisinin ne denli sıkı ilişki içinde olduklarını gösterir
mahiyettedir.
[54] Tevbe: 9/97, 98, 101; Ahzâb 33/26; Hucurât: 49/l4,17.
[55] Bakara: 2/75, 146, 253; Mâide: 5/13-l4, 41; Yûnus:
10/19 vd; Enbiyâ: 21/92. Mü'minûn: 23/52.
[56] Cahiliyye dönemine ait aşağıya aldığımız telbiye
örneği bu konuda oldukça çarpıcıdır; bkz.: İbnu'l-Kelbî, Hişâm b. Muhammed
(ö:h.204-206?), Küâbu'l-Asnâm (tehk.: A. Zeki Paşa), Ankara 1969, s. 6
[57] bkz.: Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 89
[58] En'âm: 6/l40.
[59] Nûr: 24/33.
[60] Nisâ: 4/22-23.
[61] Nisâ: 4/19-2l.
[62] Nisa: 4/127.
[63] Fecr: 89/17-20. Draz, Kur'an'ınm Anlaşılmasına Doğru,
s. 133
[64] A'râf: 7/28.
[65] Yûnus: 10/78; Enbiyâ: 21/53; Şu'arâ: 26/74
[66] Bakara: 2/180; Enbiyâ: 21/67; .Hacc: 22/46; benzer
ayetler burada yer veremeyeceğimiz kadar çoktur
[67] Izutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Terimlerde.
(Selahattin Ayaz), İstanbul, t.y., s. 71
[68] Ahmed Emîn, Fecru'l-İslâm, Kahire 1945, s. 39
[69] Dönem Arabi'nin yaşam biçiminin arka-planını oluşturan
mantıkla ilgili yukarıda nakledilen tahlillerin yanında, Arap aklını aksi
istikamette algılayan ve Kur'an'ın, muhatabı olan Araplar'ı aklî faaliyetlerde
ileri ve güçlü bir seviyeye sahip gördüğünü söyleyenler de yok değildir. Ancak,
yoğun tepkilerle karşılaşan bu tarz bir değerlendirme, bizce de Kur'an'ın
cahîlî Arab'a bakışını yansıtmaktan uzak olduğu gibi, tarihsel gerçeklere de
uymamaktadır; bkz.: Tâhâ Huseyn, Fi'l-Edebi'l-Câhilî, Kahire 1984, s. 173 vd;
krş.: 'Alî el-Cundî, Fî Târihi'l-Edebi'l-Câhilî, Kahire 1984, s. 191 vd
[70] Bu anlayışa Kur'an'da da atıf vardır; Câsiye: 45/24
[71] Kur'an-öncesi şiirinde bu anlayışı yansıtan örnekler
için bkz.: Izutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, s. 119
[72] Araplar'ın anlayışına göre kader, insan hayatını şu
dört ana noktada dar sınırlarla sıkıştırmaktadır: rızık, ecel, cinsiyet ve
mutluluk; bkz.: Watt, Hz. Muhammed Mekke'de, s .31.
[73] Hümeze: 104/l-3.
[74] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 91-98.
[75] krş.: Paret, Rudi, "Das Geschichtsbild
Monammeds", WG 11 (1951), s. 214-215; "Der Koran in Geschichte und
Gegenwart", GWU 11 (1960), s. 521-522
[76] İsrâiliyyât konusunda geniş bilgi için bkz.:
Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 244-264; Aydemir, Abdullah, Tefsirde İsrâiliyyât,
Ankara, t.y., s. 331
[77] bkz.: Derveze, İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in
Hayatı "Asru'n-Nebî"(tere. Mehmet Yolcu), İstanbul 1989, s. 262
[78] Bu iddia daha Hz. Peygamber zamanında bile mevcuttu;
bkz.: Ebû'1-Leys, v. 207-a. Hıristiyan ve Yahudi şarkiyatçılar nezdinde
Kur'an'da anlatılan Kitab-ı Mukaddes'le müşterek kıssaların tartışmasız
kaynağı, Hz. Peygamber'in çevresinde yaşayan Hıristiyan ve Yahudi geleneğidir.
Bu bakış açısını yansıtması bakımandan Abraham Geiger'in kitabının başlığını hatırlamak
yeterlidir: Was hat Mohammed aus dem Judenthume aufgenommen? Muhammed
Yahudilik'ten Neleri Aldı?, Leipzig 1902; ayrıca Kur'an'daki Kitab-ı Mukaddes
kıssalarının Hıristiyan kaynaklarını konu edinen bir çalışma olarak bkz.:
Lüling, Günter, Ober den Ur-Qur'ân. Ansaetze zur Rekonstruktion vorislamiscber
ehristlicher Strophenlieder im Qur'ân, Erlangen 1974
[79] Hıristiyanların, İsa'nın doğumu ve ölümü ile ilgili
anlattıkları bilgileri Kur'an'ın yanlışlaması veya Adem ile Havva'nın
affedilmelerinden söz ederek, aslî günah anlayışına yol açan tarihsel malumatı
yalanlaması gibi... Bu noktada hatırlatmak gerekir ki, Kur'an'daki Kitab-ı
Mukaddes'le müşterek kıssaları 'alıntı' olarak değerlendiren bir oryantalist
açısından bu tür farklılıklar Hz. Muhammed'in tahrifatının veya konuya vâkıf
olmamasının sonucudur; bkz.: Paret, Rudi, "Sure 57,12f und das Gleichnis
von den klugen und den törichten Jungfrauen", Festschrift für W. Eilers
(Hrsg. von Gernot Wiesner), Wiesbaden 1967, s. 387-390.
[80] Arap tarihçisi Cevâd 'Alî, Kur'an'ın ilk hitap
çevresinin tarih kültürünü, cahiliyye şairlerinin şiirlerinden hareketle
ortaya koymaktadır; bkz,: Târîhu'l-'Arab Qabie'l-İslâm, Bağdat 1950-52,1. 23
5-236, 244; Ad'dan sözeden şiirler için bkz.: Dîvânu'n-Nâbiğa ma'a Şerhih
H'l-Batafyûst, s. 74; Mu'allaqat Zuheyr, 32. Beyit; Dîvân Huzeyl No: 31, 5;
Dîvân Umeyye(tahk.: Beşir Yemût), Beyrut 1934, s.58; Tarafa, I. 8; Semûd'dan
sözeden şiirler için bkz.: Dîvân Umeyye (neşr.: Fr. Schulthetz), Leibzig 1911,
s. 44; el-Mufaddaliyyât, s. 428,439; Dîvân Lebîd, s. 25
[81] Derveze, cahiliyye Arabı'nın tarih kültürüne işaret
eden Kur'an pasajlarını detaylı bir şekilde incelemektedir; bkz.: Kur'an Cevap
Veriyor (terc. Abdullah Baykal), İstanbul 1988, s. 210-211
[82] Tevbe: 9/70; ayrıca bkz.: Hacc: 22/42-46; Furkân:
25/40; Ankebût: 29/38;. Sâffât: 37/133-138.
[83] bkz.: En'âm: 6/25; Enfâl: 8/31; Furkân: 25/5.
[84] “Öncekilere
verildiği gibi o da bize bir mucize getirsin" dediler.” Enbiyâ: 21/5;
ayrıca bkz.: Kasas 28/48
[85] bkz.: 'Abdul'azîz Kâmil, "Medhal Cuğrâfî ilâ
Qasasi'l-Qur'âni'I-Kerîm", Buhûs fî Qasasi'l-Qur'ân, S. A. 'Abd Rabbih,
Beyrut 1972, s. 265-300
[86] “Senden önce
birçok peygamber gönderdik; onlardan bir kısmını sana anlatmıştık, ama sana
onlardan bir kısmını da anlatmadık.”.Mü'min: (Gâfi): 40/78.
[87] Hûd: 11/89.
[88] F. Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, s. 182.
[89] Hûd: 11/25-27.
[90] Necm: 53/50; Müslüman tarihçiler Ad kavmini iki tabaka
olarak ele almaktadırlar. İlk Ad ('âd el-ûlâ), onlara göre tarihin en büyük ve
güçlü toplumudur ve yüzlerce batından mürekkeptir. İkinci Ad ise, ilk Ad'in
helakinden geriye kalanlardır; bkz.: Cevâd 'Ali, I. 231-232 (Cevâd 'Alî bu
tespitine (referans olarak İbn Haldun ve İbn Manzûr'u göstermektedir).
[91] Fecr: 89/7; Bu ayette geçen Ad-İrem ('âd irem) ifadesi
tartışma konusu edilegelmistir. Bir kısım tarihçilere göre burada bir isim
tamlaması vardır ve İrem, Aram'dan bozulma bir kelimedir, dolayısıyla Ad,
Aramilerdendir, bkz.: Cevâd 'Alî, I. 232-233; İrem'in Ad kavminin yaşadığı
şehrin adı olduğunu söyleyen diğer görüş sahipleri ise bu şehrin tespiti
konusunda ayrılmaktadırlar; bkz.: a.y,; ayrıca bkz.: Mehrân, M. Beyyûmî,
Dirâsât Târîhiyye mine'l-Qur'âni'l-Kerim, 1980, y.y., I. 252-253
[92] Fussilet: 41/15;
Fecr: 89/6-8
[93] Hûd: 11/53-54; Fussilet: 41/14-15
[94] Şuarâ: 26/123-l40; Fussilet: 41/l4-l6
[95] Şuarâ: 26/128-139
[96] bkz.: Mehrân, I. 269
[97] age,, I. 280-282. Bazılarına göre Semud, Ad'ın devamı
olup Yemen’de ortaya çıkmışlar ve daha sonra Himyerliler tarafından Kuzey'e
sürülmüşlerdir. Bir diğer görüşe göre de Semud, Amâlika'nın devamıdır. Mehrân,
Kuzey'de yaşamış olan Semud'un Güneyli Ad'ın devamı olamayacağını
söylemektedir, bkz.: age., I. 266; oysa ki Kur'an'da Semud'un, Ad'in devamı
olabileceğine dâir ipucu vardır, bkz.: Arâf: 7/74.
[98] bkz.: Braeu, H.H., "Semûd", ÎA, X. 475:
-Ariston, Batlamyus ve Plinius'un eserlerinde de Thamudaei yani Semud
kelimesini bulmaktayız. Plinius, Semud'un oturduğu yerin Domatha ve Hegra
olduğun kaydeder, ki bu yerin Coftaki bugünkü Dûmetul-Cendel ve Hicaz hududu
üzerinde el-A'lâ'nın şimâlindeki el-Hicr ile aynı yer olduğunu kabul etmek
şüphesiz muvafık olur. Eski bir Arap rivayeti de el-Hicr'i, Semud'un oturduğu
yer olarak gösterir”. Ayrıca Semud'un yaşadığı yerin tespiti sadedinde, Hz,
Peygamber'in Tebük yolu üzerinde antik bir kasabaya rastladıklarında burasının
Semud’un yaşadığı yer olduğuna işaret ettiklerine dair bir haber rivayet
edilir; bkz.: Buhârî, el-Câmi' es-Sahîh İstanbul, t.y., I. 112 K. es-Salât,
531; V. 135 K. el-Meğâzî, 80; Muslim, el-Câmi' es-Sahîh, İstanbul, t.y., IV.
2286 K. ez-Zuhd, 1
[99] Fecr: 89/9
[100] Şuarâ: 26/l4l-152
[101] bkz.: Mehrân, 1.284
[102] Arâf: 7/75-76; Şuarâ: 26/152; Neml: 27/45, 47-48
[103] Neml: 27/51-53; Şems: 91/11-12
[104] Ankebût:: 29/25-26
[105] bkz.: Heller, Bernhard, "Lût", İA, VII. 90.
[106] Örnek olarak bkz.: Hâzin, II. 591
[107] A'râf: 7/80-81; Şuarâ: 26/l65-l66; Neml: 27/54-55
[108] Ankebût: 29/29
[109] Neml: 27/56
[110] A'râf: 7/83-84; Hûd 11/81-83; Neml: 27/57-58
[111] bkz.: Mehrân, I. 301-302 : - ...Tevrat’taki, Medyen'i
İbrahim'in ken'ânî hanımı Katvera'dan olma torunları olarak gösteren bilgi doğruysa
(Tekvin. 25: 1-2; İlk Günlerin Haberleri 1: 32) MÖ. XVIII. yüzyıldan sonra
yaşamış olmaları daha da açıklık kazanır.
[112] Kasas: 28/22-27; krş.: Hurûc 3: 1, 2: 16-21
[113] Örnek olarak bkz.: Hâzin, IV. 559
[114] Mehrân, 1.298
[115] Buhl, Fr., "Medyen Şuayb",İA, VII. 473
[116] A'râf: 7/85; Hûd: 11/84-86
[117] Hûd: 11/91
[118] A’râf: 7/86,90; Hûd: 11/87.
[119] A’râf: 7/86,90
[120] A’râf: 7/91-93; Hûd: 11/94-95; Şu'arâ: 26/189-190
[121] Şu'arâ:26/176vd
[122] Kasas: 28/4-5.
[123] bkz.: İbn Kesir, VI. 230; Şevkânî, IV, 158.
[124] Tâ-hâ: 20/47-48.
[125] Tâ-hâ: 20/43-44
[126] A’râf: 7/127.
[127] A’râf: 7/136; İsrâ 17/103 vb
[128] Yûsuf: 12/109; Nahl 16/36; Tâ-hâ: 20/128; Ankebût:
29/38; Rum: 30/9, 42; Secde: 32/26; Sebe: 34/18; Neml: 27/69; Gâfir (Mü'min):
40/21, 82.
[129] Örnek olarak Gurvitch determinist karakterli sosyal
değişim kuramlarını tenkit ederken, ortak özellikleri olarak, bu kuramların
çoğu kez düşünürlerin kişisel istekleri, değer yargıları ve ülkülerini yansıttığını
belirtir; bkz.: Sosyal Determinizmin Çeşitleri..., s. 5.
[130] Âl-i İmrân: 3/137.
[131] Özellikle Ad ve Semud'la ilgili yazılarda bu tutum
daha açık gözlenmektedir. İlgili ansiklopedi maddelerine bakılabilir.
[132] Wellhausen, Julius, Göttingen Gelehrten Anzeigen,
1902, s.596
[133] bkz.: Sprenger, A., Die aile Geographie Ambiens als
Grundlage der Entıwicklungsgeschichte des Semitismus, Bern, 1875, s. 199; ayrıca
bkz.: Mehrân, I. 247
[134] Buhl, agm.,s. 124
[135] Mehrân, I. 247
[136] Geniş bilgi için bkz.: Paçacı, Mehmet, Kur'an'da ve
Kitâb-ı Mukaddes'te Ahiret İnancı (basılmamış doktora tezi), Ankara 1989, s. 31
[137] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 98-112.
[138] İnsan: 76/2-3; ayrıca bkz.: Şems: 91/7-8
[139] Hacc::22/65;Câsiye: 45/12.
[140] Bakara: 2/286
[141] “Nefse ve ona
bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu ve ondan sakınmayı ilham edene
(andolsun),”- Şems: 91/7-8; ayrıca bkz.:İnsân: 76/2-3.
[142] Âl-i İmrân: 3/l4.
[143] “Sana Kitab'tan
vahyolunanı oku, namazı yerine getir; zira namaz çirkin ve kötü şeylerden
alıkoyar...” Ankebût 29/45
[144] Mâûn: 107/4-7.
[145] Küçük günah (sağîre) ve büyük günah (kebîre)
kavramları Kehf 18/49'daki kullanımdan alınmış ve İslam kültüründe yerleşik birer
kavrama dönüşmüştür. Kur'an ayrıca "büyük günahlar" anlamında
(kebâ'iru'l-ism) tabirine yer verir; bkz.: Nisâ: 4/31; Şûrâ: 42/37; Necm: 53/32
[146] Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65; Zumer: 39/19.
[147] “Biz
düzeltenlerin (muslibûn) emeklerini boşa çıkarmayız”A’râf: 7/170.
[148] İsrâ: 17/100;
[149] Me'âric: 70/19
[150] İbrahim: 14/34; Ahzâb: 33/72
[151] İbrahim: 14/34-67; Hacc: 22/66; Şûrâ: 42/48; Zuhruf:
43/15.
[152] Alak: 96/6
[153] İsrâ: 17/ll
[154] Alak: 96/6-7
[155] Fecr: 89/15-20.
[156] A'râf: 7/179
[157] Bu konuda bkz.: Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an,
s,71 vd
[158] Ankebût: 29/69
[159] Kasas: 28/86
[160] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 112-118.
[161] Literatürde bir Kur'an ilmi olarak yer alan esbâb-ı
nüzûlile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Cerrahoğlu Tefsir Usûlü, s.
115-121; Serinsu, Ahmet Nedim, Kur'an'ın Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzulün Rolü,
İstanbul 1994
[162] krş.: Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, s. 91
[163] Fâtır: 35/42
[164] Fâtır: 35/43
[165] bkz. Enbiyâ: 21/5; Sâffât: 37/36;Tûr: 52/30vd
[166] bkz.: Yûnus: 10/2;
Zuhruf. 43/31
[167] bkz.: es-Sa’dî, 'Abdulmute'âl, en-Nazmu'l~Fennî
fi'l-Qur'ân, (el-Matba'atu'un-Nemûzeciyye), t.y., y.y., s. 253; surelerin nüzûl
tarihlerini belirlemede, klasik literatürün taranmasıyla oluşturulan bu
çalışmayı kullanacağız
[168] 44. ayet.
[169] 45.ayet.
[170] bkz.:EnfâI: 8/32-38
[171] bkz.: Sa’di, s.176
[172] 76. ayet
[173] 76-77. ayetler.
[174] bkz. Sa’dî.s.186.
[175] Ayette geçen (lâ yu'minûn bihi) ifadesindeki zamirin
aidiyeti konusunda üç ayrı görüş vardır: Peygamber, Kur'an, azap... bkz.:
Ebû'l-Ferec.IV, 385.
[176] 13. ayet
[177] Yûsuf: 12/109; Rûm: 30/9; Fâtır: 35/44; Gâfir:
40/21...v.b
[178] Sa'îdî, s.267
[179] 85. ayet
[180] Bakara: 2/6-7; En'âm 6/25 vb
[181] bkz.: Sa’dî,s.182-183.
[182] krş.: İbn Kesir, V. 168
[183] 55. ayet
[184] Şu'arâ: 26/187; Ankebût: 29/29 vb
[185] 57. ayet.
[186] 59- ayet.
[187] 58. ayet.
[188] Sa’di, s.121.
[189] 30-35. ayetler.
[190] bkz.: Hâzin, III. 39-40
[191] krş.; a.y
[192] 36. ayet
[193] 38. ayet.
[194] Sa’dî, s. 64
[195] 139-140. ayetler
[196] 138.ayet.
[197] krş.; İbn Kesîr, II. 107
[198] Nisâ: 4/l42; Ahzâb: 33/12 vd, Haşr: 59/11
[199] Hz. Peygamber'in hayatıyla ilgili en çok istismar
edilen konulardan biri olan bu evliliği hakkındaki rivayetler için bkz.:
el-Mâturîdî, Te'vtlâtu'l-Qur'ân (Te'vîlât Ehli's-Sunne) (yazma), Topkapı Sarayı
Medine Böl.-180 c. 22, v. 528b-533b
[200] Ahzâb: 33/4
[201] Ahzâb: 33/37
[202] Sa’dı, s.245
[203] 38.ayet
[204] bkz.: Ferrâ', 11.344; Taberî, XXII. 14-15; Zemahşerî,
III. 264; Tabatabâ'î, XXII. 323-324; Merâğî, XXII. 15-16; Derveze, VIII. 266;
S. Qutub, XXII. 29
[205] 39. ayet.
[206] 60-61. ayetler.
[207] 62. ayet:
[208] Feth: 48/18
[209] bkz.: Sa’di, s.288
[210] 22-23. ayetler.
[211] 27. ayet.
[212] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 118-128.
[213] bkz.; ez-Zerkeşî, Bedruddîn (ö:h.794), el-Burhân fi
Ulûmi'l-Qur'ân, Beyrut, t.y., I. 35-52; el-İtqân, II. 138-146; Suyûtî aynı yerde
bu konuda yazılmış müstakil eserlerden bazılarını da zikretmektedir. Konuyu
"bütünlük" sorunu şeklinde ele alan yeni çalışmalar olarak bkz.:
Albayrak, Halis, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine (Kur'an'ın Kur'an'la Tefsiri)
İstanbul 1993; Açıkgenç, Alpaslan, "Tefsir Usûlünde Bütünlük Sorunu",
İslâmî Araştırmalar III (Temmuz 1989),
sayı: 3, s, 95-101
[214] Zerkeşî de müfessirlerin bu ilkeye özen
göstermemelerinden yakınmaktadır; bkz.: age,, I. 36
[215] Bakara: 2/193; Âl-i İmrân: 3/110; Enbiyâ: 21/107
[216] Bakara: 2/170; Mâide: 5/104; A’râf: 7/28; Yûnus: 10/78; Zuhruf: 43/22-23 v.b
[217] bkz.: En'âm: 6/81; Hûd: 11/24
[218] Kur'an'da müşrik Arapların benzer tekliflerine işaret
eden pek çok ayet vardır; bkz.: Zümer: 39/64-66; Kâfirûn: 109/1-6.
[219] Sebe': 34/34-35; ayrıca bkz.: En'âm: 6/112,123.
[220] Vâkıa: 56/45-46; ayrıca bkz.: Müddessir: 74/11-l6;
Yâ-sîn: 36/47.
[221] krş.: İbn Teymiyye, Ebû'l-'Abbâs Taqiyyuddîn Ahmed,
Mecmu'atu'r-Resâ'il ve'l-Mesâ’il Mısır 1341-1345, V. 8; Semîh 'Âtıfu'z-Zeyn,
Hareku't-Târih fi(l-Mefhûmi'l-İslâmî, Beyrut 1985, s. 29.
[222] Yûnus: 10/19,33,96; Hûd: 11/110; Tâ-hâ: 20/129; Zümer:
39/71; Mü'min(Gâfir): 40/6; Fussilet: 41/45; Şûrâ: 42/l4,21 vb
[223] En'âm: 6/115; Yûnus: 10/64
[224] İsrâ:/l6; Neml: 27/85; Kasas: 28/63; Fussilet: 41/25
vb
[225] Bakara: 2/2l4; Âl-i
Îmrân: 3/l42; Tevbe: 9/16; Mü'minûn: 23/115 Kıyâme: 75/36.vd
[226] Ra'd: 13/ll
[227] Bakara: 2/153,195; Mâide: 5/13,93; Tevbe: 9/4,7,36 vd.
[228] Dr. Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Fecr Yayınları: 128-135.