8- İLAHİ KANUNLARIN HİKMETLERİ (SÜNNETULLAH)
Bu Umumî Kânunun Birinci Yönü:
Umumî Kânunun Varlığının Göstergesi:
Bu Kânunun Belirgin Özelliği Değişmezlik Ve Sürekliliktir:
Bu Kânunu Bilmemize Yarayan Malzemeler Cihazlar:
Bu Kânun İslâm Şeriatında Var Mıdır?
Sünnetullâh, Değişmezlik, Ahenk Ve Evrensellikle
Meşhurdur:
Çeşitli Kiplerle "Sünnetullâh"tan Haber Vermek:
Allah'ın Sünnetlerini Anlamanın Önemi:
Araştırmanın Metod Ve Bölümleri:
İçindeki bütün
bitkisiyle, canlı-cansızıyla, insanıyla, gök cisimleriyle; bütün mevcudatın
yataklık ettiği şeylerle; gece ve gündüzün birbirini takib etmesi,
yanardağların patlaması, rüzgarın esmesi ve yağmurun yağması gibi bütün kevnî
hadiseleriyle; fena, beka, za'f, kuvvet, çöküş, yükseliş, saadet ve şekavet
gibi insan için söz konusu olan; yine ana karnındaki oluşumu ve yaratılış safhalarıyla
insan için arız olan halleriyle âlem ve âlem içinde meydana gelen hâdiselerin
hiç biri kör bir tesadüfün eseri değildir. Bilakis bütün bunlar hassas, değişmez,
sürekli ve umumî bir kânun uygun bir tarzda oluşup meydana gelmektedir. Hiç bir
şey o kânunun hüküm ve irâdesi dışında değildir. [1]
İşaret ettiğim bu
umumî kânunun iki yönü vardır:
Birinci Yön:
Bu, öyle bir kânundur
ki, bütün maddî oluşumlar ve canlılar âlemi; fizikî oluşumlarında o kanuna
boyun eğerler. Yine insanın fiziksel yapısı ve bu yapının devamını sağlayacak
şeyler, ihtiyarlık, hastalık, organların hareketi ve büyümesi gibi insanda
ortaya çıkan değişimler de o kanuna boyun eğer. Derim ki, kâinatı ilgilendiren
fiziksel olayların ve bahsettiğimiz şeylerin o kânuna boyun eğmesinde ilim
erbainin ihtilafı yoktur. [2]
Umumî kânunun bu
yönünün bulunuşu, Yüce Yaratıcı olan Allah'ın (c.c.) varlığına işaret eden
delillerin en büyüğüdür. Çünkü cansız, kör bir maddenin şu mevcudat için böyle
hassas bir kânunu koyması düşünülemez. Mâkul ve makbul olan, böyle bir kânunu
bu mevcudatı ancak yaratanın koyduğudur, ki O da Allah (c.c.)'dir. [3]
Kur'ân, bu kânunun bu
yönüne bir çok âyette işaret eder:
Şu âyet bu
kabildendir:
"Güneş de kendi müstekarrı (yâni konulmuş olduğu
yer) için akıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir. Ay'a da
konaklar takdir ettik. Nihayet o eski bir hurma dalı gibi döner. Ne güneşin aya
erişmesi kendisine yaraşır, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir
yörüngede yüzmektedirler." [4]
Şu âyet de, insanın
yaratılışı ve bu kânunun bu yönüne boyun eğişini gösterir:
"Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen bir
süzmeden) yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine
koyduk. Sonra o nutfeyi alâka (embriyo) ya çevirdik, alâkayı bir çiğnemlik ete
çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra
onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne yücedir."
[5]
İnsanın yaratılışı ve
ana karnında geçirdiği safhaların tamamında bu umumî değişmez kânuna tâbi
olduğu apaçıktır. [6]
Bu kânunun en önemli özelliklerinden
birisi, hükümlerinin genel geçerliliği ve bu kânun kapsamına giren olaylara
sirayet edici olmasından dolayı değişmez ve sürekli oluşudur.
Yeryüzünün yağmurla
dirilmesi ve onunla yeşermesi bu kânun gereğidir.
"Ölü toprak, onlar için bir âyettir (ölüleri
nasıl dirilteceğimize işarettir): Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkardık da
ondan yiyorlar." [7]
Güneş ve Ay'ın
hareketi, denizdeki gemilerin yürümesi de bu kânun gereğidir:
"Onlar için bir âyet de, onların evlatlarını dolu
gemide taşımamızdır." [8]
Allah'ın, dikkatleri
fiziki manzaralara çevirmesi ve bunları, düşünen ve akledenler için rubûbiyet
ve yaratıcılığının belgeleri olarak takdim etmesi, üzerinde durduğumuz birinci
yönü ile bu kânunun değişmezliğini gösterir.
Kozmolojik olayların
ahengi, bu değişmez kânuna boyun eğmesinden dolayı olmamış olsaydı, bakışların
oraya çevrilmesi ve Allah'ın âyetlerinden sayılması doğru olmazdı.
Bu âyetlerden birisi
şöyledir:
"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp
giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek
üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre
hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için
(Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." [9]
Şu âyetler de bu
kabildendir;
"Allah'tır ki deniz( size boyun eğdirdi, tâ ki
gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz O'nun kereminden (nasibinizi)
arayasınız da şükredesiniz." [10]
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden
(bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için
ibretler vardır." [11]
Allah'ın denizi, yerde
ve göklerde olanı musahhar kılışı (boyun eğdirişi) insanların faydası içindir.
Bu da ancak onların musahhar kılınan şeylerden nasıl faydalanacaklarını
bilmeleriyle olur ki, bu da insanların, varlık aleminin boyun eğdiği,
varlığında ve gereğince faydalanma yollarında geçerli olan sabit umumî kânunu
bilmeleriyle olur.
"Yeri kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun
üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir."
[12]
"Allah, gökten bir su indirdi, onunla yeri
ölümden sonra diriltti, şüphesiz bunda işiten bir millet için âyetler (Allah'ın
kudretine işaretler) vardır."[13]
İnsanın, fiziksel
oluşumu ve kozmolojik olaylar bakımından mevcudata ilişkin bilgisi, bütün
bunları hükmü altına alan bu genel kânunla ilgilidir.
İnsan, bu umûmî
kânunun ayrıntılarını ve cüz'iyyâtını bildiği nisbette ondan istifade eder. O
bu kânundan bir şey değiştiremez. Ancak tafsilât ve çoğu cüz'iyyâtını Allah'ın
verdiği bilgi cihazları aracılığı ile ciddi bir şekilde bilebilir ve bu
bilgisini genişletebilir. O halde bu cihazlar nelerdir? [14]
Bu umûmî kânunu
bilmemize yarayan araçlara şu âyet işaret ediyor:
"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı
(ğı zaman) hiç bir şey bilmiyordunuz, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller
verdi ki şükredesiniz." [15]
Zemahşerî (538/1143)
bu âyetin tefsirinde şöyle der:
"(Size verdi):
Yâni, Allah (c.c), doğarken mevcûd olan cehaletinizi gidermek ve ilim elde
ederek onunla
amel etmeniz için bu
cihazları sizde yerleştirdi." [16]
Kurtubî (671/1273) ise
bu âyeti şöyle tefsîr etmektedir:
"Kendisiyle bilip
anladığınız (kulaklar, gözler ve kalpleri sizin için yarattı)" [17]
Allah'ın insanda
yerleştirdiği cihazlarla (kulaklar, göz ve gönüller) kânunu bilmenin yolu,
alemde var olanı ve onun fiziksel olaylarını hükmü altına alan kuralları
araştırmak için, öncelikle bu kânun ışığında müşahede, nazar, düşünme ve
neticeye varmaktır. Bu âyetin tefsiri ile ilgili Âlûsî (1270/1553) şöyle der:
"Bunları sizin
için kendisiyle ilim ve marifet elde edeceğiniz cihazlar olarak yarattı. Şöyle
ki, eşyanın cüz'iyyâtını şuurlarınızda hissediyor, kalblerinizle
(akıllarınızla) anlıyor, tekrar tekrar dokunmakla eşya arasındaki
ortaklık ve zıddiyete vakıf
oluyorsunuz. Böylece, eşyaya nazarla kesbî ilimler elde ederek bedîhî ilimler
sizin için hâsıl oluyor. [18]
Allah'ın Hâlık-ı Azim
Yüce Yaratıcı olduğuna insanların yakînleri artsın, O'nun her yarattığının bir
dikkat ve intizâm içerisinde olduğunu, hepsininde Allah'ın emriyle, yâni O'nun
koyduğu nizâma uygun olarak hareket ettiğini bilsinler diye Kur'ân-ı Kerîm
Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeyler hususunda insanlara
tefekkür/düşünme ve (ibretle) nazar etmeyi emrediyor.
İnsanı varlık âlemini
incelemeye (nazar), hareket keyfiyetine, ve sırlarına vâkıf olmak için
içindekiler hakkında düşünmeye davet eden âyetlerden biri de şöyledir:
"Göklerde ve yerde olanlara bakın! de; ama o
âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir kavme yarar sağlamaz" [19] Birinci
yön'deki umumî kânunu bilmede aslolan nazar müşahede (bizzat gözle görme), teemmül/düşünme,
istikra (genel ve etraflı araştırma) ve tecârüb (deneme) dür. Bununla beraber, birinci
yöndeki, umûmî kânun kapsamındaki ilmî hakikatlara Kur'ân'da işaretler vardır.
Veya o işaretler Allah'ın, mahlukatının işlerini tanzîm etmek, irâde ve
meşîetinin kapsamını ve kudretinin azametini beyân sadedinde belirttiği ilmî
hakikâtların birer uygulamasıdır. Yağmurun oluşum keyfiyeti, inişi, nebatatın
rüzgarla aşılanması bu kabildendir.
"Rüzgarları, aşılayıcı olarak gönderdik de
gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz, suyu depo edemezdiniz" [20]
İnsanın hava boşluğuna
her yükseldiğinde hava basıncının azalacağına işaret eden şu âyet de bu
kabildendir:
"...Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o
kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." [21]
Bu, sapan insanın
hâlini ve göğsünün daralmasını, göğe yükselen (yükseldikçe göğsü daralan)
kimsenin haline benzetilmesinden anlaşılır.
Birinci yön'deki bu
kânunu bilmek herkes için mubahtır. O bilgiyi kâfir ve müslümanların bir çoğu
tarafından ciddiyetle, maharetle, araştırma, inceleme ve gayretle, bir çoğu
tarafından da etraflı vukûfiyet ve kavrayışla elde etmek mümkün olmuştur. Bu
ilim, herkes içindir. Müslüman olmaları itibariyle yalnız müslümanlara has
değildir. Ancak onu öğrenmedeki kasdı ve ondan faydalanma tarzıyla farklılık
söz konusudur. Çünkü müslümanın kasdı, bilgisi ve eşya ile faydalanma şekli,
bütün bunlar İslâm şerîatının hükmü ile sınırlıdır. Böylece şeriatın serbest
bıraktığı "Mubah", mecbur tuttuğu "Vâcib", nehyettiği
"Mekruh" veya "Haram" olmuştur. [22]
Bu da, insanlığın
ferd, cemâat ve ümmetler olarak boyun eğdiği kânundur. Yâni, hayatlarında,
bulundukları hallerde, bolluk, maişet/geçim darlığı gibi gidişat, fiil ve
tasarruflarında, saadet, şekavet, azizlik, zelîllik, iniş, çıkış, kuvvet, za'f
ve benzeri dünyâdaki toplumsal pozisyonlarda; bir de onlara âhirette azâb ve
nimet gibi isabet edecek tüm hallerdeki boyun eğişle, bu kânunun hükümlerine
uygunluğu kasdediyorum. Ki bu, bizim bu kitaptaki inceleme konumuzdur. [23]
İkinci yönüyle bu
kânun İslâm şeriatında var mıdır ki beşeriyet, gidişat ve hareketlerinde bu
kânunun hüküm ve prensibleri ışığında ortaya çıkan neticelerinde ona boyun
eğsin? diye sorabiliriz.
Cevab: İslâm Şeriatı,
Kitâb-ı Aziz'iyle, Sünnet-i Nebevî'siyle, beşerin dünyâ ve âhirette muayyen
neticeleri bulunan davranışlarının, gidişatlarının ve Allah'ın şerîatı
karşısındaki durumlarının, hükmüne boyun eğdiği Allah'a ait bir "Umumî
Sünnetin varlığını gayet açık olarak beyan etmektedir.
"Sünnetullâh'la
bizim kasdettiğimiz, adı geçen Umumî Kânun'u mu kasdediyorsun?
Cevab: Bu, lügatta
fakihlerin (fıkıhçıların/İslâm hukukçuları) ve tefsir âlimlerinin ıstılahında
"Sünnetullâh"ı tarifimden sonra anlaşılır. [24]
"Sünnet"
lügatta, iyi olsun, kötü olsun "yol, davranış" demektir. İbn Manzûr
(711/1311)'un Lisânu'l Arab'ında olduğu gibi [25].
İbn Esir (606/1209)'in
en-Nihâye'sinde ise: "Bu lafızda (Sünet) aslolan "yol, davranış, tarz
ve adet" mânâlarında olmaktır. Mecûs Hadisi'nde de böyle kullanılmıştır:
Yâni, "Onlardan
(mecûsiler) hristiyanların yolu üzere (aynı tarzda) cizye alarak onları da,
kendilerinden cizye alınmasını kabul etmeleri halinde hristiyanların statüsünde
değerlendirin. [26]
Fîrûzâbâdî
"Sünnet" kelimesi hakkında şöyle der:
"Bu kelimede
aslolan yol, gidiş, çığır mânâsına olmaktır. Şu hadis bu kabildendir: "Kim
güzel bir yol (sünnet) açarsa!..." Yâni, Sünnet-i Hasene, güzel yol
demektir. Nebi (a.s.)'in sünneti, kişinin seçip benimsediği ve üzerinde
bulunduğu yol demektir. [27]
Şeyhu'l İslâm İbn
Teymiye (662/1263) şöyle der:
"Sünnet, birinci
benzerinde yapılanın aynısının ikincide de yapıldığını içeren bir âdettir. [28]
İmam Râzî (544/1149)
ise tefsirinde şöyle diyor:
"Sünnet, dosdoğru
yol, uyulan numunedir [29].
Tefsir-i Menâr sahibi
Reşid Rızâ (1354/1935) da şöyle der:
"Sünen, sünnet
kelimesinin çoğuludur. O da itaati altına alan yol, uyulan davranış, tâbi
olunan nümûne demektir.[30]
"Sünnet"
kelimesinin, "Tâbi olunan/tutulan yol" mânâsı etrafında dolaştığı
düşünülünce, "Sünnetullâh" da manalarına gelir. Âdet ve fillerine,
Allah'ın ve Peygamberlerin şerîatındaki durumlarına ve bunun dünyâ ve âhirette
terettüb eden neticelerine ilişkin, Allah'ın beşere muamelesinde izlediği
yol" anlamına gelir.[31]
Beşerin fiillerine ve
gidişatına ilişkin Sünnetullâh'ın (adet-i ilahi), söylediğimiz gibi, beşere
muamelesinde, dünyâ ve âhirette üzerlerine terettüb eden muayyen neticelerde
(sevâb ve ikâb) tuttuğu yol ve izleyegeldiği âdet mânâsına olduğu anlaşılınca,
"Umûmî Kânun" diye isimlendirilmesi mümkün olan "Sünnet"in
hüküm ve irâdesine beşerin fiillerinin ve gidişatının boyun eğmeleri itibariyle
de "Sünnet" kelimesi Umûmî Kânun mânâsına geldiği anlaşılır.[32]
Beşerin fiil ve
gidişatını hükmü, altına alan Umûmî Kânun (Sünnetullâh) devam ettikçe
değişmezlik/sebat, belli bir düzen içinde (ahenk) oluş ve evrensellikle şöhret
bulur. Bu ise temel kânunla alâkalı bir özelliktir. Temel Kânun, sabittir,
değişmez.
"(Bu), Allah'ın önceden geçen (millet) ler
arasında- (uygulanan) kânunudur. (Peygamberlere karşı iki yüzlülük edenler
öldürülürler). Allah'ın kânununu değiştirmeğe
(imkân) bulamazsın." [33]
"...Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın;
Allah'ın kânununda bir sapma bulamazsın." [34]
Sünnetullâh birbiriyle
uygunluk arzeder (ahenk içindedir). Geçmiş ümmetlerin başlarına gelen bizim de
başımıza gelmesin, onların yaptıklarını yapmayalım, ibret ve öğüt alalım diye
onların kıssalarını Allah'ın bize anlatması, Sünnetulah'ın belli bir ahenk içinde
cereyan edegeldiğine delâlet eder. Kötü' amellerinden ötürü Beni Nâdir'in
başlarına gelenleri anlattıktan sonra Allah'ın (c.c.) "İbret alın ey akıl
sahipleri!" demesi buna bir misâldir.
Âlûsî (1270/1853) bu
âyet hakkında şöyle der:
"Yâni, fikirlerin
neredeyse şaşıracağı (karışık) sebeblerden ötürü Beni Nâdir yahudilerinin
maceralarından dersler çıkarın. Öğütler alın. Onları o vartaya götüren küfür ve
masiyetlerinden sakının. Onların, ahitlerini bozarak Allah'dan başkasına itimâd
edişlerinden nefislerinize pay çıkararak ibret alın. Ki bu hâl, kendi elleri ve
düşmanlarının elleriyle evlerinin dağılmasına ve zorla vatanlarından
ayrılmalarına sebeb olmuştu. Öyleyse siz de sebeblere ve Allah'dan gayrisine
itimâd etmeyip, sadece O'na tevekkül ediniz. [35] Şu
âyet de bu kabildendir:
"Sizden önce de (Allah'ın kânunlaştırdığı)
nice olaylar gelip geçti- Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların sonunun nasıl
olduğunu görün." [36]
"Bu (Kur'ân)
insanlara bir açıklama, (Allah'tan) korkanlara yeri gösterme ve öğüttür." [37]
Sünnetullâh,
"Umûmîyet'le nitelenir. Yâni, herhangi bir müsamaha ve ayrıcalık söz
konusu olmaksızın hükmün herkese geçerli olduğu "umumiyet/genellik".
Nitekim şu âyet bu gerçeği ifade ediyor:
"Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı
mı? Yoksa kitablarda sizin için bir beraat (inkârınızdan dolayı size
sorumsuzluk) mu var?" [38]
"Andolsun biz, sizin benzerlerinizi hep helak
ettik. Öğüt alan yok mudur?" [39]
Yâni, sizin
kâfirleriniz, küfürleri sebebiyle helak ettiğimiz geçmiş ümmetlerin
kâfirlerinden daha üstün, kuvvetli ve ayrıcalıklı değiller [40]
"(İş) ne sizin kuruntunuza, ne kitab ehlinin
kuruntusuna göre olmaz. Kötülük yapan cezasını çeker ve kendilerine Allah'dan
başka ne dost, ne de yardımcı bulamaz." [41]
Yâni, "Kötülük
işleyen cezasını görür. Çünkü ceza, "Sünnetullâh" olması hasebiyle
amelin değişmeyen sonucudur. Sünnetullâh ise değişmez ve umûmî olup sadece
belli fertlere veya kavme has değildir. Bu özellikleri olmasaydı (Kur'ân'daki)
kıssaların anlatılmasının, geçmiş ümmetlerin haberlerinin ve onların başlarına
gelenlerden ibret alınma isteminin bir anlamı olmazdı. Fakat, onların başlarına
gelen iyi ve kötü hallerin, diğerleri yapınca onların da başlarına geleceği söz
konusu olunca kıssaların anlatılması, ibret alma ve öğütlenme istemi hoş ve
anlamlı olur.[42]
Umumî Kânun'un ikinci yön'ü
olan "Sünnetullâh"ı bilmenin yolu, Allah-u Azimuşşân'ın kitabına ve
Nebiyy-i Kerîm'i, Hz.Muhammed'in (a.s.) sünnetine riâyet etmektir. Her ne ki,
onlarda (Kitab ve Sünnet), var, Kavlu'l Fasl (Hakkı bâtıldan ayıran gerçek söz)
odur. Bizim Sünnetullâh (yâni beşerî hadiselerin gereği ile cereyan ettiği
genel kânun) diye açıkladığımız Kur'ân ve Sünnet-i Nebeviye, işte gerçek
açıklayıcı/Hakk-ı Mübîn ve doğru /Kavl-i Sıdk budur.
"Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?"
[43]
Söz, bu Kânun-i
Umumî'den haber veren hak sözdür.
"Allah'dan daha
doğru sözlü kim olabilir?" [44]
Allah Teâlâ, bazan
Sünnet'inden, yâni beşerin gidişatını, fiillerini ve onlara isabet eden
(dünyevî ve uhrevî) durumları hükmü altına alan Umumî Kânun'undan haber
veriyor. Verirken de "Sünnet" lafzının dışında bir ifadeyle haber
veriyor. Sanki, muayyen bir neticeyi, muayyen bir özellik ve duruma göre, yahut
muayyen bir sebeb veya şarta göre zihinlere yerleştiriliyor. Bu kip (sîğa) ile
haber vermek ise, Allah'ın değişmeyen sünnetinden haber vermek oluyor. Şu
âyetlerde olduğu gibi:
"İşte şu kentler; ne zaman zuîmettilerse biz
onları helak ettik" [45]
"Bir millet, kendi durumlarını
değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez".[46]
Allah'ın, Kur'ân-ı
Kerîm'inde, Resûlullâh'ın da ha dişleriyle beyân ettiği "Kânunlar /
Sünnetullâh"ı anlamak ve öğrenmek gerekir. Hatta, onları anlamak,
incelemek cidder önemli ve dînen vâcib olan işlerdendir. Çünkü onları anlamak,
dinin bir bölümünü anlamaktır.
"Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve
müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik!" [47].
Âlûsî, bu âyetin
tefsirinde şöyle der:
"(Her şey)'den
murad, dinî işlere taalluk eden şeylerdir. Yâni, dinî meselelere ait olan
şeyleri güzelce beyân için (gönderdik)... Ümmetlerin peygamberleriyle olan
halleri de bu cümledir ("Şey" ifadesinin şümulüne dahildir)" [48].
Açıktır ki,
ümmetlerin, Âlûsî'nin de haklı olarak önemsediği gibi, peygamberleriyle beraber
olan halleri "din" kabilindendir. Bu haller, onların peygamberleriyle
olan maceraları ve bu sebeble Sünnetullâh'a uygun olarak başlarına gelen ve
Rabbimizin de bizden, onların durumlarına bakarak, öğüt ve ibret almamızı
istediği hadiselerdir. Böylece, Allah'ın Sünnetlerini/değişmeyen kânunlarını
bilmenin, dinin bir parçası olduğu ortaya çıkar. Veya bu Sünnetleri bilmek dinden
bir parçayı bilmektir. Çünkü bu bilgi, zarurîdir. Dinî vecîbelerdendir. Zira
bu, bize hayattaki gerçek ve doğru gidişatı gösteriyor. Hatta böylece hatâya,
tökezlemeye, aldanışa ve aldatıcı arzulara mâruz kalmamış, bu sayede Allah'ın
sakındırdığı şeylerden kurtulmuş, mü'min, muttaki kullarına va'd etiği şeylere
de nail olmuş oluruz.[49]
Bu kitabı yazmaktan
maksat, Şerîat-ı İslâmiyenin kimi mânâlarını mü'minlere açıklamak, bu mânâları
onlara göstermek için, aralarında (o mânâları) yaymak, şahsiyetlerini,
özelliklerini; fert, ümmet, cemâat ve devlet olarak ne durumda olduklarını,
Allah'ın beyan ettiği yollar ışığında, araştırmaya çağırmaktır. Ayrıca, yakînen
bilsinler ki, dostları üzen, düşmanları sevindiren halleri, başlarına ve memleketlerine
gelen musibetlerin hiç biri asla tesadüfi veya gelişigüzel değildir. Bilakis,
yaptıklarının, ihmâllerinin, çâre arayıp bulmadaki kusurlarının kesin
sonucudur. Ve yine yakînen bilsinler ki, içinde bulundukları kötü durumdan
ebedî kurtuluş, ancak Allah'ın Sünnetlerinin gereğine tâbi olmakla mümkün olur.
Başka şeylere veya o ilâhî kânunlara ters düşen şeylere ittibâ etmekle değil...
Aynı şekilde bilsinler ki, değiştirmeyi gerektiren sebebleri hazırlamaksızın
kötü durumunu değiştirmek isteyen kimsenin hâli, soğutmak için suyu ateş
üzerine, yahut ısıtmak için kar üzerine koyan kimsenin hâline benzer.
Bu kitabın
yazılmasında fazlaca akla dayanılmadığı gibi, sırf ilmî, teorik bir maksat da
güdülmemiştir. Sadece dostlarıma ve müslüman kardeşlerime her yerde yüce
İslâm'ın kimi hakikat ve değişmez kânunlarını tanıtmak ve bu bilginin
zihinlerde gizli kalmaması için yazılmıştır. Tâ ki, Allah'ın, kötüden iyiye,
zül bir hayattan şerefli bir yaşantıya, tâgûtlara, kâfir ve fâcirlere karşı
küçük düşüren bağımlılıktan mü'minler için murâd ettiği izzete, üstünlüğe ve
topyekün beşerin liderliğine değiştirmek ve dönüştürmek gibi sünnetlerinin
gereğine uygun olarak, İslâm hakikatlarını, kendilerini ciddî, sağlam ve
gayretli bir çalışmaya götüren muharrik bir güç yapsınlar..[50].
Bu kitabtaki incelemenin
konusu, âlemde, mahlûkatı hükmü altına alan Umumî Kânun'un ikinci yön'üdür.
İkinci yön, beşeriyetin gidişatına, dünyâdaki fiillerine, dünyâ ve âhirette
üzerlerine terettüb eden şeylerle alâkalı "Sünnetullâh" (âdet-i
ilâhi)'tır.
Umumî Kânun'un Birinci
Yön'üne gelince, Sünnetullâh ifâdesi, şer'î ıstılahımızda, onun mukabilidir.
Fakat bu sünnet, eşyaya, görüntülere ve fiziksel olaylara taalluk eder. Ki,
bundan temsîl (misâl vererek) ve istidrâd (atıfta bulunmak) yoluyla bahsedeceğiz.
Bu ise, herhalde cidden azdır. Binâenaleyh kitabı, fasıllara (bölüm) ayırdım.
Her faslın başlığını koydum. Bunu da faslın muhtevasına göre yaptım. Bu muhteva
da, "Sünnetullâh"ın kapsamına giren bahislerdir. Bütün bunlar,
kitabin konularını kavramak okuyucuya kolay olsun, karışıklığa düşmesin
diyedir. Böylece kitabın bölümleri şu tarzda olmuş oldu:
1- Sebeb ve
Müsebbeblerdeki Sünnetullâh (Sebeb'Kânunu)
2- Allah'ın
Hidâyetine Tâbi Olmada ve Ondan Yüz Çevirmedeki Sünnetullâh {Hidâyet ve Dalâlet
Kânunu)
3- Hak-Bâtıl
Mücâdelisinde Sünnetullâh {Mücadele Kânunu)
4- Fitne ve
İmtihanda Sünnetullâh (İmtihan Kânunu)
5- Zulüm ve
Zâlimler hakkında Sünnetullâh (Zulüm Kânunu)
6- İhtilaf
ve İhtilafa Düşenler Hakkında Sünnetullâh (İhtilâf Kânunu)
7-
Benzeyenler ve Zıdlar Hakkında Sünnetullâh (Benzeşme ve Zıdlar Kânunu)
8- Nimetle
Şımarıklık ve Nimetle Şımaranlar Hakkında Sünnetullâh (Nimetle Şımarıklık
Kânunu)
9- Azgınlık
ve Azgınlık Hakkında Sünnetullâh (Tuğyan ve Tuğyan Edenler Kânunu)
10- Küfrân-ı
Nimet ve Nimetin Değişmesinde Sünnetullâh (Nimetler ve Değiştirilmesi Kânunu)
11- Günâh ve
Kötülüklerde Sünnetullâh) (Günah ve Kötülük Kânunu)
12- Takva,
İman ve Amel-i Sâlihte Sünnetullâh (Takva, İman ve Amel-i Salih Kânunu)
13-
İstidracda Sünnetullâh (İstidrac Kânunu)
14- Tuzak ve
Tuzak Kuranlar Hakkında Sünnetullâh (Tuzak Kânunu)
15- Dünyâ ve
Ahireti İstemede Sünnetullâh (Dünyâ ve Ahireti Taleb Kânunu)
16- Rızıkta
Sünnetullâh (Rızık Kânunu
17- Sertlik, Kabalık ve Yumuşaklıkta Sünnetullâh (Sertlik ve Yumuşaklık Kânunu) [51]
[1] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 9.
[2] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 9.
[3] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 10.
[4] Yâsîn: 36/38-40.
[5] Mü'minün: 23/12-14.
[6] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 10.
[7] Yâsîn: 36//33.
[8] Yasîn: 36//41.
[9] Bakara: 2/164.
[10] Câsiye: 45/12.
[11] Câsiye: 45/13.
[12] Hacc: 15/15.
[13] Nahl: 16/65. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi
Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 11-12.
[14] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 12.
[15] Nahl: 16/78.
[16] Tefsir-i Zemahşerî, c.2., s.624
[17] Tefsir-i Kurtubî, c.10, s.151. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 13.
[18] Rûhu'l Meânî, Tefsir-i Âlûsî, c.14, s.201
[19] Yûnus: 10/101.
[20] Hicr: 15/22.
[21] En'âm: 6/125.
[22] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 13-15.
[23] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 15.
[24] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 16.
[25] İbn Manzûr, Lisânu'l Arab, c.l, s.89
[26] İbn Esîr, en-Nihâye, Fî Garîbi'l Hadis, c.2, s.409
[27] Fîrûzâbâdî, Besâir Zevi't Temyiz Fî Letâifi'l Kitâbi'l
Azîz, c.3,s.267-268.
[28] Şeyhu'l İslâm İbn Teymiye, Mecmûul Fetevâ, c.13, s.69
[29] Tefsir-i Razi, c.9, s.ll
[30] Reşid Rızâ, Tefsiru'l Menâr, c.4, s.140. Prof. Dr.
Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 16-17.
[31] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 17.
[32] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 18.
[33] Ahzâb:/62.
[34] Fâttr:/43,
[35] Âlûsî Tefsiri, c.28, s.41
[36] Âl-i İmrân: 3/137.
[37] Âl-i İmrân: 3/138.
[38] Kamer:54 /43.
[39] Kamer: 54/51.
[40] Kurtubî, c.15, s.145
[41] Nisâ: 4/123.
[42] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 18-20.
[43] Nisâ:4 /122
[44] Nisâ: 4/87. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi
Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 20.
[45] Kehf: 18/59.
[46] Ra'd: 13/11. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi
Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 21.
[47] Nahl: 16/89
[48] Âlûsî, c.14, s.214
[49] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 21-22.
[50] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 22-23.
[51] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 23-25.