9- SEBEB VE MÜSEBBEBLERDE SÜNNETULLÂH (SEBEBİYET
KÂNUNU)
Sebebiyet Kânunu Hakkında Bana Ait Eski Bir Makale:
Allah'ın Fiili Olarak Sebebler Ve Müsebbebler
Müsebbebler, Sebebleriyle Meydana Gelir, Sebeblerin
Bulunmasıyla Değil:
Sebeblere İtibâr Etmeyenlere Cevâb:
Sebebler İçin Bir Takım Şartların Bulunması Ve Manilerin
Olmaması Gerekir:
Sebeblere Tutunmak, Tevekküle Mani Değildir:
Sebeblere Tutunmakla Beraber Allah'a Güvenmek:
Sebeblerdeki Sünnetullâh Sünnetlerle (Âdetullâh) Alâkası:
Sebeb, lügatta,
"kendisiyle başka bir şeye ulaşılan şey (vâsıta) dir." [1]
Sebebin bu lüğavi mânâsı şu âyette geçmektedir:
"...Ve kendisine (muhtaç olduğu) herşeyden bir
sebeb verdik (ulaşmak istediği her şeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik)"
[2]
Yâni, Allah O'na
(Zülkarneyn (a.s.)'a) her şeyin bilgisine kendisiyle (maksada) erişilecek
vasıta verdi. O bu sebeblerden birine yapıştı. [3]
Zemahşerî (538/1143) diyor ki:
"Sebeb,
kendisiyle alet, güç ve ilim olarak maksada ulaşılan şeydir. [4] Bir
şeyin sebeb olmasında muteber olan, o şeyin maddi aletler ve araçlar gibi maddî
sebeb, ya da ilim ve güç gibi manevî sebeb olmasıdır.[5]
İster cansızlarla ve
bitkilerle, ister hayvan ve insanlarla, isterse semavî cisimlerle yahut çeşitli
maddî ve zahirî oluşumlarla ilgili olsun, Kur'ân delâlet ediyor ki, her şey bir
sebeble meydana gelir. Şu halde sebebiyet kânunu, yâni eşyayı sebeblerine,
sonuçları ise ön hazırlıklarına bağlamak,
âlemde mevcut her şey insan için, dünyâ ve âhirette olacak bütün olaylar
için geçerli olacak kadar umumîdir. Şeyhul İslâm İbn Teymiye (662/1263) (rh)
şöyle der:
"Dünyâ ve âhirette sebebbiz hiç bir şey
yoktur. Allah (c.c.) ise, sebeblerin ve sebeble meydana gelen her şeyin
yaratıcısıdır." [6]
Şu âyet maddi sebeble
ilgilidir:
"Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak
çeşitli ürünler çıkardı." [7]
Şu âyette manevî
sebeble ilgilidir:
"Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü
ayırdedici bir anlayış verir." [8]
Bu konuyu tekrar ele
alacağız.
Kur'ân-ı Kerim -İbn-i
Kayyım'ın (597/1200) dediği gibi- kozmik olayların ve şer'î hükümlerin, sevâb
ve ikabın çeşitli yollarla sebeplere bağlı olduğunu dile getiren ifâdelerle
doludur. Bazan "bâ-i sebebiye" (sebeb ifâde eden "bâ") ile
gelir:
"Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü
(bu gün) afiyetle yiyin, için!" [9] âyeti
gibi. Bâzan "Lâm" ile gelir: "Rablerinin izniyle insanları
karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır" [10] âyeti
gibi.
Bazan da hikmeti
gerektiren vasfın zikri ile gelir:
"Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış
(yolu) yaratır" [11] âyeti
gibi .[12]
Allah'ın hikmeti,
sebeble meydana gelenlerin (müsebbebât), sebeblere bağlanmasını gerektirdi. [13]
Yaklaşık otuz sene
önce Bağdat'da Mecelletü't Terbiyetü İslâmiye'de yayınladığım (Kânun-u Rehîb)
adlı makalemden küçük bir bölüm aktarmam faydalı olacaktır. Orada şöyle
yazılıydı. [14]
"İnsanların bir
çoğu, falan şey tesadüfen oldu, derler. Ve bu doğru bir sözmüş gibi kulakları
okşar. Halbuki doğru değildir. Zihinlerde yer eden mânâsı da yoktur.
Dolayısıyla kâinatta tesadüfe mahal yoktur. Orada sebebler, müsebbebler ve ön
hazırlıkları olan sonuçlar söz konusudur. "Tesadüf" denen şey
hakikatta değil, insanların sebeblerini bilmediği şeyde kullanılır. Fakat bir
şeyi bilmemek, o şeyin yok olduğu anlamına gelmez.
Bu gerçeğin îzâhı,
Allah'ın yarattığı şu geniş, şaşırtıcı ve dehşete düşüren kâinattır.
"O'dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı
ve insanı yaratmağa çamurdan başladı."
[15]
Bu kâinat, hiç bir
mahlukun kendisinden kurtulmadığı, hiç bir şeyin hariç kalmadığı gayet hassas,
sağlam ve kapsamlı bir Kânun-i Umûmi olarak oluşan "esbâb" ve
"müsebbebât" gereği hareket ediyor. (O kânun), en küçük zerreden en
büyük cisme, cansızlardan, bütün türleriyle bitkilerden bütün türleriyle
canlılara, mâhiyetini bilemediğimiz zerrenin hareketinden, evleri harabe haline
getiren, ağaçları koparan kasırgaya kadar istisnasız her şeyi hükmü altına
alır. Öyle ki, her şey, bu korkunç kânuna itaatkârdır, boyun eğer; ondan
kurtulmağa ve ayrılmağa gücü yetmez. Her şeyin bu inkıyadı (boyun eğmesi)
gerçekte kâinatın yaratıcısı ve bu kanunun vâzıı (koyucusu) Cebbar ve Meliku'l
Kavi olan (Allah)'a dır. Şu âyet bu gerçeği ifade eder:
"Güneş de kendi müstakarn (yörüngesi) için
çıkıp gider. Bu, üstün ve bilen (Allah)'ın takdiridir" [16]
"Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi,
ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götüreleceklerdir." [17]
Bu ilâhî ve Umumî
Kânun, Kur'ân'da, "tebdil" ve "tağyir" (değişme) kabul
etmeyen (Sünnetullâh) diye anılmıştır.
"Sünnetullâh"
kelimesi Kur'an'ın bir çok yerinde kuruntuların akıldan ayrılacağı ve mânâsının
sağlam bir şekilde gönüllerde yerleşeceği "değişmez" olarak
nitelenir.
Sünnetullâh veya
Kanun-i Umûmî, sebebler ve sebeble meydana gelen (müsebbebât) yerine geçer.
Neticeleri, ön hazırlıklarına intizamlı, dikkatli ve kesin bir şekilde rabt
eder. İnsanda -ki o da bu varlık aleminin, hem de en seçkin, bir parçasıdır-
bütün hareket ve davranışlarında bu kânuna boyun eğer. Nitekim aynı şekilde,
bütün milletler yükselişinde, çöküşünde, bahtiyar (saadet) ve bedbaht (şakâvet)
oluşunda, aziz ve zelil oluşunda, devam ve helakinde bu kanuna boyun
eğmişlerdir. Fert ve ümmetlerin her halükârda bu kânununa boyun eğmeleri,
sağlamlık ve güzelliği itibariyle, kozmolojik alemin hadiselerinin bu korkunç
kânuna boyun eğişine eşittir. Yine bir elmanın ağaçtan düşüşü, bu düşüşe
götüren muayyen sebeblerden ötürü, mecburi bir düşüştür. Aynı şekilde, bir
devletin çöküşü, bir milletin yok oluşu, bu çöküşe götüren muayyen sebeblerden
ötürü mecburi bir sonuçtur.
İşte bu,
"değişme" kabul etmeyen umûmî Sünnetullâh'tır.
"Allah'ın, öt'edenberi süregelen kânunudur bu
Allah'ın kânununda bir değişme bulamazsın" [18]
Fiziksel alemin
olaylarıyla, toplumsal hadiseler arasındaki bütün fark, birincisinin gayet açık
ve belli olmasıdır. Bu sebebleri bildiğimiz zaman, sonuçlarına ve bu sonuçların
yer ve zamanına göre hikmetlerini oturturuz. Mesela, su şu kadar derecelik bir
soğukluğa
ulaşınca donar, vs...
Sosyal hadiselerin
sebebleri ise, siyâset, ekonomi, uygarlık, toplumsal yapı, galibiyet, yenilgi,
bedbahtlık gibi türleriyle gayet hassasdır, çoktur, dağınık ve karmaşıktır.
Çoğu kimselerin bunu detaylı olarak kavraması da güçtür. Bununla beraber, dikkatli,
araştırıcı düşünürün ilmen bilmesi ve kavraması mümkündür. Kaldı ki, bu
sonuçların meydana geliş vaktinin kesinliğini her ne kadar bilemese de, muayyen
sebeblere dayalı belli sonuçların meydana geleceğini kesin olarak bilmesi mümkündür.
Meselâ, baskı ve zulüm üzere bulunan bir
yönetim/yönetici gördüğümüzde, her ne kadar, güneşin doğuş ve batışını
tâyin ettiğimiz gibi,
vaktini kavrayış ve
dikkatli tâyin etemesek de, kesin olarak ve yakinen o sultanın er geç
mutlaka yok olacağına hükmederiz.
Fiziksel âlemin
olaylarıyla beşerî hadiseler arasındaki bu fark sebebiyle, insanlar çoğu kez
toplumsal hayatta, milletlerin ve fertlerin gidişat ve gündelik işlerinde de
Sünnetullâh'ın olacağından gafil kalıyorlar. Ve zannediyorlar ki, fiziksel
âlemin "Sebebler ve Müsebbebler Kânunu"na boyun eğdiği gibi kendi
işleri (aynı kânuna) boyun eğmez. Bu yanılgıyı onlarda kuvvetlendiren şey, iki
devlet veya milletde, zahirde birbirine benzeyen, ama durumları farklı olan
sebebleri görüp, hemen "ikisinde de sebebler birdir, fakat bu da tek
sonuca götürmez. Öyleyse iddia ettiğiniz
Kânun-i Umûmî nerede?" diye sormalarıdır. Oysa, göz önünde
bulundurmadıkları bir şey vardır: Sebebler, bir mâni olmadıkça mecburen
müsebbeblere götürür. Ön hazırlıklar da, bir arıza olmadıkça mecburen sonuca
götürür. Onlar ise, bütün sebeb ve neticeleri görmedikleri gibi, bu mania ve
arızaları da görmediler. Hata üstüne hata yaptılar ve bu hatayı görmeye de
yanaşmadılar.
Kur'ân-ı Kerim'in bir
çok âyetinin açıklandığı "Sünnetullâh"ı, biz Kur'ân kıssalarında,
Peygamberlerin yaşantılarında, onların kavimleriyle beraber başlarına gelen
hadiselerde, geçmiş milletlerin haberlerinde, hak ve bâtıl taraftarlarının
mücadelelerinde görürüz. Bu âyetleri saymaya kalksak, onların, ahkâm (hükümle
ilgili) âyetlerinden çok olduğuna rastlarız. Bu neyin işaretidir? İnanıyoruz
ki, mânâ ve tatbikatıyla "Sünnetullâh"ın zikrinin geçtiği âyetlerin
çokluğu, kendilerine mahsus ibadet tarzını bilmek üzerlerine vacib olduğu gibi,
alemdeki Sünnetullâh'ı bilmenin önemine ve onun mü'minler tarafından
anlaşılmasının gereğine kesin işarettir. Çünkü Allah (c.c.) ancak zikri lazım
gelen ve insanların bilmeye ihtiyaçlarının olduğu şeyleri Kur'an-ı Kerim'de
zikreder. Bir şeyi, şayet tekraren zikretmişse o onun önemine işarettir. Bu
sebeble işaret ettiğimiz âyetlerde Allah'ın sünnetleri (değişmez kânun ve
adetleri) hakkında ibretle düşümeye, öğüt almaya ve tefekküre davet eden
niteliktedir. Nitekim o âyetlerde, toplumsal karakterdeki Sünetullah'ları
anlamanın gereğine açık davetler vardır.
Şu âyet, birinciye
(düşünmeye) örnektir:
"Elbette onların hayat hikâyelerinde akıl
sahipleri için ibret vardır" [19].
Şu âyet de ikinciye
(öğüt alma/ittiâz) örnektir:
"Sizden önce de (Allah 'ın ' kanunlaştırdığı)
nice olaylar gelip geçti. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların sonunun
nasıl olduğunu görün." [20]
Bundan dolayı
-yöneten, yönetilen olsun- bütün müslümanların, tehlikeden kurtulmaları veya
düşebilecekleri vartalardan, ki fiilen düşmüşlerdir, kurtulmaları için Allah'ın
toplumsal nitelikteki sünnetlerini anlamalarının, bunun da imanın ve İslâm ahkâmını
idrâk etmenin gereği olduğunu bilmelerinin ciddî bir zaruret olduğuna
inanıyoruz .[21]
Bilinsin ki, bir şeyin
diğerine sebeb, diğerinin de o şeyin müsebbebi olması, Allah'ın fiili ve
hikmetlerinden (ilahi sırlarından) 'dır. Allah (c.c), sebeb ve müsebbeblerin
Yaratıcısı'dır. [22] Allah'ın bu yaratması
olmasaydı, ne bu şeyin diğerine sebeb, ne diğeri o şeyin müsebbebi olurdu. Bu,
şu demektir: Sebeb iş görür, Sünnetullâh ve onun hükmü (otoritesi) gereği
müsebbibini ister.[23]
Bazı kimseler,
müsebbebler, sebeplerle değil, sebeblerin bulunmasıyla meydana gelir diyorlar.
Mesela, yakmak, ateşin bulunması durumunda meydana gelir, ateşle değil. Bu,
doğru değildir. Müsebbebler, kendilerini gerekli kılan sebeblerle meydana gelir
veya oluşur. Yoksa bu sebeblerin bulunması esnasında değil, Sebebler, Allah'ın
kendilerinde (potansiyel bir etken olarak) gizlediği, belli sonuçları gerekli
kılan sebebiyet karakterlerinin bulunması sayesinde sebeb olmuşlardır. Bu belli
sonuçlar, sebebiyet karakterlerine de uygundur. Bütün bunlar, Allah'ın takdiri,
dilemesi ve yaratmasındaki kânun ve sünnetiyledir. Şu halde, yakmak ateşle
olur. Ateş ise, yakmanın sebebidir. Yakma, ateşle olur. Zira, Allah, yakmayı
gerekli kılan sıcaklığı ateşte (potansiyel olarak) emaneten koymuştur. Yoksa,
yakma, ateşin var olmasıyla meydana gelmez [24] .
Doyum veya beslenme,
ekmek ve benzeri şeyleri yemek sebebiyle olur, yoksa yeme anında doyum ve
beslenme olur demek değil. Allah (c.c), babanın menisini annenin rahmine atması
sebebiyle çocuğu ana karnında yaratır. Yoksa ilkâ (atma) anında yaratır
denilmez. Bitki, tohumla olur, tohumun saçılması esnasında değil. Müsebbebler,
sebebleriyle netice verir. Bu da, Allah'ın, müsebbeblerin vücûd sahasına
çıkmasını gerekli kılan mânâ ve güçleri (potansiyel etki olarak) gizlenmesi
sayesindedir. Bu sebeb ve müsebbeblerin maddî ve manevî olması birdir. Ateşten
çıkan yakmak gibi. Ateş, sebebtir. Yakmak ise, ateşin müsebbebidir. Bu, maddi
sebeb ve müsebbeblerde böyledir. Aynı şekilde Allah (c.c), manevi şeyleri de
muayyen neticelere sebeb kılmıştır. İşte o neticeler, o manevi şeylerin
müsebbebleridir. Mesela, imanı ve sâlih amelleri (Allah) kendi rızasına,
insanın dünyâ ve âhiret saadetine sebeb
kılmıştır. İstiğfarı da, rahmet ve mağfiretine sebeb kılarken, çirkin görülen
ihtilafı ve zulmü de milletlerin helâkine/yok oluşlarına sebeb kılmıştır.[25]
İbn-i Teymiyye
(662/1263), sebeblere itibâr etmeyen ve müsebbeblerin onlardan kaynaklandığını
inkâr edenlere cevaben şöyle der:
"Sebeblerin,
sebeb oluşlarını kabul etmemek, aklî bir nakısadır. Bu ise, (o kişinin)
şeriatta/dinde olan eksikliği demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan
yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında... (Allah'ın varlığına ve
birliğine) deliller vardır." [26]
"Onunla (Kitab)
Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor" [27]
Allah (c.c.) bütün bunları
(İhya: Diriltme ve hidâyet: Esenlik yollarına iletme) sebeblerin bulunması
anında yapar, sebeblerle değil, diyen bir kimse, Kur'an'ın lafzına aykırı
davranmıştır. Oysaki, his/duyular ve akıl, onların sebeb olduğuna şehadet
ediyor. Yine, göz ile alın arasındaki, birinde olan gücün (hasse) diğerinde
olmayacağı, farkını bilirken, ekmekle çakıl arasındaki beslenmeye elverişli
olup olmama farkını da biliyor.
Yine Bir İttirâz ve
Cevabı:
Bazen, müsebbebin,
sebeble meydana gelmeyeceğine, ancak sebebin bulunması anında olacağına
işareten, "her ne kadar tam ve geçerli olsa da sebeb, müsebbebini zorunlu
olarak gerektirmez. Peygamber (c.c.)'ın şu sözü buna delil olmaktadır:
"Hiç biriniz
ameliyle cennete giremez diye buyurunca, dediler ki:
“Sende mi yâ
Resûlellâh! Buyurdu ki:
“Ben de, Fakat Allah beni (kendinden) bir rahmet ve lütufla bürümüştür".
Yine şu âyette:
"Yaptıklarınıza karşılık cennete girin!"
[28] gösteriyor
ki, müsebbeb, sebebin bulunmasıyla değil, bulunması anında meydana gelir"
diyorlar.
Cevab: Bu âyetteki
(bâ), bâ-i sebebiyedir (sebeb bildirir). Şu halde salih ameller, cennete
girmenin sebebidirler. Ameller, Allah'ın va'di ve sünnetiyle cenneti gerekli
kılıyor. Bu durumda mânâ şöyle olur:
"Amelleriniz
sebebiyle cennete girin". Peygamberimizin (a.s.) "hiç biriniz ameliyle (b-amelihi) cennete giremez"
buyurduğu hadisteki (bâ) ise bâ-i mukabele (karşılık) veya bâ-i muâveze (bedel)
dir. Amel, bir ivaz (bedel) ve cennete girmek için kâfi bir semen (paha)
olmadığına göre, Allah'ın afvı, lütuf ve rahmeti gerekmektedir. [29]
Bil ki, sebeb,
şartlarının tam ve eksiksiz bulunması durumunda müsebbebini gerekli kılar.
(Yâni, sebebin işlevi, faaliyet ve müsebbebini gerektirme şartları...) Nitekim,
sebebin faaliyeti için mânilerin (engel) de bulunmaması lazım. Yâni, sebebin
işlevine engel olacak, müsebbebini gerekli kılmaya güç yetirecek işlevden
yoksun kılacak engellerin bulunmaması... Mesela, yemek, beslenme, doyum ve
hayatın idamesi için bir sebebtir. Fakat, insanın zaruri organlarının sağlıklı
ve gıdayı alıp ondan faydalanmaya elverişli olması, bir de gıdadan faydalanma
hususunda bu organların işlerliğine engel olacak maniaların bulunmaması
şartıyla...
Ekinin sebebi,
toprağın sürülmüş ve tohumun atılmış olmasıdır. Şartı ise, toprağın, bitkinin
bitmesine, tohumun da bitmeye (büyümeye) elverişli olması; kâfi derecede suyun
bulunması, bir de ekinin büyümesine mani olacak, meyve ziraatın helakine sebeb
olacak afetler gibi engellerin bulunmamasıdır. Bir kişi hariç, diğer bütün
alimler, sebebin, müsebbebihi doğurması için, şartlarının gerçekleşme ve
engellerin bulunmama zaruretini ortaya koymuşlardır. Fakih Şâtibî (790/1388) de
aynı şeyi söylemektedir: Sebebler gereği gibi eylem yapamazsa, şartlar tam
değil ve engeller de kalkmamış ise, mükellef istesin, istemesin, müsebbebler
meydana gelmez (sebeb-sonuç ilişkisi tahakkuk etmez). Çünkü, müsebbeblerin
meydana gelip gelmemesi, mükellefin elinde olmadığı gibi, Sâri' Teâlâ (c.c),
sebeblerin sonuçlarını gerektirmesini şartlarının varlığına ve manilerinin de
yokluğuna bağlı kılmıştır. Öyleyse, şartlar bulunmayınca, sebeb de şer'î bir
sebeb olma vasfını elde edemez. Bu durumda, şartlar ve manilerin (engel)
yokluğu, sebeblerin cüzleridir (parçaları), şeklinde bir hükme varsak da
varmasak da netice bîrdir".[30]
Şeyhu'l İslâm İbn
Teymiye (662/1263): "Her sebeb, (netice vermesi için) şartların bulunması
ve engellerin kalkmasına bağlıdır" demektedir. [31]
Sonra "Şartların tamamiyle bulunması, engellerin de kalkması gerekir.
Bütün bunlar, Allah'ın Kaza'sı ve Kaderiyledir. Hiç bir sebeb, istenileni elde
etmede bağımsız değildir. Bilakis, başka sebeplerin onunla bulunması ve
istenilen sonucun meydana gelmesi için engellerin, onunla çakışan hallerin
bulunmaması gerekir. Yağmur, tek başına bitkiyi bitirmez. Hava, toprak
vesâirenin onunla bulunması gerekir. Ekin, onu helake götürecek âfetlerden uzak
kalmadıkça büyümez. Yemek, içmek de ancak, Allah'ın, sağlıklı organları ve
kuvvetleri (kuvve-i şeheviye vs. gibi kaabiliyetler) bedende yaratması ile
beslenmeyi sağlar [32]
demektedir.
İbn Teymiye, "Hiç
bir sebeb, istenileni elde etmede bağımsız değildir. Bilakis, başka sebeblerin
onunla bulunması gerekir" derken, kimilerinin yaptığı gibi, o da bir başka
sözünde bu "başka sebebleri "şartlar" olarak adlandırır. Fakih
Şâtibî (790/1388) buna şu sözüyle işaret ediyor:
"Şartlar ve
engellerin yokluğu, sebeblerin cüz'leridir, şeklinde bir hükme varsak da
varmasak da sonuç birdir" [33]
İnsanın, çalışsın veya
çalışmasın, Allah'ın kendisine takdir ettiği rızkın oluşarak kendisini bulacağı
deliline sarılarak çalışmayı terk etmesi gibi, Kaza ve Kadere îman deliline
dayanarak sebebleri hesaba katmaması ve onlara yapışmaması caiz değildir.
Böyle bir delille
hareket etmek, kuruntu ve yanılgıdır. Peygamber (cs.), bunu reddetmiştir. İmâm
Müslim'in Hz.Ali (r.a.)'dan tahrîc ettiği hadiste şöyle buyrulmaktadır:
"Hz.Ali (r.a.)
diyor ki, biz Ğarkad Mezarlığında iken Resulullah (a.s.) çıkageldi, Oturdu. Biz
de etrafında halelendik. Elinde âsâsı vardı. Başını eğdi. (Dalgın bir ruh
haliyle) yere bir kaç ince çizgi çekmeye başladı. Sonra buyurdu: Sizden dünyâya
gelmiş hiç bir canlı yoktur ki, Cennet ve Cehennem'deki yeri belli olmasın.
Saîd mi şakı mi yazılmasın. Bir adam dedi ki, Yâ Resûlallâh’ Kaderimizi
bekleyelim de çalışmayı bırakalım mı? Buyurdu ki, Kim saadet ehlinden ise
onların ameline döner, kim de şakâvet ehlinden ise onların ameline döner. Sonra
buyurdu ki, Çalışın (amel edin). Her şey kolay kılınmıştır. Saadet ehli, saadet
ehlinin işlerine, şakâvet ehli (cehennemlikler), şakâvet ehlinin işlerine
yönelişleri kolaylaştırılır (aynı işi yaparlar) Sonra şu âyeti okudu:
"Bundan dolayı kim (fakirlere) verir,
(günahlardan) korunursa ve en güzeli (sözü) doğrularsa, ona en kolayı (en rahat
şeylerin yolunu) kolaylaştırırız (onu cennetlere, huzur ve rahata sokarız).
Fakat kim cimrilik eder, kendini zengin görüp (Allah'a) tenezzül etmezse ve en
güzeli (sözü) de yalanlarsa ona en güç (şeylerin yolunu) kolaylaştırırız (onu
çetin durumlara götüren bir yola sokarız)" [34]
İmâm Nevevi (676/1277)
bu hadisin şerhinde şöyle demektedir:
"Bu hadiste,
çalışmayı bırakmak ve kadere havale etmekten yasaklamak söz konusudur. Bilâkis
çalışmak ve şerîatın getirdiği teklifler (in edâ edilmesi) vaciptir. Hepsi de
mükellef için olabildiğince kolaydır. [35]
Aynı şekilde Cenâb-ı
Hakk (c.c.) insanlara, üzüntülerin giderilmesi, günahların afvı ve arzularına
nail olmak gibi sonuçlara götüren sebebler olarak dua, istiğfar vesaireyi
emretmiştir. Her kim ki hatalı olmadığını düşünerek, ben dua etmem, Allah'tan
birşey talep etmem ve istiğfar etmem, derse, yanılmıştır. Çünkü Allah, duâ ve
bu gibi ibadetleri mağfiret, rahmet ve nusretine (yardım) nail olmaya sebeb
kılmıştır. Allah (c.c.) kul için hayır dilemiş ise, kul ona dua ile yahut başka
bir sebeble nail olur. Takdir olunan, başka bir sebeble ele geçmez. Allah'ın,
kulların hâl ve gelecekleriyle ilgili bilgisi, kaza ve takdiri, ancak mevcut
sebeblerledir. Böylece, bunlara bağlı olarak müsebbebler de vücût sahasına çıkar.
Anlaşılıyor ki, dünyâ ve âhirette sebebsiz hiç bir şey yoktur. Allah ise sebeb
ve müsebbeblerin Yaratıcısıdır. [36]
Kimileri, sebebleri
bırakmanın, tevekkülün kemâlinde olduğu görüşündedirler. Meselâ, kimi
insanların çöl yolculuğunda azık almaktan kaçınması, adet halini almıştır.
Kaldı ki, geçmişte de vaziyet böyleydi. Hatta bir kısım insanlar "Hacc vb.
yolculukta azık almamak; azıksız ve susuz vahaya varmak ve öylece Allah'a
güvenmek, tevekkülün kemâlindendir" demişlerdir.
İbn-i Teymiyye (r.h),
bu anlayışı reddederken şöyle demektedir:
Bu ve benzeri sözler,
Allah'ın mahlûkatı ve fillerindeki âdetini (Sünnetullâh) bilme eksikliğinden
ileri gelir. Çünkü Allah (c.c.) mahlûkatı, sebeblerle yaratmıştır, dünyâ ve
âhirette, kullar için kendisiyle sevaba, rahmet ve mağfirete nail olacakları
sebebler meşru kılmıştır. Her kim, Allah'ın, (tutunmamızı) emrettiği sebeleri
terkederek, yalnız tevekkülle arzusuna kavuşacağını ve bunun Allah'ın yarattığı
sebeblere bağlı olmadığını zannederse yanılmıştır. [37]
Gerçek şu ki,
sebebleri hiçe saymak, onlardan yüz çevirmek ve Allah'a tevekkülü öne sürerek
onlara sarılmamak, bunu yapanı şeriata aykırı pozisyona düşürür. Çünkü Allah (c.c),
sebeblere tutunmayı emretmiştir. İbnr Kayyım (r.h) (597/1200) şöyle diyor:
"Allah, dâima
sebeblere tutunmayı emretmiştir. Kim Allah'ın böyle bir emrini terk ederse,
O'nunla çelişen bir tutum içine girmiş demektir. Öyle ise, sebebleri hepten
terk etmek müslümânâ nasıl helâl olur.[38]
Bil ki, sebeblere
tutunmak, tevekküle mani değildir. Aksine, bizzat tevekkül, arzu edilen şeyi
kendisiyle elde etmek, istenmeyen şeyi gidermekte sebeblerin en
büyüklerindendir. Sebebleri inkâr edenin, tevekkülü geçerli değildir. Kaldı ki,
tevekülün aslı, Allah'a bağlanmak, onunla gönül huzuruna ermek, onda sakin
olmaktır. Tevekkül-İmam Ahmed'in dediği gibi -kalbin işidir. Yâni, tevekkül,
amel-i kalbî (kalbe alakalı bir iş) olup, ne sözün, ne azaların amelidir. [39]
Buna göre doğru olan,
şer'î tevekkül, Allah'a tam bir itimâd, O'nun yarattığını, sonuca götüren âdî
ve meşru sebeblere tutunmasıyla beraber
kuluna yeteceğinden emin olmaktır. Şu hadîs, bu gerçeğe işaret
etmektedir:
"Şayet siz
Allah'a hakkıyla tevekkül etmiş olsaydınız, sabah erkenden aç çıkıp, akşam tok
dönen kuşlar gibi rızıklanırdmız" (Tirmizi Rivayet Etti)".
Bu hadîs-i şerifte
kazanmak için çalışmanın ve sebeblere tutunmanın meşruiyetine işaret vardır.
Rızık yuvasındayken gelmiyor. Aksine, bu onun gayretiyle oluyor. Allah Teâlâ,
ona rızkını elde etmesi için çalışmayı ilham etmiştir. Böylece o aç çıkar,
karnı dolu bir şekilde tok olarak döner. Öyle ise, tevekkül sözünde doğru
olanın istek ve arzusuna nail olması için sebeblere sarılması gerekir.
Enes (r.a.)'dan
rivayet edilir ki, bir adam:
"Ya Resûlallâh!
Onu (devemi) bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip mi tevekkül
edeyim? diye sorunca, buyurdu ki:
“Bağla ve tevekkül
et!" (Tirmizi Rivayet Ettifî [40]
Sahîh-i Müslim'de, Ebû
Hureyre'den rivayetle şöyle bir hadîs vardır. Efendimiz buyuruyor ki:
"Güçlü mümin,
Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve sevimlidir. Ve o her hayır
içindedir. Öyle ise faydalı olanı arzula, Allah'tan yardım iste ve âciz kalma. [41]
Şeyhu'l İslâm İbn
Teymiyye bu hadis hakkında şöyle demektedir:
"Resûlullâh'ın
"faydalı olanı iste, Allah'tan yardım dile ve âciz kalma" sözü,
sebeblere yapışmayı emreder niteliktedir. Bu da faydalı olanı arzulamaktır.
Ayrıca burda, tevekkülü emir söz
konusudur, ki o da Allah'tan yardım istemektir. Her kim, iki durumdan biriyle
yetinirse, onlardan birine uymamıştır (dolayısıyla hatâ etmiştir) [42].
Sebeblere tutunmak ve
bağlanmakla beraber asıl itimâd-ı kalbî (kalbi bağlılık) Allah'adır, sebeblere
değil. Kulun kalbi vaziyeti Allah ile bedeni görüntüsü ise sebeblerle kâimdir.
İşte asıl tevekkül budur. Sebeplere tevessül ederken, müslümanın güvendiği
(itimâd ettiği) yalnız Allah'tır. Çiftçinin, arazisini yağmur suyu ile sulayıp,
toprağını sürüp, tohumunu attıktan sonra, yağmuru yağdırmak ve ekini
filizlendirmek hususunda yalnız Allah'a itimad etmesi gibi müslüman, sebeplere
tutunurken de yalnız Allah'a güvenir ve yalnız O'na itimâd eder. Bununla
beraber, tutunmakla emrolunduğu sebebler, kulun gücü nisbetinde ise, Allah'a
tevekkül ederek onlara sarılması gerekir. Nitekim harb elbisesini giyinmiş,
silahını kuşanmış bir vaziyette farzları yerine getiren ve düşmanla cihâd
edenin durumu böyledir. Ama, cihâd hususunda şeriatın emrettiği mücâdeleyi
vermeksizin, yalnız tevekkülü, düşmanı bertaraf etmede kifayet etmez. Kim,
tutunmakla emrolunduğu sebebleri terk ederse, o, âciz ve taşkındır [43].
Ve Diğer Sebeblerde
olan Sünnetullâh, diğer sünnetlere nazaran cidden büyük bir yer işgal ediyor.
Diğer sünnetler, Allah'ın, tutunulsun tutunulmasın, sebeblerdeki sünnetleri
(kânun-i ilahi) üzerine kaimdir, dersem mübalağa etmiş olmam. Hatta bu konuda
iyice düşünen için, Allah'ın diğer sünnetlerinin, sebeblerdeki sünnetlerinin
ayrı birer dalı olduğu ortaya çıkar. Oysaki onlar bağımsız değildirler. Hususi
isimlerle, ayrı bir bahis olarak anılması, açıklığa kavuşması ve özel
durumlarından ötürü bakışları onlara çevirmek içindir. Bundan dolayı, diğer
sünnetler, tutunulsun tutunulmasın, sebeblerdeki Sünnetullâh'la sabittir ve
onlara dayanmaktadır.[44]
[1] İbn Manzür, Lisânu'l Arab, c.l, s.43.
[2] Kehf: 18/84.
[3] Fîrûzâbâdî, Besâir zevi't Temyiz fi Letâfi'l Kitâbi'l
Azîz, c.3, s.169
[4] Tefeir-i Zemahşerî, c.3, s.74
[5] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 26.
[6] İbn Teymiye, Mecmuu Fetevâ, c.8, s.70.
[7] Bakara: 2/22.
[8] Enfâl: 8/29.
[9] Hâkka: 69/24
[10] İbrahim: 14/1
[11] Talâk: 65/2
[12] İbn Kayyım, Medârici's Sâlikin, c.3, s.498-499
[13] a.g.e., s.3, s.478. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi
Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 26-27.
[14] el-Kanunu'r Rehib, Mecelietü't Terbiyetul İslâmiye,
Yıl:6, Sayı:l, 1963, s.19-26
[15] Secde: 32/7.
[16] Yasin: 36/38.
[17] Âl-i İmrân: 3/83.
[18] Feth: 48/23.
[19] Yûsuf: 12/111
[20] Âl-i İmrân: 3/137.
[21] Bahsettiğim (el-Kanunu'r Rehib) adlı makalemden alıntı
sona erdi. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar
Yayıncılık: 28-32.
[22] İ. Teymiye, Mecmuu Feetevâ, c.8, s.70
[23] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 32.
[24] Hz.İbrahim'i yakmayan ateşte Allah, yakma özelliğini,
yani harareti yok edince yakmadı. Ateş vardı, fakat yakma yoktu.(Çev-)
[25] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 32-34.
[26] Bakara: 2/164.
[27] Mâide: 5/16.
[28] Nahl: 16/32
[29] İbn Teymiye, Mecmuu Fetevâ, c.8, s.80. Prof. Dr.
Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 34-35.
[30] Şâtibî, Muvafakat, c.l., s.218
[31] İbn Teymiye, a.g.e., c.8, s.133
[32] a.g.e., c.8, s.167.
[33] Şâtibî, a.g.e., c.l, s.218. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 35-37.
[34] Nevevi, Şerh-i Sahih-i Müslim, c.16, s.195-196 Hadiste
geçen (Fenekkese): Düşünceli bir şekilde başını yere eğmek demektir. (Yenkütü
bi-mihdaratihi): Bastonuyla, düşünceli bir tarzda yere ince çizgiler çizmek
demektir Leyl: /5-10
[35] a.g.e.,c.l6,s.l96
[36] İbn Teymiye, a.g.e., c.8, s.69-70. Prof. Dr.
Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 37-39.
[37] İbn Teymiye, c.8, s.529-530
[38] İbn Kayyım, Medaricü's Sâlikin, c.3, s.478. Prof. Dr.
Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 39-40.
[39] a.g.e-, c l, s.114 vd
[40] Şeyh Mansûr, Ali Nâsif, Tâcu'I Cami' Li'l Usûl Min
Ehadisi'r Resul, c.5, s.205 (Himâs): Aç karın içi, (Bitân): Doymuş büyük karın
demektir
[41] Şeyh Mansûr, a.g.e., c.5, s.205
[42] İbn Teymiye, (Tab'atu Ferecullâh Kürdi), c.l., s.359.
Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık:
40-42.
[43] a.g.e., c.8, s.528-529. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 42.
[44] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 43.