19- GÜNÂH VE KÖTÜLÜKLERDE SÜNNETULLÂH
(GÜNÂHLAR VE KÖTÜLÜKLER KÂNUNU)
Ma'siyetin Günâh Ve Kötülükle İlgisi:
Her Kim Kötülük Yaparsa Cezasını Bulur:
Kötülüğün Cezası Kötülüktür: Ceza, Kötülüğün Miktarına
Göredir.
Kötülüğe Rızâ Göstermek (İkrar) Umûmî Cezayı Gerektiren
Bir Günâhtır:
Kâfirler, Mü'minlerden Korkarlar:
Günâhlar, Sahibini Helake Sürükler:
Kuvvetli de Olsa Ümmet Günâhı Sebebiyle Yok Olur:
Günâhlar, Mü'minin Şeytâna Karşı Direncini Zayıflatır:
Günahlar, Musibetlerin Sebebidir:
Musibetlerin Sebebi İtaatsizlik İsyan Değildir:
Fert Ve Cemâatin Gördüğü Musibetlerin Doğru Bir Şekilde
Değerlendirilmesi:
1- Musibetin Sebeblerini Bilmek:
2- Kendinden Başkasını Ayıplamamak:
3- Musibetlere Karşı Nefsi Korumak:
4- Musibetleri Bertaraf Ederken Sabra Tutunmak:
Musibetleri Defetmek Sabra Aykırı Değildir:
Zenb .(Günâh), cezası
ağır olan her şeyde kullanılır. (Zünûb) şeklinde çoğullanır. Allah Teâlâ:
"Fakat Allah onları günâhları yüzünden yakaladı" [1] buyurmaktadır. [2]
Seyyie (kötülük),
çirkin bir iş eylem demek olup iyiliğin karşıtıdır. Allah (c.c.)
"Evet kim bir günâh kazanır da suçu kendisini
kuşatmış olursa işte onlar, ateş halkıdır" [3]
buyurmaktadır.
(es-Sû') insana keder
ve üzüntü veren dünyevî ve uhrevî işler, nefsî ve bedenî haller, demektir.
Allah (c.c.) "Kötülük yapan,
cezasını çeker" [4]
buyurmaktadır.
Hasene (güzellik) ve Seyyie (çirkinlik) iki kısımdır:
1. Akıl ve şeriat itibariyle güzellik ve çirkinlik. Nitekim âyette "Kim iyilik getirirse, ona onun on katı vardır" [5] buyurulur.
2. Tabiat
(yaratılış) itibariyle güzellik ve çirkinliktir. Ki bu, İnsan tabiatının hafif
ve ağır gördüğü şeydir. Şu âyet, bu kabilden bir anlam taşımaktadır:
"Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik" [6].
Ma'siyet de Zenb (günâh) ve Seyyie (kötülük) nin kullanıldığı yerde kullanılır. Çünkü (hepsinde) emir ve itâattan çikma [7] yâni itaat edilmesi vacip olanın itâatından çıkma anlamı vardır, ki o da Allah (c.c.) dır. İnsanlara tebliğ etmesi için elçisi Muhammed (a.s.)'e indirdiği şeriatına itaat etmek vaciptir. Ma'siyet, Zenb ve Seyyie kavramlarının her üçünü de "Allah'ın itâatından çıkmak" deyimi toplamaktadır. Bu çıkış, kubh (çirkinlik), sû-i âkibet (kötü son), günâh, seyyie (kötülük) ve ma'siyet (isyan) kelimeleriyle de nitelenir.[8]
Kötülükleri işlemek,
işleyenine bakmaksızın, cezanın terettübünü gerekli kılar. Kötülüklerin
işlenmesinde ve ona terettüp eden cezada Sünnetullâh, umûmî ve kesin olup bütün
mahrukat için geçerlidir. Ne bir fertten, ne ümmetten, ne de cemâatten geri
kalmaz. Müsamaha (tolerans) söz konusu değildir. Allah (c.c.) Alemlerin
Rabbi'dir. Herkes bu genel kânunun önünde eşittir. Kötülük işleyen her kimse,
Sünnetullâh (genel kural) gereği cezasını görür. Bu Rabbânî düstûru
"kimisi hakkında vazgeçer, kimisi için de uygulama yapmaz" tarzında
algılayan yanılmış ve hatâ etmiştir. Allah (c.c.) bu genel kuralı açıklarken
"Kötülük yapan, cezasını çeker"
[9]
buyurmaktadır. İmâm Kurtubî (671/1273) bu âyetin tefsirinde şöyle der:
Âlimlerin ekserisi
(cumhur), âyetin lafzının âmm (genel) olduğunu söylediler. Kâfir ve mü'min
(herkes) kötü ameliyle ceza göreceklerdir.[10]
"Kim kötülük yaparsa sâdece onun kadar cezalanır"[11].
Çünkü, kötülüğün miktarına, yâni hak ettiği cezanın miktarı üzerine yapılan artış, çirkindir. Çünkü zulümdür. Zulüm ise, zâlimlerle olmamak için caiz değildir. Fakat hak ettiği iyilik (hasene) üzerine yapılan artış, övgüye lâyık bir davranıştır. Zîra bu, bir lütuf ve ihsandır.[12]
Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"(Öyle) bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz. Bilin ki Allah'ın azabı çetindir" [13]
Âyette geçen "Fitne" kavramı, günâh anlamındadır. Bu "günâh" ise, toplumdaki kötülüklere (münkerât), emr-i bil ma'rûf ve nehy-i ani'l münker konusunda ikiyüzlü davranışlara, bid'atların ortaya çıkmasına ve cihâdda tembelliğe rızâ göstermek olarak tefsîr edilmiştir. [14]
Bu âyetteki
"fitne"nin tercihe" şâyân mânâsı, münkerâtın toplumda kabul
görüp reddedilmemesidir. İbn-i Abbas (r..) bu âyet hakkında şöyle demektedir:
"Allah (c.c.)
mü'minlere, aralarında baş gösteren çirkinliklere rızâ göstermemelerini
emrediyor. Aksi halde azâb (sâdece o çirkinliği işleyenlere değil) umûmî
gelirdi.[15]
"Cezanın, yalnız
sebebi kendinde bulunan kimseye ait olması" İslâm Şeriatı'nın kesin bir
kuralı olduğu söylenir. Allah Teâlâ:
"Hiçbir günahkâr başkasının günâhını çekmez"
[16]
buyurmaktadır.
Zâten her nefis yaptığı (şeyler) karşılığında rehin alınacak (tutuklanacak)tır. Kimse kimsenin günâhından sorumlu değildir. Her ceza, onu irtikâb edeni ilgilendirir, öyleyse, cezanın, herkese şâmil oluşunun ve sâdece o kötülüğü işleyene ait olmasının sebebi nedir?
Cevab: Kötülüğü işleyenin, ondan vazgeçmesi vâcib olduğu gibi, diğerlerinin de o kötülüğe rızâ göstermeyip onu kaldırmaları vaciptir. Bunu yapmadıkları takdirde hepsi günahkâr olurlar: Kötülüğü yapan, yaptığı için, diğerleri ise, o kötülüğün işlenmesi karşısında susup, ona rızâ gösterdikleri için... Allah (c.c.) hüküm ve hikmetiyle, (kötülüğe) razı olanı, onu yapan gibi kabul etmiştir. Böylece, topluca günâh işlemiş oldukları için azâb hepsine iner. [17]
Fakat, diğer insanlar dilleriyle münkerâttan hoşlanmadıklarını söyleyip dururken, buna rağmen o münkerler (kötülükler) yine orta yerde durmakta... Ve onlar, elleriyle bunları değiştirememekteler. Öyle ki, lisanlarıyla dahi hoşlanmadıklarını dile getiremedikleri zamanlar bulunmaktadır. Ancak kalpleriyle buğzetmekle yetinebiliyorlar. Çünkü yapabildikleri ancak budur. Zâten Resûlullâh (a.s.) bir hadîs-i nebevisinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biri bir kötülük (münker) gördüğünde, onu eliyle, (buna) gücü yetmeyen diliyle değiştirsin, (buna da) gücü yetmeyen kalbiyle (buğzetsin). Ki bu îmanın en zayıf olanıdır".
Buna göre, azabın, toplumun her kesimine gelmesinin izahı nedir? diye sorulmaktadır.
Cevab: Kötülüğü değiştirmekten âciz olanların, o beldeden, kötülüğün değiştirilemediği o ülkeden çıkması gerekir. Kurtubî Tefsîri'nde:
"Kötülükler
değiştirilemeyince, o kötülüklere kalbiyle buğzedip duranların o ülkeden kaçıp
ayrılmaları (hicret) gerekir. Selef-i Sâlihîn (r.h.) efendilerimiz de aynı şeyi
söylemektedirler. İbn-i Vehb Mâlik'ten şöyle rivayet etmiştir: "Münkerâtın
işlendiği yer terkedilir, artık orada durulmaz." [18]
Fakat, ne eliyle ne de diliyle kötülükleri (münkerâtı) değiştiremeyip sâdece kalbiyle buğzeden kimsenin kötülüğün olduğu yerden ayrılmaya gücü yetmemesi durumunda aynı umumî azaba mâruz kalır mı? Münkeri işleyen veya ona rızâ gösteren gibi midir??
Cevab: Evet, umumî ceza onu da kapsar. Ama bu, onun için (bir lütuf olup) temizlenme (vesilesi) dir. Daha sonra niyyetine göre haşrolunur. Müslim'in Sahîh'inde rivayet ettiği hadîste Zeyneb binti Cahş Resûlullâh (a.s.)'a,
“Yâ Resûlellâh! Faziletli insanlar içimizdeyken de mi helak olacağız? diye sorunca, Efendimiz:
“Kötülükler çoğaldıkça evet, şeklinde cevap vermiştir. Bu hadisin şerhinde, İmâm Nevevî (r.h.) (676/1277) şöyle demektedir:
"(el-Hubs): Cumhur, bu kavramı, fısk u fücur olarak tefsir etmişlerdir. Özellikle zinanın olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat, zahir olan bütün günâhlardır. Buna göre hadîsin mânâsı şöyledir:
“Günâhlar çoğalınca, orada sâlih insanlar da olsa, genel bir helak söz konusudur [19]
Sahîh-i Buhârî'de İbn-i Ömer (r.a.)'dan şöyle bir rivayet vardır: "Resûlullâh (a.s.) buyurdu ki:
“Allah bir kavme azâb indirdiğinde, içlerindeki herkese isabet ettirir, daha sonra yaptıklarına/amellerine göre diriltilirler".
İbn-i Hacer Askalânî (773/1371), bu hadisin şerhinde şöyle der:
"Allah, bir kavme kötü amellerine karşılık azâb ve ukubet indirdiğinde, o kötülüğü işleyenlerle aynı görüşte olmayanlara da isabet ettirir. Sonra herkes, amellerine göre diriltilirler. Eğer amelleri (yaptıkları) sâlih (dinin emir ve yasaklarına uygun) idiyse mükâfat, değilse ceza görürler. Bu, sâlihler için bir lütuf, fâsıklar için ise bir ceza ve ukubettir.” [20]
Küfürlerinden Dolayı Küfür veya şirk, günâhların en büyüğüdür. Küfür ve kâfirler, şirk ve müşrikler hakkındaki Sünnetullâh ise, mü'minlerle her karşılaştıkça ve her savaş durumunda yüreklerine korkunun atılması tarzında cereyan etmektedir. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ortak koştuklarından dolayı inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız; gidecekleri yer de cehennemdir! Zâlimlerin varacağı yer, ne kötüdür!"[21].
Müfessirler, bu va'd hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu va'd-i İlâhî Uhud Muharebesi'ne mi mahsûs, yoksa bütün zamanlar için de geçerli midir? Ekser müfessirler, Uhud Harbi için söz konusu olduğunu söylerler. Çünkü geçen âyetlerin tamâmı bu savaş için nazil olmuştur. İkinci görüş: Bu va'd Uhud, Muharebesi'ne mahsûs olmayıp, aksine, geneldir. Çünkü Allah'ın bu va'di, kâfirlerin mü'minlerle her karşılaşmalarında gerçekleşir. Mü'minler galip gelene ve İslâm diğer dinlere üstünlük sağlayana kadar, Allah (c.c.) onların kalbine korku salar [22].
İkinci görüş, Allah'ın umumî Sünnet'ini açıklıyor. Allah'ın va'di, îman ehliyle her karşılaştıkça, kâfirlerin yüreklerine korku salma şeklinde cereyan eder. Şu kadar var ki, bu va'din gerçekleşmesi için, mü'minlerin kalblerinde hakîkî îmanın bulunması lâzımdır. [23]
Bu âyete ve bu va'de muhatap olanlar, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'inde dürüst îman sahipleri, Allah ve Resûlullâh sevgisiyle dopdolu, bu sevgiyi başka sevgilere tercih eden, Allah yolunda mal ve canlarını harcayan, Allah'ın dînine yardım için mal ve' ailesinden ayrılan, O'nun şeriatına tam bir inkiyâdla boyun eğen kişiler olarak özelliklerini andığı mü'minlerdir. [24] Allah'ın, muharebe esnasında ve her karşılaşmada kâfirlerin yüreklerine korku salma kânunu (Sünnetullâh) îmanın mânâ ve özellikleri kendisinde bulunan, söz ve davranışlarında (îmanının izi ve) belirtileri görülen gerçek mü'minler için sözkonusudur [25].
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Görmediler mi, onlardan önce nice nesiller yok ettik; hem onlara size verdiğimiz şeyleri vermiştik ve göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altında akar kılmıştık. Fakat günâhlarından ötürü onları helak ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık" [26]
Bu âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, helak olanları, Allah, işledikleri günâhları sebebiyle helak etmiştir. Bu haberde sabit bir gerçeğin ve sürekli bir kuralın ifâdesi vardır: Günâhlar sahibini helake sürüklerken, Allah (c.c.) günahkârları günâhları sebebiyle helak etmektedir. Hiç kimse, kısa ömrü içerisinde görmese de, bu geçerli bir kânundur. Fakat bu, günâh, aralarında yayıldıkça milletlerin boyun eğdikleri değişmez bir kânundur. Geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, milletler ya Allah tarafından gelen bir musibetle helak olurlar, ya da günâhın uçsuz bucaksız çöllerine dalarken helak olmayacağını zanneden ümmetin büyük bir bölümünde geçerli olan yavaş ve tabiî bir değişim ve çözülmeyle yok olup giderler [27]
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"(Onlar), yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce gelenlerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Takat, Allah onları günâhları yüzünden yakaladı. Onları Allah (ın azabın) dan koruyan olmadı"[28]
Yâni, yâ Muhammedi şu peygamberliğini yalanlayanlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önceki milletlerden, peygamberleri yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Yeryüzündeki eserleri (sanat ve âbideleri) kendilerinden daha sağlam oldukları halde azap inmiştir. (Mekkelilerin) yapamayacağı kentler, binalar ve burçlar dikmişlerdi. Bu üstün güce ve sağlamlığa rağmen Allah, günâhları sebebiyle onları yakalamıştır. Günâhları, peygamberlerini,yalanlamalarıydı. Artık onlardan günâhı bertaraf edecek kimse de bulunmaz. [29]
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri, yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan (yoldan) kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah, onları affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, halimdir" [30].
Yâni, Uhud Muharebesi'nde, savaştan yüz çevirip gidenler, daha önce işledikleri kötülüklerden dolayı yüz çevirip gitmişlerdi. Bu kötülükler, nefislerinde za'fiyet oluşturan ve şeytânın girip çıktığı gedikler açan kötülüklerdir. Böylece şeytân, savaşa katılmamalarını sağlamakla onların ayaklarını kaydırır. Nitekim selef âlimleri: "İyiliğin sevabı, ondan sonra işlenen iyiliktir. Kötülüğün cezâı ise daha sonra işlenen kötülüktür" demişlerdir. [31] İşleyene nisbetle günâhlar, hastaya nisbetle hastalık gibidir. Direncini zayıflatır, bedeninde hastalık yapar ve mikropların girebileceği gedikleri açar veya zâten var olan hastalık ve mikrobu daha da güçlendirir.[32]
Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı(işter) yüzündendir.- (Allah, işlediklerinizin) bir çoğunu da affeder" [33]
Yâni, ey insanlar! Başınıza gelen bütün hastalık ve diğer felâketler gibi musibetler, acılar, dertler, kıtlık, boğulma ve benzeri nahoş durumlar, kazandığınız günâhlar sebebiyledir. Fakat (Allah) günâhlarınızın çoğunun cezasını peşinen vermez. Hattâ, sonra da cezalandırmayacağını söyleyenler olmuştur. [34]
Şeyhui İslâm İbn-i Teymiyye (662/1263) şöyle demektedir:
"Allah'ın bize
görünen âlem (âfâk) ve iç alemimizde (enfüs) gösterdikleriyle Kitâb'ında
bildirdiklerinden anlıyoruz ki, musibetlerin
sebebi günâhlardır. Bu sebeble Allah (c.c.)
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yüzündendir. (Yaptıklarınızın) bir çoğunu da affeder". Yine "iki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri, yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti". Ayrıca "Başınıza bir belâ gelince -siz, onun iki katını Bedir'de onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz. De ki: 'O (belâ), kendinizdendir'" buyurmaktadır [35].
İnsanın başına gelen belâ ve musibetler, "sebep" olduğu halde, genellikle günâh, ve mâsiyetlerin sonucu durumunda olsa da, itaatsizliklerinden kaynaklanmayan musibetlere mâruz kalan kimseler de vardır. Zemahşerî (538/1143) diyor ki: "Peygamberler, çocuklar ve deliler gibi günâhı olmayan kimselerin başlarına gelen âcı ve benzeri musibetler, ödenecek bir ücret (mükâfat), bir maslahat ve bir (ilâhî) maksat içindir" [36].
Tefsîr-i Kurtubî'de şöyle denilmektedir:
"İkrime der ki: Kulun başına gelen hiç bir sıkıntı hatta daha kötüsü yoktur ki, Allah'ın onu affetmesine veya ancak kendisiyle ulaşabileceği bir dereceye nail olmasına sebep olmasın." [37] Peygamberlerin başına gelen sıkıntılar da ceza değil, derecelerinin yükselmesinin murad edildiği belâlar nevindendir. [38]
Müslüman cemâat ve fertler hakkındaki musibetlerin doğru bir değerlendirilmesi dört şekilde olur. Veya (böyle bir değerlendirme) şu dört esâsı gerekli kılar:
1. Sebeplerini bilmek
2. Kendinden başkasını ayıplamamak
3. Belâlalara karşı nefsi korumak
4. Musibetlere karşı koyarken sabırlı olmak Şimdi bu prensiplerden kısaca bahsedelim: [39]
Müslüman fert ve cemâatin, şu âyetin mânâ ve mefhumunu yakînen bilip akılda tutmaları gerekir:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir..." [40]
Hatta başlarına gelen musibetten dolayı, gönüllerine gizli bir itiraz düşmesin diye, bu musibeti gerektirecek bir durumun kendilerinden kaynaklanmadığına dayanarak, bunun fert ve cemâat tarafından dile getirilmesi de lazımdır. Çünkü bu gizli itiraz ya lisân-ı hâl veya lisân-ı makâl (söz dili) iledir. Ama bu, nefsi tezkiye/temize çıkarma anlamında olup, musibeti gerektirecek bir şey yapmadıkları halde, belâ ve musibete mâruz bırakıldıkları iddiasıyla Allah'ı zulüm yapmakla itham ettikleri için küfür ve riddet/dinden dönme kapsamına girmektedir. Müslüman fert ve cemâatin, dâima îman prensiplerine riâyet etmeye ve ona ters düşecek küfür ve riddet davranışlarında bulunmamaya şiddetle ihtiyâcı vardır. Yoksa Allah'ın desteğini yitirir, azabını hakkederler. [41]
Fert ve cemâat olarak müslümânların müptelâ oldukları hastalıklardan biri de, başlarına bir musibet veya felâket geldiğinde, kendilerini bırakıp başkalarını kınamalarıdır. Bakarsın ki, başlarına gelen belâ ve musibetlerden dolayı, kendilerini unutmuş, nefislerini hiç bir şekilde mes'ûl tutmazken başka sorumlular arıyorlar. Ülkelerini -Filistin'de olduğu gibi- kaybettiklerinde de, memleketi müstemleke hâline getiren sömürgecileri sorumlu tutar, sürekli onlara serzenişte bulunur ve sövüp sayarlar. Eski arapların "Sen bol bol sövdün ama, onlar deveyi götürdüler bile" şeklindeki darb-ı mesel'ini aralarında gerçekleştirirler. Başlarına zâlim ve despot idareciler musallat olunca, "bu, kâfirlerin işidir, bunları idareye getirenler onlardır" derler. İki grup aralarında anlaşamasalar "bu yahudilerin işi ve hîlesidir" derler. Bu âdet müslümânlarda yer etmiştir: Belâ ve musibet karşısında kendini değil, başkalarını kınamak. Bu ise, aklen ve şer'an geçerliliği olmayan bir durumdur.
Aklen itibâra alınmaz; çünkü, kınanan sömürgecilerin, kâfir ve yahudilerin düşmanlıkları müslümânlarca bilinmekte. Düşmansa, düşmanının hayrını istemez. Onların "bu sömürgecilerin işidir" demelerinin anlaşılır yanı var mı? Şeytân ve avâneleri asayişi ihlâl, (ortalığı) ifsat ve mü'minlere eziyet etmek için çırpınıp dururlar. Şeytan bunun için şeytandır, avâneleri de bunun için yardımcı durumundadırlar. Öyleyse onları kınamak niye?
Sömürgeci, gücü yettiğince arzusuna kavuşmanın, müslümânları gafil avlayıp, gedikler bularak saldırmanın ve yapacağını yapmanın peşindedir. Sömürgecilerin getirdiğini iddia ettikleri despot idareciler ise, insanların kendilerine yardım etmelerini ve destek vermelerini isterler. Öyleyse niçin zâlim idarecileri getiren -onlar öyle diyorlar- sömürgecileri kınıyorlar da, onlara yardım, hizmet, zulüm ve bekalarının temini konusunda kendilerini kınamıyorlar?
Onların bu
tutumlarının şer'an geçerli olmamasına gelince, Allah (c.c.) başımıza
gelenlerin sebebinin bizim kendimiz olduğunu açıklıyor: "Başınıza gelen
herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir". Bu
da başkalarını değil, kendimizi kınamamızı gerektiriyor. Öyleyse bizler
kınanmışlarız! Allah, bir musibet ânında kınanmamızın sebebini de şöyle
açıklıyor:
"Başınıza bir belâ gelince -siz onun iki
katını Bedir'de onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine- 'Bu nereden
başımıza geldi?' dediniz. De ki: 'O (belâ), kendinizdendir."
Allah (c.c.) belâ ve musibetin gelmesi durumunda kınanışın sebebini ortaya koyuyor: Kendimiz. Zâten gelen belâ ve musibetler karşısında kendimizi temize çıkarıp (tezkiye) mes'ûliyet başkalarının üzerine atmak şer'an caiz değlidir. [42]
Başa gelen musibetten ötürü, başkalarını değil de, kendimizi kınamak cidden faydalıdır. Çünkü bu kınama, musîbetzedeyi, başına geleni defetme veya belâ ve musibetlerin meydana gelmesine sebebiyet veren faktörleri ortadan kaldırma konusunda ciddî bir gayrete ve gelecekte bir daha aynı musibete mâruz kalmamak için gerekli hazırlığı yapmaya sevkeder. Gerçekten bu çok önemlidir. Düşmanın korktuğu da budur zâten. Çünkü onlar, müslümânların kendilerine sövmelerinden veya başlarına gelenlerin, sömürgecilerin gayretleri sonucu olduğunu çığlık çığlığa ifâde etmelerinden korkmazlar. Din düşmanı kâfir sömürgecilerin korktukları, ancak müslümânların başlarına gelen musibetin gerçek sebebini kavramış olmalarıdır. O da kendileri ve kendi kusurlarıdır. Bu kavrayış, onları gerçek sebebin ciddî ve kesin tedavisine götürür, sömürgeci kâfirlerin hilesini bastırır ve müslümânların gasbedilen haklarını, ister toprak parçası veya şehir, isterse mal, servet, araba veya yargı olsun, hepsini geri istemelerine vesîle olur.
Müslümanların başlarına gelen belâ ve musibetlerin bertaraf edilmesinde en sağlam yöntem budur. Kâfir sömürgecilerin korkageldikleri de budur. Müslüman cemâatin, bu söylediklerimizi insanlara kavratmaları ve bunu bizzat kendisinin yapması gerekir. Çalışmalarında bir gevşeklik, yeteneğinde bir durgunluk veya etrafındaki insanlarda bir dağınıklık gördüğünde, gevşeklik, durgunluk ve dağınıklığın sebebi kendisimidir ve o ân ki tedavi görevini yapmadaki kusuru mudur, yoksa bütün bunlar güç yetirilemeyen başka durumlar ve insanları aşırı cehd ü gayrete sevk eden fesat ve cehaletin yoğunluğu sebebiyle midir diye bilmesi için cemâatin önce kendisinden başlaması gerekir. [43]
Müslüman fert veya cemâat hakkında vâki olan musibetlerin doğru olarak değerlendirilmesinde üçüncü prensip de, hastalıklara karşı insanların nefislerini korudukları gibi, musibetlere karşı da nefislerini korumalarıdır. Bu da, bu musibetlere engel olan geçerli korunma yollarına tutunmakla olur. Buna göre fert ve cemâatten her birisi şerîatin gerekli gördüğü ilke ve prensibe bağlı kalıp ona isyankâr bir tutum içinde olmamalıdırlar. Ancak bu kuvvetli ve sürekli tutunma sayesinde belâ ve musibetler, İlâhî kânun gereği, defedilebilir. Bu söylediğimize şu âyet delîl olmaktadır: "İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri, yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytan kaydırmak istemişti". Daha önce bu âyetin tefsirini vermiş ve günâhların, müslümânın şeytana karşı direncini zayıflattığını, böylece ona hamle yapıp günâha çektiğini açıklamıştık [44].
Sabır, müslüman ve müslüman cemâat için zaruri olup, hedefe ulaşmak, düşman ve engeller karşısında üstünlük ve yardım sağlamak için vazgfeçilmez mühim sebeblerdendir. Ayrıca sabır, belâ ve musibetler karşısında, onları aşmak ve izlerini yok etmenin mümkün olması bakımından, fert ve cemâat için zarurî bir unsurdur. Sabra tutunmanın bir emir olarak sevabını, dünyâ ve âhirette güzel âkibetinin, kendilerini Allah'ın birer kulu, Allah'ı da kendilerinin Mâlik ve Sahibi olduğunu bilen sabırlılar için müjdenin olduğunu dile getiren şer'î haberleri hatırlamak ta sabra yardımcı olan bir özelliktir. Mâlik, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kulları O'na dönecek, O da kullarının sabırlarına en güzel mükâfatı verecektir. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele. Ki onlara bir belâ eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' derler, işte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."[45]
Musibetleri defetmenin sabra aykırı olduğu görüşü, müslüman fert ve cemaatta var olan bir yanılgıdır. Evet bu bir yanılgı olup doğru değildir. Çünkü sabrın hakikati, şeriatın emrettiği yerde durman, yapılmasını emrettiğini veya mubah gördüğünü yapmandır. Şeriat, sana eziyet veren, şer'an def ve izâlesi gereken şeyin, bütün bunlar her ne kadar Allah'ın kaderiyle de olsa, bertaraf edilmesini emrediyor. Buna göre sebebleri veya kendisi ortadan kaldırılacak bir musibete yapılan müdâhele meşru olup, menedilmemiştir. Müslüman fert, müslüman cemâat ve bütün ümmete düşen, topyekün olarak başlarına gelen musibet ve felâketin kaldırılması için meşru' sebeblere tutunmaları ve bu konuda sabru sebat göstermeleridir. Allah (c.c.) dâima sabredenlerle beraberdir. [46]
[1] Mü'min: 40/21
[2] Râğıb, el-Müfredât, s.181
[3] Bakara: 2/81
[4] Nisâ: 4/123
[5] En'âm: 6/160
[6] Râğıb, e.-Müfredât, s.253 A'râf: 7/95. Prof. Dr.
Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 269.
[7] Râğıb, el-Müfredât, s.337; Mu'cemu'l Vasft, c-2, s.612
[8] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 269-270.
[9] Nisâ: 4/123
[10] Tefsîr-i Kurtubî, c.5, s.396. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 270.
[11] Mü'min: /40
[12] Tefsîr-i Zemahşerî, c.4, s.168. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 271.
[13] Enfâl: 8/25.
[14] Tefsîr-i Zemahşerî, c.2, s.211; Âlûsî, c.9, s.192.
[15] İbn-i Kesîr, c.2, s.299; Kurtubî, c.7, s.391. Prof.
Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 271.
[16] Fâtır: 35/18
[17] Tefsîr-i İbn Arabî, c.2, s.836. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 272.
[18] Tefsîr-i Kurtubî, c.7, s.392. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 272-273.
[19] Nevevî, Sahîh-i Müslim Şerhi, c.18, s.3-4
[20] Askalânî, c.13, s.60. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 273-274.
[21] Âl-i İmrân:
3/151
[22] Tefsîr-i Râzî, c.9, s.31-32
[23] Fîzilâl, c.5, s.101
[24] Tefsîr-i Menâr, c.4, s.179-180
[25] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 274-276.
[26] En 'âm: /6.
[27] İbn-i Kesîr, c.4, s.76. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 276.
[28] Mü'min: 40/21.
[29] Fîzilâl, c.7, s.129-130. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 277.
[30] Âl-i İmrân:
3/155
[31] Râzî, c.9, s.51; İbn-i Kesîr, el, s.418; Menâr, c.4,
s.192
[32] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 277-278.
[33] Şûrâ: 42/30.
[34] İbn-i Kesîr, c.4, s.116; Tefsîr-i Râzî, c.27, s.172;
Âlûsî, c.25, s.40
[35] İbn Teymiye, Risâle-i Emr-i Bi'l Mâruf, s.31. Prof.
Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 278-279.
[36] Tefsîr-i Zemahşerî, c.4, s.226
[37] Tefsîr-i Kurtubî, c.16, s.31
[38] Tefsîr-i Râzî, c.17, s.172. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan,
İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 279-280.
[39] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 280.
[40] Şürâ: 26/30.
[41] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 280-281.
[42] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri,
İhtar Yayıncılık: 281-282.
[43] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 282-283.
[44] Bkz. 278'nci fırka. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi
Kanunların Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 284.
[45] Bakara:
2/l55-157. Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların Hikmetleri, İhtar
Yayıncılık: 284-285.
[46] Prof. Dr. Abdulkerim Zeydan, İlahi Kanunların
Hikmetleri, İhtar Yayıncılık: 285.