Çok Tanrı İnancının Tutarsızlıkları
1- TEVHİD İNANCININ YÜKLEDİĞİ SORUMLULUKLAR
Saygı Ve Övgüde Allah'a Öncelik Tanımak
Rab Olarak Sadece Allah'ı Tanımak
Allah Her Şeyi Bir Karşılık Esasına Göre Yaratmıştır
İbadet Kelimesinin Kur'an'da Kullanılışı
Kulluk ve İtaat Anlamında İbadet
Yalnız Allah'tan Yardım Dilemek
b. Herhangi Bir Hidâyet Kaynağından Yoksun Olan Ümmîler
Allah'ı Her Şeyin Hâkimi Olarak Kabul Etmek
Allah'tan Başkasına Secde Etmek
Putlara, Yüce Kabul Edilen Kimselere Ve Yıldızlara Kurban Kesmek
Allah'tan Başkasının Adına Yemin Etmek
Allah'tan Başkası Adına Haccetmek
Allah'tan Başkasına Adakta Bulunmak
Salih İnsanlar Hakkında Aşırılık
Ağaç, Taş vb. Şeylerden Medet Beklemek
2- ŞİRK TEHLİKESİNE KARŞI İNSANIN EĞİTİLMESİ
Sahte Tanrıların İsimlendirilme Problemi
Tapılanlar Tapanlardan Daha Zayıftır
3-TEVHİD KONUSUNDA AKLIN EĞİTİLMESİ
Bu mütevazi araştırmamızda. Kur'an'ın nasıl bir tevhîd eğitimi öngördüğünü araştırmaya çalıştık.
Bilindiği gibi İslâm, tevhîd esasına dayalı bir dindir. Aynı zamanda bütün peygamberlerin insanlığı çağırdığı yol, yine tevhîd yoludur.
Tevhîd, Allah'ın varlığına, rablığına, ilahlığına, güzel isimler ve yüce sıfatlara sahip oluşuna, ulûhiyet ve rubûbiyette ortağının olmayışına, zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde denginin bulunmayışına inanmak ve bunların gerekli kıldığı davranışları gerçekleştirmektir..
Tevhidin dünyadaki gayesi, kalbe hak üzere istikâmet kazandırmak ve onu yaratıklara boyun eğmekten kurtarmaktır. Âhiretteki gayesi ise, cehennemde ebedî kalıştan kurtarmak ve cennete sokmaktır.
Tevhîd İslâm inancının özüdür. Çünkü bu inançta yaratma, hükümranlık, dönüş, hesab sorma, her işi evirip çevirme, sadece Allah'a aittir. Onun için tevhîd, küfredip nankörlük edilmeye ve isyana değil; itaata layık bir tanrıya îmandır.
Kuran'da tevhîd. sağlam delillerle ortaya konmuş, selîm aklın ve fıtratın inkâr edemeyeceği boyutta takdim edilmiştir.
Kur'an'ın sunduğu tevhîd ilme ve akla dayanır. Çünkü insan, önce bilir, sonra da bu bilgisini inkar etmemesi gerektiğini düşünür, yani akleder ve daha sonra da inanır. Zaten îmân, ilmî ve aklî esaslara dayanmazsa, subjektif bir kanaatten öteye geçemez.
İnsanın bir şeyi tanımadan ona inanması da mümkün değildir. O'nun için Kur'an, Allah hakkında detaylı bilgi verir, meselelere çok yönlü baktırarak aklı eğitir, tutarsızlıkları dile getirerek çelişkileri ortaya koyar, sahte tanrılara inananların karşı karşıya kaldıkları gülünç durumları sergiler. Bir bakıma Kur'an'in tevhîd eğitimi, aklın da eğitilmesi demektir. Böyle bir eğitimden geçen akıl, delilsiz ve mesnetsiz hiç bir şeyi kabul etmeme yolunda meleke kazanacaktır. Bu açıdan bakıldığında, "Tevhîd eğitimi, aklın eğitimidir." diyebiliriz.
Biz bu çalışmayı din eğitimi açısından da önemli saymaktayız. Çünkü bütün dinlerin iki temel yönü vardır: Birisi inanç, diğeri de amel... Elbetteki inanç olmadan amel olmaz. Olsa bile çeşitli aklî dengesizlikler, ahlâk dışı tutumlar ve iki yüzlülükler ortaya çıkar.
Çalışmamızda, başta Kur'an'ı esas aldık. Yer yer Hadisten de misâller verdik. Tabiîki bu sahada yazılan değerli eserlere müracaat etmeyi de ihmal etmemeye çalıştık.
İlerde bu sahada çalışma yapacaklara bir görüş açısı kazandırabilirsek. kendimizi bahtiyar sayarız.
Doç Dr. Abdullah Özbek
15 Şubat, 1996. Konya[1]
Tevhid inancı. îmân mefkuresinin dayandığı en büyük kaidedir. İslâm eğitiminin temelini de tevhid oluşturur.
Tevhid, "din"i Allah'a halis kılmaktır. Bu adaletin de temelidir. Şirk ise, zulmün temelini oluşturur
Tevhid," Allah'tan başka bir ilâh olmadığı" inancıdır. Bu cümledeki en önemli husus, "olumsuzluk" ifadesidir. Bu açıklamayla, inanç alanının her türlü şirk fikirlerinden temizlenişi ve diğer bütün tanrıların red edilişi gündeme gelmektedir.Yahudi'nin Hıristiyan'ın ve İslâm öncesi Arab inancının, toptan saf dışı bırakılması vardır bu hükümde.
Tevhid inancıyla. Allah'ın birliğine ve aşkınlığına yönelik tüm şüpheler, dinden temizlenmektedir. Bu inançla başta üç temel esas öngörülmektedir:
a. Allah, evrenin tek hâkimi ve yaratıcısıdır. Dolayısıyla insanlar, aynı statüye, aynı niteliklere sahip olarak birbirlerine eşittirler.
b. “Lailahe illallah” inancını kabul etmek, Allah katında her şeyin değerinin, ilahi amaca yönelik hizmet ile ölçüleceği anlamını taşır. Bu bakımdan insanın vazifesi, Allah’a kulluk etmek ve ilahi iradeyi gerçekleştirmeye çalışmaktır.
c. Tevhid insana bir ahlak, özellikle de bir amel ahlâkı yükler. Çünkü İslâm, bir fiiliyat dinidir. Bu ahlâk, ferdî ve münzevî bir hayat yaşamayı reddeder. Tam aksine, hayatın her safhasında insana, -kendisine verilen nimetlere ve haklara göre- sorumluluklar yükler.[2]
İnsanlar yaratıldıktan günden beri, Allah'a ibadet etmişler ve emirlerine uymuşlardır. Bununla beraber, Hind inancı gibi dinler, maddî dünyadan vazgeçme esasına dayalı bir din icat etmişler, Yahudilik Allah'ı millileştirmiş, Hristiyanlık ise, tesîlis'i ortaya koyarak tevhidi bozmuştur. Netice itibariyle diyebiliriz ki, tevhîd inancı saf haliyle İslâm'da mevcuttur.
Tevhid inancıyla, her şey bir ahenk ve denge içersinde olur:
"Gökleri yedi kat üzerine yaratan O’dur. Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için, gözünü tekrar tekrar çevir bak, ama göz umduğunu bulamayıp yorgun ve bitkin düşer."[3]
Bu inançta yaratılışın her unsuru güzel, kusursuz ve eksiksizdir:
"Hanginizin daha iyi amel işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirilmeyi yaratan O'dur. O güçlüdür, bağışlayandır."[4]
Kur'an bir olan Allah'a inanmanın anlamı ve insan hayatındaki öneminin yanı sıra, bunun gereklerini de delilleriyle açıklamaktadır.
Hiç bir zaman tevhid akidesi, zorla dayatılmış ve ileri sürülmüş bir inanç sistemi değildir. Tam aksine Kur’an'da, tevhidi ispatlayan, oldukça güçlü ve makul deliller ileriye sürülmüştür.
Bilindiği gibi Kur'an, "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl ayrılmıştır."[5] diyerek, inanma konusundaki temel ilkeyi, net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ilke çerçevesinde, inanmayanlara da, eleştiri hakkı tanınmış; fakat bununla birlikte, ileriye sürdükleri fikirleri ispatlamaları istenmiştir.
Gerçek manada Allah'ı inkar etmek mümkün değildir. İnsan fıtratının, "Allah'ın varlığı gerçeği"ni unutulduğu da hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Çünkü insan, biraz düşündüğünde, kendisinin ne derece zayıf ve aciz bir varlık olduğunu kavrar. Nitekim şimdiye kadar yapılan "din"le ilgili tariflerde, "İnsanın zayıflığı ve bundan dolayı da, daha güçlü kabul ettiği bir güce ve varlığa boyun eymesi...", belirleyici bir tema olarak dikat çekmektedir.
Aslında Allah'ın varlığı üzerinde, hiç bir zaman tartışma yapılmamıştır. Sadece zâtı, birliği, sıfatlan ve mahlukâtla olan ilişkileri konusunda çeşitli fikirler ileriye sürülmüştür. Ne var ki bazan insan, gerçek yaratıcı yerine, başka güçleri koymaya çalışmakta, ya da yaratıcının yanına ortaklar ilave etmektedir.
Hz. Peygamber tebliğine başladığı zaman, çok tanrılı olan Arabistan halkı, buna tipik bir örnek teşkil eder. Bilindiği gibi onlar, kâinatın yaratıcısı ve sahibi olan Allah'ı gerçek manada inkar etmiyorlardı.
Kur'an, bu inanca sahip olan insanlara, tevhid gerçeğini kavratmak için, bir takım düşündürücü sorular sorar ve bu konuda aklı eğitmeye çalışır. Bu sorular şunlardır:
a. "... Allah mı hayırlı, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Gökleri ve yeri kim yarattı? Size gökten (kim) su indirdi de onunla sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz. gönül açan bahçeler bitirdi? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? ..."[6]
b. "Ey Muhammed! De ki: "Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?" ‘Allah’ındır' diyecekler. ‘Öyleyse ders almaz mısınız?' de. ‘Yedi göğün Rabbı, yüce arşın da Rabbı kimdir?' de. ‘Allah'tır.’ diyecekler. 'Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınma/, mısınız?' de. ‘Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?' de. 'Allah'tır.' diyecekler. 'Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?' de."[7]
Burada Kur’an, kâfirlerin inançlarındaki çelişkiyi ve çıkmazı ortaya koymaktadır.
Bir taraftan, Allah'ı her şeyin sahibi olarak bildikleri halde, niçin inanmıyorlardı? Niçin Allah'ı kâinatın yegâne sahibi ve yaratıcısı olarak kabul etmemekte ısrar ediyorlardı? Niçin O'na ortak koşuyorlardı? Allah'la birlikte niçin kendi elleriyle yaptıkları şeylere tapıyorlardı?
Kur'an bu tip insanları şöyle tanıtır:
a. “Allah tek (eşsiz) olarak anıldığında, ürkerek arkalarını dönüp giderler.”[8]
b. “Allah tek (eşsiz) olarak anıldığında, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle çarpar, ama Allah'tan başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri güler.”[9]
c. "Allah'tan başka tanrı yoktur." denildiğinde, büyüklenerek, "Deli bir şair yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?" derler.[10]
Kur'an, insanların tevhide inanmaları için şu açıklamayı yapar ve akılları ikna eder:
a. Allah göklerin ve yerin yaratıcısı olup gaybını bilir, bütün yapılanları görür, söylenen her sözü işitir ve bilir.[11]
b. Göklerde ve yerde, büyük ve küçük, hiç bir şey O'ndan gizli değildir.[12]
c. O'nun emri ve bilgisi dışında hiç bir şey meydana gelmez.[13]
d. Her şey fânidir, en büyük gerçek ve bakî olan O'dur.[14]
e. O tek'tir. Hiç bir şeye muhtaç değildir. Fakat her şey O'na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O'na denk değildir.[15]
f. Kur’anda, tevhid inancının anlaşılması için, bizzat insanın kendi psikolojik durumu göz önüne serilerek deliller getirilir.
Meselâ şu tasvir oldukça dikkat çekicidir:
“İnsanlara darlık geldikten sonra, onlara bolluğu tattırdığımızda; hemen âyetlerimize dil uzatmaya kalkışırlar; onlara de ki: 'Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur.' Elçi meleklerimiz, kurduğumuz tuzakları, hiç şüphesiz yazmaktadırlar. Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgârla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, 'Bizi bu tehlikeden kurtarırsan, andolsun ki şükredenlerden oluruz.' diye O'na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzüde haksız yere taşkınlıklıklara başlarlar.”[16]
Bir başka âyette bu durum şöyle açıklanmaktadır:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür."[17]
İnsanoğlu o kadar nankördür ki, sıkıntılardan kurtulup, kendisini emniyette hissedince Rabbını terkeder ve tekrar eski dostlarına döner.
"İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine dönerek O'na yalvarırlar, sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca, içlerinden bir takımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine eş koşarlar."[18]
g. Kur'an, tevhid inancını kavratmak için dış dünyadan da misâller getirir, insanları nasıl meydana geldiklerine, kendi yaratılışlarına bakmaya çağırır:
"Sizi topraktan yaratması O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır."[19]
Aşağıdaki âyetlerde de insanlar yerin ve göğün yaratılışına bakmaya çağnlır:
"O, yer yüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi; artık Allah'a bile bile şirk koşmayın."[20]
"Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır..Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, kulak veren kavim için dersler vardır. Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip, ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen kavim için dersler vardır. Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durması, O'nun varlığının belgelerindendir."[21]
"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah'tır; ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır. Bu güçlü olanın, bilenin nizamıdır. O, yıldızları kara ve deniz karanlıklarında yol bulasınız diye sizin için var edendir. Bilen kavim için ayetleri uzun uzadıya açıkladık. O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta olarak yaratandır. Anlayan millet için âyetleri uzun uzadıya açıkladık."[22]
Daha pek çok âyet, kâinattaki disiplin, nizam, uyum ve estetikten bahsetmektedir. Eğitilmiş bir akıl bunları kolayca görebilir ve bu Yüce Kudret'in önünde eğilmekten başka çıkış yolu bulamaz.[23]
Kur'an bir taraftan tevhid inancını kuvetli delillerle ispat etmeye çalışırken, çok tanrıcılığı da şu metodları kullanarak reddetmiştir:
a. Aklı ikna etmek.
b. Tutarsızlıkları göstermek.
c. Tanrıların zayıflığına dikkat çekmek.
Konuyla ilgili olarak şu misâlleri zikredebiliriz:
"İyi bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa, hepsi Allah'ındır. Allah'ı bırakıp putlara tapanlar, sadece zanna uyanlardır. Onlar ancak tahminde bulunuyorlar. "[24]
"(Ey Muhammed) Bu putperestlerin taptıklarının bâtıl olduğunda sakın şüphen olmasın; daha önce babalarının tapmış oldukları gibi onlar da taparlar. Biz de onların azabtan olan nasiplerini muhakkak vereceğiz."[25]
"O kâfirlere: 'Allah'ın indirdiği Kur'an'a tabi olun.' denildiği zaman, derler ki: 'Hayır, biz atalarımızı neyin (hangi dinin) üzerinde bulduksa, onun ardınca gideriz." Ya Şeytan, atalarını Cehannem azabına çağırıyorsa da mı (onlara uyacaklar)?"[26]
Bu kişiler, atalarının izlerinde gittiklerini bir haklılık belgesi olarak ileri sürerken, hiç bir mantıkî delile sahip değildirler. Sadece eski alışkanlıkları olan cahiliyye âdetlerinde ısrar etmektedirler.[27]
Tevhid teklif edildiğinde, genel olarak inanmayanların, ya da ileri gelenlerin ileri sürdükleri itiraz şudur:
"Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız."[28]
Bu cevap karşısında bütün peygamberler, "Eğer, size babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?" diye sormuşlar ve tercinde bulunmalarını istemişlerdir. Bu soruya mantıklı cevap bulamayınca, inatlarını sürdürerek, "Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz." demişlerdir.[29]
İnsanın fıtratında güçlüyü destekleme ve güçlüden yana olma duygusu vardır. Kur'an inanmayan insanların bu duygularına hitab ederek, taptıkları şeylerin güçsüzlüğünü, bununla birlikte Allah'ın gücünü, pek çok yerde, çeşitli şekillerde dile getirir:
Allah O'dur ki, sizi yarattı; sonra size rızık verdi; sonra sizi öldürür; sonra sizi, (kabirlerinizden) diriltir. Sizin putlarınızdan, bunlardan bir şeyi yapacak var mı?... "[30]
İnsanın fıtratındaki özelliklerden birisi de, fayda ve zarar verme duygusudur. İnsan, bu iki güce sahip olan kişiler ve güçlerle ilişki içersine girer. Bunun dışındakileri pek kaale almaz.
İşte Kur'an, insanların bu duygularını eğitimek için bazı sorular.sorar;
'...Kendi kendilerine ne bir menfaate, ne de bir zarara sahip olmayan, Allah'tan başka, bir takım velîler mi ediniyorsunuz?...' '[31]
"Onlar, yaratan olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendileri midir? Hayır Allah'a kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa onlar mı işe hâkimdirler? Yoksa, üzerine çıkıp vahiy dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil getirsin... Yoksa Allah'tan başka bir tanrıları mı vardır. Allah, onların ortak koşmalarından münezzehtir."[32]
Kur'an, güçlülük, menfaat ve zarar verme açısından Allah'ın gücünü ve kudretini şu âyetlerde de dile getirir:
a. "Her kim şeref ve kuvvet isterse, bilsin ki, bütün şeref ve kudret Allah'ındır. Hoş kelimeler (tevhid ve tesbih), O'na yükselir, kabul olunur. Salih ameli de hoş kelimeler (tevhid) yükseltir, makbul kılar. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Bunların yaptıkları tuzaklar mahvolur gider.
Allah sizi (Âdem'den, Âdem'i de) bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. O'nun izni ve ilmi olmaksızın hiç bir dişi gebe kalamaz ve doğuramaz. Kendisine ömür verilenin ömrünün uzatılması, ömründen eksiltilmesi, muhakkak bir kitabda (Allah'ın ilminde) yazılıdır. "[33]
b. "Göklerin ve yerin yaratıcısı O... O'nun nasıl çocuğu olabilir ki, bir eşi de bulunmak mümkün değildir. Her şeyi yaratmıştır ve O, her şeyi hakkıyla bilendir. İşte bu sıfatlara sahib olan rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Her şeyi yaratan O'dur. O halde O'na kulluk (ibadet) edin. O, her şeye karşı (güvenilecek) bir vekildir.
Hiç bir göz O'nu dünyada ihata ve idrak edemez. Fakat O, (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihata eder. O, bütün incelikleri bilir, her şeyden haberdârdır."[34]
Bu aynı zamanda bütün putperestlere muhalefettir. Çünkü putperestler işlerine, ilâhlarının ve tağutlarının [35] adıyla başlarlar ve "Lât'ın adıyla...", "Uzza'nın adıyla...", veya "Hübel'in adıyla başlarım." demekteydiler.
"Her işe Allah adıyla başlamak", yani "Besmele çekmek", işlerin Allah'ın rızasına uygun olup olmadığını hatırlamak ve O'nun gücüyle işbirliği yapmaktır. Bu hareket, zayıf olarak yaratılan insana güven vermektedir.
Herhangi bir işe kendisinin, bölgesinin, parasının, asaletinin, ırkının vs.'nin gücüyle başlamak, İslâm'ın asla kabul etmediği bir düşünce ve fiildir.
Din kültürü almış bir kimsenin, her işe Allah adıyla başlaması İslâm'ın adabındandır. Bu adabı, ilk nazil olduğu ittifakla kabul edilen "Yaratan Rabbının adıyla oku!"[36] âyetinde Allah Hz. Peygamber'e öğretmiştir. Bu edeb düsturu, İslâm düşüncesinin temelini teşkil eder. Bu aynı zamanda, "Evvel ve âhır, zahir ve bâtın O'dur.'"[37] âyetinin muktezâsidır. Bunun anlamı şudur: Her varlık, varlığınının sırrını, vacibu'l-vucud olan Allah'tan alır. Şu halde her şey O'nunla başlar ve her başlangıç, her hareket, her yöneliş O'nun ismiyle olur .[38]
Allah, rahmet ve merhametle ilgili bütün sıfatlarını ihtiva eden, "Rahman ve Rahîm"[39] sıfatlarını, Kur'an'ın başlangıcı olan "Besmele"de zikretmiş ve kendisini tanıtmıştır. Bu iki sıfat, kul ile Yaratıcı arasındaki gerçek ilişkinin de esaslarını belirlemektedir.
Eğer Allah adı (Besmele), şuurlu bir şekilde söylenirse, insanı şu yönlerden terbiye eder:
a. Allah adıyla işe başlamak, Allah'ın birliğine anmak,ta işin başından itibaren, bir samimiyyet ifadesi olarak Yaratıcı'nın farkında olmaktır. Bu da kişinin kötülüklerden uzak durmasını temin edecektir. Çünkü Allah ismi, yapılan işin farkında olunmasını sağlayacaktır.
b. Kişi meşru bir işe başlarken Allah'ın adını anarsa, her hareketi O'nun rızasına uygun olur.
c. Allah adı ile hareket etmek, Şeytan'ın aldatmalarına karşı önemli bir kalkan görevi görür. [40]
Kur'an bize, Allah'a nasıl dua edeceğimizi ve O'nu nasıl öveceğimizi öğretmektedir. Genel manada bu övmenin adı "hamd"dır.
Hamd, "zemm"in zaddı olup, "şükür"den daha umumî bir mana ifade etmektedir.[41] Çünkü "şükür" nimet karşılığı olur, hamd böyle değildir.
Çünkü dua, zayıf olan insanın Yaratıcı'sına sığınması ve her türlü korkulardan emin olmasıdır.
Duada "Allah'a hamd", öncelik arzeder. Çünkü O, bizim koruyucumuz ve tüm üstünlüklerin mükemmele eriştiği varlıktır. O'nun yüceliğini kabul ettiğimizi ve O'nun bize verdiği sayısız nimetlere karşı şükrettiğimizi göstermek için Allah'ı yüceltir ve büyüklüğünü kabul ederiz.
"Hamd Allah'adır." ya da "Hamd yalnızca Allah içindir." derken, şu noktalar vurgulanmaktadır:
a. O'nun yaratıklarından herhangi birine ibâdet caiz değildir. Çünkü yaratıkların hiçbiri "hamd"e layık olmadığı için, ibâdete de layik değildir.
b. Hiçbir insan, hiçbir melek, hiçbir peygamber, hiçbir ilâh, hiçbir yıldız, hiçbir put, kısacası O'nun yaratıklarından hiçbiri, kendi başına iyi niteliklere sahip değildir. Eğer yaratıklardan birisi iyi niteliklere sahipse, bu Allah tarafından verilmiştir. O halde bağlılık, ibadet ve şükür O'nun yaratıklarına değil, bu nitelikleri yaratana layıktır.Yani insan, Veren el ile uzatan eli karıştırmamalı, asıl nimetin sahibini görmelidir.[42]
"Rab" kelimesi,"terbiye"den gelir. Terbiye, bir şeyi kademe kademe, tedriç ile (yavaş yavaş) kemâline eriştirmektir.
Rab kelimesi Arabça'da genel olarak şu manalara gelir:
a. Melik ve Mâlik.
b. Kefil olan, rızık veren, ihtiyaçları karşılayan, koruyucu.
c. Hükümrân, kanun koyan, yöneten ve düzenleyen.
c. Terebiye, idare ve ıslah işlerini yapan.
e. Allah bu tüm manalarıyla Alemlerin Rabbı'dır.[43]
"Rab" demek, her şeyin sahibi ve mutasarrıfı demektir. Allah'ın ıslâh ve terbiye yolundaki tasarrufu, yaratıkların hepsini kapsar. Bundan dolayı Allah'ı yaratıcı olarak kabul edip de hayata hükmeden başka ilâhlar aramak, tarih boyunca insanları gülünç duruma düşürmüştür. Hatta bir kısmı, Allah'a yaklaştırmaları için bu ilâhlara (putlara) taptıklarını söylemektedirler.[44] Bu, oldukça tutarsız bir savunmadır.
Kâinatın her zerresinde terbiye ve tekâmül kanunları geçerlidir. Çünkü her şeyde bir değişme ve gelişme söz konusudur. İnsanın yaratılışından doğup büyümesine, ihtiyarlayıp ölmesine, tohumun bitip meyve vermesine kadar her şeyde, bu terbiye kanununu görmek mümkündür. Bu duruma göre, bugünkü âlem, dünkü âlem değildir. Bu da göstermektedir ki, her an bir mürebbînin etkisi üstümüzden eksik olmuyor. İşte bu mürebbî, Alemlerin Rabbı olan Allah'tır.
"Mürebbî=terbiye edici" yerine kullanılan "Rab" kelimesi, hâkimiyyet, isti'lâ, inayet, tedbir, zabt, telkin, irşad, tasarruf, emir ve nehiy, terğîb ve terhîb, taltif ve tekdir gibi terbiyenin bütün gereklerine sahib, kuvvetli ve ekmel bir mürebbî anlamına gelir.[45]
Kur'an'da "Rab", "Mürebbî" manasına kullanılmıştır. Eğer Arabça'da mastar, "ism-i fail" manasna kullanılırsa, bu "mübalağa" ifade eder. O zaman "Rab" kelimesi, "her yönüyle, bütün boyutlarıyla terbiye eden" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla "Allah Rab"tır demek, "her şeye varlığını veren, geliştiren, değiştiren ve kemâle erdiren O'dur." demektir.
"Allah" lafzından sonra, "ulûhiyyet" belirtmek için Kur'an'da en çok (970 kere) geçen kelime, "Rab" kelimesidir.
İster peygamber, ister âlim, ister melek, isterse sıradan insanlar olsun, tanrılaştırılan varlıklar için Kur'an'da, "Rabb"in çoğulu olan "Erbab" kelimesi kullanılmıştır.[46] "Rabb"ın "Efendi ve sahib" manasına kullanıldığı da görülmektedir.
Kur'an'a ilk muhatab olan insanlar, "Allah”ı bir kavram olarak tanımaktaydılar.Yalnız "Tek Rab" olarak kabul etmiyorlardı. O'nun yanında, "Şefaatçi yarı tanrılar" olarak daha pek çok "Rablar" kabul etmekteydiler.[47]
Denilebilir ki, Hz.Peygamber tebliğine başladığı zaman, "Rab" olarak sadece putlarını hatırlamakdaydılar.[48]
Ancak Kur'an, bütün bu varlıkların elinden "ulûhiyyet" manasındaki "Rab" vasfını alıp asıl sahibine, yani Allah'a vermiştir.
Kur'an'da Allah için, "Âlemlerin Rabbı", "Her şeyin Rabbı", "Göklerin ve yerin Rabbı", "Doğuların Rabbı", "Göklerin, yerin ve ikisi arısında olanların Rabbı", "Arşın Rabbı", "Sizin ve önceki atalarınızın Rabbı", "Doğu ve batının Rabbı", "Bu beldenin Rabbı", "Bağışlayan Rab", "İzzet ve kudretin Rabbı", "Sizin Rabbınız", "Rabbımız" gibi pek çok tanıtımlar yapılmaktadır.
Bizim kanaatimize göre bu tanıtımların gayesi şu olabilir:
Bilindiği gibi insan, bir yönüyle de çok zayıf yaratılmış bir varlıktır. Aslında insana bu zayıflığını telafi edecek pek çok güçler verilmiştir. Bunların başında "akıl" gelir. Eğer bu melekesini iyi kullanırsa, kâinattaki bütün varlıkların emrine verildiğini görecek, onların efendisi olacaktır. Ne varki insan, her zaman bunu görememektedir. Bu varlıkların büyüklüğü, gücü ve esrarı karşısında âdeta onlara taptığı ve onları "Rab" edindiği de olmuştur. Çeşitli araştırmalar neticesi ortaya çıkarılan tarihî belgeler, buna açıkça şahitlik etmektedir.
işte Kur'an, bu problemlerinin çözümü için insana şöyle seslenmektedir:
"Ey insan! Bütün bu varlıkları yaratan Allah'tır. Senin dışındakilerin hepsi de senin emrine verilmiş hizmetçilerdir. Sen, yer yüzünü benim adıma imar edecek güçlerle donatıldın. Seni özene bezene ellerimle şekillendirip yarattım ve ruhumdan üfürdüm. Sen güçlüsün; fakat benim gücümle boy ölçüşmeye kalkışma. Sana verdiğim güçlerden dolayı sakın şımarıklık da yapma. Diğer varlıkları da, güçlü görüp onlara tapınmaya çalışma. Onların hepsinin yaratıcısı, terbiye edicisi, yönlendiricisi, nizama koyucusu, kısaca Rabbı benim... Sen her türlü nimetin arkasında asıl beni görmelisin..."
İşte Allah'ı "Rab" olarak tanımanın manası budur.[49]
Allah kâinatı "karşılık=ceza kanunu" ile idare etmektedir.[50] Yapılan hiçbir haraket karşılıksız değildir. Ateş yakar, su boğar, ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer, hava ısınınca sıcak hava ile soğuk hava yer değiştirir ve rüzgâr olur... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah'ın koymuş olduğu bu "karşılık kanunu "nu görürüz.
Türkçemizde de "Eden bulur, eşen düşer. Her koyun kendi bacağından asılır. Ne ekersen onu biçersin." gibi sözler, karşılık kanunu için iyi bir örnektir.
Karşılık kanunu, en büyük adalettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür iradesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır.
Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse, başkasının günahını çekmeyecektir.[51] Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız kalmayacaktır[52] Bu da insanın, "bahane bulma" duygusunu yok edecek, "Kendim ettim kendim buldum." şeklinde bir karara varmasına yol açacaktır,
Görüyoruz ki "Kainatta her şeyin bir karşılığı vardır.", yapılan hiç bir kötülük kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbetteki kafi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kafi gelmeyişi?..
Burada imtihan edilme söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında "karşılık kanunu", âhirete inanmanın zaruretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kafi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır.
Kur'an'da Allah bu "Karşılık günü=din günü"nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir.[53] Burada "Din", yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı manasını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah'tır, âhirette de hesaba çeken Allah'tır. Allah'ın bu kanunu, bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. Onun için de insana, seviyesine göre, küçük yaştan itibaren, bu "karşılık kanunu" iyi kavratılmalıdır ki, ilerde tevhid'in boyutlarını ve dinin, manasını iyi kavrayabilsin...[54]
İbadet, kelime manası itibariyle, itaat etmek ve tevazu göstermektir. Bundan maksad, kişinin, bir kimseye isyan etmeksizin, ondan yüz çevirmeksizin, mukavemet de göstermeden itaat etmesi ve boyun eymesidir. Bu durumda kendisine boyun eyilen kişi, itaat edeni dilediği şekilde kullanır ve hizmet ettirir.
Istılahî manasına gelince, insanın toplum ve ferdin hayrı için, Allah rızasını gözeterek yaptığı her iyi iş, ibadettir.[55]
Arabça'da uysal deve için, “Baîrun muabbedun” yürünmesi kolay yol için ise, “Tarîkun muabbedun” tabirleri kullanılır.
Bu etimolojik kökten, kulluk, itaat, ilâh edinmek ve tapınmak, hizmet, bağımlı kılmak ve yasaklamak gibi manalar türemiştir.
Lugatlarda genel olarak "kul" manasına gelen “Abd” kelimesi ile ilgili şu açıklamalar yer almaktadır:
a. "Abd: Kul", köle manasına gelir. Bu "hür" ün zıt anlamı olan bir kelimedir."Adamı köle edindi yahut da ona köle muamelesi yaptı, demektir. Bir hadisde de konu şu şekilde geçmektedir:
"Üç kişi vardır ki ben onların hasmıyım. Hür bir kimseyi köle edinen (kendine ibadet ettiren) kişi, bunlardan birisidir."
Kur'an'da da Hz. Musa, Firavn'un alaycı ve aşağılayıcı sorularına karşı şöyle bir karşılık verir:
"Başıma kaktığın o nimet de, İsrail Oğulları’nı köle yaptığındandır."[56]
b. İbadet kelimesi, "boyun eyme" ihtiva eden bir itaattir. “Abdete’t-tağutu” cümlesi “Tağuta ibadet etti.”, ”ona itaat etti” demektir.”İyyâke na’budu” "Boynumuzu bükerek yalnız sana itaat ederiz.", "Va’budu Rabbekum: Rabbınıza ibadet ediniz"[57] sözü de "Rabbımza itaat ediniz." demektir.
"O ikisinin kavmi bize ibadet edicilerdir." cümlesindeki ibadet, yine itaat anlamındadır. Herhangi bir melik'e boyun eyen herkes, ona ibadet etmiş sayılır.
"Falanca ibadet edicidir." derken de, onun Rabbına boyun eydîği, emirlerine teslim olduğu ve bağlılık gösterdiği dile getirilmiş olur.
c. “teabbede” kelimesi, "O'na kulluk etti, onu ilâh tanıdı." anlamındadır. Et-Taabbud" kelimesi, "Tenessük= ibadet" manasınadır. "El-Muabbed" kelimesi, " kendisine ibadet edilyormuş gibi değer verilen, saygı gösterilen ve yüceltilen" anlamındadır.
d. “Abede bi” "Ona yapıştı ve ondan ayrılmadı." demektir.
e. “Mâ abedeke anni” "Seni alıkoyup da bana gelmene engel olan neydi?" demekti.
Bütün bu sözlük anlamlarından anlaşılmaktadır ki, "abd " kelimesi, kişinin, yüce ve galib kabul edilen birisine karşı boyun eymesi, sonra kendi hürriyet ve bağımsızlığından feragat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terketmesidir.
İşte kulluk ve itaat etmenin gerçek manası budur. Bu sebepten dolayı Arab, "Abd ve ibadet" kelimelerini duyduğunda, hemen zihninde kulluk ve ubûdiyyet düşüncesi canlanmaktaydı.
Kulun gerçek vazifesi, efendisine itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağlanmak olduğu için, bunu hemen "itaat tasavvuru" takip eder.
Kulluk için "itaat" yeterli değildir. Bunu aşağıdaki hususların da takip etmesi gerekir:
a. Efendiye şükür ve minnet,
b. Büyüklüğüne inanmak,
c. Daima yüceltmek ve bunu yaparken kalbinde "huşû " duymak,
d. Sadece başını değil; bununla birlikte kalbini de eymek.[58]
Kur'an'da ibadet kelimesi, yukarda zikrettiğimiz lügat manalarının ilk üçünde ifade edildiği şekilde kullanılır. Tabiî ki bazan bunların ikisi bir arada, bazan da hepsi bir arada ifade edilmektedir.Birinci ve ikinci maddelerde zikredilen hususlara şu misâli verebiliriz:
"Sonra Musa ve kardeşi Harun'u, mu'cizelerimiz ve apaçık delillerimizle Firavn ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa bunu burun kıvırarak karşıladılar. Ve onlar kendilerini büyük gören kavimdiler. Bu yüzden (da'vet karşısında şöyle) cevap verirler: Kavimleri bize kulluk edip dururken bizim gibi iki insana îmân mı edecek misiz?'[59]
"Beni minnet altında bıraktın o nimet, İsrailoğulları' nı kendine kul (köle) edindiğin içindir."[60]
Bu âyetlerde "ibadet" kelimesinden kasdedilen mana, kulluk (ubûdiyyet) ve itaattir.[61]
"Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yiyin. Allah'a şükredin, eğer (gerçekten) O'na kulluk ediyorsanız.[62]
İslâm öncesi Arab toplumu, dinî önderlerinin emirleri ve atalarının takip ettikleri yol gereği, yiyecekler ve içeceklerle ilgili bir takım kaidelere bağlı olarak yaşamaktaydılar. Fakat müslüman olunca Allah onlara yukardaki âyette şöyle hitab etmekteydi:
"Eğer bana ibadet ediyorsanız, bu kaidelerin ve kayıtlamaların hepsini bir yana atmalı ve size helal kıldıklarımı afiyetle yemelisiniz." "Eğer bilgin ve önderlerinizin kulları değilseniz; ve sadece Allah'ın kulları iseniz, gerçekten önderlerinizi bırakıp Allah'a itaat ediyorsanız, helal haram konusunda Allah'ın sizin için çizdiği sınırlara uymalısınız."
Görüldiiği gibi yukardaki âyette "ibadet" kelimesi, "Ubûdiyyet=kulluk ve itaat" manasınadır.
Kur'an'da "tâğuta ibadet edenler"den de bahsedilerek bundan şiddetle kaçınılması istenmektedir.[63]
"Ey Adem oğulları, Şeytan'a ibadet etmeyin diye size emir vermedim mi? Çünkü o size apaçık bir düşmandır."[64]
Burada dikkat çekilen konu, şeytanın ilâh olarak kabul edilmesi değildir. Bunu zaten normal zekâya sahip olan birisi kabul etmez. Mesele, onun emrine itaat edilmesi ve hükmüne tabi olunmasıdır.
Kur'an, itaat edenlerle itaat edilenler arasında geçen konuşmaların hazin tablosunu da bazan gözlerimizin önüne getirir. Bu iki zümre, âhirette, tek ilâhın, tek ibadet edilecek kimsenin Allah olduğunu gördükten sonra, pişmanlık duyguları içersinde birbirlerine hakaretler yağdıracaklar ve suçlamalarda bulunacaklardır. Bunlara bir kaç örnek verelim:
"Onlardan kimi kimine yönelip birbirini mesul tutmaya kalkışırlar."[65]
"Hakikat siz, derler, bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz."[66]
"(Kendilerine tabî olunanlar da), hayır, siz (esasen) îmân edenler değildiniz." derler.[67]
"Ve bizim size karşı bir hâkimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz de (bizim gibi) azgınlar güruhu idiniz. "[68]
Bu misâllere dikkat edilirse, şu hususlar açıkça görülecektir:
Başta, ma'bûdlardan maksat, kavmin taptığı ilâhlar ve putlar değildir. Aksine onlardan maksad, halka iyilik yaptığı izlenimini vererek sapıklığa sürükleyen, temiz hiristiyan aziz görünüşü altında insanların huzuruna çıkarak şerri ve fesadı, ıslah adı altında yayan liderler ve kılavuzlardır. Bunlar insanları, cüppe ve tesbihleri ile aldatıp kendilerine tabî kılmışlar, düşüncesiz olan kimseler de bu hilekârları körü körüne taklîd etmişlerdir.
Allah şu âyette bu gibi tavır sergileyenlerin hareketlerine de "ibadet" adını vermiştir:
"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i rablar edindiler. Halbuki bunlar da ancak bir ilâh (olan Allah)a ibadet etmelerinden başkası ile emrolunmamışlardır."[69]
Allah'ın bırakılarak haham ve rahiplerin ilâh edinilmesi, emir verme ve yasak koyma yetkisine onların sahip olduklarına imân edilmesidir. Aynı zamanda, Allah'tan ve Rasûlü'nden gelen bir delile dayanmaksızın, onların kafalarından söylediklerini kabul etmektir.
Bu gibi davranışlarda bulunan insanlar, Hz. Peygamber'e bir açıklamada bulunarak, "Biz âlimlerimize ve büyüklerimize ibadet etmedik." dediklerinde şöye bir cevap almışlardır:
"Onların helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını haram saymıyor muydunuz?"[70]
İlâh edinme manasına ibadet, kişinin tapınma ve kulluk gayesiyle yaptığı secde, rükû, kıyam, tavaf, kapı eşiğini öpme, adak ve kurban kesme v.b. davranışları kapsar.
Bir kimseye ya da nesneye karşı, ibadet çerçevesinde gösterilen ta'zimlerin sebebi şunlardır:
-Tapınılan şeyin tek başına ilâh olarak kabul edilmesi.
-Tapınılan şeyin şefaatinin ya da yakınlığının beklenmesi.
-Yüce İlâh'a ortak ya da yakın olduğuna inanılması.
-Taptığı şeyin, kâinatta var olan kanunlara hükmettiğini zannederek zarar ve felâketler karşısında ondan yardım beklemesi, korkuları esnasında malların ve canların yok oluşunda ona sığınması.
Bu tür tutum ve davranışların hepsi, "ilâh edinip kulluk etmek" manasına gelir.[71]
Kur'an'da, bütün dileklerin Allah'tan istenmesi emredilir. Konuyla ilgili şu âyetler açıkça bunu göstermektedir:
"Yalnız Sen'den yardım dileriz."[72]
"Ben, sizden ve Allah'dan başka taptıklarınızdan (putlardan) çekilip ayrılırım da, Rabbime dua (ibadet) ederim..."[73]
"İşte (İbrahim) onları ve Allah'tan başka ibadet ettiklerini bırakıp çekilince biz ona İshak'i ve Yakub'u ihsan ettik ve her birini birer peygamber yaptık.[74]
"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık da kimdir? Halbuki bunlar, onların duasından habersizdirler."[75]
"İnsanlar mahşerde bir araya toplandıkları zaman bunlar, onların düşmanları olurlar ve onların ibadetini inkâr ediciler olurlar."[76]
Görüldüğü gibi bu âyetlerde ibâdetten maksad, dua ve medet ummaktır.
"O bütün insanları bir araya toplayacağı gün meleklere: 'Bunlar size mi tapıyordu?' der.
Onlar derler ki: 'Sen yücesin. Bizim velîmiz onlar değil, sensin. Onlar bize değil, bilakis cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanmıştı.'[77]
(O zaman biz şöyle buyururuz): 'Bu gün birinizin diğerinize ne bir fayda, ne de zarar vermeye gücünüz yetmez.' Biz zulmedenlere de: 'Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın.' deriz." "[78]
Cinlere ibadetten maksat, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından yine onlara sığınmaktır, ayni şekilde îmândan maksat da, muhafaza ve sığınma hususunda onların kudretine inanmaktır.
Cin ve şeytanların insanlarla ne gibi ilişkileri vardır? Bir kere cinler, insan şeklinde görünebilirler. Fakat çokları bunu melek sanırlar. Halbuki melek, bir çok bakımlardan cinlerden ayrılmaktadır. Bir kere cinler topluluğu arasında kâfir, fâsık ve câhil olanları bulunduğu gibi, mü'min olup Hz. Peygamber'e îmân edenler de vardır. Elbetteki bunların cin ve şeytan olduğunu bilmeyenler, melek gözüyle bakmaktadır.
Yıldızlara ve putlara tapanların durumu da aynıdır. Bu gibi kişilere bir ruh gelip, "Bu yıldızın ya da putun rûhaniyetidir." der. Bir kısım insanlar da bunun meleklerden olduğu kanaatini taşır. Bu da yine, müşrikleri saptıran şeytanlar ve cinlerdir. İnsanlar niçin cin ve şeytanlara sığınmaktadırlar?
Şeytanlar, arzu ettikleri şirk, fısk ve isyanı gerçekleştiren kimselere yardım ederler. Bazan ilişki kurdukları kimselere, (gerçekte gayıb olmayan, ama o kişiye ve diğer insanlara) gayıb gibi görünen şeyleri haber verirler.
Bazan öldürme, hastalık verme ve benzeri şekillerle onun eziyet etmek istediği kimselere eziyet edebilirler.
Bazan da insanlardan para, yiyecek, giyecek ve bazı eşyalar çalıp, o kimseye verirler. Bu kimse de bunu, evliyanın kerameti olarak algılalayabilir. Halbuki bu mal çalıntı bir maldır.
Bazan dostları olan bu kişileri, havada taşıyıp uzak yerlere götürürler. Bu şekilde Mekke'ye götürüp getirdikleri kişiler bile vardır.
Şeytan'ın dostlarına yardım etme yollarından birisi de sihirdir.
Cin ve şeytanlar, ölülerden yardım istemeyi adet haline getiren kimselerin karışısına çıkıp, "Ben falancayım, dile benden ne dilersen." deyip isteklerini yerine getirebilirler. Bazı kişiler bunların melek olduğunu zanneder. Halbuki melekler, müşriklere yardım etmez. Bunlar olsa olsa, Allah'ın yolundan saptıran şeytanlar olabilir.
Bu gibi konularda pek çok rivayetler vardır.
Peki, cin ve şeytan'ın bu saptırmalarına karşı, insan nasıl eğitilecek ve nasıl korunacaktır? İşte asıl mesele burada...
Bu konuda Abdulkâdir Geylâni, başından geçen enterasan bir olayı şöyle nakletmektedir:
"Bir keresinde ibadet ediyordum.Üzerinde nûr bulunan büyük bir arş gördüm.Bu nûr bana seslendi:
“Ey Abdulkâdir! Ben senin Rabbınım, başkalarına haram kıldıklarımı sana helal kıldım.”
Cevap verdim:
“Sen, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın öyle mi? Defol buradan ey Allah'ın düşmanı!...”
Bunun üzerine bu nûr darmadağın oldu ve kopkoyu bir karanlığa dönüştü.Arkasından da şöyle seslendi:
“Ey Abdulkâdir, benden dinindeki fıkhın (kavrayışın), ilmin ve ulaştığın mertebeler sayesinde kurtuldun. İnan ki, ben aynı şeyle yetmiş kişiyi saptırdım."
Geylânî'ye, "Onun şeytan olduğunu nasıl bildin?" diye bir soru sorulur. O da şöyle bir açıklama yapar:
Bana, "Başkalarına haram kıldığımı sana helal kıldım." demesinden... Çünkü biliyordum ki, Hz. Peygamber'în şeriatı, nesholunmaz ve değişmez. Birde onun, "Ben senin Rabbınım" deyip de, "Ben. zâtımdan başka ilâh olmayan Allah'ım. " diyememesinden...[79]
Görülüyor ki, bu gibi tehlikeli durumlardan insanı kurtaran,din konusundaki "sağlam bilgi" ve inşa’nın her zaman Allah'a sığınmasıdır.
"... Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda veremeyecek olan şeylere ibadet ederler. Bir de: 'Bunlar (putlar) Allah yanında bizim şefaatçılanmız dır.' derler."[80]
"... Kendilerine O'ndan başka bir takım veliler edinenler (derler ki): "Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz."[81]
Bu âyetlerde zikredilen ibadet ve tapmaktan maksat, "ilâh" edinmektir.
Niçin insanlar, kâinatın yaratıcısı ve sahibi varken, bir takım aracılar araya koymakatadırlar? Bunun psikolojik temeli ne olabilir?
İnsan oğlu bir isteğini ve dileğini yüce makamlara götürürken, çok defa aracılar kullanmak ister. Hatta bu konuda şöyle bir faraziye de yürütür: "Biz kimiz, o yüce makam kim? O makama daha yakın olan birileri, bize aracı olmalıdır..."
İşte bu duygu sebebiyle insan, bazan Allah'ın sevgilisi kabul ettiği kişileri, bazan da korktuğu ve arkasında manevî güçler olduğunu sandığı nesneleri, Allah'la kendisi arasına aracı koymaktadır. Halbuki Allah, bu konuda aracıya ihtiyaç olmadığını, kendisinin çok yakın olduğunu, kulu çağırdığı zaman bunu işiteceğini ve çağrısına karşılık vereceğini bildirmektedir.[82]
Peki insanlar birbirlerine zarar ve fayda veremez mi? Elbetteki verir. Ama Allah'ın dilediği ve izin verdiği kadar verir. Ne var ki insanlar daha çok işin nihaî noktasını görür ve ona göre akıl yürütürler.[83] Halbuki bütün bu sebeplerin gerisinde, Alemlerin mutlak hâkimi olan Yüce Allah vardır.
İnsanın her hangi bir nesneye olan ihtiyacı, Allah'a kulluk yapabilecek kadar olmalıdır. Eğer fazlasını ister ve elde ederse, bu ona eninde sonunda zarar da verir. Meselâ insan, ihtiyacından çok yer, içer ve giyerse, mutlaka bir gün gelir ya ondan bıkar, ya ayrı düşer, ya da zararını görür.[84]
İşte bu sebepten dolayıdır ki, eğer bir şey, Allah'tan başkası için sevilirse, kesinlikle insan bunun zararını görür.?'
Allah âdildir. Bu sebepten kıyamet gününde, herkesi sevdiği ile başbaşa bırakacağını bildirmektedir.
İnsanın Allah'tan başkasına güvenip dayanması, güvendiği yerden zarar görmesine sebep olur. Çünkü oradan yardım göremez. Bunu tecrübe ve akıl yürütme ile anlamak mümkündür. İnsan Allah'tan başkasına güvendikçe, mutlaka bu güvendiği dağlara kar yağacaktır. Nitekim Allah'ın bu konuda şöyle bir açıklaması vardır:
"Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Asla! İlâh edinenler kendilerine yapılan tapınışları kabul etmeyecek, tapınanlara karşı duracaktır."[85]
Bir başka açıdan meseleye bakacak olursak, Allah'tan başka herkes, yardım ederken, bir miktar kendi menfaatini gözetir. Çünkü ihtiyaç sahibi bir varlıktır. Ama Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmadığı için, yardımından insana zarar gelmez. Bilhassa insanın bu gerçeği çok iyi göz önünde bulundurması gerekir.[86]
Allah dışında yardımına müracaat edilen kişiler, yine insanlar gibi kullardır. Onların hepsi de Allah'ın yardımına muhtaçtır. Bu gerçeğin iyi bilinmesi, insanı, Allah'tan başka nesnelere kulluk yapmaktan kurtaracaktır. Diğer taraftan, insanın dışındaki varlıkların hepsi, insanın emrine verilmiş hizmetçilerdir.[87] Korkulması ve ibadet edilmesi gerekmez.
Konu ile ilgili Kur'an'dan bir kaç misâl sunalım:
"(Ey kâfirler) Allah'ı bırakıp dua (ve ibâdet) ettikleriniz, sizin gibi kullardır. Eğer davanızda doğru iseniz haydi onlara dua edin de isteklerinizi yerine getirsinler. "[88]
"Sizin Allah'ı bırakıp çağırdıklarınız ise, imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi hatta kendilerine de yardımları dokunmaz."[89]
"Böyle iken (Mekke halkı) dediler ki: 'Rahman (çok merhametli olan Allah) çocuk edindi.' (Melekler Allah'ın kızlarıdır.) dendi, Allah bundan münezzehtir. Doğrusu melekler, (Allah'ın çocukları değil) ikram olunmuş kullardır."[90]
"Melekler, Allah'ın sözünün önüne geçemezler, hep O'nun emriyle hareket ederler."[91]
"Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir ve onlar, O'nun rıza verdiği kimselerden başkasına şefaat edemezler. Hepsi O'nun korkusundan titrerler,"[92]
"Güneş de ay da hesaplıdır. Nebat da, ağaç da O'na secde ederler."[93]
"Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan melekler, cinler, insanlar O'nu tesbih ve tenzih eder(Ier). Hiç bir şey müstesna olmamak üzere hepsi O'na hamd ile tesbih eder. Fakat siz onların tesbihini iyi anlayamazsınız. O hakikaten halimdir, gerçekten affedicidir."[94]
"Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicilerdir."[95]
"Hareket eden hiç bir yaratık yoktur ki, hepsinin alnından tutan (idare ve tasarrufunda bulunduran) O'dur..."[96]
"Göklerde ve yerde olan hiçbir şey yoktur ki, çok esirgeyici Allah'a kul olarak gelmiş olmasın."[97]
"Her biri O'na kıyamet günü tek başına gelecektir."[98]
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah. Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız Senin elindedir. Şüphesiz ki Sen her şeye hakkıyla kadirsin."[99]
Bu misâllerde görüldüğü gibi, Allah dışında insanların yardım taleb ettikleri şeylerin tümü, âciz ve güçsüzdür. Bu da, boyun eyme, itaat, kulluk ve kölelikten ibaret olan ibadetin en küçük şeklinin bile Allah'a yapılmasını gerekli kılmaktadır. Bu sebepten Allah, peygamberleri vasıtasıyla her devirde insanları uyarmıştır. Söz konusu çağrı ve uyanlara bir kaç örnek verelim:
"Andolsun ki biz her ümmete, Allah'a ibadet edin ve tağuttan kaçının diye tebligat yapması için bir peygamber göndermişizdir..."[100]
"Tağut'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a içten yönelenler ise; onlar için de bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver."[101]
"Şeytana itaaat etmeyin, o size açık bir düşmandır diye size öğüt vermedim mi ey Âdem oğullan!.. İşte dosdoğru yol budur, diye size emretmedim mi?"[102]
"Onlar âlimlerini ve Râhiblerini, Allah'tan başka Rabler edindiler; Meryem'in oğlu Mesih'i de. Halbuki bunlar da ancak bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardi..."[103]
"Şüphe yok ki ben, (evet) ben Allahım! Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise bana ibadet et..."[104]
"İşte Rabbınız olan Allah, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Her şeyi yaratandır. O halde O'na ibadet edin. O, her şeyin üstünde güvenip dayanılacak mutlak bir vekîldir."[105]
"De ki, ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphede iseniz, (iyice bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin ibadet etmekte olduklarınıza ibadet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibadet ederim. Bana mü'min olmam emredilmiştir."[106]
"Sizin O'nu bırakıp ibadet ettikleriniz kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru adlardan başkası değildir. Allah bunlara (ilâh olduklarına) dair hiçbir bürhan indirmemiştir. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emreylemiştir. Dosdoğru din işte budur..."[107]
"Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibadet et, O'na güvenip dayan..."[108]
"... Önümüzde, ardımızda ve her ikisinin arasında ne varsa O'nundur. Senin Rabbın unutkan değildir."
"O göklerin, yerin ve onların arasında bulunan şeylerin Rabbıdır. O halde sen O'na ibadet et ve ibadetinde de iyice sebat et..."[109]
"... Artık kim Rabbına kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbına ibadette hiçbir kimseyi (ve hiç bir şeyi) ortak tutmasın."[110]
Yukarda sıraladığımız âyetlerde, sadece Allah'a ibâdet etmenin gerekliliği, değişik açılardan deliller getirilerek insan oğlunun aklı ikna edilmektedir.[111]
Kur'an bizim daima Allah'tan, kendisinde bir eğrilik ve sapma bulunmayan "doğru yol" istememizi tavsiye etmektedir. Yani bir müslümanın ulaşmak istediği hedef, "doğru yol" olmalıdır. Bir bakıma bu, hayatın her safhasında bizi doğruluğa götürecek, hurafe ve şirkten uzak, Allah'ın azabına sebep olmayacak "doğru yolların istenmesi"dir.
İnsan oğlunun önünde, imtihan için çizilmiş bulunan çok çeşitli yollar vardır. Fakat insanın, doğru yolu istemesi, bunca sapık yollar arasında onu tanıması ve tercih etmesi gerekmektedir. Bunun için de her zaman bir rehbere, ihtiyaç duymuştur.
Kur'ân'ın indiği dönemde, müslümanların dışındaki insanlar çeşitli inançlara sahiptiler. Bunları kısaca görelim:[112]
Ehl-i Kitab, kendilerine Kitab verilen Yahudi ve Hıristiyanlar'dır. Bunların bağlandıkları kitablar (Tevrat ve İncil), önemli değişikliklere uğratılarak aslından uzaklaştırılmıştır.
Meselâ Hıristiyanlar tevhîd konusunda farklı kanaatlere varmışlardır. Bunlar Mesih'in (Hz.İsa'nın) Allah'a bir yakınlığı olduğuna ve diğer insanlardan farklı bir yüceliğe sahip bulunduğuna inanmaya başlamışlardır. Bu sebepten Mesih'in "kul" olarak nitelenmesinin uygun olmayacağı kanaatine varmışlardır.
Bazıları da Mesih'in kıymetini ifade etmek için, O'nu "Allah'ın oğlu" olarak isimlendirme yoluna gitmiştir.
Bir kısmı da bu kıymeti daha da ileri götürerek, Mesih'e "Allah" deme cüretini göstermişlerdir. Onlara göre Allah, O'nun içine hulul etmiş ve O'nun içi olmuştur. Bunun içindir ki, diğer insanlarda göremedikleri bir takım harikulade hallere O'nda şahit olabilmişlerdir. Ölüleri diriltmesi, balçıktan kuş sureti yapıp ona rûh üfleyerek can vermesi... Bu sebepten, "O'nun kelâmı Allah kelâmı, O'na ibadet de Allah'a ibadettir." demeye kadar aşırılığa kaçmışlardır.
Daha sonraki nesiller ise, zamanla Mesih'e bu ismin niçin verildiğini unutmuşlar, O'na yakıştırılan bu oğulluğu, gerçek oğul olarak kabul etmeye başlamışlardır. Aynı zamanda, Vacibu’l-Vücud olduğunua inanır hale gelmişlerdir.
Allah Kur'an'da, bunların bu inanışlarını reddeder.[113]
Bunlar hoşlarına giden, kendilerine yarar sağlayacağına ya da zarar vereceğine inandıkları çeşitli nesnelere tapmaktaydılar.
Bu nesneler, kimi zaman bir yıldız, kimi zaman bir put, kimi zaman bir mezar, kimi zaman da başka bir şey olabilmekteydi.
Bir kısmı da, daha önceki nesillerden bazı kimselerin Alllah'a ibadet ederek sâlih kullar arasına girdiğini, bu sebepten Allah'ın onlara ulûhiyet (tanrılık vasfı) verdiğini, dolayısıyla onların da mabûd olmayı hak kazandıklarını kabul etmekteydiler. Bu konuda isabetli olduklarını anlatmak için, şöyle bir savunma da yaparlar
Köleler padişaha hizmet ederek onun teveccühünü kazanır. Bunun sonucunda da padişah ona, saltanat elbisesi giydirir.Ve ülkesinin bir bölümünün idaresini ona havale eder. Bu makama ulaşmasıyla, o ülkenin bir kısmının, aslında köle olan bu şahsa itaati vacip olur.
Diğer taraftan Allah erişilmez derecede bir yüceliğe sahiptir. Bunun için insanı O'na yaklaştıracak sâlih insanlara ihtiyaç vardır. Bu şahıslara da ibedet etmek gerekir.
Bu inanışa sahip olan kişilere göre bu şahıslar, görürler, işitirler, kulları için şefaat ederler, onların işlerini düzenler ve onlara yardım ederler.
Bu inançlara sahip olan müşrikler, zamanla onların adına taşları yontmuşlar ve bu heykelleri, ibadetleri esnasında kendilerine kıble edinmişlerdir. Arkalarından gelen nesiller, putlarla, putların temsil ettiği kimseler arasındaki bağlantıyı kavrayamaz olmuşlar ve önlerindeki putların, bizzat mabûd olduğunu düşünmeye başlamışlardır.
Bunun içindir ki Allah, onları reddederken, bazan hükümranlığın ve mülkün sadece kendisine ait olduğunu, bazan da onların cansız olduklarını açıklama yoluna gitmiştir. Nitekim bir âyette de şöyle bir izah yer almaktadır:
"Onların yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var, veya görecekleri gözleri mi var, yahut işitecekleri kulakları mı var?"[114]
Tabiî ki bu arada, önceki dönemlerden akseden doğru bilgi kırıntıları da yok değildi. Ne var ki buna sahip olanlar son derece azınlıktaydı.
Hangi tür şeylere taparlarsa tapsınlar, insanların ortak yönleri, koyu bir cehalet içinde yüzmeleriydi.
İnançları bozuk olan bu topluluğa Hz. Peygamberin getirdiği yol, tevhîd yolu, yani doğru yoldur. Ve müslümanın duasının temel esaslarından birisi, her zaman doğru yola iletilmeyi istemesidir
"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna; kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapanların yoluna değil..."[115]
Bu duada hem doğru yol istenmekte, hem de bu yolun ne olduğu konusunda bilgi verilmektedir. Ayrıca, kendilerine gazab edilmiş olanların yolu istenmemektedir.
Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre sapmış olanlar Hıristiyanlar, kendilerine gazab edilenler ise, Yahudilerdir[116]
Hem Kur'an'da hem Hadis'de. bu iki dinin sahiplerinin neden sapmış oldukları ve neden gazab edilenlerden oldukları hakkında geniş bilgi verilir."[117] Ayni zamanda "doğru yola talib olmanın gerektirdiği ameller" de Kur'an ve Hadis'de birer birer zikredilmiştir.
Selef âlimleri, doğru yoldan çıkan âlimlerde Yahudilere; âbidlerde ise Hıristayanlara benzerlik olduğunu tespit etmişlerdir. Bu ilim adamlarında gözlenen temel özellik, sözlerin anlamını değiştirme, kalb katılığı, ilimde cimrilik, büyüklenme, başkalarına doğru olanı söylemelerine rağmen kendilerinin bunu uygulamamalarıdır... Sapan ibââdet ehlinin özelliği ise, peygamberlerle sâlih insanlar konusunda aşırılık, ibadetlerde ruhbanlık, şekilcilik ve müziğe dalma gibi bid'atlerdir.[118]
Bu konuda Hz. Peygamber, ümmetini şu şekilde uyarır:
"Sizden öncekilerin yollarını tıpatıp takip edeceksiniz. Öyle ki bir kelerin deliğine girmiş olsalar, siz de ona gireceksiniz." Ashab,
"Yahudi ve Hıristiyanları mı kasdediyorsunuz Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sorunca.
"Başka kim olabilir ki!... diye cevap verir.[119]
Hz. Peygamber, ümmetinin kendisi hakkında, Hıristiyanların Mesih konusunda düştükleri yanlış kanaate düşmemeleri için, bir kul olduğu gerçeğini sık sık vurgulamıştır.[120] Hatta birisi:
"Allah ve sen ne dilerseniz..." deyince, hemen buna itiraz ederek şöyle bir düzeltme yapar:
"Beni Allah'a denk mi tutuyorsun? Aksine, Allah ne dilerse; yalnızca O." buyurur.[121]
"Beni Hıristiyanların Meıyem oğlu İsa'yı andıkları gibi anmayın. Ben sadece kulum. 'Allah'ın kulu ve elçisi " deyin."[122]
"Kabrimi (gidip gelinen) bayram yerine çevirmeyin. Nerede olursanız bana salât getirin, getirdiğiniz salât bana ulaşır."[123]
"Allahım, kabrimi tapılan bir put kılma! Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinenlere Allah'ın gazabı çetin oldu."
"Sizden öncekiler, kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha! kabirleri mescid edinmeyin. Sizi bundan sakındırıyorum, bilesiniz"[124]
Kur'an mü'min kişiden, siyasetten ekonomisine, ahlâkından örf ve âdetlerine kadar hayatın her safhasını İslâm esaslarına göre düzenlemesini ister. Allah'ın haram kıldıklarını helâl; helâl kıldıklarını da haram kılmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. İyi bilinmelidir ki, ayrılığa ve çözümsüzlüğe düşülen noktalarda hüküm vermek Allah'a aittir.[125]
Kur'an, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirir.[126]
Şu veya bu şekilde Allah'la hâkimiyyet yarışına girmek şirktir. Kur'an bu konuya çeşitli vesilelerle çok yönlü olarak dikkat çekmiştir.
Şirk, İlâhlik ve Rab'lıkta, yaratıklarından birisini Allah'a ortak koşmaktır.
Allah'a şirk koşmak, insanın Allah'a karşı işlediği en büyük günahtır. Onun için Allah, bu konuda pek çok ikazlarda bulunur:
"Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz. Bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar... "[127]
Hz. Peygamber'e "en büyük günah"in ne olduğu sorulduğunda, şu karşılığı verir:
"Seni yaratan Allah olduğu halde, O'na eş koşmandır."[128]
"Allah'ın yanında başkasını ilâh kılmayın. Doğrusu sizi O'nun azabı ile açıkça uyarıyorum."[129]
Şirk, çok çeşitli şekillerde kendisini gösterir. Kur'an, hem şirk görüntülerini hem de şirke götüren yolların tasvirlerini açık bir şekilde yapmıştır. Bu görüntülerden bir kısmını aşağıya alıyoruz:[130]
Bu şirk, kişinin ibadetinde, sevgisinde, korkusunda, ümidinde ve sığınmasında Allah'a ortak koşmasıdır.[131] Bu Allah'ın tevbe etmedikçe bağışlamıyacağı şirktir.
"İnkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse, önceden yaptıkları günahlarının bağışlanacağını söyle."[132]
Hz. Peygamber'in Arab müşrikleriyle olan kavgasının temelinde bu şirk unsuru vardı. Çünkü onlar ulûhiyette Allah'a şirk koşmuşlardı. Kur'an'da bu konuda şu açıklamalara yer verilmektedir.
"İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır. Mü'minlerin Allah'ı sevmesi ise hepsinden daha fazladır."[133]
"Onlara (putlara) bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, derler. "[134]
Kainatta hükümrân, müdebbir, veren ve alan, zarar ve fayda veren, alçaltan ve yücelten, yükselten ve alçaltan, her türlü eksiklikten uzak olan Rab'dır. Kim bu güçlerin sahibinin Allah'tan başkası olduğuna inanırsa, Allah'ın Rubûbiyyetine şirk koşmuş olur.
İnsanın bu şirkten kendisini kurtarması için, sürekli kendi kendisini eğitmesi gerekir. Bunun için Allah Kur'an'da devamlı, bütün bu nimetleri verenin kim olduğu hususunda düşündürür, akılları ikna eder, başkasının bu güce sahip olamayacağını delilleriyle ortaya koyar.[135]
Gizli şirk, Allah'tan başkasına duyulan sevginin, Allah sevgisini gölgelemesidir. Aslında kulun Yaratanına olan sevgisi arttıkça, diğer sevgiler küçülür ve zayıflar, neticede îmân kuvvetlenir.
Korku da sevgi gibidir. Allah korkusu arttıkça, diğer korkular azalır.
"(O peygamberler), Allah'ın gönderdiği emirleri, duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar."[136]
Ümit konusu da böyledir. Eğer kişi ihlaslı olursa, Allah'tan hiç ümidini kesmez. Çünkü salih amel, insanı şirke karşı korur.
"Kim Rabbına kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve rabbına yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."[137]
"İhlâs"ın kişiyi "gizli şirk"ten koruduğu hususunda ulemâ ittifak halindedir.Bu sebepten riya, "gizli şirk" olarak nitelendirilmiştir.
Riya, kişinin hac, oruç, sadaka, namaz, cihad vb. ibadetlerini, Allah rızası için değil de, sırf başkaları kendisini yüceltsin diye yapmasıdır.[138] Bu sebepten Hz. Peygamber,
"Ümmetim konusunda en çok korkusunu çektiğim şey gizli şirktir." buyurur. Gizli şirkin ne olduğu kendisine sorulunca,
"Riya" diye cevap vermişlerdir.[139]
Şirk çağrıştıran bir konu da, Allah'ın isminin başkasının ismiyle anılmasıdır. Meselâ bir kişi, "Ben Allah'ın ve falanın himayesindeyim." derse, bu cümledeki "ve", hükümde eşitlik ifade eder. Bu da bir nevi şirki andırır. Bunun yerine, "Ben Allah'ın himayesindeyim, sonra da falanın.." demesi daha uygun olur.
Bazı olayları, Allah'ın dışındaki sebeblere bağlamak da bir nevi şirk sayılır. "Falan olmasaydı, şöyle şöyle olurdu...", "Falan dua etmeseydi,..." vb. cümleler, olayları yakın sebeplere bağlı olarak yorumlamaktır. Halbuki her şey Allah'ın dilemesiyledir. Ne var ki Allah her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmıştır. Fakat bu, hiç bir zaman, "Çalışmama ve tedbir almama " manasına anlaşılmamalıdır.
Yıldızların doğuş ve batışının bazı olayların meydana gelmesinde etkili olduğuna inanmak, yine gerçek müsebbib olarak Allah'ı görmemek manasına gelir. "Şu yıldızın [140] doğuş ya da batışı ile, şöyle şöyle olaylar oldu." demek, hoş karşılanmamıştır. Çünkü gerçek müessir Allah'tır.
Bir kısım insanlar, hastalıktan kurtulmak, zengin olmak ve bir isteğini elde etmek için ölülere ve makamât sahibi kişilere yalvarmaktadırlar. Hatta bu konuda onlara adak bile adamaktadırlar. Bu istekleri karşılamaya ancak Allah'ın gücü yeter.
İnsanların ölülerden ve makamât sahibi kabul ettikleri kişilerden yardım istemelerinin iki temel psikolojik sebebi vardır:
a. İnsanların bir kısmı, ibâdet deyince sadece namaz, oruç ve zekâtı kabul etmektedirler. Ölülerden yardım dilemeyi ise ibâdetin dışında tutmaktadırlar.
b. Yardım diledikleri kişilerin ilâh ya da rab olduklarına inanmadıklarını beyan etmektedirler. Onlar bu gibi kişilerin Allah'la kendi aralarında vasıta ve yardımcı olacaklarına inanmaktadır.
Tabiî ki bu savunmalar, Allah'ı bilmemekten kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah'ı zorba bir hükümdar, despot bir yönetici gibi kendisine ancak aracı ve şefaatçılarla ulaşılabileceğini sanmaktadırlar"[141] Bu eskiden müşriklerin de kapıldığı bir vehimdi. Ve şöyle diyorlardı: "Onlar bizi Allah'a yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz!.."[142]
Yine, "Onlar, Allah'ı bırakarak kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara ibadet ederler; bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir derler."[143] Halbuki Allah Fatiha suresinde çok net bir şekilde kullarını uyarmaktadır:
"Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz."[144]
"Allah ile birlikte kimseye dua etmeyin (yalvarmayın)."[145]
Sihir de ayni şekilde gizli bir şirktir.[146]
Müşrikler, putlara ve yıldızlara secde etmekteydiler. Bundan dolayı, Allah'tan başkasına secde edilmesi yasaklandı.
"Güneşe de aya da secde etmeyin! Onları yaratan Allah'a secde edin.[147]
Ortak koşulan bazı şeyleri "Allah'ın kızları" ve "Allah'ın oğullan " şeklinde isimlendirmek
Ortak koşulan bazı putların "Allah'ın kızları" ve "Allah'ın oğullan" olarak isimlendirilmesi, Allah tarafından şiddetle yasaklanmıştır.[148]
Helal ve haram kılma yetkisi sadece Allah'a mahsustur. Hal böyle iken, bir grub insanların din adamlarının helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarım da haranı kabul etmeleri. Allah'ın hoş görmediği bir davranıştır. Bu konuda Kur'an'da ikaz vardır.[149]
Tevhid inancı mü'minlere, Allah'tan başkasının adına hayvan boğazlamayı ve kurban kesmeyi yasaklamıştır. Bu tip kesilen hayvanların etleri haramdır. Ancak ölecek derecede zor durumda olanlar, bunu helal kabul etmemek ve sınırı aşmamak kaydıyla -zarurî ihtiyacını giderecek ve canını kurtaracak kadar- bu haram şeyden yiyebilir.[150]
Bu arada dikkat etmemiz gereken bir nokta vardır: Bazı iradesi zayıf insanlar, bu "zaruret" durumunu kötüye kullanabilirler. Yani devamlı kendisini ihtiyaç içinde bırakıp ömür boyu bu zaruret şartlarından istifade etmeye kalkışanlar olabilir. Bir diğer konu da, "canın tehlikeye düşmesi" meselesidir. Ne zaman can tehlikeye düşer? Canın tehlikeye düştüğü nasıl anlaşılır? Bu gibi sorular fitneye sebep olabilir ve bu konuda çok gereksiz fetvalar verenler ortaya çıkabilir. Önemli olan, îmânı olan ve dînî terbiyeyi almış birisinin, böyle durumlarda, kendisini ölçüp biçip bir karara varması yeterlidir sanırız.
Cahiliyye döneminde Arablar, putlarına çeşitli vesilelerle çeşitli kurbanlar keserlerdi. Bunlar da kesinlikle yasaklanmıştır. Çünkü kurban Allah için kesilir.[151]
"Allah, bahîra, sâibe, vasîle ve ham diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz. "[152]
"De ki: Namazım, ibadetlerim (yakınlık niyetiyle kestiğim kurban), hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbı olan Allah içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Böyle emrolundum."[153]
Hz. Peygamber'in Hz, Ali'ye yaptığı şu ikaz da oldukça dikkat çekicidir:
"Allah'tan başkası adına hayvan kesene Allah lanet etsin! Yerin alâmetlerini (tarla, arsa vb. şeylerin sınırını) değiştirene Allah lanet etsin! Annesine babasına lanet edene Allah lanet etsin! Bid'atçı barındırana Allah lanet etsin!"[154]
Allah, değer verdiği ve dikkat çektiği nesnelere yemin eder. Fakat insanlar sadece Allah adına yemin edebilirler.
Allah'ın mahlûkatı üzerine yemin etmesinin hikmeti, yemin ettiği bu varlıklarla birlikte hikmetinin, kudretinin ve vahdaniyetinin gündeme getirilmesidir. Ama bir kulun yaratıklar üzerine yemini ise, yaratıcısına ortak koşmaktır.[155]
İnsanların Peygamber adına, Kabe adına, evliya kabul ettiği birisi adına, vatan adına, baba, dede vb. mahlûkât adına yemin etmeleri küçük şirke girer.
Hz. Peygamber konuyla ilgili olarak şu uyanlarda bulunur:
"Kim Allah'tan başkası adına yemin ederse kafir olur, ya da müşrik olur."[156]
"Kim yemin edecekse ya Allah'a yemin etsin, ya da sussun."[157]
"Atalarınıza yemin etmeyiniz. Şüphesiz Allah, ecdadınıza yemin etmenizi size yasaklar ."[158]
Bu gibi yeminlerde, ta'zim vardır. Halbuki ta'zime de takdise de layık olan sadece Allah'tır. Bundan dolayı başkası adına yapılan yeminler yasaklanmıştır.
Eğer bir kimse, yemininde, mutlaka bir nesneyi kullanmak istiyorsa, o şeyin Rabbı adına yapabilir. Bu konuda da Hz. Peygamber şöyle bir açıklama yapar:
"Ka'be ile yemin edecekseniz, 'Ka'be'nin Rabbı adına' deyiniz."[159]
Çocuklara "putların kulu" manasına gelen isimler koymak
Çocuklara "Abudu'ş-Şems, Abdu'l-Uzza" gibi isimler, putların kulu manasına geldiğinden şirk unsuru taşımaktadır. Bu gibi isimleri Hz. Peygamber değiştirmişti:'.[160]
Adak (nezir), bir kimse tarafından, bir isteği gerçekleştiği takdirde Allah'a, bir peygambere, bir aziz veya puta bir şey yapmayı vadetmesidir ve dini bakımdan bağlayıcıdır. Eğer kişinin gerçekleşmesini istediği şey helal ise ve adak da Allah'a yapılmışsa, yerine getirilmelidir. Çünkü bu. Allah yolunda yapılmış bir nezirdir. Fakat eğer istek haram bir şeyse veya adak Allah'tan başkasına yapılmışsa, bu adakta bulunmak günahtır ve adağın yerine getirilmesi cezayı gerektirir.
İşte bu sebepten dolayı, kabir ve ölülere adakta bulunmak kesinlikle caiz değildir. Bu tip adakların yasaklanmasının sebebi, ibâdet ve yakınlık maksadıyla yapılmış olmasıdır. Halbuki ibadetin Allah'tan başkasına yapılması caiz değildir.
Halk arasında görülen bazı batıl adaklar şöyle icra edilir:
Kaybolan birisini bulmak, hastayı iyileştirmek ya da bir ihtiyacı gidermesi için, salih kabul edilen insanların kabirlerine gidilir ve şu tip ifadeler kullanılır:
"Ey falan efendi! Eğer kaybolan şeylerim geri dönerse, falan hastam şifa bulursa, ya da ihtiyacım giderilirse, sana bu kadar şu ve bu....."
Böyle bir adak şu sebeplerden dolayı batıldır:
a. Bu mahluka yapılan bir adaktır. İbadetin mahluka yapılması caiz değildir.
b. Adakta bulunulan kişi ölü olduğu için, yapabileceği hiç bir şey yoktur.
c. Allah'tan başkasının hayata yaptırım gücü olduğu zannedilmektedir. Üstelikde ölü bir kişiden bu beklenmektedir. Bu kesinlikle caiz değildir.
d. Hz. Peygaber bu gibi davranışları uygun görmemiştir.
e. Allah'tan başkasına adak şirktir. Bunun için, bu tip adanan adakların yerine getirilmemesi gerekir.
İnsanların şu ya da bu sebeple kutsal olarak adlandırmadıkları (putların yanı, panayır yerleri vb. gibi) yerler dışında, adağı yerine getirmek üzere adakta bulunulabilir.[161]
Uğursuzluk (Tıyera=Uğursuzluk yorumu), duyulan ve görülen bazı şeylerin uğursuz sayılmasıdır. Meselâ niyet edilen yolculuk, evlenme, ticaret vb. şeylerden, sırf bundan dolayı vazgeçmektir.
Cahiliyye devri Arapları, kuşları ve geyikleli ürkütürler, hayvan sağ tarafa giderse, işlerine, güçlerine ve yollarına devam ederler; sol tarafa giderse, yapacakları şeyden vazgeçerler, teşe'ümde, yani uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Teşe'üm söz, fiil veya görülen bir şeyin kötüsü, sevilmeyeni manasına gelir.
Uğursuzluk inancının sebebi, samimiyetle Allah'a yönelmemek, tevekkül etmemek ve vehme kapılmaktır.
Uğursuzluk, bir nevi Allah hakkında sui zan beslemektir. Bu sebepten şirk sebepleri arasında yer alır. Hz. Peygamber de bunu kesinlikle yasaklamıştır.[162]
Uğursuzluğun zıddı "fe'l=bir şeyi hayra yorma"dır. İnsanın duyduğu bir söze, gördüğü bir şeye dayanarak, hayırlı bir şeyin olacağını sanmasıdır. Bu da Allah hakkında hüsnü zan beslemektir. Bir bakıma bu, insan fıtratında bulunan bu duygunun müspet yöne kanalize edilmesidir. Fe'l Hz. Peygamber tarafından da onaylanmıştır. Kendisine bu konuda sorulduğunda da "güzel sözdür." şeklinde cevap vermiştir.[163] Çünkü bu müspet düşünmedir. Ama bu hiç bir zaman, insanları hayale sevkeden bir tavır geliştirmeye yol açmamalıdır.
Uğursuzluk düşüncesinin ne gibi felâketlere yol açtığını daha iyi anlatmak için, bir hikâye nakletmek istiyoruz:
Vaktiyle padişahın birisi, avanesiyle birlikte sabah erkenden ava çıkar. Şu tepe. bu dere, o bucak, gezmedik iz sürmedik yer bırakmazlar. Fakat hiç bir av yapamazlar. Şimdiye kadar, başlarına böyle hiç bir şeyin gelmediğini düşünerek sebebini araştırmaya koyulurlar.
Derken içlerinden birisi sebebini bulduğunu söyler ve söze başlar: "Hani sabah erken yola çıktığımızda, önümüzden yaşlı bir kişi geçmişti !.. Başımıza ne geldiyse bu ihtiyardan geldi!..."
Bu fikre hepsi inanır. Tabiî ki padişah da.... Ve hemen karar verilir: "O ihtiyar bulunacak, derhal kellesi uçurulacak..."
Hemen apar topar yola koyulurlar, ihtiyarı bulup huzura çıkarırlar: Ve padişahla aralarında şöyle bir konuşma geçer: Padişah:
“Bak ihtiyar! Sabahın köründe önümüzden geçtin, senin yüzünden hiç bir av yapamadık. Uğursuz geldin bize... Cezanı da biliyorsun!.. Kellen gidecek...” İhtiyar:
“Yüce padişahımız!.. Belki siz haklısınız... Çünkü bir sürü kişi, kim bilir ne ümitlerle dereleri tepeleri aştınız!.. Av yapamayınca da şaştınız!... Sonunda kendi nasipsizliğinizi, "uğursuzluk" olarak yorumlattılar size. Yakınlarınız, sırf yanınızda itibar kazanmak için, ben garibi hedef gösterdiler size!..
Şimdi sorarım sîze Ulu Padişahımız: Ben sizin önünüze çıktım, avdan oldunuz!... Siz benim önüme çıktınız, candan oluyorum!... Söyleyin Allah aşkına, insafını bu?..”
Bu savunma karşısında padişah ikna olur, ihtiyarı ihsanlara boğar.[164]
Bu da şirke götüren yollardan birisidir. Araplar, özellikle çocuklara boncuk ve muska takarlar, bu yolla cinlerden ve nazardan koruncaklarını sanırlardı.
Halk arasında nazardan korunmak için, nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar takma, kurşun dökme ve tütsü yapma gibi yollara başvurulur. Bu gibi batıl yolları Hz.Peygamber yasaklamıştır.[165]
Bunun tıbbî hiç bir yararı yoktur. Aynı zamanda Allah'tan başkasından zararın defedilmesini isteme de söz konusudur. Halbuki Kur'an'da bu konuda önemli bir ikaz vardır:
"Allah sana bir sıkıntı verirse, O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse, başkası onu engelleyemez. O, her şeye gücü yetendir."[166]
Muska takılması da aynı şekilde caiz görülmemiştir. İçinde Kur'an âyetleri yazılı olsa da bu değişmez. Çünkü insanda alışma özelliği vardır. Zamanla bu, diğer şeylerin takılmasına da yol açar. Yeri gelmişken Merhum Akif'in şu mısralarını hatırlamamak elde değil:
"Ya açar bakarız Nazm-ı Celîl'in yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin.
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için."[167]
Üfürükçülük, cahiliyye Araplarınin kendilerini afetlerden koruduğu inancıyla, cinlerden yardım dileyerek söyledikleri bazı yabancı ve anlamsız ifadelerdir.[168]
Şirk unsuru taşımayan okuyup üflemede bir sakınca yoktur. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, birisi hastalandığında ona sağ eli ile mesh eder, sonra da şu duayı yapardı:
"Ey insanların Rabbı! Rahatsızlığı gider, şifa ver. Şifa veren sensin! Senin şifandan başka şifa yoktur. Hastalık bırakmayan şifa ver!"[169]
Yine Hz. Peygamber'e "rukye"[170] meselesi sorulunca,
"Sizden her kim din kardeşine fayda verebilirse, bunu yapsın." diye müsade etmiştir.[171]
Sihir, kelime manası itibariyle, sebebi gizli olan ince şey, hile yapmak, aldatmak, göz boyamak, oyalamak, bozmak, gönlünü çelmek, gıda vermek manalarına gelir. Gecenin sonu ile şafak arasındaki ince çizgiye de, aynı kökten türetilmiş "seher" ismi verilmiştir.
Sihrin ortaya konuluşu, insanlık tarihi kadar eskidir. Bununla birlikte, Babil'de yaşayan Süryanîler ve Keldânîler, bu konuda meşhur olmuşlardır.Yine Hindistan'da, Mısır'da ve Yahudiler arasında, değişik zamanlarda yapıldığı bilinmektedir. Bilhassa bu konuda Hintliler meşhur olan kitablar yazmışlardır. İbn Haldun'un dediğine göre, Müslümanlar arasında, Cabir b. Hayyan meşhurdur.[172]
Kur'an, üfürükçülük ve sihir yapanları, "düğümlere üfleyenler" olarak tanıtır ve şerlerinden Allah'a sığınılmasını tavsiye eder.[173]
Düğümlere üfleyenler, sihir ya da büyü yapan kimselerdir. Bunlar insanların duyu ve sinir sistemlerini etkileyerek yanıltırlar ve büyülerler. Bunun gerçekleştirmek için, büyülerinde iplik veya mendil gibi bir şeye düğümler atarak üzerine üflerler.
Sihirler neye yapılmış olursa olsun, o nesnenin aslında veya şeklinde bir değişiklik yapamaz. Meydana gelen şey, sadece sihirbazın duyguları tesir altına alarak o nesneyi istediği şekilde gösterebilmesinden ibarettir.[174]
"Tâhâ" sûresinde, Hz. Musa ile Firavn'un sihirbazları arasında geçen sihir hadisesi anlatılırken de sihirin bu manada kullanıldığını görmekteyiz.
Söz konusu olayı Kur'an şöyle nakleder:
Dediler ki: Ey Musa! Ya sen at veya atan biz olalım.
Hayır, siz atın, dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Musa, birden içinde bir korku duydu.
"Korkma! dedik, üstün gelecek olan kesinlikle sensin."
"Sağ elindekini at da, onların yaptıklanı yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflah olmaz."
(Hz. Musa, vahye uyarak elindeki asayı yere atar, bir mucize ifadesi olarak ejderha halini alan asa, gerçekten, Firavn’ın sihirbazlarının büyülü iplerini ve sopalarını yutu verir.)
Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapanırlar, Harun'un ve Musa'nın Rabbina imân ettik" derler.[175]
Görüldüğü gibi sihirde, hakkı batıl, batılı hak, hakikati hayal, hayali hakikat diye gösterme vardır. Şüphesiz bu görülmenin, kendi içersinde tutarlı bir açıklaması vardır. Ne var ki bu sebepler, herkesin kolayca bilebileceği sebepler olmayabilir. Nitekim Hz. Musa da ilk önce, bu sebepleri bilemediğinden dolayı, sihrin etkisi altında kalmıştır.
Nakledildiği gibi, sihirbazların ne deynekleri ne de ipleri gerçek yılan olabilmiştir. Bütün mesele, seyircilere "yılan" gibi gözükmesinden ibarettir. Bu ister istemez, bir korku ve heyacana sebep olacaktır. Sonra Allah'ın yardımı yetişerek, onların bu aldatmalarını boşa çıkarmıştır.
Sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir hakikat de, insanları saptırmak ve etki altına almak için kullanılırsa, bir anlamda sihir sayılır. Çünkü sebep herkes tarafından bilinmediğinden, olay bir harika olarak algılanabilir. :
Şunu da açıkça belirtmek gerekir ki, yaratılışta sebebi bilimsel olarak açıklanamayan, alışılmış veya alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip buluşlar ortaya koymak, mutlak manada sihir sayılmaz. Fakat insanları aldatmak için, bunlardan istifade etmeye kalkışıldığı ve bu suretle duygu ve düşüncelere etki edip dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman, bunlar da sihir özelliği kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak sihrin temelidir.
Sihirbazlar ilimlerden, edebiyattan, felsefeden, teknolojiden, hatta tabiattaki garip ve olağanüstü yaratılışlardan sû-i istimaller ve istismarlar yaparak yararlanmasını bilirler. Bu suretle, gerçekleri gizlemek için yazılmış nice felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı saçma sapan eserler vardır. "İlmi ehil omayan kimselere öğreten, domuza inci altın ve cevher takmış gibidir.!.", "Cahillere hikmetten bahsetmeyiniz!" gibi uyarılar, bu gibi kişilerin ilimleri, istismarından, insanları korumak için söylenmiştir.[176] Selef imamlarının çoğu, büyü yapanın kafir, büyünün de küfür olduğu görüşündedir. Malik, Ebu Hanife, Ahmed bu görüşte olanlardandır.[177] Çünkü Kur'an insanlara, her konuda Allah'a sığınmayı öğretmektedir. Bu sebepten dolayı da, bunun aksine olan her türlü düşünce ve fiili yasaklamıştır. Bununla beraber, övgüye değer şeyler ve gerçekler için de "sihir" kelimesi kullanılır. Meselâ "Gerçekten bazı güzel sözlerde sihir vardır.[178] sözü bu anlamda söylenmiştir.[179]
Haksızlığa vesile olmadıkça, "sihirli sözler"in bir sakıncası yoktur. Bilakis, hak ve hakikatin kavratılmasında, böyle sözlere ihtiyaç bile vardır.[180]
Sihirin (büyü) bir çeşidi de müneccimliktir. Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olayları yıldızlara bakarak haber vermektir.
Hz. Peygamber'in konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır:
"Bir kısım insanlar Allah'ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da, 'Bize şu şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı.’ diyor. Böyle demeleri sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur. "[181]
Yine bir Hadis'de de benzer bir açıklamaya şahit olmaktayız:
"Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, büyü ile haber vermiş olur."[182]
Bu hadisler, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini, gözlem ve araçlarla inceleyen astronomi ilmi (İlm-i felek) hakkında değildir. Bu ilim, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Kur'an zaten, baştan sona insanları, gözleme, düşünmeye, araştırmaya ve kâinatın sırlarını keşfetmeye da'vet etmektedir.
Ancak ilimleri, gayıbları biliyormuş gibi yorumlamak, kesinlikle şirke götürür. Çünkü gaybi bilen sadece Allah'tır.
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."[183]
Cifr, kelime manası olarak, "sütten kesilmiş oğlak demektir. Ve bu bilgiler, başlangıçta bir oğlak derisi üzerine yazılı olduğu için, ıstılah olarak bu ilme "ilm-i cifr" denilmiştir.
Cifr, gelecekte olacak olaylardan haber verdiği iddia edilen ilmin adıdır. Bununla meşgul olanlara cifrî ya da ceffâr denir.
Cifr, harflere verilen sayı değerleri ile, geleceğe ya da geçmişteki olaylara tarih düşürme, yahut isme dair işaretler çıkarma ilmidir.
Cifr ile ilgili bilgileri ilk defa bir araya getiren kişinin, (Şia'nın bir kolu olan) Zeydiyye'nin ileri gelenlerinden Harun b. Said olduğu iddia edilmektedir. Onun Ehl-i Beyt'in ileri gelenlerinden Cafer-i Sadık hakkındaki rivayetleri toplayan bir kitabı vardır. Bu kitabta, Ehl-i Beyt'in başına gelecekler yazılıdır. Yine Cafer-i Sadık'ın bu ilmi keramet ve keşf yoluyla aldığı da söylenir. Bu kitab için şu açıklamalar da yapılmaktadır: "O, deriden bir kaptır. Onda peygamberlerin ve İsrailoğlulları âlimlerinin bilgisi vardır." Bahsedilen bu kitabtaki harfler, rumuz gibi kullanılarak, bunlardan ahkâm çıkarma ilmi doğmuş, ve bu şekilde "ilmu'l-cefr" tabiri, "ilmu'l-huruf" manasına kullanılmaya başlanmıştır.
İslâm'a giren yahudilerin, sırf İslâm'ı bozmak için uydurdukları bir ilim olduğu da ileri sürülmektedir.[184]
Cifr'i Hz. Ali'ye dayandıranlar da vardır. İmâmiyye, Ehl-i Beyt'in kazanılmış ilimler yanında, Hz. Peygamber'den intikal eden Allah vergisi ilimlere de vakıf olduğuna inanır. Onlara göre Hz. Peygamber bu ilmi Hz. Ali'ye vermiş, o'ndan Hüseyin'e, O'ndan oğlu Zeynel-âbidîn'e, O'ndan Muhammed Bakır'a, O'ndan da Cafer-i Sadık'a geçmiştir.
Yine Muhiddin-i Arabi'nin, cifr'le ilgili olarak, içi rumuzlarla dolu "Şecere-i Numaniyye" isimli bir eserinden bahsedilmektedir.[185]
Cifr hesabında sayılara değerler atfedilir. Buna "Ebced hesabı" denir. Diğer bir adı da "Hesab-ı cümel" dir. Bu hesabın temel kelimeleri, "Ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa'fes, karaşet, sehaz ve dazığîlen"dir.
Bunların ilk altısı asıldır, son ikisi ise, bunlara kafiye olarak sonradan ilave edilmiştir.
Rivayete göre ilk altı kelime, Hz. Şuayb kevminden olup Medyen halkının şahlarıdır. "Kelemen" hepsinin reisi (şehinşâh)dır. Medyen ve Eyke halkının helak günü hepsi de yok olmuştur. Bunlara altı şeytan ya da haftanın altı günü diyenler de vardır.
Daha sonra bu kelimeler muska ve vefk (bir kimsenin arzu ve emeline uygun dualar, harfler yazılı muhtelif şekilde nüsha) gibi şeylerde kullanılmıştır. Mutasavvıf Yahudilerin bu harfleri tefsirlerinde kullandıkları bilinmektedir.
Arap harflerinin sayısı, bu kelimelerde bulunan harflerin sayısınca ortaya konmuştur.
"Ebced hesabı"nda ilk harfin değeri 1, ikinci harfin değeri 2.... şeklinde onuncuya kadar harflerin değeri birer birer artırılır. Onuncu harften itibaren sırasıyla onar onar artar. Yüz değerini taşıyan harften itibaren de sırasıyla yüzer yüzer artırılır. Böylece son harf "bin" değerindedir.[186]
Bunu matematik hesaba dökecek olursak karşımıza şu tablo çıkar:
Konuyu bir de misâlle açıklayalım:
Osmanlılar tarafından İstanbul'un fethine tarih olarak söylenilen "Beldetün-tayyibe= "nin hesabı şöyle çıkar:
2+30+4+400+9+10+2+400=857
Cifr İlminine dayanan sıhhatli kaynaklar yoktur. Zaten buna ilim demek de biraz zordur. Çünkü ilim olsaydı, şimdiye kadar epeyce geliştirilir, insanlık bundan istifade ederdi.[187]
Kanaatimize göre cifr'in ortaya çıkış sebebi şunlar alabilir:
a. Taraf olduğu şahısları ve fikri yüceltmek isteyenlerin ortaya attıkları bir faraziye.
b. Bunalım dönemlerinde bazı kişilerin taraftar toplamak için başvurduğu esrarengiz açıklamalar.
c. Te'vilcilik. (Bu akım, din'in anlaşılmasını en çok çıkmaza sokan akımdır.)
d. İslâm'ı kabul eden İsrailoğularının, Kur'an ve Hadis'i yorumlarken, önceki kültürlerini işe karıştırmaları.
e. Bazı kişi ve grubların, toplumda üstünlük kurmak için halkı aldatmaları.
Allah hiç bir kimseye gayıptan haber verme gibi bir özellik vermemiştir. Gaybı bildiğini iddia edenler şirke girerler. Yalnız Allah peygamberlere ahiret, melekler ve cinlerle iligili bilgiler bahşetmiştir ki, bunlar vahiy ile sabittir. İnanılması da gerekir.
Kısaca belirtmek gerekirse, cifr ilminin İslâmî düşüncede yeri olamaz. Zaten bir çok âlimler de buna karşı çıkmıştır.[188]
Tevhid, Allah'ın kâinatta koyduğu kanunlar çerçevesinde sebeplere sarılmaya asla karşı çıkmaz; bilakis teşvik eder.
Elbette ki açlığı gidermek için yemek, susuzluğu gidermek için su, tedavi için ilaç, savunma için silah gereklidir.
İnsan hastalandığı zaman tabiî ki doktora gidecektir.
Bütün bunlar ve benzerleri İslâm'da meşrudur. Ne var ki, meydana gelen veya meydana geleceği sanılan tehlikeleri defetmek için, bir takım bilinmeyen ve gizli olan sebeplere sarılarak esrarengiz yollara başvurmak, asla meşru sayılmaz.
Madenî halkalar takmak, kollara ip bağlamak, bu türdendir.
Bir keresinde Hz. Peygamber, zayıflıktan kurtulmak için koluna demir takan Ashab'a bunu çıkarttırmıştır.
Yine Hz.Peygamber, sıtmayı önlediğine inanıldığı için koluna ip takan hastanın kolundan da ayni şekilde bunun çıkarılmasını istemiş ve arkasından şu âyeti okumuştur:
"Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.'[189]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamberden bunların üzerinde durmasının yegâne sebebi, şirkten ve şirke giden yollardan insanları uzaklaştırmaktır.[190]
Burada hatırımıza şöyle bir soru gelebilir. "Acaba, tecrübî ilim (deneysel ilim), bir takım araştırmalar yaparak, kola takılan bu maden ve iplerin fizikî faydasını ispat etse, yine yasak mı sayılır?"
Şüphesiz ki "Hayır!..." Çünkü bunun yasaklanma sebebi, bu gibi şeylere, bir takım bilinmeyen güçler atfedilerek sığınılmasıdır.[191]
Hz. Peygamber hiç bir zaman kendisini beşerî fıtratın dışında tutmamıştır. Ashab kendisini beğenip övmeye kalkıştığında ise, bunu kabullenmemiş ve şöyle bir uyarıda bulunmuştur;
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övdüğü gibi beni övmeyiniz. Ben Allah'ın kuluyum. Siz de Allah'ın kulu ve Elçisi deyin."[192]
Kur'an Hz.Peygamber'in kulluğunu, yüce bir makam olarak övmüş ve şu şekilde dile getirmiştir:
"Kuluna, içinde hiçbir eğrilik bulunmayan Kitab'ı indiren Allah'a hamdolsun."[193]
"Geceleyin kulunu (mescid-i Haram'dan Mescid,i Aksa'ya) yürütenin şanı yücedir."[194]
"Allah kuluna vahyedeceğini vahyeti.[195]
Yine Hz. Peygamber'den "Ben de sizin gibi bir beşerim..." demesi istenmiştir.[196]
Hz. Peygamber, kendisinin insan üstü telakki edilerek büyütülmesine kesinlikle karşı çkmıştır.[197]
Bütün bu gerçeklere rağmen, "...Bu nasıl peygamber ki, yemek yiyor, sokaklarda geziyor!.." diyorlardı.[198]
Eskiden beri, -bilhassa inanmayanların- peygamberlere yönelttikleri itirazlar, aşağı yukarı birbirine benzemektedir. Bu itirazların başında, peygamberlerin insan olmaları vardır. Halbuki Kur'an, bütün peygamberlerin yemek yediğini ve sokakta gezdiğini bildirmektedir.[199] Çünkü insanlara, ancak kendi içlerinden birisi rehberlik edebilirdi.
Bu ortak itirazın kaynağı, baştan sona gurur meselesidir. Kendi kabilelerinden ve soylarından bekledikleri bir peygamber, nasıl olur da başka soydan çıkar!.. Bu günkü tabirle bu, bir nevî rant çatışmasıdır.
Bazıları da O'nun "Ben de sîzin gibi bir insanım." demesini fırsat bilerek, "O bir beşerdir, kızgınlık ve sevinçli anlarında konuşur." diyerek, her zaman "hak" konuşmadığını, dolayısıyla duyulan her şeyin yazılmaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunu duyan Hz. Peygamber, (parmaklarıyla ağzını işaret ederek), sözlerini yazmak isteyen şahsa döner ve şu açıklamayı yapar:
"Yaz, vallahi ondan hak'tan başka bir şey çıkmaz!..."[200]
Bir beşer olarak O, hadiseler karşısında son derece tabiî davranmıştır. Bunun pek çok misâli vardır. Oğlu İbrahim'in ölümünde gözleri yaşarınca "Sen de mi!" dercesine sebebini sorarlar. Yani O'nun ağlamaması gerektiğini düşünürler. O zaman şöyle cevep verir: "Göz yaşarır, kalb üzülür..."[201]
Bilindiği gibi insan çok yönlü bir varlıktır. Korku, ümit, sevgi, nefret, acelecilik, kızgınlık, unutkanlık vb. pek çok motiflerle donatılmıştır. Yani insan bu özellikleri sebebiyle insandır. Dolayısıyla Hz. Peygamber de sevinmiş, üzülmüş, korkmuş, ümit etmiş ve kızmıştır. Bu gibi hallerini yorumlarken daima "beşer" sıfatını hatırlatmıştır. Zaten Kur'an da böyle demesini istemektedir. Meselâ bir keresinde, "Muhammed de bir beşerdir, beşer gibi o da kızar..” demiştir.[202] Başka bir ifadesinde de, "İnsanların kızdığı gibi ben de kızarım," ifadesini kullanmıştır.[203]
Hz. Peygamber, beşer sıfatına sahip birisi olarak, her şeyi bildiğini iddia etmemiştir. Hatta iki kişi, davalarını çözmesi için kendisine baş vurduklarında şöyle bir hatırlatmada bulunmuştur:
"Ben ancak bir insanım!.. Bana gerçekten davacılar geliyor. Belki bazıları, bazılarından daha beliğ olur (da meselesini iyi anlatır), ben de onu doğru zannederek lehine hüküm vermiş olabilirim. Her kime bir müslümanın hakkını geçirmişsem, bu ancak ateşten bir parçadır. Onu (isterse) alsın, ya da geri versin!.."[204]
Hz. Peygamberin "beşer " olmasıyla ilgili tavrını şu sözleriyle net bir şekilde açkladığını görmekteyiz:
"Ben de insanım. Allah'tan size söylediklerim gerçektir. Ama kendi nefsimden söylediklerim ise, (bilin ki) ben ancak bir beşerim, isabet de ettiririm, ettiremediğim de olur."[205]
İslâm'ın sakındırdığı ve yasakladığı temel hususlardan birisi de, salih insanlar hakkında aşırı gitmektir. Çünkü aşırılık, ümmetlerin helak sebeplerinden birisidir.
Ehl-i Kitab, Hz. İsa hakkında çok ileri gitmişlerdi. O'nu Allah'ın oğlu, üçün üçüncüsü yapmışlardı. Bazıları ise "Allah Meryem oğlu İsa'dır." diyorlardı. Bazıları da bilginleri ve din adamları hakkında aşırılığa gitmişler, Allah'ı bırakıp onları "rab" edinmişlerdi. Bundan dolayı Allah Ehl-i Kitab'ı şu şekilde uyarır:
"Ey Kitab Ehli! Dininizde aşırılığa kaçmayın! Allah hakkında sadece gerçeği söyleyin!.."[206]
“De ki: Ey Kitab Ehli! Dininizde haksız yere aşırılık etmeyin. Daha önceden sapan, bir çoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın."[207]
Tarihte ilk şirke düşen toplum, Hz. Nuh'un milletidir. Bunun sebebi, sâlih insanlara olan aşırı saygı ve sevgileridir.
Hz. Nuh toplumunun tanrıları Ved, Süva, Yağus ve Yeuk, aslında salih insanların isimleridir. Ne var ki, bunlar öldükten sonra, bu kişilere olan aşırı sevgilerinden dolayı, onların heykellerini yaparlar. Oturdukları bölgeye de onların isimlerini verirler. Zamanla onlara ibadet etmeye de başlarlar.
Bu durum bize açıkça göstermektedir ki, aşırı sevgi insanın gözünü kör, kulağını sağır etmektedir.[208] Onun için bu konuda itidalli olmak gerekir.
Bazı kişilerin sâlih kabul ettikleri insanların türbe ve kabirlerine gidip aşırı ta'zim göstermeleri, adakta bulunmaları, kurban kesmeleri, yanındaki ağaçlara bez bağlamaları, bazı işleri için yardım dilemeleri, oradan toprak ya da taş alıp buna kutsiyet atfetmeleri, onları şirke götürebilir.
Bu gibi kişilerin, hala dünyada tasarruf sahibi olduklarına inanılır olması, insanı şirke götürür. Çünkü yerin göğün tek hâkimi Allah'tır. Allah dışında bir kimseden bir şey istemek ise, büyük bir günah ve sapıklıktır.[209]
Kabirlere gösterilen aşırı ta'zimin yasaklanmasının sebebi, şirke götüren yolları kapamaktır. Çünkü Hz. Nuh'un toplumu, bu aşırılıkları yüzünden putperest olmuştur.
Tabiî ki bu bir arada olmaz. Her nesil saygıya bir şeyler ilave eder, bu da zamanla put haline gelir.
Şeytan insanı önce şirke sokmaya çalışır, bunu başaramazsa, bid'at ve hurafelere yöneltir. Bunun yaparken de son derece iyi niyetli gözükür.
Kabirlerin yaşayanlara tek faydası, insanlara ölümü ve âhireti hatırlatan yerlerler oluşudur. Bu yönüyle, büyük ölçüde terbiye edici vasıfları vardır. Bu sebepten kabirlerin aşırı masraflar yapılarak inşa edilmeleri, kubbe dikilmesi, ışıklandırılması, yüksekçe yapılması, üzerine yazılar yazılması, onun bu terbiye edici özelliğini ortadan kaldırmaktadır.
Hz. Peygamber bir zamanlar, şirke sebep olur endişesiyle kabir ziyaretini yasaklamıştı bile. Sonra insanlar bu konuda eğitildikten sonra şu açıklamayı yapmıştır:
"Sîze kabir ziyaretini yasaklamıştım. Şimdi ziyaret edebilirsiniz. Çünkü o size âhireti hatırlatır."[210]
Ahireti hatırlamak, gerçekten büyük bir eğitimdir. Bununla birlikte Hz. Peygamber, kendi kabri dahil, kabirlerin mescid ve bayram yerine çevrilmemesi hususunda, özellikle ikazda bulunmuştur. Söz konusu uyarılardan bir kaçını aşağıya alıyoruz:
"Bilin ki insanların en şerlileri, kabirleri mescid yapanlardır. "[211]
"Dikkat edin İnsanların en şerlileri, peygamberlerinin kabirlerini mescid yapanlardır."[212]
"Peygamberlerinin kabirlerini mescit yapanlara karşı Allah'ın gazabı şiddetlidir."[213]
"Allah Yahudi ve Hıristiyanlara, peygamberlerinin kabirlerini mescit yaptiklan için la'net etmiştir."[214]
Arapların büyük putları, ya Lat gibi kayadan, ya Uzza gibi ağaçtan, ya da Menat gibi taştandı. Onun için Hz. Peygamber, şu ya da bu sebeple, herhangi bir ağaç ya da taşın etrafında dolanmanın, uğur getirir niyetiyle dibinde durmanın, ilerde şirke götürür endişesiyle iyi bir harekat olmayacağını çeşitli vesilelerle hatırlatmıştır.
Bu konuda Vâkid El-Leysî şöyle bir olay anlatır:
Hz. Peygamber (Mekke'den) Huneyn'e giderken, müşriklerin bir ağacının yanından geçer. "Zât-ı Envât" denilen bu ağaca silahlarını asmakta idiler.
"Onlarınki gibi bize de bir 'zât-ı envât' yap, ey Allah'ın Rasûlü!" dedik. Bunun üzerine Hz.Peygamber şöyle cevap verdi:
"Sübhânellah !... Tıpkı İsrailoğulları gibi dediniz. Onlar Hz. Musa'ya, 'Onların ilâhları gibi bize bir ilâh yap.'[215] demişlerdi. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, sizden öncekilerin yolunu takip edeceksiniz.[216]
Görülüyor ki Hz. Peygamber'in tek endişesi, şu ya da bu vesileyle ümmeti şirke gitmesin!...
Peki Hz. Peygamber'in bu ikazlarına uyulmuş mudur? Bu soruya olumlu cevap vermek biraz güçtür. Müslümanlar, Hz. Peygamber'in korktuğu gibi, maalesef öncekilerin yolundan gitmişler, hayır ümid ederek, ağaçları ve taşları kudsîleştirmişlerdir. Müşriklerin putları sevmeleri gibi onları sevmeye ve korumaya çalışmışlardır. Maalesef bugün müslümanların pek çok "zât-ı envât"lan vardır.
İşin bir başka esef verici boyutu da, bu gibi konularda fetva isteyen halka, bazı âlimler tarafından, ne manaya geldiği pek de bilinmeyen "iyimserlik" adı altında, tavizkâr fetvaların verilişidir.
Biz de bu konularda pek çok gözlemlerde bulunduk. Bu gibi yerlere giden halka, "Buralardan neler bekliyorsunuz?" diye sorular yönelttik. Çoğu görünürde bunlara tapınmadıklarını; ama yine de bir şeyler beklediklerini ifade etttiler.
Bu ağaçların dallarına bağlanan bezler, kesilen kurbanlar, maksadları zaten açığa vurmaktadır.
Bir de bu gibi yerlere gelirken, büyük masraflar yapılmaktadır. Tabiîki bu durum bazı menfaatperestlerin işine gelmektedir. Yani işin, cahillik, saflık, ticarî vb. pek çok boyutları vardır. Seksenli yıllarda, bazı seyahat acentalarının, "Bu şeyh, şu ağaç, şu taş, şu yatır, şu şifa....." diye, organizeli ziyaretler düzenlendiğine şahit olmuşuzdur. Bu işten para kazananan bazı otobüs sürücüleriyle de görüşmelerimiz olmuştur. O kadar çok hurafe ezberlemişlerdi ki !.... Eee ! Ne yapsınlar? Ekmek kapısı işte !...
Bunları gördükten sonra, Marx'ın Batı toplumu için söylediklerine hak vermemek mümkün değildi... Neydi iddiası? "Din afyondur." diyordu. Batıda oluşturulan din için, bunun haklı tarafları elbetteki vardı. Yani orada din, gerçekten, zenginlerin sömürmesi, fakirlerin de ezilmesi için bir afyon görevi yapmaktaydı. Zaten Luther'in karşı çıkışı da bundan değil miydi? Yani sunulan din, Hıristiyanlık değil; bir bakıma Kilisecilik'di..
Hemen burada şu soruyu sormak gerekir: "İslâm'ı kim afyon haline getirdi?" Bunun cevabını burada vermemiz, çok fazla yer tutar. Ama kısaca cevap vermemiz gerekirse, "İslâm'ı kendi menfaatlerine uydurmaya çalışanlar..." diyebiliriz. Bu uydurma işi, her seviyede olabilir. İster âlim olsun, ister câhil, ister tüccar, ister siyasetçi... Hepsi birdir bu anlayışta. Çünkü insanların menfaat anlayışları değişikti. Kiminin ki para, kimininki alkış, kimininki itibar, kimininki iyimserlik....
Bir başka açıdan meseleye bakacak olursak, bazı kişiler, bu gibi yerlerin halkın birlik ve beraberliğini temin eden mekânlar olduğunu savunmaktadırlar. Hatta dindar oluşlarında buraların büyük etkisi olduğunu büyük bir cehaletle söylemektedirler. Bu olsa olsa, sıvı pislikle katı pislik temizlemek gibi bir şey olur.
Hem bu nasıl birlik ve beraberlik?
Uzak mekanlaradaki ağaçları ve taşları ziyarete giderken büyük harcamalarda bulunan insanlar, yakınlarındaki fakirleri görebiliyorlar mı?
Peki nasıl dindarlık?
Herkesin kafasına ve menfaatine göre anladığı, ölçüsüz ve mesnetsiz bir dindarlık !.. Kur'an ve Hadis'ten kaynaklanmayan bir anlayış?..
Hz. Ömer bazı kişilerin, Ashab'ın Hz. Peygamber'e biat ettiği (Kur'an'da da ismi geçen)[217] ağacın dibine gidip namaz kıldıklarını haber alır. Müslümanların fitneye düşeceği korkusuyla derhal ağacı kestirir.
Bir keresinde Hz. Ömer, bir grub insanla Mekke'ye gitmektedir. Yolda sabah namazını kılarlar. Sonra insanların etrafa dağıldıklarını görünce, merak eder ve nereye gittiklerini sorar. Sonra kendisine,
"Ey mü'minlerin Emiri !.. Şurada, Allah Rasûlü'nün namaz kıldığı bir mescid var. Orada namaz kılıyorlar." diye cevap verilir. Bunun üzerine Hz. Ömer şu ikazı yapar:
"Sizden öncekiler, bu tür şeylerden dolayı helak oldular. Peygamberlerinden kalan şeylere sahip çıkıyorlardı. Onları kilise ve havraya çevirdiler. Kim namaz vakti bu mescitlere kavuşursa, namazını kılsın. Namaz vakti girmemişse, yoluna devam etsin, namaz kılmak için beklemesin. "[218]
Hz. Peygamber müminleri şirke götüren sözlerden sakındırmıştır. Bu gibi sözlere bir kaç örnek verelim:
a. "Allah ve falan dilerse" , "Allah ve falanın adıyla", "Allah ve Muhammed dilerse" demek.
Bunun yerine şöyle demek gerekir: "Allah dilerse, sonra Muhammed dilerse", "Allah dilerse, sonra da falan dilerse"[219]
b. "Allah ve falan olmasaydı.", "Allah'a ve sana güveniyorum." demek. Bunun yerine şöyle demek gerekir: "Önce Allah'a, sonra sana güveniyorum."
Bilmeden ve sorumsuzca söylenen bu vb. sözlerin şu âyete ters düştüğü açıkça anlaşılmaktadır:
"O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın."[220]
c. "Allah'a, ey falanın hayatına ve hayatıma yemin olsun, onun köpekleri olmasaydı hırsızlar gelmişti.", "Şu falan olmasaydı." demek... Bütün bunlarda şirk kokusu vardır.[221]
d. Allah'ın isimleriyle ya da O'ndan başkasının lâyık olmadığı isimleri, insanlara ad olarak vermek. Meselâ mülklerin sahibi anlamına gelen "meliku'l-emlâk", bunlardandır. Çünkü mülkün Allah'tan başka sahibi yoktur. Bu ifade şu âyete ters düşer:
"Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir ! Siz de O'na döneceksiniz."[222]
e. İnsanın, Allah'tan başka bir mabudun adıyla isimlendirilmesi. "Abdulkabe, Abdunnebî, Abdulhuseyn, Abdulmesih" vb. isimler bunlardandır.
f. Darlık ve zorluk anlarında zamana sövmek. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle bir uyarıda bulunmuştur:
"Zamana sövmeyiniz, çünkü o Allah'tır."[223]
Bir başka Hadis'de de şöyle bir izah vardır:
"Allah şöyle buyurur: Adem oğlu zamana sövmekle bana eziyet eder. Çünkü zaman benim.Geceyi ve gündüzü ben düzenlerim."[224]
Kur'an'da tevessül yani vesile, "vasıta, Allah'ın yakınlığı ve rızasını kazanmaya yardım edecek her türlü aracın peşinde koşma" manalarına gelir.
İslâm düşünce tarihinde söz konusu edilen "tevessül"ün Kur'an'daki dayanağı şu âyetlerdir:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya yol (vesîle) arayın ve yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz."[225]
"Ey Rasûlüm, de ki: Allah'ı bırakıp da kendisinde bir şey olduğunu zannettiklerinizi çağırın. Onlar sizden harhangi bir sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi değiştiremezler de. Yakardıkları da, onların en yakınları da Rablerine vesîle (yakınlık yolu) arayıp dururlar. O'nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbının azabı korkunçtur. "[226]
Açıkça görülmektedir ki, kulu Allah'a yaklaştıran yolların (vesileler) en önemlilerinden birisi, zikredilen "cihad"dır. Bunun dışında sırf Allah rızası için yapılan her ibadet ve kaçınılan her yasak, insanı Allah'a yaklaştıran yollar, vesilelerdir. Şefaat da ancak bu yollardan geçilerek hak edilebilir.
Bu âyetlerde zikredilen tevessülün, "amel ile tevessül" manasına geldiği, en küçük bir yoruma kapı açmayacak şekilde açıktır. Bu gibi tevessülün hadislerde de örnekleri vardır. Hz. Peygamberin anlattığına göre, mağraya sığınan üç kişi, çıkış yerini kapatan kayanın kalkması için, en iyi amellerini vesîle kılarak Allah'a dua etmeye karar vermişlerdir. Bunlardan birincisi, ana-babasına itaati, ikincisi Allah korkusu ve iffeti, üçüncüsü de kul hakkına riayeti vesîle kılarak yalvarmıştır. Sonunda kaya açılmıştır.[227] Bu tip tevessül, bir bakıma, Allah'a ve peygambere îmân ve itaatle (salih amelle) yapılan tevessüldür. Konunun problem haline getirilişi ise, araya kul (insan) konularak Allah'tan bir şey istenip istenmeyeceği meselesidir. Bu konuda oldukça ihtilâflar ve sert tartışmalar ortaya çıkmıştır. Bilhassa, "Falan velî midir, değil midir? O'nunla tevessül edelim mi, etmeyelim mi?" sormaları, gerçekten üzücü boyutlara varmıştır.[228]
Genel olarak tevessül ile ilgili tartışma meseleleri şunlardır:
a. Allah'ın zâtı ve sıfatları ile tevessül.
Buna hadislerden bir kaç örnek verelim:
"Sen'in gazabından rızâna, cezandan affına sığınıyorum."
"Allah'ım! Kendisinden başka ilâh olmayan, bir ve tek olan, hiç kimseye ihtiyacı olmayan ve bütün ihtiyaçlar kendisiyle giderilen, doğmamış ve doğurmamış olan, dengi bulunmayan Sen'in vasıtanla senden istiyorum."
Bu gibi tevessül tevhid inancının gereğidir.
b. İmânla tevessül.
"Allah'ım! Sana ve Peygamberine olan îmânım ve sevgim için senden istiyorum." demek, güzel bir duadır. Buna Kur'an'dan bir misâl verelim. Allah takva sahipleri için cennetteki nimetleri bir bir sayar. Sonra da bu nimetlere kavuşacak olan kişileri şöyle tasvir eder:
"Ey Rabbımız! îmân ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru." diyenler. Yine bu nimete kavuşanlar, "Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah'tan bağış dileyenlerdir." [229]
c. Kulluk yaparak (taat göstererek) Allah'a tevessül.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol (vesile) arayın ve yolunda cîhad edin ki, kurtuluşa eresiniz."[230] âyeti buna misâldir. Yine yukarda bu konu ile ilgili hadisten bir örnek vermiştik.
Bu tip tevessül, tevhidle birlikte, zaten İslâm'ın özünü oluşturmaktadır.
d. Sâlih insanların duasıyla tevessül.
Mü’minlerin birbirlerine duaları, Nuh Peygamber zamanından beri devam edip gelmiştir.
"Rabbım! Beni, ana-babamı, îmân etmiş olarak evime girenleri, îmân eden erkekleri ve kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helakini artır."[231]
Bu tip tevessül, yani dua, yüzyüze, gıyabî, mertebesi yüksek olanlardan aşağı, aşağı mertebelerden yukarı olabilir. Yeter ki, iyiliğe ve güzelliğe delâlet etsin.
Nitekim Arş'ı taşıyan melekler sürekli şu duayı okurlar:
"Ey Rabbımız! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru."[232]
Zaman ve mekân değişse de, sonra gelenlerin önce gelenleri hayırla yadetmesi istenir:
"Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbımız! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmânlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, îmân edenlere karşı hiç bir kin bırakma! Rabbımız! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin! "[233]
İslâm ümmeti, her ezan ve namazda, sevgisinden dolayı dua eder.
e. Hz. Peygamber'in duasıyla tevessül.
Ashab, kuraklık ve kıtlık olduğu zaman, Hz. Peygamber vasıtasıyla tevessül ederlerdi. O da kollarını kaldırır Allah'tan rahmet isterdi ve arkasından yağmur gelirdi.
Ashab Hz. Peygamber'in vefatından sonra, amcası Abbas'la tevessül etmeye başladılar. Salih olan amca, utangaç bir vaziyette dua eder, arkasından da yağmur gelirdi.[234]
Buradaki tevessül, bizzat Hz. Peygamber'in kendisiyle değil; O'nun duasıyladır. Bu sebepten dolayı Hz.Ömer zamanında Ashab, Hz. Peygamberle değil; amcası Abbas'la tevessül etmiştir. Şayet Hz.Peygamber'in zâtıyla tevessül söz konusu olsaydı, bu şekilde yapılan tevessül, Hz. Abbas'la yapılan tevessülden daha üstün olurdu. Hz. Peygamber'le tevessülde bulunmayıp Abbas'la tevessüle başvurduklarına göre, anlaşılmaktadır ki, O'nun sağlığında yapılan şey, vefatıyla artık imkânsız hale gelmiştir.[235]
Hz. Peygamber'in şahsıyla tevessülün, caiz olduğunu ileri sürenlerin delili daha ziyade şu "A'ma Hadisi"dir.
A'ma bir şahıs Hz. Peygamber'e gelerek :
“Bana afiyet vermesi için Allah'a dua et,” der. Hz. Peygamber şöyle karşılık verir:
“İstersen dua edeyim. istersen sabret, senin için daha hayırlı olur.” A'ma:
“Duâ et! Yâ Rasûlallah,” deyince, Hz. Peygamber, adama, güzelce abdest alıp şöyle duâ etmesini emreder:
"Allahım! Senden istiyorum ve Rahmet Peygamberi olan Nebin Muhammed'le sana yöneliyorum. Ey Allah'ın elçisi, Ey Muhammed! Muhakkak ki ben, Rabbime, şu hacetimin yerine gelmesi için seninle yöneldim. Allahım, O'nu benim hakkımda şefaatçi kıl."[236]
Yukardaki hadis'i tahlil edecek olursak, şu tespitleri yapmak mümkündür:
Başta bu olayın münferid ve özel bir hâdise olduğunu kabul etmek gerekir. Yani Hz. Peygamber tek bir adama, hayattayken kendisiyle tevessül etmesini öğretmiştir. Eğer böyle olmasaydı, diğer a'ma (kör) şahıslar da aynı duayı yaparlardı.
Sonra bu bir duadır. Diğer taraftan bu kişi, Hz. Peygamber'den kendisine dua etmesini istemiş O da dua etmiştir. Açıkça anlaşılıyor ki, A'ma kişi, "Allah'ım! Sana O'nun dua ve şefaatiyle yönetiyorum." diyerek dua etmiştir.[237] Yani ortada "salih bir amel" vardır. O da hem Hz. Peygamber'in dua etmesi, hem de bu şahsın Allah'ın Rasûlü'ne itaat etmesidir.
Konunun bir başka boyutu da, başka şahısların Hz.Peygamberle kıyas yapılıp yapılmayacağı meselesidir.
Bir kere şunu iyi bilmek gerekir ki, Hz. Peygamberle başka şahıslar kıyaslanamaz. Allah'a da öncelikle, Kitab ve Sünnet'dekilerle yaklaşmak gerekir.
f. Ölülerle tevessül etmek.
Ölüler vasıtasıyla Allah'a dua etmek (tevessül), âlimlerin ittifakıyla reddedilmiştir. Hatta bunu şirk sayanlar vardır.
Allah, dua konusunda kullarına şu ikazı yapmaktadır:
"Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulurlar."[238]
"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz, ona şah damarından daha yakınız."[239]
Bu âyetler ışığında şöyle bir soru sormak gerekir:
Allah insanlara bu kadar yakın olup dualarına karşılık verdiği halde, insanları, (O'ndan isteme yerine) ölülerden istemeye sevkeden sebep nedir?
Günümüzde de bazı insanlar, gerçekten Allah'tan isteyecekleri ve sadece Allah'ın yerine getirebileceği hususları kabirlere arzetmektedirler. Bu konuda mizah derecesinde pek çok olaylara şahit olmak mümkündür. Biz bir tanesini örnek olsun diye aşağıya alıyoruz:
Hukemâdan birisi, meşhur birisinin mezarı başında oturmaktadır. O esnada bir adam çıka gelir. Zor doğum yapmakta olan karısı için, velî kabul edilen ölüden istekte bulunur, sonra da çekip gider...
Arkasından birisi daha gelir. O da imtihana giren oğluna yardım ister.
Bütün bunları ibretle seyreden hakîm (bilgin) kişi, dayanamayıp şu cevabı verir:
"Velî şimdi orada yok! Az önce, zor doğum yapan birisine ebelik yapmaya gitti!..."
g. "Allah isterse yaptıramaz mı" düşüncesi.
Allah isterse, her şeye kadirdir. Yaptıklarından kimseye hesab verecek de değildir. Çünkü mülkün sahibidir. Bununla birlikte Allah, kendisiyle sürdüreceğimiz ilişkileri de apaçık bir şekilde belirlemiştir. Bu sözleşmede bir yanıltma ve ölçüsüzlük yoktur. Hal böyle iken bazı kişiler, savaşı kazanılması için şehitleri yerinden kaldırır, ölülerin yardımlarını bekler.
Kur'an'ın bildirdiğine göre ölülerin dünyaya müdaheleleri söz konusu değildir.
Şehrin azgınları, "Şüphesiz ben, Rabbınıza inandım, beni dinleyin!" dediği için Habib Neccar'ı öldürürler. Öleceği sırada kendisine, "Gir cennete!" denilir. Bu esnada yine, o hak’tan uzaklaşmış insanları düşünen Habib Neccar, "Keşke kavmim, Rabbımın beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" der.[240]
Bu temenniden anlıyoruz ki Habib Neccar, ne öleceği sırada, ne de öldükten sonra dünya ile ilişki kurma gücüne sahip değildir. Bunu nerden anlıyoruz? Allah söylüyor.... Buna rağmen, "Allah isterse, yaptıramaz mı?" demek, kuru bir te'vil olur. Onun da zaten dinde yerini bulmak mümkün değildir. Hz. Peygamber'in şehîdlerle ilgili olarak yaptığı açıklama da konuya ışık tutmaktadır:
"Ölen hiç bir nefis yoktur ki, Allah indinde bir hayrı olsun da dünyaya dönmeyi ve dünya ile onun içinde bulunan bütün varlıkların kendisinin olmasını arzu etsin... Yalnız şehîd müstesna! çünkü o, şehîdliğin faziletini gördüğü için dönmeyi ve dünyada tekrar (cihad yaparken) öldürülmeyi temenni eder."[241]
Yani Allah'ın bir kanunu var: Ölüleri döndürmeyeceğini söylüyor. Bütün bu açık ifadelere rağmen hala, "Ölülere dünyada tasarrufta bulundurmak.", İslâm inancıyla bağdaşmaz. "Allah isterse yaptıramaz mı?" düşüncesi, olsa olsa, Şeytan'ın bazı kişileri Allah'la aldatması olur. Bu konuda da Kur'an'da şu uyarıları bulmaktayız:
"Ey insanlar! Rabbınıza karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcılar da sizi Allah ile aldatmasın. "[242]
"Ey insanlar! Hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır. Öyleyse sizi dünya hayatı aldatmasın. Ve aldatıcılar da sizi Allah'ın affına güvendirmek suretiyle aldatmasın. "[243]
"Münafıklar onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip beklediniz, (Allah'a ve İslâm'a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi. Ve o aldatıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu-"[244]
Aldatıcı (El-Garûr), Şeytan da olabilir insan da, bir insan grubu da... Hatta insanın kendi nefsi bile olabilir. Ya da başka bir şey...
Bu kapsamlı ve anlam yüklü kelimenin belirli bir şahıs veya nesneye delâlet etmeksizin genel anlamda kullanılmasının sebebi, farklı aldanma vesileleri bulunmasıdır. Bir şahsı doğru yoldan çıkartıp yanlış yola sevkeden belli vesileler ve vasıtalar, o şahsın özel durumuna uygun düşen aldatıcısı (El-Garûr) olacaktır.
"Bir kimseyi Allah hakkında aldatmak." deyimi de pek çok aldatma türlerini ihtiva eden bir deyimdir.
"Aldatıcı", şahısların özel konumuna göre şu tip aldatmalarda bulunabilir:
Bazılarına "Allah yok." fikrini telkin eder. Bazılarına da, "Allah âlemi yarattıktan sonra, elini onun kontrolünden, insanların yönetilmesinden çekti." fikriyle yanıltır.
Bir başkasını da, "Allah'ın bazı seçkin kulları vardır. Eğer onların yakınlığını kazanırsan, ne yapabilirseniz yapın, affınız garanti." fikriyle saptırır.
Bazılarına da şöyle der: "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Çekinmeden günah işlemeye devam edebilirsiniz. Nasıl olsa, her günahınız affedilecektir..”
Kimine de kaderci bir fikir telkin eder: "Yaptığın her şey önceden belirlenmiştir. Kötülük işlediğinde, onu sana işleten Allah'tır. İyilikten kaçındığında, seni ondan uzaklaştıran Allah'tır.[245]
İşte bunlar gibi, insanı Allah hakkında aldatan pek çok aldatma metodları vardır. Görülüyor ki, bu aldatılmalardaki temel sebep, insanın (günahlarına kendisi dışında sebepler arayarak) sorumluluktan kaçmasıdır.[246]
Kur'an, her şeyden önce tevhid'in gerekleri, fıtrata uygunluğu ve makul oluşu üzerinde durur, çeşitli açılardan misâller vererek ve düşündürerek aklı eğitir. Bununla birlikte, insan oğlunun "sahte tanrılar"a taptıkları gerçeğini de kabul eder. Fakat bunların, gerçekten ihtiyaçları karşılayabilecek bir tanrı mı, yoksa zihinde var kabul edilen bir faraziye mi olduğunu da, çeşitli açılardan gündeme getirir ve tahlil eder. Ama bunu yaparken, daha çok tevhid üzerinde durur.
Eğitimde bu yola "icâbı metod" denmektedir. Çünkü batılı tasvir, Kur'an'ın uygun görmediği bir husustur. Sadece tehlikesinden sakındıracak kadar konulara yer verilmektedir.[247] Yani Kur'an, önce doğruları, müspet olanları ve insan fıtratına uygun olan yolları göstermektedir. Daha sonra da, insanları uyarmak ve sapma kavşaklarını göstermek için ikazlarda bulunmaktadır.
Bu konuda Farabî'nin şu sözü, düşünülmeye değer niteliktedir:
"Önce doğruları bilmek gerekir. Doğrular bilinirse yanlışlar da bilinir. Ama önce yanlışlar bilinirse, doğrular asla öğrenilemez!.."
Kısaca Kur'an, "tevhid gerçeği"ni tanıttıktan sonra şunu demek istiyor:
"Allah'tan başka inandıklarınızda, gerçek tanrı özelliği bulmanız mümkün mü?.. Neye inandığınızı bilin, ona göre karar verin, körü körüne gitmeyin, "
Görüldüğü gibi Kur'an, insanlar yanlış yolu da tercih etseler, bir tutarlılık istemektedir.
İnsan oğlunun Allah dışında taptığı tanrıların özellikleri, Kur'an'da birer birer sayılmaktadır. Söz konusu özellikleri kısaca tanımamızda yarar vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:[248]
Herhangi bir şeyin isimlendirilmesi ya itibarîdir ya da gerçek değerin yansımasıdır.
Kur'an, batıl tanrılara inananları, tabiî ve tarihî bir gerçek olarak kabul eder. Ancak bunların tanrılarını tasvir ederken, belirli bir isimle anmaz. Çok kere bu tanrılar için, "tanrı edindikleri" , "ortak koştukları", "çağırdığınız", "taptıklarınız", "yalvardıklannız" gibi ifadeler kallanılmaktadır.
Bunun sebeplerini aşağıda sunulan âyetlerde açıkça görmekteyiz:
"Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç öyle yapmayan gibi olur mu?). Onlar Allah'a ortaklar koştular. De ki: 'Onlara ad verin (onlar necidir?). Yoksa siz Allah'a yer yüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş laf mı ediyorsunuz?' Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur."[249]
Bu âyette, "herkesin iyi ve kötü amellerini, en ince noktalarına kadar bilen Allah'a nasıl ortak koşulabildiği" konusu tahlil edilmektedir.
Başta bu ortak koşulanların "adlandırılması" meselesi var. Allah'ın yaratıkları olan nesnelere, nasıl tanrı adı verilebilir? Normal bir aklın bunu kabul etmesi oldukça zor görünmektedir. Kur'an bu gibi iddiaları ileri sürenlerden, gerçek bilgi ve delil istemektedir.
Müşriklerin bazı yaratıkları Allah'a akraba sayması, bir başkasını "duaları ve niyazları işitici, ihtiyaçları karşılayıcı ve yardım edici ya da belli bir bölgenin hâkimi" kabul etmesi, yine delilsiz ve mesnetsizdir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. Kendilerine "ilâhî sıfatlar" izafe edilen (melek, ruh, aziz, gök cisimleri v.b.) yaratıkların hiç birisi, ne ilâhlık iddiasında bulunmuşlar, ne de böyle bir şey taleb etmişlerdir. Buna rağmen, bu ilâh kabul edilen şeylerin niçin heykelleri dikilmekte, nîçin karşılarında âyinler icra edilmekte, niçin bunlar uğruna bir takım zorluklara katlanılmaktadır? Bunun pek çok sebepleri olduğu bir gerçektir. Fakat şu ikisi oldukça önemlidir:
a. Bunun temelinde bir menfaat hesabı olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü bu yolla, bazı çıkarcı kimseler, sıradan insanların üzerinde otorite kurabilmek, zorlukla kazandıkları malların bir kısmını uydurdukları tanrı adına ellerinden alıp sömürebilmek için bu ilâhları uydurmuşlardır. Yani bu gibi ilâhları savunur görünenler, aslında birer menfaatperest ve çığırtkandırlar.
b. Diğer taraftan bu ilâhlara inanır görünmek, bazı kişilere, şehvet ve hırsla yüklü bir hayatın kapılarını açmaktadır. Aynı zamanda hiç bir ahlâkî sorumluluk da yüklememektedir.[250]
Gözlemci ve araştırıcı bir ruhla bakıldığında, günümüz de de aynı gerçekleri görmek mümkündür.
"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir."[251]
Bilindiği gibi bazı Arap müşrikleri cinleri Allah'a ortak koşarak onlara taparlardı. Onların da Allah'ın yaratıkları olduğunu, mahlûk olan bir varlığın yaratıcı olmayacağını düşünemiyorlardı. Kur'an bu konudaki çelişkili düşünceleri ortaya koyarak, akılları eğitmektedir.
Ayrıca Yahudiler, Hz.Üzeyr'e "Allah'ın oğlu" diyorlardı. Aynı isimlendirmeyi, Hz. İsa'ya Hıristiyanlar yapmışlardı.[252] Nitekim bazı müşrikler de, meleklere dişilik vasfı isnad ederek "Allah'ın kızları" diyorlardı.
Kur'an bu konuda, insanın düşünme mantığının düzeltilmesi için, değişik şekillerde izahlar yapmakta ve oldukça canlı misâller vermektedir.
"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)' dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor; fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar."[253]
"(İnsanları) Allah yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular. De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşedir."[254]
"De ki: Allah'ın dışında çağırdığınız (taptığınız) şeylere tapmak bana yasak edildi. De ki: Ben sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidayete erenlerden olmam."[255]
"(Ey kâfirler!) Allah'ı bırakıp da taptıklarınız sizler gibi kullardır. (Onların "tanrılığı hakkındaki iddianızda) doğru iseniz, onlan çağırın da size cevap versinler! "[256]
"Allah'ın dışında taptıklarınızın, ne size yardıma güçleri yeter, ne de kendilerine yardım edebilirler."[257]
"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski halinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür."[258]
Müşrikler ne kadar tanrılarını maddî şekiller yaparak takdim ederse etsin, Kur'an bunlara, gerçek tanrı ve varlık gözüyle bakmaktadır.[259]
İnsan fıtrat itibariyle "güçlü" olandan yanadır. Çünkü başı dara düştüğünde, bir problemle karşılaştığında, hep sığınacak güçlü bir yer arar.
Kur'an, çeşitli vesilelerle, insanların "Allah'a ortak sandıkları",[260] varlıkların güçsüzlüğünü, zarar da fayda da veremeyeceğini ve bu konuda putperestliğin gülünç, komik ve basit halini, açıkça gözler önüne serer ve düşündürür...[261]
Konuyla ilgili olarak, Hz. İbrahim'le, içinde babasının da bulunduğu topluluk arasında geçen ünlü tartışmanın bir bölümünü aşağıya alıyoruz:
Hz. İbrahim: Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?
Topluluk : Biz babalarımızı "bunlara tapar kimseler" bulduk.
Hz. İbrahim: Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz.
Topluluk: Bize gerçeği mi getirdin, yoksa şaka mı ediyorsun?
Hz. İbrahim: Hayır... Sizin Rabbınız, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbıdır ve ben buna şahitlik edenlerdenim.
Hz. İbrahim: Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.[262]
Sonunda Hz. İbrahim putları paramparça eder.Yalnız onların büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bırakır..
Rivayete göre Hz. İbrahim, Rahiplerin ve ziyaretçilerin olmadığı bir sırada mabede girer, putları kırar, sonrada baltayı, sağlam bıraktığı büyük putun boynuna asar. Bir bayram şenliğine giden halk, dönüşte putların kırılmış olduğunu görür.
Topluluk: Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir.
Bazıları: Bunları diline dolayan bir genç duyduk. Kendisine "İbrahim" denilirmiş...
Topluluk : O'nu hemen insanların gözleri önüne getirin. Belki şahitlik ederler[263]
Topluluk: Ey İbrahim!. Bu işi tanrılarımıza sen mi yaptın?
Hz. İbrahim: Belki onu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorsa onlara sorun.
(Câhil olan halk, bir ara gerçeği kabul eder gibi bir tavır alarak kendi kendilerine, "Siz haksızsınız!" der. Sonra yine sorarar.)
Topluluk: Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun.
Hz. İbrahim: Öyleyse, Allah'ı bırakıp da, size hiç bir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?[264]
Görüldüğü gibi bu diyalogda, Allah'a ortak koşulan nesnelerin zayıflığı ve bunlardan medet uman insanların tutarsızlıkları, açık bir şekilde belirtilmektedir.[265]
Psikolojik bir gerçektir ki insan, tabî olduğu ve izinden gittiği şahsiyette, bir farklılık ve üstünlük arar. Yoksa, niçin boşu boşuna peşinden gitsin!... Yani bir bakıma bu putların,
"Kendisi muhtac-ı himmet bir dede.
Nerde kaldı gayriye himmet ede! "
İşte bu sebepten dolayı Kur'an, tapılan varlıkların, tapanlardan daha zayıf olduklarını zikrederek, insanın kendine gelmesi, aklını başına devşirmesi için pek çok hatırlatmalarda bulunur.
Kur'an, tapılan bu putların perişan ve güçsüz halini şu şekilde dile getirir:
a. Hiç bir şeyi yaratamazlar.
b. Ne başkasına ne de kendilerine yardımları olur.
c. Doğru yola çağrılınca uymazlar.
d. En azından bir kuldurlar.
e. Çağrılınca cevap veremezler.
f. Yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri, işitecek kulakları yoktur.[266]
g. Duyamaz, göremez, hiç bir fayda ve zarar veremezler.[267]
h. Bu putlar akledemez, bilemez ve rehber olamazlar. Söz söyleyemezler, kendilerine sunulan yiyeyekleri bile alıp yiyemezler. Kısaca "onlar ölüdürler, diri değildirler."
Yani hiç bir faydalı iş yapamazlar[268]
ı. Bir zamanlar babasına ve kavmine Hz.İbrahim şöyle bir soru sorar:
"Peki, (bu putlar) yalvardığınızda sizi işitiyorlar mı? Yahut da size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?"[269]
j. "Eğer onları (putları) çağırırsanız, sizin çağırmanızı işitemezler. Faraza işitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koşmanızı reddederler. (Bu gerçeği) sana, her şeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez."[270]
k. Kul Yapısıdırlar.
Hz. İbrahim bu konuya dikkat çekmek için kavmine şöyle bir soru yöneltir:
"Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yonttuklarınızı da Allah yaratmıştır."[271]
l. Yaratamazlar.
"(Rasûlüm!) De ki O (Allah'a) ortak koştuklarınız arasında, (birini yokken) ilk defa yaratacak, arkasından onu (ölümünden sonra hayata) yeniden döndürecek biri var mı? De ki: Allah ilk defa yaratıp (ölümden sonra) onu yeniden (hayata) döndürür. O halde nasıl saptırılırsınız!"[272]
"Ey insanlar! (Size) bir misâl verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvadıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!.."[273]
"Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır."[274]
m. Diriltemezler
Yaratma olayı gibi "diriltme" olayı da insanları çok meşgul eden meselelerden birisidir. Hatta bütün peygamberlere, bu diriltme olayı ile ilgili sorular sorulmuştur. Çünkü diriltme, insanlara, yaratmadan daha güç gelmektedir. Allah Kur'an'da diriltme konusu ile ilgili hem tarihî hem aktüel misâller vermektedir.
Öldükten sonra dirilmeyi inkar eden Übey b.Halef ile Hz. Peygamser arasında şöyle bir konuşma geçer:
Übey b. Halef: (Çürümüş bir kemik alıp elinde ufaladıktan sonra Hz. Peygamber’e dönerek)
“Allah'ın bu çürümüş kemikleri tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” Hz. Peygamber:
“Evet, seni diriltecek ve cehenneme sokacak.”
Bunun üzerine şu âyetler iner:
"İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.
Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor.
De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir..."[275]
Bu âyetlerde dikkatimizi çeken önemli bir nokta var. Allah bu yaratma konusunu kavratırken, bizzat mesele üzerine dikkat çekiyor. "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyen kişiye cevap olarak, önce, "Allah diriltecek." demiyor."İlk defa yaratan diriltecek." diyor. Çünkü, ilk defa yaratılmış olmayı hiç kimsenin inkar etmesi mümkün değildir.
Yine Kur'an'da, Allah'ı bırakıp da, bu güçsüz sahte tanrılardan medet bekleyenler şöyle uyarılır.
"(Kâfirler) O'nu (Allah'ı) bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler."[276]
n. Rızıklandıramazlar
Yaratıldığından bu yana insan oğlunun temel problemlerinden birisi de rızık meselesidir.
"Allah, (O yüce varlıktır) ki sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır, sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki sizin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var mı? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir."[277]
o. Duaya Karşılık Veremezler
İnsan zayıf yaratılmış bir varlıktır. Tek başına hayatın üstesinden gelemez. Ne kadar çok imkâna sahip olursa olsun, yine başkasının yardımına ve ilgisine muhtaçtır.
İnsanın öyle anları olur ki, hiç kimse onun imdadına yetişemez olur. Yetişse de bir yararı olmaz. İşte böyle anlarda insan, ilâhî yardıma, bir koruyucuya, dualarını işitecek ve kabul edecek bir varlığa, kısaca, diğer tüm desteklerden umut kesildiğinde, yönelebileceği sürekli bir dayanağa ihtiyacı vardır. Nitekim bu ihtiyaç, Allah'tan başka bütün nesnelerden ümit kesildiği zamanlarda açıkça ortaya çıkar. Bu, fıtratın bir kanunudur.
"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemilerde içindekileri tatlı bir rüzgârla götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelenedikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre, kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: 'Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız.' diye Allah'a yalvarırlar.[278]
Yalvarırlar yalvarmasınıa da,
"Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ederler..."[279]
İnsanın samimiyetle yönelebileceği, en mahrem sırlarını açabileceği, içini dökebileceği yegâne varlık, yine Allah'tır. Bu da insanı rahatlatır, hayata ümitle bakmasını sağlar ve bir güven verir.
Allah, kulunun dua etmesini ister. Bunu yapmazsa, kendisine değer vermeyeceğini bildirir.[280] Bununla birlikte:
"Onları (putları) çağırırsanız, çağrınızı işitemezler; işitmiş olsalar bile, size icabet edemezler..."[281]
p. Hükümrânlık yetkileri yoktur.
"Allah, hakla hükmeder. Ondan başka taptıkları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten ve görendir."[282]
r. Hidâyete ulaştırma güçleri yoktur.
Hidâyet, rehberlik, kılavuzluk yapmak, açıklamak ve bildirmek manalarına gelir.
Kur'an'da kasdedilen "hidâyet", "Hak'kın açıklanması" ve buna dayanan "Doğru Yol"a da'vettir. Bir bakıma Kur'an'ın ana fikri de budur. Bu açıdan bakıldığında "hidâyet", hakikat kılavuzluğu yapmak demektir.
Allah insanı yaratmış ve onu öğrenme, konuşma, anlama ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyetleriyle donatmıştır. Aynı zamanda seçme, istediğini yapma hürriyeti ve elde etme yetkisi vermiştir. Kısaca insana bir tür muhtariyet vermiş ve yer yüzünde kendi halifesi olarak ilân etmiştir.
Daha önce de arzettiğimiz gibi, Allah insanı yarattığında, kendisiyle ne tür bir ilişki içersinde olacağını da açıkça bildirmiştir. Yer yüzüne imtihan için gönderildiğini, dünya hayatının gayesinin, kıyamet (hüküm verme) günündeki imtihanda başarmak olduğunu; bunun yolunun ise, sadece kendisine kulluktan geçtiğini, hiçbir şüpheye ihtimal vermeyecek şekilde açıklamıştır.
Allah Kur'an'da, iyi ve kötü davranışların sonuçlarını açıklamaktadır. Daha önceki nesillere de aynı şekilde, peygamberler vasıtasıyla bunu yapmıştır. Yani "Hak yol "un özellikleri, kendilerine bildirilmeyen, açıklanmayan ve uygulamalı olarak gösterilmeyen hiç bir toplum yoktur.
Şu apaçık bir gerçektir ki, insanın ihtiyaçları sadece yiyecek, giyecek ve bu gibi maddî ihtiyaçlarla, ya da bunların kayıp ve felâketlerden korunmasıyla sınırlandırılamaz. İnsanın ihtiyaçlarından birisi, hatta en önemlisi, bütünüyle felaha götürecek bir hayat yolu edinmek ve bunun bilgisine ulaşmaktır.
İnsan hayatta felaha ulaşabilmek için başvurabileceği sahih bir biligiye, kendi maddî, zihnî ve ruhî güçlerini, yeteneklerini ve tabiî kaynaklarını devreye sokabileceği bir metoda sahip olmalıdır. Ayrıca farklı düzeylerdeki insanlarla ve bütün olarak kâinat nizamı karşısında, nasıl bir davranış içersinde bulunması gerektiğini de iyi bilmelidir.
İşte Kur'an bu noktada, müşriklere ve Hz. Peygamber'in sunduklarını reddedenlere şu soruyu sorar:
"De ki: Ortak koştuklarınızdan "Hakk"a iletecek olan var mı? De ki: 'Hakka Allah iletir.' Öyle ise, hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?"
Hakikaten bu sahte tanrıların, tanrıçaların, çeşitli sıfatlar altında medet beklenen diri ya da ölü insanların, "Hakk'ı gösterici" "Hakk'a götürücü" özellikleri var mı yok mu, bir düşünelim.
Halk onlara, ihtiyaçlarını karşılasın yahut bir takım doğaüstü yollarla onları felaketten korusun diye yönelir. Fakat bu sahte tanrıların, bu işin üstesinden gelecek gücü var mı? Yani "Hakk kılavuzluğu" yapabilir mi? Aslında bağlıları bile, bu sahte tanrıların bir hakikat göndermediğini, ahlâkî, sosyolojik, kültürel, ekonomik, politik ve hukukî bir şey öğretmediklerini gayet iyi bilirler.
Bu arada sormamız gereken bir husus daha var. Allah'tan başka düzenlemeler yapan, kural ve kanun koyanların durumu nedir?
Bu soruya cevap vermeden önce, şu soruları sormak gerekir:
Bunlar gerçekten "Hakikat kılavuzları" mı? İnsanları "Doğru Yol"a sokmaya güçleri yeter mi? En azından böyle bir gayeleri ve iddiaları var mı? İnsan hayatını doğru yöne yönlendirmek için gerekli olan küllî bilgiye sahipler mi?.. İçlerinede, bütün yönleriyle beşeri problemleri bilen ileri görüşlü ve geniş ufuklu biri var mı?... Zaaftan, önyargılardan, şahsî ve içtimâi etkilerden mutlak manada uzak olan ve hür davranan var mı? Her şeyden önce bu kişiler ve kurumlar hatadan masumlar mı?
Bu sorulara verilcek cevaplar, elbette ki "Hayır!.."
Cevap bu olunca, sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanın çeşitli boyutlardaki tüm ihtiyaçlarım karşılayabilecek tek güç, yalnızca Allah'tır. Zaten bu gibi sorular, böyle bir varlığın Allah'tan başkası olamayacağını da açıkça ortaya koyar.[283]
s. Gaybı bilemezler
Psikolojik bir gerçektir ki, insanoğlu taptığı varlığın "gayb"ı bilmesini istemektedir. Çünkü "gayb"ı bilmek, tek başına bir üstünlüktür. Aynı zamanda başkalarına üstünlük kurmanın yollarından birisidir. Tabiî ki insanın bu merakı, bir çok batıl ve hurafenin de kaynağını oluşturmaktadır Yine insanoğlunun bu zaafı, "gayb"ı bildiğini iddia eden bir çok insanların da ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bazı şahısların "gayb"ı bildiğinin iddia edilmesi, sadece bu şahıs için değil; bunu söyleyen ve propagandasını yapan kişi için de bir güç ve üstünlük oluşturmaktadır.
Kur'an, "gayb"ı bildiği iddia edilen sahte tanrıları şöyle tanıtır:
"Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.''[284]
Bu tavsif, onların "gayb"ı bilmeyeceklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Cahiliyye dönemi Arabları, tanrılarının "gayb"ı bildiğine inanırlardı. Yalnız onların bu bilgisine direkt yollarla değil, indirekt yolla ulaşmaya çalışırlardı. Meselâ Mekkeliler, Hübel putunun yanındaki okları çekerek, başvurdukları iş hakkında neler düşündüğünü anlamaya çalışırlardı.
Gaybı bilmek, Ulûhiyetin özelliklerindendir. Gayb, duyularla algılanamayan, insanın deney ve gözlemlerine konu olmayan şeylerdir.
"Gayb"ı bilmek, kâinatı hakikatini ve var edilişindeki muazzam kuvveti, varlık ötesi varlıklardaki kudret ve tasarrufları bilmektir. Bu ise sadece Allah'ın sıfatıdır.
ş. Dostluklarına güvenilmez
Dost kara günde belli olur. Dost dostun eğerlenmiş atıdır. Dost dostun ayıbını yüzüne söyler. Dost başa bakar, düşman ayağa. Dost zindan kapısında belli olur. Dost acı söyler. Akılsız dosttan akıllı düşman hayırlıdır...
Kur'an sahte tanrıları, hiç de güvenilir bir dost olmadıklarını çeşitli vesilelee dile getirir
"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider...."[285]
"... Rabbının (azab) emri geldiğinde, Allah'ı bırakıp da taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı, ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı."[286]
"Allah'tan başka kendilerine, yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır, onları bırakıp gittiler. Bu onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir:"[287]
Bu sahte tanrılar, sadece dünyada değil, âhirette de tapanları terkedeceklerdir:
"Sonra onlara: Allah'ı bırakıp da koştuğunuz ortaklar nerededir? denilecek. Onlar da: Bizden uzaklaştılar, zaten biz önceleri hiçbir şeye tapmıyorduk, diyecekler, îşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır."[288]
Görüldüğü gibi müşrikler, hesabı kitabı gördükten sonra, dünyada taptıkları nesneleri inkar etmektedirler. Ama ne yapsalar nafile.. Çünkü Allah karşılarına bu taptıklarını dikecektir. Hem de nasıl dikiş!.. Kendilerine tapanları savunma ve şefaat etme gücünden mahrum olarak... Hatta kendilerine bile hayırları olmayarak, rezîl bir şekilde...[289]
t. Şefaat güçlen yoktur
İnsan yaratılış itibariyle, birilerinin önlerine düşüp kendisine yardım etmesini ister. Hatta tercih ettiği dostlarında ve tabî olduğu insanlarda da, bir miktar bu özelliği arar. İster ki bunlar, darda kaldığı zaman kendisini teselli etsin ve kurtarsın. Bir bakıma bu düşünce, insanın, hem zayıf ve menfaatine düşkün olarak yaratılışından, hem de "güçlü olanı tercih etme duygusu"ndan kaynaklanmaktadır.
Yukardaki sebeplerden dolayı, insanın şefaat ümidi taşıması, kınanacak ve tenkit edilecek bir özellik değildir. Ama bilgisizlik, aşırı sevgi ve korkular, insanın bu ihtiyacını bazan yanlış adreslerde aramasına yol açmaktadır.
Nitekim müşrikler, bir çok sahte tanrılarını, sırf bu şefaat ümidinden dolayı tanrılaştırmıştır. Halbuki Allah çeşitli vesilelerle, kendisinden başka hiç bir kimsenin şefaatçi olamayacağı uyarısında bulunmaktadır.[290]
Bu tanrıların bir özelliği de, kendilerine tapanları yüz üstü bırakıp reddetmeleridir.[291]
Allah ise, bu sahte tanrılarda bulunmayan bütün sıfatlara sahiptir. Meselâ:
a. Her şeyi bilir.[292]
b. İşitir.[293]
c. Görür.[294]
d. Doğru yolu gösterir.[295]
e. Kanuşması (kelâmı) vardır.[296]
f. Emreder.[297]
g. Çağırır.[298]
h. Hayy ve Kayyûmdur.[299]
1. Her canlıya hayat veren ve öldürendir.[300]
j. Ölümsüz olup diridir.[301]
k. Merhametlidir.[302]
Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir husus vardır. Müşfiklerin tanrılarında bulunmayan her eksik vasfın Allah'a yakıştırılması elbetteki doğru değildir. Âyetlerdeki kıyaslamalar, bu sahte tanrıların noksanlıklarını, insanın ihtiyacını gideremeyeceklerini ve dolayısıyla tanrı olamayacaklarını ispat için yapılmıştır.[303]
Allah'ın varlığının ispatı konusunda gerek Batılı filozoflar ve gerekse İslâm âlimleri, çeşitli isimler altında, pek çok deliller ortaya koymuşlardır.
Delillerin bir kısmı sahte tanrıları red, bir kısmı da doğrudan doğruya tanrının varlığını ispat şeklinde ileri sürülmüştür. [304]
Bütün bu delilleri iki isim altında ele almanın mümkün olacağı kanaatindeyiz. Bunun için de önce, insanın bilgi elde etme yoluna bir göz atmamız gerekir.
Bilindiği gibi insan, doğduğunda hiç bir şey bilmez. Bilgilerinin hepsini, kendisine verilen duyu organları (kulak ve göz) ve kavrama gücü (akıl ve zekâ) sayesinde kazanır.[305]
Dolayısıyla insan, bilgi elde etme vasıtalarıyla donatılmış olarak doğar. Biz daha çok bu vasıta ve istidatların ortak özelliği üzerinde durmaya çalışacağız.
Bütün bu vasıtaların insanda meydana getirdiği iki temel yöneliş vardır. Bunlar, her olayı ve nesneyi insanın gözlemesi ve bir sebep (illet) aramasıdır.
Daha bebekken, bu özellikler belirgin bir şekilde görülür. Meselâ çocuk, doğumdan itibaren çevreyi dikkatlice gözler, karnı acıktığı zaman ağlamasının, doyurulmasına bir sebep teşkil edeceğini bilir. Nitekim "Ağlamayan çocuğa meme verilmez." sözü, bunun açık bir delilidir.
Yine çocuk, eline verilen bir oyuncağın her tarafını inceden inceye gözler, araştırır, bunun yapılışı ile ilgili hayretlerini bazan ses çıkararak, bazan da oyuncağı kurcalayarak ortaya koymaya çalışır. Hele de hareketli oyuncakları, bu gücün nereden geldiğini araştırmak için, incelemek ve kurcalamak bir yana, kırdığı bile olur.
Çocuk, kendisiyle çevresini ayırmaya başladığı andan itibaren, her şeyi gözler ve sorar. Bu arada kendi varlığı ile ilgili sorular da yöneltir. Bu soru "Nereden geldim?" manasına gelen bir sorudur. Yani "Görüyorum ki bir nesne olarak varım. Peki benim bu varlığımın sebebi nedir?" demek ister.
İnsanın gördüğü şeyler, ister bir gayeye yönelik olarak yapılsın, isterse mükemmel bir şekilde ortaya konsun, şu tasvir ve soruyu çağrıştırır: " Görüyorum ve farkediyorum ki bir nesne vardır. Öyleyse bunu kim yaptı ya da kim yarattı?...."
Bu farkedişler, tasvirler ve sorular, fıtrîdir. Ayni zamanda bu sorular, insanlık tarihinin sorularıdır. Diğer soruların hepsi, bu temel sorunun alt başlıklarıdır.
İşte bu sebepten dolayıdır ki Kur'an, Allah'ı kavratırken, baştan sona insanı gözleme davet eder ve sebeplilik (illiyet) duygusuna hitab eder.
İnsanda bulunan bu temel duygulardan (gözlemcilik ve sebeplilik) dolayı, küçük yaştan itibaren çocuklara, bu kabiliyetlerini geliştirme fırsatı verilmelidir. Başta her şeyi iyi gözletmek ve bunları bir sebeplilik içersinde öğretmek gerekir. Bu metodla yapılan öğretim, insanı tahlilî (analitik) düşünmeye götürecektir. Yalnız çocuklara, Allah'ı kavrayacak yaşa gelmeden önüne gelen her şeyi, "Allah yarattı." cümlesiyle izah etmeye kalkışmak, onları kaderci bir anlayışın kurbanı yapabilir. Başlangıçta konular, tabiî bir sebeplilik (sebep-sonuç ilişkisi) içersinde kavratılmalı, sonra Yaratıcı'yı kavrayacak yaşa geldiğinde, asıl sebebi, yani Yaratıcı'yı kavratma yoluna gidilmelidir. Öyle sanıyoruz ki bu yolla Allah'ın kavratılması, pedagojik açıdan daha yararlıdır.
Nitekim Kur'an'da bu metodun varlığını açıkça görmekteyiz. Bir çok âyette, önce dış yönüyle görülen (güneşin ışık, ağaçların meyve vermesi vb.) zahirî sebepler anlatılmakta, daha sonra da görülmesi ve bilinmesi istenen asıl sebep, yani Yaratıcı zikredilmektedir.
Şimdi de, aşağıdaki temel başlık altında, konuyla ilgili temel hususları, âyetlerden bazı örnekler vererek ortaya koymaya çalışacağız.[306]
Gözlem, nesneleri ve olayları tarafsız bir şekilde gözlemek, aralarındaki ilişkilerin kurulmasına yarayan ilk bilgileri elde etmeye çalışmaktır. Bir bakıma gözlem, bilimin kalkış noktasıdır.[307] Bu açıdan bakıldığında, ilim adamlarının ortak vasıflarının da "iyi gözlemcilik" olduğunu görürüz.
Kur'an insanı, kendi yaratılışından tutunuz da, geçmiş toplumların helâk oluşlarına, tabiat olaylarının meydana gelişlerine kadar, çok yönlü bir gözleme davet eder ve bu konuda doğru sorular sorulmasını ister.
Kur'an'da gözlenmesi düşünülmesi istenen temel hususlar şunlardır:
a. Varlıkların yaratılışı ve hikmeti.
b. Kâinatta bir düzenin varlığı.
c. Yaratılışta bir gayenin oluşu.[308]
Konuyla ilgili bir kaç misâli aşağıya alıyoruz:
"De ki: Yeryüzünde dolaşın da O'nun yaratmaya nasıl başladığını görün. Allah yeni bir ahiret hayatını da tekrar yaratacaktır. Elbette Allah her şeye kâdirdir."[309]
Bu âyet başta, yer yüzündeki yaratılışın iyi gözlenmesini istemektedir. Aynı zamanda, tekrar yaratılışın; yine ayni güç ve bilgi ile olacağını işaret etmektedir.
Görüldüğü gibi Kur'an, insanları, yaratıkları gözlemeye ve üzerinde düşünmeye davet etmektedir. Aynı zamanda bu konuda sorular yöneltmekte ve cevap istemektedir.
Bu sorularda da daha çok şu özellikler dikkatimizi çekmektedir:
a. İnsanın aciz olup kendisini, yeri ve göğü yaratamayacağı...
b. Yaratma konusunda alternatiflerin ve ihtimallerin ortaya konması.
c. Bu varlıkları kendilerinin yaratıp yaratamayacağı?
d. "Allah'ın yaratmış olup olamayacağı?" sorusu.
Yine Kur'an, insanın kafasını çalıştırması için şu sorulan yöneltir:
a. (Rasûlüm!) De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu "bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlıklar eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.[310]
b. Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç öyle yapmayan gibi olur mu?). Onlar Allah'a ortak koştular. De ki: "Onlara ad verin (onlar necidir?). Yoksa siz Allah'a yer yüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?.,.[311]
c. De ki: O'na (Allah'a) kattığınız ortaklarınızı bana gösterin. Hayır! Bilakis, yegâne galip ve her şeyi hikmetle idare eden ancak Allah'tır.[312]
Bütün bu soruların özü şu olabilir: "İnsan neyi ve hangi maddeyi Allah'a ortak koşarak, onu Allah kabul ederek ileri sürecektir?" Çünkü dünyada pek çok madde vardır. Bu maddelerin birisi mi diğerlerini yarattı? Bu sorularda dikkatimizi çeken bir başka özellik de şudur:
Kur'an, hem soruları soruyor, hem meseleleri bilmece şekline getiriyor, hem de doğru cevabını veriyor. Bu tip bir öğrenmede, öğrenilecek şeylere karşı ilgi oldukça artmaktadır.
İnsanların bu konuda doğru soru sormalarına engel olan hususlardan biri de, çevrenin, geleneklerin ve kültürlerin, insan üzerinde oluşturduğu bir baskıdır. İnsan bu baskılardan kurtulduğu takdirde, aklı ile hareket eder ve Yaratıcı'nın Allah olduğunu kavrar. Konuyla ilgili olarak Kur'an'ın verdiği bir kaç misâli aşağıya alıyoruz:
a. Ve O, yaşatan ve öldürendir. Gecenin ve gündüzün değişmesi O'nun eseridir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız.
Buna rağmen onlar, öncekilerin dedikleri gibi dediler. Dediler ki: Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi? (Rasûlüm!) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? "Allah'a aittir." diyecekler. Öyleyse siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! de. Yedi kat göklerin Rabbı, azametli arşın Rabbı kimdir? diye sor." (Banlar da) Allah'ındır." diyecekler. Şu halde siz Allah'tan korkmaz mısınız! de. Eğer biliyorsanız(söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyet ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor. "(Bunların hepsi) Allah'ındır." diyecekler. "Öyleyse nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz?" de.[313]
b. Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol verir, dilediğine de sıkar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
Andolsun ki onlara: "Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yer yüzünü canlandıran kimdir?" diye sorsan, mutlaka, "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu, (söyledikleri üzerinde) düşünmezler.[314]
c. Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, mutlaka "Allah" derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.[315]
Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah'tır." derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar.[316]
Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan; "Onları şüphesiz güçlü olan, her şeyi bilen Allah yarattı." derler.[317]
d. İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. Şimdi (ey kâfirler!) O'ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin! Hayır (gösteremezler!) Zalimler açık bir sapıklık içindedirler.
e. Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette "Allah" derler. O halde nasıl Allah'a kulluktan çeviriliyorlar?
Kur’an'da konuların bir gözlem ve sebeplilik çerçevesinde sunulmasının gayesi, insanın bu yolla gerçek bilgiye ulaşacak şekilde yaratılmasından dolayıdır. Tabiî ki bütün bu delillerin temel hedefi, insanın hür iradesinin kulluk yapmaya ikna edilmesidir. Gerçi Allah'ın yarattığı genel kanunların dışına çıkarak hareket etmek mümkün değildir. Fakat asıl mesele, bunun inanarak ve hür bir şekilde yapılmasıdır.[318]
Yapmış olduğumuz bu çalışmada, Kur'an'da tevhîd eğitiminin boyutunu araştırmaya çalıştık. Bu çalışmada bilhassa şu hususları yakînen gördük:
1. Tevhîd, Kur'an'ın temel konusudur. Onu anlamadan, insanı da, kâinatı da, hayatı da, ölümü de anlamak mümkün değildir. Eğer tevhîd iyi anlaşılmazsa, her şey koyu bir karanlık içinde kalır yollar çıkmaza girer.
2. Tevhîd, insanın hürriyete kavuşmasını hedef almaktadır. Çünkü onun zıddı olan şirk, insanın, kendi emrine ve hizmetine verilmiş olan yaratıklara köle olmasından başka bir şey değildir.
3. Tevhîd insanı, sadece Yaratan Rabbe ibadete yöneltmekte, aklı da hurafe ve vehimlerden kurtarmaktadır.
4. Tevhîd insanları, ilâhlık iddiasında bulunan insanların sultasından kurtarır, sadece yaratıcı güç karşısında isteyerek boyun eymesini, tevazu göstermesini ve nankörlük etmemesini ister. Onun için, şirki savunanlar, şu ya da bu adlar altında sunulan sahte tanrıların gölgesinde insanları sömürenler, başlangıçtan beri peygamberlerin bu tevhîd davetine, çeşitli metodlarla karşı çıkmışlardır.
5. Tevhid, hayatta amacı belli ve dengeli bir kişiliğin oluşmasına yardım etmektedir. Çünkü, razı edeceği tek bir yaratıcı güç vardır. Bu sebepten tevhide inanan kişi, kişilik çatışmalarına da girmez. Kalbini çeşitli tanrılar arasında taksim eden kişi, hiç bir zaman huzurlu da değildir- Onun için Hz. Yusuf şöyle bir soru sorar zindan arkadaşlarına:
"Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü sahte rabler mi iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı?"[319]
Bu konuda Allah, çekişip duran bir çok ortakların sahip olduğu adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misâl olarak verir. Sonra da, "Bu iki kişi eşit midir.?" diye sorar.[320]
Görülüyor ki inanan insan, tek efendisi olan, onun neden razı olduğunu ve neye kızdığını bilen köle gibidir. Müşrik ise, çok efendisi olan köle gibidir. Her biri bir başka yöne yöneltir. Onların çelişkileri arasında zorlanıp kalır.
6. Tevhîd insana güven verir. Rızık endişesi, ölüm, nefs, çoluk çocuk, cin, ölümden sonraki hayat gibi bir sürü korkuların etkisi altındadır insan. İşte tevhid sayesinde bu korkulandan kurtulur.
Muvahhid mü'min sadece Allah'tan korkar. Çünkü bu korku, diğer korkuları gideren bir korkudur. Ve bu korku hikmetin (söz ve fiilde isabetliliğin) başıdır. Bu sebepten inançlı insan her zaman bir sükûnet içinde olur. Bu konuda Kur'an Hz. İbrahim'le, müşrik olan kavminin konuşmasını bize hatırlatır:
O'nu batıl tanrı ve putlarıyla korkutmaya çalıştıklarında, onları hayrete düşürecek bir şekilde şöyle karşılık verir:
"Allah'a ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz, tki taraftan hangisine güvenmek daha gereklidir, bir bilseniz."[321]
Yine Kur'an, inanıp da imânlarına zulüm (şirk) karıştırmayanların güven içinde olduklarını bildirir.[322]
İnanan insanın emniyeti, kendi içinden gelmektedir. Çünkü hayatta yapmış olduğu her şeyin bir manası vardır. Her şey yerli yerindedir. Hatta zaruret dolayısıyla, bazı haramları irtikâb etmişse bile bir açıklaması vardır.
7. Tevhîd insanın hırslarını kontrol altına alarak iradesini eğitir. Böyle olunca hayata umut, güven ve tevekkülle bakar. Belalar karşısında sabreder, yaratıcının imtihanları karşısında birden sarsılmaz. Başına hangi sıkıntı gelirse gelsin, Allah'a sığınır, kalbini O'na yöneltir, O'ndan yardım bekler, O'na dayanır, zararın telafisinde, hayrın gelmesinde, O'ndan başkasından bir şey beklemez. O'ndan başkasına yüz suyu dökerek yardım dilemez. Çünkü:
"Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O'nun nimetini engelleyecek yoktur. O'nu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir."[323]
Hud peygamberi kavmi putlarla korkutmaya yeltendiğinde, şu karşılığı verir:
"... Ben Allah'ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. O'ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım.) Haydi hepiniz bana tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin.... Ben, benim de Rabbım, sizin de Rabbınız olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiç bir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş (tasarrufunu elinde bulundurmuş) olmasın. Şüphesiz Rabbım dosdoğru yoldadır."[324]
Bu âyetlerden anlıyoruz ki îmân insanda, güvenli bir nefis, kararlı bir azim, gevşemeyen ve boyun eymeyen bir şahsiyet, korku ve çekingenlik tanımayan bir ruh meydana getirmektedir. Çünkü inançlı insan, gücünü Allah' tan almaktadır. "Kim Allah'a tevekkül ederse, bilsin ki, Allah güçlüdür, hakimdir."[325]
8. Tevhid, insanî kardeşliğin ve barışın da temelini teşkil eder. Hayatta bazıları bazılarına rablık iddiasında bulunursa, asla kardeşlik ve eşitlikten bahsedilemez. Ama hepsi tek bir yaratıcının kulu olursa, işte bu düşünce, gerçek manada eşitliğin ve kardeşliğin temelini oluşturur.
İşte bunun içindir ki Allah Hz. Peygamber'den, yabanacı devlet adamlarına mektup kaleme alırken, özellikle şu noktayı vurgulamasını isterdi:
"... Ey Ehl-i Kitab! Sizinle bizim aramızda müşretek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın...."[326]
9. Kur'an, getirmiş olduğu tevhîd yoluyla, insanların kirlenmiş ve bozulmuş inançlarını da temizlemiş, yerine doğrusunu koymuştur. Âdeta tevhîd dışı düşünce ve inançları, virüs girmiş bilgisayar programların temizlenmesi gibi bir ameliyeye tabi tutmuştur. Bu sebepten Kur'an şirk virüslerine karşı insanları sık sık uyarmıştır. Çünkü şirk insanlık için bir zillettir, zulümdür, hurafelerin ve yersiz korkuların kaynağıdır.
10. Bu çalışma, psikolojik ve sosyolojik araştırmalarla desteklenseydi, şüphesiz daha da iyi olurdu. Bu konuda, çalışma yapacaklara bir temenni olarak bunu iletmek isteriz.
11. İslâm düşüncesi tarihine bakacak olursak, bu sahada pek çok eser kaleme alınmıştır. Şüphesiz bu zengin bir hazine görünümündedir. Fakat asrın idrakine İslâm'ı söyletmek istiyorsak, Kur'an'î ve Nebevi bilgiyi temel alarak, insanları inançsızlığa götüren sebepler, yeniden araştırılmalıdır.[327]
1- Kur'an-ı Kerim
2- El-Buharî, Ebu Abdillah Muhammed İbnu İsmâil (v.256 H.), Kahire, (1313 H.baskısından ofset (1-8)
3- Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccâc El-Kuşeyrî En-Neysaburî, (v. 261 H.), Sahihu Müslim, Tahkik: Muhammed Fuad Abdulbakî, Kahire, 1955, (1-3)
4- Ebû Davud, Süleyman İbnu'l-Eş'as Es-Sicistânî El-Ezdî, (v.275 H.), Sünenu Ebî Davud,Tahkik: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Çağrı Yay .İst 1981. (1-5)
5- Et-Tirmizî, Ebû İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v.279 H.), Sünenu't-Tirmizî, Çağrı Yay.İst.l981.(l-5)
6- En-Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb, (v.303 H.), Es-Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981, (1-2)
7- İbnu Mace, Ebu Abdillah Muhammed Abdullah İbnu Müslim İbni Kuteybe (v.276 H.), Çağrı Yay. İst. 1981, (1-2)
8- Darîmi Ebû Muhammed Abdullah İbnu Abdirrahman, (v. 255 H.), Sunenu'd-Darimî, Çağrı Yay. îst. 1981.
9- Malik İbnu Enes, (v. 241 H.) EI-Muvatta, Çağrı Yay. İst. 1981.
10- Ahmed İbnu Hanbel, (v.241 H.), Müsnedu Ahmed İbni Hanbel, Çağrı Yay. İst 1981. (1-6).
11- Atay, Hüseyin, İslâm'ın İnanç Esasları, A.Ü.Î.F. Yay. Ank. 1992.
12- Aydın, Mehmet S. Din Felsefesi, D.E.Ü. Yay. İzmir, 1989.
13- Dıhlevî, ŞahVeIiyyullah,Huccetullahi'l-Bâliğa, Terc Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İst, 1992, (1-2)
14- El-Cezâiri, Ebu Bekr Cabir, El-İlmu Ve’l-Ulemâ, El-Memleketu'1-Arabiyyetu's-Suudiyye, 1983.
15- Davutoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İst. 1978, (1-11).
16- El-Elbânî. Muhamnıed Nasıruddin, Silsiletu'l-Ehâdîsu's-Sahîha, Dimeşk, 1387 H.
17- Farukî, İsmail R.Tevhîd,Ter: Dilaver Yardım, İnsan Yay.İst.1987.
18- El-Gazâlî. Muhammed, Düstûru'l-Vahde Es-Sekâfiyye Beyne'l-Müslimîn, Kuveyt, 1983.
19- El-Hatîb, Muhammed Accac, Es-Sünnetu Kable't-Tedvîn, 2. Baskı, Kahire, 1971.
20- Hıras, Muhammed Halil, Da'vetu't-Tevhîd, 1.Baskı, Kahire, 1987.
21- İbn. Manzur, Lisânu'1-Arab.
22- İbn.Teymiye, İbn.Teymiye Külliyatı, Ter: Heyet, TevhidYay. İst.1986.
23- İbn.Teymiye, Sırat-ı Mıstakîm, Ter. Salih Uçan, Pınar Yay. İst. 1990.
24- Îzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, Ter: S. Ateş, Kevser Yay. Ank.ts.
25- Karaman. Hayreddin, Günlük Hayatımızda Helaller Haramlar, Nesil Yay. İst. 1979.
26- Mevdudi. Ebu'l-A'Iâ, Tefhimu'l-Kur'an, Ter: Heyet, İnsan Yay. İst.1986, (1-7)
27- Mevdudi. Ebu'l-A'Iâ, El-Mustalahutu'1-Erbea Fi'1-Kur'an, Arabça'ya terceme eden: Muhammed Kazım Sibak, ts.
28- El-Kardavî, Yusuf, Tevhidin Hakikati Ter: M. Özel, Özgün Yayıncılık, İst. 1994.
29- Kutub. Seyyid, Fî Zılâli'l-Kur'an, Beyrut, 1971(1-8)
30- Pakalın, M.Zeki, Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, M.E.B. Ist.ts. (1-2)
31- Salih. Subhi, Kur'an İlimleri, Ter: S. Şimşek, Konya, ts.
32- Sencer, Muzaffer, Toplum Bilimlerinde Yöntem, Beta Yay. İst.1989.
33- Şâmil İslâm Ansiklopedisi
34- Yazar, M.Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Kitabevi, İst. ts. (1-9)
35- Yıldırım, Suat, Kur'an'da Ulûhiyyet, Kayıhan Yay. İst. 1987. [328]
[1] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 5-6.
[2] Bu konuda geniş bilgi için bak: İsmail R.Farukî, Tevhid, Çev: Dilaver Yardım, İnsan Yay.İst.1987, s. 180-190.
[3] Mülk: 67/3-4.
[4] Mülk: 67/2.
[5] Bakara: 2/256.
[6] Neml: 27/59-60.
[7] Mü'minûn. 23/84-89.
[8] İsra: 17/46.
[9] Zümer: 39/45.
[10] Saffat: 37/35-37.
[11] Enam: 6/101; Enbiya: 21/4; Hucurat: 49/18
[12] Yunus: 10/61.
[13] Enam: 6/59.
[14] Enam: 6/61-62; Yunus: 10/28-32.
[15] İhlas: 112/1-4
[16] Yunus: 10/21-23
[17] Isra: 17/67
[18] Rum: 30/33
[19] Rum: 30/20-21
[20] Bakara: 2/22.
[21] Rum: 30/22-25.
[22] Enam: 6/95-98
[23] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 7-14.
[24] Yunus: 10/66.
[25] Hud: 11/109.
[26] Lokman: 31/21.
[27] Hac: 22/71.
[28] Zuhruf: 43/21-23.
[29] Zuhruf. 43/24.
[30] Rum: 30/40.
[31] Rad: 13/16.
[32] Tur: 52/35-43.
[33] Fatır: 35/10-11.
[34] Enam: 6/101-103. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 14-17.
[35] "Tağut" kelimesi, sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur'an bu kelimeyi, Allah'a isyan eden, Allah kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Allah'a isyanın üç derecesi vardır:
1. Eğer bir kimse Allah'ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O'nun emirlerinin aksini yaparsa, buna" fâsık" denir.
2. Bir kimse Allah ile irtibatını koparır ve başka birisine bağlanırsa, o zaman "kâfir" olur.
3. Eğer bir kimse Allah'a isyan eder ve O'nun kullarını kendisine boyun eymeye zorlarsa, o zaman "tağut"tur. Böyle bir kimse şeytan, rahip, dinî ve veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Kur'an. "tağut"a inanılmamasını ister. (Bakara: 2/256.) Bu sebepten bir kimse. "tağut"u reddetmedikçe, gerçek manada Allah'a inanmış sayılmaz. Bak: Mevdudi, age. c, 1, s, 174.
[36] Alak: 96/I.
[37] Hadid: 57/3.
[38] Bak: Seyyid Kutub. Fî Zılâli'l-Kur'an. Ter: Heyet. Hikmet Yay.c. 1. s. 34.
[39] "Rahman", rahmeti büyük manasınadır. Çünkü bir şeyin çokluğunu ve büyüklüğünü ifade etmede kullanılan mübalağa sigasıdır. Bu sîga sürekliliği gerektirmez. Nitekim, çok kızgın manasına gelen "gadbân" ve çok sarhoş manasına gelen "'sekrân" böyledir. "Rahim" kelimesi ise, rahmeti devamlı manasınadır. Çünkü süreklilik ifade eden sıfatlarda kullanılır. Netekim cömert manasına gelen "Kerîm" ile, nazik manasına gelen "Zarif" kelimeleri böyledir. Buna göre, rahmeti büyük, ihsanı devamlı demektir.
[40] Bak: Mevdudi, Tefhîmu'l-Kur'an. Ter: Heyet, İnsan Yay. c, 1, s, 34. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 19-21.
[41] "Şükür" Allah'ın verdiği nimetler karşısında "kul'un nankörlük etmemesidir. Yani bu nimetlerin Allah tarafından verildiğini bilip tereddüt etmeden. O'nun emirleri doğrultusunda sarfetmektir. Bir bakıma "şükür", verilen nimetin kendi cinsinden infakıdır. Kur'an'da "şükür"ün "îmân" karşılığı olarak da kullanıldığını görmekteyiz. (Zümer: 39/7) "Şâkir" kelimesi Allah için kullanıldığında, "Allah'ın kulun hizmetlerini kabul ettiği" anlamına gelir. Eğer kul için kullanılırsa, nimetlerin karşılığını vermesi şeklinde anlaşılmalıdır.Tabiî ki Allah kimsenin şükrüne muhtaç değildir. Şükre ihtiyacı olan kullardır.
[42] Bak: Mevdudi, age, c, 1, s, 34-35. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 21-22.
[43] Mevdudi, age. c. 1, s, 35.
[44] Zümer: 39/3.
[45] Elmalılı H.Yazır: Hak Dini Kur'an Dili. Eser Kitabevi, İst.c. 1, s, 63-64.
[46] Ali İmran: 3/64, 80; Tevbe: 9/3; Yusuf: 12/39.
[47] Toshihiko Izutsu: Kur'an'da Allah ve İnsan, Ter: Süleyman Ateş, Kevser Yay.Ank. s, 187.
[48] Bak: Suat Yıldırım, Kur'an'da UIûhiyyet.Kayıhan Yay. îst. 1987, s, 89-97.
[49] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 22-26.
[50] Allah'ın kâinat için koyduğu kanunlara "Tabiat kanunları" denilmektedir. Bazı ilim adamları, sosyal hayatı da bu kanunlar çerçevesinde inceleyip insan hayatını yorumlama yoluna gitmişlerdir. Halbuki Allah her iki kesim için ayrı kanunlar koymuştur. Kâinat için koyduğu kanunların "Tabiat kanunları" olduğu hususunda şüphe yoktur. Aslında sosyal hayat için konulan kanunlarda da şüphe olmaması gerekir. Çünkü o kanun da "Vahy" kanunudur. Ve Peygamberler tarafından insanlara sunulmuştur. Her ikisinde de "'Karşılık yasası" geçerlidir.
[51] Enam: 6/164; İsra: 17/15; Fatır: 35/18; Zümer: 39/7; Necm: 53/38.
[52] Zilzal: 99/7-8.
[53] Fatiha: 1/3.
[54] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:26-28.
[55] Abdulah Nasıh Ulvan, Et-Tekafulu’l-İctimai Fi’l-İslam, 5.Baskı, Daru’s-Selam, 1989,s, 36.
[56] Şuara: 26/22. Hz. Musa, Allah tarafından Firavn'u İslâm'a davet için gönderilmişti. Firavn Hz. Musa'yı âdeta alaya alır ve "Biz seni içimizde bir çocuk olarak büyütüp yetiştirmedik mi? Ömründen nice yıllar içimizde kalmadın mı?" diye soru yağmuruna, tutar .Gençlik yıllarında bir İsrailli ile Mısırlı'mn kavgası esnasında, Mısırlı'yı bir yumruk vurması neticesi öldürdüğünü de hatırlatarak, "Ve o yaptığını da yaptın, sen kafir (nankör)lerdensin." diye sıkıştırır. Hz.Musa, bunun bir hata olduğunu söyler. Buradaki temel soru şu; Firavn'un İsrail Oğullarını köle yapması, neden Hz. Musa'yı minnet altında bırakacaktı? Cevabı basit. Daha önce Firavn. İsrail Oğulları’na büyük zulüm yapmış, erkeklerini öldürmüş, kadınları sağ bırakmıştı. Bunun neticesinde Hz. Musa'nın annesi, bu korkunun tesiriyle, bir sepet içersine koyarak O'nu nehre bırakmıştı, İşte bu sebepten Hz. Musa, Firavn'un sarayında büyümüştü. Yani Hz. Musa'nın bu sarayda yetiştirilmesi, Firavn'un merhametini ve iyilik severliğini değil; bilakis zulmünü göstermektedir. (Bak:Şuara: 26/16-22.)
[57] Bakara: 2/21.
[58] Bak: İbn.Manzur. Lisanu'l-Arab, "abd" maddesi. Ayrıca bak: Mevdudi, El-Mustalahâtu'1-Erbaa Fi'l-Kur'an, Arabça'ya Ter: Muhammed Kazım Sibak. Dımeşk, s.95-100. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 28-32.
[59] Müminun. 23/45-47.
[60] Şuara: 26/22.
[61] Kur'an ıstılahında ubûdiyyet, Allah'ın yaptıklarına razı olmaktır. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 32-32.
[62] Bakara: 2/172.
[63] Maide: 5/60; Nahl: 16/36; Zümer: 39/17. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 32-33
[64] Yasin: 36/60.
[65] Saffat: 37/27.
[66] Saffat: 37/28.
[67] Saffat: 37/29.
[68] Saffat: 37/30.
[69] Tevbe: 9/31.
[70] Bak: Mevdudi, age. s, 103. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 33-35
[71] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 35-36.
[72] Fatiha: 1/4.
[73] Meryem: 19/48.
[74] Meryem: 19/49.
[75] Saffât: 37/29.
[76] Ahkaf: 46/6.
[77] Bu cümlede cin ile, cinlerden olan şeytanlar kasdedilmektedir. Cevap şu anlama gelir: "Görünürde bu insanlar, bizim ismimizi anarak, kendi hayallerine göre resim ve heykellerimizi yaparak bize kulluk etttiler. Fakat aslında bize değil, şeytanlara tapıyorlardı. Çünkü sadece şeytanlar onlara, Allah'tan başkalarını ihtiyaçlarını gören varlıklar olarak kabul etmelerini ve onlara ibadet etmelerini telkin ediyorlardı." (Bak: Mevdudi, Tefhim, c, 4, s, 476. İnsanlardan bazı kimselerin, cinlerden bazı kişilere sığındığı bir gerçektir. Bu durum cinlerin azgınlıklarını artırmaktaydı. (Bak: Cin: 72/6.)
[78] Sebe: 34/40-42. İlk çağlardan beri her dönemde müşrikler, melekleri tanrı ve tanrıça edinmişler ve onların putlarını yapıp tapmışlardır. Birisi yağmur tanrısı, birisi şimşek, diğeri rüzgâr tanrısı, bir diğeri zenginlik tanrıçası, biri bilgi, biri hayal, bir diğeri de ölüm tanrısı olarak kabul edilegelmiştir. Bu konuda Allah, kıyamet gününde meleklere şöyle sorulacağını söylemektedir: "Bu insanlar ilah olarak size mi tapıyorlardı?" Bu soru ile bu olayın doğru olup olmadığı değil, meleklerin bunu tasdik edip etmedikleri araştırılmaktadır. Yani: "Siz onların ibadetlerini tasvip ediyor muydunuz? Siz insanlara ilah olduğunuzu ve size tapmalarını mı söylüyorsunuz. Yoksa siz insanların size saygı ve intizam göstermelerini mi istiyordunuz?" Bu soru sadece meleklere değil, dünyada iken ilah olarak kendilerine tapılan herkese sorulacaktır. Furkan suresinde şöyle buyurulmaktadır: "O gün (Allah) onları ve Allah'tan başka ibadet ettiklerini toplayıp, " Şu kullarımı siz mi sapıttınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?" diyecektir. (Furkan: 25/17) Bak: Mevdudi, Tefhim, c,4, s, 475.
[79] Bak: Ahmet İbni Teymiye, İbni Teymiye Külliyatı. Ter: Heyet, Tevhid Yay. İst. 1986, c. 1, s, 247-250.
[80] Yunus: 10/18.
[81] Zümer: 39/3.
[82] Bakara: 2/186.
[83] Konuyla ilgili pratik bir misal vermek istiyoruz. Köpek bile, kendisine değnekle vurulduğunda, önce değneğe saldırır. Fakat kısa zaman sonra, değneğin kimin tarafından vurulduğunu, kendisine vuran ve acı verenin bu değneği tutan kişi olduğunu anlar.
[84] Konu ile ilgili bir Hadîs'i buraya alıyoruz: "Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanlar, depo ettikleri şeyleri, kıyamet gününde, başı dazlak bir yiğit olarak karşılarında göreceklerdir, O korkunç şey şakaklarından kavrayıp 'İşte ben senin depo ettiğin malınım.' diyecektir." Bak: Buhari, Zekat, 3; Tefsir, Sure, 3/14; Hîyel, 3; Neseî, Zekat. 6, 20; İbn. Mace. Zekat, 2; Muvatta, Zekat, 22; Ahmed b. Hanbel, c, 1, s, 377; c, 2, s, 98.137. 156, 355. 489; c 5, s, 2.
[85] Meryem: 19/81.
[86] İbn.Teymiyye, age, c, 1, s, 98-100.
[87] Casiye: 45/13.
[88] Araf: 7/194.
[89] Araf: 7/197.
[90] Enbiya: 21/26.
[91] Enbiya: 2/27.
[92] Enbiya: 21/28.
[93] Rahman: 55/5-6.
[94] İsra. 17/44.
[95] Rum: 30/26.
[96] Hud: 11/56.
[97] Meryem: 19/93.
[98] Meryem: 19/95.
[99] Ali İmran: 3/26.
[100] Nahl: 16/36.
[101] Zümer: 39/17.
[102] Yasin: 36/60-61.
[103] Tevbe: 9/31.
[104] Ta Ha: 20/14.
[105] Enam: 6/102.
[106] Yunus: 10/104.
[107] Yusuf: 12/40.
[108] Hud: 11/123
[109] Meryem: 19/64-65.
[110] Kehf: 18/110.
[111] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 36-47.
[112] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 48.
[113] Bıı konuda geniş bilgi için bak: Şah Veliyyullah Dihlevî, Huccatullahi'l-Bâliğa, Ter: Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İst. 1994. c. 1, s, 217-220; İbni Teymiyye, Sırat-ı Müstakim, Ter: Salih Uçan, Pınar Yay. İst. l990.s, 9-15. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 48-49.
[114] Araf: 7/195.
[115] Fatiha: 1/6-7.
[116] Ahmed b. Hanbel, c, 4, s. 378; c, 5, s, 77.
[117] Bak: Bakara: 2/90; Ali İmran: 3/112; Maide. 5/77; Nisa: 4/171; Tevbe: 9/30-31.
[118] Bak: İbn.Teymiye, Külliyat, c, 1, s, 136.
[119] Buhari: Enbiya. 50.
[120] İslâm düşünce tarihinde aşırılıklar daha ziyade şu iki kesimin müfritleri tarafından savunuldu: Bunlardan birisi, Şia'dan aşırı gidenlerdir. Bunlar Peygamberlerde ve Ehl-i Beyt imamlarında ulûhiyyet bulunduğuna inanmışlardır. Tasavvuf ehlinin müfritleri de aynı şekilde, peygamberler ve salih kimselerde ayni ulûhiyyetin bulunduğu kanaatine varmışlardı .(Bak: İbn.Teymiye, Külliyat c, 1, s.137.)
[121] Ahmed b. Hanbel. c. 1, s. 214, 224. 283. 342. Ayrıca bu konuda bak: İbn Mace, Keffaret. 13.
[122] Buhari. Enbiya: 48; Darimi. Rikak. 68; Ahmed b.Hanbel, c, 1. s 23, 24, 55, 60.
[123] Ebu Davud. Menasik. 100: Ahmed b.Hanbel, c. 2, s. 367.
[124] Muvatta: Kasru’s-Salât Fi’s-Sefer: 85. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 49-53.
[125] Şûra: 42/10
[126] Maide: 5/44, 45,47. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 54.
[127] Nisa: 4/48.
[128] Buharı: Rikak, 51; Müslim. İman. 141. Bu Hadis'te dikkat edilmesi gereken husus şudur: Hz. Peygamber şirk koşmaktan sakındırmak için, Allah'ın bizi yaratıcılığını dile getirmektedir. İnsan bilir ki kendisinin hiç bir şey yaratmaya gücü yetmez. O halde Allah'ın bu gücünün görülmesi, insanı şirkten koruyacaktır. Zaten Kur'an'da da pek çok âyette bu konu işlenmektedir.
[129] Zariyat: 51/51.
[130] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 54-55.
[131] İbn.Teymiye: Külliyat, c, 1, s. 164.
[132] Enfal: 8/38.
[133] Bakara: 3/165.
[134] Zümer: 39/3. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 55-56.
[135] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 56
[136] Ahzab: 33/39.
[137] Kehf: 18/110.
[138] Muhammed Halil Hiras: Da'vetu't-Tevhid. 1. Baskı, Kahire. 1987. s. 63.
[139] Tirmizi. Nüzur: 9; İbn.Mace, Fiten. 16; Ahmed b. Hanbel. c. 5, s. 428, 439.
[140] Buhari'de rivayet edilen bir hadise göre, yıldızların yaratılış sebebi üçtür:
1. Gökyüzünü süslemek için.
2. Şeytanları taşlamak için.
3. Gece yolculuk yapanlara rehber olması için. Bak: Buhari, Bed'ul'1-Halk. 3.
[141] Yusuf el-Kardavî: Tevhidin Hakikati, Ter: Mustafa Özel, Özgün Yay. 4. Baskı, İst. l994. s, 41.
[142] Zümer: 39/3.
[143] Yunus: 10/18.
[144] Fatiha: 1/5.
[145] Cin: 72/41. Bu ayette zikredilen "dua"dan maksat, yardım istemektir.
[146] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 56-59.
[147] Fussilet: 41/37. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 60.
[148] Bak: Enam. 6/100; Nahl. 16/57; Saffat. 37/149, 153; Zuhruf. 43/16. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 60.
[149] Bak: Tevbe: 9/31. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 60.
[150] Bak: Bakara: 2/173; Maide: 5/3.
[151] Kevser: 108/3;
[152] Maide: 5/103. Bu âyette geçen Bahira: Beş kere doğuran ve beşinci yavrusu dişi olan devedir. Kulağı çentilir, sağılmaz. sütü putlara bırakılırdı. Sâibe: Sütünden yalnız misafirlerin faydalanabileceği, putlar adına salıverilen develerdi. Vasîle: Biri erkek, diğeri dişi olmak üzere ikiz doğuran koyun veya devedîr. Bu durumda erkek yavruyu putlara kurban ederlerdi. Hâm: On nesli dölleyen erkek deveye denir. O da, sırtını korudu düşüncesiyle serbest bırakılırdı. Bak: Dihlevî. age. s. 231.
[153] Enam: 6/162-163.
[154] Müslim: Edahî, 43, 44, 45. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 60-62.
[155] İbn.Teymiyye: age. c. l, s, 280-281.
[156] Tirmizi: Nüzûr: 9; Nesaî. Eymân, 4; İbn Mace, Keffaret, 2; Darimî, Nüzûr. 6; Ahmed b. HanbeL c, l, s, 47; c, 2. s, 34, 68. 69, 87. 98. 125. 142.
[157] Buharı: Şehadet, 26; Edeb: 74; Eymân. 4; Müslim, Eymân, 3.
[158] Buhari: Eymân, 4; Müslim, Eymân, 1.
[159] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 62-63.
[160] Bu konuda geniş bilgi için bak: Dıhlevî, age. c, 1, ss 217-233. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 63-63
[161] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 64-65.
[162] Müslim: Selâm, 114.
[163] Müslim: Selâm, 113.
[164] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 65-67.
[165] İbn Mace: Tıb. 39.
[166] Enam: 6/17.
[167] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 69-69.
[168] Yusuf El-Kardavî, age.s, 50.
[169] Müslim: Selâm, 46.
[170] Rukye: Ulemânın beyanına göre rukye manevî bir doktorluktur. Her hangi bir hastalıktan dolayı halk ağzı dualı, salah ve takva sahibi kişilere başvurur, kendilerine onlara okutmakla şifâ ararlardı. Bak:Ahmet Davutoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İst. 1978, c, 9, s , 625.
[171] Müslim: Selâm, 61.
[172] Ebu Bekr Cabir El-Cezâirî, El-İlmu ve'1-Ulemâ, El-Memleketu’l-Arabıyyatu's-Suudiyye, 1983, s. 95-96.
[173] Felak. 113/4.
[174] Seyyid Kutub: Fî Zılâli'l-Kur'an, Beyrut, 1971. c, 8, s, 709.
[175] Tâhâ: 20/65-70.
[176] Bak: İbn. Mace, Mukaddime, 17; Darimi, Mukaddime, 34.
[177] Kardavî: age, s, 52.
[178] Buharı: Tıb, 51; Nikah, 47; Müslim, Cuma, 47; Ebu Davud, Edeb: 86, 87; Tirmizi, Bir: 79; Darimi, Salat. 199; Muvatta, Kelam. 7.
[179] M.Hamdi Yazır: Hak Dini Kur'an Dili, Eser Kitabevi, İst, ts. c, 1, ss, 441-451.
[180] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:70-74.
[181] Buhari: Megazî, 35; Ahmed b.Hanbel. c, 2, s, 525.
[182] Davud: (Kardavî, age, s, 52'den naklen)
[183] Enam: 6/59. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 74-75.
[184] Bak: Cezâirî, age, s, 100-101.
[185] M.Zeki Pakalın: Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Cifr ve Ebced md.
[186] Bak Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Cifr md.
[187] M.Zeki Pakalın: age, Ebced md.
[188] Bak :Suhhi Es-Sâlih, Kur'an ilimleri, Ter :S. Şimşek, Konya, ts.ss,188-189. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:75-79.
[189] Yunus. 10/106.
[190] Yusuf il-Kardavî: age, s, 60.
[191] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:79-80.
[192] Ahmed b. Hanbel. c, 1, s, 24.
[193] Kehf: 18/1.
[194] İsra: 17/3.
[195] Necm: 53/4.
[196] Kehf: 18/110; Fussılet: 41/6.
[197] M.Accac el-Hatib, Es-Sûnnetu Kable't-Tedvîn, 2.Baskı, Daru'1-Fikr, Kahire. 1971, s, 53.
[198] Furkan: 25/7.
[199] Furkan: 25/20.
[200] Ebu Davud: ilim, 3.
[201] Müslim: Fedâil, 15.
[202] Ahmed b. Hanbel: c, 2, s, 493.
[203] Müslim: Bir, 95; Ebu Davud, Sünnet, 10; Ahmed b. Hanbel, c, 2, s, 243; c, 5. s. 437; c. 6, s, 52.
[204] Buhari: Ahkam, 20; Müslim, Akdıye: 4.
[205] Muhammed Nasıruddîn El-Elbânî, Silsiletu'l-Ehâdîsi's-Sahîha, Şam, 1378 H. c,l. Hadis No: 456. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 80-83.
[206] Nisa: 4/171.
[207] Maide: 5/77.
[208] Ebu Davud: Edeb: 116.
[209] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:83-85
[210] Müslim: Cenaiz, 105; İbn Mace. Cenaiz, 47; Ebu Davud, Cenaiz, 77; Tirmizi. Cenaiz. 60.
[211] Ahmed b. Hanbel: c 1. s. 405.
[212] Ahmed b. Hanbel: c, 1. s.195.
[213] Muvatta: Sefer. 85.
[214] Buhari: Salat, 48; Müslim. Mesacid, 19. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 85-86.
[215] Araf: 7/138. Âyetin meali: "İsrailoğullarını denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladilar. Bunun üzerine: Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! dediler. Musa: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz, dedi." Açıklaması: İsrailoğulları denizi geçtikten sonra buzağıya tapan Amelika kavmine rastlarlar. Kendi peygamberlerinden, onların tanrıları gibi bir tanrı yapmasını isterler. Hz. Musa onların teklifini reddeder ve onları cehaletle suçlar.
[216] Tirmizi: Fiten, 18.
[217] Fetih: 48/18.
[218] Bak: Y. Kardavî, age, s, 70. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 86-90.
[219] Darimi: İsti'zan, 63; Davud, Edeb, 76; İbn. Mace, Keffâret, 13; Ahmed b. Hanbel, c. 5, ss, 72, 393, 394, 398.
[220] Bakara: 2/22.
[221] Y. Kardavî: age, s, 71.(İbn.Ebî Hatim'den naklen)
[222] Yasin: 36/83.
[223] Ahmed b. Hanbel: c, 5, ss, 299-311.
[224] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 90-92.
[225] Maide: 5/35.
[226] İsra: 17/56-57
[227] Buharı: İcare, 12.
[228] Bak: Muhammed El-Gazâlî, Düstûru'l-Vahde Es-Sekâfiyye Beyne'1-Müslimîn, Küveyt, 1983, ss, 155-160; Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller Haramlar, Nesil Yay.İst.1979, ss,119-122.
[229] Ali İmran: 3/16,17.
[230] Maide: 5/35.
[231] Nuh: 71/28.
[232] Gâfir (Mü'min): 40/7.
[233] Haşr: 59/10.
[234] Bak: M.El-Gazâlî, age, s, 157.
[235] İbn.Teymiye: age, c, 1, s, 278-280.
[236] İbn.Mace: İkamet, 189; Tirmizi, Deavât, 119; Ahmed b. Hanbel, c, 4, s, 138.
[237] Îbn.Teymiye: age. c, 1, ss, 403-408.
[238] Bakara: 2/186.
[239] Kaf: 50/16.
[240] Yasin: 36/25-27.
[241] Buhari: Cihad, 6, 21; Müslim, İmare, 108, 109; Tirmizi, Fedâilu'l-Cihad, 13; Nesai, Cihad; 30; Darimi, Cihad, 17.
[242] Lokman: 31/33.
[243] Fatır: 35/5.
[244] Hadid: 57/14.
[245] Bak: Mevdudi, Tefhim, c, 4, s, 307.
[246] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:92-102.
[247] Sırf olumsuzluk, kötülük, çirkinlik ve tehlikelere dikkat çekerek insanları doğru yola götürme metoduna "Selbî=negatif metod" denilmektedir. Kur'an'da bunun yanlış bir yol olduğuna özel olarak Yusuf sûresinde işaret edilmektedir. Mezkûr sûrede Hz.Yakub oğullarına, "Sakın Yusuf'u kurda kaptırmayın!" manasına gelen hatırlatmalarda bulunur. Halbuki daha önce, bu kıskanç kardeşlerin kafasında başka hileler vardı. Babalarının "kurt" u hatırlatmasıyla, daha emin ve kabul edilebilir bir yol bulmuş oldular. Bak:Yusuf, 12/8-18.
[248] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:103-104.
[249] Rad: 13/33.
[250] Mevdudi: age, c, 2, ss, 492-494.
[251] Enam: 6/100.
[252] Tevbe: 9/30.
[253] Enam: 6/136. Câhiliyye Arablarından bazıları, ekinlerinin ve hayvanlarının bir kısmını Allah ile putları arasında bölüştürürler ve "Şu Allah'ın payı, bu da tanrılarımızın payıdır." derledi. Allah için ayırdıklarını konuklara ve fakirlere harcarlar, tanrılar için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak âyin vb. şeylere sarfederlerdi. Eğer Allah'ın hakkından putun hakkına bir şey geçerse, onu öyle bırakırlardı. Putun hakkından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçerse, onu alıp tekrar putun payına katarladi. Ve "Allah zengindir, bunlar ise fakirdir." derlerdi. Puta ayrılan, neticede yine kendilerine katacağından, onun payından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçmemesine dikkat ederledi. İşte Allah bu âyette, puta tapanların saçmalıklarını dile getirmekte ve kınamaktadır.
[254] İbrahim: 14/43.
[255] Enam: 6/56.
[256] Araf: 7/194.
[257] Araf: 7/197.
[258] İsra: 17/67.
[259] Bak: Suat Yıldırım, age. ss, 311-312. Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:104-108.
[260] Enam: 6/94.
[261] Bak: Fetih: 48/ll; Yunus: 10/107.
[262] Hz. İbrahim'in bu sözü gizli olarak söylediği ve kendisini sadece bir kişinin duyduğu rivayet edilir.
[263] Topluluk Hz. İbrahim'i teşhir etmek ve herkesin gözü önünde yaptığı hareketleri ilân etmek istiyordu. Aslında Hz. İbrahim'in beklediği an da bu andı. O, olayın sadece rahipler ve din adamları arasında kalmamasını ve halkın da putlarının çaresiz olduğunu ve rahiplerin kendilerini kandırdığını görmesini istiyordu. Bilindiği gibi Firavn da Hz. Musa karşısında aynı hataya düşmüştü. Hz. Musa. sihirbazlarla olan karşılaşmasını, açık alanda halkın gözü önünde yaptırmıştı. Böylece Hz. Musa, sihirbazların sihirlerini yutan asa'sını gösterme fırsatı bulmuştu.
[264] Bak: Enbiya: 21/52-67.
[265] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:108-110.
[266] Araf: 7/191-195.
[267] Meryem: 19/42.
[268] Zümer: 39/43; Nahl: 16/21, 56; Yunus: 10/36; Taha: 20/89; Saffat: 37/91.
[269] Şuara: 26/72,73.
[270] Fatır: 35/14.
[271] Saffat: 37/95-96.
[272] Yunus: 10/34.
[273] Hac: 22/73.
[274] Nahl: 16/24.
[275] Yasin: 36/77-79.
[276] Nur: 24/4.
[277] Rum: 30/40. Ayrıca bak: Nahl: 16/73; Neml: 27/64; Ankebut: 29/17.
[278] Yunus: 10/22.
[279] Yunus: 10/23.
[280] Furkan: 25/77.
[281] Fatır: 35/13-14.
[282] Mümin: 40/20.
[283] Bak: Mevdudi, age. c, ss, 14-18; c, 2, ss,309-311.
[284] Nahl: 16/21.
[285] İsra: 17/67.
[286] Hud: 11/101.
[287] Ahkaf: 46/28. Bu âyet, Hûd kavminin, Allah'a yaklaştırıcı nesneler olarak inandığı düzmece tanrıların hiç birinin azabı uzaklaştırmada tesirli olamadıklarını haber verirken ayrıca putları Allah'a yakınlığa vesile saymanın da, boş ve manasız bir kuruntu olduğuna dikkat çekmektedir.
[288] Mü'min: 40/73-74.
[289] Bak: Yasin: 36/23; Şuara: 26/92-95.
[290] Zümer: 39/43; Yasin. 36/23
[291] Furkan: 25/17-19.
[292] Nahl: 16/23; Ahzab: 33/51; Mümin: 40/19.
[293] Al-i İmran: 3/181; Zuhruf: 43/80.
[294] Tevbe: 9/105; Kehf, 18/26.
[295] Enam: 6/161; Nahl. 16/121.
[296] Bakara: 2/75; Araf, 7/144.
[297] Araf: 7/29; Rad, 13/25.
[298] Araf: 7/22; Şuara, 26/10; Naziat, 79/16.
[299] Bakara: 2/255.
[300] Ali İmran: 3/156.
[301] Furkan: 25/58.
[302] Nur: 24/6. Bunlara Allah'ın diğer sıfatlarını da ilâve etmek mümkündür.
[303] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:11-123.
[304] Bu konuda geniş bilgi için bak:Mehmet Aydın, Din Felsefesi, D.E.Ü. Yay. İzmir, 1987, ss, 14-75; Hüseyin Atay, İslâm'ın İnanç Esaslan, A.Ü.İ.F.Yay. Ank.1992, ss,33-59.
[305] Nahl: 16/78.
[306] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:123-128.
[307] Muzaffer Sencer: Toplum Bilimlerinde Yöntem, Beta Yay. 3. Baskı, İst.1989, s, 63.
[308] Bak:Vakıa: 56/57-59, 63-64.68-69, 71-72.
[309] Ankebut: 29/20.
[310] Rad: 13/16
[311] Rad: 13/33.
[312] Sebe: 34/27.
[313] Mü'minun: 23/81-i
[314] Ankebut: 29/61-63.
[315] Lokman: 31/25.
[316] Zümer: 39/38.
[317] Zuhruf: 43/9.
[318] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları:128-133.
[319] Yusuf: 10/39.
[320] Zümer: 39/29.
[321] Enam: 6/81.
[322] Enam: 6682.
[323] Yunus: 1-0/107.
[324] Hud, 11/54-56.
[325] Enfâl,. 8/49.
[326] Ali İmran, 3/64.
[327] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 135-139.
[328] Doç. Dr. Abdullah Özbek, Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Esra Yayınları: 141-143.