a- Lügat Yönünden Ve Semantik Açıdan
c- Kavramın Kur'an'da Geçtiği Yer Ve Manaları
cb- Yardımcı, Taraftar Anlamında:
cc- Hakim/Vâli/Yönetici/Sırdaş Anlamlarında:
cd- Koruyucu/Sahip Ve Gözeten Kimse Anlamında:
a- Lügat Yönünden Ve Semantik Açıdan Kavramın Tahlil Ve Tanımı
ba- Mutasavvıfların Istılahında:
B- VELAYET KAVRAMININ KUR'AN'DA KULLANILDIĞI YERLER VE MANALARI
1- Kur'an-ı Kerîm'de Velayet Kavramının Geçtiği Ayetler Ve Bu Ayetlerin Tahlili
a- Ayetlerde Geçen Kavramla İlgili Kıraat İhtilâfları
2- Ayetlerin, Ayet Çerçeveleri, Siyâk-Sibâk, Sure Ve Kur'an bütünlüğü Açılarından Tahlilleri
a- Enfal 72. Ayetin Ayet Çerçevesi
b- Ayetin Siyak-Sibâk Çerçevesi Yönünden Tahlili
c- Ayetin Tarihi Nüzul Ortama Ve Sûre Çerçevesi
3- Enfal 72. Ayeti Ve Burada Geçen Velayet Kavraminin Tefsiri İle İlgili Müfessirlerin Görüşleri
4- Kur'ân Bütünlüğü Açısından İncelenmesi
5- Kehf Sûresi 44. Ayetinin Tefsiri Hakkındaki Görüşler
I- KUR’AN’A GÖRE VELAYET AÇISINDAN BEŞERİ MÜNASEBETLERİN ÖLÇÜSÜ
1- Mü'minlerin Kafirleri Velî Edinmesi
2- Mü'minlerin Yahûdî Ve Hristiyanları Velî Edinmesi
3- Mü'minlerin Münafıkları Velî Edinmesi
4- Mü'minlerin Tâğutu Veli Edinmesi
5- Mü'minlerin Mü'minleri Velî Edinmesi
II- İHTİYAÇ HALİNDE GAYRİ MÜSLİM VE MÜNAFIKLARLA MÜNASEBETLERİN ÖLÇÜLERİ
1- Ğayr-i Müslimlere Karşı Takiyye Yapmak
2- Gayr-i Müslimlere Karşı Mudârâ Yapmak
3- Gayr-i Müslimlerden Yardım İstemek
a- Müsbet İlimler Alanında Yardımlaşma.
B- Savaş Ve Benzeri Konularda Gayr-i Müslimlerle Yardımlaşmak
4- Gayr-i Müslimlerle İttifak Ve Antlaşma Yapmak
5- Gayr-i Müslimlerin Yiyeceklerini Yemek Ve Kadınlarını Nikahlamak
a- Kitap Ehli Kadınlarla Nikâh Akdi Yapmak
Cumhurun Bu Husustaki Delilleri:
b- Müşrik Kadınların Nikâhlanması
Suffe Yayınları, bir ağacın gövdesine bağlı olan bir daldır. Diğer dallar gibi, bu dal da gövdeye verilen sudan gıdalanır. Bu gövde ise gıdasını Kur'an ve Sünnet'ten ve bu iki temel kaynağa tabi olan herkesten ve herşeyden alır.
Bu ağacın gövdesi Ribat, 1982 tarihinde Yeryüzünde yaşayan bütün insanlara bildiklerini anlatmak, anlattıklarını yaşamak ve yaşatmak mücadelesinde olmak için hizmet hayatına atılmıştır.
Bu güzel ağacın gövdesi, damarları aracılığı ile aldığı temiz ve helal gıda sebebiyle, ömrünün 15. senesini yaşamış olmasına rağmen, ilk adımını attığı gündeki gibi turfanda, heyecanlı, sevecen, bütünleştirici, paylaşma özelliğini muhafaza eden özelliklerini korumaktadır.
Dinde, yani İslam'da kardeş olanları, din kardeşi; diğerlerini ise insan kardeşi olarak kabul eden, dünyada yaşayan bütün insanlara “Peygamber çocukları” inancıyla bakan Ribat, hizmetlerinin tamamında bu hasletini göstermeye çalışmıştır. Peygamber babalarının yoluna gelmeyen asi evlatlara, Kur'an diliyle “Yâ Benî Adem” (Ey Ademoğulları) diye hitap ederek, onların şahısları ile, işledikleri suçları ayrı mütalaa eden Ribat, bu hüviyetini yine kitabından kazanmıştır;
“Onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin i-şiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.” [1]
“(İbrahim dedi ki): Ey Kavmim. Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden beriyim, uzağım.”[2]
Küfrü, şirki reddederek, kâfir ve müşriklerin şahısları ile aradaki boşluğu tevhidin tebliği görevi ile doldurmaya çalışan Ribat, Peygamber babalarının yoluna gelmeyen evlatların hidayete ermelerine sebep olması için hizmetini bu inançla yürütmektedir.
İşte Suffe Yayınları da ilk hizmet adımım aynı inancı, aynı maksat ve hedefi paylaşarak atmaktadır. Suffe Yayınlarının, müslüman insana takdim edeceği eserlerin hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Güzel sonuç her zaman takva sahiblerinindir. Suffe Yayınları[3]
Allah'ımıza Hamdediyoruz
Hamdediyoruz o Allah'a ki, müslüman kullarına güvenmiş. Güvendiği için kitabını vermiş. Önlerine Resulünü rehber ve numune olarak koymuş.
Yine O Allah'a hamdediyoruz ki, kullarına şah damarından daha yakın olduğunu, nerede olurlarsa olsunlar onlarla beraber olduğunu bildirmiştir.
Rabbimize hamdediyoruz ki, dünyayı yaratıp onu yalnız başına bırakmamış. İnsanı yaratıp yeryüzüne gönderdiğinde “Haydi ne işin varsa gör” dememiş. Müdahalelerle, ikazlarla, irşadlarla, nasihatlarla, koyduğu ölçülerle düzeltmiş, ıslah etmiş ve hakiki bir mü'min olmaları için katında olan nimetleri bol bol ihsan etmiş.
İlahımız olarak kabul ettiğimiz Allah'ımıza hamdediyoruz ki, müslüman kullarının yemesine, içmesine, giyimine kuşamına, hukukuna, iktisadına, düğününe, nikâhına, yatmasına, kalkmasına, gülmesine, ağlamasına, yürümesine, oturmasına ölçüler va'zetmiş, yasalar koymuş. Dininin nasıl yaşanacağını Resulünün ve ashabının hayatıyla kullarına göstermiş.
Melikimiz, Mâlikimiz olan Allah'ımıza hamdediyoruz ki, kullarına vahiy indirmiş. Cebrail aracılığı ile Resulüne gönderdiği vahyini, kıyamet gününe kadar koruyacağını üzerine almış. Kullarını başka sistemlere, düzenlere muhtaç etmemiş. Ne var ne yok hepsini Kitabında zikretmiş.
Rabbimiz, İlahımız ve Melikimiz olan Allah'a yine hamdediyoruz ki, numune olarak, örnek olarak Resulü Hz. Muhammed'i göstermiş. Onu sevmeyi, kendisini sevmek yerine koymuş. Ona itaat etmeyi kendisine itaat edilmiş gibi kabul etmiş. Resulünün hevasından konuşmayacağım, konuşursa ancak vahiyle konuşacağını bildirerek, Resulüne güvenilmesini, itimat edilmesini bir bir açıklamıştır.
Annelerimizin şefkat ve merhametinden yüz kat fazla kullarına şefkat ve merhamet sahibi olan, şirkten başka bütün günahları affedeceğini açıklayan, can boğazda kaldığı müddetçe yapılan tevbe ve istiğfarları kabul eden, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir gönlün hissedemiyeceği cenneti müslüman kullarına hazırlayan Allah'ımıza, Rabbimize, İlahımıza, Melikimize binlerce, onbinlerce, hamdediyoruz, şükrediyoruz, teşekkür ediyoruz.
Allah'ın selat-ü selamı Peygamberimizin üzerine olsun.
O Resul ki, Allah'tan aldığı her şeyi olduğu gibi ümmetine açıklamıştır. Kur'an-ı Kerim'in nasıl yaşanacağını tüm ayrıntılarıyla birlikte göstermiş. İnsanlara Kur'an'ı okumuş, okuduğu ayetleri anlatmış, sonra toplumu her türlü kirlerden temizlemiştir.
O Peygamber ki,
Biz ümmetine çok yakındır, kendimizden bile bize daha yakındır.
Onun nesebi, sülâlesi, sıfatı, çıkışı ve girişi, doğruluğu ve emin oluşu bellidir.
Cahiliye zamanında doğduğu halde kendisine hiç bir zarar isabet etmemiştir. Babası bellidir, anası bellidir, dedesi bellidir her şeyi bellidir.
O Peygamber ki,
Melek değildir, beşerdir. Bizler gibi yemek yemiş, su içmiş, hastalanmış, evlenmiş, çocuk sahibi olmuş ve sonunda Hakka kavuşmuştur.
O Resule selat ve selam olsun ki,
Sıkıntıya uğramamız ona ağır gelir. Ümmetini sıkıntıya sokan ve onlara zor gelen şey, kendisine ağır gelir.
Ümmetini sıkıntıya sokacak, zamanla ümmetinin yüzünü kızartacak hiç bir şey yapmamıştır.
Onun şeriatının tamamı kolaydır. Zorluk, darlık yoktur.
Ümmetinin azab çekmesi şöyle dursun, zahmet çekmesi bile onu son derece müteessir eder...
O Resule selat ve selam olsun ki,
Ümmetinin hidayet üzere bulunmasını ister. Dünya ve ahiret faydasının bizlere ulaşmasına düşkündür.
Cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak her şeyi açıklamıştı.
Kelebeğin ateşe düşmesi gibi, ümmetinin ateşe (şirke-küfre) düşmemesi için bellerinden, ellerinden tutmuş, sözleriyle gerekli ikazı, ihtarı yapmıştır.
O Peygamber ki,
Mü'minlere çok merhametlidir. Alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Bu davanın, İslam davasını yüklenme şerefini ümmetine kazandırmak için Rabbinden büyük isteklerde bulunmuştur.
Allah'tan korkarak yaşayan muttakilere vaad olunan cennetin, ümmetinin payına düşmesi için yalvarmıştır.
O Peygambere selat-ü selam olsun ki,
Üstümüze titrer, üzerimize toz kondurmaz.
Ey Yüce Resul, sana binlerce selat ü selam olsun ki, bizi Sana, Seni bize bağlayan bir güç vardır. Bu güç Allah'tır, O'nun merhametidir. Bizimle senin aranı açmak isteyenler karşılarında Allah'ı bulacaklardır.
Sana layık bir ümmet olmanın çaba ve gayreti içerisindeyiz. Senin nur yüzünü görmediğimiz halde, sana ve getirdiğin her şeye iman ediyoruz.
Ahirette, bizi havzının başından kovma. Şefaatim umarız, bizi mahrum eyleme. Selat ve selam sonsuza dek üzerine olsun. Abdullah Büyük[4]
Hamd, Allah'a mahsustur. O'nu över, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Gerçek ve samimi dost olarak sadece O'nu bilir ve O'na sığınırız. Alemlere rahmet olarak g”nderilen ve en do§ru yolu g”steren Peygamber (s.a.v)'e ve güzelce ona uyanlara kıyamete kadar salât ve selâm olsun.
Yüce Allah, Kur'an'ı; insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak, dünya ve ahiret saadetinin yollaram göstermek için indirmiştir. Bu sebeple kıyamete kadar uyulması gereken ana ilkeler, bu mukaddes kitapta mündemiçtir. Başka bir ifade ile dünya ve ahiret hayatı için gerekli olan en kesin deliller ve edebi burhanlar ancak Allah'ın kelamı Kur'an-i Kerim'de mevcuttur. Bu hakikati idrak eden ilk müslümanlar, ona sımsıkı sarılmış, bu sayede de anarşiden medeniyete, kabileden devlete ve devletten de cihan hakimiyetine yükselme imkanına kavuşmuşlardır.
Kur'an, geneli itibariyle sebeb-i nüzul denilen hadiselere bağlı olmadan nazil olmakla birlikte sosyal vakıalara mutabık olması bakımından bazı ayetleri ya bir hadise veya sahabenin peygambere yönelttiği bir suale cevap olmak üzere indirilmiştir. Bu münasebetle sahabenin bir kısmı, müslüman olduktan sonra ya eski alışkanlığı nedeniyle ya da Hâtıb İbn Ebi Beltaa gibi kendilerinden gelebilecek zararları önlemek için müslüman olmayanlarla dost olma, onları sırdaş edinme şeklinde bazı davranış hataları göstermiştir. Bu sebeple Yüce Allah hem o günkü toplum, hem de kıyamete kadar gelecek olan islam toplumları için, müslümanların kimleri dost, sırdaş, yardımcı, koruyucu, gözetici ve taraftar edinebileceklerini, gerek ferdi, gerekse toplumsal yönden sorumluluklarını kimlere tevdi edip kimlere tevdi edemeyeceklerini belirterek bu konuda evrensel yasaları vaz etmiştir.
Bu çerçevede yahudi, hristiyan ve diğer gayr-i müslim unsurlarla samimi ilişkilere girilmemesi, mü'minlerin birbirlerinin dostu, sırdaşı, âmiri olduğu gibi, onların da ancak birbirlerinin dostu/velisi olduğu vurgulanmıştır. İnsan olmaları hasebiyle beşeri münasebetlerin onlarla da kurulabileceği ancak müslümanların sırlarını onlara taşıma, inançlarından etkilenecek şekilde onlarla sıkı fıkı olma ve idari işlerini onlara tevdi edip kurallarına tabi olma ve müslümanları terkedip onların tarafını tutma boyutunda bir dostluğa müsaade edilmemiştir.
İşte bu çalışmamızda olay beşeri münasebetler açısından ortaya konurken müslümanm, gerek islam toplumunda, gerekse gayri islami bir toplumda antlaşmak veya antlaşmasız olan kendi dışındaki insanlarla nasıl bir ilişki içinde olması ve bunların sınırlarının neler olduğu konusu araştırılmış, Kur'an bütünlüğü ve Resulullah'ın uygulamaları doğrultusunda ortaya konmaya çalışılmıştır. Mikdat Öccü, Kayseri-1996[5]
İnsanı hedef alan, ister beşeri, ister ilâhî karekterli oİsun, bütün dinler, hatta bütün beşerî sistemler, mensuplarının bütün hayat telakkilerini, dünya görüşlerini mensubu bulunduğu din veya sistemden almasını, kendi inanç felsefesine uygun hareket etmesini, örf, adet, gelenek ve göreneklerini bu doğrultuda şekillendirmesini isterler. Zira bir dinin veya sistemin hayatiyetini muhafaza edebilmesi ancak kendi cemaat veya mensuplarının, örf, adet, gelenek ve göreneklerini, inanç ve düşünce tarzlarını söz konusu dinin başlangıçtaki asli safiyetine mütenasip bir biçimde sürdürmesiyle mümkündür. Değilse başka din veya inanç sistemlerinin, değişik, örf ve adetlerin tesirine giren cemaat veya fertlerin belirli bir süre sonra, tesiri altında bulundukları düşünce veya sistem içerisinde çözülüp erimeleri, asimilasyona uğramaları kaçınılmaz olur. Bu da, söz konusu din veya sistemin çözülmesi, hayat sahnesinden silinmesi veya en azından nüfuzunu kaybetmesi demektir.
Bu sebeple beşer tarihi boyunca insanlığın hayatına yön vermeyi gaye edinen; bâtıl olsun, hak olsun, bütün dinler, hatta beşeri ideolojiler kendi cemaatlerini, dolayısıyla da kendi varlığını korumak için bu hususta belirli tedbirler almak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu tedbirler çerçevesinde onlar, kendi mensubu olmayan insanlara ve kendilerine yabancı görüşlere karşı tıpkı bir kapalı havza gibi hareket etme anlayışına sahiptirler. Bugün yeryüzünde yaşamakta olan bütün din ve sistemlerde bunu görmemiz mümkündür.
Dolayısıyla yeryüzünde mensubu bulunan bütün din ve sistemlerin cemaat veya mensuplarının sosyal, siyasal, ahlâki, kültürel, hukuki kısaca bütün ihtiyaçlarını karşılayacak ve bütün sorunlarını çözecek ilkeler, kendi sistemine uygun tarzda prensipler va'z etmesinin nedenini bu düşüncede aramak gerekir. Bu münasebetle hristiyanlığın, yahudiliğin, budizmin ve benzeri dinlerin kendine has örf, adet, gelenek, görenek ve ahlak anlayışı, aile yapısı, cemaati ve belirli bir dünya görüşü olduğunu söylememiz mümkündür. Bu dinlere mensup olan insanların hayat anlayışı ve dünya görüşü de bu saydıklarımız ilkelere uygun tarzda şekillenmiş ve beşeri münasebetlerini tanzim ederken bu dini inanç ve ilkelerine göre tanzim etmişlerdir.
O halde insanlığın yegane kurtuluş vasıtası olan ve ilâhî yapısını muhafaza eden son tevhid dini İslamın da, varlığını sürdürebilmesi, mensuplarını hertürlü dağılma ve çözülmeden koruyabilmesi için kendine has bir cemaat anlayışı ve bu cemaatin sosyal, siyasal, dini, ahlaki, kültürel yönden tâbi olacakları bir takım prensip ve yasaları olması gerekirdi, işte İslam da kendi inanç sistemini ve mensuplarının inanç yapılarını asli safiyeti içerisinde sürdürebilmesi için gerekli olan bu nevi tedbirleri almayı ihmal etmemiş ve mü'rninlerin beşeri münasebetlerini nasıl tanzim edeceklerinin kurallarını Kur'an ve sünnette açık bir şekilde ortaya koymuştur.
İslam, her şeyden önce bütün insanlara karşı hoşgörülü ve dostça münasebetler içerisinde hareket edilmesini, başkalarının hak ve hukukuna âdil ölçüler içerisinde saygılı davranılmasını, ahde vefayı, ciddiyeti, mürüvveti, merhameti ve imanın gereği olan her türlü güzel ahlakı şiar edinmesini emretmiş olmakla birlikte, mü'minin inanç ve hareketlerinde samimi olmasını ve islam cemaatinin tevhidi yapışma zarar verecek her türlü davranıştan uzak kalmasını esas almıştır. Diğer bir ifadeyle islam, müslümanların, her türlü hareket ve düşüncelerinin, başka dinden olan insanlarla kuracağı beşeri münasebetlerinin, bu dinin özüne ve tevhid akidesine uygun olmasını ve sadece bu daire içerisinde tanzim etmelerini istemiştir. Yüce Allah, insanların gerek dünya hayatı, gerekse ahiret hayatı açısından maslahat ve menfaatlerine zararlı ve faydalı olan her türlü davranışı tarif etmiş, faydalı olanı yapmalarını, zararlı olanları da bırakmalarını istemiştir. Aynı şekilde Allah Teala, mü'minlerin dost ve düşmanların kimler olduğunu, insanlara kimlerden zarar, kimlerden fayda geleceğini, diğer bir ifade ile mü'minlerin kimleri dost/veli edinip kimleri veli edinemeye-ceklerini de beyan buyurmuştur.
Buna göre mü'minler, başka dinlerden olan insanlarla ilişkilerini hangi düzeyde sürdürmelidir? Ehl-i Kitap statüsüne giren insanlara karşı müslümanın hareket tarzı nasıl olmalıdır? Müslüman, gayr-i müslimleri, sırdaş, yardımcı, koruyucu, hakim, idareci tanıyabilir mi, işlerini onlara havale edip sorumluluk ve tasarrufları altına girebilir mi? Bütün bu hususlar Kur'an ve Sünnet çerçevesinde İslam'ın başlangıcından günümüze gelinceye kadar sahabe ve tâbiun alimleri başta olmak üzere bütün alimler tarafından ele alınarak, tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvufî kaykaynaklarda dağınık bahisler halinde irdelenip incelenmiş olmakla beraber, müslümanlar açısından son derece hayati öneme sahip olan bu konuda günümüzde ciddi ve ilmî nitelikte her hangi bir araştırma yapılmamıştır.
Günümüzde önemli bir eksiklik olduğunu düşünerek bu mevzuyu kitabımıza konu olarak seçtik, elimizden geldiği ve imkanların müsaade ettiği ölçüde araştırmaya çalıştık.
Çalışmamızın ana eksenini Kur'ânî nasslar teşkil ettiği için önce velayet ve veli edinme meselesini işleyen Kur'an ayetlerini bir bir tesbit etmeye çalıştık. Sonra bu nasslarda geçen kavramların lügat ve ıstılah yönünden Araplarca nasıl ve hangi manalarda kullanıldığını tesbit etmek üzere önemli lügat kaynaklarını taradık ve kavramların manalarını doğru bir şekilde tesbit etmeye gayret gösterdik. Kur'an naslarında bu kavramların hangi manada kullanıldıklarını tesbitte bize en ziyade yardımcı olacak kaynaklar, tefsir kaynakları olduğu için tesbit ettiğimiz nasların tefsirlerini incelemek üzere tefsirle ilgili klasik ve çağdaş kaynakları taradık.
İslamî her hangi bir mesele, tefsir kaynaklan kadar, hadis, fıkıh, hatta tasavvuf ve benzeri gibi daha başka alanları da ilgilendireceği için bu sahalarla ilgili belli başlı kaynakları da taramaya çalıştık.
Bu çerçevede çalışmamızı üç ana bölüme ayırdık. Birinci bölümde veli kavramının lügat ve semantik açıdan anlamlarını, ıstılah yönünden manalarını ve Kur'an-ı Kerim'de hangi anlamlarda kullanıldığını ortaya koymaya çalıştık.
İkinci bölümde velayet kavramını, lügat ve semantik a-çılardan tahlile tabi tuttuktan sonra Kur'an-ı Kerim'de kavramın geçtiği âyetleri, kavramla ilgili kıraat ihtilaflarını ve müfessirlerin bu ayet etrafındaki görüşlerini ortaya koymaya çalıştık. Bunu yaparken de kavramın, konumuzu ağırlıklı olarak ilgilendiren şekliyle Enfal 72. ayetinde yer alması münasebetiyle, söz konusu ayeti, ayet çerçevesi, siyâk-sibâk çerçevesi, sure çerçevesi, tarihi nüzul ortamı ve Kur'an bütünlüğü açılarından tahlile tabi tutarak ulaştığımız nihâi manayı ortaya koymaya gayret ettik.
Üçüncü ve son bölümde ise, normal şartlarda beşerî münasebetler açısından mü'minlerin gayr-i müslimleri, Ehl-i kitab kapsamına giren kimseleri, münafıkları ve tâğutu veli edinmesi ve nihayet mü'minlerin mü'minleri veli edinmesi mevzularını ele aldık.
Aynı şekilde bu bölümde ihtiyaç hallerinde beşeri münasebetlerin nasıl olacağı konusunu ele aldık. Bu çerçevede gayr-müslimlere karşı takiyye ve mudârâ yapma, savaş ve barış hallerinde onlarla ittifak ve antlaşma yapma, yardımlaşma ve yiyeceklerinden yiyip kadınlarını nikahlama meselelerini inceledik.
Bu çalışmamızın hazırlanması ve araştırılması safhasında faydalandığımız kaynaklan dipnotta gösterirken, yazar İsimlerini, soyadı veya meşhur isim sırasına göre vermeye çalıştık. Bir kaynağa göndermede bulunurken ilk geçtiği yerde tam is-minİ, varsa baskısı, birden fazla işarette bulunulmuşsa, oralarda da yazarın meşhur adını veya soyadını ve eserin kısa adını veya 'adı geçen eser' anlamına (a.g.e) rumuzunu kullandık. Diğer bibliyografik bilgileri ise, kitabımızın son kısmında bibliyografya kısmında verdik. [6]
Asıl itibariyle “Velayet” ve “el-Velyü” mastarlarından türeyen ve ism-i fail anlamında bir sıfatı müşebbehe olan “veli1 kavramı lügatte çeşitli anlamlara gelmektedir.
Cevheri, es-Sihah'ında kavramla ilgili olarak aşağıdaki manaları zikretmektedir:
1- Veli kelimesi, ilkbahar yağmurundan sonra yağan yağmur demektir. Bu yağmur, ilkbahar yağmurunun hemen peşinden geldiği için veli diye isimlendirilmiştir. (Bu tesmiyede de bir şeyin hemen arkasından gelme ve yakınında bulunma fikrinin hakim olduğu görülmektedir.)
2- Veli, düşmanın zıddıdır. Bundan dolayı bir kimsenin başka birini dost edinmesine denilir.
3- Veli, evlilik dolayısıyle hısımlık/es-Sıhr, demektir. [7] Keza bir kimsenin işini üzerine alan herkes o kimsenin velisidir.[8]
et-Tehânevi ise, kavram hakkında şu açıklamaları yapar? “Veli kelimesi ism-i fail manasına feil vezninde olup Arapların şu sözlerinden alınmıştır:” “Falanca bir şeyi uhdesine aldı. Bu kelimenin aslı, yakınlık manasına gelen “el-Velyü” kelimesinden gelir. Bundan dolayı “Benim evim onun evine yakındır.” denilir. Bu cümleden olmak üzere, sana muhabbet/sevgi ve yardım hisleriyle yaklaşıp seni hiç terketmediği için yardım eden dosta veli denilir. İşlerini idare etmek, onlara emirler ve yasaklar koymak suretiyle halkın sorumluluğunu üzerine aldığı için vali kavramı da kelimenin bu manasından alınmıştır. Buradan hareketle Araplar, dostluğun zıddı anlamını ifade ederken, bir şeyi aşıp ilerisine gittiğinde söylenilen ' ifadesinden alınan “el Adavetü” kelimesini kullanırlar. İşte bundan dolayı “velayet”, adavetin zıddı olmuştur.”[9]
et-Tehânevi, 'Şerhu't-Tavâli' adlı eserden naklen devamla şöyle der: “Veli kelimesi lügat ve istimal yönünden beş çeşit manaya kullanılır:
1- İşinde tasarruf sahibi olan, tasarrufa yetkili hâkim, bir işin içine girip onu idare eden mutasarrıf. “Çocuğun ve kadının velisi” sözü kelimenin bu manasından alınmıştır.
2- Yardım eden, yardımcı, seven, dost.
3- Azad eden ve azad edilen.
4- Komşu, yakın.
5- Amcaoğlu.”[10]
Zebîdî ise, kavramla ilgili olarak şöyle der: “Veli kelimesinin birçok manası olup bunlardan bazıları şunlardır:
1- Veli, seven, dost anlamına gelir. Bu, düşmanın zıddı olup “Vâlâhu”=onu sevdi” ibaresinden alınmış bir isimdir.
2- Dost, arkadaş.
3- Yardım eden, yardım edici, yardımcı. Kelimenin bu manası, Arapların “bir kimse bir kimseye yardım ettiği zaman” söyledikleri “Vâlâhu” sözlerinden alınmıştır. “[11]
İbn Manzur Lisanü'l-Arab'da: “Allah Teala'nın isimleri arasında veli, yardım eden demektir. Alemin ve mahlukatın işlerini deruhte eden ve onları yerine getiren manasına gelir, denilmiştir. Allah'ın isimlerinden biri de vâli'dir. O da bütün eşyanın mâliki ve mutasarrıfı demektir.” dedikten sonra onun kullara nisbetle manasını çeşitli örnekler vererek şöyle açıklar:
1- Veliyyü'l-Yetim: Yetimin işini üzerine aİan ve ihtiyaçlarını karşılayan kimsedir.
2- Veliyyü'l Mer'e: Kadına nikah akdi yapma yetkisini üzerine alıp kendisi olmaksızın kadının kendi başına nikah akdi yapmasına müsaade etmeyen kimsedir.”[12]
Fahreddin er-Râzî (ö.606/1209) ise, kavramın tanımı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: “Veli kelimesi ism-i fail manasına feil vezninde olup Arapların şu sözlerinden alınmıştın' Falanca bir şeyi uhdesine aldı.' Bu kelimenin aslı, yakınlık manasına gelen 'el-Velyü' kelimesinden gelir. Nitekim Hüzelî şöyle demiştir. Baskın yapan bazı (düşman) atlan yoldan çıkasın diye sana yaklaşmaksızın (seni) tehdit ettiler.'
Yine bu kelimeden olmak üzere “denilir ki manası, benim evim onun evine yakındır” demektir.
Sana muhabbet/sevgi ve yardım hisleriyle yaklaşıp seni hiç terketmediği için yardım eden dosta veli denilir.
Yine işlerini idare etmek, onlara emirler ve yasaklar koymak suretiyle halkın sorumluluğunu üzerine aldığı için vali kavramı da kelimenin bu manasından alınmıştır, el-Mevlâ/efendi kelimesi de bu kökten gelmektedir.
Bundan dolayı dostluğun zıddı anlamda olmak üzere bir şeyi aşıp ilerisine gittiğinde söylenilen ' ifadesinden gelen “el Âdavetü” kelimesi kullanılır. İşte bundan dolayı velayet adavetin/düşmanlığın zıddı olmuştur.”[13]
Asım efendi ise, Kamus Tercemesi'nde: “Veli kelimesi “ vezninde isimdir. Bir yağmurun peşinden yağan yağmura denir. Keza bir adamın dostuna, yâr ve arkadaşına/sadîkına veli denir. 'O, onun sevgilisi, dostu, arkadaşı, yardım edeni ve yardımcısı manasına', denilir. “VLY” maddesi, iki veya daha fazla nesnenin aralarına kendilerinden olmayan yabancı bir şey girmeyecek şekilde peşpeşe meydana gelmeleri manasına vaz olunmuştur. Bu meydana geliş, istiare tarikiyle mekan yönünden, nisbet yönünden, din yönünden, arkadaşlık/sadakat yönünden, yardım etme ve itikad yönünden yakınlık manasına da kullanılır.” [14] demektedir.
Taberî, kavıamın geçtiği âyetlerin tefsiri sadedinde bu kavramı, yardımcı / naşir, arka / sırt / zahr, yardımcı / arka çıkan / destekçi / zahir, müttefik / halif, andlaşma / dost / dostluk / hılf, yardımcı / ensar, yardımcılar / a'vân, sırdaş / velîce kavramları ile izah etmektedir.[15]
Fahreddin er-Râzî bu kelimenin ıstılahı yönden manasını şu şekilde tarif eder: “Veli, insanın menfaati ve elde etmek istediği amaç doğrultusunda işlerinin yolunda gitmesine vesile olabilecek şeyleri üstlenen kimse demektir. Bundan dolayı Allah Teala, “Onlar Mescid-i Haram'ın velisi/koruyup gözeticileri olmadıkları halde (mü'minleri) oradan geri çevirirlerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Onun velileri/koruyup gözeticileri sadece müttakilerdir.”[16]buyurmuş, Mescid-i Haram'ın bakımını yapıp orayı ihya eden kimseyi O'nun velisi/hâmisi/koruyucusu addetmiş, kafirlerin ise, O'nun velisi/hâmisi/koruyucusu olmalarım reddetmiştir. Veli kavraminin manası, “faydalı işleri tekeffül eden/üstlenen kimse olup Allah Teala da kendisini, hususi olarak mü'minlerin dostu kabul edince Allah Teala'nın kâfirlerin işlerini tekeffül etmesinden daha ziyade mü'minlerin işlerini uhdesine almış olduğunu anlarız. Nitekim Bakara Suresi 257. âyeti bunu ortaya koymaktadır. “Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Kafir olanların velileri ise, tağuttur. O da onları nurdan karanlıklara çıkarır.”[17]
Hukuk ıstılahında ise, veli kavramı; velayeti hâiz olan yani, başkasının hakkında sözünü geçirmeye selahiyetli bulunan şahıs demektir.[18]
Nitekim “Câmiu'r-Rumuz” adlı eserde şöyle denilmiştir: “Lügatte veli, mâlik demektir. Fukahânın ıstılahında ise, mükellef olan mirasçıdır. Bu tanıma göre köle, kâfir, çocuk ve bunak kavramın dışında kalmaktadır. Fukahâ, velinin küçük erkek ve kız çocuğunu nikahlama hususunda cebri velayet, âkil-baliğ olan kız çocuğunu nikahlama hususunda ise, nedb ve istihbab tarikiyle velayet hakkı vardır demişlerdir.”[19]
Reşid bir kişinin şahsi ve mali işlerini gözetip yürütme konusunda çocuk ve akıl hastası gibi ehliyet yetersizliği içindeki kişilerin yerini tutan bir kavramdır... “...Üzerinde hak bulunan kimse sefih, zayıf akıllı olur veya bizzat yazmaya muktedir olamazsa, velisi adalet üzere yazsın.” [20] âyetinde veli kelimesi bu anlamda kullanılmıştır.[21]
Tasavvuf ve sülük ehlinin ıstılahına göre ise, veli; mümkün olduğu ölçüde Allah'ı ve sıfatlarını bilen, tâatlere devam eden, ma'siyetlerden kaçınan, şehvet ve lezzetlere dalmaktan yüz çeviren kimse demektir [22] şeklinde tarif edilir.
Lügat ve ıstılah yönünden ortaya koyduğumuz bütün bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere veli kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak daha ziyade bir kimsenin veya bir topluluğun yahut bir milletin menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda dini, siyasi, içtimai, maddi, hukuki, kısaca her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hakim otorite, koruyucu, gözetici mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. [23]
Veli kelimesinin masdarı olan “Velayet” kelimesi Kur'an'da sadece iki yerde geçerken [24] bu kavramdan türeyen ve ism-i fail manasında bir sifat-ı müşebbehe olan “Velî” kelimesi, 24'ü tekil, 62'si “Evliya” şeklinde çoğul olmak üzere toplam 86 âyette geçmektedir.
Kur'an'ı tetkik ettiğimiz zaman, veli kelimesinin bu ayetlerin tamamında, yukarda sözlük ve ıstılah anlamlarını incelerken tesbit ettiğimiz bütün manaları içine alarak kullanıldığım görüyoruz.
Kavramın taşıdığı manalar itibariyle kullanıldığı âyetleri şu şekilde tasnif edebiliriz. [25]
“Allah, mü'minlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedî kalacaklardır.”[26]
“İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü'minlerin dostudur.”[27]
“Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter.”[28]
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmıyanlar ise, tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına/velîlerine karşı savaşın- şüphe yokki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”[29]
“Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost/veli edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüş olur...”[30]
“Sizin dostunuz/veliniz ancak Allah'tır, Resulüdür ve iman edip Allah'ın emirlerine boyun eğerek, namaz kılan ve zekat veren mü'minlerdir.”[31]
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap veirilenlerden dininizi alay ve eğlence konusu edinenleri ve kâfirleri dost/veli edinmeyin. Allah'tan korkun, eğer gerçekten mü'minler iseniz.”[32]
“De ki: Gökleri ve yeri yoktan vareden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost/veli edineyim?”[33]
“... Gerçekten şeytanlar, d otlarına/velîlerine sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.”[34]
“... Biz, şeytanları, inanmıyanların dostları/velîleri kildık.”[35]
“İyi bilin ki Allah'ın dostlarına/velî kullarına korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar.”[36]
“Ey Rabbim! mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan dünyada da ahirette de benim dostum/yarim/velim sensin. Beni müslüman olarak öldür ve salihler arasına kat.”[37]
“Şeytanı ve soyunu, beni görmezlikten gelerek, dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa ki onlar sizin için düşmandır.”[38]
“Kâfirler beni bırakıp da kullarımı dostlar/velîler edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.”[39]
“Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız.”[40]
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluverir.”[41]
“Yoksa Allah'tan başka dostlar mı/velîler mi edindiler? Dost yalnız Allah'tır. Ölüleri O diriltir, O her şeye kadirdir.”[42]
“O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakîkî dosttur/velî, övülmeye lâyık olandır.”[43]
Bunlar ve benzeri daha bir çok âyette velî kavramının, velî-adüvv zıtlığını ortaya koyarak dost anlamıyla kullanıldığını görüyoruz.[44]
“Bilmedin mi ki göklerin ve yerin (hakimiyet ve idaresi) yalnızca Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne bir velî ne de bir yardımcı vardır.”[45]
“O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah, onların yardımcısı/velîsiydi.”[46]
“Mü'minleri bırakıp da kâfirleri taraftar/vel! edinenler, onların yanında güç ve şeref mi/ izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün güç ve şeref/izzet yalnızca Allah'a aittir.”[47]
“Ey iman edenler! yahûdî ve hristiyanları taraftar/velî edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin tarafını tutarlar/ velîsîdirler. İçinizden her kim onların tarafını tutar/velî edinirse, bilsin ki o da onlardandır.”[48]
“Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin yardımcısı/velîsidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler. Namazı kılar, zekatı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.”[49]
“Şüphesiz onlar, Allah'a rağmen sana hiç bir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin taraftarıdırlar. Allah da takva sahiplerinin taraftarıdır.”[50]
Açıkça görüldüğü üzere bu âyetlerde velî kavramı, koruyup gözeten, yardım eden dost anlamına kullanılmıştır.
Bundan başka Kur'an'da 'Velî kelimesi yolgösteriçi, aydınlatıcı/mürşid, şefaat eden/şefî', koruyucu/vaak, yücelten/hamîd gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velayetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiştir:
“Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına u-yarsan, andolsun ki Allah'tan başka sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.”[51]
“... Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, işte o zaman Allah tarafından senin ne bir dostun, ne de bir koruyucun vardır.”[52]
Görüldüğü gibi, Allah'ın veli sıfatından bahseden ve bu sıfatın gerçek sahibinin ancak Allah olduğuna dikkat çeken bu âyetler, veliliği yardım edicilik ve koruyuculuk sıfatlarıyla birleştiriyor. O halde, Kur'an her velînin mutlaka nasîr/yardımcı olması gerektiğini, bir başka deyimle, yardım etmeden dostluk iddiasının anlamsızlığını belirtmektedir. Öyleyse, Allah nasîr-velî olduğu gibi [53] kul da nasîr/velî olmalıdır.[54]
Kur'an'ın bu anlamları ifade etmek üzere sadece velayet mastarını kullandığı gibi bu kökten gelen velî ve evliya kavramlarıyla birlikte aynı maksatlar için mürâdifi olan başka kavramları da kullandığını müşahede ediyoruz. Buna örnek olarak aşağıdaki âyetleri zikredebiliriz:
“... Üzerinde hak bulunan kimse sefih, zayıf akıllı o-lur veya bizzat yazmaya muktedir olamazsa, velîsi adaletle
yazsın.”[55] âyetinde de velî kelimesi yetki ve tasarruf sahibi kimse anlamında kullanılmıştır.[56]
“Mü'minler mü'minleri bırakıp da kafirleri velî edinmesinler. Her kim bunu yaparsa Allah'tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız başka (yâni zararlarından korunmak için bunu yapabilirsiniz). Bununla birlikte Allah sizi kendisinin e-mirlerine karşı giclmek) den sakındırır. (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek onun gazabına uğramayın. (Çünkü) Dönüş onadır.”[57] buyurmuştur.
“Ey iman edenler! Şayet küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî/dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[58]
“De ki: ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na aittir. O'nun görmesi de, işitmesi de şâyân-ı hayrettir. Onların (göklerde ve yerde olanların) O'ndan başka bir yöneticisi/velîsi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”[59]
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri sırdaş edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar ettikleri, rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Resulü ve sizi (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (belirtecek mektup) ulaştırıyorsunuz, eğer benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.”[60]
“Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaş mıyorsunuz?”[61]
“Şüphesiz ki benim koruyucum/velîm kitabı indiren Allah'tır. O iyilerin de kollayıcısıdır.”[62]
“Onlar Mescid-i Haram'ın velîsi/koruyup gözeticileri olmadıkları halde (mü'minleri) oradan geri çevirirlerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Onun velîleri/koruyup gözeticileri sadece müttakîlerdir.”[63]
İleride ayrıntılarına gireceğimiz gibi bu âyetlerde kâfirleri velî/hakim/vâli/otorite/koruyucu/hâmî edinmeme anlamında bizzat velayet mastarından türeyen velî ve evliya kavramlarını kullanırken Kur'an, aşağıdaki âyetlerde aynı anlama gelen “Bitâne” ve '”Meveddet” gibi değişik kavramları kullanmaktadır:
“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah, onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'an ile) desteklemiştir.”[64]
“Ey iman edenler! kendi dışmızdakilerden sırdaş e-dinmeyin. çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalblerinde gizledikleri
ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.”[65]
Aynı kökten türeyerek; köle azad eden ve azad edilen köle manalarına kullanıldığı gibi velî ve efendi anlamlarına da gelen “Mevlâ” ve onun çoğulu olan mevâlî kelimeleri ise Kur'an'da 21 âyette yer alır. Ancak Râğıb el-Isfehânî'nin de belirttiği gibi, Kur'an, velî kelimesini Allah ve kulun ortak sıfatı olarak kullanmasına rağmen mevlâ sıfatını yalnız Allah için kullanır.[66]
“Allah, îman edenlerin mevlasıdir. Kâfirlere gelince onların mevlâsı yoktur.”[67] Buna göre mü'min, Allah'ın, Allah da mü'minin velisi olabilirken mevlâ olmak sadece Allah'a özgü bir sıfat olmaktadır. [68]
Mü'minlerin gerek birbirleriyle, gerek başkalarıyla olan sosyal, siyasal, beşeri ve hukuki münasebetlerinin tanzimini konu edinerek Kur'an-ı Ker'im'de sık sık tekrarlanan ve yukarıda ele aldığımız “Velî” kavramının mahiyetini incelerken bu kavramın asıl menşei olan “Velayet” kavramını gözardi edemezdik. Zira yukarda kavramın tahlilini yaparken de görüldüğü üzere bütün filologlara göre “Velî” kavramı “el-Velyü” ve “el-Velâyetü” mastarlarından alınmıştır.
Dolayısıyla bu bölümde de “Velayet” kavramının tarihî süreç içerisinde lügat ve ıstılah olarak kazandığı manaları ve Kur'an-ı Kerîm'de hangi anlamlarıyla kullanıldığını tahlil ederek asıl mahiyetini tesbite çalışacağız.[69]
“Velayet” kelimesi lügatte; bir işi üzerine alıp onu ikame etmek, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek manalarına gelen bir mastardır. [70] Nitekim Resûlüllah (s.a.v)'in, “Allahım! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir işi üstlenir de onlara zorluk gösterirse, sen de ona zorluk göster. Bir kimse ümmetimin işlerinden bir işi üzerine alır da onlara şefkatle muamele ederse, sen de ona şefkatle muamele et.”[71] hadisinde de bu kelimeden türeyen lafzı bir işi üstlenmek ve idare etmek anlamında kullanılmıştır.
Vilâyet şeklinde isim olarak kullanıldığında bu kelime; karabet, vasilik, koruyuculuk, yakınlık, emirlik ve bir vâlînin hükmü altına alarak idare ettiği belde anlamına gelir.[72]
İbn'ül- Esir, “en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs ve'1-Eser” adlı eserinde bu kavramı açıklarken şöyle demektedir: “Öyle görünüyor ki vilâyet, idare etmek, yönetmek/tedbîr, kud-ret/kuvet, iktidar ve aksiyon manalarını çağrıştırmaktadır. Sözünü ettiğimiz özellikler kendisinde bulunmayan kimseye vali isminin verilmesi uygun olmaz.' demiştir.[73]
İbn Manzur, Zebîdî ve Cevheri kavramla ilgili olarak ittifakla şunları kaydederler: “Vav harfinin kesrası ile el-Vilâyetü’ kelimesinin manası; es-sultatü / hüküm / torite / tehakküm / kuvvet / kudretü / emirlik / valilik / tehakküm;'el-velâyetü' kelimesi ise, en-Nasratü / yardım etme demektir. Dolayısıyla bana yardım konusunda elbirliği ederler' denilir. Sîbeveyh: “Vav”ın fethası ile “el-Velâyetü” kelimesi, masdar- vav'ın kesrası ile “el-Vilâyetü' kelimesi ise, emirlik/el-imâretü' ve “idarecilik/temsilcilik/en-Nikâbetü' kelimeleri gibi isimdir. Çünkü bu kelime, üzerine alıp ikame ettiğin şeyin ismidir. Arablar masdar manasını kastettikleri zaman bu kelimeyi fetha ile okurlar.' demektedir.”[74]
Zebîdî yukardaki manalara ilaveten “Velayet” kelimesinde “fızîkî yakınlık” manasının bulunduğunu ifade eder ve buna masdarla sıfatlanmış olan” yakın ev cümlesini; Vav'ın kesra ve fethası ile de “hayır ve şer konusunda tek el olmak” anlamına gelen '' ibaresini delil getirir.[75]
Asım Efendi de kavramla ilgili olarak şunları kaydeder: “Vav'ın kesrası ve fethası ile velayet- birisine kudret cihetiyle bizatihi zâbıt [76] ve mutasarrıf [77] olmak manasınadır ki âmir/hükümdar/ hüdâvendiğâr olmak tabir olunur. Bazılarına göre bu kelime vav'ın fethası ile zikrolunan “VLY” maddelerinden masdardır ki dost ve arkadaş/sadîk olmak, bir adamın muîn (yardım eden) ve nasır (yardımcısı) olmak manasınadır. Vav'ın kesrası Üe, hutâ manasınadır ki vâlî'nin velayeti altında bulunan muayyen bir beldeden ibarettir. Istılahımızda dahi vilayet ve eyalet tabir olunur. Aynı şekilde beylik, hakimlik ve padişahlık manaları nadir. Sibeveyh dedi ki fetha ile velayet masdar olup emir ve vali olmak manasına, kesra ile imare ve nikase gibi isim olup beylik, hakimlik ve padişahlık manasınadır.”[78]
Bütün bu açıklamalardan yola çıkarak “Velayet” kavramının Arap dilinde hem ism-i fail manasıyla dost, yardımcı, müttefik, sırdaş, vâris, vasî, vali, hâkim, koruyucu, gözetici, idareci, sultan, mâlik ve otorite manalarını, hem de egemenlik, güç, kuvvet, kudret ve benzeri gibi isim anlamlarının hepsini içine alan şümullü bir kavram olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Kavramın lügat manasıyla ilgili bu açıklamalardan sonra kavramın Kur'an'da hangi manalarıyla kullanıldığını; diğer bir İfade ile kıraat imamları ve müfessirlerin Kur'an'da bu kavrama hangi manaları yüklediklerini ve ondan ne anladıklarını kendi ifadelerine dayalı olarak ortaya koymaya çalışacağız. [79]
Yukarda sözlük anlamlarına işaret ettiğimiz “Velayet” kavramı ıstılahta bir başkası üzerine hâkim olup ona sözünü geçirmek mânâsında tarif edilmiştir.
Nitekim Şerif Cürcânî bu tarifi benimseyerek “Istalahta velayet; istese de istemese de, başkası üzerine sözünü geçirmektir.”[80] Şeklinde tarif etmiştir. Aşağıda da görüleceği üzere Cürcâni'nin yaptığı bu tanım hukukçuların esas aldığı tanımdır. [81]
Mutasavvıfların ıstılahında; “Velayet; halk üzerinde hak ile tasarrufta bulunmaktır” [82] şeklinde tarif edilmiştir.[83]
Ahmed İbn Muhammed el-Hamevî, kavramın ıstılahtaki manasını tarif ederken: “Fıkıh Istılahında velayet; istese de istemese de başkası üzerindeki tasarruf hakkını yerine getirmektir. “[84]
Çağdaş müfessir ve fakih Vehbe Zühaylî ise, bu konuda şu tarifi yapmaktadır: “Şer'î ıstılahta velayet, sahibi adına akid yapma, tasarruflarda bulunma ve bunları yerine getirme yetkisidir.”[85]
Hukukçuların Istılahında velayet aşağıdaki kısımlara ayrılmaktadır:
1- Velâyet-i Amme: Din, dünya, şahıs ve mal hususlarında olan velayettir. Bunun, devlet başkanının velâyetiyle nâiblerinin ve valilerinin velayeti arasında değişen farklı dereceleri vardır. Orduyu teçhiz etmek, sınırları muhafaza etmek, hadleri ikame etmek, dinin asıllarını korumak ve kendisiyle emniyetin sağlanacağı ve Allah'ın şeriatının hakim kılınacağı daha başka işler bu velayetin uhdesindedir.
2- Velâyet-i Hâssa: Bu ise, hem mal, hem nefs hususunda olabileceği gibi sadece mal hususunda da olur. Velâyet-i Hâssa, “Velâyet-i Hâssa velâyet-i âmmeden daha akvadır.” [86] Kaidesince, velâyet-i âmme'den daha kuvvetli kabul edilmiştir. Bu kaidenin delili ise, Peygamber (s.a.v)'den: “Sultan, velîsi olmayan kimsenin velîsidir.” [87] şeklinde rivayet edilen hadisdir.[88]
Bunun böyle olması şu iki sebebe binaendir:
1- Bir şeye bağlı bulunan velayet, sadece o şeye bağlı olması sebebiyle kendisinin üstünde olan şeyden daha hususî olunca, bu konuda umumi olarak kendisinin üstünde bulunan şeyden tesir bakımından daha kuvvetli olur.[89]
2- Bu konuda hususiyetlere itibar mertebelere itibardan daha evladır. Nitekim aşağıdaki örneklerde açıkça görüleceği üzere, velâyet-i hâssa, çoğu zaman velâyet-i hâssa, çoğu zaman velâyet-i âmmenin içermediği şu iki hususiyetle öne çıkar:
a- Velîsi bulunduğu halde hâkimin çocuğu evlendirme yetkisi yoktur. Çünkü baba ve dedenin çocuklara karşı şefkati bilinen bir gerçektir.[90]
b- Aynı şekilde kendisine vâsî tâyin edilen yetimin malı konusunda kadı'nın tasarruf hakkı olmadığı gibi velîsi hazır olduğu halde yetim ve yetimeyi evlendirme hakkı da yoktur.
Fakat burada, veliyy-i âmmın diğer velayetler üzerinde umûmî denetleme hakkına sahip olması sebebiyle velâyet-i hâssaya müteallik işlerde kusur, maslahatın zâyî edilmesi, hıyanet ve benzeri şeyleri mülahaza ettiği zaman itiraz ve müdahale hakkının bulunduğuna dikkat çekmek gerekir. Onun hainlik yapanları velayet makamından azli tercih etme hakkı da vardır. Zerkeşî şu sözüyle buna işaret etmektedir: “... Devlet başkanı hariç, veliyy-i hâss fasıkhk sebebiyle azlolunur.”[91]
Ancak velayet, hisse sahipleri, asabeden olanlar ve zevi'l-erhamm velayeti gibi yakınlıktan kaynaklanan velayet ise, azledilmez. Çünkü velayet onların zatı.ile kaimdir. Hiç kimsenin onları velayetten azletme hakkı yoktur.[92]
3- Velâyet-i Cerâim: Halk arasında tehaddüs eden cürümler, cinayetler hakkında idâri, siyâsi, bazı zecrî tedbirler alınmasına mezuniyet ve selahiyettir ki buna “Velâyet-i Mezâlim” de denir.
4- Velâyet-i Gayr-i: Zâtından çıkmayıp hârici bir muamele ile vücuda gelen velayet görevinin doğum sebebine ve velînin şahsiyetine değil, velayetin verilmesini gerektiren bir muameleye dayanması durumunda verilen velayettir.
5- Velâyet-i Kaza: Davacılar arasında şer'î usûlü dâiresinde hüküm ve tefvize mezuniyet ve yetki- uyuşmazlıklara, şer'î kurallara ve adalete uygun bir şekilde çözüm yolları bulmakla görevli olan hâkimin taşıdığı yetki.
6- Velâyet-i Kısas: Kısas ettirmek hakkına mâlikiyet.
7- Velâyet-i Te'dîb: Bir kimsenin başka bir kimseye karşı hâiz olduğu te'dîb selâhiyeti.
8- Velâyet-i Zâtiyye: Velînin zâtından çıkan velayet. Babasının evlat üzerindeki velayeti gibi;[93]
Burada da görüleceği üzere gerek dilciler, gerek tasavvufcular ve gerekse fıkıhcıların yaptıkları tarifler esas alınmış olsun, kavramın ıstılahı tanımı yapılırken daha ziyade kuvvet, bir başkası adına tasarrufta bulunma, yardım etme ve otorite anlamının ön plana çıkarıldığını müşahada etmekteyiz. Buna göre velî, uhdesine verilen konularda her hangi bir kimseden izin almaksızın tasarruf etme hakkına sahip olan kimse veya kimselerdir, diyebiliriz.
Şu halde velayet kavramı, tarihî süreç içerisinde lüğavî manasına uygun olarak “Bir kimsenin veya bir topluluğun bir başkasına kendisini ilgilendiren dînî, dünyevî hukukî, siyâsî, kısaca her konuda tasarruf hakkını devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın, aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine tevdi edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine müdâhale ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur, diyebiliriz.
İşte biz tezimizde veli (çoğ: evliya) kavramını, kavramın bu manaları doğrultusunda ele alıp incelemeye çalışacağız.
Yoksa burada kavramların sonradan tasavvuftular tarafından kullanılan şekliyle keramet izharında bulunan velî ve Şiada kullanılan nass ile tayin edilmiş imam anlamlarını tezimize konu etmeyeceğimizi belirtmemiz gerekir. [94]
Kur'an-ı Kerimde “Velayet” mastarının türevleri olan velî, mevla (çoğ: Mevâlî) [95] ve benzeri kavramlar sık sık tekrar edilmesine rağmen, “Velayet” kavramının sadece iki ayet-i kerimede kullanıldığını görüyoruz.
Allah Teâlâ, bu ayetlerin ilki olan Enfâl Sûresi 72. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “îman edipte hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (Muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velîsidirler. İman edipde hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara” Velayet” nâmına bir şey yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz gerekir. “Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir topluma karşı yardım etmeniz olmaz. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”[96]
Yüce Allah, kavramın yer aldığı bir başka sure olan Kehf Sûresi 44. ayetinde de şöyle buyurmaktadır: “İşte burada yardım ve koruyuculuk/velayet Hakk olan Allah'a mahsustur, mükafaatı en iyi olan O, en güzel âkibeti veren yine O'dur.”
Biz bu bölümde söz konusu kavramın geçtiği ayetleri ele alarak kavram üzerindeki kıraat ihtilaflarını, çeşitli açılardan ayetlerin tahlillerini ve müfessirlerin konuyla ilgili yaklaşımlarını serdedip Kur'an'ın bu ayetlerdeki maksadını tesbiti çalışacağız. [97]
Alimler âyette geçen “Velayet” lafzının ne anlama geldiğini tesbitten önce bu kavramın hangi şekilde okunacağı meselesi üzerinde durmuşlardır. Bu münasebetle kıraat imamları ve müfessirler bu âyette geçen “Velayet” kelimesinin mastar sayılarak “Velayet” şeklinde mi yoksa isim kabul edilerek “Vilâyet” şeklinde mî okunacağı hususunda ihtilafa düştüklerini görüyoruz.
Her ne kadar meşhur olan kıraatte, bu kavram, “el-Velâyetü” şeklinde fethalı olarak okunuyor olsa da “el-Vilâyetü” şeklinde kesrah olarak okuyan kıraat imamları da yok değildir. Nitekim Kurtubî (ö. 671/1273) yukarıdaki âyetin tefsiri esnasında kavramla ilgili olarak: “Yahya İbn Vessâb, el-A'meş, el-Kisâî ve Hamza, “vav” harfinin kesrasi ile “el-Vilâyetü” şeklinde okumuşlardır. Ancak bu bir lehçeye göredir, denilmiştir. Yine denilmiştir ki: “bu kelime “ ifadesinden alınmıştır.
Velâyeti / kuvveti / kudreti apaçık velî / idareci' ve Vilâyeti / emirliği / hükümdarlığı apaçık vâlî” denilir. Bu kelimeyi fetha ile okumak daha sarih ve daha güzeldir. Çünkü o neseb ve yardım etme/nusrat manasınadır. Fakat çoğu zaman 'Velayet' de “Vilâyet” de, emirlik / idarecilik / el-İmâret manasında kullanılırlar1[98] demektedir.
Zemahşerî, söz konusu âyetin tefsirini yaparken kavra-mın okunuşu ve taşıdığı manalar hususunda Kurtubî'ye iştirak ederek “'Velayet' mirasta 'birbirlerinin işlerini üstlenmek1 manasından yola çıkılarak hem fetha, hem de kesra ile okunmuştur. Kesra ile okunmasının sebebi; insanların birbirlerini veli edinmelerinin, sanki bir işi tahsil edip meydana getirmek ve bizzat vazife görmek üzere sahibinin o işi üzerine alıyor oluşu gibi, vazife ve sanata benziyor olmasıdır.”[99]
Kurtubî, “İşte burada yardım ve koruyuculuk/velayet yalnız Hakk olan Allah'a mahsustur.” [100] âyetinin tefsirini yaparken burada da kavramın nasıl okunacağı konusuna temas ederek “el-A'meş, el-Kisâî ve Hamza, “Vav” harfinin kesrasıyla “el-Vilâyetü” şeklinde okumuş, geriye Icalan kıraat imamları ise fetha ile okumuşlardır. “er-Ridâatüve “er-Radâatü” kelimelerinde olduğu gibi her ikisi de aynı manayadır. “Allah, iman edenlerin velîsidir” [101] ve “Çünkü Allah, inananların koruyucusudur.” [102] âyetlerinde olduğu gibi “vav” harfinin fethası ile “el-Velâyetü” kelimesi “el-Muvâlâf” mastarından alınmıştır. “Vav” harfinin kesrası ile “el-Vilâyetü” şeklinde okunursa, “o günde hüküm/emr yalnızca Allah'a aittir,” [103] kavlinde olduğu gibi “velayet”, “sultan, hüküm, mülk, kudret ve emirlik” manalarına gelir. Ebu Ubeyd ise, bu kavram “vav” harfinin fethası ile, “Yaratıcı” için, kesrası ile “yaratılmışlar” içindir, demiştir. “[104] açıklamasını yapmaktadır.
Nesefi (ö. 710/1310), Kehf sûresi 44. âyetinde geçen velayet lafzı hakkında, “Hamza ve Alînin kıraatine göre vavın kesrası ile el-vilâyetü (şeklinde) okunur. Bu kelime, fetha ile (el-Velâyetü) nusrat/yardım etme ve birinin işini üzerine alıp onu ifa etme demektir. Kesra ile (el-vilâyetü), es-Sultan/hükümdar/ vâlî/kuvvet/kudret ve el-Melik/mutlak malik, lider/mülk sahibi ve amir demektir.”[105] Açıklamasını yapar.
Hafız İbn Kesîr (ö.774/1372), Enfal sûresi 72. âyetinin tefsirini yaparken: “Hamza, “vav”ın kesrası ile “vilâyetinim” şeklinde, geriye kalan kıraat imamiarı ise, 'vav'ın fethası ile 'velayetinim' şeklinde okumuşlardır. Ed-Dilâletü ve ed-Delâletü kelimelerinde olduğu gibi ikisi de aynı (mânâya)dır.” demekte-dir.[106]
Keza, Şevkânî de İbn Kesîr'e iştirak ederek âyette geçen söz konusu kavramın, aynı manayı ifade etmek üzere her iki şekilde de okunduğunu ifade eder.[107]
Zebîdî “Tâcu'1-Arûs” adlı eserinde şu bilgileri aktarır: “İbnü Beri, Allah Teala'nın, “Mâ leküm min velayetinim” kavli yardım etmeden-Nusratü manasında fetha ile de kesra ile de okunmuştur, demiştir. Ebu'l-Hasen ise, “kesra ile okumak bir lügata göredir. Halbuki meşhur kıraat öyle değildir,' demiştir. Et-Tehzîb adlı eserde Ferrâ (ö. 207/822) şunları söylemiştir: “Ayette (geçen velayet kelimesinde) ki “vav”ın kesra ile okunması, feha ile okunmasından daha ziyade hoşuma gider. Çünkü bu kelime, kendisi iie yardım etme manası kastedildiği zaman daha çok fetha ile harekelenir. Kisâî bu kelimeyi fetha ile okur ve bununla yardım etme manasını benimsemiş olurdu.” Ezherî, “bunun tefsir ilmi olduğunu sanmam.” derken Zeccâc, “her iki vecihle de okunur. Fetha i!e okuyan onu, yardım etme ve neseb kabul etmiş olur. İmaret manasına gelen el-vilâyet ise, iki mananın arasını ayırmak maksadıyla, meksurdur. Toplumun biribirinin işlerini üstlenmesinde bir tür sanat ve vazife söz konusu olduğundan bazan kelimeyi kesra ile “el-vilâyetü” şeklinde okumak da caizdir. “El-Gussâratü/Elbise boyacılığı ve “el-vilâyetü” şeklinde okumak da caizdir. “ElGussâratü/Elbise boyacılığı ve 'el-Hıyâtatü/terzilik gibi sanat cinsinden olan her meslek ismi meksur okunur.” demektedir.”[108]
Kavram hakkında en doyurucu açıklamayı İbn Manzur'un yaptığını görüyoruz. Nitekim o bu hususta şunları kaydeder:
“İbn'ül-Esir, “Öyle görünüyor ki vilâyet, idare etmek/tedbîr, yönetmek, kuvvet, kudret, iktidar ve aksiyon manalarını çağrıştırmaktadır. Sözünü ettiğimiz özellikler kendisinde bulunmayan kimseye vâii isminin verilmesi uygun olmaz.' demiştir. İbnü Seyyidih, “el-Vilâyetü” kelimesinin “rel-imâretü” gibi isim olduğu, “el-Velâyetü” kelimesinin ise, masdar olduğu söylenilmiştir, demektedir. İbnü's-Sikkît ise, şöyle der: 'Vav'in kesrası ile “el-Vilâyetü' lafzı, sultan/hükümdar/ vâlî/kuvvet/kudret manasına gelir. Avav'ın fethasıyla “el-Velâyetü” kelimesi, yardım etme manasına gelir. “Onların benim üzerimde vilâyeti vardır' denilir. Yani “Onlar bana yardım hususunda elbirliği ederler”. Sibevyh, “Vav harfinin fethasıyla “el-velâyetü”, kelimesi masdardır, vav’ın kesrası ile el-vilâyetü lafzı “el-imâretü/emirlik* ve 'en-Nikâbetü/idarecilik' gibi isimdir. Çünkü bu kelime, üzerine alıp deruhte ettiğin ve yerine getirdiğin şeyin ismidir. Araplar bu kelime ile mastar manası kastettikleri zaman fetha ile okurlar İbnü Berî, “Ma leküm min velayetinim min şey'in” âyetinde geçen “Velayet” lafzındaki vav hem fetha hem de kesra ile okunmuştur. Her ikisi de yardım etme/nusret manasına gelir, demiştir.
Ebu'l-Hasen,' Bu (ev-vilâyetü şeklindeki) kıraat, bir lehçeye göredir. Fakat meşhur kıraat bu değildir.1 demektedir. El-Ferra ise: Allah Teala' İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara “ nâmına bir şey yoktur” [109] kavliyle “onların miraslarından size bir şey yoktur,” manasını kastetmektedir. Ayette geçen “Min velayetinim” kelimesindeki vavın kesra ile harekelenmesi fetha ile harekelenmesinden daha çok hoşuma gider. Çünkü bu kelime, kendisiyle nusret manası kastedildiğinde daha ziyade fetha ile harekelenir. Kisâi de bu kelimeyi fetha ile harekeler ve onunla nusret manasına meylederdi. Ezherî, bunun tefsir ilmi olduğunu sanmam, demiştir. El-Ferrâ, Araplar ona yardım ettim' sözünde kesrayı tercih ederler. Biz velayet kelimesinde her iki manada fethayı da kesrayı da işittik şu şiirle istişhad eder:
Ebu'l-Abbas da, Ferra'nm söylediklerine benzer açıklamalarda bulunur. Zeccac da “Vavın hem fethası, hem de kesrast ile okunacağını söylemiş ve fetha ile okuyan onu nusret ve neseb manasına almış olur. Bu iki manayı birbirinden ayırmak için emirlik manasına gelen el-Vilâyetü lafzı maksur okunur. Vilâyetin kesra ile okunması bazan caiz oluir. Çünkü bazı insanların birbirlerinin işlerini üstlenmelerinde bir çeşit vazife ve sanat söz konusudur. Boyacılık / kıssâra ve terzilik / hıyâta gibi sanat cinsinden olan her meslek meksur okunur, demektedir. Ferrâ devamla şöyle der: “İman hususunda vilâyet vacibtir. Müminler mü'minlerin velisidirler. Velî koruyuculuğu / velayeti aşikar olan, vâlî ise, hükümranlığı / vilâyeti apaçık olandır.”[110]
Râğıb el-Isfehâni ise konuyla ilgili olarak şöyle der: “Velayet; bir işi üstlenmek/üzerine almak, demektir. “Ed-Dilâletü” ve “Ed-Delâletü” lafızlarında olduğu gibi, “El-Vilâyetü” ve “El-Velâyetü” şeklinde de kullanılacağı söylenilmiştir. “Bu kelimenin hakîkî manası, bir işi üstlenmek ve üzerine almaktır.” “Allah, bir çok âyette kâfirlerle mü'minler arasında “Vilâyeti” reddetmiştir,” [111] diyerek kavramın bu manâları için yukarıdaki âyetlerle birlikte daha bir çok âyeti delil getirmektedir:[112]
Netice itibariyle Enfal 72. ve Kehf 44. ayetlerinde geçen bu kavram ekseri kıraat imamlarının benimsediği meşhur ve yaygın olan kıraate göre “el-Velâyetü” şeklinde okunmasına rağmen, Ali, Hamza, Kisâî, Yahya İbn Vessâb ve A'meş gibi bazukıraat imamları tarafından “el-Vilâyetti” şeklinde vav harfinin kesrasıyla da okunmuştur. Buna göre her ne kadar efdal olan birincisi olsa da, sonuçta büyük bir anlam farkı olmadığından her iki kıraatin de caiz olduğunu söyleyebiliriz. Zira bıranşında uzman ve otorite sayılan alimler tarafından ortaya konan farklı içtihatlarla amel edilmesinde dînen bir sakınca görülmemiştir. [113]
Velayet kavramının muhtevası ve ayetlerde yüklenmiş oldukları manaların daha İyi anlaşılması için her şeyden önce kavramın geçtiği ayetlerin, âyet çerçevesi, siyâk-sibak çerçevesi, tarihî nüzul ortamı ve Kur'an bütünlüğü açılarından tahlil edilmeleri gerekir.
Zira bir ayetin, ayet çerçevesini, siyâk-sibâk çerçevesini, târihi nüzul ortamını ve arka-planını, varsa gerçek nüzul sebeplerini, sûre ve Kur'an bütünlüğünü dikkate almadan anlamaya çalışmak, insanı çoğu zaman olumsuz sonuçlara sevkeder. Çünkü Kur'ânî kavramlar, “Kur'an'da birbirinden ayrı yalın halde bulunmazlar. Her birinin diğeri ile yakın bir ilişkisi vardır. Bu kelimeler, müşahhas anlamlarını birbirleri ile olan bu ilişki sisteminden alırlar. Diğer bir ifade ile bunlar kendi aralarında büyük-küçük çeşitli gruplar teşkil ederler. Ve birbirlerine muhtelif yollarla bağlanırlar. Bu suretle sonunda gayet düzenli bir bütün, son derece karışık kavramsal bir münasebet ağı kurarlar. İşte önemli olan husus, bu anlam sistemini yakalamaktır.[114]
Bundan da anlaşılıyor ki manalar yalnız başlarına değil, daima bir sistem içinde değer kazanıyor. [115] Bununla beraber muayyen konular, bazı siyak-sibak çerçevelerinde adeta müstakil olarak ele alınmış görünümü verseler de, her siyâk-sibâk çerçevesi yine de Kur'an'ın diğer pasajlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatlıdır. Çünkü değil bir ayet gurubu, bazan bir terkib bile, bir kaç hedef gözetebilmektedir. Bundan dolayı Kur'an'ın bir biriminin bir konuya münhasır kılınması çoğunlukla mümkün olamamaktadır. Bütün parçalar, bulundukları mana çerçaevelerinde, üzerlerine düşenleri yaparken Kur'an manzumesi içindeki diğer birimlerle olan ilişkilerini de sürdürürler. Dolayısıyla Kur'an'ın her bir azası mükemmel çalışan bir bütün oluşturur.[116]
Bu sebeple incelemekte olduğumuz kavramın geçtiği ayetleri, âyet çerçeveleri, siyak-sibak çerçeveleri, târihi nüzul ortamları ve Kur'an bütünlüğü içerisinde irtibatlı oldukları diğer konularla bir bütün halinde ele alarak gerek kavramın ve gerekse ayetlerin taşıdıkları manayı elimizden geldiği nisbette tesbite çalışacağız. [117]
Burada ayet çerçevesi ile kastımız, “sözün sarfedildiği yer olarak düşünebileceğimiz çerçevedir. Kur'an kendi bütünlüğü içerisinde anlaşılmaya çalışılırken öncelikle değerlendirmeye tabi tutulacak olan bu çerçevedir. Yani kelimeleri ve terkipleri, önce cümlenin bütünlüğü İçinde anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü bazan cümlenin tamamlayıcı unsurlarından her hangi birini değerlendirmeye aldığınız takdirde, varacağınız sonuç, Kur'an'ın o bölümde iletmek istediği fikirlerden az çok farklı veya zıddı olabilir.
Bu itibarla Kur'an'ı anlarken öncelikle cümle ve ayet bazında anlatılmak isteneni tesbit etmek gerekmektedir.
Meselâ, Bakara suresinin 275. ayetinin baş tarafında faiz yiyenlerin yani faiz muamelesinde bulunanların kıyamet gününde şeytan çarpmış kimseler gibi kalkacaklarından bahsediliyor. Fakat ayetin devamında onların, böyle fena bir duruma duçar kılınmalarının sebebi üzerinde duruluyor ve Allah, alışverişi helal, faizi ise haram kıldığı halde bu insanların, alışverişle faizi eşit tutmaları, bu ikisinin arasında hiç bir fark görmedikleri, dolayısıyla faizi de alışveriş gibi helal saydıkları için şeytan çarpmış gibi dirilecekleri anlatılıyor. Eğer biz bu ayetin devamını dikkate almadan ilk bölümünü anlamaya kalkışırsak gerçekten farklı bir sonuca varırız. Çünkü bu takdirde, avetin başındaki” ifadesinin zahirine bakılarak faizi haram saymaksızın yiyenlerin ve bu muamelede bulunanların böyle bir azaba maruz kalacakları gibi, bir sonuç çıkar ki bu da, Kur'an'ın bu ayette muhataplarına vermek istediği şey değildir.”[118]
Tıpkı yukardaki örnekte olduğu gibi mevzumuz olan “İman edipte hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (Muhacirleri) barındırıp yardım edenler; işte onlar birbirlerinin velisidirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara /Velayet” namına bir şey yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz gerekir. Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir topluma karşı yardım etmeniz olmaz. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”[119] ayetinin odak noktasını teşkil eden “İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara “ /Velayet” namına bir şey yoktur.” ifadesini, ayet çerçevesini dikkate almadan tefsire çalıştığımızda Kur'an'ın bu ayette bize vermek istediği mesajı kısmen veya tamamen yanlış anlayabiliriz.
Nitekim bir kısım müfessirler bu hususları gözardı ettiklerinden ayette geçen kavrama Araplar arasında hiç de maruf olmayan manaları yükleme yönüne gitmişler ve ayeti yakın hedefleri dururken uzak hedeflerine hamletmişlerdir. Diğer bir ifadeyle ondan uzak ve yakın bütün ihtimalleri içine alacak genel ve evrensel hükümler çıkarmak yerine, genel ve daha râcih olan manalarını dışarda bırakacak dar ve kısmî anlamlar çıkarmışlardır.
Dikkat edilirse âyetin birinci cümlesinde, iman edip hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin, muhacirleri barındırıp onlara yardım edenlerin, birbirlerinin velîleri ve dostları oldukları ifade ediliyor. Bunu takibeden cümlede, iman ettiği halde hicretle birlikte diğer hasletlere sahip olmayan mü'minler üzerinde birinci gruba giren mü'minlerin velayet haklarının bulunmadığı ifade edilerek iman edenlerin birbirleri üzerindeki velayetlerine sınırlama getiriliyor.
Üçüncü kısımda ise, getirilen bu sınırlama ile birlikte din konusunda yardıma muhtaç oldukları ve hicret eden mü'minlerden yardım istedikleri zaman, bu yardımı sağlamanın bir vecibe olduğu vurgulanıyor. Nihayet son kısımda bu yardıma da bir sınırlama getirilerek birinci grubun anlaşmalı olduğu bir toplum aleyhine yapılmaması ve ahde vefasızlıktan kaçınılması isteniyor.
Şayet ayetin bu cümlesini, ilk üç kısmıyla son kısmını dikkate almadan değerlendirecek olursak, bu cümlelerin altını çizdiği velayetin, sözü edilen iki grub müslüman toplum arasında dostluğu mu, yardım ve desteği mi, ganimet paylaşımındaki hak ve yetkileri mi, yoksa mirasla ilgili hususları mı ifade ettiğini anlama konusunda ciddi hatalara düşebiliriz.
Nitekim ayet ve ayette geçen kavramla ilgili müfessirlerin görüşlerini sunarken ayrıntıları ile ele alacağımız gibi Nesefi, Zemahşerî ve benzeri müfessirler ayeti tefsir ederken “sizin onlarla miras konusunda bir ilişkiniz yoktur”[120] açıklamasını yaparak ayeti ve orada geçen kavramı sırf dâru'l-İslam'ın mensubu olan mü'minlerie hicret etmeyerek müşrikler arasında ikamete devam eden mü'min toplum arasındaki miras hükümlerini tanzim eden bir ayet olarak anlamak istemişlerdir.
Keza İbn Kesîr gibi bazı alimler de ayetin anlamını sadece ganimet ve fey mallarının taksimi manasına tahsis etmek istemişlerdir.[121]
Halbuki bu ayetin bu cümleden önceki ilk iki cümlesi ile bundan sonraki cümleleri birlikte düşünüldüğü zaman onu miras ve ganimet ve miras yönünden birbirlerinin velileri olduklarını değil, umumi bir üslupla her yönden birbirlerinin velisi olduklarını ifade etmektedir. Zira îbn Cerir et-Taberi'nin de belirttiği gibi velayet ve veli kavramlarının manaları arasında doğrudan doğruya miras ve varis olma manaları mevcut değildir. Bu kelime, sadece miras işlerini üstlenip ifa etme konusunda velisi olur manasına dolaylı olarak kullanılan bir kavramdır.[122] Dolayısıyla burada kavram, hakiki anlamları ile birbirlerinin işlerini üstlenme, birbirlerinin işlerine müdahale etme yardım etme, koruyup gözetme ve benzeri gibi daha geniş anlamlarıyla kullanılmıştır. Nitekim ayetin son kısmı bu koruma, gözetme yardım edip kollama manalarını içerdiğini teyid etmekte ve bunun sınırlarını belirlemektedir.
Buna göre İslam yurdunda hicret eden ve hicret eden mü'minlere yardım ve barınma imkanı sağlayan mü'minlerin şirk diyarından hicret etmeyerek müşriklerin arasında ikamete devam eden mü'minlere akide bağından doğan koruma, yardım ve gözetme gibi sınırlı sorumluluklarını devreye sokacaklar ancak bu da kendilerinin anlaşmalı olduğu bir topluma karşı olmayacaktır. Zira müslümanlar başkaları ile yapmış oldukları anlaşmaları onlar bozmadığı sürece bozmayacaklardır.' Çünkü Kur'an, müslümanları, başka toplumlarla yaptıkları anlaşmalara süresi sona erinceye kadar uymaya davet eder ve kendileri bozmadıkları müddetçe bunu mutlaka yerine getirilmesi gereken bir vazife kabul eder.[123]
Şu halde ayetin, “Hicret edinceye kadar sizin için onlara velayet namına bir şey yoktur” ifadesi zahiren, bu iki grup mü'min topluluğu arasındaki velayet ilişkisini ortadan kaldırmakla beraber, ilk ve son cümleleri birlikte düşünüldüğünde akide bağından doğan bir sorumlulukla yine de bunlara belirli şartlarda koruma ve gözetme hakkını tanımış oluyor.
Bu şartlara göre iman edip hicret eden ve hicretle birlikte ortaya çıkan nazik ve hassas durumlarda birbirlerine yardım edip barındıranların, kavramın içeriği itibariyle birbirlerinin birinci derecede velileri olduğunu, hicreti terk ederek fızîkî bakımdan İslam cemiyetine iltihak etmeyen ve onlarla olan ilişkilerini sadece akide bağıyla sınırlandıran mü'minlerin, bu konumlarına paralel olarak sınırlı hallerde velayet haklarının bulunduğunu ifade etmektedir. Diğer bir ifade ile kendilerine ancak belirli şartlarda yardım eli uzatılabilecek ve koruyup gözetme imkanına sahip olabileceklerdir.
Bu hususlar dikkate alındığında ayette geçen velayetin mücerret miras ve ganimet paylaşımı konusundaki sorumluluğu değil, yardım etme, koruyup gözetme, işlerini üstlenme ve müdahale etme gibi manalara kullanıldığını gösteriyor. Değilse, belirli şartlarda yardım ve korumaya müsaade verilmesinin, belirli şartlarda da bu yardım ve korumadan menedilmesinin anlamı ve yukarıki kısımlarla bir irtibatı olmayacaktır.
Netice olarak bu ayetteki velayet kavramı, sadece miras ve ganimet takshnindeki sorumluluğu değil, kavramın genil anlamında mündemiç olan bir velayeti ifade etmektedir ki buna yukarıda belirttiğimiz hususlarla birlikte miras ve benzeri gibi bütün sorumlulukları üstlenme de dahildir. [124]
Kur'ân'ın anlaşılması konusunda siyak ve sibak ilişkisinden söz etmek için öncelikle bu kelimelerle sözlük ve ıstılah olarak ne kastedildiğinin bilinmesi gerekir. Bu münasebetle burada bu kavramların açıklamalarına kısaca temas etmekte fayda mülahaza ediyoruz.
Siyak: İfade şekli, ifade tarzı, sözün gelişi [125] gibi anlamlara gelir.
Sibak ise: Bir şeyin öncesi, geçmişi, üst tarafı, başlangıcı, bağ, bağlantı, söz ve yazının baş tarafı anlamlarına gelir.[126]
Bu iki kelime “Siyak ve Sibak” şeklinde birlikte kullanıldığı zaman, bağlam, kontekst, sözde baş ve son uygunluğu, tutarlılık, sözün gelişi, sözün başıyla sonunun bir birine uy-gunluğu [127], sözlerin uygun bir şekilde birbirini takip etmesi anlamlarında kullanılmaktadır.
Terim olarak ise bu iki kelime şu anlamlara gelmektedir.
a- Bir dil birimini çevreleyen, ondan önce veya sonra gelen, bir çok durumda söz konusu bu birimi etkileyen, onun anlamını, değerini ve içerimini belirleyen olgusal, kavramsal veya sistematik çerçeve ya da çerçeveler bütünü.[128]
b- Manalarını aydınlatan bir söz veya paragrafla çerçevelenmiş bir söylem bölümü.
Kelime ve terkiplerin bu anlamlarından da anlaşılacağı üzere bir kelâmı tam ve doğru olarak anlayabilmek için onu başı ve sonu ile bir bütün halinde ele almak gerekir. Bu kelâm insanlığın hidâyet rehberi olan Allah'ın kelâmı Kur'ân-ı Kerim olunca onun hakkıyla anlaşılmasında bu hususa riâyet edilmesi bir başka önem arzetmektedir. Kolayca görülebileceği gibi Kur'ân her ne kadar konularına göre tertip edilmiş bir kitap değilse de o, bazı durumlarda aynı konuyla ilgili âyetleri peşpeşe sıralar. Ardarda gelen bu âyetlerin çoğu zaman ortak bir hedefi vardır. Dolayısıyla ifadeler hep bu gözetilen maksadın etrafında deveran eder. Bundan dolayı belli bir âyet grubunun içinden bir ayetin veya ayetin bir bölümünün çıkarılıp müstakil olarak tamamen farklı bîr gayeye hizmet ettirilmesi doğru olmaz. Çünkü bu tür yaklaşımlar Kur'anın hiç kastetmediği bir sonuca götürür.
Nitekim kendi doğrularını Kur'ân'a onaylatmaya çalışanların, ifadeleri çoğunlukla siyâk-sibâk bütünlüğünden soyutlayarak yorumlamaya çalıştıkları bir vakıadır.
Gerçekten “şu âyet veya âyetin şu bölümü, bizim görüşümüzün doğruluğunu gösterir” yahut “şu kelimeden şöyle bir hüküm çıkarabiliriz” şeklindeki ifadelerle, Kur'ân'ın küçük birimlerini fikri bütünlükten mücerret olarak değerlendirme, siyâk-sibâk'ın gözardı edilmesinde en büyük faktörlerden biri olmuştur. Ne yazık ki gerek tefsir kitaplarında, gerekse kelam ve İslam hukukuna dair kitaplarda bu tür değerlendirmelere çok rastlanmaktadır. İhtilafları körükleyen en büyük amillerden birinin bu siyâk-sibâk çerçevesini dikkate almama hatası olduğu ortadır.[129]
Zira âyetleri siyâk-sibâk bütünlüğü içerisinde anlamaya çalışmadığımızdan Kur'ân'ın hiç te kastedmediği bir takım mefhum ve mânâları ona yüklemek gibi bir durumla karşı karşıya geliriz. Bu münasebetle Kur'ân'ı anlamaya çalışan bir kimsenin bu hususu mutlaka göz önünde tutması gerekir.
Bu sebeple mevzumuz olan Enfal 72. ayeti ve bu ayetin maksadını doğru olarak tesbit edebilmemiz için onu, ayet çerçevesi yanında ayrıca bağlı bulunduğu ayetler grubu içerisinde, diğer bir ifade ile siyâk-sibâk çerçevesi içerisinde değerlendirmemiz gerekmektedir.
Enfal suresi 72. ayeti, sure içindeki tertibi itibariyle gayr-i müslimlerîe yapılan savaş sonrası ganimet taksimini tanzim eden iki ayetten sonra gelmektedir. Bu ayetlerin, nüzul tarihleri ve sebepleri açısından kendinden önceki ayetlerle birlikte mi yoksa tamamen ayrı vasat ve şartlarda mı indiğini gösteren her hangi bir belge yoktur. Dolayısıyla bu ve bundan sonraki ayetler savaş sonucu ortaya çıkan hususlarla ilgili olarak indirilmiş ve sure ile bir bütün oluşturmak üzere diğer ayetler arasına yerleştirilmiş olması mümkündür.
Kendinden önceki ayetler esirlere karşı nasıl hareket edilmesi gerektiği ve ganimetle ilgili hükümleri tanzim eden ayetler olması itibariyle mevzumuz olan Enfal 72. ayetinin manasını doğrudan etkileyici özelliğe sahip değildir. Bu münasebetle ayetin ancak kendisinden sonra gelen ayetlerle birlikte mütalaa edilmesi gerekmektedir. Nitekim tefsirle ilgili kaynaklara bakıldığında İbn Cerir et-Taberi, Kurtubi ve benzeri müfes-sirler de bu ayeti özellikle kendinden sonra gelen iki ayetle birlikte ele almışlardır. Bu itibarla ayetin siyâk-sibâk ilişkisini daha genel anlamda tarihî nüzul ortamına bırakarak burada sadece kendinden sonra gelen iki ayetle birlikte mütalaa edeceğiz.
Ayet çerçevesinde ele aldığımızda görüldüğü üzere bu a-yet, mü'minlerin birbirleriyle olan dînî, hukukî ve beşerî münasebetlerini belirli esaslara bağlamaktadır.
Bundan sonra gelen 73. ayet ise, aynı şekilde kavramların içeriği itibariyle kafirlerin de sadece birbirlerinin velileri olduğunu, yani onların da ancak birbirlerine yardım edeceklerini, birbirlerini koruyup gözeteceklerini ve birbirlerinin iş ve sorumluluklarını üstleneceklerini ifade etmekte ve bu dengeler gözetilmediği takdirde yer yüzünde büyük bir fitne fesadın meydana geleceğini ifade etmektedir.
Nitekim Yüce Allah bu hususa işaretle 73. ayette şöyle buyuruyor: “Kafirler de birbirlerinin velisidirler. Eğer siz bunu (Allah'ın tanzim ettiği şekilde) yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur.”
Dikkat edilirse bu ayette de yüce Allah önceki manayı te'kid etmek üzere kâfirlerin ancak birbirlerinin velisi olduğunu, bunun asla birbirine karıştırılmaması gerek bir husus olduğunu aksi halde büyük bir fitne ve fesadın meydana geleceğini ifade ediyor. Zira bir toplumun dostunu düşmanından ayırdedememesi ve ilişkilerini hangi çerçevede sürdüreceğini bilmeden hareket etmesi çoğu zaman kendisi için en büyük fesat ve musibet kaynağı olur.
Zira dostunu düşmanıyla karıştıran ve arada mesafe kaymadan hareket edenler, düşmanın düşmanından görebileceği her türlü kötülük ve musibetle karşılaşabilirler. Zira bu denli yakınlıktan dolayı ona, verilmemesi gereken sırlarını verebilir, tevdi etmemesi gereken vazifeleri tevdi eder, sorumluluklarını yükleyebilir ve her türlü işlerine onu ortak edebilir. Bunun sonucunda ise, “(Ey mü'minler), kitap ehli kafirler de müşrikler de size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler.”[130] ayeti ile de sabit olduğu üzere bir kâfir, bir müslümanın hayr ve salahını istemeyeceğinden onu her türlü fitne ve fesada sevkedebilir.
İşte bu iki ayet müslümanların dikkatlerini bu noktaya çekerek inananlar ile inanmayanlar arasındaki velayet ve dostluk dengelerinin nasıl ve hangi şekilde tanzim edileceği konusunu esasa bağlamaktadır.
Bundan sonra gelen; “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler, gerçek mü'minlerdir. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” mealindeki 74. ayet ise, savaş sonrası hicret ederek İslam cemiyetine katılan mü'minlerin de her bakımdan öncekiler gibi olacağını ifade etmektedir. Bu ayet aslında önceki ayetlerle birlikte düşünüldüğünde onların bir tekrarı gibi gözükse de aslında öyle değildir. Nitekim müfessirler, “Bu ayetlerde tekrar yoktur. Zira önceki ayetler mü'minler arasındaki velayet ve yardımı ihtiva etmektedir. Bu ayetler ise, o mü'minleri Övgü ve şereflendirmeden bahsetmekte ve onlara lütfedilen bağışlamayı ve cennette onlar için hazırlanan bol rızkı anlatmaktadır.”[131]
Şu halde bu üç ayet, ayet çerçeveleri ve siyâk-sibâk çerçeveleri ile birlikte düşünüldüğü zaman onları mücerret miras veya ganimet taksimindeki yetki ve sorumluluk/velayet manasına anlamamız mümkün değildir. Burada bir birbiri arkasına sıralan bu üç ayet, bu iki husus da dahil olmak üzere, birbirlerini koruma, gözetme, yardım etme, sorumluluklarını üstlenip o işi idare etmesi ve benzeri yönlerden mü'minİerin ancak mü'minleri veli edinebilecekleri, kâfirlerin de sadece birbirlerinin velileri oldukları; mü'minlerin onları hiç bir yönden veli edinemeyecekîeri ve gerek dînî, gerekse dünyevî hak ve sorumluluklarını onlara tevdî edemeyecekleri vurgulanmaktadır, diyebiliriz. [132]
Ayetin yer aldığı Enfâl suresi hicretin ikinci yılında müslümanlarla müşrikler arasında vukubulan ve İslam'da ilk savaş olan Bedir harbinden sonra nazil olmuştur. Bedir savaşının ganimetlerinde ve bu ganimetlerin bölüşümünde müslümanlar arasında bazı anlaşmazlıklar vukubulmuş, ganimetlerin nasıl taksim olunacağını, bu konuda hüküm verecek kimselerin Muhacirler mi, Ensar mı yoksa hepsi mi olduğu Hz. Peygamber'e sorulmuş, bu soru üzerine de mevzumuz olan Enfâl sûresi nazil olmuştur.[133]
Bu sebeple sure, söz konusu savaşın ayrıntılı ve kapsamlı bir özetini sunmaktadır. Tüm surenin bir defada indirilmiş olması muhtemel olmakla beraber savaş sonucu ortaya çıkan problemlerle ilgili bazı ayetler sonradan indirilmiş ve bir bütün oluşturmak üzere diğer ayetler arasında gerekli yerlere konulmuş da olabilir.[134]
Sure umumî akışı içerisinde ele alındığında iki bölüm olarak değerlendirilebilir. Birinci kısım ganimetlerin açıklanması ve bu konudaki münakaşaların beyanı ile başlıyor ve onu Allah ve Resulüne havale ediyor. Sonra müslümanları takvaya davet edip onlara imanın hakikatini açıklıyor ve bu imana ulaşmaya çağırıyor.
Daha sonra bir taraftan muharabenin durumunu dile getirirken diğer taraftan da orada münakaşasını yaptıkları ganimetler hususunda Allah'ın takdir “ve tedbirini açıklıyor. Nihayet müslümanları Allah'a ve Resulüne ihanet etmekten, mal ve çocukların fitnesine kapılmaktan sakındırıyor.
Buna göre 1- 41. ayetlerin oluşturduğu bölüm “Savaş ganimetleri” ile ilgili sorunları ele alır. Kur'an bunların savaş ganimetleri değil, “Allah'ın nimet ve lütfü” olduğunu söyler ve Bedir savaşının da diğer savaşların da, müslümanların çabaları ile değil, Allah'ın yardımı ile kazanıldığını göstererek bunu isbat eder. Aynı zamanda müslümanların savaştaki amacının ganimet toplamak değil, İslam'ın vaz edilmesine engel olan tüm elverişsiz şartlan ortadan kaldırmak olması gerektiği söylenir. Bunun yanısıra, ganimetler, Allah'ın nimetleri olduğu için, onları toplama hakkı da sadece Allah ve Resulüne aittir. Daha sonra müslümanlar bu şartları kabul edecek bir konuma getirdikten sonra 41. ayette ganimetlerin nasıl bölüştürüleceği açıklanır.
İkinci kısmı teşkil eden 42-54. ayetlerde ise, başarısızlık ve mağlubiyete uğramamak için mü'minlerin kendi aralarında birbirleriyle münakaşaya girişmelerini yasaklayarak onlara sabrı tavsiye ve savaşta gösteriş ve şımarıklıktan uzak kalmayı emrediyor. İnsanlara gösteriş olsun diye şımarıklıkla yurtlarından ayrılan ve şeytanın hilelerine aldanarak insanları Allah'ın yolundan alıkoymaya çalışan kâfirlerin akibetini hatırlatarak müslümanları ikaz ediyor. Onları takdir ve tedbiri son derece hikmetli, her türlü yardıma muktedir ve sonsuz kudret sahibi olan yüce Allah'a; sadece ona güvenip dayanmağa davet ediyor.
55-59. ayetlerde anlaşmalara sadakat emredilmekte ve müslümanlardan, karşı taraf bozmadıkça yapılan anlaşmalarına sadakat göstermeleri istenmektedir.
60-66. ayetlerde müslümanların her an cephede savaşmaya fakat karşı taraf istediği takdirde de barış yapmaya da hazır olmaları talep edilmektedir.
67-71. ayetlerde ise, savaş esirleri ile ilgili talimatlar verilmektedir.
72-75. ayetlerde müslümanların düşmanlarına karşı bir bütün halinde olabilmeleri için birbirleri ile uyumlu bir ilişki içinde olmaları gerektiği öğretilmekte ve nihayet İslam devletinin mensupları arasındaki münasebetlerin tanzimi ile İslama giren fakat henüz dâru'l-İslam'a dahil olmayan müslümanlarm statülerini belirlemeye yarayacak İslam anayasasının bazı maddeleri ortaya konmakta ve bu iki toplum arasındaki münasebetlerin, hatta umumî prensip yönünden kâfirlerle muayyen hallerdeki münasebetlerin düzenlenmesine ait hükümler açıklanarak sure sona ermektedir.[135]
Şu halde sure gayri müslimlerle savaş hallerini, savaş stratejilerini, bu gibi durumlarda müslümanlarm maddi ve manevi bakımdan alması gereken vaziyeti ve nihayet gayr-i müslimler ve gayr-i müslimler arasında bulunan müslüman fertlere karşı takınılması gereken tavrı belirlemektedir. Bu tavır ise, müslümanlarm gayr-i müslimleri veli yani, dost, sırdaş, yardımcı, koruyucu, hakim, vasi tanıyamayacakîarının ve onları işlerine karıştırıp sorumluluklarım onlara tevdi edemeyeceklerinin bilinci içerisinde hareket etmelerinden ibarettir. Bunun yanısıra sosyal ve fizikî ortam yönünden onlarla ilişkisini keserek İslam cemiyetine katılıp bu cemiyetin bir uzvu olma vasfını taşımayan mü'minlerin de sınırlı haller ve şartlar dışında velayetlerini, yani koruma, gözetme, yardım etme ve işlerine müdahale etme gibi bir takım sorumluluklarını üstlenme mecburiyetlerinin bulunmadığının bilinci içerisinde hareket etmeleridir. Aynı zamanda İslam cemiyetinin mahremiyet arzeden önemli işlerini onlara tevdi etmemeleri de bu tavrın kapsamına dahil edilmelidir. [136]
Müfessirler ayette geçen “Velayet” kavramının manası hususunda ihtilafa düştüklerinden ayeti birbirinden oldukça uzak manalarla tefsir ederek farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir.
Rivayet tefsirinin ünlü isimlerinden Hafız İbn Kesîr, “Resûlüllah (s.a.v) bir orduya veya müfrezeye kumandan tayin ettiği zaman, özellikle kendi hususunda Allah'tan korkmayı ve beraberindeki müslümanlar hakkında da hayrı tavsiye eder ve şöyle buyururdu: “Allah'ın yolunda Allah'ın adıyla savaşın. Allah'a küfredenlerle çarpışın. Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç şeye davet et: Bunların hangisinde sana icabet ederlerse, onu kabul et ve onlardan el çek. Sonra onları İslam'a davet et. Şayet sana icabet ederlerse onu kabul et ve kendilerini serbest bırak. Sonra onları kendi yurtlarından muhacirler diyarına hicrete davet et ve onlara, bunu yaptıkları takdirde, muhacirlerin lehine, olan şeyin kendilerinin de lehine, onların aleyhine olanın kendilerinin de aleyhine olacağını bildir. Şayet hicreti reddeder ve kendi yurtlarını tercih ederlerse, onlara, müslümanlarm bedevileri gibi olacaklarını, kendilerine, Allah'ın mü'minler üzerinde geçerli olan hükmünün uygulanacağını ve müslümanlarla birlikte cihad etmedikleri müddetçe fey ve ganimette hiç bir haklarının olamayacağını bildir. Eğer bunu kabul etmezlerse, onlardan cizye iste. Şayet sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini serbest bırak. Eğer bunu da kabul etmezlerse, o zaman Allah'tan yardım isteyerek onrlarla harbet.”[137] şeklinde İmam Ahmed'in, Süleyman İbn Büreyde'den onun da babası Büreyde İbni'l-Husayb el-Eslemi'den rivayet ettiği hadisle istidlal ederek ayette geçen “velayet kavramına”, kavramın taşımadıağı uzak bir mana yükler ve kendinden önceki müfessirlerden çok farklı bir bakış açısı getirerek şöyle der:
“İman edip de hicret etmeyen, aksine kâfirlerin beldelerinde ikamet eden mü'minlerin, cihad eden mü'minlerle birlikte savaşta hazır olmadıkları müddetçe “ganimet mallarında ve bu ganimet mallarının humus(l/5)'unda hiç bir hisseleri yoktur.' Eğer dini bir savaş hususunda hicret etmeyen bu bedeviler düşmanlarına karşı yardım isterlerse, onlara yardım edin. Zira dinde kardeşleriniz olduklarından onlara yardım etmek sizin üzerinize bir borçtur. Ancak kâfirlerden sizinle aralarında belli bir süreye kadar anlaşma bulunan bir kavme karşı yardım isterlerse, o zaman kendileriyle anlaşma yaptığınız kimselere karşı yeminlerinizi bozarak emanete ihanet etmeyin.”[138]
Burada İbn Kesîr'in “sizin onlara velayet namına bir şeyiniz yoktur” ifadesini, “onların ganimet mallarında ve bu ganimet mallarının humus(l/5)'unda hiç bir hisseleri yoktur.” Şeklindeki izah ve tefsirini kabul etmemiz son derece zordur. En azından ayetten anlaşılması gereken ilk ve öncelikli mana bu değildir. Bu olsa olsa ayetin talî derecedeki dolaylı manalarından biri olabilir. Zira siyâk-sibâkı ve sevkolunduğu ortam dikkate alındığı zaman ayetlerin ganimet taksimini değil, elde edilen esirlerle müslümanlar arasındaki yardımlaşma, destek ve yakınlığı konu aldığını görüyoruz. Diğer taraftan delil olarak zikrettiği hadisle ayetin doğrudan bir ilişkisi söz konusu olmadığı gibi kavramın geçtiği Kehf suresi 44. ayetini tefsir ederken kendisi de orada kavrama bu manayı vermez ve bilâkis “İşte burada hüküm vermek hak olan Allah'a mahsustur” [139] açıklamasını yapar. Aynı kavrama bu şekiîde iki ayrı anlam yüklemesi bir çelişki sayılır.
Şevkânî (ö. 1250/1834), bu âyetin ve ayette geçen, velayet kavramının tefsirinde, “Ayetin manası, sizin onlara yardım ve destek namına bir sorumluluğunuz yoktur. [140] Şeklinde kanaatini ortaya koyarak İbn Kesire muhalefet eder. Ancak o, kavramın taşıdığı mana ile ilgili olarak ikinci bir ihtimal daha belirtir ve, “yahut yakın akrabalarınız bile olsalar, hicret etmemelerinden dolayı sizin onlarla miras bağı adına bir ilişkiniz yoktur.”[141] Yorumunu serdeder.
Şevkânî'nin ikinci bir ihtimal olarak üzerinde durduğu bu manayı kavramın hakikî ve tek manası gibi telakki eden ayetin izahında sadece bu manayı nakleden bazı müfesirler de yok değildir.
Meselâ Nesefi (ö. 710/1310) ile Zemahşerî bunlardan bazılarıdır. Onlar Kehf sûresi 44. âyetinde geçen velayet lafzı hakkında aynı kelimeleri kullanarak, “Hamza ve Alî'nin kıraatine göre vavın kesrası ile el-vilâyetü (şeklinde) okunur. Bu kelime, fetha ile (el-Velâyetü) nusrat/yardım etme ve birinin işini üzerine alıp onu ifa etme demektir. Kesra ile (el-vilâyetü), Sultan/hükümdar/vâli/kuvvet/kudret ve Melik/mutlak malik, lider/mülk sahibi ve amir demektir.” [142] Açıklamasını yapmalarına rağmen Enfal sûresi 72. ayetinin tefsirinde, “mâ leküm min velayetinim min şey'in” ifadesini sizin onlarla miras konusunda bir ilişkiniz yoktur” [143] şeklinde izah ederek kendi kendileriyle çelişkiye düşerler. Halbuki kavrama yüklenmesi gereken manayı Kur'an bütünlüğü içerisinde araştırdığımızda miras manasını yüklemenin ve özellikle de bu manaya tahsis etmenin mümkün olmadığını görürüz. Kaldı ki mevzumuz olan 'Velayet' ve “Vilâyet” kavramlarını tahlil ederken bunlara kendileri de böyle bir mana vermemektedirler.
Kavrama yüklenmesi gereken manayı, ayetin ayet çerçevesi, siyâk-sibâk ilişkisi ve Kur'an bütünlüğü içerisinde araştırdığımızda miras manasını yüklemenin ve özellikle de bu manaya tahsis etmenin mümkün olmadığını görürüz. Çünkü bu ayet kendisinden sonraki iki ayetle birlikte düşünülmesi gereken bir ortamda serdedilmekte ve ikisinin muhtevası da kâfirlerle müslümanlar arasındaki dostluk ve yardımlaşmayı reddetmektedir. Kaldıki mevzumuz olan “Velayet” ve “Vilâyet” kavramlarını tahlil ederken bunlara kendisi de miras gibi bir mana vermemektedir.
Nitekim İbn Cerîr et-Taberî, Enfal 72, 73 ve 74. ayetlerini bir bütün olarak ele alır ve bu konudaki farklı rivayetleri naklettikten sonra kavrama miras manası yükleyen ve ayeti bu çerçevede anlayanları reddederek şöyle der:
“Kâfirler de birbirlerinin velisidir.” ayetinin te'viline en uygun olan görüş şöyle diyenlerin görüşüdür: Kâfirler, mü'minlerin değil, birbirlerinin velisidirler. Bu ayet, Allah Teala'nın mü'mine, hicreti terkederek dâru'l-harpte ikamet etmeyi haram kıldığına delildir. Zira Arapların kelamında velî kelimesinin manalarından olarak bilineni, onun yardımcı/en-Nasîr, yardım eden/el-muîn veya amca oğlu ve evlenme yoluyla akrabalık manalarıdır. Vâris manasına gelince, bu, velî kelimesinin manaları arasında maruf değildir. Ancak kendisinden sonra mirasım taksim etme konusunda velîsi olur manası müstesna. Bu ise, her ne kadar söz götürse de uzak bir manadır. Halbuki Allah'ın kelamını daha kuvvetli ve daha meşhur olan manasına yöneltmek, aksine hamletmekten daha evlâdır.
Halböyle olunca, “Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat çıkar.” ayetinin tevili ile ilgili bu iki görüşten en uygun olanı: “Eğer din konusunda karşılıklı yardımlaşma ve nusrat gibi size emrettiğim şeyleri yapmazsanız, yeryüzünde fitne çıkar.” diyenlerin görüşüdür. Zira “İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler, birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler gelince, sizin onlar için velayet namına bir şeyiniz yoktur...” [144] Kavlinden itibaren ayetin başlangıcı, din konusunda velayet ve karşılıklı yardımlaşmaya teşvik için nazil olmuştur. Dolayısıyla ayetlerin sonunun da bu teşvikle bitmesi gerekir.
Bu münasebetle Allah Teala, iman edip de şirk diyarından hicret etmeyen, müşriklerin arasında ikâmete devam eden ve müslümanlar la birlikte düşmanlarına karşı savaşmayanlar değil, İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler/Allah'ın Resulünü ve muhacirleri barındıran, onlara ve Allah'ın dinme yardım edenler; işte Allah'a ve Resulüne hakkıyla iman eden gerçek mü'minler onlardır. Onlar için bir mağfiret/kendilerini affetmesi sebebiyle Allah tarafından günâhlarına bir perde ve cennette mideye yarar, hazmı kolay, karınlarında bozulup yel ve pisliğe dönüşmeyen bilâkis cildin terlemesi gibi bir ter haline gelecek olan yiyecek ve içecekten ibaret bol bir
rızik vardır.”[145]
İşte bu ayet, bizim beyân ettiğimiz şu görüşün doğruluğunu ifade etmektedir: Allah Teala'nın bu ayetteki “Onlar birbirlerinin velisidirler.” ve “Onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara” Velayet” nâmına bir şey yoktur” kavliyle kastettiği mana miras değil, ancak nûsret ve maûnetten ibarettir. Çünkü Allah Teala, bunun ardından hicret etmeyenleri değil, “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler gerçek mü'minlerdir.” kavliyle hicret eden muhacirlerle onları barındıran ensara övgüyü zikrederek onlar için kendi katında olan mükâfaatı haber vermiştir. Şayet bundan önceki ayetlerle kastedilen, onların miraslarının hükmüne del let etmek olsaydı, bunun peşinden gelenin, emredildiği şekilde mirası yerine getirmeye teşvikten başka bir şey olmazdı. Bu husus bu şekilde sahih olunca, bu ayetlerin hiçbirinde nasih ve mensuhun söz konusu olmadığına apaçık delil teşkil eder.”[146]
Fahreddin er-Râzî (ö.606/1209) bu âyetleri tefsir ederken orada geçen “Velayet” kavramını mirasla izah eden müfes-sirleri daha açık bir üslupla eleştirerek şöyle der:
“Alimler bu âyette bahsedilen “Velayet” ile neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak el-Vahidî (ö. 468/1075), İbn Abbas ve diğer müfessirleerden şunu nakletmiştir: “Bundan murad, mirastaki velayettir.” Müfessirler sözlerine devamla verasetin sebebi kılmıştı. İman edip de, hicret etmeyen akraba, hicret etmediği ve yardımcı olmadığı için, vâris olamıyordu.'
Bilki “Velayet” lafzı, bu manayı ihsas ettirmemektedir. Zira bu lafız, kitabımızın birçok yerinde belirttiğimiz gibi, yakınlığı ihsas ettirmektedir. Nitekim, “Sultan, velisi olmayan kimsenin velîsidir' [147] denilmektedir. Dolayısıyla bu ifadede geçen “Velayet” lafzı vâris olmayı ifade etmez. Allah Teala da “Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.”[148] buyurmuştur ki, bu mirasçı olmayı ifade etmez. Aksine “Velayeti” de “Vâris Olma” manasının dışındaki bir manaya hamletmek gerekir. Bu mana da; onların birbirlerine saygı duymaları, birbirlerinin işlerini üstlenmeleri ve birbirlerine muavenette bulunarak yardimlaş-malarıdır. Bunun da gayesi, onların düşmana karşı tek yumruk gibi olmaları ve onlardan her birinin diğerine karşı olduğu sevginin, kendisine karşı duyduğu sevginin yerini almalı yani, onu da kendisi kadar sevmesidir. Lâfız, bu manaya muhtemel olunca, bunu vâris olmak anlamına hamletmek, lafzın delaletinden uzak bir mana olur.[149]
Çağdaş müfessirîer arasında da bu kelimeyi tek ba miras manasına anlayan hiç bir müfessir yoktur. Bilâkis onlar kavrama hassaten yardım, dostluk, koruma ve bir kimsenin işini üzerine alıp onun adına bu işi yürütme manasına alımca ve ayeti bu manaya uygun olarak tefsir etmektedirler.
Meselâ, Elmalılı Hamdi Yazır, ayeti şu şekilde tefsir eder: “İman edip de henüz hicret etmemiş olanlar, şu anda dar-ı harbde bulunan ve oranın tebaası durumunda olan mü’minler ise, hicret edinceye kadar sizin onlara velayet namına bir şeyiniz yoktur, işlerine müdahale edemezsiniz. Bununla beraber sizden din konusunda yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz üzerinize borç olur. Ancak sizinle aralarında bir anlaşma bulunan kavim aleyhine bir durum söz konusu olmamalıdır. Zira anlaşma yapmış olduğunuz bir kavmin aleyhine olacak bir şekilde o mü'minlere yardım ederek antlaşmayı geçersiz kılmanız ahde vefasızlık olur. Bu da sizin için caiz olmaz.”[150] dedikten sonra Yunus Suresi 62. ayetinin tefsiri sadedinde velayet kavramı ile ilgili olarak orada da, “Velayet; muhabbet, dostluk, yardım ve vekâleten bir başkasının işini üstlenip onun adına bu işi icra etmek manalarını ifade eder.”[151] Açıklamasını yapar.
Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî ise, mevzumuz olan Enfal 72. ayetini tefsir ederken, “Arapça “el-Velâyet” kelimesi çok geniş bir anlama sahiptir. Gerek devletle vatandaşlar arasında, gerekse vatandaşların kendi aralarında var olan yardım, koruma, destek, dostluk gibi ilişkiler için kullanılan bir kelimedir.”[152] Diyerek kavramın içerdiği manaların sınırını belirledikten sonra şöyle devam eder:
“Bu ayet İslam anayasasının çok önemli bir maddesini içermekte ve müslümanlar arasında velayet ilişkisinin şartlarını ortaya koymaktadır. Buna göre, sadece dâru'1-İslamda yaşayanlar veya oraya hicret edenler velayet ilişkisi ile bağlı olabilirler. İslam devletinin sınırları dışında yaşayan müslümanlar içinse, sadece İslam kardeşliği bağı varolacak fakat onlarla velayet ilişkisi içinde olunamayacaktır. Aynı şeklide küfür diyarından İslam diyarına hicret etmeksizin sadece bir yabancı gibi ziyaret için gelen müslüinanlar da velayet ilişkisi içinde olunamayacaktır.
Dâru'l-îslam sınırları dışındaki müslümanların velayetinin-kabul edilmesinin birçok yasal sonuçları vardır. Bu kurala göre dâru'l-küfürde yaşayan müslümanlar, dâru'l-îslam müslümanlarına ve bunlar da onlara vâris olamazlar. Bunlar birbirlerinin velisi olamazlar. Aralarında evlilik de söz konusu olamaz. İslam devleti de dâru'l-küfürde yaşayan bir müslümanı dâru'l-küfrün vatandaşlığından çıkmadıkça sorumluluk gerektiren bir mevkiye tayin edemez.
Bunların yamsıra bu ayet İslam devletinin dış politikasını da etkilemekte ve İslam devletini sadece sınırları içinde yaşayan müslümanlara karşı sorumlu kılıp sınırları dışında yaşayan müslümanların sorumluluğundan kurtarmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v) de aynı şeyi ifade etmektedir: “Müşrikler arasında yaşayan hiç bir müslümana sorumluluk borcum yoktur”.
İslamın dış politikada takındığı bu tavır, genellikle uluslararası birçok sorunun nedenini oluşturan bu tür tartışmalara kökten bir çözüm getirmektedir. Çünkü gerçek şu ki eğer devlet kendi sınırları dışında yaşayan azınlıkların koruma ve bunun gibi sorumlulukları üzerine almayı reddederse, onlarla ilgili tekrar savaşlara neden olan tartışmalar ortaya çıkmaz.[153]
Asrımız alimlerinden ve sosyolog bir müfessir olan Seyyid Kutup (1906-1966) da, Mevdudî ve Elmalılı'nın görüşlerine paralel olarak ayetin tefsiri sadedinde şunları kaydeder: “Hicret etmeye gücü yettiği halde bir takım menfaatlerini veya müşriklerle olan akrabalıklarını gözeterek hicret etmeyenlerle İslam cemiyeti arasında hiç bir velayet ve dostluk bağı yoktur. [154] Çünkü onlar akîde bakımından bu dîne girseler de, Allah'ın şeriatının hâkim olduğu ve işlerini müslüman liderlerinin idare ettiği İslam toplumuna fiilen iltihak etmemişlerdir. Allah da onların bu cemiyetle olan dostluklarını, velayetin her çeşidi ile yasakladı. Çünkü onlar İslam cemiyetine mensup değildiler. İşte bu İnsanlar hakkında; “... İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar sizin için onlara “ Velayet” nâmına bir şey yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz gerekir. Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir topluma karşı yardım etmeniz olmaz. Allah yaptıklarınız görmektedir.”
Bu hüküm gayet mantıkî olup bu dîne ve onun realist nizamına gayet uygun düşmektedir. Ancak kendilerine din yönünden tecavüz edilir ve mesela akideleri tehlikeye maruz kalır da İslam yurdundaki müslümanlardan bu hususta yardım isteyecek olurlarsa, o zaman, sadece bu hususta onlara yardım etmek müslümanlar üzerine bir borçtur. Ancak bu yardım, müslümanlann diğer bir devletle olan anlaşmasını bozmamalıdır. Burada aslolan; İslam cemiyetinin kendi maslahatını, faaliyet planını ve üzerine terettüb eden anlaşmaları korumasıdır. Birinci derecede gözetilmesi lâzım gelen husus budur.”[155]
Netice itibariyle diyebiliriz ki bu âyet-i kerîme, ne Nesefî ve benzerlerinin dediği gibi, sadece İslamın hakim olduğu İslam yurduna hicret ederek orada meskun bulunan müslümanlarla, iman ettiği halde İslam devletine hicret etmeyip hakimiyetlerine boyun eğerek müşrikler arasında ikamete devam eden müslümanlar arasındaki miras hükümlerini, ne de îbn Kesîr'in benimsediği gibi ganimet ve feyle ilgili hükümleri tanzim etmek üzere değil, aksine bu iki gruba giren müslümanlann birbirleri ile olan, dostluk, yardımlaşma, birbirlerinin işlerine müdahale etme ve koruyup gözetme bakımından ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini tanzim etmek üzere nazil olmuştur.
Bu ayet, Kurtubî [156] ve İbn Cerîr et-Taberî'nin tefsirlerinde yaptıkları gibi siyâk-sibâk ilişkisine dikkat edilerek kendinden sonraki ayetlerle bir bütünlük içerisinde mütalâa edildiği zaman, bu husus hiç bir şüpheye mahal kalmayacak şekilde ortaya çıkmış olur. Diğer taraftan ayet, bu yönüyle düşünüldüğünde kapsamı daraltılmadığı için İbn Kesir ve Nesefi gibi müfessirlerin düşündüğü manaları da dışarıda bırakmayacak biçimde hepsini içine alan hükümlere şamil kılınmış olacaktır. Aksi halde ayet, delilsiz olarak bir tek manaya tahsis edilerek hükmü daraltılmış olur ki bu doğru değildir.
Buraya kadar yaptığımız bütün tahlillere ilâveten bizzat ayetin kendisi de tek başına ele alındığında orada geçen kavramın mücerret ganimet ve miras manalarında, bir bütün olarak ayetin de sırf ganimet ve mirasla ilgili hükümleri tanzim eden bir manada anlaşılmasının imkânsız olduğuna kuvvetli bir delil teşkil eder. [157]
Kur'ân, en küçük parçasından en büyük parçasına kadar -tamamen fikrî bir uyumluluk ve bütünlüğe sahiptir. Kur'ân-ı Kerîm üzerinde derinlemesine bir araştırma yapıldığında görülecektir ki onun, en küçük parçası olan kelimeler, terkipler, cümleler, belli konulardaki âyet grupları ve kıssalar gibi daha büyük Kur'ân pasajlarının hepsi tamamen birbirine bağlı ve hepsi birbiriyle uyum içerisindedir.[158]
Gerek kelimelerin çeşitli cümleler ve mana çerçeveleri icindeki lügavî anlamlarının tespiti, gerek Kur'ânî sistem içerisinde kazandıkları yeni manaların kavranması ve gerekse başlı başına her hangi bir âyetin ifade ettiği mesajı eksiksiz olarak yakalama, hep Kur'ân'ın kendi iç bütünlüğü içerisinde ele alındığında mümkün olacaktır. Bu sebeple Kur'ân âyetleri ve bir bütün olarak Kur'ân tefsir edilirken sadece kelime, terkip ve cümle bazındaki lisânı tahliller yeterli değildir. Bunların ötesinde, Kur'ân'ı bir bütün olarak ele almak ve muayyen konuları bu bütünlük içerisinde incelemek gerekmektedir.
“Kur'ân bütünlüğünü hedef almayan her yöneliş, aslında işe eksik başlamış demektir. Çünkü Kur'ân, bir dengeler kitabıdır ve her konuda dengeli olunmasını emretmektedir. Bir müfessir de Kur'ân'ın emrettiği bu dengeyi yorumunda korumak ve konular arasında kurulu dengeleri, birinin lehine diğerinin aleyhine bozmamak zorundadır. Ama görülen odur ki bu dengeler Kur'ân'a yönelenler tarafından genellikle bozulmakta, ayrıntılara fazla dalındığından Kur'ân’ın içeriği bu ayrıntılar içinde kaybolup gitmektedir. Bu mahzuru ortadan kaldırmanın yolu da, ya konulan Kur'ân bütünlüğü içinde ele almak ya da Kur'ân'a belli yönleri ile yaklaşanların kurdukları sistemler arasında koordine sağlamak suretiyle Kur'ân'ın bütünlüğünü yakalamaya çalışmaktır.”[159]
Kur'ân parçaları, birinci dereceden muayyen bir hedef gözettiği gibi, ikinci, üçüncü derecelerde başka gayelere de hizmet edebilmektedir. Kur'ân'ın varlıklara ve hâdiselere bakışını yansıtan ifadeler de birbiriyle girift bir mânâ örgüsü içinde sunulmaktadır. Bu itibarla Kur'ân'da velayet ve velî edinme meselelerini kavrayabilmek için sadece bu kavramların geçtiği Kur'ân pasajlarını tek başına ele almak yetmez. Bunun yanında, kavramın Allah'a ve kullara izafe edilerek kullanıldığı bütün ayetleri birlikte değerlendirmek gerekir.
Meseleye bu açıdan baktığımızda, velayet ve onun türevleri olan velî ve mevlâ kavramlarının Kur'ân'da her ne zaman kullanılsa, hep dostluk, sırdaş, yardımcı, yardım eden, taraftar, hakim, vâlî, yönetici, koruyucu, sahip ve gözeten, yolgösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden, koruyucu, yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velayetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz.
Nitekim aşağıdaki ayetlerde bu husus açıkça görülmektedir:
“Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost/velî olarak Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter.”[160]
“O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah, onların yardımcısı/velîsiydi.”[161]
“Mü'minleri bırakıp da kâfirleri taftar/velî edinenler, onların yanında güç ve şeref mi/izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün güç ve şeref/izzet yalnızca Allah'a aittir.”[162]
“Şüphesiz onlar, Allah'a rağmen sana hiç bir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin velîsi/taraftandırlar. Allah da takva sahiplerinin taraftarıdır.”[163]
“Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, andolsun ki Allah'tan başka sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.”[164]
Kur'an, bu anlamları ifade etmek üzere sadece velayet mastarını kullandığı gibi bu kökten gelen velî ve evliya kavramlarıyla birlikte aynı maksatlar için mürâdifı olan başka kavramları da kullanmaktadır. Buna örnek olarak aşağıdaki âyetleri zikredebiliriz:
“... Üzerinde hak bulunan kimse sefih, zayıf akıllı oluir veya bizzat yazmaya muktedir olamazsa, velîsi adaletle yazsın.” [165] âyetinde de velî kelimesi yetki ve tasarruf sahibi kimse anlamında kullanılmıştır.[166]
“Ey iman edenler! Şayet küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar/velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî/dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[167]
“De ki: ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O'na aittir. O'nun görmesi de, işitmesi de şâyân-ı hayrettir. Onların (göklerde ve yerde olanların) O'ndan başka bir yöneticisi/velîsi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.”[168]
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri sırdaş edinmeyin.”[169]
“Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”[170]
“Şüphesiz ki benim koruyucum/velîm kitabı indiren Allah'tır. O iyilerin de kolaycısıdır.”[171]
“Onlar Mescid-i Haram'ın velîsi/koruyup gözeticileri olmadıkları halde (mü'minleri) oradan geri çevirirlerken Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Onun velîleri/koruyup gözeticileri sadece müttakîlerdir.”[172]
“İşte burada yardım ve koruyuculuk/velayet Hakk olan Allah'a mahsustur. Mükâfaatı en iyi olan O, en güzel âkibeti veren yine O'dur.”[173]
Kur'an bu âyetlerde kâfirleri velî, hakim, vali, otorite, koruyucu hâmî edinmeme anlamında bizzat velayet mastarında türeyen velî ve evliya kavramlarını kullanırken, aşağıdaki âyetlerde aynı anlama gelen “Bitâne” ve “Meveddet” gibi değişik kavramları kullanmaktadır:
“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'an ile) desteklemiştir.”[174]
“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalblerinde gizledikleri ise, daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.”[175]
Kur'an, bu manayı teyit edecek biçimde aynı kökten türeyerek; köle azad eden ve azad edilen köle manalarına geldiği gibi velî ve efendi anlamlarına da gelen “Mevlâ” ve onun çoğulu olan mevâlî kelimelerini de kullanır:
“Allah, iman edenlerin mevlasıdır. Kâfirlere gelince onların mevlâsı yoktur. “[176]
Yukarıda sadece örnek olarak sunduğumuz ayetlerde, velayet kökünden türeyen velî ve mevlâ gibi kavramların bu ayetlerde sevkedildikleri manalar dikkate alındığı zaman Kur'an'da; “Velayet” kavramının hangi anlamı ifade etmek üzere kullanıldığını hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya çıkmış olur. İşte bu manalar da; yardım etme, hakim olma ve hakim tanıma, gözetme, koruma, sırdaş edinme, taraftar tutma, bir kimsenin işini üzerine alıp o işi idare etme ve benzeri anlamlardır. [177]
Bu ayette geçen kavramın gerek kıraati, gerekse manası ile ilgili görüşler, yukarıda Enfal 72. ayeti hakkında yaptığımız tahliller sadedinde ortaya konduğu için burada tekrarına İüzum görmüyoruz. Aynı şekilde buradaki kavram doğrudan Allah'a izafe edildiği için beşeri münasebetler açısından konumuzu doğrudan ilgilendirme mektedir. Zira buradaki velayet kavramı sırf Allah hakkında kullanılmaktadır. Dolayısıyla onun dostluk, yardım etme, koruyup gözetme, hükmetme ve hakim olma manası dışında başka bir manası söz konusu değildir. Nitekim yukarıda geçtiği üzere müfessirler bu ayetteki kavramın manası ile ilgili olarak bundan farklı bir kanaat ileri sürmeyerek ilgili ayet itibariyle kavramın bu manası üzerinde görüş birliği edercesine hepsi de aynı şeyi söylemişlerdir. [178] Zaten bu ayette, kavrama başka türlü bir mana verilmesi de imkânsızdır. Bu itibarla bu ayet hakkında ayrıca teferruata gerek görmüyoruz.
Bu ayeti sadece kavramı kullanma bakımından Enfal 72. ayeti ile ortak olması münasebetiyle, iki ayet arasında bir bütünlük arzetmeleri itibariyle ortak yönlerini bulmak ve meseleyi daha iyi kavramak açısından bu noktada zikretmek istedik. [179]
İslam dîni insana, insan olma hak ve hürriyetini en fazla veren ve herkese insanca muamele edilmesini emreden ilahî bir dindir. Bununla beraber bu dînin, müslümanları, gayr-i müslimlerin bâtıl inanç ve sultası altına bırakmayacağı da aşikârdır. Nitekim Kur'ân-i Kerîm, müslümanların, İslâmî Nizâma halel getirecekleri ve müslümanları doğru yoldan saptıracakları endişesiyle sırlarına vâkıf olacak şekilde gayr-i İslâmi unsurlarla samîmî dost ve ahbap olmalarını uygun görmemiştir.
Müslümanlar arasında, üzerinde ihtilafa düşülmemiş İslâmî hükümlerden biri de budur. Çünkü bu konuda nazil olan sarih Kur'an âyetleri bir çok yerde tekrar edilmiştir ki bunlardan bazıları şunlardır:
“Allah'a ve âhiret gününe inanan bir milletin, babalan, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah onların kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile (kalb nuru veya Kur'ân ile) desteklemiştir.”[180]
“Ey iman edenler! Şayet küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî/dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”[181]
“Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri velî edinmesinler. Her kim bunu yaparsa Allah'tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız başka (yâni zararlarından korunmak için bunu yapabilirsiniz). Bununla birlikte Allah sizi kendisin(inin emirlerine karşı gelmek) den sakındırır. (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek onun gazabına uğramayın. (Çünkü) Dönüş onadır.”[182] buyurmuştur.
Bu ve benzeri âyetler gayet açık ve net bir üslûpla, Allah'a hakkıyla iman etmiş olmak için gayr-i müslimleri velî edinmekten kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedir.
Çağdaş müfessirlerden M. Ali es-Sâbûnî bu âyetin tefsirini yaparken şöyle demektedir: “Allah, mü'minleri kâfirleri veli edinmekten, onlara sevgi ve muhabbet hisleri ile yaklaşmaktan, akrabalık veya bilişme sebebiyle karşılıklı arkadaşlık etmekten merietmiştir. Zira bir insanın Allah sevgisiyle Allah düşmanlarının sevgisini kalbinde cemetmesi makul olmadığından kâfirleri veli edinmeleri mü'minlere yakışmaz. Çünkü bu birbirine zıt olan iki şeyin arasını cemetmek olur. Halbuki Allah'ı seven onun düşmanlarına buğzeder. Müslümanın, mü'minlerden başkasına yardım edip, onlarla arkadaşlık edecek, onlara sevgi besleyecek yahut onlardan yardım isteyecek ve mü'min kardeşlerini terkedecek şekilde mü'minlerin başına felaket gelmesini bekleyen kâfirlerden veliler edinmesi caiz değildir. Zira imanla küfür arasında hiç bir yakınlık ve iiişki yoktur. Şu halde âyet-i kerime, zaruret hali dışında kafirleri velî edinmekten sakındır-maktır. Zaruret hah ise, kafirlerin şerlerinden korunma, zararlarından kaçınma veya onlardan korkmakla sınırlıdır. Böyle bir durum söz konusu olursa, onlara içten buğz ve nefret gizlemekle birlikte sadece görünüşte kalmak şartıyla onlarla dostluk kurmak caiz olabilir.”[183]
Bu itibarla âyetin, kâfir ve müşriklere karşı içten muhabbet ve samîmî dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi Müslümanların, gerek dînî gerekse, dünyevî işlerinin yetki ve sorumluluğunu onlara tevdî etmelerine de müsâade etmediğini söylemek yanlış olmaz. Nitekim Cassas, bu ve benzeri âyetlerde kâfirin müslüman üzerinde hiç bir konuda velayet hakkı olmadığına ve annesinin müslümanlığı sebebiyle küçük çocuğu üzerinde kâfir olan babasının ne tasarruf, ne evlendirme ve ne de başka bir hususta velayet hakkı olmadığına delil vardır. Keza zimmî'nin müslümanın cinayetine akile (diyetini ödemekle yükümlü) olamayacağına, aynı şekilde müslümanın da zîmmînin diyetini ödeyemeyeceğine delil vardır. Çünkü bu da velayet, nusret ve destek kapsamına girer. [184] Aynı zamanda velayet adavetin zıddı olduğundan bu âyet, kafirlerle samîmî ilişkilerden uzak durmaya ve onlara kalben düşmanlık beslemeye delalet eder.”[185] demektedir.
Cassas konuyla ilgili diğer âyetleri toplu olarak sunduktan sonra: “Allahu Teâlâ, onlarla birlikte oturmak [186] ve şefkatle muamele etmekten nehyettikten sonra dünyadaki konforlarına ve servetlerine bakıp imrenmekten de nehyetmiştir. Rivayete göre Nebî (s.a.v.) Mustalık oğullarının develerinin yanından geçerken onların semizliklerinden dolayı terslerinin üzerlerinde kurumuş olduklarını görünce Allah Teâlânın “Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.”[187] kavline binaen elbisesini yüzüne kapatarak geçip gitti. Peygamber (s.a.v)den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Ben müşrikler arasında ikâmet eden her müslümandan biriyim.” Ashab,
“Niçin Ya Resûlallah?” diye sorunca:
“Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez” [188] buyurdu. Bir diğer hadislerinde ise, şöyle demiştir:
“Her kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikâmet ederse, o da onun gibidir”[189]
İşte bu âyet ve hadislerin tamamı, müslümanın canının veya bazı organlarının telefinden veya canına büyük bir zarar verilmesinden korkmadığı müddetçe, kâfirlere karşı sert ve şiddetli davranıp şefkat ve mülâyenetle davranmamaya delâlet etmektedir. Çünkü söz konusu korkular bulunursa, müslümanın kâfirlerin inançlarının doğruluğuna inanmaksızın zahiren şefkat ve dostluk izharında bulunması caizdir.”[190]
Ebû Bekir İbnü'l-Arabî de aynı görüşü savunarak şöyle demiştir: “Hz. Ömer, Yemen'de kâtip olarak istihdam ettiği zimmî (İslam devleti tebeasından olup haraç ödemekle yükümlü bulunan gayr-i müslim) sebebiyle Ebû Mûsâ el-Eş'ârî'yi nehyetmiş ve onu kâtiplikten azletmesini istemiştir.”[191]
Ancak bu husus, aksine imkanları olduğu halde isteyerek ve tercih ederek işlerini onlara tevdî etmeleri ve kalben onlara bağlılık hissetmeleri haliyle sınırlıdır. Müslümanların zayıf, gayr-i müslimlerin kuvvetli olmaları sebebiyle şerlerinden ve zararlarından korkmak ve aksine güç yetirememek gibi zaruri haller ise, bundan müstesnadır. Zira İslam'da hiç bir kimseye gücünün yettiğinden başkası teklif edilmemiştir.[192]
O halde müslümanlar zayıf, gayr-i müslimler kuvvetli oldukları zaman, mü'minlerin kalben sevgi ve muhabbet göstermeksizin insanlığın gereği olan dostça muamelede bulunmalarına dahi şer'an müsâade edilmiştir. Bu itibarla böyle bir durumda işlerini kâfirlerin üstlenmiş olmaları, müslümanların da onlara kerhen dostluk izharında bulunmak zorunda kalmaları halinde aynı âyetin ifadesiyle küfrî mânâda kâfiri velî edinme söz konusu olmaz. Zira âyet bu hususu istisna ederek, “onlardan korkmanız hâli müstesnadır.” yâni, “onlardan korkmanız hâlinde kalb ile itikad etmeden işkence ve kötülüklerini defetmek için takiyye ve müdârâ yaparak lisanlarınızla onlara velayet, sevgi ve dostluk izhar etmenizde bir sakınca yoktur.” [193] buyuruyor.
Burada, âyetlerin ortaya koyduğu manayı müslüman olmayanları mutlak manada düşman edinmek şeklinde anlamanın doğru olmayacağını da tekrar vurgulamamız gerekir. Zira İslam dîni, inananları başka dinden olan insanlara karşı mutlak düşmanlığa davet eden bir sistem değildir. Aksine, mü'minler, mü'minlerle dinde kardeş, müslüman olmayanlarla hilkatte eştir. Bu münasebetle din olarak İslâmı seçmeyenlerin de 'insan' olduğu gerçeğinden hareketle tüm ilişkilerde îslam adabının Öngürdüğü ölçüler dahilinde onlarla hüsn-ü muaşerette bulunup tahkir ve tezyiften sakınmak her müslümanın insanî ve İslâmî vazifesi sayılmıştır. Zira Kur'ân-ı Kerim'de: “Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz. Doğrusu Allah âdil olanları sever.” [194] buyurularak müslümanlarla birlikte onların da her türlü özlük haklarının muhafazası istenmiştir.[195]
Binaenaleyh mü'minler, hiç bir zaman kâfirlere karşı hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket etmekten menedilmezîer. Zira kâfirleri velî edinmemek başka, onlara karşı hüsnü muamele, adalet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır, Al-i İmran 28. âyetini tefsir ederken bu konuda şöyle demektedir: “... mü'minler, hiç kimseye karşı hüsn-ü muameleden, adalet ve ihsandan menedilmiş değillerdir. Hukuka riâyet, ahidde sebat, ciddiyet, mürüvvet, merhamet ve imanın gereği olan her nevi güzel güzel huylar mü'minlerin şiarıdır. Fakat mü'minin her şeyden önce din ve imanında samîmi olması gerekir. Allah'tan başkasına nefsini teslim etmeyecek olan mü'minin, kendisini her hangi bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması imanına ve ciddiyetine aykırıdır.[196]
Şu halde, “Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri velî edinmesinler” âyetini bu çerçevede anlamak gerekir. Yoksa bundan maksat, onlarla her türlü ilişkiyi kesip düşmanca muamelede bulunmak değildir. Nitekim, İbnü Cerir et-Taberi de sözkonusu Al-i İmran 28. âyetini tefsir ederken bu hususa dikkat çekerek şöyle der: “Ey müminler! dinleri hususunda kendilerine sevgi besleyecek, mü'minleri terkedip müslümanlar aleyhine onlarla yardımlaşacak ve müslümanların gizli ve mahrem sırlarını kendilerine ifşa edcek şekilde kâfirleri dost ve arka edinmeyiniz. Zira kim böyle yaparsa, Allah ile ilişkisi kesilmiş olur. Yani kim böyle yaparsa, dininden dönüp küfre girmek suretiyle Allah kendisinden, kendisi de Allah'tan beri olur. Ancak onların idareleri altında bulunup da nefisleriniz hakkında onlardan korkarsanız, kalbierinizle düşman olarak, içerisinde bulundukları küfürlerinde kendilerini desteklemeden ve herhangi bir müslümana karşı fiilî olarak onlara yardım etmeksizin dillerinizle dostluk ve velayet izharında bulunmanız hâli müstesnadır.[197]
Hatta müfessirler, dinlerinin batıl olduğunu kabul ederek kafirlerle dostluk edilmesini bile onları küfrî velayet manasından ayrı mütalaa etmektedirler. Nitekim Fahreddin Razi bu konuya açıklık getirerek şöyle der: “Mü'minin kafiri veli/dost edienmesi muhtemelen üç şıktan birisiyle olur. Birincisi, onun küfîirüne razı olup bundan dolayı onu velî/dost edinmesidir. İşte bu husus haramdır. Çünkü böyle yapın kimse dîni konusunda onu tasvip etmiş olur. Küfrü tasvip ve küfre rıza küfür olduğundan bu vasfıyla onun mü'min olarak kalması imkânsız olur.
İkincisi, Dünyevî hususlarda kâfirlerle zahiren hüsnü muamele ve güzel ilişkilerde bulunmaktır ki bu haram değildir. Üçüncüsü ise, bu iki şık arasında orta yolu tutmaktır. Bu da onlara meyletme, yardım etme ve karşılıklı olarak birbirlerine arka çıkma manasında kâfirleri velî/dost edinmektir. Bu ise, ya akrabalık sebebiyle olur. İşte bu yardım küfrü icap ettirmez. Ancak şer'an men edilmiştir. Zira bu manada birbirlerini sevmek, bazan mü'mini onun yolunu güzel görmeye ve dînine razı olmaya cezbedebilir. Bu da onu İslam'dan çıkarır.”[198]
Kâfiri velî edinme hükmünün nasıl tahakkuk edeceği meselesinde hemen hemen bütün müfessirlerin yaklaşımı işte bu merkezdedir. Bu da, gösteriyor ki “mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri velî edinmesinler” hitabından maksat, onlarla her türlü dünyevî ilişkileri kesip düşmanca davranmak değil, onların hükümranlıklarını ve yönetim şekillerini kalben desteklemek, müslümanların sırlarını onlara ifşa ve müslümanların aleyhine onlarla ittifak edecek şekilde dostluk tesis etmek ve dinî inançlarını benimsemekle olur.
Bu görüşümüzü Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin Mücadele 22. âyetini tefsir ederken serdettiği şu ifadeleri de teyid etmektedir: “Mezmum olduğu beyân olunan muhabbetle murad; onlara nasihat ve hayır murad ederek derun-u kalbten muhabbet etmektir. Yoksa onlarla ihtilat etmeye, dünyacak muamele yapmaya ve icâb-ı halde onlarla muaşerete şumûlü yoktur. Binaenaleyh haram olan muhabbet; onları candan sevmek olduğundan bugün carî olan muamele değildir. Çünkü dünya işlerinde insanların yekdiğerine karşı ihtiyaçları derkar olduğu cihetle ihtiyaçlarını def hususunda müslüman-müslüman olmayan ayırdetmeksizin dünya işlerinde birbirleriyle muameleye müsade-i şer'iyye vardır. Ancak zamanımızda görüldüğü veçhile bize zımmî gibi görünüp hakikâtte bizimle muharip olan düşmana muavenetleri görüldüğü surette olanlarla muanıele-i dünyeviyyeyi kesmek, alavere hususunda yanlarına yanaşmamak müslümanların menfaatına daha muvafıktır. Çünkü içimizde tebaamız olan hristiyanlar müslümanlardan kazandıklarını müslümanlara atmak için kurşuna verdikleri gün gibi meydanda olduğu cihetle şu zamanda onlarla muameleye de haram denilebilir.[199]
Netice itibariyle mü'minlerle kâfirler arasındaki velayet ilişkisini durum ve şartlara göre mubah, haram ve küfür olmak üzere üç kategoride ele almak mümkündür:
1- Mubah sayılan velayet: Kalben sevgi ve muhabbet beslemeksizin insan olmaları hasebiyle dünyevî hususlarda zahiren güzel ilişkilerde bulunmak ve insan haklarına saygılı davranarak adaletle muamele etmek.
2- Haram sayılan velayet: Dînlerinin bâtıl olduğunu kabul etmekle birlikte akrabalık veya kişisel muhabbet sebebiyle kâfirlerle karşılıklı olarak yardımlaşmak, işbirliği yapmak ve onlara meyletmek şeklinde ortaya çıkan velayet ve dostluktur. İşte bu durum küfrü gerektirmese de şer'an menedilmiştir. Zira bu çerçevede birbirleriyle ilişkiyi sürdürmek bazan mü'minlerin onların yolunu benimsemesine ve dinlerine rıza göstermesine sebep olabilir. Bu da neticede kendilerini dinlerinden çıkarabilir.
3- Küfrü gerektiren velayet: Kafirlerin dinlerini ve yaşantılarını benimseyip kalben onlara sevgi ve muhabbet göstermek, müminlerin aleyhine onlara arka çıkmak, mü'minlerin gizli ve mahrem sırlarını onlara ifşa edecek şekilde onları dost ve veli edinmektir. Bu onların küfrünü tasvib etmek ve ona razı olmak onlamına gelir. Küfrü tasvib ve küfre rıza küfür olduğundan onlarla bu çeşit velayet ve dostluk ilişkisi kurmak küfrü gerektirir.
Allah Teâla yukardaki âyetlerle birlikte pek çok âyette mü'minleri böyle bir harekette bulunmaktan şiddetle nehyetmiştir. Bu âyetlerden bazıları şunlardır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri velî/dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz. Oysa onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamber'i (yurdunuzdan) çıkarıyorlar. Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yola) çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?. Benim sizin gözlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.”[200]
“O Kitap'ta size indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar, kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde biraraya getircektir.”[201]
“Onun için sen, zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüzçevir.”[202]
İşte bu ve benzeri âyetleri Kur'ân bütünlüğü içerisinde birbirleriyle bağlantılı olarak mütalaa ettiğimizde yukarda görüşlerine sunduğumuz müfessirlerin beyanları doğrultusunda ortaya koyduğumuz üçüncü kategoriye dahil olan velayet ve dostluğun kesin olarak haram kılındığı hükmünü çıkarabiliriz. Zira bu âyetler hangi sebebe binaen nazil olmuş olursa olsunlar, bu, onlardan toplumu ilgilendiren genel hükümler çıkarılmasına mani değildir. [203] Zira “âyetin sebebini husûsî olması hükmünün umûmî olmasına engel teşkil etmez.”[204]
Netice itibariyle iman edenler bütün hayat telakkîlerini Kur'ân'dan alacakları gibi sevgi ve muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur'ân'dan almak zorundadırlar. Allah'ın dîni, Tevhid dîni olduğuna göre Mü'minin muhabbet ve dostluğu yalnız bu dâirenin içerisinde cereyan etmelidir. Hem Allah'ı hem, de onun düşmanlarını sevmek, aklen muhaldir. Zira, “Allah bir kimsenin göğüs boşluğunda iki kalb yaratmıştır.”[205]
İslam'ın doğuşundan bugüne kadar gerek Yahudilerin, gerekse Hristiyanların İslam'la hiç bir zaman barışık olmadıkları herkesçe malûm olan bir vakıadır. Bununla birlikte, Allah'a, kitaplara, peygamberlere, meleklere, cennet ve cehennem gibi mefhumlara olan inançları sebebiyle İslam, mensuplarından ehl-i kitaba karşı hoşgörü ve müsamaha ile muamele etmelerini istemiş fakat onlarla yardımlaşma, ittifak yapma ve velayetlerini kabul etme manasına gelecek dostluk kurmalarını nehyetmiştir. Zira müslümanm Ehl-i Kitapla yolunu birleştirmesi hiç bir halde mümkün değildir. Çünkü aradaki sevgi ve müsamaha ne kadar ileri giderse gitsin, müslümanlar kendi nizamlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları zaman ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar, onlardan asla razı olmayacaklardır. Gerek tarihte, gerekse günümüzde bunun örneklerini her zaman görmemiz mümkündür. Müslümanlara karşı savaşmak, onlara tuzaklar hazırlamak hususunda, ehl-i kitap birbiriyle olan dostluktan asla sarf-ı nazar etmemişler ve hiç bir zaman da etmeyeceklerdir.
Nitekim Kur'ân, bu gerçeğin altını çizerek, “Müslümanlara karşı savaşmak hususunda onlar birbirinin dostudurlar.” Bu, onların her devirde sabit ve hiç bir zaman sona ermeyecek olan adetleridir. “Sen onların dinlerine uyuncaya kadar ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar, Senden asla razı olmayacaklardır.” âyetinin hükmü gereğince müslüman, dînini terkedip dinlerine tabî olmadıkça asla ondan memnun olmayacaklardır. [206]
Bu sebeple kâfirler ve dinsizler karşısında dîni ayakta tutmak için ehl-i kitapla aynı yolda olduğumuz zannı büyük bir yanılgıdır. Onlar tarih boyunca müslümanlarla savaşmak hususunda daima kâfirlerden ve dinsizlerden yana olmuşlardır.
Gerçi Resûlullah devrinde Yahudilerle Hristiyanların İslam'a karşı tutumları birbirinden çok farklı idi. Kur'ân-ı Kerim de bu farklılığa şöyle işaret edilmektedir: “Andolsun ki yahûdîlerle müşrikleri, mü'minlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulacaksın. Sevgi bakımından mü'minlere en yakın olanlarını da “Biz Hristiyanız” diyenleri bulacaksın.”[207]
Tarih sonradan meydana çıkarmıştır ki yer yüzünün büyük bir kısmında yaşayan Hristiyanların İslama ve müslümanlara olan düşmanlığı Yahudilerin düşmanlığından hiç de az değildir. Arap ve Mısır Hristiyanlarının İslama karşı olan güzel tutumlarını bir istisna olarak kabul edersek, batı alemindeki Hristiyanların bütün tarihleri boyunca İslama karşı kin ve adavet kustuklarını, baskınlar ve tuzaklarla ona saldırdıklarını görürüz. Bunlar, Yahudilerin tuzaklarından ve saldırılarından hiç de farklı değildir. Hatta bir zamanlar ülkesine hicret eden müslümanlara hüsnü kabul gösteren ve İslama karşı güzel tavırlar takınan Habeş İmparatorluğundaki zihniyet bugün değişmiş İslam'a ve müslüman fertlere karşı şiddetli bir harb şekline dönüşmüştür. O kadar ki bu hususta yaptıklarını ancak Yahudiler yapabilirdi.
İşte bu gerçeğe binaen diğer din mensuplarına nisbetle kendilerine karşı daha hoşgörülü davranılmasını isteyen Allah Teâlâ, kendileri ile yardımlaşacak, ittifak yapacak ve velayetlerini kabul edecek şekilde Yahudi ve Hristiyanları dost edinmekten menederek şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Ya-hûdî ve Hıristiyanlar! velî edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin velîsidir. Sizden kim onları velî edinirse, bilsin ki o da onlardandır. Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.”[208]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, âyetin tefsiri sadedinde şöyle der: “Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyinden maksat, onlara veli olmayınız değil, onları veli tutmayınız, itimad edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velayetlerine, hükümlerine, yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun onlara gerçek bir dost gibi, tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.”
Görülüyor ki” Yahûdî ve Hristiyanlara velîler/dostlar olmayınız” buyurulmayıp, bilakis Yahudi ve Hristiyanları velî/dost edinmeyiniz.” buyurulmuştur. Çünkü “Allah sizi din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez.” [209] buyurulmuştur. Şu halde Mü'minler Yahûdî ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara amir olmaktan yasaklanmış ve menedilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır. Çünkü onlar müzminlere yâr olamazlar. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Ne Yahudiler kendilerinden olmayana dost olur, ne de Hristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Bu da hepsi arasında değil, bazısı arasındadır. “Ve siz mü'minlerden her kim onları dost tanır, velî edinirse, şüphe yok ki o da onlardandır.”[210] Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık Hakka değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır. Ahirette onlarla beraber haşrolunur. Çünkü, “Allah zâlimler güruhunu herhâlükârda doğru yola iletmez.” [211] “Şu halde Yahudileri ve Hristiyanları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.”[212]
Münafıklar; imanla küfür arasında bocalayan [213], hasta ruhlu ve kalbleri marazlı insanlardır. Kur'ân ifadesiyle “... Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım.” [214] diye mü'minleri hafife alan, “inananlara rastladıkları zaman, 'inandık' deyip ele başılanyla başbaşa kaldıklarında, “biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz”[215] diyerek çifte standartlarını ortaya koyan, “Onlara baktığın zaman, cüsseleri hoşuna gider; konuşurlarsa, sözlerini dinlersin. Tıpkı sıralanmış kof kütük gibidirler. Her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar. Onlar düşmandır. Onlardan çekin. Allah canlarını alsın. Nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar.”[216] Ayetiyle gerçek portreleri çizilen münafıklar, İslam toplumunun en tehlikeli problemidir...
Müslümanlar güçlü oldukları zaman, bünyeye tesir edemeyen zararsız mikroplar gibi varlıklarını sürdürür, müslümanlar arasında hafif bir gevşeme veya zayıflama vukua geldiği zaman öldürücü mikrop haline gelirler. Resûlüllah döneminde Zevce-i Tâhirattan olan Hz. Aişe ile ilgili ilk hâdisesinde [217] iftira ateşini alevlendirip körükleyerek İslam cemaatini sükût-u hayâle uğratan, Hülefa-i Râşidîn devrinde Abdullah İbn Sebe ile başlatılan fitne ve fesat ateşini tutuşturarak kardeş kavgalarını ve fiili parçalanmayı başlatanlar hep bu münafıklar olmuştur.
Onun içindir ki yukarda zikrettiğimiz Münâfıkûn sûresi 4. âyetinde ağır hitaplara muhatap olmuşlardır. Tâbir yerindeyse, elbise giydirilmiş kütükler şeklinde tavsif edilip “Onlar düşmandır. Allah onların canlarını alsın” ifadesiyle de mü'minlerin münafıklara karşı buğz ve nefretleri kamçılanmak istenmiştir
Yüce Allah, münafıkları bu şekilde düşman ilân ettikten sonra Mücâdele suresinde onların kimin dostu olduğunu şöylece ortaya koymaktadır: “Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu (Yahudileri) velî/dost edinen münafıkları görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır.”[218]
Yüce Allah aşağıdaki âyetlerle de mü'minlerin dost ve sırdaş edinmede doğru seçim yapmaları için münafıklara karşı uyararak şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Kendi dışımzdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalblerinizde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.”[219]
Müslümanlardan başkasını velî ve dost edinme bağlamında Allah Teâlâ zaman zaman velayet kavramından türeme isimleri kullanırken bu ayette “Bitane/sırdaş” kavramını kullanmaktadır. Nitekim bu kelime, her ne kadar menşe' itibariyle velayet kelimesinden farklı kökten gelse de anlam bakımından aynı şeyi ifade etmektedir. Bilindiği üzere, velayet masdarının ihtiva ettiği ağırlıklı manalarından biri de sırdaş edinmekti.
Nitekim Kurtubî âyetin tefsiri esnasında bu kelimeyi izah ederken şöyle der: “Bir kimsenin içişlerine vâkıf olan sırdaşı/gözdesi demektir. Bu kelimenin aslı, “dışın zıddı olan elbatn/iç1 kökünden alınmıştır. Bir kimsenin sırdaşı/gözdesi olan başka birisi içine” deyimi kullanılır.
Şair'in beyti buna misaldir:
“Onlar benim gözdelerim, evet, hem de sırdaşlanmdır.
Zira onlar, her yakından da öte benim sır kaplarımdır.”
Allah Teâlâ bu âyetle kâfirleri, Yahudileri, münafıkları ve heva sahiplerini kendi işlerinde, görüşlerine başvuracak ve işlerini kendilerine havale edecek şekilde danışman ve sırdaş edinmekten nehyetmektedir. Kelam-ı kibarda şöyle denilmiştir: Senin mezhebin ve dinine muhalif olan hiç bir kimse ile istişarede bulunman yakışık almaz”
Şair şöyle demiştir:
“Kişiyi sorma, arkadaşını sor. Çünkü her arkadaş, arkadaşının yolundan gider.”[220]
Ebû Davud'un süneninde Ebû Hüreyre'den Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Kişi sevdiğinin üzeredir. Biriniz kimi sevdiğine dikkat etsin.”[221]
Elmalılı Hamdi Yazır da âyetin tefsiri sırasında âyette geçen bu kavramla ilgili olarak “Bitâne” kelimesi esnasında elbisesinin içyüzündeki astar demektir. Bir kimsenin sırlarına vâkıf olan pek sıkı dostuna da “Bitâne” denilir. Mü'minler, milletlerinin ehlinden başkasını yani, gerek kâfirleri ve gerekse münafıkları içyüzlerine vâkıf olacak özel işlerinde ve muamelelerinde kullanmaktan yasaklanmışlardır.” [222] Açıklamasını yapmaktadır. Buna göre Mü'minlerin, münafıkları ve gayr-i müslimleri velî/dost/sırdaş edinmekten menedilmelerindeki hikmetin, onlara sır vererek müslümanların gizli ve mahrem konularını onlara ifşa etmeleri ihtimali olduğunu söyleyebiliriz.
Münafıklarla ilgili olarak bir başka âyette de şöyle buyurulmaktadır: “Siz öyle kimselersiniz ki onları seversiniz. Halbuki onlar, sizi sevmezler. Siz kitapların hepsine inanırsınız. Onlarsa, sizinle buluştukları zaman, 'inandık' derler. Başbaşa kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “kininizle geberin” Şüphesiz ki Allah kalblerin özünü bilir. Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider. Başınıza bir kötülük gelse, onunla sevinirler.”[223]
Bütün bu âyet-i kerîmelerde münafık ve mü'minlerin farklı portreleri çizilmektedir. Münafıklar; müslümanlara fesat ve zarar yapmakta hiç kusur etmeyen, meşakket ve zahmet veren şeylerden memnun olan, mü'minlere karşı kin ve garazları ağızlarından taşan, onların aleyhine daima propaganda yapan, fakat kalplerinde gizledikleri öfke ve kinlerinin daha büyük olduğu ortaya konulan bir insan olarak vasfedilip Kur'ân tarafından gerçek portreleri resmedilmiştir.
Müslümanlar da “Siz öyle kimselersiniz ki onları, yani kendinizden başkasını da seversiniz” denilerek, müslümanın şiarı budur, herkesin iyiliğini isteyen, herkes için hayırhah olan, sevgi nazarıyla bakan, haklarını koruyan, fesattan sakınan, kimseye fenalık istemeyen kimseler olarak vasfedilmişlerdir.
Buna göre müslümanlann, müslüman olmayanlara karşı bakışları ve muameleleri mü'mine yakışır olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara bakış ve muameleleri -inançları gereğince daima ve zorunlu olarak kafirce olur. Bundan dolayıdır ki hakiki bir müslüman herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde, müslüman olamayanların, müslümanlara sırdaş olması hem kendilerine, hem müslümanlara zarardır. Müslümanın vicdanı temiz ve geniş, diğerleri ise dar ve bulaşiktır.[224]
Münafıklarla ilgili olarak örnek olarak verdiğimiz bu ve benzeri âyetler Kur'ân bütünlüğü içerisinde değerlendirildiği zaman münafıkların müslümanlardan başka herkese dost oldukları sonucu kendiliğinden anlaşılmış olur.
İslam toplumunda münafıkların teşhisi için Kur'ân mü'minlere “Sen onları üsluplarından tanırsın.” [225] Diyerek ipucu vermektedir. Buradan fıraset sahibi müslümanların, münafıkları konuşmalarından farkedip onları dost ve sırdaş edinmeyerek tedbirli olmaları gereği anlaşılmış olmaktadır.
İşte Allah Teâlâ bu âyetlerle münafıkların kendisinin ve mü'minlerin düşmanı olduğunu belirtiyor ve “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri velî/dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz. Oysa onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamber'i (yurdunuzdan) çıkarıyorlar. Eğer sizler Benim yolumda savaşmak ve Benim rızamı kazanmak için (yola) çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?. Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.” [226] Buyurarak onları veli/dost ve sırdaş edinmelerini kesin olarak yasaklıyor. [227]
Tâğût, lügatte; azmak, sapmak, makbul olan ölçüyü aşmak, öne geçmek, bir şeyi kaldırmak, küfürde haddi aşmak ve isyanda hududu geçip taşkınlık yapmak mânâlarına gelen “tuğyan” mastarından türemiş (mübalâğa için kullanılan) “Faalût” vezninde bir isim olup müfred ve cem'e, müzekker ve müennese ıtlak edilir.[228]
Aynı tuğyan kesilmiş, tuğyankâr, azgın, azman, azıtgan ve bâtıl ma'but karşılığında kullanılır. Şeytan veya put ile de ifade olunan tâğût, Hakka, hakikate ve îmana karşı gelen, Allah'ın kullan için çizdiği nizâmı ve hududu tecâvüz eden her şeyi ifade eder.[229]
İbn Manzûr, “Tâğût'un, âlimlerin örfündeki tarifi ile ilgili olarak şunları kaydeder: “Ebû İshak: “Allah'tan başka kendisine itaat/ibadet edilen her varlık, “Cibt” ve “Tâğût'tur.” demiştir. Şöyle de denilmiştir: “Cibt” ve “Tâğût”, kâhinler ve şeytanlardır.' Bazı tefsirlerde ise: “Cibt” ve “Tâğût”, yahûdi Huyey İbn Ahtab ve Ka'bu'l-Eşrefdir, denilmiştir. Ezherî, 'Bu izah, dilcilerin söylediklerine aykırı değildir. Zira insanlar, bu ikisinin emirlerine ittiba ettiklerinde Allah'ı bırakarak onlara itaat etmiş oluyorlardı.' demektedir. “[230]
Muhammed İbnü Cerîr et-Taberî (ö.310/922), tâğût'u târif ederken şöyle der: “Bana göre tâğût hakkında doğru olan tarif şudur: Allah'a karşı tuğyankâr olup emrine itaat edenleri; ya bizzat kendisinin zorlaması veya onların isteyerek itaat etmeleri ile Allah'ı bırakarak kendisine itaat olunan her şey tâğut'tur. Allah'ı bırakarak itaat olunan bu mabut, ister insan olsun, ister şeytan; ister vesen, ister sanem, İsterse bunlardan başka her hangi bir şey olsun, farketmez.”[231]
İbnü Cerîr, Nîsa Sûresi 51. Ayette geçen “cipt ve tâğut” kavramlarını izah ederken orada da şu tarifi yapar:” Cibt ve tâğût; Allah'ı bırakarak kendisine ibâdet yahut itaat etmek veyahut boyun eğmek, suretiyle tazim olunan her türlü varlığa verilen iki isimdir. Bu ta'zim olunan şey, ister insan, isterse şeytan olsun mâhiyetini değiştirmez.”[232]
Elmalılı Hamdi Yazır, Taberî'nin yukarıda geçen tarifine ilave olarak şöyle der:
“Bu kavramın tefsirinde, şeytan veya sâhir (sihirbaz) veya kâhin (gaipten ve gelecekten haber verme iddiasında bulunan kimse) veya insan ve cinlerin inatçı azgınları veya Allah'a rağmen mabut tanınıp (buna) razı olan Firavun ve Nemrut gibiler veya putlar şeklinde müteaddit rivayetlere rastlanılır.”[233]
İbnü Kayyım ise; “Tâğut, Kulların, Allah'ın koyduğu hududu aşarak itaat ettiği, tabî olduğu ve ibadet ettiği her şeydir. Dolayısıyla her toplumun tâğûtu; Allah ve Resulünden başka huzurunda muhakemeleştikleri, Allah'ı bırakarak kendisine ibadet ettikleri yahut Allah'tan apaçık bir belge olmaksızın emrine tabî oldukları yahut Allah'a itaat olup olmadığını bilmedikleri hususlarda itaat ettikleri kimselerdir.”[234] der.
Kâdî Beydâvî ise, daha umûmî bir tanımla: “Allah'a ibadetten meneden her şey tâğuttur” [235] derken es-Sâvî, “Hâşiyetü's-Sâvî Ala'l Celâleyn” adlı şerhinde, “Allah'ı bırakarak kendisine itaat edilen her varlık tâğûttur.”[236] Açıklamasını yapmıştır.
Seyyid Kutup da, bu tarifelere ilâveten, “...bu, bir şahıs olabileceği gibi Allah'ın nizâmından alınmayan her türlü sistem, Allah'a bağlanmayan her çeşit fikir, ideoloji, düşünce, töre, alışkanlık, makam ve nefis de olabilir.”[237] Kaydını getirmiştir.
Talat Koçyiğit ise, “Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürüyorlar da tâğûtu inkar etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönmeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.”[238] âyetini tefsir ederken orada geçen söz konusu bu kavram hakkında şöyle der: “Tâğût” kelimesi şeytan manasına geldiği gibi, insanın isyanına ve Hakk yoldan çıkmasına sebep olan her çeşit mabuda ve ibadet edilen her mahlûka delâlet eder ki ona put demek de mümkündür. Buna göre Kur'ân-i Kerîme inandıklarım söyleyen bazı kikmselere başvurdukları anlaşılmaktadır ki âyet-i kerime de hükümlerine başvurulan bu kimseler “tâğût” adıyla zikredilmişlerdir. Bunlara tâğût denilmesi' Allah'ın hükmü yerine, Allah'a ortak koşulan bu kimselerin hükmüne itibar edilmesi sebebiyledir. Tâğûta başvuranlar ise, Allah'ın kitaplarına inandıkları iddiasında bulunan kimselerdir ki inandıklarını söyleyip de küfür işleyen böyle kimselere münafık denildiği malumdur. İşte âyet-i kerîme'de sözü edilenler, bu münafıklar ve onların hükümlerine başvurdukları tâğutlardır. Binaenaleyh şeytan kadar zararlı olan bu tâğûtların başlıca gayeleri, İnsanları bâtıla davetle içlerine şerri yerleştirmek ve böylece Hakk ile aralarında derin uçurumlar meydana getirmektir. Ancak böyle olduğu zamandır ki onları devamlı olarak delâlette bırakabilirler ve Hakk yoldan onları uzak tutabilirler. İşte tâğûtlara inanan ve onların önünde muhakeme olmayı Allah'ın hükmüne tercih eden münafıklar şeytanların bu tuzağına düşmüş olan kimselerdir.[239]
Bu izahlardan açıkça anlaşılıyor ki insanların, Allah'ın yarattıkları için koyduğu hudutları aşarak emir ve yasaklarına itaat ettikleri her şey kendilerine nisbetle birer tâğut hüviyetini almaktadır. Bunun bir tek insan veya insanlardan bir zümre olması, şeytan olması, nefis olması; düşünce, ideoloji, töre ve adet gibi soyut veya somut bir şey olması mâhiyetini değiştirmez. Burada asİolan Allah'ın emir ve yasaklarına rağmen kendisine itaat edilip uyuluyor olmasıdır.
Bu şekilde geniş kapsamlı bir kavram olan tâğût, Allah'a kulluk için yaratılan insanlığın karşısında duran tehlikeli bir engel olarak görünmektedir. Bu sebepledir ki Hz. Adem'den Hz. Muhammed (s.a.v)'e gelinceye kadar tevhid mücâdelesi veren bütün Tevhid imamları, insanları ilk önce tâğûta kulluktan kaçınmaya ve Allah'a kulluk etmeye davet etmişlerdir. Nitekim bu husus Kur'ân'da şöyle ifade olunur:
“Andolsun ki biz her ümmete -Allah'a ibadet edin ve tâğûta kulluktan sakının diye- tebligat yapması için bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine (bu tebliğe uyduğu için) Allah hidâyet ihsan etti. Kimine de (yüz çevirip yalanladığı için) sapıklık hakkoldu.”[240]
Ayetten açıkça anlaşılacağı üzere tevhid mücâdelesinde Resullerin takip ettiği Rabbânî yol, insanları yalnız Allah'a kulluğa ve tâğûtları inkâra çağırma yoludur. Zira tevhid akidesinin özü, ibadet ve itaati yalnız Allah'a tahsis etmek ve Allah'tan başkasına karşı yapılması caiz olmayan mutlak itaat, sınırsız sevgi ve tazim gibi ulûhiyyet vasfının icaplarını sadece Allah'a tahsis etmek ve tâğûtları tanımamaktır. Hatta Kur'ân-ı Kerim, tâğutu reddetmeyi Allah'a imandan önce zikreder [241] ve şöyle buyurur: “Her kim tâğûtu reddeder ve Allah'a iman ederse, muhakkak kopması mümkün olmayan sapa sağlam bir kulpa yapışmış olur. “[242]
Elmahlı Hamdi Yazır'ın deyimiyle bu âyet “kat'î olarak şunu ifade ediyor ki hakkıyla iman etmiş muvahhid bir mü'min olabilmek için, Allah'a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tâğûtları asla tanımamağa azmey lemektir. “[243]
Bu âyete göre her milletin tâğûtu, Allah ve Resûlü'nün hükümlerini inkâr ederek ya da Allah ve Resûlü'nün hükümlerini kabul ettiği halde hoşuna gitmediği için bu hükümlere rağmen isteyerek hükümlerine başvurduğu, diğer bir ifadeyle vereceği karara razı olarak huzurunda muhâkemeleştikleri, Allah'tan bir müsâade olmaksızın hükmüne tâbi oldukları yahut yalnız Allah'a itaat olunması gereken yerde kendisine itaat ettikleri kimse veya kimselerdir.
İşte bu münasebetle Allah Teala,“Allah, mü'minlerin velîsidir. Zira onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin velîleri/dostları ise, tâğuttur. Çünkü onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş ehlidirler. Orada devamlı kalacaklardir.”[244] buyurarak kâfirleri velî edinmemeleri noktasında tariz yoluyla mü'minleri ikaz eder.
“Zulûmât, yani karanlıklar, gözlerin eşyayı idrak ve onun varlığını tesbite engel olduğu için küfre emsal olarak zikredilmiştir. Zira aynı şekilde küfür de kalb gözlerinin imanının hakikatini ve onun sıhhatini idrake engel teşkil etmektedir.
Bu sebeple Allah Teala kullarına kendisinin mü'minlerin velîsi olduğunu, onlara imanın hakikatini, yollarını, kaynaklarını, hüccetlerini gösterdiğini, onları hidâyete erdirdiğini, küfrü gerektiren şeyleri giderip kalb gözlerinden karanlık perdelerini kaldırarak kendilerini şüpheleri izale edecek delillere muvaffak kıldığını haber verdikten sonra; vahdaniyetini inkâr eden küfür ehlinden de haber vererek; onların velilerinin, yardımcılarının ve arka çıkıp savunanlarının, Allah'ın bırakarak tapındıkları putlar ve kendisine eş koştukları kimselerden ibaret tağutlar olduğunu ve bu tağutların onları iman nurundan çıkararak basiretlerini kör edip iman ışığının hakikatlerini, delil ve yollarını görmelerine mâni olan küfrün şüphe karanlıklarına iteceklerini ifade ederek[245] tağutların velî edinilmemesini talim buyurmaktadır.
Zira “tağutlar, itikatlarına uygun olarak sırât-ı müstakimden çıkarır karanlıklara çekerler.” Çünkü onlar aydınlıkta iş yapmasını istemezler. Her tuttuklarını aksine ve tersine sürüklerler. Mütemadiyen karanlığa, gidilmedik yollara giderler. Akıl ve ilmi sevmezler, fikirleri iradeleri ifsad eder, ahlâkları bozar, Allah'a, peygamberlere yarış etmek iddiasıyla yapılmayacak şeyler yapar, keyfini icra etmek için nerede Allah'tan korkmaz varsa ardına takar, taktığını karanlıklara, içinden çıkılmaz belalara sürükler.
Görülüyor ki Allah'a iman etmeyen kafirler, tağutlara küfür bile etseler, yani hiç bir kulpa yapışmayıp kendi kendilerine kalmak isteseler bile, yeni tağutların tasallutundan kurtulamayacak her halükarda tağutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın cemiyetsiz, emirsiz, nehiysiz yaşaması kabil olmadığından [246] Allah'ın teklifini, Allah'ın emirlerini dinlemeyenler, behamehâi tağutların emirlerine mahkûm olacaklardır.”[247]
İşte bu münasebetle Allah Teala, ta'rîz yoluyla mü'minlerden, kendisini inkâr eden ve imânın hakikâtini idrake engel olan, dost edinmek suretiyle peşinden gidenleri küfrün karanlıklarına çekecek olan tağutu velî edinmemelerini istemektedir. Zira tağutun velilerinin kâfirler olduğunun haber verilmesi, mü'minlerin onları veliler vahdaniyyetini inkâr eden, onun koyduğu hududu aşanları sevmesi, onları dost ve velîler edinmesi aklen mümkün olmayan bir şeydir. Zira, “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalb yaratmamıştır.”[248]
Ayrıca Allah Teâlâ, “Andolsun ki biz her ümmete “Allah'a ibadet edin ve tâğûta kulluktan sakının diye' tebligat yapması için bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine (bu tebliğe uyduğu için) Allah hidâyet ihsan etti. Kimine de (yüz çevirip yalanladığı için) sapıklık hakk oldu.”[249] buyurarak tağuta itaat ve ibadetten kaçınmayı hidâyetin temeli saymıştır. Bu durumda sarih olarak emr sadır olmasa bile mü'minlerin tağutları veli edenmesi asla caiz değildir. [250]
İslam, bir tevhîd dîni olması münasebetiyle mü'minlerin, her türlü beşerî münasebetlerinin bu daire içerisinde cereyan etmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle tevhid dînine inanan mü'minler, her türlü hayat telakkilerini Kur'an'dan alacakları gibi, sevgi ve muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur'an'dan almalıdırlar. Zira Allah Teala, mü'minlerin insanlarla alâkalarını, beşeri ilişkilerini Kur'an'ın çizdiği esaslar dahilinde tanzim etmelerini, dost ve arkadaş seçimini Kur'an'ın belirlediği esaslar dahilinde tanzim etmelerini istemiştir.
Bu sebeple Allah Teala, yukarıdaki bölümlerde açıkça görüldüğü üzere mü'minlere, gayr-i müslim kategorisine giren kimseleri velî edinmelerini yasaklayarak, “Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resûlü'dür, iman eden, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan ve zekâtı veren mü'minlerdir.”[251] buyurmuştur.
Diğer bir ayette ise, Yüce Allah, “Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerini velileridir. Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûl'üne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmeti ile mağfiret edecektir. Çünkü Allah azizdir, hikmet sahibidir”[252] buyurarak mü'minlerin veli ve dostlarının ancak kendileri gibi mü'minler olduğunu ifade etmiştir.
Hiç bir te'vil ve değiştirme imkânı olmayan bu ifadelerle kimleri dost/velî edinmek gerektiğinin hakikati açıkça ortaya konmuş ve böylece İslam cemiyetinin yolunu değiştirip onlara zarar verecek tehlikeler ortadan kaldırılmış oluyor. Mü'minlerin beşeri münasebetlerindeki hareket tarzının böyle olması, inanç ve inanca uygun hareket etme açısından zaruridir. Zira dostluğu sadece Allah'a tahsis etmek, ona mutlak olarak güvenmek ve din olarak İslamı benimsemek, din olarak İslami kabul etmeyen, nizam olarak onu uygulamayan insanları kesin olarak birbirlerinden ayırmayı ve inanca uygun hareket etmeyi gerektirir.
Dolayısıyla da İslam toplumunda yardımlaşma, dayanışma, birbirlerinin iş ve sorumluluklarını üstlenme, birbirlerini koruyup gözetme, sevgi ve muhabbetle birbirlerine bağlılık gösterme ancak aynı akide ve davaya gönül veren insanlar arasında mümkün olabilir. Zira mü'minlerin inançlarına düşman olan insanlar, aynı zamanda onlara düşman olacaklarından, onların maslahat ve menfaatini gözetmez, onların kuvvetlenmesini istemez, aksine bütün bir İslam tarihinin de açıkça ortaya koyduğu gibi sürekli zelil ve kendilerine tâbi durumda olmalarını ve rahatça istismar edebilecekleri bir sömürgeleri olmasını isterler. Allah Teala hiçbir tev'ile mahal bırakmayacak şekilde bu gerçeğin altını şu şekilde çizmektedir:
“Ey iman edenler! Kendi dışmızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalblerinde gizledikleri ise, daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.”[253]
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri velî/dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken onlara sevgi gösteriyorsunuz. Oysa onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamber'i (yurdunuzdan) çıkarıyorlar. Eğer sizler Benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yola) çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır.”[254]
Takiyye lügatte; ihtiyat, korku veya kitman/gizlemek manasında olup mecburiyet veya zarar tehdidi karşısında dinin icablarından muafiyet için kullanılan [255] iftial ve tefe'ul bablarından bir mastar olup Arapların şu sözlerinden alınmıştır:
Arabî kelimelerinin hepsi aynı manayadır, demiştir.[256]
Kavramın ıstılah yönünden tanımı ise şu şekilde yapılmaktadır: “Hafıyye vezninde takiyye: Canını veya ırzını veya malını düşman şerrinden muhafaza etmek demektir.”[257]
Kavramın sözlük ve ıstılah manalarım bu şekilde kısaca ortaya koyduktan sonra İslam'a göre takiyye yapmanın hüküm ve mahiyetini incelemeye geçebiliriz.
Cassas “Ahkâmü'l-Kur'ân'ında Al-i İmran 28. âyetinin “Ancak onlardan korkmanız/korunmanız hâli müstesna” kısmını tefsir ederken şöyle der:
“Ancak mü'min ile kâfir arasında akrabalık söz konusu olur da, bu sebeple sıla-i rahimde bulunursa, bu durum müstesnadır. Zira Allah Teala, takiyyeyi, kafirin akrabasına sıla-i rahim sebebi yapmıştır.”
Bu âyet, takiyye esnasında küfür izharında bulunmanın caiz olmasını iktiza etmektedir. Bu âyet, “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesna, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, (ona Allah'ın gazabı vardır.) Ama kim kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah'tan bir gazap ve onlar için büyük bir azap vardır.”[258] âyetinin mürâdifidir.
Böyle bir durumda takiyye yapmak sadece Allah'tan bir ruhsattır, vacip değildir. Buna mukabil takiyyeyi terketmek daha efdaldir. Bizim alimlerimiz küfre zorlanıp da küfür izhar etmeyen ve neticede öldürülen kimsenin takiyye izhar edenden daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Nitekim müşrikler Hubeyb İbn Adiyy'i yakaladıklarında Hubeyb takıyyeye başvurmamış ve neticede öldürülmüştü. Bu hareketinden ötürü o, Müslümanlar nezdinde takiyyeye başvurarak küfür izhârında bulunan Ammar İbn Yasir'den daha efdal sayılmıştır. Binaenaleyh Ammar İbn Yasir durumu Peygamber (s.a.v.)e sormuş, Peygamber (s.a.v) de
“(O sırada) kalbini nasıl hissetin?” diye sormuş, Ammar da,
“İmanla mutmain hissettim' cevabını verince, Nebî (s.a.v),
“Eğer onlar aynı şeyi yaparlarsa, sen de aynı şeyi yap” demişti. Peygamber (s.a.v)'in bu müsaadesi ruhsat verme tarzında olmuştur.
Rivayete göre Müseylemetü'l-Kezzab, Peygamber (s.a.v)'in ashabından iki kişiyi yakalamış ve onlardan birine: “Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet ediyormusun?” demiş, o da;
“Evet, ediyorum,” demiş. Sonra,
“Benim Allah'ın Resulü olduğuma da şehadet ediyor musun?” demiş, o da;
“Evet” diye cevap verince serbest bırakmış. Sonra diğerini çağırıp;
“Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet ediyor musun?' demiş, o da;
“Evet, ediyorum” deyince, Müseyleme,
“Benim de Allah'ın Resulü olduğuma şehadet eder misin?' diye sormuş, o da, üç kere
“Ben sağırım” cevabını verince, boynunu vurmuştu. Bu durum Resûlüllah (s.a.v)e ulaşınca:
“Şu öldürülen, fazileti seçerek sıdk ve yakîni üzere geçip gitti, mübarek olsun. Diğerine gelince, o da Allah'ın ruhsatını kabul etti. Binaenaleyh ona da beis yok.” buyurdu. Bu hadisde takiyyeye başvurmanın ruhsat olduğuna ve efdal olanın takiyyeyi terketmek olduğuna delil vardır. Aynı şekilde bizim ashabımız, kendisinde dinin izzet ve ikdamı söz konusu olan her hususta ölünceye kadar bu şekilde davranmanın, ondan vazgeçerek ruhsata sarılmaktan daha faziletli olduğunu söylemiştir.
Düşmanla cihad için canını ortaya koyarak öldürülenin, bundan kaçandan daha faziletli olduğunu görmez misin? Nitekim Allah Teala, şehîdlerin ölümden sonraki ahvâlini tasvir ederken onları katından rızıklanan diriler olarak nitelendirmektedir. Aynı şekilde Allah'ın dinini hâkim kılmak için canını feda etmek ve küfür izharını terketmek bu konuda takiyyeye başvurmaktan daha faziletlidir.”[259]
Netice itibariyle müşkil bir durumla karşı karşıya kalan bir müslümanın malını, canını, ırz ve namusunu korumak için takiyye yapmasına ruhsat verildiğinde hiç bir şüphe yoktur. Ancak âlimler takiyyenin, istenilen şeyi dil ile söyleme haliyle sınırlı olduğunu, kalb ve amel ile takiyye yapmanın asla caiz olamayacağını ifade etmektedirler.
Nitekim Taberî Al-i imran 28. âyetindeki istisna cümlesini açıklarken: “Ancak kâfirlerin hükmü altında olur da nefisleriniz hakkında onlardan korkarsanız bu müstesna. Bu durumda kendilerine karşı düşmanlığınızı gizleyerek üzerinde bulundukları küfürlerinde onlara tabi olmadan ve herhangi bir müslümanın aleyhine fiili olarak kendilerine yardım etmeden dillerinizle yüzlerine karşı dostluk izhar edebilirsiniz. [260] diyerek bu hususun altını çizmektedir. Taberî'nin “üzerlerinde bulundukları küfürde onlara tabî olmadan” ve “her hangi bir müslümanının aleyhine kendilerine yardım etmeden dillerinizle yüzlerine karşı dostluk izhar edebilirsiniz” şeklindeki açıklaması, takiyyenin sadece dil ile olup amel ile olmayacağını gösterir. “Kendilerine karşı düşmanlığınızı gizleyerek” ifadesi de takiyyenin kalp ile yapılamayacağını gösterir. Nitekim İbn Abbas (r.a)'tan rivayete göre o, “Takiyye, dil iledir. Her kim Allah'a isyan olan bir sözü söylemeye zorlanır da kalbi imanla mutmain olduğu halde insanlardan korkarak onu söylerse, bu söz ona zarar vermez, Takiyye ancak dil iledir.” demiştir. [261] Diğer bir rivayette ise, o: “Amelî olarak takiyye yoktur. Takiyye ancak dil iledir.”[262] Demiştir.
İbn Kesîr (ö. 774/1372), “Aynı şekilde, Ebu'l-Aliye, Ebu'ş-Şa'şaa, Dahhak ve Rebî' İbn Enes de bu görüştedirler. “Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesna, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, (ona Allah'ın gazabı vardır.) Ama kim kafirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah'tan bir gazap ve onlar için büyük bir azap vardır.”[263] âyeti onların bu gürüşünü teyid etmektedir. “[264] demektedir.
Netice olarak gayr-i müslimlerin hükmü altında yaşayan veya geçici olarak böyle bir durumda kalan müslümanların mal, can, ırz ve namus emniyetini temin edebilmeleri için İslam'ın kendilerine tahsis ettiği bu kapı kıyamet gününe kadar açık [265] olmakla birlikte kalbî ve amelî eğilimleri içine almamaktadır. Bilâkis bu ruhsat, istenilen şeyleri sadece dil ile söylemekle sınırlı tutulmuştur.
Şerrinden ve fitnesinden korunulacak kimselerle ilgili olarak konumuzla yakından ilgisi olan diğer bir davranış şekli de mudârâdır. Şimdi de âyet ve hadisler ışığında İslam'ın bu konu ile ilgili hükmünü ele alalım. [266]
Lügatta mudârâ; birine karşı içindeki kini, düşmanlığı saklamak, yumuşak davranmak, [267] bir sözü nezaketle söylemek, bir şeyi inceltmek, yumuşatmak anlamlarına gelir.[268]
Ezherî, Mudârâyı, huy güzelliği ve insanlarla ünsiyet kurup iyi geçinme şeklinde açıklamıştır.[269]
İbn Manzur ise, “huy güzelliği ve insanlarla ünsiyet kurup iyi geçinme manasındaki mudârâ hemzeli olarak da, hemzesiz olarak da yazılır. Bir kimse bunu hemze ile yazarsa, manası, şerrinden korunma, demek olur. Hemzesiz yazarsa, “Ceylanı aldattım ve avlayıncaya kadar ona doğru saklanıp siperlenerek gittim” anlamına gelen ibaresinden alınmış kabul eder. Bu kökten gelen ifadesi, ona hile yapıp aldattım, demektir. Buna göre, İnsanlara karşı mudârâ yapmak; onlara karşı içindeki kini, düşmanlığı saklamak ve yumuşak davranmak demektir. Şu hadis, kelimenin bu manasından alınmıştır:
“Allah'a imandan sonra en akıllı hareket, insanlara karşı mudârâ yapmak,” yani onlara karşı yumuşak davranmak, onlarla güzel ilişkilerde bulunmak ve senden nefret etmemeleri için onlara tahammül etmektir.”[270]
Istılahta Mudârâ ise, bir kimsenin şerrinden korunabilmek ve ondan gelecek tehlikeyi önleyebilmek, kalbini İslama ısındırabilmek için ona yumuşak davranmak, güleryüz göstermektir.
Bu anlamda bir kimsenin kötülüğünden ve elinden çıkacak zararlardan korkularak ona yumaşak söz söyleme ve iyi muamele edilmesine şer'an müsaade edilmiştir. Zira, Allah Teâlâ, “Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile ilişkisi kesilmiş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (halinde olursa bu) başkadır.” [271] buyurarak şerrinden korkulan, İslam'ın ve müslümanın maslahatı için faydası umulan kimselere karşı takiyye yapılarak dostça davranılmasına ruhsat vermiştir. Ayette yer alan istisna cümlesindeki bu ruhsat, şerrinden korkulan kimselere karşı takiyyeyi içine aldığı kadar, aynı kimselere karşı mudârâ yaparak yumuşaklıkla hareket etme ruhsatını da içine alır. Bu sebeple İslamda, maslahat-ı dîniyye ve dünyeviyye için mudârâ yapılması caiz sayılmıştır, diyebiliriz.
Müslüman İslam'ın ve müslümanların menfaatini temin için gerektiğinde şerrinden korkulan kimselere karşı buğz ve nefretini kalbinde gizleyerek insanlığın gereği olan güleryüz ve nezaketle hareket edebilir. Ancak bunda ölçüyü kaçırmamak ve kime karşı mudârâ yapılabileceğini iyi tesbit etmek gerekir. Mudârâda ölçü kaçırılır veya mudârâ yapılmaması gereken kimseye mudârâ ile hareket edilirse, bu müdâhane olur. Nitekim Kurtûbî “Onlar isterler ki sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” [272] âyetini tefsir ederken müdahanenin “yumaşak ve mülâyetle davranılması gerekmeyen kimseye yumuşak ve mülayenetle davranmak”[273] olduğunu ifade etmektedir.
Reşid Rıza ise, Al-i İmran 28. Ayetini tefsir ederken konuyla ilgili olarak şunları kaydeder: “Hiç kimse unutmamalıdır ki yumuşak söz veya insanların yüzlerine karşı tebessüm etmek, bir toplumda yaşayan her ferdin daima yapması gereken iki önemli toplumsal edeb kaidesidir. Bunlar ne nifaktan, ne de dalkavukluktan/müdâhaneden addedilebilir. Keza bunlar, Allah Teala'nm, Resulüne, kâfirlere karşı sert davranması emriyle [274] de çelişmez. Çünkü bu emir, kafirlerin eziyetlerini savuşturmak, daveti himaye etmek ve davetin hakikatini beyan sadedinde cihad etmeyi emir makamında varid olmuştur.[275]
Aynı şekilde Sâbûnî, Al-i imran 28. âyetini tefsir ederken konuyla ilgili olarak şöyle der: “Kâfir ve fasıklara karşı mudârâ yapmak caizdir. Bu haram kılınan velayet ve dostluğun içerisine girmez. Çünkü Resûlüllah (s.a.v), fâsik ve facir olan kimselere karşı mudârâ yapar ve şöyle derdi: “Biz birtakım insanların yüzüne gülsek de kalblerimiz onlara lanet eder.”[276] buyurmuştur. Bazı alimler, “Dînin asıllarına muhalif olmamak şartıyla başkasına zarara sebebiyet vermeyecek konularda mudârâ yapmak, caizdir. Şayet adam öldürmek, hırsızlık yapmak ve yalan şahitlikte bulunmak gibi başkasına zarara sebebiyet verecek olursa, asla caiz değildir.” demişlerdir.[277]
Şu halde müslüman; itina ile hareket etmeyi bilen, dostunu ve düşmanını iyi seçen kimse olmalıdır. Musibetin en büyüğü düşmanı tanımamak ve musibetin nereden geldiğini tesbit edememektir. Huzeyfe (r.a): “İnsanlar Resûlüllah'a hayrı sorar; ben ise, başıma gelir korkusuyla ona şerri sorardım.” [278] diyerek bu konuda önemli bir inceliğe dikkat çekmektedir.
Gerçekten de şer ve düşman hakkında bilgi sahibi olmak musibetten sâlİm olmak için lüzumlu bir şeydir. Salâh için fesadın, ıslah için ifsadın bilgisine sahip olmak gerekir. Eşya zıtlarıyla bilinir. Bu hususun, hayır ve iyiliğin ne olduğunun anlaşılmasında bile faydası vardır.
Hz. Aişe'den rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir: Bir adam, Resûlullah'ın yanma girmek için izin ister. O da vona izin verin, bu aşiretin oğlu ne fenadır.' buyurur. Adam yanına girince Resûlullah onunla yumuşak konuşur. Bunun üzerine Hz. Aişe şöyle der:
“Ya Resûlullah onun hakkında söylediğini söyledin. Sonra kendisiyle yumuşak konuştun.”
“Ya Aişe! Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah katında insanların en kötü mertebelisi insanların fuhşundan korkarak kendisini terkettiği kimsedir.” buyurdu.[279]
Hadisin başka varyantlarında bizzat mudara lâfzı kullanılarak Hz. Aişe'den Resûlullah'a sorusuna cevap olarak şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir:
“O adam münafıktır. Münafıklığından dolayı mudârâ ediyorum ve başkalarını da bana karşı kışkırtmasından sakınıyorum.”[280]
Bu hadis kötülüklerinden korkulan kimseye karşı yumuşak davranmanın ve fışkını ilân eden fasıkın zemminin caiz olduğuna delildir.
Nitekim İbn Battal bu hadisin şerhi sadedinde şöyle demiştir: “Mudârâ, mü'minlerin ahlâkındandır. O, insanlara şefkat kanatlarını indirme, yumuşak söz söyleme ve onlara kaba konuşmayı terketmekten ibarettir. İşte bu, ülfetin en kuvvetli sebeplerindendir. Bazılarının mudârâyı yardakçı lık/müdâhane kabul etmeieri yanlıştır. Çünkü İslam'da, mudârâ teşvik edilmiş, müdâhane ise haram kılınmıştır. Aralarındaki fark: Dalkavukluk/ed-Dihân kökünden gelen “Müdâhane'nin bir olayda dış yüzünü açığa vurup iç yüzünü gizlemekten ibaret olmasıdır. Bazı alimler onu, fasıkın yaptığı işi tenkid etmeksizin ona açıkça rıza göstermek ve onunla iyi geçinmektir, şeklinde açıklamışlardır. Mudârâ ise, câhili eğitirken, fâsıkı yaptığı işten menederken, bilhassa kazanılmasına ihtiyaç duyulduğu zaman, yaptığı işi açıkça belli etmeyecek şekilde kaba davranışı terkedip tenkid ettiğini hissettirmektir.”[281]
Böyle bir hareketin iki yüzlülük ve müdâhene ile ilgisi yoktur. Çünkü tehlikesinden korkulan veya kazanılması umulan kimselere karşı iyi ve yumuşak davranmakla ondan gelecek fenalık önlenir, hatta islam'a ve müslümanlara karşı muhabbeti sağlanır. Ayrıca kötülüğü bildirilen insandan da diğer kimselerin sakınma imkânı hasıl olur.
“Gerçekten Allah bana farzları yerine getirmemi emrettiği gibi insanlara mudârâ etmemi/yüzlerine gülmemi de emretti.” [282] hadisi de bu konuda ümmete irşaddır. Kastalânî'ninde belirttiği gibi, “mudârâ güzel hasletlerin en seçkinlerindendir. Bununla nice faydalar kazanılır, nice zararlar savuşturulur.”[283]
Hadiste serdedilen Resûlüİlah'ın tavrı kötü niyet sahiplerinin güzel yüzlerine, görüntülerine aldanmamaları ve onlardan sakınmaları yolunda ümmetine yapılan bir öğüttür. Aksi takdirde müslümanlar onların tuzaklarına düşerler de kendilerine onlardan kötülük/şer isabet eder.
Ancak bunun ölçüsünü iyi ayarlamak ve “kötülüğü gördüğü ve onu defetmeye gücü yettiği halde işleyenin veya başkasının tarafını tutarak ya da dindeki dikkat ve ihtimamının azlığı sebebiyle bu kötülüğü defetmemek[284] anlamına gelen müdâhene ile karıştırmamak gerekir. Zira mudârâda aşırı gitmek, mudâhâne, dalkavukluk ve yağcılık olduğundan normali aşılırsa, menfaat yerine zarar görülür. Çünkü bu davranış, düşmanın cesurlaşmasma, kendisinin küçük düşmesine sebep olur.
Netice olarak diyebiliriz ki asayiş ve huzurun sim şu iki şeyin iyi anlaşılıp uygulanmasına bağlıdır.
1- Dostlara nazik davranmak.
2- Düşmanlara ise mudârâ etmek/kavga etmemek için idâre-i kelam eylemektir. [285]
Gayr-i müslimlerle yardımlaşma meselesini iki grupta mütalâa etmek gerekir. Birincisi doğrudan dinle alâkalı olmayan tıp, san'at, ziraat, ticaret ve benzeri gibi sahalarda yardımlaşma, ikincisi savaş ve benzeri durumlarda yardımlaşma.
Müslümanların her hususta kendi aralarındaki gelişmelerle iktifa etmeleri daha uygun olmakla birlikte dinî ilgilendirmeyen müsbet ilim, san'at, ticaret ve ziraat gibi sahalarda ve insanlığın yararına olan başka konularda müslüman olmayanlarla yardımlaşmalarında da bir beis yoktur.
İnsanlığın ortak tecrübesi olan müsbet bilimin dinî ve milliyeti yoktur. O beynelmileldir. Dolayısıyla müslümanlar, kendilerinde olmayan her türlü ilmî tecrübeyi ve bilimsel hakikatleri başkalarından alıp öğrenebilirler. Peygamber (s.a.v), “Hikmetli söz (ilim) mü'minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır, zira mü'min ona başkalarından daha lâyıktır. [286] buyurmuşlardır.
Bu hadis müslümanların kendilerinde bulunmayan her türlü bilimsel tecrübeyi başkalarından alabileceklerine apaçık bir delildir. Nitekim bu mesele, âlimler arasında üzerinde ihtilâf edilmeyen konulardan biridir.
Çağdaş müfessirlerden Muhammed Abduh Mücâdele suresi 22. ayetini tefsir ederken bu konuda şunları kaydeder: “Dinde menedİlen dostluk dinî küçük düşürme, dindarlara eziyet etme ve masahatlarını zâyî etme gibi durumlarda söz konusudur. Bunun dışında dünyevî muamelelerin ticaret, ziraat ve benzeri gibi çeşitli şekillerinde olursa bu yasaklamanın kapsamına girmez. Çünkü bu muamele Allah'a ve Resulüne karşı hudud koyma yarışına giren yani, Allah'a ve Resulüne düşmanlık ve dinîne mukavemet anlamına gelmez.”[287]
Alimler savaşta kâfirlerden yardım istemenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilafa düşerek iki ayrı görüşe sahip olmuşlardır: [288]
Mâlikîler, “Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah'la ilişkisi kesilmiş olur.”[289] âyetinin zahiri ile amel ederek savaşta kâfirlerden yardım istemenin caiz olmadığı görüşüne sahip olmuşlardır.
Bunlar ayrıca İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilen “Peygamber Ahzab günü harbe çıktığında Ubâde İbn Samit:
“Ya Resulallah benim Yahudilerden beşyüz adamım var. Onların benimle birlikte harbe çıkacakları görüşündeyim. Haydi düşmana karşı onlardan yardım iste.” dedi. Resulüllah da onun bu teklifini reddetti.” şeklindeki hadis ile istidlal etmişlerdir.
Mâlikiler aynı şekilde Hz. Aişe'nin rivayet ettiği “Müşriklerden atılgan ve savaş bilen bir adam bedir savaşına gitmeye hazırlanan Resulullah'a gelerek kendisiyle birlikte kafirlerle savaşmak için izin istedi. Resulüllah ona, “Geri dön, ben asla bir müşrikten yardım istemem” buyurdu” şeklindeki hadisle istidlal ederler.[290]
Şâfıî, Hanbelî ve Hanelilerin de dahil olduğu cumhûr-u ulemâ ise, iki şartla savaşta kafirlerden yardım istemek caizdir demişlerdir:
1- Kâfirlerin yardımına ihtiyaç duyulması
2- Kâfirlere güvenilmesi
Bunlar Resulüllah (s.a.v)'in fiilî sünneti ile istidlal ederler. Nitekim Peygamber (s.a.v) Kaynuka Yahûdîlerinden yardım almış ve savaş sonunda da ganimet malları taksim edilirken müslüman savaşçılara verdiği paylar gibi onlara da pay vermiştir.
Keza Resulüllah (s.a.v), Havâzin kabilesiyle savaşa gideceği zaman (Yahûdî) Safvan İbn Ümeyye'den yardım almıştır ki bu da kâfirlerden yardım istemenin caiz olduğuna delalet eder.
Cumhur, Maîîkîlerin delillerini, Resûlüllah'ın fiilî ve amelî sünnetiyle neshedildiğini söyleyerek reddederler.
Cumhur-u ulemadan bazıları: “Malîkîlerin ileri sürdüğü deliller; yapılan yardım tekliflerine ihtiyacın olmaması veya Peygamber (s.a.v) onlardan yana emin olmadığı için, kendilerine güvenilmemesi haline hamledilir.” demişlerdir.
Bu suretle kâfirlerden yardım istemeyi meneden delillerle izin veren delillerin arasını cemetmek mümkün olur.
Buna göre söz konusu âyet ve hadislerde neshten söz etmeye gerek kalmaz. Dolayısıyla ihtiyaç ve güven duyulması halinde savaşta kâfirlerden yardım almanın caiz, aksihalde caiz olmadığı görüşü ağırlık kazanmış olur.[291]
Bütün açıklamalardan da anlaşılacağı üzere İslam'da, haram ve günahta yardımlaşma mü'minlerin kendi aralarmda nasıl yasak ise, Allah'ın yapılmasını istediği bir fiili terketme ya da işlememe noktasında kâfirlerle yardımlaşma da aynen yasaktır. Zira bu, Allah'ın sınırını tayin ettiği hususlarda ileri gitmek ve haddi aşmaktır. İşte tüm bu sayılanlardan uzak kalmak, istenilenleri yapmak, yasaklananları bırakmak ve kendilerinden emin olmak şartıyla maslahatlarını ilgilendiren konularda müslümanların başkaları ile yardımlaşması caizdir. Bu sanat, ziraat, ticaret ve müsbet bilimin kapsamına giren alanlarda olabileceği gibi savaş ve barış konularında da olabilir.[292]
Gayr-i müslimlerle yardımlaşma konusunda olduğu gibi, İslam'ın ve müslümanların menfaatına yarayan konularda bir zulüm ve haksızlığa sebebiyet vermemek şartıyla mü'minlerin başkaları ile ittifak ve anlaşma yapmaları da alimlerin büyük çocuğunluğu tarafından dînen caiz görülmüştür.
Bu karşılıklı olarak birbirlerinin menfaatlerini koruma gayesine yönelik olabileceği gibi insanlığın zararına olan bir harekete mani olmak maksadıyla yapılmış umûmî bir anlaşma ve ittifak da olabilir.
Bazı kimseler, “Ey iman edenler, Yahudi ve hristiyanları dostlar edinmeyin” [293] ve “Mü'minler mü'minleri bırakıp kâfirleri veli edinmesinler” [294] âyetleri ve benzeri nasslarla istidlal ederek gayr-i müslimlerle hangi şekilde olursa olsun, anlaşma yapılmayacağını iddia etmişlerse de ekseri alimlerce bu iddia benimsenmemiştir.
Nitekim çağdaş müfessirlerden M. Reşid Rıza (ö. 1354/1935) hangi şekilde olursa olsun, başkaları ile ittifak ve antlaşma yapılamayacağı görüşünü ileri sürenleri şiddetle eleştirerek şöyle der: “Dinde bilgisizce söz söyleyen ve Kur'an-ı Kerîm'i arzularına göre tefsir edenler, “Müminler mü'minleri bırakıp kafirleri veli edinmesinler” [295] ayeti ve, “Ey iman edenler, Yahûdî ve hristiyanları dostlar edinmeyin” [296] ayetleri gibi genel ve özel yasaklama içeren ayetlerin, müslümanlann -maslahatları icâbı dahi olsa- başkalarıyla ittifak veya antlaşma yapamayacağına delâlet ettiğini iddia etmektedirler. Onlar bu şekilde düşünürken, Hz. Peygamber (s.a.v)in, şirk üzere oldukları halde Huzâa kabilesi ile antlaşmalı olduğunu gözden kaçırmaktadırlar.
Bundan da öteye cahillikleri sebebiyle din adına taassub gösteren bazıları, müslümanm gayr-i müslime hüsnü muamelede bulunmasının, onunla iyi geçinmesinin veya her hangi bir işte ona güvenmesinin caiz olmayacağı görüşündedirler.
Biz bu mesele hususunda bir gazetede yazarken, telgrafla elimize; mutaassıb afganhlardan bazılarının, Hindistanda ingilizlerle ikili ilişkilere girmesi, onlarla birlikte yemek yemesi, alafranga elbiseler giymesi ve onlarla toplantı düzenlemesinden ötürü emirlerine kızarak küfrüne ve emirlikten azlinin vücûbuna hükmettikleri, toplantılarını dağıtmak için askerler gönderdikleri haberi geçti. İşte bu türlü cahil mutaassıplar, İslama ve müslümanlara en zararlı yaratıklardır. Bundan da öteye onlar, İslam'ın hakikatine diğer milletlerden daha uzak olanlardır. Kur'an'ın diline, üslûbuna ve ilk müslümanlann onu uygulama tarzına yabancı olmalarına rağmen, böyleleri Kur'an'ı anlıyorlar mı acaba?
Nitekim Üstad (Muhammed Abduh), bu ayetin tefsiri sadedinde genişçe açıklamalarda bulunarak şöyle dedi: “Bu âyetinmanası şudur: “Mü'minler kâfirleri, Hatib İbn Ebî Beltaa'nın yaptığı gibi kâfirlerin maslahatlarını mü'minlerin maslahatlarına tercih hususunda veliler ve yardımcılar edinmesinler. Çünkü böyle bir durumda kâfirleri tercih etme ve mü'minlerden üstün tutma daha da öteye imana karşı küfre dolaylı yoldan da olsa, destek verme vardır. Böyle bir durumun ise, kendi şahsi menfaati olsa bile mü'minden asla sadır olmaması icabeder. Bunun için Ömer (r.a), Hatıb'ı münafık olarak isimlendirmiş ve onu öldürmek istemiştir. Ancak Resûlullah (s.a.v), Hatıb'ın Bedir ehlinden olduğunu hatırlatarak onu bundan menetmiştir. Resûlüllah, yasak olmasına rağmen müşrikleri dost/veli edinmesinden ötürü Hatıb'ın küfrüne hükmetmediği halde, biz İslam adına, müslümanlann, onlara, onların müslümanlara ihtiyacından daha fazla muhtaç oldukları bir durumda ehl-i kitap olmaları sebebiyle bize müşriklerden daha yakın olan kitap ehli bir hükümete karşı mü'minleri bırakıp onları velî edinme gibi bir durum söz konusu değilken yemek, içmek, elbise giymek ve onların hükümetlerine karşı güzel davranışta bulunmak gibi Allah'ın kendisine mubah kıldığı bir fiilden başkasını işlemeyen Afgan emiri gibi bir kimseyi nasıl olur da tekfir edebiliriz?[297]
M. Abduh, Mücadele 22. ayetini tefsir ederken de bu konuda şunları söyler:
“Şayet mü'minlerin mü'min olmaları, kâfirlerin de kâfir olmaları cihetleri ile karşılıklı dostça ilişkiler içerisinde bulunma mü'minlerin her hangi bir işi hususunda ise, bu noktada menedilen dostluk, dini küçük düşürme, dindarlara eziyetlime ve maslahatlarını zayi etme gibi durumlarda söz konusu olabilir. Bunun dışında dünyevî muamelelerin ticaret ve benzeri gibi çeşitli şekillerinde olursa, bu yasaklamanın kapsamına girmez. Çünkü bu muamele Allah'a ve Resulüne karşı hudud koyma yarışına girme yani, Allah'a ve Resulüne düşmanlık ve dinîne mukavemet anlamına gelmez.”[298]
Çağdaş alim Muhammed Gazzâlî de İslam'ın ve müslümanların yararına olduğu takdirde gayr-i müslimlerle ittifak ve anlaşma yapılacağı görüşünü benimseyen alimlerdendir. O Resûlüllah (s.a.v)in müşriklerle birlikte yapmış olduğu “Hılfu'l-Fudul=Fazîletlerin Muhafazası Antlaşması'nı delil getirerek bugün de bu tür antlaşma ve ittifakların caiz olduğunu ifade ederek şöyle der:
“Hılfu'l-Fudul’a gelince, hayat sahifeleri ne kadar kararmış olursa olsun, kötülükleri ne kadar artarsa artsın, hayatın şeref manaları ile titreyen, kahramanlık ve iyilik için koşan faziletli insanlardan hâli olmadığının bir delilidir.
Câhiliyyenin o gafil çağlarında hayır sahiplerinden bir kaç insan kalkıp aralarında adaletin kabulü ve haksızlıkların ortadan kaldırılması ve buna benzer kaybolmuş faziletlerin “Harem” toprağında yenilenmesi üzerine anlaşıyorlar.”[299]
Said Havva, Gazzâli’nin bu görüşlerini aktardıktan sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Acaba bugün bir kısım müslümanların bir araya gelerek “Hılfu'l-Fudul” anlaşması gibi bir anlaşmaya gerçekleştirmesi caiz midir? Aynı şekilde müslümanların kendilerinden başkalarıyla “Hılfu'l-Fudul'a benzer bir ahitleşmeyi taahhüt etselerdi caiz olabilir mi?
Muhakkakki Allah, “Ey iman edenler!... iyilik ve takva hususunda bîrbirinizle yardımlaşın” [300] ayeti ile müslümanlar üzerine iyilik, takva ve fenalıklardan sakınma hususunda yardımlaşmayı farz kalmıştır. Bunun için bir kısım müslümanların bu gibi konularda biraraya gelerek birbirleri ile bir akit yapmaları caizdir. Çünkü bu anlaşma, zulüm ve azgınlık amacıyla diğer müslümanlara karşı yöneltilmiş bir çeşit hizipçiliğe dönüşmek suretiyle mescid-i dırar meselesine benzemediği müddetçe şer'an caiz olan bir hususu tekid etmekten ibarettir. Müslümanlarının her hangi bir zulmü ortadan kaldırmak yahut bir zalime karşı durmak üzere kendilerinden başkalarıyla anlaşmalarına gelince, bununla halde ve istikbalde İslam'ın ve müslümanların maslahatını muhafaza ediyor olmaları şartıyla onlar için böyle bir anlaşma da caiz olur.
Bunun delili Resûlüllah (s.a.v)in: “Abdullah İbn Cüd'ân'ın evinde iştirak ettiğim bir anlaşmayı kırmızı kırmızı develeri bana verseniz gene de bozmam. Bu anlaşmayı yapanlar Hâşim, Zühre ve Teym oğullarıdır. Bunlar ebediyyen mazlumun yanında olacaklarına dâir anlaşarak birbirlerine söz verdiler. Bugün de öyle bir anlaşmaya davet edilseydim, hiç tereddüt etmeden icabet ederdim. İşte bu anlaşma “Hilfu'l-Fudul”dür.” hadisidir. Zira Resûlullah, İslam'dan sonra dahi kendisini böyle bir anlaşmaya çağıranlara icabet etmeye hazır olduğunu bildirmektedir. [301]
Bütün bu hususlar gösteriyor ki islamın ve müslümanlarm maslahatına halel getirmemesi ya da başka bir zulüm ve haksızlığa sebebiyet vermemesi kaydıyla müslümanların ihtiyaç duydukları zaman gayr-i müslimlerle her türlü ittifak ve anlaşmayı akdetmeleri caizdir. [302]
Kur'an-ı Kerim gayr-i müslimlerle nikâh akdini iki ayrı kategoride ele alır. Biri Allah'a iman etmeyen ve ona şirk koşan kâfirler, diğeri kitap ehli olan kafirlerle nikâh akdidir. Dolayısıyla biz bu konuyu iki ayrı başlık altında mütalaa edeceğiz. [303]
Kur'an-ı Kerîm kendilerine kitap gönderilmiş Yahûdî ve Hristiyan kadınlarla evlenmeyi caiz görmüştür. Her ne kadar bunlar dinlerinin aslını değiştirmiş olsalar da aslı semavî olan bir dine mensup olduklarından İslam onlara karşı, batıl dinlere mensup olan diğer milletlerden ayrı olarak hususi hükümler getirmiştir. Nitekim Allah Teala, müslümanlarm yiyeceklerini ehl-i kitaba, ehl-i kitabın bizatihi haram olmayan yiyeceklerini de müslümanlara helâl saydığı gibi kadınlarıyla evlenmeyi de helâl sayarak şöyle buyurmuştur: “Bugün size temiz ve güzel şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (yahûdî, hristiyan vb. kimse)lerin yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar/ el-muhsanât da namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir.”[304]
Ayette zikredilen temiz ve güzel şeylerden maksat, Kur'an ve sünnetin yasaklamadığı, umumiyetle insanların iğrenç telakki etmedikleri yiyecek ve içeceklerdir. Batıl da olsa, aslı semavî olan dinleri bulunduğu için, ehl-i kitabın, kendi dini inançlarına göre yenmesi helâl olacak şekilde kestikleri hayvanlardan ve -domuz gibi İslam'ın yasakladıkları hariç olmak üzere- diğer yiyeceklerinden müslümanlarm da yemeleri caizdir.
Ancak muhsanat olmak ve zina yapmamak kaydıyla kadınlarının nîkahlanmasının caiz olduğu da aynı âyetle sabit olmasına rağmen bu mesele alimler arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Alimler bir taraftan ehl-i kitab kadınlarının nikahlanıp nikah lanamayacağım tartışırken diğer taraftan âyette geçen muhsanatla ne kastedildiği konusunu münakaşa mevzuu etmişlerdir.
Bu çerçevede bir kısım alimler, Kur'an'ın yahûdî ve Hristiyanların, Allah hakkındaki inançlarından bahsederken “Yahudiler, “Üzeyr Allah'ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da “Mesih Allah'ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) Önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar.”[305] “Şüphesiz, “Allah, Meryem oğlu mesihtir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” [306] ve “Andolsun ki “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler de kâfir olmuşlardır. “Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur. Eğer diye geldiklerinden vaz geçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap vardır.” [307] şeklindeki âyetleri esas alarak ehl-i kitap kapsamına giren insanların da kafir olduklarını, bu inançlarından dolayı da kadınlarının nikahlanmasının caiz olmadığını ifade etmişlerdir.
Nitekim sahabeden Abdullah İbn Ömer bu şekilde düşünenlerin başında gelir. İbn Ömer ehl-i kitabın yiyeceklerinde bir beis görmezken kadınlarının nikahtanmasını kerih görürdü.[308]
Nafi'den rivayete göre îbn Ömer'e Yahudi ve Hristiyan kadınların nikahlanıp nikahlanamayacağı sorulunca, Allah Teala müslümanlara, müşrik kadınları (nikahlanmalarını) haram kılmıştır. Ben, “Bir kadının, Meryem oğlu İsa'nın veya Allah kullarından bir kulun rabbi olduğunu söylemesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum”[309] demiştir.
Meymûn İbn Mihrân'da rivayete göre şöyle demiştir: “İbn Ömer'e:
“Biz, ehl-i kitabın bizimle birlikte oturup kalktığı bir yerdeyiz. Binaenaleyh kadınlarını nikahlayıp yemeklerini yiyebilir miyiz?” dedim. İbn Ömer, cevap olarak, tahlil ve tahrim âyetlerini okudu. Ben:
“Senin okuduğunu biz de okuyoruz. Kadınlarını nikahlayıp yemeklerini yiyebilir miyiz?” dedim. Bunun üzerine İbn Ömer, tahlil ve tahrim âyetlerini [310] tekrar etti.”[311]
İbn Ömer, sözdizimi bakımından bu iki âyetten birinin helâlliği, diğerinin haramhği iktiza ettiğini görünce, bu konuda tevakkuf etmiş ve ehl-i kitabın kadınlarını nikahlamanın mübahlığını kestirip atmamıştır.[312]
Bu rivayetler esas alındığında ehl-i kitabın kadınların nikâhlanmasına karşı gibi görünen İbn Ömer'in bu konuda katı ve değişmez bir tutum içerisinde olmayıp tevakkuf halinde olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla birlikte en-Nahhâs şöyle demiştir: “İbn Ömer'in bu görüşü, kendileriyle hüccet sabit olan çoğunluğun görüşüne aykırıdır. Zira sahabe ve tabiundan bir cemaat, ehl-i kitabın kadınlarını nikahlamanın helâl olduğu görüşüne sahip olmuşlardır. Zira sahabeden; Osman, Talha, İbn Abbas, Cebir ve Huzeyfe; tabiinden; Said İbnü'l-Müseyyeb, Said İbn Cübeyr, Hasan, Mücahid, Tavus, İkrime, Şa'bi, İbrahim ve Dahhâk bunlar arasındadır. Fukahâu'l-Emasâr (Mekke, Medine, Küfe, Bağdat, Basra ve benzeri gibi büyük şehirlerin fakihleri)” [313] ile dört mezhep imamı da bu görüştedir.[314]
1- Cumhur, “Ehl-i Kitaptan olan kâfirlerde, (Allah'a eş koşan) müşriklerde Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.”[315] kavliyle, “Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkâr edenler küfürden ayrılacak değillerdi.” [316] kavline binaen “el-müşrikât” lafzının, kitap ehlini kapsamayacağı görüşüyle ihticac ederler. Zira bu âyetlerdeki “müşrikler” ifadesi “kitap ehli” üzerine atıf yapılmıştır. Atıf ise ma'tuf ile ma'tufun aleyh'in birbirine mugayir olmasını gerektirir. Dolayısıyla “müşrikler” lâfzının zahiri kitabileri içine almaz.[317]
2- Cumhur bu meselede kitabîlerle evlenmenin mübahlığı konusunda seleften rivayet edilen şu haberlerle istidlal etmiştir:
Katade âyetin tefsiri hususunda; “el-Müşrikât= müşrik kadınlar” ile murad olunan, Arapların arabların okuyup amel edecek her hangi bir kitapları olmayan müşrik kadınlarıdır, demiştir.[318]
Hammad îbn Seleme'den rivayete göre şöyle demiştir:
“Ben, Saîd İbn Cübeyr'e, Yahûdî ve Hristiyan kadının nikâhını sordum, Said,
“Bir beis yok” dedi. Ben,
“Allah Teala, müşrikeleri iman edinceye kadar nikahlamayın, demiyor mu?” deyince, o,
“Onlar putperest ve mecûsîlerdir.” dedi.”[319]
Rivayete göre Osman İbn Afvan, Hristiyan olan Naile Bintü Ferâfıse el-Kelbîye ile hanımları üzerine evlenmiştir,[320]
Talha İbn Ubeydillah'ın Şam ehlinden Yahûdî bir kadınla evlendiği rivayet edilmiştir.[321]
3- Cumhura göre Bakara süresindeki “Ey iman edenler! Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin.” âyetinin, Mâide süresindeki “.. daha önce kendilerine kitap verilenlerden elmuhsanât/iffetli kadınlar da namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir.” âyetini neshetmesi mümkün değildir. Çünkü Bakara suresi (221. âyeti) ise, daha sonra nazil olan âyetlerdendir. Nesh kuralına göre ancak sonra nazil olan âyet, bir önceki âyeti neshedebilir. Aksi mümkün değildir.[322]
4- Şakîk İbn Seleme şöyle demiştir: “Huzeyfe Yahudi bir kadınla evlenince Ömer kendisine,
“O kadını bırak” diye mektup gönderdi. Huzeyfe Ömer'e yazdığı cevabı mektubunda;
“Bu kadının bana haram olduğunu mu zannediyorsun ki onu bırakayım?” diye sordu. Ömer,
“Hayır, o kadının sana haram olduğunu idda etmiyorum, fakat, onlardan zinâkârlara çatarsınız diye korkuyorum,” şeklinde cevap gönderdi.[323]
Hz. Ömer ile Huzeyfe arasında yapılan karşılıklı bu mektuplaşma, Hz. Ömer'in bu nehyi, kitabî kadınların nikâhlanmasını haram saydığından dolayı değil, ihtiyat ve sakındırma kabilinden yaptığına delalet etmektedir.[324]
5- Cumhur Abdurrahman İbn Avfın Resûlullah (s.a.v)'den rivayet ettiği şu hadisle istidlal etmişlerdir:
Resûlullah (s.a.v) mecûsîler hakkında: “Siz mecûsilerle yaptığınız işlerde kitap ehli ile yaptığınız işlerdeki gibi hareket ediniz. Yalnız mecûsilerin kadınlarını nikahlamayın, kestikleri hayvanların etlerini yemeyin.”[325] buyurmuştur.
Ehl-i kitabın kadınlarını nikahlamak caiz olmasaydı, Resûlullah (s.a.v)'in “Siz mecûsilerle yaptığınız işlerde kitap ehli ile yaptığınız işlerdeki gibi hareket edin. Yalnız mecûsîlerin kadınlarım nikahlamayın, kestikleri hayvanların etlerini yemeyin” demesinin bir anlamı olmazdı.
Taberî bu konuda şöyle der: “... Serdettiğimiz görüşler içerisinde âyetin te'viline en lâyık olanı Katâde'nin beyan ettiği şu görüştür: Allah Teala 'Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin.' kavliyle kitap ehli olmayan müşrik kadınları kastedmiştir. Ayet zahîri itibariyle âmm, bâtını itibariyle hâss olup ondan hiç bir hüküm neshedilmemiş ve ona ehl-i kitabın kadınları dahil değildir. Zira Allah Teala, “.. daha önce kendilerine kitap verilenlerden el-muhsanât/iffetli kadınlar da namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir.” [326] Kavliyle mü'min kadınların nikâhını mubah kıldığı gibi, ehli kitabın iffetli kadınlarından nikahlamalarını da mübâh kılmiştır. [327] Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Müslüman erkek, Hristiyan kadınla evlenebilir. Hristiyan erkek müslüman kadınla evlenemez. Burada Hz. Ömer, Talha ve Huzeyfe'nin yahûdî ve hristiyan kadınla evlenmesini insanlar bu konuda onlara uyarak müslüman kadınlara rağbet göstermeyecekleri endişesinden ötürü veya başka sebeplerden dolayı kerih görmüş ve evlendikleri hristiyan ve yahûdî kadınları salıvermelerini emretmiştir.[328]
Cassâs (ö. 370/981)'ın Ahkâmü'l-Kur'ân'ında belirttiğine göre Allah Teala'nın, “...daha önce kendilerine kitap verilenlerden el-muhsanât/iffetli kadınlar...” [329] kavlindeki “el-Muhsanât” ile ne kastedildiği hususunda alimler arasında ihtilâf edilmiştir.
Hasan, Şa'bî, îbrahim ve Süddî'den, “bunlar iffetli olan kadınlardır' dedikleri rivayet edilmiştir. Hz. Ömer'den; ona göre de âyetteki 'el-Muhsanat' ile kastedilen manânın bu olduğu rivayet edilmiştir.
Şakîk İbn Seleme şöyle demiştir: “Huzeyfe Yahûdî bir kadınla evlenince Ömer kendisine,
“O kadını bırak” diye mektup gönderdi. Huzeyfe Ömer'e yazdığı cevabî mektubunda;
“Bu kadının bana haram olduğunu mu zannediyorsun ki onu bırakayım?' diye sordu. Ömer,
“Hayır, o kadının sana haram olduğunu iddia etmiyorum, fakat, onlardan zinâkârlara çatarsınız diye korkuyorum,” şeklinde cevap gönderdi. [330] Bu ifade, Hz. Ömer'e göre âyetteki ihsandan maksadın, iffetli bulunmak olduğuna delalet etmektedir.
Mutarrif, Allah Teala'nın “...daha önce kendilerine kitap verilenlerden el-muhsanât/iffetli kadınlar...” âyeti hakkında Şa'bi’den naklen şöyle demiştir: “Yahûdî ve Hristiyan kadının ihsanı, cünüplükten yıkanması ve iffetini korumasıdır.”[331]
İbn Ebî Nüceyh, Mücâhid'den bu âyetteki “muhsanat'ın hür kadınlar olduğunu rivayet etmiştir.”[332]
Netice itibariyle iffetli olmaları, zina etmemeleri, câriye ve mü'minlerle harp halinde olmamaları kaydıyla müslümanların kitabî olan kadınlarla evlenmeleri İbn Ömer'den nakledilen tevakkufî muhalefetin dışında cumhûr-u ulemanın ittifakıyla caizdir. Şayet câriye statüsünde ve harp halinde olursa, çocukların dâru'l-harpte terkedilmesi ve annesinin onları haram olan işlerde çalıştırmasının muhtemel olması illetine binaen bazı alimler tarafından kerih görülmüştür.[333]
Gerçi bugün zina yapmamış olan batılı bir hrıstiyan kadını bulmak gerçekten çok zordur. Bununla beraber bir zaruret söz konusu olursa, müslüman son görüşle amel edebilir. Buna mukabil, müslüman kadınların kitabî ve müşrik erkeklerle evlenmeleri asla caiz değildir. [334]
Allah Teala, yukarıda beyan ettiğimiz esaslar dahilinde mü'min erkeklerin kitabî kadınlarla evlenmelerini mubah kılarken müşriklerle nikâh akdi yapmayı kadın olsun, erkek olsun mü'minlere kesin olarak yasaklamaktadır. Nitekim Bakara Suresinde bu yasağı açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin. Allah'a ortak koşan bir kadın hoşunuza gitse bile, inanan bir câriye ortak koşan (hür) bir kadından daha hayırlıdır. Ortak koşan erkekler de inanıncaya kadar, onları (kadınlarınızla) evlendirmeyin. Allah'a ortak koşan hür bir erkek hoşunuza gitse dahi, inanan bir köle ortak koşan bir adamdan daha hayırlıdır. (Zira) Onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise, izniyle sizi cennete (girmeye) ve mağfirete çağırır. İnsanlara âyetlerini açıklıyor ki öğüt alsınlar.”[335]
Burada Yüce Allah, mü'min erkeklere müşrik kadınlarla evlenmeyi, müşrik erkeklere de mü'min kadınları nikâhlamayı haram kılmaktadır. Bundaki hikmet ise şudur: Müşriklerle beraber oturup kalkmak, onlarla beraber yaşamak, dünya sevgisi, dünya hayatına dalıp gitmek ve ahiret yurduna dünyayı tercih etmek duygularını hareket geçirir. Diğer bir ifade ile onlar, ayette de açıkça zikredildiği gibi, mü'minleri cehenneme çağırır. Allah ise, indirmiş olduğu şeriatiyla, vermiş olduğu emir ve yasaklarla mü'minlerin cennet ve mağfiret yolunda yürümelerini istemektedir. O halde mü'mine düşen, her zaman için bunu hatırda tutması ve uyanık olmasıdır. Çünkü bu ayetler, sadece bu hususu açıklamak için nazil olmuştur. [336]
Asıl itibariyle “Velayet” ve “el-Velyü” mastarlarından türeyen ve ismri fail anlamında bir sıfatı müşebbehe olan “Velî” kavramı lügatte çeşitli anlamlara gelmektedir.
Bir yağmurun peşinden yağan yağmura denir. Keza bir adamın dostuna, yâr ve arkadaşma/sadîkına velî denir. “O, onun sevgilisi, dostu, arkadaşı, yardım edeni ve yardımcısı manasına”', denilir. “VLY” maddesi, iki veya daha fazla nesnenin aralarına kendilerinden olmayan yabancı bir şey girmeyecek şekilde peşpeşe meydana gelmeleri manasına vaaz olunmuştur. Bu meydana geliş, istiare tarikiyle mekan yönünden, nisbet yönünden, din yönünden, arkadaşlık/sadak yönünden, yardım etme ve itikad yönünden yakınlık manasına da kullanılır.
“Allah Teala'nın isimleri arasında velî, yardım eden demektir. Alemin ve mahrukatın işlerini deruhte eden ve onları yerine getiren manasına gelir, denilmiştir. Allah'ın isimlerinden biri de vâli'dir. O da bütün eşyanın mâliki ve mutasarrıfı demektir.
Kavram, yardımcı/nasır, arka/sırt/zahr, yardımcı/arka çıkan/destekçi/zahîr, müttefik/halîf,
andlaşma/dost/dostluk/hılf, yardımcı/ensâr, yardımcılar/a'vân, sırdaş/velîce kavramları ile de izah edilebilir.
Bütün bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere veli kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak daha ziyâde bir kimsenin veya bir topluluğun yahut bir milletin menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda dînî, siyâsî, içtimaî, maddî, hukukî, kısaca her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hakim otorite, koruyucu, gözetici, mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur'an'da aynı kökten türeyerek; köle azad eden ve azad edilen köle manalarına kullanıldığı gibi veli ve efendi anlamlarına da gelen “Mevlâ” ve onun çoğulu olan mevâlî kelimeleri de kullanılmıştır. Ancak Râğıb el-Isfehânî'nin de belirttiği gibi, Kur'an, velî kelimesini Allah ve kulun ortak sıfatı olarak kullanmasına rağmen mevlâ sıfatını yalnız Allah için kullanır.
Mü'minlerin gerek birbirleriyle, gerek başkalarıyla olan sosyal, siyasal, beşerî ve hukukî münasebetlerinin tanzimini konu edinerek Kur'an-ı Ker'im'de sık sık tekrarlanan “Velî” kavramının mahiyetini incelerken bu kavramın asıl menşei olan “Velâayet” kavramını gözardı edemezdik. Zira bütün filologlara göre “Velî” kavramı “el-Velyü” ve “el-Velâyetü” mastarlarından alınmıştır.
“Velayet” kelimesi lügatte; bir işi üzerine alıp onu ikâme etmek, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek manalarına gelen bir mastardır. Nitekim Resûlullah (s.a.v)'in, “Allahım! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir işi üstlenir de onlara zorluk gösterirse, sen de ona zorluk göster. Bir kimse ümmetimin işlerinden bir işi üzerine alır da onlara şefkatle muamele ederse, sen de ona şefkatle muamele et.” hadisinde de bu kelimeden türeyen “VLY”, lâfzı bir işi üstlenmek ve idare etmek anlamında kullanılmıştır.
Vilâyet şeklinde isim olarak kullanıldığında bu kelime; karabet, vasilik, koruyuculuk, yakınlık, emirlik ve bir vâlînin hükmü altına alarak idare ettiği belde anlamına gelir.
Dilciler, “Vav'ın kesrası ve fethası ile velayet; birisine kudret cihetiyle bizatihi söylediğini yaptıran, tuttuğunu kopa-ran/zâbıt ve tasarruf eden, kendinde kullanma hakkı ve selâhiyeti bulunan kimse/ mutasarrıf olmak manasınadır ki âmir/hükümdar/ hüdâvendiğâr olmak demektir. Bazılarına göre bu kelime vav'ın fethası ile zikrolunan 'VLY' maddelerinden masdardır ki dost ve arkadaş/sadik olmak, bir adamın muîn (yardım eden) ve manasınadır ki vâli'nin velayeti altında bulunan muayyen bir beldeden ibarettir. Türkçe'de bunun karşılığı olarak vilayet ve eyalet kelimeleri kullanılır. Aynı şekilde beylik, hâkimlik ve padişahlık manalarına da gelir.
Bütün bu açıklamalardan yola çıkarak “Velayet” kavramının Arap dilinde hem ism-i fail manasıyla dost, yardımcı, müttefik, sırdaş, vâris, vasî, vali, hâkim, koruyucu, gözetici, idareci, sultan, mâlik ve otorite manalarını, hem de egemenlik, güç, kuvvet, kudret ve benzeri gibi isim anlamlarının hepsini içine alan şümullü bir kavram olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Fıkıh Istılahında velayet; istese de istemese de başkası üzerindeki tasarruf hakkını yerine getirmek, şeklinde tarif
edilmektedir.
Netice itibariyle gerek dilciler, gerek tasavvufcular ve gerekse fıkıhcıların yaptıkları tarifler esas alınmış olsun, kavramın ıstılahı tanımı yapılırken daha ziyâde kuvvet, bir başkası adına tasarrufta bulunmalardım etme ve otorite anlamının ön plana çıkarıldığını müşahade etmekteyiz. Buna göre velî, uhdesine verilen konularda her hangi bîr kimseden izin almaksızın tasarruf etme hakkına sahip olan kimse veya kimselerdir.
Şu halde Velayet kavramı, tarihî süreç içerisinde lüğâvî manasına uygun olarak “Bir kimsenin veya bir topluluğun bir başkasına kendisim ilgilendiren dînî, dünyevî, hukukî, siyâsî, kısaca her konuda tasarruf hakkını devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın, aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine tevdi edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine müdâhele ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur, diyebiliriz.
Enfal 72. ve Kehf 44. ayetlerinde geçen kavramın okunuşu hakkında ihtilâf edilmiş olup ekseri kıraat imamlarının benimsediği meşhur ve yaygın olan kıraate göre “el-Velâyetü” şeklinde okunmuş, Ali, Hamza, Kisâî, Yahya İbn Vessâb ve A'meş gibi bazı kıraat imamları tarafından da vav harfinin kesrasıyla “el-Vilâyetü” şeklinde okunmuştur. Buna göre her ne kadar efdâl olan birincisi olsa da, sonuçta büyük bir anlam farkı olmadığından her iki kıraatin de caiz olduğunu söyleyebiliriz. Zira bıranşında uzman ve otorite sayılan alimler tarafından ortaya konan farklı içtihatlarla amel edilmesinde dinen bir sakınca görülmemiştir.
Bu kavram, Kur'an'da, iman edip hicret eden ve hicretle birlikte ortaya çıkan nazik ve hassas durumlarda birbirlerine yardım edip barındıranları kavramın içeriği itibariyle birbirlerinin birinci derecede velileri olduğunu, hicreti terkederek fizikî bakımdan îslam cemiyetine iltihak etmeyen ve onlarla olan ilişkilerini sadece akide bağıyla sınırlandıran mü'minlerin, bu konumlarına paralel olarak sınırlı hallerde velayet haklarının bulunduğunu ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Diğer bir ifadeyle bazılarının iddia ettiği gibi, mücerret miras ve ganimet paylaşımı konusundaki sorumluluğu değil, yardım etme, koruyup gözetme, işlerini üstlenme ve müdahale etme gibi manalara kullanıldığını söyleyebiliriz. Değilse, belirli şartlarda yardım ve korumaya müsaade verilmesinin, belirli şartlarda da bu yardım ve korumadan menedilmesinin anlamı ve yukarıdaki kısımlarla bir irtibatı olmayacaktır.
Nitekim ayet; ayet çerçevesi ve siyâk-sibâk çerçevesi ile birlikte düşünüldüğü zaman onları mücerret miras veya ganimet taksimindeki yetki ve sorumluluk/velayet manasına anlamamız mümkün değildir. Enfal suresinde bir biri arkasına sıralanan bu üç ayet, (72,73,74) ganimet ve mîras taksimi konusu da dahil olmak üzere, birbirlerini koruma, gözetme, yardım etme, sorumluluklarını üstlenme, işlerine müdahale etme, birinin diğeri adına işini üstlenip o işi idare etmesi ve benzeri yönlerden mü'minlerin ancak mü'minleri velî edinebilecekleri, kâfirlerin de sadece birbirlerinin velileri oldukları; mü'minlerin onları hiç bir yönden velî edinemeyecekleri ve gerek dinî, gerekse dünyevî hakk ve sorumluluklarını onlara tevdi edemeyecekleri vurgulanmaktadır.
Zira ayetin yer aldığı Enfal suresi, gayri müslimlerle savaş hallerini, savaş stratejilerini, bu gibi durumlarda müslümanların maddi ve manevi bakımdan alması gereken vaziyeti ve nihayet gayr-i müslimler ve gayr-i müslimler arasında bulunan müslüman fertlere karşı takınılması gereken tavrı belirlemektedir. Bu tavır ise, müslümanların gayr-i müslimleri veli yani; dost, sırdaş, yardımcı, koruyucu, hâkim vasi tanıyamayacaklarının ve onları işlerine karıştırıp sorumluluklarını onlara tevdi edemeyeceklerinin bilinci içerisinde hareket etmelerinden ibarettir. Bunun yanısıra sosyal ve fizikî ortam yönünden onlarla ilişkisini keserek İslam cemiyetine katılıp bu cemiyetin bir uzvu olma vasfını taşımayan mü'minlerin de smıriı haller ve şartlar dışında velayetlerini, yani koruma, gözetme, yardım etme ve işlerine müdahale etme gibi bir takım sorumluluklarını üstlenme mecburiyetlerinin bulunmadığının bilinci içerisinde hareket etmeleridir. Aynı zamanda İsİam cemiyetinin mahremiyet arzeden önemli işlerini onlara tevdi etmemeleri de bu tavrın kapsamına dahil edilmelidir.
Kavrama yüklenmesi gereken manayı, ayetin ayet çerçevesi, siyâk-sibâk ilişkisi ve Kur'an bütünlüğü içerisinde araştırdığımızda miras manasını yüklemenin ve özellikle de bu manaya tahsis etmenin mümkün olmadığını görürüz. Çünkü bu ayet kendisinden sonraki iki ayetle birlikte düşünülmesi gereken bir ortamda serdedilmekte ve ayetle birlikte düşünülmesi gereken bir ortamda serdedilmekte ve ikisinin muhtevası da kâfirlerle müslümanlar arasındaki dostluk ve yardımlaşmayı reddetmektedir. Kaldıki mevzumuz olan “Velayet' ve “Vilâyet” kavramlarını tahlil ederken bunlara kendisi de miras gibi bir mana vermemektedir.
Gerek kelimelerin çeşitli cümleier ve mânâ çerçeveleri içindeki lügâvî anlamlarının tespiti, gerek Kur'ânî sistem içerisinde kazandıkları yeni mânâların kavranması ve gerekse başlı basma her hangî bir âyetin ifade ettiği mesajı eksiksiz olarak yakalama, hep Kur'ân'ın kendi iç bütünlüğü içerisinde ele alındığında mümkün olacaktır. Bu sebeple Kur'ân âyetleri ve bir bütün olarak Kur'ân tefsir edilirken sadece kelime, terkip ve cümle bazındaki lisânı tahliller yeterli değildir. Bunların ötesinde, Kur'ân'ı bir bütün olarak ele almak ve muayyen konuları bu bütünlük içerisinde incelemek gerekmektedir.
Kur'ân parçaları, birinci dereceden muayyen bir hedef gözettiği gibi, ikinci, üçüncü derecelerde başka gayelere de hizjnet edebilmektedir. Kur'ân'm varlıklara ve hâdiselere bakışını yansıtan ifadeler de birbiriyle girift bir mânâ örgüsü içinde sunulmaktadır. Bu itibarla Kur'ân'da velayet ve velî edinme meselelerini kavrayabilmek için sadece bu kavramların geçtiği Kur'ân pasajlarını tek başına ele almak yetmez. Bunun yanında, kavramın Allah'a ve kullara izafe edilerek kullanıldığı bütün ayetleri birlikte değerlendirmek gerekir.
Meseleye bu açıdan baktığımızda, velayet ve onun türevleri olan velî ve mevlâ kavramlarının Kur'ân'da her nezzaman kullanılsa, hep dostluk, sırdaş, yardımcı, yardım eden, taraftar, hakim, vâlî, yönetici, koruyucu, sahip ve gözeten, yoigösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden, koruyucu, yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velayetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz.
Kur'ân, bu anlamları ifade etmek üzere sadece velayet mastarını kullandığı gibi bu kökten gelen velî ve evliya kavramlarını kullanırken, aynı anlama gelen “Bitâne” ve “Meveddet” gibi değişik kavramları da kullanır. Keza bu manayı teyid edecek biçimde aynı kökten türeyerek; köle azad eden ve azad edilen köle manalarına geldiği gibi veli ve efendi anlamlarına da gelen “Mevlâ” ve onun çoğulu olan mevâlî kelimelerini de kullanır.
Velayet kökünden türeyen velî ve mevlâ gibi kavramların ayetlerde sevkedildikleri manalar dikkate alındığı zaman Kur'an'da; “Velayet” kavramının hangi anlamı ifade etmek üzere kullanıldığını hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya çıkmış olur. İşte bu manalar da; yardım etme, hakim olma ve hakim tanıma, gözetme, koruma, sırdaş edinme, taraftar tutma, bir kimsenin işini üzerine alıp o işi idare etme ve benzeri anlamlardır.
İslam, normal hallerdeki beşeri münasebetleri tanzim ederken kavramın bütün bu manaları itibariyle müslümanın velisinin ancak kendisi gibi müslüman olacağını, gayri İslami unsurların müslümanm velisi olamayacağım ifade etmiştir.
Buna göre ne yahudi ve hristiyanlar ne de onların dışında kalan münafık ve gayr-i müslimleri müslüman, dost ve veli edinemez. Ancak ihtiyaç halinde insanlığın gereği olan güleryüz ve tatlı söz söyleme manasına gelen mudârâ ve şerlerinden korunmak için içindeki duygu ve düşünceyi saklı tutmak kaydıyla /velayet ve dostluk izharında bulunma anlamına” takiyye yapması caiz görülmüştür.
Diğer taraftan gayr-i müslim unsurlarla velayet ve dostluk içinde bulunmayı yasaklayan İslam dini şerlerinden emin olunması halinde İslamın ve müslümanlann maslahatına olan konularda savaş halinde olsun, barış halinde olsun, ticaret, ziraat, sanat ve müsbet ilimler arasında yardımlaşmaya, ittifak ve anlaşmaya yapmaya müsaade etmiştir. Aynı şekilde sadece ehl-i kitap kapsamına giren gayr-i müslimlerin yemeklerinden yiyip zina etmemeleri ve iffetli olmaları şartıyla kadınlarını nikâhlamaya müsaade etmiştir. [337]
1- Albayrak Halis, Kur'an'm Bütünlüğü Üzerine, İstanbul, 1992.
2- Asım Efendi, Kamus Tercemesi, Cemal Efendi Matbaası, İstanbul, 1305, “VLY” madd. IV/1223, (I-IV),
3- Askalânî, Ahmed İbn Ali İbnü Hacer (ö 773-852), Fethu'1-Bârî Bi Şerhi Sahî hi'1-Buhârî.
4- Attâsî, Muhammed Tâhir, Şerhu'l-Mecelle, I. Baskı, Hıms, 1930.
5- Berki, Ali Himmet, Mecelle/Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Hikmet yayınları, III. Baskı, İstanbul, 1982.
6- Beydâvî (ö.685/1286), Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, (Mecmâu't-Tefâsir içinde basılı), Çağrı Yayınları, İstanbul, 1979.
7- Bilmen, Ömer Nasuhî, Istilâhât-ı Fikhiye Kamusu. İstanbul, 1981.
8- Cassâs, Ebu Bekir Ahmed İbn Ali er-Râzî (ö.3 70/980), Ahkamü'I-Kur'an. Beyrut, Dâru'l-Kütübi’1-Arabi, Tarihsiz t. (Mil).
9- Cevheri, İsmail İbn Hammad, es-Sihah, Tâcü'l-Lüğati ve Sıhhahi'l-Arabiyye, (Thk: Ahmed Abdulğafur Attar), Mısır, (IVI).
10- el-Cevziyye, İbnü Kayyım, İ'lâm'ül-Muvakkıînan Rabbi'l-Alemîn, (Thk: M. Muhyiddin Abdulhamid), II. Baskı, Beyrut, 1977.
11- el-Cezerî, İbnü'1-Esîr el-İmam Mecdüddin Ebîs-Saadât el-Mübârek İbn Muhammed, en-Nihâye fi Garibi'1-Hadîs ve'I-Eser, (Thk:Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-Tanahî), Halebî Baskısı, Tarihsiz. (I-V).
12- Cubran Mes'ud, er-Râid, IV. Baskı, 1981. (I-1I).
13- Cürcânî, eş-Şerif Ali İbn Muhammed, Kitabü't-Ta'rifat, (Ofset Baskı), Tarihsiz.
14- Dârimî, Ebu Muhammed Abdullah İbn Abdirrahman, Sünen-i Dârimî, Beyrut, Dâru'1-Fikr, Tarihsiz. (I-II).
15- Demir, Ömer - Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul, 1992.
16- Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 11. Baskı, Ankara, 1993.
17- Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, 10. Baskı, İstanbul, 1994.
18- Duman, M. Zeki, Kur'ân-ı Kerim'de Adâb-ı Muaşeret, II, Baskı, İstanbul, 1986.
19- Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, (Çev; Heyet), İstanbul, 1986. (I-VII).
20- Ebu'l-Berâkât Abdullah İbn Ahmed Mahmud en-Nesefî, Medârikü't-tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, Halebî Baskısı, Tarihsiz. (I-II).
21- Ebu Davud, Süleyman İbn Eş'as es-Sicistânî, Sünen'i Ebi Davud, Dâru İhyai's-Sünneti'n-Nebeviyye, Tarihsiz, Baskı yeri yok. (I-IV).
22- Gadban, Münîr Muhammed, Nebevi Hareket Metodu, (Çev: T. Akarsu) Nehir Yay. İstanbul, 1991. (I-II).
23- Hamevî, Ahmed İbn Muhammed, Gamzü Uyûni'l-Beasâir, Şerhu'l-Eşbâhi ve'n-Nazâir, I. Baskı, Kahire, Dâru't-Tabâati'l-Amire, 1357.
24- Hazin, Lübabü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl,(Mecmâu't-Tefasîr içinde).
İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir,
25- İbnü'1-Esîr, el-İmam Mecdüddin Ebî's-Saadât el-Mübârek İbn Muhammed el-Cezerî, en-Nihâye fî Garibi'l-Hadîs ve'l-Eser, (Thk: Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-Tanâhî), Halebî Baskısı, Tarihsiz, 5/227.
26- İbn Mace, Ebu Abdillah Muhammed İbn Yezîd el-Kazvîni, Sünen-i îbn Mâce, (Thk: M.F. Abdulbâki), Dâru îhya-i't-Türâsi'1-Arabî, 1975. (I-II).
27- İbn Manzur, Ebu'l-Fazi Muhammed İbn Mükrim, Lisânü'1-Arab, Beyrut, 1967. (I-XV).
28- İbn Hanbel, Ebu Abdillah Ahmed İbn Muhammed İbn Hanbel eş-Şeybânî, (ö.241/855), Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, Çağrı Yay. (Ofset Baskı), İstanbul, 1992, (I-VI).
29- İbnü Kayyım el-Cevziyye, İ'lâm'ül-Muvakkîn an Rabbi'l-Alemin, (Thk: M. Muhy'iddin Abdulhamid), II. Baskı, Beyrut, “1977. (I-IV).
30- İbn Kesîr, Ebu'1-Fidâ İsmail İbn Ömer (ö. 774/1372), Tefsîru'1-Kur'ân'ü-Azîm, (Ofset Baskı), İstanbul 1985. (I-VIII).
31- İslam Ansiklopedisi, M.E.B. Yayınları, V. Baskı, İstanbul, 1986. (I-XII).
32- İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, (Çev: Süleyman Ateş), Ankara, 1975, s. 15-16.
33- Kardâvî, Yusuf, İslamda Helaller ve Haramlar, (çev: M. Varlı), İst. 1990.
34- Kastalânî, Mevlânâ Ahmed Hatîb, Mevâhibü Ledünniye, (Çev: H. Rahmi Yananlı), İstanbul, 1983.
35- Kırca, Celal, İlimler ve Yorumlar Açısından Kur'an'a Yönelişler, İstanbul, Tarihsiz.
46- Koçyiğit, Talat, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990.
47- Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsâtü'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'ân, İstanbul, 1969. (I-XX).
48- Kutup, Seyyid, Fî Zilâril-Kur'ân. XV. Baskı, Dâru'ş-Şurûk, 1988, Beyrut. (I-VI).
49- Malik İbn Enes, el-Muvatta', (Ebû Mus'ab ez-Zührî el-Medînî rivayeti), I. Baskı, Beyrut, 1992, (I-II).
50- Mehasinî, Muhammed Said, Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Dımeşk, Matbaatü't-Terakkî, 1928.
51- Mennâu'l-Kattân, Mebâhis lî Ulûmi'l-Kurân.
52- Muhammed Reşid Rıza, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakim, (Tefsiru'l-Menâr), II. Baskı, Beyrut, 1973.
53- Münâvî, Şemseddin Muhammed Zeynüddin Abdurraif, Feyzü'l-KadirŞerhu'l-Câmiu's-Sağîr, Beyrut, 1982.
54- Nedvî, Ali Ahmed, el-Kavâidü'l-Fıkhiyye, II. Baskı, Dımeşk, 1991.
55- Nesefı, Meadârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Tevîl.
56- Nevevi, Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya İbn Şeref, Şerhu Sahîh-i Müslim, I. Baskı, 1987, Beyrut, (I-XVIII).
57- Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'an'ın Temel Kavramları, I-I.Baskı, İstanbul, 1993.
58- Râğıb el-Isfehâni, Ebu'l-Kâsım el-Hüseyin İbn Muhammed, Müfredâtü fi Garibi'l-Kur'ân, (Thk: Muhammed Seyyid Keylâni), Beyrut, Tarihsiz.
59- Razi, Fahreddin Îbnü'l-Allame Ziyauddin Ömer, Mefâtihu'l-Gayb. (Tefsîru'l-Kebir).
60- Sâbûni, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefasir, (Ofset Baskı, İstanbul, Tarihsiz, (I-III).
61- Sâbûni, Muhammed Ali, Ravâiu'l-Beyân Tefsiru Ayâti'l-Ahkâm min'el-Kur'ân, II. Baskı, Dımeşk, 1977. (I-II).
62- Sâbûni, Muhammed Ali, et-Tibyân fi Ulûmiii-Kur'ân, I. Baskı, Beyrut, 1985.
63- Sa'dî Ebû Ceyb, el-Gâmûsu'1-Fikhiyye, II. Baskı, 1988, Dımeşk.
64- Said Havva, El-Esâs fi's-Sünne, (Çev: Heyet), İstanbul, 1991, (I-X).
65- Sâvî, Ahmed el-Mâliki, Hâşiyetü's-Sâvi Ala'l Celâleyn, İstanbul, Tarihsiz, (I-IV).
66- Suyûtî, Celâlüddin Abdurrahman İbn Ebi Bekr (ö. 911), el-İtkan fi Ulûmi'l-Kur'ân, (Kâdî Ebû Bekr el-Bâkillâni'nin “İ'câzü'l-Kur'ân” adh eseriyle birlikte basılı), el-Mektebetü's-Sakâfıyye, Beyrut, Tarihsiz, (I-II).
67- Şafii, Muhammed İbn İdris, er-Risale, (Thk: Ahmed-Muhammed Şâkir), Beyrut, Tarihsiz.
68- Şâmil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1994. (I-VI).
69- Şevkânî, Muhammed İbn Ali İbn Muhammed, Fethu'l-Kadîr el-Câmiu Beyne Fehnney'ir-Rivayeti ve'd-Dirayeti min İlmi't-Tefsir, Alemü'l-Kütüp, Beyrut, Tarihsiz.
70- Taberî, Muhammed İbnü Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Makâsıd, (Thk: Abdurrahman Umeyre), I. Baskı, Beyrut,
71- Et-Tehânevî, el-Mevlevî Muhammed Ali İbn Ali, Keşşâf-ı Istılâhâti'l-Fünûn, İstanbul, 1984, (I-II).
72- Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbn İsa îbn Sûre, Sünen-i Tirmizî, (Thk: Muhammed F. Abdulbâkî), Beyrut, 1988. (I-V).
73- Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dîni Kur'an Dili, İstanbul, 1992, (I-X).
74- Zebîdî, es-Seyyid Muhammed Murtazâ, Tâcu'1-Arûs, Mısır, Tarihsiz, (I-X).
75- Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Cârullah Mahmud İbn Ömer (538-467), el-Keşşâf ana Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akâvîl fi Vücûhi't-Tevîl, (İbn Hacer el-Askalâni'nin “El-Kâfı'ş-Şâfî fi Tahrîc-i Ahâdîs'il-Keşşâf mine'l-İ'tizâl” adlı eseriyle birlikte basılı), Beyrut, Tarihsiz,
Zerkâ, Ahmed İbn Muhammed İbn İbrahim, Şerhu'l-Kavâidi'l-Fıkhiyye, Dâru'l-Garbi'l-İslâmî, Beyrut, Tarihsiz.
76- Zerkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü'1-İrân fî Ulûmi'l-Kurân, Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, Kahire, Tarihsiz, (1,11).
77- Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed İbn Bahadır îbn Abdillah, el-Mensûr fî'1-Kavâid, (Thk: Teysîr Faik, Ahmed Mahmud), Müessesetü'l-Halîç li't-Tabaati ve'n-Neşr, Kuveyt, 1982.
78- Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed İbn Bahadır îbn Abdillah, el-Bürbân fî Ulûmi'l-Kur'ân, (Thk: M. Ebu'1-Fadl İbrahim), Beyrut, 1972, (I-IV).
79- Zühaylî, Vehbe, el-Fıkhu'l-İslâmiyyü ve Edilletühu, Dımeşk, 1989, (I-VIII). [338]
[1] Yunus: 10/41.
[2] En'am: 6/78
[3] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 8-9.
[4] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 10-13.
[5] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 14-15.
[6] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 16-20.
[7] Cevheri, İsmail İbn Hammad, es-Sihah Tacu'l lügati vesihahi'l Arabİyye (Thk. Ahmed Abdulgafur Attar) Mısır, Tarihsiz "VLY" Madd, VI/2529,
[8] Cevheri, a.g.e, "VLY" Madd, VI/2529; Asım Efendi Kamus Tercemesi Cemal Efendi Matbaası İstanbul, 1905, "VLY" Madd. IV/1223; Rağıb el-Isfehâni, Ebu'l Kısım el-Hüseyn İbn Muhammed, Müfredatü Fi Garibü'l Kur'an (Thk? Muhammet Seyyid Ceylanı) Beyrut, Tarihsiz.
[9] et-Tehânevi, el-Mevlevi Muhammed Ali İbn Ali, Keşşâf-u Istılahâti'1-Fünün, İstanbul, 1984, "VLY" Madd, 11/1528.
[10] et-Tehânevi, a.e.g. "VLY" Madd, 11/1528
[11] Zebidi, es-Seyyid Muhammed Murtaza, Tacu'l Arus, Mısır, Tarihsiz, “VLY” Madd,X/398-399.
[12] Bkz: İbn Manzur Ebu'l Fazl Muhammed İbn Mükrim, Lisanü'l Arab, Beyrut, 1967 "VLY" Madd, XV/407.
[13] Râzi, Fahreddin, İbnü'l Allame Ziyauddin Ömer, Mefatihu'l Gayb (Tefsiru'l Kebir)
[14] Asım Efendi, Kamus Tercemesi, "VLY" madd. İV/1223.
[15] Taberi, Muhammed İbn Cerir, Câmiu'l-Beyân fi Te'vili'l-Kur'an, I. Baskı, 36X011,1992. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 22-26.
[16] Enfâl: 8/34.
[17] Fahreddin er-Râzi, a.g.e. V/430. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 26-27.
[18] Bilmen, ÖmerNasuhi, Istılâhat-ı Fıkhiye Kamusu, İstanbul, 1981, 11/45.
[19] Et-Tehânevi, a.g.e. 11/1528.
[20] Bakara: 2/282.
[21] Şâmil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, "Veli" Madd. VI/333.
Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 27.
[22] Taftâzâni, Saduddin Mes'ud İbn Ömer İbn Abdiliah, Şerhu'l-Makâsid, (Thk: Abdurrahman Umeyre), I. Baskı, Beyrut, 1989, V/72; Et-Tehânevi, a.g.e. II/1528;Sa'di Ebu Ceyb, el-Gâmusu'1-Fikhiyye, II. Baskı, 1988, Dımeşk, s.390.
[23] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 28.
[24] Bkz: Enfal: 8/72; Kehf: 18/44.
[25] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 28-29.
[26] Bakara: 2/257.
[27] Ali İmran: 3/68.
[28] Nisa: 4/45.
[29] Nisa: 4/76.
[30] Nisa: 4/119.
[31] Maide: 5/55.
[32] Maide: 5/55.
[33] En'am: 6/14.
[34] En'am: 6/121.
[35] Araf: 7/27.
[36] Yunus: 10/62.
[37] Yusuf: 12/101.
[38] Kehf: 18/50.
[39] Kehf:18/102.
[40] Fussilet: 41/31.
[41] Fussilet: 41/34.
[42] Şûrâ: 42/9.
[43] Şûrâ: 42/28......Bkz: Kehf: 18/26; İsra: 17/111;
[44] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 29-31
[45] Bakara: 2/107.
[46] Al-i İmran: 3/122.
[47] Nisa: 4/139.
[48] Maide:5/51.
[49] Tevbe:9/71.
[50] Câsiye:45/19.
[51] Bakara: 2/120.
[52] Ra'd: 13/37.
[53] Bkz: Bakara: 2/120; Nisa: 4/45; Şûrâ: 42/32,46 vb.
[54] Bkz: Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'an'ın Temel Kavramları. II. Baskı, İstanbul, 1993,s.6I3. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 31-33
[55] Bakara: 2/282.
[56] Şâmil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, "Velî" Madd. 6/33.
[57] Al-i İmran: 3/28.
[58] Tevbe: 9/23.
[59] Kehf: 18/26.
[60] Mütehine: 60/1. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 33-34.
[61] Nisa: 4/75.
[62] A'raf: 7/196.
[63] Enfâl: 8/34.
[64] Mücadele: 58/22.
[65] Al-i İmran: 3/118.
[66] Râğıb el-İsfehânî, Müfredat, 534.
[67] Muhammed: 47/11.
[68] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 34-36.
[69] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997:38.
[70] İbn Manzur, Lisânü'1-Arab, "VLY" Madd, XV/407. Et- Tehânevî, Keşşaf "VLY"Madd, II/I529.
[71] Nevevî, Muhyiddîn Ebû Zekeriyya Yahya İbn Şeref, Şerhu Sahîh-i Müslim, I. Baskı, Beyrut, 1987, XI/453.
[72] İbn Manzur, Lisân "VLY" Madd, XV/407
[73] Îbnü'1-Esîr, el-îmam Mecdüddin Ebfs-Saadât el-Mübârek İbn Muhammed el-Cezerî, en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs ve'1-Eser, (Thk: Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-Tanâhî), Halebî Baskısı, Tarihsiz, V/227.
[74] İbn Manzur, Lisân, "VLY" Madd, XV/407- Zebîdî, a.g.e. "VLY" Madd. X/399; Cevheri, es-Sihah, "VLY" Madd, VI/2030.
[75] Zebîdî, a.g.e. "VLY" Madd, X/399.
[76] Zabıt: Tuttuğunu koparan, dediğini yaptıran kimse demektir. Subay manasına da gelir. Bkz: Develiioğlu Ferit, Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat, XI. Baskı, Ankara, 1993, s. 1163.
[77] Mutasarrıf: tasarruf eden, kendinde kullanma hakkı ve selahiyeti bulunan kimse demektir. Bkz: Devellioğlu, a.g.e, s. 691
[78] Asım Efendi, Kamus, IV/1223-1224.
[79] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 38-41.
[80] Şerif Gürâni, Ali İbn Muhammed, Kitabü't- Ta'rifat, (Ofset Baskı), Tarihsiz, s.254.
[81] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 41.
[82] Et- Tehânevî, Keşşâf-ı Istılâhâti'I-Fünûn, "VLY" Madd, H/1529,
[83] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 41-42.
[84] Hamevî, Ahmed İbn Muhammed, Gamzü Uyûni'l-Besâir, Şerhu'i-Eşbâhi ve'n-Nazâir, I. Baskı, Kahire, Dâru't- Tabâati'l-Amire, 1357.1/191; Nedvî, Ali Ahmed, el-Kavâidü'l-Fıkhiyye, II. Baskı, Dımeşk, 1991, s. 384'den naklen.
[85] Zühaylî, Vehbe, el-Fıkhu'1-İslâmiyyü ve Edriiletühu, Dımeşk, 1989, IV/139.
[86] Mecelle, Madd: 59.
[87] Ebu Davud, Süleyman İbn Eş'as es-Sicistânî, Sünen-i Ebî Davud, Dâru İhyais Sünneti'n-Nebeviyye, Tarihsiz, Baskı yeri yok, 11/229, H. no: 2083; Tirmizî, Ebu İsa Muhammed îbn İsa İbn Sûre, Sünen-i Tİrmizî, (Thk: Muhammed F. Abdulbâkî), Beyrut, 1988, III/407-408, II. Ho: 1102; İbn Mace, Ebu Abdillah Muhammed İbn Yezîd el-Kazvînî, Sünen-i İbn Mâce, (Thk:a M. F. Abdulbâkî), Dâru İhya-i't-Türâsi'1-Arabî, 1975,1/605, H. No: 1879; Dâru'1-Fikr, Tarihsiz, 11/137; Ahmed, Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, VI/47,66.
[88] En-Nedvî, Ali Ahmed, el-Kavaidü'1-Fıkhiyye, Dâru'l-Kalem, Beyrut, 1991, s.384.
[89] Attâsî, Muhammed Tâhir, Şerhu'l-Mecelle, I. Baskı, Hıms, 1930,1/47; Zerkâ, Ahmed İbn Muhammed İbn İbrahim, Şerhu'l-Kavâidi'l-Fıkhiyye, Dâru'l-Garbi'l-îstâmî, Beyrut, Tarihsiz, s. 249.
[90] Mehasinî, Muhammed Said, Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Dımeşk, Matbaatü't-Terakkî, 1928,1/82.
[91] Zerkeşî, Bedrüddîn Muhammed İbn Bahadır İbn Abdiflah, el-Mensûr fî'l-Kavâid, (Thk: Teysîr Faik, Ahmed Mahmud), Müessesetü'l-Halîç lit-Tabaati ve'n-Neşr, Kuveyt, 1982, III/345.
[92] Mehasinî, a.g.e. 1/82.
[93] En-Nedvî, Ali Ahmed, a.g.e., s. 384-385- Devellioğlu, Ferit, a.g.e, s. 1145-1146.
[94] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 41-46.
[95] Mevlâ ve çoğulu olan Mevâlî kelimesi Kur'an'da 21 ayette zikredilmektedir.
[96] Enfal: 8/72.
[97] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 47-48.
[98] Kurtubî, Ebu Abdİllah Muhammed İbn Ahmed el-Ensârî, el-Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an, I. Baskı, Beyrut, 1988, VIII/37- X/267; Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Cârullah Mahmud İbn Ömer, el-Keşşâf, 11/135.
[99] Zemahşerî, Keşşaf, 11/136:
[100] Kehf: 18/44.
[101] Bakara: 2/257.
[102] Muhammed: 47/11.
[103] İnfıtar: 82/19.
[104] Kurtubî, el-Camiu li Ahkâm, X/267; Ebu'l-Berâkât Abdullah İbn Ahmed Mahmud en-Nesefî, Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, Halebî Baskısı, Tarihsiz, IH/14; Zemahşerî, el-Keşşâf, 11/391; Keza bkz; Ebu'l-Berâkât Abdullah İbn Ahmed Mahmud en-Nesefi, Medârikü't-Tenzîl ve Hakâİku't-Te'vîl, Halebî Baskısı, Tarihsiz, 111/14.
[105] Nesefî, Medârik, III/14.
[106] İbn Kesir, Ebu'I-Fidâ İsmail İbn Ömer, Tefsîru'1-Kur'ân'il-Azîm, (Ofset Baskı), İstanbul, 1985, IV/39 - V/156.
[107] Şevkânî, Muhammed îbn Ali İbn Muhammed, Fethu'l-Kadîr el-Câmuu Beyne Fehnney'ir-Rivayeti ve'd- Dirayeti min İlmi't-Tefsir, Alemü'l-Kütüp, Beyrut, Tarihsiz, III/288.11/329; Ayrıca bkz: Nesefi, a.g.e. II/14.
[108] Zebîdî, Tâcu'l, Arus, "VLV' Madd. X/399; İbn Manzur, a.g.e, XV/407; Et-Tehânevî, Keşşâf-ı Istılâti'l-Fünûn, “VLY” Madd, 11/399, Zebîdî, a.g.e, "VLY" madd, X/399.
[109] Enfal: 8/72.
[110] İbn Manzur, a.g.e. "VLY" Madd, XV/407; Zebidi, a.g.e. "VLY" madd, madd, X/ 399.
[111] Râğıb el-Isfehâni, Ebu'l-Kâsım el-Hüseyin İbn Muhammed, Müfredâtü fî Garibi'l-Kur'ân, (Thk: Muhammed Seyyid Keylâni), Beyrut, Tarihsiz. "VLY" Madd. s.533.
[112] BKz: Râğıb el-Isfehâni, a.g.e, s. 532-534.
[113] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 48-54.
[114] Izutsu, Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, (Çev: Süleyman Ateş), Ankara, 1975, s. 15-16.
[115] Izutsu, a.g.e. s.21.
[116] Albayrak, Halis, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul, 1992, s. 155.
[117] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 54-55.
[118] Albayrak, Halis, age. s. 44
[119] Enfal: 8/72.
[120] Nesefi, Medarik, II/l 13; Zemahşeri, Keşşaf, 11/135-136.
[121] Bkz: İbn Kesîr, Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim, IV/39-40.
[122] Taberi, a.g.e, VI/298.
[123] Bkz: Tevbe: 9/4, 7.
[124] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 55-60.
[125] Cubran Mes'ud, er-Râid, IV. Baskı, 1981- Daevellioğlıı, Ferit, Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Lügat, II. Baskı. Ankara, 1993, s.959; Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, X. Baskı. 1994, s.990.
[126] Doğan, Mehmet, a.g.e, s.983.
[127] Devellioğlu, Ferit, a.g.e, 959; Doğan, Mehmet, a.g.e, s.990.
[128] Bkz: Demir, Ömer - Acar, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul, 1992, s. 334.
[129] Albayrak, Halis a.g.e, s.46
[130] Bakara: 2/105.
[131] Sâbûnî, M. Ali, Safvetü't-Tefasîr, (Ofset Baskı), İstanbul, Tarihsiz, 1/517.
[132] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 60-65.
[133] Bkz: Elmalılı, a.g.e, IV/199.
[134] Mevdûdî, a.g.e, II /127.
[135] Bkz: Kutup, Seyyid, a.g.e, IH/1515; Mevdudi, Tefhim, U/138.
[136] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 65-68.
[137] Ahmed, Müsned, V/352; Hadis için ayrıca bkz: Nevevi, Şerhu Sahih-i Müslim, 12/281-282.
[138] İbn Kesîr, Tefiru'1-Kur'âni'l-Azîm, IV/40.
[139] Bkz: İbn Kesîr, a.g.e, V/156.
[140] Şevkânî, a.g.e, 11/329. Nesefi, a.g.e, H/14.
[141] Şevkânî, a.g.e, 11/329. Nesefi, a.g.e, 11/14.
[142] Ebu'l-Berâkât Abdullah İbn Ahmed Mahmud en-Nesefi, Medârikü’t-Tenzil ve Hakâiku't-Te'vil, Halebi Baskısı, Tarihsiz, 111/14; Zemahşeri, el-Keşşaf, 11/391.
[143] Nesefi, a.g.e, II/l 13; Zemahşeri, el-Keşşaf, 11/135-136.
[144] Enfal: 8/72.
[145] Enfal: 8/74. (Bu Meal, Taberi'nindir.)
[146] Taberî, Câmiu'l-Beyan, VI/298-299.
[147] Ebu Davud, Sünen-i Ebî Davud, 11/229, H. no: 2083; Tirmizi, Sünen-i Tirmizî, III/407-408, H. Ho: 1102; İbn Mace, 1/605, H. No: 187 Sünen-i Dârimî, 11/137; Ahmed, Müsned-i Ahmed İbn Hanbel, VI/66.
[148] Yunus: 10/62.
[149] Razî, Fahreddin İbnü'l-Allame Ziyauddin Ömer, Mefatihu'1-Gayb (Tefsîra'l-Kebîr), XI/386; Ayrıca bkz: Kurtubî, el-Câmiu li Anka. 1/37; Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 11/375.
[150] Elmalılı, a.g.e. IV/257-258.
[151] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, İstanbul, 1992, IV/494.
[152] Ebu't-Alâ el-Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, (Çev: Heyet), İstanbul, 11/172.
[153] Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an, 11/172-173.
[154] Kutup, Seyyid, Fî Zilâl, 111/1555
[155] Kutup, Seyyid, Fî Zilâli'l-Kur'ân, III/1559; Ayrıca bkz: Zemahşerî, Keşşaf, 2/135-136; Taberî, 6/
[156] Kurtubî, a.g.e, VIII/36-38.
[157] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 68-79.
[158] Krş: Albayrak, Halis, Kur'ân'ın Bütünlüğü Üzerine, s.48.
[159] Kırca, Celal, İlimler ve Yorumlar Açısından Kur'an'a Yönelişler, İstanbul, 1993, Giriş, s.XIII.
[160] Nisa: 4/45.
[161] Al-i İmran: 3/122.
[162] Nisa: 4/139.
[163] Câsiye: 45/19.
[164] Bakara: 2/120.
[165] Bakara: 2/282.
[166] Şâmil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, "Velî" Madd. 6/333.
[167] Tevbe: 9/23.
[168] Kehf: 18/26.
[169] Mütehine: 60/1.
[170] Nisa: 4/75.
[171] A'raf:7/196.
[172] Enfal: 8/34.
[173] Kehf: l8/44.
[174] Mücadele: 58/22.
[175] Al-i İmran: 3/118.
[176] Muhammed: 47/11.
[177] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 79-84.
[178] Bkz: Kurtubî, a.g.e, X/267; Taberî, VIII/227; Zemahşerî, Keşşaf, 11/391; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'1-Azîm, V/l 57; Şevkânî, Muhammed İbn Ali îbn Muhammed, Fethu'l-Kadîr el-Câmiu Beyne Fehnney'ir-Rivayeti ve'd-Dirayeti min İlmi't-Tefsir, Alemü'l-Kütüp, Beyrut, Tarihsiz, III/288.
[179] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 84-85.
[180] Mücadele: 58/22.
[181] Tevbe: 9/23.
[182] Al-i İmran: 3/28.
[183] Sâbûnî, Muhammed Ali, Ravâiu'l-Beyân Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm min'el-Kur-ân, II. Baskı, Dımeşk, 1977, 1/399.
[184] Cassas, Ebu Bekr Ahmed İbn Alî er-Râzî, Ahkamü'l-Kıir'an, Beyrut, Tarihsiz, 2/9-10.
[185] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, 11/444
[186] Nisâ:4/140.
[187] Tâhâ: 20/131.
[188] Ebu Davud, Sünen, 111/45, H. No: 2645.
[189] Ebu Davud, a.g.e, 111/93. H. No: 2787.
[190] Cassas, a.g.e, 2/9.
[191] Bkz: Kurtubî, el-Camî li Ahkâm, IV/115; Sabûnî, A ge 1/403
[192] Bkz: Bakara: 2/286.
[193] Sâbûnî M. Ali, Revâiu'I-Beyân, 1/398.
[194] Mümtehine: 60/8.
[195] Bkz: Duman, M. Zeki, Kur'ân-ı Kerim'de Adâb-ı Muaşeret, II. Baskı, İstanbul, 1986, s. 252.
[196] Bkz: Yazır, Elmalılı M. Hamdi, a.g.e. 11/1074-1075.
[197] İbnü Cerîr et-Taberi, GŞmiu'l-Beyân Fî te'vîli'l-Kur'ân, III/227
[198] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, VIII/11-12.
[199] Konyalı Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsâtü'l-Beyân fi Tefsîri'l-Kur'ân, İstanbul, 1969, XIV/5832-33.
[200] Mümtehine: 60/1.
[201] Nisâ: 4/140.
[202] Necm: 53/29.
[203] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, II/9.
[204] Zerkeşî, el-Bürhân, 1/32; Suyûtî, el-İtkan, 1/29; İbn Aşûr, Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir, s.46; Sâbûnî, et-Tıbyân, s.29; Zerkânî, Menâhil, 1/118; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s.79.
[205] Ahzab: 33/4. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997:87-97.
[206] Krş: Kutup, Seyyid, Fî Zilâli'l-Kurân, XV. Baskı. Beyrut, 1988, 11/910. Vd.
[207] Maide: 5/82.
[208] Maide: 5/51.
[209] Mümtehine: 60/8.
[210] Maide: 5/51.
[211] Maide:5/51.
[212] Yazır, Elmalılı M. Hamdi, a.g.e. III/1711-1712. Sadeleştirilerek alınmıştır. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 97-100.
[213] Krş: Nisâ: 4/143.
[214] Bakara: 2/14.
[215] Bakara: 2/15.
[216] Münafıkûn: 63/4.
[217] Krş: Nur: 24/11.
[218] Mücadele: 58/14,15.
[219] Al-i İmran: 3/118.
[220] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'an, IV/115.
[221] Ebu Davud, Sünen, IV/259. H. No: 4833.
[222] Yazır, E. m. Hamdı, a.g.e. 11/414.
[223] Al-i İmran: 3/119-120
[224] Bkz: Elmalılı, a.g.e, 11/414.
[225] Muhammed: 47/30.
[226] Mümtehine: 60/1.
[227] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 100-106.
[228] İbn Manzur, Lisân, "TĞY" Madd, XV/5.
[229] K.rş: İbn Manzur, a.g.e, "TĞY" Madd, XV/5; Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dîni Kur'ân Dili, 11/869-870; Kutup, Seyyid, Fî Zilâl'il-Kur'ân, 11/47.
[230] İbn Manzur, a.g.e, "TĞY" Madd, XV/5; Cevheri, es-Sihah, "TĞY" Madd, VI/3413.
[231] Taberî, Câmiu'l-Beyan, IH/21; Elmalılı H. Yazır, A.g.e, 11/869
[232] Taberî, a.g.e, IV/136.
[233] Elmalılı H. Yazır, Hak Dîni Kur'ân Dili, 11/869.
[234] İbnü Kayyım el-Cevziyye, İ'lâm'ül-Muvakkiîn, 1/50
[235] Beydâvî, Envâru't-Tenzî I ve Esrâru't-Te'vîl, 1/401.
[236] Ahmed es- Sâvî, Hâşiyetü's-Sâvî Ala'l-Celâleyn, 1/120.
[237] Seyyid Kutup A.g.e. 11/47.
[238] Nisa: 4/60.
[239] Koçyiğit, Talat, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990,11/463.
[240] Nah1: 16/36.
[241] Krş: Yazır, Elmalılı M. Hamdi, a.g.e, 11/870-871.
[242] Bakara: 2/256
[243] E. H. Yazır, a.g.e. II/871.
[244] Bakara: 2/257.
[245] Bkz: Taberî, a.g.e, 111/23.
[246] Bkz: Kıyamet: 76/36.
[247] Bkz: Yazır, Elmalılı M. Hamdi, a.g.e. 11/876; Ayrıca bkz: İmam Şafiî, Muhammed İbn İdrîs, er-Risâle, (Thk: Ahmed Muhammed Şâkİr), Beyrut, Tarihsiz, s. 25.
[248] Ahzab: 33/4.
[249] Nah: 16/36.
[250] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 106-113.
[251] Maide: 5/55.
[252] Tevbe: 9/71.
[253] Al-i İmran: 3/118.
[254] Mümtehine: 60/1 Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997:113-115.
[255] İslam Ansiklopedisi, M.E.B. Yayınları, XI/680.
[256] İbn Manzur, Lisan, XV/402.
[257] Yazir, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dînî Kur'an Dili, ü/1074.
[258] Nahl: 16/106.
[259] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, II/9-10; Kurtubî, El-Câmiu li Ahkam, X/124.
[260] Taberî, Câmiu'l-Beyan, III/228.
[261] Taberî, a.g.e, III/228.
[262] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ânUAzîm, (Ofset Baskı), İstanbul, 1985, 11/24; Taberî, a.g.e, III/228.
[263] Nahl: 16/106.
[264] İbn Kesîr, a.g.e. 11/24.
[265] Bkz: İbn Kesîr, a.g.e. 11/24.
[266] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 116-120.
[267] Cevheri, es-Sihah, "DRY" Madd, VI/2335; İbn Manzur, Lisân, "DRY" Madd,XIV/255.
[268] Zebîdî, Tâcu'1-Arûs, "DRY" Madd, VI/2335; İbn Manzur, Lisân, "DRY" Madd, XIV/255.
[269] Zebîdî, Tâcu'1-Arûs, "DRY" Madd, X/129.
[270] İbn Manzur, a.g.e, "DRY" Madd, XIV/255.
[271] Al-i İmran: 3/28.
[272] Kalem: 68/ 9.
[273] Bkz: Kurtubî El-Câmi li Ahkâm, XVIII/150.
[274] Bkz: Tahrim: 66/9.
[275] M. Reşîd Rıza, a.g.e. 111/281-282.
[276] İbn Hacer, a.g.e, X/544.
[277] Sâbûnî, a.g.e. 1/404; Ayrıca bkz: M. Reşid Rıza, Tefsîru'l-Menâr, 111/281-282.
[278] Nevevî, Muhyiddîn Ebû Zekeriyya Yahya İbn Şeref, Şerhu Sahîh-i Müslim, I Baskı, Beyrut, 1987, XII/478-479.
[279] İbn Hacer et-Askalânî, Feth'1-Bârî, 10/544; Tirmizî, Sünen, IV/316, H. No: 1996; Ebu Davud, Sünen, IV/251, H. No: 4791; Ahmed, Müsned, VI/38.
[280] İbn Hacer, a.g.e, X/545.
[281] İbn Hacer, a.g.e, X/545
[282] Münâvî, Şemseddin Muhammed Zeynüddin Abdurraif, Feyzü'l-Kadir Şerhu'l-Câmi'us-Sağîr, Beyrut, 1982,11/215.
[283] Kastalânî, Mevlânâ Ahmed Hatîb, Mevâhibü Ledünniye, (Çev: H. Rahmi Yaenanlı), İstanbul, 1983,1/677.
[284] Seyyid Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 207.
[285] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 120-126.
[286] Tirmizi, Sünen, V/49; İbn Mace, Sünen, 11/1395.
[287] M. Reşid Rıza, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, (Tefsîru'l-Menâr), III/278.
[288] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 126-127.
[289] A1-i İmran: 3/28.
[290] Sâbûnî, a.g.e. 2/333. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 127-128.
[291] Sâbûnî, a.g.e. 2/333.
[292] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 128-129.
[293] Maide: 5/55.
[294] Ali İmran: 3/28.
[295] Ali İmran: 3/28.
[296] Maide: 5/55.
[297] M. Reşid Rıza, Tefsîru'l-Kurâni'l-Hakîm, 111/278.
[298] M. Reşİd Rıza, a.g.e, III/278.
[299] Said Havva, EI-Esâs fîs-Sünne, (Çev: Heyet), İstanbul, 1991, I/202)den naklen.
[300] Maide: 5/2.
[301] Said Havva, a.g.e. 1/201-202
[302] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 129-134.
[303] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 134.
[304] Maide: 5/5.
[305] Tevbe: 9/30.
[306] Maide: 5/17.
[307] Maide: 5/73.
[308] Cassas, a.g.e. 11/324,325.
[309] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâm, 111/46; Cassas, a.g.e. 11/325.
[310] Tahlil âyetinden kasıt:"., daha önce kendilerine kitap verilenlerden elmuhsanât/iffetli kadınlar da namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir." Mâide: 5/5 ayeti; Tahrim âyetinden maksat da: "Ey iman edenler! Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar İman etmedikçe evlenmeyin. İmanı olmayan bir kadın sizi imrendirse bile, iman etmiş câriye elbette ondan daha hayırlıdır." Bakara: 2/221 âyetidir.
[311] Cassas, a.g.e. 11/325.
[312] Cassas, a.g.e. 11/325; Kurtubî, a.g.e, 111/46.
[313] Kurtubî, a.g.e, ni/46; Cassas, a.g.e. 11/325.
[314] Sâbûnî, M. Ali, Revâiu'l-Beyân, 1/287. Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 134-137.
[315] Bakara:2/105.
[316] Beyine: 98/1.
[317] Kurtubî, a.g.e, III/46; Sâbûnî, a.g.e, 1/287.
[318] Sâbûnî, a.g.e, I/288.
[319] Cassas, a.g.e. II/325.
[320] Cassas, a.g.e. II/325.
[321] Bkz: Cassas. a.g.e, II/325; Hazin, Lübabü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, (Mecmâu't-Tefasîr içinde), 11/337; Ayrıca bkz: Zühaylî, EI-fıkhu'1-İslâmi ve Edilletühu,VIII/152.
[322] Kurtubî, a.g.e, 3/46; Sâbûnî, a.g.e, 1/288.
[323] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11/390; Cassas, a.g.e, II/325; Sâbûnî, a.g.e, 1/288.
[324] Sâsbûnî, a.g.e, 1/288.
[325] Malik İbn Enes, el-muvatta', (Ebû Mus'ab ez-Zührî el-Medînî rivayeti), I. Baskı, Beyrut, 1992,1/289.
[326] Maide: 5/5.
[327] Taberî Câmiu'l-Beyân, ü/389.
[328] Taberî, ag.e, 11/390.
[329] Maide: 5/5.
[330] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 11/390; Kurtubhi, a.g.e, 3/46; Cassas, a.g.e, 11/325; Sâbûnî, a.g.e, 1/288.
[331] Cassas, a.g.e. 11/325.
[332] Cassas, a.g.e. 11/325.
[333] Bkz: Kurtubî, a.g.e. III/47.
[334] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 137-142.
[335] Bakara: 2/221.
[336] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 142-143.
[337] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997:144-151.
[338] Mikdat Öccü, Kur’an’da Veli Ve Velayet, Suffe Yayınları, İstanbul, Ocak 1997: 152-158.