1- KUR'AN'IN İLK VAHYİ VE NASİH MENSUHU
Kuranda Nesheden Ve Neshedilen Ayetler :
Kuranda Neshi Ispatlayan Ayetler :
Eski Şeriatlarda Da Nâsih-Mensûh Hükümler Vardı :
Kur'an'da Neshi Kabul Etmeyenler :
Hz. Ali (Rd) Ve Nâsih-Mensüh :
Nesheden Ve Neshedilen Hükümlerde Külfet Unsurları :
Ayetlerin Hadisle Neshedilmesi Mümkün Mü?
Diyanet İşleri Başkanlığının Bir Dikkatsizliği :
Hem Metni Ve Hem De Hükmü Kaldırılan Ayetler :
Hükümlerinin Yalnız Vasıflarında “Nesh» Bulunan Ayetler :
Hükmü Bakı Kalıp Metni Neshedilmiş Olan Ayet :
Metni Bakı Olup, Hükmü Neshedilen Ayetler
Bir Hadîsin, Başka Bir Hadîsle Neshi
İçinde Nasih-Mensûh Bulunmayan Süreler 43 Adettir Şunlardır
İçinde Yalnız Nasîh Ayet Bulunan Sûreler 6'dir. Şunlardır
İçinde Yalnız Mensûh Ayetler Bulunan Sûreler 40'dır, Şunlardır :
İçinde Hem Nasih, Hemde Mensûh Ayetler Bulunan Sûreler 25'dir. Şunlardır :
Neshedilmeyen Ayetlerdekî Nitelikler
Neshedildici Rivayet Edilen Ayetler Bakara Süresi
Zekât Ayetinin İnmesinden Sonraki Durum
Toplanan Zekâtların Kimlere Verileceği
Bu Ayeti Kerimenin İniş Sebebi
Orucun Yüklediği Ağır Hükümleri Kaldıran Ayetin İniş Sebebi
Şarap Hakkındaki Ayetlerin İniş Sebepleri
Medine'de İnen Alimimran Sûresinin Mensüh Ayetleri
Medine'de İnen Nisa S. Mensûh Ayetleri
Zina Eden Cariye Veya Kölenin Cezaları
Recm Cezasının Müslümanlara Uygulanışı
Peygamberimizin Recme Ait Diğer Uygulamaları
Hamile Bir Kadının Recmedilmesi
Bu Ayetin (Nisa : 24) İniş Sebebi
Tevbe Sûresinin İniş Sebepleri
Medinede İnen Maide S. Nin Mensûh Ayetleri
İki Gayri Müslîmin Yalan Şahitliği
Bir Ayeti Hariç, Mekkede İnen A'raf Sûresi Mensûh Ayeti
İki Ayeti Hariç, Me0inede İnen Enfal Sûresi Mensûh Ayetleri
Medine'de İnen Tevbe Süresindeki Mensûh Ayetler
İki Ayeti Hariç, Mekkede İnen Yunus Sû. Men-Süh Ayetleri
Bu Sûrenin Mensûh Ayetlerine Gelelim Şim Di
Mekkede İnen Hud Sû. Mensûh Ayetleri
Ra'd Sûresinin Mensûh Ayetleri
İbrahim Süresi Mekkede Nazil Olmuştur
Mekkede İnen Hicr Sû. Mensûh Ayetleri
Mealleri Yazılı (Nahl 125, 127.) Ayeti Kerime Lerin Nüzul Sebepleri
İbni Abbastan Rivayet Edilmektedir Ki
İsrâ Sûresinin Mensûh Ayetleri
Meryem Sûresinin Mensûh Ayetleri
Tâhâ Süresindeki Mensûh Ayetler
Enbiyâ Sûresi Mekkede Nazil Olmuştur
Medinede İnen Hac Sû. Mensûh Ayetleri
El Mûminûn Sûresinin Mensûh Ayetleri
Bu Ayetin Kerimenin Müslümanlar Üzerindeki Tesiri
Fahri Alem Hz. Muhammed (s.a.) Efendimize peygamberlik, 40 yaşındayken geldi. Onun Peygamberliği, doğru çıkan rüyalarla başlar. O, altı aya kadar gördüğü rüyalarla amel etmiştir. Bu esnada bir köşeye çekilmesi ve yalnızlığı sever ve Hira dağına gidip oradaki mağarada kendi kendine ibadet ederdi. İşte o sıralarda Cebrail (a.s.) kendisine görünüp Kur'an-ı getirmeye başladı.
Bu vesile ile şunu da ifade edelim ki, vahyin gerçek mahiyetini peygamberlerden başkasının bilmesi mümkün değildir. Ancak vahyin geldiği anda Peygamber Efendimizin yanlarında bulunanların görgülerine veya bizzat Resüli Ekrem Efendimizin vahy hususundaki beyanlarına dayanarak bir şeyler öğrenilebilmiştir. Bu konuda Buhariyi Şerifin yazdığı rivayetler şunlardır :
1- Hz. Ayişe (r.d.) dedi ki,
“Hişamın oğlu Haris (r.d.) Resülüllâhdan (s.a.) “Ya Resülellâh sana vahy nasıl geliyor?» diye sordu. Resülüllâh (s.a.) şu cevabı verdi.”
“Bâzı zaman çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hal gider gitmez (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bâzı zamanlarda melek bana bir insan suretinde görünür, benimle konuşur, ben de söylediğini iyice bellerim.”
Hz. Ayişe (r.d.) devamla dedi ki,
“Allah'ın Resulünü, soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahy nazil olurken gördüm. O hal kendisinden geçince şakaklarından şapır şapır ter akıyordu.
2- Hz. Ayişe (r.d.) diğer bir rivayetinde dedi ki,
“Allah'ın Resulü (s.a.) nün vahy başlangıcı, uykuda gerçekçi rüya görmekle olmuştur. Hiç bir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi açık ve aşikâr olmasın. Ondan sonra kalbine, yalnızlık sevgisi geldi. Artık Hıradaki mağarasında yalnızlığa çekilip orada, ailesinin yanına gelniceye kadar, sayısı belli gecelerde ibadet eder ve yine azığını alıp giderdi. Sonra yine Hadice (r.d.) nin yanına dönüp bir o kadar zaman için yine azık hazırlardı. Nihayet bir gün, Hira mağarasında bulunduğu bir zamanda, ona Kur'an geldi. Ona melek gelip “oku» dedi. O da “ben okumak bilmem» dedi. Bu hususta Allâhen Resulü buyurdu ki,”
“O zaman melek beni alıp takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra bırakıp yine “oku» dedi. Ben de ona “ben okumak bilmem» dedim. Yine ikinci defa beni tutup takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra bırakıp yine “oku» dedi. Ben de “okumak bilmem» dedim. Nihayet yine alıp beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp “yaratan Rabbinın adiyle oku. O ki insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku ki, senin Ekrem olan Rabbin insana bilmediklerini kalemle öğretmiş, insana bilmediklerin tâlimetmiştir» dedi?
Bunun üzerine Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek evine döndü ve Hadiceye (r.d.)
“Beni örtün, beni örtün” dedi.
Korkusu gidinceye kadar onun mübarek bedenini sarıp örttüler. Daha sonra olup biteni Hadiceye (r.d.) şöyle anlattı:
“Kendimden korktum”, dedi. Hadice (r.d.) şu cevabı verdi :
“Öyle deme, Allah'a yemin ederim ki, Allah seni hiç bir vakit utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin, müsafiri ağırlarsın, hak yolunda çıkan olaylarda halka yardım edersin.
Bundan sonra Hadice (r.d.) Allah'ın Resulünü alıp, amcası oğlu Varaka Bini Nevfele götürdü. Varaka, Cahiliyette Hıristiyanlığa girmiş bir kimseydi. İbranîce yazı bilir ve Allah'ın nasibettiği kadar İncilden yazardı. O gözleri kör olmuş bir ihtiyardı. Bu esnada Hadice (r.d.) Varakaya,
“Amcam oğlu dinle de bak, kardeşin oğlu ne diyor? [1] dedi.”
Varaka Allah'ın Resulüne,
“Kardeşimin oğlu ne gördün? diye sorunca, Allah'ın Resulü, gördüklerini bir bir anlattı. Bunun üzerine Varaka Allah'ın Resulüne,
“O gördüğün Allâh'u Taâlânın Mûsâya indirdiği “Nâmûs»dur. [2] Ah keşke senin davet günlerinde genç olsaydım, kavminin seni çıkaracağı zaman sağolsaydım, dedi.
Allah'ın Resulü,
“Onlar beni çıkaracaklar mı? diye sordu. O da,”
“Evet senin gibi kendisine vahy gelmiş bir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Eğer senin davet günlerine yetişirsem, sana son derece yardımda bulunurum, dedi.
3- Ensardan Abdullah oğlu Cabir (r.d.) da dedi ki,
“Allah'ın Resulü vahyin gelişinden sözederken dediler ki,
“Ben bir gün yürürken, birden bire gökten bir ses duydum. Başımı kaldırdım, bir de baktım ki, Hirada bana gelen melek, yerle gök arasındaki bir kürsü üzerinde oturmuş durumdaydı. Ondan korkup evime döndüm “beni örtün, beni örtün» dedim. Bunun üzerine Rabbim olan Allâhu Taâlâ “Ey bürünüp sarman, kalk (kâfirleri azabımla) korkut, Rabbini yüce bil, elbiseni temizle, azaba (düşürecek şeyleri) bırak» diye bana emir verdiği ayetler indi. Bundan sonra artık vahy, (bana) ısındı, biri biri peşine geldi.
4- Meali Şerifi “Onu (Kur'an-ı) acele kavrayayım diye dilni onunla (Cebraille) oynatma» olan, Kıyame Sûresinin, 16, ayeti hakkında İbni Abbas (r.d.) demiştir ki :
“Resülüllâh, inen ayetlerden (ezberlemek için) güçlük çeker, mübarek dudaklarını kımıldatırdı.”
İbni Abbas bu sözü söylerken (adeta Peygamberimizi taklid ederce) devamla,
“İşte bakın, Resülüllâh dudaklarını nasıl kımıldatıyor idiyse, ben de öyle yapıyorum diyerek sözlerini, şöyle sürdürdü ;
“Bunun üzerine Allah Taâlâ ona “Onu (Kur'an-ı) acele kavrayayım diye dilini onunla (Cebraille) acele edip depretme. Onu (Kur'an-ı) toplamak, onu (Kur'an-ı sana) okutmak şüphesiz bize aittir. Kur'an-ı sana okuttuğumuzda, onu dinle, ondan sonra da onu (senin ağzından) bildirmek bizim üzerimizedir» mealindeki ayetler indi. Bundan sonradır ki, Resülüllâh, ne zaman Cebrail indiyse, susarak onu dinlerdi. Cebrail gidince de inen ayetleri Cebrail gibi aynen okurdu.
5- Yine İbni Abbas (r.d.) şöyle bir rivayettede bulunmuştur.
“Allah'ın Resulü, halkın en cömerdiydi. En cömert olduğu zaman da, Ramazan ayıydı ki, Cebrailin kendisine en çok geldiği ay da bu aydı. Cebrail (a.s.) Ramazanın her gecesinde ona gelir, Kur'an-ı karşılıklı okur, müzakere ederlerdi.
İşte bundan ötürü Allah'ın Resulü, hayır yapmakta engellenemeyen rüzgârdan da daha cömertti.[3]
“Neshetme» lügat anlamda, bir şeyi değiştirme, yok etme, silme veya bir yazıyı bir yere aktarma demektir. Bizim burada söz konusu ettiğimiz “nesh» kelimesini allâme İbni Hacip “şeriata ait bir hükmü, sonradan gelen meşru bir delil ile kaldırmaktır» diye târifeder. [4]
Bu tarife göre “nâsih» (nesneden) sözünün türkçesi “şeriata ait başka bir hükmü kaldıran meşru bir delil» demek oluyor. “Mensûh» (neshedilen) denince bunun türkçesi de “meşru olan bir delil ile, kaldırılmış olan önceki bir şeriat hükmü» denmek istendiği anlaşılır. [5]
1- “Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin (yerine) ya ondan (sizin için) daha hayırlısını, yahut onun dengini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmezmisin?”[6]
Bu ayetin iniş sebebi şudur :
Yahudiler “Şu Muhammedin işine hayret etmez misiniz? Yanındakilere bir şeyi emreder, sonra da o şeyi yasaklar, aksini emreder. Bu gün bir şey söyler, ertesi gün o sözünden döner. Kur'an Muhammedin kendinden başka kimsenin sözü değildir. Çünkü onun sözleri biri birini tutmuyor» diyorlardı.[7]
2- “Biz bir ayeti, diğer bir ayetin yerine değiştirdiğimiz vakit, ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilendir- dediler ki, sen ancak bir iftiracısın. Hayır (iftiracı değilsin ama) onların pek çoğu bilmiyor.” [8]
Bu ayetin iniş sebebi de şudur :
Eskisinden biraz daha külfetli bir emir geldiğinde müşrikler, “Muhammed arkadaşlarıyla alay ediyor, bir gün birşeyi emreder, ertesi gün ise onu yasaklar. O, Kur'an-ı kendi düzen bir iftiracıdır» diyorlardı. Bu ayetlerle Cenabı Rabbimız, Aleyhisselatu vesselam Efendimizin, Kur'an-ı uydurmadığını, onun Allah kelamı olduğunu bildirmiştir.[9]
Nitekim Hz, Adem zamanında, kardeşle kızkardaşın evlenmeleri mubahtı. Sonradan bu hüküm nesholup kaldırıldı. Nuh Peygambere de, Tufanda gemideyken, domuz eti mubah kılınmıştı. Bu da sonradan yasaklandı. Yine Tevrattan önce iki kızkardeşin bir nikâh altında bulunması meşrûdu. Ama Tevrat inince bu meşruiyet neshedilip kaldırıldı. Hz. İbrahim de, önce oğlu Hz. İsmaili kurban kesmekle emrolunmuşken, sonradan bu emir, bir koçun kurban kesilmesiyle nesh olmuştur.[10]
Cumhuri Ulema, yani müçtehit ve müfessirlerin pek büyük çoğunluğu, Kur'an'da neshin varlığını isbat ettikleri halde, Eba Müslimi İsfıhanî denen bir zat, aksini savunmuştur. Bu zat, meali yukarda yazılan ve neshin vukuunu haber veren ayetlerin, geçmiş kitaplardaki hükümlerin neshedildiklerini haber verdiklerini, yoksa Kur'an ayetlerinde de neshin vaki olduğuna delil sayılmayacaklarını iddia etmiştir.
Neshin Kur'anda vukuunu kabullenmeyenler hakkında Allâme Kurtubî, tefsirinde şunları yazar :
Kur'andaki nasih-mensuhu ancak, gabi cahiller inkar ederler. Halbu ki, geçmiş sahabîler ve onlara tabi olanlar bu hususu kabul etmiş bulunuyorlar. İbni Kesir de yine neshi bildiren ayetlerin tefsirinde, “Kur'anda neshi inkâr etmek, reddedilmiş rezil bir fikirdir» der.
Esasen nesheden ve neshedilen ayetlerin incelenmesinde görülecektir ki müçtehitlerimiz, neshedilmiş hükümleri dikkate almamışlardır. Nitekim bütün müçtehitler, kocası ölen kadının evlenebilmek için dört ay on gün beklemesini emreden ayete binaen[11] içtihatta bulunmuşlardır. Yâni kocası ölmüş olan bir kadın, dört ay on gün bekler, hamile değilse evlenebilir, hamile ise doğumdan önce evlenemez. Halbu ki diğer bir ayette ise [12] kocası ölen bir kadının tam bir yıl beklemek zorunluğu vardı. Görülüyor ki müçtehitlerimiz bir yıl beklemeye ait hükmü, neshedilmiş bir hüküm olarak kabul etmişler, onunla amel edilmesini caiz görmemişlerdir. Bu konudaki açıklamalar, Fıkıh kitaplarında da aynen mevcuttur. [13]
Halife Hz. Ali (rd) bir gün Küfenin bir mescidine gider ve orada, Ebu Musal Eş'arînin dostu Abdurrahman Bini Deebî cemaata vaazda bulunurken görür. Bunun üzerine Halife ona, nâsih-mensûh ayetleri bilip bilmediğini sorar. Vaiz ise, bilmediğini itirafa mecbur kalır. Bu durum karşısında gazaba gelen Halife, kulağından tutarak ona,
“Sen hem kendini hem de dinleyenlerini helak edersin. Zinhar seni cemaata vaaz verirken bir daha görmeyeyim
der.”
Bu konuda Hüzeyfetül Yamanı de (r.d.) şöyle demiştir :
“Emirden, onun memurunden ve nasih-mensûhu bilenden başkaları cemaata hitap etmemelidirler. Aksini yapanlar ahmak kişilerdir.[14]
Kur'anda neshin aklen de caiz olduğu açıktır. Çünkü mademki Allâhu Zülcelal her şeye mutlak hakimdir ve kulları hakkında da dilediği tasarrufu yapmağa muktadirdir, o halde o tek varlık, kullarının değişen ve gelişen durumlarına göre gerekli gördüğü hükümleri değiştirip yenilerini indirmiştir elbet. Bu ilâhî kanun asla inkâr edilemez.
Nitekim devletler de, vatandaşlarının durumlarına göre, zaman zaman kanunlarında değişiklikler yapmakta, lüzum gördükleri kanunları değiştirmekten fayda ummaktadırlar. [15]
Nesheden ayetlerin, neshettikleri ayetlerdeki hükümlerden daha çok veya daha az, yahut eşit külfette oldukları görülür. Ama buna rağmen, biz kullar için külfeti az olan hükümlerin, külfeti daha çok hükümlerle değişmesini caiz görmeyenler de vardır. Bu konuda Fahrurrazı şöyle der :
Bir zümre, bir hükmün daha ağır bir hükümle neshedilmesini caiz görmez ve delil olarak da, Kur'andaki[16] “Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetten, ya daha hayırlısını veya onun dengini getiririz» mealindeki ayeti gösterirler. Onlara cevaben deriz ki :
Kur'anda bildirilen “ya daha hayırlsını» sözünden, ahirette daha çok ecirli olanının murat edildiği açıktır. Nitekim zina işleyen kadınlara önceden verilmesi emredilmiş olan hapis cezası, recm ve yüz değnek cezalarıyla daha ağırlaştırılarak, neshedilmiştir. Yine önce tutulmakta olan aşura orucu da Ramazan orucuyla ve önce kılınmakta olan iki rekât namazlar (öğle, ikindi, yatsı) seferi olmayanlar için dört rekâtla neshedilmişlerdir.[17] [18]
Hadis Usulünün tarifine göre üç türlü hadis vardır. Bunlardan ilki Peygamber Efendimizin sözleri, ikincisi filü hareketleri, üçüncüsü ise, huzurlarında yapılan işlere karşı sessiz kalıp, tasvip edici bir tavır almalarıdır.
Eski tâbirle bunlardan ilkine “Hadisi kavlî» ikincisine “Hadisi Filî» üçüncüsüne de “Hadisi takriri» denir.
Tarif edilen bu hadislerden gerek “Kavlî, gerek “Filî» olan bir hadisle, her hangi bir ayet hükmünün neshedilmesi hususu, müçtehitler arasında ihtilaflidir. Ayetin Hadisle neshedilemeyeceğine inanan müçtehitler, Kur'anda meali “Biz sana da Kur'an-ı indirdik, tâki insanlar, ne indirildiğini onlara açıkça anlatasın..» olan[19] ayeti delil göstermişlerdir. Onlar, Peygamberimizin Kura'n-ı açıklamakla mükellef olduğunu, bu sebeple her hangi bir ayeti neshe yetkili ol madığını içtihad etmişlerdir. Safiîler buna ilave olarak, Kur'-anın Allah kelâmı olması itibariyle kadîm olduğunu, Hadisin ise, onun kulu bulunan peygamberden sadır olmuş bir söz olduğu için kadîm olamayacağım ve bu sebeple, durumu Kur'ana denk olmayan bir sözle bir ayetin neshine imkân olmayacağım iddia etmişlerdir.
Ayetin Hadisle de nesholunabileceğini savunanlar da, meali “Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki sahibiniz (peygamberiniz) sapmadı, batıla da inanmadı. O, kendiliğinden uydurup) konuşmaz» olan [20] ayetleri delil ittiaz etmişlerdir. Bu müçtehitler misal olarak, zina edenlere hem yüz değeneğin vurulması ve sonra da recmedilmeleri emredilmişken, Peygamberimizin bunlardan yalnız birini, yâni recmi tatbik edip, yüz değnek cezadan vaz geçtiğini öne sürmüşlerdir.[21]
Ayni kanaatta olanlar, ikinci bir delil olarak, meali “ölü (eti) kan ve domuz eti üzerinize haram kılındı» olan [22]ayetin, yine meali “bize iki ölü ve iki kan halal kılındı. “Balık ve çekirge ölüleri ve ciğerle dalak kanlarıdır bunlar» olan hadisle neşhedilmiştir diyorlar.[23]
Bu durumdan anlaşılan odur ki Peygamber Efendimiz, kendisine gelen bir vahy ile, ölü etleri arasında balık ve çekirge etlerinin, kan denince de, dalak ve ciğerin haram olmaktan çıkarıldıklarını ifade buyurmuşlardır. Bu bir nesih değil, ayetin kapsamını tâyin ve tesbitten ibarettir, Allâhu âlem. [24]
Kur'anda “nesh» keyfiyetinin varlığı dört mezhep tarafından kabul edildiği ve ona göre içtihatlar tesis edilip fıkıh kitaplarında belirtilmiş olduğu halde, ne hazindir ki, Diyanet işleri neşriyatından olan “Beyyine 1» adındaki bir eserde bu husus, büsbütün inkâr edilmiştir. Sadettin Evrin adında bir zat tarafından yazılan bu eserin 21-26 sahifelerinde delil olarak gösterilen ayetler, hiç bir kaynak gösterilmeden indî mütalaalarla tefsir edilmek istenmiş, ayetlerde kasdedilen anlamlar, maalesef arzu edilen maksada aykırı şekilde yorumlanmışlardır. Bu hatalı görüşlere ayrıca cevap vermeye lüzum görmüyor, olaya yalnız dokunmakla yetiniyoruz.[25]
Kur'anda neshedilmiş olan ayetler :
A- Hem metni ve hem de hükmü kaldırılan,
B- Hükümlerinin vasıfları değiştirilen,
C- Hükümleri bakı kalmak üzere metinleri kaldırılan,
D- Metinleri bakı kalmak üzere hükümleri değiştirilen veya kaldırılan ayetler olarak dört gruba ayırmak mümkündür. Sırasiyle bunları açıklamaya çalışalım. [26]
Enes İbni Malik (rd) rivayet eder ki,
“Allah'ın Resulünün sağlığında, Tevbe Sûresine eşit bir sûreyi okurduk. Şu ayetten başkasını unuttum :
Velev enne libni ademe vadiyani min zehebin lebteğa ileyhima salisa. Velev enne lehu salisen, lebteğa ileyhima râbia. Velâ yemleu cevfebni ademe illetturabu. Ve yetubüllâhu alâ men tab»[27]
Meali şudur :
“Eğer Ademoğlunu altundan iki vadisi olsa, ister ki ona üçüncü su satılsın. Üçüncüsü de olsa isterki ona dördüncüsü katılsın. Ademoğlunun karnını topraktan başkası doyurmaz. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder»
Metni nesholan bu ayeti, bazı kelime değişikleriyle ve ayni anlamda olmak üzere, Ebu Vakıdı Elleysî, Ebu Musal Eş'arî ve Zeyd İbni Sabit de rivayet etmişlerdir.[28]
Abdullah İbni Mes'ud da şunu rivayet eder :
“Allah'ın Resulü bana, bir ayeti okudu ki ben onu ezber lemiş ve musahıfma da yazmış ve yatacağım yere bu yazıyı götürmüştüm. Ertesi günü mushafi elim ealınca, yazının bulunduğu sahifenin bembeyaz olduğunu gördüm. Durumu Hz Peygambere haber verince bana,
“Ya İbni Mes'ud, o ayet geçen gece kaldırıldı” dedî.[29]
Hüseyin Bini Elmenâri de der ki :
“Kur'andan metni kalkmış olmakla beraber, kalberde saklı kalan Vitir namazında okuduğumuz Kunut Sûreleridir, Bunlardan birisine (İnna nesteînüke) “Hal» diğerine ise “Hafd» tesmiye edilir.[30]
Kadı Ebubekir “El İntişar» adlı kitabında, bu rivayetleri, Ahâd Hadislerle verildikleri için kabul etmez. Ebubekir Errazî ise, bu rivayetleri mümkün görmektedir. Ancak üzerinde asla ihtilaf olmayan bir husus varsa oda, Peygamberimizin vefatından sonra her hangi bir neshin vuku bulamayacağıdır. [31]
Hükümleri devam ettiği halde, yalnız o hükümlerin vasıflarında “nesh» bulunan ayetlere ait malûmatı, “Sahihi Müslim şerhi Fethul Mülhem» den naklen “İstılâhati Fıkhiye» de okuruz. Diğer eserlerde buna ait bir kayde raslamadık. Bu konuya ait gösterilen misal şudur :
İlk önce Aşura günü oruç tutmak farzdı. Fakat sonradan bu orucun farz olma vasfı nesholmuş, mendüb olarak tutulmasına cevaz verilmiştir. Burada asıl hüküm, oruçtur. O neshedilmemiş, onun vasfı olan farz olma hali neshedilmiş, mendûbe çevrilmiştir.[32]
Burada “neshedilmiş» denmekteki maksat, mushafımızda bulunmayan demektir. Yoksa diğer neshedilmiş ayetler gibi, neshedici bir ayeti yoktur.
Bu konuda altı sahih hadîs kitabında Hz. Ömer'in hutbede şöyle dediği rivayet edilir :
“Allah (c.c.) Muhammedi (s.a.) gerçekten elçi gönderdi, ona kitap da indirdi. Ona indirdiği kitapta “Recm» ayeti de vardı. Onu okuduk, onu ezberledik, onu Peygamber uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık. Korkuyorum ki uzun bir zaman sonra, nastan birisi “recmi Allah'ın kitabında bulamıyoruz» der ve Allah'ın indirdiği bu farzı bırakıp sapıtırlar. İyi bilin ki, zina ettiği şahitlerle, yahut hamilelikle veya itiraf etmekle sabit olan erkek ve kadına, eğer evlilik görmüş kimselerdenseler, recm ile cezalandırılmaları haktır. Allah'a yemin ederim eğer insanlar, Allah'ın kelamına Ömer ilave yaptı demeselerdi o ayeti, kendi elimle yazardım.[33]
Hz. Ömer'in, hutbesinde kasdettiği ayetin metni şudur:
“Eşşeyhu veş-şeyhatu iza zeneya fercumuhuma elbettete nekâlen minellâhi vellâhü Azizun Hakîm»[34]
Mealen şu demektir :
İhtiyar erkek ve ihtiyar kadın zina ettikleri vakit, Allah'dan bir ceza olarak onları “recm» edin, Allah Azizdir, Hakimdir.
Gerçi ayette ihtiyar erkek ve kadın ifadesi kullanılıyorsa da buradaki ihtiyar sözünden, ister meşru ister gayri meşru olsun, cinsi münasebette bulunmuş erkek ve kadının kasd edildiğini, Peygamberimiz ve dört halife devirlerindeki recm uygulamasından anlıyoruz. Nitekim Hz. Ömer de hutbesinde, zinadan hamile kalmış kadınlardan söz etmiştir, ihtiyar bir kadının hamile kalması şüphesiz mümkün değildir. Şu halde demek oluyor ki Hz. Ömer, bu ifadesiyle hamile kalabilecek veya onu hamile bırakabilecek kimseleri (ki bunlar ihtiyar sayılmaz) işaret etmiştir.
Şunu da ilave edelim ki, Ehli Sünnetten olmayan bâzıları, bu ayeti haber veren sahih hadislerin, mütevater hadisler kuvvetinde olmadığını bahane ederek, recm ayetini inkâr etmişlerdir. Nitekim hariciler, der ki :
“Bu kadar şiddetli bir ceza eğer meşru olsaydı, Kur'anda yazılı bulunurdu. Kur'anda bunun yazılı olmaması Rec-min meşru olmadığını gösterir.
Ehli Sünnet alimlerinin bunlara verdikleri cevapta derler ki :
“Kur'anda yazılı bulunmadığı için, recmi caiz görmediğimiz taktirde, halen uygulamakta olduğumuz namazın şekilleri, rekât sayıları gibi bîr çok peygamber sünnetinin de caiz görülmemeleri gerekir. Zira Kur'anda, rekâtların sayıları hakkında açık bir bilgi yoktur. Biz namaza ait olan uygulamayı, Peygamberimizin söz ve hareketlerine bakarak, ondan Öğrenerek yerine getiriyoruz. Çünkü Kura'n bize “Peygamberin size verdiğini alın, yasakladığından da kaçının» [35] buyuruyor. Bundan başka yine Kur'anda “O, kendiliğinden konuşmaz, onun sözü Allah'ın vahyinden başkası değildir» [36] buyurulur. O halde nasıl olur? Peygamberin bizzat uygulattığı Recm cezasından vaz geçebiliriz? Ba husus bu uygulama tevatüren sabittir.
Buharî'de ise, konu edilen recm ayetinin Nur Sûresinden olduğu rivayet edilir. İbni Hayyanin “sahıh»ınde, Übey İbni Kâbın “Nur Sûresi uzunluk bakımından Ahzap Sûresi kadardı. Sonradan recm ayeti ondan çıkarıldı» dediği bildirilir.[37]
Nesa'î'nin rivayetine göre, Mersan İbni Hakem, vahy kâtibi ve mushafi derleyenlerden Zeyd İbni Sabite,
“Recm ayetini Mushafa yazmadın mı? diye sorar. O da cevaben,
“Görmüyor musun? zina edenler recm cezasına çarpılıyorlar, der.
İbni Darır de “Fezailul Kur'an»ında, Hz. Ömer'in bir başka hitabesinde şöyle dediği yazılmıştır :
“Recm cezası haktır, ondan şikâyet etmeyin. Ben recm ayetini Mushafa yazmayı kasd ettiğim için Ubey İbni Kâba (vahy kâtibi) sordum. O da bana cevaben,
“Ben recm ayetini Resulullâha okutmak istediğimde, sen göksümden beni iteleyip “sen recm ayetini okutmak istersin, öbür tarafta onlar eşekler gibi çiftleşip duruyorlar» diyen değil miydin? dedi.
İbni Hacer, Recm ayetinin Mushafta yazılmamasına sebep olarak, sahabîler arasında çıkan ihtilafi gösterir. Hz. Ömer'in şöyle dediği de rivayet edilir :
“Resülüllâha, izin ver Recm ayetini yazayım, deyince Resülüllâh “takatin yetmez» dedi.
Yine bir rivayete göre, Zeyd İbni Sabit ile Saîd Bini As, mushafi yazıyorlarken Zeyd, Recm ayetini “Eşşeyhu veş-şeyhetü iza zeneya fercümuhuma» diye Peygamberden duyduğunu söyler. (Fakat ayetin geri kalan kısmını nedense okumamış.) Orada bulunan Hz. Ömer de,
“Recm ayeti indiği zaman, Resülüllâha gidip -izin ver bunu yazayım- deyince Resülüllâh, sanki bu teklifimi hoş karşılamamış gibiydi, der ve şöyle devam eder;
“Görmüyor musun? bir ihtiyar zina ederse, bekâr da olsa recmedilir, ama bir genç zina ederse ve bekârsa recmedilmez.
Minhac şerhinde İbni Hacer, Recm ayetinin neshedilmesine: sebep olarak ve Hz, Ömer'in bu son ifadesini de kasde derek, ayetin ameli bakımdan açıklığa kavuşturulamamış olmasını gösterir.[38]
Ebu Emame Bini Sehl, bir sahabiye olan halasının şöyle dediğini rivayet ediyor :
“Resülüllâh bize Recm ayetini “Eşşeyhu veş-şeyhuhetu iza zeneya fercumuhuma elbettete bima kadaya minellezzeti» diye okuttu.
Bu rivayete göre Recm ayetinde “bima kadaya minellezzeti» ibaresi de varmış. Diğer rivayetlerin bir kısmında Recm ayeti biraz daha uzun, diğer bâzı rivayetlerde ise daha kısadır. Anlaşılan odur ki, Recm ayetinin metni üzerinde bir uyuşmazlık var. Ama buna mukabil, bu ayetin getirdiği Recm hükmünde hiç bir anlaşmazlık yok.[39]
Ord. Prof. ismail Hakkı İzmirli de, Tarihul Kur'an eserinin S. II. de şöyle der :
“- Hatta Ömerulfaruk-Recm ayetini haber verdiği halde, tek şahit olduğundan naşi Zeyd, onu kabul etmedi» [40]
İleride de okunacağı üzere, Kur'an-ı Kerime ait ayetler toplanırken, Peygamber Efendimizin huzurlarında okunduğu iki şahitle isbat edildikten sonradır ki, Mushafı Şerife konmuştur. Nitekim, ayetleri toplamak için kurulan komisyona başkanlık eden Vahy kâtibi Hz. Zeyd dahi, bir ayet olduğunu yakinen bildiği “Lekad câekum» ile başlayan Allah kelamının, Kur'ana ilavesini teklif etmemiş, başka bir şahit bulana kadar beklemiştir. Nihayet bu ayet, Hüzeymetül Ansarîde bulunmuş ve başka şahit aranmaksızın Mushafi Şerife konmuştur. Hüzeymeden daha başka bir şahit istenmeyişinin bir sebebi, bu ayeti bizzat Zeydin bilmekte olması, ikinci sebebi ise, bir konuda Peygamber Efendimizin, Hüzeymenin tek şahitliğini kabul edip fetva vermesiydi. Bunun dışında hiç bir ayet, iki şahitle isbat edilmeden Mushafa eklenmemiştir. [41]
Bir ayet, ya daha külfetli bir emir getiren diğer bir ayetle neshedilir, Aşura orucu yerine, Ramazanı emreden ayet gibi. Veya külfetli bir emri getiren ayet, o emri hafifleten başka ayetle neshedilir, ölen bir erkeğin karısına, evlenebilmek için bir yıl beklemeyi emreden ayetin, bu müddeti 4 ay 10 güne indiren ayetle neshedilmesi gibi. Ve yahüy da aynî külfette olan yeni bir ilâhî emri getiren ayetin, önceki hükmü getîrmiş olan ayeti neshetmesi gibi. [42]
Ayetlerde olduğu gibi hadislerde de, nesheden ve neshedilenler vardır tabiî. Şu kadar ki, biri birini nesheden hadîslerin, rivayet bakımından kuvvet dereceleri bilinmeden, şu hadis, şu hadîsi neshetmiştir denemez. Nesheden hadîsin, neshettiği hadîsten daha kuvvetli olması veya her ikisinin ayni kuvvette bulunması şarttır. Meselâ mütevater olan bir hadîs, ancak mütevater olan başka bir hadîsle neshedilebilir, daha az kuvvette olan Meşhur, Hasen veya Ahad olan hadîslerle neshedilemez.
Bununla beraber, biri birine zıt iki hadîsten hangisi sonradan varid olmuşsa, işte o hadîs, önce varid olanın hükmünü kaldırmış sayılır. Bu konuda şu iki misali gösterebiliriz :
Müslimin, Ebu Davudun, Nisâî'nin, İbni Macenin, İmam Ahmedin ve İbni Habbanin rivayet ettikleri sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz, şöyle buyurdu.
“Vaktiyle ben, muvakkat nikâhla kadınlardan faydalanın diye size izin vermiştim. Ama Allah, Kıyamete kadar bunu haram kıldı. Kimin yanında böyle bir kadın varsa, o kadını bıraksın. Eğer o kadınlara bir şey vermişseniz, onları da geri almayın [43]
Yine Müslimin, ibni Macenin, Tirmizî'nin, Ebu Davudun, Nisaîinin, Muvattaın ve İmam Hanbilînin müsnedinde de şu hadîs rivayet edilir :
“Ben sizleri kabirleri ziyaret etmekten gerçi alakoymuştum. Ama iyi bilin ki kabir ziyaretlerinde ahiret gününü hatırlama; işte bu, sebeple siz, kabirleri .ziyaret etmelisiniz.»[44]
Bu iki hadiste görülüyor ki Peygamber Efendimiz, ikinci hadîsleriyle önceki hadislerinin hükümlerini neshedip kaldırmışlardır.
Nasih ve mensûh hadisler konusu, fakîh İslâm alimlerini ziyadesiyle meşgul etmiştir, diyen Ezzührî, bu hususta kendisinin ilk defa bir eser yazdığını gururla ifade eder. Elhazının ifadesine göre, Zuhrî'den Şafiîye kadar bâzı çalışmalar olmuşsa da, özellikle bunun üzerinde durulmamış, nesneden veya neshedilen hadisler, bir kitap haline getirilmemiştir. [45]
Mensûh ayetlere gelince, ifade edelim ki bir kaçı hariç, müçtehit ve müfessirler, Kur'anda nesheden ve neshedilen ayetlerin varlığını kabul tmişlerdir. Ancak bunların bâzıları, görüleceği üzere ihtilaflıdır. [46]
Fatiha, Yusuf, Yâsîn, Hucurat, Rahman, Hadîd, Saf, Cumu'â, Tahrîm, Mülk, Hakka, Nuh, Cin, Muraselât, Nebe, Naziât, İnfitar, Mütaffifîn, İnşikak, Buruc, Recr, Beled, Şems, Velleyl, Vedduha, Elem Neşrah, Kalem, Kadr, İnfikâk, Beyyine, Zelzele, Adiyat, Kariâ, Tekâsür, Hümeze, Fil, Kureyş, Ereeyte, Kevser, Tebbet, İhlas, Felek, Nas. [47]
Feth, Haşr, Münafıkîn, Teğabun, Talak, Âlâ. [48]
Nisa, Enam, Araf, Yunus, Hud, Hicr, Nahl, Esra, Tâhâ, Muminûn, Nemi, Kases, Ankebût, Rum, Lokman, Mesabîh, Melâike, Saffat, Sad, Zümer, Zuhruf, Duhan, Casiye, Ahkaf, Muhammed, Basikat, Necm, Kamer, Mümtehine, Nün, Maaric, Müddessir, Kıyame, İnsan, Abese, Tank, Gaşiye, Tin, Kâfirûn. [49]
Bakara, Aliimran, Maide, Enfal, Tevbe, İbrahim, Kehf, Meryemğ Enbiya, Hac, Nur, Fürkan, Şuara, Ahzap, Sebe, Mümin Şrâ, Zariyat, Tur, Vakıa, Mücadele, Müzzemmil, Tekvir, Kevser, Asr. [50]
Su üç unsurdan birisinin bulunduğu ayetler, neshedilemezler :
1- Allâh'u Taâlâmn zat ve sıfatını beyan eden,
2- Hükmünde ebedîlik bulunan,
3- Geçmişe veya geleceğe ait olayları bildiren ayetler. Doğrudan doğruya değil de, dolaysiyle emir veya yasak
niteliğindeki ayetlerin neshedilebileceğine inanan alimler de vardır. Mesela meali yazılan şu ayet gibi :
“Zina eden erkek, zina eden yahut putperest olan kadından başkasiyle evlenmez. Zina eden kadın, zina eden yahut putperest olan erkekten başkasıyla evlenmez. Bu (gibi evlenmeler) iman etmişlere haramdır» [51]
Görüldüğü üzere bu ayet, zina eden veya putperestlerin, ancak birbiriyle evlenebileceklerini haber vermektedir. Buna rağmen ayetin sonundaki hüküm, bu haberin yasak anlamında olduğunu ortaya koymaktadır. Nur Sûresinde de okunacağı üzere, haber niteliğinde olan bu ayet, başka ayetle neshedilmiştir. [52]
Şunu da ifade edelim ki, bâzı ayetlerde bulunan “illâ» kelimesinden sonra gelen cümlenin taşıdığı hükmün, bir önceki cümlenin taşıdığı hükmü neshetmekte olduğunu iddia edenler de vardır. Ama bu görüş, cumhurı ulema tarafından reddedilmiştir. Esasen bu görüş mantığa da uymuyordu. Zira ayni anda inen bir ayetin, bir diğer yarısını ayni anda neshetmesini akıl kabul etmez. [53]
1- “Onlar ki (Kur'anda bildirilen) gayba inanırlar, namaza kıyamederler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan (Allah için) harcarlar» “Onlar sana indirilme de, senden evvel indirilenlere de inanırlar, Ahirete ise şüphesiz yakınen inanmış olan onlar (yok muya?)» “İşte onlar, Rabbından gelen hidayet üzeredirler, işte onlar felaha kavuşmuşlardır.» [54]
Meali yazılan ayetlerde geçen hükümler gerçi haber mahiyetindedirler. Ama şu var ki, en sonunda müjde edilen hidayet ve felahtan anlaşılıyor ki bütün bunlar, teşvik yoliyle birer emir niteliğindedirler. Şu halde bunlardan amelî olan “Namaza kıyam ederler, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah için harcarlar» yolundaki hükümlerin neshi caizdir.
Alimlerin çoğunluğuna göre “verdiğimiz rızıktan (Allah için) harcarlar»dan maksat, olan zekâttır. Mukatıl ve Hayyan ile onların görüşlerini paylaşan diğer alimlere göre bu ve buna benzer ayetlerin, zekât ölçülerini aşan fazla ödemeye ait hükümleri, meali altta yazılı zekât ayetiyle neshedilmişlerdir. [55]
“Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizler, bununla onları bereketlendirmiş olursun. Onlara dua et, çünkü duan, onlar için sükûnettir. Allah çok iyi bilendir» [56]
Bu zekat ayeti geldikten sonradır ki, hangi maldan, ne mikdar zekât verileceğini Peygamber Efendimiz, tesbit buyurmuşlardır. Daha önce Kur'anın 82 ayetinde namazla birlikte emredilen zekât için hiç bir ölçü konmamıştı. Bu sebeple, malının hepsini veya yarısını, yahut da daha az veya çoğunu Allah yolunda harcayan sahabîler vardı. Hele altın ve gümüşün biriktirilmesi bile meali altta yazılan ayetlerle yasaklanmıştı :
“Altını ve gümüşü yığıp, Allah yolunda onları harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara çok acıklı bir azabı müjdele» “O gün bunlar, üzerlerinde (yakılacak) Cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bu (altın gümüş)lerle damgalanacak (onlara denilecek ki) işte bu, kendiniz için toplayıp sakladıklarınız(dır) Artık saklayıp istif ettiğiniz bu nesneleri(n acısını şimdi) tadın» [57]
Lügat anlamda zekât, artma ve paklik demektir. Şu halde “zekâtınızı verin» emrinden “malınızın artanını verip paklanın» anlaşılır. Bu duruma göre “zekât» sözü, Allah yolunda yapılan harcamalar için kullanılmakta ve yeterinden fazla olan varlığı kapsamaktaydı. Nitekim Kur'anda rhealen şöyle buyurulur :
“(Ya Muhammed) sana hangi şeyi nafaka vereceklerini soruyorlar. De ki, (ihtiyacınızdan) artanı (verin)..» [58]
Ayrıca Şu hadisi de kaydetmek isteriz. Nasıl bir harcama yapacağını soran bir sahabîye Peygamber Efendimiz şöyle buyurur :
“Bir dinarın varsa onu kendine, ikincisini ailene, üçüncüsünü hizmetinde bulunana, dördüncüsünü anana-babana, beşincisini akrabana, altıncısını ise Allah yolunda harca. [59]
Yine biri birini teyideden ve üç koldan gelen rivayetlere göre, sahabîler, ne gibi malları biriktirebileceklerini Hz. Peygamberden sorduklarında şu cevabı almışlardı :
“- Yok olsun altın gümüş. Size Allah'ı zikreden lisanı, Allah'a şükreden kalbi ve kişiye, dininde yardımcı olabilecek zevceyi tavsiye ederim». [60]
Zekâtın bizzat tahsilini Peygamberimize emreden ayet (Tevbe : 103) ihtiyaçtan fazla olan malın infakını emreden ayet (Bakara : 219) ile, altın ve gümüşün biriktirilmelerini yasaklayan ayetleri (Tevbe : 34)i neshedip hükümlerini değiştirmiştir. [61]
Zekât ayetinin inmesinden sonra, zekâtı verilen her çeşit malın biriktirilmesi mubah oldu. Bu konuda rivayet edilen şu hadisi Şeriflerle durumu biraz daha açıklamak isteriz.
A - Buharî'de rivayet edildiğine göre, îbni Ömere bir zat,
- Altın gümüş biriktirenler hakkındaki ayetten bir haber verir misin? der. İbni Ömer de şu cevabı verir :
- Altın gümüş gibi bir takım mal biriktirip zekâtini vermeyene azap mukadderdir. Zekât farz kılınmadan önce, ihtiyaçtan fazla olup da, infak edilmeyen mal, define sayılırdı. Zekâtın usul ve şekli bildirilince, Allâhu Taâlâ (c.c.) zekâtı, birikmiş malın temizlenmesine vesile kılmıştır. [62]
B- Mal biriktirenler hakkında devam eden yasaklamalardan sahabîler yakınmaya ve “biz ölünce evladımıza hiç bir şey bırakmayacak mıyız» demeye başlamışlardı. Bu konuyu görüşmek üzere Hz. Ömer, (r.d.) şikâyetçilerle birlikte Peygamber Efendimize gelir ve durumu arzeder. Bunun üzerine Peygamberimiz şu cevabı verir :
“Allah zekatı, birikmiş mallarınızı temizlemek için farz kıldı. Zekâtla temizlenen mallarınızın evladınıza intikali için de mirası farz kıldı.
Bu cevabı alan Hz. Ömer (r.d.) sevincini “Allâhu Ekber» diyerek açıklamıştır. [63]
C- Hz. Ali (r.d.) Aleyhisselam Efendimizin şu hadisini rivayet eder.
“İkiyüz dirhem gümüşün olup da üzerinden bir yıl geçerse, bu gümüş için 5 dirhem zekât vardır. 20 dinara kadar olan altına zekât yoktur. Eğer bunun üzerinden de bir yıl geçerse yarım dinar zekât farzdır»[64]
Bu konuda Kur'an şöyle buyurur :
“Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, Sadaka üzerine (toplamağa) memur olanlara, kalpleri (müslümanlığa) ısındırılmak istenenlere, kölelere, esirlere, borçlulara, Allah yolunda ve (ihtiyacı olan) yolculara mahsustur. Allah hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.» [65]
Sadaka, Allah rızası için muhtaçlara karşılıksız verilendir. Bu da iki kısımdır. Birisi farzdır ki buna Zekât deniyor. Diğeri ise, üzerine zekât farz olmayan kimsenin verdiğidir. Bu ayette geçen “sadakalar» dan maksat, ödenmesi farz kılınan zekâttır.
Bu açıklamalardan sonra şimdi de, Bakara S. yukarda meali yazılan 3. ayetini, zekât ayetinin neshedip etmediğini araştıralım.
Yukarda belirtildiği üzere gerçi (Bakara : 3) ayeti, haber mahiyetinde olup dolaysiyle emir anlamını taşımaktaysa da, ihtiva ettiği hükümde, zekâtla yükümlü olan veya olmayan diye bir açıklık yoktur. Genellikle ayet, nasıl olursa olsun, Allah yolunda harcama yapanları hedef edinmektedir. O halde, zekât ayeti ile bu hükümde her hangi bir değişme, yâni nesholma söz konusu değildir diyenleri daha isabetli görmek gerekir. Nitekim İmam Suyutı İtkanînda, ayni sebeplere temas ederek, “Bakara S.. 3. ayeti muhkemdir» der. [66]
2- “Muhakkak iman edenler, hidayete de erişenler, nasranîlerden de, Sabiîlerden de, Allah'a ve Ahiret gününe iman edenlerden ve iyi iş işleyenlerin, Allah katında müjdelenen ecirleri vardır, onlar için korku yoktur, mahzun da olmazlar.» [67]
Mücahit ve Dahhâk ile İbni Mezahim, bu 62. ayetin, neshedilmediğine inanırlar. Diğer bir kısım alimler ise bunun, meali altta yazılı ayetle neshe uğradığını söylerler : [68]
“Kim ki İslâmdan başka bir din ararsa, ondan asla (aradığı din) kabul olunmaz. Ve o, Ahirette en büyük zarara uğrayanlardandır» [69]
Bu ayeti Kerimede, geçmiş ümmetlerden, peygamberlerine iman edenler kasd edildiğine göre, neshedilmediğine inananların görüşlrine katılmak gerekir.
3- “... İnsanlara da güzellikle söyleyin...» [70]Meali yazılı olan şu emrin, Tevbe Sûresinin “Haram olan aylar çıktığı zaman, Allah'a ortak koşanları bulduğunuzda öldürün» mealindeki 5. Ayetiyle neshedildiğini söyleyenler varsa da, Ata İbni Ebi Rabah ve Ebu Ca'fer Muhamed Bini Hasan Bini Ali ibni Ebi Talip, aksi kanaatta olup muhkem olduğunu söylemişlerdir.[71] Ama karşı görüşlü fikir sahiplerinin neye istinaden bu görüşlerde olduklarına dair bir kayda rastlamadık.
Bununla beraber, mensûh olduğu iddia edilen bu ayetin tamamına ait mealini okuyunca “İnsanlara da güzellikle söyleyin» emrinin, Hz. Muhammedin ümmetine değil, İsrail oğullarına vaktiyle verilmiş olan bir emrin hikâyesi olduğu görülür. İşte ayetin tüm meali şerifi :
“Vakta ki İsrail oğullarından - Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzellikle söyleyin, namaza kıyamedin, zekât verin - diye teminatlı söz almıştır. Sonra içinizden birazı hariç, sözünüzden döndünüz ve siz hala da, yüz çevirmektesiniz.» [72]
Görüldüğü üzere haber mahiyetinde olduğundan bu Ayetin, neshedilmesi ilmî görüşe aykırıdır bizce.
4- “Kitap ehlinden bir çoğu, hak kendilerince besbelli olduktan sonra, hasetten ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düştüler. Allah'ın emri gelinceye kadar, şimdilik onları affedin, dokunaklı konuşmayın. Şüphesiz Allâhu Taâlâ, her şeye kadirdir.» [73]
Bu mealin içinde geçen “şimdilk onları affedin, dokunaklı konuşmayın» tarzındaki beyan, meali altta yazılı ayeti kerime ile neshedümiş bulunuyor. [74]
“Kendilerine kitap verilenlerden, ne Allah'a, ne Ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldıklarım haram tanımayan, hak dini din olarak kabul etmeyenlerle, aşağılık kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın» [75]
Ayeti Kerimenin mealinde geçen “affedin dokunaklı konuşmayın» emirinin “şimdilik» kaydiyle ve bu hususta “Allah'ın emri gelinciye kadar» muvakkat olduğu bellidir. Nitekim Allah'ın emri, Tevbe süresinin meali yukarda yazılı 29. Ayetiyle geldi ve Ehli kitaba karşı gösterdikleri, affetme ve yumuşak konuşmaya ait hükümler, neshedilerek kalkmış, onlarla savaşmak emri gelmiştir.
Görülüyor ki Tevbe Sûresinin bu 29. Ayeti gelmeden önce Müslümanlar, henüz gerekli kuvvette değillerdi ve bunun için kafirlerle “mümkün mertebe iyi geçinme» emri verilmişti. Ama ne zaman ki kuvvetlendiler, işte o zaman da, onlarla cizye alıncıya kadar savaşma emri geldi, eski yumuşaklıktan vaz geçildi.
Tekrar edelim ki nesholan, “fa'fu vesfahû» (Şimdilik onları affedin dokunaklı konuşmayın) diye okunan emirlerdir. Ayetin geri kalanı muhkemdir. [76]
Kâ'b Bini Malik diyor ki :
“Yahudi Şâ'iri Ka'b Bini Eşref, Resülüllâh aleyhisselâm Efendimizi hicveden şiirler okur, Kureyşli müşrikleri Müslümanlar aleyhine kışkırtırdı. Gerek Mekke müşrikleri ve gerek Yahudiler, hicretten sonra bile, Resülüllâh Aleyhisselâma ve onun sahabîlerine her fırsatta eziyyet etmekteydiler. Allah bu “affetme» ye ait Ayeti Kerimeyi göndermiş, Müslümanlara sabrı emretmiştir.» [77]
5- “Meşrık ve mağrıp Allah'ındır, (onun için) nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. Şüphe yok ki Allah, geniş kudretiyle her şeyi bilicidir»[78][79]
Hz. Cabir Bini Abdullah (r.d.) dedi ki :
“Resülüllâh Aleyhisselâm yola çıkardığı bir Askerî kıt'ada ben de vardım. Karanlık basınca kıbleyi bilemedik. Bir kısmımız “işte kıble bu taraftadır, biz biliyoruz» dedi o tarafa kıldı. Bâzılarımız da “işte kıble bu tarafta biz biliyoruz» dediler o tarafa kıldık. Fakat kıldığımız tarafları çizgilerle işaretlemiştik. Sabah olup güneş doğunca, çizgilerden yanlış tarafa yönelerek kıldığımızı anladık. Seferden dönünce bu durumu Resülüllâha söyledik. O da sükut etti, ve “şark ta garp ta Allah'ındır. Ayeti indi».
Bu Ayeti Kerimenin “Fe eynema tüvellü fesemme vechullahi» (yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah'ın yüzü yanı kıblesi) oradadır» cümlesi, kıblenin değişimine ait, meali altta yazılı Ayetle neşhedilmiştir. Ayetin diğer cümleleri muhkemdir.
“Biz yüzünü (Vahyi bekliyerek) çok kerre göğe doğru çevirdiğini muhakkak görüyoruz. Şimdi seni (Ya Muhammed) hoşnut olacağın bir kıbleye dönderiyoruz. Yüzünü artık (namazda) Mescidi Haram tarafına (Kâ'beye) çevir. Siz de (ey mü'minler) nerede bulunursanız, yüzerinizi (namazda) o yana döndürün. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler, bunun Rablarından gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onlann yapacaklarından gafil değildir.»[80][81]
Buharî ve Müslim, Berra Bini Azibden şu rivayeti naklederler :
“Resülüllâh, Medine'ye gelince ilk defa, Ensardan dayılarına indi. Ondan sonra Beyti Makdise doğru onaltı ay namaz kıldı. Kâ'be varken, Beyti Makdise doğru namaz kılması ona acayip geliyordu. Sonra Resülüllâh, Kâ'beye doğru, ilkin olarak bir kavımla İkindi namazını kıldı. Cemaat arasından birisi çıkıp Mescide geldi ki herkes, Beyti Makdise doğru rükü'a varmıştı. O gelen zat yüksek sesle “Allah'a şehadet ederim ki, Peygamberle beraber ben, namazı Mekke tarafına doğru kıldım» dedi. Mescittekiler ise, Beyti Makdise doğru namaz kılmakta devam ettiler.
Bunun üzerine, kıblenin Kâ'beye tahvilinden haberi olmayıp ta Beyti Makdise doğru namaz kılmış ve ölmüş olanların “namazları olmadı» yolunda bir endişe doğmuştu. Bunun üzerine meali “Allah sizin imanınızı, zayîeder olmadı» olan “Vemakânelâhu liyudı'a İmanekum» Ayeti indi.» [82]
Berra Bini Âzipten bir de şu rivayet var : “Resülüllâh, Beyti Makdise doğru namaz kılarken, çok kere, göğe bakar, vahyi beklerdi. Allâhu Taâlâ, (kıblenin tahviline ait olan) “Kad nera» (ile başlayan) Ayeti Kerimeyi indirdi.
Müslümanlardan bir kısmı; - Beyti Makdise doğru kıldığımız namazların ve bir de, Kıblenin Kâ'beye tahvilnden haberi olmadığı halde, oraya doğru namaz kılmakta devam ederken ölenlerin akıbetlerini bilseydik nolurdu - dediler. Bunun üzerine de (Vema kânellâhu liyudı'a îmanekum) Ayeti indi» [83]
İbni Abbastan da şöyle bir rivayet vardır : “Kur'anda ilk defa bir husus, iki defa nesholundu ki o da, Kıbledir. (Hangi tarafa dönerseniz, Allah'ın kıblesi oradadır) mealindeki ayet indi, Rsülüllâh, Beyti Makdise doğru kıldı, Beytüllâhı (Kâ'beyi) bıraktı. Ondan sonra, tekrar ayet geldi, bu defa, Beyti Makdisi bıraktı ve Kâ'beye yöneldi.»[84] İbni Kesir, çeşitli hadisi şeriflerden topladığı bilgileri özetliyerek der ki,
Resülüllâh, önce Beytül Makdise doğru namaz kılmakla emrolundu. Bu sebeple namazını, Kâ'benin iki rüknü (Haceri Esvet ile Rükni Yamani) arasında kılardı. Böylece hem Kâ'beye ve hemde, Beytül Makdise doğru kılmış oluyorlardı. Medine ye hicret ettikten sonra, Hem Kâ'beye ve hem de Beytül Makdise doğru kılmak imkânı kalmadığı için, Beytül Makdise doğru kılmak zorunda kalmıştı. Sonra kâ'beye dönüp kılması emredildi.[85]
Bakara Sûresinin 149, 150. ayetleri de, Kâ'beye doğru kılınmasını emreder.
6- “De ki (Ya Muhammed) siz (Arapdan bir Peygamber geldi diye) bizimle Allah Hakkında çekişiyor musunuz? Halbu ki o, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size ait. Biz ona bütün samimiyetimizle bağlanmışız.» [86]
Meali yukarda yazılı Ayeti kerimede geçen “Lena A'malüna veleküm a'mâlüküm» (bizim yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız size) cümlesi, Tevbe Süresindeki 29. Ayetin “cizye verinciye kadar kâfirlerle savaşın» emri ile nesh olmuştur.
7- “Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah'ın ziyaret yerlerindendir. Kim o kâ'beyi, Hac veya Umre (niyeti) ile ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde üzerine bir günah yoktur. Kim kendiliğinden bir hayır işlerse, muhakkak ki Allah, onu hakkiyle bilici ve ecrini varicidir.»[87][88]
Buharı ve Tirmizînin rivayet ettiklerine göre,
“Hz. Enes (r.d.) dan Safa ile Merve konusu sorulmuş o da -biz o ziyareti Cahiliyet devrinin bir gereği görüyorduk. Vakta ki İslâm Dini geldi, biz buraları (onlara benzememek için) ziyaretten vaz geçtik. Allâh'da “İnnessefavel merveh» Ayetini gönderdi- diye cevap verdi. [89]
İniş sebebi de yukarda yazılı bulunan Ayeti Kerimenin içinde ki,
“Felâ cünahe aleyhi en yettavvefe bihima ve men tetav: ve'a hayren» (Safa ile Merveyi tevaf edenin üzerine günah yoktur. Kim kendiliğinden bir hayır işlerse) olan kısmı, Ebulkasım Hibetullâha göre şu Ayetle nesh olmuştur.
“Kendisi sefih olmayanlardan başka, kim İbrahimin Milletinden yüz çevirir?» [90]
Ayeti Kerimenin neshedilen hükümlerine göre, Safa ile Merveyi tavaf etmek bir tatavvu'dur. Yâni tavaf edilirse sevap var, edilmese günah yoktur. Ama Bakara Sûresinin bu hükmünü nesneden 130 Ayeti ise, Safa ile Mervenin tavafı ibrahim Milletinin (Dininin) bir şi'ari olduğuna işaretle onun bırakılmamasını, yâni buraların tavaf edilmesini zımnen emretmektedir.
Bilinmektedir kî, Safa ile Merve arasında tavaf eden ilk insan, Hz. İbrahim Aleyhisselamın milletinden zevcesi ve ismail Aleyhisselamın da annesi Hz. Hacer hatundur. Vak'a şudur :
İbrahim Aleyhisselam, biraz erzak, biraz da su bırakarak, zevcesi Haceri ve süt emen oğlu İsmail Aleyhis selamı, o zaman tamtakır, susuz ve erzaksız bir yer olan Kâ'benin civarına Terkedip ayrılmıştı. Ancak ayrılmak üzreyken Hz. Hacer İbrahim Aleyhisselama,
- Erzak ve suyu bulunmayan kimsesiz issiz buralarda beni bırakıp ta nereye gidiyorsun? dedi. İbrahim Aleyhisselam ise, İlâhi emri ifa etmesine manî olacak her hangi bir acıma hissine kapılmamak için, çok sevdiği zevcesinin yüzüne bakamıyordu. Bunun üzerine Hz. Hacer Hatun sorusuna devamla,
- Ya İbrahim yoksa sana Allah böyle mi emretti? dedi. İbrahim Aleyhisselam “evet» deyince bu defa Hz. Hacer Hatun,
- O halde Allah bizi zayi etmez, diyerek ilâhi emre teslim oldu.
Bir zaman sonra erzak ta su da bitti, susuzluktan helak olacak duruma gelen çocuk ve anne Hacer Hatun, etrafta su varmı? diye çocuğu bırakıp etrafı yoklamağa başladı. Ancak çocuğunun başına bir felâket gelmesi ihtimali içinde hem su arıyor, hem de çocuğunu gözlüyordu. Süratli adımlarla arama yaptığı yer, Safa ile Merve tepeleriydi. Bu iki tepe arasında yedi defa gidip gelen Hacer Hatun çok daralmıştı.
Hz. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Hz. Hacer uzaktan bir ses duydu ve o sese karşılık vererek “eğer yanında su varsa bana su ver» dedi. Sonra bakar ve Zemzemin bulunduğu yerde çok yakışıklı bir insan görür ve oraya koşar. İnsan sandığı o kişinin bir Melek olduğunun farkına varır. O anda bu Melek, kanadıyle yere vurur ve yerden gürül gürül bir su fışkırır. Sonra bu Melek ona “sakın zayi olmaktan korkma, Bu çocukla babası ileride burada bir ev yapacaklar, Allah ehlini muhakkak zayi etmiyecektir. [91]
Böylece Safa ile Merve arasındaki tavaf (gidip gelme) tatavvû olmaktan çıkmış, yapılması vacip bir ibadet haline gelmiştir. Eğer Din alimleri bu mevzuda ihtilafa düşmeselerdi, Farz da olabilirdi. Esasen Sahih olan Hadîsi şeriflere göre, Peygamber Aleyhisselâm, Safa ile Merve arasını sa'yetmiş (yürümüş) ve “Huzu annî menasikeküm» (Hac usullerini benden alın) buyurmuştur.
Bu hususta üç içtihat vardır :
A- Safa ile Merve arasında sa'yetmek Haccın erkânındandır. Terkedenin haccı batıl olur. Şafiî ve Malikî bu kanaattadırlar. Bunların dayanağı, sahabîden, İbni Ömer, Cabir ve Ayişe (r.d.) nin rivayetleridir.
B- Sa'y Haccın rükünlerinden olmayıp vaciptir. Terkedene kurban kesmek icab eder. Ebu Hanife ve Sevrî bu içtihattadırlar.
C- Sa'yetmek tatavvûdur, terkinde bir şey lâzım gelmez. Bu da İbni Abbasin, Enesin, İmamı Ahmed'in sözlerine göredir.
Şimdi de haklı olarak akla gelebilecek şu soruyu ele alalım;
Mensûh (hükmü kalkmış) Ayetin önce inmiş bulunması, Nâsihin (hükmü kaldıran) Ayetin ise sonradan gelmiş olması rilen Ayet, Bakara sûresinin 158. sırasında yazılmış, onu nesmantığınn bir icabıdır. Halbu ki yukarda mensûh gösteheden ayet ise, Bakara Sûresinin 130. sırasında bulunuyor. Bu sıraya göre nasih önce, mensûh da ondan sonra oluyor ki akla uymuyor. Nasıl olur?. Bunun cevabı şudur.
Hz. Osman (r.d.) Mushaf'ının tertibinde, ayetler, iniş sırasına göre değil, Nâsih mensûh bölümünde ifade edildiği gibi, bulundukça peyder pey sıralanmışlardır. Nitekim sûreler de, keza nüzul sırasına göre tanzim edilmemişlerdir. Yalnız Ayetlerin hangi Sûreye ait olduğuna daha çok îtina gösterilmiştir. Bu sebeple bazen nâsih, mensûhtan önce yazılmış olabilir.
8- O (Allah c.c.) size ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesileni Ka’tiyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye muztar kalırsa, saldırmamak ve haddi geçmemek (ölçüyü kaçırmamak) şartiyle - onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah (c.c.) çok yargılayıcıdır, bihakkın esirgeyicidir» [92]
Bu Ayeti Kerimede ifade edilen, bütün ölülerin ve bütün kanların haram kılındığıdır. Ayetteki bu “bütünlük ifadesi, aşağıdaki Hadisi şerifle neshedilmiştir; diyor Hibetullâh: [93]
“Uhullet lena meytetani ve demani, Essemekü'vel ceradu, vel kebidu vettihalü» (bize iki ölü ve iki kan halal kılındı. Balık, çekirge, ciğer ve dalak)
Ayeti Kerimelerin Hadisle (yani Peygamberimizin sözü, fîlu hareketi ve başkasının vakıf olduğu söz ve hareketini sükütle karşılaması) neshedilip edilemeyeceğinin açıklamasını “Ayetlerin hadîsle neshi mümkün mü?» başlığı altında yapmışızdır. Orada da ifade ettiğimiz veçhile burada, ayeti neshettiği iddia edilen hadîsin, ayeti neshettiği değil, onu açıkladığı ve haram olan ölü etlerinden, çekirge ve balığın, kandan da ciğer ve dalağın kasdedilmediğini açıklamıştır demek, daha uygundur bizce.
9- “Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit, eğer mal bırakacaksanız, anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasıyyette bulunmak, takva sahipleri üzerine bir haktır» [94]
Meali şerifi yukarda yazılı bulunan Ayeti Kerime, yine mealini aşağıya aldığımız Ayeti kerime ile neshedilmiş, hükmü kalkmıştır.
“Allah size tavsiye (emr) eder ki, evlatlarınız hakkında (bir) erkeğe iki kız payı miktarıdır. Fakat onlar, ikiden fazla kızlar ise, (ölenin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır, (kız) bir tek ise, o zaman (bırakılanın) yarısı onundur, (ölenin) çocuğu varsa, ana ve babadan her birine, terikenin, (bırakılanın) altıda biri (verilr.) çocuğu olmayıp ta, ona ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınmdır.[95] (erkek-kız) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınındır.[96] (Ama bu hükümler ölenin) edeceği vasiyet (in yerine getirilmesin) den veya borç (unun ödenmesin) den sonradır. [97] Siz babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bu hükümler) Allah'tan birer farzlardır. Şüphesiz Allah hakkiyle bilicidir, tek hüküm ve hikmet sahibidir» [98]
Görülüyor ki, neshedilen [99]Ayeti Kerime, insanlara, ölümden önce, malları hakkında yakınları için vasıyyette bulunmayı emretmekteydi. Onu nesneden [100]Ayet ise, vasıyyeti kaldırmış, ölenin kalan mallarından, kimlere ne mikdar verileceğini bizzat hisselendirmiştir.
10- “Ey iman edenler, sizden önceki (ümmet)lere yazıldığı (farzolunduğu) gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz olundu) gerekirki (günahlardan) korunasınız.» [101]
Bu ilâhi emre göre Müslümanlar, eski ümmetlere farz kılınan orucun tıpatıp şartlarına uygun biçimde oruç tutmakla yükümlü olmuşlardı.
Eski ümmetler, akşamdan akşama iftar ediyorlar, geceleri kadınlarına yanaşamıyorlardı. Yanaştıkları taktirde onlara, gerek o gece ve gerekse, ertesi günün iftarına kadar uyku haram kılınmıştı.
Tabiiydi ki Müslümanlar da, ayni şekilde oruç tutmağa başlamışlar, ayni şartlara riayete mecbur kalmışlardı. Gerçi Hıristiyanlar, istediklerinde iftardan sonra hemen uyuyabilmekteydiseler de, Müslümanlar Yatsı namazından sonra ancak, kadınlarıyla birleşmedikleri takdirde uyuyabilirlerdi. [102]
Nasranîler (Hiristiyanlar) iftar ettiklerinde, yerler içerler ve eğer uyku uyumamışlarsa, kadınlarıyle de birleşebilirlerdi. Müslümanlar da oruçlarını ayni şekilde tutuyorlardı. Medineli sahabilerden kırk kişi kadar bir grup yatsıdan sonra uyudukları halde, kadınlarıyle birleşmişler ve fakat nadim da olmuşlardı. Bunlar Resülüllâha gelip durumlarını olduğu gibi açıklıyorlardı.
Meğer orada bulunan Hz. Ömer de ayni hatayı işlemiş, o da, durumunu onlar gibi Peygambere açıklamıştı. Hz. Ömer (r.d.) zevcesine yanaşınca zevcesi ona “ben uyumuşum» demiş uyarıda bulunmuştu. Zira orucun şartlarına göre, eşlerden gerek kadın ve gerekse erkek olsun, uyudukları taktirde, onlara birleşmek günahtı. Ama ne fayda ki Hz. Ömer (r.d.) zevcesinin uyarısına aldırış etmemiş, arzusunu yerine getirmişti.
Peygamberimiz bunları kendilerinden dinledikten sonra Hz. Ömere,
- Ya Ömer, bari sen bu duruma düşmemeliydin» dedi. Bu sözden ziyadesiyle duygulanan Hz. Ömer, ağlayarak meclisten ayrıldıydı.
Yine o sıralardaydı ki Resülüllâh, Medine'de dolaşırken, yaşlı bir zat olan Sarme bini Kaysi, ayakta duramıyacak halde görünce ona,
- Ya Sarme, seni çok zayıf görüyorum, sana noldu, buyurdu. Serme,
- Ya Resülüllâh, dün akşam zevceme dahil oldum (birleştim) bana “sana yemek hazırladım, getirip ısıtayım» deyip gitti. Ben de, o gün çalıştığım için uyumuştum. Zevcem geldiğinde beni uyurken görünce “yazıklar oldu, vallahi artık sana ekmekte su da haram oldu» diyerek gitti. Ben bu durumda oruçlu sabahladım. Bu gün de bahçemde çalışırken dayanamamış bayılmışım, diye cevap verdi. Bunun üzerine Resülüllâh, gözlerinden yaşlar akarak oradan ayrıldılar ki, Ramazan geceleri her oruçluya, eşiyle birleşme izni veren ayet nazil oldu [103]
Bu konu ile alakalı şu rivayetler de vardır :
Sahihi Buharîde, Berra bini Azipten şu rivayet nakledilir.
(Oruç ilk farz kılındığında) oruçlu bir şahabı, iftar zamanında, iftar etmeden uyursa, o zat, ne o gece ve ne de ertesi günün iftarına kadar bir şey yiyemezdi. Medine'li Sarme bini Kays, iftar vakti evine geldi ve zevcesine,
- Hazırda yemeğin var mı? diye sordu. Zevcesi,
- Hayır yoktur, fakat şimdi gider getiririm, dedi. Sarme o gün toprakta çalışmış olduğu için yorgundu ve bu sebeple uyudu. Zevcesi onu uykuda görünce;
- Vay sana yazıklar oldu, diyerek gitti. Ertesi gün yarı olunca Sarmeye bahçesinde açlıktan baygınlık gedi. Durum Resülüllâha bildirildi. Bunun üzerine, Ramazan geceleri kadınlarla birleşmeye ruhsat veren ayet nazil oldu. [104]
Bâzı rivayetlere göre, Orucun ilkin farz kılındığında kişi, yatsıdan yatsıya oruç tutardı. Eğer uyursa, zevcesiyle birleşemez, yiyemez ve içemezdi. [105]
Oruç hakkındaki bu ağır külfetleri nesheden ayetin meali şudur :
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak, size halal oldu. Onlar sizin libasınız, siz de onların libasi (gibi) siniz. Allah, nefislerinize karşı zaaf göstermekte olduğunuzu bildi de, tevbenizi kabuletti, sizi affetti. Artık onlara (eşlerinize geceleri) yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin. Fecri (sadık) olan ak iplik, kara iplikten size seçilinceye kadar, yiyin, için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın...» [106]
11- “(Oruç) sayılı günler (de) dir. Artık sizden kim (o günlerde) hasta yahut seferde olur da (orucu yerse) tutmadığı günler sayısınca, başka günlerde (orucunu) tutar, (hasta ve seferde olmayıp da) oruca takati olanların üzerine ise (bir gün için) bir yoksulu doyuracak (kadar ona) fidye (vermek) vardır. Kim ki isteğiyle (fidreyi fazla vererek) hayır yaparsa bu onun için hayırlıdır, oruç tutmanız da hayırlıdır", eğer bilirseniz.» [107]
Yukardaki ayet mealinin altını çizdiğimiz satırlardaki hüküm, şüphesiz bu günkü tatbikatımıza aykırıdır. Çünkü burada, oruca takati olanlara, verecekleri fidye karşılığında oruç yeme ruhsatı verilmektedir. Bu durumu normal bulmayan bir kısım tefsircî veya tercümeci, hükmün özünü teşkil eden ayetteki “yutıkunehu» (oruca takati olan) kelimesini çeşitli yönde manalandırmışlardır. “Yutıkunehu »yu kimisi (oruca takati olmayan) kimisi ise (orucu zorlukla tutan) diye manalandırmışlardır. Nitekim Celaleyn tefsirinde bu kelime, (takati olmayan) diye tefsir edilmiştir.
Hemen ilave edelim ki Taberi, İbni Kesir ve Kazıyı Beyzavı tefsirlerinde ilmî gerçekler, ayan beyan belirtilmiş, bu hükmün bir sonra gelen ayeti Kerime ile neshedildiğine işaret edilmiştir. Ama ne fayda ki acizanem bu tefsirlerdeki şu hakikatlara henüz vakıf olmadığım bir zamanda, ayni konuya ait bir soru karşısında, genç bir vaiz olarak kürsüde nasıl terlediğimi hiç unutamam.[108]
İbni Cerir, Muaz İbni Cebelin (r.d.) şöyle dediğini haber ve rir:
“Resülüllâh (a.s.) Medine'ye geldiğinde, Aşura gününü ve her ayın üç gününü de tutmaktaydı. Sonra Allah Taâlâ, Ramazan ayının oruç tutulmasını farz kıldı ve biri “Yaeyyühellezine amenu» ile, diğeri de “Eyyamen mâ'dudat» ile başlayan (Bakara 183, 184) ayetlerini, gönderdi. (Bu defa) isteyen oruç tutuyor, isteyen her gün için, bir yoksulu doyurma karşılığı orucu yiyordu. Daha sonra Allah Taâlâ, seferde olmayan sağlıklı herkese oruç tutmayı farz kıldı ve “Femen şehide minkümüşşehre felyesumhu» (sîzden Ramazana şahid olan, o ayı oruç tutsun) ayetini (Bakara 185) gönderdi. Fidye karşılığı oruç yeme müsaadesini yalnız, oruca takati kalmayanlar için geçerli bıraktı.» [109]
Buhari ve Müslim, Seleme Bini Ekvâ' (r.d.) dan şunu haber verirler:
“Oruç tutmağa takati olan herkes, her gün için bir yoksulu doyurma karşılığında orucu yiyebilirdi. Bu durum, meali “Ramazana sizden şahid olan o ayı oruç tutsun» olan ayet , gelinceye kadar sürdü, eski hükmü getiren ayeti (Bakara 184) sonra gelen (Bakara 185) ayet neshedip hükmünü değiştirdi. [110]
Bu açıklamalardan sonra şimdi de, 11. maddede meali yazılmış olan ayetin, oruca takati olduğu halde, fidye karşılığında orucun yenebileceğine ait olan hükmü nesheden ayet mealini okuyalım :
“Ramazan ayıdır ki Kur'an, onun içinde (kadir gecesi) indirildi. (Kur'an) insanlara hidayettir, doğru yolun ve hak ile batılı ayıran hükümlerin açık açık delilidir. İçinizden her kim o aya şahid olursa, onu oruç tutsun. Kim ki hasta olur veya bir seferde bulunursa, başka günlerde, oruç tutmadığı günler sayısınca (orucunu tutsun) Allah size kolaylık diler, size güçlük dilemez, iddeti (oruç gününe ve ayına ait müddeti) ik maletmeniz ve Allah'ı, size hediye ettiği nimetlerin üzerine tekbir etmeniz (çok büyük tanımanız) için, olaki (ona) şükredersiniz» [111]
Görülüyor ki bu ayet, fidye vermek suretiyle oruç yemeyi kaldırmış, hasta ve seferde olanları bile, oruç tutmadıkları günler sayısınca, başka günlerde tutmağa mecbur etmiştir. Ancak sahabîlerin tatbikatlarından anlaşılıyor ki fidye vermek karşılığında oruç bozma müsaadesi, yalnız orucu çok güçlükle tutan ihtiyarlara mahsus olarak kalmıştır. Nitekim: Sahabîlerden Hz. Enes (r.d.) ihtiyarlığı sebebiyle Ramazan orucunu tutamamış, yağlı ekmeklerden hazırladığı yemekleri, davet ettiği otuz yoksula yedirmiştir.
Şafiîye göre, oruca ve fidyeye takati olmayan ihtiyarlar, fidye vermeden de oruçlarını yiyebilrler. Bu içtihatta Şafiî, meali “Allah hiç kimseye takati olmayan külfeti yüklemez» olan (Bakara 286) ayete dayanır. [112]
İbni Abbas (r.d.) neshedilen (Bakara 184) ayetteki “Yutıkunehu» kelimesini “yutavvikunehu» olarak okurmuş. Bu taktirdirde mâna “Oruca güçlükle dayanabilenlere ise, fidye (yoksulu doyurma) vardır» şeklini almış olur ki bundan, takati pek az kalmış ihtiyarlar faydalanırlar. Esasen İbni Abbas (r.d.) ayetteki bu hüküm, neshedilnıemiş, der. [113]
İbni Kesir, bu ayetlerin tefsirinde, nesih keyfiyetini kabul etmediği yolunda İbni Abbasa (r.d.) isnadedilen rivayeti, Said İbni Cübeyrden başkası haber vermemiştir, der. İbni Kesir, ayni zamanda şu rivayeti de kaydeder :
“İbni Ebi Leyla, Hal'd îbni Abdullaha demiş ki,
- Ramazan ayında Âtâyı ziyarete gittiğimde onu, oruç yerken gördüm. Bunun üzerine Âtâ (mâzûriyetini ifade için olacak) şöyle dedi.
- İbni Abbas (r.d.) dedi ki “Femen şehide minkümüşşehrc felyesumhu» (Ramazan ayına şahidolan, o ayı oruç tutun) ayeti inince, oruca takati olan ve seferde olmayan herkese, oruç farz kılındı. Fidye karşılığında, hasta olmayanların oruç yeme ruhsatı neshedilmiş oldu. Bu kolaylık yalnız oruca takati kalmayan çok yaşlı ihtiyarlara mahsus olarak kaldı.»
Bu rivayeti de dayanak olan İbni Kesir, hasta olmayanların, fidye karşılığında oruç yemelerine ait olan ruhsatın, kaldırıldığını yazar.
12- “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz savaşın, aşırı gitmeyin (onlar vazgeçerse siz de geçin) Şüphesiz ki Allah (c.c.) aşırı gidenleri sevmez» [114]
13- “(Bu taktirde) onları yakaladığınız yerde öldürün, sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) onları çıkarın. Fitne adam öldürmekten beterdir. Onlar, Mescidi Haramda, sizinle vuruşuncaya kadar (vuruşmadıkça) siz de orada, kendileri ile vuruşmayın Eğer onlar sizi öldürürler se, siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir»[115]
14- “(Bununla beraber) eğer onlar vuruşmaya son verirlerse, (siz de bırakın çünkü) Allah (c.c.) Gafuru-rahimdir»[116][117]
Bu ayetlerin iniş sebebini İbni Abbas (r.d.) şöyle açıklar: “Bu ayetler, Hudeybiyede yapılan muahede hakkında inmiştir. Vakta ki Resülüllâh (a.s.) eshabi ile birlikte yapacağı (umre) ziyaretinden alıkondu ve Mekke'ye sokulmadı, kurbanını Hudeybiyede kesti ve Mekke'lilerle yaptığı muahede gereğince Umre ziyaretini bir yıl sonraya bıraktı. Bu bir yılın sonunda Resülüllâh (a.s.) tekrar Umre yapmak için Mekke'ye gitmek üzere gerekli hazırlıklara başlamıştı ki sahabîler, Mekke'lilerin muahedeyi bozup karşı gelme ihtimalini düşünerek, Haremi Şerifte kan dökülmesinden hiç hoşlanmıyorlardı. O zaman “Ve katilü fi sebilülahi» (ile başlayan) bu ayetler indi.» Katade (r.d.) de şöyle der :
“Hudeybiye muahedesinden bir yıl sonraki Zilkade ayında Resülüllâh (a.s.) Mekke'de üç gün kaldılar, eshabi ile birlikte Umrelerini yaptılar [118]
Gerek nüzul sebebi ve gerekse mealleri yazılı bulunan bu üç ayette, savaşın ancak, müdafaa halinde yapılabileceği emrolunmaktaydı. Mekkei Mükerremenin fethine sıra gelince bu ayetlerin getirmiş oldukları müdafaa savaşma ait hükümler, meali altta yazılı ayetle neshedilmiştir. Bu hususta Katade (rd) den gelen rivayette, Savaşın ancak müdafaa halinde ya pılabileceğini emreden ayetlerin, Tevbe Sûresinin 5. ayetiyle neshedildiği bildirilir.[119] îbni Kesir tefsirinde de, ayni rivayetler vardır.
“(Savaşın) Haram olduğu aylar (Recep, Zilkade, Zilhicce, Muharrem) çıktığı vakit, artık o müşrikleri, onları nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçitlerini tutun. Eğer tevbe ederlerse, namaz kılar zekât da verirlerse, yollarını açın. Çünkü Allah (c.c.) çok mağfiret edicidir çok esirgeyicidir.» [120]
“Kılıç Ayeti» diye adlandırılan bu ayet, kitapsız putperest müşrikleri hedef almakta, tevbe edinciye, hatta namaz kılıp zekâtta verinciye kadar savaşın devamı emredilmektedir. Nitekim Mekkei Mükerreme, bu ayetin inmesinden sonra fethedilmiştir.
Bununla beraber şunu da belirtelim kî bu ayet, kitap ehli olan Yahudi ve Hiristiyanları hedef almış değildir. Onlara karşı savaş açılmasını emreden ayet ise, meali En'am Sûresine ait mensuhlar bölümünde okunacak olan Tevbe Sûresinin 29. sunu teşkil eder. Bu ayette kitap ehline karşı açılacak taarruz savaşının, namaz kılıncıya ve zekât verilinciye kadar değil, cizye verecekleri zamana kadar devam ettirilmesi emredilmiştir.
Savaşın haram olduğu aylara gelince, bu hususta Peygamber Efendimizin Veda hutbesindeki şu beyanlarını da almakta fayda gördük.
Bu hutbenin bir yerinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurur :
“... Sene on iki aydır. Bunun dört ayı(nda savaşmak) haramdır. Bunlardan üçü peş peşe, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receptir...» [121]
Yukarda da işaret edildiği üzre,e Tevbe sûresi indikten sonradır ki, içinde savaşın haram olduğu Mekkenin fethi cihetine gidilmiş ve orada kan dökülebilmiştir. Nitekim bu konuda, Buhari ve Müslimin bildirdiklerine göre, Mekkeyi fethedince Peygamber Efendimiz, şu hitabede bulunmuşlardır :
“Ey insanlar, Allah gökleri ve yeri yarattığı günden beri Mekkeyi (savaş için) haram kıldı. Benden önce hiç kimseye (muzır olmayan) canlıyı burada öldürmek helal olmadı, benden sonra da helal olmayacaktır. Ancak (fetihte) günün bir saati bana helal oldu, sonra yine kıyamete kadar harama döndü.» [122]
Şeyhzade de şu haberi okuruz :
Hac Emiri olarak Ebubekir (r.d.) Mekkeye gönderilmişti. Bundan sonra Hz. Ali (r.d.) Müşriklere karşı girişilmesi emrolunan taarruza ait ayetleri, yâni Tevbe Sûresinin 40 ayetini okumak üzere Mekkeye gönderildi. Kurban Bayramının ilk günü (10 Zilhicce) Akabe cemresi yanında ayağa kalkan Hz. Ali (r.d.) müşriklere, o günden itibaren Rabiulaharın onuna kadar mühlet vermiş ve şunları bildirmişti :
1- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik, Haremi Şerife yanaşamıyacaktır.
2- Beytullahı bundan sonra kimse çıplak tavaf edemiyecektir.
3- Mümin olmayanlardan başkasının Cennete giremiyeceği bilinmelidir.
4- Bozulmamış muahedeler, müddetlerini dolduracaktır.
Şunu da ilave edelim ki, Kılıç Ayeti denen bu ayetin, daha bir çok ayetleri de neshettiği ileride görülecektir. Bazı rivayetlere göre bu ayet, 124 ayetin hükmünü değiştirmiştir.
15- “Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki, -maldan vereceğiniz şey, (önce) ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yol oğlunun (misafirin hakkı) dır. Her ne hayır işlerseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (karşılığını veren)dir» [123]
Bu Ayeti Kerime, Sahabîlerden “Amr İbni Cemuh'un “Yâ Resülüllâh hangi şeyi sadaka olarak verelim» sorusuna karşı cevap olarak inmiştir.
Ebu Ca'fer Bini Zeyd Bini El Ka'ka'a göre, Zekâti farz kılan Ayet gelince, bu ve bu gibi sadakaya ait Ayeti kerimeler nesholmuştur. [124]
16- “Sana Haram olan o ayı, ondaki savaşı, sorarlar. De ki: - onda (o ayda) savaşmak büyük (günah)tür. Allah yolundan (insanları) men'etmek, onu inkâr etmek, (ziyaretçilerin) Mescidi Harama gitmelerine engel olmak, onun halkını oradan çıkarmak ise, Allah katında daha büyük (günah)tür. Fitne adam öldürmekten de beterdir. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar, sizinle savaşmalarında devam edeceklerdir. İçinizden kim dininden döner de o, kâfir olarak ölürse, onların yaptığı (iyi) işler, Dünyada da, Ahi-rette de boşa gitmiştir. Onlar o ateşin (Cehennem) arkadaşlarıdır. Onlar orada, ebedî kalacaklardır.» [125]
Bu Ayeti Kerimenin, Mekkei Bükerreme de savaşı yasaklayan hükümleri, Tevbe sûresinin “Kılıç Ayeti» denen 5. Ayetindeki “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün» hükmü ile nesholmuştur. Ve bundan sonradır ki Bekke'de savaş yapılabilmiştir. [126]
17- “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: - onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür. - Yine hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki : ihtiyacınızdan artanı (verin) Allah size böylece Ayetlerini açıklar. Olurki Dünya ve Ahiret işlerini düşünürsünüz.» [127]
İmamı Ahmed ve Ebu Davut ile Tirmizi, Hz. Ömerden (r.d.) naklen rivayet ederler ki :
Hz. Ömer (r.d.) “Ey Allah'ım, şarap hakkında çare olan bir beyani bize bildir. Çünkü o, aklı da, malı da alıp götürüyor» diye duada bulunrdu. Sonra meali üstte yazılı Ayeti Kerime indi. Bunun üzerine Hz. Ömeri çağırdılar ve ona bu Ayeti Kermieyi okudular. (Beklediği çarei bu Ayette bulamayan) Hz. Ömer, ayni duayı tekrarlamakta devam etti. Bundan sonra Nisa Sûresinin, meali “sarhoşluk halinizle namaza yaklaşmayın» olan 43. Ayeti indi. Bunun üzerine Peygamber Efendimizin dellali, namaza durulacağı vakıtlarda “sakın sarhoşken namaza yaklaşmayın» tarzında seslenir olmuştu. Hz. Ömer tekrar çağrılarak bu sefer ona, şarap hakkında gelen bu (ikinci) Ayet okundu. Hz. Ömer (beklediği çareyi bu ayette de bulamamış ki) duasını yine tekrarladı.
Bu defa meali altta yazılı Ayetler indi :
“Ey iman edenler! içki, kumar (tapmak için konan) dikili taşlar, fal okları Şeytanın murdar işlerindendirler. Onun için bun(lar)dan sakının ki felah bulaşınız[128] Şeytan içkide ve kumarda ancak, aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı (c.c.) anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz vazgeçtiniz değil mi?»
Bunun üzerine Hz. Ömer tekrar çağrıldı (ve meali üstte yazılı ayni zamanda şarap hakkındaki müsaadekâr hükümleri nesneden bu iki) Ayet ona okundu. İkinci Ayetin sonu olan “artık vazgeçtiniz değil mi?» sözünü de işiten Hz. Ömer, bu defa (beklediği beyana kavuştuğu için) “vaz geçtik, vaz geçtik» dedi. [129]
Şarap hakkında yasaklama emri gelmeden önce sahabîlerden bir kısmı sarhoş oldukları halde yatsı namazına durmuşlardı ki onlara imam olan zat, “Kâfirûn» süresindeki “lâ âbudu ma tâbudun» (sizin ibadet ettiklerinize ben ibadet etmem) Ayetini sarhoşluğun gafletiyle “âbudu ma tâbudun» (sizin ibadet ettiklerinize ben ibadet ederim) şeklinde hatalı okumuştu. Bunun üzerine Nisa Sûresinin meali (sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın 43.) olan ayeti (**) indi. Bundan sonra ise Müslümanlardan şarap içmeye devam edenler, yatsı namazlarını kıldıktan sonra içmeye başlmışlardı.
Hz. Sa'd İbni Ebi Vakkasın, oğlu Mıs'ap, babasından şunu rivayet eder ve babam dediki der :
“Muhacirlerden birisi bana “gel sana yemek ve şarap ikram edeyim» dedi. Bu da'vet, şarabın haram kılınmasından önceydi. Ben onun bostanına gittim. Yanlarında boğazlanmak üzere bir deve bir de şarap küpü vardı. Onlarla yedim içtim. Aramızda, geçmiş hatıralardan konuşuyorduk. Ben, muhacirler (Mekkeliler) Ansardan (Medinelilerden) daha hayırlıdır dedim. Medinelilerden orada bulunan biri, devenin çene kemiği ile benim burnuma vurdu. Ben de Resülüllâha onu şikâyet ettim. Ondan sonra şarabı haram kılan Ayet indi» Bu Hadisi Şerifi Müslim, Ebî Hayseme'den rivayet eder. [130]
Şarabın Haram kılınmasına ait bir sebebi de, Hz. Ali (r.d.) bildiriyor :
“Bedir gazasında alman ganimetlerden nasibime yaşlı bir deve düşmüştü. Resülüllâh da bana, kendine ait beşte birden de bir yaşlı deve hediye etmişlerdi. Ben Resülüllâhın kızı Fatma ile ev kurma hazırlığmdaydım. Kayınka' kabilesinden nakışçı bir kişiyi benimle gelsin diye de hazırlamıştım. Bunun için boya otu satın almak üzere kuyumculara gittim. Maksadım, düğünüm için o kişinin bana yardımcı olmasıydı. Bu arada semer, ip ve saire ne varsa hepsini develerle birlikte Ensardan bir kişinin evi yanına bırakmış gitmiştim.
Dönüp develeri almağa geldiğimde, gözüme de inanamıyacağım bir manzara ile karşılaştım. Develerin ikisinin de koltuk altlarından etler alınmış ve bağırsakları yarılarak ciğerleri sökülmüştü. Bunu kim yaptı dedim? Bana “onu Hamza yaptı, şimdi de Ansardan Kayne denilen bir şarkıcı kadınla ve arkadaşlarıyla içki içiyor. İşte o, kılıcıyle develerin böğürlerinden etler aldı, ciğerlerini söktü, bağırsaklarını dışarı döktü» dediler.
Ben Resülüllâha gittim, yanında Zeyd Bini Harise vardı. Resüîüllâh, başıma geleni bilricesine bana “sana ne oldu» dedi. Ben de durumu olduğu gibi Resülüllâha anlattım. Kaftanını istedi ve Hamzanm bulunduğu eve doğru yürüdü, ben de Zeyd Bini Harise ile beraber onun izini ta'kıbettik. Hamzanın bulunduğu evin kapusuna gelince izin istedi, içeri girmek için izin aldı. İçeri girince Hamzayı şaraplanmış (sarhoş) bulduk. Resülüllâh, Hamzayı yaptığı bu işinden ötürü kınadı. Hamzanın gözleri sarhoşluktan kızarmıştı. Hamza, Resülüllâha baktı ve gözlerini kaldırıp onun yüzüne çevirdi ve “siz kimsiniz babamın köleleri» dedi. Resülüllâh onun çok sarhoş olduğunu anladı ve üzüntü içinde geri döndü,o çıktı, biz de çıktık»
Bu vakayi Buharî, Ahmet Bini Salihten rivayet etmiştir. Şarabın haram olduğunu bildiren Ayetin inmesine işte bu olay sebeptir [131]
Özetle ifade edelim ki, şarap hakkında inen ve mealleri yukarda yazılı bulunan Bakara Sûresinin 219. Ayetiyle Nisa Sûresinin 43. Ayetinde, şarabın içlimesine ait müsamahakâr hükümler, yine yukarda meali yazılan Maide Sûresinin 90 ve 91. Ayetleriyle nesholmuşlar, şarabın içilmesi, her ne suretle olursa olsun ticareti ve hatta hibe edilmesi bile yasaklanmıştır. .
Nitekim İmam Alımed, İbni Ömerden naklen rivayet eder ki; Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır :
“- Şarap, on cihetten lanetlenmiştir. Şarabın kendisi, onu içmek, kadehini dağıtmak, satmak, satınalmak, üzümünü sıkmak, sıktırmak, taşımak, taşıtmak ve onun yüzünden kazanılan parayı yemek.»
Yine İmamı Ahmedin rivayet ettiği bir Hadiste, Peygamber Efendimizin zamanında şarap ticareti yapan Keysan, Şamdan getirdiği şaraptan bir tulum doldurrup Peygamberimize hediye getirmiş ve
- Ya Resülüllâh, saha çok iyi bir şarapla geldim, demişti. Peygamber Efendimiz ona,
- Ya Keysan! Sen Şama döndükten sonra şarap haram kılındı, buyurup bu hediyeyi kabul etmeyince Keysan,
- Öyleyse bunu satarım, demişti. Bunun üzerine de Peygamberimiz,
- Şarabın bedelini alıp yemek te haram oldu, buyurdu. Artık bu defa Keysan, şarap satılan sokakta olan şarap kablarını, ayaklarından tutup hemen döktü. [132]
18- “Sana hangi şeyi nafaka vereceklerini de soruyorlar. Deki: -ihtiyacınızdan artanı (verin) Allah size böylece ayetlerini (güzelce) açıklar. Olur ki, Dünya ve Ahiret hususlarında iyice düşünürsünüz [133]
Zekâtı farz kılan ayet gelmeden önce müslümanlar, kendilerine geçinmek için yeter derecede olanın fazlasını fakirlere vermekle mükellef tutulmuşlardı. Kendilerine, ihtiyaçlarından bir şey artmıyor, mal biriktiremiyorlardı. Tabii bu hal, Müslümanlara ağır geliyordu.[134] Sonra bu uygulama, meali altta yazılı ayetle değişmiş, yani nesholmuş ve alınacak mikdarlar, Peygamber Aleyhisselam tarafından, mallara göre, nisbetlere bağlanarak tahsili (zekât olarak) emrolunmuştur. [135]
“Onların mallarından öyle bir sadaka al ki, bununla onları (günahtan) temizleyesin (mal ve sevaplarını) bereketlendiresin ve onların üzerine du'a eyle, senin du'an onlar için (tatmin edici bir) sükûnettir. Allâhu Taâlâ (her şeyi) işitendir, bilendir.» [136]
19- “Ey mu'minler) İman edene kadar, Allâhu Taâlâya ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. İman eden bir cariye, Allah'a ortak koşan bir (hür) kadından, çok hoşunuza gitse dahi, elbet daha hayırlıdır.»[137][138]
Abdullah İbni Abbastan rivayet olunur ki bu Ayet, Abdullah İbni Revaha hakkında indi. Onun kara bir cariyesi vardı. Bir gün ona kızarak tokat vurdu. Sonra bu hareketini Peygamber Aleyhisselama haber verince Peygamber ona “nasıl bir kadındır o ya Abdullah?» dedi. Abdullah “Ya Resülüllâh, oruç tutar, namaz kılar, güzel abdest alır, Allah'ın birliğine ve senin de Resul olduğuna şenadet eder» der. Peygamber ona “Ya Abdullah, o mu'min bir kadındır» der. Abdullah “seni hak peygamber gönderen Allah'a yeminederim, onu azad edip, nikâhlıyacağım» der ve onu nikâhlar. Ama Müslümanlardan bir takım insanlar, cariyesi ile nikahlandı diye onu ayıplamaya başlamışlardı o sıra, hasep ve esaletleri sebebiyle Allah'a ortak koşan kadınlarla evlenmeye bir temayül da vardı. Sonra meali üstte yazılan ayeti kerime indi [139]
Bakara Sûresinin, üstte meali yazılı 221 sayılı Ayeti Kerimesinde, nesih suretiyle değişiklik yapan, yâni kitap ehli olan gayri müslim kadınlarla evlenmeye müsaade eden Ayetin meali şerifi şudur :
“Bu gün size iyi temiz (ni'metler) halal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin (Yahudi, Hıristiyan) yiyeceği de size halal oldu, sizin yiyeceğiniz de onlara helal oldu. Mehirlerini onlara verdiğinizde, zina etmemek, gizli dost da tutmamak üzere, mu'min kadınların, sizden önce kendilerine kitap gelmiş kadınların, hür ve afiflerini nikahlamanız da keza size halal kılındı» [140]
Abdullah İbni Ömerden gayri tefsirciler, Maide Süresindeki bu Ayetin, Bakara Süresindeki 221 sayılı Ayeti Kerimeyi neshederek ta'dil ettiğine kaildirler. İbni Ömere göre, Bakara Sûresinin bu ayeti muhkemdir, mensûh değildir. Mensûh olan ise, meali üstte olan (Maide 5) Ayetidir. Ama İbni Ömeri destekliyen bir tek kişi yoktur.[141] Ancak “İmamiye» (şiî) ve “Zeydiye» mezhepleri de, Abdullah İbni Ömer gibi düşünmekte, Müslüman olmayan kadınlarla asla evlenmemektedirler. Esasen Cumhüri Ulema ve bu arada dört mezhep, Maide Sûresinin 5. Ayeti kerimesinden istidlal ederek, kitap ehli olan namuslu kadınlarla müslümanlarm evlenmesini caiz görmüşlerdir. [142]
Kitap ehli olan namuslu kadınlarla Müslümanlarm evlen melerini caiz gören cumhuri ulemanın uayaıvıJdarı şunlardır.
A- Kur'anda Allah'a ortak koşanlar denince bundan, kitap ehli değil de putperestler kasdedilmektedir. Nitekim Bakara Sûresinin 105. Ayetin mealinde “Size Rabbinizden hiç bir hayır indirilmesini, kitap ehli olan kâfirler de istemez, Allah'a ortak tanıyan) müşrikler de» buyurulmaktadır. Bu Ayette, kitap, ehli ayrı gösterilmiş, müşrikler ayrı bir zümre olarak bildirilmiştir.
B- Katade bu Ayetin tefsirinde, müşrikât (Allah'a ortak koşan kadınlar) dan, kitap ehli olanlar değil, o günün Arap putperestleri kasdedilmiştir, der.
C- İbni Ömerin dediği şekilde. Bakara Süresindeki 221. Ayetin, Maide Süresindeki 5. Ayeti neshetmiş bulunması mümkün değildir. Zira, Bakara Sûresi, Medine'de inen ilk Sûredir. Maide Sûresi ise, Medine'de inen en son sûrelerden birisidir. Önceden inen bir ayetin, sonradan inen bir ayeti neshetmesi mümkün olmaz.
D- Hüzeyfetül Yamanı, bir Yahudi kadınla evlenmişti. Halife Hz. Ömer ona bir mektup yazarak, bu kadını terketmesini istemişti. Bunun üzerine Hüzeyfe Hz. Ömere mukabil bir mektup yazarak “Ya Ömer, bu kadının bana haram olduğunu mu düşünüyorsun?» diye sormuştu. Hz. Ömer de cevabında “Hayır onun sana haram olduğunu düşünmüyorum, Yahudilerle karşılıklı oalrak, kadınlarımız arasında, biri birlerinin evlerinde gecelemlerinin başlamasından korkuyorum», demiştir.
E- Hz. Abdullah bin Avftan rivayet edilen bir hadîsi şerifte, Peygamber Efendimiz ateşperestler hakkında,
“Ateşperestlerle olan münasebetlerinizi, kitap ehli ile olan gibi yürütün. Ancak kitap ehli olan kadınları nikahlama işleriniz bunun dışındadır» buyurmuştur.
Eğer kitap ehli kadınlarla evlenmek caiz olmasaydı, Peygamberimiz, bu beyanlarında, kitap ehli olan kadınlarla evlenme keyfiyetini, anmaya lüzum hissetmezlerdi. [143]
Bizim kanaatimiz odur ki, kitap ehli olan kadınlarla evlenmenin caiz olması, mealleri yukarda yazılı Maide Sû. ait olan 5. ayetin, Bakara Süresindeki 221. Ayeti neshetmesiyle ancak mümkün olmuştur. Zira “Allah'a ortak koşan kadınlar» denince bundan, yalnız kitapsız putperest kadınlar değil, ayni zamanda, Allah'a ortak koşan Hiristiyan kadınları da anlamak lazımdır. Zira Hıristiyanların da, Allah'a Hz. İsâ ile Hz. Meryemi ortak koştukları ayetle sabit bir husustur. Nitekim meali tırnak içine alınan Maide Sûresinin 116. Ayeti, bunu isbatlıyor:
Allah : “Ey Meryemin oğlu İsâ, insanlara Allah'ı bırakıp ta, beni ve annemi iki ilâh ediniz, diyen sen misin?» dediği zaman o, şöyle dedi : “seni tenzih ederim (yarab) hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer onu soylemişsem, elbette bunu bilmişsindir. Benim içimde olan (her) şeyi sen bilrsin. Ben ise, senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz gayipleri hakkıyle bilen sensin)
Hiristiyanların bu sapıklığının halâ devam ettiğini, Yunanistan Anayasının 2. maddesindeki şu metin gösterir :
“Madde 2 - Yunanistan, Ortodoks Kilsiesi başkanı olarak, tanrımız İsa'yı tanır.»
Görülüyor ki Allâh'a yalnız putperestler değil, kitap ehli olanlar da ortak koşmaktadır. Ama buna rağmen Maide Sûresinin meali yakarda yazılan 5. Ayeti, kitap ehli olan kadınlardan mehirlerini vermek, zina etmemek ve gizli dost da edinmemek şartıyle hür ve namuslu olanların nikâhlarını, Müslümanlara helal kılmış, Bakara Sûresinin 221. Ayetini neshetmiştir.
20- “Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız (aybaşı hali) müddeti beklerler. Eğer onlar Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorlarsa, Allah'ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, onlara helal olmaz. Kocaları bu bekleme müddeti içinde, barışmak isterlerse, onları geri almaya, çok haklıdırlar. Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır, (ama) Erkeklerin onlar üzerinde (daha fazla) bir derecesi vardır. Allah mutlak galiptir, hikmet ve hüküm sahibidir.» [144]
Bu Ayeti Kerimenin gelmesiyle, boşanmış erkek ve kadınların, üç aybaşı halinin süresi içinde tekrar birleşmeye hak kazanmış oldular. Ancak bâzı erkeklerin bunu, kadınları mütazarrir edecek şekilde kullandıkları görülmüştü. Mesela, erkek karısını boşuyor ve üç iddet dolmadan alıyor, sonra yine boşuyor, keza üç iddet dolmadan onu yine alıyor ve yine boşayabiliyordu. Kadınları nafaka ye mehirden vaz geçirmek için bu hal, baskı aracı oluyordu.
Nitekim, Resülüllâh Aleyhisselâmın zamani saadetlerinde bir zat, karısını bu minval üzere bir kaç defa almış ve boşamış ve sonunda da ona, ila nihaye bu işe devam edeceğini söylemişti. Kadın Peygamber Efendimize şikâyette bulunmuş dert yanmıştı. Bunun üzerine, bu çok geniş hakkı sınırlayan ve böylece, neshederek değiştiren şu Âyeti Kerime nazil oldu. [145]
“Boşama iki defadır. (Ondan sonra)ya iyilikle tutmak, ya güzellikle salmaktır. Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi (geri) almanız size helal olmaz. Meğer ki erkekle kadın, Allah'ın sınırlarını (koyduğu evlilik nizamını) ayakta tutamayacaklarından korkmuş olsunlar. Eğer bu suretle siz de onların (karı-kocanın) Allah'ın sınırlarım hakkıyle muhafaza ve ifa edemeyeceklerinden korkarsanız, (kolay boşanması için kadının) fidye vermesinde (erkeğinde almasında) ikisi üzerinde de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Onları (çiğneyip) geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.» [146]
Kocası ölen veya boşanan kadınların, tekrar evlenebilmeleri için beklemeye mecbur oldukları müddetlere İslâm Hukukunda “İddet» denir. Bu usul, kadının hamile olup olmadığının tesbiti için konmuştur. İzaha hacet yoktur ki böylece çocuk da'vaları önlenmiştir.
Kadınlar için emredilen “îddet» müddetleri dörttür ve şunlardır :
1- Kocası ölen kadının “iddet» müddeti dört ay on gündür.
2- Boşanan kadınlardan, aybaşı görenler için “îddet» müddeti, üç defa aybaşı halini görmesidir. Şafiî mezhebine göre kadının evlenebilmesi için, üçüncü olarak gördüğü aybaşı halinden tamamen temizlenmesi şarttır.
3- Kadın aybaşı olmuyorsa onun “iddet» müddeti tam üç aydır.
4- Hamile olan kadınların “İddet» müddeti ise, çocuğunu doğuruncaya kadar devam eder.
21- “İçinizden zevceler bırakıp ölenler (sağken) eşlerinin (evden) çıkarılmayarak yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler. Eğer kendi istekleriyle yılı tamamlamadan (evinizden) çıkarlarsa, artık onların bizzat yaptıkları meşru (suç olmayan) işlerden ötürü size bir vebal yoktur. Allah Azîz ve Hakimdir»[147]
İslâmdan önce kadın hiç bir miras hakkına sahip değil, aksine o miras bırakılan mallardan sayılırdı. Ölen kocasının yakınlarında kendisine talip olanla, istesin istemesin, evlenmeye mecburdu. Bununla beraber, kocası ölen böyle bir kadın, izinsiz çıkamaz ve icabında evden de koğulabilirdi.
Bu ayet inencedir ki kadın, ölen kocasının evinde bir yıl kalabilme ve gerekli gördüğünde de çıkabilmeye hak kazanmış oldu. Şunu da söyliyelim ki kadın, ayette gösterilen bir yıl iddeti doldurmadan başkasiyle nikâhlanması yasaktı. Bu konuda Peygamber Efendimizin şöyle bir uygulaması olmuştur :
Sahabei Kiramdan Hükeym Bini Harisin (r.d.), vefatı üzerine Aleyhisselam Efendimiz, varislerden baba ile çocuklara terike malları taksim edip vermiş. Hükeymin dul kalan eşine bir şey vermemişse de onun, terikeden bir yıl müddetle evde bakılıp gözetilmesini emretmiştir. [148]
Başta İbni Abbas (r.d.) olmak üzere müçtehitl'erin pek çoğuna göre yukardaki hükümleri getiren ayet (Bakara : 240) meali altta yazılan ayetle neshe uğramıştır. [149]
“İçinizden ölenlerin bıraktıkları zevceler, kendi kendilerine 4 ay 10 (gün) beklerler. Bu müddeti bitirdikleri zaman, artık onların kendileri hakkında meşru olanı (evlenmeyi) yapmalarından ötürü size vebal yoktur. Allah işlediklerinizden haberdardır.» [150]
Mealleri yazılan bu iki ayetin sıra numaralarına bakılınca, nesheden bu ayetin önce, neshedilen yukardaki ayetten sonra indiği sanılarak, tereddüde düşülebilr. Halbu ki gerçek durum aksinedir. Yâni nesheden 234. ayet, 240. ayetten sonra inmiştir. Nitekim İbni Abbâs (r.d.) şöyle demiştir.
“Vaktiyle ölen bir kimsenin eşi, kocasının evinde bir yıl iddet bekler ve orada nafaklanırdı. Bundan sonra Allah (c.c.) bu müddeti 4 ay 10 güne düşren ayeti (Bakara : 234) indirdi. Ancak hamile olanların iddeti doğuruncaya kadar devam eder.» [151]
Bu ayetlerde olduğu gibi bir durumla Ahzap Sûresinde de karşılaşacağız. Yâni orada da, ön sırada olan bir ayetin, arkadaki diğer bir ayeti neshettiğini göreceğiz. Esasen Kur'an Tarihi bölümünde de okunacağı üzere, gerek sûre ve gerekse ayetler, iniş sırasına göre Mushaf'ımıza alınmış değildir. Nitekim Mekke'de inen sûrelerin pek çoğu, Mushafm son taraflarında, Medine'de inenler ise Mukaddes kitabımızın baş taraflarında yer almışlardır.
Ayetler de ayni durumdadır. Onlardan öyleleri var ki, Mekke'de indikleri halde Medine'de inen Sûrelerde, yine öyleleri vardır ki Medine'de inen sûrelerdedirler. Bunlar delilleriyle görülecektir.
Önce indiği böylece asbit olan 240. ayet, evli kimselerin, ölümleri halinde eşlerinin bir yıl evlerinden çıkarılmayıp bakılmaları için vasiyet etmelerini emretmişti. Sonradan inen 234. ayet ise, vasiyet hükmüne dokunmamış, ancak bir yıllık iddet müddetini neshedip, 4 ay 10 güne düşürmüştür. Esasen ölen evli bir erkek, diliyle vasiyet etmemiş olsa bile, hükmen vasiyet etmiş sayılır ve eşi de iddetini, kocasının evinde barınıp nafakalanarak geçirirdi. Daha sonra inen ve meali altta yazılan miras ayetiyle bu vasiyet ve barınma hakkına ait hükümler, İbni Abbas, Mukatil ve Katadeye göre neshedilip kaldırılmıştır : [152]
“Eğer (ölünce) çocuğunuz yoksa, bıraktığınız (mal) dan dörtte biri zevcelerinizindir. Eğer çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızdan sekizde biri, yapılan vasiyet yahut borç (çıktık)tan sonra yine onların (eşlerinizin)dir...» [153]
Bu ayet indikten sonra kadın, ölen kocasının bizzat varislerden sayıldığı için, iddetini doldururken artık, diğer varislere yük olmaktan kurtulmuş oldu. [154]
İddet, Arapçada saymak demektir. Şeriat dilinde ise iddet, kocası ölen veya boşanan kadınların, tekrar evlenebilmeleri için beklemeye mecbur oldukları bir müdettir ve dört çeşittir şöyle ki :
1- Kocası ölenlerin iddeti, yukardaki ayetlerde belirtildiği gibi 4 ay 10 gündür.
2- Boşanan kadınlardan aybaşı hali devam edenlerin iddetî, meali altta yazılan ayet gereğince, üç aybaşı görüp temizlenmesine kadardır :
“Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız (aybaşı hali) ve temizlenme müddeti bekler...» [155]
3- Boşanmış kadınlardan ay başı görmeye henüz başlamayan veya yaşlılığı yahut başka bir hastalığı sebebiyle aybaşı görmekten ümidi kesilenlerin iddeti ise, meali altta yazılan ayet gereğince üç aydır :
“Kadınlarınız içinden aybaşı âdetinden kesilmiş olanlarla, henüz aybaşı âdeti görmemiş olanlar (hakkın) da şüphe ederseniz, onların iddetleri (bilin ki) üç aydır...» [156]
“Hamile kadınların iddetleri ise, çocuklarını doğurunca (ya kadar) dır...» [157]
Mealini yazdığımız şu hadîsi şeriften anlaşılacağı üzere, ilk islamiyette iddet bekleyen kadınlar, süslü elbiselerini dahi giymezlerdi. Nitekim :
“Eshapdan Bedir savaşında şehit düşen Sâd İbni Havlenin (r.d.) hamile olan eşi Sübeyâ, çocuğunu doğurup nifastan da temizlendikten sonra süslü elbiseelrini giymiye başlamıştı. Onu bu haliyle gören Ebussenabil (r.d.) ona “seni süslü ve güzelleşmiş gördüm. Vallahi 4 ay 10 gün geçmeden evlenemezsin» der. Sübeyâ bu söz üzerine eski elbiselerini tekrar giyerek Peygamber Efendimize, ne zaman evlenebileceğini sorar. Cevap olarak Peygamberimiz şöyle buyurur :
- Senin iddetin, çocuğunu doğurunca bitmiştir. Seni isteyen varsa hemen evlen.» [158]
Müsnedin 293. hadîsinde de Abdullah İbni Abbasın (r.d.) meali okunan (Talak : 4) ayetteki iddete ait hükmü kasd ederek, şöyle dediği görülür :
“Dileyenle bahsa girerim ki bu ayet, kadınların iddetlerini bildiren diğer hükümleri neshetmiştir»
22- “Dinde zorlama yoktur. Muhakkak ki îman ile küfür apaçık anlaşıldı. Kim Şeytana uymayıp da Allah'a (c.c.) îman ederse, muhakkak ki o, kopmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyle işitici, kemaliyle bilicidir.»[159]
Ayetin iniş sebebi şudur.:
Bâzı Hıristiyan Şam Tüccarları zeytin satmak için Medine'ye gelmiş bulunuyorlardı. Geri dönecekleri zaman, Ensarda Ebul Hasanın iki oğlu, bu Hiristiyanlarla Şama gitmek isteyince onlara, Hiristiyan olmalarını şart koşmuştu. Bu iki kardeş ise, şartı kabul etmiş ve Hiristiyan olup yola çıkmışlardı. Durumu haber alan baba, oğullarının gitmelerini engellesin diye Peygamber Efedimize ricada bulundu. Bunun üzerine meali yazılan “Dinde zorlama yoktur» ayeti indi. Bu defa Aleyhisselam Efendimiz babaya dönerek,
- Ya Ebelhasan, Allâh (c.c.) onları uzaklaştırdı. Müslümanlardan ilk kâfir olan bunlardır, buyurdu.
Sahabîlerden Mesruk ise bu olayı şöyle rivayet etmiştir:
Ensardan Salim Bini Avfın iki oğlu, İslamiyetten önce, Hiristiyan olmayı kabul etmişler ve yiyecek yüklü bir kafile ile Medine'ye dönmüşlerdi. Oğullarını gören baba, onların Müslüman olup Medine'de kalmalarını istemişse de sözünü dinletememişti. Bunun üzerine baba, iki oğlunu da yanına alarak Peygamber Efendimize şöylece arzeder,
- Ya Resülüllâh, ailemden bâzımız Cehennemde yanarken, ben de bakacak mıyım? der. Bu sırada “Dinde zorlama yoktur» mealindeki ayet iner. Bu defa Hz. Peygamber babaya “oğullarının yolunu aç» diye emir verir.[160]
Bu ayetin iniş sebebini İbni Abbas (r.d.) şöyle açıklar :
Medineli bâzı Müslümanlar, Yahudi olan Beni Nadir kabilesinden kız alıp evlenmek isterler. Kadınlar ise, doğacak olan çocukların Yahudi olarak kalmalarını şart koşarlar. Bu şartı kabul edip evlenen Medinelilerin onlardan bir çok çocukları olmuştu. Vakta ki Beni Nadir denen bu Yahudi kabilesi, Yalnız Medineden değil, ayni zamanda Arap Ceziresinden bile çıkmaya mecbur edildi işte o vakit, bu kabilenin kadınlarında çocuğu olan Müslümanlar, çocuklarının cebren alıkonmasını Hz. Peygamberden istemişlerdi. Bunun üzerine “Dinde cebir yoktur» mealindeki ayet indi.
Bâzı alimlere göre “Dinde zorlama yoktur» mealindeki hüküm, kitap ehli hakkında indiği için muhkemdir, yâni nesh edilmemiştir. Diğer taraftan bâzı alimler, bu hükmü taşıyan ayetin, Tevbe Sûresinin 5, bâzılarına göre 29, bâzılarına göre ise 73. ayet ile nesh edilmiş olduğunu söylemişlerdir. [161]
Neshedici oldukları bildirlien üç ayetin mealleri :
“(Vuruşmanın) haram olduğu aylar çıktığı zaman, artık o (kitapsız) müşrikleri, nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tevbe (îman) ederlerse, namaz kılar zekât verirlerse, yollarım açın. Çünkü Allah çok afvedicidir, çok esirgeyicidir» [162]
“Kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi Hiristiyan) Allâha ve ahiret gününe inanmayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, güçsüz halleriyle bir elden cizye verecekleri zamana kadar savaşın» [163]
“Ey Peygamber! kâfirler ve münafıklarla cihad et, üzerlerine kaskatı ol (çünkü) onların gideceği yer Cehennemdir (ki) o (gireni) kötüye dönüştüren yerdir » [164]
Bu mealden anlaşılan odur ki “dinde zorlama yoktur» hükmü, yalnız Tevbe Sûresinin 5. ayetiyle nesh edilmiştir. Çünkü bu ayet, putperest müşrikleri tevbe, yâni iman edinciye hatta namaz kılıp zekât da verinciye kadar öldürmek emrini taşıyor.
Tevbe sûresinin 29. ayeti ise, kitap ehli olup da İslâm dinini kabul etmiyenleri, iman edinciye kadar değil, cizye verinciye kadar öldürme emrini kapsamaktadır.
Ayni sûrenin 73. ayetine gelince o, müslüman görünüp kalben iman etmemiş münafık ve kâfirlerle cihadı emrederken, diğer ayetlerde olduğu gibi, öldürmekten söz etmiyor. Bu sebeple İbni Abbas (r.d.) ve Dahhk (r.h.) “Allah (c.c.) cihadı, kâfirlere karşı kılıçla, münafıklara karşı ise sözle emretmiştir» demişlerdir. [165]
Görülüyor ki Tevbe Sûresinin gerek 29. ve gerekse 73 ayetleri “dinde zorlama yoktur» mealindeki hükmü neshedici nitelikte değillerdir. Esasen İbni Abbas (r.d.) “dinde zorlama yoktur» hükmünü kitap ehli hakkında indiği için nesh edilmiş değildir» demiştir. [166]
Anlaşılan o dur ki “dinde zorlama» yalnız putperestlere karşı uygulanmış ve onlar, Arap Yarımadasından temizlenmişlerdir. Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar için “dinde zorlama yoktur» hükmü hala bakıdır, muhkemdir. Bu konuda İslâm Tarihi, en büyük şahittir. Aksi olsaydı, aramızdaki Yahudi ve Hiristiyan kişilerin bulunmamaları gerekirdi.
23- “Alışveriş ettiğinizde şahit tutun, yazana da, şahitlik edene de, asla zarar verilmesin» [167]
Üstteki mealle başlayan bu ayet, bu günkü noterlik müessesesinin temelini atmış olan hükümleri getirmiştir. Mushaf ta bir sahifeyi tutan bu ayetin, meali yazılan ve şahide ait hükmü, meali altta yazılan ayetle nesh edilip şahit tutma zorunluğu kaldırılmıştır. [168]
“Eğer bazınız, bazınıza emniyet ederse, kendisine emniyet edilen kişi, (aldığı) emaneti iade etsin.» [169]
24- “Göklerde ne varsa, yerde de ne varsa Allah'ın (c.c.) dır. Eğer siz içinizdekini açıklar yahut gizleseniz de, Allah (c.c.) sizi onunla hesaba çekecek.» [170]
Bu Ayeti Kerime hakkında Hz. Ayişe (r.d.) buyurmuş ki :
“- Kıyamet gününde muhakkak ki Allah, herkese gizli ve açık her ne iş işlemişse onu haber verecek. Müminlerin, gizli yaptıklarını affedecek, kâfirleri ise azaplandıracak.»
Bu Ayeti Kerime indiği zaman, Sahabîler endişelendiler ve bâzıları, “bu mes'ele o kadar ağır ki, gökten yere düşsek, daha hafif gelirdi» dediler.
Müslümanlar Resülüllâha müracaatla “buna tahammül edemeyiz, zira kalbimize, hakim olmadığımız şeyler giriyor» demişler. Peygamber Efendimiz de onlara “Yahudiler gibi-işittik, isyan ediyoruz-demeyin. Ancak-işittik itaat ediyoruz-deyin» buyurmuşlar. Sonra “Lâ yükellifullâhu nefsen illa vüsaaha» ile başlayan ve meali de aşağıda yazılan Ayeti Kerihle nazil oldu. [171]
“Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez, (herkesin) kazandığı (hayır) kendi yararına, yaptığı (şer) kendi zararınadır. (Ey iman edenler deyin ki) Ey Rabbimiz, unuttuk yahut yanıldıysak, bizi alıp sorguya çekme, Ey Rabbimiz, bizden evvelki (ümmet)lere yüklediğin gibi, üzerimize ağır bir yük yükleme, Ey Rabbimiz, takatimiz yetmediğini bize taşıtma. Bizden (işlediğimiz günahları) sil, affeyle, bizi mağfiret eyle, bizi esirge. Sen, bizim Mevlâmızsın. Artık Kâfirler kavmine karşı bize yardım eyle.» [172]Sahihi Müslimde İbni Mes'uddan rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimize Mî'raç gecesi üç şey verilmiştir. Beş vakit namaz, Bakara sûresinin sonu, Muhammed Aleyhisselâm ümmetinden Allâhu Taâlâya ortak tanımayan kimsenin büyük günahlarının affı. [173]
25- “(Ya Muhammed eğer) seninle mücadele ederlerse, de ki -ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim etmişimdir.- Kendilerine kitap verilenlerle ümmîlere (kitapsızlara) de ki : -siz de İslâmı (dinini) kabul ettiniz mi? Eğer İslâma girerlerse muhakkak doğru yolu bulurlar. Eğer yüz çevirirlerse, artık sana düşen (iş) ancak bildirmektir. Allah kullarını layikıyla görücüdür». [174]Bu ayetin mealinde geçen “artık sana düşen (iş) ancak bildirmektir» hükmünün altında saklı olan diğer hüküm “zor kullanmayı düşünme»dir. İşte Hz. Peygamberi zor kullanmaktan alakoyan bu saklı hüküm, Tevbe Sûresinin “Kılıç ayeti» denen 5. ayetiyle neshedilmiş ve böylece Resülüllâh Efendimiz, tebliğle birlikte müşriklere karşı savaşla da emrolunmuştur. Zira Kılıç ayeti “Allah'a (c.c.) ortak koşanları bulduğunuz yerde öldürün» emrini getirmiştir. [175]
Bâzı alimler, açıkladığımız bu “zor kullanmama» hükmü, Nahl Sûresinin 125. sırada ve “Onlarla (inanmayanlarla) en güzel biçimde mücadele et» mealindeki ayetle neshedildiğine inanırlar. Buna mukabil alimlerin çoğunluğu, Nahl Sûresinin son üç ayetinden gayri ayetlerinin, Mekkede yani önce indiğini ileri sürerek, Medinede yâni sonra Aliimran Sûresinin bu ayetini neshedemeyeceği kanaatındadırlar. Ebu Muhammed ise, Peygamber Efendimizin “bildirmekle mükellef bulunmasını esasen en güzel bir mücadele olarak kabul eder ve bu sebeple ayetin neshedilmediğine inanır. [176]
26- “Mu'minler, mu'minlerden başka kâfirleri dost edinmesinler. Kim bu işi yaparsa, Allâhu Taâlâdan hiç bir şey (yardım) yoktur. Meğer, onlardan gelecek bir tehlikeden sakınmak istiyesiniz. Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor, sonunda ona gideceksiniz» [177]
Cübeyr, Dahhaktan, o da İbni Abbastan rivayet ettiğine göre bu Ayetin iniş sebebi şudur :
Ensardan Ubâde Bini Samit, ayni zamanda Bedir gazasına katılmış hayırlı bir kişiydi. Yahudilerden, karşılıklı birbirlerine yardımlaşmada sözleşmeleri vardı. Ahzap savaşı günüydü, Ubade Resülüllâha “Ey Allah'ın peygamberi, Yahudilerden benimle anlaşmış beşyüz kişi vardır. Benimle düşmana karşı onlarıda sefere çıkmak isterler gördüm» dedi. Bu Ayet bunun üzerine indi. [178]
Ebulkasım Hibetüllâha göre, bu ayetin “Kâfirlerden gelecek bir tehlike sebebiyle onlarla dost olmaya izin veren» kısmın ihtiva ettiği hüküm “kılıç Ayetiyle» Yâni, kâfirleri bulduğunuz yerde öldürün, emri ile neshedilmiş bulunuyor. Fakat kuvvetli bir mesnede dayanmıyor. Tefsirciler ise, “Kâfirlerin hakim oldukları yerlerde, kalpden olmamak şartıyle ve şerlerinden korunmak kasdiyle, onlarla mu'minler, görünürde dostluk kurabilirler» diyorlar.[179]
Tefsircilere katılmamak mümkün değil. Zira bu gibi, dost görünmeler, bir nevi harp hilesidir. Nitekim Peygamberimiz “Elharbu hud'atün» buyurarak Müslümanlara» “harbin düşmanı önce aldatmak olduğunu» anlatmak istemiştir. Esasen Kâfirlerle kurulacak gayri samimi dostluklar, vakit kazanmaya imkân veren pasif savaşın bir çeşidinden başkası değildir.
27- “Ey iman edenler, Allâhu Taâlâdan nasıl korkmak lazımsa öyle korkun. Sakın siz “müslümanlar olmaktan», başka (durumda) ölmeyin» [180]
Ayeti Kerime inince Müslümanlar “Allâhu Taâlâdan nasıl korkmak lazım?» diye sordular. Peygamberimiz Efendimiz cevaben,
- Allah'a itaat edip isyan etmemek, onu zikredip unutmamak, onun verdiklerine şükredip küfrani ni'mette bulunmamaktır» buyurdu.
Fakat Müslümanlar, buna hakkıyle tahammülleri olmaz, diye çok korktular. Yine Resülüllâha müracaat edip endişelerini bildirdiler. Peygamberimiz bu sefer onlara,
- Yahudiler gibi, işittik ama takatimiz yok demeyin, ancak işittik itaat edeceğiz deyin» buyurdu.[181]
Müslümanlar, uyuduklarında veya başka bir işle meşgul olduklarında ellerinde olmadığı halde, Allâhu Taâlâyı unutup zikredemeyeceklerini düşünerek endişe ediyorlardı. Bu sırada, meali altta yazılı ayeti Kerime indi : [182]
“O halde gücünüz yettiği kadar Allâh'dan korkun (emirlerini) dinleyin, itaat edin, harcamanızı hayra yapın... » [183]
Böylece “Allâh'dan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun» şeklinde olan Kur'an emri “gücünüz yettiği kadar Allâh'dan korkun» hükmüyle neshedilerek hafifletilmiş, Müslümanlar rahatlamışlardır.
28- “Yemin ederim, siz mallarınız ve nefisleriniz hususunda imtihan olunacaksınız. Gerek sizden önce kitap verilenlerden ve gerek putperestlerden, çok incitici sözler işiteceksiniz. Şayet sabreder, sakınırsanız, muhakkak bu, olaylara karşı (gösterilecek) azm (kasdsebat) dendir» [184]
Bu Ayeti Kerime, Müslümanlara henüz savaşma emri gelmemişti ki onlara, kâfirlerin yapacakları çeşitli eziyetlere karşı sabır tavsiye etmekte ve zaferi, sabırla elde edeceklerine işaret buyurmaktaydı.
Sonra bu hükmü nesneden şu Ayeti Kerime indi, savaş emredildi. [185]
“Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri, haram tanımayan, hak Dinî din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.»[186][187]
29- “Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara, -azından da olsa çoğundan da- hisse olarak (bu) farz kılındı. » [188]
“Miras taksim olunurken (mirasçı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullarda hazır bulunursa, kendilerini ondan rızıklandırın, onlara güzel sözler de söyleyin» [189]Tefsircilerin haber verdiklerine göre, Ensardan Sabitin oğlu Evs vefat edince Kehe adında bir karısı, üç kızı kaldı. Fakat ölenin amcaoğlu olan iki zat ki, adları Süveyd te Arefceydi. Bunlar, ölenin bütün mallarını almışlar, ne kadına ve ne de, çocuklara hiç bir şey vermemişlerdi. Çünkü cahiliyette kadına ve çocuklara mirastan bir şey verilmezdi, isterse çocuklar erkek olsun, yine verilmezdi. Ancak büyüklerden harp eden, ganimet alan, ata binenlere mirastan verilirdi.
Kehe Resülüllâha gelip, şu şikâyette bulundu :
- Ya Resülüllâh, kocam Evs vefat etti, bana üç kız çocuk bıraktı onlara yedirecek bir şeyim yok. Halbuki babaları Evs, iyi bir mal da bıraktı. Ama bu malları, Evsin amcası oğulları zabtettî, ne bana ve ne de çocuklara bir şey vermediler, kup kuru bir hücrede kaldım.
Peygamber Efendimiz o iki kişiyi çağırıp sorunca onlar da,
- Ya Resülüllâh, o kadının çocukları ata binemez, ganimet taşıyamaz, düşmanla savaşamazlar, diyerek cahiliyetten kalma usul gereğince ellerindeki malları iade etmek istememişlerdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz onlara şöyle buyurmuştu ;
- Bu hususta Allah'ın bir emri gelinciye kadar şimdilik gidin.
Bu olaydan sonradır ki, mealleri üstte yazılan ayetler (Nisa : 7, 8) indi. Ancak şu var ki bu ayetlerde, varislerden kime ne mikdar hissenin verileceği beyan buyurulmamıştı. Daha sonra gelen ve meali altta yazılan Miras ayetleriyle bu ayetler nesholmuş, hangi varisin ne kadar hisse alacağı beyan buyurulmuştur. Bu hususta Hz. Cabir (r.d.) şöyle der :
“- Resülüllâh ile Ebubekir, Beni Selemede geziyorlardı, hastayken beni ziyarete geldiler, aklım gitmiş olarak beni buldular. Resülüllâh su istedi ve abdest aldığı sudan üzerime serpti, ayıldım. Sonra Resülüllâha, malım hakkında ne gibi hareket edeyim, dedim. Ondan sonra (meali altta yazılı ve) -Yûsîkümullâh- diye başlayan (miras) Ayeti nazil oldu» Bu Hadîsi Buharı, İbrahim Bini Musâdan, o da, Hişamdan rivayet etmiştir. Müslim ise bunu, Muhammed Bini Hatem ile Sabahtan, onlar da, İbni Cüreycden rivayet etmişlerdir. [190]
“Allâhu Taâlâ, size tavsiye (emr) eder(ki) evlatlarınız hakkında erkeğe, iki dişinin payı mikdarıdır. Fakat onlar, ikiden fazla dişiler ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlat) bir tek ise, o zaman, (terikenin) yarısı onundur. (ölenin) çocuğu varsa, ana ve babadan her birine terikenin altıda biri (verilir) ölenin çocuğu yoksa da, ona ana ve babası mirasçı olduysa, üçte biri anasınındır. (geri kalanı babanın) Ölenin kardeşleri varsa,o vakit altıda biri anasınındır. (kalan babanındır. Ama bu taksim) ölünün vasiyetinin yerine getirilmesinden, borcunun ödenmesinden sonra (kalan için) dır. Size babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size daha yakın olduğunu bilmezsiniz, (bu hükümler) Allah'tan birer farızedir. Şüphesiz ki Allah hakkiyle bilicidir, tek hüküm ve hikmet sahibidir.» [191]
Görüldüğü üzere, bu Miras Ayetinin getirdiği hükümler, her varisin hissesini tesbit etmek suretiyle, yukarda mealleri yazılmış olan (Nisa 7, 8) ayet hükümlerin neshetmiş bulunmaktadırlar.
Bir kısım tefsirciler, meali yazılan (Nisa 8) ayetin neshedilmediğine, Esasen bu hükümlerin mecburî olmadığına kanîdirler. [192]
Bu konuda Abdullah İbni Abbas (r.d.) şöyle der :
İnsanlar (Nisa 8. ayete işaretle) bu ayetin neshedilmiş olduğunu söylerler. Vallahi öyle değildir. Ancak insanlar, bu ayetin tavsiyelerine böylece ihanet etmişlerdir. Halbu ki gerekli olan, şu iki hareketten birisini yapmaktır. Kendisine mirastan mal kalan kimse, hazır buluna nakraba, yetim ve yoksullara bâzı şeyler verir. Kendine mal kalmayan kimse ise onlara, münasip bir dille “size verecek bir şeye sahip olamadım» der. [193]
30- “Arkalarında aciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde, onlara karşı (ne olacaklar? diye) endişe edenler (onların himayesi için tedbir almamaktan dolayı) Allâh'dan korksunlar, doğruyu söylesinler» [194]
Meali yazılan bu ayet, aciz ve küçükler hakkında alınacak tedbirin takdirini, onların zarara uğramasından korkan kimselere bırakıyor, başka bir yol göstermiyordu. Mealini altta yazdığımız ayet ise, bir uzlaşma yolu göstererek, üstte meali yazılan ayeti kerimenin hükmünü nesih yoluyla genişletmiştir. [195]
“Kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden, yahut günaha gireceğinden korkarak (ilgililerin) aralarını sulhederse, ona günah yoktur. Şüphesiz Allah mağfiret edici, bihakkın esirgeyicidir.» [196]
31- “O kimseler ki yetim mallarını zulümle yerler, ancak karınlarının dolusu ateş yemiş olurlar. Onlar, alevli ateşe gireceklerdir.» [197]
Bu ayeti Kerime inince Müslümanlar, yetimlerin mallarını kendi mallarından ayırmışlarsa da yetimler, yine de zarar görmüşlerdi. [198]
Mukatil Bini Hayyan der ki,
- Gatfandan Mırsat Bini Zeyd, kardeşinin veliliğini yaptığı yetim çocuğunun malını yemişti. Bunun üzerine meali yazılı Nisa Sûresinin 10. ayeti indi. [199]
Gerek Nisa Sûresinin 10. Ayeti ve gerekse İsra Sûresinin meali Kerimi.
“Yetimin, erginlik çağına gelinciye kadar, malına yaklaşmayın. Meğer ki bu (yaklaşma) en iyi bir suretle ola.»
Olan Ayeti Kerimeleri karşısında müslümanlar, yetim mallarından ziyadesiyle kaçınır olmuşlardı. Mallarını yetimlerin mallarından ayırmışlar, hatta yetimler için ayrıca yemek pişirmeye başlamışlardı. Yetimler için hazırlanan yemeklerin artanlarını ise döküp heder ediyorlardı. [200]
Bakara Sûresinin altta meali yazılı ayeti inince, yetimlere ait diğer hükümler, nesh yoluyla kaldırılarak hafifletilmiş ve bundan sonradır ki müslümanlar, yetimlerle kardeşleri gibi oturup yemeye başlamışlar, mallarını da kendi mallarıyla birleştirmişlerdir.
“Bir de sana yetimlerden soruyorlar. De ki onları yararlı bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız, onlar sizin (din) kardeşlerinizdir. Allah (onların) iyiliğine çalışanlarla, fesat yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.» [201]
32- “Kadınlarınızdan fuhşu irtikâbedenlere karşı, içinizden dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, ölüncüye yahut Allah onlara bir yol açıncıya kadar onları evlerde tutun.» [202]
“Sizden fuhşu itikâbedenlerin her ikisine de (hakaret edici şekilde) eziyet edin. Eğer tevbe edip uslanırlarsa, artık onlardan vaz geçin. Çünkü Allah, tevbeleri en çok kabul eden, en çok esirgeyendir.» [203]
Kur'anın 24 yerinde geçen “fuhuş» kelimesi lugatta, çirkin iş veya meşru olan sınırı geçmek anlamındadır. Bu iki ayet meallerindeki “fuhuş» zina demektir. Bu durumdan anlaşıldığına göre, İslâmiyetin ilk zamanlarında, yalnız zina ettiği dört şahitle sabit olan evli kadınlara ceza verilirdi. Çünkü bu ayette, zina eden erkek hakkında bir işaret yoktu.
İkinci ayet (Nisa 16) mealinden de şunu anlıyoruz ki, zina eden her çifte eziyet edilmesi emredilnıektedir. Bu eziyetin hakaretli sözlerle veya kendilerine ayakkabılar atmakla yapıldığı Hz. Abbas (r.d.) tan rivayet edilmiştir.
Çok çeşit cezaların çok ehven olduğu görülse bile, haddi zatında bunun çok ağır olduğu muhakkatır. Zira bir cemiyet içinde, onun fertlerinden birisi eğer, oturacak bir meclis bulamaz veya gördüğü herkesten hakaret işitirse, o kimse için bu çeşit ceza, ölümle bir demektri, meğer ki tevbe ederler.
Bununla beraber, ikinci ayet mealinde emredilen bu cezanın, livatada bulunanlar için indiği rivayeti de vardır. [204]
Bu vesile ile, livata hakkındaki ceza şekillerinden de bahsetmek isteriz. Livatada bulunanlara verilecek cezalar, müçte-hitlerin görüşlerine göre değişmektedir. İmam Malik, tmam Ahmed ve İmam Şafiîye göre, livatada bulunan her iki erkeği de katletmek lazımdır. Ancak bu öldürmenin şekli üzerinde ayrı ayrı görüşlere sahiptirler. İmam Ahmed, taş atmak suretiyle recmedilerek, Malikiler, yüksek bir yerden başaşağı yere atarak öldürme içtihadındadırlar.
Hanefi imamları, livatanın çok şeni bir suç olduğunu kabul etmekte, ancak öldürülmeleri cihetine gitmemektedirler. Bununla beraber tâzir cezalarından en ağırının, değnekle tatbik edilmesine taraftardırlar. [205]
Yine Hanefilere göre, livatayı adet haline getirenlerin, siyaseten öldürülmeleri de caizdir. [206]
Mealleri yukarda yazılı ayetlerden (Nisa 15) ayetin, hükmü altta yazılı (Nur 2) ayetle neshedildiği görüşünde ihtilaf yoktur. Ancak (Nisa 16) ayetindeki cezanın livata için indiğine kail olanlar, bunun neshedilmediği inancındadırlar. Ama bunun dışında kalan diğerleri, Nisa sûresinin 15 ve 16. ayetlerinin her ikisinin de, Nur Sûresinin ikinci ayetiyle hükümden kalktığına kanidirler.
“Zina eden kadınla, zina eden erkekler her birisine, yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanıyorsanız, bunlara (karşı) acıma duygunuz sizi tutmasın. Mu'minlerden bir taife de, tatbik edilen (bu) azaba şahid olsun». [207]
Ubade Bini Sarnit (r.d.) bu ayetin inişine dair şunu rivayet etmiştir :
Allah'ın Resulüne Vahy gelince, mübarek yüzü değişir, sıkıntılı bir hal alırdı. Bir günü onun çehresi yine değişmiş ve ayni hale girmişti. Sonra bu ağırlık onun üzerinden kalktığında dedi ki :
“- Benden alın, benden alın. Zina eden kadınlara Allah yolu açtı. Bekâr erkeklerle bakire kadınlara (zina edenlere) yüzer değnek, bir yıl da sürgün. Dul erkek ile dul kadınlara (zina edenlere) yüzer değnek ve recim.»
Bu hadîsi Müslim, Ebudavud ve Tirmizi de kaydederler. [208]
Gerçi Peygamber Efendimiz, zina eden dullara, hem yüzer değnek, hem de recm cezasının verileceğini beyan buyurmuşlarsa da, uygulamalarda, yalnız recmi tatbik etmişler, yüz değenek cezadan vaz geçmişlerdir.
Bununla beraber Hz. Ali (r.d.) zina eden Şuraha adındaki bir kadına, Çarşanba günü yüz değenek vurmuş, Cuma günü ise, onu recmettirmiştir. Sonra bu katmerli cezayı uygulamasının sebebini şöyle açıklar :
- Ben onu, Allah'ın kitabına uyarak yüz değnek vurmakla, Resülüllâh'ın sünnetine uyarak recmetmekle cezalandırdım.
Ebu Hanife, İmam Mâlik ve İmam Şafiî, recmin uygulamasına, başka bir cezanın ilavesi aleyhindedirler. Yalnız İmam Ahmed, her iki cezanında uygulanmasının gerektiği içtihadındadır. [209]
“Onlar (cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuşla gelirlerse, onların üzerine, hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısıdır.» [210]Para ile satın alınmış cariyeler için bu durumda verilecek cezanın elli değnek olduğu bu ayetle tesbit edilmiş oluyor. Bu ceza, evlendikleri takdirde veriliyor. Evli olmayanlar için yalnız tâzir cezasının verileceği, yüz değnek cezasının verilemiyeceği içtihadında olanlar da vardır. Sâtınalınmış erkek kölelere de, cariyelere kıyasla elli değenek ceza uygulanır. Recmin cariyelere veya kölelere tatbiki cihetine gidilememektedir. Zira, bunlara verilecek zina cezası, hürriyetine sahip kimselere verilen cezanın yarısıdır. Halbu ki recinin uygulanması, ölümle sonuçlanmaktadır ki bunun yarısı olmaz. Bu sebeple recmin cariye veya kölelere uygulanmamasındaki içtihat çoğunluktadır. [211] Cariyelik ve kölelik müesseseleri tarihe karışmış olduğu için konuyu uzatmaya lüzum görmüyoruz.
Nur Sûresi (ayet 2) nin mealinde de ifade edildiği üzere, zina eden bütün kadın ve erkeklere 100 er değenek ceza verilmesi emrolunmaktadır. Tabidir ki buna, cariye ve köleler de -ayırt edilmediğine göre- dahildir. Ama meali yazılan Nisa Sûresinin 25. ayeti ise, cariye ve kölelere bu cezanın yarısının verilmesi emredilmiş bulunuyor.
Bu durumu dikkata alan bir kısım Ulemâ, cariyelere zina ettiklerinde yarım ceza verilmesini emreden ayetin (Nisa 25) yüz değenek ceza veren ayeti neshettiğine ve böylece cariyelerin zina ettiklerinde cezalarının elli değeneğe indirildiğine kaildirler. Esasen Cumhuri Ulema, cariye ve kölelere elli değenekten fazla ceza verilemeyeceğinde müttefiktirler, [212]
Zina eden dul veya evlilere Recmin tatbikine dair Mushafımızda her hangi bir ayet bulunmamaktadır. Ancak Peygamber Efendimizin bu cezayı bir kaç defa tatbik ettiğinin tevatüren sabit olduğu gözönüne alınarak Recmin, Peygamberimize gelen bir vahyile icra edildiği ve bu sebeple Sünneti seniyyeden olduğu kanaati çoğunluktadır. Nitekim Recm cezası, halifelerce tatbik edile gelmiştir. Ama şu da var ki, Recm hakkında, sonradan metni kalkan ve fakat Recme ait hükmü kalan bir ayetin indiğini israrla iddia edenler de vardır.
Bu husustaki geniş malumatı, eserimizin geçen “Hükmü bakı, metni neshedilen ayetler» bölümünde vermişizdir.
Yine bu Hadisi Şerifte, zina eden bekârlara yüzer değnek vurulduktan sonra, ayrıca bir de bir yıl sürgün cezasının verilmesi emrediliyor. İmamı Ebu Hanifeye göre sürgün cezası, memleketi idare eden İmamın takdirine kalmış bir keyfiyettir, İmam bunu isterse uygulamaz. Fakat nıüçtehit imamlar, bu sürgün cezasının da uygulanması içtihadındadırlar. [213]
Buharı ve Müslim, İbni Ömer (r.d.) den şunu rivayet ederler.
Yahudiler, zina halinde yakaladıkları bir çifti alıp Peygamber Efendimize getirmişlerdi. Peygamberimiz onlara “kitabınızda bu hususta ne buldunuz» der. Onlar da» kitabımıza göre zina edenlerin yüzlerini karaya boyar, rusvay ederiz» derler. Resülüllâh ta onlara “Yalan söylüyorsunuz. Tevratta Recm vardır. Eğer doğru söylüyorsanız, getirin Tevratı okuyun» buyurur. Yahudiler de Tevrat okuyan birisini getirip okuturlar. Ancak okuyan, bir yeri eliyle örter. Resülüllâh onun elin kaldırtınca, Recme ait olan hüküm ortaya çıkar. Bunun üzerine Yahudiler “Evet Ya Muhammed, Tevratta' Recm vardır, ancak biz bu cezayı aramızda gizli tutuyorduk» derler.
Bu durum karşısında Yüce Peygamberimiz, zina eden bu çiftin Recmedilmesini emreder. [214]
Bu recm hadisesini Berrâ Bini Azip, şöyle rivayet eder: Yüzü karaya boyanmış ve kırbaçlanmış bir Yahudi Resülüllâha getirilmiş. Yahudilere Resülüllâh, “siz kitabınızda Zina Cezasını bu çeşit mi buldunuz?» buyurur. Onlar da, evet derler. Peygamberimiz, Yahudi âlimlerinden birini çağırıp» sizi Tevratı Musaya gönderen Allâha yemine dâ'vet ediyorum. Kitabınızda zinanın cezası böyle midir?» buyurur.
Yahudi de, hayır, dedikten sonra sözüne devamla “eğer bana yemin verdîrmeseydin, recin cezasını haber vermiyecektim. İşin aslı şu. Bizim ileri gelenlerimiz arasında zina çoğalmıştı. Bunlara recmi tatbik etmez olduk. Ama fakirlere zayıflara bu cezayı uyguluyorduk. Bu da adalete uygun gelmiyordu. Düşündük taşındık, bunun ortasını bulalım ve herkese uygulayalım dedik, bu gördüğün cezayı kabule mutabık kaldık.
Bunun üzerine Resülüllâh “Ey Allah'ım, öldükten sonra senin emrini ilk dirilten ben oldum» buyurduktan sonra o yahudinin recmini emreder. [215]
Yahudilere tatbik edilen recm, Tevrat hükümlerine göreydi. Bu sebeple zina cezalarının yalnız müslümanlara tatbik edileceği kanaatında olanlar, bu hadiseleri, yâni Yahudilere uygulanan cezalarda, Peygamberimizin Tevratta ki tatbikatı titizlikle aramış olmasını delil göstermektedirler. Hanefî mezhebine göre, gayri müslimlere, recm cezası, celdeye, yâni yüzer değnek cezaya tahvil edilir. Şafii ve Hanbelilere göre, recm, aynen onlara da uygulanır. [216]
Zina cezaları, çok ağır oldukları için dört erkek şahitle isbatı gereken cezalardır. Zinayi irtikâbeden, eğer dört ayrı yerde veya ayni yerde, dört defa çıkıp girdikten sonra “ben zina suçu işledim» diye itirafta bulunursa zina suçu sabit olmuş sayılır, ceza uygulanır.
Dört şahidin de, zina fîli işlenirken, erkek tenasül aletinin, kadının tenasül yerine girmiş olduğunu görmüş olmaları ve şahitlerin bu husustaki görgülerinde, dördünün de ayni şekilde şahitlik etmeleri şarttır. Birinin şüphe uyandıran ifadesi, diğerlerinin şahitliklerinin yalan sayılması sonucunu doğurur. Bu takdirde de, o üç şahide, seksener değnek “tâ'zir» cezası uygulanır. Zira Nur Sûresinin 4. Ayetinde :
“Namuslu kadınlara (zina yaptı dîye) iftira atan, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun, onların şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin, onlar fasıkların tâ kendileridir.» buyurulmak tadır.
Gerçi Ayette “namuslu kadınlara iftira atan» deniyorsa da iftira edilenin erkek olması “kazf» cezasının uygulanmasına engel olmaz.
Zira müctehitlerin içtihadı bu yoldadır. Esasen Hz. Ömerin de ayni şekildeki bir uygulaması mevcuttur. Bu hususu îbni Arabî “Ahkâmul Kur'an» kitabında şöyle ifade eder :
Basrada vali olan Muğire Bini Şu'be, konuştuğu ve fakat nefret ettiği Ebubekre adında birisiyle komşudur. Her ikisinin oturdukları evlerinin arasından bir yol geçmekteyse de, oturdukları odaların pencerelerinden, odalarının içi gözükmektedir. Yalnız şu var ki, her iki pencerede de birer bez perde asılmaktadır.
Bir gün Ebubekre, evine gelen müsafirleriyle otururken, esen bir rüzgâr pencerelerdeki perdeleri kaldırınca Ebubekre, Muğirenin bir kadınla zina ettiğini görür ve evindeki müsafirlerine de gösterir. Müsafirler kadının kim olduğunu sorarlar. Ebubekre de kadının, Erkanım kızı Ümmücemile olduğunu söyler. Bu kadın ayni zamanda basra eşrafının aşüftesi diye de tanınan bir kadındı. O zamanlarda daha başka böyle kadınlarda vardı.
Daha sonra namaza çıkan Muğirenin karşısına dikilen Ebubekre, sen bizimle namaz kılamazsın, diyerek onu camiye sokmaz ve keyfiyeti de bir mektupla Halife Hz. Ömere (r.d.) bildirir.
Hz. Ömer (r.d.) işi yerinde incelemek üzere Ebu Musal Eş'arîyi (r.d.) vazifelendirir. Basraya gelen Eş'arî (r.d.) ihbarda bulunan Ebubekreyi, şahit olan Nafî Bini Kelde ile Şıbel Bini Ma'bed ve Zeyyadı, sanık olarak ta Muğireyi alıp Halifenin huzuruna getirir. Kendini müdafaa eden Muğire şöyle der :
- Ey Müminlerin Emiri şunlara sor ki beni önden mi gördüler yoksa arkadan mı? Eğer beni ön taraftan görmüşlerse, nasıl olmuşta ben perdeyi örtmedim? Arkamdan görmüşlerse, kadını nasıl tanıdılar? Allah'a (c.c.) yemin ederim ki o, benim zevcemdi ki Ümmücemileye de benzer.
Muhbir Ebubekre ifadesine, Muğireyi arkadan gördüğünü, bir ara kadının başını kaldırmasiyle onu tanıdığını, söyler. Diğer iki şahit de ayni ifadede bulundular. Üçüncü şahit Zeyyad ise, Muğireyi kadının bacakları arasında otururken, iki boyalı ayağı da havada sallanırken ve çıplak bir şekilde gördüğünü söyler. Ancak Hz. Ömerin (r.d.) “erkek penisinin, kadının vajinasına girdiğini de gördün mü?» sorusuna ise “hayır» cevabı vermiş ve üstte kadını da tanımadığını ve ancak Umü Cemile benzediğini ifade etmişti. Bunun üzerine Halife, bu son şahit hariç, diğer iki şahitle muhbir Ebubekreyt “kazf» cezası olarak 80 er değnek vurdurmuştur. [217]
Hz. Ömerin bu adil hükmüne sebep, muhbirin kendisinden başka, ayrıca dört şahit getirememesi, ayni zamanda dinlenen iki şahidin ifadelerinde, aynen muhbir gibi konuşmaları ve şüphe uyandırmalarıdır. [218]
Bu uygulamalardan meşhur olan ikisini buraya alıyoruz : Bunlardan birisi Maiz adındaki bir erkeğe, diğeri ise, Gamidiye adında bir kadına tatbik edilmiş Recm cezaalrıdır. Her ikisi de, işledikleri zinayı Peygamber Efendimizin huzurlarında itiraf etmişlerdir. [219]
Hezzai Bini Na'imin himayesinde yetim olarak büyüyen Maiz Bini Malikil Eslemî bir zina suçu işlemişti. Hezzaî ona “Resülüllâha git bu suçunu anlat, olur ki senin suçunu affettirir» der. O da Resülüllâhı gidip mescitte görür ve “Ya Resülüllâh, ben zina ettim» der. Peygamberimiz de “yazık sana git tevbe istiğfar et» buyurur ve başını çevirir. Bu defa Maiz, Peygamberin yüzünü dönderdiği tarafa döner ve “Yaresülallâh ben zina ettim» der. Hasılı bu minval üzere suçlu Daiz, üç defa “ben zina ettim» sözünü tekrarlar. Bunun üzerine orada bulunan Hz. Ebubekir Maiza “bir defa daha, ben zina ettim,» dersen Resülüllâh seni recmeder» diyerek uyarmışsa da, Maiz dinlememiş ve dördüncü defa “ben zina ettim, beni temizle» demiştir.
Bundan sonra Peygamber Efendimizin sorguları ve Maizin cevapları şu şekilde geçer. Resülüllâh, Maiza sorar:
- Olurki öpümüşsün, yahut çımdıklamışsın ve ya bakmışsındır.
- Hayır.
- İkiniz yanlaırınzı yere koyup yattınız mı?
- Evet.
- Zinaya mübaşeretinde kadına hakim miydin?
- Evet.
- Onunla zina yaptın mı?
- Evet.
- Kamışı kadına soktun mu?
- Evet.
- Tenasül aletin temamen kadınınkinde gayboldu mu?
- Evet.
- Kühül milnin kabındayken, koğa kuyudayken olduğu gibi mi?
- Evet.
- Zinayı bilir misin?
- Evet, bir kimsenin nikâhlısı olmayan bir kadınla bu işi yapması haram, kendi nikâhlısı ile yapması helaldir.
- Nikâhlı karın oldu mu?
- Evet.
Bu defa Resülüllâh, sanığı tanıyanlara Maizin deli olup olmadığını sormuş, deli olmadığını söylemişler. Tekrar Resülüllâh, Maizin şarap içip içmediğini sormuş. Bunun üzerine birisi ağzını koklamış, şarap içmediğini bildirmiş. Bundan sonra, Resülüllâh, Maizi teşvik edip gönderen onu bu duruma düşüren Hezzal'a “elbiselerinle bunu örtseydin daha hayırlı bir iş yapardın» buyurmuş, sonrada sanığın recmini emretmiştir.
Recm için Medine'nin dışında bir yere Maizi getirip, bele kadar toprağa gömdükten sonra taşlamaya başlamışlar. İlk taşların acısını duyunca, olanca sesiyle “benim adamların beni ölüme götürdüler, beni Resülüllâha götürün» diye yalvarmış, Fakat hiç bir şey fayda vermemiş, Maiz, taşlarla linç edilmişti. Onun bu yalvarışını Resülüllâha haber verdiklerinde, Alemlere rahmet için gelen ulu Peygamber “niye bırakmadınız, olur ki tevbe ederdi ve Allah da tevbesini kabul ederdi» buyurmuşlardır.
Buharinin Hz. Cabirden naklettiği rivayete göre, Maiz recmle ölünce Peygamberimiz ona dua etmiş onun için hayırlı konuşmuştu. Müslimin ise Büreydeden naklettiğine göre, Peygamberimiz, “Maiz için istiğfar edin, o öyle bir tevbe etti ki, bütün ümmete yeter» buyurmuştur. [220]
Sahihi Müslimde rivayet edilmiştir ki :
Gamidiye adında bir kadm, Resülüllâha gelerek “Ya Resülüllâh ben zina işledim, beni temizle» der. Peygamberimiz onu geri çevirir. Ertesi günü kadın tekrar ve “Ya Resülüllâh beni niçin reddediyorsun? sanırım beni de Maizi reddettiğin gibi reddediyorsun. Allah'a yemin ederim ki ben, zinadan hamileyim» der. Peygamber Efendimiz bu sefer “Öyleyse şimdi git, çocuğun doğunca gel» diye buyururlar.
Kadın doğumu yapınca, bir bez parçasına sarılı çocuğuyla tekrar gelip “Ya Resülüllâh, işte doğurduğum çocuk» der. Bu sefer Peygamberimiz ona “şimdi de git çocuğunu emzir» buyurur. Çocuk sütten kesilince kadın, elinde bir parça ekmek bulunan çocuğiyle tekrar gelip “işte sütten kesilen çocuğum, ekmek de yiyor» der. Peygamber Efendimiz, çocuğu sahabîlerden birisine teslim ettikden sonra, kadının göksüne kadar gömülerek recmedilmesini emir buyurur.
Recm esnasında Halid İbni Velide, atılan taşlar sebebiyle kan sıçrayınca, bundan canı sıkılan bu ulu sahabî, kadına hakaretli sözler söylemişti. Bu sözleri duyan Peygamber Efendimiz “Ya Halid, seni böyle konuşmaktan menederim. Bütün varlığım elinde olan Allah'a yeminederim ki bu kadıın, öyle bir tevbe etti ki, bütün günahkârlara yeter» buyurur. Müslim, Ümrandan şunu da rivayet eder: Recmedilen bu kadının namazının kılınıp kılınmayacâğını Hz. Ömer Efendimizden sorar. Peygamberimiz cevaben “Ya Ömer, O öyle tevbe etti ki, taksim olsa, Mekke ve Medinelilere yeter» buyurur. [221]
33- “Kötülükleri israrla işleyip de ölüm geldiği vakit -ben şimdi tevbe ettim- diyeninki tevbe değil, kâfir olarak ölenlerinki de değil. Onlar, haklarında çok acıklı azabı hazırladığımız kimselerdir.» [222]Bu ayet mealinde geçen “kötülükleri ısrarla işleyip de ölüm hali geldiğinde -ben şimdi tevbe ettim- diyenin ki tevbe değildir» şeklindeki hükmün, meali altta yazılı ayetle neshedilip kaldırıldığına inanan din alimleri de vardır. [223]
“Muhakkak kî Allah, kendisine ortak tanıyanı afvetmez. Ondan başka günahları, dileyeceği kimse için afveder...»[224]
34- “Meşru kazancınızla (esir alarak veya satın alarak) sahip olduğunuz kadınlar (cariyeler) dışında kalan (nesep, hısımlık ve süt sebebiyle mahreminiz olan kadınlar gibi) müslüman kocalı kadınlarla da (nikâhlanmanız size) yasak edildi Bunlar (yasaklar) Allah'ın üzerinize yazdığı (farzı)dır. Bunlardan gayrı (kadınlar) ise, namuslu ve zinaya sapmamışlar halinde (yaşamak niyetiyle) malarınızla (mehir vererek veya esir alarak bulacağınız kadınlar) arayıp faydalanmanız için size helal kılındı. O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız, ücretlerini farz olarak takdir edildiği şekilde verin. O ücretin miktarını belli ettikten sonra, aranızda gönül hoşluğuyla uyuştuğunuz mikdar hakkında size bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah, hakkıyle bilicidir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.» [225]
Mealinden de anlaşılacağı üzere bu ayeti Kerime, Muta nikâhını, yâni, muvakkat bir zaman için bir kadınla anlaşıp evlenmeyi, çok kısa bir müddet içinde bâzı savaş zaruretleri dolaysile mubah kılmıştı. Bilindiği üzere bu müsaade, aşağıda görüleceği üzere diğer ayetlerle kalkmıştır. [226]
Bu konuda eshaptan Eba Siad Elhudrî (r.d.) şöyle der: Huneyn savaşı seferdinde, Evtasa da bir ordu gönderilmişti. Bu ordu karşılaştığı düşmanla vuruşmuş ve galip gelerek bir çok esir almıştı. Bu esirler arasında kocaları müşrik olan kadınlar da vardı. Kocalı bu kadınlara, sahib olmayı çirkin görüyorduk. Durumu Hz. Peygambere sorunca Bu ayeti kerime (Nisa; 24) indiğinde biz de o kadınlarla halalinden karı-koca olduk. [227]
Bu konuda merhum M. Mekkî de (Ö. 1059) de şunları yazar :
Nisa Sûresinin 24. ayeti indiğinde Hz. Peygamber Aleyhisselam, üç gün için geçici evliliği mubah görmüştü. O sıra geçici evlilik isteyen bir erkek kadına şu teklifte bulunurdu:
- Şu kadar müddetle ve şu kadar ücret mukabilinde seninle evlenmek istiyorum. Şu şartla ki aramızda şahitli nikâh ve talak olmayacağı gibi, ölüm halinde miras da söz konusu olmayacaktır. Kabul ediyor musun?
Eğer kadın bu teklifi kabul ederse “muta» denen geçici evlilik başlamış olurdu. Fakat Nikâhta şahit bulundurulmasını, mehir takdırını ve boşama hakkını erkeğe veren ayetlerle, ölüm halinde karı-koca arasında miras hakkının kabulünü emreden ayetler inince, bu çeşit birleşmeleri Allah, neshedip kaldırdı.
Merhum alim ayrıca bu malûmatı, Hz. Ayişeden, İbni Abbastan, Urveden ve Müseyyipden (r.d.) gelen rivayetlerden edindiğini de ilave etmektedir. [228]
Merhum Hibetüllâh (Ö. 1032) ise şunları yazmıştır: Bir savaş esnasında askerlerden bir kısmı, kadınsızlıktan şikâyet etmeğe başlamışlardı. Durumu haber alan Hz. Peygamber Aleyhisselam onlara,
- Esir aldığınız şu kadınlardan faydalanın diye buyurmuştu. Ama vakta ki Hayber alındı, geçici evlenme ve eşek etini Allah'ın elçisi haram diyerek şu beyanlarıyla yasakladı:
- Ben size, geçici bir zaman için geçici evlenmeyi mubah görmüştüm Ama şunu iyi bilin ki Allah ve onun elçisi, bundan sonra onu size haram kılmışlardır. Sözlerimi iyi dinleyip şahit olun ve işitmeyenlere bu söylediklerimi ulaştırın. [229]
Meşhur allame İbni Rüşt (Ö. 1217) konuyu şöyle anlatır:
Geçici evlenme, bâzılarına göre Hayber günü, bâzılarına göre Mekke'nin fethinde, bâzılarına göre Tebük gazasında, bâzılarına göre Evtas savaşı sırasında yasaklanmıştır. Bununla beraber, geçici evliliğin yasaklanmış olmasında bütün müctehitler ittifak halindedir. Yalnız vaktiyle İbni Abbasın (r.d.) nakledilen bir rivayetine inanan bir kısım Mekkeli ve Yemenliler, geçici evliliğin mubah olduğu inancına kapılmışlardır. Onlara göre İbni Abbas (r.d.) İbni Cüreyce ile Amr İbni Dinara şunları söylemiş :
“- Geçici nikâh, Muhammed (a.s.) ümmetini zinadan korumak için bir rahmetdi. Eğer Ömer bunu yasaklamasaydı, kimse zina yapmak zorunda kalmazdı.»
Ata da, Cabir İbni Abdullah'tan şunu işittim demiştir :
“Resülüllâh'ın zamanında, Ebu Bekirin hilafetinde, hatta Ömerin hilâfetinin yarısına kadar, geçici nikâhtan faydalandık. Sonra Ömer, insanlara bunu yasakladı. [230]
İbni İdris Eşşafiîye göre, geçici evliliğe ait hüküm, Müminûn Sûresinin 5, 6, 7. ayetleriyle kaldırılmıştır. [231]
Eşşâfıînin bu görüşüne katılamıyoruz. Çünkü nesh edici diye gösterdiği ayetler, Mekkede inen Müminûn Sûresindedirler. Halbu ki; Nisa Sûresi ise, Medinede inmiştir. Önce inmiş bir ayetin veya âyetlerin, sonradan inen her hangi bir ayeti neshedip hükmünü kaldırması sözkonusu olamaz.
Geçici evliliği mubah saydığına dair İbni Abbastan (r.d.) rivayet edilen sözlerin, uydurma olduğu kanaatini veren, yine İbni Abbasa ait olan şu rivayeti de yazalım :
“Geçici evlilik, Talak Sûresinin 1. ayetiyle neshedilmiştir. Zira bunda, (mûtada) boşama veya boşanmaya ait herhangi bir şart yoktu.» [232]
“Ey Peygamber, kadınları boşayacağmız vakit aybaşı görme hallerine doğru boşayın. O iddeti (aybaşı günlerini) de sayın. Rabbiniz Allâh'dan korkun, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki apaçık bir fuhuş getirmiş olalar. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim bu sınırları aşarsa, muhakkak kendilerine yazık etmiş olurlar.» [233]
Görülüyor ki ayet, birleşen erkek ve kadının aralarındaki ayrılmaya ait sözleşmeleri kaldırmış, ayette gösterilen “talak» hükümlerine göre boşanma hükmünü getirmiştir.
Tirmizînin nikâh babında, İbni Abbasın şu sözünü de okuruz :
“İslâmiyetin başlangıcında geçici birleşme (muta) şöyleydi. Tanışı olmayan bir beldeye giden bir kimse, münasip gördüğü bir müddet için kadınla evlenirdi. Kadın, erkeğin eşyasını korur, eşyalarını temizler ıslah ederdi. Bu durum, ayetle kalkıncaya kadar sürdü. Nikâhlı kadınlardan ve cariyelerden başkasına varıp birleşmek artık haram oldu.»
Acem nikâhı denen ve maalesef İranda hâlâ devam ettiği söylenen bu yüz karası işi benimseyenlerin İbni Abbasa (r.d.) isnad ettikleri Hadîslerin uydurma olduğu böylece anlaşılmaktadır.
Rebî Bini Sübre de, babasının şöyle dediğini rivayet eder:
“Veda haccinde ben de, Allah'ın Elçisiyle beraber Mekkedeydim. Allah'ın Resulü bize -şu kadınlardan faydalanın- dedi. Bu sözü evlenme manasına anladık. Kadınlar ise, muayyen bir müddeti belli etmeden teklifimizi kabul etmiyorlardı. Allah'ın Resulü bize -öyle yapın- dedi. Amcamın oğlu ile birlikte birer entari ile çıktık. Arkadaşımın entarisi benimkinden daha güzeldi. Ama ben, arkadaşımdan daha gençtim. Bir kadının yanına vardığımızda, arkadaşımın elindeki entari gibi bir entari mukabilnde ve on gün için benimle anlaştı. O gece bu kadınla kaldım. Sabah olunca Kâ'benin kapısı önünde Resülüllâhın şöyle seslendiğini gördüm :
- Ey insanlar! kadınlardan faydalanmanıza izin vermiştim. Ama çok iyi biln ki Allâh'u Taâlâ, bu faydalanmayı kıyamete kadar haram kıldı. Her kimin yanında böyle bir kadın varsa, hemen onun yolunu açınız ve verdiklerinizi geri isteyip almayın.» [234]
35- “Ey iman edenler! karşılklı anlaşmanızla olan ticaretlerinizin dışında, meşru olmayan batıl yollarla biri birinizin mallarını yemeyin. Meğer onlar, sizden karşılıklı uyuşmadan doğan bir ticaret ola.» [235]
Bu ayet inince nasıl anlaşıldığını belirtmek için şu iki rivayeti yazmakta fayda görüyoruz :
İbni Abbastan gelen bir rivayette, bu ayet inince müslümanlar,
- Artık karşılıksız batıl yollarla biri birimizin mallarını yemeyi Allah bize yasakladı. En iyi mal ise yinecek şeylerdir. Şu halde biri birimizin evlerinde yemek yememiz haram oldu, demeye başladılar. Bunun üzerine Nur Sûresinin 61. ayeti indi. [236]
Hibetüllâh da eserinde şunları yazar :
Nisa Sûresinin 29. ayeti inince Medineli sahabîler,
- İnsan vücûdunu beslediği içn en iyi mal, yinecek şeylerdir. Bu sebeple kör, topal ve hastalarla bir arada yememizde günah vardır. Çünkü kör, kabdaki yiyeceklerin iyisini göremediği için, hasta da aldığı lokmayı pekte kolay yutamayacağı için, daha doğrusu biz doyunca onlar doymamış olacakları ihtimali karşısında biz onların hakkını yemiş olacağız, diyorlardı. Bunun üzerine Nur Sûresinin 61. ayeti indi. [237]
Tefsircilerden Ebu Ubeydeye göre, Nisa Sûresinin 29. ayeti, mealini altta yazdığımız Nur Sûresinin 61. ayeti neshetmiştir.
“Amanın üzerine günah yoktur, topalın üzerine de bir günah yoktur, hastanın üzerine de bir günah yoktur. Size göre de kendi evlerinizden, ya babalarınızın evlerinden, ya annelerinizin evlerinden, ya kardeşlerinizin evlerinden, ya kızkardeşlerinizin evlerinden, ya amcalarınızın evlerinden, ya halalarınızın evlerinden, ya teyzelerinizin evlerinden, ya anahtarlarına sahip olduğunuz yerlerden, yahut da sadık dostlarınızdan yemenizde de (bir günah yoktur) Gerek toplanarak bir arada, gerek dağınık olarak yemenizde dahi bir günah yoktur...» [238]
Mekkî ise eserinde, Nisa S. 29. ayetinin sureti katiyede neshe uğramadığını mucip sebepleriyle beyan ederek, Ebu Ubeydeye cevap verir. [239]
Anlaşılan odur ki, bir kısım sahabî, ayetten karşılıklı ticaret anlaşması olmayan hallerde ve yerlerde yemek yemenin de yasak edildiği neticesine varmışlar, eş dost veya akraba evlerinde karşılıksız olduğu için yemek yemez olmuşlardı. Nur S. 61. ayeti ise, bu gibi ihtimallere yer olmadığı hususunu açıklığa kavuşturmuştur. Bu durumda “nesih» söz konusu olamaz. Nisa S. 29. ayetin neshe maruz bir ayet olarak kabul etmek, faizin, kumarın ve diğer hileli yollarla kazanılan mahn helal olduğunu kabul etmek olurki, bu İslama iftira olur.
36- “Ana babanın ve yakın hısımların (ölünce) bıraktıkları maldan her biri için varisler yaptık. Yeminlerinizin sizi bağladığı kimselere dahi hisselerini verin.» [240]Bu ayet indiğinde, cahiliyyetten kalma şöyle bir usul vardı. Bir kimse, bir başkasına “benim borcum senin, senin borcun benim, senden önce ölürsem, malımın şu kadarı senin» diyerek anlaşmalar yapılırdı. Eğer maldan söz verilen şey belli edilmişse, anlaşmayı teklif edenin malından altıda bir, diğer tarafa verilirdi. Ayet mealinde geçen “yeminlerinizin, sizi bağladığı kimselere dahi hisselerini verin» yolundaki emirden kasdedelen işte bu anlaşmaydı. Sonra bu hüküm, meali altta yazılı ayetle neshedildi. [241]
“Onlar ki sonradan iman edip hicret ettiler ve sizinle birlikte savaştılar, işte onlar da sizdendir. Ama kandan akraba olanların bâzısı, diğer bâzılarına (mirasta) daha yakındırlar.» [242]
Bu konuda İbni Abbas (r.d.) şunları söylemiştir.
Muhacir sahabîler ile Medineli sahabîler arasında Allah'ın Resulü, kardaşlıklar tesis etmişti. Biri birlerinin kardeşliğini kabul edenler, karşılıklı olarak, önce ölenin mallarına, geride kalanın varis olmasına razı olduklarına dair yemin ederek anlaşmalar yapılırdı. Daha sonra inen Enfal S. 75. ayetiyle mirasa ait bu anlaşmalar nesholdu.[243]
37- Ey iman edenler! siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilene kadar, namaza yaklaşmayın...» [244]
Hz. Ömer (r.d.) den gelen bir rivayete göre, meali yazılan bu ayet inince Hz. Peygamber, namaza durulduğunda “sarhoşken namaza yaklaşmayın» diye seslenen birisini vazifelendirmişti. [245]
Şarap yasak edilmeden önce sahabîler, namaza durduklarında ne okuyup kaç rekât kıldıklarını bilemezlerdi. Bu sırada Abdurrahman Bini Avf bir yemek hazırlatmış ve bâzı sahabîleri davet etmişti. Bunlar yemişler ve içmişlerdiki akşam namazı da olmuştu. Bunlardan bâzıları namaza durmuşlar ve okudkları Kâfirun Sûresini yanlış okumuşlar, kimisi ise namazı dahi kılmamışlardı. Bunun üzerine Nisa S. 43. ayeti indi. [246]
Daha sonra meali yazılan üstteki ayet, meali altta yazılan ayetle neshedildi :
“Ey iman edenler! İçki, kumar (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları, ancak şeytanın işlerinden olan murdarlıklardır. On (lar) dan kaçının. Umulur ki felaha kavuşursunuz.» “Şeytan içkide ve kumarda ancak, aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (bunlardan) vazgeçip son verdiniz değil mi?» [247]
Bu ayetin iniş sebebine dair şu rivayetler vardır: Sâad İbni Ebi Vakkası muhacir sehabîlerden birisi yemeğe ve şarap içmeğe davet eder. Bu sırada şarap henüz yasak değildir. Yemek yinece, bostanda pişmiş bir deve başı ve bir küp dolusu şarap vardı. Bunlar bir arada yemiş ve şarap ta içmişlerdi. Bir ara Saâd İbni Ebi Vakkas (r.d.) Muhacir birisi, her halde Medineli olacak ki, eti yenmiş devebaşının sakalını koparıp Ebi Vakkasın burnuna vurur ve yaralar. Bunun üzerine Ebi Vakkas, Hz. Peygambere bu olanları şikâyet ettiğini ve bunun akabinde de, şarabı yasaklayan Maide S. 90, 91. ayetlerinin indiğini söyler.
Hz. Ali (r.d.) şunları söyler :
Bedir gazasında ganimetten hisseme düşen yaşlı bir devem vardı. Hz. Peygamber de, kendine düşen beşte bir ganimetten bana bir deve verdi. Vaktaki Fatıma ile ev kurmak istedim. Evde boya otuyla bazı sıvamalar yaptırmak için usta birisini, düğünümde bana yardımcı olsun için aramaya gidecektim. Bu sebeple iki devemi, Medineli birisinin evine yakın bir yere bıraktım. Dönünce bir de gördüm ki yaşlı devem yere yatırılmış, karnı yarılıp ciğerleri sökülüp alınmıştır. Bu işi kimin yaptığını sorduğumda bana, amcam Hamzanın yaptığını ve Medineli birisinin evinde, bir kadına def çaldırıp şarap içtiğini ve ciğeri orada kebap yaptığını söylediler. Ben Hz. Peygambere gidip bu hali anlattım. Yanında Zeyd Bini Harise de vardı. Allah'ın Resulü yerinden kalkıp Hamzaya doğru yola koyuldu. Ben ve Zeyd de onun izinden yürüyerek Hamzanın bulunduğu eve geldik. Hz. Peygamber, ev sahibinden izin istedi ve hepimiz Hamza (r.d.) nın yanma girdik. Hamza gayet sarhoş ve gözleri de kızarmış durumdaydı. Hz. Peygamber, Hamzayı yaptığı işten ötürü ayıplayınca Hamza, Hz. Peygamberin yüzüne hışımla bakarak “siz kim oluyorsunuz ey babamın kölecikleri» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hamzanın çok sarhoş olduğunu görünce geri döndü, bizde onunla beraber geri döndük.
Buharînin rivayet ettiği bu hadise de, şarabı yasaklayan (Maide : 90) ayetin inmesine sebep gösterilir. [248]
Ebu Hureyre (r) ise, şarabın üç merhalede yasaklandığını söyleyerek şu açıklamada bulunur :
Medineliler, şarap içer ve kumar da oynarlardı. Bu sebeple onlar, Hz. Peygambere bir ara başvurup, şarap ve kumar hakkında bilgi isterler. Bunun üzerine Bakara S. 219 sayılı ayeti (meali altta) indi.
“(Ey Muhammed) Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise, faydalarından daha büyüktür.» [249]
Daha sonra da, sarhoşluk halindeyken namaza yaklaşmayı yasaklayan ayet (Maide: 6) indi. Üçüncü olarak da, içkiyi de kumarı da tamamen yasaklayan ayet (Maide: 90) indi [250]
38- “...Onlardan (münafıklar) yüz çevir, onlara vaâzeyle, kendi haklarında onlara, tesireden sözlerle konuş.» [251]
Hibetüllâh'a göre bu ayet de, Tevbe S. “müşrikleri bul-duğunz yerde Öldürün» mealindeki 5. kılıç ayetiyle neshe uğramıştır. Çünkü bu ayetle nasihat ve müsamaha devri kapanmış, onları öldürme infazına geçilmiştir.
39- “...Onlar kendilerine (asilikleriyle) zulmettikleri vakit, sana gelip de, Allâh'dan af dileselerdi, onlara (sen) Peygamber de mağfiret dileseydi (n) Elbette Allah, tevbeleri hakkıyle kabul edici, çok esirgeyici bulacaklardı.» [252]
Bu ayeti Kerime de, meali altta yazılan ayetle nesholmuştur :
“(Ya Muhammed) onlar için ister af dile, ister af dileme. Eğer onlar için yetmiş defa af dilesen dahi, Allah onları hiç bir vakit af etme.» [253]
Hibetüllâh derki, bu ayet inince Resülüllâh, “ben de yetmişten daha çok istiğfarda bulunurum» buyurmuştur. Bunun üzerine inen (meali altta) ayetle (Tevbe S. 80.) ayeti nesholmuştur.
“Onlar için ha af dilemişsin, ha af dilememişsin, birdir. Allah onları hiç bir vakit af etmez.»[254][255]
Tevbe Sûresinin 80. ayetini, Munafıkun Sûresinin her hangi bir ayetinin neshedemiyeceği aşikârdır. Çünkü iniş sırasına göre, Munafıkun Sûresi 104. sırada, yâni öndedir. Tevbe Sûresi ise 113. sırada yâni daha sonra inmiştir. Önce inen ayetin, sonradan inecek ayeti neshetmesi mümkün olamaz. İşte onun için bu konuda Hibetullâh'ın görüşüne katılamıyoruz.
40 - “Ey iman edenler! (düşmana karşı) savunma tedbirinizi alın, kıtalar halinde yahut topyekün olarak savaşa gidin.» [256]
Bu ayet mealindeki “topyekün olarak savaşa gidin» hükmü, meali altta yazılan ayetle neshedilmiştir. [257]
“Müminlerin hepsi için topyekün savaşa çıkmaları uygun değildir. O halde içlerinden her sınıfın birer kısmı, din fıkhını iyice öğrenmeleri ve kavimleri dönüp kendilerine geldikleri zaman, onları Allah'ın azabiyle korkutmaları için (gitmeyip Medinede kalmalıdırlar) olur ki (günahtan) sakınırlar.»[258][259]
İbni Abbas (r.d.) tan rivayet edildiğine göre, Savaşa çıkılınca münafıklarla sakatlardan başkası bütüniyle yola çıkarlardı. Tebük savaşından geri kalanları şiddetle kınayan ayetler inince, müslümanlar, savaştan geri kalmayacaklarına yemin etmişlerdi. Bu sebeple müslümanlann hepsi, savaşa çıkınca, Peygamber Efendimiz Medinede yalnız kalmışlardı, işte bunun üzerine Tevbe Sûresinin 122. ayeti indi. [260]
41- “Kim Allah'ın elçisine itaat ederse, muhakkak Allâh'a itaat eder. Kim de yüz çevirirse, (Ya Muhammet!) zaten seni onların üzerine bekçi göndermedik ya.» [261]
42- “(Ya Muhammed) Sen onlardan yüzçevir (aldırış etme) Allah'ı vekil kıl, vekil olarak Allah fazlasiyle yeter.»[262]
Her iki ayette de Peygamber Efendimiz, kâfirlere karşı cebru tahakkümle değil, sabru tevekkülle mukabele etmekle emrolunmuştur. Ama Tevbe S. 5. ayetiyle gelen ve “kâfirleri bulduğunuz yerde öldürün» mahiyetinde olan ayet, her iki ayetteki müsamaha hükümlerini neshetmiştir. [263]
43- “...Artık onlar (kâfirler) sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de, sizinle vuruşmazlar ve size güven verirlerse, o halde onların aleyhinde Allah (tecavüz için) size bir yol bırakmadı» [264]
Ayette belirtildiği üzere, bidayette Hz. Peygamber, tecavüz etmeyeceklerinden emin oldukları müşriklere karşı tecavüzî bir hücuma geçmemekle emr olunmuşlardı. Tevbe S. nin “kâfirleri bulduğunuz yerde öldürün» mealindeki 5. kılıç ayeti inince, bu ayetin hükmü de, benzeri ayetler meyanında nesholdu. [265]
44- “...Eğer o (öldürülen kimse) aranızda antlaşma olan bir kavimden ise, o vakit mirasçılarına bir diyet (tazminat) vermek ve bir de mümin bir köle azad etmek gerekir. Kim bunları bulamazsa, Allah'tan tevbesi (nin kabulü) için biri biri ardınca (arasız) iki ay oruç tutması gereklidir...» [266]
Sahabîlerden bâzıları, antlaşmalı oldukları Beni Süleym kabilesinden iki kişiyi öldürmeleri üzerine bu ayet indi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, öldürülen bu iki kişinin varislerine tazminat verdirmiştir. Fakat daha sonra inen Tevbe S.nin 1 ve 2. ayetleriyle önce antlaşmaların feshedileceği bildirilmiş, daha sonra da, ayni sûrenin 5. ayetiyle bütün kâfirlerin bulundukları yerde öldürülmeleri emrolunmuştur. Bu sebebledir ki, Tevbe Sûresinin meali altta yazılan 1, 2. ayetlerin, üstte meali yazılan (Nisa: 92) ayeti neshettiğine inanan alimlerde vardır. Bununla beraber, Kılıç ayetinin (Tebve: 5) antlaşmadan söz eden bu ayeti de, neshettiğine inananlar çoğunluktadır. [267]
Peygamber Efendimiz Tebük savaşına çıktıkları zaman, Beni Damre ile Beni Kenane kabileleri dışında kalan diğer kabileler, yapılan antlaşmaları bozmuşlardı. Bunun üzerine nazil olan bu ayetler, antlaşmalarını bozmamış olanlara da dört aylık bir ültimatom mahiyetinde indi.
Verilen bu dört aylık mühlet, ilân edildiği 9. Hicret yılının Zilhicce 10. gününden, Rabiulaharın 10. gününe kadardı. O yıl Peygamber Efendimiz, Tebük savaşından döndükten sonra, Hz. Ebubekiri (r.d.) Hac Emiri yapmıştı. Ebubekir (r.d.) yola çıktıktan sonra bu ayeti Celileler indi. Ebubekir (r.d.) beraberindeki Hz. Aliyi (r.d.) “Edbâ» adındaki devesine bindirip, Tevbe Sûresini müşriklere okuyup ilân etmek üzere Mekkeye gönderdi. Kurban Bayramı Arifesinde, Hac Hutbesini vermiş, hac için yapılacak işleri açıklamıştı. Hz. Ali (r.d.) de, ertesi bayram günü Akaba cemresinin yanında “Ey insanlar, ben size Resüîüllâhın elçisiyim» diye başlayan hutbesinde, Tevbe Sûresinin başından itibaren, bir rivayete göre 30, bir rivayete göre ise 40 ayet okumuş ve böylece dört aylık mühleti de ilan etmişti. Hutbenin sonundan ayrıca halka :
- Bu seneden sonra, hiç bir müşrik Kâ'beye yanaşmayacak, onu hiç kimse çıplak bir vazıyette tavaf etmiyecek, Müslüman olandan başkası, cennete giremeyecektir ve bozulmayan antlaşmaların müddeti bitecektir.» demiştir.[268]
Hz. Alinin (r.d.) okuduğu bu hutbe hakkında Ebu Hüreyre (r.d.) der ki :
- Resülüllâh Aleyhisselâm, Aliyi Tevbe Sûresini müşriklere okumak için gönderdiği zaman, ben de beraberdim. Sesleniyordum, hatta sesim kısıldı. Şunları söylemekle emrolunmuştuk :
“Bu seneden sonra bir müşrik hac yapamayacak, Kâ'beyi kimse çıplak tavaf edemeyecek, Cennete ancak mümin olan girebilecek, Resülüllâh ile arasında bir antlaşması olanların, dört aylık müddetleri vardır. Dört ay geçtikten sonra Allah ve Resulü, müşriklerden beridir.» [269]
İbni Kesirin Tevbe Sûresine ait tefsirine göre, müşriklere verilen dört aylık mühletin, daha uzun vadeli antlaşmaları da, içine alıp almadığında ihtilaf vardır. Bâzılarına göre bu mühlet hepsine şamildir, bâzılarına göre ise dört aydan daha uzun müddetlere şamil antlaşmalar, yürürlükte kalmıştır.
Dört aydan uzun müddetli antlaşmaların bozulmadığı fikrinde olanlar, Tevbe Sûresini 4. ayetindeki “onlara antlaşmanızı tamamlayın» emrini delil göstermektedirler. İbni Kesir de bu kanaatta olduğunu belirtir.
45- “Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere, Cehennemdir. Allah ona gazab etmiştir ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır.»[270][271]
Eshaptan Makıs İbni Sebabe Etteymî, kardeşini öldürenden, hem diyet almış, hem de sonradan katili öldürmüş ve tekrar kâfir olarak Mekkeye kaçıp orada kalmıştı. Ayet bu sebeple indi.
Abdullah İbni Abbas ile Abdullah İbni Ömer, Radıyellâh'u anhumadan başka, sahabî ve tabiînden olan alimlere göre bu ayet (Nisa: 93) neshedilmiştir. Hz. Ali (r.d.) ise bu ayetin bir önceki ve bir sonra okunan iki ayetle neshe uğradığını söylemiştir. [272]
Bâzı alimler, bu ayetin Furkan S. 70. ayetiyle neshedildiğini söylemişlerdir. Bu görüş sakattır. Çünkü Furkan S. Mekkede inmiş, bu ayetin bulunduğu Nisa Sûresi ise Medinede inmiştir. Daha önceleri de belirtildiği üzere, önce indiği bilinen bir ayet, sonradan inen bir ayeti neshetmeyeceği aşikârdır.
Yaptığımız incemelerle edindiğimiz kanaat odur ki, söz konusu ayet, bir mümini kasden öldürenin, müstahak olduğu cezayı ve onun için Allâh'u Taâlânın hazırladığı şiddetli azabı bildirmektedir. Bununla beraber ayette, katıl tevbe ettiği takdirde, tevbesinin kabul olunup olunmayacağı hakkında bir açıklık yoktur. Fakat diğer bir kısım ayetlerde, Allah'a ortak tanımaktan başka olan küçük-büyük günahların, içtenlikle tevbe edenlere bağışlanacağına dair müjdeler vardır. Bâzı alimler, mealleri aşağıda yazılı bu ayetlerin, katilleri şiddetli azapla tehdit eden Nisa: S. 93. ayetini neshettiklerine kanidirler. Diğer Ehli Sünnet alimleri ise, içtenlikle tevbe eden katil veya diğer büyük günah sahiplerinin bağışlanabileceklerine inanmakta ve fakat, söz konusu ayetin neshedilmeyip muhkem olduğunu kabul etmektedirler.
“Şüphesiz ki Allah, kendisinden başka bir ilah tanınmasını asla bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği kimse için afvedip bağışlar...» [273]
“Onlar ki Allâh'dan başka bir ilah tanımazlar, Allah'ın haram kıldığı kişiyi haksız yere öldürmezler, zina da etmezler (has kulların yapmayacağı işlerdir bunlar) Kim bunları(n birini) işlerse, cezaya düşer. Ancak tevbe edip iman eden, iyi amel işleyenlerin günahlarını Allah 'u Taâlâ, sevaplara dönderir. Allah, bağışlayandır, acıyandır.» [274] Konuya ait şu hadisleri de yazmakta fayda görüyoruz
Eba Hureyreden gelen rivayete göre Hz. Peygamber, Nisü S. 93. ayeti hakkında şöyle demiştir :
“- Eğer Allah cezalandınrsa, katilin cezası ayettekidir. Yüce Allah, güzeli vâd ettiği zaman, o vadinden dönmez, onu yerine getirir. Azabı vâd ettiği zaman, onu bağışlayıp yerine getirmemesi de mümkündür.» [275]
Görülüyor ki sözü edilen ayet (Nisa: 93) neshe uğramamıştır. [276]
46- “...Sizi Mescidi Haramdan (Hudeybiyede) engellediler diye bir kavme karşı beslediğiniz kin, sakın sizi tecavüze götürmesin...» [277]
Bu ayet de, Tevbe S. sinin 5. Kılıç ayeti neshetmiş; Mekke feth edilmiştir.
47- “...(Yahudilerin) içlerinden birazının dışında kalanlardan daima bir hainliğe muttalı olmaktan emin kalmayacaksın, (ama) Sen yine onlara aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilk edenler sever.» [278]
Bu ayet de, meali altta yazılan ayetle neshedilmiştir :
“Kendilerine kitap verilen (Yahudi, Hirîstiyan) lerden Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram olarak tanımayan ve hak dinini din kabul etmeyenlerle, kendi hakir elleriyle cizye cizye verecekleri zamana kadar, savaşın.» [279]
Umumiyetle bu ayete, tefsir dilinde 2. Kılıç ayeti denir.
48- “...Eğer sana (kâfirler) gelirlerse, ister aralarında hükmeyle, ister onlardan yüz çevir, sana hiç bir şeyle zarar veremezler...» [280]Hasani Basrî ile Nehaî, bu ayetin neshe uğramadığına kanidirler. Ama Mücahit ve Said İbni Müseyyib ise, bu ayetin meali yazılan şu ayetle neshe uğradığını bildirmişlerdir.[281]
“...Aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmeyle, onların arzularına uyma...» [282]
Görülüyor ki Hz. Peygamber, kendisine başvuran kitap ehline, hüküm verip vermemekte serbest bırakılmıştı. Ama sonradan Maide S. 49. ayetiyle bu serbestlik kalktı ve Hz. Peygamber, Allah'ın indirdikleriyle hüküm vermeğe memur kılındı.
49- “Allah elçisi üzerinde, tebliğden başka (vazife) yoktur...» [283]
Bu ayet de “bulduğunuz yerde kâfirleri öldürün» mealindeki Kılıç ayetiyle neshedilmiş ve Hz. Peygamber, tebliğden ayrı olarak, kâfirlerle savaşmak vazifesiyle de mükellef kılınmıştır.
50- “Ey iman edenler! üzerinizde olan (vazife) nefsinizin ıslahıdır. Siz (insanlara) hayır işlemeyi ve serden kaçınmayı telkin ettiğinizde, yoldan sapan size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O yaptıklarınızı sizlere bildirecektir.» [284]
Ennasih vel mensûh müellifinin yorumuna göre yaptığımız bu tercüme, Hz. Peygamberin şu beyanından mülhemdir:
Rivayete göre Hz. Peygamber, mealini yazdığımız ayeti okur ve şöyle buyurur :
“- Ey insanlar! siz bu ayeti okuyorsunuz ama onun yerini değiştiriyorsunuz. Nefsim elinde olan (Allâh)a yemin ederim ki, ya hayır işlemeyi ve serden kaçınmayı telkin eder siniz veya Allah, musibetin hepinize genelleştirir ve yahut dualar edersiniz ama kabul görmezsiniz.» [285]
Ayeti yaptığımız tercümeye göre yorumlayanlardan bâzıları, ayetteki ilk cümle hükmünü, ikinci cümledeki hükmün neshettiğini söylemişlerdir. Gerçi ayetin birinci bölümünde iman edenlere, yalnız kendi nefislerinin ıslahından sorumlu oldukları bildirildiği halde, ikinci bölümde ise, başkalarının ıslahı için de insanlara telkinde bulunulmasına da işaret edilmektedir. Buna rağmen şu iki sebepten ayette neshetme ve neshedilme keyfiyeti kabul edilemez :
A- Aslında bu ayetin bulunduğu Maide Sûresinden önce inen Aliimran S.nin 104, 110, 114, Ârâf S.nin 107, Nahl S. nin 90, Hac S.nin 41, Lokman S. 17. ayetlerinde müminler, insanlara hayır işlemeleri ve serden kaçınmaları için telkinde bulunmaları hatırlatılmıştır. Şu duruma göre ayetteki ikinci bölümde bulunan hüküm, sonradan inmşitir, önce inen hükümlerle neshedilmez.
B- Ayni anda inen bir ayetin içinde biri birini nesneden hükümlerin bulunması bir çelişki olur ki Kur'an, bundan münezzehtir. Bir hükmün neshe uğraması ancak, onun üzerinden zaman unsurunun geçmesi ve doğan yeni ihtiyaçlara göre gelen yeni bir hükümle mümkündür.
Ayetin ikinci bölümünü, Türkçe Kur'an tercümelerinde olduğu gibi “Kendiniz doğru yolu bulunca, sapan size zarar vermez» mealinde yorumlayanlar arasında bu ayetin, meali “hayır işlemeyi ve serden kaçınmayı telkin etmek» şeklinde olan ayetlerle neshedildiğine inananlar varsa da, büyük çoğunluğu teşkil eden alimler, ayetin muhkem olup neshe uğramadığına kanidirler. [286]
51- “Ey iman edenler! birinizin karşısına ölüm çıktığında, vasiyet anında kendinizden iki âdil şahit (bulundurun) yahut yer yüzünde seferdeyken, ölüm musibeti eğer gelmişse, sizden olmayan iki kişi (şahit) olur. Şahitlerden şüphelenirseniz, namazdan sonra onları alıkoyarsınızda Allah'a şöyle yemin etsinler: Hakkında şahitlik ettiğimiz akrabamız da olsa, yeminimizi dünyanın hiç bir şeyine değişmeyiz, Allah'ın bildiğini saklamayız, yoksa büyük günah işlemiş oluruz.»[287][288]
İbni Abbas (r.d.) dan rivayet edilmiştir ki,
Temimi Dari ile Adiyy Bini Zeyd, arkadaş oldukları Kureyşin Beni Sehm kolundan bir kişi, ölümünden önce bu iki arkadaşına malının vasiyetini yapmıştı. Ölünce bû şahitlerden başka -ki bunlar gayri müslimdi- müslüman bir şahit yoktu. Bunlar seferden Mekkeye dönünce, malları ölenin varislerine teslim etmişler, Ancak altın sıvanmış bir şarap maşrabayı gizlemişlerdi. Ölenin yakınları, bu maşrabayı Peygamber Efendimiz nezdlerinde dâva etmişlerdi. Onlar ise bu maşrabayı görmediklerine ve saklamadıklarına dair yemin etmişler, Peygamberimiz de onları serbest bırakmıştı.
Sonra bu maşraba, Mekkeli birisinde görülmüş, o da, maşrabayı, ölenin yanında bulunan Temimi Dari ile Adiyy Bini Zeydden satın aldığını söylemişti. Sonra bu dâva, inen şu Ayeti Kerime hükmünce hal edildi :
“Eğer o iki (gayri müslîm şahit) in aleyhinde muhakkak bir vebale hak kazanmış olduklarına bir bilgi olursa, o vakit kendilerine hak düşenden iki kişi -ki onlar buna daha layik, (ölüye de) yakındırlar- öbürlerinin (gayri müslüm şahitlerin) yerlerine “Vallahi bizim şahitliğimiz, o iki şahidinkinden daha doğrudur, biz hakkımızı aşmadık, yoksa zalimlerden oluruz» diye Allah'a yemin ederler. [289]
Evet Bu Ayeti Kerime nazil olunca, Resülüllâh Aleyhisselam, Ölenin iki yakınına. Ayette ta'rifedilen şekilde yemin verdirmiş ve gümüş maşraba da sahiplerine verilmiştir. [290]
Ebulkasım Hibetullah, Maide Sûresinin 106. Ayetindeki, seferde gayri müslimlerin de, şahit olabileceklerine dair olan hüküm,
“Ve eşhidu zevey adlin minkum» (sizden adalet sahibi iki şahit getirin) [291]Ayeti ile nesholmuş, seferde de, hazerde de,, gayri müslimlerin şahitliği yasaklanmıştır, diyor. [292]
Bununla beraber, kitap ehli olanların ise, yalnız yolculuk halinde vefat edecek bir müslümanın veya bir gayri müslimin yapacağı vasiyete şahitlik etmelerini, başka müslüman şahit bulunmamış olmak şartıyle makbuldür, diyenler de vardır. Nitekim Ebu Musal Eş'arî, Şa'bî, İbni Şirin, Mücahid, İbni Cübeyr, İbni Müseyyib, Şüreyh, Nahaî, Evza'î gibi meşhur müçtehitler, Hz. Ayişe ve Hz. İbni Abbasdan gelen rivayetlere dayanarak bu ayetin neshedilmediğine inanmışlardır.
Hasan ve İkrimeye göre, ayet metninde geçen “Min gayriküm» (sizden olmayan) den maksadın “kabilenizden olmayan iki müslüman şahit» demektir. Bu iki alim, ayet mealinde geçen “Onlardan (iki şahitten) şüpheye düşerseniz, namazdan sonra onları alıkoyun da Allah'a şöyle yemin etsinler» yolundaki beyandan bu görüşe sahib oldular. Zira onlar, namazdan sonra denince, gayri müslimin değil, namaz kılan iki Müslümanın kasdedildiğini ileri sürüyorlar. [293]
Bütün bu münakaşalra rağmen, yolculukta eğer, Müslüman iki şahit bulunmazsa, kitap ehlinden iki şahidin dinlenmesine zaruret olduğu fikri çoğunluktadır. [294] Bu durumlar, ayetin (Maide 106) neshedihnediğini gösteriyor. [295]
İbni Abbastan (r.d.) rivayet edildiğine göre, bu sûrenin 91-93 ve 151-156. ayetleri Medinede, geri kalanları ise Mekkede inmişlerdir. [296]
52- “(Ya Muhammed) De ki, eğer ben Rabbime asi olursam, büyük günün azabından muhakkak korkarım.» [297]
Bu ayeti Kerime ile Peygamber Efendimize telkin buyurulan “korkmak» duygusu, meali altta yazılan ayetle neshedilerek kaldırılmıştır. [298]
“Muhakkak ki sana (Ya Muhammed) apaşikâr bir fethi (Mekkeyi) açtık. Geçmiş ve gelecek günahını Allah'ın mağfiret etmesi, senin üzerindeki nimetini tamamlaması, seni doğru yola iletmesi içindir.» [299]
Bilindiği üzere peygamberler günah işlememişlerdir ama, zelle denen sürçme hatasına düştükleri olmuştur. Başta Hz. Adem olmak üzere bütün peygamberler için geçerli olan bu sürçme hatasından, sevgili Peygamberimiz bile kurtulamamışlardır. Nitekim Aleyhisselam Efendimiz, Tebük savaşında, bâzı yalancılara" kanarak vahyi beklemeden bir kısım savaşçılara izin vermiştir. Meali altta yazılan ayet, işte bu sebeple inmiştir :
“Allah seni affetti. Sözlerinde sadık olanlar sana belli oluncaya ve sen o yalancıları bilinceye kadar (beklemeden) niçin onlara izin verdin.» [300]
Tatlı bir sitem taşıyan bu ayette ilk önce “Allah seni afvetti» diye buyurulmasmdaki ilâhî hikmeti tefsirciler, Peygamber Efendimizin fazlaca üzülmemesi içindir, diye yorumlarlar. Şüphesiz ayet, önce afvolma müjdesini vermeyip de “onlara niçin izin verdin» diye başlasaydı. Peygamberimiz pek çok üzülmüş olacaklardı. Aynı zamanda bu durum, Allâh'u Taâlânın sevgili elçisini ne derece sevip koruduğunu göstermesi bakımından büyük değer taşır.
53- “Ayetlerimiz hakkında (inkarcı sözlere) dalanları gördüğün zaman onlar, başka bir söze dalana kadar, kendilerinden yüz çevir. Eğer Şeytan (bu uyarıyı) unutturursa (o halde) hatırladıktan sonra artık, o zalimler topluluğu ile beraber oturma» “Onların (sorumluluk) hesabından hiç bir şey (Allâh'dan) sakınanların üzerine lazım gelmez.» [301]
Meali okunan 69. ayeti “Kur'an ayetleri hakkında söylenen uygunsuz sözleri, Allah'ın azabından korkarak ve nefretle dinleyerek oturanlar için bir sorumluluk olmadığı» şeklinde yorumlayan tefsirciler de vardır. Bununla beraber, bu 69. ayetin hükmü, meali altta yazılan ayetle neshe uğradığı, Mukatil Bn. Hayyan tarafından rivayet edilmiştir. [302]
“O (Allah) size kitapta (Kur'anda bildirmişti ki) Allah'ın ayetlerine küfür edildiğini ve onunla eğlenildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. (Yoksa) o zaman siz de, şüphesiz onlar gibisiniz. Muhakkaktır ki Allah (c.c.) münafıkları da, kâfirleri de Cehennemde toplayıp yığacaktır.» [303]
Hicretten önce müslümanlar, müşriklerin daimî bir baskısı altındaydılar. Bu sebeple, onların Kur'an hakkında ki uygunsuz sözleri karşısında, her hangi bir reaksiyon göstermekten sakınan müslümanlar için hiç bir vebal olmadığı, neshe uğrayan En'am 69. ayette bildirilmişti. Fakat hicretten , sonra Medinede müslümanlar için bu gibi endişeler söz konusu olamayacağı için, Nisa: 140. ayet inmiş, Kur'an hakkında ileri geri konuşanların yanlarında oturmak yasaklanmıştır.
54- “Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen, kendilerini Dünya yaşayışı aldatmış bulunan kimseleri bırak. Sen yalnız Kur'an ile öğüt ver ki, hiç bir kimse, kazandığı (günahlar) yüzünden helake sürüklenip atılmasın...» [304]
Bu ayet de, meali altta yazılan ayetle neshe uğramış, kitap ehli olan kâfirlere karşı öğüt vermeyi kaldırıp, savaş emrini getirmiştir. [305]
“Kendilerine kitap verilenlerden, ne Allah'a, ne Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldıklarını haram tanımayan, hak dini din olarak kabul etmeyenlerle, aşağılık elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.» [306]
55- “...(Ya Muhammed) sen “Allah» de ve sonra onları (Yahudileri) bırak ki, daldıkları batakta oynayadursunlar.» [307]
Ayeti kerimenin, mealini yazdığımız son hükmü de yine, Tevbe Sûresinin 29. ayetiyle neshe uğrayıp kaldırılmış, ehli kitap olanlara karşı, cizyeye razı oluncaya değin savaş emredilmiştir. [308]
Said İbni Cübeyr (r.d.) den rivayet edildiğine göre, Malik Bini Sayf adındaki bir Yahudi, başka yahudilerle olan bir dâvası için Aleyhisselam Efendimize gelmişti. Bu zat şişman bir din adamıydı. Onu gören Allah'ın elçisi.
- Tevrati Musaya gönderenin hakkı için söyle, yağla semiren din adamlarına Allah'ın düşmanca bakacağını Tevratta görmedin mi? dedi. Bu sözden çokça asabîleşen yahudi ise cevaben,
- Allah hiç bir insana hiç bir şey indirmedi ki, dedi. Bu söz üzerine orada bulunan diğer yahudiler de ona dönerek,
- Yazıklar olsun sana, demek Musaya da mı bir şey inmedi? diyerek, onu azarladılar. [309]
Bu küstah yahudi böylece, Peygamber Efendimizin mübarek yüzüne karşı “sana da bir şey inmemiştri» demek istemişti. Bunun üzerinedir ki, meali yazılan (En'am: 91) ayet indi.
56- “Kendinden başka hiç bir ilah bulunmayan Rabbinden sana vahy olana uy (Allah'a) ortak koşanlardan yüz çevir.» [310]
Bu ayet mealinde geçen “Allah'a ortak koşanlardan yüz çevir» hükmü de, diğerleri gibi Tevbe Sûresinin “Allah'a ortak koşanları bulduğunuz yerde öldürün» mealindeki Kılıç ayetiyle nesholup kaldırılmıştır. [311]
57- “Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu, muhakkak bir fisk (Allah'ın emrinden çıkmak) dır...» [312]
Bu ayet, kesilen hayvanlar üzerine, kesilirken Allah adı anılmadığmda, o hayvanın etinden yenmesi yasaklanmıştı. Böylece kitap ehlinin kesdikleri hayvan etleri de yenmiyordu. Çünkü onlar da, kesim anında Allah'ı anmazlardı. Fakat Kitap ehline ait olan bu yasak hükmü, meali altta yazılan ayetle neshedilip kaldırılmıştır.[313]
“Bu gün size, bütün iyi ve temiz (nimet) ler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir.» [314]
Gerçi Maide Sûresi, Mushafımızda En'am Sûresinden öncedir diye düşünülerek, sonraki sırada bulunan bir ayetin, önceki sûrede bulunan diğer bir ayeti neshetmesi biraz garip görülebilir. Şu var ki, sûrelerin iniş sırasına göre En'am Sûresi 02 de, Maide Sûresi ise 108 de bulunmaktadır. Kitabımızın sonundaki cedvele bakılabilir.
58- “...El elçim de ki, bekleyin, çünkü biz bekliyoruz.» [315]
Bu ayetin yazılan bu hükmü de, Tevbe Sûresinin bilmen Kılıç ayetiyle nesholup kaldırılmıştır. Bu vesile ile şunu da belirtelim ki Tevbe S. 5. Kılıç ayetinin 124. ayeti neshettiği muteber rivayetlerde bildirilir. [316]
Bu sûrenin Medinede inen tek ayeti “Ves'elhum» ile başlayan ayeti kerimesidir. Mensûh ayeti de şudur :
59 - “Afvi(n yolunu) tut, Şeriatla emret, cahillerden yüz çevir.»[317]
Meali yazılan bu ayeti kerimedeki afiv, yâni hoşgörülük ile, cahillerden yüz çevirmek, yâni müşriklerin davranışlarını görmezlikten gelmek hususundaki iki emir, bilinen Kılıç Ayetiyle neshedilmiş, Müslüman olmayanlara karşı savaş emri gelmiştir. Ayette geçen “Vemur bil'urfi» yâni Şeriatla emretme hükmü ise, neshedilmenıiş olup muhkem kalmıştır.
Bu ayetin tefsirinde İbni Kesir “Huzil afve» yi, İbni Abbasın (r.d.) “malının fazlasını verin» diye tefsir ettiğini yazar. Bu taktirde ayetteki “Huzil afve»nin ihtiva ettiği sadaka hükmü bu kerre, bahsi geçen zekât ayetiyle neshe uğramış olur. [318]
Bu Sûrenin Mekkede inen ayetlerden birisi “Ve iz yemkürü» ile başlar, diğeri ise “Yâ Eyyühennebiyyü» ile başlar Bu sûrenin mensûh ayet meallerinden ilki şudur :
60- (Yâ Muhammed) sana savaş ganimetlerinin hükmünü sorarlar. De ki -ganimetlerin hükmü Allah Taâlâya ve Resulüne aittir. (Taksimi onlar yapar) Gerçekten mu'minlerseniz, Allah Taâlâya karşı gelmekten korkun aranızı (münazaaları keserek) islah edin, Allah Taâlâ ve Resulüne uyun»[319][320]
Sa'd İbni Ebi Vakkas derki;
“- Bedir savaşında kardeşim Ömeyr ile Sait İbnil As şehit düşmüşlerdi. Ben kardeşimin “Zelkesife» denen kılıcını alıp Resülüllâha geldim. Bana “git o kılıcı aldığın yere bırak» buyurdu. Ben de geri dönüp kılıcı bıraktım. Ben, Allah'tan başka bilen yok ya, hem kardeşimin şehit düşmesinden, hem de kılıcın benden alınmasından müteessir olmuştum. Az bir zaman sonra (üstte) Enfal Sûresinin ilk Ayeti nazil oldu. Bu defa Resülülâh bana “git kılıcını al» buyurdu.»
İkrime de İbni Abbastan rivayet eder ki :
“Bedir savaşı günü Resülüllâh “kim şu şu yararlılıkları yaparsa, şunlar şunlar onundur» buyurmuştu. Bunun üzerine gençler atıldılar ve yaşlılar oturdular. Ganimetler toplanınca gençler, ganimetler bizim, deyince yaşlılar da “bizi tesir altında bırakmayın, siz savaşıyorken, biz de arkanızda durduk siz bozulsaydınız, biz de sizin arkanızda kaftanınızdık» dediler. Sonra “Yeselüneke» ile başlayan (üstte) Ayet indi, Resülüllâh da ganimeti her kese eşit olarak taksim etti.» [321]
Ebulkasım Hibetüllâh, Enfal Sûresinin meali aşağıda yazılı Ayeti, yukarda meali yazılı Ayetin neshetmiştir diyor. [322]
“Bilin ki ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte biri Allah Taâlânın, Resulünün, yakınların, yetimlerin, yoksulların, yolcularındır...» [323]
Bu Ayeti Kerime gelmeden, ganimetin eşit olarak taksim edildiğini yukardaki hadîslerde okuduk. Bu Ayeti Kerime ise, Ganimetin beşte birinin dışında kalanın taksiminin eşit olabileceğine işaret etmektedir. Buna bakıp nesh yoluyle ganimetlerin tevzi şekli değiştirilmiştir, diyor bâzıları. Ama pek çok tefsirciler, bu iki ayette nâsih mensûh yoktur diyorlar.[324]
60- “Vaktiyle onlar;
- Ey Allah, eğer bu, senin katından (gelmiş) hak (kitab) ın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahut bize (daha) elemli bir azap getir, demişlerdi. [325]
Halbu ki sen içlerindeyken Allah, onlara azap Edici değildi. Onlar istiğfar ederken de Allah, yine onları azaplandırıcı değildirr.» [326]
Mealleri üstte yazılan iki ayetten ikincisinin, yine meali altta yazılı bulunan ayetle neshedilmiş olduğu, gerek İkrime ve gerekse Hasanı Basrı tarafından söylendiği kuvvetle rivayet edilmiş bulunuyor. [327]
“Allah onlara ne diye azabetmiyecek? Onlar Mescidi Haramdan kendileri ona (onun hizmetine) ehil olmadıkları halde, (sizleri) menedip duranlardır. Takvaya erenlerden başkaları ona (hizmete) ehil değillerdir. Lakin onların pek çoğu (bunu) bilmiyorlar.» [328]
Peygamber Efendimiz, hicretlerinden önce Mekkede ikamet buyurdukları bir vakıtta Ebu Cehil,
- Ey Allah, eğer bu senin katından gelmiş hak kitabın kendisi ise, durma bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahut bize daha elim bir azap getir, demişti. Aralarında Peygamberimizin bulunması sebebiyle bu azaptan kurtulmuşlardı. Fakat Peygamberimizin hicretinden sonra, temenni edilen azap, taş yağmuru olarak değil, açlık ve müslümanlarm kılıcı olara onları buldu. Bunların arasından ancak, istiğfaredip iman edenler kurtulabildi. [329]
61- “(Ya Muhammed!) O kâfirlere de ki, eğer (düşmanlıklarına) son verirlerse, geçmişleri affolunur. Eğer (kötülüğe) dönerlerse, önceki ümmetlere uygulanan (azap) onlara da uygulanacaktır.» [330]
Meali yazılan bu Ayeti Kerimenin, meali altta yazılı olan ayetle neshedildiğine kail olanlar olduğu gibi, korkutucu olarak kâfirleri düşmanlıklarından vaz geçirmek için indiğini söyliyenler de vardır. [331]
“Bir fitne kalmayıncaya hepsinde din Allah için oluncuya kadar onlarla savaşın. Eğer (kötülüklerine) son verirlerse, (onları bırakın) Şüphesiz Allah, ne yapacaklarını hakkiyle görücüdür.» [332]
62- “Ey Peygamber, müminleri savaşa teşvik et, eğer içinizden sabır edebilecek yirmi (kişi) bulunursa,. onlar ikiyüz (kişiy)e galip gelirler. Eğer yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini yenerler. Muhakkak onlar anlamaz bir gürühtürler.» [333]
Meali yazılan bu Ayeti Kerime de, yine meali altta yazılı olan ayetle nesholmuş, müslümanlar yararına değiştirilmiştir. [334]
“Bu anda Allah Taâlâ sizden (yükü) hafifletti. Bildi ki muhakkak sizde bir zayıflık vardır. O halde eğer içinizden sabırlı yüz (kişi) olursa, ikiyüzü yenerler. Eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah'ın izniyle iki bini yenerler. Allah, sabredenlerle beraberdir.» [335]
63- “İman edip hicret edenler, Allah Taâlâ yolunda mallariyle, canlariyle savaş eden (Medineli) ler, işte onlar birbirlerinin (mirasta) velileridirler. İman edip te hicret etmiyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiç bir şey ile yakınlığınız yoktur. Eğer onlar, din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur. Şu kadar ki, sizinle aralarında muahede bulunan bir kavım zararına değil. Allah Taâlâ yaptıklarınızı muhakkak görüyordur.» [336]
Mekkeli muhacirlerle Medineli Ansar denen Müslümanlar, akrabalık dışında, gerek hicrette ve gerek seferde alınan ganimetlerde biri birlerine varis oluyorlardı. Sonra üstte meali yazılı Ayeti Kerime, yine altta meali yazılan Ayetle nesholdu ve mirasta akrabalık nazara alındı. [337]
“Henüz İman edip de, hicret ve sizinle birlikte savaşanlar, (var ya) işte onlar, sizdendir. Akrabalar ise, Allah'ın kitabında, onlar (mirasta) birbirlerine daha yakındırlar. Muhakkak ki Allah Taâlâ herşeyi bilendir.» [338]
Yukarda meali yazılan (Enfal 72) ayetin “şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavm zararına değil» hükmü, ayrıca bilinen Kılıç Ayeti Kerimesiyle nesholmuştur.[339]
Bu Sûre, Hicretin 9. Yılında Medinede inmşitir. Bu Sûreye “Beraeh» de denir. Başında besmelenin yazılmayışındaki sebebini soran İbni Abbas'a (r.d.) Hz .Osman (r.d.) şu cevabı vermiştir:
Allah'ın Resulüne mütaaddit sûreler ve ayetler inerdi. Ona bunlardan biri indiğinde, vahy kâtiplerinden birini çağırır ve ona, bu ayeti şunlar, şunlar yazılı sûreye koy, derdi. Enfal Sûresi Medinede ilk inenlerdendir. Beraeh Sûresi ise Kur'anın son inenlerindendir. Enfal Süresindeki kıssalar, Beraehdeki kıssalara benzediğinden, bu ikisinin bir sûre olması ihtimaline düştüm ve bu sûrelerin ayrılmasına sebep olacağımdan korktum. Esasen Allah'ın Resulü de, bu hususta bize bir şey demeden vefat etmişti. Bu sebeple ikisini bitişik koydum, aralarında Besmeleyi yazmadım. [340]
64- “Altını ve gümüşü yiğip ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?) işte onlara acıklı bir azabı müjdele.» [341]
Yukarda, 1 No.lu bölümde de ifade edildiği üzere meali yazılan bu ayet, yine meali altta yazılan ayetle neshedilmiş ve böylece, zekâtı verilmek şartiyle mal biriktirmek mubah hale gelmiştir. [342]
“Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizler, bununla onları (mallarını) bereketlendirmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah çok iyi bilendir.» [343]
Bu emir geldikten sonra Peygamber Efendimiz, Devlet Başkanı sıfatile ve muayyen ölçüler içinde-ki bunlar Fıkıh kitablarında bildirilmiştir- zekâtı toplatırlardı. Bu suretle kurulmuş olan Devlet Hazinesinde, meali altta yazılı ayette gösterilenlere verilir, Devlet işlerinde kullanılırdı.
“Sadakalar, Allâh'dan bir farz olarak ancak, fakırlar, miskinler, sadaka üzerine (toplamaya) memur olanlar, kalpleri kazanılmak istenenler, köleler, esirler, borçlular, Allah yolunda ve (muhtaç) yolcular içindir. Allah hakkiyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.» [344]
65- “Sizler gerek hafif gerek ağırlıklı olarak birlikte (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Eğer bilirseniz bu, sizin için çok hayırlıdır.» [345]
Savaşa birlikte çıkma emri böyle gelince, Mikdad Bini Esved (r.d.) çok şişman olduğu için Peygamber Efendimizden izin istemişti. Bundan başka sefere tahammülü olmayanlara da bu ağır gelmişti. Bunun üzerine, meali altta yazılı ayet gelmiş ve bu ağır emir, neshedilerek hafifletilmiştir. [346]
“Allah ve Resulüne sadık olmak şartiyle, ne zayıflara, ne hastalara, ne de harcıyacaklarım bulamayanlara (geri kalmakta) bir günah yoktur. İyilikte bulunanlara karşı, başka bir yol yoktur. Allah mağfiret edicidir, esirgeyicidir.» [347][348]
Ayeti Kerimelerde bahsi geçen savaşa ait hazırlıklar, Te-bük seferi içindi. Mevsim yaz, havalar çok sıcak ve kuraktı. Ayni zamanda, hurmaların hasat mevsimi de gelmişti. Bu sebeple Hüneyn ve Taif savaşlarından henüz dönen sahabîler-den bâzılarına bu yeni sefer çok ağır gelmiş, ağır davranmışlardı.
Bu sefere. Romanın tehditkâr bir tavır takınması sebeb olmuştu. Medinede büyük bir ordu hazırlığına başlanmıştı. Bütün müslüman Araplardan, asker göndermeleri emrolun-muştu.
Peygamber Efendimiz, kudreti olanlardan malî yardım talebetti. Hz. Ebubekir (rd) bütün servetini verdi. Hz. Osman da, üçyüz deve yükü zahire ve bin altın nakit vermişti. Peygamber Efendimiz bunlara duada bulunmuş, taksiratlarının affa uğradığım onlara müjdelemişti.
Peygamber Efendimiz sefer yapacağı yeri saklamak için, başka yere sefer yapıyormuş gibi hareketlerde bulunurdu. Tabii bu bir harp taktiğiydi. Fakat bu defa gideceği yeri gizle-memişti, Peygamber, bunu her sorana söylüyordu.
Bu sefer münafıklar bozguncu sözler söylemeye başlamışlardı. Münafıkların başı, Abdullah bin Übey bin Selül, “Muham med (aleyhisselâm) Roma Devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabiyle birlikte tutulup esir olacağım gözümle görmüş gibi biliyorum» diyerek etrafa korku saçıyordu. Fakat müslümanlar, tam sadakada sefere hazırlanmıştı. Kısa zamanda yola çıkıldı.
Yolda Peygamber Efendimizin bir devesi kaybolmuştu. Bir münafık “Muhammed (Aleyhisselam) Peygamberim der, göklerden haber verir, devesinin nerede olduğunu bilmez» demişti. Peygamber Efendimiz ise, bu münafıkın kendi hakkındaki sözlerini, yanındakilere haber verdikten sonra “Ben Vallahi bir şey bilmem, ben, ancak Allah Taâlânın bildirdiğini bilirim, şimdi Rabbim bana bildir ki, deve falan vadide ve falan yerdedir. Yuları bir ağacın dalına ilişip kalmıştır, gidin getirin» buyurdu. Ashaptan bir kaç kişi ayağa kalkıp hemen oraya koşmuşlar ve deveyi o halde bulup getirmişlerdi.
Nihayet ordu bin müşkülat içinde, Medine ile Şam arasında bulunan bir su başında konakladı. Fakat su çok azdı. Peygamber Efendimiz bu sudan abdest aldı ve bir mû'cize olarak bu su, orduya yetecek kadar hemen çoğaldı.
Böylece Ordu Tebüke girip, Romalılara meydan okudu. Bu durum, her tarafa dehşet saldı. Fakat yola çıktığı haber verilen Roma ordusundan ortada eser bile yoktu. Peygamber Efendimiz burada yirmi gün kadar kaldı. Daha ileriye gidip gitmemesi hakkında ashabiyle istişarede bulundu. Hz. Ömer,
- Ya Resülüllâh, eğer emir almışsan, buyurun gidelim, dedi. Resülüllâh,
- Ya Ömer, Allah'tan öyle bir emir alsaydım, sizinle istişare etmezdim buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.d.)
- Sizin Romalılara bu kadar yaklaşmanız, onlara, korku ve dehşet verdi. Buna rağmen Şam çok kuvvetli, bu sene bu kadarda yetinelim de, gelecek sene bakalım hak ne gösterir, dedi.
Bununla beraber Şamda Taun olduğu haberi geldi. Bu da ayrı bir sebep oldu. Nihayet Ramazanı Şerifte Medineye dönüldü.
Ma'ziretleri olmadığı halde orduya katılmayanlar çok nadim olmuşlar ceza olarak kendilerini Mescidi Şerifin direğine bağhyanlar bile olmuştu bâzıları da. Peygamberden af dilemişlerdi. Peygamberimiz ise onları, halkın arasına girmekten menetmişti. Elli gün böylece sıkıntılı bir hayat yaşamışlardı. Sonra Allah Taâlâ, hepsinin tevbesini kabul buyurdu, suçlarını affetti.
Bu savaş seferi, İslâmm kudret ve mehabetini etrafa yaydı, sadık ile yalancı münafıkları da belli etmeye vesile oldu.[349]
66- “(Mâzireti olmadığı halde) Senden ancak, Allah'a ve Ahiret gününe inanmaz, kalpleri şüpheye düşüp de, şüphelerinin içinde (gitsem mi gitmesem mi? diye) bocalayıp duranlar (savaştan geri kalmak için) izin isterler.»[350]
Meali yazılan bu ayet, özürsüz oldukları halde, savaştan geri kalmak için Peygamber Efendimizden izin isteyenleri, çok ağır bir şekilde azarlamış bulunuyor. Durum bu olduğu halde işbu ayetin, meali altta yazılı ayetle neshe uğradığını, Hibetullâh Bini Selâme iddia etmiştir. [351]
“Muhakkak senden izin isteyenler (yok mu?) onlar, Allah'a ve Resulüne iman edenlerdir. O halde bâzı işleri için senden izin istedikleri zaman, sen de onlardan dilediğine izin ver ve kendileri için Allâh'dan mağfiret dile. Zira Allah mağfiret edicidir, esirgeyicidir.» [352]
İbni Abbas (r.d.) yukarda meali yazılan (Tevbe 45) ayetin, savaştan özürsüz geri kalmak isteyen münafıkları hedef aldığını sebep göstererek neshedilmediğini söylemiştir. [353]
İbni Abbasi tayid eden bir husus da şudur. Hibetüllâhın ve onun fikrinde olanların neshedici olarak gösterdikleri ayet, görüldüğü üzere Nur Sûresinin 62. ayetidir. Halbu ki nüzul sırasına göre Nur Sûresi 89. sırada, neshedilği iddia edilen ayet ise, 109. sırada inen Tevbe Sûresindedir. Bu duruma göre, önce inen bir ayetle, çok sonra inen bir ayetin neshedilmesinin mümkün olmayacağı ortadadır.
67- “(Ey Habibim) Onlar için (diler) istiğfar et (diler) istiğfar etme, eğer onlar için yetmiş defa dahi istiğfar etsen, yine Allah kendilerini katiyen affedecek değildir. Böyledir, çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ile kâfir olmuşlardır. Allah fasıklar kavmine hidayet etmez.» [354]
Buharı Müsedded'den, Müslim ve Ubeydullâh İbni Ebi Esad'dan gelen şu rivayeti yazarlar :
Vaktaki (Baş münafık) Abdullah İbni Übey öldü, oğlu Resüli Ekreme gelip, babasının kefeni için gömleğini istemiş, bu arada babasına hem dua etmesini hem de onun için istiğfarda bulunmasını rica etmişti. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz, gömleğini vermiş ve sonra da ona, “bana izin ver babanın üzerine cenaze namazını da kılayım,» buyurmuştu. Peygamberimiz, bu arzusunun kabul edilmesi üzerine cenaze namazına hazırlanmaktaydı. Bu defa Hz. Ömer, “Ya Resülüllâh, Allah, seni münafıklara dua etmekten yasaklamadı mı?» diyerek Peygamberimizi çekmiş ona engel olmak istemişti. Bunun üzerine Aleyhisselâm Efendimiz “Ya Ömer ben onun hakkında istiğfar edip etmemekte serbestim» buyurdu. İşte bundan sonradır ki meali aşağıda yazılı (Tevbe 84) ayet indi.
Ayetlerin anlamlarını daha iyi açıklığa kavuşturmak için diğer bir hadisi de yazmakta fayda gördük.
İbni Abbas Hz. Ömerden (r.d.) şunu işittim demiştir : Abdullah İbni Übey ölünce, onun üzerine namaz kılma için Resülüllâh davet edilmişti. Namaz kılmak üzere ne zaman ki Resülüllâh onun üzerine durdu, o anda Resülüllâh önüne dönüp, göğsüne doğruldum ve dedim ki,
- Yaresülellâh, Abdullah Bini Übey, Allah'ın düşmanlarının en büyüğüdür. Nitekim bir zaman şunu, filan zaman da şunu, şunu söylemiş ve şu şu kötülükleri işlemiştir, deyip geçmişini hatırlattım. Resülüllâh ise devamlı gülümsiyorken, bende devamlı olarak onun fenalıklarını sayıyordum. Bu sıra Rasülüllâh bana.
- Ya Ömer, şimdi bu konuşmaları sonraya bırak, ben bunlar hakkında istiğfar edip etmemekte serbestim. Nitekim bana “yetmişten fazla istiğfar edersen mağfiret olunur» denildi, dedi. Sonra da namazını kıldı ve onunla beraber kabre kadar yürüdü, kabrinde de ayakta durdu.
Bu durumda ben kendi kendime hayıflanarak “ne acayip bir iş yapmışım, Allah ve Resulü daha iyi bilir diye düşünmemişim» dedim. İşte bundan kısa bir zaman sonra, munafıklara dua edilmesini ve kabirlerinde de durulmasını yasaklayan ayet (Tevbe 84) indi. [355]
Meali altta yazılı ayet indikten sonra Peygamber efendimiz, hiç bir munafıkın cenazesini kılmadı ve hiç birisi için duada da bulunmadı. İşte bütün bu olaylar, meali yazıla ayetin (Tevbe 80) yine meali altta yazılı ayetle nesh edildiğir gösterir. [356]
“Onlardan ölen hiç bir kimseye ebediyen dua etme, (defa veya ziyaret için) kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular, onlar fasıklar olarak öldüler.» [357]Bu enteresan konuya ait diğer iki rivayeti de yazmadan geçemedik.
Bir kısım müfessirler, Resülüllâhın şöyle buyurduklarını yazarlar :
- Benim Abdullah bini Übeyden gömleğimi ve duamı esirgemeyişim, Allah'a yemin ederim ki, onun kavminden bin kişinin Müslüman olmasına ait arzuma kavuşmam içindi. [358]
Bu hususta Katade de demiştir ki, Abdullah Bini Übey, hastalığında oğlunu Resülüllâha göndermiş, kendisinin affı için dua etmesini stemişti. Bu sebeple ziyaretine giden Resülüllâh ona “Yahudilik sevgisi seni helâketti» dedi. Abdullah Bini Übey ise cevaben “ben seni, benim için istiğfar edesin diye davet ettim, azarlıyasın diye değil» dedi. İşte bu olaydan sonradır ki, Abdullah İbni Übeyyin (sahabeden oğlu) Abdullah babasının kefeni için Resülüllâha gelmiş ve affedilmesini temin için dua talebinde bulunmuştur. [359]
Mekke dışında inen iki ayet “Kul bi Fadlillâhi» ile başlayan 58. ile 59. ayetlerdir. Bunlardan ilki, Ubey İbni Kâ'b hakkında inmiştir :
Bir gün Resülüllâh Efendimiz, Übey İbni Kâ'ba,
- Ya Übey, Allah Taâlâ bana, senin üzerine Kur'an okumamı emretti, buyurdu. Übey.
- Ya Resülüllâh, vahy anında ben hatırlandım demek, dedi. Resülüllâh,
- Vahy bana seni ta'yinetti, buyurunca Übey, sevincinden ağladı. Sonra da şu Ayeti kerime indi. [360]
“(Habibim) De ki, ancak Allah'ın fazlı ve rahmeti ile böylece sevinsinler. Bu (sevinç) onların topladıkları (her şey) ndan hayırlıdır.»[361][362]
68- “(Yâ Muhammed) De ki : -Onu (Kur'an-ı) kendiliğimden değiştirmem, benim için olmayacak (bir) şeydir. Ben, bana vahy olunandan başkasına uymam. Eğer Rabbime asi olursam, muhakkak ki ben, büyük günün azabından korkarım.» [363]
Meali yazılan bu ayetteki “muhakkak ben, büyük günün azabından korkarım» beyaniyle Peygamber Efendimize ilka edilen Kıyamet gününe ait azap korkusu, meali altta yazılan ayetle neshedilip kaldırılmıştır. [364]
“Geçmiş ve gelecek günahını Allah'ın mağfiret etmesi, senin üzerindeki ni'metini tamamlaması, seni doğru yola iletmesi için (dir Mekkenin fethi) (Feth 2)
69- “...(Habibim) De ki, gayp ancak Allah'ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekliyenlerdenim.» [365]
70- Eğer onlar seni yalanlarsa, de ki, benim işim bana, sizin işiniz size, benim yaptığımdan siz uzaksınız, sizin yapmakta olduğunuzdan da ben uzağım.» [366]
71- Onlara v'd (tehdit) ettiğimizin bir kısmını göstersek, yahut seni vefat ettirsem, (yine de) onların dönecekleri bizedir, nihayet. Allah onların ne yapacaklarına şahitdir.» [367]
72- “Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzündeki insanların hepsi toptan elbette iman ederlerdi. (Durum buyken) sen hepsi mümin oluncaya kadar, insanları zorlayacak mısın?» [368]
73- “... (Habibim) De ki, haydi bekleyin, şüphesiz ben de sizinle beraber bekliyenlerdenim.» [369]
74- “(Habibim) De ki. Ey insanlar, size Rabbinizden hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse, o ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa, kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınıza bir bekçi de değilim.» [370]
75- “Sana her ne vahyedilyorsa ona uy, Allah hükmedinceye kadar, sabret, O hükmedenlerin hayırlısıdır.» [371]
Yunus Sûresine ait olan bu ayetler dikkatle incelenince görülür ki, Müslümanlar, kâfirlere karşı savaşa sebebiyet vermiyecek şekilde hareket etmeye sevkedilmektedirler. Ama ne zaman ki Medineye hicret edildi ve gerekli kudret ve kuvvete ulaşıldı, işte o zaman Tevbe Sûresinin inen 5. Kılıç Ayetiyle bu ayetlerdeki yumuşak hükümler, neshe uğradı. [372]
Bu Sûrenin 114 ve 115. ayetlerinin Medinede nazil olduğu rivayetleri de vardır. [373]
76- “(Habibim) Sen ancak bir nezîr (Allâhın azabiyle korkutan) sin. Allah her şeye hakkiyle vekildir.» [374]
Bu ayeti Kerimenin dolayısiyle ifade ettiği “Habibim, sen onları sadece benim azabımla korkut, onların verdiği eziyetlere de -Allah vekil- de, başka bir eylemde bulunma» anlamı, Kılıç ayeti gelince nesholmuş, savaş emri verilmiştir. Yoksa ayette ifade buyurulan Allah'a ait “Vekil» sıfatiyle, Peygamberimize ait “Nezîr» sıfatları şüphesiz mensüh değildir.[375]
77- “Kim Dünya hayatını ve onun zinetini isterse, işlerinin karşılığını Dünyada onlara îfa ederiz. Onlar Dünyada (îfa edeceğimiz karşılıktan) eksikliğe uğramazlar.» [376]
İbni Abbasdan (r.d.) rivayet edildiğine göre, meali yazılan bu ayet, meali alttaki (İsra 18) ayetle nesholmuştur. Bununla beraber, ayetin emir veya yasağı ihtiva etmediği ve haber mahiyetinde olduğu için neshetme keyfiyetinin bulunmadığını da söyleyenler vardır.[377]
“Kim bu çarçabuk geçeni (Dünyayı) isterse, biz de çarçabuk geçen (Dünya) de dilediğimizi, murad ettiğimiz kimseye çabuklaştırırız, sonra da onu Cehenneme sokarız. O buraya kötülenmiş ve (rahmetimizden) koğulmuş olarak ulaşır.» [378]
Her iki ayette de ne emredici ve ne de yasaklayıcı bir hüküm olmadığına göre, bunlarda nasih mensûh olmaz diyenler de var. Allâhu âlem.
78- “İman etmeyenlere de ki : Siz yerlerinizde çalışın, biz muhakkak çalışanlarız.» “siz gözleyin, biz muhakkak gözleyenleriz.» [379]
Bu ik iayet de, Hûd Sûresinin 12. Ayetine benzer bir anlam taşıdıkları için, Kılıç Ayetiyle neshedilmişlerdir. [380]
Bu Sûrenin Mekkede veya Medinede inip inmediği ihtilaflıdır. Pek çoğu Mekkede indiğine, Katade ve diğer bâzıları Medinede indiğine kanîdirler. Süyütî de, İbni Abbastan naklen rivayet edilen bir Hadîse dayanarak Mekkede indiğini “itkan»ında yazar.
79- “...(Habibim) Ancak sana düşen, tebliğ etmektir. Hesap da, yalnız bize aittir.» [381]
Bu Ayetin zımnen ifade ettiği “sana düşen ancak tebliğdir, daha ileri gitme» anlamı da, yine Kılıç ayetiyle neshedilmiş, tebliğe inanmayanlar, kılıçla ve inanana kadar kovalanışlardır. [382]
Bu Mübarek Sûrenin 28 ve 29. Ayetlerinin Medinede ve Bedir savaşı münasebetiyle nazil olduğu rivayet edilmektedir. Çoğunluğa göre bu Sûrede Nasih Mensûh yoktur. [383]
Mekkede İnen Hicr Sû. Mensûh Ayetleri :
80- “Bırak onları, yesinler, eğlensinler, onları emel oyalaya dursun. Sonra bilecekler onlar.» [384]
81- “Biz gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri, başka şey için değil, ancak hak için yarattık. Muhakak saat gelecektir. Şimdilik aldırış etme güzel bulun.» [385]
82- “Şimdi sen ne ile emrolunyorsun, onu apaçık bildir, müşriklere aldırış etme» [386]
Mealleri yazılan bu ayetîerdeki “bırak onları» şimdilik aldırış etme» “müşriklere aldırış etme» hükümleri Kılıç Ayetiyle nesholmuşlardır. [387]
Bu Sûrenin baştan 40. Ayetine kadar olan kısmının Mekkede, geri kalanının ise Medinede nazil olduğu da rivayet edilmektedir. [388]
83- “Eğer yine yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, ancak apaçık bir tebliğden ibarettir.» [389]
84- “Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle (insanları) da'vet et. Onlarla mücadeleni en güzel hangisi ise onunla yap. Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapannı en çok bilen odur, hidayete ermişleri en iyi bilen de odur.» [390]
85- “Sabret, senin sabrın Allah'tan başkası ile değil, ancak onunladır. Onlara karşı tasalanma, onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı hiç bir sıkıntıya da düşme.»[391][392]
Ne zaman ki Uhud savaşı bitti ve müşrikler, defolup gittiler, savaş meydanı çok korkunç bir manzara almıştı. Resülüllâh Aleyhisselam, Hz. Hamzenin karnını yarılmış, burnunu koparılmış, kulaklarını kesilmiş görünce,
Eğer kadınların teessürünü ve benden sonra adet olma ihtimalini düşünmeseydim, Hamzayı bırakırdım, Allah'ın huzuruna, yırtıcı hayvanların ve kuşların karnından Arasata çıkardı. Onun yerine müşriklerden elbette yetmiş kişiyi öldüreceğiz.» buyurdu.
Sonra bir örtü getirtip Hz. Hamzanın (r.d.) yüzünü örttü, ayaklarına da ot koyduktan sonra ayağa kalkarak, on defa tekbir getirdi. Hasılı yetmiş parça edilen bu büyük şehidin her parçasına Resülüllâh Efendimiz, bir cenaze namazı kıldı. Böylece ona yetmiş cenaze namazı kılınmış oldu. Mübarek cesedin defninden sonra, yukarda meali yazılı (Nahl 125, 127.) ayetler nazil oldu. Artık Peygamber Efendimiz, bir kimseye daha bu faciayı açmadı.[393]
Bir ayetinin Medinede indiği rivayet edilen bu sûre, Mekkede inmiş bulunuyor.
85- “Onlara (anaya-babaya) merhametten (oluşan) alçak gönüllülük kanadını (yere) indir ve yarabbî onlar beni çocukken nasıl (esirgeyerek) terbiye ettilerse, sen de onları (öylece) esirgeder.» [394]
Bu ayet inince, müşrik olarak babaları ölenlerde şamildi bu emir. Ancak Tevbe Sûresinin meali altta yazılı ayeti gelince, müşrik olarak ölenlere duanın yapılması hükmü neshedilip kaldırıldı.
“Cehennem ehlinden oldukları belli olduktan sonra artık müşrikler lehine, velev akrabadan olsalar, ne Peygamberin ve ne de mümin olanların af dilemeleri doğru değildir.» [395]
Kaydettiğimiz bu nesih keyfiyetini İbni Abbas (r.d.) rivayet ettiğinde, meali altta yazılı ayeti de misal göstererek, Hz. İbrahimin bile, babasına dua etmekten men edildiğini sözlerine ekler. [396]
86- “Namazda (okurken) sesini çok yükseltme, çok da kısma, ikisinin arası bir yol tut.»[397][398]
Buhari Müsedded'den, Müslim de Annâkıd'den rivayet edilen şu haberi kaydetmişlerdir.
Müslümanlar Mekkede saklı yerlerde ibadet ettikleri zamanlarda, namazlarda okudukları ayetleri işten müşrikler, Kur'ana, onu indirene, onunla gelene çirkin sözler sarfetmekteydiler. Bu ayeti Allah indirdi ve Müslümanları uyarmak için Peygambere “namazda müşriklerin duyacağı kadar sesini yükseltme, peşinde kılan müminlerin işitmiyeceği kadar da alçaltına, ikisinin arası bir yol tut» emri geldi. [399]
Bilahara bu ayet, meaji altta yazılı Araf Süresindeki ayetle neshe uğramıştır. [400]
“Rabbini içinden yalvarıp ağlayan ve korkarak (ama) yüksek olmayan bir sesle, akşam ve sabah zikreyle.» [401]
İbni Abbas (r.d.) der ki, neshedilen İsrâ 110. ayette zikrin -ki buna Kur'an okumak ta dahildir- işitilemiyecek şekilde okunmaması emredilmişti. Bu ayette ise, o hüküm nesholmuş, zikrin gizli yapılmasına da müsaade edilmiştir. Ayrıca İbni Abbas (r.d.) bu iki ayetin de Mekkede indiğini söyler.
Ebu Hureyre (r.d.) ise, ayette geçen “salat» sözü genellikle dua anlamındadır. Esasen yüksek sesle duayı, Peygamber yasaklamıştır. Bundan dolayı, İsrâ : 110. ayet mensûh değil muhkemdir, der. Ebu Hureyrenin olduğu gibi Hz. Ayişenin ve Ebi Musa (r.d.) nın içtihatlarına göre de, İsrâ: 110. ayette geçen “salat» kelimesi dua demektir, mutlaka namaz demek değillerdir. [402]
Bu sûre Mekkede nazil olmuştur.
Ebulkasım Hibetüllâh, içinde “illâ» kelimesi bulunan bu sûrenin dört ayetinde, hem nesheden, hem de neshedilen hükümler bulunduğunu ifade eder. Ta başta ifade ettiğimiz gibi, ayni ayetin içinde hem nasihin, hem de mensûhun bulunması yolundaki görüş, iltifat görmediği için bunları almadık.
87- “Sizden hiç biriniz hariç kalmamak üzere, illa oraya (Cehenneme) varıcı(sınız)dır. Bu Rabbinin uhdesine vacip kıldığı, hükmettiği bir şeydir.» [403]
Bu ayetin meali altta yazılı ayetle neshedildiğine dair bâzı zayıf rivayetler varsa da, ayetin haber mahiyetinde olduğu ve dolaysiyle de olsa bir emir veya yasak mahiyetini taşımadığı için neshinin caiz olmadığı tezi daha kuvvetlidir. Mûlümat kabilinden her iyi ayetin meallerini de buraya aldık.
“Muhakkakdır ki, kendileri için bizden en güzel (şeyler) geçmiş olanlar (var ya) işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır.» [404]
Peygamber Efendimizin tarif buyurdukları gibi, Cehennemin karnında uzayan Sırat köprüsünden geçen iyi kullar, şüphesiz Allah'ın korunmasıyle yine de, Cehennemden uzaklaştırılmış olarak Cennete gireceklerdir. [405]
88- “(Habibim Muhammedi) Sen onlara (müşriklere) karşı acele etme, Biz ancak onlar için (azap görecekleri zamanı kadar geçecek günleri) saymaktayız» [406]
“Meali yazılan bu Ayetin ihtiva ettiği “acele edilmemesi» hükmü de yine Tevbe Sûresinin 5. Kılıç ayetiyle neshedildiği görülüyor. [407]
Bu Sûre Mekkede nazil olmuştur.
89- “(Habibim) Onların söylediklerine sabret.» [408]
90- “(Habibim) De ki, hep bekliyoruz, siz de bekleyin. Çünkü dümdüz bir yolun sahipleri kimlermiş, hidayete eren kimmiş öğreneceksiniz.» [409]
Bu iki ayeti Kerime de, Kılıç ayetiyle neshedilmiş, sabır ve beklemeler sona ermiştir. [410]
Bu Sûre münasebetiyle, Resülüllâh ile, Kureyş büyükleri arasında geçen bir münakaşyı buraya naklediyoruz, İbni Abbasa atfen rivayet edilr ki, İbni Abbas,
- Bir ayet var ki onun hakkında bana kimse bir şey sormuyor. Bilmiyorum, o ayeti biliyorlarda mı bana sormuyorlar? Yahut onu bilmiyorlar da mı sormuyorlar?» der. Yanında bulunan birisi “hangi ayet?» diye sorunca İbni Abbas,
- İşte O “İnnekum ve ma ta'budüne min dünillahi hasa bu cehenneme enitüm leha varidûn» (siz de, Allah'tan gayrı taptıklarınız da, hiç şüphesiz Cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceklerdensiniz) bu okuduğum Ayettir. [411]der
ve sonra, Hz. İbni Abbas devamla,
- Bu Ayeti haber alan kureyş, kavmi çok asebileşti ve müslümanlara, siz bizim ilahlarımıza hakaret ediyorsunuz, demeye başladılar. Kureyşten İbni Ezzaba'ri, gelip müslümanlarla çekişmeye başlar ve “siz bizim ilahlarımızı Cehennem odunu yaptınız» derken, Peygamber Aleyhisselamla da konuşmak ister. Peygamberi Zişan Efendimiz, onu çağırır ve aralarında şu konuşma geçer, İbni Ezzeba'rî,
- Ya Muhammed (aleyhisselam) bu ayette okuduğunuz, yalnız bizim ilahlarımıza mı hastır yoksa, diğerlere de şamil midir? der. Resülüllâh,
- Allah'tan başka ibadet edilenlerin hepsine şamildir, buyurur.
- Ya Muhammed (Aleyhisselam) sen, meleklerin, iyi kullar olduğuna, İsa'nın da iyi bir kimse olduğuna inanmıyor musun? Melih oğulları Meleklere, Nasranîler İsâya, Yahudiler Üzeyire ibadet ediyorlar. Onlar da mı Cehennem odunu?.
Başka bir rivayete göre Peygamberimiz ona şu cevabı verir.
- Okunan Ayette, “ve ma ta'budun» deniyor, ki bu tapılan cansız şeyler demektir. Eğer Ayette “Ve men ta'budun» denseydi o zaman haklı olurdun. Zira bu taktirde tapılan kimseler anlamı ortaya çıkardı. [412]
Bu münasebetledir ki, meali altta yazılan ayet nazil oldu.
“Muhakkak ol kimseler ki, lehlerinde bizden çok güzel (övgülü sözler) geçmiştir, işte onlar (Peygamber ve melekler) Cehennemden uzaklaştırılmışlardır.»[413][414]
Halen Mushaf'ımızda 78 ayet olarak yazılmış bulunan bu sûreyi Şamlılar 74, Medineliler 76, Basrahlar 75, Mekkeliler ise 77 ayet olarak yazmışlardır.[415]
Sûredeki bâzı ayetlerden ikisinin bir sayılmasından bu durura meydana gelmiştir. O zamanlarda Müshafımız, bu günkü gibi muntazam baskılarla basılmış değil, elle yazılmaktaydı. O sebeple bu küçük farklar doğmuştu.
Medinede nazil olmasına rağmen, bu mübarek sûredeki ayetlerden bâzılarının, Mekkede nazil olduğu da rivayet edilmektedir. Ancak bunların adedi belli edilememiştir. Yalnız bu sûrenin 52. ayetinin Mekkede nazil olduğunu şu rivayet ve hadiseden anlıyoruz. [416]
Peygamber Efendimiz, kabilesi Kureyşlilerin iman etmemelerinden çok müteessirdi. Tefsirciler, Aleyhisselam Efendimizin, Kureyşlileri Müslümanlığa yaklaştıracak bir ayetin inmesi temennisi içinde olduklarını söylerler.
Bu Haleti ruhiye içinde Aleyhisselam Efendimiz, Kureyşlierin oturmakta oldukları bir yere gitmiş oturmuşlardı. O esnada kendisine, Kureyşlileri nefret ettirecek her hangi bir şeyin meydana gelmemesini arzuluyorlarmış. Tam bu sırada “Vennecmi» Sûresi nazil olur.
Cebrail Aleyhisselam gittikten sonra, Aleyhisselam Efendimiz, “Vennecmi» Sûresini okumaya başlat. “Efereeytümüllât evel uzza ve menâtessâlisetel uhrâ» (siz gördünüz değil mi lât ve uzzayı, üçüncü olan diğer menati?) diye okuyunca, hemen Şeytan, Peygamberimizin sesine benzer bîr sesle ayette olmayan şu “tilke garanikul ula inne şefaatahünne le türteca» (o putlar, şefaatleri umulan yüce kuşlardır) sözünü araya sıkıştırmıştı.
Bu sesi duyan kureyşliler, “Necm» Sûresinin sonundaki secde Ayeti de okununca, müslümanlarla birlikte secdeye vardılar. Yalnız bunlar arasında bulunan Velit bini Muğiyre ile Sa'ît bini As, yerden ellerine aldıkları toprağı yüzlerine getirip ona alınlarını koydular. Çünkü onlar, çok yaşlıydılar eğilememişlerdi. Tabii Kureyşliler “bakın Muhammed (Aleyhisselam) bizim ilahlarımızı methediyor» diye çok sevinmişlerdi.
Diğer taraftan, o günün akşamı gelen Cebrail Aleyhisselam, Peygamber Efendimize, durumu haber verince, Resülüllâh çok üzülmüş ve mükedder olmuştu. Sonra Resülüllâhi teselli eden ve meali alttaki şu ayeti Kerime nazil oldu.
“Biz senden evvel hiç bir resul, hiç bir nebi göndermedik ki, o (bir şeyi) temenni ettiği zaman, Şeytan onun temennisine uygun ortaya (bir fitne) atmış olmasın. Allah Taâlâ, Şeyta'nın ortaya attığını kaldırır, sonra ayetlerini bekiştirir. Allâhu Zülcelal, hakkiyle bilendir, hikmet sahibidir.» [417]
Bu ayetin geldiğini haber alan Kureyşliler, bu sefer “Muhammed, ilahlarımız hakkındaki yi sözlerinden nedamet duydu» dediler ve düşmanlıklarım daha da artırdılar. [418]
91- “(Yâ Muhammed) de ki, Ey insanlar, ben size ancak tehlikeleri açıklayanım.» [419]
- “Eğer seninle mücadele ederlerse, de ki, Allah ne yapar olduğunuzu çok iyi bilendir. » [420]
Bu iki ayette de emredilen sözlü pasif mücadele, Tevbe Sûresinin 5. Kılıç ayetiyle neshedilmiş, kâfirlere karşı eylem mücadelesine geçilmesi emredilmiştir. [421]
92 - Bu Sûre Mekkede nazil olmuştur.
93 - “(Resulüm) Şimdi sen onları bir vakta kadar sapıklıkları içinde bırak.» [422]
94- “(Habibim) sen kötülüğü en güzel (hareket) le de fet. Biz onların ne vasıfta olduklarını daha iyi bileniz.»[423]
Bu iki ayet de Kılıç ayetiyle neshedilmiş, kâfirlerin bulundukları her yerde öldürülmeleri emredilmiştir.[424]
Bu Sûre. Medinede nazil olmuştur.
95- “Zina eden kadınla zina eden erkekden her birine yüzer değnek vurun...» [425]
Nisa. Sûresinin mensûhları bölümünde de ifade edildiği üzere, mealini yazdığımız bu ayet, ayni zamanda, Nisa Sûresinin 15. ayetini de neshetmiştir. Burada ise onun, mealini altta yazdığımız ayetle neshedildiğine ait rivayetleri açıklıyacağız.
Bu ayette, zina eden her kadın ve erkeği-ki buna cariye ve köle de dahil- yüzer değnek vuurulması emredilmektedir. Halbu ki mealini altta yazdığımız ayet ise, evli cariyelere bu cezanın yansı olan 50 değnek vurulması emr edilmektedir :
“Onlar (sahibi olduğunuz cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuşla gelirlerse, o vakit üzerlerine, hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısıdır...» [426]
Cariyelerin, evlendikten sonra işledikleri zina fiilinden dolayı elli değnek cezaya tabi tutulmalarında ihtilaf yoktur. Bu yönde Nûr Sûresinin 2. ayetinin, Nisa 25. ayetle neshedildiği ortaya çıkıyor.
Cariyelerin evlenmedikleri zamanda ise onlara, bu yarım cezanın bile tatbik edilemeyeceğine kail olan müfessirler olduğu gibi, onlara tam cezanın uygulanacağına inananlar da vardır. [427]
96- “Zina eden erkek, zina eden veya Allah'a ortak İlah tanıyan kadından başkasını nikâhlayamaz. Zina eden kadın da, zina eden veya Allah'a ortak ilah tanıyan bir erkekten başkasiyle nikâhlanamaz. Bu (evlenmeler) müminler üzerine haram kılındı. [428]
Bu ayetin nüzul sebebi :
Medineye hicret eden Müslümanlar, yoksuldular. Medinede kendilerini kiraya vererek zengin olan kadınlarla bâzı muhacirler nikahlanıp zengin olmak istemişlerdi. Hatta bu hususta Peygamber Efendimizden izin isteyenler de olmuştu. Bunun üzerine meali yazılan bu ayet nazil oldu.
İkrime (r.d.) der ki :
O sıra, Medinede dokuz umumhane vardı. Bu ev sahipleri, ya karılarını veya cariyelerini sermaye olarak kullanmaktaydılar. Bu umumhanlere,
Bâzı Müslümanlar da giderlerdi. [429]
Bu Ayeti Kerimenin, meali altta yazılı Ayetle nesholduğuna dair olan rivayetler çoğunluğu teşkil eder. Bunlara göre, başından zina hadisesi geçmiş, ama tevbekâr olmuş ve zinaya devam ihtimalleri kalmamışların evlenmeleri mubah hale gelmiştir. Aynı zamanda diğer Mü'minlerin de bunlarla evlenmelerinde bir beis kalmamıştır.
“İçinizden bekâr veya dulları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sahh (iyi huylu) olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allâh Taâlâ onları (evlendiklerinde) fazlı (keremi) ile zengin eder. Allah bihakkın vasî' (geniş varhkh)dır, bilendir.»[430][431]
Uygulama hakkında bâzı Hadîsler :
Hz. Ayişe (r.d.) Annemiz der ki,
- Resülüllâh, bir kadınla zina eden bir erkeğin, o kadınla evlenip evlenemiyeceği hususunda ki bir soruya,
- Evvelkisi zina, sonraki nikâhtır. Haram, helal olan şeyi haram kılmaz» buyurmuştur. Yâni haram olan zina, nikâhı haram kılmaz.
Hz. İbni Ömer'de der ki:
- Hz. Ebubekir (r.d.) bir gün mescitte otururken, birisi gelmiş çok telaşlı ve anlaşılmayan ifadelerle bir şeyler söylüyordu. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer (r.d.)e, kalk şu adamı dinle ne söylüyor dedi. Hz. Ömer kalkıp o adamı dinledi. O adam, evine gelen bir misafirin kızıyle zina işlediğini, söyledi. Hz. Ömer de, onun göksüne vurdu ve “kızının üzerini örtmediğin için seni Allah çirkinlesin» dedi. Bunun üzerine Ebubekir (r.d.) her ikisine, yüzer değnekle, birer yıl sürgün cezası verdi. Bir yıl sonra bunlar nikahlandılar. [432]
97- “Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadiyle) iftira atan, sonra da (zinayı isbat için) dört şahit getiremeyenlere, seksen değnek vurun, onların şahitliğini de ebediyen kabul et meyin. Onlar fasıkların ta kendileridir.» [433][434]
İkrmie (r.d.) İbni Abbastan (r.d.) naklen der ki :
- Bu ayet nazil olunca Medineli Müslümanların ulularından Sa'd ibni Ubade (r.d.) “böyle mi indi bu Ayet?» dedi. Resülüllâh Efendimiz, bu söz üzerine “Ey Medineli Müslümanlar, işitmiyor musunuz? bakın sizin ulunuz ne diyor» buyurur. Ensar da cevaben “Ya resülüllâh o, çok gayur bir kişidir. Dul kadınlar ile değil, hep bakirelerle evlenmiştir. Bir karı boşasa, ondna korkusuna kimse o kadını nikâhlayamaz» derler. Bu sefer Sa'd İbni Ubade,
- Ya Resülüllâh, bu Ayet yemin ederim ki hakdır ve Allâh tarafından gelmiştir. Lakin şuna taaccübediyorum. Ben böyle pis bir kadını bir erkeğin kucağında bulacağım, sonra da onu ürkütmeden dört şahit aramaya gideceğim. Vallahi ben bu işi görene kadar o, işini çoktan bitirmiş olur, dedi.
Bu konuşmalardan kısa bir zaman sonra, Hilal Bini Ümeyye (r.d.) tarlasından yatsı vakti evine gelince, karısını bir erkekle bulmuş, konuşmalarını da kulağıyla dinlemişti. Böylece o, kimseyi ürkütmeden sabahı bekledikten sonra Resülüllâha gelip,
- Ya Resülüllâh, yatsı vakti evime gittim ki karımın yanında bir erkek buldum. Bu hali gözümle gördüm, konuşmalarını da kulağımla işittim, dedi. Resülüllâh bu haberden çok üzüldü.
Sâd İbni Ubade (r.d.) bu durumda Resülüllâh'in (s.a.s.) Hilal Bini Ümeyyeye, 80 değnek vurulmasına ve şahitliğinin de ebediyyen kabul edilmemesine hüküm verecek diye bekledim, dedikten sonra şunları ilave ediyor:
- Hilal da, dört şahit getiremediği için karısına yaptığı bu isnattan ötürü kendisine tatbik edilecek cezanın korkusu içinde mütemadiyen,
- Ya Resülüllâh, Vallahi gözümle gördüm, konuşulanları kulağımla işittim, ben doğru söylüyorum, deyip duruyordu. Orada bulunan herkes de, benim gibi, Hilalin ceza göreceğini bekliyordu ki, Resülüllâha vahyin geldiği mübarek çehresinden belli oldu ve Hilali 80 değnek kurtaran ayetler -ki mealleri alttadır- indi. [435]
“Dahi ol kimseler ki, karılarına (zina suçu) atarlar, halbuki, kendilerinden başka şahitleri yoktur. İşte bu gibilerden birinin şahitliği, Allah için yapılan dört şahitliktir. O, doğrulardandır.» [436]
“Beşinci (şahitlik) de (onun) eğer yalancılardan ise, Allâh'ın lanetinin muhakkak kendisinin üstüne (olmasını söylemesidir.» [437]
Bu ayetler inince Resülüllâh sevindi ve
- Sana müjde ya Hilal, Allah sana çıkış yolunu açtı, buyurdu. Bunun üzerine Hilal da “esasen ben de Rabbimden bunu diliyor ve bekliyordum» dedi. [438]
Bu defa ise Hz. Peygamber, Hilalin karısını huzura getirtti ve olan bitenleri ona anlattı. Bu arada onlara, ahiret azabının dünya azabından çok şiddetli olduğunu hatırlatarak onları, Kur'an'ın tarif ettiği şekilde yemine davet etti. Hilâl, Vallahi Ya Resülüllâh karım hakkında doğru söyledim, dedi. Karısı ise, kocasının yalan söylediğini beyan etti. Bu durumda Rasüli Ekrem Efendimiz, aralarında “mülâana» yapılmasını, yani her iki tarafın “yalancıya Allah lanet etsin» dedirtilmesini emretti.
Kurulan Divanda Hilale, dört defa “karım hakkındaki sözlerime ben Vallahi doğruyu söyledim» sözü tekrarlatılmış, beşinci olarak da “Eğer yalan söylediysem, Allah'ın laneti üzerime olsun» demiştir.
Huzurda bulunan karısına da dört defa “Vallahi kocam yalan söylüyor» sözü tekrarlatılmış ve kendisine, Dünyadaki cezanın Ahirettekinden çok daha hafif olduğu hatırlatıldığında kadın, biraz duralamış ve itiraf edecek bir durum almışken, hemen pişman olmuş ve “Vallahi kavmıma rüsyaylık getiremeyeceğim, eğer kocam doğru söylediyse Allah'ın gazabı üzerime olsun» dedi.
Bunun üzerine Resülüllâh, karı kocanın ayrılmalarına, doğacak çocuğun babasınca dava edilmemesine, kadına ve doğacak çocuğuna çirkin olan isnatların atılmamasına, atacaklara serî cezanın uygulanmasına, Hilalin de ayrılan eski karısını artık bakmakla mükellef olmamasına karar verdi.
Resülüllâh Bundan sonra da şöyle buyurdu :
- Eğer bu kadının doğan çocuğu, ince baldırlıysa kocası Hilaldendir. Eğer kıvırcık saçlı, baldır bacakları etli ve uzun dişli olursa çocuk, kadınla zipa ettiğini Hilalin haber verdiği kişidendir.
Kadın doğan çocuğuyla Resülüllâha getirilince görüldü ki çocuk, kıvırcık saçlı ve baldırları da etlidir. Bu defa Resüli Ekrem şöyle buyurmuştu :
- Eğer karı kocanın yeminleri olmasaydı, o kadına uygulanacak muamele “recm» (taşlanarak îdam) olacaktı.
İkrime (r.d.) den rivayet edildiğine göre bu çocuk, sonradan Mısır emiri olmuş ve anasının adiyle anılmıştır.
Hilal Bini Ümeyyeye ait bu haber, başka kaynaklarca da verilir.[439]
Kocası tarafından zina isnadına uğrayan kadının recm olmaktan kurtulması için, onun da kocası biçiminde yemin etmesinin gerektiğini bildiren ayetlerin mealleri şunlardır:
“O (kadın)un. Billahi (diyerek) kocasının muhakkak yalancılardan olduğuna dört (defa) şahitlik etmesi, beşincide de, eğer kocası doğrulardansa, Allah'ın gazabının muhakkak kendisinin üzerine olmasını söylemesi (halinde) ondan (kadından) bu azabı (recmi) geri çevirir.» [440]
Nesneden ve edilen ayetlere gelince :
Hilâl Bini Ümeyye olayında, Peygamber Efendimizin verdiği hükümden de anlaşılıyor ki, namuslu kadınlara zina isnadında bulunanlara ceza verilmesini emreden ve meali de yukarda yazılan ayeti (Nur 4) yine mealleri yazılmış olan ayetler (Nur 6,7) neshetmiş, karısına zina isnad edenleri ayrı bir uygulamaya tabi tutmuşlardır. İbni Abbas da (r.d.) bu değişikliği, nesh olarak kabul etmektedir. Ama buna rağmen, sözü edilen ayetlerde nesheden veya neshedilen yoktur diyen fakihler de vardır. Onlar, Nur Süresindeki 4. ayetin, namuslu kadınlara zina isnadında bulunanları, neshedici olarak gösterilen 6 ve 7. ayetlerin ise, zevcesine zina isnadında bulunanları kasdettiklerini ileri sürerek, hepsinin de muhkem olduğunu iddia ederler. [441]
Zina isnatçılarmın tevbe etmeleri halinde tabî olacakları muamele hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur nüze düşen (vazife) de size yükletilen (itaat) dir. Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygambere ait olan (vazife) apaçık tebliğden başkası değildir.» [442]
İşte meali yazılan bu ayet de ki, (Apaçık Tebliğden Başkası Değildir) Hükmü kâfirlerin bulundukları yerde öldürülmelerini emreden Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. [443]
Bu sûrenin mensûh olduğu rivayet edilen tek ayetinin meali şudur :
“Yer yüzünde vekar ve alçak gönüllülükle gezen Rahmanın kullarına cahiller, hakaret ederek hitap ettikleri zaman onlar -üzerine iyilik sağlık- derler.» [444]
Eba Muhammed Mekkîye göre alimlerin çoğunluğu, bu ayetin bilinen Kılıç Ayetiyle neshedildiğini, kendisinin de ayni fikirde olduğunu söylerken, gerekçe olarak ta. Bu ayetin Mekkede indiğini ve o sıralarda müslümanlar, henüz vuruşmakla emrolunmamış olduklarını gösterir. [445]
Bu konuda İbni Kesir T. şöyle bir olay anlatılır :
Peygamber Efendimizin huzurunda bir zat, diğer bir kimseyi tahkir eder. Hakaret gören ise hakaret edene “üstüne iyilik sağlık» diye cevap verir ve kavgayı önler. Bu sefer hakarete uğrayana Hz. Peygamber şöyle der :
- O sana sövdükçe aranızdaki melek ona» o kötü söze sen layıksın» diyordu. Sen ona “üstüne iyilik sağlık» deyince ise bu sefer o melek sana “iyiliğe layik olan o değil sensin» diyordu. [446]
Uhut gazasında Hz. Hamzayı şehid eden Vahşıye ait olan olay, şüphesiz Medinede geçmiştir. Bu itibarla mealleri veri
- Ya Resülüllâh, evimde bazen öyle bir halde bulunurum ki, o durumda beni ne babamın ve ne de oğlumun görmesini istemem. Baba üzerime eve girer veya mümkün değil, mutlaka ev halkından biri, ben o durumdayken üzerime giriyor, ben ne yapayım?.
İşte kadının bu şikâyeti üzerine mealleri ya'zılan bu ayetler iner. Ama bu sefer de Hz. Ebubekir (r.d.) şöyle der :
- Ya Resülüllâh, Şam yolunda içinde kimsenin bulunmadığı hanlara ve evlere nasıl girilip barınılacak?. Bunun üzerine de, mealleri yazılan bu ayetlerin hükümlerini kolaylaştıran ve meali altta yazılan ayet indi.
“Mesken olmayan ve içindede sizin için bir yarar bulunan evlere girmenizde bir vebal yoktur. Allah açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.» [447]
İbni Abbas (r.d.) meali yazılan bu ayetin, evlere izinsiz ve selamsız girmeyi yasaklayan hükümleri neshettiğini söyler. Buna rağmen bâzı fakıhler, mesken olmayan yerlere izinsiz girmeye ruhsat veren hüküm, mesken olan yerlere de izinsiz girilebileceğini ifade etmediğinden, durumda neshetme diye bir şey yoktur diyorlar. [448]
99- “İman etmiş kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, zinetlerini açmasınlar. Ancak görülen kısım hariç. Baş örtülerini, yakalarının üstünü (örtecek biçimde) koysunlar. Zinet (yer)lerini kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut kocalarının oğullarından, yahut kardeşlerinden, yahut kardeşlerinin oğullarından, yahut kendi (ne hizmet eden) kadınlarından, yahut ellerinde ki kölelerinden, yahut erkeklerden kadın ihtiyacı kalmayan hizmetçilerden, yahut henüz kadınların gizli yerlerine arzusu belirmeyen, çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizliyecekleri bilinsin diye, ayaklarını da vurmasınlar. Hepiniz Allah’a tevbe edin ey müminler, tâki korktuğunuzdan emin umduğunuza kavuşasınız.»[449][450]
İbni Mürdeviye, Hz. Ali (r.d.) nin şöyle dediğini rivayet eder :
Medine sokaklarının birisinde yürüyen bir erkek, bir kadına bakar, kadında ona alakayla bakar. Bu durumu gören başka bir erkek de bunları hem göz hapsine alır, hem de yürümeye devam ederken, önündeki duvara burnunu çarpar. Böylece kanayan burnunu yıkamaz ve -ben bu kanı Resülüllâha varıncaya kadar Vallahi yıkamam- diyerek kanlı burnuyla huzuruna çıktığı Resüli Ekrem ise ona,
- Bu senin günahının cezasıdır, demişlerdir, İşte bunun arkasından Hicab (örtünme) Ayeti[451]indi (*)
Burnu kanayan Sahabînin günahı, bir üst ayetin hükmü gereğince, gözünü haramdan sakınmayıp, erkeğe bakan kadına, onun da bakmış olmasıydı.
Bununla birlikte İbni Abbas (r.d.) Hicab Ayetinin örtünmeye ait hükmü kalkmıştır der. Tabiinden Aba Muhammed ise, örtünmeye ait hüküm, genç kadınlar için bakı kaldığına göre, yaşlıların bu zorunluktan çıkarılmaları nesh olmak sayılmaz der.
“Kadınlardan hayız ve çocuktan kesilmiş, nikâha ümidi kalmamışların, zinet (mahal)lerini göstermemek şartıyla (dış) esvaplarını bırakmalaırnda onlar için bir günah yoktur. Eğer esvaplarını bırakmaz (örtünür) larsa, kendileri için daha hayırlıdır. Allah hakkıyle işiten ve bilendir.» [452]
100- “(Ya Muhammed) de ki, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin, yine yüz çevirirseniz onun (peygamberin) uhdesine düşen ancak ona yükletilen (vazife) dir, sizin üstü
“Ancak bundan (zina isnadından) sonra tevbe edip halle rini islah edenler müstesnadır… » [453]
Ebû Ubeyde ve daha başkaları, meali yazılan bu ayetin dahi, namuslu kadınlara zina isnadında bulunanlara 80 değnek vurulmasını emreden [454] ayeti neshettiğini söylemişlerdir. Ama bunların karşısında bulunan çoğunluk, ayetteki “ancak tevbe edenler hallerini de islah ederler müstesnadır» hükmü, bir istisnadır, hüküm kaldıran veya değiştiren bit neshetme değildir, demektedirler. [455]
Tevbekâr olan zina isnatçısının ne gibi yarar sağlayacağı konusu ihtilaflıdır. Kazı Şüreyh, İbni Müseyyib, Hasanı Basrî, İbrahim Nahaî, Ebû Hanife, İmam Ebi Yüsüf, İmam Mu hammed ve Süfyani Sevri, tevbenin yalnız, fasıklık yâni sabıkalılık lekesini sileceğini, diğer 80 değnek ve ebediyen şahitlik yapamama cezalarını kaldırmayacağını içtihad etmişlerdir.
İmam Şafiî, Ahmed İbni Hanbel, Malik İbni Enes ve daha bâzı müçtehitler ise, Tevbe edenin, fasıklık vasfı kalkacağına göre, şahitliğinin de makbul olması gerekir demişlerdir.[456]
98- “Ey İman edenler, kendi evlerinizden başka evlere, sahipleriyle ünsiyet edinceye ve selam verinceye kadar girmeyin» [457]
“Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Eğer size -geri dönün- denirse hemen dönün. Bu sizin için daha temiz (bir iş) dir. Allah ne yaptığınızı hakkıyle bilir.»[458][459]
Ensardan bir kadın, Peygamber Efendimize gelip şöyle der:
len alttaki üç ayetin, Medinede indiği ve Mekkede inen bu sûreye konduğu anlaşılır. Çünkü Uhut gazası, hicretten sonradır.
Abdullah İbni Abbas (r.d.) in rivayetine göre Vahşi gelip Peygambere,
- Ya Muhammed (s.a.) tek Allah kelamını işiteyim diye senin yanında işçi olarak çalışmağa geldim, kabul et demiş. Hz. Peygamber ise ona,
- Ben isterim benim civarımdan başka yerde bulun. Fakat seni benim yanımda çalışıp Allah kelamını dinlemeye götüren sebep nedir? der. Buna karşı şu cevabı verir,
- Ben Allah'a (c.c.) ortak koşmuş, onun haram kıldığı adam öldürme suçu işlemiş ve zina etmiş bir kimseyim. Allah benim tevbemi kabul eder mi?
Hz. Peygamber sustu cevap vermedi. Ama bunun peşinden (meali alttaki) şu ayetler indi. Ve onları Vahşiye okudu :
“Onlar ki Allâh yanında başka ilah tanımazlar, Allah'ın haram kıldığı, haksız yere adam öldürmezler, zina etmezler, kim bunları yaparsa, günaha düşer» “Kıyamet günü de, azabı katmerleşir ve o (azabın içinde) hor ve hakir durumda ebedî kalır» “Ancak tevbe edip iyi amelde bulunanlar müstesnadır İşte Allah (c.c.) bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah (c.c.) yargılayıcı çok esirgeyicidir.» [460]
Bu ayetleri dinleyen Vahşı,
- Ya Muhammed (s.a.) bu okuduklarında “iyi amel işlemek» vardır. Ben tevbe ederim ama ya iyi iş işleyemezsem halim ne olur? der. Bu sefer de şu mealdeki ayet indi :
“Şüphesiz Allah, kendine eş tanınmasını affetmez. Ondan başkasını dilediği kimse için afveder. Kim Allah'a (c.c.) eş tanırsa, pek büyük günah olan iftirada bulunur.» [461]
Bu ayeti de dinleyen Vahşı bu defa da,
- Ya Muhammed (s.a.) bu ayette de “Allah (c.c.) dilediğini afveder» deniyor. Ya beni afvetmek dilemezse, onun için ben senin civarında kalayım da, Allah (c.c.) kelamını devamlı dinleyeyim der. Bunun üzerine de şu mealdeki ayet indi :
“(Ya Muhammed) de ki -ey nefislerine aşırı ilgi gösterenler, Allah'ın (c.c.) rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah (c.c.) bütün günahları afveder. Şüphesiz o, mağfiret edicidir, esirgeyicidir.» [462]
En son bu ayeti de dinleyen vahşı,
- Çok güzel, bunda şart yok, diyerek müslüman oldu.[463]
Bu Sûrenin sonundaki beş ayet hariç, diğerleri Mekkede inmiştir.
101- “Şairlere (gelince) onlara da sapıklar uyar.» “Onların her vadide hakikten ifrata düşegeldiklerini» “ve hakikaten daima yapmadıklarını söyler olduklarını görmedin mi?» [464]
Bu ayetler, bütün şairleri hedef almaktaydı. Fakat Müslüman şairlerden Abdullah İbni Revaha, Hasan Bini Sabit, Kâ'b Bini Züheyr ve Kâ'b Bini Malik, icabettikçe Müslümanları harba teşvik eden, Peygamber Efendimiz aleyhine söylenen hicviyelere cevaplar veren şiirler söylemekteydiler. Bunlar, ayetlerde takbih edilenlerden olamazdı elbet. İşte bu şairler, meali altta yazılı ayetle istisna edilmiş, kötülenen şairlerden sayılmadıkları bildirilmiştir. Bu durumu, bâzı tefsirciler nesih saymışlar, yâni üstteki ayetlerin, meali altta yazılan ayetle neshedildiğini söylemişlerdir. [465]
“Ancak iman edip iyi amelde bulunanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıklarından sonra, öclerini alanlar, böyle değildir...»[466][467]
Bu sûre, Mekkede inmiştir. Tek mensûh ayeti şudur :
102 - “...Kim de doğru yoldan saparsa (ona) de ki: Ben ancak, fenalık edenlerin korkunç sonuçlarını bildirenlerdenim.» [468]
Meali yazılan bu ayet, filî bir mücadele mahiyetini taşımadığı için -müşrikleri bulduğunuzda öldürün- mealindeki Kılıç ayetiyle neshedilmiş bulunmaktadır. [469]
Bu da Mekkede inmiştir, mensûh ayetin meali şudur :
103- “...Onlar (müslümanlar) dahi dediler kî, bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size aittir. Size selam (olsun) Biz cahilleri aramayız.» [470]
Medarik Tefsirinin görüşüne göre müslümanların bu tarz sözleri bir mütareke ifadesidir. [471] Bu sebeple bu ayet de, Kılıç ayetiyle nesholmuş hükmü kalkmıştır.[472]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûhu ise, meali yazılı şu iki ayettir :[473]
104- “Zulmedenleri hariç olmak üzere, kitap ehli (Hristiyan ve Yahudi) ile, en güzelden (kabalığı nezaketle, sabırla ve nasıhatla karşılamaktan) başka bir yolla mücadele etmeyin ve deyin ki: -bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim Allah'ımız da, sizin Allah'ınız da hep birdir, (şu var ki) biz ancak ona teslim olanlarız-» [474]
Bu ayeti Kerime, meali altta yazılı ayetle neshedilmiştir.
“Kendilerine kitap verilenlerden, ne Allah'a ne Ahiret gününe inanmayan, hak dinini din olarak kabul etmeyenlerle, aşağılık kendi el(ler)inden cizyeyi verinceye kadar, savaşın.» [475]
105 - “Ona Rabbinden (Salih peygamberin devesi, Musa Peygamberin asası gibi) ayetler de indirilmeli değil miydi? dediler. (Resulüm) de ki: O ayetler ancak Allah'ın indindendir. Ben sadece (kötülüklerinizin başınıza getireceği fena sonu) apaşikâr bildirenim.» [476]
Bu ayet mealinin sonundaki “ben size sadece bildirenim» diye ifade edilen beyandan çıkan müsamaha, Tevbe Süresindeki Kılıç ayetiyle nesholmuş müşriklerle vuruşmaya başlanmıştır. [477]
Bu Sûre de Mekkede inmiştir. [478]
Süleyman Nedevî'nin “Asri Saadet Tarihi»nde yazdığına göre, Romalılarla İranlılar, büyük bir savaşa tutuşmuşlar, sonunda Romalılar mağlup olmuşlardı. İranlılar ise, Irak, Suriye ve Mısırı zabtetmişler, bütün buralarda yaşayanları ateşperestliğe zorlamışlardı. Halbuki Romalılar, kitap ehlindendi. Bu vüzden büyük zulümler işlemişler, kanlar dökmüşlerdi.
Bu muharebe, Peygamber Efendimize peygamberlik geldiğinin tam 5. yılıydı. Roma ordularının perişan olması haberi Mekkeye ulaşınca, putperest müşrikler, çok sevinmişler ve Müslümanlara “O Rumlar da sizin gibi kitap ehliydi. Onları İranlılar nasıl perişan ettiyse, biz de bir gün sizleri böyle yapacağız» diye tehdide ve tazyıka başlamışlardı. Müslümanlar ise, bu mağlûbiyetten çok müteessir olmuş durumdaydılar. Çünkü kitap ehli olan Rum taraf, ateşperest olan diğer tarafa yenilmişti.
Müslümanlar, bu keder içindeyken, Rum Sûresinin, meali altta yazılı ayetleri nazil oldu.
“Rum mağlüb oldu. Yakın yerde (bununla beraber) onlar, bu mağlûbiyetlerinin arkasından, bir kaç yıl içinde muhakkak (onları) yeneceklerdir. Önünde de, sonunda da, emir Allah'ın ve o gün mü'minler, Allâhhn yardımıyle ferahlanacaklardır.» [479]
Bu Ayeti Kerime inince, Müslümanlar sevinç duymuşlardı. Bir ara Hz. Ebubekir (r.d.) azılı müşriklerin bulunduğu bir mecliste,
- Rasülüllâha Allah haber verdi ki, üç yıl içinde bu iki devlet tekrar harbedecekler ve o zaman İranlılar mağlüb olacaklardır.» der. İçlerinden Übey ibni Half,
- Yalan söylüyorsun, eğer güveniyorsan gel bahse girelim. Senin dediğin olursa ben on deve vereceğim, yalan çıkarsan sen on deve ver, razı mısın? der. Hz. Ebubekir bu teklife razı olur ve böylece sözleşirler.
Fakat Hz. Ebubekir, dönüp bu sözleşmeyi Peygamber Efendimize haber verince Resülüllâh ona,
- Ya Ebubekir, kabul ettiğin üç yıl müddet azdır. Kur' anda sözü edilen “bir kaç yıl» üç yıldan dokuz yıla kadar bir müddettir. Sen git, koyduğunuz develeri artır, ama müddeti de dokuz yıla kadar uzat, buyurur.
Hz. Ebubekir Übey İbni Halfi bulur ve ona seslenir. Übey
- Ya Ebubekir pişman mı oldun yoksa? der. Ebubekir (r.d.)
- Hayır pişman değilim. Ancak müddeti dokuz yıla çıkarırsan, develerin yüze çıkarılmasına razıyım ne dersin? der. Übey buna razı olur ve anlaşma yapılır.
Müddet dokuz yıla varmadan, vuku bulan Bedir savaşında, Rum ordularının İranlıları hezimete uğrattığı ve İranın baştan başa işgale uğradığı haberi gelir. Ayeti Kerimede haber verilen mucize tahakkuk etmiş ve Müslümanlar, hem Bedîr savaşını kazanmalarından ve hem de İranlıların mağlüb olma haberinden tamamiyle feraha kavuşmuşlardı.
Hz. Ebu Bekir, Bedirde öldürülen Übeyyin, Müslüman olan varislerinden bu develeri almış ve Resülüllâhın emirleri gereğince Ashabi suffa denen fakır Sahabîlere tevzi etmiştir.[480]
106- “(Ey Resulüm) Sen şimdi sabreyle, şüphesizdir ki, Allah'ın vâ'di yakındır.» [481]
Meali yazılan bu ayeti Kerime de, Kılıç ayetiyle neshedilmiş, müşrikler ile vuruşma emri gelmiş ve böylece sabır sona erdirilmiştir. [482]
Bu sûrenin 18 ,19, 20. ayetlçri hariç, diğer kısmı Mekkede nazil olmuştur.
107- “(Resulüm) artık onlardan yüz çevir, bekle. Çünkü onlar bekleyicidirler.» [483]
Kılıç ayeti, ayni sebeplerden ötürü, meali yazılan bu ayeti de neshe uğratmıştır. [484]
Bu sûrenin 45, 46. ayetleri Mekkede, diğerleri Medinede inmiştir.
108- “(Resulüm) kâfirlere ve münafıklara uyma, onların eziyetlerine de aldırma, Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter.» [485]
Bu ayetin mealinde geçen “onların eziyetlerine de aldırma» yolundaki emir, müşriklere karşı cihadı emreden Kılıç Ayetiyle neshedilmiş, sabru tahammüle son verilmiştir. [486]
Ebu Süfyan, Ebucehilin oğlu İkrime, Ebul Â'verisselami Uhud savaşından sonra Medineye gelmişler, Abdullah İbni Ubeyyin evine misafir olmuşlardı. Önce Peygamber Efendimizden öldürülmeyeceklerine dair teminat almışlar ve sonra da onunla görüşmek istemişlerdi. Aleyhisselam Efendimiz onları yüce huzurlarına kabul buyurmuşlardı ki söze başlayan Ebu Süfyan şöyle der :
- Yâ Muhammed! Sen bizim Lât, Uzzâ ve Menat adlı ilahlarımıza (!) dil uzatma ve onlara tapanlara, onların şafaat edeceklerini söyle, biz de seni ve senin Allah'ını bırakalım.
Hz. Peygamber bu tekliften fazlaca asabileşir. Bu sefer orada bulunan Hz. Ömer (r.d.) “Ya Resülüllâh! izin ver de bunları öldüreyim» der. Önceden teminat verdiği için bu müşriklerin öldürülmelerine izin vermez ama, buna mukabil onları derhal Medineden çıkmaya mecbur bırakır. İşte bu olay üzerinedir ki, yukarda meali yazılan Ahzab Sûresinin 48. ayeti indi. [487]
109- “Bundan (9 zecveden) sonra kadınlar(la evlenmen) ve bunları (bırakıp) başka zevcelerle değişmen, güzellikleri hoşuna gitse bile, sana helal olmaz. Ancak sağ elinin (kazanarak) sahib olduğu (cariyeler) hariçtir. Allah (c.c.) her şeyi ziyadesiyle kavrayandır.» [488]
Bu ayetin inişinden sonradır ki Peygamber Efendimiz. Romanın Mısır valisi tarafından hediye gönderilen Mariye adlı cariyeyi almış ve ondan, çok yaşamayan İbrahim adındaki çocuğu doğmuştur. (Celâleyn)
Meali yazılan bu ayeti Kerime, yine mealini altta yazdığımız ayet ile nesholmuştur. [489]
“Ey Peygamber, mehrini verdiğin zevceleri ve Allah'ın sana ganimetle (nasib) ettiklerinden kuvvetinin malik olduğu cariyeleri, seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halanın kızlarını, dayının kızlarını, teyzenin kızlarını, bir de, eğer mümin bir kadın kendisini hibe edip, peygamber de nikâhla almak isterse onu (kî bu sonuncusu) diğer müminlere değil, yalnız sana has olmak üzere, senin için halâl kıldık, öbür müminlerin zevceleri ve kuvvetlerinin sahib oldukları (cariyeleri) hakkında uhdelerine ne farz kılmış olduğumuzu bildirdik, (sana mahsus kolaylıklar) Senin üzerine bir darlık olmaması içindir. Allah mağfiret edici, rahmet edici oldu.» [490]
Mushaf ta önce okunan bu (Ahzab 50) ayetin, daha sonraki (Ahzab 52.) ayeti neshetmiş olması “acaba» ile karşılanmamalıdır. Zira, Bakara Sûresinin 240 ve 234. ayetlerinde de açıkladığımız üzere, Kur'an'ın sûre ve ayetleri, nüzul sırasına göre yazılmış değildir. Bu sebeple nesneden ayetin, neshedilenden önce yazılmış olması mümkündür. Nitekim meali yazılan şu hadîsler, bu imkânı isbat ederler :
İmam Ahmed, Hz. Ayişeden (r.d.) şöyle dediğini rivayet eder :
“Resülüllâh, kadınlar ona halal oluncaya kadar vefat etmedi.»
Bu hadîsi, Tirmîzî ve Nisaî de Sünenlerinde rivayet etmişlerdir.
Ümraü Selemenin (r.d.) de şu sözünü Ömer İbni Ebubekir (r.d.) rivayet eder :
“Resülüllâh, mahremlerinden başka, bütün kadınlar ona halal kılınmadan vefat etmedi.» [491]
Zeyd İbni Eşlem de der ki Resülüllâh, mevcut zevceleri üzerine bir daha evlenmesini yasaklayan ayet indikten sonra, Kâbın kızı Meymune Hayym kızı Safiyye ve Cüveyriye ile nikâhlanmıştır.
Bununla beraber neshetme keyfiyetini kabul etmeyenler olduğu gibi, neshin ayetle değil de, Peygamberimizin Sünneti Filyesi (davranışı) ile neshin meydana geldiğini söyleyenler de vardır. Fakat İmamı Dahhâk, buradaki neshetme olayının ayetle meydana geldiğini, Hz. Ali ile İbni Abbasm rivayet ettiklerini söyler. [492]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayetinin meali şudur :
110- “(Ey Elçim) de ki, bizim işlediğimiz günahlardan siz mesul olmazsınız, sizin işlediğinzden de biz mesul olmayız.» [493]
Bu ayetin ihtiva ettiği müsamaha hükmü, müşrikleri bulduğunuzda öldürün, emrini getiren Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. [494]
Mekkede inen bu sûrenin mensûh ayeti şu mealdedir :
111- “(Ya Muhammed) Sen, gelecek tehlikeleri haber verenden başkası değilsin.» [495]
Bu ayet de bilinen Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. Zira Kılıç Ayetiyle Peygamberimiz, yalnız haber veren olmakla kalmamış, ayni zamanda o, kılıç kullanarak müşrikleri imana davet etmekle de emrolunmuştur. [496]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh olan dört ayetinin meali altta yazılmıştır :
112- “Onun için (habibim) sen, bir zamana kadar onlardan yüz çevir.»
113- “Onları gözetle (habibim) kendileri de (başlarına gelecekleri) yakında göreceklerdir.» [497]5
114- “(Habibim) bir zamana kadar sen, onlardan yüz çevir.» [498]
115- “(Habibim) gözetle (onları) onlar da göreceklerdir.» [499]
Meali yazılan bu dört ayet de, beklemeyi ve aldırış etmeme anlamında müşriklerden yüz çevirmeyi emretmekteydiler. Müşriklerin öldürülmelerini emreden Kılıç ayeti, bu dört ayetin bekleyişe, gözetleyişe ait hükümlerini neshedip kaldırdı, çünkü artık kılıç sıyrıldı. [500]
Bu Sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayetlerinin mealleri şunlardır.
116- “(Resulüm) Onlar ne derse (sen) sabreyle.» [501]
117- “(Habibim) deki, ben yalnız gelecek tehlikeleri haber verenim.»[502]
118- “(Habibim) de ki, ben ancak, gelecek tehlikeleri apaçık haber veren (bir peygamber) olduğum için bana vahy geliyor.» [503]
Bu iki ayet de, ayni sebeplerden ötürü, Kılıç ayetiyle neshedilmiş Peygamberimizin yalnız korkutucu ve tebligatçı olmayıp, ayni zamanda dinini kılıç kullanarak ta yaymakla emrolunmuştu. [504]
Bu sûrenin 53, 54, 55. ayetleri Medinede, diğerleri ise Mekkede inmiştir. Bu sûrenin mensûh ayet mealleri aşağıdadır :
119- “(Habibim) de ki, ben dinimde ona, ihlâs edici olarak ancak Allah'a ibadet ederim» “artık siz de onu (Alâh'ı) bırakıp, dilediğinize tapın...» [505]
Bu iki ayetin meallerindeki “dilediğinize tapın» sözüyle gösterilen müsamaha, Yine Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. Bunlar gibi meali altta olan iki ayetde, ayni sebeple ve Kılıç ayetiyle neshedilmiştir.[506]
120- “(Habibim) de ki, ey kavmim, siz bulunduğunuz durum üzere çalışın. Şüphesiz ben çalışıyorum.» [507]
121- “(Habibim) sen onların üzerinde bir vekil değilsin.» [508][509]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh tek ayetinin meali şudur :
122- “(Habibim) ne iyilik, ne de kötülük eşit olmaz. Sen (kötü sözü) en güzel (neyse) onunla defet...» [510]
Bu da Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. [511]
Bu sûre de Mekkede inmiştir. Mensûh ayetlerinin mealleri şunlardır :
123- “...Sen (habibim) onların üstüne bir vekil değilsin.» [512]
124- “...(Habibim şunu da söyle) bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size aittir. Bizimle sizin aranızda hiç bir (düşmanlık) delili yoktur.» [513]
Bu iki ayet de, ayni sebepleri ihtiva ettiklerinden, Kılıç ayetiyle neshedilmişlerdir.
125- “...Kim bu dünya kazancını isterse ona da dünyadan veririz. Ahirette ise hiç bir nasibi yoktur.» [514]
Meali yazılı bu ayet, meali altta yazılı ayetle neshedilmiştir.
“Kim ki peşin dünyayı isterse, dilediğimize istediğini peşinen Dünyada veririz, sonrada onu Cehenneme sokarız.» [515]
Neshedilen ayette, Dünya kazancını isteyene Dünyada verileceği ifade buyurulmaktadır. Nesheden ayette ise, Dünyaya her dileyene değil Allah'ın dildiğine vereceği beyan buyurulmuştur.
126- “Onlar (imandan) yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine muhafız göndermedik ya. Senin üzerine tebliğden başka (vazife) yoktur.» [516]
Bu ayet de keza, Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. [517]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayetleri şunlardır.
127- “(Habibim) sen şimdi onları bırak (imansızlık batağına) dalsınlar ve oynasınlar, vâdedildikleri korkunç gün lerine kadar.»[518]
128- “(Habibim) şimdilik sen onlardan yüz çevir “selam de. Artık yakında öğrenirler.» [519]
Bu iki ayet de, ayni sebeplerle Kılıç ayetiyle neshedilmişlerdir. [520]
Bu sûre Mekkede inmiştir, mensûh ayetinin meali şudur:
129- “(Habibim) artık bekle, çünkü onlar (felaketini) bekliyorlar. [521]
Bu ayet de yine ayni sebeplerle Kılıç ayetiyle neshedilmiştir. [522]
Bu sûre de Mekkede inmiştri, mensûh ayetinin meali şudur:
130- “(Habibim) iman edenlere söyle; Allah'ın (haber verdiği) günleri ümid etmeyenleri, bir kavmin kazandıkları (suçları) nın cezasını çeksin için affetsinler.» [523]
Kadıyı Beyzavînin tefsirinde dahi mensûh olduğu yazılan bu ayetin. [524]
Bu ayetin Hz. Ömer (r.d.) hakkında indiğini her rivayet, bildirir. Ancak olaylar ve yerleri hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre, Mekkeli müşriklerden birisi, Hz. Ömeri (r.d.) asabîleştirecek şekilde bir harekette bulunmuş, bunu öğrenen Hz. Ömer, onu öldürmeyi aklına koymuş bulunuyordu. Bu sırada üstteki ayetin gelmesiyle Hz. Ömer, düşmanını affedip tâkipden vaz geçti. [525]
Diğer bir rivayete göre, Beni Mustalak savaşı esnasında Mureysi' denen kuyunun bulunduğu yere inilmişti. Münafıklardan Abdullah İbni Übey, kuyudan su çekmek için uşağını göndermiş, ama biraz geç dönmüştü. Gecikmesinin sebebini soran Übeyye uşağı, kuyunun başını Hz. Ömerin kölesinin tuttuğunu, Peygamberimiz Aleyhisselâmın, Hz. Ebubekirin, Hz. Ömerin oradaki su kablan dolmayınca, kendisine su alma imkânının verilmediğini söyler. Bunun üzerine Übey, bu haberden ziyadesiyle edepsizleşerek şöyle der;
- Bu iş, “köpeğini semirtki ısırsın seni» diye söylenen darbi mesele çok uygun düştü.
Bu sözü haber alan Hz. Ömer, kılıcına sarılıp Übeyyi öldürmek için harekete geçer geçmez, yukardaki ayet inmiş ve böylece Übey, ölümden kurtulmuştur.
Hz. İbni Abbas (r.d.) dan gelen bir rivayete göre, Bakara Sûresinin meali “Kimdir o ki, Allah'a (rızası için harcayarak) güzel bir ödünç verirse, Allah ona, ödediğinin katkatını çoğaltır» olan 245. ayeti gelince Medineli “Fenhas» adında bir Yahudî,
- Muhammedin Allah'ı muhtaç hale geldi, der. Bunu haber alan Hz. Ömer (r.d.) hemen kılıcını alarak Fenhası aramaya koyulur. İşte bu sırada meali yazılan [526] ayet iner ve Cebrail (a.s.) Hz. Ömerin hareketini de haber verir. Peygamber Efendimiz hemen bir zatla Hz. Ömeri çağırıp ayetin indiğini ve Yahudî hakkındaki öldürme niyyetini bildirir ve ona “Ya Ömer kılıcı bırak» der. Hz. Ömer de, “doğru söyledin Ya Resülüllâh, tekrar şehadet ederim ki sen, hakkı getiren bir elçisin» diyerek Yahudiyi bırakır. [527]
İniş sebepleri bildirilen bu ayette Kılıç ayetiyle neshe uğramıştır. [528]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayet mealleri şunlardır :
131- “(Habibim) de ki: Ben Peygamberlerden ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben, bana vahy olunandan başkasına uymam ve ben apaçık (Allâh'dan) korkutandan başkası değilim.»[529][530]
İbni Abbastan rivayet ediliyor kî:
Müslümanlar, müşriklerin devamlı eza ve cefalarından çok sıkılmış durumdaydılar. Bir ara Resülüllâh Efendimiz, rüyalarında hurması, yeşil ağaçları ve suyu bol bir yere hicret ettiklerini, görür ve bunu bunalmış Müslümanlara da hikâye eder. Müslümanlar, müjde olarak kabul ettikleri bu rüyanın üzerinden zaman geçtikçe Müslümanların sabırları da azalır oldu. Nihayet bu asıl insanlar “Ya Resülüllâh, rüyada gördüğün yere ne zaman gideceğiz» diye sorarlar. İşte bu sorular üzerinedir ki, mealli üstte yazılan ayet indi. Fakat gelen bu ayet, her hangi bir zamanı bidlirmenıiş, görüldüğü üzere, Resülüllâhın mübarek lisanından “Bana ve size ne yapılacağını bilmem» cevabını getirmiştir. [531]
Bu ayetin inmesinden sonra müşrikler, kendisine ve arkadaşlarına ne yapılacağını bilemiyen birine uymamız nasıl caiz olur? demeye başlamışlardı. Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Medineli kâfirler de ayni sözleri söylemekle beraber, üste Müslümanları bile ayıplıyorlardı. Vakta Vakta ki Hüdeybiye seferinin yapıldığı yıla girildi, Peygamber Efendimiz bir gün, sevinçten mübarek yüzü ay gibi ışıldar bir halde eshabının bulunduğu yere gelir ve
- Bu gün bana öyle ayetler indi ki, bunlar benim için, nimetlerin en kıymetlisinden de sevindiricidirler, der. Sahabeler, nedir o Ya Resülüllâh? diye sorduklarında Peygamber Efendimiz, Fetih Sûresinin meali altta yazılan ayetlerini okudu:
“Muhakkak biz sana, senin için apaşikâr bir feth (zafer yolu) açtık» “(ki bu) geçmiş ve gelecek günâhını Allah'ın affetmesi, senin üzerindeki nimetini tamamlaması, seni doğru yola ulaştırması içindir» “Ve Allah'ın sana azîz bir zaferle yardım etmesi için» “Mü'minlerin yüreklerine -imanlarını katmerli bir îmanla artırsınlar diye- sekîneti indiren odur. Göklerin ve yerin bütün orduları Allah'ındır. Allah her şeyi hakkıyle bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.» [532]
Ayetleri dinleyen sahabeler bu defa, Ya Resülüllâh, Allah sana, ne yapacağını ne vereceğini bildirdi, bize ne verecek? dediler. Bunun üzerine Resüli Ekrem Efendimiz, inen ve mealleri altta yazılan ayetleri okudu :
“Erkek mü'minlerle kadın mü'minleri, altlarından ırmaklar aakn cennetlere -içlerinde ebedî olarak- sokmak, onların günâhlarını affetmek içindir. İşte bu (verilecek olanlar) Allah nezdinde en büyük kurtuluş ve saadettir» [533]“Sana bîat edenler, Ancak Allah'a bîat etmiş olurlar. Allah'ın (kudret) eli, onların elleri (güçleri) üstündedir. Şu halde kim (bîati) çözerse, kendi zararına çözmüş olur, kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse, o da ona büyük bir bedel verecektir.» [534]“Allah, iman edip de, iyi iş işleyenlere, hem mağfiret, hem büyük bir mükâfat va'detmiştir.» [535]
Peygamber Efendimizin sahabelerine müjdelediği bu ayetler, meali yukarda yazılı (Ahkaf 9) ayetin ihtiva ettiği “bana ve size ne yapılacağım bilmem» hükmünü neshetmiş olmakla Peygamberimiz artık, kendine ve sahabelerine ne yapılacağını bilir olmuştur. Hibetüllâh Bini Selâme, bunun gibi, bir ayeti yedi ayetin neshettiği başka bir ayet yoktur der. [536]
İbni Abbas da (r.d.) bu ayetin (Ahkaf 9) Fethi Süresiyle neshedildiğini söylemiştir. Bununla beraber, aksine, ayetin muhkem olup, neshedilmediğini söyleyenler de vardır. [537]
132- “(Habibim) Peygamberlerden azm sahibi olanlar, nasıl sabrettilerse, sen de onlar gibi sabret, onlar (müşrikler) için acele etme...» [538]
Meali yazılan bu ayet de, Kılıç Ayetiyle neshedilmiş, sabırlar sona erdirilmiş Kılıç ayeti ile savaş emri gelmiştir. [539]
Bu sûre Medinede inmiştir, bir tek olan mensûh ayetinin meali şudur :
133- “Onun için kâfirlerle (savaşta) karşılaştığınız zaman, takatsiz düşürüncüye kadar boyunlarını vurun (Antlaşma) bağını kuvvetlendirin artık. Bundan sonra ise, ya (fidye almayarak) iyilik yapm, yahut fidye (alın) Yeter ki, savaş (onlar) ağırlıklarını bıraksın, (emir) böyledir...» [540]
Bu ayetin mealindeki “ya fidye almamakla iyilik yapın, yahut fidye alın» Yolundaki hükmün, İbni Abbasa göre Kılıç Ayetiyle neshedildiğini, İbni Kesirin tefsiri yazar. Bununla beraber bir kısım tefsircilerin kanaatına göre bu ayetin içinde neshe uğrayan bir hüküm yoktur.
Dahhâk ve Ataya göre, Bu ayet neshe uğramamış, aksi ne, Kılıç Ayetini neshetmiştir.[541]
Biri birine zıt olan bu iki görüşten hangisinin isabetli olduğunu anlamak için, ayetlerden hangisinin önce veya sonra indiğini bilmek lazımdır. Zira bilinen gerçek odur ki, neshe uğrayan ayetin, nesheden ayetten daha evvel inmiş olması şarttır.
Bu îlmî ve mantıkî gerçeğin ışığında görülüyor ki, Dahhâk ve arkadaşının görüşü isabetli değildir. Çünkü, nüzul sırasına göre tertib edilen sûrelere ait cedvelde, bu iki alimin neshedildiğini ileri sürdükleri Kılıç Ayetinin bulunduğu Tevbe Sûresi 113 de, onu neshedici olduğunu kabul ettikleri ayetin ise, 93. sırada bulunan Muhammed Sûresindedir. Beliren bu duruma göre, Dahhâkın görüşünde isabet olmadığı ortaya çıkmış olur. [542]
Bu sûre Mekkede inmiştir, mensûh ayetlerinin mealleri şudur :
134- “(Habibim) dedikleri (çirkin sözleri) ne sabret...» [543]
135- “(Habibim) biz onların neler dediklerini en iyi bileniz. Sen onların üstünde cebbar (zor kullanan) da değilsin...» [544]
Meali yazılan bu iki ayet de, Kılıç ayetiyle neshedilerek sabır sona ermiş ve kâfirlere kılıç kullanılması emri gelmiştir. [545]
Bu sûrenin 38 ve 39. ayetlerinin iniş sebepleri şudur: Bir Yahudi Peygamber Efendimizden, yerin ve göklerin nasıl yaratıldıklarını sorar. Peygamberimizin cevabı:
- Allah yeri Pazar-Pazarertesi, dağları salı, gökleri çarşanba ve Perşenbe, Güneşi, ayı ve diğer yıldızları da Cuma günleri yarattı, olur.
Yahudî bu sefer, sonra Allah ne yaptı der. Buna da Peygamberimizin cevabı :
- Allah gökleri ve yeri altı günde yarattı ve sonra Allah kudret ve azamet arşında karar kıldı, olur ve ayrıca alakalı ayetleri de okur. Yahudî,
- Doğru söyledin yâ Muhammed, Cumaertesi günü de Allah istirahata çekildi, deyince Peygamber Efendimiz, çok şiddetli bir şekilde gazaba gelmiş, müteessir olmuşlardı. Bunun üzerine meali altta yazılı 38, 39. ayetler nazil oldu. [546]
“Andolsun ki biz gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık, hiç bir yorgunluk bize dokunmadı.» “(Habibim) dediklerine sabreyle, Rabbini de, güneşin doğmasından önce ve batışından evvel hamd ile teşbih et.»[547][548]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayetinin meali şu dur :
136- “O halde (habibim) onlardan yüz çevir, artık sen kınanmışlardan değilsin.» [549]
Bu ayet de, Kılıç ayetiyle neshedilmiş olduğundan kâfirlerle vuruşmaya girişilmiştir. [550]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayet mealleri şunlardır:
137- “(Habibim) de ki, bekleyin çünkü ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.» [551]
138- “Artık onları, çarpılacakları güne kadar bırak.» [552]
Her iki ayet de, yine Kılıç Ayetiyle neshedilmiş, beklemeler son bulmuş, müşriklerin yakasına yapılmıştır. [553]
Bu sûre de Mekkede inmiştir, mensûh ayetinin meali şudur:
139- “(Resulüm) O halde onlardan yüz çevir...» [554]
Meali yazılan bu ayet de, Kılıç ayetiyle neshedilmiştir.[555]
Bu sûre Mekkede inmiştir, mensûh ayetinin meali şudur
140- “(Cennete girenlerin) bir çok(u) önceki (ümmet) lerden, biraz (i) de sonrakilerdendir.» [556]
Tefsirciler, bu Sûrede nasih-mensûh ayetin bulunmadığını söylemektedirler. Ancak Mukatil Bini Süleyman, meali “biraz(ı) da sonraki (ümmet) lerden» olan Vâkı'â sûresinin bu 14. Ayetinin, yine ayni sürenin, meali altta yazılı 40. Ayetiyle neshedildiğini söyler.
“(Cennete girenlerin) bir çok(u) önceki (ümmet) lerden, bîr çok (u) da sonrakilerden.» [557]
Haber mahiyetinde oldukları için, bu ayetlerde nâsih-mensûhun bulunmamasının gerektiği ortadadır. Ancak bu münasebetle, Vâkı'â Sûresinin bu 39 ve 40. ayetlerinin iniş sebeplerini açıklamadan da geçemedik. [558]
Vâkı'â Sûresinin meali (Cennete girenlerin) bir çok(u) önceki (ümmet) lerden, biraz (i) da sonraki (ümmet)lerden» olar 13, 14. ayetleri inince Hz. Ömer ağlamış ve
- Ya Resülüllâh, sana inandık, seni tasdik ettik. Bununla beraber, Kıyamet günü kurtulanlarımız, yine de azınlıktadır, demişti.
Bir zaman (İbni Kesirin tefsirinde bir yıl) sonra, Vâkıâ Sûresinin meali “(Cennete girenlerin) bir çok(u) önceki (ümmet)lerden, bir çok(u) da sonraki (ümmet)lerden» olan 39,40 ayetleri inince Resülüllâh Efendimiz, Hz. Ömeri çağırmış ve
- Ya Ömer, (vaktiyle) söylediğin (şey) hakkında Allah, ayet indirdi, dedi. Ayetleri böylece öğrenen Hz. Ömer,
- Ya Resülüllâh, Rabbimizden ve Peygamberimizi de tasdik etmekten razı (memnun) olduk, dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz,
- Hz. Ademden bize kadar olan ümmetler bir cemaat, benden sonra Kıyamet gününe kadar olan ümmetim de, onun kadar bir cemaat olacak. Ancak bunu, kara kara deve çobanlarının “Lailahe İllellâh Muhammedur-Resülüllâh» lerinden başkası tamamlayamayacaktır. [559]
Bu sûre Medinede inmiştir, mensûh ayetinin meali şudur :
141- “Ey iman edenler, siz Peygambere gizli bir şey arzettiğinizde bu konuşmanızdan önce sadaka verin. Bu sizin için daha hayırlı daha temizdir. Eğer bulamazsanız, şüphesiz Allah mağfiret edicidir, esirgeyicidir.»[560][561]
Mukatil Bini Hayyan der ki :
- Mücadele Sûresinin, danışma sadakasını emreden ayeti, zenginler hakkında indi. Çünkü onlar, meclise gelip çok konuşur ve böylece meclisi saatlerce işgal ederlerdi. Bu sebeple fakirler, mecliste yer bulup oturamazlardı. Bu durumdan Resülüllâh da memnu değildi. Çünkü meclise giremeyenler, Resülüllâha bir şey sormaktan mahrum kalmaktaydılar. Bu ayet gelince, Resülüllâhdan gizli fetva isteyenler, sadaka vermekle emrolundular.
Hz. Ali (r.d.) da bu ayet hakkında şöyle der :
- Allah'ın kitabında öyle bir ayet var ki, onunla yalnız ben amel ettim. Kıyamet gününe kadar onunla amel edecek bir kimse çıkmayacaktır. Zira o ayet (Mücadele : 12) geldiğinde ben, elimde bulunan tek dinarımı sattım, bir dirhemini sadaka verip Resülüllâhla bir istişarede bulundum. Bu hususta ilk ve son ben oldum. Çünkü ondan sonra gelen (Mücadele : 13) ayetle bu sadaka vermek usulü neshedildi.[562]
İstişare için sadaka verme hükmünü nesneden ayetin meali şudur :
“(Peygamberle yapacağınız) gizli konuşmanızdan önce, sadakaları vermek size ağır geldi (öyle) mi? (o halde) eğer sadaka vermezseniz, Allah sizi (sadakadan) afvetti...»[563][564]
Bu sûre Medinede inmiştir, mensûh ayetinin meali şudur:
142 - “Allah'ın (fethedilen kâfirlere ait) memleketler ahalisinden Peygamberine (alıp) verdiği “fey» (malu meta) Allâha, Peygamberine, yakınlara, yetimlere, yoksullara, (muhtaç) yolculara aittir...» [565]
Katadeye göre bu ayet, meali altta yazılı ayetle neshedilmiştir. Çünkü ganimetler, önceki ayete (Haşr : 7) göre taksim ediliyor, Allah için ayrıca beşdebir diye bir hisse bulunmuyordu. Sonra bu usul, inen Enfal 41. ayetiyle neshedilip değiştirildi.
“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin, mutlaka beşde biri Allah'ın, Resulünün, yakınların, yetimlerin, yoksulların (muhtaç kalan) yolcunundur. Allah her şeye kemaliyle kadirdir»[566]
Süfyani Sevrî ve diğer bir kısım Ulema, bu iki ayetten [567]olanı, harpsiz ve antlaşmalarla elde edilen mallara, diğeri ise [568]harp sonrası alınan mallara ait olduğu içtihadında olduklarından, her iki ayetin de muhkem olduğu ve bu durumda neshin söz konusu olmayacağı kanaatındadırlar.[569]
Bu Sûre Medinede inmiştir, Mensûh iki ayetinin meali şudur :
143- “Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamışlardan olanlara, iyilik ve adalet etmenizden, Allah sizi yasaklamaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever.» [570]
Bu ayet de Kılıç ayetiyle sonradan neshedilmiş, kâfirlerin topuna birden savaş emri gelmiştir.
144- “Ey iman edenler, iman eden kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını çok iyi bilendir. Onların iman ettiklerine bilgi edinirseniz, onları kâfirlere geri göndermeyin. (Çünkü) bunlar onlara helal olmazlar, onlar da bunlara helal olmazlar. Sarfettikleri (mehirleri)ni onlara (kocalarına) verin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde, sizin onları nikâhla almanızda üzerinize bir günah yoktur. İman etmeyen zevcelerinizi tutmayın, sarfettiğiniz (mehirleri) isteyiniz, (kâfir kocalar da size gelip iman eden kadınlara sarfettiklerini) onlar da istesinler. Bu Allah'ın hükmüdür...»[571][572]
İbni Abbas (r.d.) dedi ki :
Hüdeybiye muahedesinde, müşriklerden Müslümanlara, velisinin izni olmaksızın geleceklerin, müşriklere iade edileceği kabul edilmişti. Buna mukabil, Müslümanlardan müşriklere gidecekleri, müşriklerin iade etme mecburiyeti antlaşmada yoktu.
Bu muahedenin mühürlenmesinden sonra, Harisul Eslemiyenin kızı Sübey'a, Resülüllâha iltica etmişti. Bunun kâfir olan kocası, karısının iade edilmesi için Resülüllâha gelip “Ya Muhammed (Aleyhisselâm) antlaşma gereğince karımı bana iade etmelisin. Henüz mürekkebi kurumayan muahedenamede bu şartı bize karşı kabul etmişsin» dedi. İşte bu müracaat üzerine meali yukarda yazılı Ayeti Kerime nazil oldu. [573] Bu Ayetin hükmünce, kadının hakikaten müslüman olduğu anlaşılmış olduğu için kadın, kocasına teslim edilmemiş, ancak evlenirken bu kadına yaptığı masraf ödenmiştir.
Mümtehine Sûresinin 10. olan bu Ayeti de, Tevbe Sûresinin 5. Kılıç Ayetiyle nesholmuştur. Bununla beraber akla gelebilecek şöyle bir soru olabilir. Mushafımızda Mümtehine Sûresi 60. sırada, Tevbe Sûresi ise 9. sıradadır. Nasıl olur önceki bir Sûrenin Ayeti, çok sonraki sırada olan bir sûreden, her hangi bir Ayeti neshedilsin?
Tekrar edelim ki Mushafımızdaki sûreler, nüzul sırasına göre tanzim edilmemiştir. Nitekim nüzul sırasına göre Mümtehine Sûresi 91. sırayı, Tevbe Sûresi ise 113. sırayı almaktadırlar. [574]
145- “(Ey Muhammed) Sen güzel bir sabırla sabret.» [575]
146- “(Kulum Muhammed) Onları (kendi hallerine) bırak. Korktukları günlerine varıncaya kadar dalsınlar, oynasınlar.» [576]
Meali yazılan bu iki ayet de, Kılıç ayetiyle neshedilmiş, sabr ve beklemeye son verilmiştir. [577]
Bu sûrenin son ayetinin Medinede, diğerlerinin ise Mekkede nazil oldukları rivayeti kuvvetlidir. Mensûh olan ayet mealleri aşağıdadır :
147- “Ey (elbisesine) bürünen (Resulüm) azı hariç, gece (ibadete) kalk. Onun (gecenin) yarısı kadar, yahut ondan az eksilt. Yahut onun (yarım gecenin) üzerine (ekleyip) artır. Kur'an-ı da, açıkça tane tane oku...» [578]
Vahyin ilk gelişinde Peygamber Efendimiz, henüz ünsiyet peyda etmediği bu İlâhî emri alınca korkmuş, mübarek elbisesine bürünüp yatmışlardı. Bu sebeple ona Cenabı Hak “Ey bürünen» buyurmuştu.
İbni Abbas (r.d.) dan rivayet edildiğine göre, Müzzemmil Sûresinin ilk beş ayeti inince, gecelerin yandan fazla vakıtları, namaz kılmakla geçiyordu. Bu tarz ibadet, Müslümanlara çok ağır geliyordu. Bundan sonra bu sûrenin son 2. ayeti gelince bu ağır ibadet şekli hafifletildi.
Diğer bâzı rivayetlerde, bu tarz ibadet sebebiyle, hem Peygamber Efendimizin, hem de arkasında ibadet eden sahabîlerin ayaklarının şiştikelri, ve bu durumun 16 ay devam ettiği bildirilir. [579]
Hz. Ayişe (r.d.) annemizden gelen rivayette, gece namaz kılarken ayakta durmaktan kiminin ayakları, kiminin de baldırları şişmişti. Bu durum 16 ay devam etti. Sonra Müzzemmil Sûresinin son ayeti inince müslümanların bu külfetini Hak Taâlâ hafifletti. [580]
Geceleri yapılan namaz ibadetini hafifleterek, daha önce inen ayetleri nesneden [581] ayetin meali şudur :
“Şüphesiz Rabbin senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı yada üçte biri kadar ayakta durmakta olduğunu ve senin beraberinde bulunanlardan bir zümrenin de (böyle yaptığını) elbette biliyor. Geceyi gündüzü Allah takdir ediyor. O bunu, sizin sayıp takdir edemeyeceğinizi bildiği için, size karşı bağışta bulundu. Artık Kur'andan kolay geleni okuyun. Allah muhakkak biliyor ki, içinizden hastalar olacak, diğer bir kısmı, Allah'ın fazlından (nasib) aramak üzere yer yüzünde yol tepecekler, başka bir takımı da, Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde ondan (Kur'andan) kolay geleni okuyun. Namaza doğrulun, zekâtı ödeyin. Allah'a gönül hoşluğiyle ödünç verin, önceden nefisleriniz için ne hayır gönderirseniz onu. Allah katında bulursunuz. Bu daha hayırlı, sevapça daha büyük olmak üzere, Allah'tan mağfiret isteyin. Şüphesiz ki Allah, çok affedici, çok rahmet edicidir.» [582]
148- “(Habibim) onlar ne derlerse katlan, onlardan güzelce ayrıl.» [583]
Bu Ayeti Kerime de, Kılıç Ayetiyle neshedilmiştir. [584]
149- “(Habibim) Rabbinin hükmüne sabret, onlardan bir günahkâra veya nanköre uyma.» [585]Keza bu Ayeti Kerime de, Kılıç Ayetiyle nesholmuştur.[586]
150- “(Habibim) ben onların hilelerini karşılarım.» “Sen (şimdilik) o kâfirleri, geçici bir mühletle mühletlendir.» [587]
Bu Ayeti Kerimelerden ikincisi, yine Kılıç Ayetiyle neshedilmiş verilen mühletler son bulmuştur. [588]
151- “(Habibim şöyle) de : Ey kâfirler» “ben sizin ibadet ettiğinize ibadet etmem» “siz de benim ibadet ettiğime ibadet edici değilsiniz» “ben sizin ibadet ettiğinize (hiç bir zaman) ibadet etmiş değilm» “siz de benim ibadet ettiğime ibadet edici olmadınız» “(o halde) sizin dininiz size, benim dinim bana» [589]
Bu mübarek Sûrenin 6. ve meali “sizin dininiz size, benim dinim bana» olan ayeti de, yine Kılıç Ayetiyle neshedilmiştir. [590]
Kur'anda iki ayeti kerime vardır ki onların, neshedicilik vasıfları sonradan değiştirilerek, kendileri de neshedilmişlerdir ve şunlardır :
1- “Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak birlikte (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Eğer bilirseniz bu, sizin için hayırlıdır.» [591]
Kılıç ayetleri ile hükümleri neshedilip hükümleri değiştirlien ayetleri yukarda yazdık. Umumiyetle bu ayetler, Müslümanlara, durup dururken savaş çıkarmaya sebep olacak davranış ve sözlerden sakınmayı tavsiye ediyorlardı. Ne zaman ki, müslümanlar, çoğalıp kuvvet buldular, işte o zaman bu kahramanlar, toptan savaş açmak ve bunun için gerekli seferberlikte bulunmak emrini üstteki ayetle aldılar. Görülüyor ki Kılıç ayeti gibi bu ayet de, müslümanlara müsamahakâr davranmayı emreden ayetleri nesh etmiş durumdadır. Bununla beraber bu ayet de, meali altta yazılan ayetle neshedilerek bâzı müslümanlar, savaş seferinden geri bırakılmışlardır. [592]
“Allah ve Peygamberinin lehinde vâzu nasıhatta bulunduklarında, ne zayıfların, ne hastaların, ne de seferde harcayacaklarını bulamayanların üzerlerine (geri kalmakta) zorluk yoktur.» [593]
2- Müzzemmil Sûresine ait bölümde okunduğu üzere, bu sûrenin 20. son ayeti, baştaki ayetlerin hükümlerini neshederek değiştirmiş ve gece namazlarını hafifletmişti. Fakat daha sonra bu ayet de, meali altta yazılan ve boş vakit namazı emreden ayetle neshedilmiştir. [594]
“Güneşin kayması anından (zevalinden) gecenin karanlığına kadar, güzelce namaz kıl. Sabah namazını da (kıl) Muhakkak ki sabah namazı meşhutdur.» [595]
Namaza ait şekillerini ise Peygamber Efendimiz “namazı benim kıldığımı gördüğünüz gibi kılın» emriyle bize göstermiştir. Bu konuda, yukardaki ayetin mealinde görüldüğü gibi Kur'anda tafsilat yoktur. [596]
Allah'ın Resulü, Vahy geldikçe, Vahy kâtiplerini davet eder, inen Ayeti Kerimeleri, onlara yazdırırdı. Bundan başka Peygamber Efendimiz, inen her Ayetin, yerini bizzat tesbit eder, ait olduğu sûrenin, gerekli olan yerine koyar ve koydurduktan sonra sıkıca saklarlardı.
Nitekim Buharîyi Şerifte şöyle deniyor :
Berra (r.d.) diyor ki,
- “Lâ yestevil kaidün» Ayeti indiği zaman, Allah'ın Resulü bana “Zeydi çağır, kalem ve mürekkep te getirsin» dedi.
Zeyd geldiği zaman, Allah'ın Resulü ona “Lâ yestevil kaidün» yaz, dedi»
Ebu Davud, Tirmizî, İmamı Ahmed Bini Hanbelde, Hz. Osmandan şunu naklen bildiriyorlar :
“Allah'ın Resulüne, çeşitli sürelerden birine ait bir Ayet inince, Vahy kâtiplerini çağırır, bu Ayetleri, şu veya şu Ayetleri ait oldukları sûrelere yazın» derdi.
Bu Hadislerden anlaşılıyor ki Allah'ın Resulü, bütün Ayetleri huzurunda yazdırmış, okutmuş ve ait oldukları sürelerin, gerekli yerlerine yerleştirerek muhafaza etmiştir. [597]
Fihrist kitabının müellifi İbni Nedim, Peygamber Efendimizin zamanı saadetlerinde Kur'an-ı yazıp toplayan Sahabîlerden şu isimleri veriyor.
Hz. Ali İbni Ebi Talip, Sa'd İbni Abid, Muaz İbni Cebel, Zeyd İbni Sabitil Ansarî, Übey İbni Kâb, Übeyd İbni Muaviye.
Ferit Vecdinin “Dairetül Maarif»i C. 7, S. 666 inde ise, Kur'an-ı yazan ve toplayanlar olarak şu isimleri vermektedir :
Hz. Übey, Muaz İbni Cebel, Zeyd İbni Sabit, Ebû Zeyd Bini Sait, Abdullah İbni Mes'ud, Ali İbni Ebi Talip, Osman. İbni Affan, Ebû Bekir Assıddk, Ömer İbni Alhattab, Amr İbni As, Ayşe, Hafsa, Ümmü Seleme hazretleri. [598]
Suyutînm ve daha başka kaynakların nakline göre Kur'an-ı Kerim,
A- Bez, Varak, kâğıt,
B- Hurma dalı,
C- İnce ve düz taş,
D- Deri,
E- Kürek kemiği,
F- Kaburga kemiği,
G- Ağaç kabuğu üzerinde yazılırdı.
Nitekim Şiâdan Abdullah Zincanînin “Tarihül Kur'an» eserinde derki ;
“Vahy kâtipleri, Ayetleri hurma dallarına, yufka taşlara, varak ve kâğıda yazarlardı. Bazen ipek ve deri parçalarına ve kürek kemiklerine yazarlardı. Arabın üzerine yazma adeti olan her şey kullanılırdı. Bütün bunlara “suhuf» (sahifeler) derlerdi. Allah'ın Resulü için yazılan bu sahifeler, onun evine konurdu.»
Buharı, Zeyd İbni Sabitin “Kur'an'ın hepsini, taş parçaları, hurma dalları ve sahabîlerin hafızalarından araştırıp topladım» dediğini rivayet eder.
“Ayaşi Iefsiri» de Hz. Alinin;
“Allah'ın Resulü bana vasiyet etti. Onu mübarek mezarına defnettikten sonra, Allah'ın kitabını bir araya toplamadıkça, evimden çıkmayacağım. Çünkü Kur'an, hurma dallarına ve deve kemiklerine yazılmıştır» dediğini vazar. [599]
Kur'an Ayetleri, Peygamber Efendimizin hayati saadetlerinde tam bir titizlik içinde yazılıp saklanmıştı. Ayrıca Cebrail (a.s.) da, her sene gelip Peygamber Efendimizle, indirdiği ayetleri karşılıklı mukabele ederdi. Bu husus, Buharî muhtasarı Tecridindeki 1767. Hadisi Şerifi ile şu şekilde anlatılır.
“Hz. Fatıma (r.d.) dedi ki :
- Bana babam Resülüllâh gizlice söyledi ki, her sene Cebrail, Kur'an-ı benimle bir kere mukabele ederdi. Bu sene iki defa mukabele etti. Öyle sanıyorum ki (kızım) acelim yaklaşmıştır.»
Gerçi Kur'an titizlikle yazılıp saklanmıştı ama, bir şirazede toplanıp mushaf haline getirilmemişti. Zira “vahy»ın ardı kesilmemişti. Ancak en son ayetin inişinden [600] bâzı rivayetlere göre 81 gün, bâzı rivayetlere göre de 9 gece sonra vuku bulan Pygamberin irtihali üzerinedir ki, ayetlerin mushaf haline getirilmesi zorunluğu kendini göstermişti.
İmamı Süyütî “İtkan»ında, ayetlerin mushaf haline getirilmesi hususundaki gayret ve teşebbüsleri şöylece naklediyor :
“Sabitin oğlu Zeyd (r.d.) dedi ki,
- Peygamberin vefatından sonra, yer yer dinden dönmeler ve eskiye avdet olayları baş göstermiş, bir yalancı peygamber türemişti. Halife Ebubekir, bunların üzerlerine kuvvetler göndermişti. Bu olayların bastırılmasında, Yemamede pek çok kurrâ (Kur'an-ı ezber bilen) şehit düşmüştü. [601]
Ömer İbnul Hattab, hafızların şehit düşmüş olmalarını gözönüne alarak, bir savaş halinde geri kalan hafızı kurralarında, şahid olma ihtimalini ve bu sebeple henüz mushaf haline gelmemiş bir halde bulunan Kur'an'ın toplanmasında karşılaşılacak güçlükleri düşünerek Halife Ebubekire baş vurmuş, Kur'an'ın bir araya toplanmasını istemişti.
Yemame savaşından sonra Halife Ebubekir beni çağırttı. Ömer İbnul Hattap da yanındaydı. Ebubekir bana dedi ki :
- Ömer bana gelerek, Yemame gününün şiddetli savaşında hafızların çok şehit verdiklerini, diğer yerlerde de, aynı hale uğramaları ile Kur'andan bir kısmının zayi olmasından endişe ettiğini söyliyerek, Kur'an'ın toplanmasına emir vermemi tavsiye etti. Ben Ömere, Allah'ın Resulünün yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım, dedim. Ömer ise, Allah'a yemin ederek, bu işin bir iyilik olacağını söyledi ve israr etti. Nihayet bu işte Cenabı Hak, benim gönlümü de açtı ve Ömerin fikrine katıldım.
Sen (ya Zeyd) genç ve akıllı bir insansın, senin aleyhinde söylenecek söz yoktur, seni asla ittiham edemeyiz, Allah'ın Resulüne (gelen) vahyi yazıyordun. Araştırmalar yaparak Kur' an-ı topla, dedi. Ben de ona,
- Allah'ın Resulünün yapmadığı bu işi siz nasıl yapıyorsunuz? dedim. Ebubekir bana,
- Vallahi.bu bir hayırdır, dedi.
Bundan sonra Hz. Zeyd sözlerine devam ederek dedi ki,
- Vallahi bana bir dağı taşımayı teklif etseler, bundan daha ağır olmazdı. Ebubekir de bana müracaatında israr etti Cenabı Hak, Ebubekir ile Ömerin gönüllerini açtığı gibi benini gönlümü da açtı, kalbime bu işi koydu, aklımı yatıştırdı. Ben de Kur'an-ı, yazılı bulunduğu hurma yapraklarından, ince ve yassı taşlardan, hafızların hafızalarından araştırıp topladım.»
Kur'an'ın toplanıp mushaf haline getirilmesinde, Hz. Alinin herkesten önce harekete geçmiş olduğunu görürüz. Nitekim “Kitabul Mesahif» bu hususta şunları yazar :
“Hz. Ali, Peygamberin irtihalinden sonra, Kur'an-ı toplamadıkça, kaftanımı Cuma namazından başka bir şey için giyip çıkmam, diye yemin etmişti.»
İbnulhacer Al Askalânî, Hz. İkrimeden şu rivayeti yazar.
“Ebubekir Hz.lerine biat edildikten sonra, Hz. Ali evinde oturdu dışarı çıkmadı. Bu durumu Hz. Ebubekire, Hz. Alinin biat etmiyeceği anlamına yoranlar, Ebubekire koştular ve Hz. Alinin kendisine bita etmiyeceğini söylediler.
Hz. Ebubekri, Hz. Aliye,
- Bana bîati hoş karşılamadın mı?, diye sordu. Hz. Ali,
- Yok Vallahi, dedi. Hz. Ebubekir,
- Öyleyse seni ne alakoydu? Hz. Ali,
- Baktım ki Allah'ın kitabına ilaveler yapıyorlar. Yemin ettim. Kur'an-ı toplamadıkça namazlar için bile, kaftanımı giyip çıkmayayım.
Ebubekir de,
- Ne güzel düşünmüşsün, dedi»[602]
Kitabül Mesahifin yazdığına göre, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ile Hz. Zeyde, dedi ki :
- Mescidin kapısı yanında oturacaksınız, kim iki şahit göstererek Kur'an'dan bir şey getirirse, onu yazacaksınız.
Bu hususta Ebu Şema diyor ki :
- Onların maksadı, Peygamberin huzurunda yazılan Ayetleri yazmaktı. Yoksa yalnız hafızlardan ezberlenenleri değil. Tevbe sûresinin sonunu yazılı olarak tek bir kişide, Ebi Hüzeyme İbni Evste buldular. Halbu ki bunu ezbere bilenler vardı. Fakat mücerret ezberde olmasiyle yetinmiyorlardı. Sonra metinden çıkarılmış Ayetlerde vardı. Yazarken buna da dikkat etmek gerekiyordu. [603]
İmamı Süyutı ayrıca, şahitlerin nasıl şehadet ettiklerini de “İtkan»ında şöyle açıklıyor :
Bu şahitlik, Ayetin Peygamberimizin huzurunda okunduğuna dairdi. Zaten Hz. Zeyd, Ayetlerin Peygamberimize en son okunuşlarında bulunmuştu. Neshedilen (hükmü veya metni kalkan) Ayetler o zaman bildirilmişti. Zeyd ve ona yardımcı olan Sahabîler, bilinmiyen bir şey toplamıyorlardı. Bildiklerini bir cilt haline getiriyorlardı. Meselâ Hz. Zeyd diyor ki,
- Ahzab Sûresinden bir Ayeti bulamadım. Onu Peygamberden işitmiştim. Onu araştırdık, Hüzeyme Bini Sabitil Ansarîde bulduk. “Minel mü'minine ricâlün sadeku.» diye başlıyan bu Ayeti, müshafa, süresindeki yerine yazdık»
Görülüyor ki Kur'an'ın toplanmasında çok büyük bir titizlik gösterilmiş, Peygamber Efendimizin huzurlarında okunduğu ve doğruluğu iki şahitle isbat edilemiyen hiç bir metin müsafa konmamıştır. Nitekim Hz. Ömer “recm» Ayetini haber verdiği halde, başka şahit bulamadığı için onu müshafa koymamışlardır. [604]
Kur'an Peygamber Efendimizin irtihallerinden altı ay sonra toplanmış bulunuyor. O zaman Kur'an-ı, Allah'ın Resulünden dinleyenlerin pek çoğu sağdı.
Esasen aradan uzun zaman da geçmiş olsa bile, Kur'an'dan her hangi bir şeyin zayi olması veya tahrifata uğraması ihtimali yoktu. Çünkü Kur'an hem yazılmış ve hem de ezberlenmiş bulunuyordu. Hz. Ebubekirin yaptırdığı iş, Kur'an-ı yazılı olan şeylerden kâğıt üzerine aktarıp müshaf haline getirmekten ibaretti. Nitekim İmamı Malik de “Muvatta» kitabında,
“Ebubekir Kur'an-ı kâğıtlara topladı» der. '
Abdullah Zincanî de “Tarihi Kur'an»ında,
“Ömerin (r.d.) Kur'an-ı toplama teklifi, onu kâğıtta toplamaktır, bir yere getirmektir» diyor.
Bununla beraber İbni Hacer, Kur'an'ın deriye yazıldığını ileri sürerek “O devirlerde yazı için deri daha çok kullanılırdı. Zira deri dayanıklıydı» der.
Hz. Zeydin bu işi, bir yıl kadar sürdü. Bu işte Hz. Ömerin, Hz. Alinin, Hz. Osmanın, İbni Kâ'bın, pek çok himmetleri olmuştur. Bu hususu, Kur'an Tarihine ait kaynaklar teyid ederler.
Hasılı Kur'an'ın böylece toplama ve müshaf haline getirme işinin bitiminde bütün Ayetler, toplanan Ashap huzurunda Hz. Ömer tarafından okunmuş, hiç bir itiraz vaki olmamıştır.
Büyük emek ve titizliklerle meydana gelen bu cilde, Hz. Ebubekir tarafından toplanan bir kurul kararıyla “müshaf» adının konmuş bulunduğunu, Kurul üyeleri arasında İncil adını teklif edenler olmuşsa da kabul edilmediğini, yazarlar. [605]
Meydana getirilen müshafi şerif, Halife olması itibariyle Hz. Ebubekirin yanında kalmıştı. Daha sonra bu Müshafi Şerif, Halife Hz. Ömerin muhafazasına alındı. Hz. Ömerin vefati üzerine bu müshaf, onun kızı ve Peygamberimizin zevcelerinden annemiz Hz. Hafsaya intikal etmişti. Hz. Hafsanın Peygamberimiz Efendimizin zevcelerinden olması, ayni zamanda okur-yazar bulunmasından ötürü, Kur'an'ın tam bir emniyet içinde saklandığından kimse endişe etmiyordu. Ancak fetihler dolayısiyle memleketin genişlemesi ve “Kurra» nın (Kur'an-ı iyi okuyanların) genişliyen memleketlere dağılması sebebiyle Kura'n'ın kıraatında bâzı münakaşalar başlamıştı.
Bu sebeplerle Mushafa müracaat etme zorunluğu doğunca Hz. Osman (r.d.) Hz. Hafsa annemizden Mushafı istetip aldırttı.
İbni Ebi Davud “Kitabül,Mesahif»inde diyor ki :
“Hz. Osman müshafları yazdıracağı zaman, Kureyş ve Ensardan olmak üzeer oniki kişi topladı. Hz. Ömerin evindeki, yâni Hz. Hafsadaki müshafi şerifi getirdiler. Hz. Osman onları denetliyordu. Bir şeyde ihtilafa düştükleri zaman, onu sonraya bırakıyorlardı.»
Hz. Enes İbni Malikin rivayetine göre Hz. Osman :
- “Ey Muhammedin Sahabeleri! toplanın ve nâsa bir İmam (esas olacak müshaf) yazın» diye seslenmişti.
Bunun üzerine toplandılar ve yazmağa başladılar. Her hangi bir Ayetin okunması ve imlâsı üzerinde “bir ihtilafa düştüklerinde, “bunu Allah'ın Resulü filana okumuştu, ona gönderelim» derler ve o zatlar ne kadar uzaklarda olursa olsunlar, onlara gönderirler, gelen cevaplara göre hareket ederlerdi.
Buharı Hz. Osman tarafından teşkil edilen hey'ette, Zeyd İbni Sabit, Abdullah İbni Zübeyr, Said İbni Abbas ve Abdurrahman Bini Harisin bulunduğunu haber verir.
Hey'etin çalışmaları, daha çok imlâ ve okuma şekilleri üzerinde olmuştur. Nitekim İbni Faris, Haniî'den şu sözü rivayet ediyor :
“Mushafları biri biriyle karşılaştırırken, Hz. Osmanın yanındaydım. Bir koyun kürek kemiğiyle beni Übey İbni Kâ'ba gönderdi. Bu kemikte (tabiî Arap harfleriyle) Lem yetesenne, feemhilil kâfirin, lâtebdile lilhalkıllah, yazılı bulunuyordu, tibey mürekkep istedi (Lilhalkıllah) kelimesinin başındaki lamlardan birini silmiş onu (Lihalkillah) yazmıştı. (Feemhil)i silmiş (femehhil) okunacak şekle sokmuştu. (Lemyetesenne)nin sonuna ise bir (ha) eklemiş ve onu da (lem yetesenneh) yazmıştı.» [606]
Hz. Osman tarafından çoğaltılan müshaf nüshalarından Küfeye, Basraya, Şama, Mekkeye, Yemene ve Bahreyne birer adet gönderildi, bir müshaf da, Medinede alıkondu ve buna “İmam» adı verildi.[607]
İbni Hacere göre Hz. Osman diğer eski nüshaları yakmamış, kolay okunabilecek surette tashih etmiş, tashihi mümkün olmıyanları toplamış yıkamıştır.
İbni Esir “Tarihi Kâmil» eserinin “30 yıl» haberlerinde şunları yazar.
“Humuslular, Şamlılar ve Küreliler olarak her üç muhit Müslümanları, kendilerinin Kur'an okuyuşlarının doğru olduğunu iddia ediyor, diğer Müslümanların okuyuşlarını beğenmiyorlardı.
Müslümanlar arasındaki bu münakaşa sürerken, Hz. Osmanın gönderilen Müshaf nüshaları çok iyi karşılanmıştı. Küfede bulunan Sahabîler de çok memnun kalmışlar, bu mushafi iyi karşılamışlardı. Ama Küfenin bazı Müslümanları, itirazlarına devam ettiler.
O sırada Küfede bulunan Abdullah İbni Abbas, Hz. Osmanın Mushafine karşı itiraz ve tenkitlerde bulunanlara “Susun, böyle yapmayın, Osmanın yerine ben geçseydim, ben de ayni şeyi yapardım» diyerek onları, bu müshaf ın etrafında toplanmağa ve sükûnete davet etmiştir.»
İbni Mesut, yanında yazılı mushafi bulunan meşhur sahabîlerdendi. Kur'an Ayet ve Sûrelerinin toplanmasında Medinede bulunmamış, Küfe şehrinde yerleşmişti. Bu sebeple Kûfeliler, Abdullah İbni Mesudun elindeki Mushafa göre Kur'an-ı öğrenmişlerdi. Ama, İbni Mesudun elindeki mushafta “Muavvizeteyn» [608] yazılmamıştı. Halbu ki, Hz. Osmanın gönderdiği mushafta “Muavvizeteyn» yazılmıştı. Bundan anlaşılıyor ki, Kûfeli bâzı Müslümanları, daha çok bu husus, tereddüde düşürmüş, itirazlara sevketmiştir.
İbni Mesudun mushafi hakkında İbni Hacer, Buharı şerhinde der ki :
“İbni Mesudun Muavvizeteyni müshaına yazmadığı haberi, rivayet bakımından sabittir. Ahmet ve İbni Hibban rivayet ederler ki, o Muavvizeteyni mushafına yazmamıştı. Diğer bir rivayete göre o, Muavvizeteyni kazıdı.»
Hemen ifade edelim ki, İbni Mesûd gibi büyük bir sahabînin, Muavvizeteyn kelimesiyle ifade edilen ve elimizdeki Mushafi şerifin en sonunda yazılı bulunan iki sûreyi, Mushafıından kazıması, aklen ve mantıkan mümkün değildir. Zira bu iş, inkâra ve küfre götüren bir harekettir. Esasen İbni Hacer bu haberi “bir rivayete göre» diyerek vermiş, böylece rivayetin inanılır mahiyette olamıyacağını anlatmak istemiştir. Ama, Muavvizeteynin İbni Mesûd tarafından yazılmadığı cihetini ise İbni Hacer “rivayet bakımından sabittir» dedikten sonra, şahid makamında “Ahmet ve İbni Hibban»ın rivayetçi olarak isimlerini vermiştir.
İbni Mesudun, Muavvizeteyni Mushafında yazmamış bulunması mümkündür. Çünkü Muavvizeteyn sûrelerinin Vahyedilş anında, Peygamber Efendimizin yanında veya civarında bulunmamış olması ihtimali veya bu sûreleri yazmak için gerekli çalışmadaki ihmali bir insan olarak daima mevcuttur.
Nitekim Müsümi şerheden İmamı Nevevî “Şerhi Mühezzep»inde :
“Bütün Müslümanlar, Muavvizeteyn ve Fatihanın Kur'andan olduklarında ittifak ve icma' etmişlerdir. Onların Kur'an'dan olduğunu inkâr eden kâfir olur. İbni Mesut hakkında çıkarılan şey bâtıl, rivayetler doğru değil» demektedir. [609]
En doğru olarak kabul edilen görüşe göre, Peygamber Efendimizin bulundukları yer, neresi olursa olsun, hicretten önce ona inen sûre ve ayetlere “Mekkî hicretten sonra inenlere ise “Medinî» denir. Esasen Mushaf'ımız da bu görüşe göre tertiplenmiş bulunuyor. [610]
Mekkede inmiş bulunan sûrelerde, Medinede inmiş ayetler de vardır. Şüphesiz bunlar, Peygamber Efendimizin emirleri gereğince o sûrelere konmuş bulunmaktadırlar. Bu konuda İbni Abbas (r.d.) şöyle demiştir:
Mekkede inen En'am Sûresinin 151, 152, 153. ayetleri Medinede, Mekkede inen Nahl Sûresinin son 116, 117, 118. ayetleri Medinede, Mekkede inen Hac Sûresinin 19, 20, 21. ayetleri Medinede, Mekkede inen Şuara Sûresinin son 123, 124, 125, 126, 127. ayetleri Medinede, Mekkede inen Lokman Sûresinin 27, 28, 29. ayetleri Medinede, Mekkede inen Secde Sûresinin 18, 19, 20. ayetleri Medinede, Mekkede inen Zümer Sûresinin 53, 54, 55. ayetleri Medinede, Mekkede inen Teğabun Sûresinin 16, 17, 18. ayetleri Medinede, Mekkede inen Müzzemmil Sûresinin son 20. ayeti Medinede inmiştir. [611]
Bâzı alimlere göre, Bakara ile Ali-imran sûreleri dışındaki her hangi bir sûrenin başında kesik harf varsa o sûre, Mekkede inmiş sayılmıştır.
Alkame de dahil, bâzı alimlere göre, her hangi bir sûre ki içinde “Ya eyyühennasu» veya “Ya benî Ademe» ile başlayan bir ayet varsa o sûre, Mekkede, her hangi bir sûrenin içinde “Ya eyyühellezine amenû» ile başlayan bir ayet varsa o sûre Medinede inmiş kabul edilmiştir. [612]
Bu münasebetle şunu ilave edelim ki, Medinede indiğinde ihtilaf olmayan Bakara Sûresinin 21 ve 168. ayetleri, Mekkede inme delili olarak kabul edilen “Ya eyyühennasu» ile başlamaktadır. Eğer bu görüş isabetli ise, demek oluyor ki Medinede inen Bakara Sûresinin bu 21 ve 168. ayetleri Mekkede inmiş ve “Medinî» olan Bakara Sûresinin gösterilen yerlerine konmuşlardır. Allâhu Taâlâdır ancak doğrusunu bilen.
Şunu da eklemekte fayda gördükki yaptığımız incelemede Kur'an'ın içinde “Ya eyyühennasu» ile başlayan ayetler 20 “Ya beni Ademe» ile başlayan ayetler 4 “Ya eyyühellezine amenû» ile başlayan ayetler ise 60 adettirler. [613]
Arapçada “sûre» şeref, makam, yüksek ve güzel dıvar, nişan, fazilet veya kitaptan bir bölüm anlamında kullanılır. Nitekim bu sebepledir ki Kur'an'ın bu mübarek bölümlerine “sûre» denilmektedir.
Bilindiği üzere Kur'an-ı Kerim, kısım kısım olarak 23 yılda inmiştir. Bununla beraber bâzı sürerlerin birden indiği de olmuştur. Nitekim İbni Abbas (r.d.) En'am sûresinin “Kul taalev» ile başlayan üç ayeti (151, 152, 153) hariç, birden inmiştir. [614] Ayet Ayet inen sûreler de vardır. Bir sûre tamamen olmadan her hangi bir hâdise sebebiyle başka sûrelere ait ayetler de mmiştir. Ancak bunların yerlerini Peygamberimiz tayin buyurur ve “şu ayeti şu sürenin şurasına koyun» diye talimat verirlerdi. Bu konularda “îtkan» özetle şunları yazar :
Kur'an'da iki türlü tertip söz konusudur. Bunlardan birisi, Ayetlerin, diğeri ise, Sûrelerin tertibi konularıdır. Ayeti Kerimelerin tertiplerinin, İlâhî Vahye dayanarak Peygamber Efendimizin işaretleri üzerine yapıldığında ihtilâf yoktur. Nitekim İmamı Süyutî “Al-İtkan Fi Ulûmil Kur'an»ında diyor ki:
“Ayetlerin tertibinin tevkifi (Vahyile) olduğunda İcmaı Ümmet (din bilginlerinin ittifakı) ve ittifakı nusus (delillerin uyumluluğu) vardır. Çünkü tekrar tekrar geçtiği üzere, bir Ayet inince Peygamberimiz, vahy kâtiplerine “şu ayeti şu ve şu ayetleri havi olan sûrenin şurasına yazın» diye gösterirdi.
Rivayet edildiği üzere Osman Bini Ebûl'as dedi ki “Allah'ın Resulünün huzurunda oturuyordum. Gözlerini dikti baktı, sonra dedi ki :
- Cebrail geldi şu ayeti şu sûrenin şu yerine koymamı emretti. İnnallahe Ye'muru bil adli...»
“Osmana dedim ki -Vellezine yüteveffevne mülküm- Ayetini diğer bir ayet neshetti (hükümden kaldırdı) onu niçin yazıyorsunuz? Osman da, -Ey kardeşimoğlu! onda (Kur'an'da) hiç bir şeyi yerinden bozamam- dedi.» [615]
İbni Atıyye Derki :
“Sûrelerin çoğunun tertibi Peygamberin hayatında belliydi. “Seb'i tıval» (yedi uzun sûre) Hâmîmler (Hâ mîm le başlıyan sûreler) mufassal (mushafın sonundaki sûreler) adlandırırlardı.»
Bu rivayetten anladığımız o dur ki, Kur'an'ın sûreleri, gruplar halinde adlandırılmıştı. Ancak tertip nasıldı? bu, rivayetle belli olmuyor.
İmamı Süyutî “İtkan»ında der ki :
“Gönlümün daha çok yattığı cihet, Beyhakînın de anladığı gibi şudur. Sûrelerin tertibi de Vahyiledir. Ancak “Beraeh» ile “Enfal» Sûreleri değildir.»
Bu konuda Hz. Abdullah İbni Abbas'ta şöyle der :
“Hz. Osmana sordum -niçin Mesânîden (ayetleri yüzden az olan) Anfâl Sûresi ile Miûn den (ayetleri yüz civarında olan) Beraeh Sûresini yan yana getirdiniz? Hem neden aralarına Bismillahir-rahmanir-ahim yazmadınız ve onu (Beraeh Sûresini) Seb'i Tivale (yedi uzun sûre arasına) koydunuz ?
Hz. Osman cevabında bana dedi ki :
- Allah'ın Resulüne çok ayetli sûreler inerdi. Ona bunlardan biri nazil olunca, Vahy kâtiplerinden bir kaçını çağırır ve şu ayetleri, içinde şu ve şu ayetler bulunan sûreye yazın, diye emrederlerdi. Enfâl Sûresi Medinede ilk nazil olanlar dandır. Fakat konuları biri birine benzer, Birinin anlattıkları diğerinin anlattıklarına yakın. Bana öyle geldi ki bunlar (Enfâl ve Beraeh Sûreleri) biri birine bağlıdır. Allah'ın Resulü de, bu sûrenin ondan olup olmadığını beyan buyurmadan irtihai ettiler. İşte bu sebepten ötürü onları biri birine yakın koydum ve aralarına da -Bismillahir-rahmanır-rahim- yazmadım.»
Bu beyanlar gösteriyor ki, sûrelerin tertibi de, Peygamber Efendimizin işaretleri dikkate alınarak yapılmış durumda Mushaf haline getirilmiştir. Ancak “Enfâl» ile “Berâe» sûrelerinin tertibi hakkında bir şey söylemeden Peygamber Efendimiz irtihai buyurmuşlardı.
Bununla beraber Kur'an'ın, Vahyediliş sırasına göre yazılmışlarından da sözedenler vardır. Nitekim Zincânî “Tarihui Kur'an»ında bu çeşit mushaflardan birisinin Câ'feri Sadık'tan daldığını yazar.
Ayrıca İmamı Süyütî de “İtkan»ında Vahy sırasına göre yazılmış bâzı Kur'anlardan bahseder. Anlaşılan o dur ki, bu kabil mushaflar, Kur'an'ın toplanması için Hz. Osman tarafından kurulan kurula arzedilmemiştir. Zira eğer bunlar arzedilmiş olsaydı. Hz. Osman, onları da diğerleri gibi, ya tashih eder veya tashih imkânı olmıyanları da yıkar suya verirdi. [616]
Bu Hadîsleri, Ebil Hasan Nisaburî nin “Esbabu'n-nüzül» kitabından alıp naklediyoruz :
Hz. İbni Abbas (r.d.) dedi ki :
“- Cebrail, ilk defa Allah'ın Resulüne inince; “-Ya Mu nammed! Euzü billahi mineşşeytanırracîm, Bismillahir-rah-manir-rahim- de dedi.»
Hz. İbni Abbas yine dedi ki :
“- Allah'ın Resulü sûrelerin sona erdiğini, ona Bismillahir-rahmanır-rahim ininciye kadar bilmezdi.»
Hz. Abdullah İbni Mesûd dedi ki :.
“- Bismillahir-rahmanir-rahim ininciye kadar, iki sûrenin arasını bilemezdik.»
Hz. İbni Ömer dedi ki :
“- Her sûrede, Bismillahir-rahmanir-rahim, inmiştir.»
Bu Hadîsi şeriflerden anlıyoruz ki, sûre başlarında bulunan “besmele»ler, ait olduğu sûre için nazil olmuş olup ayet hukmündedirler. [617]
Ebil Hasan Ennisaburînin “Esbabu'n-nüzül» eserinde ki alakalı hadîsi şerifleri, şunlardır :
Ebu İshakın verdiği haberde Ali Bini Hüseyin demiş ki :
“Allah'ın Resulüne Mekkede ilk inen sûre “İkra bismi Rabbike»dir. Mekkede en son inen sûre ise, -Almûminun- dur. -Ankebût- süresidir diyen de vardır.
Medinede inen ilk sûre -Mutaffıfın- dır. Medinede inen son sûre ise -Berâeh- dir. (Sahabîden Hz. îkrime, “Medinede ilk inen Bakara Süresidir» der.)
Peygamberimizin Mekkede öğrettiği ilk sûre -Vennecmi dir.
Cehennemliler için en ürkütücü Ayet -Fezuku felen nezı-dokum illâ azabe [618] Ayetidir.
Allahu Taâlâya ortak koşmıyan, onun tekliğine inananları en çok ümitlendiren Ayet de -İnnellahe lâyağfirü en yüşreke bibi ve yağfirü mâ düne zalike limen yeşau [619] Ayetidir.
Allah'ın Resulüne inen son Ayeti Kerime -Vetteku yevmen türceune fihi ilellâh [620] dır ki ondan sonra Allah'ın Resulü dokuz gece yaşadı.»
İbünl Mübarekin Cübeyirden ve Dahhaktan duyduğuna göre İbni Abbas demiş ki :
“- İnen son Ayet -Vetteku yevmen türceune fîhi ilellâh-Ayetidir.»
“Ebu İshak ise, Berrâ Bini Azibin :
- İnen son Ayet -Yesteftüneke Kulillhu yüftikum fîlkelâle- [621] Ayetidir dediğini işittim.»
Bu Hadîsi Buharî, Süleyman Bini Harpden, diğer bir yerde de, Ebül Velitten rivayet etmiştir. Bu Hadisi Müslim de, Bindardan, Gunderden ve Şube isimli râvilerden rivayet etmiştir.
“Übey İbni Kâ'b da, İbni Abbastan naklettiğine göre, şöyle demiştir :
- Allah'ın Resulünün zamanında inen son Ayet -Lekad câekum Resulün min enfüsikum- Ayetidir. [622]
İbni Abbas bu haberi verirken, Ubey İbni Kâ'bın bu Ayeti, sûrenin sonuna kadar okuduğunu da ilâve ediyor.»
Bu Hadîsi, Hâkim Ebu Abdullah, sahihinde de rivayet etmiştir.
Rivayet edilen bu Hadislerden anlıyoruz ki, inen son ayetin hangisi olduğunda bir ittifaka varılamamıştır. [623]
Yine Ebulhasan Annisaburînin “Esbabun nüzul» Esrinden: “Ubey İbni Kâ'b dedi ki :
- Kur'an'ın ilk indiği gün, Pazarertesi günüydü.» “Ebu Katade dedi ki;
- Bir kişi şöyle dedi,
- Ey Allah'ın Resulü! Pazarertesinin orucunu gördün mü?
Allah'ın Resulü ona,
- O gün bana Kur'an indi, Kur'an'ın indiği ilk ay da Ramazan ayıdır. Nitekim Allahu Taâlâ da Kur'anda, “Ramazan öyle bir aydır ki Kur'an o ayda nazil oldu» diye buyurdu.»
“Sahabîden Vasile, Peygamberin şöyle buyurduğunu ha ber veriyor :
- İbrahimin suhufu, Ramazanın ilk gecesi indi. Tevrat, Ramazanın altısı (günü) geçtikten sonra indirildi. İncil, Ramazandan onüç (gün) geçince indirildi. Zebur, Raamazandan on sekiz (gün) geçince indirildi. Kur'an Ramazandan yirmi dört (gün) geçince indirildi.» [624]
Gerçi bâzıları, Enfal ile Beraeh (Tevbe) sûrelerini, aralarında Besmele yazılmadığı için bir sayar, bütün sûrelerin 113 olduğunu iddia ederler. Fakat Tefsircilerin çoğunluğu, sûrelerin 114 olduğu kanaatındadırlar. Nitekim Elimizdeki mushafta olduğu gibi, bu 114 sûrenin hepsi de, özel adlarıyla anılmaktadırlar.
Bununla beraber tefsirciler, bu 114 sûreyi dört gruba ayırarak da adlandırmışlardır. Şöyle ki :
Mushafın baş tarafında olan, Bakara, Aliimrân, Nisa, Mâide, Enam, A'râf, Yunus ve Kehf sûrelerine, ayetleri yüzden fazla olduğu için “Tıval» (uzun) denilmektedir.
Ayetleri yüz civarında olan Tevbe, Nahl, Hûd, Yusuf, İsrâ, Enbiyâ, Tâhâ, Mûminûn, Şuarâ ve Saffât sûrelerine “Miûn» (yüzler) deniliyor.
Ayetleri yüzden daha az olan Hâmîmler, Elif Lâm'lar ve Tasîn Mîm gibi sûrelere “Desânî» (ikişerli) denir.
Ahzâb, Hac, Kasas, Tâsîn, Nemi, Nur, Enfâl, Meryem, Ankebût, Rum, Yâsîn, Furkan, Hicr, Ra'd, Sebe', Melâike, İbrahim, Sâd, Muhammed, Lokman, Zümer, Mümtahine, Fetih, Haşr, Tenzil, Secde, Talak, Nûn ve Hucurât sûreleri de “Mesanî» dendir.
Kur'an'ın sonundaki kısa sûreler de “mufassal» (bölünmüş) olarak ad alırlar. [625]
Kur'an ilimleriyle meşgul olan bir çok Muhterem tefsircı ve hadîsci, Kur'an'ın yalnız ayetlerini değil, harflerini bile saymışlar, hatta tasnifde etmişlerdir. Ancak bâzıları duracaklar da ve Besmelenin Ayet olup olmaması hususlarında anlaşamadıklarından bu sayılarda farklar mevcuttur. Bununla beraber yazı şekillerine göre kelime adetlerinde de farklar bulunmaktadır.
Meselâ Medineli tefsirciler, Kur'an'da 77934 kelime saydıkları halde Mekkeli tefsirciler ise bunu, 499 eksiğiyle 77437 kelime olarak tesbit etmişlerdir.
Binnetice bunlarca kabul edildiğine göre, Kura'n-ı Kerimde bulunan 6666 ayetin bini emirlere, bini yasaklara, bini müjdeli vaâtlara, bini ürkütücü vaîtlere, bini haberlere, bini örneklere, beşyüzü halâl ve harama, yüzü teşbih ve duaya, altmış altısı da nâsih (hükümler kaldıran) ve mensûh (hükümleri kalkan) ayetlere aittir.
Bu tasnifi, Türk âlimi İbni Kemalin şu manzumesinde de okuyoruz :
Bilmek istersen eğer adedi ayâtı
Cümlesi altıbin ve altıyüz altmış altı.
Bindir vâd beyanında anın, bini vaîd
Bindir emri ibadet, bini nehyü tehdid
Bini emsalü iberdir, bini ahbaru kıses
Beşyüz ayâtı halâl ile harama muhtas
Buldu yüz ayeti tesbihu duada çü rüsüh
Altmış altısı dahi ayâti nâsihü mensûh
Şimdi de 28 Arap harflerinden hangisinin Kur'an'da kaç adet bulunduğunu görelim. Ancak burada da şunu söyliyelim ki, harfleri sayanlardan bir kısım araştırmacılar, şeddeli harfleri iki saydıklarından harf adedini daha fazla bulmuşlardır. Biz burada Arap Elif basının harf sırasına göre tesbit edilmiş bulunan sonuçları veriyoruz :
Kur'an-ı Kerimde : 48892 Elif, 11428 Be, 10477 Te, 1404 Se, 3322 Cim, 4138 Ha, 2503 Hı, 5998 Dal, 4834 Zal, 12240 Ra, 1508 Ze, 11599 Sin, 2115 Şin, 2807 Sad, 1688 Dat, 1264 Ti, 842 Zı, 9419 Ayin, 1229 Gayin, 8499 Fe, 6813 Kaf, 10522 Kef, 33522 Lâm, 26922 Mîm, 52955 Nûn, 25856 Vav, 1710 He, 4079 Lâ, 25719 Ye harfi bulunmaktadır. Böyle Kur'an'daki harflerin yekününü, 327.304 olarak bulmaktayız.
Araştırmacılar, harflerden başka, mushafımızda kaç harekenin bulunduğunu bile tesbit etmişlerdir. Buna göre Mushafta 370.143 Üstün, 309.586 Esre 40804 Ötrü, 3283 Hamzc, 1771 Med, 19253 Şedde, 156.681 Nokta bulunmaktadır. [626]
Hz. Osman tarafından meydana getirilen Mushafi Şeriflerden birer kopyenin Mekkeye, Şama, Basraya, Bahreyne, Mısıra, Küfeye ve Yemene gönderildiğini ve birisinin de “îmam» adı konarak Hükümet merkezi olan Medinede alakonduğunu yazmıştık. Şimdi de, bunların akıbetleri hakkında elde edilen bilgileri sıralıyahm.
Mısırlı Âlim Mustafa Sadık Rafiî “İ'cazül Kur'an» kitabında, “Yemen ve Bahreyne gönderilen Mushaflardan haber alınamamıştır» der, Diğer beş Mushaf hakkında elde edilen malûmatı ise şöyle sıralar :
1- Medine-i Münevverede alakonan “İmam Mushaf»ı, Ravzai Mutahharada, yâni Türbei Saadette saklanmaktaydı. Nitekim Mevlânâ Siblî “Tezhibül Ahlak» eserinde, bu Mushafın 735 yılında orada görüldüğünü yazarken, üzerinde “Resülüllâh'ın ashabından bir cemaatın icmaı budur. Bu Sahabtler arasında, Zeyd İbni Abdullah Bini Züebyr ve Sa'd Binil'as vardı» yazısının bulunduğuna da işaret eder.
Bundan ayrı olarak bu Mushafın diğer kapağında ise, toplama işinde çalışan diğer Sahabîlerin adlarının yazılı bulunduğunu İmam Şiblî Hazretleri kaydeder.
1930 da Komünist Rusyadan kaçan Türk âlimi Musa Carullah da, Medinede mücavir kaldığı sırada bu Mushafi şerifi gördüğünü Pakistan gazetelerine ifade etmiştir.
Anlaşılıyor ki, Birinci Cihan Harbinde, diğer mukaddes emanetlerle birlikte bu Mushafi Şerifte muhafaza altına alınmış ve sonradan yerlerine iade edilmiştir.
2- Mekke-i Mükerremedeki Mushafin da Şiblî tarafından H. 735 M. 1357 yılında görüldüğü, yine “Tehzibül Ahlak» eserinde yazılıdır. Halan başka bir malûmata sahip değiliz.
3- Küfedeki Mushafin bir ara Humus Kalasına nakledilmiş olduğunu Meşhur Nablûsî, (M.1640-1730) seyahat noktalarında yazar.
Nablüsî, Şamda yaşamışsa da, İstanbul, Lübnan, Kudüs, Mısır, Hicaz ve sair memeleketlerdeki seyahatlarına ait eserler yazmış bir âlimdir. Yazdığı “Münademetül Adlâl» eserinde Samdaki tarihi Mushaflardân da bahseder.
Görülüyor ki bu Mushaf da, Birinci Cihan Harbinde, muhafaza altına almmışsada halen nerede bulunduğu keyfiyeti malûmumuz değildir.
4- Basra Mushafı, Şiblînin araştırmalarına göre, bilinmiyen bir tarihte Kurtubaya götürülmüştür. Sonra Abdül Mu'în tarafından büyük bir merasimle Hükümet merkezine nakledilmiştir. M. 1267 de Mu'tediden sonra da Ebul Hasan Telmesanînin fetihte ellerine geçmiştir. Ebul Hasanın ölümü üzerine bu Mushaf, Portekize nakledilmiş ve uzun müddet orada kalmıştı. Sonra bir tacir tarafından satınalınan bu Mushaf, Fasa getirilp Devlet Hazinesine konmuştu. Halen ondan da bir haber yoktur.
Diğer bir rivayete göre de bu Mushaf, Hz. Osmanın şehit edildiği zaman okumakta olduğu Mushaftı. Emevîler bir zaman bunu saklamışlar, İspanyayı fethettiklerinde oraya götürmüşlerdi. İslâm Hâkimiyetinin İspanyada sona ermesi üzerine bu Mushaf, Fasa nakledilmiştir.
Meşhur Seyyah İbni Batutaya göre bu Mushaf, 8. Yüzyılda, üzerindeki kan lekeleriyle görülmüştür.
5- Şam Mushafı, Kudüsle Şam arasında bulunan Taberiyede saklanıyordu. Sonraları, Şama nakledildi. “Esmarüt tevarîh» Abbasilerden Müstahzır Billâh'ın zamanındaki hadiseleri sayarken şunu yazıyor. “Nukıle Mushafüş Şerifül Osmanî Bi Camii DiMımışk Ettaberiye Sene 492»
Türkçesi “Hz. Osmanın Mushafi Şerifi, Dımışk Camiine naklolundu. Sene 492» dir. Bu Hicri tarihin M. 1114 olduğu aşikârdır.
Şiblî “Tehzibül Ahlak»ında yazdığına göre, Ebulkasım Essabâtî, 657 (M. 1279) senesinde Şam Camiinde Hz. Osman tarafından oraya gönderilen Mushafı görmüştür.
Lala Mustafa Paşanın 982 (M. 1604) tarihli Vakfiyesinde, Şamdaki vakıfları anılırken, Humusta “Vakfı Mushafi Seyyidina Osman» diye bir yazıya rastlanıyor. Bunun Türkçesi “Efendimiz Hz. Osmanın Mushafınin vakfıdır» demektir. Bundan anlıyoruz ki, bu Mushafi şerifin muhafazası için vakıflar bile tesis edilmiştir.
Mevlânâ Şiblî, seyahati esnasında İstanbul'a geldiğinde bu Mushafin orada saklandığını yazıyor.
Şeyh Abdullah Hâkim Afganının Samdaki bu mushafin, yazılarını bir fotoğraf sadakatiyle kopye ettiği ve bunun halen Şamda muhafaza edildiği Şamlılar tarafından söylenmektedir. [627]
Turizm Bakanlığının 1966 da neşrettiği “Mukaddes Emanetler» adlı eserde, Hz. Osmana ait olan Mushafin fotoğrafının altında, “Bu Kur'an-ı Kerim, Hz. Osmanın Şehid edildiği anda, okumakta olduğu Kur'an olarak kabul edilmektedir. Üzerinde kan lekeleri bulunan bu kitap, Yüzyıllar boyu mukaddes emanetler arasında muhafaza edilmiştir» denmekte ve bu Mushafin, Ceylan derisi üzerinde yazılı bulunduğu da, yazılmış bulunmaktadır. Bu Mushaf halen Topkapı sarayındadır.
Çok muhtemeldir ki bu Mushafı Şerif, Mısır Fetihi Yavuzun eline geçmiştir. Nitekim eserleri bir çok garp lisanlarına tercüme edilen Arap Tarihçisi Makrizî (Ö.M. 1442) yazdığı Mısır tarihinde, eski Mısır valisi, Amrubnulâs Camiindeki Mushafları anlatırken, Hz. Osmana ait Mushafm da orada ol duğundan bahseder. Bu arada şunu da rivayet eder.
“AbdüTaziz Bini Mervan,
- Bu Mushafta kim bir yanlış bulursa, ona büyük mükâfatlar vereceğim» demişti. Kûfeli bir hafız, Kur'an'daki “Na'ce» kelimesinin yanlış olarak “Nac'a» yazılmış olduğunu bulur ve vâdedilen mükâfatları alır.
Makrizî ayrıca; Salâhaddini Eyyübînin veziri Kadı Fadıl' ın medresesinden bahsederken, medresenin kitaplığında, Hz. Osmanın yazdırdığı Kur'an nüshalarından birisinin bulunduğunu ve bunun bu vezir tarafıdan 20.000 altına satın alındığını da yazar.
Ayrıca Türk ve İslâm eserleri müzeide bu tarihî mushaflardan şunlar da vardır.
1- 457 No.da Hz. Osmanın ismini ve Hicri 30 senesini havi bulunan bir mushafı Şerif.
2- 557 No.da Hz. Alinin ismini haâvî bir Mushafı Şerif.
3- 458 No.da Hz. Alinin yazısı olduğu işaret edilen diğer bir Mushafı şerif.
Birinci Sultan Abdul Hamidin tesis ettiği 1196 T. kütüphanesinin fihristindeyse, Şu mushafların kaydına rastlarız.
1- “Hz. Osman Radıyellâhu anhu hattı şerifiylc evveli Sûre-i A'râf Kelâmı Kadımı (C. î. Satır 13)
2- “Hz. Ali Radıyellâhu Taâlâ anhu hattı şerifiyle, evveli Sûrei Hucurât Kelâmı Kadımı (C. 1, Satır 7)»
Yine Bezmi Âlem Sultanın 1267 tarihli vakıf kitapları fihristinde “Mushafun bihattı Ali» (Hz. Alinin yazdığı mushaf) yazılıdır.
Görülüyor ki Sehâbîler devrinden kalma Mushafi şeriflerin beşi, İstanbul'da bulunmaktadır. [628]
Nokta ve hareke konmadan önce Kura'n-ı herkes okuyamıyordu. Ancak Kur'an’ın okunması için gerekli tâlimi yapmış ve okuma tarzını, kulağiyle duyduğu biçimde hafızasında saklamış olanlar onu okuyabiliyordu. Bu durumdan ötürüydü ki Kur'an-ı yanlış okuyanlar da oluyordu. Nitekim Muaviyenin Hilâfeti, zamanında bir zat, Tevbe Sûresinin 3. ayetindeki “İnnellâhc berîun minel müşrikine ve resulünü» metninde olan “resülühü» yu, hatalı bir şekilde “ve resülihi» olarak okumuştu. Basit gibi görünen bu hata, ayetin mânâsını altüst etmişti. Zira ayetin ifade ettiği anlam “Allah ve onun elçisi, müşriklerden uzaktır» iken, bir “lü» harfinin “li» okunmasıyle bu anlam “Allah müşriklerden ve elçisinden uzaktır» kalıbına sokulmuştu.
Bu korkunç hatayı gören salahiyetlilerden İrakeye valisi Zeyd, zamanın en fakıhi ve Hadisci olmakla beraber Arap edebiyatına bihakkın vakıf bir şair olan Ebül Esvedi-Dücl iyeden, Kur'an'm harekelenmesini istedi. Ebülevde, konuyu düşündü, hareke yerine nokta işaretleriyle işi çözmeye karar verdi. Üstün yerine harfin üstüne, esre yerine de harfin altına ve ötrü yerine ise, harfin sonuna birer nokta ve sükûn yerine iki nokta koymak usulünü koydu. Bundan bir zaman sonra da, şedde yerine bir “o» işareti ihdas edildiydi.
Hicrî ikinci asrın sonlarına doğru hareke işareti olan noktalar, aruz veznini ihdas eden Arap Lügati alimi İmam Halil Bini Ahmet tarafından bugünkü hareke işaretlerine çevirilmiştir. İşte bundan sonradır ki, günün idarecileri tarafından da kabul edilen bu hareke şekliyle mushaflar yazılmaya başlamış ve her tarafa yayılmıştır, [629]
Bâzı s»re başlarında bulunan; Elif Lâm Mim, Elif Lâm Mîm Ra, Elif Lâm Râ, Tasın Mim, Yâsîn, Hâ Mim, Sâd, Kat, Kâf Hâ Yâ Ayin Sâd, diye yazılan harflere “Mukattaâtı Sûver» (Sûrelerin kesikleri) denir. Bunlar, Kur'an'ın “Müteşabihât (benzeyenler) ayetlerinden sayılıyorlar. Bunlar 29 sûrenin başında geçer. Bunlardan Bakara ile Ali İmrân, sûreleri Medinede, diğer 27 si ise Mekkede nazil olmuştur.
Bu harfler hakkında önceki tefsirciler “bunların mâ'nalarını yalnız Allah bilir» der geçerlerdi. Fakat sonraki tefsirciler bunlardan bâzı anlamları çıkarmağa çalışmışlardır.
Şimdi biz bu husustaki görüşleri 5 maddede topladık.
1- İmamı Süyutıya göre bunlar, vahyin sesidir “kulağınızı açın bu tatlı sesi dinleyin» dercesine. Nitekim Mekke müşrikleri Kur'an-ı dinlemek istemezlerdi. Daha çok onların dikkatlerini çeknıek için bu harfler inmiş bulunyor. Konuşmadan evvel arapların dikkati çekmek için “elâ emâ» demeleri gibi.
2- Zemahşerî de “bunlar zihinleri uyarmak içindir» der. Okumağa başlamadan önce hazırlanmak harflerin nağmelerine göre kıraeti ayarlamak için.
3- İbni Abbasa (r.d.) göre :
Elif Lâm Mîm “Ene Allâhu A'lernu» (ben ziyadesiyle bilen Allah'ım) demektir.
Elif Lâm Râ da “Ene Allâhu Erâ» (ben görür Allah'ım) demektir.
Elif Lâm Râ, Hâ Mîm, Nûn (Arap harfleri olarak) harflerinin birleşiminden “Errahman» kelimesi ortaya çıkıyor. O halde bu harfler, birer kelimeyi remz (işaret) ederler.
4- “Mir'atul Usul» kitabının müteşâbihat bahsinde de bu kesik harflere yer verilmiştir. Burada :
Bu harflere “mukattaat» (kesikler) denmesindeki sebebin, okunurken onların, harf harf (kelime yapmadan) okunmakta olduğudur, deniyor. Bununla beraber bu harflerin müteşa-bihattan (benzer ayetlerden) olduğunu söyliyenler de çoğunluktadır, diye ilâve ediliyor.
Bu münasebetle şu rivayeti de buraya aldık :
İbni Abbas (r.d.) der ki,
“Ebu Yasir Allah'ın Resulünü, “Elif Lâm Mîm Zâlikel Kitab» okurken dinlemiş. Bunu kardeşine söylemiş. Kardeşi Hay Bini Ahtap ve Kâ'b Peygamberimize gelerek :
- Elif Lâm Mîm hakikaten sana Allâh'dan mı indi? demişler. “Evet» cevabı alınca bu defa Hay,
- Öyleyse ben senin ümmetinin ömrünü bu harflerden çıkarırım, demiş ve 71 yıl olduğunu sözüne eklemiş. (Ebced hesabiyle o kadardır.)
Peygamber Efendimiz buna gülmüş ve
- Böyle daha başka menler de var demiş ve “Elif Lâm Mîm Sâd» okumuş. Hay buna karşı “bu daha çok» demiş.
Peygamber efendimiz bu defa da “Elif Lâm Râ» okumuş buna da Hay “bu daha uzun» demiş.
5- Abdul'Aziz Çavuş, yaptığı araştırmalar neticesinde şöyle bir tevil yapar, şu anlamı çıkarır :
“Ey Arap kavmi! Bu çok güzel üsluplu ve mû'cize beyanlı Kur'an, Elif Lâm Mîm gibi bildiğiniz harflerden şekillenmiştir. O harfleri siz de biliyorsunuz. Haydi bakalım, sizde bu harflerden ona benzer güzellikle bir ayet tertib edin' Edemiyorsunuz değil mi? Öyleyse, bu Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunda şüphe yoktur.» [630]
Kur'an denilriken, Mushafın, yazıların, mürekkeplerin, okunurken çıkan seslerin kendileri değil, bütün bunların delalet ettiği ve Allâhu Taâlânın, önü ve sonu olmıyan “Kelâm» sıfatının bir tecellisi olan mâ'nâ (anlam) anlaşılmalıdır. Böyle olunca, yâni Kur'an, varlığının önü olmıyan ve Allâhu Taâlâya mahsus bulunan “Kelâm» sıfatının tecellisi olunca, elbetteki mahluk değildir.
Ehli Sünnet müctehitlerinin akideleri bu merkezdedir. Nitekim Siracuddinil Evsinin manzum olarak “Bed'ül Emâlisinde :
“Vemel Kur'anu Mahlukun Taâlâ
Kelâmur Rabbı an cinsil makalı» der [631]
Ebüî Hasanil 'Eş'arî de der ki :
“Allah'ın Kelâmı, “Kelâmi Nefsî» ve “Kelâmi Lafzı» olmak üzere ikiye ayrılır. Kelâmi Nefsi, kadîmdir (varlığının evveli yoktur) Kelâmi Lafzî ise hadistir (sonradan olmalıdır.)
Kelâmi Nefsî'de ses ve harf yoktur. Kelâmi Lafzî ise, ağzımızdan ses halinde çıkar ve harfler ile kelimelere uyularak okunur. Yâni mahluk olan bizim ağzımızdan çıkan ses ve harflerdir yoksa Kur'an mahluk değildir.»
Ömerün Nesefî ise bu konuyu “Akaıd» inde şöyle açıklar:
“Allah'ın Kelâmı olan Kur'an mahluk değildir. O, mushaflarımızda yazılıdır, kalplerimizde saklıdır, lisanlarımızla okunur, kulaklarımızla işitilir, amma (hiç bir zaman) bunlara (uzuvlarımıza) hülül etmez (inmez, girmez)»
Meşhur Taftazanî de bunu “Şerhi Akaid»inde şu misalle destekler.
“Nasıl ki ateşi, kâğıda yazdığımızda, konuştuğumuzda, sözünü işittiğimizde hiç bir yanma duymadığımız gibi.»
Yâni Taftazanî şunu demek istiyor :
Nasıl ki ateş, yazılınca, söylenince, işitilince yakmıyorsa ve bundan da, onun, kâğıtlara, ağızlarımıza ve kulaklarımıza hülül etmediğini anlıyorsak, Kur'an'da onun gibi, okunurken ağızlara, yazılırken mushaflara, işitilirken kulaklara, ezberlenirken de kalplere hülül etmez. [632]
Hicrî 218 den, 234 e kadar devam eden “Kur'an mahluktur, değildir» çekişmelerin “Taberî Tarihi» ile “Tayfurun Bağdat Tarihinden» ve bunlardan başka, İbni Sübkînin “Tabakati Şafiîye»si ile “Mevzu'âtül Ulûm» eserlerinden naklen ve özet olarak aşağıya alıyoruz.
Kur'an hakkında bu münakaşayı ilk çıkaran, Lebid îbpj A'sam adında bir Yanudiydi. O “Tevrat mahluk olduğu gibi Kur'an da mahluktur» diye iddialarda bulunuyordu. Böylece Müslümanlara da sirayet eden bu çekişme gittikçe büyüdü İbni Kesir, bu Yahudiyi kasdederek, bu çekişmede Yahudi parmağı olduğunu söyler.
Yahudînin bu iddi'âsını sonradan Mû'tezile âlimleri de benimsedi ve “Kur'an mahluktur» demeye başladılar. Tabiiydi ki bunların karşısında olan, başta İmamı Malik olmak üzere, Sünnî nıüctehitler de bu münakaşalara karıştılar.
Derken mutezile tarafı, Halîfe postunda oturan Me'munu kandırmağa ve Kur'an'ın mahluk olduğu tezini ona inandırmağa muvaffak oldular Tabii ki bundan sonra bu iş artık, Devletin mühim işlerinden sayıldı.
H. 218 M. 830 yılında Bağdat Valisi bulunan İshak Bini İbrahim'e Me'mûn bir mektup yazarak, bütün kadıları ve Ulemayı çağırmasını ve onlara, mektubu okuduktan sonra “Kura'n'ın mahluk olup olmadığı» hususundaki fikirlerini öğrenmesini emreder. Ayrıca mektupta, Kur'an'ın mahluk olduğunu kabul etmiyen kadılara devletin vazife vermiyeceğini ve şahitliklerinin de kabul edilmeyeceği yazılmış bulunuyordu. Bunun üzerine Kadılar, Kur'an'ın mahluk olduğu tezini korkudan kabul ettiler, kendilerine yakışan metaneti gösteremediler.
Memlektin mühim şehir merkezlerine de bu mektuptan birer adet gönderilmiş, her tarafta Din âlimleri baskı altına alınmıştı. En büyük baskı Bağdatta bulunan yedi müçtehide yapıldı. Bunlar, Yahya Bini Ma'în, Tabakatı kübra sahibi Muhammed Bini Sâ'd Vakıdî, Ebû Hayseme, Ebû Müslim, İsmaîl Bini Davud, İsmaîl Bini Ebi Mes ud ve Ahmed Bini İbrahim'di. İşte bunlar da kılıç korkusuyle Me'munun dediğini kabul ettiler. Nitekim Taberî ve Tayfur tarihleri, bu yedi müçtehitten biri olan Yahya Bini Mu'înin “kılıç korkusundan böyle söyledik» dediğini yazıyorlar. [633]
Bişr Bini Velidın cevapları :
Vâlî : -Kur'an hakkında ne dersin?
Bişr : -Kur'an Allah'ın Kelâmıdır.
Vâlî : -Sana onu sormuyorum, o mahluk mudur?
Bişr : -Allah her şeyin yaratıcısıdır.
Vâlî : -Kur'an'da şey midir?
Bişr : -Evet O, şeydir.
Vâlî : -Öyleyse o mahluk değil midir?
Bişr : -Halik (yaratıcı) değildir.
Vâlî : -Sana onu sormuyorum, o mahluk mudur?
Bişr : -Sana söylediğimden başkasını söyleyemem. Allah'ın kelâmıdır. Üzerine bir şey ilâve edemem. [634]
Vâlî : -Kur'an mahluk (yaratılmış) mıdır?
Ebu Hasan : -Kur'an Allah Kelâmıdır. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Allah'tan başkası mahluktur. Mü'minlerin Emiri bizim îmamımızdır. Bizim işitmediğimizi işitir, bilmediğimizi bilir, bze ne emrederse onu tutarız. Bizi yasaklarsa, biz de yapmayız, bizi çağırırsa gideriz.
Vâlî : -Kur'an mahluk mudur?
Ebu Hasan : -Yukardaki sözleri tekrarlar.
Vâlî : -Mü'minlerin Emirinin sözü bu.
Ebu Hasan : -Onun sözü olabilir. Fakat halka onu emretmez, ona davet etmez. Eğer Emirül mü'minin, böyle dememi sana emrettiğini bana söylersen ben de emrettiğini söylerim.
Vâlî : -Sana bir şey tebliğ etmemi emretmedi. Ancak seni imtihan etmemi emretti. [635]
Vâlî : -Kur'an hakkında ne dersin?
İbni Bakka : -Kur'an “Mec'uldur» (yapılmıştır) Kur'an' da “İnna ca'alnahu Kuranen arebiyyen» buyurulur. [636]
Vâlî : -Mec'ul olan mahluktur.
İbni Bakka : -Evet.
Vâlî : -Öyleyse Kur'an mahluktur.
İbni Bakka : -Mahluktur demem ama mec'uldur.
İşte zamanın Hadisçi ve tefsircileri vâlîye böylece kaçamaklı cevaplar veriyor, Kur'an mahluktur demiyorlardı. [637]
Bu durumu öğrenin Me'mun, yeniden bir mektup daha gönderip, Bişr Bini Velid ile İbrahim Bini Mehdi için;
“Kur'an mahluktur demezlerse boyunlarını vur, kellelerini bana gönder. Eğer Kur'an mahluktur derlerse, hemen halka ilan et, herkese duyur» diye emir vermişti.
Me'munun Tarsus'tan gönderdiği mektupla bu “îdam etme» emrini alan Vâlî, Kadı, Hadisçi, Fıkıhçı olmak üzere otuz kadar âlimi, çağırarak onlara bu dehşet veren'emri okudu ve yine o eski sorularını tekrarladı. Ahmed Bini Hanbel, Muhammed Bini Nuh, Sücâde ve Kavanrîdan başkaları» “Kur'an mahluktur» dediler. Me'munun bu müthiş emrine rağmen “Kur'an mahluktur» demeyen bu dört âlim ise, hemen elleri ve ayaklarından bağlanarak zindana atıldılar. Ertesi gün, bu tazyıka dayanamıyan Sücâde, Bağdat Valisinin emrini yerine getirdi ve serbest bırakıldı. Diğer üçü ise, inançlarında direndiler.
Öbür gün olunca ayni soru bu üç âlime tekrarlandı, cevap istendi. Alkavarırînin de tahammülü kalmadığı için o da, emri kabul etti ve serbest bırakıldı.
Geriye, Ahmed Bini Hanbel ile Muhammed Bini Nuh kalmıştı. Bunlar zincirlerle bağlı olarak Tarsusta bulunan Me'muna gönderildi. Yolda Muhammed Bini Nuh vefat edince Ahmed Bini Hanbel tek başına bu işkencelere göğüs germekte devam ediyordu. Fakat o, yine de Ailâhu Taâlâya Hamdu senada kusur etmiyordu. Böylece günler geçiyor ve Büyük îmam Tarsusa doğru yol alıyorken, Me'mûnun ölüm haberi alındı. Fakat İmam yine de kurtulamadı. Çünkü Me'mûn, yerine geçen Halîfe Mu'tasıma, ayni yolu tâkib etmesi için aşağıdaki vasıyyetnameyi bırakmıştı :
“Bu, Emirul Mu'minîn Abdullah (me'mun) Bini Harunur Reşidin yanında bulunanların hepsinin şahid olduğu şeydir. O, kendisi ve yanındakilerin hepsi şöyle şehadet etmişlerdir
Allahu Taâlâ birdir, onun mülkünde ortağı yoktur, işlerini kendisinden başka yürüten de yoktur. O, Haliktır (yaratıcıdır) ondan başka her şey mahluktur (yaratılmıştır) Kur'an da, her şey gibi mahluktur. Hiç bir şey Allah'a benzemez. Ey İshakın babası (Mu'tasım) bana yakın ol, gördüklerinden ibret al, Kur'an'ın yaratılmış olması konusunda kardeşinin yolundan git.»
Böylece İmam Hanbelin, bu arada zamanın Müslümanlarının başına çöken minnetler devam etti gitti. Aslında bu felâket ve zulümlere sebeb olanların başı, mutezile ulemasından Ahmet Bini Ebu Davut idi. Çünkü o, dalkavukluğu ve sokulma hüneri sayesinde Me'munun Baş danışmanı olmuştu. Me'munun mektuplarını ve son vasiyetini o kaleme almıştı. Me'munun ölümünden sonra bu adam, Mu'tasımın başkadısı oldu.
Diğer taraftan İmam Ahmed b. Hanbel, Me'munun ölümü üzerine, yoldan Bağdata geri getirildi. Hakkında yeni bir emir çıkıncaya kadar da zindanda kaldı. Sonradan onu Halîfe Mu’tasım (Ö.H. 227) in huzuruna çıkardılar.
30 ay zincirli olarak ve fasılalarla dayak yiyerek bu müddeti geçiren İmam Hanbeli Mu'tasım, yeni bir imtihana daha almak istedi. Yanında memleketin ileri gelen uleması olduğu halde İmam Hanbele Mu'tasım şu soruları yöneltti :
Mu'tasım : -Ne dersin söyle bakalım?
İmam : -Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim. Atâ İbni Abbas, rivayet etmiştir ki, Abdi Kaystan bir hey'et, Resulullâha gelince, Peygamber onlara, Allah'a îmanı emrettikten sonra “Allah'a îman nedir bilir misiniz?» dedi. Onlar da “Allah ve Resulü bilir» dediler. Bu defa Peygamber onlara :
- İman, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğuna şehadet etmek, Namazı kılmak, Zekâtı vermek, Ramazanda oruç tutmaktır, dedi ve ganimetin beşte birini verirseniz, diye ilave etti. Yâ Emirelmu'minîn, Allah'ın kitabından, Peygamberin Sünnetinden birşey ortaya atın ki söyliyeyim.
Orada bulunanlardan biri ortaya atıldı ve İmama,
- Allâhu Taâlâ Kur'an'da “Ma ye'tihim min zikrin min Rabbihim muhdasin» buyurdu. [638] Muhdes (sonradan olan) olan mahluk değil midir?
İmamı Hanbel,
- Allahu Taâlâ “Vel Kur'an-ı zizzikri» buyuruyor. Buradaki Zizzikri kelimesinde, lamı ta'rif, var onun için Buradaki “Zizzikri» Kur'an'dır. Ama senin okuduğun Ayette geçen “zikrin» kelimesinde lâmi tarif yok.
Bu defa da başkası atıldı ve
- Allah her şeyin haliki değil midir? dedi. İmamı Hanbel,
- Allah “Tüdemmiru külle şeyin bi emri Rabbiha» buyurmuştur.[639] Ancak Allah'ın muradettiği tedmir (öldürmek) öldürmek değil mi? dedi.
Üçüncü bir zat,
- İmran b. Hüseynin “Allah zikri halketti» Hadîsine ne dersin?
İmamı Hanbel,
- Bu yanlıştır. O Hadîs “Allah zikri yazdı» olarak rivayet edilmiştir.
Dördüncü bir zat,
- İbni Mesut Hadîsinde “Allah Taâlâ, Cennet, Cehennem, Gök, yerden hiç bir şeyi Ayetel kürsîden daha büyük yaratmamıştır» dedi. Buna ne dersin?
İmamı Hanbel,
— O hadîste yaratılmak, Cennete, Cehenneme, Göğe ve yere aittir. Kur'an'a değil.
Beşinci zat,
- Allah'ın Kelâmı mahluk değildir, sözü teşbihe götürür, müşebbiheden yapar (Kur'an-i Allah'a benzetir.)
İmamı Ahmed,
- Allah birdir, herkes ona muhtaç, o kimseye muhtaç değildir, benzeri ve dengi yoktur. O, kendi zatını tâ'rif buyurduğu gibidir.
Mu'tasım,
- Sen nelerden bahsediyorsun?.
İmamı Hanbel,
- Yâ Emirel Mu'mînîn, Allah'ın kitabından ve Peygamberini sünnetinden bir şey sorun bana.
Orada bulunanlardan bâzıları mantık oyunlarına baş vurunca İmam,
- Anlamıyorum, ne oluyor, nedir bu? Ne Allah'ın Kitabında, ne Peygamberin Hadîsinde var bunlar. Hiç biri yok onlarda.
Bunun üzerine İmamı Hanbeli tekrar hapse attılar.
İmam Ahmedin kendilerine uyup katılmıyacağmı anladıklarından, Dayağa baş vurdular ve Mû'tasımın emriyle bu koca İmamı, ara ara kırbaçlamağa başladılar. Mes'udînin dediğine göre, 38 kırbaç vurulunca vücudu kanlar içinde kaldı. Yaralarından kanlar akarken onu bu haliyle yine zindana attılar, sonra da yaraların bakmak için doktor gönderdiler[640]
Mevzu'atıl ulûm, bu konuda İmamı Ahmedin ağzından şunları anlatır :
“219 senesi Ramazanında Vâlî İshak, beni evinde hapsetti. Sonra hapishaneye naklettiler. 30 ay orada kaldım. İshak bana dedi ki “sen onun sözüne gelmezsen, sana dayak attıra attıra seni öyle bir yerde öldürtürüm ki, orada aydan ve güneşten eser görmezsin» Ben sükût ettim. Beni bir ay kapattılar. Ayağımdaki bağların ağırlığından yüzünkoyu düşer gibi olurdum. Beni bir karanlık odaya soktular, kilitlendiler. Kandil yoktu. Sabah olunca beni yine alıp halk ile dolu bir odaya götürdüler, oradan da başka yere geçirdiler. Orada ellerinde kılıçlar ve kırbaçlar tutan nice kimseler vardı. Başkaları da geldi, benimle konuşup münazara yaptılar. Ben de cevap verirdim. Öyle bir sıra geldi ki benim sesim, onlarınkinden yüksek oldu. Mu'tasım emretti, beni yüzüm üstü sürüyerek çıkardılar, elbisemi soydular. Mu'tasım seb'at ettiğimi görünce biraz yumuşadı. Fakat Ebi Davut teşvik ediyor ve Mu'tasmıa “Me'munun mezhebini bıraktı onun sözünü kabul etmedi derler» diyordu.
Böylece kırbaççı iki kırbaç vurup giderdi. Diğer biri gelip o da, vururdu. Onlar vurdukça ben “kuvvetli vur ki ellerin kırılsın» diyerek sebat ederdim. 19 kamçı vurulunca Mu'tasım kalkıp,
- Ya,Ahmet niçin kendini helak edersin", Vallahi ben sana acıyorum hemen kabul eyle, dedi.
Etraftan çeşitli sesler yükseldi. Bâ'zıları,
- Bunca çokluğa sen mi galip geleceksin? diyor, diğerleri ise,
- Arkadaşlarından hangisi senin gibi yaptı? Kur'an mahluktur deyip kurtuldular, bir sen kaldın, diyorlardı. Yine bu arada bir ses,
- Yâ Emirel Mu'minîn, bunu öldür, kanı benim boynuma olsun, dedi. Mu'tasım tekrar tekrar yanıma geliyor ve her gelişinde ona,
- Bana Allah'ın kitabından, Peygamberin Sünnetinden delil getirin, beni ilzam edin, diyorum.»
İmam Ahmedin oğlu Salih da şunları söylemiştir.
“- Babam derdi ki : O esnada aklım başımdan gidip bayıldım. Neden sonra ayıldım, baktım bağlarımı çözmüşler, kelepçeleri almışlar, bana biraz kavut getirip “bunu iç te kus» dediler. Ben ise “oruçlu olduğumdan iftar etmem» dedim. Sonra beni Vâlî İshakın evine götürdüler. Öğle olmuştu. Namazı kıldım. İbni Semma'a dedi ki “sen namazı kıldın amma elbisenden kanlar okıyordu» Ben dedim ki, Hz. Ömer, yarasından kanlar akarken kılardı. Sonra beni saldılar.»
Mu'tasım İmam Ahmed'i serbest bıraktı, ona yedi yıl kimse dokunmadı. 227 yılında ölen Mu'tasımın yerine Vasık geçti. O da İmamı Hanbele dokunmadıysa da, Kur'an'ın mahluk olduğu yolunda yine de devam etti. Hatta öyle ki, Kur'an mahluktur demediği için, Ahmed B. Nasırı yakalayıp kellesini biz zat kesen Vasık, bu kelleyi Bağdat sokaklarında teşhir ettirecek dereceye kadar ifrata bile gitmiştir. Bu zulüm yetmemiş gibi teşhir ettirdiği bu kellenin üzerine bir de şu levhayı astırmıştı :
“Bu, Muhammed b. Nasırın kellesidir. Emimi Mu'minîn Vasık onu “Kur'an mahluktur demeğe çağırdığı halde inat gösterip bunu demedi, Vasık da onu Cehenneme gönderdi.» insanları ona davet ediyorsun. Onlar bunu ya biliyorlardı veya bilmiyorlardı diyebilirsin. Eğer onlar biliyorlardı, ama söylemediler dersen, sana da bana da susmak düşer. Yok eğer “onlar bilmiyorlardı, ben biliyorum» dersen, (Ahmet b. Ebi Duada hitaben) ben de sana “Ey hayvan oğlu hayvan, Peygamber ve Hulefâi Raşidinin bilmediğini sen mi biliyorsun? derim» demiştir. Bu sözü işitince Elvasık, bu âlimi affetmiş bu işten de vaz geçmiştir.
Daha sonra Halîfe olan Mütevekkil,.H. 234 yılında Kur'an mes'elesinin kurcalanmasını yasakladı ve böylece Müslümanlar huzura kavuştu. [641]
Lugatta harf, kelimeleri meydana getiren harflerden başka; taraf, yüz (falan şeyin bir yüzü veya falanın yüzü gibi) yol anlamlarına kullanılır. Hadîsi şerifteki “harf» kelimesini ekseri âlimler “lehçe» anlamına kullanmışlardır. Ahteri Lugatında harfin “yol» anlamında da kullanıldığını ısbatlamak için bir de misal vererek diyor ki, falan kimse bir “harf» üzeredir denince, o kimsenin bir yol üzere olduğu anlaşılır.
Kur'an'ı Kerim, Arap lisanı üzere indiği için, yedi Arapça lehçesi üzere de okunur. Aslında Kur'an “Kureyş» lehçesi üzere inmiştir. Amma onu, konuşurken, başka lehçe kullanan Arapların da okuyacağı gözönüne alınarak, yedi çeşit Arap lehçesi tesbit edilmiş ve Kur'an'ın bu lehçelerle okunması caiz görülmüştür. Bunlara “vücühi seb'a» (yedi çeşit okuma) deniyor.
Lehçe hususunda kendi Türkçemizden örnekler bulabiliriz. Misal olarak elimize “haydi gidelim» sözünü alalım. Yurdumuzun bâzı bölgesinde bu “hadin gidek» bâzı bölgede “hayde gidelum»bâzı yerde “hayde gideh» diye konuşulmaktadır. Tabii ki Arapçada da böyle değişik lehçeler vardır.
Bu konuda Taberî der ki :
“Âlimlerden bir kısmı, yedi harfin; Emir, yasak, vâ'd, va'îd, cedel, kases, mesel gibi yedi mânâ grubu teşkil eden Ayetler olduğuna kail olmuşlarsa da bu doğru değildir. Yedi harf, yedi Arap lehçesidir. Çünkü Peygamber hayatında, Sahabîler, çeşitli kabileler, Kur'an-ı çeşitli şekilde okudular. Resülüllâha varıp herkes, kendi okuyuşunun doğruluğunu iddi'a etti. Peygamber okuyanın, okuyuşunun doğru olduğunu bildirdi. Her birine, öğrendikleri gibi okumalarım söyledi. Hatta bâzılarının kalbine bu işten şüphe bile girdi. Nasıl olur her okuyana, Peygamber doğru okuduğunu söyler, diye. Bunun üzerine Peygamber, mes'eleyi etraflıca onlara izah etti.»
Taberinin,. bu konuda verdiği örneklerden biri de şu Hadîstir.[642]
“Hz. Ömer diyor ki,
- Hişam Bini Hakimi, Furkân Sûresini Peygamberin bana okuduğundan başka türlü okurken işittim. Okumasını kesecektim, fakat namazını bitirsin diye bekledim. Selâm verdikten sonra yakasına yapıştım. Ona “bu sûreyi sana kim böyle okuttu?» dedim. “Resülüllâh» dedi. Ona “yalan, Peygamber bana senin okuttuğun gibi okutmuyor» dedim ve onunla Resülüllâha gittik. “Ya Resülüllâh! bu, Furkan Sûresini benim okuduğumdan başka türlü okuyor» dedim. Peygamber bana “bırak onu» dedikten sonra ona döndü “oku yâ Hişam» dedi. O da, benim işittiğim gibi okudu. Peygamber “böyle indi» dedi. Sonra bana “yâ Ömer sen oku» dedi. Ben de bana öğrettiği gibi okudum. Banada “böyle indi» dedi ve “Kur'an yedi harf üzere inmiştir, hangisi kolayınıza gelirse öyle okuyun» diye ilave etti.» (Buhari ve Müslim)
Hemen ifade edelim; bu demek değildir ki, herkes kendi bildiği tarzda Kura'n-ı okuyabilir. Mesele yalan olması ihtimali bulunmayan “mütevater» rivayetlerle okuma şekli belirlenen ayet ve kelimelerin, Peygamberden ve onun Sahabîlerinden işitilen şekilde okunması hususudur, yoksa başka türlü de okunabilir diye bir şey yoktur.
İbni Cerir Ettaberî, zihinlere gelen şu soruyu cevaplandırarak der ki :
Madem ki, Hz. Osman Kur'an-ı bir harf üzere topladı, diğer altı harf ne oldu? Halbu ki Peygamber onları da okumuş onlarla da okunabileceğini buyurmuşlardı. Bunlar, nesh mi oldu? (kalkdı mı?) Halbu ki onların nesh olduğuna dair bir şey yok. Yoksa ümmet bunları unuttu mu?
Taberi bu soruları yine kendisi şöyle cevaplandırıyor : Diğer altı harf neshedilip kaldırılmadı. Ümmet onları zayi' etmedi. Ancak ümmet bu yedi harften herhangi birisiyle okumakta serbesttir. Bunların hepsiyle okumak zorunluğu yoktur. Hz. Osmanın Kur'an-ı topladığı harf üzere okuyunca, diğer harfler üzere okumaya lüzum yoktur.»
Süyutî itkanında, Kur'an'ın yedi harf üzere indiği hadisinin doğruluğunu, yirmi bir şahabının şehadetiyle isbat ettikten sonra şunu ilave ediyor :
Hz. Osman bu Hadîsin doğruluğunu, vesikalandırmak istedi ve Mescitte toplanmış sahabîlere “bu Hadîsi Allah'ın Resulünden işiten ayağa kalksın» dedi. Bütün Mescitte olanlar ayağa kalktı. Bu defa Hz. Osman da “onlarla beraber ben de hidim» dedi.
Tirmizî Ubey îbni Kâ’b’dan şunu rivayet eder :
“Peygamber Efendimiz Cebraile demiş ki;
- Ya Cebrail, ben ümmî (okuyamaz, yazamaz) bir kavme gönderildim, bunların içinde ihtiyar kadın ve erkekler var, küçük kız ve oğlanlar, ömründe kitap okumamış adamlar var.
Cebrail de :
- Ya Muhammed, Kur'an muhakkak ki yedi harf üzerine nazil olmuştur. Kimin nasıl kolayına gelirse öyle okusun, dinde güçlük yoktur, kolaylık vardır.»
Kur'anda öyle harfler de var ki onları, hakkıyle okuyamayan kabîleler vardır. Meselâ Temim kabîlesi “Sin» harfini söyleyemez. “Ennas»i “Ennat» okur. Kays Kabîlesi sözün sonuna gelen “K» ları “Ş» okur. Kolaylık, bu gibi kabilelerin kendi lehçeleri üzerine okuyabilmesi içindir. [643]
Kur'an-ı ezbere bilenlere “Huffaz» (hafızlar) onu şartlarına uygun olarak okuyanlara da “Kurra» denir. İslâm âlimleri, Tefsir İlmine olduğu gibi, Kıraat İlmine de o kadar ehemmiyet vermişlerdir. Bu konudaki eserler arasında “Zübdetül İrfan» da bulunmaktadır. Kur'an'ın kıraatına bu kadar ehemmiyet verilmesindeki sebep, icabında onun 7 harf üzere okunabilmesi ve Allah'ın Peygamberimize “Ve rettilil Kur'ane tertîla» (Kur'an-ı güzelce ve tane tane oku) emri celiliyle, Kur'an-ı iyi okumanın, farz kılınmış olmasıdır.
Peygamber Efendimizin zamanında Kur'an-ı en iyi okuyan “Kurrâ» Hz. Osman, Hz. Ali, Ubey İbni Kâ'b, Zeyd İbni Sabit, Abdullah İbni Mesûd, Ebüdderdâ ve Ebu Musa-El Eş'arî idi. [644]
Tabiîn devrinde Kur'an okuma usulleri tesbit edilmiş, bu konularda kitaplar yazılmış ve bu husus bir ilim dalı haline getirilmiştir. Bu sıra en meşhur “Kurrâ» diye tanınan hafızlar şunlardı :
Medinedekiler: Said İbni Müseyyib, Urve, Salim ve Zührî.
Mekkedekiler: Ata, Mücahid, Tavus, İkrime.
Basradakiler: Âmir, Nasır İbni Âsim, Yahya Bini Yâ'mur
Küfedekiler: Alkame, Esvcd, Masruk, Sâid Bini Cübeyr, Şâbî, Nehaî. [645]
Tevatüren, yâni yalana ihtimali olmayan rivayetlerle doğruluğunda şüphe olmayan kıraat liderleri de şunlardır :
1- Abdullah İbni Kesir Mekke (H. 120 M. 737)
2- Nâfi Bini Abdurrahman Medine (H. 169 M. 785)
3- Abdullah İbni Amr Şam (H. 118 M. 736)
4- Ebu Amr İbni Âlâ Basra (H. 154 M. 770)
5- Hamza Bin Habib Küfe (H. 156 M. 722)
6- Ali İbni Kisâî Küfe (H. 189 M. 805)
7- Asım Bini Behdele Basra (H. 128 M. 745)
Bizim Kur'an okuyuşumuz, Hz. Hafsın rivayetiyle Asım Bini Behdelenin kıraatma göredir.
Bu yedi kıraat sahibinden ayrı, daha üç meşhur kıraat sahibi vardır. Onlar da şunlardır :
1- Ebu Cafer Yezid Medine (H. 132 M. 749)
2- Yâkub Bini İshak (H. 205 M. 820)
3- Ebu Muhammed Halef (H. 229 M. 843)
“Vucûhi Kıraat» denen okuma çeşitlerine ait ilk eserleri yazanlar; Ebu Ubeyd, Kasım Bini Selâm, Ebu Hâtım Sicisistânî'dir. Bunların bildirdiklerine göre, kıraatta şu üç şarta uyulacaktır :
1- Hz. Osmanın Mushafma uygun olmak, anlamı bozmamak.
2 - Arapçaya ait kaidelere uymak.
3- Sahih hadîslerle kıraatin şekli belirlenmiş olmak. Bu konuda tafsilatlı bir eser yazan Cezerî şu misalleri
verir :
İbni Amr “Kaluttehez, Allahu veleden» diye okurdu. Diğerleri ise bu ayetin başına bir “ve» ilave ederek “Ve kaluttehezellâhu veleden» tarzında okurlardı. Hal bu ki “ve» Şam mushaflarında yoktur.
Tekrar ilâve edelim ki “Vucûhi Sebâ» denen yedi çeşit kıraatin hiç biri, Kur'an'ın anlamını bozmaz. Birinde bir kelimenin harfi okunurken uzatılır, diğer kıraatta ise uzatılmaz. Meselâ biri “melik» okur, diğer ise “malik» okur. Birinde kelimelerin sonundaki “aleyhim»i “aleyhimû» diye okur. Buna benzer “ileyhim» “fihim» “minhüm» zamirleri, bâzı kıraatlarda “ileyhimû» “fihimû» “minhumû» okunur. Bunların hiç birisi Kur'an'ın anlamını bozmaz. Zira bunlar Arapçanın lehçelerindendir. [646]
Kur'an-ı Kerim, uhrevî ilimlerden başka, Tabiat ilimlerini de ihtiva eder. Mukaddes kitabımızın bu özelliğini Müslüman olmayan garplı ilim adamları da kabul ve itiraf etmişlerdir. Bunlardan bir kaçının görüşlerini buraya aktarmakta fayda görüyoruz. Mesela, bir Fransız alimi olan Gaston Car şöyle demiştir :
- Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Tamamiyle akla dayanan bu dinin kaynağı olan Kur'an, medeniyet cihanının dayandığı temelleri ihtiva eder. O kadar ki bu din ve medeniyetin, İslâm tarafından esaslarının kaynaşmasından meydana geldiğini söyleyebiliriz, İslâmın bu üstünlüğünü kabul ederek ona borçlu olduğumuz teşekkürde bulunmuyorsak da, gerçeğin bu olduğunda şüphe yoktur. O halde islamiyet yer yüzünden kalkacak ve böylece hiç bir Müslüman kalmayacak olursa, sulhu devam ettirmeye imkân bulunmaz. (*)
Alman şarkiyatçi alimlerinden Yuvakim Bolf da demiştir ki :
- İslâmiyetin bir mühim safhası, onun insan sağlığını korumak için verdiği emirlerdir. Şunu itiraf etmeliyiz kî Kur'an, bütün dinî kitaplara üstüntür. Kur'an'ın tarif ettiği basit, fakat mükemmel olan sağlık kaidelerini dikkate alırsak, bu mukaddes kitap sayesinde bâzı yerleri haşerelerle dolu olan Asyanın ne müthiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz.[647] Müslümanlık temizliği bütün dindaşlarına farz kılmakla tahrib edici pek çok mikropları ortadan kaldırmış bulunuyor. Meşhur bir alim olan Harchfeld ise demiştir ki :
- İslâm alemindeki bütün ilim ve irfan şubelerinin hayrete değer gelişmeleri, Kur'an sayesinde olmuştur.
Aleksi Luvazünün sözleri de şudur :
- Yeni ilimlerin keşifleri, yahut yeni ilimlerin yardımlarıyla çözülen veya çözülmelerine uğraşılanlar arasında bir teki yoktur ki, İslamlık esasları ile zıtlaşsın. Bizim Hristiyanların, Hristiyanlığı tabiat kanunlarıyla bağdaştırmak için sarfettikleri gayrete mukabil, Kur'an ile tabiat kanunları arasında tam bir uygunluk görülür. [648]
Bilindiği üzere sağlığı korumanın en mühim şartı temizliktir. Nitekim Kur'an'da bu konu, ilk gelen emirler arasında yer almıştır. İniş sırasına göre 4. olan Müdessir Sûresi mealen şöyle başlar :
“Ey örtüsüne bürünen (Muhammed) kalk (kâfirleri azabımla) korkut, Rabbini çok yücelt, elbiseni temizle.» (1-4)
Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz, daima tertemizdi. Gerek mübarek bedeninde ve gerekse elbiselerinde pislikten eser yoktu. Nitekim bu sûreden önce inen Müzzemmil Sûresinde Peygamberimiz, namaz kılmakla emrolunmuşlardı. Namaz kıldıklarına göre, onun mübarek elbiselerinin temiz olmaması akla bile gelmez. Buna rağmen Peygamberimizin “elbiseni temizle» emriyle karşılaşmasının sebebi nedir acaba? diyebiliriz. Bunun cevabını “Siracul münir» tefsirinde ki şu rivayette bulmak mümkündür :
Mekke müşrikleri bir gün, Peygamber Efendimizin üzerlerine bir koyunun bağırsağını atmışlardı. Bundan pek çok kederlenen ulu Peygamberimiz, saadetli evlerine gitmişler ve mübarek elbiselerine bürünüp tefekküre dalmışlardı. İşte tam bu sırada, mealini yukarda yazdığımız emirleri Cebrail (a.s.) getirdi. Bu emirlerden çıkan anlam şudur :
“Ey elbiselerine bürünen kulum Muhammedi kâfirlerin bu çirkin davranışları seni engellemesin, kalk onları azabımla korkut, Rabbini onlardan intikamını alacak kudrette en yüce bir varlık olarak tanı, elbiseni de, sana atılan bağırsak pisliklerinden iyice temizle.»
Görülüyor ki Peygamber Efendimiz, bağırsak bulaştığı için elbisesini temizlemekle emrolunmuştur, yoksa kirli bulunduğu için değil.
Beden temizliğine gelince, Kur'an'ın bu konudaki emri şudur :
“Ey iman edenler! namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp olduysanız, baştan aşağı temizlenin.» [649]
Bütün bu emirlerdeki maksadı Kur'an, aynı ayetin sonunda mealen şöyle ifade eder :
“...Allah (bu emirleriyle) sizin üzerinize bir güçlük dilemez. Ve lakin o, iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki (sağlık) nimetinin (korunup) tamamlanmasını diler. Ta ki şükredesiniz.»
Görülüyor ki ibadetlerimize abdest ve gusul, maddî ve manevî bakımdan temizliği amaçlar. Esasen Kur'an'ın 32 yerinde temizlikten bahis buyurulur. Bunlardan Bakara S.sinin 222 ile Tevbe S.sinin 108. ayetlerinde “Allah'ın temizlik yapanları sevdiği» ifade buyuruîur.
Aybaşı halindeyken, zevcelerle cinsî münasebetin haram kılınmasındaki [650]hikmet de sağlıkla ilgilidir. Çünkü kadının adet kanamaları sırasında, onunla cinsî münasebette bulunmak sakıncalıdır. Zira kanama, rahim içinde olgunlaşmış durumda bulunan tabakanın dışarı atılması sebebiyle olur. Bu sırada yapılan cinsî birleşme, çok hassas olan bu tabakaya mikropların yerleşerek, orayı iltihaplandırmaya neden olur. Bu mahzuru Kur'an şöyle açıklar :
“Sana kadınların hayız hallerinden soruyorlar. De ki o (hayizlı yer) bir pisliktir. Onun için hayız zamanında kadınlar (ıniz) dan ayrı durun. Temizlendikleri zamana kadar kendilerine (cinsî temas için) yaklaşmayın. İyice temizlendiklerinde onlara, Allah'ın size emrettiği şekilde gidin. Her halde Allah, hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.» [651]
İslâm fakıhleri, çocuk doğuran kadınları daf hayızlı kadınlar durumunda mütalaa etmişlerdir. Ayni sebepler dolaysiyle 40 gün, bu kabil nifash kadınlara cinsi münasebette bulunmak haramdır. Tıpta bu müddet, 4-6 hafta olarak kabul edilir, [652]
1- Aklın muvazenesini bozan içki ve uyuşturucu maddeler de yine, insan sağlığını korumak için haram kılınmıştır. Bir zamanlar, Amerikada olduğu gibi Türkiye'mizde de içkiyi yasaklayan kanunlar vardı. Ne var ki, içki tiryakilerinin tesirleriyle bu kanunlar, bir kısım devlet gelirleri bahane edilerek kaldırıldı. Bereket versin ki hiç olmazsa, uyuşturucu maddelerle olan kanunî mücadele, milletler arası bir şekilde devam ediyor. Her aklı selim sahibinin, gerek beden ve gerekse ruh sağlığı üzerindeki zararlarını kabul ettiği bu konuyu daha fazla uzatmağa lüzum görmüyoruz.
2- Ölü etinin, kânın ve domuz etinin yenmesi şu mealdeki ayetle haram kılınmıştır :
“O size (kesilmemiş) ölüyü, kanı, domuz etini ve Allâh'dan başkası için kesileni katiyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye muztar kalırsa (kimseye) saldırmadan ve normali aşmadan (onlardan yerse) ona günah yoktur. Şüphesiz Allah, affedicidir, esirgeyicidir.» [653]
Bu yasaklar, Kur'an'ın Maide 3, Enam 145, Nahl 115. ayetlerinde de tekrar edilir. Şüphesiz bu yasaklardaki maksat da, insan sağlığını korumak içindir. Her hangi bir hastalıktan veya sair sebeple bıçaksız ölen hayvanın eti ile kanın sağlığa zararlı olduğu nasıl ki fennen sabit olmuşsa, onun gibi, domuz etinin de insana zararlı ve “trişin» denen mikrobu taşıdığı da ortaya çıkmıştır. İsviçre'de bütün domuz etleri muayeneden geçtikleri halde, trişin denen domuz etine mahsus mikrop tesiriyle ölenlerin % 3 ü bulduğu görülmüştür. [654]
3- Yakın akrabalar arasındaki evlenmeler, bu akrabalıklar süt emzirmek ile kurulmuş olsa bile, Kur'an'da yasaklanmıştır. Bu da, yetişecek neslin sağlığı için konmuş İlâhî bir yasaktır. John Gregor Mendel (1822-1884) tarafından yapılan ilmî araştırma ve deneylere göre, kendileri çok sağlam oldukları halde bazı insanların kanlarında gizli öyle bir hastalık mikrobu bulunr ki, onlar yakın akrabalarıyla evlenince o gizli hastalık, feci bir şekilde doğan çocuklarda ortaya çıkmaktadır. Bunu önlemenin çaresi ise, yakın akrabaların biri birleriyle evlenmeleridir. [655]
Şu halde sütün de, emen çocuğun kanına karışan bir gıda olduğu düşünülürse, sütten akraba olanların evlenmelerinde de ayni hastalığın ortaya çıkacağından şüphe etmemek gerekir.
Kan veya süt sebebiyle akraba olanlar arasında Kur'an'ın koymuş olduğu evlenme yasağı, 4 Nisan 1926 tarihli Medenî K. 92 ve 112. maddelerine de konmuştu. Ama ne var ki 6 ay sonra Meclise sunulan Borçlar K. kabulü anında ve iç tüzüğe aykırı olarak sunulan bir hata-savap cedveli ile “süt ana ve kardeşler arasındaki evlilik yasağı» kaldırılmıştır. Buna rağmen Müslüman halkımız, bu dînî yasağı yine de sürdürmektedirler. Hamd olsun. [656]
1- Doyunca yemeyi bırakmak, bilindiği üzere, sağlığımız bakımından çok faydalıdır. Aşırı şekilde yemek yiyenlerin müptela oldukları veya olabilecekleri hastalıkları tıp ilmi, saymakla bitiremez. İlmî araştırmalarla ortaya çıkan bu zarararlardan insanlığı korumak için Kur'an, 14 asır evvel şöyle buyurmuştu :
“Yiyiniz, içiniz ama, israfa kaçmayınız. Muhakkak Allah, ısrafçıları sevmez.» [657]
İsraf, normal sınırı aşmaktır. Göıülüyor ki Kur'an, helal olan bir gıdanın ve suyun doyunca yinme ve içmesini yasaklamış, yâni haram kılmıştır.
2- Her hangi bir rahatsızlık sebebiyle veya her hangi bir bünyeye, dolaysiyle zararlı görülen mubah gıdalar da, başkaları için yararlı olsa bile, o hastaya ve o bünye sahibine haramdır. Çünkü zararı görülen şeyleri yemek, içmek veya yapmak, birer tehlike teşkil edecekleri için Kur’an, bunlardan kaçınmamızı şu mealdeki ayetiyle emretmektedir :
“Ve ellerinizle tehlikeye atılmayın.» [658]
3- Yine her hangi bir hastalık sebebiyle zararlı görülen ibadet şekillerinde de değişiklik yapılmasını dinimiz, emredip kolaylaştırmıştır. Meselâ :
A- Kalbinden rahatsız olan bir hastanın, hareket etmesinde eğer sakınca varsa onun baş îmasiyle namaz kılması,
B- Su kullanmasında zarar görülen bir kimsenin, abdest ve gusul için teyemmüm etmesi,
C- Açlık sebebyile zarar gören kimsenin ise orucunu, başka günlerde tutmak niyyetiyle bozması emrolunmuştur Eğer hastalıklar devamlı ise, kudreti olan kimse, bir günlük orucu için bir fidye verir oruç tutmaz. Eğer hasta, fidye veremiyecek durumdaysa ona fidye vermekte yoktur. Nitekim Kur'an şöyle buyurur.
“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı sevap yararına, kazandığı günah da zararınadır.»[659][660]
Temizliğe yönelik abdest ve gusul ile, bedenî hareketlere yönelik namaz ve oruç gibi ibadetler de, insan sağlığını koruyacak biçimde emredilmişlerdir. Abdest ve gusul ile, kan dolaşımının ansıl ve hemen kolaylaşmakta olduğunu namaz kılanlar, bedenlerinde hissetmekte oldukları anî zindelikten de anlarlar. Hele cünüplük halinde, her kıl dibinden gözle görülemiyecek şekilde fışkıran kirin temizlenmesi ve eksilen enerjinin fazlasiyle kazanılması ancak boy abdesti almakla mümkündür. Tıp ilminin haber verdiği bu gerçekleri, gusul yapan her Müslüman, kendi nefsinde duyarak doğrularlar.
Kılınan 5 vakit namazın çeşitli uzuvlara olan sıhhî faydaları, saymakla bitmez. Bir fikir vermesi bakımından doktorların “günde en az başını 20 defa sağa sola çeviren kimsenin boynu kireçlenmez» diye yaptıkları tavsiyeyi hatırlatmak, yeterlidir sanırız. [661] Şu halde namazları, sünnetleriyle kılanlar, fazladan tıbbın bu tavsıyesinide, selam vererek yerine getirmiş olurlar. Namazın diğer aza ve eklemlere olan faydaları arasında başta, romatizmal hastalıklara karşı olan koruyuculuğunu sayabiliriz.
Yılda bir ay tutulan Ramazan orucu ile, 2 ay gündüzleri çalışan midelere, bir ay olsa bile, kısa bir gündüz istirahatı temin edilmiş oluyor. Sağlık bakamından bu istirahat, hiçte küçümsenemez. Bununla birlikte, iftarda yenen yemeklerin, akabinde kılınan 20 rekât teravih namazının, hazım kolaylığı yapması ve bu sebeple sahurda, müslümanların taze bir iştîha ile sofraya oturabilmeleri yolundaki tesirini kimse inkâr edemez. [662]
Tıp dünyasında ilgi ile karşılanan rapora göre, oruçlu kimselerde Adrenalin ve Kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışmaktadır. Bu hormonlar, hücrelerin mikdarını tayin, azalıp çoğalmasını temin etmektedirler. Bu tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedirler. Yâni kanser hücresinin çoğalmasını önlemektedir. [663]
Prof. Trupa göre oruç tutan bünye, adeta bir revizyona girmektedir. Oruçla iç organları saran yağlar eritilir. Hücrelerin metabolizmasında büyük değişiklikler olur. Vücudun zindeliği ve mukavemeti artar. Böbrek, karaciğer, şeker ve kalp hastalıklarına karşı oruç, bünyeye direnme gücü verir. [664]
Normal bir insan kalbi, yirmi dört saatta 100.800 defa artar. Oruçlu bir insanda bu rakam, takriben 86.400 kadar düşer. Böylece kalp, günde 14400 kere daha az çarpar, yâni istirahata çekilir. [665]
Sıhhî faydalara rağmen ibadetler, Allah rızası içindir. İbadetlerin saydığımız maddî faydaları ikinci derecede kalır. Asıl maksat, Allah'ın (c.c.) rızasını tahsil edip, hem dünyada borç ödemiş olmanın huzuruna kavuşmak, hem de, ahirette vâd buyurulan ebedî saadete ulaşmaktır. [666]
Eski adı “Felekiyat» olan bu ilim dalı, gezegenlerden ve onların hareketlerinden bahseder. Gezegenlerin fizik ve kimya bakımından incelenmesine de eskiden “hey'et ilmi» denirdi, şimdiyse ona “Astronomi» denilmektedir.
Gezegenler sistemini inceleyerek ortaya attıkları bir kısım nazariyelerle şöhret yapan Kant, Laplas, Chamberlin Moulton ve Weizseacerer denen alimlerin hepsi de, gezegenlerin gök boşluğunda oluşan buhar veya buluttan meydana geldiklerini ve zamanla katılaşan bu buluttan parçalanıp ayrılınca, dönmeye başladıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu konulrda Kur'an şöyle buyurur :
“Sonra (Allah'ın iradesi) buhar halindeki göğe yöneldi.» [667]
“Göklerle yer, bitişik bir haldeyken, biz onları bîri birinden ayırıp yardığımızı, her diriyi de sudan yarattığımızı o inkâr edenler görmediler mi? Onlar hala inanmayacaklar mı?» [668]
Dünyanın da diğer gezegenler gibi dönmekte olduğunu, bir Türk alimi olan Birunî (973-1051) keşfetmiştir. Halbu ki pek çok Türk aydını bu mühim keşfi, beşyüz yıl sonraki Kopernik'e (14734543) maleder, maalesef...
Arzın bu dönüşü hakkında Kur'an şöyle buyurur.
“(Kulum Muhammedi) Dağları görür onları hareketsiz sanırsın. Halbu ki onlar, bulutlar gibi yürüyor.» [669]Dağların yürümesi, şüphesiz yer küresinin yürümesidir tabii. [670]
Amerikalı meşhur Medeniyet Tarihçisi “Wili Durant»'ın yazdığı “C.L. François Vaudou»nun S. 310-313 de şunlar yazılıdır :
Halife Memun, gezegenleri inceletmek üzere kurmuş olduğu bir ilim hey'eti, arzın yuvarlaklığından emin bulunuyorlardı. Bunlar Sincar sahrasından tesbit etmek suretiyle arzın muhitini ölçtüler. Elde ettikleri neticelere göre arzın muhitini 35.000 kilometre hesab ettiler. Bunlar temamiyle ilmî esaslarla hareket ediyorlardı. Bunlar arz derecesini de ölçtüler. Bunların hesabı 56 2/3 mil çıktı. Yâni bizim bugünkü hesabımızdan ancak, yarım mil fazlaydı.
Bundan sonra daha başka İslâm Astronomlarından bahsederek Birunî (973-1051) hakkında şöyle der :
Birunî Dünyanın yuvarlaklığını tereddüt etmeden kabul etmekle beraber, her şeyi arzın merkezine doğru çeken cazibeyi (yer çekimi) de ısbat etti ve kürei arzın her gün kendi mihveri etrafında ve her sene de güneşin etrafında döndüğünü ortaya attı. [671]
Yerde olduğu gibi, göklerimizdeki gezegenlerde de hayvanların -ki insan da buna dahildir- bulunduğunu Kur'an şöylece açıklar :
“Göklerin ve yerin ve bunların içinde (Allah'ın) yayıp ürettiği bütün dabbelerin (hayvanların) yaradılışı, onun (Allah'ın) ayetlerindendir. O, Bütün bunları bir araya (bir gezegende) toplamaya da, dilediği zaman hakkıyle kadirdir.» [672]
Bu mealde geçen “dabbe» sözünü hayvan diye tercüme edişimiz, mealim altta yazdığımız ayete istinadendir.
“Allah her dabbeyi, sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde (sürüngenler) yürüyor, kimi iki ayağı üstünde (insan ve kuşlar) yürüyor, kimi de dört (ayağı) üstünde yürüyor...» [673]
Ayetin mealinde geçen “O (Yâni Allah) bütün bu canlıları bir araya toplamaya dilediği zaman kadirdir.» beyanı gösteriyor ki, bir gezegenden diğerine gitmek Allah'ın izniyle mümkündür, oralara gidilmez diye bir şey yoktur.
Bu ayeti tefsir eden bir Din aliminin görüşü.
“Sıratı Müstakim» dergisinin 1909 da çıkan 51. sayısında, Selânikli Hafız Ferit imzalı yazıda şu neticeyi okuyoruz :
Hey'etşinasların (astronom) son keşiflerine bakarak, bâzı gezegenlerde hayatın mevcut olduğuna, ayrıca insanoğlunun sahip olduğu üstün kabiliyetinde erginliğine güvenerek, keşiflerin bu durumda kalmayıp, daha çok ilerleyeceğine ve ileride insanoğlu ile göklerde yaşayanlar arasında ulaşım veya haberleşme vasıtalarının kurulacağına tamamiyle kanaat getirdim.
Merhum Hafız Ferit hocanın görüşü, 65 yıl sonra gerçekleşmiş ve insanoğlu, Aya seyahati başarmıştır. [674]
Atomun ne müthiş bir kuvvet, olduğu, 1945 yılı Ağustosunda Hiroşima ve Nagazakiyi dümdüz ettiği ve Japonyayı da dize getirdiği zaman anlaşıldı. Böylece birinci plana çıkan “Atom» bir cismin, özelliklerini saklamak şartıyle, en ufak parçası demektir. Eski Müslüman alimlerince bu tarif “cüzünla yetecezza» (parlanamayan en küçük parça) diye ifade edilirdi.
Müslüman ilim adamları, ilmi çalışmalarında daima Kur'an'dan faydalanarak bir çok keşiflerde bulunmuşlardır. Bunlardan başlıca İbni Sinayi, İbni Rüşdu, Farabîyi, İmam Gazalîyi, Cabiri ve Ebubekrir razıyı gösterebiliriz. İslâm ilim dünyasının bu yıldızları, aynı zamanda garbi de ışıklandırmışlardır. Nitekim, onların şu eserleri batı dillerine tercüme edilmişlerdir.
İbni Sînânın “Elkanun»u “Levahıkuşlşifa»sı “Kitabünnecat»ı ve “EIhikmetüş-şarkıyye»si,[675]
İbni Rüşdün “Şerhul ercûzeti fittib»i “Halicei tıb»bı ile gezegenlerden bahseden “elmücessis»i,
Ebubekrir-razînin “Kitabulhavî»si “Kitabul'âsâb»ı ve “Kitabul fahir»i, garp dillerine tercüme edilmiş yüz yıllar boyu Avrupa Üniversitelerinde okutulmuştur. Bütün bu kitaplarda “zerre» nin, yani “atom»un niteliğine ait bahisler vardır. Ama buna rağmen, bizdeki ansiklopediler, atomun tarifini, İskoçyalı “Dalton»a (1766-1844) mal ederler. Hiç şüphe yok bu fizikçi, garp dillerine tercüme edilen Müslüman ilim adamlarının eserlerindeki bu buluşu, kendininmiş gibi afişe etmiştir.
Bu vesile ile şunu da ifade edelim ki, güneş ziyasında bile çok zor görülebilecek olan atomun da küçüğünden, daha doğrusu parçasından bahseden ayetler yok değildir. Hâlâ bir sır olmakla beraber, atom enerjisinin, atomun parçalanmasiyle meydana geldiği bilinmektedir. İşte bu çok müthiş buluşun anahtarını şu iki ayet, 14 asır evvel vermiş bulunuyor.
“Ne yerde ne de gökte, zerre ağırlığında bir şey, Allah'tan gizli kalmaz. Ondan (zerreden) daha küçük ve daha büyük hiç bir şey yoktur ki, açıkça kitapta bulunmasın,» [676]
“Ne göklerde ne yerde, Allah'ın ilminden, bir zerre ağırlığınca bir şey kaçmaz. Bundan (zerreden) daha küçük ve daha büyük hiç bir şey yoktur ki, hepsi muhakkak kitapta apaçık bulunmasın.» [677]
Görülüyorki şu iki ayette bahsi geçen zerrenin, yâni atomun daha da küçüğü vardır. Yukarda da izah olunduğu üzere, atomun parçası denen bu varlığın elde edilmesiyle. atom enerjisi bulunmuştur. [678]
Kur'an'ın bir mucizesi de, ışık için ateşten başka bir nesnenin bilinmediği bir devirde elektriği tarif etmesidir. Son ve mühim olan ve 19. asır (yüzyıl) başında Sir Humphryin, 1845 de J.W. Starrin ve Swamn keşiflerini ilerleterek 1878-1879 da ampulü yapmağa muvaffak olan Edisonun araştırmalarıyla meydana getirilen elektrik ve Anpulunu Kur'an şöyle tarif etmişti :
“Allah göklerin ve yerin nurlandıranıdır. Onun nurunun sıfatı, sanki içinde ışık bulunan bir dıvar boşluğudur, (yahut) o ışık, bir sırça (şeffaf kab) içindedir. O sırça (şeffaf kab) da, sanki inci (renginde ve parıldayan) bir yıldızdır ki, güneşin doğduğu tarafla da, battığı tarafla da ilgisi olmayan mübarek bir ağaçtan, zey(yağ)inden tutuşturulup yakılır. Onun (mübarek ağacın) zeytunu, kendisine ateş dokunmasa da hemen zıya verir. (Bu ışık o kadar kuvvetli ki) nur üstüne nurdur. Allah kimi dilerse onu nuruna kavuşturur. Allah insanlara, (böyle) örnekler iradeder, Allah her şeyi, her yönüyle bilendir.» [679]
Bu ayette Allah'ın nuru tarif edilirken, gösterilen örneği izah eden “sanki içinde ışık bulunan bir dıvar boşluğudur» şeklindeki beyandan, iptidaâî devirlerde dıvar boşluklarına konan ışıklara işaret edildiği açıktır.
Yine bu ayette gösterilen ikinci örneği izah eden “O ışık bir sırça (şeffaf kap) içindedir. O sırça (şeffef kap) da, sanki inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır ki, güneşin doğduğu tarafla da, battığı tarafla da ilgisi olmayan mübarek bir ağaçtan, zeyt(yağ)inden tutuşturulup yakılır» yolundaki ifadeden de, iptidaîlikten sonra tekemmül ettirilip cam şişeler içinde yanan ışıklı lamba ve kandil gibi şeyleri anlıyoruz elbette.
Ayeti Kerimede bunlardan sonra, yine numuneyi izah eden “Onun (mübarek ağacın) zeytünü, kendisine ateş dokunmadan da hemen ziya verir. (Bu ışık o kadar kuvvetli ki) nur üstüne nurdur» yolundaki beyandan da, elektriği anlamamak için hiç bir sebep toktur. Çünkü bilindiği üzere, ateş dokundurulmadan hemen, ziya veren ve “nur üstüne nur» denecek derecede kuvvetle etrafı aydınlatan yalnız elektriktir. Diğer ışıklar ise, hem kuvvetli ışık veremezler, hem de, ateş dokundurmadan ışıldayamazlar.
Esasen bu konuda zeytin ağacının son derece uygun bir misal (örnek) olduğu da ortadadır. Zira zeytinin yağı, gıda olmakla beraber, ışık için lamba ve kandillerde yakıt olarak da kullanılagelmiş bir maddedir. Bu sebeple, ışıklada alakalı olduğu içindir ki zeytin ağcaı, İlâhî “nur»un izahına örnek gösterilmiştir, diyebiliyoruz. Böylece bu mübarek ağaç, gövde ve dallarıyla elektrik şebekesine, topraktan emdiği ve meyvasına aktarılırken yaklaşan suyuyla elektrik cereyanına, yağlı meyvalariyle ise, elektrik ampuluna benzerlikleri bakımından müstesna bir misaldir.
Hemen ifade edelim ki bu izah tarzımız, ayetin yalnız aşikâr olan anlamını ifadeye çalışmaktan ibarettir. Çünkü ayetin aşikâr olmayan (batmî) anlamını müfessirler, mümkün mertebe açıklamışlardır. Nitekim bazı tefsirciler, ayette geçen İlâhî “nur»'un Kur'an olduğunu, bâzıları ise “nur»dan maksadın Peygamberimizin kendisi olduğunu izah buyurmuşlardır. Bu izah ve tefsir tarzları da doğrudur. Zira “Kur'an'm açık bir nur» ve peygamberimizin de “nurlandıran bir kandil gibi olduğu» ayetlerle sabittir.
Tekrar edelim ki biz, İlâhî nuru, müfessirlerimîzin izah ettikleri şekilde kabul ediyor ve “amenna» diyoruz. Ancak bizim üzerinde durduğumuz husus, İlâhi nurun izahı için ayette gösterilen misallerle, mucize olarak elektriğe de işaret edilmiş olduğunu belirtmektir. Şüphesiz ki doğruyu en iyi Allah bilir.
Şunu da ilave edelim ki, rahmetli Elmahlı “Kur'an Dili» tefsirinde “kendisine ateş dokunmasa da hemen zıya verir» mealinde geçen “hemen» sözünü “elektrik gibi» diye açıklamışsa da, elektriğe ait başka bir izahta bulunmamıştır. Görülüyor ki elektrik konusu, ayetteki anlam delaletiyle merhumun zihninde bir şimşek gibi çakmış, ama üzerinde durmadığı için, geçmiş gitmiştir. [680]
Bilindiği üzere Biyoloji, Hayat Bilimi demektir. Tabiat ilimlerine dahil olan Biyolojinin inceleme konuları, hayvan veya nebat olsun, canlı olan varlıklardır. Araştırma metodu; Gözleme, Karşılaştırma ve denemeyle incelemedir.
Tarif ettiğimiz bu metodla yapılan incelemeler neticesinde, hayvanlarda olduğu gibi bitgilerde de, erkeklik ve dişilik unsurlarının bulunduğu, erkek çiçeklerdeki tohumcukların, rüzgârlar vasıtasiyle toz haline getirildiği ve ayni bitginin diğer dallarındaki dişi çiçeklere ulaştırılmak suretiyle meyvaların meydana geldiği sabit olmuştur. Bundan ayrı olarak, bitkilerdeki canlılıkların su ile vücut bulduğu da tesbit edilen hakikatlerdendir. (*)
İnsanoğlunun çok uzun araştırma ve incelemelerle elde ettiği bu bilgileri Kur'an, şu ayetlerle açık açık, hem de 1400 yıl önce bildirmiştir.
“O, (Allah) yeri uzatıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getirendir ve o, meyvaların hepsinden onda (erkek-dişi) ikişer çift yarattı.» [681]
“Biz rüzgârları aşılayıcı (olarak) gönderdik. Gökten de bir su indirip onunla sizleri suladık...» [682]
“Öyle Allah ki, rüzgârı gönderir, bulutları kaldırır, onları ölü bir beldeye sürerek orasını sularız da, ölmüşken o yeri su ile yeniden diriltiriz. İşte (Mahşerde) ölülerin dirilmesi de böyledir.» [683][684]
Kur'an'ın, İnsanın yaratılması hakkındaki beyanları da birer mucize mahiyetindedirler. Zira Kur'an'ın bu husustaki beyanlarını, pozitif ilimler de kabul etmişlerdir. İnsanın yaratılışı hakkındaki ayet mallerinden bir kaçı
“Onun (Allah'ın) ayetlerindendir (ki) sizi (Babanız Ademî) topraktan yarattı sonra bir beşer olarak (yerde) yayılıyorsunuz.» [685]
“Muhakkak îsanın durumu, Allah indinde (babasız bir peygamber olması bakımından) Ademin durumu gibidir. (Allah) onu (Ademi) topraktan yarattı. Sonra ona (Ademe) “ol» dedi o (İşte canlanıp üreyerek) oluyor» [686]
“O, öyle bir zattır ki sizi, bir tek candan (Ademden) yarattı. Ondan da (birinci candan) yanaşıp sükûnet bulsun için zevcesini yarattı. Vaktâ ki o (Adem) akli örten hevesle ona (zevcesine) yanaştı, zevcesi de hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı) o yükle gezdi. Vaktâ ki yükü ağırlaştı (çocuğu rahminde büyüdü) ikisi Rabbilerine -eğer bize salih bir evlat verirsen, sana şükredenlerden oluruz- diye dua ettiler.» [687]
“O öyle bir zattır ki sizi bir tek candan inşa etti.» [688]
“Ey insanlar! sizi bir tek candan yaratan, ondan da (yine) onun zevcesini yaratan ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının.» [689]
“O öyle bir Ecelli Âlâdır ki sizi balçıktan yarattı.» [690]
“(Allah) İnsanı pişmiş çamur gibi (kuru) balçıktan yarattı.» [691]
Meallerini yazdığımız bu ayetler, biz İnsanların topraktan yaartılmış olan Hz. Adem'den üreyip çoğaldığımızı ısbatlıryorlar. Babamız olan Hz. Ademin topraktan yaratılmış olduğunu, Ademoğlunun bedeni üzerinde araştırma yapan bugünkü ilim de ısbatlamıştır. Çünkü bu araştırmalarda görülmüştür ki, kürei arzın ihtiva ettiği bütün mâdenler, insanoğlunun vücudunda da mevcuttur. Nitekim İnsan bedenînin; karbon, oksijen, hidrojen, fosfor, kükürt, azot, kalsiyum, magnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, flor, kobalt, zink, silisyum, alüminyum denen mâdenlerden oluştuğu ortaya çıkmıştır. Esasen başka türlü bir neticenin çıkması mümkün değildi. Zira babanın bedeni neyse, evlatlarının bedeninin ayni olmaması hali, irsiyet kanununa aykırı düşerdi.
Bu mucize ayetler manzumesine şu ayetleri de ekliyelim: “Vaktaki Rabbın, Adem oğullarından, onların sırtlarından (bellerinden) hürriyetlerini aldı, onları nefislerine şahit tuttu, -ben sizin Rabbınız değil miyim?- (diye) Onlar da -evet (Rabbı-mızsın) şehadet ederiz- dediler. (Bu şahitlik) Kıyamet günü -bizim bu olanlardan haberimiz olmadı- demenize (İhtimaline Binaen) dir.» [692]
Jenokolojik ilmin ortaya çıkardığı çok yeni buluşlar, bu ayetin 14 asır önce haber verdiğini teyit etmektedir. Bu ilimle sabittir ki : ana rahminde oluşurken ceninin husyeleri, belinde ve böbreklerin hemen altında biterler, ana rahmindeki oluşunu tamamlayınca aşağı inerler ve doğarken de bilinen yerlerine yerleşmiş olurlar. Dişi ceninin yumurtalığının merkezi de ayni şekildedir.
Biraz daha vuzuha kavuşmak için şu ayetin mealini de okuyalım :
“İnsan baksın ki neden yaratıldı. O, atılıp dökülen bir sudan yaratıldı ki o (su erkeğin) bel(i) ile (kadının) göğüsler(in)den çıkar.» [693]
Burada Kur'an'ın bir mucizesi daha ortaya çıkıyor. Zira 60 yıl öncesine kadar, erkek menisinin belinden, kadının yumurtacıklarının ise göğsünden indiği bilinmiyordu. Jinokolojik araştırma bu durumu ayette haber verildiği şekilde aynen tesbit etmiş bulunuyor.
“Sizi analarınızın karnında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra diğer yaratılışa (oluşturarak) sizi (Allâh) yaratıyor.» [694]
Ayette beyan buyurulan üç karanlığa Jinekolojik ilim, cenini saran üç perde ile izah ediyor. Bunlar; su geçirmeyen Munbar, ışık geçirmeyen Amnion, ısı geçirmeyen Corion zarlarıdır. Rahim, dıştan içe doğru Parametriom, Miometriom Ve Endometriom denilen üç doku ile sarılmıştır.
Ceninin ana rahminde bir yaratılıştan öbür yaratılışa nasıl geçtiğini açıklayan şu ayet mealini de okuyalım : [695]
“And olsun ki biz insanı(n babasını) süzme çamurdan yarattık. Sonra onu(n neslini) sağlam bir karargâhta (rahimde) bir meni yaptık. Sonra o meniyi bir kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem ettede kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik, sonra onu başka yaratılışta inşa ettik...» [696]
Anatomik ve Jenikolojik araştırmalar da, ayetteki beyanları tamamen doğrulamaktadır. Bu araştırmalara göre, dölleşmede önce erkek, 200-300 küçük hayvancıklar ifraz eder. Her hayvancığın büyükçe bir başı ve uzunca bir kuyruğu vardır. Her hayvancık, kuyruğunun kıvrımlı titreşiminin itmesiyle hareket eder. Kadının rahmine ulaşınca, oradaki yumurtacığı tek bir hayvancık aşılar. Aşılanmış ve yumurtacık, kan pıhtısı halini alır. Cenin bu haliyle 40 gün kadar kalır. Sonra bu pıhtı kan, çiğnemlik ete dönüşür. Bu et sonradan, bir çok hücrelere ayrılır. Bu hücrelerin binlercesi de kendi aralarında birleşir. Bunlardan her grup, ceninin muayyen azalarını oluşturmaya başlar. Bu etin böylece dış kısmı deriyle sinir sistemini, orta kısmı kemikleri, adaleleri, kan, kıkırdak ve diğer katı dokuları oluşturur. İç kısmı ise sindirim sistemi ve bununla ilgili bezleri yapar.
Evet bu beyanlarda da, Kur'an'ın mucizeler zincirinden daha pek çok halkaları görmemek mümkün değil. B husus bunları bize, anadan doğma ümmî bir Peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselam bildirmiştir. Tabiî bu durum da ayrı bir mucizedir elbet. [697]
Mûcuze, peygamberlerden sadır olan ve aynını, yahut da benzerini yapmak istiyenlerin, âciz kalıp yapamadıkları, aynı zamanda itiraz da edemedikleri hadiseler demektir. Meselâ:
Nemrudun ateşe attığı Hz. İbrahimin yanmaması ve bulunduğu yerin sulak bir bahçe haline gelmesi, Hz. Musânın asasını vurduğu taştan 12 pınarın fışkırması ve ajderha olan asasının, sihirbazların göstermelik yılanlarını yutması, Hz. İsâ’nın ise, ölüleri diriltmesi ve hastaları da derhal şifaya kavuşturması gibi.
Bunlara benzer olağanüstü hadiselerin, veli denen Allah'ın has kullarından da sadır olduğu görülmüştür. Bunlara mûcie değil, keramet denir. Meselâ :
İnsanlardan uzak bir yere çekilip ibadetle meşgul olan Hz. Meryemin yanına giren Hz. Zekeriyyanın karşılaştığı ve mevsimleri olmadığı için “bunları nereden buldun» dîye sorduğu yiyeceklerin bulunması, Hz. Süleymanın eshabından Asaf İbni Berhiyanın, göz açıp yumacak kadar kısa bir zaman içinde olmak üzere, melike Belkısı taciyle ve tahtiyle çok uzak mesafelerden getirip Peygamber Süleymana “işte getirdim» diyerek keramet göstermesi gibi.
Söz konusu edilen bu mucize ve kerametler, geçici zamanlar içinde meydana gelmiş, yalnız hadiselere şahid olanlarca görülmüş, ancak Kur'an'ın haber vermesiyle unutulmaktan kurtulmuş hadiselerdir. Fakat Kur'an'm mûcizelik vasfı, muvakkat değil ebedîdir. Nitekim bu husus, bir meydan okuma heybetiyle Kur'an'ın beş ayetinde şöyle belirtilir :
“Eğer İnsu Cin, bu Kur'an'ın bir benzerini (meydana) getirmek üzere toplansa, bîri birlerine de yardımcı olsalar, yine onun benzerini getiremezler.» [698]
“Yoksa onu (Kur'an-ı Muhammed) kendiliğinden mi uydurdu? diyorlar. De ki; öyleyse, eğer doğru soyleyenlerdenseniz, siz de onun (Kur'an'ın) benzeri bir sûre getirin. Allâh'dan başka, takatiniz yettiği (yardımcınız) kim varsa, onları da çağırın.» [699]
“Yoksa onu (Kur'an-ı) kendisi (Muhammed) mi uydurdu diyorlar? De ki : O halde haydi siz de onun (Kur'an) gibi, uydurma olarak on sûre getirin, gücünüz kime yetiyorsa onları da (yardımınıza) çağırın, eğer sözünüzde doğruysanız.» [700]
“Eğer onlar doğru söylüyorlarsa, onun (Kur'an) gibi bir söz getirsinler.» [701]
“Eğer kulumuzun (Muhammed'in) üzerine indirdiğimiz (Kur'an)ın (Allah katından geldiğine dair) şüphedeyseniz, hadi onun benzerinden siz de (ortaya) bir sûre getirin. Allâh'dan başka (varsa) şahitlerinizi de (yardıma) çağırın, eğer doğru söyliyenlerdenseniz.» [702]
Nüzul sırasına göre yukarıya meallerini aldığımız ayetlerin beşi de “Kur'an-ı Muhammed uyduruyor diyorsunuz, eğer sözleriniz doruysa, o halde siz de, yardımcılarınızla birleşip Kur'an'ın bir ayetine olsun, benzer bir metin getirin bakalım» diyerek müşrikleri isbata davet etmekte acizliklerini suratlarına çarpmaktadırlar. Şüphesiz bu meydana okuma, bu isbata davet hususu, Kıyamete kadar geçerli olacaktır.
Kur'an'ın bu ulvî hususiyetini bildikleri içindi ki müşrikler, Kur'an'ın aşikâre okunmasına tahammül edemiyorlardı. Birisi Hz. Ebubekire, diğeri de Hz. Ömere ait olan ve altta yazılan olaylar, durumu açıklayan iki örnek okunmaya değerler. [703]
Hz. Ayişe (r.d.) annemiz demişlerdir ki :
“- Ben idrak çağında değilken, annemle babam îslâmiyeti kabul etmişlerdi ki Resülüllâh, her günün sabah ve akşamında evimize gelirdi. Vaktaki müşriklerin tazyik belası başladı, babam Habeşistana gitmek üzere yola çıktı Gınad mevkiine varınca, sözü dinlenen, hatırı sayılan İbni Değne babama yetişti ve niçin Mekkeyi terkettiğini ondan sordu. Babam, kabilesinin kendisini yurdunu terke mecbur ettiğini, korkusuz ve rahat ibadet edecek bir yere gitmek üzere yola çıktığını söyledi. Bu sefer İbni Değne babama, sen herkese iyilik eden, misafir ağırlayan, doğruyu destekleyen bir komşu olduğundan bahisle, dönmesini, ibadetini Mekkede yapmasını istedi. Bunun üzerine geri dönen babamla beraber Mekkeye gelen İbni Değne, durumu Kureyşin büyüklerine anlatmış ve babamın ibadetine karışmamalarını istemişti. Kureyşliler, Babamın namazında açıkça Kur'an okuduğunu, onu dinleyen kadın ve erkeklerinin fitnelenerek baba dinlerini hafife aldıklarını, böylece İslâmiyete teveccüh gösterdiklerini sebep göstererek, Kur'an-ı gizli okuduğu ve ibadetini de gizli yaptığı takdirde, babama müdahale ve eziyet etmeyeceklerine söz verdiler.
Gerçi babam, bir müddet Kur'an okumaya ve ibadete gizlice devam ettiyse de, bir zaman sonra, evimizin önünü mescit haline getirdi ve yine eskisi gibi ibadetini açıkça yapmaya başladı. Kur'an okurken veya dinlerken göz yaşları boşalan babamı dinlemek ve takıb etmek isteyen müşrikler, yine evimizin etrafında toplanmaya başladılar.
Bunun üzerine İbni Değneye Kureyşliler, babamın verdiği söze durmadığını ve eskisi gibi açıkça Kur'an okuyarak, dinleyenlere fitne soktuğunu söylediler. Bu sebeple babama gelen İbni Değne, böyle devam ettiği taktirde babamı himayeden vaz geçeceğini söyledi. Bu sefer babam İbni Değneye, senin himayeni reddediyorum, Allah'ın himayesi bana yeter, dedi.» [704]
Kendisine “Faruk» denmesinin sebebini soran İbni Abbasa Hz. Ömer şöyle demiştir :
“- Hamza benden üç gün önce müslüman olmuştu. Evden çıktığımda Mahzüm kabilesinden birisine (Nuaym Bini Abdullah) rastladım. Ona, sen atalarının dinini terkedip Muhammedin dinine mi girdin yoksa? dedim. O da bana, sen bir şey yapacaksan yakınlarına, kız kardaşına ve eniştene yap, onlar da Muhammedin dinine girdiler, dedi. Hiddetle kızkardeşimin evine vardığımda, hakikaten müslüman olduklarını gördüm Bu ne hal? diyerek kızkardeşime vurup yüzünü kanattım. Bana karşı gelen kızkardeşim, başımdan tuttu ve bana, bu iş senin burnunun büyüklüğüne rağmen oldu, elinden ne gelirse yap, dedi. Ben, kızkardeşimin yüzünden akan kanı görünce utandım sükûnetle oturduktan sonra, okudukları yazıyı görmek istedim. Kızkardeşim, o yazıya, yıkanıp temizlenmeden, üste abdest almadan el süremeyeceğimi söyledi. Yıkanıp abdest de aldıktan sonra elime verilen kitapta yazılı bulunan Besmeleyi ve Tâhâ Sûresinin başında “Lehul Esmaul Hüsnâ»ya kadar olan ayetleri okuyunca, bu ayetler göğsümde o kadar büyüdü ki, derhal onun Hak kelamı olduğuna inandım ve içimden, Kureyşe bunad ne oluyor? dedim.
Kızkardeşimden Resülüllâhın Erkanım evinde olduğunu öğrendiğim için, doğruca oraya gittim ve kapıyı çaldım, İçerdeki kalabalık arasında bulunan Hamza, gelen Ömerdir, iman ederse kabul ederiz, etmezse öldürürüz diye bağırıyordu. Kapıya çıkan Resülüllâh, Ömer şehadet getirdi, deyince oradaki topluluk, yüksek sesle öyle tekbir getirdiler ki, mescitte bulunan Mekkeliler bile işitti. Bunun üzerine Resülüllâha, Hak üzere değil miyiz? dedim. O da, evet, dedi. O halde bu gizlilik niye? dedim. Hep beraber dışarı çıkıp iki saf olduk. Bir safın başında ben, diğerinin başında Hamza olmak üzere doğruca Mescide gittik. Oradaki Kureyşliler, bir bana, bir Hamzaya bakınca, dehşetli bir hüzün ve ümitsizliğe düştüler. İşte o gündü ki Resülüllâh bana “Faruk» dedi.[705]
İbni Abbas'dan naklen rivayet edildiğine göre: Kureyşin ileri gelenlerinden, ayni zamanda şiir tekniğine vakıf olan Velid Bn. Muğiyre bir gün Resülüllâha gelmiş ve Kur'an'dan kendisine bir ayet okumasını istemiş. Resülüllâh Efendimiz de “İnnellâhe yemuru...» ile başlayan ayeti ona okumuş. Velid bu ayetin bir daha okumasını isteyince Resülüllâh, ayeti tekrar okumuş. Yaptığı bu görüşmeden ne anladığını soran Kureyşlilere Velid şöyle cevap vermişti :
- Vallahi onda (Kur'an'da) muhakkak bir tatlılık var, onda muhakkak bir güzellik var, yemişi toplamakla bitmeyen bir hurma ağacına benziyor. Onu bir insan uyduramaz.
Bu durumu öğrenen Ebu Cehil Velide gitmiş ve ona, ey benim amcam, Kureyş sana verilmek üzere bir hayli mal toplamak üzredir, der. Bunu işiten Velid, niçin diye sorar. Ebu Cehil içini açarak, ey benim canım amcam Kureyşin senden istediği tek şey, dinlediğin sözleri kötülemen, onları Muhammed uyduruyor, demendir der. Velidin cevabı ise şu olur :
- İyi bilirsin ki Kureyşin içinde benden fazla malı olan yok. Bununla beraber, sizin istediğinizi hiç yapamam. İçinizde şiiri benden iyi bilen olmadığını herkes bilriken, ben yalan söyleyip rezil olamam. [706]
Hz. Cabir Bini Abdullâhdan naklen rivayet edilir ki: Kureyşliler bir gün toplanarak, sihirden, şiirden ve kehanetten en çok anlayan Utbe Bini Rebiayı Peygamber Efendimize gönderip onunla Resülüllâhi imtihan etmeye ve tasavvurlarına göre de cevap veremez duruma düşürmeye karar verirler. Bu maksatla giden Utbe Resülüllâha, sen mi hayırlısın yoksa banan Abdullah mı? diye sorar. Resülüllâh ise susar ve cevap vermez. Utbe tekrar konuşarak, sen mi hayırlısın yoksa deden Abdul Muttalip mi? diye ikinci soruyu yapar Resülüllâh yine susar. Bu sefer Utbe Peygamberi susturduğunu sanarak şu terbiyesiz konuşmayı yapar
- Ya Muhammed eğer babanın ve dedenin senden hayırlı olduklarına inanıyorsan, onların ilahlarını nasıl ayıplar ve kötülersin?. Yok eğer sen onlardan hayırlı olduğuna inanıyorsan, o halde susma konuş da, ne olduğunu görüp anlayalım. Vallahi kavmine senin kadar zararlı kimseyi görmedik. Birliğimizi parçaladın, dinimizi ayıpladın, Arabın içinde kavmini rezil ettin, hatta işi o duruma getirdin ki biri birimize kılıç kullanmaya gebe haldeyiz. İhtiyacın varsa sana, en varlıklı duruma gelene kadar aramızda malımızdan toplayıp verelim. Kadın istiyorsan, istediğin kadınlardan sana on adet alalım.
Bunun üzerine Resülüllâh Utbeye, sözünün bitip bitmediğini sorar. Utbe de, sözünün bittiğini söyler. Bu sefer Peygamber Efendimiz, Besmeleyle Fussılet Sûresini başından itibaren okumaya, Utbe de ellerini arkaya dayayarak dinlemeye başlar. Vakta ki meali kerimi “Onlar yüz çevirirlerse de ki : Ad ve Semud(u çarpan) yıldırım gibi bir azabı(n size de gelebileceğini) hatırlatırım» olan 13. ayeti okur, Utbe Resülüllâha hitaben bu sana yeter, bu sana yeter der ve korku içinde kalkıp gider.
Beğevînin tefsirinin bildirildiğine göre Utbe, doğruca evine kapanır dışarı çıkmaz. Kendisini bekleyen Kureyşliler, Utmenin evine kapandığını görünce, başlarında Ebueehil olmak üzere Utbeyi evinde ziyaret ederler ve ona, seni Muhammed kandırdı, onun nimetleri tatlı geldi, istersen sana istediğin kadar mal verelim de Muhammedi destekleme, derler. Ebucehilin ağziyle söylenen bu sözden büsbütün hiddetlenen Utbe şöyle der :
- Önce yemin ediyorum ki ebediyen Muhammedle konuşmayacağım. Şunu da söyleyeyim ki ben, Kureyşin içinde en fazla malı olan bir kişiyim. Ancak şunu da ilave edeyim ki, Muhammedin söyledikleri ne şiirdi, ne sihirdi ve ne de, kehanetti. O bana “eğer yüz çevirirseniz, sizlere, Ad ve Semud kavimlerine çarpan yıldırımlar gibi bir azabın gelebileceğini hatırlatırım» deyince çok korktum. İyi bilirsiniz ki Muhammed yalan söylemez. Ey Kureyşliler, beni dinleyin, Muhammedi ve ona uyanları bırakın, onun verdiği haberler mutlaka gerçekleşir de başımıza azap yağar diye korkarım. Bu söylediklerim benim kanaatimdir, siz bildiğinizi yapın. [707]
Araplar, şiire istidatlı bir millet oldukları gibi Arapça da, şiir tekniğine en uygun bir dildir. Bunun için Arabistanın her tarafından Mekke şehrine müsabaka için şairler gelir “Sukı Ukâz» denen panayıra katılırlardı. En az yılda bir defa toplanan bu panayırda müsabakayı kazanan şiir, yazılarak Kâ'beye takılır, ondan daha iyisi yazılana kadar orada asılı kalırdı. Daha iyisi yazılınca eskisi alta iner, yenisi onun yerine başa geçerdi. Böylece Kâ'beye “Muallakatı seb'a» denen yedi şiir takılırdı. Yâni şiirler yedi dereceye ayrılır, birincisi en üste, diğerleri sıra ile onun altına takılırdı. Yerinden uzun seneler hiç oynatılamayan bir şiir vardı ki onu, Arap Cahiliye devrinin en meşhur şairi olan İmreul Kayis yazmıştı. Hicretten 80 yıl Önce (M. 542) ölen bu şairin Kâ'beye takılan şiiri (Kıfu nebki) “durun ağlayalım» sözüyle başlardı. Ama şuda var ki Kur'an gelince o şiir yerinden sökülüp alındı. Nitekim İmerulkaysin kızkardeşi, Hud Sûresinin 44. ayetini dinleyince Kâ'beye koşmuş ve “bu sözler karşısında benim ağabeyimin bu şiiri artık Kâ'bede kalamaz» diyerek o şiiri, Kâ'beden söküp almıştır.
Kâ'beye şiirleri takılmış olan diğer 6 şâir ise şunlardır, 2 - Tarafa Bini Abdul Bekri, 3 - Züheyr Bini Ebi Sulmelil Müzeni, 4 - Lebid Bini Ebi Rabiatul Amiri, 5 - Ami İbni Gülsüm, 6 - Anter Bini Şaddad ul Abesî, 7 - Haris Bini Hilli Zadül Yeşkürî.
Bu şairlerden Züheyr, Sahabîden şair Kâ'bın babasıdır. Lebid de sahabîdendir. Hz. Ömer bunu çok beğenir, sözlerinde insicam olduğunu, alışılmış kelimeleri kullanma? olduğunu, kendisinde olmayan vasıflarla kimseyi övmediğini söyler ve ona, şairlerin şairi derdi.
Müslüman olunca Lebid kendi şiirini, Kâ'b da babası Züheyrin şiirini Kâ'beden indirmişlerdir. Diğerleri de, pek tabii olarak Kur'an'ın karşısında sönük duruma düştüklerinden, yerlerinden alınmışlardır. [708]
Kur'an'ın mucizeliği yalnız metninde değil, ayni zamanda mânâsında da mûcizelik vardır. Be tahsis Kur'an'ın, Ümmî, yâni anadan doğduğu gibi kalmış, okuyup yazmayı öğrenmemiş bir peygamberden sadır olması, onun diğer mûcizelik vasıflarını pekiştiren apayrı bir mucizedir. Zira.metniyle ve mânasiyle hiç kimse tarafından benzeri getirilemeyen Kur'an, doğuşundan hayatının sonua kadar, kitap okumamış ve yazı da yazmamış olan Hz. Muhammed Aleyhisselamdan sadır olmuştur. Onun ümmiliğim, çocukluk, delikanlılık arkadaşları ve yakından tanıyanları söylerlerdi. Bu durumu Kur'an, şu mealdeki ayetlerle açıklamıştır :
“Sen bundan önce hiç bir kitap okur değildin, elinle de yazı yazmazdın.» [709]
“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncilde (ismini ve sıfatını) yazılı bulacakları ümmi Peygambere uyanlardır...» [710]
Şu da var ki, Kur'an'ın haber verdiği ve yapılan keşiflerle doğru çıktığı sabit olan ilmî gerçekler ve tarihî olaylar da, onun İlâhî bir kitap olduğunu isbat eden mucizelerdir. Bunlardan Fizikî olan ilimlere ait ayetlere, bölümlerinde işaret edilmiştir. Burada ise, Kur'an'ın önceden haber verip de 9 yıl sonra vuku bulan tarihi bir olayı anlatalım :
Yıl 616 dır. Irak, Suriyede Rum (Bizans) ordularıyla İran orduları büyük bir savaş içinde. Mekkede ise, Müşrikler İran ordularının, buna mukabil Müslümanlar, Rum ordularının zaferini arzu ediyorlardı. Çünkü Rum, ordusu, hiç değilse İncil denen bir hak kitaba inanan, karşısındakiler ise ateşe tapan kitapsız askerlerden oluşmuşlardı. Nihayet gelen acı haber, Rumların yenildiklerini, İranlıların Suriyeyi, Mısırı istila ettiklerini, yakıp yıktıklarını, hatta İstanbulun bile kapılarına kadar dayandıklarını bildirmişti. Mekke müşrikleri sevinç şenlikleri yaparken müslümanlar, kederli bir halde evlerine kapanmışlar, şenlik yapanların alaylı çirkin sözlerini işitmek, çirkin yüzlerini de görmek istemiyorlardı. İşte tam bu sırada. aşağıdaki İlâhî müjde nazil oluyor :
“Rum(lar) mağlub oldu, yakın bir yerde. Halbu ki onlar, bu yenilmelerinin ardından bir kaç yıl içinde galip olacaklardır. Önünde de, sonunda da emir Allah'ındır. (Rumların galip olduğu) o gün, mü'minler de ferahlanacaklardır.» [711]
Allah'ın bildirdiği bu müjdeyi. Resülüllâhdan işiten Hz. Ebubekir sokağa koşar ve müşriklerden Übey İbni Halfe rastlar. Onun alaylı konuşmalarına cevâp veren Hz. Ebubekir, üç yıl sonra yapılacak yeni bir savaşta, rumların galip geleceklerini, aksi halde kendisinin 10 deve vermeyi taahhüt edeceğini söyler. Übey de, Rumlar bir dahaki savaşta galip olduklarında Hz. Ebubekire 10 deve vermeyi taahhüd eder. Bu anlaşmayı anlattığında Hz. Ebubekire Peygamber Efendimiz şöyle buyurur :
- Ya Ebubekir, ayetteki “bir kaç sene» sözünden üç yıldan dokuz yıla kadar olan bir müddet anlaşılır. Şu halde sen, müddeti çok kısa söylemişsin. Übeyyi bul ve müddeti dokuz yıla çıkarmayı eğer kabul ederse, bahsa koyduğun develeri istediğin kadar çoğaltarak vermeyi taahhüd eyle.
Hz. Ebubekir, Übeyyi bulur ve müddeti 9 yıla, bahsa konan develeri de 100 adede çıkarmak suretiyle uyuşurlar.
Bu tarihten dört buçuk yıl sonra Medineye hicret edilir ve daha dört yıl sonra gelen haberler, Herakliyosun kumandasındaki büyük bir Rum ordusunun İranla savaşmak üzere yola çıkmış olduğunu bildirir. Hasılı 9. yıl içinde gelen haberler, Rum ordularının İranı baştan başa işgal ettiklerini müjdeler. [712] Gerçi böylece Kur'an'ın 9 yıl önce bildirdiği bu ferahlatıcı haber, gerçekleşir ve bu mucizeyi müşriklerin kör gözleri bile görür ama, nevar ki 100 deveyi verecek olan kâfir, bu Dünyada yok. Çünkü o, Uhud gazasında hayatına kasdettiği Ulu Peygamberden aldığı kılıç yarasından kurtulamamış, öküz gibi böğüre böğüre cehenneme gitmişti. [713] Buna rağmen Übeyyin Müslüman olan varisleri, babalarının taahhüdünü ifa etmişler develeri Hz. Ebubekire teslim etmişlerdir. Hz. Ebubekir ise, diğer malları gibi bu develeri de, fakır sahablîere dağıtmıştır. [714]
Peygamber Efendimiz, gördükleri bir rüyada, Mekkeye gitmiş ve Kâ'beyi de tavaf etmişti. Mekkenin fethine ait bir işaret saydığı bu rüyalarını, sevinçle sahabîlere de açıklamışlardı. Bir zaman sonra Umre tavafı yapmak üzere ashabı ile birlikte Mekkeye gitmek üzre yola çıkan Resüli Ekrem Efendimiz, Kureyşli müşriklerin karşı gelmeleri üzerine bir musalaha yaparak Hüdeybiyeden geri dönmüşlerdi. Bu geri dönüş, sahabîler üzerinde çok fena bir tesir bırakmıştı. Bilhassa, Peygamber Efendimizin bu rüyaları üzerine mutlaka Mekkeye gireceklerine inanmış olarak yola çıktıktan sonra yüzgeri edilmeleri, onları adeta meyus bir hale getirmek üzreydi. İşte bu haleti ruhiye içinde Hz. Ömer (r.d.) bir gün Aleyhisselâm Efendimize,
- Sen bize Mekkeye gideceğiz ve Beytüllâhı da tavaf edeceğiz diye haber vermedin mi? der. Risaletpenah Efendimiz de ona,
- Ya Ömer, ben size bu sene gideceğiz dedim mi? diye cevap verir. Hz. Ömer (r.d.) bu sefer,
- Doğru söylüyorsun bu sene Mekkeye gideceğiz demedin, der. İşte bu sırada mealini yazdığımız şu ayet inerek rüyayı doğrulamış ve fetih müjdesini de bildirmiştir. [715]
“Muhakkaktır ki Allah, gördüğü hak rüyasında(n ötürü) Elçisine sadıktır. İnşâallâh hepiniz, emniyet içinde, başlarınızı traş edici ve (kiminiz saçlarını) kısaltıcılar olarak korkusuzca Mescidi Harama gireceksiniz.» [716]
Bilindiği üzere Mekkenin fethi bu müjdeden sonra gerçekleşmiştir. [717]
Müslümanlar Mekkedeyken, Kureyşli müşrikler, kendilerini kuvvetli görüyor ve Müslümanları daima tehdit altında bulunduruyorlardı. Bu sırada mealini yazdığımız şu ayetler indi ve onların topluluklarının hezimete uğrayacağını müjdelediler :
“Yoksa onlar (Kureyş) biz yenilmeyen bir toplulukuzmı diyorlar?. Gelecekte o topluluk, hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır.» [718]Bu konuda Hz. Ömer şöyle rivayet etmiştir: Resul Aleyhisselâm Bedir günü, eshabına baktı ki sayıları üçyüz bir kaç, müşriklere baktı ki onlar, bin kişiden fazla Hemen kıbleye döndü, üzerinde rida ve izari de vardı, elin: uzatıp şöyle dua etti “Allah'ım, bana vâdettiğini yerine getir, eğer İslâm ehli olan şu askeri helak edersen, yer yüzünde artık ebediyen sana ibadet edecek kimse kalmaz.» Bu duayı tekrar edip duruyordu ki ridayı saadetleri omuzlarından yere düştü. Ebubekir (r.d.) odasını omuzlarına koydu ve omuzlarına bürüyerek tuttu, sonra ona “Yâ Resülüllâh, Rabbine olan niyazın sana yetti, senin Rabbın, sana vâdettiğini yerine getirir artık» dedi. Sonra Allah Celle Şanuhu, Peygamberin duasının kabul, edildiğini bildiren ayeti (meali altta yazılan) indirdi.
“Haniya siz Rabbınızdan yardım istiyordunuz. O da -muhakkak ben size meleklerden biri biri ardınca bini ile yardım ederim- diye duanızı kabul etmişti.» [719]
Savaşta müşriklerden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de esir düştü ve Kureyş topluluğu dağılıp kaçtı.
Böylece Mekkede verilen müjde. Hicretin 8. yılında vuku bulan Bedir savaşında gerçekleşmiş, bini aşkın sayıdaki Kureyş topluluğu, 319 kişilik Müslüman birliğinin karşısında hezimete uğramış, gerisin geriye kaçmıştır. [720]
Kur'an, ileride dininden dönecek Müslümanların bulunacağını, hem önceden haber vermiş, hem de bu dönmeleri, kılıç tehdidiyle uyarmıştır. İşte ayet meali:[721]
“Ey iman edenler, sizden kim dininden döner (bilsin ki) Allâh(ın azabı ona) öyle bir kavımla gelir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler, onlar müminlere yumuşak, kâfirlere serttirler, onlar, Allah yolunda savaşırlar ve kınayanların kınamasından da korkmazlar. Sayılan bu üstünlük, Allah'ın dilediğine bahşettiği fazilettir. Allah her şeyi çok bol olan, her şeyi bilendir.» [722]
Bu ayetin inmesinden sonra bâzı müslüman kabileler dinlerini bırakıp, Müseyleme adında ortaya çıkan yalancı peygambere uymuşlardır. Müseylime, aynı zamanda Resülüllâha şu mektubu yazma küstahlığında bulunmuştu :
Peygamber Müseylime (!) den, Peygamber Muhammede. Bundan sonra bil ki bu toprağın yarısı benim, yarısı senindir.
Resüli Ekrem Efendimiz de ona şu sevabı vermişlerdi :
Allah'ın Resulü Muhammedden, yalancı Müseylemeye. Bundan sonra bil ki toprak, muhakkak Allah'ın ve kullarından kimi dilerse ve kimi o toprağa varis kılarsa onun olur. Elbetteki sonuç, Allah'a itaat edenlerin zaferiyle bitecektir.
Resüli Ekremin Ahirete irtihalinden sonra Halife Ebubekirin (r.d.) ayette vasıfları tarif edilen orduları, Müseylemeyi ve tarifesini temizledi ve mürtet olan Ferüze, Gatfan, Beni Süleym, Beni Yerbû, Kinde, Beni Vâil ve Beni Temimin de bir kısmı olmak üzere bu yedi kabileyi yola getirip, zekât vermeye ve namaz da kılmaya, hasılı İslama dönmeye mecbur bıraktı.
Hz. Ömerin Hilâfetinde de, Sebele İbni El-Eyham Hristiyan olup Bizansın hâkimiyetinde bulunan Şama iltica etmiştir. [723]
Dünya olayları arasında çok mühim bir yer işgal eden sağcılık ile solculuk, aşağı yukarı ayni vasıflarla Kuı'an'da geçer. Bununla beraber, Kur'an'da sağcılık övülür, solculuk ise şiddetle yerilir, kötülenir. Nitekim bu husus, bir kısım ayeti kerimelerde şu şekilde belirtilir :
“Kıyamet koptuğu zaman, onun olacağını (haber verenler) yalancı değillerdir. O zaman yer, bir sarsıntı ile sarsılmıştır, dağlar didik didik parçalanmıştır, (derken) hepside dağılmış toz haline gelmiştir, siz de üç bölük olmuşsunuzdur Sağcılar: O sağcılar nedirler. Solcular: o solcular nedirler. Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar(a gelince) onlar (Kıyamette de) öncüdürler. İşte onlar (Allah'a) en çok yaklaşmışlardır.» [724]
“Ve sağcılar: ne sağcılardır (ki onlar Cennette) dikensiz sidr (denen meyva ağacı) de, yemişleri tıklım tıklım muz ağacında, yayılıp uzanmış (daimî) gölgede, daima akan suda, kesil(ip tüken) meyen, yasak da edilmeyen bir çok (çeşit) meyve(ler) arasında, yükselmiş döşeklerdendirler. Hakikat biz onları bakire kıldık (hepsi de) bir yaşta, kocalarına tutkun yarattık sağcılar için. (Bu sağcıların) bir çok(u) evvelki ümmetlerden, bir çok(u) da sonraki ümmetlerdendirler.
Ve solcular: Ne solculardır (ki onlar) yakıcı rüzgârda ve kaynar suda ve bir de kapkara (zifirî) dumandan bir gölgededirler ki (o gölge) serin değil, yararlı da değildir. Çünkü onlar, bundan önce (Dünyada) şehvet (heves)lerine esirdiler, o büyük günah (inkarcılık - imansızlık) ta da ısrarlıydılar. Bir de (onlar) -biz öldüğümüz, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, hakikaten biz mi diriltilip kaldırılacakmışız? evvelce (ölmüş) atalarımız da mı?- derlerdi.» [725]
Kur'an'ın nüzulü sırasında şüphe yok ki, sağcılık ve solculuk diye anladığımız mânâda bir terim mevcut değildi. Şu hale göre, iman edenlerin sağcılıkla, imansızların solculukla vasıflandırılmış olmaları, elbette ki İlâhî bir hikmete dayanmakta, önceden haber verilmiş olmalarıyla da bir mucize olarak karşımızda durmaktadır.
Her ayetin mûcizelerle dopdolu Kur'an-ı Kerimin, gelecekle ilgili şekilde haber verdiklerinden bir kısmının, sonradan ilmî keşiflerle nasıl isbat edildiği hususları, alakalı bölümlerinde görülür. İşte onlar gibi, sağcılık ve solculuk haklarındaki teşhis de, başka bir mucize niteliğinde olmak üzere, Kur’an tarafından asırlar öncesi konularak sağcılık övülmüş, solculuk ise yerilmiş bulunuyor.
Umumiyetle solcular, Materyalizme (maddeciliğe) inanan, ona bağlanan kimselerdir. Materyalizmi ansiklopediler şöyle tarif ederler :
Materyalizme göre, yalnız maddî olan insan vardır. İnsanın çeşitli organları vardır ve bu organlar da, kendilerine mahsus çeşitli fonksiyonlarını yaparlar. Nasıl ciğerler, nefes alma işini yapıyorlarsa, beyin de düşünme fonksiyonunu başarır. Bundan başka insan, tabiat kanunlarına tabi olan ve temamiyle maddî olan bir varlıktır. İnsanı bu çeşit anlayan Materyalist sistem, insanda ruhun varlığını ve ölümden sonra Kıyamette ruhun bedene döneceğini olduğu gibi, Allah'ın varlığını da inkâr eder.
Materyalizme ait olan bu tarif, yukarda görüldüğü üzere, Kur'an'ın solcular hakkındaki tarifine tıpatıp uygundur. Nitekim Kur'an solcuyu, hem şehvet (maddî heves)inin esiri olmakla ve ayrıca Allah'ı ve Kıyamet günü dirilmeyi inkâr etmekle suçlamaktadır.
Öyleyse dua edelim : Allah'ım, bizi sağcılıktan ayırıp solculuğun girdabına düşürme. [726]
İslâmiyette devlet başkanları, istişare ederek işlerini yürütmekle emrolunmuşlardir. Nitekim meali yazılan şu ayeti Kerimede şöyle buyurulur :
“Allâh'dan bir rahmet iledir ki sen, onlara yumuşak davrandın. Eğer sen katı kalpli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Onları affet ve onların günahlarının affını Allâh'dan iste, işinde onlarla istişare eyle. Azmettiğinde de, Allah'a güven. Çünkü Allah, kendine güveneni sever.» [727]
İslâmın ilk devlet başkanı olan Hz. Muhammed (a.s.) bütün devlet işlerinde ashabının ileri gelenleriyle istişare ederlerdi. Bu hususta şu misalleri gösterebiliriz :
1- Bedir savaşı başlamadan, Mekke müşriklerinin, Şamdan yola çıkan ve kendilerine ait bulunan kervanlarını korumak üzere yola çıktığı haberi gelmişti. Halbuki Müslümanlar, yalnız kervanın yolunu kesmek üzere Medineden ayrılmışlardı ve bu sebeple harbetmek için hazırlıklı değillerdi. Bu durumda, ya kervanı takip etmek veya Kureyşlileri bekleyip savaşmak gerekiyordu. Peygamber Efendimiz eshabını toplayıp “ne düşünüyorsunuz?» demesi üzerine bir kısım sahabe, çok az bir kuvvette olduklarından savaşmak taraftarı görünmedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir ve Ömer (r.d.) savaş taraftarıydılar. Muhacirlerden Mikdad (r.d.)
- Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın emri neyse onu yaparız, her hususta seninleyiz, dedi. Medineli sahabîlerden Sâd İbni Muaz (r.d.) da,
- Biz sana inandık, uyduk. Allah hakkı için eğer denize girsen, seninleyiz, düşmandan çekinmeyiz. Elverir ki Allah bizden razı olsun. Buyurun nere gidersen peşindeyiz dedi. Resülüllâh “Allah'a yemin ederim ki ben, Kureyşin düşüp telef olacakları yerleri adeta görüyorum» diyerek Bedir köyüne doğru yola koyuldu. Bedire varılınca da Resülüllâh “burada filan ve şurada filan düşecekler» diyerek müşriklerin savaştan sonra bıraktıkları ölülerin yerlerini önceden göstermiştir.
2- Uhud savaşından önce Mekke müşriklerinin ordusu Uhud dağının eteğine gelmiş durumdaydı. Peygamber Efendimiz, gördükleri bir rüya üzerine düşmanın bir kal'a gibi müstehkem olan Medinede beklenmesini istiyordu. Müslümanlar ise, bu durumu gururlarına yediremediklerinden düşmana karşı Uhud mevkiine bizzat giderek savaşmak istiyorlardı. Netice Peygamber Efendimiz, onların isteğine uyarak savaşı Uhud mevkiinde kabul buyurdular. Bu savaşta Peygamberimizin mübarek dişleri atılan bir okla kırılmış, başta Hz. Hamza olmak üzere müslümanlar bir hayli şehit vermişlerdir. Ve yine bu savaşta Peygamberimiz, attığı bir mızrakla, üzerine hücum eden Müşriklerin ulularından, Ubey İbni Halfi yaralamış ve öküz gibi bağıra bağıra cehenneme göndermiştir.
Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz, gördüğü rüya ile kendisine malûm olan ve parlak olmayan neticeye rağmen, eshabının reyiyle hareket etmiştir.
3- Hendek savaşında da Peygamber Efendimiz, istişarelerde bulunmuştur. Nitekim aslen İranlı olan Selmanı Farsi (r.d.) memleketinden misaller vererek, Mekkeli müşriklere karşı Medinenin etrafında hendek kazılmasını tavsiye etmiş ve bunun üzerine, Bizzat Resüli Ekremin de bir işçi gibi yapımında çalıştığı hendek kazılmıştır. [728]
İslâm'da Devlet Başkanlığı, bir miras gibi evlada veya başka bir kimseye intikal etmez. Nitekim Fahri Kâinat Efendimiz vefatından sonra kendi yerine kimin oturacağına dair hiç bir tavsiyede bulunmamışlardır. Bu sebepleydi ki, onun vefatında Ensar denen Medineli sahabeler, kendi aralarında Beni Saide denen toplantı yerinde bir araya gelmişler, kendi aralarından birisini halife seçmek istemişlerdi. Bu durumu haber alan Hz. Ömer, bir parçalanmaya meydana verilmemesi için hemen Hz. Ebubekiri de yanına alıp bu toplantıya katılmak zorunda kalmıştı. Uzun müzakere ve münakaşalardan sonra nihayet, Hz. Ebu Bekirin, Peygamberimize mağara arkadaşlığında bulunması ve onu namaz için imam göstermiş olması da dikkate alınarak, halifeliğe getirilmesi kararlaşmıştır. O günün şartlarına göre, rey kullanma anlamı taşıyan “bîat» merasimi Mescitte icra edilmiştir. O gün, muhacir sahabelerden başta Hz. Ali olmak üzere bir kaç zat dışında kalanlar, halife namzedinin elini tutarak ve “sana bîat ediyorum» diyerek bu merasime katılmışlardır.
Peygamberimizin vefatı münasebetiyle, onun mübarek nâşı başından ayrılmayan Hz. Ali (r.d.) kendisine haber verilmeden çarçabuk Hz. Ebu Bekirin hilafete getirilmesi için yapılan merasima çağrılmamasından kırılmış ve altı ay dışarı çıkıp yeni seçilen halifeye bîat etmemiştir. Nihayet pâk zevcesi Hz. Fatımanın vefatından sonra Hz. Ebu Bekir (r.d.), Hz. Aliyi (r.d.) evinde ziyarete gitmiş ve ondan sonradır ki bu Allah'ın arslanı, hutbede bir çok meziyyetlerinden bahisle ve hilâfete en layık bir kimse olduğunu da ifadeyle Peygamberimizin bu sadık arkadaşına bîat etmiştir. Ancak şunu da ifade edelim ki kötü hiç bir niyetin karışmadığı bu olay, Müslüman düşmanlarının fitne vesilesi olmuş ve yüzbinlerce müslümanın kanı akıtılmıştır. [729]
Hilafet hakkında Peygamber Efendimiz mealen şöyle buyurmuştur :
“Benden sonra ümmetimde hilâfet otuz yıldır. Sonra o, (varise intikal eden) mülk olacaktır.» [730]
Bâzıları bu hadîsi şöyle rivayet etmişlerdi :
“Benden sonra ümmetimde hilâfet otuz yıldır. Sonra o, azılı bir mülk haline dönüşecektir.» [731]
Sözü edilen 30 yılın, 2 yıl 3 ay 10 günü Hz. Ebu Bekirin, 10 yıl 6 ay 8 günü Hz. Ömerin, 11 yıl 11 ay 12 günü Hz. Osmanın, 4 yıl 8 ayı Hz. Alinin ve 7 ayı da Hz. Hasanın halifeliklerinde geçmiştir. Bundan sonradır ki bu müessese tarihe karışmış, sultanlık devri başlamıştır.
Hemen belirtelim ki bu dört halifeden hiç biri, kendi evlatlarından bir kimsenin kendi yerlerine getirilmesini tavsiye etmemişlerdir. Ba husus suikasta mâruz kalan Hz. Ali, bütün ısrarlara rağmen oğlu Hz. Hasanı halife olarak tavsiye etmemiş “müslümanlar kimi seçerse o olur» demiştir. Bundan sonra Hicaz ehli, kendiliğinden Hz. Hasana biat etmiştir. Bilindiği üzere Hz. Hasan, Muaviye ile yaptığı bir anlaşma ile hilâfeti terketmiştir. [732]
İslâm Hukukunun istiklali, tekâmüle uygunluğu, her inceleyen tarafsız ilim adamlarınca takdir edilmektedir. Şüphesiz garazkârlar, konumuzun dışındadır.
Şunu da ilave edelim ki Avrupa Hukuku, İslâm Fıkhından (hukukundan) ve bilhassa Endülüste ve Afrikada yayılışı sebebiyle Maliki mezhebinin fıhkından pek çok istifadeler sağlamıştır. Levi Provençal bu hususta der ki :
Ortaçağ İspanyasında İslâm hakimiyeti yıkıldıktan sonra, kurulan Hristiyan devletlerinde, Kastil ve Aragon krallıklarında, hemen bütün idarî, askerî, adlî ve diğer millî müesselerin, hatta ayni isimler altında devam ettiği bütün mütahassı şiarca kabul edilmiştir. [733]
Sicilyada IX. asırdan XI. asır sonuna kadar süren İslam hakimiyeti sona erdikten sonra dahi, İslâm medeniyeti nüfüzünün kuvvetle devam ettiği, hukuk sahasında da yalnız amme hukukunda değil, medenî hukukta dahi, bu tesirin bulunduğu M. Ammerî'nin araştırmaları sayesinde bilinmektedir.[734]
Dünyanın her tarafında mevcut bulunan Noterlik müessesesi de yine, İslâm Hukukunun medeniyet alemine bahşettiği bir tesistir. Kur'an'da Bakara Sû. 282. ayetinin şu meali şerifinde şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! muayyen vade ile biri birinize borç alıp verdiğiniz zaman, onu yazın ve bunu aranızda, taraflardan hiç birine meyletmeyecek, iki tarafın haklarını gözetecek tarafsız bir kâtibi adil yazsın ve Allâhu Taâlânm kendisine öğrettiği veçhile yazmaktan çekinmesin de öyle yazsın. Borçlu olan kimse de borcunu kıbul ve ikrar etsin. Ve kâtip ve üzerinde hak olan kişi, Allah'tan korksun da, o haktan zerre kadar eksik bir şey bırakmasın.
Eğer üzerinde hak bulunan borçlu, malını israf ve telefeden bir sefih veya küçük (sabi) veya çok ihtiyar ve matuh (ebleh) yahut dilsizlik, tutukluk, dil bilmezlik gibi her hangi bir sebeple bizzat başkasından hakkını istemeğe ve söyleyip yazdırmağa gücü yetmezse, o talep ve ikrarı, onun yerine velisi veya vasi, vekil veya tercümanı yazdırsın ve bunu hak ve sıdk (doğruluk) ile yapsın.
Erkeklerden iki şahit edinin ki, icabında borca şehadet etsinler. Eğer iki erkek bulunmazsa, o zaman doğruluğuna emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadın şahit olsunlar. Kadınlardan biri unutursa, diğeri hatırlatır.
Şahitler (şehadetin edasına) davet edildikleri vakit, kaçınmasınlar. Az olsun( çok olsun onu vâdesiyle beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah indinde adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize daha yakındır. Meğer ki aranızda alıp verdiğiniz hazır bir ticaret olsun. O zaman bunu yazmamanızda bir beis yoktur. Alışveriş ettiğiniz vakit da şahit tutun. Yazana da, şahitlik edene de asla zarar verilmesin. (bunu) yaparsanız o, kendinize (zararlı) bir kötülük olur. Allah'tan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi hakkiyle
bilendir.»
Mushafi şerifte bir sahifeyi kaplayan bu ayeti kerime, mevcut Noterlik kanununun hepsini toplamış durumdadır. Hatta o kadar ki, senedi yazanın ve şahitlerin ücret almaları bile ayeti celilede düşünülmüş ve “yazana da, şahitlik edene de asla zarar verilmesin» buyurulmuştur. [735]
Menfi propagandaların tesirinde kalan bâzı aydınlar, İslâm Hukukunun kadınları ikinci planda esir bir insan gibi telakki ettiğine inanırlar. Halbuki durum, bunun tam tersidir. İşte bunu belritmek için İslâmiyetten önce kadınlığın içinde bulunduğu fecî hale ait bâzı tabloları çizmek isteriz.
Cahiliyet devrinde kadınlık o kadar hakir görülürdü ki kadın( âdeta hayvan mesabesinde telakki edilrdî. Bir erkeğin istediği kadar kadın alması normaldi. Fuhuş meslek halindeydi. Bir kısım erkekler, kadınlarına fuhuş yaptırır, onun kazancıyle sevet edinebilirdi. Hasılı kadın, bir eşya parçasından farksızdı. Kocası ölen kadın, erkek mirasçıların malı sayılır ve ona istedikleri şekilde tasarruf ederlerdi. [736]
Cahiliyet devrinde “İstibdâ' nikâhi» denen bir evlenme şekli de vardı ki, gayet enteresandı. Bir insan güzel bir çocuğa sahib olabilmek için karısını yakışıklı kimselere teslim eder, doğuruncaya kadar almazdı. Doğurunca kadını çocuğuyla geri alır ve çocuk artık, meşru kocanın olurdu. [737]
Yine cahiliyet devrinde göçebe halinde yaşayan kabilelerde kız evlat veya kadın, ailenin felâketine sebep olabilirdi. Zira bir savaşta kadının esir düşmesi ihtimali vardı. Onun için babalar, bir gün namının lekeleneceğinden veya fakir düşeceğinden korkarak kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Hayatta kalmalarını istedikleri kızlarına, softan bir cübbe giydirerek, ona çobanlık yaptırırlardı. Canlı gömme istedikleri kızlarını da, altı yaşına varınca ona, süslü elbiseler giydirip akrabalarını ziyarete gideceklerini söylerler ve böylece onu bir kuyunun veya açılmış bir çukurun başına götürerek gömerlerdi. Bâzı kabileler, hamile olan kadını açılan bir çukurun başına götürüp doğurturlardı. Doğan çocuk eğer kız ise, hemen onu orada diri diri toprağa gömüp seri dönerlerdi. [738]
Kur'an'ın nüzulünden sonra Müslümanlar, bu gaddarane işlere gerçi son vermişlerdi ama, az çok yine de cahiliyet devrinin tesirinden temanıiyle kurtulamamışlardı. Bu sebepleydi ki, ailede dul kalan bir kadın, ölenin mirası gibi o ailenin erkeklerine intikal ederdi. O dula sahib olmak isteyen, bir varis elbisesini onun üzerine atmak kâfiydi. Kadın istesin veya istemesin sorulmazdı. Hasılı o kadına baba tarafı değil, kocasının erkek akrabaları karışırdı. İster kendileri nikâhlar, ister başkasıyla evlendirir veya evde tutarlardı. İşte bu durumu Kur'an, meali altta yazılı ayetle yasaklayıp düzeltti. [739]
“Ey iman edenler! kadınlara zorla mirasçı (sahip) olmanız ve onları, kendilerine verdiğiniz (şeyler) den bâzılarını (geri alıp) götürmeniz için zorlamamı size halal olmaz. Meğer ki beyan olmuş bir fuhuş yapmış olsunlar. Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmadınız ise, (sabredip düşünün) olur ki (hoşlanmadığınız) o şeyde Allah, pek çok hayır yaratır.» [740]
İslâm Hukukuna karşı ileri sürülen diğer tenkitleri ise, şu beş maddede özetleyebiliriz : İslâm Hukukuna göre,
A- Kadın, boşanma hakkına sahip değildir.
B- Kadın, erkeğe nisbetle mirasta yarım sayılır.
C- Şahitlikte iki kadın, bir erkekle eşit durumdadır.
D- Bir erkek, dört kadınla evlenebilir.
E- Kadın, örtünmeden gezemez.
Bu tenkitlerin İslâm Hukukunca verilecek cevaplarından önce, Bakara Sûresinin 228. ayetine ait şu meali okumakta fayda vardır.
“Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınların da onlar (erkekler) üzerinde hakları vardır. (ama) erkeklerin onlar (kadınlar) üzerinde (fazladan) bir derece vardır.»
Burada erkeklerin kadınlar üzerindeki bir derece fark, erkeğin ailenin reisi olması ve iaşesiyle de mükellef bulunmasından ileri gelmiştir. Bu husus, en modern hukukun bile ana prensibidir. Diğer hususlarda kadın, erkekden aşağı derecede sayılmaz. Zira Kur'an'da Allah “Allah katında en keriminiz, Allah'tan en çok korkanınızdır» buyurulur. Allah'a itaat eden kadın, elbetteki itaatsiz erkekten üstün sayılır.
Bu vesile ile garpli iki ilim adamının sözlerini de buraya almakta fayda gördük:
İstanley Lane-Pole der ki :
“- Muhammedin kadınlara ait hususlarda yaptığı mühim derecedeki değişiklikleri, hiç bir büyük kanun koyucusu yapmamıştır. Kadınlara ait hükümler, her halde Kur'an'ın en ince noktalarına kadar tedvin edilmiş olan hükümlerdir. Muhammedin başlıca islahatı, işte bu noktadadır. İslahat, Arap kadınları ehemmiyetsiz görülse bile, gerçekte çok büyüktür. Çok kadınla evlenmenin sınırlanması, tek kadınla evlenmenin tavsiye edimlesi, Arap evliliklerinin insana dehşet veren, ortaklaşa kadınlarla evlenme usulünün yerine, akrabalar ve hısımlar arasında konan “mahremlik» derecelerinin konması, boşanmanın sınırlandırılması, boşanan kadınların, muayyen bir müddet eski kocaları tarafından iaşe ve infakı hakkında, çok şiddetli hükümlerin konması, çocukların beslenmesi için, kadınların erkeklere nazaran yarı nisbette olmakla beraber, kanunî varis olmalarını temin eden yeniliğin getirilmesi, dul kadını kocasının bıraktığı bir miras malı durumunda bırakan örf ve adetlerin temamiyle ortadan kaldırılması, çok esaslı bir islahattan mürekkep büyük bir cedvel teşkil etmektedir.
Bu durum düşünülürse, çok muzzam bir inkilaptir. [741]
“Gaudefroy - Demomynes» de şöyle der:
“- Kadının son derece lehinde olan Kur'an hükümleri, nazarî şekilde bile olsa, ona şimdiki Avrupa kanunlarının temin ettiği şartlardan daha elverişli bir durum bahsetmiştir. Aldığı ağırlığı, hibe ve miras şeklinde intikal edebilecek mallarına ve kendi çalışmasının mahsûllerine ömrünün sonuna kadar sahiptir. Filiyatta bu haklardan faydalanması müşkülce olmakla beraber, seviyesine göre yiyeceği, giyeceği, yatacak yeri, her türlü hizmetleri temin edilmiştir. [742]
Evet taklid etmek istediğimiz garbın şu ilim adamları işte böyle diyorlar. Benzeri diğer görüşleri, uzar diye buraya almadık.
İslâm Hukukuna tevcih edilen yukardaki tenkitlere, sırasiyle şu cevapları arzedelim : [743]
İslâm Hukukuna göre eğer kadın, nikâhının kıyılması anında, erkeğe “dilediğim zaman boşanmak üzere seninle evlenirim» derse, erkek te bu şartı kabullenirse, nikâh sahih ve kadın da boşanma yetkisine sahib olur.[744]
İslâm Hukuku, Erkeğe nisbetle kadının bünye itibariyle narin ve nahif olmasından başka, onun çocukluk durumundan kurtulmasiyle her ay kan kaybederek adet görmesini, evliliğinde hamilelik halini, çocuk doğurmasını, çocuğunu emzirmesini ve yavrusunun yakından bakıcısı ve koruyucusu durumunda olduğunu, hattâ gençliğinde her iki yılda bir yine çocuk doğurması ihtimalini, hasılı gençliğini cemiyete nesil yetiştirme yolunda harcayıp tüketeceğini hesaba katarak onu, çalışan ve başkasını bakan bir unsur olarak düşünmez. Bu sebepledir ki İslâm Hukuku kadının bakıp gözetilmesini eğer varsa, önce kocasına, yoksa babasına ve erkek kardeşlerine veya kardeşinin yetişkin oğullarına yüklemiştir. Buraya şunu da ilave edelim ki baba, yetişkin erkek evladım, eğer ilim tahsilinde değilse, bakmakla mükellef değildir. Ama kız evlat, okusun okumasın, evlenene dek baba ocağının himayesindedir.
Bununla beraber, İslâm Hukukunda, kadın çalışmaz diye bir görüş de yoktur. Çalıştığı takdirde karşılığı kadınındır. Nitekim Kur'an'da,
“Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı vardır, kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır.» [745]buyurulur.
İslâm Hukukunda kadın o derece himaye görmüştür ki, boşanan bir kadın, boşandığı kocasından olan çocuğunu emzirmeyebilir. Emzirdiği takdirde, çocuğun babasından ücret isteme hakkına sahiptir. Bu husustaki ilâhî buyruk şudur :
“(Boşanan) o kadınları, kendi meskeniniz durumundaki biçimde iskân ediniz, onları, üzerlerine baskı yaparak zarara sokmayın. Eğer onlar hamile iseler, doğuruncaya kadar nafakalarını verin. Eğer çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Aranızda güzelce istişare edin. Eğer (anlaşmada) güçlüğe uğrarsanız, o halde (çocuğu) bir başka kadın emzirir.» [746]
Bir de şu vardır :
Kadın çoğunlukla kocanın tesiri altındadır. Nitekim Medenî K. da da bu durum kabul edilmiş ki, kocaya karşı kadını korumak içn bâzı tedbirlere yer verilmiştir. M.K. 169. M. si, kadının şahsî mallarına veya mal ortaklığı usulüne tabî mallara dair karı koca arasındaki hukukî tasarrufları, Sulh Hakimi tarafından tasdik olunmadıkça muteber saymamaktadır.
Kadının kocası yararına üçüncü şahıslara karşı yükleneceği borçlar için de, ayni hakimin tasdiki şart koşulmuştur. Bütün bu tedbirlere rağmen, kocası tarafından malları alınıp yendikten sonra sokağa atılmış kadınlar, maalesef ki az değildir Böyle bir duruma düşürülen zavallı, bir kadın, ne yazık ki M.K. 316. maddesine göre kardeşlerinden nafaka isteme hakkından mahrumdurlar. Mahrum edilmişlerdir çünkü kadın, mirasta, erkek kardeşi kadar hak almaktadır. Kadına hem erkek kardeşi kadar miras vermek, hem de kocasına malını yediren veya çarçur eden bir kadının nafakasını yine erkek kardeşe yüklemek elbette eşitliği erkek aleyhine bozan bir zülüm olurdu. Ama bununla beraber M.K. muhtaç kardeşlere yardım yapılmasını da -nafakayı değil- hali vakti yerinde olan kardeşlere tavsiye etmekten geri kalmamıştır.
Yukarda ifade edildiği şekilde kadının hayatını garantiye aldığı ve her ihtimale karşı, onu bakmaya erkek kardeşini mecbur bıraktığı içindir ki İslâm Hukuku, erkeğe nisbetle kadına, mirastan yarım hak vermektedir. Demek oluyor ki bu şekilde kadının baba ocağından kendine verilmiyen bu hak, hem zalim kocalara yedirilmekten korunmuş oluyor ve hem de kadının bir nevi sigorta primi gibi baba ocağında kalmış bulunuyor. [747]
İki kadının şahitlikte bir erkek yerine sayılmasının sebebi bizzat Kur'an'da açıklanmıştır. Bakara Sûresinin 282. ayetinin şu mealinde bu sebep şöyle izah olunuyor :
“...Eğer iki erkek bulunmazsa, o zaman doğruluğuna emin olduğunuz kimselerden, bir erkekle iki kadın şahid olsunlar. Kadınlardan biri unutursa, diğeri hatırlatır...»
Kur'an-ı Kerimin bir sahifesini kaplayan bu en uzun Ayeti Kerime, eski adı “Kâtibi Adil» olan Noterlik müessesesinin nasıl kurulup, nasıl işliyebileceğini yukarda yazdık. Bu müessesenin Müslüman endülüs devleti tarafından Avrupaya nasıl götürüldüğünün tarihçesini, uzun bir bahis olduğu için, buraya almıyoruz. Ancak şunu ifade edelim ki, bu müessesenin İslâm Hukuku tarafından kurulmuş olduğunu, bu Ayeti Kerime isbatlar.
Bu Ayeti Kerime, ayni zamanda, bir erkek yerine iki kadının şahit gösterilmesindeki sebebi de “kadınlardan biri unutursa, diğeri hatırlatır» buyruğuyla açıklamaktadır. Yaratıcımız olan Rabbimiz, böylece kadınların daha çok unutkan olduklarına işaret buyurduktan sonra, adaletin aksamaması için de ihtiyaten ikinci bir kadının şahitliğini emretmiştir.
Nitekim 12/10/1967 T. Tercüman gazetesinin “kadınlar erkeklerden daha unutkan oluyorlar» başlıklı haberde bu özellik ortaya çıkmıştır. Bu haberde, İzmir Efes otelince yapılan bir araştırmada, unutulan eşyalardan % 98 inin kadınlara ait olduğu görülmüştür.
Bununla beraber, çoğunlukla erkeklerin bulunmadığı (kadınlar hamamı, doğum yerleri, kadınlara ait toplantılar ve kadınların mahremiyetlerine ait olan) yerlerde geçen olaylarda, iki kadının şahitliği, iki erkek gibidir.[748]
Bir erkeğin, gerektiğinde dört kadınla evlenebilmesine izin veren Ayeti Kerimenin meali şerifi şudur :
“Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer (eşleriniz arasında) adalet edememekten korkarsanız, birini veya memlükeniz olan bir cariyeyi alın. Bu (tek kadınla yetinme yolu) adaletten ayrılmamanıza daha yakındır.» [749]
Bu Ayette geçen “adalet»den maksat, erkeğin eşlerine karşı sevgi ve alakada, yedirme, giydirme ve iskânda eşit davranmaktır. Gerçi hali vakti iyi olanlar, yedirip giydirme ve iskânda bu eşitliği yerine getirebilirler. Ama eşlere karşı olan sevgi ve alakada asla eşit olamazlar. İşte bu taktirde tam bir adaletsizlik doğar.
Nitekim bu husus Kur'an'da şöyle belirtilmiştir :
“Eşleriniz arasında adaleti gözetmeye ne kadar gayret etseniz gücünüz yetmez...» [750]
Görülüyor ki Kur'an, çok evlenmenin mahzurlarını bizlere hatırlatmakta ve bir kadınla evlenmenin adalete daha yakın olduğu beyan buyurulmaktadır.
Aslında İslâm Hukukunun felsefesine göre, çok kadınla evlenme imkânı, kadınlığın zararına değil, yararınadır. Zira harpler sebebiyle erkekler azalmakta, şehid olanların kadınları dul ve sahipsiz kalmaktadır. Bu durum, yalnız kadınlık için değil, cemiyet için, özetle ahlak bakımından, çözümü çok güç bir problemdir. Ayni zamanda böyle bir hal, kocalı kadınlar için de ayrı bir kaygı kaynağı olur. Zira böyle bir ortamda kocasını elinden kaptırmayan kadın pek te bulunmaz desek yeridir. Nitekim ikinci cihan harbinden sonra çok kadınla evlenme imkânını savunan pek çok ilmî düşüncelerin, Alman basınında neşredildiğini gazetelerimizde okumuştuk.
Bunlardan başka, birden fazla evlenmeyi zorunlu kılan şu iki sebep te vardır :
1- Her hangi bir hastalık sebebiyle kadının, kocasını tatmin etmekten aciz duruma düşmesi ve bu yüzden kocanın zinaya meyil göstermesi,
2- Yine her hangi bir sebeple çocuk doğurmaktan mahrum olan kadının, şiddetli arzularla çocuk istiyen kocaya istediğini verememesi ve bu nedenle şiddetli aile geçimsizliğinin başlaması.
Görülüyor ki şu iki durumda da kadın, yuvasından atılmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. Zira arzedilen bu iki sebep dolaysiyle doğacak olan şiddetli geçimsizlik, Dünyanın her tarafında, boşanma sebebi olarak kabul edilmiş bulunuyor. Bu şekil ve sebeplerle malûl bulunduğu için boşanan bir kadının tekrar evlenebilmesi ise, mümkün olmayacak derece zordur.
İşte bütün bu ihtimalleri gözönüne alan İslâm Hukuku, Kadını yuvasından atılmaktan, erkeği ve dolaysiyle de toplumu, hem zina ahlaksızlığından korumak ve hem de, nüfusun çoğalmasına engel olan unsurları önceden bertaraf etmek için, çok kadınla evlenmeyi caiz görmüştür. [751]
Kadının örtünüşü, bünyesinin yaradılışı itibariyle kendisini erkeğe karşı müdafaa hususunda zayıf ve nahif olduğu ve bu sebeple erkeğin şehvet duygularını tahrik etmemesi esasına göre konmuş ilâhî bir emirdir. Bu emrin, daha çok kadını erkeğin tasallutundan, en hafifi onu sarkıntılıklardan korumak için verildiği şu ayetten anlaşılmaktadır :
“Ey Peygamber! zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dış örtülerinden (çarşaf gibi) üstlerine giymelerini söyle. Onların (dışarda) tanılıp (sarkıntılıkla) rahatsız edilmemeleri için (örtünmeleri) daha uygundur. Allah çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir.» [752]
Kur'an'da erkeklere de şu emir verilmiştir :
“(Ey Peygamber!) Mü'min erkeklere söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını (zina ve livatadan) korusunlar.» [753]
Meali yazılı şu ayetle de kadınların kimlerden sakınmayacakları beyan buyuruluyor :
“(Ey Peygamber!) mü'min kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zinetlerini (takılarını) açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş örtülerini, ayaklarının üstünü (kapayacak şekilde) koysunlar. Zinet(yer)lerini kendi kocalarından, yahut kendi babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut kendi oğullarından, yahut kocalarının oğullarından, yahut kendi kardeşlerinden, yahut kendi kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut kendi (hizmetçi) kadınlarından, yahut kendi ellerindeki cariyelerden, yahut erkeklikten yana ihtiyacı olmayan (ihtiyar) hizmetçilerden, yahut henüz kadınların gizli yerlerini bilmeyen çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizîiyecekleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tevbe edin ey mü'minler. Tâki korktuğunuzdan emin, umduğunuza kavuşasımz.» [754]
İhtiyar kadınların örtünmeleri hakkında Kur'an'da mealen şöyle buyuruluyor :
“Kadınlardan, hayizdan evlâttan kesilmiş, artık nikâha ümidi kalmamış olan (ihtiyarlara gelince) zinet (yer)lerini erkeklere göstermemek şartıyla (dış) esvaplarını (örtülerini) bırakmalarında onlar için bir vebal yoktur. (Bununla beraber) sakınmaları (örtünmeelri) kendileri için daha hayırlıdır. Allah hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.» [755]Bu ayeti celileden anlaşılan odur ki, örtünmek daha çok genç ve çekici kadınlar için konmuş bir hükümdür. Bunun sebebi, yukarda izah edildiği gibi, erkeklerin şehvet duygularının tahrik edilmelerine meydan vermemektir. Kadınların, zinet eşyalarını taktıkları yerleri gören şehvetperest erkekler nasıl tahrik edilirlerse, zinetleri gören veya öğrenen bir hırsız, bir yankesici veya bir soyguncu ise, onun da tamahı tahrik edilebilir. Bundan ötürüdür ki örtünme, kadının korunmasına ve bilvesile ailedeki huzuru muhafazaya matuf bir tedbirdir.
Nikâha ümidi kalmamış kadınların, yine de örtünmelerinin kendilerince daha hayırlı olduğu hususuna gelince; kadınlar, ekseriya ihtiyarlığı kabule pek yanaşmayacaklarından, örtünmekle genç görünmek arzu ve gururları, ayet mealinde geçen “örtünmeleri kendileri için daha hayırlıdır» yolundaki emirle kırılmamış oluyor. [756]
Bu satırları yazdığımız 31/3/1976 günü çıkan “Son Havadis» gazetesi, bizi haklı çıkaran şu havadisi verdi. “Dehşet veren istatistikler» başlığı altında çıkan yazıda deniyor ki :
“Avrupa ülkelerinde zorla ırza geçme olaylarının artması üzerine kadın kuruluşları, bazı istatistikler yayınladılar. Bunlardan öğrendiğimize göre, en çok ırza geçme olayı Fransada olmuştur. 1975 yılında Fransada 7942 kadın ve kızın zorla ırzına geçilmiştir, Fransayı 6743 olayla Batı Almanya, 5794 olayla da İngiltere izlemektedir. Bununla beraber bu istatistikleri veren kuruluşlar, verilen rakamların gerçeği belirtmediğini ileri sürüyorlar. Bu kuruluşların ifadelerine göre, tecavüze uğrayanların pek çoğu, başlarına gelen olaylardan utanç duymakta ve bunu açıklamaktan kaçınmaktadırlar.» [757]
25/5/1980 tarihli Tercüman gazetesini Londra'dan gelen bir mektupta şu satırları okumuştuk :
Londra Polisi, açık saçık giyinerek erkekleri tahrik eden kadınları şöylece îkaz etmektedir :
“Sıcaktan gözü dönmüş saldırganlardan korunmaları için genç kız ve kadınların açık saçık giyinmemeleri gereklidir. Tecavüze uğrayan kadın veya kız, eğer erkeği tahrik edecek şekilde giyinikse, huzuru kaçırdığı için mahkeme tarafından cezalandırılacaktır. »
Bu uyarmayı daha çok Müslüman memleketlerin yapması gerekirdi.
Yine 3/2/1964 tarihli Hürriyet gazetesindeki şu başlıklarıda okuyalım :
Yasak aşk İsveçi bir felakete sürüklüyor. Otoriteler, evlilik dışı münasebetlerin zararlarını izahetmeğe çalışıyorlar.
İsveçli tıp otoriteleri, hükümeti gençler arasında cereyan eden yasak aşkı önlemeye davet etmektedirler. Sinema, televizyon ve müstehcen neşriyatın cinsi duyguları alabildiğine kamçılamak suretiyle cemiyeti uçuruma sürüklediğini belirten hekimler, hükümete verdikleri raporda,
“Bu günkü durumda zührevî hastalıklar, gayri meşru çocuk nüfusu ve çocuk suçu artmakta, cemiyet felakete sürüklenmektedir.»
Bu konuda bizim otoritelerimiz ne der bilmeyiz? ancak bildiğimiz odur ki bu tedbirleri İslâmiyet ondört asır önce almış ve kadınların örtünerek korunmalarını emretmiştir. [758]
Tefsir, bir ayetin inceliklerini ve ifade ettiği geniş anlamı açıklamak demektir. Umumiyetle tefsir denince, Kur'an'ın ayetlerini inceleyip açıklığa kavuşturan eseri anlarız. Diğer metinleri açıklayan eserlere ise, şerh denilir.
Tefsir yazan kimsenin, ayetlerin önce iniş sebeplerini, ayni zamanda nasih-mensuhu, yâni hükümlerinin başka bir ayetle değiştirilip değiştirilmediğini ve değiştiren ayetleri, hatta ayetler hakkında varid olan hadisi şerifleri bilmesiyle beraber, arapçaya da bütün fesahat ve belağatiyle hakim olması şarttır. [759]
Sahabîlerden, Kur'an ayetlerini tefsir bakımından en yetkili olan on zat şunlardır :
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbni Mes'ûd, Hz. İbni Abbas, Hz. Ubey İbni Kâ'b, Hz. Zeyd İbni Sabit, Hz. Ebu Musal Eş'arî, Hz. Abdullah İbni Zübeyr.
İlk dört halife arasında Hz. Ali, daha çok yaşadığı için, tefsir bakımından en çok öğretici beyanlarda bulunmuş bir tefsircidir. Nitekim bir hutbesinde Hz. Ali,
- Benden Allah'ın kitabı hakkında ne sorarsanız sorunuz. Allah'a yemin ederim ki, gece veya gündüz mü, hatta dağda veya çukurda mı indiğini bilmediğim bir ayet yoktur, demiştir.
İbni Mes'ûd Hz. Ali hakkında demiştir ki :
- Kur'an yedi harf üzere inmiştir. Açık ve gizli anlamı olmayan bir harf yoktur. Hz. Ali, bütün bunların açık ve gizli anlamlarını bilir.
Hz. Ali'den sonra öğretici bir tefsirci olarak Hz. Îbni Mes'ûdu görürüz. Nitekim Hz. Ali, bir soru üzerine şöyle der :
- İbni Mes'ûd Kur'an-ı ve Sünneti sonuna kadar öğrendi. İlim bakımından onunki yeter derecededir.
Hz. İbni Abbasın da, Kur'an tefsirinde mühim hizmetleri geçmiş büyük bir alimdi. Peygamber Efendimiz ona şöyle bir duada bulunmuştur :
“Ey Allah'ım! İbni Abbasi dinde fakıh yap, tevili ona öğret ve hikmeti de ver,»
Tabiînden tefsir yazanlar, en çok İbni Abbastan istifade etmiş bulunuyorlar. Nitekim ilk tefsiri yazan “Mücahid» der ki :
- Kur'an-ı otuz defa İbni Mesuda arzettim. Her ayetin üzerinde durarak ona, nerede ve nasıl indiğini ve ne anlamda olduğunu sordum."[760]
Kur'an Arap dili ve belağatiyle indiği için onu, Müslüman olan araplar anlıyor, anlamadıklarını ise, Peygamber Efendimizden sorup öğreniyorlardı. Peygamber Efendimiz, inen ayetleri esasen kısaca açıklar ve Kur'an'da hükümleri sonradan gelen ayetlerle değişen veya tamamen kaldırılan diğer ayetleri beyan buyururlardı.
Peygamber Efendimizin vefatından sonra, Hicretin birinci asrı sonuna kadar Müslümanlar, yazılı tefsir olmadığı için, sahabîlerden kendilerine gelen nakillere dayanarak Kur'an-ı anlamağa çalışırlardı. [761]
Araplar kitap ve ilimle ilgisi olmayan bedevi bir milletti. Kâinatın yaratılışına ve oluşmasına dair olan sırları öğrenmek istedikleri zaman, bunları kendilerinden önce kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlara sorarlardı. Peygamberimiz zamanında müslüman olan Medineli “Abdullah İbni Selam» ile yine Yahudilerden Hz. Ömer zamanında müslüman olan “Kâ'bul Ahbar» İsrailiyat denen asılsız hikayecilerdendik Bunlardan ayrı olarak, Mecusîlerden sonradan müslüman olan “Vehep Bini Münebbih» ile “Tavus Bini Keysan» denen İranlılar da, müslüman Arapların güvenini kazanmış ve ilim adamı diye tanınmış kimselerdi. Bu sebeple onların anlattıkları hikâyeler muteber sayılırdı.
“Veheb Bini Münebbih» gerçi İranlıydı amma, Yemende Musevilerle, Habeşistanda da Hristiyanlarla uzun müddet yaşadığı için, bu iki milletki hikâyeleri gayet iyi bilir ve soranlara anlatırdı. Bu zat, Yunancaya da vakıftı. Kendi rivayetine göre, 72 adet din kitabı okumuş bir kimseydi.
İşte bu saydığımız kimselerin Kur'an veya Hdis bakımından aslı olmayan sözleri böylece kitaplara, sonradan da tefsirlere girmişti. Fakat daha sonradan yetişen Alimler tarafından yapılan ince araştırmalarla bütün bu uydurmalar ortaya çıktı ve kitaplardan yakıldı. B. Afrikada yetişen “Ebu Muhammed Bini Atiyye» (1151) yazdığı yeni tefsirinde, bütün bu asılsız haberleri tamamen ayıkladı. Bundan sonra gelen “Ebu Abdullah Bini Kurtubî» (1372) ayni yoldan yürüyerek meşhur tefsirini yazmıştır.
Diğer taraftan, Harizm ülkesinden olan ve Keşşaf tefsirini yazan “Carulâh Zamahşerî» (1143) de bu hurafelerin temizlenmesine yardımcı olmuştur. Yalnız şu var ki bu tefsirci, akide itibariyle “Mutezile» taifesine mensup olduğu için Kur an'ın ayetlerini, “Ehli Sünnet» akidelerine aykırı bir şekilde mânâlandırmıştır. Bu sebeple onun yazdığı “Keşşaf» adlı tefsiri muteber sayılmamaktadır.
Artık bundan sonra yazılan tefsirlerde ayetler, kuvvetli rivayete dayanan Hadislerle açıklanır olmuştur. [762]
Tabiinden ilk tefsiri yazan “Cübeyr oğlu Mücahid» (722) ile onu takiben “Vakıdî» (ö. 822) ve “Taberî» (ö. 918) adlarıyle şöhret yapan tefsirciler olmuşlardır.
Sahabîler, Kur'an'ın tefsirinde çok titiz davranırlar, hata yapmaktan çekinirlerdi. Nitekim Hz. Ebubekire “Ebben» kelimesinin anlamı soruldukta,
- Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şeyi söyleyecek olursam, beni hangi yer barındırır, hangi gök gölgelendirebilir? demiştir.
Yine bir gün Hz. Ömer Hutbe okurken “tahavvun» kelimesinin mânâsını sormuştu. Hüzeyl kabilesinden bir zat “noksan» mânâsına geldiğini söyledi.
Kur'an Arapçaya yeni ifadeler ve kelimeler getirmişti. Onları her arap bilemezdi. Nitekim “İbni Halveyh» diyor ki, münafık sözü, cahiliyet devrinde işitilmemişti. Fasık sözünün de, Arap dilinde ve şiirlerinde bilinmediğini “İbnül Arabî» söyler. [763]
Şeyhul İslâm Süyutî (Ö. 1530) bu konuyu, yazdığı “El itkan fi uîûmil Kur'an »ının birinci cildinde ve 38. bölümünde şöylece açıklayarak der ki :
Kur'an'da Arapça olmayan kelimelerin bulunduğu hususu ihtilaflıdır. Başta imam Şafiî olmak üzere, İbni Cerir Ubeyde, Kadı Ebubekir ve İbni Fars, Kura'n'da Arapça olmayan yabancı bir kelime yoktur diyorlar ve mealleri altta yazılı ayetleri delil gösteriyorlar :
“Muhakkak biz onu (mânâsına) akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik.» [764]
“Eğer biz onu, yabancı (dilden) bir Kur'an kılsaydık (gönderseydik) onlar -ayetleri açıklanmalı (olmak) gerekmez miydi? Araba Arapça olmayan (Kur'an) mı?- diyeceklerdi.» [765]
Ayrıca bu alimler, Kur'an'ın gelmesinden önce, Arapçaya karışmış yabancı kelimeler, Arapçalaşmışlardır, Bunlara yabancı gözüyle bakılamaz, diyorlar.
Karşı görüşte olan İbni Cerir, Vahb İbni Münebbih ve Said İbni Cübeyr, Tabiînden olan İbni Meysereden rivayet edilen “Kur'an'da her dilden karışmış sözler vardır» beyânına dayanıyorlar. Bunlar, Kur'an madem ki geçmiş ve gelecek ilimleri ihtiva ediyor ve haberlerde de bulunuyor, o halde, o muazzam kitapta Arapça olmayan sözlerin bulunması tabiîdir, diyorlar. İbni Cerir ayrıca, İbni Abbasin, Kur'an lafızları arasında Farsça, Habeşçe, Naptıca vesair kavimlardan karışmış kelimeler bulunduğu» hususundaki rivayetini de delil göstermektedir.
Bu düşüncede olanlar, meali altta yazılan ayete de dayanmaktadırlar :
“Biz hiç bir peygamberi, emrolunduklarını onlara açıklasın diye, kendi kavmının dünden başkasiyle göndermedik...» [766]
Bu münakaşalar gösteriyor ki, Bütün İnsanlara ve Cinlere şamil olarak inmiş bulunan Kur'an'da, kökü yabancı dillerden gelip Arap diline karışmış ve arapçalaşmış kelimeler vardır. Suyutî işte bunları “Itkan»ında toplamış gerekli açıklamaları, kısa da olsa yapmıştır. Bu gibi kelimeler hakkında Ebu Ubeyd Elkasım şöyle der :
Yabancı kökden gelip de Kur'an'a girmiş olan kelimelerin, Arapça olduklarını söyleyenler de doğru söyler. Arapça değillerdir diyenler de doğru der.
Bu espiriden hareketle, Suyutînin topladığı yabancı köklü kelmieleri, alfabetik sıraya göre tanzim ederek, ayni zamanda, kelimelerin Kur'an'daki yerlerini ve kaç adet bulunduklarını da göstererek, liste haline getirdik.
1- Abbedte: Ebul Kasıma göre “Naptîce»dir, Arapçada “Katelte» (öldürdün) demektir. [767]
2- Adnın: İbni Abbasa göre “Süryanîce» dir, Arapçada “Cennetül kerum vel ineb» (üzüm bağı) demektir. [768]
3- Ahlede: Vasıtîye göre “İbranîce »dir, Arapçada “Rükn» (yön) demektir. [769]
4- Arim: Mücahide göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Müsnat» (su bendinin yıkılması) demektir. [770]
5- Azer: İbrahim Peygamberin babasına veya başka bir puta ait bir ad olmadığına inanan bâzı lügatçüara göre Arapçada bu kelime “Muhtı» (Günahkâr) demektir. [771]
6- Baîr: Mukatile göre “İbranîce» dir, Arapçada “Küllü ma yühmel» (yük hayvanı) demektir. [772]
7- Betâin: Şeydeleye göre “Kıptîca» dır, Arapçada “Zavahir» (dış taraf) demektir. [773]
8- Biy'a: Cevalikîye göre “Farsça» dır, Arapçada “Kenise» (Kilise) demektir. [774]
9- Cehennem: “İbranîce» veya “Farsça» mı? olduğu ihtilaflıdır. Arapçası “Nar» (ateştir) dır. [775]daha 75 ayette de geçer.
10- Dereste: Rivayete göre “Yahudîce» dir. Arapçada “Kare'te» (okudun) demektir. [776]
11- Dinar: Cevalikîye göre “Farsça» dır, Arapçada “Sikke» (para) demektir. Eskiden altın ve gümüş paraya denirdi. [777]
12- Dürriyyün: Şeydele ve Ebul Kasıma göre “Habeşçe» dır, Arapçada “Muzı» (Işıldayan) demektir. [778]
13- Ebarik: Essaalîbîye göre “Farsça» dır, Arapçada “Sâbbulma ala hinetin» (suyu kolay döken) diye anlatılır.[779]
14- Eraik: Cezvîye göre “Habeşçe» dır. Arapçada “Sürer» (tahtlar) demektir. [780]
15- Ekvab: İbni Cezvîye göre “Naptîce» dır, Aıapçada “Ekvaz» (el veya bardak) demektir. [781]
16- Elim: Cezvîye göre “Zencice» dır, Arapçada “Müvecci'» (Acıtan) demektir. [782]Daha 57 ayette de geçer.
17- Esfar: Vasıtıye göre “Süryanîce» dır, Arapçada “Kütüb» (kitaplar) demektir. [783]
18- Evvab: İbni Hateme göre “Habeşçe» dır, Arapçada “Müsebbih» (Allah'ı teşbih eden, zikreden) demektir.[784]
19- Firdevs: Sudîye göre “Naptîce» dır, Arapçada “Kerüm» (üzüm bağı) demektir. [785]
20- Fum: Vasıtîye göre “İbranîce» dır, Arapçada “Hitta» (Buğday) demektir. [786]
21- Ğassak: Cevalikî ve Vasıtîye göre “Türkçe» dır, Ğassak Arapçada “Elbâridul mün ten» (kokmuş soğuk) demektir. İbni Kesirin Tef şirindeki Rabî'-Bini Enesin beyanına göre “ğassak» Cehennemdekilerin biriken kan, irin ve göz yaşlarının dayanılmaz soğukluğu demektir. [787]
22- Ğlz: Ebul Kasıma göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Naks» (eksilme) demektir. [788]
23- Haseb: İbni Abbasa göre “Zencîce» dir; Arapçada “Hateb» (odun) demektir.[789]
24- Havariyun: İbni Ebi Hateme göre “Naptîce» dir, Arapçada “Gassalun» (yıkayıcılar) demektir. [790]
25- Hittaten: Hangi dilden Arapçaya girdiği bildirilmiyor Arapçası “Kulu sevaben »(doğru konuşun) demektir.[791]
30- Hudna : Şeydeleye göre “İbranîce» dir, Arapçada “Tübna» (tevbe ettik) demektir. [792]
31- İnahu: Şeydeleye göre “Mağribi Berberice» dir, Arapçada “Nadıcehu» (onun pişmiş yemeği veya olmuş meyvası) demektir. [793]
Uzak Doğuda, Japonyada, Formozada yetiştiğini, hekimlikte de kullanıldığını yazar. (İnsan 5)
39- Keffir: İbni Cezvîye göre “Naptîce» dir, Arapçada “Emhı» (sil) demektir. [794]
40- Kenz: Cevalikî “Farsça» dır diyor. Lügatta, toplanmış veya gömülerek saklanmış mal demektir. [795]
41- Kifleyn: Ebu Musal Eş'arîye göre “Farsça» dır, Arapçada “Dî'feyn» (iki kat) demektir. [796]
42- Küvviret: Said İbni Cübeyre göre “Farsça» dır, Arapçada “ğuvviret» (Güneş dolundukta) demektir. [797]
43- Linetin: Vasıtîye göre “Yahudîce» dir, Arapçada “Nahletin» (bir hurma) demektir. [798]
44- Mekâlid: Mücahide göre “Farsça»dır, Arapçada “Mefatih» (anahtarlar) demektir. [799]
45- Meleküt: İbni Ebi Hatem ve İkrimeye göre “Naptîce» dir, Arapçada “mülk» demektir. [800]
46- Menas: Ebul Kasıma göre “Naptîce» dır, Arapçada “Firar» (kaçmak) demektir. [801]
47- Minseeteh: İbni Cerire göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Asa» (değnek) demektir. [802]
48- Misk: Saâlibîye eöre “Farsçadır Arapçada ve Türkçede başka adı yoktur. Misk, Asyanın yüksek dağlarında yaşayan, bir cins Ceylanın erkeğinin karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu bir maddedir. [803]
49- Mişkât: Mücahide göre “Habeşçe» dir, Arapçad “Küvet» (dıvardaki ışık yeri) demektir. [804]
50- Münfatır: İbni Abbasa göre “Hebeşçe» dir, Arapçada “mumtelie» (dolu) demektir. Tefsirlerde ise “Munşak» (yarılmış) olarak açıklanır. [805]
51- Müttekeen: İbni Ebi Hateme göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Turunç» (Portakal cinsinden bilinen meyva) demektir. [806]
52- Naşie: İbni Mesude göre “Habeşçe» dir, Arapçada “kıyamulleyl» (geceyi ayakta geçirmek) demektir. [807]
53- Râina: İbni Abbasa göre “Yahudîce»dir, Arapçada “seb» (sövmek) demektir. [808]
54- Rabbaniyyün: Ebu Ubeydeye göre “İbranîce» veya “Süryanîce» dir, Arapçada “İlâhiyyun» (Din alimleri) demektir. [809]
55- Rehven: Ebul Kasıma göre “Naptîce» dir, Arapçada “sehlen» (kolaylıkla) demektir. Vasiliye göre “Süryanîce» dir, Arapçada “Sakinen» (sükûnetle) demektir. [810]
56- Rakım: Şeydeleye göre “Rumca» dır, Arapçada “levh» (levha) demektir. Ebulkasıma göre yazı, Vasıtîya göre, mürekkep konan divittir. [811]
57- Ress: Kirmniye göre Arapça değildir,Arapçada “Bir» (kuyu) dır. [812]
58- Ribbiyyun: Ebu Hatem göre “Süryanîce» dir. İbn"i Kesire göre Arapçada “cumuun kesireh» (çok topluluklar) demektir. Bâzı alimler bunu “Ulemaun kesir» (çok alimler) diye yorumlamışlardır. [813]
59-Rum: Cevalikî, Arap olmayan bir kavmin adıdır der. Bilindiği üzere o kavim. Yunanlılardır. [814]
60- Sakar: Cevalikîye göre “Arapça» değildir, Arapçada “Nar» (ateş yahut Cehennem) demektir. Türkçede, alnında küçük beyazı olan hayvan veya daima elinden kaza çıkan adam demektir. [815]
61- Seferetin: İbni Abbasa göre “Naptîce» dir, Arapçada “Kura» (köyler) demektir. [816]
62- Sekeren: İbni Abbasa göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Hail» (Sirke) demektir. [817]
63- Seriyya: Mycahide göre “Süryanîce» dir, Arapçada “nehr» (Irmak) demektir. Said İbni Cübeyr “Naptîce» Şeydele “Yunanca» dır derler. [818]
64- Selsebîl: Cevalikîye göre Arapça değildir. Lügatta “Maun azib» (tatlı su) diye gösterilir.[819]
65- Sicil: İbni Abbasa göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Recül» (kişi) demektir. İbni Cinnî ise “Muhtesib» inde, Arapçasının “kitab» olduğunu yazar. Bâzıları da “Farsçadır» demişlerdir. [820]
66- Siccîl: Mücahide göre “Farsça» dır ve “Hicretünmin tın» (topraktan pişirilerek meydana gelen tuğla) demektir. [821]
67- Siccîn: İbni Hateme göre Arapça değildir. Lügatta Arapçası “Daim, Şedid» (Sürekli şiddet) demektir. [822]
68- Sîna: Dahhâke göre “Naptîce» dir, Arapçada “Hasen» (güzel) demektir. Aynı zamanda bir yerin de adıdır.[823]
69- Sînîn: İbni Cerir ve İbni Hateme göre “Habeşçe» dır, Arapçası “Hasen» (güzel) dir. [824]
70- Sücceden: Vasitîye göre “Süryanîce» dir, Arapçada “Mukmurruus» (Baş kaldırıp öne bakmak) demektir. [825]Daha 10 ayette geçer. Ahteri lügati “Muknf» Başın kaldırarak öne bakıp durmaktır diyor.
71- Suradık: Cevalikîye göre “Farsça» dır, Arapçada “Dehliz» (koridor) demektir. [826]
72- Sündüs: Cevalikîye göre “Farsça» dır, Arapçası “Rakıkud-dibac» (ince ipek kumaş) demektir. [827]
73- Surhunne: İbni Abbasa göre “Naptîce» dir, Arapçada “Şakkik hunne» (onları parçala) demektir. İbni Münebbihe göre “Rumca» dır, Arapçası “Kattî hunne» (onlan kes) demektir. [828]
74- Sırat: İbni Cezvıye göre “Rumca» dır, Arapçada “Tarık» (yol) demektir. [829]daha 37 ayette de geçer.
75- Şatr: İbni Ebı Hateme göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Tilka» (Cihet, yön) demektir. [830]
76- Şehr: Cevalikî, Bâzı lügatçılara göre “Süryanîce» dir, der. Arapçada Oniki aydan her birine “şehr» denir. [831]Daha 13 ayette geçer.
77- Tafıka: Şeydeleye göre “Rumca» dır, Arapçada “Kasd» (Niyet) demektir. [832]
78- Tağut: Suyut'î “Habeşçe» olduğunu, Arapçada “Kâhin» (Falcı) anlamına geldiğini yazar. (Bakara 256) Daha 7 ayette de geçer.
79- Tâhâ: İbni Abbasa göre “Habeşçe» dir. Arapçada “Kekavlike yâ Muhammed» (Dediğin gibidir yâ Muhammed a.s.) demektir. [833]
80- Tahtiha: Ebul Kasıma göre “Naptîce» dir, Arapçada “Batnıha» (Hz. Meryemin karnı) demektir. Lügatta “taht» (yer) veya (mekân) yahut (alt) ile tercüme ediliyor.[834]Daha 35 ayette de geçer.
81- Tetbîr: Said İbni Cübeyre göre “Naptîce» dır, Arapçada (helak) demektir. [835]
82- Tennur: Cevalikî ve Saalibîye göre “Farsça» dır. Lügatta, ekmek pişirmek için, yerde açılan ve çamurla sıvanan yerdir denir. Buna Türkçemizde “tandır» deriz. Şu hale göre bu kelime daha çok Türkçeden Arapçaya girmiş ve “tennür» olmuştur denebilir. [836]
83- Tûbâ : İbni Abbasa göre “Habeşçe» “Cennet» demektir. [837]
84- Tûr: Mücahide göre “Süryanîce» dir, Arapçada “Cebel» (dağ) demektir. [838]
85- Tûvâ: Daha 9 ayette de geçer. Kırmam yabancı bir kökten geldiğini, Arapçada “leylen» (gece) demek olduğunu söyler. Bâzı lügatçılara göre “İbranîce» dir, Arapçada “Ricilen» (ayakla, yaya) demektir. [839]
86- Verâ: Şeydele ve Ebul Kasıma göre “Naptice» dir, Arapçada “imam» (öncü) demektir.[840]Daha 11 ayette de geçer.
87- Verde: Cevalikîye göre Arapça değildir. Türkçesi güldür. [841]
88- Vizr: Ebul Kasıma göre “Naptîce» dir, Arapçada “Habel» (yük) demektir. [842]
89- Yakut: Cevalikî ve Saalibîye göre “Farsça» dır, kıymetli bir taşın adıdır. [843]
90- Yâsîn: İbni Abbasa göre “Habeşçe» dır, Arapçada “Ey însan» demektir. Said İbni Cübeyr “Yâ recül» (ya kişi) demektir der.[844]
91- Yehur: Davud Bini Hinde göre “Habeşçe» dir, Arapçada “yerciu» (geri döner) demektir. [845]
92- Yesuddûn: İbni Cezvîye göre “Habeşçe» dir, Arapçada “Yeduccune» (Karanlıkla Tavuk Ararlar) demektir.[846]
93- Yemmi: İbni Kuteybeye göre “Süryanîce» dir, Arapçada “Bahr» (deniz) demektir, İbni Cezvî “İbranîce» Şeydele “Kıptîce» olduğunu söylerler. [847]Daha 7 ayette de geçer.
94- Yehud : Cevalikîye göre, Hz. Yâkubun oğullarından Yehuzadan töreyen kavmin adıdır. [848]
95- Yusher: Şeydeleye göre “Kıbtîca» dır. Diğer bir kısım ulema “Mağribî» (Berberice) dir, Arapçada “Yundaccu» (çağırılır) demektir, derler. [849]
96- Zencebil: Cevalikî ve Saalibîye göre “Farsça» dır. Lügatta; Hintde, Cinde ve diğer bâzı yerlerde yetişen bir bitki kökü olduğu iyisinin Hintde yetiştiği, ayrıca “Hamr» (şarap) anlamına da geldiği yazılır.[850][851]
Cevalikîye göre, Peygamber isimlerinden yalnız, Adem, Salih, Şuayib ve Muhammed kelimeleri Arapçadır, diğerleri ise Arapça değillerdir. Nitekim İbni Abbas da “Edim» den (yeryüzü toprağından) yaratıldığı için Hz. Âdeme “Âdem» ismi verilmiştir, der. Görülüyor ki Âdem ismi, Arapçada “Edim» kökündendir.
Sa'lebî ise, Süryanîcede toprağa “Adam» denir der. Şu ifadesiyle bu âlim, Âdem isminin Süryanîce olduğunu söylemek ister.
Nevfişşamî ve Sa'lıbî, Salih Peygamberin Arap kavmine mensup olduğunu yazarlar. Sa'lebî ayni zamanda, Salih Peygamberin, Hicazla Şam arasında kavmiyle yaşadığını, babasının Ubeyd, dedesinin Esyed olduğunu 58 yaşındayken Mekkede vefat ettiğini de yazar.
Nevevînin “Tehzib» inde, Şuayib Peygamberin babasının Mikâil, dedesinin Yüşcen, 2. dedesinin Medyen, 3. dedesinin ise Hz. İbrahim (a.s). olduğu, Medyen ve Eyke ümmetlerine peygamber gönderildiği, ömrünün sonuna doğru kör oldunğu bildirilir. [852]
Şuayib kelimesinin Arapçada, kabilenin bir kolu demek olan “Şa'b» kökünden geldiği de ortadayken, Arapça olduğunda şüphe kalmaz.
Hz. Muhammed (a.s.) ait İsmi Şerifin Arapça olduğu esasen şüphesizdir. [853]
Ayetlerden bazıları, Mekkede inmiş ve fakat, onlara uyulmasına Medinede başlanmıştır. Bu gecikmeli uygulama, hiç şüphe yok, ilâhî vahyin bir telkiniyle geciktirilmiştir. Esasen devlet hayatında da bu tür gecikmeli uygulamaları görmekteyiz. Nitekim çıkan bazı kanunlar, kabullerinden hayli müddet sonra mer'iyete girmek üzere çıkarlar. [854]
Mekkede inmiş bulunan bir çok ayetler, namazla birlikte zekâtın da eda edilmesini emrederler. Halbu ki Sahabei Kiram, mallarının, muayyen bir nisbetteki kısmını zekât olarak değil, ellerindeki mallarının, bâzıları hepsini, bâzıları ise daha azmi sadaka olarak dağıtırlardı. Bu tutum, 113. sırada inen Tevbe Süresindeki 60. ayet ininceye kadar devam etti. Meali şudur :
“Sadakalar, Allâh'dan bir farz olarak ancak fakirler, miskinler, sadaka üzerine (toplamaya) memur olanlar, kalpleri kazanılmak istenenler, köleler, esirler, borçlular, Allah yolunda ve (muhtaç) yolcular içindir.»
Görüldüğü gibi, zekat verme emri Mekkede indiği halde, Medineye hicretten çok sonra farz kılınmıştır. [855]
Namaz vakıtlarında ezan okunma keyfiyeti, Medinede meşru kılınan bir ibadettir. Halbu ki Ezan okunmasını telkin eden şu mealdeki ayet Mekkede inmiştir :
“Allah'a davet edenden ve iyi amelde bulunandan, ben şüphesiz Müslümanlardanım diyenlerden daha güzel sözlü kimdir?.»[856][857]
Merhum ve meşhur tefsirci Zerkeşî “Burhan» ında, Fitrenin Mekkede inen şu mealdeki ayetle vacib olduğunu yazar:
“Muhakkak (malen ve bedenen) iyice temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse, umduğuna kavuşacaktır.» [858]
İbni Ömer (r.d.) de, meali yazılan bu ayetle vacip olduğunu ve indiğinde Mekkede Bayram diye bir günün bulunmadığını rivayet eder. Bu rivayeti, Beyhakî ve Bezzar da yazarlar. [859]
Mekkede, Kâ'benin inşasından bu tarafa, savaş haram kılınmıştır. Buna Araplar da uymuştur. Hal böyleyken Peygamber Efenidmize, Mekkede savaşma ruhsatı şu mealdeki ayetle verildi, ama bu ruhsat, hicretin 8. yılına kadar kullanılmadı:
“Hayır (müşriklerin dediği gibi değildir) bu beldeye (Mekkeye) yemin ederim ki sen, bu beldeye helalsın.» [860]
Tefsirciler “Sen bu beldeye helalsin» beyanını “Mekkede savaş, sana helaldir» diye yorumlamışlardır. [861]
Henüz haklarında emredici bir ayet inmeden önce Mekkede, namaz için abdest alınmakta ve Cuma namazı da kılınmaktaydı. Bunları farz kılan ayetler, Medinede inmiştir. [862]
Buharîde rivayet edildiğine göre, Hz. Aişe (r.d.) annemiz dedi ki :
“- Medineye girerken Beyda denen yerde kolyem düştü. Allah'ın Resulü, kafileyi durdurup devesinden indi ve başını hücreme dayayıp uyudu. Babam Ebubekir gelip beni şiddetle sarstı ve “bir kolye için insanları burada hapsettin» dedi. Resülüllâh uyandı ki sabah da olmuştur. Su aradı ama bulamadı. İşte o sıra abdesti ve teyemmümi emreden ayet indi» Bu ayetin meali şudur :
“Ey iman edenler, namaza kalkacağınızda, yüzlerinizi, dirseklere kadar ve ellerinizide yıkayıp, başınıza meshedin, her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldursanız, her tarafınızı tertemiz yapın. Eğer hasta olmuşsanız, yahut bir seferdeyseniz veya içinizden biri, tuvaletten gelmişse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda su da bulamazsanız, o vakit pirüpak bir toprakla teyemmüm edin, ondan yüzlerinize ve ellerinize meshedin. Allah sizin üzerinize bir güçlük dilemez. Lâkin iyice temizlenmenizi ve üzerinizdeki nimetinin tamamlanmasını diler, taki şükredesiniz.»[863][864]
Eshaptan Alkame İbni Fevga (r.d.) der ki :
“- Abdest ve teyemmüm ayeti ininciye kadar Resülüllâh, ne zaman hacetini defetse, abdest almadan ne konuşur, ne de selam alırdı. Biz konuşuruz o, konuşmaz, biz selam veririz o vermez ve almazdı.»
Ebu Hayyan da bunu teyid ederek, abdest ayetinde, abdestin yalnızca namaz için alınmasının gereği, Resülüllâh için kolaylık getirmiştir, der.
Bununla beraber Peygamber Efendimiz, her vakit namazı için abdest alırlardı. Yalnız Mekkenin fethi günü Aleyhisselam Efendimiz, beş vakit namazı bir tek abdestle kılmıştır. Bu sebeple Hz. Ömer (r.d.) “Ya Resülüllâh, bundan evvel yapmadığın bir şeyi yaptın» deyince Resüli Ekrem cevaben,
- Bilerek yaptım ya Ömer, buyurmuştur. Peygamberimizin bu hareketi, ümmetine kolaylık olsun içindir. [865]
Müslim ve Tirmizîde rivayet edildiğine göre İbni Abbas (r.d.) der ki :
- Resülüllâh'ın yanındayken helaya gitti ve döndüğünde kendisine yemek ikram edildi. Bu sıra ona “Ya Resülüllâh, abdest almayacak mısın?» dendi. Cevaben onlara “ben artık abdesti namaz için alacağım» buyurdu, [866]
Cumu'a namazı Mekkede kılınırken, Medineye hicret edildikten sonra inen şu mealdeki ayetle farz kılındı :
“Ey îman edenler, Cumu'a günü namaz için seslenildiği zaman, Allah'ı zikretmeye gidin, alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bunlar, sizin için hayırlıdır.» [867]
Bu konuda İbni Mace şu mealdeki hadîsi nakleder :
“Kâ'b Bini Malik dedi ki,
- Ama olduğu için babamı ben gezdirirdim, onunla Cumu'aya çıktım. Okunan ezanı işiten babam, Esat Bini Zerareye rahmet okudu. Bu sebeple babama,
- Cumu'a ezanını her işittiğinde Esat Bini Zerareye dua edersin, sebebi nedir? dedim. Babam şu cevabı verdi,
- Ey benim oğlum, Esat Bini Zerare, hicretten önce Mekkedeyken, kılınan ilk Cumu'a namazında o da bulunmuş, bizimle kılmıştı.» [868]
Bilindiği üzere, Mushaf'ımızın gerek ayet ve gerek sûreleri, iniş sırasına göre tanzim edilmiş değildir. Bununla beraber, bir kısım sûrelerin iniş yerleri de, içindeki bir kısım ayetlerin iniş yerleri bir değildir. Bütün bu gibi ayetlerin hangi sûrede ve neresinde bulunduklarını, İmam Süyutînin “İtkan» ından naklen açıklıyoruz :
Sûreler ve İniş Yeri Sûresinden başka olan ayetlere ait rivayetlere göre :
Bakara: Medinede, 109, 272. ayetleri Mekkede inmiştir.
En'am: Mekkede, 20, 91, 93, 94, 114, 151, 152, 153. ayetleri Medinede inmiştir.
A'raf : Mekkede, 163, 172. ayetleri Medinede inmiştir.
Enfal : Medinede, 30, 64. ayetleri Mekkede inmiştir.
Tevbe : Medinede, 113. ayeti Mekkede inmiştir.
Yunus: Mekkede, 94. ayeti Medinede inmiştir.
Hûd : Mekkede, 12, 17, 114. ayetleri Medinede inmiştir.
Yusuf : Mekkede, 1, 2, 3. ayetleri Medinede inmiştir.
Ra'd : Mekkede, 8, 9, 10, 11, 12, 13. ayetleri Medinede inmiştir.[869]
İbarhîm : Mekkede, 28, 29. ayetleri Medinede inmiştir.
Hîcr : Mekkede, 28, 87. ayetleri Medinede inmiştir.
Nahl : Mekkede, 41, 126. ayetleri Medinede inmiştir.
Esra : Mekkede, 60, 73, 81, 85, 88, 107. ayetleri Medinede inmiştir.
Kehf : Mekkede, 1, 2, "3, 4, 5, 6, 7, 8, 28, 30, 107. ayetleri Medinede inmiştir.
Meryem : Mekkede, 58, 71, ayetleri Medinede inmiştir.
Tâhâ : Mekkede, 130, 131. ayetleri Medinede inmiştir.
Enbiya : Mekkede, 44. ayeti Medinede inmiştir.
Hac : Medinede, 19, 20, 21. ayetleri Mekkede inmiştir. [870]
Mümînûn : Mekkede, 64, 77. ayetleri Medinede inmiştir.
Fürkan : Mekkede, 68, 69, 70. ayetleri Medinede inmiştir.
Şu'ara : Mekkede, 197, 224, 225, 226, 227. ayetleri Medinede inmiştir.
Kasas : Mekkede, 52, 53, 54, 55. ayetleri Medinede inmiştir.
Ankebüt : Mekkede, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 60. ayetleri Medinede inmiştir.
Lokman : Mekkede, 27, 28, 29. ayetleri Medinede inmiştir.
Secde : Mekkede, 16, 18, 19, 20. ayetleri Medinede inmiştir.
Sebe : 6. ayeti Medinede inmiştir.
Yâsîn : Mekkede, 12, 47. ayetleri Medinede inmiştir.
Zümer : Mekkede, 10, 11, 12. ayetleri Medinede inmiştir.
Ğafir : Mekkede, 56, 57. ayetleri Medinede inmiştir.
Şûra : Mekkede, 24, 25, 26, 27, 40, 41. ayetleri Medinede inmiştir.
Zuhruf : Mekkede, 45. ayeti Medinede inmiştir.
Casîye : Mekkede, 14. ayeti Medinede inmiştir.
Ahkaf : Mekkede, 4, 15, 16, 17, 18, 35. ayetleri Medinede inmiştir, re bunun Mekke ve Medinede inen ayetlerle karışık olduğudur. [871]
Kaf : Mekkede, 38. ayeti Medinede inmiştir.
Kamer : Mekkede, 54, 55. ayetleri Medinede inmiştir.
Rahman: Mekkede, 29. ayeti Medinede inmiştir.
Vakıa: Mekkede, 39, 40, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 82. ayetleri Medinede inmiştir.
Mücadele : Medinede, 7, 8, 9. ayetleri Mekkede inmiştir.
Tahrim: Medinede, 1 ,2, *3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10. ayetleri Mekkede inmiştir.
Nün: Mekkede, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 48, 49, 50. ayetleri Medinede inmiştir.
Müzzemmîl: Mekkede, 10, 11. ayetleri ^Medinede inmiştir.
Însan: Medinede, 24. ayeti Mekkede inmiştir.
Mürselat: Mekkede, 48. ayeti Medinede inmiştir.
Mütaffifîn: Mekkede, 1, 2, 3, 4, 5, 6. ayetleri Medinede inmiştir.
Beled : Mekkede, 1, 2,3, 4. ayetleri Medinede inmiştir.
Leyl: Mekkede, 1. ayeti Medinede inmiştir.
Ereeyte: 1, 2, 3. ayeti Mekkede diğer 4, 5, 6, 7. ayetleri Medinede inmiştir.
Not : Mekkede indiği söylenen ayetler, hicretten önce inenler demektir. Medinede indiği söylenenler ise, hicretten sonra inenler demektir. [872]
[1] «Kardeşimin oğlu» sözü bir sevgi ve saygı ifadesi olarak söylenmiştir.
[2] «Nâmûs» vahyi getiren Cebrail aleyhisselamdır.
[3] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 5-9.
[4] Tf. Ayatul Ahkâm C. 1 S. 90.
[5] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 9.
[6] Bakara: 2/106.
[7] Tf. Keşşaf C. 1 S. 131.
[8] Nahl: 16/101.
[9] Tf. Şeyhzade, Razı, Medarik ayni ayetin tefsirinde. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 9-10.
[10] Nasıh Mensuh S. 4-15. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 10.
[11] Bakara: 2/234.
[12] Bakara: 2/240.
[13] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 10-11.
[14] Ennasih vel mensûh S, 4-15. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 11.
[15] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 12.
[16] Bakara: 2/106.
[17] Tf. Kebir C. 3 S. 232.
[18] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 12.
[19] Nahl: 16/44.
[20] Necm: 53/1, 2, 3.
[21] Tf. Ayat C. 1 S. 105-107.
[22] Bakara: 2/ 173.
[23] Nasih-Mensûh S. 15.
[24] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 13-14.
[25] Sad. Evrin Diyanet İ. Bş. Yardımcılığında bulunmuştur. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 14.
[26] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 14-15.
[27] Nasih-Mensûh : S. 5-6.
[28] El İtkan : C. 2 S. 25.
[29] Nasih-Mensûh : S. 56.
[30] El İtkan : C. 2 S. 26.
[31] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 15-16.
[32] İstılâhati Fıkhiye : C. 1 S. 100. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 16.
[33] Tefsiru Ayatil Ahkâm: C. 1 S. 104, Tefsiru Alusî: C, 1 S, S. 79.
[34] Tefsiru Ayatil Ahkâm: C. 1 S. 104, Tefsiru Alusî: C, 1 S, S. 79.
[35] Haşr: 59/7.
[36] Necm: 53/4.
[37] Tef. Ayatul Ahkam : C. 1, S. 104 Tef. AIusî : C. 1, S. 79.
[38] İtkan : C. 2, S. 25-27.
[39] El İtkanu Fil Kur'an : C. 2 S. 25, 26, 27
[40] İ.H. İzmirlinin Tarihul Kur'an-ı : S. 11
[41] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 16-20.
[42] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 20-21.
[43] Buîugul Meram : S. 183
[44] Müslim C. 3 S. 65, Tirmizi : C. 4 S. 274, Ebu Da. C. 2 S. 72, Nis. C. 4 S. 89, İbni Mace : C. 1 S. 175
[45] Kitabul ttibar : S. 4 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 21-22.
[46] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 22.
[47] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 22.
[48] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 22.
[49] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 23.
[50] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 23.
[51] Nur: 24/3.
[52] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 23-24.
[53] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 24.
[54] Bakara: 2/3,4,5.
[55] Ennasih vel mensûh S. 11
[56] Tevbe: 9/103.
[57] Tevbe : 9/34, 35.
[58] Bakara: 2/219.
[59] Esbabı Nüzul : S. 35.
[60] İbni Kesir Tf : C. 2 S. 351 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 25-27.
[61] İbni Kesir : C. 1 S. 256
[62] Tecridi Sarih C, ö S. 43
[63] İbni Kesir Tf. C. 2 S. 351
[64] Tecridi Sarih : C. 5 S. 75 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 27-28.
[65] Tevbe : 9/60.
[66] İtkan : C. 2, S. 22
[67] Bakara : 2/62.
[68] Ennasih vel Mensûh S. 11
[69] Aliimran : 3/85.
[70] Bakara: 2/ 83.
[71] Ayni eser S. 12
[72] Bakara: 2/83.
[73] Bakara: 2/109
[74] Ayni eser S. 12
[75] Tevbe : 9/29.
[76] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 28-31.
[77] Esbabunlnüzü S. 19
[78] Bakara: 2/115.
[79] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 31.
[80] Bakara: 2/144.
[81] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 31-32.
[82] Dürrülmensür C. 1, S. 141, Tef. tbni Kesir C. 1, S. 189, Meha-sinüt-tevil C 2, S. 279
[83] Tef. îbni Kesir C. 1, S. 189, Dürrümensür C. 1, S. 142
[84] Esbabun-nüzül S. 21
[85] Tef. İbni Kesir C. 1, S. 195
[86] Bakara: 2/139.
[87] Bakara: 2/158.
[88] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 32-34.
[89] Dürrülmensür C. 1, S. 159
[90] Bakara: 2/130.
[91] Sahihi Buharî'den özetlenmiştir.
[92] Bakara: 2/173.
[93] Annasih vel mensûh S. 15
[94] Bakara : 2/180.
[95] Geri kalanı babanındır.
[96] Geri kalanı yine babanındır.
[97] Terikeden, önce borç ödenir, kalırsa üçte birinden, ölünün vasiyeti yerine getirilir, g-eri kalanı da miıasgılara taksim edilir.
[98] Nisa: 4/II.
[99] Bakara: 2/180.
[100] Nisa: 4/II.
[101] Bakara: 2/183.
[102] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 34-39.
[103] Ennasihu vel mensûh S. 17
[104] Tecridi sarih Hadîs No. 910
[105] Esbabun-Nüzül S. 27
[106] Bakara: 2/187.
[107] Bakara : 2/184.
[108] Not : 1922 yılında, Samsun Müdafaai Hukuk Cemiyeti adına, şehrin büyük camiinde bir gün vaaz verirken, eski Rize Mütasarrifi Sudi Bey isminde bir zat olduğunu sonradan öğrendiğim bu dinleyicim bana «Resimli Mecmua» adiyle o sırada çıkan bir dergiyi uzatıyor ve
— Hocam bu dergide oruç hakkında bir yazı vardır, lütfen onu cevaplandırır mısınız? diyor, dergideki soruları bana yöneltiyordu.
Dergideki yazıda merhum Süleyman Nazif, oruca ait olan yukardaki ayet mealini ele alıp herkesi, verecekleri fidye karşılığında, oruç tutmamağa davet ediyordu. Yazıda ayrıca, tercümesi «Allah, emirlerine uyulmasını sevdiği gibi, bahşettiği ruhsatlardan istifade edilmesini de sever» olan bir hadisin metni de, dayanak olarak dercedilmiş bulunuyordu. O anda bu ayetin, alttaki ayetle neshedüdiği hususu hakkında henüz bir bilgim yoktu. Bu sebeple bu yazıya, şu mantıki cevapla mukabele etmeyi daha uygun bulmuştum:
Demiştim ki; Resüllüllâh Efendimizin, oruca takati olduğu halde bi günü dahi, fidye mukabilinde yediğine dair kitaplarda hiç bir malûmat yoktur. Aksine onun, bütün Ramazan aylarını oruçla geçirdiği tevatür halindedir. Bu duruma göre muhterem yazarın bu düşüncesi batıldır.
O sıra, Osmanlı devrinde açılan Meclisi Mebusanda Tekirdağ" Mebusu olarak bulunmuş olan Harun. Efendi ismindeki, Samsun Müftüsü de dinleyicilerim arasındaydı. Onun teşvik ve tasvibi ile bu cevabım, neşredilmek üzere o zaman aynı dergiye de gönderilmiştir.
Netice olarak şunu ifade etmek istiyorum ki, Nasih-Mensûh ayetler hakkında yazdığımız bu mütevazı esere ait araştırmalarımız, ta o günde doğan bir tecessüs saikesiyle başlamıştır. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 39-42.
[109] Tf. Ayattul Ahkam C. 1, S. 195
[110] Camiulbeyan (Taberî) C. 2, S. 132
[111] Bakara: 2/185.
[112] Tf. İbni Kesir C. 1, S. 215
[113] Buharı (Babuttefsir). de
[114] Bakara: 2/190.
[115] Bakara: 2/191.
[116] Bakara: 2/192.
[117] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 43-45.
[118] Esbabı nüzul S. 29, 30, Kurtubi T. C. 2, 8. 326 Mecmeulbeyan C. 2, S. 284
[119] Kurtubi C. 2, S. 330, Taberi C. 2, S. 193
[120] Tevbe: 9/5.
[121] İbni Kesir C. 2, S. 353
[122] Kurtubi C. 2, S. 330 Taberi C. 2, S. 193
[123] Bakara: 2/215.
[124] Ennasih vle Mensub S. 20
[125] Bakara: 2/217.
[126] Ennasih vel Mensuh S. 20
[127] Bakara: 2/219.
[128] Maide: 5/90.
[129] Süyutînin «Eddürrül Mensür»ü C. 1 S. 252 «Tçfsiri İbni Kesir,» .C. 1, S. 255 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 45-50.
[130] «Esbabun-nüzül» S. US
[131] Ebul Hasan EnnisabUrî'nin «Esbabun-nüzübu S. 119
[132] Tefsiri îbni Kesir C. 2, S. 93, 94
[133] Bakara: 2/219.
[134] Tef. İbni Kesir : C. 2, S. 93, 94
[135] Tafsilat 1 No.lu ra&nsuh bölümünde.
[136] Tevbe: 9/103.
[137] Bakara: 2/221.
[138] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 50-53.
[139] Ruhul Maanî» C. 2, S. 117 «Keşşaf tefisin» C. 1, S. -200 «Fethul Kadîr» C. 1, S. 244 «Zadül Mesir» C. 1, S. 245
[140] Maide: 5/5.
[141] «Ennesihu vel mensûh» S. 24
[142] «Tefsiru Ayatü Ahkâm C. 1, S. 287
[143] Tefsiru Ayatil Ahkâm C. 1, S. 287, 288
[144] Bakara: 2/288.
[145] İmam Beyhakînın Süneninde rivayet edümigtir. «Kurtubî C. 3, S. 242
[146] Bakara: 2/229.
[147] Bakara: 2/240.
[148] Esbabı Nüzul S. 45
[149] İbni Kesir Tf. C. 1, S. 296
[150] Bakara: 2/234.
[151] İbni Kesir Tf. C. 1, S. 269
[152] İbni Kesir Tf : C. 1, S. 269 El İtkan : C. 2, S. 22, 23. Ennasih vel Mensûh : S. 27
[153] Nisa: 4/12.
[154] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 53-60.
[155] Bakara: 2/228.
[156] Talak: 65/4.
[157] Talak: 65/4.
[158] Buharı, Müslim ve Ebu Davud'dan naklen Mehasinut-tevil : C. 3, S. 163
[159] Bakara: 2/256.
[160] Esbabı nüzul : S. 45, 46
[161] Annasih vel mensûh: S. 27 El İzah linasihil Kur'an: S. 161,162
[162] Tevbe: 9/5.
[163] Tevbe: 9/29.
[164] Tevbe: 9/73.
[165] İbni Kesir Tf : C. 2, 371
[166] Nasih fi Kur'an : S. 162
[167] Bakara : 2/282.
[168] Ennasih vel mensûh : S. 27
[169] Bakara: 2/283.
[170] Bakara : 2/284.
[171] Ennasih vel mensûh : S. 28
[172] Bakara: 2/286.
[173] Tefsiri Tibyan : C. 1, S. 150 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 60-66.
[174] Aliimran: 3/20.
[175] Ennasih vel mensûh : S. 29
[176] Elizah linasihil Kur'an : S. 169-170
[177] Aliimran: 3/28.
[178] Esbabun-nüzül S. 57
[179] Tibyan Tefsiri C. 1, S. 164 «Meali Kerim» C. 1, S. 87
[180] Aliimran: 3/102.
[181] Ennasihu vel mensûh S. 30 Tibyan Tefsiri C. 1, S. 185
[182] Bnnasih vel mensûh S. 30
[183] Teğabun: 64/16.
[184] Alîimran: 3/186.
[185] Nasih Mensûh S. 31
[186] Tevbe: 9/29.
[187] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 66-69.
[188] Nisa: 4/7.
[189] Nisa: 4/8.
[190] Esbabı nüzul : S. 83
[191] Nisa: 4/II.
[192] Ennasih vel mensûh : S. 31-32
[193] Buharinin «kitabul vasaya» bölümü
[194] Nisa: 4/9.
[195] Ennasih vel mensûh : S. 32
[196] Bakara: 2/182.
[197] Nisa: 4/10.
[198] Ennasih vel mensûh S. 32, 33
[199] Esbabun-nüzül S. 83
[200] Tibyan Tf. C. 1, S. 112
[201] Bakara: 2/220.
[202] Nisa: 4/15.
[203] Nisa: 4/16.
[204] İbni Kesir Tef. C. 1, S. 462
[205] Tef. Ayatul Ahkâm C. 2, S. 41, 42
[206] İstılahat Fıkhıye Kamusu : C. 3, Madde 887
[207] Nur: 24/2.
[208] Tf. İbni Kesir C. 1, S. 4.62
[209] Tf. İbni Kesir-C. 3, S. 261 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 69-75.
[210] Nisa: 4/25.
[211] Bidayetül müc : C. 2, S. 327
[212] İzah linasihilkuran : S .185 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 75-76.
[213] Tf. İbni Kesir C. 3, S. 260 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 76-77.
[214] Tf. Ayetül ahkâm C. 2, S. 30, 31
[215] Tefsiru Aatil Ahkâm C. 2, S. 31 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 77-78.
[216] Ayni eser C. 3, S. 30 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 78.
[217] Tef. Sure! Nur S. 62, 63, 64
[218] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 78-80.
[219] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 80.
[220] Tefsiru Süretin-nur S. 65, 66, 77, 78 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 81-82.
[221] Tf. Suretunnur: S. 6.7-68
[222] Nisa: 4/18.
[223] Elizahu linasihil Kur'an S. 182 ve Nasih Mensûh S. 35-36
[224] Nisa: 4/48.
[225] Nisa : 4/24.
[226] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 82-84.
[227] Tf. tbni Kesir C. 1, S. 473 ve Esbabı nüzul S. 85
[228] Elizah Hnasihil Kur'an : S. 186
[229] Ennasih vel mensûb : S. 35
[230] Bidayetül Moçtehit : C. 2, S. 43, 44
[231] Ennasih vel mensûh : S, 36
[232] Elizah linasihil Kur'an : S. 187 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 84-86.
[233] Talak: 65/1.
[234] Süneni Darimî C. 2, S. 140
[235] Nisa: 4/29.
[236] İbni Kesir Tf. C. 1, S. 479
[237] Nasih ve mensûh S. 36
[238] Nur: 24/61.
[239] İzah linasihil Kur'an : S. 189-190
[240] Nisa: 4/33.
[241] Bnnasiîı vel menaûl: S. 37
[242] Enfal: 8/75.
[243] Elizah linasihil Kur'an : S. 191.192
[244] Nisa: 4/43.
[245] Elizah linasihil Kur'an : S. 193
[246] Esbabı nüzul S. 87
[247] Maide: 5/90, 91.
[248] Esbabı Nüzul : S. 119
[249] Bakara: 2/219.
[250] İbnl Kesri Tf. : C. 2, S. 92
[251] Nisa: 4/63.
[252] Nisa: 4/64.
[253] Tevbe: 9/80.
[254] Münafıkun: 63/6.
[255] Ennasih vel raensûh : S. 37-38
[256] Nisa : 4/71.
[257] Ennasih. vel mensûîı ; S. 38
[258] Tevbe: 9/122.
[259] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 87-93.
[260] Beyzavî, Şehzade, Razıye Bak.
[261] Nisa: 4/80.
[262] Nisa: 4/81.
[263] Nasih Mensûh S. 39
[264] Nisa: 4/90.
[265] Nasih Mensûh S. 39
[266] Nisa : 4/92.
[267] Elizah linasihil Kur'an : S. 196 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 93-95.
[268] Kazıyı Beyzavî Tf. C. 1, S. 433
[269] Kur'an Dili : C. 3, S. 2453
[270] Nisa: 4/93.
[271] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 95-96.
[272] Ennasih ve elmenaûh S. 39
[273] Nisa: 4/116.
[274] Furkan: 25/69, 70, 71.
[275] Elizah Linasihil Kur'an S. 197-212 98
[276] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 97-98.
[277] Maide: 5/2.
[278] Maide: 5/13.
[279] Tevbe: 9/29.
[280] Maide: 5/42.
[281] Ennasih ve Elmensûh S. 41
[282] Maide: 5/49.
[283] Maide: 5/99.
[284] Maide: 5/105.
[285] Ennasih vel mensûh : S. 42
[286] Elizah linasihil Kur'an S. 237
[287] Maide: 5/106.
[288] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 98-101.
[289] Maide: 5/107.
[290] Esbabı nüzul S. 121, 122
[291] Ettalak 2
[292] Nasih-mensûh S. 43
[293] İzah İinasihil Kur'an : S. 238, 239
[294] Neylül Meârib, İstılahatı Fıkhıye : C. 6, S. 286, 387
[295] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 101-103.
[296] El İtkan Fil Kur'ân : C. 1, S. 15
[297] En'am: 6/15.
[298] Ennasih vel Mensûh : S. 44
[299] Feth: 48/1, 2.
[300] Tevbe: 9/43.
[301] En'am: 6/68, 69.
[302] Tf. İbni Kesir : C. 1, S. 567 ve Ennasih : S. 45
[303] Nisa: 4/140.
[304] En'am: 6/70.
[305] Ennasih vel mensûh : S. 45
[306] Tevbe: 9/29.
[307] En'am: 6/91.
[308] Ennasih vel mensûh : S. 45 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 103-105.
[309] Esbabı nüzul S. 126
[310] En'am: 6/106.
[311] Ennasih vel mensûh S. 45
[312] En'am: 6/121.
[313] Ennasih vel mensûh S. 46
[314] Maide: 5/5.
[315] En'am: 6/158.
[316] Ennasih vel mensûh S. 46 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 105-107.
[317] A'raf: 7/197.
[318] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 107.
[319] Enfal: 8/1.
[320] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 108.
[321] Esbabım-nü zül S. 132
[322] Ennasih vel Mensûh S. 48, 49
[323] Enfal: 8/41.
[324] Tefsiru Ayatil Ahkâm C. 1, S. 592
[325] Enfal: 8/32.
[326] Enfal: 8/33.
[327] İbni Kesir Tefsiri C. 2, S. 306
[328] Enfal: 8/34.
[329] Esbabi nüzul S. 135 ve İbn. Kesir T.
[330] Enfal: 8/38.
[331] Ennasih vel mensûh S. 50
[332] Enfal: 8/39.
[333] Enfal: 8/65.
[334] Ennasih vel mensûh S. 49
[335] Enfal: 8/66.
[336] Enfal: 8/72.
[337] Ennasih vel Mensûh S. 50
[338] Enfal: 8/75.
[339] Ennasih vel Mensûh S. 50 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 108-111.
[340] İbni Kesir Tf : C. 2, S. 331
[341] Tevbe: 9/34.
[342] İbni Kesir Tf : C. 2, S. 350
[343] Tevbe: 9/103.
[344] Tevbe: 9/60.
[345] Tevbe: 9/41.
[346] Esbabı Nüz-ül : S. 141
[347] Tevbe: 9/91.
[348] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 111-113.
[349] Tef. Tibyan C. 1, S. 471, 472
[350] Tevbe:9/ 45.
[351] Nasih mensûh S. 52
[352] Nur: 24/62.
[353] İzah Iinasihil Kur'an S. 274
[354] Tevbe: 9/80.
[355] Esbabım nüzul S. 147
[356] İzah linapihil Kur'an S .276-278
[357] Tevbe: 9/84.
[358] Esbabun-nüzül S. 147, 148
[359] Tf. Ibni Kesir C. 2, S. 379 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 113-118.
[360] Nasih Mensûh S. 53
[361] Yunus: 10/58.
[362] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 118-119.
[363] Yunus: 10/15.
[364] Nasih Mensûh S. 53
[365] Yunus: 10/20.
[366] Yunus: 10/41.
[367] Yunus: 10/46.
[368] Yunus: 10/99.
[369] Yunus: 10/102.
[370] Yunus :10/108.
[371] Yunus: 10/109.
[372] Ennasihu vel mensûh S. 54 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 119-120.
[373] ayni eser S. 54
[374] Hud: 11/12.
[375] ayni eser S. 55
[376] Hûd: 11/15.
[377] Ayni eser S. 55 Elizalı Linasih S. 282
[378] İsrâ: 17/18.
[379] Hûd: 11/121, 122.
[380] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 120-121.
[381] Ra'd: 13/40.
[382] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 121.
[383] Ennasihu vel Mensûh S. 57
[384] Hicr: 15/3.
[385] Hicr: 15/85.
[386] Hicr: 15/94.
[387] ayni eser S. 58 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 122.
[388] ayni eser S. 59
[389] Nahl:16/ 02.
[390] Nahl: 16/125.
[391] Nahl: 16/127.
[392] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 122.
[393] Esbabı nüzul S. 163 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 123.
[394] İsrâ: 17/24.
[395] Tevbe: 9/113.
[396] Elizah linasih S. 292
[397] İsrâ: 17/110.
[398] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 123-124.
[399] Esbabı nüzul S. 170
[400] Nasih mensûh S. 61
[401] Araf: 7/205.
[402] Elizah linahîs S. 296 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara,
1980: 124-125.
[403] Meryem: 19/71.
[404] Enbiyâ: 21/101.
[405] Elizah lmasil Kur'an: S. 300, 301.
[406] Meryem: 19/84.
[407] Nasih mensûh S. 62 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 125-126.
[408] Tâhâ: 20/130.
[409] Tâhâ: 20/135.
[410] Nasih mensûh S. 64 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 126.
[411] Enbiya: 21/98.
[412] Nasih mensûh S. 65 ve Esbabı Nüzul : S. 175
[413] Enbiyâ: 21/101.
[414] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 126-127.
[415] Ennasihu vel Mensuh S. 65
[416] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 127-128.
[417] Elhac: 52
[418] Esbabınüzül S. 177 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 128-129.
[419] Elhac: 49
[420] Elhac: 68
[421] Nasih mensûh S. 66 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 129.
[422] Mûminûn: 23/54.
[423] Mûminûn: 23/96.
[424] Nasih mensûh S. 67 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 129-130.
[425] Nûr: 24/2.
[426] Nisa: 4/25.
[427] Elizah linasihil S. 185
[428] Nur: 24/3.
[429] Esbabun-Nüzül S. 179, 180
[430] Nur: 24/32.
[431] Ennasihu vel mensûh S. 68
[432] Tefsiru Ayatil Ahkâm C. 2, S. 50 ,
[433] Nur: 24/4.
[434] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 130-132.
[435] Esbabı Nâzül S. 180, 181
[436] Nur: 24/6.
[437] Nur: 24/7.
[438] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 132-133.
[439] Elizah Lisahir S. 317
[440] Nur: 24/8,9.
[441] Tf. İbni Kesir-C. 3, S. 266 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 134-135.
[442] Nur: 24/54.
[443] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 135-136.
[444] Furkan: 25/63.
[445] El-izah linasihil Kur'an S. 324
[446] İbni Kesir T : C. 3, S. 325 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 136.
[447] Nur: 24/29.
[448] İzah Linasih S. 318
[449] Nur: 24/31.
[450] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 136-138.
[451] Nur: 24/31.
[452] Nur: 24/60.
[453] Nur: 24/5.
[454] Nur: 24/4.
[455] İzah Linasihil Kur'an S. 317 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 138-139.
[456] Tf. Süretünnur S. 98, 99
[457] Nur: 24/27.
[458] Nur :224/8.
[459] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 139.
[460] Furkan: 25/68 ,69, 70.
[461] Nisa: 4/48.
[462] Zümer: 39/53.
[463] Esbabı Nüzul : S. 193 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 139-141.
[464] Şuarâ: 26/224, 225, 226.
[465] Nasih Mensûh S. 71, 72
[466] Şu'arâ: 26/227.
[467] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 141.
[468] Nemi: 27/92.
[469] Nasih Mensûh S. 72 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 142.
[470] Kasas: 28/55.
[471] Meali Kerim C. 2, S. 667
[472] Ennasih Mensûh S. 72 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 142.
[473] Ennasih Mensûh S. 73
[474] Ankebut: 29/46.
[475] Tevbe: 9/29.
[476] Ankebut: 29/50.
[477] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 142-143.
[478] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 143.
[479] Rum: 30/2, 3, 4.
[480] Hak Dini Kur'an Bili : C. 5, S. 3793-İ79S ve Tf. İbni Kesir : C. 3, S. 424
[481] Rum: 30/60.
[482] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 143-145.
[483] Secde: 32/30.
[484] Nasih-Mensûh S. 74 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 145.
[485] Ahzap: 33/48.
[486] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 145.
[487] Esbabun Nüzul S. 201
[488] Ahzab: 33/52.
[489] El ttkan C. 3, S. 23
[490] Ahzâb: 33/50.
[491] Tf. İbni Kesir C. 3,: S. 502
[492] El İzah linasih : S. 336 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 146-148.
[493] Sebe: 34/25.
[494] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 148.
[495] Fatır: 35/23.
[496] Nasih-Mensûh S. 75 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 148.
[497] Saffât: 37/174, 17.
[498] Saffât: 37/178.
[499] Saffât: 37/179.
[500] Nasih Mensûh S. 76 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 148-149.
[501] Sâd: 38/17.
[502] Sâd: 38/65.
[503] Sâd : 38/70.
[504] Naaih Mensûh S. 76 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980:148- 149.
[505] Zümer: 39/14, 15.
[506] Nasih Mensûh S. 77
[507] Zümer: 39.
[508] Zümer : 39/41.
[509] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 149150.
[510] Fussılet: 41/34.
[511] Nasih Mensûh S. 79 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 150.
[512] Şûra : 42/6.
[513] Şûra : 42/15.
[514] Şûra: 42/20.
[515] İsrâ: 17/18.
[516] Şûra: 42/48.
[517] Nasih Mensûh S.79 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 150-151.
[518] Zuhruf: 43/83.
[519] Zuhruf: 43/89.
[520] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 151.
[521] Duhan: 44/59.
[522] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 151.
[523] Câsiye: 45/14.
[524] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 152.
[525] Nasih-Mensûh. S, 82
[526] Casiye: 45/14.
[527] Esbabı Nüzul S. 215
[528] Nasih-Mensûh S. 82 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 152-153.
[529] Ahkaf: 46/9.
[530] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 153.
[531] Esbabı Nüzul S. 215, 216
[532] El-Feth: 48/1, 2, 3, 4.
[533] Feth: 48/5.
[534] Feth: 48/10.
[535] Feth: 48/29.
[536] Nasih Mensûh S. 83
[537] İzah linasih S. 356, 357
[538] Ahkaf: 46/35.
[539] Nasih Mensûh S. 85 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 153-155.
[540] Muhammed: 47/4.
[541] Blizah linasihil Kur'an S. 358
[542] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 156.
[543] Kaf: 50/39.
[544] Kaf: 50/45.
[545] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 156-157.
[546] Esbabı Nüzul S. 2261
[547] Kaf: 50/38, 39.
[548] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 157.
[549] Zariyât: 51/24.
[550] Nasih Mensûh S. 86 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 158.
[551] Tûr: 52/31.
[552] Tûr: 52/45.
[553] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 158.
[554] Kamer: 54/6.
[555] Nasih Mensûh S. 88 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 158.
[556] Vâkıâ: 56/13, 14.
[557] Vâkı'â: 56/39, 40.
[558] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 158-159.
[559] Esbabı nüzul' S. 229 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 159-160.
[560] Mücadele: 58/12.
[561] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 160.
[562] Esbabı nüzul S. 234
[563] Mücadele: 58/13.
[564] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 160-161.
[565] Haşr: 59/7.
[566] Enfal : 8/41.
[567] Haşr: 59/7.
[568] Enfal: 8/41.
[569] Elizah linasihil Kur'an : S. 370, 371
Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 161.
[570] Mumtahîne: 60/8.
[571] Mumtahine: 60/10.
[572] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 161-162.
[573] Esbabı nüzul
[574] Sûrelere ait cedvele B. Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 162-163.
[575] Meariç: 70/5.
[576] Meariç: 70/42.
[577] Nasih Mensûh Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 163.
[578] Müzzemmil: 73/1-5.
[579] İbni Kesir Tefsiri
[580] İbni Kesir Tefsiri C. 4, S. 436, 437
[581] Nasih Mensûh S. 96
[582] Müzzemmil:73/ 20.
[583] Müzzemmil: 73/10.
[584] Nasih Mensûh S. 96 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 163-165.
[585] İnsan: 76/24.
[586] Nasih Mensûh S. 97' Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 165.
[587] Tarık: 86/16, 17.
[588] Nasih Mensûh S. ,99 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 165.
[589] Kâfirûn: 109/1, 2, 3, 4, 5, 6.
[590] Nasih Mensûh S. 104 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 165-166.
[591] Tevbe: 9/41.
[592] El İtkan Fil Kur'an : C. 2, S. 24
[593] Tevbe: 9/91.
[594] El İtkan Fil Kur'an : C. 2, S. 24
[595] Esra: 78
[596] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 166-167.
[597] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 168.
[598] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 168-169.
[599] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 169-170.
[600] En son inen ayetin bâzı rivayetlere göre, Bakara Sûresini 278. ve meali (Ey îman edenler, Allah'tan korkun, faizden kalanı bırakın) (almayın) oian ayetidir. Diğer rivayetlerde ise, yine Bakara Sûresinin. 281. ve meali (Öyle bir günden korkumuz ki o gün Allâh'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tastamam verilecek onlara haksızlık edîlmiyecektir) olan ayeti Kerimesidir. 278, ayetin son olduğunu Hz. Ömer, 281. ayetin son olduğunu ise İbni Abbas rivayet etmişlerdir. (El îtkan C. 1, S. 26-29)
[601] Fihrist S. 24 de, Yemame savaşında gehit düşen 1200 kişinin 70 i hafızlardandı, diye yazar
[602] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 170-172.
[603] Bu husustaki İzahlar, Nâsih-Mensûh bölümündedir.
[604] Ord. Prof. î. Hakkı İzmirlinin «Tarihi Kur'an»ı S. 11 «Elitkan Fükur'an» C. 1, S. 57-59
[605] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 172-174.
[606] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 174-176.
[607] İmam, güvenilen ve uyulması gereken şey veya kimse. 176
[608] Felak ile Nas Sûreleri.
[609] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 176-178.
[610] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 178.
[611] El İtkan : C. .1, S. 6-9 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 178.
[612] Fezaılul Kur'an : S. 1-10
[613] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 178-179.
[614] İtkan : C. 1, S. 9
[615] İtkan : C. 1, S. 60 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 179-180.
[616] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 180-182.
[617] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 182.
[618] İşte tadın (ey inkarcılar cezanızı) artık size Azabınızı artırmaktan başka hiç bir şey yapmıyacağız.
[619] Muhakkak ki Allah, kendisine eş tanınmasını affetmez. ondan başkasını (jjünahlan) diliyeceği kimse için affeder.
[620] öyle bir günden sakınınız ki o gün Allah'a döndürüleceksiniz.
[621] genden yâ Muhanımed fetva isterler. De ki «Allah, babası ve çocuğu olmıyanın mirası hakkında size fetva verir.
[622] Yemin olsun, gerçekten size, aranızdan öyle bir elçi geldi ki, sıkıntınız ona ağır gelir, Üstünüze düşkündür, müminlere şef katilidir esirgeyicidir.
[623] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 182-184.
[624] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 184.
[625] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 185.
[626] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 185-187.
[627] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 187-189.
[628] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 189-190.
[629] Kur'an Tarihi: S. 266-268 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 190-191.
[630] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 191-193.
[631] Kur'an tââlâmn mahluku değildir, o ancak. Rabbın söz çeşidinden kelâmıdır.
[632] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 193-194.
[633] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 194-196.
[634] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 196.
[635] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 196.
[636] Gerçekten biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kür'ain yaptık.
[637] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 197.
[638] Rablarından kendilerine gelen her yeni ihtarı (ayeti) mutlak eğlenerek dinliyorlar.
[639] O, her şeyi Rabbüerniin emriyle helak eder.
[640] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 197-201.
[641] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 201-203.
[642] Buharî Muhtasarı Tecridin 1766, Hadîsidir.
[643] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 203-205.
[644] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 206.
[645] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 206.
[646] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 206-207.
[647] Bu yazı Pariste çıkan Figaro Gaz, Nisalo 1913 yılı nüshasından alınmıştır.
[648] Garplilere göre Kur'an : S. 16-20 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 208-209.
[649] Maide : 5/6.
[650] Bakara : 2/222.
[651] Bakara: 2/222.
[652] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 209-211.
[653] Bakara: 2/173.
[654] Dr. H. Fissinger tarafından 2.9.1953 T. Le Mond gazetesinde çıkan yazısından.
[655] Adil Yüksel: Biyoloji S. 142, 143
[656] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 211-213.
[657] Araf: 7/31.
[658] Bakara: 2/195.
[659] Bakara: 2/286.
[660] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 213-214.
[661] Hürriyet gazetesi : 27.5.1977
[662] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 214-215.
[663] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 215.
[664] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 215.
[665] 1979 da neşrolan Tercümanın Ramazan ilavesinden.
[666] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 215.
[667] Fussılet: 41/11.
[668] Enbiya: 21/30.
[669] Nemi: 27/88.
[670] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 216.
[671] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 216-217.
[672] Şûra: 42/29.
[673] Nûr: 24/45.
[674] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 217-218.
[675] İbnücesir Tef. C. 4, S. 271
[676] Yunus: 10/61.
[677] Sebe: 34/3.
[678] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 218-219.
[679] Nur: 24/35.
[680] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 219-221.
[681] Râd:13/ 3.
[682] Hicr: 15/22.
[683] Fatır: 35/9.
[684] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 222.
[685] Rum: 30/20.
[686] Aliimrân: 3/59.
[687] Ârâf: 7/189.
[688] En'am: 6/98.
[689] Nisa: 4/1.
[690] En'am: 6/2.
[691] Rah: 13/14.
[692] Ârâf: 7/172.
[693] Tank 5, 6, 7
[694] Zümer: 39/6.
[695] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 222-225.
[696] Mûminûn: 23/12, 13, 14.
[697] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 225.
[698] İsra: 17/88.
[699] Yunus : 10/38.
[700] Hud: 11/13.
[701] Tur : 52/34.
[702] Bakara: 2/23.
[703] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 225-227.
[704] Siretür-Resül : S. 99 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 227-228.
[705] Siretür-Resül : S. 102 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 228-229.
[706] Siretür-Resül : S. 122 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 230.
[707] Siretün-Nebi: S. 123, 124 232 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 230-231.
[708] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 232-233.
[709] Ankebut: 29/48.
[710] A'raf: 7/157.
[711] Rum: 30/2, 3, 4.
[712] Tf. İbni Kesir, Tarihi Asri Saadit, Kur'an Dili, Umumî Tanlı
[713] SiretÜnebi S. 249, 250
[714] Kur'an Dili C. 5, S. 3795 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 233-235.
[715] Tf. İbn iKesir C. 4, S. 201
[716] Feth: 48/27.
[717] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 235-236.
[718] Kamer: 54/44, 45.
[719] Enfal: 8/9.
[720] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 236-237.
[721] Tf. İbni Kesir C. 4, S. 289
[722] Maide: 5/54.
[723] Tf. Beyzavâ C. 1, S. 243, 244 238 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 237-238.
[724] Vakıa: 56/I-II.
[725] Vakıa : 56/27-48.
[726] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 238-240.
[727] Ali-İmran: 3/159.
[728] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 240-242.
[729] Srietür-resül : S. 467-490 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 242-243.
[730] Camiussagr : C. 4, S. 253
[731] Şerhulakaıd S. 180
[732] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 243-244.
[733] Le'Ispegne Müslümane au xme Siecle Paris 1932 S. 98
[734] Stolra dei Musulmani di sicilla 2- tab Neş. Nallino C. 2 Katane 1933 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 244.
[735] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 244-245.
[736] Hintli Muhammed Âlinin «Muharomed» adlı eseri Ö.R. Tere. S.24
[737] Clemen Huartin «Histoire des arabea» eseri C. 1, S. 18
[738] Mahmud Esadın Tarihi Dini İslâm C. 1, S. 221-225
[739] Esbabı Nüzul S. 8S-84
[740] Nisa: 4/19.
[741] Le Koran sa poesie et ses Lois S. 96
[742] Les Instituüons S, 136
[743] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 246-249.
[744] Istılahati Fıkhiye Kamusu C. 2, S. 537 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 249.
[745] Nisa: 4/32.
[746] Talak: 65/6.
[747] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 249-251.
[748] İbni Rügdun Bidayetin Müçtehidi C. 2, S. 348 sîtilahatı Fıkluye Kamusu C. 6, S. 332 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 251-252.
[749] Nisa: 4/3.
[750] Nisa: 4/129.
[751] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 252-254.
[752] Ahzab: 33/59.
[753] Nur : 24/30.
[754] Nur: 24/31.
[755] Nur: 24/60.
[756] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 254-255.
[757] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 256.
[758] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 256-257.
[759] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 257.
[760] El-İtkan C. 2, S. 187 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 257-258.
[761] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 258-259.
[762] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 259-260.
[763] Tarih-ul-Kur'an : S. 194-218 260 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 260.
[764] Yusuf: 12/2.
[765] Fussılet: 41/44.
[766] İbrahim: 14/4.
[767] Şuarâ: 42/22.
[768] Tevbe: 9/72. Râd: 13/23. Gafir: 8, Nahl: 16/31. Kehf: 18/31. Meryem: 19/61. Taha: 20/76. Sâd: 38/50. Fatır: 35/33. Saf: 61/12 .Beyyine: 98/8.
[769] Araf: 7/176.
[770] Sebe: 34/16.
[771] En'am: 6/74.
[772] Yusuf: 12/65,72.
[773] Rahman: 55/54.
[774] Hac: 22/40.
[775] Ali-imran: 3/162.
[776] En'am: 6/105.
[777] Aliimran: 3/75.
[778] Nur: 24/35.
[779] Vakıa: 56/18.
[780] Kehf: 18/31. Yasin: 36/56. İnsan: 76/13,.Mutaffifin: 83/23.
[781] Vakıa: 56/18.
[782] Bakara: 2/10.
[783] Cumu'a: 62/5.
[784] Sad: 38/17,19,20,44. Kaf: 50/32.
[785] Kehf: 18/107. Müminun: 23/17.
[786] Bakara: 2/61.
[787] Sad: 38/57. Nebe: 78/25.
[788] Hud: 11/44.
[789] Enbiya: 21/98.
[790] Maide: 5/III. Saf: 61/14.
[791] Bakara: 2/58. Araf: 7/161.
[792] Araf: 7/156.
[793] Taha: 20/130.
[794] Aliimran: 3/193.
[795] Hud: 11/12. Kehf: 18/82. Furkan: 25/8.
[796] Hadid: 57/28.
[797] Tekvir: 81/I.
[798] Haşır: 59/5.
[799] Şûra: 42/12.
[800] En'am: 6/75. Araf: 7/185. Mû'minun: 23/88. Yasin: 36/83.
[801] Sad: 38/3.
[802] Sebe: 34/14.
[803] Mutaffifin: 83/26.
[804] Nur: 24/35.
[805] Müzzemmil: 73/18.
[806] Yusuf : 12/31.
[807] Müzzemmil: 73/6.
[808] Bakara: 2/104.
[809] Maîde: 5/44, 63.
[810] Duhan: 44/24.
[811] Kehf: 18/9.
[812] Furkan: 25/38.
[813] Aliimran: 3/146.
[814] Rum: 30/I.
[815] Kamer: 54/48. Müddessir: 74/26, 27, 42.
[816] Abese: 80/15.
[817] Nalil: 67
[818] Meryem: 19/24.
[819] İnsan: 76/18.
[820] Enbiya: 21/104.
[821] Hud: 11/82. Hicr: 15/74. Fil: 105/4.
[822] Mutaffifin:83/ 7, 8.
[823] Mûminun: 23/20.
[824] Tin: 95/2.
[825] Bakara:2/ 58.
[826] Kehf: 18/29.
[827] Kehf: 18/31. Duhan: 44/53. İnsan: 76/21.
[828] Bakara: 2/260.
[829] Fetih: 48/6.
[830] Bakara: 2/144, 149, 150.
[831] Bakara: 2/185.
[832] Araf: 7/22.
[833] Tâhâ: 20/1.
[834] Meryem: 19/24.
[835] İsra: 17/7.
[836] Hud: 11/40. Müminun: 23/27.
[837] Râd: 13/29.
[838] Bakara: 2/63.
[839] Tâhâ: 20/12.
[840] Bakara: 2/101.
[841] Rahman: 55/37.
[842] En'am: 6/146. Esra: 15, Fatır: 35/18. Zümer:39/ 7. Necm: 53/38.
[843] Rahman: 55/58.
[844] Yâsîn: 36/1.
[845] İnşikak: 84/14.
[846] Enfal: 8/47.
[847] Araf: 7/136.
[848] Bakara: 2/113.
[849] Hac: 22/20.
[850] İnsan: 76/17.
[851] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 260-273.
[852] El İtkan Fil Kur'an C. 2, S. 137, 138
[853] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 274.
[854] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 274-275.
[855] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 275.
[856] Fussilet: 41/33.
[857] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 275.
[858] Âlâ: 87/14,15.
[859] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 275-276.
[860] Beled: 90/1,2.
[861] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 276.
[862] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 276.
[863] Mâide: 5/6.
[864] El İtkan Fil Kur'an : C. 1, S. 36
[865] Tibyan T. Abdest Ayeti Tef.
[866] Tef. İbni Kesir : C. 2, S. 22, 23 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 276-277.
[867] Cumu'a: 62/9.
[868] El İtkan C. 1, S. 37 Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 278.
[869] Katadeye göre Ra'd Sûresi Medinede, 31. ayeti Mekkede inmişmiştir.
[870] İbni Abbasa göre Hac Sûresi Mekked« inmiştir. Cumhura göre
[871] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 278-280.
[872] Ahmet Gürkan, Kur’an’ın Nasih Ve Mensuh Ayetleri, Yeni İlahiyat Kitabevi, Ankara, 1980: 280.