A) Namazın Psikolojik Boyutları
B) Kıbleye Yönelme Psikolojisi
I. Riya (Gösteriş)-İhlas (Samimiyet)
IV. Katı Kalplilik-Yumuşak Huyluluk
II. Evlere Ve Odalara Girerken İzin İstemek
IX. Necva (Fısıltıyla Konuşma)
III. Kendileriyle Evlenilmesi Yasak Olan Kadınlar
IV. Adet Halinde Kadına Yaklaşma
V. Nüşûz (Eşler Arasında Kapris Ve İnatlaşma)
VII. Birden Fazla Kadınla Evlenme İzni
I. Duyu Organları Ve Cinsel Dürtü
Nereden nasıl beni etkilediğini tam olarak ifade edemeyeceğim bir şekilde psikolojiye karşı olan ilgim bir hayli arttı. Bu arada hiç bir zaman kendisinden ayrı kalamadığımız Yüce Kitab'ımızla olan bağımızı bilimsel seviyede sürdürme emelini de her zaman içimde taşıyıp durdum. Ve neticede “Kur'ân Psikolojisi Araştırmaları” şeklinde işlenmemiş bir saha karşıma çıktı. Başlangıçta “İlmî Tefsir Metodu” içerisinde değerlendirdiğim bu sahanın ilk meyvesini “Kur'ân-ı Kerim'de İnsan Psikolojisi” adlı mütevazi çalışmamızla gerçekleştirdik. Fakat kıymetli hocam Prof. Dr.Celal Kırca beyin Kur'ân'a psikolojik yönelişi müstakil, yeni bir ekol olarak değerlendirdiğini öğrenmemizin verdiği cesaretle bundan sonraki çalışmalarımı tefsirde psikolojik metod, (renk, ekol) adına hazırlamayı uygun buldum. Ve bu amaçla “Kur'ân'da İman Psikolojisi” ardından da bu elimizdeki “Kur'ân'da Ahlâk Psikolojisi” adlı çalışmaları hazırlamak bize nasip oldu.
Kur'ân'da Ahlâk Psikolojisi adını verdiğimiz bu çalışmada şu konular yer aldı; İman ve ahlâk ilişkisi, aslında bir kulluk görevi olan ibadetlerimizin ahlâkımızı güzelleştirmede oynadığı roller, Kur'ân'ın iyi mi kötü mü olduğunu kararlaştırdığı, riya (gösteriş)-ihlas (samimiyet), korkaklık-cesaret, nankörlük-şükür, katı kalplilik-yumuşak huyluluk, sabır, haset-kıskançlık-gıpta, acelecilik, tembellik, cimrilik, öfke-merhamet, kindarlık, kibir-tevazu, adalet gibi ahlâkî karakterler, bedenimize ait görevlerden temizliğin psikolojik ve teabbudi boyutları, insanın hem biyolojik hem de psikolojik yapısıyla barışık olmayan içecekler ve yiyecekler, selamlaşma, evlere ve odalara girerken izin isteme gibi nezaket kurallarının psiko-sosyal temelleri. Doğruluk-yalancılık, iftira (kara çalma), gıybet, dedikodu, alay etmek, tartışmak, şaka, necva (fısıltıyla konuşma), güzel söz söyleme gibi sözlü davranışların psikolojik ve psiko-sosyal boyutları. Sosyal psikoloji açısından aile ahlâkı; evlilik, mehir, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar, âdet halinde kadına yaklaşma, nüşuz (eşler arasında kapris ve inatlaşma), boşanma, birden fazla kadınla evlenme izni, anne-babaya iyilik, süt emzirme.
Cinsel ahlâk: Duyu organları ve cinsel dürtü, zinanın psikolojik olumsuzlukları ve bir cinsel sapınç olan eşcinsellik!
Ticaret ahlâkı: Mülkiyet edinme duygusunun doğuştan geldiği ve ahlâkî kontrol altında tutulmasının zorunluluğu, kötü bir karakter olarak israfçılık, faiz, kumar, hırsızlık gibi batıl yollarla başkalarının mallarını yemenin psikolojik ve psiko-sosyal yansımaları.
Bizi, bu çalışmayı ortaya koyacak seviyeye ulaştıran tüm hocalarıma en derin saygı ve şükranlarımı sunar, Yüce Rabbimize hamdederim. Ardımdan dualarını esirgemeyen vefakar anneme, kendisine teşekkür etmek için güzel sözlerin hangisini seçeceğime karar veremediğim hocam babama hürmetlerimi sunarım. 25.3.1996 Darende[1]
Ahlâk kelimesi filolojik olarak arapça hulk veya huluk kelimelerinin çoğuludur. Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de, biri âdet ve gelenek, diğeri ahlâk ve huy manasında olmak üzere iki ayette geçer.
“Bu davranışımız sadece evvelkilerin ahlâkı (ve geleneği)dir.”[2]
“Ve sen büyük bir ahlâk üzerindesin.”[3]
“Hulk” kelimesinin lügat kitaplarında huy, seciye, tabiat, mertlik, din ve yaratılış manalarına geldiği belirtilir. [4] Ahlâkın kelime anlamlarının yanında, terim olarak İfade ettiği muhteva üzerinde de durulmuştur.
“Ahlâk, insan benliğinde yer eden bir melekedir. Bu meleke sayesinde tutum ve davranışlar, hiç bir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan, kolaylık ve rahatlıkla ortaya çıkar.”[5]
Ahlâkın ilgili olduğu bilim dallarından birisi de psikolojidir. Zira her ikisinin de objesi insan ve insanın eğilimleri, davranışlarıdır. Her ikisi de insanın psikolojik (içsel) yapısıyla, davranış bozukluklarıyla ilgilenir. Psikoloji “insanın ne olduğunu” anlamaya yardım ederken, ahlâk da “insanın nasıl olması gerektiğini” araştırır. Bilhassa ahlâkî tutum ve davranışların eğitiminde psikolojinin verilerinden yararlanmak gerekir.[6]
Oysa ahlak eğitiminde psikoloji ilminin verilerinden yeterince faydalanıldığını söyleyemeyiz. Artık psikolojinin insanın ahlâkî değerlerini koruma görevinden kaçmaması lazımdır. Sahası tutumlar, zihinsel işlevler, gözlemlenebildi davranışlar olan psikoloji, insanı harekete sevkeden, yönlendiren ahlâkî değerlerden uzak kalmamalıdır. Çünkü ahlâkî değerler, insanın duygusal ve zihinsel güçlerini şekillendiren kalıplardır. Ahlâk alanındaki çalışmalar psikoloji ilminin verilerinden yararlanmadıkça eksik kalırlar.[7]
Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerim, ahlâk kurallarını emir buyurur veya yasaklarken, bu emir ve yasakların psikolojik ve psiko-sosyal gerekçelerine işaret etmiştir. Yine getirdiği esaslar, psikolojinin müsbet verileriyle yorumlandığında büyük ülçüde uyum göstermektedir. İnsana ahlâkî güzellikleri kazandırmak ve onu ahlâkî kusurlardan arındırmak için Kur'ân-ı Kerim, insanın psikolojik güç ve eğilimlere, zaaflara sahip bir varlık olduğunu daima gözönünde bulundurur.
Kur'ân'daki ahlâkî emirlerin psikolojik boyutlarını incelemek suretiyle aynı zamanda ilgili âyetlerin psikolojik yorumunu, tefsirini yapmış oluyoruz. Böylece tefsir ekolleri içerisinde adından yeni yeni söz edilmeye başlayan “Kur'ân'a psikolojik yöneliş” sahasına mütevazi bir katkıda bulunmuş olacağımızı umuyoruz.[8]
İman, mahiyeti itibariyle birbiriyle bağlantılı birçok boyuttan teşekkül eder. Bu boyutların ahenkli ve uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden mutlak manada olgun, bütün iman oluşur. En genel anlamda iman iç (psikolojik) ve dış (fizyolojik) olmak üzere iki boyuttan meydana gelir. Psikolojik boyut zihinsel, duygusal ve iradi unsurların bir araya gelmesiyle teşekkül eder. Duygusal unsurların içeriği ise, sıdk, sevgi, korku (takva), fedakarlık, tam bir teslimiyet, ihsan (murakabe), ihlas, yakin, güven gibi olgularla doludur. Dil ile ikrar ve amel (ibadetler, ahlâkı davranışlar, hukuki münasebetler) ise, imanın dışa yansıyan tezahürleri olarak fizyolojik boyutu oluşturur.
İmanın hem psişik yapıya ait fenomenlerle (sevgi, korku, teslimiyet v.d.), hem de maddi varlığının ortaya konduğu her çeşit fiille ilişkisi vardır. İnsanın bütün fiilleri, psişik yapı tarafından ortaya konur. Bir iç akt olan iman, amellerin gerçekleşmesini sağlayan, başlıca faktör ve en köklü psişik fenomendir. İnsanın davranışları çoğu kere, bu iç fenomenin gerçekleşmesi anlamını taşır.[9]
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtridir. İnanan bir mümin de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, heva ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güçlülüğü veya zayıflığı belirleyecektir.[10]
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani iman kalbde bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalbdeki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylemler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi oiur.[11]
Bireylerin kalbî inanışları ile inanışa bağlı tutum ve davranışlar bütünlüğü şeklinde gerçekleşmesi gereken iman eyleminde, objektif unsur olarak ameller terkedilirse, ortada sadece basit ve kısır bir duygu ile bilgi kalır. [12] “Psişik enerjimizin verimi olan duygu ve düşünceyi icra eden ancak hareket (action) olur. Esasında duygular bir nitelik (keyfiyet) olarak var olmakla beraber bunların şekil almaları ancak fiillerimizle mümkün olur. Burada diyebiliriz ki, hiç ibadete başvurmayan insanın dindarlığı farazi ve hayalidir. Çünkü pasif bir durumda olan zihni hayatımız ancak hareketle objektifleşir, dıştan görülebilecek hale girer.”[13]
Kur'ân-ı Kerim'de “iman” ile “amel” kavramlarının pek çok âyette yanyana, defalarca ve sık sık tekrar edilmesinin amacı, kalbi imanla, imanın dış boyutu arasındaki münasebetleri belirtmek, mutlak manada bir imanın kalbi ve amelî boyutların birleşerek oluşturdukları kompozisyondan meydana geldiğini vurgulamaktır.
İmanın dışa yansıyan amel (davranış, fiil) boyutu genel hatlarıyla ibadetler, ahlâkî davranışlar ve hukuki ilişkiler şeklinde insan hayatında yer alır. Dolayısıyla gerçek, olgun, imanı bütün bir mümin için, ahlâkî davranışlar imanın fizyolojik (dış) boyutudur. İmanın dışa yansıyan tezahürüdür. Yüce Allah ve onun emirlerine karşı kalbi sıdk, sevgi, takva, fedakarlık, tam bir teslimiyet, ihsan, ihlas, yakın dolu olan bir müminin ahlâkî tutum ve davranışları da inancı doğrultusunda şekillenecektir. Psikolojik açıdan müminin ahlâkî davranışı, onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.[14]
İbadetlerin asıl amacı, kul ile yaratıcı arasındaki manevi bağı daima sıcak tutmak, kesintiye uğratmamaktır. İbadetler, kulun doğrudan Yüce Allah'a karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerdir. Fakat ibadetlerdeki manevi havanın, ruhi annmışlığın, ilâhi nefesin insanın yaşadığı diğer alanlara, tutum ve davranışlara tesir etmediğini söylemeyiz, Abdest, gusül, namaz, oruç, infak gibi ibadetler oluşturdukları manevi havayı; insan ilişkileri, ticaret, bireysel tutum ve davranışlar gibi hayatın her sahasına yansıtırlar. Kur'ân-ı Kerim değişik vesilelerle ibadetlerin insanın ahlâkî yani tutum ve davranışlarına tesir ettiğini vurgular. Fakat ibadetlerin sırf birtakım ahlâkî faziletleri kazandırmak için meşru kılındığı şeklinde düşünceye saplanmak da ifrat teşkil eder.[15]
Namaz Allah'ı anmak için kılınır. Namaz kılan kişi, Allah'ın huzurunda olduğundan gafil bulunmamalıdır. Yoksa kılınan namaz ruhtan yoksun, şekilden ibaret sayılır. Allah'a teslim olup O'nu düşünerek eda edilen namaz, insan ruhunu etkiler, onu iyiliklere yöneltir, kütülüklerden sakındırır. İnsan ruhunda hiç bir olgunluk ve değişiklik meydana getirmeyen namaz, hakkıyla eda edilmekten uzak, sadece bir alışkanlıktan ibaret kalır.[16]
“Namazın verdiği bu ruh, müminin vicdanına öyle bir kuvvet yerleştirir ki, o kuvvet onu daima hayır işlere, iyiye ve güzele sevkeder, şer ve kötülüklerden, fuhuş ve münkerden sakındırır... Bizim, namaz kıldıkları halde ahlaken düşük ve davranışları bozuk gördüğümüz kimselere gelince, şunu hemen itiraf edelim ki, bu gibilerin kıldıkları namaz, ruhsuz cesetten başka birşey değildir. “[17]
“O Kitab'dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı anmak, en büyük ibadettir, Allah ne yaptığınızı bilir.” [18] Vaktinde ve âdabına uygun şekilde eda edilen namaz insan ruhunda hikmetin doğmasına, tavır ve davranışlarında tecellisine vesile olur. Namazla İnsanın gönlü Rabbine bağlanır, Allah'a ulaşmanın zevkine erer. [19]
“Onlar ki namaz kılarlar, zekat verirler ve onlar âhirete de yakinen inanırlar.” [20]
“Namazlara ve özellikle orta ikindi namazına devam edin. Allah'a gönülden boyun eğerek namaza durun.”[21] Namaz kılmak ve Allah'la beraber olmak, keder ve üzüntülerden korur. Bu namaz özellikle ikindi namazıdır.[22] Namaz insanı kötülükten, çirkin işlerden, sabırsızlıktan, cimrilikten alıkor. Namazda gönüllerini saygı ile Allah'a yöneltmeyenlerde namaz bir sonuç vermez, onlar gösteriş ve cimrilik gibi çirkin işlerini sürdürürler. [23] Namazı sırf bir alışkanlık haline getirenler, onun ruhuna inmeyenler kınanmıştır:
“Namazlarından gaflet eden şu namaz kılmayanlara yazıklar olsun! Onlar gösteriş yaparlar, yardım etmezler.”[24]
Sıkıntı ve zorluklara karşı namaz bir kalkandır. Çünkü namaz ruh için kuvvetli bir gıdadır. Ruh kuvvetlenince bedensel acılar, yorgunluklar az hissedilir. Acı ve yorgunlukların tesiri yok denecek kadar azalır. [25] Bundan dolayı Allah (cc.) buyurur ki: “Ehline, namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biz'iz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.”[26]
Namaz korku ve heyecan anında sihirli bir sakinleştirici, yatıştırıcı olarak takdim edilmiştir. Korkuya kapılanların en fazla ihtiyaç duydukları şey, Allah'ın zikriyle kalblerinin yatışmışıdır. Müslüman korku anında bile, Allah ile olan bağını kesmez. Savaş sırasında silahını yanına alarak, yüzünü düşmana dönüp namazını eda eder. [27] “Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsamz namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.”[28]
Namaz kul ile Allah arasında bir bakışmadır. Namaz, kalbin güç kazandığı, ruhun Allah'a bağlılığını hissettiği, nefsin dünya hayatının değerlerinden daha üstün değerler bulduğu bir rabıtadır. Namaz Allah yolunun yolcularına bir azık, çölde susuz kalanlara bir pınar ve tüm ümitlerin suya düştüğü sırada bir ümit ipidir. [29] Namaz tükenmeyen bir hazinedir, kalbi sükunete ulaştırır, azim ve sebat verir. Sabır ipi yalnız namazla uzar ve namazla birlikte oldukça asla kopmaz. Namaz sabırla birlikte, tatlı yüz, iç huzuru ve güven telkin eder. “Nefsani arzuları yenmenin, şehvani duygulan yok etmenin, hak yolunda azimle yürümenin, fesad ve zulümle cihad etmenin zorlaştığı zamanlarda insan oğlunun o ezeli ve ebedi güce sarılmaktan başka çaresi yoktur. Şu mahdut, fani hayatta yollar uzayıp, şiddetler artar, hedefe bakınca henüz ön belirtilere bile rastlamadığı ve ömrün zevale doğru yöneldiğini gördüğü zamanlarda elbette o bitmez, tükenmez ilâhi kuvvete sarılmak mecburiyetini duyar. Şer hareketlerin yayıldığı, hayır fiillerin gizlenildiği, ufukta ışık belirtilerinin görülmediği, yolda işaretlere rastlanılmadığı zamanlarda elbette yöneliş yalnız O'na olacaktır. İşte bu gibi dar zamanlarda namazın hüviyeti ortaya çıkar. Namaz, fani olan insanla, baki olan Allahu Zülcelal arasında bir bağdır. Namaz, bir zerrelik damlayla, bitmez tükenmez derya arasında buluşma zamanı ve yeridir. Namaz, kaynayıp coşan bir hazinenin anahtarıdır. Namaz, fani olan insanoğlunun bu daracık kara parçasının sahasından uçup, kainatı ihata eden ilâhi kudretin sahasına süzülüşüdür. Namaz, kızgın çöl güneşinin altında, serin bir ağaç gölgesidir. Namaz, bir ilkbahar yağmuru ve bitmeyen meltemdir. Namaz, üzgün ve yorgun gönüllerin şefkatli bir el -ilâhi kudret- tarafından okşanışıdır.” [30]
“Ey iman edenler, sabırla bir de namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” [31] İnsan, başı derde girdiğinde namaza yöneldiğinde ruhu açılır, ferahlık duyar. Huzur içinde abdest aldı mı kalbi yatışır. Rabbi'nin huzurunda el bağlayıp işini O'na tevekkül ettiğinde ruhu sonsuz bir hazza ulaşır. [32]
“Sabırla, namazla (Allah'tan) yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.”[33]
Namaz, gün boyunca, insanın yaptığı işleri kuşatırsa, onlara da ibadet ruhu nüfuz eder. Gün boyu namazları edaya devam eden kişi, diğer İşlerini de aynı ruhla yapmakta ve bütün işlerini samimi bir niyetle Allah rızasını umarak sürdürmektedir. Namaz devamlı bir süreç takip etmeseydi, insanın; Allah'la irtibatı ve ünsiyeti azalırdı. Kişiyi gaflet, sıkıntılı meşguliyetler, günlük işlerin doğurduğu huzursuzluklar sarar ve bu olumsuzluklar dünya işlerindeki ibadet lezzetini giderirdi. [34] Onun için namaz günün beş vaktini, beş stratejik noktasını birer nöbetçi gibi tutmuştur. “Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi) ve geceye yakın üç vakitte gereği üzere namaz kıl. Doğrusu bu hasenat günahları yok eder. Bu ibretle düşünenlere bir nasihattır.”[35]
Namaz insana sorumluluk duygusunu kazandırır. Arzu ve emeller uzun vadeli olabilir. Çeşitli nedenlerle kişi hedeflerini gerçekleştirmeye bir türlü yeltenemez. Azmi kırılır, gayreti azalır. Ama namaz kılan bir kimse, vaktinde ve gereği üzere, günler ve belirli saatler boyunca gevşemeyen ve durmak bilmeyen bir azim ve kararlılıkla namazın devamlılığından, vazifeye vefa ve dikkat konusunda istifade eder. Böylece diğer işlerinde de devamlılık ve gayretini, hayatın bütün alanlarına yaygınlaştırma konusunda eğitilmiş olur.[36]
Namaz kılan kişinin, dualarının kabulü ve işlerinde başarılı kılması konusunda Allah'a karşı görevi fazlalaşır. Bu sahadaki tereddüt ve şüphelerden arındıktan sonra kişinin iç huzuru, onu çalışmaya sevkeder, mücadele ve tevekkül duygularını artırır.[37]
Namaz kılan insan, Allah'ın ipine sarılan insandır. Hayatın sıkıntı ve problemleri karşısında dayanıklıdır. Güvendiği ve dayandığı bu gücün varlığı, onu bu sıkıntılar karşısında ümitsizliğe düşmekten korur. Allah'ın yardımıyla başaracağı bir zamanın geleceğine İnanarak yeise düşmez.[38]
“Gerçekten insan haris ve cimri yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokundu mu, feryadı basar. Ona hayır (mal) isabet edince de, kıskanç olur. Ancak namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılanlar o kimselerdir ki, onlar namazlarına devamlıdırlar.” [39]
Namazın, insanın sinir sistemini rahatlatıcı tesiri vardır. Gerginliği giderir, buhranları söndürür, ızdırapları dindirir. Namaz, sinir krizlerinin sebep olduğu uykusuzluk için yerinde bir tedavi sayılmaktadır. Namaz insan duygularını olumlu yönde etkiler. Bu duygular insan hayatım öyle. bir huzur ve ruhu sükunet havasıyla kuşatır ki; bu, insanın fikren dinlenmesinde, duygusal rahatlık içinde hayatını sürdürmesinde sürekli yardımcı olurlar.[40] Belirli aralıklarla her gün tekrar tekrar kılınan namaz, bozulan ruh ve moral dengesini yeniden sağlar. İnsanı disipline ederek, iradesini kamçılar.[41]
Namaz kılanın bedeni, ruhu ve zihniyle günde beş defa yöneldiği kıble, müslümanın edindiği gaye ve yürüdüğü yol için bir istikamet ilham eder. Namaz kılan kişinin, kıbleye yönelmeyi, ondan yüz çevirmemeyi alışkanlık edinmesi bir tür psikolojik şartlanma eğitimidir. Bu eğitim müslümanın ruhuna yansır ve müslüman, gayesine sağlam bir iple bağlanmış, kendine doğru yolu ve yönü seçmiş olur. Doğru kıbleyi yakinen bildikten sonra, sapık akımlara kapılmaz. Kişinin bedeniyle şeklen kıbleye yönelmesi yeterli değil, aynı zamanda zihniyle de yönelmesi gerekir. Bu durum onun gaye olarak Allah'a, din ve yol olarak da İslâm'a sımsıkı sarılması neticesini doğurur. Bundan dolayı kıbleye yönelmek, müslümamn fikrî ve ameli istikameti için bir sembol kabuledilmiştir.[42] Kıblenin en büyük rolü, bütün kıble ehlini birleştirmesi ve onları tek ümmet olarak birbirine bağlamasıdır. Namazın vesile olduğu bu müşterek yön, müsiümanlar arasında kuvvetli bir bağlılık düşüncesini oluşturur. Kabe etrafında milyonlarca müminin kalbi birleşir.[43]
Namazın özellliklerinden biri de kalb huzuruyla Allah'ın divanında durmaktır. Bu huzur, yalnız, namazın başlangıcından bitimine kadar tümünde sağa sola dönmeden, sabit bir yerde durarak ve tayin edilen bir yöne dönerek elde edilir. Şerefli bir yer kabul edilmiş olan Kâbeye bütün müminlerin yönelmeleri, aralarında ülfet ve birlik doğurur. Birbirlerini sevmelerine ve birbirleriyle anlaşmalarına yardımcı olur.[44]
“İnsanlardan bir takım beyinsizler: “Onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Allah'ındır, batı da. Dilediğini doğru yola iletir. Böylece biz sizi insanlara şakird olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin yöneldiğin yönü (Kabeyi) kıble yapmamız, Peygambere uyanları, iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenlerden (cayanlardan) ayırdetmek içindir. Şüphe yok ki bu, Allah'ın kendisini hidayete erdirdiği kimseler dışında kalanlar için büyük (bir yük) tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah, insanlara şefkat ve merhamet edendir. Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Bunun için seni elbette hoşnud olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nereden bulunursanız, yüzünüzü o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilenlere her âyeti (delil) getirsen de onlar senin kıblene tabi olmaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onların bazısı da bazısının kıblesine uymaz. Andolsun, şayet sana gelen bu kadar ilimden sonra onların heva ve isteklerine uyacak olursan, şüphesiz, o zaman zalimlerden olursun.” Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bildikleri halde hakkı gizlerler. Gerçek Rabbindendir. Şu halde sakın şüpheye kapılanlardan olma. Her ümmetin, kendisine doğru yöneldiği bir yön (Kıble) vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışınız. Her nerede (sefere) çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir. Her nereden (yola) çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı (kullanabilecekleri) delilleri olmaması için her nerede olursanız, yüzünüzü o tarafa çevirin. Onlardan korkmayın, benden korkun da; üzerinizdeki nimetlerimi tamamlayayım. Umulur ki hidayete erersiniz.”[45]
Tek olan kıbleye yönelme, kişiye bütün kabiliyet ve yeteneklerini bir noktada birleştirme alışkanlığı kazandırır, İnsan bütün işlerini ve hayattaki çalışmalarım bir yönde toplar ve gayesine doğru kademe kademe ilerler ve en uzaktaki hedefine varır. Güç ve kabiliyetlerini, gayret ve çabalarını bir istikamette toplayamayan, çeşitli yönlere dağılan ve yaşamları süresince bir gayeye ulaşamayan, dünyada gelişi güzel bir hayat sürüp, her zaman bir yoldan diğerine geçen insanlar hayatta başarılı olamazlar. Zamanın olaylarına ve problemlerine göre değişen arzuları arasında psikolojik bir çatışmaya girerler, yaptıkları boşa çıkar.[46]
Müminler orucu faydasından dolayı değil, Allah emrettiği için tutar. Ama şurası bir gerçektir ki, Allah'ın emrettiği şeyler insanın yararına olan şeylerdir. Oruçta da insan için biyolojik ve psikolojik pek çok faydalar vardır. Her şeyden önce oruç nefsin şehvetini kırar, önüne geçilmez ihtiraslarını ve taşkınlıklarını frenler.[47]
Nefis insanın yaşaması, üremesi ve yaşam faaliyetlerini devam ettirebilmesi için yaratılmıştır. Fakat aynı zamanda insanlar nefsi dizginlemek, ona hakim olmak, onun zararlarından korunmak zorundadır. Dolayısıyla nefs-i emmare için bir takım baskı, kontrol ve düzenleme mekanizmalarına ihtiyaç vardır. İşte bunların başında oruç gelir. [48] “Ey iman edenler, sizden evvelkilere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Ta ki, konmasınız.”[49]
Oruç insanın duygu ve düşüncelerine saflık ve incelik kazandırır. İnsanı şefkatli, yumuşak huylu yapar. [50] Sevgi, merhamet gibi duyguların açığa çıkmasına zemin hazırlar. Kalbleri yumuşatıp iman gereği iyi huyların canlanmasına aracılık eder.[51]
Oruç insana sabırlı ve dayanıklı olma alışkanlığı kazandırır. Sıkıntılı anlarda, zor şartlarda, oruç tutan insan sıkıntılara karşı bağışıklık kazanmış durumdadır. Ama oruç tutmayan insanlar ise daha işin başında ruhen çökerler.[52]
Orucun emredilmesindeki psikolojik hikmet nefsi terbiye etmek, sabra ve zorluklara dayanmaya alışmaktır. Oruçla insanın azim ve iradesi kuvvetlenir. Arzu ve isteklerine hakim olabilme kabiliyeti kazanır.[53]
Oruç manevi duygulan kuvvetlendirir. Ruh beden kafesine bürününce maddenin etkisinde kalıp hayvansal duyguların esiri olur. Oruçla insan açlığa alışırsa, maddi arzular zayıflar, ruhani hisler kuvvetlenir, kalb gözü açılır.[54]
Tokluk ağırlaşmaya, zihnî donukluğa, gönül darlığına sebep olur. Açlık ise bedeni rahatlatır, çeviklik ve zindeliği artırır. Zihni berraklaştırır, gönlü ferahlandırır. [55] Vücudun açlığıyla. dimağın zindeliği artar. Tokluk tembellik ve ağırlık getirir. [56] “Oruç tutmanız sizin hakkınızda hayırlıdır, bilirseniz.”[57]
Oruçta sinir sistemi tam bir rahatlama içindedir. Bir ibadeti yerine getirme mutluluğu insandaki gerilim ve bunalımları hemen hemen tümüyle yok eder. Bir ay boyunca ibadet zevki ile huzura eren bilinçaltı sanki yıkanmış gibi sinir sistemindeki gerginlikleri silip götürür. Oruçlu bulunulduğu sürece cinsel arzulardan uzaklaşmak da sinir sistemi üzerindeki pek çok olumsuz etkileri kaldırır.[58]
“Oruç tutan kişi, sırf Allah'ın rızasını tahsil için aç kalmaktadır, dünya nimetlerinden uzak durmaktadır. Meseleyi bu açıdan ele alırsak, orucun, sırf Allah'ın emridir diye, herhangi bir fayda, bir çıkar gözetmeksizin tutulması gerekir. Böylesine hasbi bir davranış, bu şekilde bir teslimiyet ve en büyük yerden gelen emre itaat ise insana, insan olma haysiyet ve şerefini taşıyan kimseye, insan olma hazzını duyan bir kişiye büyük bir ruhi huzur ve doyum verecektir. İşte bu noktada orucun en büyük faydası, paha biçilemeyecek kazancı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu, büyük bir ruh ve vicdan huzuru, borcunu ödemiş, vazifesini yapmış kimselerin eriştiği tatmin duygusudur.”
İnsan ruh ve bedenin birleşmesinden meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın rahat ve huzuru bu iki unsur arasındaki dengenin varlığına bağlıdır. Psikolojik açıdan araştırıldığında beden ve ruh arasındaki dengeyi sağlayan en kolay ve uygulanabilir vasıtanın oruç olduğu gözlenmiştir. İnsanın iradesini güçlendiren faktörlerin başında oruç geldiği görülmüştür.[59]
Oruç ibadetinde riya ve gösteriş bulunmaz. Bir kimsenin oruçlu olup olmadığının bilgisi Allah (c.c) ile o kişi arasındadır. Yalnız Allah'ın rızasını umarak oruç tutan kimse, gizli-açık her nerede olursa olsun Allah'tan korkmayı ve sakınmayı, oruç vasıtasıyla öğrenir. Kişinin zihnine yerleşen, her yaptığı şeyin Allah tarafından bilindiği inancı ona vicdani bir rahatlık ve huzur verir. Böyle kimselerde ruhi bozukluklar ve dengesizlikler gö-rülmez. [60] “Oruç nesillerin ruhunda emanet duygusunun filizlenmesi için en hayırlı bir vesiledir. Yeni terbiye metodu, amelî yoldan çocuğu emin kılmaya önem verir. Bu arada oruca benzer bir yol mevcut değildir. Oruç, yemek ve içmeyi terketmeye bir davettir. Oruç tutanın gözetleyicisi ise, onun kalbidir. Dilerse yer, arzu ederse su içer ve Allah'tan başka kimsenin onu görmediğini bilir.”[61]
Hac ibadetine bakıldığında onun, İslâm'ı ayakta tutan en güçlü sütunlardan biri olduğu görülür. Batılılar, haccın müslümanların kalblerini ne denli etkilediğini, müslümanlar arasındaki bağları ne derece güçlendirdiğini, dinî ruhu ne derece temizleyip arındırdığını bilirler. Zengin-fakir, idareci-idare edilen, işveren-işçi bir araya gelerek gönüllerini güçlendirirler, kalbleri-nin derinliklerinde İslâm'ı yenilerler, aralarındaki bağları kuvvetlendirirler. Orada hayır, mutluluk, rahat ve sükun bulurlar.[62]
Hac ibadeti insan sevgisini İslâm kardeşliğini geliştirir. Her insanın Allah katında eşit olduğu düşüncesini aşılayarak, insanların kibir ve gurura kapılmalarım önler. İradeyi güçlendirir, zorluklara karşı insanı sabırlı ve dayanıklı yapar. Nefse hakim olmayı öğretir. Dini duyguların gelişmesine tesirde bulunarak, bu duygunun şuur haline gelmesine yardım eder.[63]
Hac ibadeti; rengi, hedefi ülkesi ne olursa olsun bütün dünya toplantıları arasında mutlak güven, ruhi sükunet ve huzurun hakim olduğu yegane toplantıdır. [64] Herkesin ihrama girmesi dünyadan giderken götüreceği kefeni hatırlaması, dünya hırsına kapılmaması içindir. İhram giymek, kişiye, zenginliğinden ve mevkiinden dolayı kimseyi küçümsememeyi, herkese karşı alçak gönüllü olmayı ilham eder, egoizmi giderir.[65]
“Hacc bilinen aylardır. Her kim o aylarda kendisine haccı farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de azık edininiz. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır. Ey kamil akıl sahipleri; Benden korkun.”[66] Büyük küçük her türlü günahtan sakınmak kişiyi Allah'a bağlayıp her şeyden vazgeçirir. Hacda mümin dünya meşguliyetlerinden elini çeker. Allah'a bağlı bir ruh hali meydana getirmek için üzerindeki dikişli elbiseden soyunur. Kabenin şerefine yakışır şekilde edepli tavır takınır.[67]
Allah'ın kutsal kıldığı mekanlarda müslümanlar birbirleriyle tanışarak aralarında ülfet ve yakınlık tesis ederler. Hacca giden insan malını, bedenini ortaya koyarak, ailesinden dostlarından ayrılığa ve yolculuğun meşakkatlerine katlanarak bu İbadeti eda etmeye giriştiği için aynı zamanda sabretmesini de öğrenir.[68]
Haccın amacı ruhu dünya düşüncelerinden arındırıp Allah'a yöneltmektir. Hacda başkalarını incitmek, gönül kırmak gibi şeyler yoktur. Hacı adayı azığını beraberine alarak gönül huzuru içinde ibadetini ifaeder.[69]
Hac, ferdî şuurun asgari seviyeye inip, içtimai şuurun azami sınıra eriştiği bir ibadettir. Hacda oluşan içtimai heyecan ve coşku seline kendilerini kaptıran bireyler, cismani varlıklarından sıyrılarak toplum içinde erirler. Ferd olarak fani, toplum olarak bakî olurlar.[70]
Hac ibadeti müslümanın kalbini Allah aşkıyle dolduran psikolojik bir eğitimdir. Mukaddes hislerin kaynaştığı mübarek beldede İslâm'ın azamet ve ihtişamını gören müslümanın Allah'a ibadet aşkı artar. İşlediği günahlara pişmanlık duyar. Resulullah'a karşı sevgi ve bağlılığı artar. Dünyanın her tarafındaki müslümanlara karşı kardeşlik duyguları uyanır. İçinde dini kahramanlık meşalesi yanar. İslâm'ın yüce prensiplerine uyma istek ve gayreti artar. Mukaddes topraklar ve oraların hatırası... Haccın ayırıcı izleri ve bunların ruhlar üzerinde bıraktığı tesir... Cemaat kuvveti, onun düşünce ve davranıştaki tezahürü gibi insanın ruh dünyasında meydana gelen daha pek çok psikolojik tesirler... İşte bütün bunlar müslümanın ruhu üzerinde derin tesirler bırakmaktadır. Böylece müslüman, seyahatından tertemiz bir kalble, tertemiz bir yoldan hayır işlere karşı azimeti her zamankinden daha kuvvetli, şer kuvvetlerin tahrikine karşı daha sağlam bir halde döner... İşte müslümanın geçirdiği bu psikolojik eğitim, onun manevi varlığını kuvvetle sarar ve kendisini yepyeni bir hayata kavuşturur. Adeta kendisini yeni doğmuş bir çocuğa döndürür. “[71]
Hac ibadeti, “kitleler psikolojisi açısından ele alındığında insanın apayrı bir yönü ortaya çıkar. İnsan fıtraten medeni olduğu için, kitlevi bir yanı da vardır. Bu tarafının tatmin edilmesi gerekir. Yani ben inanç ve anlayışımda yalnız değilim. Benim imanımı takviye eden bu kadar deliller var. Dünyanın dört bucağından gelmiş, ayrı ayrı dilleri konuşan, ayrı ayrı renkten komutanından erine, devlet başkanından halkına varıncaya kadar aynı inancı paylaşan bu kadar insan, bembeyaz ihramlar içinde aynı zikri beraber yapıyor, Kabe karşısında hepsi de aynı huzur ve huşu içerisinde... İşte bütün bunlar kitlevi yönümüzü iliklerimize kadar takviye eder. İmanımız sadece kendimize, kendi bulduğumuz ve duyduğumuz delillere münhasır kalmaz, Hacca gelenler sayısınca sanki kuvvet kazanıp pekleşir.”[72]
Şüphesiz mal ve servet oldukça çekici ve tatlıdır. İnsan paraya çok tutkun ve düşkündür. Maddenin aşağıya çekip kendine yapıştığı bir İnsan yükselemez, melekut âlemine çıkamaz. Malın kirlettiği ruh ve kararttığı kalb, manevi gerçekleri göremez, ilâhi sırları idrak edemez. Bunun için bir ruh temizliği, kalb arındırması gereklidir. Her hastalık kendi cinsinden bir şeyle tedavi edilir kuralı uyarınca, maldan gelen hastalık yine malla tedavi edilir. Bundan dolayı malın belli bir kısmının yoksullara verilmesi, hayır yolunda harcanması emredilmiştir. “İyilik yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; O'nun sevgisiyle malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolculara, düşkünlere ve kölelere hürriyete kavuşmaları için veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve akitleştiklerinde akidlerine vefa gösterenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da bunlardır.”[73]
“Allah, faizi mahveder. Sadakaları artırır ve Allah hiçbir günahkar kâfiri sevmez” [74] Sadaka Allah'a ve ahiret gününe inanan müminin psikolojisinin bir göstergesidir. O başkasını kendisine tercih eden bir psikolojinin alâmetidir.[75]
“Onlar ki namaz kılarlar, zekat verirler ve onlar ahirete de yakinen inanırlar.” [76] İnsan ruhunu yücelten zekat, doğuştan gelen bencilliği yok eder.[77]
“O halde ey inananlar, yakınlığı bulunana, yoksula, yolcuya hakkını verin. Bu Allah'ın rızasını isteyenler için daha hayırlıdır. Ancak bunlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış için verdiğiniz faiz Allah katında artmaz.”[78] Zekat veren toplumlarda, bireysel olarak, insanlarda nezaket, hoşgörü, sevgi, fedakarlık, başkalarının hakkına saygı gösterme faziletleri gelişir.[79]
“Müminler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki onlar namazlarında huşu içindedirler, onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Ki onlar zekatlarını verirler.” [80] Zekat kalbi temizler, cimrilikten arındırır. Şeytanın fısıldadığı fakirlik vesvesesinden insanı kurtarır. [81]
“Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”[82] İnfak, insanın hırsın, cimriliğin, egoizmin pençesinden kurtuluşu demektir. “Ne infak edelim?” diye sana soruyorlar. De ki: “Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlersiniz, şüphe yok ki, Allah, onu hakkıyla bilir.” Zekat toplumda psiko-sosyal yapıyı etkiler. Toplumun bireyleri arasında tesanüdü sağlar. Ayrılık fikirlerini şuurlardan siler.
“Psikolojinin verilerine göre, ruh sağlığının esası insanın sosyal hayata katılması, topluma faydalı olduğunu hissetmesine bağlıdır. Zekat toplumsal katılımın en canlı örneklerinden biridir. Yine psikolojinin verilerine göre, zekat inananı mali ibadete alıştırmak suretiyle, onu ruhi bunalımlara, hatta intiharlara götüren mal tutkusunun esiri olmaktan kurtarır. [83] İnfak eden yani veren insan kalbinde ve şuur altında bir rahatlama ve zevk duyarak mutlu olur.[84]
Zekat, zenginlerle yoksullar arasındaki çekememezlik hastalığına tesirli bir ilaçtır. Zenginlerin fakirlere yardım ellerini uzatmasıyla, yoksulların zenginlere karşı duydukları kin ve nefretleri söner, gönülleri sükuna kavuşur. [85]Zekat vermek müminler arasında nefret ve düşmanlığın ortadan kalkmasına neden olduğu gibi, muhabbet ve dayanışma kapılarını açar.[86]
Zekat insandaki hasislik, pintilik, cimrilik gibi huylan giderir. Yerine, cömertlik ve iyilik duygularını getirir. Merhamet' duygularını geliştirir, gönül zenginliği kazandırır, insanı inceltir, yumuşatır. Kalb katılığını giderir.[87]
“Günümüzdeki psikoloji bilginlerinin yaptıkları araştırmaya göre insanoğlu yapılan ihsanlara karşı bir gün mutlaka düşmanlık beslemektedir. Psikolojik bir vakıa olarak ihsanın karşılığı düşmanlıktır.
Psikoloji alimleri buna sebep olarak şunu ileri sürmektedirler: Sadaka alan kişi verenin karşısında zaaf ve noksanlık hissetmekte ve bu duygu şuur altında yer ederek kendisini rahatsızlandırmaktadır. Kendisinden üstün olan kişiye karşı kin ve düşmanlık emareleri göstererek ondan daha üstün olduğunu kabul etmeye çalışmaktadır. Zira hep veren kişinin karşısında kendisinin küçüldüğünü ve zaafım kabul etmektedir. Veren kişi de daima karşısındakine karşı kendisinin üstünlüğünü izhar etmektedir. Bunun neticesi sadakayı alan kişi karşısındakine düşmanlık yapacak kadar nefsinin rencide edildiğini hissetmektedir.
Bu sayılan sebeplerin bütünü belki cahiliyyet cemiyetleri için doğru olabilir. Ne yazık ki bu cemiyetler İslâm'ın ruhundan habersizdirler. İslâm'ın hükümlerini bilmezler. Fakat aynı iddialar bu din için mevzubahis değildir. Zira İslâm bu problemi daha başka şekillerde halletmiştir. Fertlerin gönüllerine mal ve mülkün Allah'ın ihsan ettiği rızıklar olduğu fikrini yerleştire-rerek bu probleme çare bulmuştur. Bu hakikat karşısında uzak ve yakın bütün rızıkların esas sebebini bilmeyenlerden başka kimse münakaşa etmez. Bütün rızıklar Allah'ın ihsanıdır ve oraya hiç bir insanının kudreti ulaşamaz. Bir buğday tanesinin yetişmesi için güneşten toprağa, havadan suya kadar bütün tabiat kuvvetleri birlikte emek sarf etmişlerdir. Ve bütün bunları var etmek insanoğlunun kudreti dahilinde olmayan şeylerdir... Bir damla sudan tutun da kainatta mevcut olan her şeyi bu bir buğday tanesine kıyas edin. Mal sahibi bir şey infak etmişse Allah'ın malından infak etmiştir. Verdiği her sadaka Allah-ü Teala'ya verilen bir karzdır. Şüphesiz ki, Allah-ü Zülcelal onların karşılığım kat kat fazlası ile verir. Bunun karşılığında sadakayı alan mahrum kişi de Allah-ü Teala'nın kat kat ihsan etmesi için mal sahibine bir vasıladır. İşte şu anda karşısında bulunduğumuz, İslâm adabı bu şuurun neticesinde ortaya çıkmıştır. Âyet-i kerime bir kat daha bu duyguyu gönüllere yerleştirmekte, veren kişinin üstünlük taslamamasını, alanın da horlanmamasını temin etmektedir. Çünkü her ikisi de Allah'ın rızkından yemektedirler. Veren kişi Allah'ın yolunda yine Allah'ın malını vermişse mutlaka bunun mükafatını Allah'ın ind-i İlâhisinde görecektir. Verirken de Allah'ın belirttiği bu edep tavrını takmmalıdır. Allah-ü Teala'nın kendilerinden almış olduğu ahde sadakat göstermelidirler.”[88]
“Birçoklarının anladığı, gibi karakter doğuştan gelen bir şey değildir. [89] Karakter kısaca “kişiliğin ahlâkla ilgili yönü”[90] olarak tanımlanır. Karakter, bireyin davranışının iradi olan yönünü, güdü ve yönsemelerini kontrol eden sabit ve sağlam prensipleri ifade eden bir kavramdır. [91] Bir başka deyişle, birey davranışlarına ahlâkî ve iradi yönden bakıldığı zaman, bunların değişmez ve sağlam prensiplere göre işleyişine karakter denir. [92] Allport ise, “Karakter, insanın içinde yaşadığı çevrede geçerli olan değer yargılan ve ahlâk kurallarını kullanış biçimidir.”[93] der. Psikoloji açısından karakterin iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, olumlu-olumsuz yanlarının bulunduğu kabul edilir.[94]
Karakterin önemli yönü ise, davranışlarımıza esas olan ahlâk kaideleri ve ahlâkî değerlerdir. İnsanın bir ahlâk prensibine göre hareket etmesi onu sevmesine, benimsemesine, ona değer atfetmesine bağlıdır. Kişinin benliğinde değer kazanmayan en mükemmel ahlâk prensipleri bile onun için pek fazla bir anlam taşımaz.[95]
Kur'ân-ı Kerim, riya-ihlas, korkaklık-cesaret, nankörlük-şükran, katı kalplilik-yumuşak huyfuluk, sabır, haset-kıskançlık-gıpta, acelecilik, tembellik, cimrilik-cömertlik, öfke-merhamet, kin, kibir-tevazu, adalet gibi olumlu ve olumsuz karakterleri ve bunların dayandığı psikolojik ve psiko-sosyal temelleri zikretmiştir.[96]
İnsanlardan ilgi, alaka, saygı görmek, övgü duymak, birtakım maddi çıkarlara kavuşmak niyetiyle, davranışlarını, özellikle iyiliklerini başkalarına göstermeye çalışmak riya olarak tanımlanmıştır.[97] Kulluk açısından riya, “Allah'a ibadet ederken insanları kasdetmek” [98] Allah'a karşı görevini yapıyor görünüp, insanların ilgi ve sempatisini sağlamaya gayret etmektir. Kişi bedeni, şekil ve görünüşü, sözü, işi, nüfuzu aracılığıyla gösterişe kaçabilir. [99] Riya ya işin başında, ya iş yapılırken veya işlendikten sonra amele karışabilir. [100] Bu tutumu Kur'ân-ı Kerim ahlâkî kusur olarak değerlendirir.
“Vay namaz kılanların haline ki; onlar kıldıkları namazdan gafil olanlardır. Onlar gösteriş yaparlar. “[101] Samimiyet karakterinin zıddı olan riyakarlık, toplum bireylerinin birbirleriyle kaynaşmasını önler, ilişkiler yapmacık ve soğuk olur. Çünkü riyakar kalbinde olmayan bir şeyi dışarıya yansıtmaktadır. Yaptığı her işi, başkaları iyi zannetsin diye, “desinler” için [102] yapar.
Kur'ân-ı Kerim, riyakarlık yerine “ihlas” karakterini öngörür. Kalbî, psikolojik bir eylem olan ihlas iyi niyet ve sağlam iradenin ürünüdür. [103] Samimi insan, sevgisinde, dostluğunda, hertürlü insani ilişkilerinde, yapmacıksız ve içten davranır. Kalbinde başkalarına karşı kin, hased, kötü zan gibi duygular beslemez, yaptığı işlerinde, gösteriş, menfaat, şöhret gayesi gütmez.
İhlas duygusu zaten başhbaşına kötülüğü önleyen ahlâkî bir değerdir. Yusuf (as)'ı kötü bir davranışa düşmekten alıkoyan da bu asil duygudur.
“İşte biz ondan fenalığı ve fuhşu gidermek için böyle yaparız. Çünkü, o bizim ihlaslı kullarımızdandır.”[104]
Korku canlılarda kendini koruma içgüdüsüne bağlı olarak gelişen duygudur. [105] Bu duygu, canlının, görülür veya görülmeyen tehlikelere karşı gösterdiği bir tür tepkidir. [106] Korkan kimse, ya korktuğu olay veya nesneden çekinmeye çalışarak kaçar ya da olduğu yerde siner.[107] Korku hissi insanın benliğini sarınca, önüne çıkan tehlikeye ve kötülüğe karşı çıkma gücünü gösteremez... Dili tululur, adaleleri gevşer.[108] Kötülüğe karşı koyabilmesi için, korkuyu atmış olması gerekir.[109]
Psikoloji literatüründe, kaçış, dehşet, panik anlamında “fobi” kavramıyla ifadesini bulan korku; kişide, anlamsızlığını ve gereksizliğini bilmesine rağmen, önlenemeyen, denetlenemeyen bir durumdur. [110] Meydan korkusu, bayılma korkusu, kapalı yer korkusu, kızarmaktan korkma (erotofobi), hastalık korkusu (nozofobi) gibi fobi türlerinden bahsedilir.[111]
Korkaklık bir insanın benliğine iyice yerleşir, onda bir karakter halini alırsa, o kimse pısırık, çekingen, ikiyüzlü, içten pazarlıklı, dalkavuk olur. Hiç bir zaman gerçek yüzünü göstermez, düşüncelerini serbestçe açıklayamaz. Bu yüzden ahlâkî manada karaktersiz biri olur çıkar.[112] Korkaklık, insani ilişkilerde başarısızlığa götüren, sakin bir hayat sürmekten, verimli işler yapmaktan alıkoyan bir karakterdir. Korkak kimse, sadece kendini düşünür, birlikte yaşadığı kimselere hiç bir şey veremez Bu tür sebeplerle, şahsiyet ve karakter gelişimini tamamlayamaz[113] Korkaklık bu kimsede, sebatsızlık, tembellik, aşağılık kompleksi, arsızlık meydana getirir.[114]
İşte İslâm, bu manada korkaklığı ahlâkî açıdan olumsuz bir karakter olarak değerlendirir. Peygamberimiz (sav); “Allah'ım! Korkaklıktan sana sığınırım...”[115] buyurur.
Kur'ân ahlâkında Allah korkusu ne kadar övgüye layıksa, insanlardan korkmak da o kadar yerilmiştir. Kur'ân insanın korkaklıktan, zayıflıktan kurtulup güçlü bir şahsiyet kazanmasını, zorluklara karşı direnme gücüne sahip olmasını ister.
“Kur'ân-ı Kerim, korkaklık karakterine karşılık ölçüsü ve gayesi belli “cesaret”i önerir. Cesaret karşılaşılan tehlikelerin harekete geçireceği heyecan, korku, endişe tereddüt gibi duyguları bastıran, onlan yok eden psikolojik bir haldir.[116] Gerektiği yerde şiddet ve tehlikeye karşı yürümeyi, kalbin yılmamasını ifade eder. Cesaret, kalpte oluşan bir kuvvet, iradede meydana gelen bir sebattır.[117]
Cesareti bir karakter haline getirmiş kimseler çok rahat yaşarlar, en dehşet verici anlarda bile, soğukkanlılıkla akıllarını kullanmasını bilirler.[118] Hayatın ezici elem ve kederlerini, sabır ve sükunetle karşılar, onlardan yılmazlar.[119] Cesaret, insanı daima terakki ve ileri gitmeye, hakkı konuşmaya motive eder, sürekli gayret ve faaliyete sevkeder.[120] Bu karakter, vakar (olgunluk), necdet (hadiseleri göğüsleme), gayret ve ideal yüceliği, azim, soğukkanlılık, sabır, tevazu, fedakarlık gibi karakterleri de beraberinde getirir.[121]
Kur'ân'ın öngördüğü cesaret körükörüne, başına buyruk, kontrolsüz bir tutum değildir. O, hak dinin davasına hizmet eden, yüce bir gayeye yönelik, disiplinli bir cesarettir.[122]
“Ey müminler, çevrenizdeki kâfirlerle, onlar sizden merhamet isteyinceye kadar savaşın. Fakat her zaman hatırlayın ki, Allah kendinden korkanlarla beraberdir.”[123]
“Vaad ettikleri şeyden dönen ve Allah'ın Elçisini yurdundan çıkarmayı aklına koyan kimselerle savaşmayacak mısınız? İlk önce onlar saldırdı. Ne? Korku mu duyuyorsunuz onlardan? Eğer siz gerçek müminlerseniz kendisinden korku duymanıza Allah daha çok yaraşır.”[124]
Cesaretin bir gayesi olduğu gibi, ölçüsü de olmalıdır. Hiddet, şiddet, bağırıp çağırma, cesaret demek değildir. Bu gibi durumlar o kimsenin cesaretinden çok zayıf ve aciz kimse olduğuna delalet eder.[125]
Psikolojik bir durum olan cesaretin kaynağı iman ve Allah'a bağlılıktır.[126]
“Bir kısım insanlar müminlere düşmanlarınız olan insanlar, size karşı toplandılar, aman sakının onlardan dediklerinde bu, onların imanlarım bir kat daha artırmış ve Allah bize yeter...”[127]
“Ey iman edenler, harb eden bir düşman topluluğuna çattığınız vakit sebat edin ve Allah'ı çok anın ta ki, umduğunuza kavuşasınız.”[128]
Nankörlük, genel olarak, “nimete karşı yapılması gereken şükrü terketmek” [129] anlamına gelir. Kişinin, başına gelen musibetleri anıp, kendisine verilmiş nimetleri unutup görmezlikten gelmesi nankörlük karakterini uyandıran durumlardan biridir.
“Eğer yüz çevirirlerse; biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen, yalnız duyurmaktır. Biz insana, bizden bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı başlarına bir kötülük gelirse, hemen insan nankör olur.”[130]
İnsana ulaşan sıkıntıların ve korkuların ortadan kalkması kaybolması da nankörlük öğesinin ortaya çıktığı durumlardandır. “Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yal vardıkların iz kaybolur. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür.”[131]
Nankör kimse, ortada oklusu halde Allah'ın nimetlerini görmezlikten, kendisine verilen nimetleri, kendisinden uzak tutulan çeşitli belaları ve kötülükleri bilmezlikten gelir. “O'dur ki, sizi diriltti, sonra sizi öldürür, sonra yine sizi diriltir. Hakikaten insan çok nankördür.”[132]
Nankör insan, Allah (cc)'ın nimetlerine karşı duyarsız, kendisine bahşedilen nimetlerin kadrini bilemeyen kimsedir.
“O gün, herkes kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez. Allah güven içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler, yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.”[133]
Nankörlük her insanın fıtratında olmakta birlikte, karakterleri iman esaslarına göre şekillenmeyenlerde iyice belirginleşir. [134] “Kahrolası insan ne de nankördür.”[135]
Kur'ân-ı Kerim, nankörlük duygusuna alternatif olarak şükran hissini, minnettarlık duygusunu önerir. Minnettarlık İslâm ahlâk sistemi içerisinde önemli bir yer işgal eder. Bu duygu, insanın Allah'ın âyetlerine karşı gösterdiği olumlu tepkinin ürünüdür.[136] İnsan hayatta hoşuna giden veya gitmeyen olaylarla karşılaşır. İşte bunlardan hoşuna gidenlere şükürle, gitmeyenlere de sabırla karşılık vermelidir.[137]
Şükür olgusu kişide, bilgi, tutum ve davranış şeklinde ortaya çıkar. İnsan bilgisiyle nimet verenin nimetini tanır, tavırlarıyla nimet karşısındaki sevincini belli eder, davranışlarıyla nimeti verenin emir ve isteklerine uygun hareket eder. Kalb, dil ve beden birlikte ortaklaşa şükür eylemini gerçekleştirirler. [138] Kalb nimeti unutmayarak, dil nimet vereni anıp övgüde bulunarak, organlar meşru yoldan nimete erişerek, kulluk görevlerini yerine getirerek şükürde bulunurlar. [139] Şükürde, Yüce Allah'ı ve onun verdiği nimetleri itiraf ve O'na yakınlaşma söz konusudur. [140] Asıl şükür, söz ile tekrardan çok, uygulama ve eylemdir.[141]
“Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin! Şayet sadece Allah'a ibadet ediyorsanız O'na şükredin.”[142]
“...Kim dünya menfaatini isterse ondan kendisine veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ondan kendisine veririz. Şükredenleri mükafatlandıracağız.”[143]
“...Allah, size bir zorluk çıkarmayı dilemez. Fakat o, temizlenmenizi ve üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”[144]
“Düşünün ki, bir zaman saymız azdı. Yeryüzünde zayıftınız. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Öyle iken Allah sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve sizi helal ve temiz şeylerle rızıklandırdı ki, şükredesiniz?”[145]
“İçindeki taze etlerden yemeniz takındığınız süs eşyasını çıkarmanız için denizi emrinize veren Allah'tır. Sen, gemilerin denizi nasıl yararak seyrettiğini görürsün, lütfundan rızık aramanız ve şükretmeniz için Allah böyle yapmıştır.”[146]
“Biz şüphesiz Lokman'a hikmet verdik. Ve Allah'a şükret diye emrettik. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki Allah müstağnidir, her türlü övgüye lâyıktır.”[147]
Şımarıklığı, ölçüsüzlüğü, inançsızlığı, şahsi çıkan ön plana çıkaranlarda kalbler kısa zamanda katılaşır. [148]
“Ama nerede, kalbleri katılaşmış.”[149]
Kur'ân-ı Kerim kalp katılığını mü'minlerde bulunmayan, bulunmaması gereken psikolojik bir hal olarak değerlendirir. Bunun yerine “hilm”, “rıfk” gibi kavramlarla ifade edilen yumuşak huylu olmayı öngörür. Müminin diğer insanlara karşı yumuşak davranmasını, kızmamasını, şiddet ve sertlik göstermemesini ister. Kabalığın, katı yürekliliğin mümine yakışmadığını, yumuşak yüzlü, nazik ve mütebessim olmak gerektiğini vurgular.
Ahlâkçılar, yumuşak huyu, kızgınlığın zıddı, sabrın bir meyvesi, ortaya çıkabilecek afetlerin örtüsü olarak kabul ederler.[150] Yumuşak huyluluk öfkelenmemek, infiale kapılmamak, karşılaşılan sıkıntı, eza, hakaret, alay gibi durumlar karşısında soğukkanlılığı muhafaza edebilmektir. Özellikle “hilm” kavramı, mutlak manada yumuşak karakterli olmayı değil, “hiddetli bulunduğu ve karşısındakilerden her vecihle intikam almaya muktedir olduğu bir zamanda bu hiddet ve gazabına galebe ederek af ve safh ile muamele” edebilmeyi ifade eder. [151] Yani yumuşak huylu kimse, acizken de kuvvetliyken de, haklıyken de haksızken de hak ve doğru olanı yapmaktan sapmaz.
Yüce Allah, Hz.İbrahim'i yumuşak huylu bir kişilik olarak takdim eder: “Yumuşak huylu, ince duygulu ve kendisini Allah'a takdim etmiş bir kimse idi.”[152]
Sert, kaba, öfkeli, katı kalpli bir karaktere sahip olmanın psiko-sosyal hayattaki tezahürü, insanları birleştirici ve toplayıcı olamamakla kendini gösterir. Halbuki yumuşaklık, insanları birbirine yaklaştırır, kalbleri ısındırır.
“Onlara karşı yumuşak olman Allah'ın rahmetindendir. Kaba ve katı kalbli birisi olsaydın etrafındakiler dağılırdı.”[153]
Buraya kadar naklettiklerimiz, Kur'ân ahlâkının konuya genel yaklaşımıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki, “çok seviyeli olgun insanlara yumuşak, iğrenç duygu ve hareketlerin esiri olanlara, aşağı ve bozguncu tabakalara sert, hem iyilikle hem de kötülükle bir olabileceklere de yerine göre sert veya yerine göre yumuşak davranmalıdır.”[154]
İnsan, hayatı boyunca daima şu iki durumdan biriyle karşı karşıya gelir. Ya sevdiğine erişip sevmediklerinden kurtulmuş olur, ya da arzu etmediği şeylerle karşılaşıp, sevdiklerini yitirir. Bu ikinci durum insana üzüntü ve keder verir. Müminin ahlâkî kişiliğini oluşturan unsurlardan sabır olgusu, karşılaşılan söz konusu istenmedik durumun soğukkanlılıkla karşılanmasını sağlar. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur; “Şu müminin durumu ne kadar enterasandır. Onun bütün işleri hayırlıdır, oha bir fenalık isabet ettiği zaman şükür eder ve bu kendisi için hayırlı olur. Bir darlıkla karşılaşacak olursa sabreder. Bu da onun için hayırlıdır. Bu hal ancak mümine nasib olan bir durumdur.”
Genel olarak sabır kendini iki şekilde gösterir. Birincisi insana dışardan gelen elem ve külfetlere karşı sabırdır. Diğeri ise insanın kendi içinden gelen arzu ve şehvetleri dizginleme konusunda gösterilen sabırdır. [155] Konuyu Örneklemek suretiyle açacak olursak, sabır cinsel güdüyü kontrol altına alma şeklinde olursa, buna iffet denir, savaş alanında sebat gösterme şeklinde olursa buna cesaret denir. Kızgınlığı yenme konusunda gösterilen sabır ağırbaşlılık ve yumuşak huyluluk adını alır. Geçim sıkıntısına sabır, zühd, az geçimliğe sabır kanaat olarak değerledirilir.[156]
Sabredilmesi gereken yerlerde sabredemeyen kimselerde, kibir, korkaklık, saldırganlık, hırs, tamah gibi karakterler gelişme imkanı bulur.[157]
İnsanın kendi dışından gelen musibetlere sabretmesinde de iki durum söz konusudur. Birincide, ortada işlenen bir suç vardır ve suçludan İntikam alma durumu vardır. Kişi, buna sabrederek bağışlamaya gider. İkincide kişinin kızacağı intikam alacağı birisi yoktur. Allah (cc)'ın takdiriyle gelen bir musibet söz konusudur. Böyle bir musibete sabretmek daha kolaydır. Birinci türden bir musibete sabır ise daha güçlü bir iradeyi gerekli kılar.[158]
Yüce Allah suçlusu bulunmayan olaya sabretmekten söz ederken, “Başına gelene sabret; doğrusu bunlar, sabredilmeğe değer işlerdendir.”[159] buyuruyor. Ama suçlusu bulunan ve intikam alma durumu söz konusu olabilecek sabırdan bahsederken de, “Fakat kim sabreder, affederse, kesinlikle bu sabredilmeğe değer işlerdendir.”[160] İkinci âyette “le men” ifadesindeki “Lam” harfi, sabrın çeşidini tekid için getirilmiştir. Çünkü bu tür sabır daha çok dayanıklı olmayı, daha güçlü bir iradeye sahip bulunmayı gerektirir.”[161]
Müminin şahsiyet bütünlüğü içerisinde sabır, Yüce Allah'a beslenen hakiki inanışın esaslı bir yönünü yansıtır. İnançta sebat etme yolunda sabır, bükülmez bir kararlılığı temsil eder.[162]
“Ey Muhammed, sana söyledikleri sözlere sabırla tahammül et ve onlarla çatışmadan nazik bir biçimde ayrılmaya çalış. Bırak ben uğraşayım inkarcılarla...” [163]
“Doğrusu benini kullarım içinde bir bölümü vardır ki, Ya Rabbi biz iman ediyoruz, bizi affet, bize merhamet et, zira sen merhamet edenlerin en iyisisin, derlerdi. Ama siz onları' alaya aldınız... Bugün ben onları sabırla tahammül ettikleri için ödüllendirdim...”[164]
“Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım dileyin. Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir. Sizi biraz korku, açlık, biraz mal, can ve ürün kaybı ile sınayabiliriz. Ama kendilerine ne zaman bir musibet dokunsa, doğrusu biz Allah'a aitiz derler.”[165]
Yaklaşık yetmiş defa sabır konusuna değinen Kur'ân-ı Kerim, Hz. Eyyub (as)'ü, sabredenlerin önderi olarak takdim eder. “Biz Eyyüb'ü sabırlı bulduk. O ne güzel, ne şerefli bir kuldur ki, daima, Allah'a döner.”[166]
Sahip olduğu şeylerden dolayı bir kimseyi çekememek, sahip olduğu şeylerden mahrum olmasını istemek veya bunların hased edilenden kendisine intikalini arzu etmek hased olarak bilinir. [167] Psikologlar, “Sevilen bir insan ya da eşyadan yoksun kalma ve ayrı düşme korkusu”nu da bir tür kıskançlık olarak değerlendirirler.[168]
Doğal ve evrensel bir duygu olan hased (kıskançlık) başkalarının bizden daha üstün olduğu kuruntusuna kapıldığımızda ortaya çıkan bir duygudur, [169] “İnsanın güçlü ve başkalarından üstün olmak gayreti yanında hased dediğimiz karakter özelliğine rastlanmaktadır. Bir insanın hayatta en çok önem verdiği amacı ile kendisi arasındaki uçurum aşağılık duygusu şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu duygu kişiyi öyle bir baskı altında tutar ve onun davranışını ve hayata karşı aldığı tavrı o derece etkiler ki, İnsan amacına ulaşmaktan daha çok uzak olduğunu sanmaktadır. İnsanın kendisini değersiz bulması ve hiç bir şeyden memnun olmaması yetersizlik duygusuna yol açmakta ve kendisini başkalarıyla mukayese etme, onların kendisi hakkında neler düşündüklerini, başkalarının neler elde etmiş olduklarını ölçmeye sevkeder. Bunun sonucu olarak da kendisini yetersiz bulur. Oysa böyle bir fert başkalarından daha fazla şeylere sahip olabilir... Durmadan kendini başkalarıyla mukayese etmekten doğan haset duygusu, insanı mutluluktan uzaklaştırmaktadır.” [170] Kıskançlık sebepleri arasında adaletsizlik ve haksızlıklar da etkili olur. Kişide oluşabilecek adaletsizlik hissi, doğrudan doğruya kıskançlığa götürebilir. [171] Kibir, üstün olma isteği, düşmanlık, menfaat çatışması, dünyaya ve içindekilere olan aşırı sevgi, haset duygusuna zemin hazırlar.[172]
İleri derecede hastalık haline gelen kıskançlık insanda, öfke, nefret gibi duygular uyandırır, [173] haset ettiği kimseden intikam alma hissi doğurur. [174] Hepsinden de kötüsü, hasetçi kimse kendi kendini yiyip bitirir, şiddetli bir inatçılık hastalığına tutulur. [175] Yalnız başkalarına kötülük yapmak istemekle kalmaz, bu hasedi yüzünden kendisi de huzursuz ve mutsuz olur. Sahip olduğu şeylerle sevineceği yerde, başkasının elindekiler yüzünden acı çeker.[176]
Yüce Allah, “Kıskandığı vakit, kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım” [177] buyurarak, kıskançlığın ahlâkî bir kusur olduğunu vurgular. Bu karakteri kontrol altına almak için çözüm önerir:
İnsanlar başkalarının üstün yönleri için ihtiras ve kıskançlık duyarlar, çünkü Yüce Allah bir hikmete bağlı olarak, herkesi aynı yaratmamıştır. Zaten bu eşitsizlik de olmasaydı hayat anlamsız olurdu. Allah bazılarını güzel bazılarını çirkin yaratmıştır. Bir kısmına tatlı bir seda, bir kısmına da kaba bir ses vermiştir. Kimisini fizik olarak güçlü, iri yapılı, kimisini zayıf, cılız yapılı kılmıştır. Birine akıl ve bedenle ilgili kabiliyetler ihsan etmiş, diğerini daha başka yeteneklerle donatmıştır. Kiminin yoksul, kiminin zengin olmasını dilemiştir. Bu sebeple insanlar, birbirlerini kıskanmaya eğilimli, hasis, rekabetçi tutumlar takı-nabilmekte ve anormal davranışlar sergilemekledirler.[178]
Kur'ân insanlardaki bu nased duygusunun kontrol altına alınmasını emreder:
“Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin. Erkeklere de kazandıklarının bir karşılığı var, kadınlara da kazandıklarının bir karşılığı var.” [179]
“Kâfirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme, onlara üzülme, insanları kanatların altına al.” [180] Bu tavsiyeler, Allah (cc)'ın mümin kullarına bahşettiği yüksek bir ahlâk, derin tesirli bir ruh eğitimidir. İnsan için, dünyevi bakımdan kendinden üstün olanlara bakması kadar huzur verici bir şey yoktur. Kıskançlık, haset insanın ruhunu yiyip bitirir. İnsan dünyevi bakımdan kendisinden aşağı olanlara bakmalı ki, huzurlu ve içi rahat olsun. [181]
Ayrıca hasede benzeyen, fakat İslâm'ın ahlâkî bir kusur olarak değerlendirmediği, gıpta etme, imrenme durumu vardır. İnsan başkasına verilen bir nimeti görür, bu nimetin ondan gitmesini istemez, kendisinin de onun gibi bir nimete kavuşmasını ister. [182]
Gerçek manada mümin olan ve tutumlarını inancına göre düzenleyen kimsenin haset etmesi mümkün değildir. Çünkü hasetçi, bu tutumuyla, nimeti verene değil de, kendisine nimet verilene nisbet ediyor. Eğer gerçek bir mümin olsaydı, nimeti yaratıcısına nisbet eder, o nimeti verenin Yüce Allah olduğu bilincini taşırdı. [183] Bertrand Russel'in görüşü de bu doğrultudadır: “...Aşağı katta bulunanlar, zengin ile yoksul arasındaki farkın Tanrı'dan olduğuna inandıkları sürece, daha üst basamaklarda bulunanlara karşı haset duymazlar.”[184]
Doğuştan her insanda acelecilik vardır. “Acele” kavramı, zamanı gelmeden önce bir şeyi arama ve istemeyi ifade eder.[185] Fıtri olarak var olan bu eğilimi tamamen söküp atmak mümkün değildir.[186] “İnsan aceleden yaratılmıştır.”[187] Yüce Allah, İnsanın bünyesine acelecilik eğilimi yerleştirmiştir. Aşırı acelecilik, insan olmanın bir gereği gibidir. İnsan daima gözünü içinde bulunduğu anın ötesine diker ve geleceği kucaklamak ister. Aklına gelen şeyi hemen o anda yapmak ister.
“İnsan, hayra dua eder gibi, şerre dua etmektedir, insan pek acelecidir.” [188] İnsanın, sonucuna bakmaksızın her aklına gelen şeyi yapmak istemesi ahlâkî açıdan kusur teşkil eder. Aceleci insanın işlerinde tedbirsizlik ve plansızlık görülür, istek ve arzulan da yersiz ve zamansız olur.[189] Karşılaştığı çeşitli durumlarda ileri görüşlülükle değil, nefsinin dürtülerinin tesiriyle, aklına ilk gelen düşünceyle hareket eder. Nefsî dürtülerinin gücü karşısında iradesi zayıflar, birtakım arzu ve isteklerinin gerçekleşmesini ısrarla ister. [190]
Kur'ân'ın öngördüğü mümin insan hem beşeri ve toplumsal hayata ilişkin iş ve görevleri hem de doğrudan Allah (cc)'a karşı olan ibadet görevlerini birbiri ardısıra kesintisiz yerine getirmenin çaba ve gayreti içindedir. Bitirdiği bir işin ardından yeni bir göreve, eda ettiği bir ibadetin ardından başka bir ibadete veya herhangi bir işe girişerek planlı ve düzenli bir şekilde ömrünü çeşitli uğraş, gayret ve faaliyetler zinciri içerisinde tamamlar. “İşlerinden boşaldığın vakit tekrar çalış ve yorul...” [191]
İradesini dizginleyemeyen kimselerde bir uyuşukluk ve tembellik başgösterir, bu gayret ve faliyet zinciri zaman zaman kesintiye uğrar, hatta bazen tamamen durma noktasına gelir. İşte burda tembellik hastalığının insan ruhunu işgal ettiğini söyleyebiliriz.
Psikolojik ve fizyolojik güce sahip olduğu halde, her türlü gayret ve faaliyetten el çekmek, üşenip ağır davranmak tembellik olarak değerlendirilir. İnsanın benliğini kuşatan bu psikolojik durum, aynı zamanda ahlâkî, bir kusur sayılır. [192] Tembellik, başarıya götüren sebeplerden uzaklaşıp gafil davranmak demektir, insanı hayata bağlayan güven duygusunu ve emelleri yıkar. [193] Kişiliği değerlendirmenin, tembelliğe karşı güçlü ve tutarlı bir savaştan başka yolu yoktur.
“Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.”[194]
Peygamberimiz (sav): “Allah'ım tembellikten sana sığınırım”[195] buyurmuştur.[196]
Genel anlamda cimrilik, kişinin kendisinde alıkoyması uygun olmayan şeyleri tutması, başkasına vermemesidir. Hem kendisinde hem de başkasında böyle bir karakterin yerleşmesini istemek ahlâkî bir kusurdur. [197]
“Cimrilik denilince, sadece para biriktirmek şeklinde bir davranış değil, aynı zamada bir insanın başkalarını memnun edecek şekilde davranıştan uzak olması, topluma veya tek tek şahıslara karşı cimri bir tavır alması, zavallı hazinelerini koruyabilmek için kendi çevresine adeta bir duvar çekmesi gibi, daha genel bir davranış şekli anlaşılmaktadır. [198] Basit zevk ve az bir ikbal ve mevki duygusu taşıyanlarda cimrilik duygusu güven arzusundan doğar. Güven arzusuna cevap verme biçimi, cimriliğin en saf ve tipik türüdür. Yine iktidar arzusu ve yararlanma arzusunun cimrilikte etkili olduğu belirtilir. [199] Kişide aşırılığa kaçan mal tutkusu, başkalarına bir iyiliğin ulaşmasını istememe [200] yarından emin olma, gelecekte yoksul düşüp güç durumda kalmama, kimseye muhtaç olmadan, toplumda bağımsız ve rahat hareket edebilme, gelecek nesillerine miras bırakma gibi düşünceler cimriliğe alt yapı hazırlayabilir. [201] Ayrıca cimriliğin, kendini beğenmişlikle ve hasetle ilgisi olduğu söylenir.[202]
Para ve mal aslında beşeri ihtiyaçları karşılamaya yarayan bir araçtır. Oysa cimri kimseler parayı ve malı amaç edinirler ve malın-paranın kendisini sevmeye başlarlar. [203] Cimrilik insanda aşın kazanma hırsı, ihtiras gibi başka olumsuz karakterler de doğurur. Cimrilerin gün geçtikçe yüzleri çirkinleşir, bakışları donuklaşır. [204] Katı kalpli, acımasız, bencil, menfaatçı olurlar.[205]
“De ki, eğer sizler Rabb'imin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o takdirde harcamakla tükenir korkusuyla elinizde tutardınız. Zaten insan çok cimridir.” [206] Kur'ân-ı Kerim cimriliğin köklerinin doğuştan insan fıtratında var olduğunu kabul etmekle birlikte, bu duygunun eğitilmesini, insanda baskın bir karakter haline gelmemesini, mülk-insan ilişkisinde dengeli olmayı vurgular.
“Kim de nefsinin aşırı cimrilik, kıskançlık ve ihtirasından korunursa, işte onlar, umduklarına kavuşanlardır.”[207]
“Elini boynuna bağlama; ne de iyiden iyiye aç ki, kınanmayasın, mahrum olmayasın. Rabb'in rızkı kim için açarsa ona açar.”[208]
Cimrilik ahlâkî bir kusur, cimriler de kusurlu kimselerdir. Toplum içerisinde böyleleri her zaman var olagelmişlerdir.
“Sakın, Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.”[209]
“Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiyesinde bulunurlar. Allah'ın bol nimetinden kendilerine verdiğini gizlerler.”[210]
Konuyu iman noktasında ele aldığımızda, cimrilikle imanın aynı kalpte bir araya gelemeyeceğini görürüz. [211] Peygamberimiz de bu doğrultuda, iki huy var ki, müminde bir araya gelmez: “Cimrilik ve kötü ahlâk...” [212] buyurur.[213]
Öfke, bir isteğin engellenmesi [214] incinme, tehdit gibi durumlar karşısında ortaya çıkan kızgınlık veya saldırganlık tepkisidir. [215] Öfkeye sebep olan motivler maddi olabileceği gibi manevi de olabilir. [216] Daha önce yaşadığı bir olayı ve düşmanı hatırlamak, kişinin başkaları tarafından kabul edilmemesi, menfaatlerine veya eşyalarına zarar verilmesi gibi maddi sebepler öfke doğurur. [217] Kendini beğenme, öğünme, tartışmacılık, kibir[218] gibi karakterler kişinin öfkelenmesine alt yapı hazırlar.
Öfkelenme anında insanda gözlemlenebilen pek çok değişiklikler meydana gelir, kaslar gerginleşir, elleri yumruk halinde sıkılır, yüz ifadeleri sertleşir, kaşları çatılır, alnı kırışmış, çenesi sıkılmış, hatta ağzı köpürmüş, ayakları tepinmeye benzer bir hal almış olur. Rakibine doğru atılmaya, kırıp dökmeye, başkalarına zarar vermeye hazır bir haldedir. Bağırıp çağırır, gözü hiç kimseyi görmez, hiçbir şey dinlemez, yüzüne ve. boğazlarına kan dolar, çehresi kıpkırmızı kesilir. Simasında nefret hakimdir. Gözleri kızarmış ve dehşetli bir hal almıştır. Nefes alış verişi sıklaşmıştır. Akıl ve İdrak melekesi kaybolmuş, yerini yüklü bir heyecan almıştır. Davranışlar kontrolden çıkmıştır. [219] Öfkenin sözlü belirtileri ise, karşısındakine İftira, küfür gibi itici sözlerle, jest, mimik ve işaretlerle saldın şeklinde kendini gösterir.[220]
Öfkenin dozu ve şiddeti her zaman aynı olmaz. Can sıkıntısı şeklinde hafif, içerlemek şeklinde orta, gazap şeklinde ileri derecede öfkelenmeler vardır.[221]
Kur'ân-ı Kerim, müminlerin birbirlerine karşı öfkelenmelerini ahlâkî kusur sayar. Öfkelenmemesi için insanları, iradelerine sahip olmaya davet eder. Gerçek mümin, aynı zamanda öfkesini yenmesini onu dizginlemesini bilen kimsedir.
“Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarım affederler. Allah iyilik yapanları sever”. [222]
Peygamberimiz (sav)'e bir adam gelerek,
“Bana öğüt ver” dediğinde, O da,
“Öfkelenme” buyurmuştur. [223] Yine Peygamberimiz öfkeye hakim olmayı şu şekilde öğütlemiştir:
“Gerçek pehlivan güreşte başkalarını yenen değil, öfke anında, intikam hırsı ile kanı kaynadığı sırada nefsine sahip, iradesine hakim olandır.”[224]
Öfke, her zaman için ahlâkî kusur sayılan bir infial değildir. Çünkü bu psikolojik hal olmaksızın “cihad” görevi yerine getirilemez. [225] Kur'ân-ı Kerim, müminlere karşı merhametli olmayı emrederken, kâfirlere karşı da sert davranmayı emreder.
“Hz. Muhammed'le beraber olanlar, kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler.”[226] Yüce Allah, tüm canlılara merhamet göstermeyi, şefkatle muamele etmeyi emretmiştir. [227] Merhamet aynı zamanda adalet ve eşitlik duygusunun kaynağıdır. Bu duygu inşam, iyilik yapmaya, adil olmaya sevkeden bir motivdir.[228]
Peygamberimiz şöyle buyurur: “Müminler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta birbirlerini korumakta bir vücut gibidir.”[229]
Yüce Allah, bütün peygamberler içerisinde özellikle Peygamberimiz (sav)’in merhamet ve şefkatini örnek gösterir.
“Ey insanlar, şu bir gerçek ki, size, içinizden çok şerefli bir peygamber gelmiştir. O öyle bir nebidir ki, size dokunan herşey onu da rahatsız eder. O sizin üstünüze titrer. Müminlere ise çok daha yumuşak kalpli ve merhametlidir.” [230]
Kin, bir insanın zihinsel ve duygusal yapısı üzerinde toplanmış sürekliliğe, devamlılığa sahip olan öfkedir. [231] Birisinden nefret edip kızmak ve bunu devam ettirmektir. [232] “Kinin -öfkeden farkı uzun süreli olmasıdır. Öfke geçicidir, kısa sürede söner, sürüp gitmez. Kin ise uzun sürelidir. Kindar insan zihninde, kin beslediği kişiye verebileceği zararları, bunların sonuçlarını, karşısına çıkabilecek engelleri hesaplar ve kendisine göre en uygun şartları ekleyerek intikamını almaya çalışır. Öfkede olduğu gibi yarı bilinçsiz hareket etmez.” [233] Kendini gizleyebilen kin duygusu, doğrudan doğruya ve açıkça ortaya çıkmayabilir. Mesela, tenkitçi bir tavrın altında gizlenebilir.[234]
Kin duygusu çok çeşitli şeylere yönelebilir. Bir kimsenin yerine getirmek zorunda olduğu görevlere, tek tek şahıslara, bir topluma, bir guruba, bir ırka yönelebilir. [235] Yine kin duygusu, bir kimsenin şahsiyetine, atalarına, şerefine, değerlerine yönelmiş olabilir.[236]
Müminlerin birbirlerine karşı kin beslemelerini ahlâkî bir kusur olarak değerlendiren Kur'ân-i Kerim, onların kalblerinde birbirlerine karşı sevginin yer ettiğini belirtir. Bu durum imanın bir neticesidir. Çünkü iman kardeşliği ile kinin aynı kalbte bir araya gelmesi imkansızdır.[237]
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: “Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma”![238]
Yine Kur'ân-ı Kerim, müminler arasında düşmanlık ve kin meydana getirecek, kumar ve içki gibi ahlâkî kusurları yasaklar.
“Gerçekten şeytan, şarapta ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.”[239]
Kibir karakterinin temelini kendini beğenme, büyüklük duygusu oluşturur. Kendini beğenen kimse gerçek dışı ve aldatıcı bir kanaata saplanarak, kendisinde, başkalarında olmadığını sandığı fazilet ve üstünlüklerin varlığına inanır. Kendisini yüksek meziyetlere sahip kabul ettiğinden, yüksek mevkilere layık görür. [240] Böyle bir kimse gerçekçi olamaz, sürekli olarak başkalarında nasıl bir imaj bıraktığını, onların kendisi hakkında neler düşündüğünü merak eder. En çok kendini düşünür. Hayata karşı ilgisiz kalır. Bu tutum onu her türlü gelişmeden alıkor.[241] Üstünlük duygusuna kapılan kişi, toplumdan hep almak ister. [242] Bazen de bu tutum patolojik bir hal alır. Megalomani denilen büyüklük cinneti, azamet hastalığı başgösterir.[243]
Eğer kendini beğenen kimse, sadece kendini beğenmekle kalmaz, başkalarına üstünlük taslamaya kalkışır ise, “kibirlenme” ortaya çıkar. Kibirlenmenin meydana gelebilmesi için başkalarma karşı olma lazımdır. Yalnızken olmaz. [244] “Kibir, başkalarından bize hayran olmalarını ve saygı göstermelerini ya da bizim irademize mutlak bir biçimde uymalarını kesin olarak ve ısrarla istemeğe bizi götüren bir eğilimdir.” [245] Kibir genellikle insanın konuşma, yürüme, giyiniş, bakış, oturuş, kalkış gibi tavır ve hareketlerinde kendini belli eder. [246]“...Derin ve uzun solunum, başın ve vücudun dik durması, yanakların ve burun deliklerinin şişmesi, başın ve kaşların hareketleri, gözün aşağıdan yukarıya oynatılarak, sanki karşısındakileri çok cılız ve alçak imişler gibi süzmesi şeklinde hareketler...” [247] Ve de Kur'ân-ı Kerim'in böyle kimseleri tasviri:
“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme, çünkü sen asla arzı yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.”[248]
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övüngen kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” [249] Bu âyetlerden kibrin üç türü anlaşılmaktadır. Birincisi, mütekebbir muhtal, ikincisi mütekebbir gayrı muhtal, üçüncüsü mütekebbir fahûr'dur. Birinci türden kimselerde kibir melekesi nefiste iyice yerleşmiş, tesiri ise tutum ve davranışlarına yansımıştır. Üçüncü türden övünen kibirli ise kibrini sözlü olarak dışa vurmaktadır.[250]
İlim, soyluluk, güzellik, zenginlik, makam-mevki gibi dış motivlerin [251] yanında aşağılık kompleksi [252] gibi psikolojik motivler de kibirlenmeye alt yapı hazırlar.
Yukarıda naklettiğimiz âyetler bir yandan kibirlenmenin ahlâkî kusur olduğunu vurgularken, öte yandan bunun yerine olumlu ahlâkî karakterlerden olan mütevaziliği teşvik etmektedirler.
Tevazu, kendisine çok değer biçmeyen, aksine kendisini gerçek değerinin altında değerlendirme eğilimi gösteren kimsenin davranışıdır. [253] Fakat tevazuun da bir sınırı olmalıdır. Tevazu, miskinlik, uyuşukluk, hakaretlere katlanmak, haysiyet ve şereften yoksun olmak demek değildir. [254] Tevazu, Yüce Allah'ın büyüklüğü karşısında kendi aczinin bilincinde olma esası üzerinde gelişen düşünceye dayalı bir karakterdir.[255]
“Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bu âyetlerle, kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar...” [256]
“Kuşkusuz Rabb'in katındakiler O'na kulluk etmekten asla kibirlenmezler. O'nu teşbih eder ve yalnız O'na secde ederler.” [257] Peygamberimiz (sav); “Bir kimse Allah için tevazu gösterirse, Allah onu yüceltir”, buyurur.[258]
Kur'ân, Allah için doğru şahitlik etmeyi, insanın ister kendi aleyhine, isterse ana babası, yakınları, dostları -aleyhine olsun; leh veya aleyhinde tanıklık yaptığı kimse ister zengin olsun, ister fakir doğruluktan ayrılmamayı emreder. Korku duygusunun etkisinde insan bazen zenginin lehinde şahitlik etmek ister. Bazen de acıma duygusunun tesiriyle yoksulun lehinde şahitlik yapmak, onu korumak ister. Her ikisi de yanlıştır. Tanıklıkta sevgi, şefkat, merhamet ve korku gibi duygular insanı asla haktan çevirmemeli, hak ve adalet neyi gerektiriyorsa öyle hareket etmelidir. Nefsin arzu ve istekleri kişiyi adaletten alıkoymamalıdır.! [259]
“Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahid olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.” [260] Irk ve aile bağları, kişisel yönelimler, insanlara duyulan öfke adaletten ayrılmaya sebep olmamalıdır. [261] “Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe götürmesin. Adalet yapın ki o, takvaya en çok yakın olandır.”[262]
Şahitlik sadece Allah için yapılmalıdır. Herhangi bir bireyin, toplumun menfaati için değil. Her türlü meyil ve arzudan sıyrılarak sırf Allah rızası için. Kur'ân'ın bu eğitim tarzı ilk etapta insanı kendi şahsına ve duygularına karşı harekete geçiriyor. Sonra anne baba sevgisini, akrabalık bağlarına karşı durmayı öğütlüyor. Nefse ağır gelen şeyler bunlar. Söylemesi dile kolay, fakat uygulaması çok çetin'bir mesele. Bunun zorluğunu, bizzat tecrübe etmeyenler kolay kolay anlayamazlar. Kur'ân müminleri kendi fıtri ve içtimai duygularına karşı harekete geçiriyor. Fakir hakkında tanıklık ederken insanın doğal olarak şefkat, merhamet duygulan ön plana çıkar. İşte mümin bu duygulara karşı çıkarak adaletin yerini bulmasını sağlamalıdır. Fıtri duyuları onu, hakkı açıklamaktan ah koymam alıdır. Mesela içtimai şuur zengine güzel davranmayı, gerektiriyor diye haksızlığa kapı aralarım ama hdır. Böyle bir olayda kişinin fıtri duygularını bir yana bırakarak hakkı açıklaması zor bir olaydır. Kur'ân, müslümanlara bu zorluğu aşmalarını emir buyuruyor. Şahitlikte heveslere uymayı yasaklıyor. Kendini, aile ve yakınlarını sevme, şehadette fakirlere merhamet gösterme, zenginlere güzel davranma veya zengindir diye kötü davranma, tanıklıkta aşiret, millet, devlet ve vatan taassubu... bütün bunlar birer hevestir. Hepsi de Allah'ın yasak ettiği bir davranışa kapı aralıyacak olan duygulardır.[263]
“Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir katip de doğrulukla yazsın. Yazan, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin yazsın. Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın, Rabbi olan Allah'tan korksun da ondan bir şey eksiltmesin. Şayet borçlu sefih, küçük veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumdaysa velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa şahidlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir...” [264] Bu âyet bir erkek yerine iki kadının şahitlik etmesindeki psikolojik hikmet hakkında bir ipucu veriyor: “Biri unuttuğunda diğeri hatırlatması için.” Kadın çabuk infiale kapılır. Annelik görevinin getirdiği bedensel ve biyolojik duygular kadında doğrudan doğruya psikolojik hal peyda eder. Yavrusunun isteklerini çabucak anında yerine getirmek için vicdani infial ve hareketlilik kadında oldukça fazladır. Hemen heyecanlanır. iyice düşünüp, ağır ağır davranmayı bu psikolojik nedenlerle başaramaz. Bu hassasiyet kadınlar aleminin doğal bir niteliğidir ve onlardan ayrılmaz. Belirli olaylara bağlı değildir. Oysa anlaşmalar karara bağlanırken teessür ve heyecanlardan uzak olmak gerekir. Olaylar karşısında hiç bir tesire ve duyguya kapılmadan hareket etmek lazımdır. Şahit olarak iki kadının bulunması, biri heyecana kapılarak yanıldığı zaman, diğerinin hatırlatmasıyla verilecek hüküm daha güvenilir olur.[265]
Erkeklere oranla kadınlarda hafıza kaybı ve unutkanlık ağır basar. Kadınlık fırtratında hassasiyet galiptir. Hassasiyetin ağır basması teessürü doğurur. Teessürün fazlahlığı ise unutkanlığa neden olur. Bir meseleyi hafıza da tutmak sadece zeka meselesi değildir. Pek çok insanın aşırı hassasiyet ve fazla tessüründen dolayı hafızasına güvenilmez. [266] Ayrıca kadınların erkeklere oranla daha çok tesir ve telkin altında kaldıkları kabul edilir. Günlük hayatın tecrübeleri bunu isbat etmektedir. Psikologların yaptıkları deneyler de aynı sonucu vermiştir. Bir kimsenin düşüncesine yapılan tesirin bazen pek şiddetli sonuçlar doğurduğu bilinir. [267] İşte Kur'ân, şahitlik gibi soğukkanlılık, güçlü hafıza, tesire kapılmama isteyen bir meselede, kadınların psikolojik durumlarını gözönünde bulundurmayı ihmal etmemiştir.
Yukarıda zikrettiğimiz âyetin getirdiği hüküm kadının psikolojik yapısına çok uygundur. Zira kadın kalbi ve ince duygusu ile tesir altında kalmaya elverişli yapıya sahiptir. Erkekten daha çabuk etkilenir ve ondan daha tez unutur. Batı mahkemelerinde enterasan olaylara rastlanmıştır. Mesela, bir kadın hakimin, önüne gelen etkileyici davadan dolayı mahkeme salonunu terkedip ağladığı görülmüştür. Kadının tabiatında var olan çabuk etkilenme özelliğini göz önünde bulundurarak, şahitlik meselesini teminat altına almak için Allah (c.c.) bu hükmü koymuştur. [268]
İnsanın vücudunun temizliği, yediği, içtiği, yiyecek ve içeceklerin temizliği bedene ait görevlerin başında gelir. Kur'ân'ın temel espirisi çerçevesinde, imanın dışa yansıması şeklinde, ibadet niyetiyle yapılan bu görevler insanın fiziki yapısı ile olduğu gibi psikolojik yönüyle de uyuraarzeder. Abdest ve gusül hem imanın bir gereği, hem bir ibadet, hem de fizyolojik ve psikolojik faydalar sağlayan ahlâkî bir görevdir. Sarhoşluk veren içkilerden, domuz eti, leş, kan gibi yiyeceklerden sakınmak. Yüce Allah'a imanın dışa yansımasını temsil ettiği gibi, insana psikolojik açıdan da pek çok avantajlar sağlar.[269]
İslâm esaslarının bütünlüğü içerisinde temizlenme ediminin mutlak içsel temelini, şahsiyet bütünlüğü içerisindeki kaynağını imanın kalbî ve zihinsel (psikolojik) boyutu oluşturur. Allah'a tam bir teslimiyetle, samimiyetle, takva ile (sevgi, korku, saygı) ile bağlanan bir şahıs, O'nun her emri ve isteği gibi temizlik emrini ve önerisini de mutlak bir sorumluluk ve yükümlülük addederek, hiç bir dış ve iç zorlamaya gerek kalmaksızın, kendiliğinden yerine getirmek için harekete geçer.
Sözgelişi bir temizlenme edimi olan “teyemmüm” ün içsel temeli Yüce Allah'ın emrine boyun eğmek, (tam bir teslimiyet) [270]göstermek gibi kalb eylemlerine dayanır. Aynı şekilde “gusül” kavramıyla ifade edilen temizlenme faaliyeti de birinci derecede Allah'ın koymuş olduğu kurala uymak gayesiyle gerçekleştirilir.[271] “Temizlik imanın yarısıdır” [272] hadis-i şerifi, temizlik eyleminin iç dinamiğinin imanın iç boyutu olduğunun en açık delilidir.
Temizlenmeyi sevenlerle Yüce Allah arasında sevgi bağının bulunması da temizlenme ediniminin temelinde “iman” unsurunun bulunduğunu gösterir: “Onlar arasında temizlenmeyi sevenler vardır. Allah çok temizlenenleri sever.”[273]
“Allah şüphesiz daima tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.”[274]
Temelde iman kaynaklı bir eylem olan taharet (gusüi, abdest, teyemmüm) olgusunun içinde yaşadığımız hayat gerçeklerinden uzak, muhtevasız olduğu söylenemez. Temizlik aynı zamanda insanın bedensel ve psikolojik yapısıyla çok yakından ilgili bir gerçekliğe sahiptir. Gerek ibadet niyetiyle gerekse normal temizlenme kasdıyla yapılan temizlenme faaliyetinin bir takım bedensel ve psikolojik tazahürlerîne şahit oluruz. Biz daha ziyade bu tezahürlerin psikolojik muhtevalı olanları üzerinde durmayı düşünüyoruz.
Cünüplük veya cinsel ilişki gibi gusül abdestini gerektiren bir durumun insanda meydana gelmesi halinde vücudu bir gevşeklik bürür. Gusletmek bu gevşekliği gidermenin en iyi yoludur. [275] Boy abdesti vücutta genel bir uyanıklık meydana getirerek, onu sükunete kavuşturur, ruhu dinlendirir. Cinsel ilişki ve ihtilam gibi durumlarda sempatik ve parasempatik bütün sinir sistemleri faaliyet göstermekte ve boşalma sırasında en yüksek seviyede bir uyarma ile bütün organizmaların sarsıldığı fizyolojik bir olay meydana gelmekte ve vücutta muazzam bir hücre yıkımı olmaktadır. Yine boşalma-orgazm esnasında solunum ve dolaşım sistemleri bu faaliyete bütün varlıklarıyla katıldıklarından solunun hızlanmakta ve nabız yükselmektedir. Bu olayın gerçekleşmesinin ardından vücut, müthiş bir yorgunluk, ezici bir bitkinlik, büyük bir şok tesiri altında kalmaktadır. Sayısız hücre kaybıyla, büyük bir sarsıntıya maruz kalan ve aşırı derecede gerilen sinir sistemi gusül abdesti sayesinde sükûnete kavuşur. Deprasyon hali yerini zindelik ve canlılığa terkeder.[276]
Mümin kimse cünüp olduğunda adeta kendisinden tiksinir. Gusletmediğinde kalbi elemli ve ızdıraplı olur. [277] Cünüplük hali genellikle İnsan benliğinde karamsar bir ruh hali oluşturur, bir tür kirlilik duygusuna neden olur. Özellikle ibadet sırasında insan temizlik duygusu içerisinde Allah'a yükselmeyi gaye edinmek durumundadır, [278] “Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz. Yoldan geçip gitme dışında, cünüpken de yıkanıncaya kadar.”[279]
Gusül ve abdestin psikolojik boyutuna ilişkin yapılan yorumlardan birisini burada anekdot olarak kaydetmek istiyoruz: “İnsan bir anlık da olsa birdenbire karanlık tabiatından alınarak kudsiyet harimine çekilir. Bir lahza beşeri ve cismani varlığından tecerrüd ederek meleklesin melekut âlemine yükselir. Gaita, idrar ve yellenme bu yükselişe mani olur. Tuvalet yapma ve sıkışma hali insanı yere çeker, toprağa bağlar, nefsi kirletir, insanı şaş kini aştırır. Bu hal Allah'la kul arasında perde olur. Tuvaletini yapan ve yellenen insan bu sıkıntılardan kurtulup hafifleyince, nefsini teııbih ve ikaz edecek taharete ihtiyaç duyar. Gusül yaparak, abdest alarak inşirah ve sürür bulur, kaybettiğini bulmuş gibi olur, tekrar semalara doğru yükselir.
Cinsi ilişki esnasında insan nefsi, alabildiğine bedeni ve cismani zevklere, azami derecede benimi hazlara dalar. Bu surette insan nefsi kirlenir. Kirlenen nefs, yukarı aleme ilgi duymaz. Hatta eğitim ve temrinle birtakım alışkanlıklar kazanan hayvanlar, dişileriyle çiftleşince elde ettikleri maharetleri kaybederler.
Uzun süre kendini tamamiyle manevi hayata veren bir kimsenin aniden dünyevi hayata yönelmesi uyumsuzluğa sebebiyet verdiği gibi, kendisini bütünüyle dünyevi zevklere veren bir kimsenin birdenbire manevi ve ruhani hayata yönelmesi de aynı şekilde bir uyumsuzluğa yol açabilir. Bundan dolayı da geçişlerin tedrici olarak yapılması icab eder. Abdest ve boy abdesti işte bu geçişleri düzenlemekte ve kolaylaştırmaktadır.
Bayılan veya fenalaşan bir kimsenin su ile serinletilerek kendine gelmesi gibi, cinsi ilişki esnasında kendisinden geçen, ruhundan uzaklaşan ve melekler âleminden ayrı düşen kimse de banyo alarak tekrar kendine gelir, o âleme döner.”[280]
“Ey inananlar, namaza durmak istediğiniz zaman yıkayın; yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; mesnedin başlarınızı ve yıkayın topuklara kadar ayaklarınızı. Eğer cünüp iseniz tam temizlenin. Hasta yahut yolcu iseniz, yahut biriniz tuvaletten gelmişse, ya da kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız temiz toprağa teyemmüm edin; ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz.”[281]
Namaz, Allah (cc) ile bağlantı kurma, ruhu arındırma vasıtasıdır. Ruh temizliğine girişmeden önce, bedeni temizleyip Allah'ın huzuruna çıkmaya hazırlanmak lazımdır. Bedeni temizlemek demek olan abdest, ruh temizliği için bir ön hazırlıktır.[282] Abdest namaz gibi kutsal ve önemli bir ibadete şahsi ve zihni bir hazırlıktır. Bu sayede insan dünya meşguliyetlerinden uzaklaşır, kendini soyutlar. Abdest, tıpkı iki iş arasında dinlenme molası gibidir. Önceki işin düşüncesinden sıyrılma ve ikinci işe konsantre olma fırsatı verir.
Abdestin ve guslün hikmeti sadece maddi temizlikten ibaret değildir. Çünkü böyle bir temizlenmenin teyemmümle gerçekleştiğini söylemek biraz zordur. O halde gusül, abdest ve teyemmümün ortak olduğu psikolojik bir hikmet aramak lazım gelir. İşte bu üç temizlik ediminin ortak en mühim özelliği; Allah'ın huzuruna çıkma isteği ile dünya meşguliyetinin arasını ayıran bir iş, Allah'a kavuşmak için ruhun bir hazırlığı olmasıdır.[283]
Teyemmüm bir yandan abdest yerine geçip namaza ön hazırlığı sağlarken, diğer yandan insana kulluk doğrultusunda alçak gönüllü olmayı, bencillikten ve başkalarını küçük görmekten sakınmayı öğretiyor.[284]
Abdest, vücudun statik elektrik dengesi üzerinde olumlu rol oynar. Normalde vücudun temel yapısında elektrik mevcuttur. Sağlıklı bir vücudun temel yapısı bu denge ile sıkı bir ilişki içerisindedir. Ancak, havanın elektriği ve insanın temas ettiği eşyaların elektriği bu statik elektrik dengesini insanın aleyhine bozar, ciddi sorunlar ortaya çıkarır. Sinirlilikten, yüzün kırışmasına kadar sıradan etkilere, psiko-somatik hastalıklara yol açar. Bu olumsuzlukların çözüm yolu abdest ve gusüldür. Teyemmüm de abdestin sağladığı faydayı temin için yeterli olur.[285] Sinir gerginlikleri, heyecanlar ve zihinsel yorgunluklar ardından alınan abdest, iyileştirici bir tesir bırakır. [286] Cinsel ilişki, ihtilam, tuvalet ihtiyacını giderme ve yellenme gibi durumlar sebebiyle vücutta meydana gelen gevşeklik, tembellik ve uyuşukluğu giderir, şevk, canlılık ve dinçlik kazandırır.[287]
“Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz ki şeytan kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan menetmeyi ister. Artık bunlardan vazgeçmez misiniz?”[288]
Mümini sarhoşluk veren içkileri içmekten alıkoyan en güçlü ve mutlak otorite sahip bulunduğu imanıdır. Allah'tan başka putlara tapmak, iman etmek onun için neyse, içki içmek de aynı şeyi ifade eder. Nitekim Yüce Allah “içki” içmeyi “putlar”a tapmaya izafe etmek [289] suretiyle zikretmiştir. İmanının iç dinamikleri mümin kimseye putlara itaat etmemeyi, onlardan korkmamayı, onları sevmemeyi emir buyurduğu gibi, aynı dinamikler Allah'ın koyduğu içki yasağına tam bir itaat göstermeyi emreder.
Ayrıca Yüce Allah içki yasağını korken içkinin “kin ve düşmanlık” duygularını uyandırmak gibi psikolojik tesirlerine dikkat çeker.
İnsanlarda sarhoş edici madde alışkanlığını doğuran zahiri pek çok etmen vardır. Öncelikle alkolik kimselerde psikolojik bir meyil bulunur. Ruhî bunalıma düşen veya sefalete sürüklenen kimselerde, acıları dindirmek, kederden kurtulmak, üzüntüleri unutmak için alkol alma duygusu uyanır. Kimileri de içmelerinin nedenini bir sevinci bir başarıyı kutlamak vesilesi olarak ifade ederler. Aşağılık duygusuna kapılan bazı kimseler başkalarına açılamadıklarından, çoğu zaman arkadaş edinemediklerinden korkaklıklarını, pısırıklıklarını, başarısızlıklarını unutmak için içkiye sığınırlar. Hepsinden de önemlisi sosyal etkileşim içki alışkanlığında en büyük teşvik edici role sahiptir. İçki içenlere, içen büyüklere özenti sebebiyle içki düşkünü olanların oram oldukça yüksektir. İçkili açılışlar, kutlamalar ve törenler ise bu özentiyi daha da artırmaktadır. [290] Alkol alışkanlığının nedenleri arasında biyolojik faktör gerçeği de inkar edilemez. Alkolizmin kalıtımla ilişkisi olduğuna dair destekleyici verilerin bulunduğu ileri sürülmüştür. [291]
Son yıllarda yapılan tüm psikiyatri, psikoloji-sosyoloji ve kanser kongrelerinde günün konusunu alkol teşkil eder. Özellikle sosyal psikoloji alanında yapılan araştırmalar uygarlığın en büyük düşmanının alkol iptüası olduğu sonucuna varmaktadır. Yapılan ilmi araştırmalar alkolün pek çok zararları olduğunu tesbit etmiştir.
Alkolün sinir sistemi üzerinde zararlı tesirleri vardır. Alkol kalın yağ barajları ile korunan sinir sisteminin hücre zarlarını aşarak sistemin elektriksel iletişimini bozar. Bunun tesiri iki şekilde ortaya çıkar. İlki sarhoşluk dediğimiz ani etkidir. Bir de bundan daha tehlikeli olan kronik etki vardır. Alkol gün geçtikçe sinir sistemini tahrip ederek pek çok hastalıklar meydana getirir. Alkolün ilk etkisi her ne kadar yavaş ve belirsiz geçse dahi, bu kronik etkisini devam ettirir.
Alkol alışkanlığı, subakut alkolik delirium, delirium tre-mens, alkolik hallusinasyon, alkol paranoiası, alkol bunaması, alkolik epilepsi, alkolik polinorepati, alkolik amliopia, alkolik serebellar dejenerasyon, dipsomania, patolojik sarhoşluk gibi pek çok ruh hastalıklarına sebep olun [292]
Bu hastalıklardan bazılarına kısaca değinelim:
Delirium tremens: Uzun süre alkol alan, otuz kırk yaşlarını geçen kimselerde görülen bir hastalıktır. Ellerde şiddeli titreme, taşkınlık halleri ve şuur bulanıklığı ile kendini gösterir. Gözüne korkunç hayaller görünür.
Wercicke halüsinozu: Bazı alkolikler zamanla gaipten ses duymaya başlarlar. Bu sesler onunla alay eder, kötü sözler sarfederler. Bunları hakikat zanneden hasta sesin sahibini aramaya koyulur.
Korsakof psikozu: Hafıza ve dikkatleri dağınık ve unutkan kimseler olan alkoliklerin bir kısmında unutkanlık bunama halini alır. Zeka melekeleri gittikçe çökmeye yüz tutar. El ve kollarda felçler görülür.
Alkol paranoyası: Alkolikler genellikle kıskanç tabiatlı olurlar. Çok çabuk alınıp, öfkelenip hadise çıkarırlar. Bu durum bazılarında o kadar ileri gider ki, tehlikeli bir hastalık halini alır.
Patolojik sarhoşluk: Her insanın bünyesinin alkole tahammülü bir değildir. Sinirleri zayıf, reaksiyonları kontrolsüz kimselerde çok az miktarda içki bile şiddetli reaksiyonlara neden olur. Samimi arkadaşıyla bir parça alkol aldıktan sonra arkadaşını vuranlar görülmüştür. [293]
Alkolün insan soyuna olan zararlı etkisi yadsınamaz. Genetik hücreler büyük ölçüde yağla korunmasına rağmen, alkol yağ eritici özelliği ile cins hücrelerine geçmekte ve orada onarılması güç sakatlıklara neden olmaktadır. Özellikle alkol, anne vasıtasıyla kuşaklara yansımaktadır. Çocuk psikopatların büyük çoğunluğu alkolik aile çocuğudur. Ayrıca gençler arasında psikolojik hasta olanların genellikle alkolik ailelere mensup olduğu gözlenmiştir. [294]
Alkol bağımlılığı, özellikle alkollü içkilere tutkunluğun son aşaması olan “alkolizm” tedaviye kolay cevap vermeyen, inatçı, uğraştırıcı bir hastalıktır. İnsan ruhunda derin izlere sahip bulunan bu hastalığın toplum bazında tedavisi için Kur'ân-ı Kerim “tedricilik” yöntemini kullanmıştır.
Yüce Allah dinin emirlerini bir defada farz kılmayıp değişik aralıklarla farz kıldığı gibi, içkinin haram kılınışı da böyle olmuştur. İnsanların içkiye müptela, tutkun olduğu İslâm'ın ilk dönemlerinde içki içmek yasaklanacak olsaydı alkol bağımlıları İslâm'dan yüzçevirirlerdi. [295] O devirde bir yandan inanç esasları köklü bir şekilde gönüllere işlenirken, diğer yandan zararlı tutum ve alışkanlıkların yasaklanmasında insan psikolojisine uygun olarak kademeli bir metod takip edilmiştir.[296]
İçkinin yasaklanmasında da tedricilik esasına uyulmuştur. Öncelikli olarak içkinin diğer azıklar gibi güzel olmadığına dikkat çekilmiştir: “Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir millet için ibret, öğüt ve belge vardır.” [297] İkinci olarak içkinin güzel bir rızık olmadığı tekrarlanıyor, fayda ve zarar noktasında insanlar düşünmeye, kafalarındaki istifhamların büyümesine çalışılıyordu: “Sana hamrdan ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de hem günah, hem insanlar için bazı faydalar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür”. [298] Daha sonraki aşamada içkinin ibadet gibi mühim bir görevi eda etmekten alıkoyucu olduğuna, hangi açıdan bakılırsa bakılsın içki içmenin zarardan başka bir şey getirmeyeceğine zihinler ve vicdanlar İkna ediliyordu: “Ey iman edenler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.” [299] Toplum genelinde insanlar içkinin yasaklanmasını kabule hazır bir ruh seviyesine erişince kesin yasaklama emri geldi. Böylece Kur'ân-ı Kerim'in tehlikeli bir toplumsal hastalığı tedavisi tamamlanmış oldu. [300]
Kur'ân-ı Kerim açlık içgüdüsüne bağlı bulunan biyolojik beslenme ihtiyacı konusunda sınırlamalar getirmiştir. Beslenenin maddesi olan gıdaları temiz olanlar ve olmayanlar diye ayırmış, temiz olanlardan yemeyi helal kılmış, temiz olmayanların yenmesini ise yasaklamıştır. İçinde hiçbir sıkıntı duymaksızın Yüce Allah'a tam bir teslimiyetle iman eden mümin; O'nun bu emirlerine de kalbindeki imanın saikiyle uyar. Bu, onun inancının içsel boyutuyla dış (ameli) boyutu arasındaki tutarlılığın bir yansımasıdır. Fakat bununla birlikte mümin, içinde yaşadığımız dünyada söz konusu emirlere uymaktan doğan biyolojik ve psikolojik faydaları da görme imkanı bulur.
Yiyecekler, insanın psikolojik yapısı üzerinde, özellikle de karakterleri üzerinde etkili olurlar. [301] Kur'ân'da özellikle yenen etlerin gerek beden sağlığına, gerek [302] psikolojik yapı üzerine tesiri gözetilmiştir.[303]
Allah (cc)'ın haram kıldığı gıdalar, fıtratı sağlam bir nefsin hoşlanmayacağı pis, çirkin, tiksindirici şeylerdir. Bir nefis normal şartlar içerisinde, domuz eti, akıtılmış kan ya da leş yemeye yellenirse bu o nefsin fıtratının bozulmuş olduğunu gösterir. Bilindiği gibi gıdaların insanın psikolojik yapısı üzerinde etkileri bulunmaktadır. Mesela bazı ilaçlar insanların sinirlerini rahatlatır. Öyle ilaçlar da vardır ki, insanı kızgınlığa itmede birebirdir. Domuz eti yemeyi alışkanlık haline getiren kişi namus konusunda duyarsızlasın [304]
“Sana kendilerine neyin haram kılındığını soruyorlar, de ki, bütün iyi ve temiz olanlar size helal kılındı. Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adım anın. Allah'dan korkun, doğrusu Allah, hesabı çabuk görür. Bugün, size bütün iyi ve temiz olanlar helal kılındı. Kitab verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. îman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları zina etmeksizin.....”[305] Temiz ve iyi olan şeyler müslümanlara helal, pis ve kötü şeyler haram kılınmıştır. Yüce Allah'ın haram kıldığı şeyler selim bir fıtratın hoş görmeyeceği, kalplerde nefret uyandıran, iğrendiren maddelerdir. [306]
“Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin; Allah'a da şükredin. Şayet O'na kulluk ediyorsanız O, size ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesileni kati olarak haram kılmıştır. Ancak bunlardan her kim yemeğe mecbur kalırsa bağy ve haddi mütecaviz olmamak şartıyla üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafur'dur ve Rahim'dir.” [307]
Meyte (leş) ve kan konusunda durum açıkça bellidir. Normal yaratılıştaki nefisler bunlardan tiksinir, nefret eder, onu kabul etmezler. [308] Kan yemek insana iğrenç gelir. [309] Ayrıca kanın ve kanlı dokunun vereceği vahşet hissini, gıdanın karakter üzerindeki tesirini hatırlamak gerekir. [310]
“Leş, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç, dikili taşlar, putlar adına boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet şans aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır. Bugün artık inkar edenler sizin dininizi yok etmekten umudu kesmişlerdir. Onlardan korkmayın benden korkun! Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum”[311]
Diğer hayvanlarda kötü huyların yanında iyi huylar da bulunmakla birlikte, domuz bu özellikten uzak, iyi huyu bulunmayan bir hayvandır. [312] Yenilen ve içilen her şey gibi insan karakteri üzerinde etkili olan domuz eti [313] dişisini kıskanmama, namus gayretinden yoksunluk, iffetsizlik gibi pekçok kötü huyun İnsana geçmesine aracı olur. [314] Huy ve karakter olarak deni yaratılıştı, [315] dışkı yiyecek kadar pis tabiatlı olan domuzun etini yemek insan psikolojisini etkiler. [316] İslâm tasavvufunda domuz “şehvetin” sembolüdür. Bu benzetme, onun mizacındaki hırs, aç gözlülük ve doymazlık gibi niteliklerinden dolayı yakıştırılmıştır.[317]
“Ey Muhammed, de ki; “Bana vahyolunanlarda, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti - ki bunlar pistir - yahut doğru yoldan çıkarak, üzerine Allah'tan başkasının adı zikredilmek suretiyle kesilen hayvanların yenmesi haramdır.” Kim zaruret içinde kalırsa, haddi aşmamak ve başkasının hakkına tevacüz etmemek suretiyle bunlardan yiyebilir. Şüphesiz ki Rabb'in, Gafur'dur, Rahim'dir. Çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” [318] Pis bir hayvan olan domuz, yiyeceklerinde seçim yapmaz. En iğrenç maddelere kadar ne bulursa yer. Diğer hayvanlardan farklı mizaca sahiptir. Her hayvan yavrusu üzerinde titreyerek korurken, domuzun yavrusunu yediği bir gerçektir. Yine diğer hayvanların aksine domuzun cinsel yaşantısı düzensizdir. Bu nedenlerle domuz, pisliğin ve düzensizliğin sembolü sayılmıştır. [319] Hiç bir hayvanda olmayan pis ve kötü huylara sahip olan domuzun en kötü yanı eşini kıskanmamasıdır. Domuz etini çok yiyen Batı toplumunda da kıskançlık duygusunun dumura uğradığını görebiliriz. [320] İslâm ruhiyatçısı mutasavvıflar, domuzun kıskanç olmayışı üzerinde durmuşlar ve hayvanlar içerisinde dişisini kıskanmayan tek hayvan oluşunu, onun bu aşağılık karakterini gözönünde bulundurmuşlardır.[321] Psikiyatrisler domuz etinin insanlarda aynen içki, uyuşturucu gibi alışkanlık, bağımlılık yaptığını ileri sürmüşlerdir. Bu iptiladan kurtulanların da daha sonra domuz etini tiksindirici ve iğrenç bulduklarını bildirmişlerdir.[322]
Domuz eti yiyenlerde, zamanla domuz karakterleri görülmeye başlar. Domuz etinin insanda yaptığı en büyük tesir, aşk duygusunu köreltme sidir. “O hayvanın yeni bir marifeti meydana çıkıyor. Bu marifeti etinde değil de onun iç yağındadır. Domuzun iç yağı belki işitmişsinizdir frenk aşçılarınca pek makbuldür, her yemeğe, bilhassa sebzelere, çorbalara lezzet verir. Hele kuru fasulye onunla pişirilince yiyenler tadına doyamazlar.
O iç yağı hekimlikte de eskiden pek ziyade rağbet görürdü. Vazelin icad edilinceye kadar merhemlerin hepsine girer, hastalıklara deva olur, pomadlara girer, nazik ciltleri bir kat daha yumuşatırdı. Eski zaman ispençiyor dükkanlarının temeli domuz yağından sayılırdı. Onun yeni anlaşılan marifeti E vitaminini birdenbire yok etmesidir. Bir yemekte o vitaminden ne kadar çok ölçüde bulunursa bulunsun yemeğe o hayvanın iç yağından karıştırılınca vitaminlerin hepsi birden kaybolacağı tecrübelerle anlaşılıyor. Bu vitamin hararetten bozulmaz, 170 dereceye kadar hassalarından hiçbirini kaybetmez, 220 derecede bile gene vitamin olarak kalır. En kuvvetli asitlerden müteessir olmaz, suda erimez, alkolde erimez, güneşin ultraviole ışınlarına kırk beş dakika dayanır da, o hayvanın iç yağı ile karıştırılınca derhal yok olur. Yemeklerde E vitamininin bulunmasının lüzumunu da elbette unutmamışsınızdır. İnsan o vitaminden mahrum kalınca nesli söner. Yemeklerinde E vitamini bulunmayan insanlar için, erkek olsun kadın olsun aşk duygusu olamaz. Demek oluyor ki -domuzun yağı insan cinsinin en büyük düşmanıdır.”[323]
Kur'ân-ı Kerim'in gerek ikili ilişkilerde, gerekse toplu münasebetlerde psiko-sosyal açıdan önem arzeden nezaket kurallarına özel ihtimam gösterir. Biz bunlardan selamlaşma, evlere ve odaiara girerken izin isteme adabını sosyal psikoloji açısından ele alacağız.[324]
Birbirine yaklaşan, karşılıklı olarak birbirlerinin ilgi alanlarına giren iki kişi arasmda tanışıklık varsa veya başlayakcaksa bunun simgesi herşeyden önce selam almak ya da selam vermektir. [325] Selam genel olarak iki mana ifade eder. Biri, “benden size zarar gelmez” demektir. Bu güven, itimat ve muhabbete sebep olur. Diğeri ise, “size herhangi bir zarar dokunmasın” anlamında dua ve temennidir. Bu suretle söze emniyetle başlanır ve karşılıklı kalb kuvveti maydana gelir. İslâm'da selamlaşmak din psikolojisinin ana çizgilerinden biridir. Gönül almanın ilk doğal adımı olduğu için sosyal psikolojinin temel prensibi sayılır. Bir toplulukta aşinalık vesilesi olur, tanışma onunla başlar. Amaç bireyler arasında yakınlık tesis etmektir. Selamı karşılamak, selam vermekten daha önemli görülmüştür. Çünkü verilen selam alınmadığında en basitinden kalp kırılır, muhatabın mizacına göre değişik münakaşa ve tartışmalara neden olur. [326] Hatta bireyler arasında düşmanlık dahi doğurabilir. [327] İşte bu tür olumsuzlukların önüne geçebilmek için verilen selamı almak zorunludur.
“Bir selamla selamlandığımz vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın yahut aynıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin hakkını gerektiği gibi arayandır.” [328] “Selam” kavramı (selleme) fiilinden masdar olup her türlü kusur ve fenalıklardan uzak olma anlamına gelir. Yine âyette geçen “tahiyye” lafzı “hayye” fiilindendir. Hayatın uzun olması anlamında duadır. Ayrıca “selam” manasına da gelir.[329]
İnsanların birbirleriyle tanışmalarım, kalblerinin birbirine ısınmasını, aralarındaki birlik ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesini sağlayan selamlaşma [330] adetinin müminler arasında yaygınlaştırılması Hz. Peygaber tarafından emir buyurulmuştur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de tam manasıyla iman etmiş olamazsınız. Birbirinizi sevmeniz için ben size bir yol göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” [331] Selamlaşma vazifesi psiko-sosyal faydasının yanında, aynı zamanda müminin imanının dışa yansıyan unsurlarından biridir. İmanın kalbi boyutunun bir gereği olarak Yüce Allah'ı ve bütün müminleri sevmek durumunda olan bir mümin, kalbindeki bu dinamizmi selam vermek suretiyle dışa vurur.
Selam esenlik, barış, huzur, rahat ve hayırda olma; güven ve itimat sunma gibi yüksek amaçlara yönelik anlamlar taşıyan sevgi, saygı ve güven deyimidir. [332] “Selam” kelimesiyle gönüllerde sevgi çiçekleri açar. Selamlaşmak, insanlar arasında dostluk bağlarının kurulmasına aracı olur. İnsanlar arasında sevgi duygusunun uyanmasının, nefrete düşürecek şüphelerin, yersiz endişe ve su-i zanların [333] giderilmesinin ilk adımıdır. Selam birçok kızgınlığı, dargınlığı giderir. [334]
Selam; insanlar arasında ülfet, yakınlık, birbirine iyi muamele esasını tesis ettiği için, Allah (cc) bu kaideye uyulmasını emir buyurmuştur. Bu emri samimiyetle yerine getirmek müminler arasında muhabbet, dayanışma ve sürür havası estirir. [335]
Selam; İslâm toplumunun bireyleri arasında sevgi ve yakınlık bağlarını kuvvetlendirmek için girişilen sürekli bir çırpınıştır. Selamı yaymak, verilen selama daha güzeliyle karşılık vermek, bütün bunlar samimi ilişkilerin kurulmasında ve gelişmesinde izlenecek en ideal yollardır. Kur'ân'ın selamlaşma konusunda gösterdiği hassasiyet; realist olarak, objektif bir şekilde bu adetin meydana getirdiği neticeler üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkar.[336]
Evlerdeki huzur ve sükun nimetinin değerini ve önemini ancak evden ve aileden yoksun olanlar bilip anlarlar. Ev bir huzur, sükunet ve emniyet yuvasıdır. Evde insanın ruhu huzur bulur, nefsi sükunete erer, madden ve manen kişi kendisini emniyette hisseder.
“Allah evlerinizi sizin için huzur ve sükun yeri yaptı, gerek konduğunuz zamanlarda hafifçe taşınacağınız evler, yünlerinden, yapağılarından, kıllarından bir zamana kadar, giyimlik, döşemelik ve ticaret kumaşı verdi. Allah, yarattıklarından size gölgeler yapmış, dağlarda sığınacağınız barınaklar varetmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte muhafaza edecek zırhlar vermiştir. Müslüman olasınız diye size olan nimetini böylece tamamlamıştır.”[337]
Yüce Allah, evleri insanların sığındığı, ruhların sükun ve huzura kavuştuğu, nefislerin güven bulduğu barınak kılmıştır. İnsanlar bu barınakta mahremiyetlerinden emin olurlar, Burada sinirleri yoran sakınma gibi duyguların baskısından kurtulurlar. Evlerin bu niteliklerini devanı ettirebilmeleri ancak sahiplerinin izniyle ve diledikleri vakitte girilebilen; kimsenin ihlal etmediği güvenli bir haremlik haline gelmesiyle mümkün olur. İzinsiz girmek suretiyle evin mahremiyetinin çiğnenmesi; girenlerin evin mahremiyetine şahit olmalarına, istenmedik duygu ve düşünceler uyandıran şeylerle karşılaşmalarına yol açar. Umulmadık karşılaşmalardan ve seri bakışmalardan kaynaklanan; tekrarlanmasıyla da kasıtlı bakışlara dönüşen merak ortaya çıkar. Ardından bu kasıtlı bakışlar yasak şehevi hisler uyandırır. Sonuçta ruhi kompleksler, sapıklıklar başgösterir. [338] Evlere izinsiz olarak ansızın girildiğinde ev sahibinin hoşlanmayacağı bir durumla karşılaşma ihtimali yüksektir. Ev sahibi başkalarından sakladığı ve görüldüğünde mahcup olacağı bir hal üzere bulunabilir. Kimsenin öğrenmesini istemediği bir sırrı bulunabilir. Eğer böyle bir durumda İstenmedik karşılaşmalar meydana gelirse, aralarındaki sevgi bağı nefrete dönüşebilir. [339] İşte başkalarının avret yerlerine, gizli işlerine muttali olmamak, bakılması yasak olan şeylerini görmemek [340] huzur içinde evlerinde oturanları ansızın zor durumda bırakmamak, rahatsız etmemek için [341] başkalarının evine girerken izin istemek, izin verilmediği takdirde de girmemek gerekir:
“Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Olur ki, iyice düşünürsünüz. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size dönün denilirse dönün. Bu sizi daha çok temize çıkarır. Ve Allah yaptıklarınızı bilir.”[342] Yüce Allah böylece başkalarının evlerine izin almaksızın ve selam vermeden girmeyi ahlâkî ve şer'i açıdan yasak kılmıştır.
Mahrem yerlerin açık olma ihtimali bulunan vakitlerde hizmetçilerin ve henüz buluğa ermemiş küçük çocukların izin almadan odalara girmeleri sakıncalı görülmüştür. Çünkü bu vakitlerde gözler mahrem yerlere uzanır, gören gözlerin sahibinde ruhî, ahlâkî ve psikolojik tesirler bırakır. Günümüz psikologları şu açıklamayı yapmaktadırlar. “Küçük yaştaki çocuğun gözüne ilişen bazı haller hayat boyu onu tesiri altında bulundurur. Çoğu kere tedavisi güç psikolojik ve asabi hastalığa tutulmalarına sebep olur.” [343] Çocuklar yaşlarının küçüklüğüne rağmen büyüklerin tahmin ettiklerinden daha çok şeyi görüp işitirler. Çocuk mantığının bunları ne şekilde yorumlayacağı da büyükler tarafından kestirilemez. Büyüklerin dikkate almadığı küçük ayrıntılar, sıradan şeyler çocuklar için korku sebebi olabilir. Çocuklar anlamadıkları bazı olayları dahi zihinlerinde tutabilmektedirler. [344] Büyükler onların bu özelliklerini gözöııünde bulundurarak mahremiyet sırlarını görmelerini -anlamasalar da- önlemelidirler.
“Ey müminler, hizmetçileriniz ve küçük çocuklarınız, Özellikle şu üç vakitte sizden izin almadan odalarınıza girmesinler. Sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde, üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir.”[345]
Çocuklar büyüyüp erginlik çağına geldiklerinde de izin istemek durumundadır:
“Çocuklarınız erginlik çağına gelince, büyüklerin izin istediği gibi onlar da her defasında izin istesinler.” [346] Hz, Peygamber, odalara girerken izin isteme şeklinde ifade edilen bu mahremiyet kuralının gerekçesini “İstihzan sırf göz (haram şeylere bakmasın) için meşru kılınmıştır.” [347] buyurarak izah etmiştir.[348]
Bir insanın ağzından çıkan sözler, muhataplarının duygularını, zihnini ve davranışlarını etkileyecek, yönlendirecek güçtedir. Söz vardır insanın duygularını okşar, söz vardır, insanın ruhuna elem verir. Heyecan uyandıran, utandıran, güldüren, ağlatan, insanın içini yiyen, kemiren sözler vardır. İnsanı doğruya ulaştıran, aldatan sözler vardır. Güvensizlik doğuran, öfkelendiren; itimat telkin eden, sevindiren konuşmalar vardır. Kur'ân-ı Kerim, bu kadar etkin bir tesir gücüne sahip olan sözün, ahlâkî kontrol altına alınmasını, insanın mutluluğuna hizmet etmesini sağlamak için pek çok kural, ölçü ve sınırlamalar getirmiştir. Yalan, iftira, gıybet, dedikodu, alay etme, gereksiz tartışma, aşırı şaka, vesveseye düşürecek gizli konuşma yasaklanmış; doğru, yumuşak ve güzel sözlülük teşvik edilmiştir. Söz konusu ölçülere göre konuşmalarını kontrol altına alan mümin, bir yandan imanının gereğini yerine getirirken, diğer yandan hem kendisi hem de diğer müminler için pekçok psiko-sosyal avantajlar sağlar.[349]
Yalan, söz ve davranışlarda gösterilen doğrudan ayrılıp uzaklaşmayı hedef alan bir davranıştır.[350] Bencil bir takım sonuçlar elde etmek kasdıyla, yapılan bir hareketi, hatayı gizlemek amacıyla, işin doğrusunu da bildiği halde isteyerek gerçeğe, uygun olmayan beyan ve girişimlerde bulunmak, hakikati değiştirmek şeklinde görülen yanlış ifadelere “yalan” denir. [351] Yalancılık sözle olabildiği gibi, hareketle (jest, vs.) yazı ve susmayla da olabilir.[352]
Yalan söylemenin yol açtığı pek çok psiko-sosyal olumsuzluklar vardır. Herşeyden önce yalan toplum bireylerini birbirine bağlayan güven duygusunu ortadan kaldırır. [353] Çünkü yalan söyleyene güven duymamak, ancak doğruyu söyleyene güvenmek esastır. [354] Yalancılık, fertler arasındaki birlik ve dayanışmayı kaldırarak insanları birbirine düşürür, düşmanlıklara sebep olur. [355] Yalnız insan ilişkilerini değil, insan sinirlerini de bozar, insanın içinden gelen sesi (vicdan) susturur, meseleleri yozlaştırır. [356]
Kur'ân-ı Kerim hem bu psiko-sosyal gerçeklerden dolayı ve daha önemlisi imanının bir gereği olarak müminlerden yalan söylememelerini emir buyurmuştur.
“.....Pis putlardan ve yalan sözden kaçının.” [357] İmanın iç dinamikleri mümine nasıl putlardan sakınmayı emrediyorsa, aynı şekilde yalandan sakınmayı da emreder. Allah'a ortak koşmaktan sakınmakla, yalandan sakınmak konusunda mümini vazifelendiren ilk kaynak imanının iç dinamikleridir: “Size büyük günahların en büyüğünü” haber vereyim mi? Onlar, Allah'a ortak koşmak ve anne-babaya kötülük yapmaktır... Dikkat edin en büyük günah yalan söylemek ve yalancı şahitliktir. [358]
Yalanın sebepleri nelerdir? Bunun nedenlerinin çocuklarda ve yetişkinlerde farklı olduğu noktasından hareketle psikologlar her iki gurubu ayrı ayrı ele almak ihtiyacı duymuşlardır. Çocukların yalan söyleme nedenleri arasında daha çok şu hususlar ön plana çıkmaktadır: Övünmek, kendini üstün göstermek, ilgi çekmek, sevgi sağlamak, menfaat elde etmek, utanmak, çekinmek, alay edilmekten korkmak, cezalandırılmaktan çekinmek, elemden kurtulmak, statü kaybetme endişesi, hepsinden de önemlisi büyükleri ve çevresindeki diğer çocukları taklit etmek. [359] Yetişkinlerin yalan söyleme sebepleri arasında ise şu hususlar zikredilir: Bir çıkar elde etmek veya zarardan kurtulmaktır. [360] kin beslediği kimseden intikam almak, düşmanını gözden düşürüp kendini haklı göstermek, aşağılık duygusu nedeniyle kendini başkalarına kabul ettirebilmek, yalanı alışkanlık haline getirmek, iyilik yapmak düşüncesiyle yalan söylemek. [361]
Bazen yalancılık psikolojik bir hastalık yani patolojik (marazi) bir vakıa halini alabilir. Bu durum olağan yalancılıktan farklıdır. Olağan yalancılıkta bencil bir menfaate ulaşmak söz konusudur. Marazı yalancılıkta ise birey hiç olmazsa görünüşte bir çıkar sağlama peşinde değildir. [362] Patolojik yalan duyguların bozukluğunun bir belirtisi olarak değerlendirilir. Bazı patolojik yalanların temelinde aşağılık duygusu ve güç istemi olduğu söylenir.[363] Sürekli söyledikleri yalanla aşağılık duygusunu ödünleyip yatıştırmak isteyebilirler. Bazılarında bu hal isterik bir durumun, bazılarında da bunamalı bir kişiliğin işareti olabilir.[364]
Kur'ân'ın ahlâk normları çerçevesinde genel olarak yalancılık olumsuz bir karakter olarak değerlendirilir. Fakat insanlar arasında barışı sağlamak, savaş gibi durumlarda düşmana fırsat vermemek, bir doktor olarak gerekiyorsa hastaya moral vermek ve benzeri durumlarda şeklen yalana benzeyen davranışlar mazur görülmüştür. Ümmü Gülsüm (r.a.) şöyle buyurmuştur; “Allah Resulü'nün, konuşulan şeylerde üç şey hariç yalana müsade ettiğini duymadım; Savaş, insanların arasını bulmak, eşler arasında kullanılan söz. “[365]
Genel manada doğruluk, başkalarının maslahatım gözeterek, onlara doğru bilgi ulaştırmaktır.[366] Doğru olmak hem doğru söylemek, hem doğru düşünmek, hem de doğru davranış göstermektir. İnsan her işde doğru olanı bildirmeli, kendi zararına yahut yakınları aleyhine olsa bile doğru sözü söyleyebilmelidir. [367]
Doğru sözlü olmanın verdiği güven duygusu toplum bireyleri arasındaki bağların çözülmesini, aralarındaki dayanışmanın kaybolmasını önler.[368]
Ayrıca doğru insan kendi kendisiyle çelişkiye düşmez. [369] Kısacası yalancılıktan doğabilecek bütün psiko-sosyal problemlerin önü alınmış olur.
Doğruluk Yüce Allah'ın sıfatlarından olup [370] peygamberlerin de belirgin özelliklerindendir. Kur'ân-ı Kerim'de müminlerin de aynı ahlâkla ardaklanmaları istenmiştir.
“Ey iman edenler hakkıyla Allah'tan korkun ve sadıklarla birlikte olun.”[371]
“Ey iman edenler Allah'tan sakının ve dürüst söz söyleyin.”[372]
Doğruluk insanların nefislerini huzura kavuşturur. Özellikle de müminlerin gönüllerini... Çünkü yalan olgun bir vicdana rahatsızlık verir. Olgun insan bile bile söylemiş olduğu yalan sözle vicdanının, hele hele imanının sesi arasında çatışmaya girer. İşte doğruluk bu tür çelişkilere düşmekten, içsel huzursuzluktan insanı kurtarır. Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Bil ki, doğruluk sükunet (içsel huzur), yalan ise şüphe ve tereddüt verir.”[373]
Doğruluk aynı zamanda diğer ahlâkî erdemlerin yolunu açan, İnsanı ahlâkî değerlere sahip çıkmaya sevkeden anahtar bir karakterdir. Nitekim Peygamberimiz (sav) “Doğruluk insanı iyiliğe götürür...” buyurmuştur. [374]
Bir kimseye yapmadığı bir kusuru, işlemediği bir suçu, kötülüğü, bile bile, üstelik birtakım deliller uydurarak yüklemeye kalkışmak iftiradır.[375] İftirada birisinin ya da birilerinin huzurunu mutluluğunu bozmak gayesi güdülür. Ruhî psikolojik bir acı, elem, sıkıntı, eziyet vermek hedeflenir. İftiraya uğrayan şahıs bütün benliğiyle bu acıyı ızdırabı hisseder. Belki fiziksel işkence ve elemden daha ağır bir yüktür bu psikolojik saldın. İftira yoluyla yapılan eza adeta insanın ruhunu dövmek, yumruklamak, kesmek, yakmak, kurşunlamak gibidir. Öyle olur ki, bu tür acılara dayanamayan ruh, rahatsızlığını bedene yansıtır ve psiko-somatik hastalıklar meydana gelir.
Yüce Allah iftiranın tanımını ve iftiraya uğrayana verdiği ezayı, şu şekilde beyan eder: “Mümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler bir iftira ve açık bir günah yüklenirler.” [376] Yapmadığı bir suçla itham edilmesini bir yana bırakalım, insan yaptığı bir hatanın bile başkaları tarafından dile dolanmasından rahatsızlık duyar, incinir. Oysa bir insanın diğer insanlardan beklediği şey onlar tarafından takdir edilmek, onların tahsinine, iltifatına mazhar olmaktır. İnsan bundan müthiş bir mutluluk ve haz duyar. [377] Bu doğal yapısı ve beklentisinin tanı tersi bir tutumla, hele de iftira gibi bir karalamayla karşı karşıya gelen bir insanın içine düşeceği İçsel yıkımı ve çöküşü tahmin etmek pek zor olmaz.
İnsanı bir başkasına iftira etmeye götüren etkenleri araştırdığımızda şu hususların ön plana çıktığını görürüz.
Bazı kimselerin kin ve öfkeleri, [378] başkalarına zarar vererek intikam alma duygusu onları iftira etmeye iter. [379] Çıkarına uygun düştüğü için, [380] bazı menfaatler eİde etmek düşüncesiyle [381] iftira edenler vardır. Çoğu zaman iftira, kıskançlıktan, çekememezlikten, kişinin kendisine olan saygısını yitirmesinden ileri gelir. [382] İftira eden kimselerde daha çok güçsüzlük ve aşağılık duygusu hakimdir. Kendilerini eksik hisseden kıskanç tiplerdir bunlar. İyi, toplum içerisinde kabul gören insanlara karşı kin duyarlar. Kendilerindeki eksikliği başkalarına yansıtmak, onları karalamak suretiyle bu eksikliklerini örttüklerini zannederler. [383] Ve bu tür insanlar yaptıkları bu işin önemini ve ağırlığını kavrayacak, hissedecek durumda değillerdir. Başkasını itham etmeyi önemsiz, kolay, sıradan basit bir işmiş gibi değerlendirirler. Hatta bundan hasisçe bir zevk de duyarlar.
“O vakit siz, o iftirayı dillerinizle birbirinize anlatıyordunuz. Hakkında hiç bir bilgi sahibi olmadığınız şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki Allah katında çok büyüktür.”[384]
Gıybet bir kimsenin kendisine söylendiği takdirde hoşlanmayacağı yaptığı bir hareketi, kendisinde bulunan bir özelliği, kendisiyle ilgili bulunan bir durumu, onun arkasından söyle-mektir.Gıybet sadece sözle değil, jest ve mimiklerle, yazı ile, hatta taklit yoluyla olabilir. [385] Gıybet konusu yapılan husus, kişinin manevi veya maddi yaşantısıyla, davranışlarıyla, vücut yapısıyla, malıyla, ailesiyle, yakınlarıyla, elbisesiyle, işiyle ilgili olabilir.[386]
Peygamberimiz (sav) gıybeti sahabilere şöyle tarif etmiştir: “Gıybet nedir, bilir misiniz?” Sahabiler, Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Peygamberimiz “Hoşlanmıyacağı şeklinde kardeşinden bahsetmendir.” buyurdu. Sahabiierin, kardeşimde dediğim özellik varsa, şeklinde sormaları üzerine peygamberimiz, “Eğer dediğin Özellik kardeşinde varsa işte o zaman gıybet olur, yoksa ona iftira etmiş olursunuz.” buyurdu. [387]
Kur'ân-i Kerim bir davranış bozukluğu olarak kabul ettiği -gıybeti tedavi ederken, konuya insanın duygusal yönünden yaklaşır. Gıybet etmeyi yasaklayarak, bu eylemi yapan veya yapmaya yeltenenlerin duygularını harekete geçirir. Aralarındaki kardeşlik ve sevgi bağım hatırlatır. Aynı inancı paylaşmaktan doğan en samimi ve sağlam kardeşlik bağına, inancın iç dinamiğinin bir gereği olan sevgi bağına zararı dokunacak her türlü ahlâkî kusurdan arınmayı emreder. Hatta kendimizi gıybetini ettiğimiz kimsenin yerine koymamızı, onun duyacağı elemi, acıyı kendi benliğimizde tecrübe etmemizi ister. Gıybet olayını Kur'ân'ın bu izahını yaptığı şekilde değerlendirdiğimizde, gıybetin gerçekten nefret edilecek, bir kusur olduğunu anlarız.
“Birbirinizi çekiştirmeyin, hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz.”[388]
Gıybet eyleminin gerçekleşmesi durumunda öncelikli olarak gıybet edilenin psikolojik bir saldırıya maruz kalması söz konusudur. Gıybet edilen bu olaydan büyük bir üzüntü duyar, eza görür, [389] incinir. [390] Gıybetin meydana getirdiği psiko-sosyal olumsuzluklar ise, toplum birliğinin dağılması, [391] bireyler arasında düşmanlığın yayılması, [392] güven duygularının sarsılması, sevgi ve yakınlığın azalması, sosyal dayanışmanın oluşmaması [393] şeklinde tezahür eder.
İnsanlar neden bir başkasının gıybetini yaparlar? Bunun değişik nedenleri olabilir. Bir kimse herhangi birisine kızgınlığından ve kin duyduğundan dolayı, gıybet ederek ondan öç almaya kalkışabilir. [394] Hased duygusunun verdiği motivasyonla, çekemediği birisinin insanlar nazanndaki yüksek mevkiine dayanamayanlar, onu gözden düşürebilmek İçin gıybete yönelebilirler. [395] Kendi kusurlarının gün yüzüne çıkması söz konusu olduğunda bazı kimseler, başkalarının kusurlarım ortaya dökerek kamufle olmak isterler. Yine diğer insanların kusurlarını sayıp dökerek, kendilerinin üstünlüğünü îsbatlamaya, eksikliklerini de örtmeye çalışanlar vardır.[396] Daha bunlara benzer pek çok sebeplerle insanlar gıybet etmekten çekinmezler.
Kur'ân'ın ahlâkî normları çerçevesinde şeklen gıybet olan bazı özel durumlar ahlâkı kusur sınıfına girmez.[397]
Genel manada koğuculuk, bir şahıstan ötekine, bir topluluktan diğer topluluğa aralarında bozgunculuk çıkaracak şekilde söz getirip götürmektir.[398] Bir topluluk içerisinde birisi hakkında konuşulmuş ise, dinleyenlerden herhangi birinin bu sözü hakkında konuşulan kimseye nakletmesi ahlâkî bir kusurdur, [399] taraflar arasındaki ilişkiyi bulandırmaktır.[400] Dedikodu iki arkadaş, ortak, karı-koca, akraba, hısım, kabile, ülke arasını bozmak şeklinde tezahür eder.[401] Hased, kibir yahut birisinden hoşlanmama gibi sebepler [402] dedikodu eylemine zemin hazırlar. Çekememezlik duygusuyla sevmediği insanların dedikodusunu yapanlar vardır. [403] Bazıları dedikodusunu ettiği kişiye kin ve düşmanlık, dedikoduyu götürdüğü kişiye de sevgi ve dostluk izhar etmeye çalışırlar. [404]
Dedikodu toplumu oluşturan bireyleri birbirinden koparır, yakınlık bağlarını bozar, büyük bir fitne çıkarır. [405] “Allah'ın en şerli kulları, dedikodu yaparak dostların arasını ayıran, temiz olanları ayıplayanlardır.” buyuran peygamberimiz (sav), dedikodu olayındaki psiko-sosyal yapıyı, toplumu birbirine bağlayan dokuyu bozucu, dağıtıcı özelliği vurguluyor. [406] Yine Peygamberimiz başkaları hakkında kendisini o kimselere karşı psikolojik olarak şartlandıracak, kalbini etki altında bırakacak sözlerin nakledilmesine karşı çıkmıştır: “Sahabelerimden biri bir diğeri hakkında bana bir şey ulaştırmasın. Ben sizin yanınıza içi rahat olarak çıkmak isterim.” [407]
Kur'ân-ı Kerim dedikodunun sakınılması gereken bir ahlâkî kusur olduğunu şu şekilde beyan eder: “Dili ile iğneleyen, koğuculuk yapan ve çok yemin eden alçak zorbaya itaat etme...” [408]
Küçük düşürücü, güler bir edayla, insanların ayıp ve kusurlarım bulup meydana çıkarmak, alay etmek demektir. Alay, söz ve davranışla olduğu gibi yazı ve ima yoluyla da olur. [409]
Başkalarım alaya alma eyleminin ardında kibir, [410] aşırı bir gurur, hakir görme, [411] acizliğini bu yolla ödünleme, kinlerini ve kıskançlıklarını tatmin etme gibi eğilimler mevcuttur. [412]
İnsanların hatasız ve kusursuz olması mümkün değildir. [413] Onların davranışlarında bedenlerinde, kendileriyle ilgili her şeyde bir eksikliğin hatanın bulunması mümkündür. İşte bir insandaki bu gibi durum ve özellikleri baz alarak onun hakkında kusurlu, hatalı hükmünü vermek, onunla alay etmek suretiyle de bu hükmü infaz etmeye kalkışmak ahlâkî kusurdur. Kur'ân-ı Kerim insanların dış görünüşlerinde birtakım eksiklikler ve kusurlar bulup bunları ortaya çıkarmak suretiyle insanlara değer biçmeyi, onları küçük görmeyi ve küçük düşürmeyi kusurlu bir
davranış olarak değerlendirir. Şu veya bu sebeple küçük görülen, alay edilen kimsenin Allah katında büyük bir kimse olması olasılığı her zaman mümkündür. Bu yüzden hiç kimsenin büyüklük hissine kapılarak başkalarının kusurlarını ortaya çıkarıp alay etmeye hakkı yoktur.
Bir defasında Abdullah b. Mesud'un bacak yapısına gülenlere hitaben Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Onun bacaklarının zayıflığına mı gülüyorsunuz? Allah'a yemin ederim ki, “mizan”da onlar Uhud dağından daha ağırdır.” [414] Allah katında üstünlüğün ölçüsü sağlam bir inanç, kusursuz bir itaattir. Nitekim Peygamberimiz (sav), “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kaiblerinize ve işlerinize bakar.”[415] buyurmuştur.
Başkalarıyla alay etmenin sakınılması gereken ahlâkî bir kusur olduğunu belirten Kur'ân âyeti şu şekildedir: “Bir topluluk diğerlerini alaya almasın, belkide onlar kendilerinden daha iyidirler, kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler.”[416]
Alay edilmek insanın içsel yapısında büyük ızdırap veren yaralar açar ve bu yara izleri de kolay kolay silinmez. [417] Alay etmek bir kimsenin gönlünü kırmak, kalbini yıkmak demektir. [418] Bu ahlâkî kusur bir yandan insanların kalb ve gönüllerinde eleme sebep olurken, öte yandan kardeşlik, sevgi ve şefkat esasına dayalı toplumsal bağları koparır, düşmanlık tohumları eker, intikam duygularını uyandırır. [419]
Tartışma duygusu her insanda doğuştan vardır. Sonraları çevrenin etkisiyle gelişir. Kişinin sahip bulunduğu ahlâkî değerlere göre şekil alır. Eğer tartışmanın temelinde bencillik duygusu,[420] büyüklenme, yüksek görünme arzusu, [421] kin, hased [422] gibi duygular ağır basıyorsa bu tür bir tartışmacılık karakteri ahlâkî kusur olarak değer kazanır.
Bu nitelikteki bir tartışma sevgi ve yakınlık bağlarının çözülmesine, kin ve nefret tohumlarının ekilmesine yol açar.[423]
“Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha düşkündür.” [424] Eğer insanın fıtratındaki bu duygu serapa serbest bırakılmaz, kontrol altına alınır; heva ve heveslere, tutku ve arzulara alet edilmezse meşruluk arzeder. “Onlarla en güzel şekilde mücadele et.” [425] “Kitap ehli ile ancak en güzel şekilde mücadele edin.” [426] Kin, nefret, hased, kibir gibi eğilimlere yer vermeden akılcı ve yapıcı bir yaklaşımla gerçekleştirilen tartışma yasaklanmamış hatta yararlı görülmüştür.[427]
Şaka ve gülmek insanın fıtratında var olan duygusal eğilimlerdendir. Kur'an'da şöyle buyurulur : “Güldüren de ağlatan da O'dur.” [428] Çocuklarda ilk dönemlerde uyarılabilen heyecanlardan birisi de sevinçtir. Tebessüm ve gülme şeklindeki tepkilerle kendini gösterir. Gelişim süreci içerisinde çocuk karikatür ve mizah gibi yazılı, sözlü, resimli uyarıcılar karşısında da gülmeyi öğrenir.[429] Mizah ve Karikatür hislerinin kuvvetlendirilip geliştirilmesi yetişme çağındaki çocukların eğitiminin önemli bir yönünü teşkil eder.[430]
Ayrıca yorulmak, bıkmak, usanmak da insanın fıtri özelliklerindendir. Kişi mizah, espiri, şakalaşma yoluyla rahatlama, bu tür sıkıcı durumlardan bir an için de olsa uzaklaşma imkanı bulur. [431] Ölçüyü kaçırmadan yapılan şaka insanı ruhen serinletir,[432] sevinmeye ve eğlenmeye vesile olur, [433] dostluk duygularını geliştirir, muhatabları rahatlatır. Bu manada şaka şu şekilde tanımlanır: Gülüşmeye vesile olsun diye karşısındakini kırmaksızın şaşırtmak ve dikkatini ölçmek üzere söylenen söz veya işaretle yapılan davranıştır. [434] Tebessümü doğuran faktörlerden biri olarak şakanın sosyal yapıya olumlu tesirleri vardır. Sosyal psikoloji açısından mizah duygusuna sahip olmak en çok sevilen kişilik özellikleri arasında sayılır. [435]
Muhtevasında, alay, küçük düşürme, hakaret, korkutma [436] gibi unsurlar taşıyan şaka ahlâkî bir kusur olarak değerlendirilir. Çünkü aşırı şakalarda alay konusu olan kimsenin kalbi kırılır, neşesi ve huzuru kaçar, psikolojik bir eziyet duyar. [437] Bir çok şakanın tartışmaya, kavgaya, hatta daha kötü sonuçlara götürdüğü yadsınamaz. [438] Yine sürekli şaka yapmak fazlaca gülmeye neden olur. Çok gülme ise ruha eziyet verir, adeta kalbi öldürür, şahsiyeti yıpratır, ağırbaşlılığı ortadan kaldırır. Nitekim peygamberimiz (sav): “Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür” [439] buyurmuştur. Ayrıca Peygamberimiz yalan unsuru taşıyan şakaları meşru görmemiştir: “Başkalarını güldürmek için yalan söyleyene yazıklar olsun.” [440] “Kul şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münakaşa etmeyi bırakmadıkça iyi bir mümin olamaz.”[441]
Kur'an nazil olmaya devam ettiği sıralarda yahudiler ve münafıklar, aralarında gizli gizli konuşurlar sonra da birbirleriyle bakışarak göz kırparlardı. Bu durumu müminler Peygamberimize şikayet edince onların bu gibi konuşmaları yasaklandı. “Gizli konuşmaktan menediklikten sonra yine o menedildikleri şeyi yapmaya kalkışarak günah, düşmanlık ve peygambere karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi?......”[442]
İnsanları üzücü ve endişeye sevkedici özelliğinden dolayı şeytanın süsleyip hoş gösterdiği gizli konuşmalardan müminler sakındırılmıştır. “Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça müminlere hiç bir zarar veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler.”[443]
Gizli konuşmalar müslümanları üzer, aralarında nefret ve düşmanlığa yol açar, [444] bir tür merak [445] ve güvensizlik ortamı doğurur. Peygamberimiz (sav) de, “üç kişi olduğunuz zaman, ikisi arkadaşından ayrıca fısıldaşmasın. Çünkü bu onu üzebilir.” [446] buyurmuştur. Bu boyut ve özellikteki gizli konuşmalar ahlâkî açıdan kusur teşkil eder.
Başkalarını merak ve endişeye sevketmemek ve ölçülü olmak kaydıyla insanların menfaatine olan konularda gizli konuşmaların yapılabileceğine ruhsat verilmiştir.
“Ey iman edenler, aranızda gizli konuşacağınız vakit, günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı fısıldaşmayın. Bunun aksine iyiliği takvayı fısıldaşınız ve ancak huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkunuz.”[447]
“Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen'in fısıldaşması müstesna. Kim Allah'ın rızasını elde etmek için onu yaparsa, Biz ona yolunda büyük bir mükafat vereceğiz.”[448]
Sarfedilen kaba sözlere verilen cevaplar da sert ve kırıcı olur, genellikle. Bu durumda bireyler arasındaki sevgi ve yakınlık, yerini kısır çekişmelere bırakır. Çekişmeler soğukluk; soğukluk da düşmanlık ve husumet doğurur. Oysa tatlı ve yumuşak sözler, gönüllerdeki yaraları sarar, katılıkları giderir, sevgi bağlarını yeniden kurar.[449] Müslümanların birbirlerini sevip saymaları için, kalblerdeki nefreti giderici ve katılıkları yumuşatıcı olması bakımdan [450] Yüce Allah tatlı ve güzel konuşmayı ahlâkî bir emir olarak tavsiye etmiştir.
“Mümin kullanma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan onların aralarını bozmak ister. Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.”[451]
İsrail Oğullarıyla yapmış olduğu ahidde de Allah (cc) “İnsanlara güzel soy söyleyin” [452] buyurmuştur. Çünkü tatlı dil, hoş bir eda yumuşatıcı ve teskin edici özelliğe sahiptir. [453] Dolayısıyla sevgi ve dostluk bağlarının kurulmasının esasını teşkil eder. Güzel söz, ruhun gıdası, nefsî hastalıkların şifası olup birey ve toplum hayatını değiştirecek ölçüde tesirlidir.[454]
Yüce Allah çirkin sözün açıkça söylenmesini sevmez. Çünkü söylenen çirkin söz düşmanlık ateşini körükler, kin ve hoşnutsuzluk doğurur. [455] Toplum bireyleri arasındaki huzur ve güven duygusunu yok eder. [456]
“Allah, zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklamasını sevmez. Allah işitir ve bilir.” [457] Sövmek, lanet etmek, hatta alay etmek, dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek de bir tür kötü sözdür.
Güzel söz öyle verimlidir ki, düşüncede berraklık, sinirlerde denge, karakterde güç, ahlâkta temizlik, ilişkilerde sabır, verilen sözde güven meydana getirir. Kötü söz ise, bunun tam tersi sonuçlar doğurur. [458] Özellikle hassas bir konu olan “tebliğ”de muhataplara hitab ediş tarzını seçerken çok dikkatli olmak gerekir. Coşku ve heyecana kapılıp aşırılığa gidilmemelidir. Davet ederken “güzel öğüt” esastır. Sakin bir şekilde, yumuşaklıkla kalblere sızmak lazımdır. Tatlılıkla duyguların derinliklerine inilmeli, asla zorlamaya başvurulmamalıdır. Çünkü öğüt verirken yumuşak davranmak çoğu defa katı kalbleri yumuşatır, nefret dolu gönülleri rahatlatır. İnsan nefsinde kibir ve inat vardır; yumuşaklıkla hareket edilmedikçe de, savunduğu fikirlerden dönmesi imkansızdır. [459] Bu metod daveti sevdirir, nefret ettirmez. İnsanları uzaklaştırmayıp davete yaklaştırır.[460] Güzel bir söz, tatlı bir tebessümle karşı tarafın yumuşadığı ve sakinleştiği her zaman yaşanan olaylardandır. Eğer muhatabın sert çıkışlarına aynı şekilde karşılık verilecek olursa, bu durum onun kızgınlığını ve öfkesini daha da artıracak ve aradaki görüş ayrılığının büyümesine neden olacaktır. Halbuki yapılan sert çıkışlara iyilikle karşılık verildiğinde durum daha farklı olacaktır. Gösterilen bu erdem karşısında düşman olan kimse, yakın bir dost, samimi bir arkadaş olabilecektir.
Yumuşak söz günahla gururlanmayı tahrik etmez. Müstekbirlerin içinde bulundukları sahte kibir ve gurur halini uyandırmaz. Buna karşılık kalbleri uyarır, ibret almayı sağlar. “Firavuna gidin, doğrusu o azmıştır. Ve ona yumuşak sözle söyleyin ki; belki nasihat dinler veya korkar.” [461]
Tebliğci şu iki şeyi gözönünde bulundurmalıdır. “Hikmet” ve “güzel öğüt”. Hikmet hitab edilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurmayı ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. Güzel öğüt, muhatabı yalnız mantıki ikna tnetodlanyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek inandırma faaliyetini içermelidir. [462]
“Rabb'inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et....”[463]
Aile ahlâkı çerçevesinde evlilik, mehir, kendileriyle evlenilmesi yasak olan kadınlar, adet halinde hayızlı iken kadına yaklaşma, eşler arasında kapris ve inatlaşma, boşanma, birden fazla kadınla evlenme izni, anne-babaya iyilik, annenin çocuğunu emzirmesi konularına dair psikolojik ve psiko-sosyal yaklaşımlara yer verdik.[464]
İnsanı evliliğe sevkeden psikolojik ve sosyal birçok motiv vardır. Bunların başında cinsel dürtü gelir. Cinsel güdü, insanın doyurulması gereken doğal gereksinimlerinden biridir. Bu duygunun tamamen köreltilmesi fıtrata aykırıdır. Köreltildiği takdirde insan bunalıma ve sapıklığa düşer. Meşru yoldan doyurulmayan cinsel güdü, başka yollardan doyurulmaya çalışılır. Meşru olarak doyumun yolu evlenmektir. [465] Evlenmekten kaçınmak insan benliğinde var olan bir enerjinin zararlı olmasına yol açabilir. Onanizm, homoseksüellik, sevicilik, sıbyancılık, hayvanlarla münasebet gibi cinsel sapıklıklara kapı aralayabilir.[466]
Psikologlar, erkeği kadının peşinden koşturan nedenler arasında cinsel doyum sağlamanın bulunduğunu belirtirler.[467] Tabi ki, kadını da erkeğin peşinde koşturan.... “Zeliha kapıları kapayıp her türlü emniyeti sağlayınca kendisini Hz. Yusuf'a arz etmiş, tamamiyle ona niyyeti kurmuştu. Yusuf (as) ise ilâhi bir kuvvetle korunmasaydı o da Zeliha'ya kasdetmiş gitmişti.” [468] Kadın ile erkeğin karşılıklı cinsel eğilimleri salt potansiyel bir enerji olarak kötü ve çirkin değildir. Ahlâkî açıdan kusurlu olan bu güdüyü meşru olmayan yollardan doyurmaktır.
Peygamberimiz (sav) evlilik olayında cinsel arzuların etkili bir rol üstlendiğini belirtir: ''Gençler! Evlilik külfetlerinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik gözü ve cinsel arzuları zinadan korur. Aksi halde oruç tutunuz.”[469]
Evliliğin bir diğer motivi ise psikologların verilerine göre güven ve sükun yoluyla vicdanın duyduğu özlemi doyurmaktır. [470] Evlilik, insanın kalbine rahatlık verir.[471] Eşler arasında, sükun, ünsiyet ve huzur meydana getirir. [472]Hayatın zorluklan karşısında birbirine her yönden destek olurlar, sıkıntılarını paylaşırlar.[473] Kimileri yalnızlıktan kurtulmak için evliliğe yönelirler. Mutluluk arayışı ve evliliği bir sığmak olarak değerlendirme bazılarını evliliğe yönelten faktörlerdir. [474] Evlilik sayesinde kadın ve erkek birbirlerinin cinsiyet farklılığından doğan psikolojik üstünlüklerinden istifade ederler. Kadında ağır basan duygusallık, erkekteki temyiz gücü tarafların karşılıklı istifade ettiği hususlardır.[475]
“Allah'ın âyetlerinden biri de, kendileri ile kaynaşmanız ve huzura erişmeniz için, kendi nefislerinizden size eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet sağlamasıdır.”[476]
“Onlar sizin elbiseniz, siz onların elbisesisiniz.”[477]
Peygamberimiz (sav), “yüzüne baktığı zaman içini mutlulukla dolduracak bir eş” e sahip olmayı, erkek için en değerli nimetlerden biri saymıştır. [478]
Sevgi duygusu kadınla erkeği birbirine yaklaştıran etmenlerden biridir. Belki başlangıçta belli belirsiz bir his olan aile sevgisi, gelişim süreci içerisinde olgunlaşır, psikolojik ve sosyal şartların tesiriyle şekillenir. [479] Yüce Allah, insan kalbinde kadına karşı bir sevgi yaratmıştır. Kur'ân-ı Kerim kadın sevgisini diğer sevgilerden önce zikretmiştir.[480]
“İnsanlar için, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı derecede düşkünlük, süslü ve cazip hale getirilmiştir.” [481]
Neslini devam ettirme arzusu her insanın içinde her an hareket halindedir. [482] Çocuk sevgisinden dolayı insanlar evlenmeyi düşünürler. [483] İnsanın fıtratındaki evlat sevgisi, kadın sevgisinden hemen sonra gelir. Hem kadın hem de evlat sevgisinin insan fıtratındaki beraberliği neslin devamı arzusunu doğurur.[484]
“Ve onlar şöyle derler; Rabb'imiz, bize eşlerimizi ve çocuklarımızı öyle nasibet ki, onlardan gözümüz aydın olsun ve bizi muttakiler'e rehber kıl.”[485]
“Orada Zekeriya Rabb'ine dua etti: Rabb'im dedi; katından bana pak bir zürriyet ver! Şüphesiz sen duaları işitensin.”[486]
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar yaratan Rabb'inizden sakının...”[487]
Sosyal uyum, evliliğe yönelten faktörlerin önemlilerindendir. İnsanların çoğunluğunun evli olduğunu görüp evlenmeyi isteyenler çoktur. [488] İslâm toplumunda evlilikte en büyük etken şüphesiz sosyal uyumdur.
“Nikah benim sünnetimdir. Benim sünnetimi yapmayan benden değildir.”[489]
Kur'ân-ı Kerim toplumun ileri gelenlerine, bekarları evlendirme sorumluluğu vermiştir. Evliliğe teşvik etmek, kolaylaştırmak, evlendirmek genel manada toplumun bir görevidir.
“İçinizden bekarları, köle ve cariyelerinizden iyilerini evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah lütfuyle onları zengin eder. Allah'ın mülkü geniştir. O her şeyi bilendir. Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah kendilerini lütfundan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunJar. Ellerinizin altında bulunanlardan, mükâtebe yapmak isteyenlerle -eğer kendilerinde iyilik görürseniz- mükâtebe yapın ve Allah'ın size verdiği malından onlara da verin. Dünya hayatının geçici menfaatim elde etmek için, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.”[490]
“Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini güçlük çıkarmadan gönül rızasıyla verin. Eğer onun bir kısmını kendi arzularıyla size bağışlarlarsa, onu rahatlıkla, içinize sindirerek yeyin.” [491] Nikahlanan kadına günün şartlarına ve kadının aile ve sosyal konumuna göre emsali dikkate alınarak mehir vermek zorunlu bir görevdir. Peygamberimiz (sav), “Şartlardan noksansız yerine getireceğinizin en haklısı, kadınları kendinize helal kıldığınız mehirdir.” [492] buyurmuştur.
Mehir bazılarının zannettiği gibi bir bedel, karşılık, fiyat değildir. Aksine erkeğin kadına bağış ve hediye olarak verdiği sevgi, yakınlık sembolüdür. [493] Bununla sevginin pekiştirilmesi, gönüllerin birbirine bağlanması hedeflenir. [494] Mehri, sevginin, yakınlık bağının bir işareti, samimiyet ve şefkatin isbatı olarak değerlendirmek gerekir. [495] Kur'ân literatüründe mehrin konumu, kadın için kanunen öngörülmüş bir haktır. Bu hususta kadının kocasına karşı bir eziklik, küçülme ve aşağılanma duymasını gerektirecek durum söz konusu değildir. [496] Aksine erkeğin kadına rağbet ettiğini belirten, ona değer ve şeref atfettiğini gösteren bir eylemdir. [497]
Kur'ân-ı Kerim, insanın önüne gelen her kadınla evlenmek suretiyle aile oluşturamayacağım, bu konuda bazı sınırlara ve ölçülere dikkat etmek gerektiğini vurgular. Buna gerekçe olarak insanlar arasında bozulmaya maruz bırakılmaması gereken bağların bulunduğunu öne sürer. [498]
Yüce Allah bazı kadınlarla evlenmeme konusunda İnsanların ruhuna psikolojik engeller, psikolojik soğukluk olgusu [499] koymuştur.
“Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak cahiliyet devrinde geçen geçmiştir. Şüphe yok ki, o bir hayasızlıktı. Allah'ın en büyük hışmına sebepti. O. ne kötü bir yoldur. Şüphe yok ki, analarmız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, hemşire kızları, sizi emziren sütanalarınız, süt hemşireleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayenizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı. Eğer onlarla zifafa girmemişseniz size bir beis yok. Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın kanlan ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikle almanız da keza haram edildi.”[500]
Âyette görüldüğü gibi yakın akrabalar arasında evlilik yasaklanmıştır. Eğer yakın akrabalar arasında evlilik meşru olsaydı, aile fertleri birbirine başka gözle bakarlardı. Oysa insanlar kıskanç yaratılmıştır. Dolayısıyla insan karısını öz oğlundan kıskanmak zorunda kalırdı. Kıskançlık duygulan aile bireylerinin birbirlerine düşmelerine aralarında düşmanlık tohumlarının ekilmesine yol açardı. Eğer mahremler arasında evlilik yasaklanmasaydı; anne, baba ve çocuklar arasında annelik, babalık, evlatlık sevgi ve bağlan ile birlikte, bir de cinsel arzulan doyurma istek ve düşüncesi ortaya çıkardı. Bu düşünce ise, annelik, babalık, evlatlık duygularını yok eder, onların yerine yalnız cinsel duyguların geçmesine yol açardı. Annelik, babalık evlatlık gibi duygular insana doğuştan verilmiştir. İlk olarak annelerle evlenmeyi yasaklayan Yüce Allah, sırasıyla kızları, kız kardeşleri, halaları, teyzeleri... saymıştır. Allah (cc) insanları öyle temiz fıtratta yaratmıştır ki, onların akıllarına yakınları ile cinsel ilişkide bulunmak bir an bile gelmez. [501] Mahrem sayılan kimselerle evliliğin yasaklanmasının nedeni, aile sistemini, menfaatlerin gölgelemediği katıksız bir sevgi ve ülfet esası üzerine kurmaktır. Böylece aile bireyleri ve yakınlar arasında masumane ilişkilerin gerçekleşmesi sağlanır, aile bağlarının kopması, çekişme ve düşmanlık gibi tehlikeler önlenir, [502] saygı, sevgi, şefkat gibi nazik, temiz, samimi bağlar korunur. [503] Üvey annenin nikahlanmasının yasaklığına ilişkin yorumlardan birisi de şudur: Üvey annesiyle evlenen kimse, çoğu kere bu kadının kendisinden önceki kocasından nefret eder. Dolayısıyla babasının karısıyla evlenen kimse babasından nefret etmiş olur. [504]
Yakınlar arasında evliliğe mani olan ahlâkî sebep “Süfte de mevcuttur. Bu yasağa uymak sütanneye ve sütüne karşı saygıyı ifade eder. Süt emenle emziren arasında sevgi ve ruhi bir yakınlık bağı vardır. Bir tür annelik evlatlık duygusu hakimdir. Bir kimsenin, sütünü emdiği kadınla veya onun çocuklarıyla evlenmesi kökleri ruhun derinliklerindeki bu bağa, sevgiye ve saygıya ters düşer. [505]
“Zina eden erkek, zina eden veya ortak koşan kadından başkasıyla evlenemez; zina eden kadın da zina eden veya ortak koşan erkekten başkasıyla evlenemez. Böyleleriyle evlenmek müminlere haram kılınmıştır.”[506] Namuslu insanlar, fahişelerle evlenmek istemezler. Fahişe bir kadını ancak fuhşa alışmış bir erkek kabul edebilir. Bu psikolojik bir haldir. Ahlâksız, işi gücü zina etmek olan bir kimse, iffetli kadından çok kendisi gibi iffetsiz kadından hoşlanır. Genellikle fahişe kadın da kendi karakterinde bir erkekle evlenmeyi tercih eder.[507]
“Habis Kadınlar habis erkekler için ve habis erkekler de habis kadınlar içindir. Tayyib kadınlar tayyib erkekler için ve tayyib erkekler de tayyib kadınlar içindir.” [508] Temiz erkekler temiz kadınlar için uygun eştirler. Nasıl olur da hep temiz ahlâklı bir hayat sürmüş kimse, zinakar bir kadınla ömür boyu yaşayabilir ve ona katlanabilir.
Zâniye kadınla, yüksek karakterde faziletli bir kişinin hayat sürmesi mümkün müdür? [509]
Evlilik hayatının devam edebilmesi için ruhların birbirleriyle uyum sağlaması, kadınla erkeğin birbiriyle anlaşması lazımdır. Müminle müşrik arasında böyle bir uyum ve anlaşma sağlanması imkansızdır. Çünkü tabiatları arasında zıtlık vardır. Birinin kalbinde nur, diğerin i nk inde karanlık ve sapıklık vardır. Aralarındaki iman farkı, daima birbirlerine düşman olmaya, nefrete yol açar. Bundan dolayı Kur'ân, müşrik bir kadınla evlenmeyi yasaklamış ve böyle bir evliliği evlilik kabul etmemiştir.[510] Şirk unsuru müminle müşrik arasındaki bütün bağları koparır, sevgi ve ülfet çatısı altında bulunması gereken mutlu evlilik hayatını yıkar.[511]
“Ey iman edenler, iman edinceye dek müşrik kadınlarla evlenmeyin.”[512]
“Ey iman edenler, siz ve mümin kadınlar hicret edip geldiklerinde, onları sınayın, Allah onların imanını daha iyi bilir.”[513]
Kur'ân-ı Kerim adet halinde iken kadınla cinsel ilişkide bulunmayı yasaklar. Kadının ay hali, rahminde biriken ve döllenmeyen yumurtaları dışarıya attığı ve görünür bir hastalığa benzediği için bu süre içerisinde cinsel ilişkide bulunmak haramdır.
“Sana hayız halinden soruyorlar. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri vakit, Allah'ın izniyle emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz ki Âllah; hem çok tevbe edenleri, temizlenenleri sever.”[514]
Hayız halinde cinsel ilişki sağlam fıtrattan ayrılmak demektir. Onun verdiği lezzet sadece hayvanidir. Temiz anda yapılan ilişki ise, doğal lezzeti tam olarak gerçekleştirir. [515] Kadın hayız halinde iken kocasıyla ilişkide bulunmaya ve zevk almaya psikolojik olarak hazır değildir. [516] Ayrıca kötü kokar. [517] Adet halinde cinsel istekten çok, ızdırap durumu söz konusudur. Bu durumda cinsel ilişki organik olduğu gibi ruhsal açıdan da zararlıdır. [518] Adet devresinde sinir sisteminde bir gerilme olduğundan asap bozukluğu meydana gelir.[519] Hayız hali fazla hassasiyet ve can sıkıntısı meydana getirir.[520]
Hayız döneminde cinsel ilişkiye ara vermek, erkek için bir tür dinlenme safhasıdır. Ruhen ve benenen dinlenir. Hanımı hayızdan temizlenince yeni bir cinsel tutku, yeni bir şevk, yeni bir rağbetle ona yönelir.[521]
Kur'ân-ı Kerim, aile hayatının her zaman mutlu ve eşler arasındaki ilişkinin sürekli uyumlu olamıyacağını doğal bir gerçek olarak kabul eder. Bu gibi durumlarda eşleri tedavi edilmesi gereken bir hasta gibi görür ve tedavi yöntemleri önerir. “Nüşûz” kavramıyla ifade edilen bu hastalık bazen kadında bazen de erkekte ortaya çıkabilir,
Nüşuz kavramının filolojik yapısını[522] dikkate aldığımızda bu eylemin birtakım kaprisler şeklinde ortaya çıktığını ve daha sonra işin boyutunun inatlaşmaya, dikkafalılığa vardığını söyleyebiliriz.
Kaprisli kimselerde, arzularda sık sık umulmadık terslikler, geri dönüşler ve kararsızlıklar, davranışlarda mantıksızlık, çevresindekilerin hoşnutsuzluğuna rağmen aklına geleni yapmakta ısrarlı olma, başkalarını da buna zorlama, maymun iştahlılık, hırçınlık gibi belirtiler görülür.[523] Bu tutumlar, “bir kimsenin birdenbire veya ansızın, çok kere hiçbir esaslı ve akla uygun sebep olmadan, herhangi bir hal, hareket ve davranışta ısrar etmesi; durumunu değiştirmemesi”[524] şeklinde tanımlanan inatçılığı da beraberinde getirir. Artık tedavi edilmesi gereken bir durum var demektir.
“Allah, üstün kıldığı ve mallarından harcayıp kadınların geçimini sağladıkları için erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bundan dolayı iyi kadınlar itaatkar olup Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi korurlar. Hırçınlık etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve bunlarla yola gelmezlerse dövün! Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın.”[525]
Bu âyette önerilen terbiye metodunun, gereği gibi uygulandığında, insanın psikolojik yapısıyla uyum içerisinde olduğu görülür. “Gelecekte istenmedik bir olayın izleri belirmeye başladığı zaman “nüşûz” semptomlarının uzaktan emareleri gözükmeye başladığında çözüm için aşamalı olarak önlem almak gerekmektedir. İlk aşamada mesele büyütülmeden güzel öğüt ve nasihat yoluyla kapatılmaya çalışılmalıdır. Nasihat ve öğüt “katı kalpleri yumuşatır, nefreti sevgiye çevirir.”
Fakat bazen öğüt fayda vermez. Kadının kaprisleri, hırçınlık ve taşkınlıkları bunu engeller. Ayrıca, güzelliğiyle, malıyla, aile durumuyla veya diğer birtakım kıymet ve değerleriyle üstünlük duygusuna kapılabilir. Problem bu aşamaya geldiğinde, terbiye metodunun ikinci safhası uygulanır. Kadının cazibe ve güzelliğinden veya kendisine üstünlük sağlayan konumundan doİayı yapmış olduğu nazım dindirecek, havasını indirecek psikolojik bir uygulamadır bu. Onları yataklarında yalnız bırakmak... Yatak tahrik ve cazibe yeri olup üstün çıkmaya çalışan serkeş kadın otoritesini orada sağlar. Koca bu cazibe karşısında, yatağın itici güçlerini yenebilirse, şımarık karısının elindeki en etkili kozu etkisiz hale getirmiş olur. Kocanın bu kararlılığı, irade ve şahsiyet gücü karşısında kadın mevcut tutumundan vazgeçmeye yumuşamaya başlar. [526]
Başvurulan bu ikinci yöntem de çözüm getirmediği takdirde, son çare usûlüne uygun dövmektir. Kesinlik kazanmış ilmi gerçekler olarak kabul edilmemekle birlikte bazı psikologların ruhsal bozukluklar üzerinde yapmış oldukları gözlem ve deneyler şu sonuçlan vermiştir: Ruhsal bozuklukların giderilmesi, davranışların düzeltilmesi ve normale doğru götürülmesinde “dövmek” uygun bir yöntemdir. Hatta bazı kadınlar, sevdikleri erkeği tam bir erkek olarak kabul etmek için pazu kuvvetiyle kendilerini alt etmesini arzu ederler.[527] Erkeğin otoritesini hissetme tarzı kadından kadına değişir. Bazı kadınlarda bu hissediş, dayak olarak şekillenebilir. Kadınlar erkekte kendi ihtiyacına cevap verecek üstünlük ararlar. Bir kısım kadınlar bu beklentilerine cevap veren üstünlüğü mizaçları gereği biraz sertçe duymak isteyebilirler.[528] Fakat “dövme” eylemi, sinirli bir şekilde, kızgınlıkla, infiale kapılarak, acımasızca dayak atmak demek değildir. Aksine terbiyeye yönelik, kadına küçük düşmenin acısını tattırmayı hedefleyen sakin bir dövmedir. Fiziksel olmaktan çok psikolojik bir yaptırımdır.[529]
Görülüyor ki, kadını yola getirmek için önce yumuşak, sonra sert metod önerilmiştir. İnsan tabiatına uygun yollar gösterilmiştir. Yumuşaklıktan anlayana yumuşak, sertlikten anlayana sert metod tavsiye edilmiştir. Dövme sert bir metoddur. Fakat bazen bundan başka çare kalmayabilir. İnsanlar güzellikle yumuşaklıktan, iyilikten hoşlanır. Ama iyilikten hoşlanmayan, adeta dayağı bir ihtiyaç gibi hisseden kadınlar da vardır. Böylelerini terbiye etmenin çaresi de dayak atmaktır. Sertlikle yola gelecek olana sert metodun uygulanması doğaldır. Şunu belirtmek gerekir ki, dövmede belirlenmiş şekil ve sınırlara dikkat etmek gerekir.[530]
Eğer nüşûz eden kadın değil de erkekse, kadın kocasıyla anlaşmanın, onu memnun ve razı etmenin yollarını aramalıdır. Daha dikkatli düşünüp daha dikkatli hareket etmelidir. Duygusal davranıp arayı açmak, bencillik edip inatlaşmak, intikam hırsına kapılmak nefreti artırmak, kin ve düşmanlık doğurmaktan başka bir şeye yaramaz.[531] Çünkü insanın psikolojik yapısında aşırı cimrilik, bencillik ve kıskançlık vardır.
“Eğer kadın, kocasının nüşuzundan veya kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, sulh ile aralan düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır.”[532]
Evlilikten maksat, karı ile koca arasında Allah'ın yaratmış olduğu meylin tatminiyle sevgi ve merhamet üzerine bir aile kurmak ve onun hak ve sorumluluklarım yerine getirmektir. Beşer taibatı gereği eşler arasında ufak tefek dedikodular, az, çok kırgınlıklar olsa bile, bunlar karı-koca arasındaki doğal bağları, normal huzur ve sükûnu bozmadıkça aile binasının yıkılmasına gidilmemelidir. Eğer aradaki bağlar kopmuş, huzur ve sükûn kaybolmuşsa doğal olarak boşanma kapısı aralanmış demektir. Kadın kocasına karşı büyüklenerek taşkınlık eder, düşmanlık göstermeye başlar, sevgi ve merhamet yerine kin ve nefret duyguları hakim olursa, işte o zaman erkek boşanma yoluna gider. Yoksa kızgınlık-öfke, şehvet düşkünlüğü gibi basit nedenlerle boşanmak, nikah nimetine karşı nankörlük olur. Birçok durumda boşanma kaçınılmaz zannedilir, sonra da pişmanlık duyulur. Bundan dolayı boşanmadan önce çok iyi düşünmek, yerinde hesaplar yapmak gerekir.[533]
Ama kalbler katılaşır ve donarsa, aile bağını sürdürmek asla mümkün olmaz. Bu durumda en uygun olan iş ayrılıktır. İslâm; kan kocayı zorunlu bağlarla, kanunlarla birbirine bağlamaya çalışmaz. Karı-kocayı sevgi, merhamet ve vefa duygularıyla, karşılıklı sorumluluklara dikkat göstererek, güzel geçinmek suretiyle birbirine ısındırır, böylece müşterek hayatın devamını sağlamaya çalışır. Eğer kalbin nefretini dindirecek olan bu bağlayıcı ve hayatı devam ettirici unsurların sınırlarını aşan bir problem ortaya çıkarsa, aile beraberliği faydadan çok zararla sonuçlanacaktır. Bu durumda tek çıkar yol ayrılık olur. Kadını nefret edeceği, arzulamadığı bir yaşantıya mahkum etmek ilâhi adalet esaslarına ters düşen bir uygulamadır.[534]
Boşanmanın meşru kılmmasındaki hikmet; eşler arasında nefret, düşmanlık meydana gelince, aile bağlarının devam ettirilmesi azap ve elem verici olduğundan kullarını bu tür azaptan kurtarmak için Allah (c.c) boşanmayı meşru kılmıştır. Eğer boşanma meşru kılınmamış olsaydı, ölünceye kadar karı-koca birbirinin esareti altında, daima elem ve ızdırap içinde yaşamak zorunda kalacaklardı. Şu halde boşanma ilâhi bir lütuftur. Boşama hakkının erkeğe verilmesi de bir başka lütuftur. Çünkü erkeğin sabır ve dayanıklılığı daha fazladır. Karar vermede aceleci değildir. Fakat kadınların sabırları az ve tahammülleri sınırlıdır. Eğer boşama yetkisi onlara verilseydi her canı sıkıldığında bir koca boşamaktan çekinmezlerdi.[535]
“Ey peygamber, kadınları boşayacağınız vakit onları id-detlerine doğru boşayın. O iddeti de sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana evlerinden çıkarmayın, kendileri de çikmasınlar. Bunlar Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu aşarsa şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilmezsiniz olur ki Allah kusur ardında bir şey peyda ediverin.”[536]
Boşanma kaçınılmaz olduğunda koca, karısını ancak aybaşı halinde olmadığı zaman boşayabilir. Aylık periyod esnasında boşanmak yanlış olur. Koca, karısının adet kanamasının sona ermesini bekler, ardından isterse boşadığını söyler. Daha sonra bir ay daha bekler ve ikinci adet bittikten sonra, eğer hâlâ boşamaya kararlıysa, tekrar boşadığım söyler. Arkasından üçüncü adeti bekler ve üçüncü olarak son defa onu boşadığını söyler. Birinci ve ikinci boşanmalarda koca meseleyi tekrar gözden geçirirse yararlı olur. Çünkü bu durumda geri dönme, barışma imkanı mevcuttur. Ama üçüncü defa boşadıktan sonra koca geri dönme hakkını kaybeder ve kesin boşama gerçekleşir. Kur'ân'ın emrettiği bu üç aşamalı boşama şekli, iyice düşünmeden verilmiş kararları kontrol edip gözden geçirmek ve her aşamada barışma kapısını açık bırakmak içindir. [537]
Bu üç aşamalı boşamanın hikmeti elbette küçümsenemez. Ayrıldıktan sonra iki tarafın düşünmeleri, duygularını anlamaları için zamana ihtiyaç vardır. Olabilir ki, kalblerinde bir sevgi emaresi, kıpırdayan bir duygu; yanlış anlaşılmaların, aşırı duyguların ve gururlanmanın mağlup ettiği manalar vardır. Zamanla azap hafifler, azgınlıklar durgunlaşır, nefis kendine gelir, böylece ayrılığa yol açan sebepler küçülür, önemsenmez. Ardından başka manalar, yeni değerler sökün eder. Şefkat artar, vefa duygusu canlanır, hayatı yenileme arzusu kendini gösterir. İlk talak bir tecrübe aşaması olur. Eşler bu süre içerisinde gerçek duygularını anlarlar, ona göre karara varırlar.[538]
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç aybaşı müddeti beklerler. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helal olmaz. Kocaları bu süre zarfında barışma isterse, karılarını geri almada başkalarına oranla daha çok hak sahibidirler.”[539]
Boşamada vakit tayinindeki hikmet her şeyden önce boşama işini insan nefsinin boşamaya karar verdiği anın dışında bir zamana atmaktır. Olabilir ki kızgınlık geçer, kişi nefsinin dizginini eline alır. Eğer geçici bir durum varsa ortadan kalkar.[540]
“Boşanma iki defadır, ya iyillikle tutmak, ya da güzelce salıvermektir.” [541] İnsan karısından ayrıldığı zaman, buna dayanıp dayanamıyacağmı bilemez. Birinci boşanmayla eşine olan sevgisinin ve bağlılığın derecesini ölçer. Ayrılık onu hüzün ve kedere garkederse, pişman olursa karısına döner. Eğer bir boşama dönüşe yeterli olmazsa, ikinci boşama yapılır ve netice aynı olursa üçüncü boşamadan sonra kesin ayrılık olur.[542]
Boşamanın üç aşamalı olması, işi aceleye getirmemek, olayın önem ve büyüklüğünü, sıradan bir şey olmadığını göstermek içindir. Tanınan süre içerisinde Allah sevgi halkederek nefret yerine şefkat, düşmanlık yerine sevgi gelebilir. Pişmanlık doğabilir. Ama aşamalı olarak üç talak veren kişi, bu işte iyice kararlı olduğunu gösterir ki, pişman olma ihtimali azalır.[543] Kadınla erkek arasındaki alaka ve sevgi yüzeysel ve basit olsaydı bir iki boşama yeterli görülebilirdi. Oysa aile bağları ve ruh hali dakik ve derin şeylerdir. Kısa sürede hakkıyla kıymeti takdir edilemez. Sonuçta pişmanlık doğabilir. Bundan dolayı üç aşamalı boşama meşru kılınmış, birinci ve ikinci boşama bir tecrübe dersi kılınmıştır.[544]
“Temas etmediğiniz veya bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsamz üstünüze vebal yoktur. Şu kadar ki, zengin olan kudretince darda bulunan da halince maruf bir fayda ile onları faydalandırınız; bu; ihsan edenler üzerine bir borçtur. Şayet siz kendilerine temas etmeden önce onları boşar da bir mehir tayin etmiş olursanız tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Meğer kendileri vazgeçmiş olalar. Yahut da nikah düğümü elinde bulunan kimse bağışlamış ola. Bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazileti unutmayınız. Şüphesiz Allah yaptığınız şeyleri hakkıyla görendir.”[545]
Cinsel birleşme olmadan yapılan boşamada, boşayan erkeğe düşen yükümlülük, gücü yettiği kadar bir şeyler ödemektir. Bu davranış ruhi yönden ayrı bir değer ifade eder. Henüz başlamadan kopan evlilik bağı kadının nefsinde bir burukluk meydana getirir. Ve ayrılık bir tür husûmet halini alır. İşte erkeğin ödediği tazminat bu gerginleşen havayı yumuşatır, sevgi bağı tesis eder, boşanmanın hüzünlü ve sevimsiz ortamını unutturur. [546]
Bir kimse cinsel birleşmeye girmeden boşandığında, nikah akdinde mehir belirlenmişse mehrin yarısını verir, şüphesiz kadının cinsel ilişkiye girilmeden boşanması ona bir hakaret sayılır. Halk arasında kadın hakkında şüphe uyandırabileceğinden; onun tamamen suçsuz olduğunun ve boşamanın erkek tarafından yapıldığının bilinmesi için mehrin yarısının verilmesi emredilmiştir. Kadına ödenen tazminat bir bakıma yaraya sürülen merhem gibidir. Kadının çektiği ayrılık ızdırabını dindirir. [547]
“Sizden ölenlerin geriye bıraktıkları zevceler, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri vakit onların kendileri hakkında meşru şekilde yaptıkları şeyden dolayı size günah yoktur. Ve Allah işlediklerinizden hakkıyla haberdardır. Kadınları nikahla istiyeceğinizi tariz yoluyla bildirmenizden veya böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızdan dolayı size bir vebal yoktur. Allah biliyorki siz onları mutlaka hatırlayacaksınız. Fakat onlarla gizlice vaidleşmeyin. Meşru bir sözle söylemeniz müstesna. İddet nihayet bulmadıkça nikah bağını bağlamaya azmetmeyin. Ve bilin ki şüphesiz Allah gönüllerinizde olanı bilir. Artık ondan sakının. Ve yine bilin ki şüphesiz Allah Gâfur'dur, Halim'dir.”[548]
Allah (c.c.) kocası ölen kadınlara dört ay on gün iddet müddeti koymuştur. Bu iddet esnasında kadın kocasının ailesinin yanından hemen ayrılarak, onların duygularını yaralamaz. Ölmeyen hatıralara, ölünün ailesinin duygularına bağlı kalır.[549]
“Kadınlarına yaklaşmamaya yemin eden kimseler dört ay bekleyebilirler. Eğer bu süre zarfında yeminlerinden dönerlerse, şüphesiz, Allah bağışlar ve esirger. Şayet boşamaya karar verirlerse, kuşku yok ki, Allah işitendir, bilendir.” [550] Evlilik hayatında tartışma, kırgınlık beğenmeme gibi çeşitli sebeplerle koca bir süre karısına yaklaşmamaya yemin eder. Bu duruma İslâm hukukunda “ilâ” adı verilir. Böyle hareket etmekle kadına hakaret edilmiş, hakkı çiğnenmiş ve kendisine zulmedilmiş olur. Bu ayrılıktan dolayı kadının benliğinde büyük acılar, sinirsel krizler gibi zararlar doğar. Bu şekilde yemin eden kimse için İslâm, dört ayı geçmemek üzere son sının koymuştur. Bu sınır kadın nefsinin bozulmaması, doğal ihtiyaçların baskısı altında kalıp kocalarından başkalarına görünmemesi için beklenebilecek, muhtemel en uzun süredir. Hz. Ömer'in Medine'de dolaşırken bir kadının şu sözlerini işittiği rivayet edilir:
“Gece uzadı ve civarın karanlığı üstüme yığıldı. Oynayacak bir dostum yok mu? Yemin ederim ki Allah beni gözetlemeseydi bu gizli yerden dışarıya çıkardım.” İnsan fıtratına uygun kurallar koyan İslâm dini; dört ay içerisinde karısına dönmeyen kocasının, onu boşamasını veya mahkemenin onları boşamasını karara bağlamıştır.[551]
İnsanların çoğunda, cinsel eğilimlerini ve duygusal gereksinimlerini bir kadınla paylaşma tarzını tercih yönü ağır basar. Birden fazla kadınla birlikte olmaya arzu ve eğilim gösterenler, ihtiyaç duyanlar da yok değildir. Kur'ân-ı Kerim bu tür arzu ve ihtiyaç içinde bulunanlara bir dizi şartlar sunar. Bu şartları yerine getirmeye gücü yetenlere birden fazla kadınla evlenme izni verir. Aksi takdirde izin vermez. Birden fazla kadınla evlendikten sonra da konulan şartları yerine getirmeyenlerin ahlâkî kusur işlediklerine karar verir.
Erkeklerin birden fazla evliliğe eğilim göstermelerinin temelinde cinsel dürtü ve neslin devamı arzusu önemli rol oynar. Tek kadınla evlilikte bazıları bu ihtiyaçlarını karşılamaktan tamamen yoksundurlar. Bazıları da bu konularda daha çoğuna sahibolma mizacına sahiptirler.
Öyle kimseler vardır ki isteseler bile tek kadınla yetinemezler.[552] Mizaç ve yaratılışları gereği birden fazla kadına ihtiyaç duyarlar.[553] Cinsel bakımdan güçlü, nefsi azgın, bir kadınla yetinemeyen bazı kimseler çok evliliğe ihtiyaç duyarlar. Hayız döneminin uzun sürmesi, lohusalık hali, hamileliğin son dönemi bu gibilerini iyice zor durumda bırakır.[554]
Kadın iyileşmez, çekilmez bir hastalığa yakalanmışsa. cinsel iktidarsızlığa maruz kalmışsa (cinsel soğukluk hastalığı varsa), erkekten hoşlanmayan mizaca sahipse,[555] erkek cinsel arzusunu hiç bir zaman doyuramayacaktır. Bu durumda ikinci bir evlilik zorunlu bir ihtiyaç halini alabilir.
Neslin devamı arzusu da insanda doğal bir duygudur. Kadının kısır olması hastalık ve başka sebeplerden dolayı çocuğunun olmaması, neslin devamı arzusunun karşılıksız kalmasına yol açacaktır.[556]
Bazı toplumlarda doğal olarak kadın sayısı erkek sayısından fazla olur. Bazen büyük afetler, yıkıcı savaşlar kadın nüfusunun erkeklerden çok olmasına yol açar. Birden fazla evliliğe izin verilmediği takdirde bazı kadınlar cinsel ihtiyaçlarım karşılarlarken, çok sayıdaki diğer kadınlar ne yapacaklar? Bu çok sayıdaki kadın, erkek şefkatinden, sükûn, huzur, ilgi, yakınlık ve annelik nimetinden, sıcak aile yuvasından yoksun kalacaklardır. Yaratılışlarındaki bu doğal arzu ve eğilimler karşılıksız kalacak, cinsel arzular ahlaken kusur sayılan yollardan doyurulmaya çalışılacaktır.[557]
İşte izah ettiğimiz bu tür psiko-sosyal sebeplerden dolayı Kur'ân-i Kerim, birden fazla evliliğe ilgi duyanlara şartlı olarak kapı aralamıştır. Bu şart hukukî olarak eşler arasında mutlak adaleti sağlayabilmektir.
“Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz; şayet, aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz”[558]
Kur'ân-i Kerim birden fazla evlilik durumunda mutlak hukukî adaletin sağlanmasını zorunlu bir görev olarak değerlendirirken, eşlerden birine duyulan fazla sevgi, aşk gibi kalbi eğilimleri hoş görür. Ta ki, bu vicdanî gönül meyli soyut bir olgu olarak kaldığı müddetçe... Aksi takdirde bu kalbî meylin de tesiriyle, hukukî adalet dengesini sevilen eş lehine bozmak ahlâkî kusur teşkil eder.
“Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında adalet yapamazsınız. O halde ilâhi kanunlara uyabilmek için bir kadına tamamen yönelip de ötekini muallakta bırakmayınız.”[559]
Birden fazla evlilik “erkeğin şahsiyet zayıflığı olarak” değerlendirilebilmektedir. [560] Kabul edelim ki, bir erkek kadına olan düşkünlüğünden dolayı birden fazla evlense, başta “adalet” olmak üzere bütün hukuki görevlerini yerine getirse bu durum şahsiyet zayıflığı olarak değerlendirilebilir mi? Oysa bir kadınla evlenenlerde de kadına düşkünlüğün olmadığını söyleyemeyiz... Hatta birden fazla evlilik, kadına düşkün kimselerin zina, cinsel sapma gibi daha büyük ahlâkî kusurları işlemelerine engel olur.
Yine birden fazla evlilik kumalar arasında rekabete kıskançlığa, kin ve nefrete, aile anlaşmazlığına neden olabilir, evlatlar arasında kutuplaşma ve çekişmeye yol açabilir, deniliyor.[561] Fakat unutmamak gerekir ki bu aile bir İslâm ailesidir. Bireylerinin ahlâkî yapısı adalet, sevgi, saygı, dayanışma, tevazu, cömertlik, dürüstlük gibi olumlu karakterlerden teşekkül eder. Aile bünyesine sızabilecek herhangi bir olumsuz karakter mikrobu, vücudun bağışıklık sistemi sayesinde derhal yok edilebilir. Eğer aile bireyleri ahlaken bozuk karakterler taşıyorlarsa, tek kadınla evli ailelerde de huzursuzluk ve anlaşmazlık çıkar. Şunu inkar etmemek gerekir ki, birden fazla kadınla evli olan aileler adalete, sevgiye, saygıya, dayanışmaya diğerlerinden daha çok muhtaçtırlar.[562]
Müminin bütün tutum ve davranışlarının kaynağı onun içsel dinamizmi olduğu gibi, ana babasına karşı takındığı tavrının aldığı şekil de imanın iç buyutuna göredir. Bu durum Kur'ân-ı Kerim'deki ana babaya iyilik etmeyi emreden âyetlerin, Allah'a kulluk ve Allah'ın birlenmesi konusundaki âyetlerle olan bağlantısında açıkça görülür.
“Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, ana babaya iyilik edin.”[563]
“Allah'a kulluk edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın ve ebeveyne güzel muamele edin.”[564]
“Gelin Allah size neyi yasaklamış, okuyayım de: Allah'a ortak koşmak! Ana babaya iyi muamele etmek.”[565]
“Rabb'in, kendinden başkasına kullukta bulunmamanızı ve ebeveyne iyi muamele etmenizi ferman buyurdu.”[566]
Kur'ân-ı Kerim anne babanın çocuklarına iyi davranmasından çok, çocukların anne babasına iyi davranması konusundaki tavsiyelere ağırlık verir. Bunun temelinde, anne babanın fıtratında çocukları koruyup gözetmeye yönelik zengin sevgi ve duygu kaynağının varlığı, bunun için dış faktörlere fazla ihtiyaç olmadığı gösterilebilir. Çoğu zaman anne babalık içgüdüsü hiç bir karşılık beklemeden, ne pahasına olursa olsun çocuklar için fedakarlığa sevkeder.[567]
Çocuklar ise, bütün bu kendileri için yapılanları çabuk unuturlar. Geçmişe pek fazla dönüp bakmazlar. Yaratılışları gereği daha çok kendi geleceklerine yönelik uğraş ve fedakarlıklara yönelirler. İşte Yüce Allah, “anne baba gözetiminde, acizlik içinde, şefkate muhtaç oldukları çocukluk günlerini” hatırlatarak, çocukların da onlara yönelmesini ister.
“Ve de ki: Rabbim küçükken bana bakıp yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet buyur.”[568]
Anne babamız bize iyilikte bulunmuş ve biz bu tecrübeyi onlarla birlikte yaşamışızdır.! [569] Ayrıca benliğimizde yer eden şükran hissi [570] onların bu iyiliğine iyilikle karşılık vermeye sevkeder bizi. Onlara iyilik etmekten alıkoyacak unsur ise, karakterimizde yer edebilecek nankörlük öğesidir.
“Biz insana anne babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik, zira annesi onu karnında zorlukla taşımış; onu güçlükle doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Sonunda erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca; Rabbim bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi temin et.”[571]
“Biz insana ona babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur.”[572]
Bu iki âyette “şükür” öğesinin yanında, ayrıca anneye iyilikte öncelik verilmesi de öneriliyor. Çünkü annenin çocuğun değerlendirme yeteneğinden yoksun olduğu dönemde büyük emeği geçmiştir. Çocuk hamilelik, emzirme döneminde, temyiz çağına gelinceye kadar, adeta annesine bir yüktür. Gelişip aklı ermeye başladığında ise, ihtiyaçlarının karşılanmasında daha çok babanın ön plana çıktığını tecrübe eder. Bu gibi nedenlerle anneye öncelik verilmiş olabilir.[573]
Çocuklar babalarından, annelerinden daha çok çekinirler. Annede şefkat ağır bastığından çocuklar onunla daha sıkı yakınlık kurar, daha çok içli dışlı olurlar. Annelerinden yüzbulan çocukların isyanı daha kolay olur. Bu tür bir yaklaşım da anneye öncelik verilmesinde sebep kabul edilebilir. [574]
Sahabilerden birisinin “öncelikle kime iyilik edeyim?” sorusuna Resulullah, üç defa “annene!” dedikten sonra, dördüncüsünde “babana!” karşılığını vermiştir. [575] Bu hadis-i şerif anneye gösterilecek iyilik ve şefkatin babaya yapılandan daha fazla olması gerektiğine işaret ediyor. Çünkü anne, babadan fazla olarak, hamilelik, doğum, emzirme gibi, babanın müdahalesi olmayan zahmetlere katlanmıştır.[576]
Allah, çocuğun ruh ve beden açısından gelişip yetişmesi için iki yıl anne sütü emmesini gerekli görür. Araştırma ve istatistikler, yavrunun psikolojik ve sıhhi açıdan iyi yetişmesi için iki yıllık bir emzirme devresinin zorunlu olduğu sonucuna varmışlardır. Çocuk ancak bu şekilde sağlam bir ruh ve beden yapısına sahip olabilir. Allah'ın müslümanlara bahşettiği bu nimetin faydalarını, yıllarca süren deneyler henüz daha yeni keşfetmek-tedir.[577] “Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak içindir. Onların yiyeceği, giyeceği maruf vech üzere, çocuk kendisinden olana aittir. Kimse takatından fazlasıyla mükellef olmaz. Ne bir anne çocuğu sebebiyle, ne de bir baba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer kendi aralarında memeden kesmeyi arzu ederlerse ikisinin üstüne de bir vebal yoktur. Çocuklarınızı emzirtmek isterseniz meşru şekilde verdiğinizi teslim etmek şartıyla yine size vebal yoktur. Allah'tan korkun. Ve bilin ki şüphesiz Allah yaptığınız şeyleri hakkıyla görendir.”[578]
Anne sütü çocuğun gelişmesinde çok önemli rol oynar. Annesinin bağrına basıp emzirdiği çocuk, annesinden, sütle birlikte sevgi ve güven duygusu da emmiş olur. İnsan, hayatın her devresinde güven duygusuna ihtiyaç hisseder. Kendini korumaktan tamamen yoksun olduğu çocukluk devresinde bu ihtiyaç zirvededir. Dolayısıyla sabiyi annesinin göğsünden ayırarak bu şefkat ve güven duygusundan mahrum bırakmak asla doğru olmaz.[579]
Zorunluluk durumunda başka bir sütanne tutulacak olursa; ahlâk ve huylarının iyice araştırılması gerekir. Çünkü süt, çocuğun ahlâk ve huyları üzerinde büyük ölçüde tesirli olur. Çocuğun bedenine etki yapan sütün, kişilik ve karakter oluşumuna da etki yaptığı söylenmiştir. Mesela, yalancı bir kadından süt emen çocuğun, yalancı olması ihtimali fazladır. Çocuğu emziren kadın, sütle beraber, iyi huy, şefkat ve sevgi gibi duygular da verir. Hayırsever bir kadının sütünü emen çocuğun büyük ölçüde iyiliksever olması beklenir. Eğitim bilimciler bu konuda ciddi araştırmalar yapmışlardır. [580]
İnsan hayatında çok etkili bir güce sahip olan cinsel güdü ahlâkî kontrol altına alınmadığı, başıboş bırakıldığı takdirde doymak bilmeyen bir açgözlülüğe ve fıtrata aykırı sapkınlıklara yol açabilmektedir. Kur'ân-ı Kerim öncelikle duyu organları vasıtasıyla insanların cinsel etkileşimle, her önlerine çıkan yerde karşı karşıya gelmemeleri için cinsel mesaj veren görüntü, ses ve dokunuşlardan sakınmalarını ve cinsel mesaj verecek bir vaziyette bulunmamalarını emreder. Ayrıca biz bu konumuzda, ahlâkî olmayan cinsel doyum yollarından zinanın ve psikolojik bir sapkınlık olan eşcinselliğin insanın ruhi dünyasındaki ve toplumun manevi hayatındaki tesirlerine değinmeyi uygun gördük.[581]
Duyu organları vasıtasıyla alınan cinsel mesajlar, bir yandan doğrudan cinsel güdüyü harekete geçirirken, öte yandan zihinde derin imajlar, kalbde ise tesirli bir hasret bırakır. İnsanın karşı karşıya kaldığı cinsel muhtevalı görüntü, ses ve dokunuşlar cinsel güdüyü etkili bir şekilde uyarıcı özelliğe sahiptir. Cinsel içerikli her görüntüye bakmak, her sesi dinlemek, her bedene dokunmak ahlâkî bir kusur olduğu gibi, başkalarının gözüne ve kulağına cinsel muhtevalı mesajlar göndermek de ahlâkî kusur sayılır. Duyu organları vasıtasıyla cinsel mesaj alışverişi yaygınlık kazandığı takdirde, teşhircilik, pornografi merakı gibi psikolojik hastalıklara, meşru olmayan cinsel birleşmelere ve çeşitli cinsel sapmalara kapı aralanmış olur.
Kur'ân-ı Kerim özellikle görme duyusunun cinsel içerikli görüntüler karşısında kontrol altına alınmasını, başkalarının gözüne cinsel mesajlar gönderecek durumda bulunmamayı önermiştir.
“Müminlere söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, edep yerlerini korusunlar. Bu onlar için en temiz olanıdır. Allah yapmakta olduklarınızdan bütünüyle haberdardır. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, namuslarını korusunlar, görünmesi zaruri olanlar hariç zînetlerini göstermesinler. Başörtülerini yanlarına sarkıtsınlar. Zinetlerini ......göstermesinler....”[582]
Ayet-i kerime, cinsel muhtevalı görüntülerin hem erkekleri hem de kadınları etkilediğini vurguluyor. Fakat kadınların cinsel mesaj göndermeme konusunda daha fazla yükümlü oldukları dikkat çekiyor. Yani kadınların bedenlerini örtmelerine daha çok özen göstermeleri isteniyor.
Çünkü kadının bütün bedeni erkek için cinsel uyarıcı işlevi görürken, erkeğin ki böyle değildir. Kadının, erkeğe bakmaktan tahrik olduğu bir gerçektir. Fakat erkek kadının tenine bakmakla kadından çok daha fazla tahrik olur. Ayrıca erkeklerin şehvetli bakışın etkisi hususunda kadınlardan daha hassas olduğu söylenir. Erkekler daha keskin görme duyusuna sahiptirler. Cinsel içerikli görüntüler, erişkin erkekleri daha çok etkiler. Erkeklerde göz, çok uzun mesafeden tahrik unsurlarının etkisi altına girer. Ayrıca androjen hormonu sızıntısı da hiç bir doğal etkinin yok edemeyeceği tek düzene sahip olduğundan, erkekler yaygın bir şekilde cinsel kışkırtıcıların etkisi altına girer ve bu yönde faal olurlar. Kadınlar ise, dokunma duyusu hususunda daha hassastırlar. Bu duygu uzun görüş menziline sahip olmayıp yakın temasla sınırlıdır. Yine kadınların cinsel hormonları devirliliğe sahip olup nöbetleşe çalıştığından kışkırtıcılardan daha az etkilenir. [583]
Kadının yaratılıştan pasif karakterli istenen, erkeğin ise her zaman aktif karakterli olup isteyen arayan durumunda olduğu, iki cinsin yaratılışlarının bu psikolojik temel üzerine kurulduğu söylenir. Erkeğin bu özelliği, onu kadını istemeye izlemeye sevkeder. [584]
İşte örneklemeye çalıştığımız bu tür nedenlere bağlı olarak cinsel uyarıcılardan gözleri korumak ve başkalarının cinsel duygularını uyarıcı mesajlar göndermekten sakınmak gerekir.
“Ey Muhammed, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle; herhangi bir ihtiyaç için dışarıya çıkarken dış örtülerini üzerlerine alıp örtünsünler. Bu onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur.”[585]
“Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi, açılıp saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin.”[586]
Peygamberimiz (sav)'de, “gözlerin zinası bakmaktır.” [587] buyurmuştur.
Bazen sesler de cinsel uyarı etkisi yapar, sesin tonu, edası işiten kimsede sevgi heyecanlan meydana getirir. Bazı seslerin, işiten kimsede aşırı bir cinsel tutku meydana getirdiği söylenir.[588] Özellikle günümüzde bazı yayın kuruluşlarınca organize edilen ve sayısız gencin iştirak etmek için sıraya girdiği şehvet uyandırıcı konuşmaların yapıldığı özel telefon hatları, işitme yoluyla insanın cinsel tahrik olabildiğinin en büyük delilidir. Kur'ân-ı Kerim özellikle kadınların erkeklerle, “sesini inceltip yumuşatarak, cilveli bir şekilde konuşmasını” sakıncalı bulmuştur.
“Ey Nebi'nin hanımları, siz diğer kadınlardan herhangi birileri gibi değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız size yabancı olan erkeklerle konuşurken, onlara yumuşak söz söylemeyin. Sonra kalplerinde maraz bulunanlar tamah ederler. Onlara maruf vech ile söz söyleyin.”[589]
Peygamberimiz de, “kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmaktır.” [590] buyurmuştur. Basit gibi görülen, önemsenmeyen yabancı karşı cinsler arasındaki dokunuş ve tokalaşmalardan dolayı -her ne kadar samimi, dostluk duygulan içerisinde yapıldığı söylense de- cinsel eğilimde hiçbir kıpırdanışın olmayacağını söyleyemeyiz.
Çünkü dokunma duygusu, insanı etkileyebilen, cinsel açıdan uyarabilen, şehevi heyecan meydana getirebilen bir duygudur.[591]
Zina meşru nikah akdi olmaksızın bir kadınla cinsel birleşmeyi [592] ifade eder. Zinanın büyük bir ahlâkî kusur olduğunda bütün sosyal sistemler görüş birliği içerisindedir. Bu konudaki evrensel görüş birliği, insan fıtratının zinadan nefret ettiği gerçeğine dayanır. Zina, her zaman ve toplumda ahlâkî kusur olarak değerlendirilmemişse de, Kur'ân bu davranışı ahlâkî kusurların büyüklerinden sayar. [593]
Karı koca arasındaki cinsel ilişki ile karı koca olmayanların ilişkisi zina arasında farklılık görülür. Karı koca ilişkisi kaba bedensel haz anının geçmesiyle sona ermeyen bir hayattır. Eşler arasındaki cinsel ilişkiler, iki bedenin karşılaşmasıyla, iki gönlün, iki ruhun karşılaşmasını sağlayan yüce insani duygular esasına dayanır. Zina ise, insanı hayvanlar seviyesine düşürür. Tek düşüncesi, geçici bir süre için et ve kan susuzluğunu gidermektir. Şehvetin ötesinde sevgi diye bir şey, söz konusu değildir. Çünkü sevgide devamlılık özelliği vardır. Zina, erkeğin kadına olan eğilimini, bütün ruhî inceliklerden, yüce arzulardan soyutlayarak, tıpkı hayvanlardaki gibi çirkin ve çıplak gösterir. [594]
Sevgi temeli üzerine kurulan aile binası zinadan büyük zarar görür. Eşler arasındaki sevgi bağı kopar, huzursuzluk baş-gösterir, her biri diğerine başkasına ait nazarıyla bakmaya başlar.[595]
Zinayı meslek haline getiren kadınların psikolojik dengelerinin bozulduğu görülmüştür. Gece uykusuzluğu, istemeye istemeye heyecanlı bir şehvet hayatına atılma, korku, kıskançlık, uyuşturucu bağımlılığı birçok nevrozların ve psikozların ortaya çıkmasına neden olur. Fahişelerin çoğu isterik ve psikopattır. Sonunda “nemfomani” denilen şehvet çılgınlığına tutulurlar.[596]
Müminler zina fiilinden sakınmakla, hem kalblerindeki imanın sesine kulak vermiş olurlar, hemde zinanın psikolojik ve psiko-sosyal yıkımlarından korunmuş olurlar.
“Zinaya yaklaşmayın, çünkü o pek çirkin kötü bir yoldur.”[597]
Bir takım insanlar anormal davranışlar gösterebilirler. Bunun psikolojik nedenleri olabilir. Erkekler erkeklerle birleşme eğilimi gösterebilirler. Genellikle bu tür anormal davranışlar kadınların bulunmadığı savaş alanlarında veya hapishanelerde uzun süre kadınlarla birleşmekten yoksun kalarak cinsi temayülün baskısı altında ezilmekten dolayı ortaya çıkabilir. Böyle anormal davranışların bir toplumda yaygınlaşması ve bir beldenin temel alışkanlıkları halini alması, üstelik kadınların bulunmasına ve evliliğin kolayca gerçekleşmesine rağmen bu alışkanlıkların revaç bulması insanlık tarihinin garip hadiselerindendir. Lût peygamberin kavminde görüldüğü gibi fıtratın dışına çıkmak ve sapıtmak oldukça garip bir haldir. Lût peygamber de yaptıklarını anormal bulmuş ve tutumlarım reddetmiştir.
“Lût da hani kavmine demişti ki: “Göz göre göre bir hayasızlık mı yapıyorsunuz? Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır siz cahil bir kavimsiniz.”[598]
“Lût'u da peygamber olarak gönderdik. O, bir zaman kavmine şöyle demişti: “Doğrusu siz, sizden önce alemlerden hiç bir kimsenin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz. Sizler, hâlâ erkeklerle cinsi münasebette bulunarak, yol kesecek ve toplantı yerinizde edepsizce davranışlarda bulunacak mısınız?” Kavminin cevabı ancak: “Eğer sözünde sadık kimselerdensen, bize Allah'ın azabını getir!” demek oldu. Lût: “Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et” dedi.”[599]
Hz. Lût'un kavmine hitap ediş tarzından da anlaşıldığı gibi bu anormallik ve bozukluk Lût kavmi arasında alabildiğine yayılmıştı. Daha önce yeryüzünde benzeri görülmemiş taşkınlıklara yelteniyorlardı. Erkeklerle birleşiyorlardı ki, bu insan fıtratının temelden bozukluğunu, sapıklığa uğradığını gösteren çok anormal bir hareketti. Bazen insan fıtratı bozulur, itidal sınırını aşar ama bu kadınlarla münasebet şeklinde görülür. Anormal olmakla birlikte bu davranış yine de fıtrat kanunları içerisinde sayılabilir. Fakat erkek erkeğe yapılan cinsel sapıklık bütünüyle yaratılış prensiplerinden uzaklaşmanın ifadesidir. Hem psikolojik hem de biyolojik anormalliğin delilidir. Çünkü Allah (cc) cinsel birleşmenin zevkini iki eş arasında yaratmıştır. Her iki eşin bu birleşmeden hem psikolojik hem de biyolojik zevki tadabilmesi, doyuma ulaşabilmesi için onları gerekli istidatlarda donatmıştır. Anormal birleşmelerde Allah'ın verdiği fıtri zevk bulunmaz. Bir kimse, bundan zevk aldığını ileri sürerse bu, onun fıtrat dairesinden çıktığını ve değişik bir tabiate büründüğünü ifade eder. [600]
Allah (cc) gerçek zevki, ilâhi kanunların normal işleyişine uygun olarak yaratmıştır. Buna “zevki selim” denir. Eğer nefis bu kanunlara aykırı olarak zevkini tatmin ediyorsa, bu durumda zevki selimin bozulduğunu ve cinsel sapıklığa düşüldüğünü söylemek gerekir. Bir erkeğin birleşmeden alacağı hakiki zevki, kadının beden ve ruh yapısı birlikte gerçekleştirir. Oysa erkeğin erkek için beden yapısı, “zevki selim” sahibine haz vermekten uzaktır. Herşeyden Önce insan necaset ihtimaliyle irkilerek bu iğrendirici, nefret uyandırıcı fiile asla yönelmeyecektir.[601]
Lût (as) kavminin aşırı-anormal isteklerini karşı cinse çekmeye çalıştı. Allah (cc) insanın cinsel ihtiyacını doyurmak için kadınları yaratmıştı. İki cins ancak karşılıklı münasebetlerle huzur ve rahat bulur. İşte Lût kavmini bu gerçek yaratılış kanununa döndürmek için çırpınır: “Alacaksanız işte bunlar benim kızlarım.” dedi.” [602] Böylece onların selim fıtratını uyarmaya uğraşıyor... Olur ki, bu gerçekler karşısında uyanır ve yaptıklarından vazgeçerler... “Ey kavmim, işte kızlarım bunlar, sizin için daha temizdir...”[603]
İnsanlık birçok anormal ve marazi hallere şahit olmuştur. Bu yapılan şeyler hayata hükmeden kanunların mahkumu olan fıtratı dejenere eder. İnsan, fıtrat kanunları gereği, ancak hayatın gereksinimlerine cevap veren şeylerden zevk alır, yoksa fıtratla çelişen şeylerden değil... Bundan dolayı insan cinsel sapıklık çeşitlerinden fıtri sebeplerden ötürü nefret eder. Çünkü insan fıtratı Allah (cc)'ın kainata koyduğu kanunlara tabidir. [604] Cinsel arzusunu meşru olmayan yollardan tatmin eden kişi bu hareketleriyle, şehvetinin esiri olarak fıtri ve fiziki işlevlerine karşı savaş açmış olur, işlediği bu fiil fizik, zihin ve huyları üzerinde son derece zararlı etkiler meydana getirir. Erkekte doğal olmayan kadmsal özelliklerin yerleşmesine yol açar.[605]
Genellikle eşcinsellikte faille meful arasında büyük bir husumet ve düşmanlık meydana gelir. Şehvet, erkekle kadın arasında sevgi ve ülfete vesile olurken, şehveti erkeğe yöneltmek, faille mef'ul arasında büyük bir düşmanlığa ve insanlar arasında nefrete sebep olur. [606]
Psikoloji literatüründe, “kişinin normal doğa koşulu olduğu üzere karşı cinsten bir kişiye karşı cinsel istek duyup cinsel ilişkide bulunması yerine, bu isteği kendi cinsinden birine karşı duyması ve onunla ilişkide bulunması” [607] şeklinde tanımlanan eşcinselliğe sevkedici birçok faktör vardır. Bekarlığın sürdürülmesi; erkeklerin konuşmalarında, vücut yapılarında, giyim ve süslenmelerinde kadınlaşması, erkeklerin avret yerlerine bakılması, cinselliğe duyarlı erkek çocukların, yetişkin erkeklerin bir yatakta yatırılması ve vücutlarının birbirine teması, kadınlara arka organlarından temas edilmesi, erkeklerin birbirlerini yanaklarından öpmesi eşcinselliğe alt yapı hazırlayan etmenlerdir.[608]
Bu başlık insanın zihninde sadece alışveriş, para ve mal mübadelesi türünden ilişkilerde uyulması gerekli kuralları çağrıştırabilir. Bizim bu konumuzun kapsamını, mülk edinme hakkı, mirasa konma ve miras bırakma, sahip olunan mal ve mülkü israfsız, ölçülü kullanma, başkalarının mallarını faiz, kumar, hırsızlık gibi “batıl yollardan” yememe hususu oluşturmaktadır. Sahip olunan mallardan başkalarını da karşılıksız olarak faydalandırmak (infak) konusu ise daha önce geçti.
Ticaret ahlâkı başlığı altında, mülk edinme arzusunun fitriliğine, fakat ahlâkî kontrol altında tutulması gerektiğine, mal edinme yollarından biri olan miras konusuna, israfın psikolojik tesirlerine, başkalarının mallarını faiz, kumar, hırsızlık gibi batil yollarla yemenin psikolojik ve psiko-sosyal yansımalarına değineceğiz.[609]
İnsanı ferdi mülkiyete bağlayan hayati ve fıtri bağı şu Türk atasözü kuvvetli bir şekilde belirtir. “Mal canın yongasıdır”[610] Mülk edinme, insan ruhunda var olan fıtri bir özelliktir. [611] Yüce Allah'ın insana verdiği çeşitli duygular arasında mal sevgisi de vardır. [612] Kur'ân'ın mülkiyet hakkını tanıması, bu hakkın fıtrata uygun olmasının, insan ruhundaki köklü eğilimlerle uyum halinde bulunmasının bir yansımasıdır. [613] Her insanın kendisi için “benimdir” diyebilmesi, ferdi mülkiyet eğiliminin herkesin tabiatında var olduğunu destekler. [614] Maddi ve iktisadi şartlar da zamanla bu duygulara belirli bir şekil verir.[615]
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar alün ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek, insanlara güzel gösterilmiştir.”[616]
“Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür.” [617]
“Doğrusu o, malı çok sever.”[618]
“Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi, kadınların da kazandıklarının bir payı vardır.”[619]
Peygamberimiz (sav) de “Malı uğrunda öldürülen şehiddir.” buyurmuştur. [620]
Özel mülkünde çalışan insanın üretiminde artış olduğu gözlenmiştir. İnsanın bu özelliği hayatın her sahasına yansır. Kendi işine verdiği önem ve gösterdiği özen başkalarına ait olana verdiğinden kat kat fazladır. İnsanda ben olgusu çoğu zaman ön plana çıkar. “Ey Allah'ım beni ve anne-babamı affet...” [621] Psikoloji verilerine göre “ben” bütün arzuların/duyguların, hüküm ve tasavvurların etrafında döndüğü bir eksendir. [622] Kişisel faydanın söz konusu olmadığı işlerde vurdumduymazlık ve kayıtsızlık hakim olabilir. [623] İktisadi alanda çalışma ve gayretle ferdi kuvvetini harcamaya, feda etmeye sevkeden gerçek motiv kişisel menfeattir. [624] Kollektif mülkiyet sisteminin her zaman özel mülkiyet sisteminin sağladığı üretim miktarından daha az üretim sağladığı gözlenmiştir. [625]
Kur'ân-ı Kerim ferde özel mülkiyet hakkı tanımakla birlikte, mülkiyeti ahlâkî ve manevi kayıtlarla sınırlamıştır. [626] Mülk insan şahsiyetini bozmadığı ve başkalarının şahsiyetini bozmak için silah olarak kullanılmadığı oranda meşru ve ahlâkî bir haktır. Aksi takdirde o bir hak değil, belki bir kuvvetir. [627] Fert mülkiyet hakkıyla bir yandan kendi ihtiyaçlarını karşılarken, öte yandan toplumun menfaatleri için de aracı olmak durumundadır. [628] Kapitalizm'de olduğu gibi şahsi menfaatine zararlı yollara başvurulmamalıdır.[629] Aksi takdirde yardımlaşma, dayanışma, acıma duygusu kalblerden silinir, insani karakterlerden eser kalmaz. Olumsuz karakterler revaç bulur. Başta bencillik olmak üzere sayılamayacak kadar aldatma ahlâkı doğar,[630] ahlâkî değerler çöker, gayret, iyi niyet, aile ve toplumun dayanakları olan tüm yüksek duygular kaybolur.[631] Toplum bireylen arasında bozgunculuk artar, sınıflar arasında çekişmeler başgösterir. [632] Hrold Laski şu açıklamayı yapar: “Bu günkü kapitalist üretim sistemi her açıdan eleştiriye açıktır. Psikolojik olarak yetersizdir. Kapitalist üretim düzeni, birçoklarını, hayatı gerçekten zenginleştiren nitelikleri kendinde göstermekten yoksun bırakmaktadır. Ahlâkî yönden yetersizdir, çünkü kişiye hiç bir şey yapmadan kazanma hakkını vermektedir. Bu hak toplumun bir bölümünü asalak yapmakta ve şerefli bir yaşam sürmekten onları yoksun bırakmaktadır...” [633]
İnsanın mülkiyet konusundaki düşünce, karakter ve davranışlarını birinci dereceden etkileyen unsur onun inancıdır. Kur'ân'ın öğretileri doğrultusunda mülk konusunda müminlerde oluşan temel düşünce şudur: Mutlak mülkiyet Allah (cc)'a aittir.
“Göklerde ve yerde olanların mülkü ancak Allah'ındır. O her şeye kadirdir.”[634]
İnsanlar ise, mülk ve servetleri bekleyen emanetçilerdir. Yüce Allah, servet ve mülkleri idare konusunda insana görev vermiştir. İnsan kendisini görevlendirenin (halife kılanın) talimatlarına uyma zorululuğu duyar, O'nun huzurunda sorumluluk hisseder.
“O Allah ki, sizi yeryüzünde halifeler kıldı. Artık kim küfrederse onun küfrü aleyhindedir. Kâfirlerin küfrü de, Rableri'nin yanında gazaptan başka bir şey artırmaz.”[635]
“O Allah ki, yeryüzünde her ne varsa hepsini sizin için yarattı.”[636]
İşte müminin mülk konusundaki düşüncelerini, duygularını ve faaliyetlerini bu esaslar şekillendirir. Böylece hem kendi şahsiyeti hem de başkalarının şahsiyeti mülkü ölçüsüz kullanmaktan doğabilecek zararlardan korunur.[637]
Kur'ân-ı Kerim verasetin ancak nesep ve yakınlıkla olacağını beyan eder. Bu kural aile bağlarının güçlenmesini, gelişmesini sağlamıştır. Allah (cc) her yakını varis kılmıştır. Bir kimsenin varis olabilmesi için yakınlıkla birlikte, İmanlı olması gerekir. Miras paylarının dağıtımına ölen kimseye soy bakımından en yakın kimselerden başlanır. [638] “Peygamber, müminlere öz nefislerinden evladır. Zevceleri müminlerin analarıdır. Akrabalar da Allah'ın kitabında birbirine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Şu kadar ki dostlarınız için herhangi bir iyilikte bulunmanız müstesna.” [639] “Hısımlar Allah'ın kita-bmca birbirine daha yakındırlar. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.”[640]
“Allah, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer kadınlar ikinin üstünde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır; şayet bir ise yarısı onundur. Ana babadan her birine, ölenin çocuğu varsa yaptığı vasiyetten veya borcundan arta kalanın altıda biri, çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur, anasına üçte biri düşer. Kardeşleri varsa, altıda bir anneni-zindir; babalarınız ve oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından tesbit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, Hakim olandır. Karılarınızın çocukları yoksa bıraktıklarınmın yarısı sizindir, çocukları varsa, bıraktıklarının ettikleri vasiyetten veya borçtan arta kalanın dörtte biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörtte biri karılarını-zındır; çocuğunuz varsa , bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadına kelâle yollu çocuğu ve babası olmadığı halde varis olunuyor ve bunların ana bir erkek veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, her birine edilen vasiyetten veya borçtan arta kalanın altıda biri düşer, zarara uğratılmaksızın ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından tavsiye edilmiştir. Allah bilendir, Hakim'dir.” [641]
Mirasta en büyük pay çocuklarındır. Çünkü ölene soyca en yakın, Ölenle arasındaki sevgi ve yakınlık bağlan engüçlü olandır. İşte miras bu güçlülüğe güç katar. Mirastan çocuklara fazla pay ayrılması onların şefkat ve yardıma, teselliye ve desteğe daha çok muhtaç olmalarından dolayıdır.[642]
Kur'ân-ı Kerim'de “israf kavramı yaygın olan anlamıyla, Allah inancına karşı çıkmada şiddet göstermek, Allah'ı inkarda ileri gitmek[643] için kullamlmıştır.[644] İsraf, harcamadaki ölçüsüzlük şeklindeki manasıyla şöhret bulmasına rağmen, insanın yaptığı her işte sınırı aşmasını ifade eder. [645] Kur'ân-ı Kerim'de harcamada ölçüsüz davranmak manasını içeren âyetler şunlardır:
“Ey insanoğulları; her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.”[646]
“Onlar, sarfettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında dengeli bir yol tutarlar.”[647]
Davranışlarında israf gözlenen kimsenin benliğini olumsuz karakterler kaplar, görüşlerinde hafiflik, iradesinde hata ve dengesizlikler başgösterir,[648] İsrafçılık hırsı da beraberinde getirir. Hırs kanatsizliğe, kanaatsizlik de şükürsüzlüğe ve tembelliğe kapı aralar. Yine hırs, samimiyeti zedeler, riyakarlık doğurur. Çünkü hırslı kimsede insanlara gösteriş yapma, insanların teveccühünü arama eğilimi artar. [649] Israrcının savurgan tutumu “Mülkün Sahibi”ne şükürsüzlüğü ifade eder.[650]
Beraberinde bir takım olumsuz karakterleri de getiren israfın psikolojik ve sosyolojik sebepleri vardır. Bunların başında zihinsel yetersizlik gelir. Biyolojik yaşma rağmen zihinsel yaşı yeterli olgunluğa erişmeyenler, bilinçsizce israfa dalabilirler. Kişinin emek vermeden elde ettiği mal da dolaylı olarak israfı kolaylaştırır. İsrafın övgüye layık bir cömertlik olduğunu zannetme gibi yanlış şartlanma israf sebebi olabilir. Gösteriş ve şöhret düşkünlüğü, tembelliğinden dolayı, saçıp savurarak çalışmaksızın mevki elde etme eğilimi israfa zemin hazırlar. Kişilik zayıflığı ve aşağılık kompleksinden dolayı gereksiz ve fazla harcama yapanlarla rekabet hissi de israfı doğurur. [651] “Herkes gibi yapmış olma için” reddedilmeyen bir sigara, hiç giyilmeyen, fakat gösteriş olarak elde taşınan bir eldiven bu gibi israflara örnek teşkil eder. [652] Fizyolojik olmayan bir motiv olarak şeytan da israfı körüklen “Saçıp savuranlar da şüphesiz ki, şeytanlarla kardeş olmuştur. Şeytan ise Rabb'ine karşı pek nankördür.” [653] İsraf, malın hak dışında, hak olmayan yerlerde kullanılmasıdır. Yüce Allah'ın “Saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olurlar” ifadesine dayananarak bu fiil yasak kılınmıştır. Ayette geçen “kardeş” ifadesi şeytanların hakimiyeti altına girmiş olmaya delalet eder.[654]
Kur'ân-ı Kerim İslâm ümmetini inşa ederken onun siyasi ve iktisadi hayatının sağlam olmasına özen gösterdiği gibi, psikolojik ve ahlâkî hayatının da temiz olmasını ister. İşte iktisadi ve siyasi hayatı bozduğu gibi, psikolojik ve ahlâkî hayatı bozan faiz kesin bir şekilde haram kılınmıştır.[655]
“Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların, “Zaten alışveriş faiz gibidir.” demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de faizcilikten geri durursa, geçmişi kendisinedir. Onun işi Allah'a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada temelli kalacaklardır. Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah pek nankör olan günahkarı sevmez.”[656]
Kur'ân'ın hayata hakim kılınmasını istediği adil düzen merhamet, şefkat, iyilik, yardım, dayanışma ve Allah rızası için birbirini sevme temelleri üzerine kurulmuştur. İnsanlar arası iyi ilişkilerin kurulmasını öngörür. Baskı ve zorbalığın kanun yerini almasına karşı çıkar. Bu nedenle güçlünün zayıfa şefkat göstermesini, zenginin yoksula acımasını emretmiş, faizi ve her türlü eziyeti yasaklamıştır. Adil İslâm düzeni rahmettir, merhamettir, insanlar arası yakınlıkların kuvvetlendirilmesidir. Faize gelince o, hırstır, yorgunluktur, hiledir. İnsan fıtratıyla bağdaşmaz. [657]
Faizci düzen doğrudan doğruya beşeriyetin yıkımını hedef almaktadır. Bir avuç faizcinin keyfi için beşer hayatı zehir edilmektedir. Ahlâkî, psikolojik buhranlarla sinir krizleriyle insanoğlu uçurumlara yuvarlanmakladır. Faizli ekonomi bireyin davranışlarını, vicdanım kardeşine karşı olan duygulan ifsad etmektedir. Toplumun fertleri arasında çekişme, rekabet, hodgamlık, egoistlik gibi çirkin duygu ve davranışları uyandırarak, bireyleri birbirine karşı düşman pozisyonuna düşürdüğü için toplum içerisindeki yardımlaşma, dayanışma esasını yıkmaktadır. Bu gün içinde yaşadığımız dünya faizci sistemler yüzünden bunalımlar, izdıraplar, krizler, huzursuzluklar, asabi ve ruhi bunalımlar dünyası haline gelmiştir. Yirminci asır insanı olarak, faiz düzeninin kurbanı insanların vicdanına hakim olan egoizmi, bencilliği, didişmeyi, aç kurtlar gibi bir şeyin üzerine üşüşmeyi, hırsı ve cimriliği bizzat müşahede etmekteyiz. [658]
“Ey inananlar, kat kat faiz yemeyin ve Allah'tan korkun. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” [659] Kur'ân cahili adetleri ortadan kaldırırken, faizin kaldırılışı ve yasaklanışındaki hükümler kadar hiçbir cahiliyye adetine bu kadar büyük tehditte bulunmamıştır. Faiz bütün kötülüklerin temelini, toplumsal ve ferdi hastalıkların merkezini teşkil etmektedir. Buna karşılık zekat-sadaka ile ortaya çıkan İslâmi yardımlaşma ve dayanışma ortamında; sevgi, şefkat duyguları, hoşgörü anlayışı hakimdir. Toplumda huzur ve sükun mevcuttur. Faiz kardeşliği düşmanlığa, sevgiyi nefrete, iyiliği kötülüğe, cömertliği cimriliğe, yardımlaşmayı bencilliğe sevkederek toplumu bunalıma, buhrana ve kaosa götürür. [660]
Riba ile alışveriş aynı şeyler değildir. Alışverişteki kazanç bir emeğin, vakit ve mal harcamanın ürünüdür. Oysa faizle elde edilen parada bir çaba söz konusu değildir. Bir taraf hiç emek sarfetmeden parayı elde ederken, öteki zarar eder. Bu da insanlar arasında düşmanlık ve nefret doğurur. [661] Faiz düzeninde toklar az, açlar çok; gülenler az, ağlayanlar çoktur. Emeğiyle geçinenlerle sermayedarlar arasında kin, nefret ve düşmanlık vardır. [662]
Faiz düzeninde hem faiz alan tarafta hem de veren tarafta mizaç açısından kötü duygular gelişir. Faiz alanlarda açgözlülük, hırs, cimrilik ve bencillik; faiz ödemek zorunda olanlarda ise nefret, kızgınlık, düşmanlık ve kıskançlık duyguları yaratır.[663]
Faize psikolojik açıdan baktığımızda onun açgözlülük, bencillik, cimrilik, haset, katı kalplilik gibi özelliklere dayandığını ve borç veren kişide bu nitelikleri yeşerttiğini görürüz. Öte yandan “infak” cömertlik, tok gözlülük, yumuşak kalplilik ve sevgi üzerine kurulmuştur. Ve bu üstün vasıfların gelişmesine yardımcı olur. [664] İnfak nizamının tersine, faiz düzeni tabiatı gereği sert ve katı bir düzendir. Sadaka; bağış, ihsan, hoşgörü, temizlik, yardımlaşma ve dayanışmadan ibarettir. Faiz; cimrilik, hodgamlık, bencillik demektir. [665]
“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimseler, nasıl kalkarsa öyle kalkarlar,” Kur'ân, faizle borç vereni deli-şaşkın bir adama benzetiyor. Deli adam nasıl dengesizliği nedeniyle hakimiyetini yitirirse, aynı şekilde borç veren kişi de para verirken o derece dengesini kaybeder ki, şuurunu kaybeder. O kadar düşüncesizdir ki, bencilliğinin, aç gözlülüğünün nasıl insan sevgisine ve dostluğuna kökten bir darbe indirdiğini farkedemez. Bu dünyada adeta deli bir adam gibi davranır. [666]
Faiz veren kimsede oluşan karakter özelliklerine topluca baktığımızda şu hususların ön plana çıktığını görürüz: Şefkat ve acıma duygusundan yoksundurlar.[667] Bencillik (egoizm), cimrilik, katı kalplilik, duygusuzluk, menfaatçılık, para kazanma hırsı gibi karakterler geliştirirler. [668] Çalışmadan, çalışanın emeğinden geçinmenin verdiği uyuşukluk ve tembellik hastalığına tutulmuşlardır.[669]
Faiz alan kimselerde ise şu duygular oluşur: Hased, kin, nefret, intikam ve düşmanlık duygusu, faizcinin malını ele gecirme hırsı, geliştirirler. Ümitsizliğe düşerler, aşağılık kompleksine kapılırlar, sinsilik, mürailik gibi özellikler taşırlar. [670]
Bu kadar köklü ve derin karakter çizgileriyle toplum bireylerinin benliğini saran, ruhlarına işleyen faiz tutkusunu ve alışkanlığını bir anda tedavi etmek, insanları kısa bir süre içerisinde faizden vazgeçirmek imkansızdır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim faiz yasağını tedrici bir metodla kademeli olarak [671] dört aşamada, zihinleri hazırlayarak, ortam oluşturarak, sıkmadan ve üzmeden yerleştirmiştir.[672] Birinci aşamada yasaklama şeklinde bir açıklama yapılmıyor, fakat zihinler böyle bir gelişmeye karşı hazırlanıyor. “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah yanında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek verdiğiniz zekat böyle değildir. İşte bunlar onun karşılığını kat kat artıranlardır.”[673]
İkinci aşamada yine yasaklayıcı bir açıklama yapılmazken, sadece faizin iyi bir kazanç yolu olmadığına dikkat çekiyor: “Yahudilerden çoğunun zulümleri, birçoklarını Allah yolundan alıkoymaları, menedildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemeleri...” [674]
Üçüncü aşamada, sadece kat kat artırılarak alınan faiz türü yasaklanıyor, acaba diğer türden faizler helal mi gibi bir kapı aralığı bırakılıyor.“Ey İman edenler, faizi kat kat artırarak yemeyin. Allah'tan sakının ki, korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza ensesiniz.” [675]
Dördüncü aşamada faiz kesin olarak yasaklanıyor: “Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı bırakın; eğer gerçekten inanmışsanız.”[676]
Kumar oynayan insanlarda istenmeyen davranışların yer ettiği, şahsiyet bozukluklarının meydana geldiği gözlenmiştir. Kumarın en bariz olumsuz yanı toplumun bireyleri arasında kin ve düşmanlık meydana getirmesidir. Bu tezahürleri görebilmek için uzun araştırmalar yapmaya gerek yoktur.
Kumar, nefislerde kin ve husumet duygularının yer etmesine sebep olur. Kumar oynayan bir kimse, karşısındaki kumarcıya ister istemez içinde bir kin duyacaktır. Zira göz göre göre önündeki malı gasbedilmektedir. Karşı taraf mal kazanmış iken, mal sahibi kahrından ölüp ölüp dirilmektedir. Her ne kadar bu kumar partileri dostluk ve mutluluk sevdasıyla tertiplenmiş olsa bile, neticede düşmanlık ve kin tohumları ekmektedir. Kumar insanı aldatır. İçkinin vermiş olduğu sarhoşluk gibi bir hale sokar insanı. Kumarbazların üzerine çöken sarhoşluk, sarhoşlarınkinden pek farklı değildir.[677] “Ey iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şaytanın işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?”[678]
Kumarda kaybeden kimse, kazanacağım ümidiyle devam eder ve mağlup olur. Sonuçta malını kaybeder ve fakir düşer. Ardından da düşmanlık duygusu kaplar bütün benliğini. [679] Kumar oynayanlar arasında görünürde samimi bir muhabbet havası gözlense bile, aralarındaki kin ve düşmanlık hiçbir zaman eksik olmaz.[680]
“Kumar başlıbaşına bir felakettir. Kumar oynayan bir insan şuur ve duygularım kaybeder. Parasının ve bütün varlığının elinden nasıl çıkıp gittiğini dahi anlayamaz. Çünkü her verişinde bir önce verdiğini yeniden kazanmak peşinde koşar ve her defasında da kaybeder. Evine eli ve cebi boş döndüğü zaman içi, parasını alan kişiye karşı kin ve düşmanlıkla dolar. İçine düştüğü buhran sonucu onu Öldürmeye kalkar veya bizzat kendini öldürmeye kalkışır.”[681]
Kumar, oyuncuların kalbindeki kin ve düşmanlık ateşini alevlendirir. Kumar dolayısıyla kişiliğin kaybolması da bir gerçektir. [682] Kumar sebepsiz bir düşmanlık, kin ve hoşnutsuzluk doğurur. Aklı düşünmekten alıkor, insanı tembellik ve pısırıklığa sevkeder. [683] Sinirleri mahveder. [684] “Sana içkiyi ve kuman sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür. Ve neyi Allah yolunda harcayacaklarını sana sorarlar. De ki: “Arta kalanı.” Böylece Allah dünya ve ahiret konusunda düşünesiniz diye size âyetlerini açıklar.”[685]
Kumar oynayan kişinin karakter yapısına topluca baktığımızda şu hususların ön plana çıktığı görülür. Düşmanlık, kin ve nefret, zihinsel güçte zayıflama, tembellik, kişilik (Ahlâk, terbiye) bozukluğu sinir sisteminin tahrip olması, kıskançlık [686] atalet, durgunluk, üzüntü ve heyecanlar arasında geçen bir ömür. [687]
Başkasına ait bir mal gizlice aşırılarak ait olmayan bir şahsa intikal ederse hırsızlık olarak nitelendirilir. Hırsızlığın yaygın olduğu toplumlarda bireyler malının çalınacağı endişesiyle tedirginlik içerisinde yaşarlar. [688] Hırsızlığın getirdiği tehlikelerin en büyüğü ise, toplum bireylerini birbirine bağlayan en temel değerlerden itimat ve güven duygusunun sarsılmasıdır. [689] Hırsızlık, Kur'ân'da yasaklanan ahlâkî kusurların başında gelir.
“Erkek hırsızla, kadın hırsızın yaptıklarına karşılık ve Allah'tan bir azab olmak üzere ellerini kesiniz.”[690] Ayette erkek hırsızın kadın hırsızdan önce zikredilmesinde, erkeğin hırsızlıkta kadından daha cüretli olduğu şeklinde bir yaklaşım vardır.[691]
Araştırmacılar hırsızlığın psikolojik temellerini incelerken çalışmalarını çocuklar üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Çocuklarda mülkiyet fikrî, gelişim süreci içerisinde, sosyal çevrelerinin genişlemesiyle uyanmaya başlar. Çocuğa mülkiyetle ilgili haklara saygı göstermesi hususunda gerekli kavram ve alışkanlıkları kazandırmakta başarı gösterilememesi [692] eğitiminin eksik kalması, aile ahlâkının verilememiş olması, [693] “hak” şuuru ve “hakseverlik” duygularının körelmiş olması [694] hırsızlık alışkanlığına zemin hazırlar.
Çocuk hırsızlıklarında yeni ve heyecan verici tecrübeler yaşamak, bunları çevresinde anlatarak üstünlük duygusunu tatmin etmek eğilimi hakim olabilir. Kıskançlık ve hased duygularının dürtmesiyle hırsızlığa yönelebilirler.[695] Çocuğun yaptığı hırsızlık, değişik nedenlerle anne-babasından veya arkadaşlarından öç alma duygusundan kaynaklanabilir.[696] Aşağılık duygusu olan, çekingen ve duygusal kişiliğe sahip olanlarda telafi hırsızlıkları görülür.[697]
Bazı kimselerde kleptomani adı verilen marazi (patolojik) hırsızlık görülür. Kleptomani, herhangi bir çıkar amacı olmaksızın gizlice almak ve aşırmak için duyulan önüne geçilmez bir dürtüdür. Burada amaç maddi çıkar elde etmek olmayıp çalma dürtüsüne doyum bulmak, bu dürtünün geriliminden kurtulmaktır.[698]
İnsanı gerek tek başına soyut bir fert olarak ele alalım, gerekse düşünce ve eylem planında değerlendirelim onun psikolojik yanını görmezlikten gelemeyiz. İşte objesi insan ve insanın hem düşünce, hem davranışları olan Kur'ân-ı Kerim'inde bu psikolojik gerçeklikten uzak kalamıyacağım tahmin etmek pek zor olmamaktadır. İnsanın inanç vedavranışlarını ele alan Kur'ân âyetlerine psikolojik gerçekleri ve nitelikleri ön planda tutarak yaklaştığımızda karşımıza “psikolojik yöneliş” konulu bir araştırma sahası çıkmaktadır. Özellikle insanın davranışlarının, ahlâkî tutumlarının psikolojik hakikatlerle iç içe ve uyum-halinde âyetlere yüklendiği görülür. İnsanın ahlâkî davranışlarının psikolojik boyutu baz alınarak söz konusu âyetlerin yapılan yorumlarının daha açık-seçik, Kur'ân'in hidâyet ve rehber oluşu amacını daha İyi gerçekleştirici bir kimlik kazandığı kanaatini taşıyoruz.
Riya, ihlas, korkaklık, cesaret, nankörlük, şükür, katı kalplilik, yumuşak huyluluk, sabır, hased, kıskançlık, gıpta, acelecilik, tembellik, cimrilik, öfke, merhamet, kindarlık, kibir, tevazu, adalet gibi Kur'ân'ın üzerine önemle eğildiği temel ahlâkî karakterler, psikoloji ilminin metod ve verilerinden faydalanmak suretiyle yorumlandığında, bu hususlarda daha açık-seçik ve ahlâk eğitimini daha kolaylaştırıcı sonuçlar elde edildiğini görüyoruz. Yine Görüyoruz ki, Kur'ân insandaki hiçbir psikolojik eğilimi, tutkuyu, karakteri yok saymıyor; söz konusu bu eğilim ve karakterleri ahlâkî değerlere uygun olarak yönlendiriyor, kontrol altına alıyor, terbiye ediyor. Meselâ insandaki merhamet eğilimini müminlerin birbirlerine karşı göstermeleri gereken bir tarz olarak değerlendirirken: buğz, katı tutum gibi eğilimlerin de inanmayanlara karşı gösterilmesi doğrultusunda bir örgütlemeye gidiyor.
Kur'ân doğruluk, yalancılık, iftira, gıybet, dedikodu, alaycılık, tartışma, şakalaşma, necva, güzel söz söyleme gibi söyleyende ve sözün muhatabında değişik psiko-sosyal tezahür ve tutumlar meydana getiren sözlü davranışlara, hatta bazen detaya varacak derecede oldukça sık ve geniş yer verir. Bu sözlü tutum ve davranışları doğuracakları ahlâkî sonuçlara bağlı olarak emreder, teşvik eder veya yasaklar, sınırlama getirir. Yasaklama ve teşvik etme konusundaki seçiminde bu sözlü davranışların insanlar üzerinde meydana getirdiği psikolojik ve psikol-sosyal avantajları-dezavantajlan ölçü olarak alır. İkili ilişkilerde tercih edilen herhangi bir sözlü davranışın psikolojik tesirlerine doğrudan veya dolaylı olarak işarette bulunur.
Aile ahlâkına, cinsel ahlâka ve ticaret ahlâkına ilişkin hususlarda, meselelerde ve ortaya çıkabilecek psikolojik ve psiko-sosyal sorunlarda Kur'ân'in getirdiği esaslar ve önerdiği çözümler “bireysel ve toplumsal (fıtratullah ve sünnetullah) yasalarla Kur'ân'ın Öngördüğü prensipler arasındaki uyumu göstermesi bakımmdan oldukça dikkat çekicidir. Aile, ticaret ve cinsel ahlâka dair Kur'ân'ın vermiş olduğu mesajlar sebepleri ve sonuçları açısından psikolojinin ve sosyal psikolojinin müsbet bulgularından faydalanılarak değerlendirmeye tabi tutulduğunda “Kur'ân'ın İnsanların intiyaçlarım karşılaması yönünden mucize olduğu gerçeğini bir kez daha görme imkânı buluruz.
Ahlâkî tutum ve davranışlar, inanan insanın hayatında bağımsız, kendi başına gelişen eylemler ve eğilimler olmayıp Kur'ân merkezli mümin şahsiyetini oluşturan kişilik bütünlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. İnanan insanın kişiliği kalbî inanışlar ile inanışa bağlı tutum ve davranışlar bütünlüğü şeklinde gerçekleşir. İmanın dışa yansıyan davranış boyutu genel hatlarıyla ibadetler, ahlâkî davranışlar ve hukukî ilişkiler şeklinde insan hayatında yer alır. Dolayısıyla gerçek, olgun, imanı bütün bir mümin için, ahlâkî davranışlar imanın fizyolojik boyutudur. İmanın dışa yansıyan tezahürüdür. Yüce Allah ve O'nun emirlerine karşı kalbi sıdk, sevgi, takva, fedakârlık, tam bir teslimiyet, ihsan, ihlâs, yakın dolu olan bir müminin ahlâkî tutum ve davranışları da inancı doğrultusunda şekillenecektir. Psikolojik açıdan müminin ahlâkî davranışı, onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir.
İbadetler, kulun doğrudan Yüce Allah'a karşı yerine getirmekle yükümlü bulunduğu vazifeler olmakla birlikte; ibadetlerdeki manevî havanın, ruhî arınmışlığın insanın tutum ve davranışlarını da kuşattığını, etkilediğin: müşâhade ederiz. Kur'ân-ı Kerim değişik vesilelerle “ibadetlerle ahlâkî davranışlar” arasındaki psikolojik etkileşime dikkat çeker.
Kur'ân'dakî ahlâkî emirlerin psikolojik boyutlarını incelemek suretiyle aynı zamanda ilgili âyetlerin psikolojik yorumunu, tefsirini yapmış oluyoruz. Böylece tefsir ekolleri içerisinde adından yeni yeni söz edilmeye başlayan “Kur'ân'a psikolojik yöneliş” sahasında tutuşturulan kıvılcımı iyice alevlendireceğini umuyoruz.[699]
1- Acun, Suna, Bulgur, Gülay, Çocuk Gelişimi, Esin Yayınevi, İst, 1992.
2- Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Terc. Şelâle Başar, Dergah Yayınları, İst. 1981.
3- El- Akkad, Mahmud, Mevsûatu Abbas Mahmud Akkad, Dâru'l - Kitabi'l - Arabî, Beyrut, 1971.
4- Akın, Cihangir, Faizsiz Bankacılık Ve Kalkınma, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1986.
5- Akseki, A. Hamdi, Ahlâk Dersleri, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1968.
6- Algül, Hüseyin, Gençliğin Dinî Ahlâkî Terbiyesi, Hafe Yayınevi, İstanbul, 1979.
7- Altıntaş, Hayrani, İnsan Ve Psikoloji, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989.
8- Ataseven, Asaf, Din Ve Tıp Açısından Domuz Eti, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1989.
9- Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988.
10- Atta, Abdulkadir Ahmed, Hazâ Halâlun Ve Hazâ Harâmun, Dâru İhyai't-Turâsil-Arabî, Kahire, 1975.
11- Aytuna, Hasip A., Normal Çocuklarda Anormallikler, M.E.B. İst, 1976.
12- Bâ-Yunus, İlyas, Niçin İslâm Sosyolojisi, Çev. Ilım Güler, Akabe Yayınları, İstanbul, 1988.
13- Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 1987.
14- El- Benna, Hasan, Risaleler, Çev. Hasan Karakaya, Hikmet Yayınları, İstanbul, 1984.
15- El - Behiy, Muhammed, İnanç Ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Terc, Ali Turgut, Yöneliş Yayınları,
İstanbul, 1995.
16- Beheştı, Muhammed Hüseyin, Mutahharî, Murtaza, Kur'an'da İnsan, Tere. E. Serdari, Objektif, İstanbul, 1993.
17- Bedevî, Yusuf Ali, Hakkullah Ale'l-İbâd Ve Hakku'l-İbâd Ale'l-Lâh, Dâru İbn Kesir, Beyrut, 1989.
18- Bediuzzaman, Said Nursî, Lem'alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1990.
19- El-Bedrî, Abdulaziz, Sosyalizm Ve İslâm, Terc. Ali Kemal Saran, Şamil Yayınevi, İst., tsz.
20- El-Beyanı, Muhammed Zeyd, Şerhu'l-Ahkâmi'ş - Şerîati Fi'l-Ahvâlî'ş - Şahsiyye, Mektebetu'n - Nahdâ, Beyrut, Tsz.
21- Bilmen, Ömer Nasuhî, Hukuki İslâmiyye Ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1968.
22- Binbaşıoglu, Cavit, Eğitim Psikolojisi, Binbaşıoğlu Yayınevi, Ankara, 1978.
23- Bilgin, Beyza, İslâm Ve Çocuk, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 1991.
24- Bolay, Süleyman Hayri, İçki, Nuhoğlu Kitabevi, Ankara, Tsz.
25- Canan, İbrahim, Resulüllah'a Göre Aile Ve Okulda Çocuk Terbiyesi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1980.
26- El-Celîl, Abdü'l-Aziz B. Nasır, Vakafâtun Terbeviyye Fî Davi'l - Kur'âni'l - Kerîm, Dâru Dîbe, Riyad, 1412 h.
27- Cezîrî, Abdurrahman, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, Çev. Mehmet Keskin, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1989.
28- El - Cemîlî, Es - Seyyid, El - İ'câzu't - Tıbbî Fi'l - Kur'an, Menşûrâtı Dâru'n - Nasr, Beyrut, 1982.
29- Cemel, İbrahim, Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, Risale Yayınları, İst., 1986.
30- Ceran, Ziya, Allah Ve İnanç, Ankara Basım Ve Ciltevi, Ankara, 1972.
31- Cüceloğlu, Doğan, İnsan Ve Davranışı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.
32- Çağrıcı, Mustafa, Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı, Ensar Neşriyat, İst., 1991.
33- Çağrıcı, Mustafa, Ve Diğerleri, İslâm Üzerine Düşünceler, T.D.V. Yayınları Ankara, 1988.
34- Çaplı, Orhan, Evlenmeye Hazır mısınız? Bilgi Yayınevi, İst., 1992.
35- Çelebi, Muhammed Mustafa, Ahkâmu'l-Usre Fi'l - İslâm, Dâru'n - Nahdati'l - Arabiyye, Beyrut, 1977.
36- Davenport, Lord John, Hazreti Muhammed Ve Kur'ân-ı Kerim, Çev. M.S.P., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1967.
37- Ed-Debûsî, Ebu Zeyd Abdullah b. Ömer b. İsa, El -Emedul - Aksa, Dâru Kütübi'l - İlmiyye, Beyrut, 1985. 38- Derveze, Muhammed İzzet, Ed-Düstûrui- Kur'ânî Ve's -Sünnetu'n - Nebeviyye Fî Şuûni'l - Hayât, Matbaatu İsâ el-Bâbî el-Halebî, 1966.
39- Demircan, Ali Rıza, İslâm'a Göre Cinsel hayat, Eymen Yayınları, İst, 1986.
40- Dinçer, Nahid, İslâm İnkılabına Bakışlar, Kayıhan Yayınevi, İst, 1978.
41- Duman, Zeki, Kur'ân-ı Kerim'de Adab-ı Muaşeret Görgü Kuralları, Tuğra Neşriyat, İstanbul, 1992.
42- Ebu Zehra, Muhammed, İslâm'da Sosyal Dayanışma, Çev. E. Ruhi Fığlalı, Osman Eskicioğlu, Yağmur Yayınevi, İstanbul, tsz.
43- Ebu'n Nûr, Muhammed el-Ahmedî, Menhecu's- Sünne fi'z - Zevâc, Dâru's - Selâm, Kahire, 1988.
44- Ebussuud, Mahmud, İslâmî İktisadın Esasları, Terc. Ali Özek, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1983.
45- Efendi, İbrahim, Esraru'ş - Şeriati'l-İslâmiyye, Matbaatu'l -Vâız, Bas. Y. Yok, 1328.
46- Enç, Mitat, Ruh Sağlığı Bilgisi, İnkılap Ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1979.
47- Evrin, M. Sadettin, Müsbet Maneviyat Etüdleru Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1955.
48- Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahyi'l - Kur'an, Terc. Muharrem Tan, Akademi Yayınları, İstanbul, 1991.
49- Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Kur'an'da Davet Metodu, Terc. Sıbgatullah Kaya, Seçkin Yayıncılık, İstanbul, 1994.
50- Ferruh, Ömer, İslâm Aile Hukuku, Çev. Yusuf Ziya Kavakçı, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1979.
51- Foerster, F.W., İyi İnsan İyi Vatandaş, Çev. Müşerref Hekimoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993.
52- Gündüz, Yusuf, Çocuğunuzun Başarısı Elinizdedir, Sergi Yayınevi, İzmir, 1993.
53- Havva, Said, El-Esâs Fi't-Tefsîr, Çev. M. Beşir Eryarsoy, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1989.
54- Havva, Said, El-İslâm Dâru'l-Kutubi'l- İlmiyye, Beyrut, 1981.
55- Han, Vahidüddin, Bilim Ve Uygarlık Açısından İslâm, Çev. Bekir Karlığa, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989.
56- El-Hınn, Mustafa Ve Diğerleri, Et - Fıkhu'l - Menhecî Alâ Mezâhibi'l - İmam Eş - Şafiî, Dâru'l - Kalem, Dımeşk, 1987.
57- Hicazı, Muhammed Mahmud, El-Vahdetu'l - Mevzuiyye Fi'l -Kur'ân, Dâru'l - Kütübi'l - Hadîse, Kahire, 1970.
58- Hicazı, Muhammed Mahmud, Furkan Tefsiri, Terc. Mehmet Keskin, İlim Yayınları, İst., tsz.
59- El-Hûlî, Behiy, Ailede Ve Toplumda Kadın, Terc., Abdulkadir İşler, Eyyüp Sanay, Elif Matbaacılık, Ankara, 1972.
60- İbrahim, Ahmed Abdurrahman, El - Fedâilu'l - Hulukıyye Fi'l-Îslâm, Dâru'l - Vefa, Kuveyt, 1989.
61- İnan, Yusuf Ziya, İslâm'da Aile Münasebetleri, Orhan Yayınları, İst, Tsz.
62- İsmail, Muhammed, İslâm Ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Çev. Cemal Karaağaçlı, Fetih Yayınevi, İstanbul, 1973.
63- İz, Mahir, Din Ve Cemiyet, Med Yayınları, İstanbul, 1982.
64- İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dinî Ve Ahlâkî Kavramlar, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, tsz.
65- İzutsu, Toshihiko, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Tere. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1984.
66- Kandemir, M. Yaşar, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Yayınları, İstanbul, 1980.
67- Kardavî, Yusuf, İslâm'da Helal Ve Haram, Terc. Ramazan Nazlı, İstanbul, Tsz.
68- Kardavî, Yusuf, İbadet, Terc. Hüsamettin Cemal, Muvahhit Yayınları, Trabzon, 1986,
69- Karabekir, Ömer Cemal, Kumarın Ahlâkî İçtimaî Ve Dinî Fenalıkları, İlim Yayma Cemiyeti Neşriyatından, İstanbul, 1963.
70- Kanad, Halil Fikret, Ailede Çocuk Terbiyesi, M.E.B. İstanbul, 1976.
71- Karabulut, Osman, İslâm'da Evlilik Ve Mahremiyetleri, Uysal Kitabevi, Konya, tsz.
72- Kattan, İbrahim, Teysîru't - Tefsir, Dâru'n - Nahdati'l -İlmiyye Ve'l - Fikriyye, Amman, 1982.
73- Kasapoğlu, Abdurrahman, Kadın Modernizm ve Örtünme, Esra Yayınları, İstanbul, 1994.
74- Kınalızade, Ali Efendi, Ahlâki Alâ'î, Tercüman 1001 Temel Eser, İst., Tsz.
75- Kırca, Celal, Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, Marifet Yayınları, İstanbul, 1984. Kılıç, Ömer, Alkol Tıp Ve İslâm Gözüyle, İzmir, 1965.
76- Kısakürek, N.F., Çepeçevre Sosyalizm Komünizm Ve İnsanlık, Ak Yayınları, İstanbul, 1969. Koptagel - İlal, Günsel, Tıpsal Psikoloji, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1984.
77- Koçyiğit, Talat, Cerrahoğlu, İsmail, Kur'an-ı Kerim Meal Ve Tefsiri, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 1990.
78- Konyalı, Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur'aniye, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981.
79- Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l-Beyân fî Tefsîrî'i-Kur'an, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1976.
80- Köknel, Özcan, Ailede Ve Toplumda Ruh Sağlığı, Hür Yayın, İstanbul, 1981.
81- Köknel, Özcan, İnsanı Anlamak, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1993.
82- Köknel, Özcan, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar Yayınevi, İst., 1985.
83- Köten, Akif, Hz. Peygamberin Sünnetinde Şaka Ve Bazı Şakacı Sahabiier, Vefa Yayıncılık, Bursa, 1991.
84- Kutub, Seyyid, Kadın Ve Aile, Terc. Halit Yılmaz, İhtar Yayıncılık İstanbul, 1994.
85- Kutub, Seyyid, İslâm'da Sosyal Adalet, Tere. M. Beşir Eryarsoy, Arslan Yayınları, İstanbul, 1982.
86- Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l - Kur'an, Terc. M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, Hikmet Yayınları, İstanbul, tsz.
87- Kutub, Muhammed, İslâm Ve Materyalizme Göre İnsan, Çev. Kemal Sandıkçı, M. Akif Aydın, Şamil Yayınevi, İstanbul, tsz.
88- Lahhâbî, M. Aziz, İslâm Şahsiyetçiliği, Çev. İsmail Hakkı Akın, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1972.
89- Mannan, Ma, İslâm Ekonomisi Teori Pratik, Çev. Bahri Zengin, Fikir Yayınları, İstanbul, 1973.
90- El-Mevdudî, Ebu'l-A'lâ, İslâm Ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri, Çev. İhsan Toksan, Nida Yayınevi, İstanbul, 1968.
91- El - Mevdudî, Ebu'l-A'lâ, Tefhîmui - Kur'an, İnsan Yayınları, İstanbul, 1986.
92- El-Meydânı, Abdurrahman Hasen Habenneke, El -Ahlâku'l - İslâmiyye Ve Üsüsühâ, Dâru'l-Kalem, Dımeşk, 1987.
93- El-Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l - Merâğî, Matbaat-u Mustafa, Mısır, 1969.
94- Milhau, Jules, İsraf, Çev. Nusret M. Meray, T.E.D., Yayınları, İstanbul, 1946.
95- Et-Mukaddem, Muhammed B. Ahmed, Avretu'l - Hicâb, Dâru Dîbe, Riyad, 1991.
96- Nevfel, Abdurrezzak, Kur'an Ve Modern İlim Terc. Hamit Eker, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1970.
97- Nurbaki, Haluk, Sonsuz Nur, Damla Yayınevi, İstanbul, 1987.
98- Nurbaki, Haluk, Kur'an-ı Kerim'den Âyetler Ve İlmî Gerçekler, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1987.
99- Nurbaki, Haluk, Kur'an Mucizeleri, Damla Yayınevi, İstanbul, 1986.
100- Öymen, M. Münir Raşit, Ahlâk Eğitimi, Murat Matbaacılık, İst, 1975.
101- Özcan, İsmail, Bilim Ve Din Işığında İçki Ve Sigara, Hisar Yayınları, İstanbul, Tsz.
102- Özcan, İsmail, Bilim Ve Din Işığında İçki Ve Sigara, Hisar Yayınları, İstanbul, Tsz.
103- Öztabağ, Lütfi, Psikolojide İlk Adım, İnkılap Ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1983.
104- Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'an-ı Kerim Ve Sünnete Göre Tasavvuf, M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İstanbul, 1989.
105- Paşa, Hacı Reşid, İslâm'da Nikâh Bahisleri, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1958.
106- Paşa, Hacı Reşid, İslâm İnançları Akaid Bahisleri. Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1958.
107- Peker, Hüseyin, Din Ve Ahlâk Öğretiminin Psikolojik Ve Metodik Esasları, Eser Matbaası, Samsun, 1991.
108- Pilavoğlu, Mehmed Kemal, İslâmiyet Ve Tıp, Güven Matbaası, Ankara, 1963.
109- Reckeweg, Hans Hainrich, Domuzeti Ve Sağlık, Hibaş Konya, tsz.
110- Rıza, Muhammed Reşîd, Tefsîru'l - Kur'âni'l - Hakîm, Dâru'l-Ma'rife, Beyrut, tsz.
111- Russel, Bertrand, Mutluluk Yolu, Çev. Nurettin Özyürek, Varlık Yayınları, İstanbul, 1988.
112- Es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Kabes Min Nûri'l - Kur'âni'l Kerîm, Dâru'l-Kalem, Dımeşk, 1986.
113- Es, Sâbûnî, Muhammed Ali, Kur'an-ı Kerimin Ahkâm Tefsiri, Tere. Mazhar Taşkesenlioğlu, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1984.
114- Sabık, Seyyid, Bütün Yönleriyle Müslüman Nasıl Olmalı? Çev. Abdullah Karaca, İhtar Yayıncılık, Ankara, 1992.
115- Saka, Şevki, Kur'an-ı Kerim'in Davet Metodu, Seha Neşriyat, Ankara tsz.
116- Es -Sa'di, Abdurrahman b. Nasır, Bahçeden Güller, Elif Matbaacılık, Ankara, 1976.
117- Es-Savvaf, Muhammed Mahmud, Umdetu'l - Müslimîn, Dâru's - Suûdiyye, Cidde, 1968.
118- Savlu, Ahmet Hamdi, Müslüman Ailede Çocuk Terbiyesi, Hayra Hizmet Vakfı Yayınları, Konya, 1978.
119- Es-Sadr, Muhammed b., İslâm Ekonomi Doktrini, Tere. Mehmet Keskin, Sadettin Ergün, Hicret Yayınları, İstanbul, 1978.
120- Es - Sıbâi, Mustafa, El - Mer'etu Beyne'l - Fıkhi Ve'l - Kanun, Matbaatu Camiatu Dımeşk, Dımeşk, 1962.
121- Sıddikî, Mazharuddîn, Semavî Dinlerde İtikat Ve Amel, Çev. Muhammed Han Kayani, Fikir Yayınları, İstanbul, 1991.
122- Senih, Safvet, İbadetin Getirdikleri, Nü Yayınları, İzmir, tsz.
123- Siracuddîn, Abdullah, Havle Tefsiri Sûreti'l - Hucurat, Mektebetu Dâru'l - Felah, Dımeşk, 1992.
124- Songar, Ayhan, Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1981.
125- Şa'râvî, Muhammed Mütevelli, Kur'an Mucizesi, Çev. M. Said Şimşek, Esra Yayınları, İstanbul, 1993.
126- Eş-Şarkâvî, Hasan, El - Ahlâku'l - İslamiyye, Müessetu Muhtar, Kahire, tsz.
127- Eş -Şerbâsî, Ahmed, Yes'elûneke Fi'd - Dîni Ve'l - Hayât, Dâru'l - Ceyl, Beyrut, 1980.
128- Şeker, Mehmed, İslâm'da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 1991.
129- Şekerci, Osman, Kaynaklarımıza Göre İslâm Terbiyesi, Ç.S.F.K.A.H., İstanbul, 1972.
130- Şeltût, Mahmud, Kur'an'a Doğru, Terc. M. Beşir Eryarsoy, Bir Yayıncılık, İstanbul, 1987.
131- Tabbara, Afif, Abdulfettâh, Rûhu'd - Dîni'l - İsiâmî, Dâru'l -İlm Li'l - Melâyîn, Beyrut, 1973.
132- Töpaloğlu, Bekir, İslam'da Kadın, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1988.
133- Topçu, Nurettin, Ahlâk Nizamı, Hareket Yayınları, İstanbul, 1970.
134- Tunç, Cihad, Öfkeyi Yenmek Ve Bağışlamak, E.Ü.İ.F.D., Sayı:1, Kayseri, 1983.
135- Turgut, Ali, Kur'an-ı Kerim'e Göre Ahlâk Esasları, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1980.
136- Turâbî, Hasan, Namaz, Çev. Saim Eminoğlu, Risale Yayınları, İstanbul, 1987.
137- Uca, İsmail Hakkı, İslâm'da Yaşayış Esasları, Can Kitabevi, Konya, 1977.
138- Udeh Abdulkadir, İslam Şeriatı, Tere. Akif Nuri Karcıoğlu, Nur Yayınları, Ankara, tsz.
139- Uludağ, Süleyman, İslam'da Emir Ve Yasakların Hikmeti, T.D.V. Yayınları, Ankara, 1989.
140- Uludağ, Süleyman, İslam'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Dergah Yayınları, İstanbul, 1988.
141- Uludağ, Süleyman, İslam'da İrşad, Marifet Yayınları, İstanbul, 1981.
142- Ulvan, Abdullah Nâsıh, İslam'da Dört Evlilik Ve Resûlüllah'ın Çok Evlenmesindeki Hikmetler, Çev. İsmail Hakkı Sezer, Uysal Kitabevi, Konya, 1985.
143- Umeyre, Abdurrahman, Menhecu'l-Kur'an fî Terbiyeti'r -Rical, Mektebâtu Ukâz, Riyad, 1981.
144- Uz, M. Ali, Bağımlılık Yapan Maddeler, Yeşilay Yayını, Konya, 1987.
145- Ünal, Ali, Kur'an'da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul, 1986.
146- Vakkasoğlu, Vehbi, Bilinmeyen Kadın, Cihan Yayınları, İstanbul, 1983.
147- Yamakoğlu, Cihan, İnsan İlişkileri, Y.K. Matbaası, Ankara, 1990.
148- Yavuzer, Haluk, Çocuk Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994.
149- Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, D.İ.R. Neşriyatı, İstanbul, 1935.
150- Yeniçeri, Celal, İslâm İktisadının Esasları, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1980.
151- Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, Anadolu Yayınları, İstanbul, 1986.
152- Yıldırım, Celal, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, Uysal Kitabevi, Konya 1980.
153- Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı, T.İ.B.K. Yayınları, Ankara, 1986.
154- Zem'e, Hasan, Faruk, Muhammed, Faiz Tarihi Ve İslâm, Terc. Osman Şekerci, Sinan Yayınevi, İstanbul, 1968.
155- Zuhaylî, Vehbe, Et - Tefsîru'l - Münîr, Dâru'l - Fikri'l - Muasır, Beyrut, 1991.[700]
[1] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 5-6.
[2] Şuara: 26/137
[3] Kalem: 68/4
[4] İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, XI/374
[5] Gazalî, Ebu Hamid Muhammed, İhya-u Ulumi'd-Dîn, Çev. Ahmed Serdaroğlu, Huzur Yayınevi, İst, tsz. III/125.
[6] Çağrıcı, Mustafa, Ana Hatlarıyla İslâm Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1991, s. 26.
[7] Bâ Yunus, İlyas, Niçin İslâm Sosyolojisi, Çev. İlim Güler, Akabe Yayınları, İstanbul, 1988.
[8] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 7-8.
[9] Bilgin, Mustafa, Kur'ân-ı Kerim'de İlim İman İlişkisi, Basılmamış Yükses Lisans Tezi, Bursa, 1984, s. 152.
[10] Sıddıkî, Mazharuddîn, Semavî Dinlerde İtikat ve Amel, Çev. Muhammed Han Kayani, Fikir Yayınları, İst., 1991, s. 45.
[11] İzutsu, Toshihiko, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Tere. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınları, İst., 1984, s. 212-213.
[12] Armaner, Neda, İnanç ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbiyesi, M.E.B., İst., 1967, s. 46.
[13] Armaner, a.g.e., s. 47.
[14] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 9-10
[15] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 11
[16] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst., 1988, VI/516.
[17] Kardavi, Yusuf, İbadet,1 Tere. Hüsamettin Cemal, Muvahhit Yayınları, Trabzon, 1986, s. 287.
[18] Ankebut: 29/45.
[19] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l - Kur'an, Tere. M. Emin Saraç, vd., Hikmet Yayınları, İst., M/46.
[20] Lokman: 31/4
[21] Bakara: 2/236.
[22] Hicâzî, M. Mahmud, Furkan Tefsiri, Tere. Mehmet Keskin, İlim Yayınları, İst., 1/190.
[23] Ateş, a.g.e, I/74.
[24] Mâûn: 107/5-7.
[25] Hicâzî, a.g.e., IV/58.
[26] Tâhâ: 20/132.
[27] Kutub, Fi Zilâli'l - Kur'an, III/419.
[28] Nisa: 4/101.
[29] Kutub, Fi Zılâli'l - Kur'an, 1/144
[30] Kutub, Fî Zılâli'l - Kur'an, I/294-295.
[31] Bakara: 2/153.
[32] Ateş, a.g.e., 1/157.
[33] Bakara: 2/45.
[34] Turabi, Hasan, Namaz, Risale Yayınlan, Çev. Saim Eminoğlu, İst., 1987, s. 45.
[35] Hûd: 11/114.
[36] Turâbî, a.g.e., s. 55.
[37] Turâbî, a.g.e., s. 117.
[38] Turâbî, a.g.e., s. 120.
[39] Meâric: 70/19-23.
[40] Nevfel, Abdurrezzak, Kur'an ve Modern İlim, Çev. Hamit Ekber, Sönmez Neşriyat, İst., 1970, s. 188-189.
[41] Senin, Safvet, İbadetin Getirdikleri, Nil Yayınları, İzmir, s. 71. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 11-16.
[42] Turabî, a.g.e., s. 58-60.
[43] Turabî, a.g.e., s. 67.
[44] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l-Beyan Fî Tefsîr'l -Kur'an, Üçdal Neşriyat, İst., 1976, I/245; Sâbûnî,Muhammed Ali, Kur'an-ı Kerîm'in Ahkâm Tefsiri, Tere.Mazhar Taşkesenlioğlu, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1984,1/105.
[45] Bakara: 2/142-150.
[46] Turabî, a.g.e., s. 66. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 16-18.
[47] Ateş, a.g.e., I/304; Eİmalılı Muhammed Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, D.İ.R. Neşriyatı, İst., 1935,1/627.
[48] Songar, Ayhan, Çeşitleme, Kubbealtf Neşriyat, İst., 1981, 41.
[49] Bakara: 2/183.
[50] Ateş, a.g.e., I/304.
[51] Sabunî, a.g.e., 1/180, Songar, a.g.e., s. 42.
[52] Ateş, a.g.e., I/304-305; Yazır, I/627-628.
[53] Sabuni, a.g.e., 1/179; Hicâzî, a.g.e., 1/135.
[54] Ateş, a.g.e., I/305; Uludağ, Süleyman, İslâm'da Emir ve Yasakların Hikmeti, T.D.V. Yayınlan, Ankara, 1989, s. 87.
[55] Uludağ, a.g.e., s. 86.
[56] Nevfel, a.g.e., s. 210.
[57] Bakara: 2/184.
[58] Songar, a.g.e., s. 41.
[59] Kırca, Celal, Kur'an Kerim'de Fen Bilimleri, Marifet Yayınları, İst., 1984, s. 138.
[60] Kırca, a.g.e., s. 138.
[61] Nevfel, a.g.e., s. 210. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 18/20.
[62] Hicazı, a.g.e., U/114.
[63] Kırca, a.g.e., s. 220.
[64] Nevfel, a.g.e., s. 213.
[65] İz, Mahir, Din ve Cemiyet, Med Yayınları, İstanbul,1982, s. 62.
[66] Bakara: 2/197.
[67] Kutub, Fi Zilâli'l - Kur'an, 1/408.
[68] Konyalı, a.g.e., IX/3531.
[69] Ateş, a.g.e., I/347.
[70] UIudağ, a.g.e., s. 94.
[71] Kardavî, a.g.e., s. 379-380.
[72] Senih, a.g.e., s. 188-189. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 20-23.
[73] Bakara: 2/177.
[74] Bakara: 2/276.
[75] Havva, Said, el-Esâs fi't-Tefsîr, Çev. M. Beşir Eryarsoy, Şamil Yayınevi, İst, 1989, H/176.
[76] Lokman: 31/4.
[77] Kutub, Fî Zıİâli'l - Kur'an, Xl/461.
[78] Rum: 30/38.
[79] Hicâzî, a.g.e., IV/274.
[80] Müminûn (23), 1-4.
[81] Kutub, Fi Zılâli'l - Kur'an, X/300
[82] Bakara: 2/3
[83] Nevfel, a.g.e., s. 204.
[84] Nurbaki, Haluk, Sonsuz Nur, Damla Yayınevi, İst., 1987. s. 168.
[85] Hicâzî, a.g.e., 1/129.
[86] Konyalı,a.g.e.,V/2043.
[87] Uludağ, a.g.e., s. 92.
[88] Kutub, Fi Zılâli'l - Kur'an, II/83-84. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 23-26.
[89] Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Tere. Şelâle Başar, Dergah Yayınları, İstanbul, 1981, s. 128.
[90] Binbaşıoğlu, Caviî, Eğitim Psikolojisi, Binbaşıoğlu Yayınevi, Ankara, 1978, s. 212.
[91] Enç, Mitat, Ruh Sağlığı Bilgisi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İst, 1979, s. 32.
[92] Öztabağ, Lütfi, Psikolojide İlk Adım, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İst, 1983.
[93] Köknel, Özcan, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplar Yayınevi, İst., 1985, s. 23.
[94] Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, s. 23.
[95] Kanad, Halil Fikret, Ailede Çocuk Terbiyesi, M.E.B., İstanbul, 1976, s. 170.
[96] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 27.
[97] Kınalızade, Ali Efendi, Ahlâk-i Alâ'î, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. tsz. s. 315.
[98] Gazalî, a.g.e, III/647.
[99] Kınalızade, a.g.e., s. 315.
[100] Kınalızade, a.g.e., s. 320.
[101] Mâun: 107/4-7
[102] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l - Beyân, XVI/6583.
[103] Turgut, Ali, Kur'an-ı Kerim'e Göre Ahlâk Esasları, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1980, s. 92-93; Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, M.Ü.F.V.Yayınları, İst, s. 288.
[104] Yusuf: 12/24. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 28.
[105] Aytuna, Hasip A., Normal Çocuklarda Anormallikler, M.E.B.İstanbul, 1976, s. 87; Acun, Suna, Bulgur Erten, Gülay, Çocuk Gelişimi, Esin Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 56.
[106] Köknel, Özcan, Ailede ve Toplumda Ruh Sağlığı, Hür Yayın, İstanbul, 1981, s. 158.
[107] Acun, a.g.e., s. 56.
[108] Yamakoğlu, Cihan, İnsan İlişkileri, Ankara, 1990, s. 189.
[109] Kınalızade, a.g.e., s. 203.
[110] Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, 274.
[111] Altıntaş, Hayrani, İnsan ve Psikoloji, Ankara, 1989, s. 207.
[112] Kanad, a.g.e., s. 79.
[113] Adler a.g.e., s. 191-192.
[114] Kınalızade, a.g.e., s. 202.
[115] Buhari, Daavât, 37; Cihad, 74; Zikr, 49-51.
[116] Yamakoğlu, a.g.e., s. 169.
[117] Akseki, A. Hamdi, Ahlâk Dersleri, İstanbul, 1968, s. 162.
[118] Yamakoğlu, a.g.e., s. 169.
[119] Akseki, a.g.e., s. 162.
[120] es-Sâdî, Abdurrahman 6. Nasır, Bahçeden Güller İslâm'ın İtikad İbadet ve Ahlâk Prensipleri, Ankara, 1976, s. 33.
[121] Kınalızade, a.g.e., s. 98.
[122] İzutsu, Toshihiko, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, İstanbul, tsz.,
[123] Tevbe: 9/123.
[124] Tevbe: 9/13.
[125] Uludağ Süleyman, İslâm'da İrşad, İstanbul, 1981, s. 183.
[126] es-Sâdî, a.g.e., s. 32.
[127] Âl-i İmran: 3/173.
[128] Enfâl: 8/45. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 29-31.
[129] el-lsfehânî, er-Ragıb, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, İst.,1986, s. 653.
[130] Şura: 42/48.
[131] İsra: 17/67.
[132] Hac: 22/66
[133] Nahl: 16/111-112.
[134] Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, İst., 1986, XIII/6600
[135] Abese: 80/18.
[136] İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 265.
[137] el-Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Mısır, 1969, XI11/192.
[138] Gazalî, a.g.e., IV/157.
[139] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'ân Tefsiri, VI/3125; Ünal, Ali, Kur'ân'nda Temel Kavramlar, İstanbul, 1986, s. 493.
[140] Derveze, Muhammed İzzet, ed-Düstûru'l-Kur'ânî ve'ssünnetu'n-Nebeviyyetu fî Şuûnil- Hayat, 1966, il/366.
[141] Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur'ânî Kavramlar, İstanbul, 1995, s. 178.
[142] Bakara: 2/172.
[143] Âl-i İmran: 3/145.
[144] Mâide: 5/6.
[145] Enfâl: 8/26.
[146] Nahl: 16/14.
[147] Lokman: 31/12. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 31-33.
[148] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, IV/1891.
[149] En'am: 6/43.
[150] Rifad, Ahmed, Tasvîr-i Ahlak, İst., tsz., s. 116.
[151] Akseki, a.g.e., s. 166-167.
[152] Hûd: 11/75.
[153] Âl-i İmran: 3/159.
[154] Yamakoğlu, a.g.e., s. 170. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 33-35.
[155] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili,
[156] Gazalî, a.g.e., IV/126.
[157] Gazalî, a.g.e., İV/126.
[158] Şarâvî, Muhammed Mütevelli, Kur'an Mucizesi, İstanbul,1993, s. 68.
[159] Lokman: 31/17.
[160] Şuara: 42/43.
[161] Şarâvî, a.g.e., s. 68.
[162] İzutsu, Kur'an'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 149.
[163] Müzzemmif: 73/10-11.
[164] Müminûn: 23/109-111.
[165] Bakara: 2/153-155-156.
[166] Sâd: 38/ 44. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 35-37.
[167] Siracuddin, Abdullah, Havle Tefsîri Sûreti'l-Hucurât, Dımeşk,1992, s. 124.
[168] Gündüz, Yusuf, Çocuğunuzun Başarısı Elinizdedir, İzmir,1993, s. 90.
[169] Köknel, Ailede ve Toplumda Ruh Sağlığı, s. 155.
[170] Adler, a.g.e., s. 179.
[171] Öymen, M. Münir Raşit, Ahlak Eğitimi, İstanbul, 1975, s. 36-37.
[172] Kınalı'zade, a.g.e., s. 234; Peker, Hüseyin, Din ve Ahlak Öğretiminin Psikolojik ve Metodik Esasları, Samsun, 1991, s. 150.
[173] Peker, a.g.e., s. 150.
[174] Merâğî, a.g.e., 111/138.
[175] Adler, a.g.e., s. 178.
[176] Russel, Bertrand, Mutluluk Yolu, İst., 1988, s. 48.
[177] Felak: 113/1-5
[178] Mevdudi, Ebu'l-A'lâ, Tefhîmu'l-Kur'an, İst., 1986, I/290; Bkz., Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahyi'l-Kur'an, İst, 1991, Vir/131.
[179] Nisa: 4/32.
[180] Hicr: 15/88.
[181] Hicâzî, M. Mahmud, Furkan Tefsiri, İst., III/328.
[182] el-Meydânî, Abdurrahman Hasan Habenneke, el-Ahlâku'l-İslâmiyye ve Üsüsühâ, Dımeşk, 1987, I/789; Peker, a.g.e., s. 149; Yamakoğlu, a.g.e., s. 192.
[183] Sa'râvî, a.g.e., s. 452.
[184] Russel, a.g.e., s. 52. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 37-39.
[185] el-İsfehânî, a.g.e., s. 484.
[186] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, VI11/3913.
[187] Enbiya: 21/37.
[188] İsra: 17/11.
[189] Beheştî, Muhammed Hüseyin, Mutahharî, Murtaza, Kur'an'da İnsan, İstanbul, 1993, s. 17.
[190] el-Meydânî, a.g.e., 1/390. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 40.
[191] İnşirah (94), 7-8.
[192] Yamakoğlu, a.g.e., 189-190.
[193] Kınalızade, a.g.e., s. 218.
[194] Necm: 53/39.
[195] Buharî, es-Sahih, Cihad, 25; Et'ime, 28; Müslim, es-Sahih, Daavât, 48-52.
[196] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 40-41.
[197] el-İsfehânî, a.g.e. s. 49.
[198] Adler, a.g.e., 182.
[199] Öymen, a.g.e., s. 47-48.
[200] Kınalızade, a.g.e., s. 300.
[201] Peker, a.g.e., s. 164.
[202] Adler, a.g.e., s. 182.
[203] Öymen, a.g.e., s. 47.
[204] Yamakoğlu, a.g.e., 177-178.
[205] Peker, a.g.e., 164.
[206] İsra: 17/100.
[207] Haşr: 59/9.
[208] İsra: 17/29-30,
[209] Âl-i İmran: 3/180.
[210] Nisa: 4/37.
[211] Rıza, Muhammed Reşid, Tefsîru'i-Kur'âni'l-Hakîm, Beyrut, tsz. I/294.
[212] Tirmizî, es-Sünen, Birr, 41,45.
[213] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 41-43.
[214] Binbaşıoğlu, a.g.e., s. 164.
[215] Peker, a.ge., s. 151.
[216] Binbaşıoğlu, a.g.e., s. 164.
[217] Peker, a.g.e., s. 152.
[218] Kınalızade, a.g.e., 182.
[219] Aytuna, a.g.e., s. 171; Peker, a.g.e., s. 151; Kınalızade, a.g.e., 178; Yamakoğlu, a.g.e., s. 181, Bayraktar, a.g.e., s.165.
[220] Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, s. 193-195.
[221] Binbaşıoğlu, a.g.e., s. 164-165.
[222] Âl-i İmran: 3/134.
[223] Buharı, es-Sahîh, Edeb, 76; Tirmizî, Sünen, Birr, 73.
[224] Buhârî, es-Sahîh, Edeb, 76, 102, Müslim, es-Sahîh, Birr, 107.
[225] Bayraktar, a.g.e., s. 165.
[226] Fetih: 48/29.
[227] es-Sâdî, a.g.e., s. 36.
[228] Kandemir, M. Yaşar, Örneklerle İslâm Ahlâkı, İst., 1980, s. 160.
[229] Buhârî, es-Sahîh, Edeb, 27; Müslim, es-Sahîh, Birr, 66.
[230] Tevbe: 9/128. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 43-45.
[231] Öymen, a.g.e., s. 38; Peker, a.g.e., 153.
[232] Gazali, a.g.e., s. 405.
[233] Peker, a.g.e., s. 153.
[234] Adler, a.g.e., s. 148.
[235] Adler, a.g.e., s. 183-184.
[236] Öymen, a.g.e., s. 38.
[237] el-Meydânî, a.g.e., I/787-788.
[238] Haşr: 59/10
[239] Mâide: 5/91. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 45-46.
[240] Kınalızade, a.g.e., s. 184.
[241] Adler, a.g.e., s. 149-150.
[242] Gündüz, a.g.e., s. 79.
[243] Altıntaş, a.g.e., s. 220-221.
[244] Kınalızade, a.g.e., s. 191; Yamakoğlu, a.g.e., s. 186.
[245] Öymen, a.g.e., s. 40.
[246] Bayraktar, a.g.e., s. 163-164.
[247] Peker, a.g.e., s. 155.
[248] İsra: 17/39.
[249] Lokman: 31/18-19.
[250] Rıza, a.g.e., V/95
[251] Kınalızade, a.g.e., s. 191.
[252] Peker, a.g.e., s. 155.
[253] Öymen, a.g.e., s. 41.
[254] Peker, a.g.e., 156.
[255] Bayraktar, a.g.e., s. 292.
[256] Secde: 32/15.
[257] A'râf: 7/206.
[258] İbn Hanbel, Müsned, III/76. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 46-48.
[259] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1988, II/380.
[260] Nisa: 4/135.
[261] Hicâzî, a.g.e.,1/514.
[262] Mâide: 5/8.
[263] Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l - Kur'an, İstanbul, 111/491-492.
[264] Bakara: 2/282.
[265] Kutub, Fî Zılâli'l - Kur'an, H/148-149.
[266] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdı, Hak Dini Kur'an Dili, I/982.
[267] Vakkasoğlu, Vehbi, Bilinmeyen Kadın, İstanbul, 1983, s.80.
[268] el-Benna, Hasan, Risaleler, İst., 1984, Xll/102. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 48-51.
[269] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 53.
[270] Rıza, Muhammed Reşid, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, Beyrut, tsz., V/131.
[271] el-Hınn, Mustafa ve Arkadaşları, el-Fıkhu'l-Menhecî Ale'l-Mezâhibi'l-İmam eş-Şâfiî, Dımeşk, 1987,1/72.
[272] Müslim, es-Sahîh, Taharet, 1; Tirmizî, Daavât, 86.
[273] Tevbe: 9/108.
[274] Bakara: 2/222.
[275] Hicâzî, M. Mahmud, Furkan Tefsiri, İstanbul, M/30; 1/441.
[276] Kırca, Celal, Kur'ân-ı Kerİm'de Fen bilimleri, İstanbul, 1984, s. 133-134; Demircan, Ali Rıza, İslâm'a Göre Cinsel Hayat, İstanbul, 1986, 1/286; Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l-Beyan, İstanbul, 1976, III/932-933.
[277] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hakdini Kur'an Dili, İstanbul, 1935, III/2375.
[278] Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahyi'l - Kur'an; İstanbul, 1991, VII/174-175.
[279] Nisa: 4/43.
[280] Uludağ, Süleyman, İslâm'da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara, 1989, s. 77.
[281] Maide: 5/6.
[282] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1988, H/474.
[283] Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l - Kur'an, İstanbul, III/246; IV/153.
[284] Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, İstanbul, 1986, 111/1320.
[285] Nurbaki, Haluk, Kur'an Mucizeleri, İstanbul, 1986, s. 43-44.
[286] Evrin, M. Sadettin, Müsbet Maneviyat Etüdleri, Ankara, 1955.11/8.
[287] Rıza, a.ge., VI/260; Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Mısır, 1969, VI/65; el-Hınn, a.g.e., I/73. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 53-57.
[288] Mâide: 5/90-91.
[289] Derveze, Muhammed İzzet, ed-Düstûru'l-Kur'ânî, 1966,H/377.
[290] Bolay, Süleyman Hayri, İçki, Ankara, tsz. s. 19-22; Özcan, İsmail, Bilim ve Din Işığında İçki ve Sigara, İstanbul, tsz., 10-13.
[291] Nurbaki, Haluk, Kur'an-ı Kerim'den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Ankara, 1987, s. 128.
[292] Mâide: 5/90.
[293] Songar, Ayhan, Çeşitleme, İst., 1981, s. 158-159; Köknel, Özcan, Gene! ve Klinik Psikiyatri, İstanbul, 1989, s. 196-197; Kılıç, Ömer, Alkol, İzmir, 1965, s. 60-61.
[294] Nurbaki, Kur'an Mucizeleri, s. 98.
[295] Merâğî, a.g.e., VII/21.
[296] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, 111/1315.
[297] Nahl: 16/67.
[298] Bakara: 2/219.
[299] Nisa: 4/43.
[300] Hicâzî, Muhammed Mahmud, el-Vahdetu'l-Mevzûiyye, Kahire, 1970, s. 263. 33. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 57-61.
[301] Kırca, a.g.e., s. 123.
[302] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, İst, 1989, s. 165.
[303] Evrin, a.g.e., II/77.
[304] Havva, Said, el-Esâs fi't-Tefsîr, İst., 1989, 1/417-418.
[305] Mâide: 5/4-5.
[306] Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l - Kur'an, IV/145.
[307] Bakara: 2/172-173.
[308] Rıza, a.g.e., VI/134; Merâğî, a.g.e., VI/47; Havva, a.g.e., 1/418; el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, İst., tsz., 51-52.
[309] Ateş, a.g.e., H/457.
[310] Nurbaki, Haluk, Sonsuz Nur, İst., 1987, s. 376.
[311] Mâide: 5/3.
[312] Esasları, Konya, 1977,s. 200 Uca, İsmail Hakkı, İslâm'da Yaşayış
[313] Havva, Said, el-İslâm, Beyrut, 1981, s. 658.
[314] es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Kabes Min Nûr'il-Kur'âni'l-Kerîm, Dımeşk, 1986, H/77.
[315] Paşa, Hacı Reşid, İslâm İnançları Akaid Bahisleri, İst., 1958,s. 197.
[316] Evrin, a.g.e., II/79.
[317] Ataseven, Asaf, Din ve Tıp Açısından Domuz Eti, Ankara, 1989, s. 16, 18.
[318] En'am: 6/145.
[319] Ateş, a.g.e., M/458.
[320] es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Kur'an-ı Kerim'in Ahkam Tefsiri,İst., 1984, 1/134.
[321] Nurbaki, Sonsuz Nur, s. 35; Kur'an-! Kerim'den Âyetler ve İlmî Gerçekter, s. 274.
[322] Reckeweg, Hans Heinrich, Domuzeti ve Sağlık, Konya tsz., 30-31; Ataseven a.g.e., s. 48.
[323] Ataç, Galip, Domuz Yağı, Ulus Gazetesi, 7.7.1940. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 61-65.
[324] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 67.
[325] Köknel, Özcan, İnsanı Anlamak, İst., 1993, s. 60.
[326] İz, Mahir, Din ve Cemiyet, İst., 1982, s. 183-184.
[327] Tabbâra, Afif Abdulfettah, Rûhu'd-Dîni'l - İslâmî, Beyrut, 1973, s. 225.
[328] Nisa (4), 86.
[329] el-İsfehânî, er-Rağıb, el-Müfredâ fî Garîbi'l-Kur'an, İst., 1986, s. 199.
[330] Koçyiğit, Talat, Cerrahoğlu, İsmail, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990, H/507.
[331] Müslim, es-Sahîh, İman, 93; Tırmizî, Sünen, Efime, 45.
[332] Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, İst., 1986, 111/1414.
[333] Duman, Zeki, Kur'an-ı Kerim'de Âdab-ı Muaşeret, İst., 1992, 319.
[334] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, İst., 1988, II/332.
[335] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'i-Beyan, İst., 1976, İli/1000.
[336] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kuran, İst., III/396; Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahyi'l-Kur'an, İst., 1991, VII/240-241. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 67-69.
[337] Nahl: 16/80-81.
[338] Kutub, a.g.e., X/414.
[339] Konyalı, a.g.e., IX/3710 - 3711.
[340] Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Mısır, 1969, XVIII/95.
[341] Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru'l-Münîr, Beyrut, 1991, XVIII/201.
[342] Nur: 24/27-28.
[343] Kutub, a.g.e., X/468.
[344] Bilgin, Beyza, İslâm ve Çocuk, Ankara, 1991, s. 165.
[345] Nur: 24/58.
[346] Nur: 24/59.
[347] Buhârî, es-Sahîh, İsti'zan, 11.
[348] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 69-71.
[349] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 73.
[350] el-İsfehânî, er-Râğıb, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, İst., 1986,5.318,643.
[351] Kanad, Halil Fikret, Ailede Çocuk Terbiyesi, İst., 1976, s. 88; Yavuzer, Haluk, Çocuk Psikolojisi, İst, 1994, s. 262; Öymen, Münir Raşit, Ahlak Eğitimi, İst., 1975, s. 29; Enç, Mitat, Ruh Sağlığı Bilgisi, İst., 1979, s. 176; YamakoğSu, Cihan, İnsan İlişkileri, Ankara, 1990, s. 179; Peker, Hüseyin, Din ve Ahiâk Öğretiminin Psikolojik ve Melodik Esasları, Samsun, 1991, s. 145.
[352] Yavuzer, a.g.e., s. 262; Kanad, a.g.e., s. 88.
[353] Şeker, Mehmet, İslâm'da Sosyal Dayanışma Müsseseleri, Ankara, 1991, s. 76.
[354] Foerster, W., İyi İnsan İyi Vatandaş, Ankara, 1993, s. 41.
[355] Peker, a.g.e., s. 145; Yamakoğlu, a.g.e., s. 179.
[356] Forster, a.ge., s. 41-42.
[357] Hac: 22/30.
[358] Buhârî, es-Sahîh, Edeb, 6; İman, 16.
[359] Peker, a.g.e., s. 146; Köknel, Özcan, Ailede ve Toplumda Ruh Sağlığı, İst., 1981, s. 165; Enç., a.g.e., s. 177; Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı, Ankara, 1986, s. 253-254; Öymen, a.g.e., s. 30; Yavuzer, a.g.e., s. 267-268; Kanad, a.g.e., s. 93.
[360] Yamakoğlu, a.g.e., s. 180.
[361] Peker, a.g.e., s. 147-148.
[362] Enç., a.g.e., s. 178.
[363] Yavuzer, a.g.e., s. 265.
[364] Enç., a.g.e., s. 178; Bkz. Aytuna, Hasip A., Normal Çocuklarda Anormallikler, İst, 1976, s. 129-131.
[365] Tirmizî, Birr, 26. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 73-76.
[366] İbrahim, Ahmed Abdurrahman, el-Fezâilu'l-Hulukıyye fi'l-İslâm, Kuveyt, 1989, s. 137.
[367] Yamakoğlu, a.g.e., s. 170.
[368] el-Meydânî, Ebu’l-Hasan Habenneke, el-Ahlâku'l-İslâmiyye ve Üsüsühâ, Dımeşk, 1987,1/532.
[369] Yamakoğlu, a.g.e., 170.
[370] Nisa: 4/87; Âl-i İmran: 3/9,95; Tevbe: 9/111.
[371] Tevbe: 9/119.
[372] Ahzâb: 33/70.
[373] Tirmizî, Sünen, Kıyame, 60.
[374] Müslim, Sahîh, Birr, 105; Buharı, Sahîh, Edeb, 69. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 76-77.
[375] Yamakoğlu, a.g.e., 192; Peker, a.g.e., s. 158.
[376] Ahzâb: 33/58.
[377] Akseki, A. Hamdi, Ahlâk Dersleri, İst., 1968, s. 240.
[378] Cezîrî, Abdurrahman, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, İst., 1989, VII/3160.
[379] Peker, a.g.e., s. 158; Havva, Said, el-İslâm, Beyrut, 1981, s. 169.
[380] Foerster, W., İyi İnsan İyi Vatandaş, Ankara, 1993, s. 5.
[381] Peker, a.g.e., s. 158.
[382] Yamakoğlu, a.g.e., s. 193; Foerster, a.g.e., s. 4.
[383] Peker, a.g.e., s. 158; Yamakoğlu, a.g.e., s. 193; Foerster, a.g.e., s. 4.
[384] Nur: 24/15. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 77-78.
[385] Peker, a.g.e., 157; Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru'l-Münîr, Beyrut,
1991, XXVI/257, Yamakoğlu, a.g.e., s. 180; Tabbara, Afif Rûhu'd-Dîni'l - İslâmî, Beyrut, 1973, s. 235.
[386] Zuhaylî, a.g.e., XXVI/257; Kınalızade, Ali Efendi, Ahlâk-i Alâ'î, İst., tsz. s. 269; Tabbâra, a.g.e., s. 235.
[387] Müslim, es-Sahîh, Birr, 70.
[388] Hucurât: 49/12.
[389] Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Mısır, 1969, XXV1/139.
[390] Şeker, a.g.e., s. 78.
[391] Merâğî, a.g.e., XXVI/139.
[392] Tabbara, a.g.e., s. 235.
[393] Şeker, a.g.e., s. 78-79.
[394] Kınalızade, a.g.e., s. 270; Peker, a.g.e., 157.
[395] Kınalızade, a.g.e., s. 272; el-Meydânî, a.g.e., 11/241-242; Peker, a.g.e., s. 157.
[396] Peker, a.g.e., s. 157.
[397] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 78-80.
[398] Atta, Abdulkadir Ahmed, Hazâ Halâlun ve Hazâ Harâmun, Kahire, 1975, s. 299.
[399] Gazalî, a.g.e, MI/346.
[400] Kardavî, Yusuf, İslâm'da Helal ve Haram, İst., tsz., s. 333.
[401] el-Meydânî, a.g.e., II/247.
[402] el-Meydânî, a.g.e, II/248.
[403] Ceran, Ziya, Allah ve İnanç, Ankara, 1972, s. 143.
[404] Kınalızade, a.g.e, s. 280.
[405] el-Meydânî, a.g.e, 11/248.
[406] İbn Hanbel, Müsned.
[407] Ebu Davud, Tirmizî.
[408] Kalem: 68/10-11. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 80-81.
[409] Rıfat, Ahmet, Tasvir-i Ahlâk, İst., tsz. s. 153.
[410] Kınalızade, a.g.e., s. 195; Yamakoğlu, a.g.e., s. 188.
[411] Kardavî, İslâm'da Helai ve Haram, s. 324.
[412] Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, İst., 1986, VIII/3912.
[413] Yıldırım, a.g.e., XI/5753.
[414] İbn Hanbel, Müsned, 1/114; V/131.
[415] İbn Hanbel, Müsned, 11/285; Müslim, es-Sahîh, Birr, 33.
[416] Hucurât: 49/11.
[417] Akseki, a.g.e., s. 238.
[418] Kınalızade, a.g.e.. s. 195; Yamakoğlu, a.g.e., s. 188.
[419] el-Meydânî, a.g.e., II/233. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 81-82.
[420] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, VII/3657.
[421] Kınalızade, a.g.e., 252.
[422] Gazalî, a.g.e., 1/116,118.
[423] Kınalızade, a.g.e., s. 189; Yamakoğlu, a.g.e., 184.
[424] Kehf: 18/54.
[425] Nahl: 16/125.
[426] Ankebut: 29/46.
[427] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 82-83.
[428] Necm: 53/43.
[429] Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri, İst., 1987, s. 169.
[430] Pars, Vedide Baha ve Arkadaşları, Eğitim Psikolojisi, s, 68-69.
[431] Köîen, Akif, Hz. Peygamberin Sünnetinde Şaka ve Bazı Şakacı Sahabiler, Bursa, s. 6-7.
[432] Yamakoğlu, a.g.e., s. 184.
[433] Sabık, Seyyid, Bütün Yönleriyle Müslüman Nasıl Olmalı? Ankara, 1992, s. 261.
[434] Tuğlacı, Pars, Okyanus Ansiklopedik Sözlük, İst., 1978, VI/2708.
[435] Freedman, Jonathan ve Arkadaşları, Sosyal Psikoloji, İst., 1988, s. 150.
[436] Köten, a.g.e., s. 12.
[437] Kınalızade, a.g.e., s. 190.
[438] Yamakoğlu, a.g.e., s. 185.
[439] Gazalî, a.g.e., III/287.
[440] Tirmizî, Sünen, Zühd, 2; İbn Mâce, Sünen, Zühd, 19.
[441] Dârimî, Sünen, İsti'zan, 66; İbn Hanbel, Müsned, V/7. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 83-84.
[442] İbn Hanbel, Müsned, H/352, 364.
[443] Mücâdele: 58/8.
[444] el-Celil, Abdülaziz b. Nasır, Vekafatun Terbeviyye fî Dav'i'l Kur'âni'l-Kerîm, Riyad, 1412, s. 39.
[445] Duman, Zeki, Kur'an-ı Kerim'de Adab-ı Muaşeret, İst., 1992, s. 414.
[446] Buhârî. es-Sahîh, İsti'zan, 47; Müslim, es-Sahîh, Selâm, 37, 38.
[447] Mücâdele: 58/9.
[448] Nisa: 4/114. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997:84-85.
[449] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kuran, İst., IX/336.
[450] Duman, a.g.e., 408.
[451] İsra: 17/53.
[452] Bakara: 2/83.
[453] Duman, a.g.e., 409.
[454] el-Mukaddem, Muhammed b. Ahmed b. İsmail, Avretu'l-Hicâb, Riyad, 1991, s. 416.
[455] Hicâzî, M. Mahmud, Furkan Tefsiri, İst., I/523.
[456] Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahyi'l-Kur'an, İst., 1991, Vîl/320.
[457] Nisa: 4/148.
[458] Mevdudî, Ebu'l-Alâ, Tefhîmu'l-Kur'an, İst., 1986,11/518.
[459] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kuran, IX/262-263.
[460] Fadiullah, Muhammed Hüseyin, Kur'an'da Davet Metodu, İst, 1994, s. 57.
[461] Tâhâ: 20/43-44.
[462] Mevdudî, Tefhîmu'l-Kur'an, III/63.
[463] Nahl:16/125. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 85-87.
[464] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 89.
[465] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1988, VI/187.
[466] Topaloğlu, Bekir, İslâm'da Kadın, İst., 1988, s. 35.
[467] Çaplı, Orhan, Evlenmeye Hazır Mısınız? İst., 1992, s. 13.
[468] Yusuf: 12/23-24.
[469] Buhârî, es-Sahîh, Savm, 10.
[470] Ebu'n-nûr, Muhammed el-Ahmedî, Menhecu's-Sünne fi'z-Zevâc, Kahire, 1988, s. 46.
[471] Umeyre, Abdurrahman, Menhecu'l-Kur'ân fî Terbiyeti'r-Ricâl, Riyad, 1981, s. 124; Karabulut, Osman, İslâm'da Evlilik ve Mahremiyetleri, Konya, tsz. s. 34.
[472] Çelebi, Muhammed Mustafa, Ahkâmu'l-Usre fi'l-İslâm, Beyrut, 1977, s. 40; el-Hınn, Mustafa, el-Boğa, Mustafa, vd., el-Fıkhu'l-Menhecî, Dımeşk, 1987, IV/15.
[473] Evrin, M. Sadettin, Müsbet Maneviyat Etüdleri, Ankara, 1955, İt/59.
[474] Çaplı, a.g.e., s. 12-13.
[475] Paşa, Hacı Reşid, İslâm'da Nikâh Bahisleri, İst., 1958, s. 4.
[476] Rum: 30/32.
[477] Bakara: 2/87.
[478] Ebu Davud, es-Sünen, Zekât, 32.
[479] İnan, Yusuf Ziya, İslâm'da Aile Münasebetleri, İst, tsz. s. 53.
[480] Koçyiğit, Talat, Cerrahoğlu, İsmail, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990, II/29-30.
[481] Âl-i İmran, (3), 14.
[482] Kutub, Seyyid, Kadın ve Aile, İst., 1994, s. 69.
[483] Çaplı, a.g.e., s. 12-13.
[484] Koçyiğit, a.g.e., 11/30-31.
[485] Furkan: 25/74.
[486] Âl-i İmran: 3/38.
[487] Nisa: 4/1.
[488] Çaplı, a.g.e., s. 11-12.
[489] İbn Mâce, es-Sünen, Nikâh, 1.
[490] Nûr: 24/32-33. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 89-92.
[491] Nisa: 4/4.
[492] Buhârî, es-Sahîh, Nikâh, 16.
[493] Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahyi'l-Kur'an, VII/63.
[494] Şeltut, Mahmud, Kur'an'a Doğru, İst., 1987, s. 68.
[495] Rıza, Muhammed Reşid, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, Beyrut, İV/376.
[496] Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, İst., 1986, III/1213.
[497] el-Mukaddem, Muhammed b. Ahmed b. İsmail, Avretu'l- Hicâb, Riyad, 1991, s. 298. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 92-93.
[498] Şeltuî, a.g.e., s. 77.
[499] Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, VII/105-106.
[500] Nisa: 4/22-23.
[501] Sabunî, Muhammed Ali, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, İst., 1984,1/292-293.
[502] Zuhaylî, Vehbe, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IX/106.
[503] Rıza, a.g.e., V/31; Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslâmiyye ve Istıiahatı Fıkhiyye Kamusu, İst., 1968, II/77; Kardavî, Yusuf, İslâm'da Helâl ve Haram, İst., tsz., s. 185.
[504] Havva, Said, el-Esâs fi't-Tefsîr, İst., 1989, IH/78.
[505] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, 111/1263-1264.
[506] Nur: 24/3.
[507] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1988, VI/152.
[508] Nur: 24/26.
[509] Mevdudî, Ebu'l-Alâ, Tefhîmu'l-Kur'an, İst., 1986, IH/460.
[510] Sâbûnî, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, II/459.
[511] Sâbûnî, Muhammed Ali, Kabes Min Nûri'l-Kur'âni'f-Kerim, Dımeşk, 1986, I/56; Bkz. Kutub, Kadın ve Aile, s. 103-105.
[512] Bakara: 2/221.
[513] Mümtehine: 60/10. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 93-95.
[514] Bakara: 2/222.
[515] Kutub, Fi Zılâli'l-Kuran, I/459.
[516] Sâbûnî, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, I/499.
[517] Atta, Abdulkadir Ahmed, Hazâ Hutâlun ve Hazâ Harâmun, Kahire, 1975, s. 241.
[518] Kırca, Celal, Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, İst., 1984, s. 118.
[519] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, 11/616; Kattan, İbrahim, Teysîru't-Tefsîr, Amman, 1982, H/184.
[520] Pilavoğlu, Mehmed Kemal, İslâmiyet ve Tıp, Ankara, 1963, s. 65.
[521] el-Cemîlî, es-Seyyid, el-İ'câzu't-Tıbbî fi'l-Kur'an, Beyrut, 1982, s. 233.234. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 96.
[522] el-İsfehânî, er-Râğıb, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, İst., 1986, s. 751.
[523] Aytuna, Hasip A., Normal Çocuklarda Anormallikler, İst., 1976, s. 37.
[524] Aytuna, a.g.e., s. 52.
[525] Nisa: 4/34.
[526] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kuran, 111/215.
[527] Kutub, a.g.e., 111/216.
[528] Vakkasoğlu, Vehbi, Bilinmeyen Kadın, İst., 1983, s. 131.
[529] Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, VII/152.
[530] Ateş, a.g.e, M/277.
[531] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsin, 111/1495-1496.
[532] Nisa: 4/128. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 96-99.
[533] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İst., 1935, VI/5046-5047.
[534] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, III/477-478.
[535] Konyalı, Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur'âniye, İst., 1971, s. 156.
[536] Talâk: 65/1.
[537] Mevdudî, Tefhîmu'l-Kur'an,. l/141.
[538] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, I/507-508.
[539] Bakara: 2/228.
[540] Kutub, Fi Zılâli'l-Kuran, XV/25.
[541] Bakara: 2/229.
[542] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l-Beyân, İst., 1976, i/404.
[543] Konyalı, Hulâsâtu'l-Beyân, XIV/5964.
[544] Yazır, a.g.e., I/788.
[545] Bakara: 2/236-237.
[546] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, I/526.
[547] Sabunî, Kur'an-ı Kerimin Ahkâm Tefsiri, 1/313.
[548] Bakara: 2/234-235.
[549] Kutüb, Fî Zılâli'l-Kur'an, f/523-524.
[550] Bakara: 2/226-227.
[551] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, I/505-506; Hicazî, M. Mahmud, Furkan Tefsiri, İst., 1/174. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 99-105.
[552] Medudî, Tefhîmu'l-Kur'an, I/268.
[553] Koçyiğit, a.g.e., II/335.
[554] el-Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Mısır, 1969, İV/182; es-Sıbâî, Mustafa, el-Mer'etu Beyne'l-Fıkhi ve'l-Kânûn, Dımeşk, 1962, s. 86; Tabbara, Afif Abdulfettah, Rûhu'd-Dînî'l-İslâmî, Beyrut, 1973, s. 373; Ulvan, Abdullah Nâsıh, İslâmda Dört Evlilik ve Resûlullah'ın Çok Evlenmesindeki Hikmetler, Konya, 1985, s. 33; Demircan, Ali Rıza, İslâm'a Göre Cinsel Hayat, İst., 1986, 11/195; Bilmen, a.g.e., II/113.
[555] Hicâzî, a.g.e., I/396; Tabbara, a.g.e., s. 373; Ulvan, a.g.e., s. 32; es-Sıbâî, a.g.e., s. 85; Kardavî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 198; Demircan, a.g.e., II/194.
[556] Merâğî, a.g.e., IV/181; es-Sıbâî, a.g.e., s. 84; Koçyiğit, a.g.e., II/335; Ulvan, a.g.e, s. 31; Kardavî, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 198; Demircan, 11/194; Hicâzî, a:g.e., I/396; el-Hınn, a.g.e., IV/39.
[557] Hicâzî, a.g.e., I/396; Ulvan, a.g.e., s. 29; Kardavi, İslâm'da Helâl ve Haram, s. 198; Ferruh, Ömer, İslâm Aile Hukuku, İst., 1979, s. 116; Udeh, Abdulkadir, İslâm Şeriatı, Ankara tsz., s. 68; el-Akkâd, Mahmud, Mevsûatu Abbas Mahmud Akkâd, Beyrut, 1971, İV/467; es-Sıbâî, a.g.e., s. 83.
[558] Nisa: 4/3.
[559] Nisa: 4/129.
[560] Zuhaylî, Vehbe, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IX/137.
[561] Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, Vtl/45; el-Hûlî, Behiy, Ailede ve Toplumda Kadın, Ankara, 1972, s. 81; Davenporî, Lord John, Hazreti Muhammed ve Kur'ân-ı Kerim. Ankara, 1967, s. 107.
[562] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 105-107.
[563] Bakara: 2/ 83.
[564] Nisa: 4/36.
[565] En'am: 6/151.
[566] İsra: 17/23.
[567] Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, VII/160-161.
[568] İsra: 17/24.
[569] Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'an, Vll/160.
[570] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, lX/4605, Duman, Zeki, Kur'an-ı Kerim'de Adâb-ı Muaşeret, İst., 1992, s. 168.
[571] Ahkâf: 46/15.
[572] Lokman: 31/14.
[573] Şa'ravî, Muhammed Mütevelli, Kur'an Mucizesi, İst., 1987, s. 110.
[574] Bilgin, Beyza, İslâm ve Çocuk, Ankara, 1991, s. 95.
[575] Müslim, es-Sahîh, Birr ve Sıla, 1.
[576] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 107-109.
[577] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, 1/521.
[578] Bakara: 2/233.
[579] Ateş, a.g.e., 1/415; Bkz. Merâğî, a.g.e., 11/186.
[580] Sâbûnî, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, 1/291. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 110-111.
[581] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 113.
[582] Nur: 24/30-31.
[583] Kasapoğlu, Abdurrahman, Kadın Modernizm ve Örtünme, İst., 1994, S. 15-16.
[584] Kasapoğlu, a.g.e., s. 7.
[585] Ahzâb: 33/59.
[586] Ahzâb: 33/33.
[587] Buharı, es-Sahîh, İsti'zan, 12.
[588] Topaloğlu, Bekir, İslâm'da Kadın, İst., 1988, s. 209-210.
[589] Ahzâb: 33/32.
[590] Buhârî, es-Sahîh, İsti'zan, 12.
[591] Demircan, Ali Rıza, İslâm'a Göre Cinsel Hayat, İst., 1986, n/86. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 113-116.
[592] el-İsfehânî, er-Râgıb, el-Müfredât tî Garîbi'l-Kur'an, İst. 1986, s. 315.
[593] Mevdudî, Ebu'1-A'lâ, Tefhîmu'l-Kur'an, İst., 1986,111/411.
[594] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kuran, İst., X/379.
[595] Havva, Said, el-İslâm, Beyrut, 1981, s. 654; el-Cemîtî, es- Seyyid, el-İ'câzu't- Tıbbî fi'l-Kur'ân, Beyrut, 1982, s. 125.
[596] Uzman, Mazhar Osman, Tababet-i Ruhiye, İst., 1941, s. 274- 276.
[597] İsra: 17/32. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 116-117.
[598] Neml: 27/54-55
[599] Ankebût: 29/28-30; Bkz. A'raf: 7/80-84.
[600] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, XI/352.
[601] Kutub, a.g.e., VI/135.
[602] Hicr: 15/71.
[603] Hûd: 11/78.
[604] Kutub, Fî Zılâli'l-Kuran, VIII/237-238.
[605] Mevdudî, Tefhîmu'l-Kur'an, II/56.
[606] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l-Beyân, İst., 1976, IV/1678.
[607] Koptagel - İlal, Günsel, Tıpsal Psikoloji, İst., 1984, s. 344.
[608] Demircan, a.g.e., II/34. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 117-120.
[609] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 121.
[610] Kısakürek, Necip Fazıl, Çepeçevre Sosyalizm Komünizm ve İnsanlık, İst., 1969, s. 24.
[611] Umeyre, Abdurrahman, Menhecu'l-Kur'an îî Terbiyeti'r-Ricâl, Riyad, 1981, s. 129.
[612] Kandemir, M. Yaşar, Örneklerle İslam Ahlakı, İst., 1980, s. 122; Ebussuud, Mahmud, İslam'ı İktisadın Esasları, İst., 1983, s. 92.
[613] Kutub, Seyyid, İslâm'da Sosyal Adalet, İst., 1982, s. 166.
[614] el-Bedrî, Abdulaziz, Sosyalizm ve İslam, İst., tsz., s. 42.
[615] Kuîub, Muhammed, İslâm ve Materyalizme Göre İnsan, İst., tsz., s. 113.
[616] Âl-i İmran: 3/14.
[617] Kehf: 18/46.
[618] Âdiyât: 100/8.
[619] Nisâ: 4/32.
[620] Buhârî, es-Sahîh, Mezalim, 33.
[621] Nuh: 71/28.
[622] Ebussuud, a.g.e., s. 93.
[623] İsmail, Muhammed, İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, İst., 1973, s. 70..
[624] el-Mevdudî, Ebu'l-A'lâ, İslâm ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri, İst., 1968, s. 13.
[625] Han, Vahidüddin, Bilim ve Uygarlık Açısından İslam, İst., 1989, s. 229.
[626] Kândemir, a.g.e., s. 113.
[627] Topçu, Nurettin, Ahlâk Nizamı, İst., 1970, s. 209.
[628] Kutub, Seyyid, İslâm'da Sosyal Adalet, s. 169.
[629] Mevdudî, İslâm ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri, s. 41.
[630] Mevdudî, İslâm ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri, s. 45.
[631] İsmail, a.g.e, s. 101.
[632] el-Bedrî, a.g.e., s. 47.
[633] Mannan, M.A., İslâm Ekonomisi Teori Pratik, İst., 1973, s. 138.
[634] Âl-i İmran: 3/189.
[635] Fâtır: 35/39.
[636] Bakara: 2/29.
[637] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 121-124.
[638] Sabunî, Muhammed Ali, Kur'an-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, İst., 1984, U/260.
[639] Ahzâb: 33/6.
[640] Enfâl: 8/75.
[641] Nisa: 4/11-12.
[642] Hicâzî, M. Mahmud, Furkan Tefsiri, İst, I/404.
[643] el-Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, İstanbul, 1995, s. 265.
[644] Yunus: 10/83; Şuara: 26/150-152; Mümin: 40/26-28; Mâide: 5/32.
[645] el-İsfehânî, er-Râğıb, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, İst., 1986, s. 337.
[646] Araf: 7/31.
[647] Furkan: 25/67.
[648] Yamakoğlu, Cihan, İnsan İlişkileri, Ankara, 1990, s. 178.
[649] Bediuzzaman, Said Nursî, Lem'alar, İst, 1990, s. 139, 141.
[650] Nurbaki, Haluk, Sonsuz Nur, İst, 1987, s. 46.
[651] Yeniçeri, Celal, İslâm İktisadının Esasları, İst., 1980, s. 205-206.
[652] Milhau, Jules, İsraf, İst., 1946, s. 53.
[653] İsra: 17/27.
[654] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 125-126.
[655] Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l-Kuran, H/450.
[656] Bakara: 2/275-276.
[657] Hicâzî, a.g.e., 1/230-231.
[658] Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l-Kuran, II/112, 117, 125,132.
[659] Âl-i İmran: 3/130.
[660] Sabûnî, Muhammed Ali, Kur'ân-ı Kerim'in Ahkâm Tefsiri, I/326.
[661] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst, 1988, I/484.
[662] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İst, 1935,1/961.
[663] Mevdudî, Ebu'l-A'lâ, Tefhîmu'l-Kur'an, İst, 1986, f/235.
[664] Mevdudî, Tefhîmu'l-Kur'an, 1/173.
[665] Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l-Kuran, II/107.
[666] Mevdudî, Tefîmu'l-Kur'an, 1/171-172.
[667] Yıldırım, Celal, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, Konya, 1980, 111/1427; Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî, Mısır, 1969, III/57; eş-Şarkâvî, Hasan, el-Ahlâku'l-İslâmiyye, Kahire, tsz., s. 61; Tabbara, Afif Abdulfettah, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, Beyrut, 1973, s. 329; Koçyiğit, Talat, Cerrahoğlu, İsmail, Kur'an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1990, I/522.
[668] Dinçer, Nahid Rıfkı, İslâm İnkılabına Bakışlar, İst, 1978, s. 227; Uludağ, Süleyman, İsfâm'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, İst., 1988, s. 224; Sâbûnî, Muhammed Ali, Kabes Min Nûri'l-Kur'âni'l-Kerîm, Dımeşk, 1986, t/90; Mannan, a.g.e., s. 252.
[669] Yıldırım, Celal, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, İst., 1986, H/1063; Uludağ, İslâm'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, s. 224; Akın, Cihangir, Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, İst., 1986, s. 58; Merâğî, a.g.e., III/57; Koçyiğit, a.g.e., t/252.
[670] Dİnçer, a.g.e., s. 227; Uludağ, İslâm'da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, s. 224-225.
[671] Hicâzî, Muhammed Mahmud, el-Vahdetu'l-Mevzûiyye fi'l- Kur'an, Kahire, 1970, s. 271; Zem'e, Hasan; Faruk, Muhammed, Faiz Tarihi ve İslâm, İst., 1968, s. 33.
[672] Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur'an Tefsiri, 11/1063.
[673] Rum: 31/39.
[674] Nisa: 4/160-161.
[675] Âl-i İmran: 3/130.
[676] Bakara: 2/278. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 127-130.
[677] Kutub, Seyyid, Fî Zılâlil-Kuran, IV/436-437.
[678] Mâide: 5/90-91.
[679] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu'l-Beyân, İst., 1976, IV/1317.
[680] Konyalı, Hulâsâtu'l-Beyân, 1/381.
[681] Sâbûnî, Kur'an-ı Kerimin Ahkâm Tefsiri, 11/14.
[682] Hicâzî, Furkan Tefsiri, 11/107.
[683] Hicâzî, Furkan Tefsiri, 1/165.
[684] Havva, Said, el-Esar Fi't-Tefsîr, İst., 1989, IV/190.
[685] Bakara: 2/2129.
[686] Rıza, Muhammed Reşid, Tefsîri'l-Kur'âni'l-Hakîm, Beyrut,tsz., M/330; Merâğî, a.g.e., 11/142; Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru'l-Münîr, Beyrut, 1991, II/279; eş-Şerbâsî, Ahmed, Yes'elûneke fi'd-Dîni ve'l-Hayât, Beyrut, 1980, s. 391. 76. Havva, Said, el-İslâm, Beyrut, 1981, s. 656.
[687] Karabekir, Ömer Cemal, Kumarın Ahlâkî İçtimaî ve Dinî Fenalıkları, İst., 1963, s. 7. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 127-130.
[688] Şeker, Mehmet, İslâm'da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Ankara, 1991, s. 81-82.
[689] Efendi, İbrahim, Esrâru'ş-Şerîati'l-İslâmiyye, 1328, s. 241; Şeker, a.g.e., s. 82.
[690] Mâide: 5/38
[691] Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu't-Tefâsîr, Dâru'l-Kur'âni'l- Kerîm, Beyrut, 1981 I/342.
[692] Enç, Mitat, Ruh Sağlığı Bilgisi, İst., 1979, s. 172; Yavuzer, Haluk, Çocuk Psikolojisi' İst, 1994, s. 271.
[693] Öymen, M. Münir Raşit, Ahlâk Eğitimi, İst., 1975, s. 33.
[694] Aytuna, Hasip A., Normal Çocuklarda Anormallikler, İst., 1976, s. 139.
[695] Enç, a.g.e., s. 172-173.
[696] Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı, Ankara, 1986, s. 256-257.
[697] Yavuzer, a.g.e., s. 273.
[698] Aytuna, a.ge., s. 145-146; Köknel, Özcan, Ailede ve Toplumda Ruh Sağlığı, İst., 1981, s. 165; Öymen, s. 35.
[699] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 135-137.
[700] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlak Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 167-175.