II. KURÂN'DA ALLÂH-KUL (İNSAN) İLİŞKİSİNE GENEL BİR BAKIŞ
A- ALLAH'IN KULUNA (İNSANA) OLAN İLGİSİ
C- ALLAH - KUL (İNSAN) İLİŞKİSİ:
4- I'zâm (Kemik Yahut İskelet):
5- Halkan Ahar (Bambaşka bir Yaratık)
I- “HİDAYET”İN SÖZLÜK MANALARI:
A- HİDAYETİN BİRİNCİ MERTEBESİ (UMÛMÎ HİDÂYET)
1- Umumî Hidayetin İnsanlardaki İzleri
3- Umûmî Hidâyetin Bitkilerdeki İzleri
4- Umûmî Hidayet'in Atomlardaki İzleri
5- Umumî Hidâyet'in Göklerdeki İzleri
B- HİDAYETİN İKİNCİ MERTEBESİ (NEBÎ VE KİTAP GÖNDERİLMESİ)
1- Allah'ın Elçiler ve Kitaplar Göndermesi
C- HİDAYETİN ÜÇÜNCÜ MERTEBESİ (TEVFÎK)
D- HİDAYETİN DÖRDÜNCÜ MERTEBESİ (VAHİY VE İLHAM)
1- İbâdetin Psikolojik Temelleri:
2- İbâdet'in Maksadına Göre Dereceleri
3- İbadette Dikkat Edilecek Hususlar
a- Allah'a Sığınma ve Teslimiyet
b- Allah'ın Adıyla ve Allah Adına Yapmak
2- Rab Kelimesinin Kuranda Kullanılışı
b- Terbiyenin Evrendeki İzleri
c- İslâm'ın Terbiye Edici Yönü
1- Allâh-Kul İlişkisi Açısından İbtilâ' ve Belâ'
2- İbtilâ' ve Belâ' nın Tanımı ve Açıklaması
1- Allâh-Kul İlişkisi Açısından Ceza
a- Mükâfat Manasında Dünyada Ceza
b- Ukubet Manasında Dünyada Ceza
c- Mükâfat Manasında Ukbada Ceza
d- Ukubet Manasında Ukbâda Ceza
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.
Hamd âlemlerin rabb'ı Allah'a dır. Salat ve selam efendimiz Hz. Muhammed'in âlinin ve ashabının üzerine olsun.
Allah (c.c), Kur'ân'da, yeri, göğü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadığını [1], göklerde ve yerde bulunan herşeyi insanların emrine musahhar kıldığını [2], insanlara maddî ve manevî, görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen nice nimetlerini bol bol verdiğini [3] belirtmiştir. Her şeyi insanlar için [4], insanları da kendisine ibâdet etmeleri için yarattığını [5], kullarını değişik durumlarda değişik şeylerle imtihan ettiğini [6] ve edeceğini [7], imtihanı kazananlara türlü mükâfatlar vereceğini ve en büyük saadetin de bunları kazanmak olduğunu [8] bildirmiştir. Ve yine insanın kendisine hedef olarak gösterilen bu “en büyük saadet”e aynı zamanda davet de edildiğini [9], bu davete icabette ve bu hedefe ulaşmada kendi haline terk edilmediğini haber vermiştir. İnsan, bir zamanlar hiçbir şey değilken [10] yoktan var edilmiş, çeşitli yaratılış merhalelerinden geçirilip türlü kabiliyet ve meziyetlerle donatılmış, yol gösterilerek desteklenmiş, bunlara ilave olarak kendisine merhameten yardım edilmiştir. Yoktan var edilişinden “en büyük saadet”e erişmesine kadar, her zaman ve mekânda, her hal ve mahalde, söz dinleyip nasihat kabul etmişse, üzerine düşeni yapmaya çalışıp çaba sarf ederek, yapabildiğini yapıp, yapamadığından af dilemişse, Allah'ın rahmetine mazhar olacağı, O'nun yardımından yararlanacağı, O'nun izni ve yardımı ile rızasına nail olacağı haber verilmiştir. Böylece o “en büyük saadet”e ereceği, bütün bunları yapmadığı takdirde ise, felaketten felakete sürüklenerek o en güzel nimetleri kaybetmenin yanında bir de en acıklı azaba duçar olacağı bildirilmiştir.
İnsan için var oluş nedeni olan ve sonuçta da ya toptan kazanmak yahut da hepten kaybetmek gibi bir durumla karşı karşıya gelmesi muhtemel bir akıbetle ilgili olan bu hususlar elbette çok önemlidir. Allah'ın emanetini yüklenen insan [11] yalnızlığa itilip kendi haline terk edilmemiştir. Allah, eşref-i mahlukât olarak yarattığı insanla, şartlarına ve kurallarına riâyet edildiği takdirde sürekli ilgilenmiş, devamlı bir ilişki içinde olmuştur. Çalışmamızın belki de en önemli yönü, bu ilişkinin yani “Allâh-kul (insan) ilişkisi”nin Kur'ânda geçen kurallarını ve biçimlerini belirlemek olacaktır. Bu ilişkide ele alacağımız konular ve belirlemeye çalışacağımız kurallar insanın bireysel olarak Allah ile olan ilişkisi yönünde olacaktır. Yani, kişinin yaratılışı ile başlayan, hidayet ve imanı, ibadet ve duası ile devam eden, terbiyesi ve cezası ile son bulan çizgisi üzerinde olacaktır. Kur'ân'da yaygın olarak bulunan bu konunun bazı bölümlerine, Toshihiko Izutsu'nun “Kur'ân'da Allah ve İnsan” adlı eserinde, Zekeriya Pak'ın “Kur'ân'da Kulluk” adlı doktora tezinde değişik şekillerde temas edilmişse de bir bütün halinde ele alınmadığı kanaatine vardık. Ayrıca çalışmamızın farklı yönünün, isminden de kolayca anlaşılabileceğini düşündük.
Çalışmamız bir giriş bölümü ile, üç ana bölümden müteşekkildir.
Giriş bölümünde “ilişki” kavramı üzerinde durduk. İlişki nedir? Allâh-kul (insan) ilişkisi deyince ne anlaşılıyor? Kur'ân'daki bu ilişkiden maksat nedir? İlişkinin ilk başlangıcı sayılan Allah'ın kuluna (insana) olan ilgisi sonucu onu yaratması, yaratan Allah ile yaratılan kul arasındaki münâsebetin Kur'ân'daki boyutları nelerdir?
Birinci bölümde, hidâyet ve îmân ilişkisini ele aldık. Yaratılmada hiçbir fonksiyonu olmayan insanın hidâyet ve îmân ilişkisindeki fonksiyonunu ve gayretini, Allah'ın, kulun bu gayretine nasıl karşılık verdiğini ve bunu Kur'ân'm nasıl açıkladığını belirlemeye çalıştık.
İkinci bölümde, ibadet ilişkisini inceledik. Bu ilişkide Allah ile kul arasındaki karşılıklı bağlann nasıl tecelli ettiğini, ibadet ve dua ile Allah'a yaklaşan kulun ulaştığı ve elde ettiği sonuçların neler olduğunu ve Kur'ân'ın bunu nasıl anlattığını belirtmeye çalıştık.
Üçüncü ve son bölümde Allah'ın kulu ile olan “rubûbiyyet” ilişkisini açıklamaya çalıştık. Bir ismi de “Rabb” olan Allah'ın terbiye edici vasfının kulları ile olan ilişkisi nelerdir? Allah bunu Kur'ân'da bize nasıl açıklamıştır? Allâh-kul (insan) ilişkisinin en son noktası olan Allah'ın kullarına olan ebedî mükafatını, cennet, nimet, sevgi, muhabbet, rıza ve saadetini Kur'ân'ın açıklamalarıyla anlatmaya çalıştık.
Bu bölümlerle aynı zamanda, mütevâzî çalışmamızın çerçevesini de belirlemiş olduk. Yoksa, Kur'ân, baştan sona, Allah'ın kulları ile olan ilişkisinden bahseder deseydik herhalde yanılmış olmazdık.
Her bir bölümü başlı başına bir tez konusu olabilecek özelliğe sahip olan bu konunun bölümlerini incelerken kendi bütünlüğü içindeki vüs'atini taşırmamaya özen gösterdik.
Çalışmamız sırasında, önce âyetlere müracaat ederek, âyetleri açıklayan âyetlerden sonra sünnete, sonra da kronolojik sıraya göre meşhur ve muteber kaynak tefsirlere baş vurduk. Daha sonra da yapılan değerlendirmeleri ekledik. Netice itibariyle çalışmamızla bir tespitte bulunmaya çalıştık.
Âyet-i kerime meallerini verirken, herhangi bir “Meâl”i iltizâm etmedik. Mevcut “Meâl”lerden bizce en isabetli olanını tespit etmeye çalışarak onu tercih ettik.
Çalışmalarım esnasında, başta kendisinden büyük destek gördüğüm danışman hocam muhterem Prof. Dr. Yakup Çiçek olmak üzere tüm hocalarıma teşekkürlerimi arz ederim.
Hidâyet AKÖZ [12]
Konumuzun merkez noktasını oluşturan ilişki kavramının önce sözlük ve terim anlamını sonra da konumuzla ilgili yönünü belirtmeye çalışacağız. İlişki kavramının, [13]
İlişki kavramının (ilişmekten ilişki) olarak Yeni dilde kullanılan Türkçe bir kelime olduğunu görüyoruz.
Anlamı iki şey arasındaki karşılıklı ilgi, bağ, bağlantı [14]. Osm. nisbet ve münâsebet [15] demektir. İng. Correlation [16]; Fr. Correlation [17] veya İng. ve Fr. Relation [18] manasınadır.
Bu anlamda kişi veya kişileri birbirine bağlayan bağ, ilgi, bağlantı demektir. Dostluk bağı, iş ilgisi, aile ilişkileri gibi. Yahut diplomasi ilişkileri, halkla ilişkiler gibi. [19]
İlişki kavramının yine sözlük manaları arasında şu anlamları da tespit ediyoruz.
İlişki birbiriyle ilgili iki, ya da daha çok şey arasında karşılıklı bağımlılıklarla, etkileşimlerle belirginleşen bağ bağlantı, alâka, münâsebet demektir. İnsanca ilişkiler, dostluk ilişkileri, aile ilişkileri gibi. Örnek: Bir kimseyle ilişkiyi kesmek, iki ülke arasında dostluk ilişkileri kurmaya çalışmak, ailesi ile ilişkisi bozulmak cümlelerinde olduğu gibi. Veya Neden (sebep)-sonuç ilişkisi gibi. Yahut bir mimari üslubun iklim ile ilişkisi veya dilin kültürle ilişki gibi. Mesela, Polis bu iki olay arasında hiç bir ilişki kuramadı. Benim bu olayla ilişkim yok. Resimle ilişkisi çocukluk yıllarında başladı gibi.
Bundan başka ilişki, kar yolları kapattığı için köylerle ilişki kurulamadı, örneğinde olduğu gibi, bir iletişim ya da ulaşım aracı yoluyla kurulan bağ; bağlantı, temas demektir.
Yahut da karşı cinsler arasındaki duygusal anlamda, cinsel bağ, alâka, münâsebet, demektir. Bir kadınla (bir erkekle) ilişkisi olmak, gibi.
İlişki kurmak, bağlantı sağlamak veya temas kurmak, demektir. Sonunda onunla ilişki kurmayı başardı. Örneğinde olduğu gibi. [20]
Yukarıda geçtiği üzere yeni bir kelime olan “ilişki” kavramının karşılığı eski dildeki nisbet (münâsebet) kelimesidir.
Münâsebet: (Arapça nisbet'ten münâsebet). Münâsebet Münâsebet kelimesi Arapça'da NSB maddesinden müfâ'ale [21] babından mastardır. İki şey birbirine uydu, benzeşti. Neseb'de ortak oldu, yakîni oldu, yaklaştı gibi manalara gelmektedir. [22] Münâsebet kelimesi bu manalarla beraber dilimizde ilişki, ilgi, yakınlık, iki şey arasındaki nisbet, uygunluk, sebep, vesile gibi manalarda da kullanılmaktadır. Münâsebet almak, uygun düşmek, yakışmak, demektir.
Münâsebet kurmak, demek; iki şey arasında ilişki kurmak, yakınlık görmek, demektir.
Münâsebet düşürmek veya münâsebet getirmek, demek, sırasını getirmek manasınadır.
Münâsebete girmek ise, ilişki kurmak demektir. Münâsebeti kesmek demek, ilişki kalmamak, demektir.
Münâsebette bulunmak demek ise, ilişkisi olmak manasınadır. [23]
Fertler ve toplumlar arası davranışlarla ilgili bulunan münâsebet kelimesinin anlamı; iki ya da daha çok şey arasındaki bağ, yakınlık, ilgi, alâka, veya bireyler yahut topluluklar ya da devletler arasındaki karşılıklı ilişki, bağ, ilinti, demektir. Ayrıca neden, sebep cinsel ilişki gibi anlamlar da taşımaktadır. Münâsebet almak demek, uygun düşmek demektir. Münâsebet kurmak demek, ilişki kurmak, demektir. [24]
Görüldüğü üzere gerek “münâsebet” kavramı gerekse yeni dildeki karşılığı olan “ilişki” kavramı dilimizde bir deyim, ve bir ıstılah (tabir) olmuştur. [25]
Kelimenin terim anlamının, sözlük anlamından uzak bir mana taşımadığını görüyoruz. Sözlük anlamının açıklamasında da geçtiği üzere ilişki, “birbirleriyle ilgili iki yada daha çok şey arasında yahut bireyler ve topluluklar arasındaki karşılıklı bağımlılıklar ve etkileşimlerle belirginleşen “bağ, bağıntı, bağlantı, ilgi, alâka, temas ve münâsebet” demektir. Bu anlamların, ilişki kavramının kullanıldığı bilim dallarında da geçerli olduğunu müşahede ediyoruz. Anatomi, fizyoloji, sosyoloji, iktisat, istatistik, müzik, uluslararası hukuk, halkla ilişkiler gibi bilim dallarında yapılan tanımlamalardaki “terim anlamı” hep sözlük anlamı ile bağlantılı olmuştur. Örneğin; anatomide: organlar arasındaki ilişki; organlar arasındaki karşılıklı bağımlılıklarla, etkileşimlerle belirginleşen bağ olarak tarif edilmiştir. Bu anlamda ilişki kavramı tamlamalar oluşturmaktadır. İlişki organları gibi. Organlar arasındaki ilişkiler, örneğin duyu organları, sinir sistemi ve kaslar arasındaki ilişkiler, birbirleriyle ilgili bağ, bağıntı, bağlantı, ilgi, alaka, temas ve münâsebet manasında kullanılmışlardır. [27]
Fizyoloji'de ilişki işlevlerinin manası: Hayvanların, dış ortamı tanımalarını ve ona müdahale etmelerini sağlayan duyusal, sinirsel, zihinsel ve devrimsel işlevlerin tümü olarak geçmektedir. [28]
İlişki kavramının Sosyoloji'deki anlamına misal olarak personelle ilişkileri verebiliriz. Personelle ilişkiler; bir işletmenin personeli ile yöneticileri arasında belirli bir ölçüde kendiliğinden kurulan ve iş örgütlenmesindeki katılığı dengeleyeceği düşünülen gayri resmi ilişkiler sistemidir. [29] İlişki kavramının kullanıldığı bilim dallarından birisi de iktisattir.
İktisat'ta, halkla İlişkiler; kamu oyunu, her türden kuruluşun (kamu kesiminden ya da özel kesimden) gerçekleştirdiği işler konusunda, bu kuruluşun ününü artırıp pekiştirecek biçimde haberdar etmek ve böylece dışarıda ona karşı bir yakınlık havası yaratmak, içerde ise çalışanlar arasında iyi ilişkileri özendirmek amacını güden profosyönel etkinliklerin tümüdür [30] diye tarif edilmiştir.
İlişki kavramının en çok kullanıldığı alanlardan biri de halkla ilişkiler olduğu belirtilmiştir. Bir başka açıdan, halkla ilişkiler, amacı kamu oyunu özel veya resmi bir kuruluşun etkinlikleri konusunda bu kuruluşa daha büyük bir değer verdirecek biçimde aydınlatmak ve böylece de etkinliklerini açıkladığı kuruluşa dışarıda bir yakınlık, kuruluşun içinde de bir dostluk havası yaratmak olan çalışmaların toplu adıdır, denmiştir. Amerikalıların “public roletions” dedikleri halkla ilişkiler Birinci Dünya Savaşı sırasında Birleşik Devletlerde bazı işverenlerin katı davranışlarıyla yarattıkları olumsuz havayı değiştirmek amacıyla büyük sanayicilerin hizmetinde çalışmaya başlayan Lvy Lee adındaki amerikalı bir gazeteci tarafından ortaya atılmıştır. Öyle ki bugün artık Birleşik Devletlerde halkla ilişkiler konusunda harcanan paraların toplamı milyonlarca doları bulmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa ülkelerine de giren “halkla İlişkiler” önce bazı iş yerleri ve kuruluşlar tarafından benimsendikden sonra bazı devlet kurumları ve Avrupa Konseyi gibi bazı milletler arası teşkilatlar tarafından da kullanılmaya başlamıştır.
Halkla İlişkilerin çalışma alanı çok geniş ve çeşitlidir. Genel olarak, dışa bilgi vermek ve içe bilgi vermek biçiminde bir ayırım yapılabilir. Ama en önemlisi bilgiyi, bilgi vermek istenilen halkın seviyesine göre ayarlamaktır. Halkla ilişkiler aydınlatıcı bilgilerini kamu oyuna iletebilmek için sözlü ve yazılı aydınlatma araçlarından başka fotoğraf ve sinemanın sağladığı geniş imkanlardan, reklamcılık ve gazetecilikten kısaca yazılı ve görüntülü medyadan yararlanırlar. Halkla ilişkilerin amacı çok geniştir. Siyasî, iktisadî, askerî, ahlakî, dinî v.b. İlişki kavramının kullanıldığı en geniş alan halkla ilişkiler alanıdır. Çünkü her konu ve her mesele dönüp dolaşıp halka intikal etmekte, çözümü de halkın ilişkisinde yatmaktadır. [31]
Halkla ilişkiler konusu önemine binaen orta öğretim kurumlarımızda, insan ilişkileri adı altında ders olarak okutulmaya bile başlanmıştır. Bu konuda yazılmış olan ders kitabında insan ilişkilerinin genel tanıtımı şöyle yapılmıştır: insan ilişkileri, insanların ortaklaşa olan maddî ve manevî etkinlikleri dolayısıyla aralarında olan bağlantıların tümüdür. [32]
İlişki kavramının istatistikte kullanılmasına misal olarak, sanayiler arası ilişkileri verebiliriz. Sanayiler arası ilişkiler, iktisadî kesimler arasında var olan ilişkileri tablolar aracılığıyla ortaya çıkaran çözümleme yöntemidir, [33] denmiştir.
Kavramımızın Müzik'deki anlamı ise şöyledir: Bir akor (accord) [34] dizisinde, akorlardan biriyle bir başkasının aralıkları arasındaki bağıntı veya iki ses arasındaki melodik ilişkidir, [35] denmiştir. İlişki kavramının Uluslararası Hukuktaki misâli: Uluslararası ilişkiler, uluslararası topluluklar içinde yer alan devletler arasındaki ilişkilerdir, denmiştir. (uluslararası ilişkiler hukuku ve uluslararası hukuk, uluslararası kişiler arasındaki ilişkileri, uluslararası genel hukukun işleyiş biçimlerine ve kurallarına göre düzenler). [36]
Münâsebet (ilişki) kavramının terim anlamında kullanıldığı bilim dallarından biri de tefsir ilmidir. Bilindiği gibi tefsir ilminin konuları arasında, âyet ve sûreler arasındaki münâsebet konusu da yer almaktadır.
Kur'ân'ın âyetleri ve sûreleri arasındaki ilişki konusuna bazı müfessirler dikkatle eğilmişler ve azami gayreti göstermişlerdir.
Fahreddin Er-Râzî (ö. 606/1210) gibi bir kısım müfessirler bu konuya çok önem vermişler, hatta âyetlerdeki letafetin büyük bir kısmı tertib ve münâsebette (ilişkide) görülür, demişlerdir. [37] Kur'ân'ın âyetleri ve sûreleri arasında mutlak bir irtibat (bağ, ilişki) vardır [38] ve bu husus yani âyetler ve sûreler arasındaki bağ (ilişki), Kur'ân'ın îcâz yönlerinden birisidir, denmiştir.
Tefsir usûlü kaynaklarında oldukça geniş bir yer tutan sûreler ve âyetler arasındaki münâsebet (ilişki) konusuna verilen misallerden birkaç tanesi örnek olarak verebiliriz. Denmiştir ki, Fatiha: bir mukaddimedir. Fatiha, rübûbiyeti ikrar, Allah'a iltica, yahudi ve hristiyanlıktan uzaklaşmayı ihtiva eden bir sûredir. Bakara sûresi: dini hükümlere delil getiren, Al-İ İmrân sûresi de: dîne husûmet besleyenlerin şüphelerine cevap veren bir sûredir. Bu yüzden sûrede, hristiyanların üzerinde durdukları müteşâbih âyetler zikredilmiştir. Al-i İmrân'da Nasrânilere hitap daha çok yer alırken, tYahudiler Bakara sûresinde daha çok zikredilmiştir. Bunun sebebi Tevrat'ın asıl, İncil'in fer'î olmasıdır. Bu arada Fatiha'da istenen hidayet, Bakara'nın başında belirtilmiş olmaktadır. Bir başka misal de vakıa sûresinin sonu, Allah'ı tesbih etmek emriyle biterken, ondan sonra başlayan Hadid sûresi, Allah'ı teşbih ile başlamaktadır. [39]
İlişki kavramının gerek sözlük ve gerekse terim anlamının ışığı altında Kur'ân'da Allâh-kul (İnsan) ilişkisinin boyutunu, sonuç olarak, Allah'ın kuluna karşı ilgisi, kulun Allah'a karşı ilgisi ve karşılıklı olarak Allâh-kul (insan) ilişkisi, Allah ile kul (insan) arasındaki bağ, bağlantı, ilgi, alâka, münâsebet, kurulan dostluk ilişkileri, iletişim ya da ulaşım aracı yoluyla kurulan bağ, bağlantı, irtibat, insan açısından duygu, his, Allah açısından sevgi, dostluk, yardım, yakınlık vs. ve bunları kurmaktır diye belirtebiliriz [40]
Kur'ân'da Allâh-kul (insan) ilişkisini genel manada “Allah'ın Kuluna (insana) Olan İlgisi”, “Kulun Allah'a Olan İlgisi”, dolayısıyla “Allâh-kul (insan) İlişkisi” ve “İnsanın Yaratılışı”, insanın yaratılışını da “İnsanın Yaratılış Gayesi”, “İlk İnsan ve Eşinin Yaratılması”, “Her İnsanın Yaratılışı” ve nihayet “İnsanın Ölümü” başlıkları altında incelemeye çalışacağız. [42]
İlişki kavramının açıklamasında da geçtiği üzere gördük ki ilişki “ilgi” ile başlıyor.
Allah yeri, göğü ve ikisi arasmdakileri boşyere yaratmamış. [43] Göklerde ve yerde bulunan herşeyi insanların emrine musahhar kılmış [44] ve herşeyi insanlar için yaratmıştır. [45]
Göklerde olanların insanın hizmetine sunulması, yeryüzünde olanların insan için yaratılmış olması, insanın, yaratılışın önemli bir gayesi olduğunu gösterir. [46] İnsanın kâinatın yaratılmasında gerçekten bir gaye olduğu, esma ve sıfatı ile zât-i ilâhiyyenin en çok tecellî ettiği varlığın yalnız insan olduğu belirtilmiş [47], kâinat ilâhi rahmetin bir eseri, insan da kâinatın (küçük âlem) küçük bir modelidir, [48] denmiştir. Ve yine âlemin, Allah'ın bilgisinin bir sureti ve görünüşünden ibaret [49] olduğu belirtilmiştir. Nitekim insan kendini küçük bir cisim sanır. Halbuki en büyük âlem insanda durulmuştur, [50] denmiştir. Ve insanın Allah'ın zat, isimlerini [51] keşfedebilen biricik yaratık [52] olduğu söylenmiştir..
Görüyoruz ki neticede insan gerek maddî bünyesiyle ve gerekse manevî meziyetleriyle ile Allah'ın ikramına mazhar olmuş kendisine çok büyük değer verilmiş olan şerefli bir varlıktır. [53] Allah insanı bizzat elleri ile [54] en güzel biçimde yaratmış [55] ona kendi ruhundan üflemiş [56], isimleri öğretmiş [57], onu yeryüzüne halife kılmıştır. [58]
“Ve insana çok ikramda bulunduk.” [59] buyurmuştur.
Kur'ân'da da açıkça görüyoruz ki insanın varlığı, Allah'ın ona olan ilgisi ile başlamıştır. İnsanın yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkışı sırf Allah'ın ilgisi sonucu yaratılması ile olmuştur. Yaratılması için kendisinin ne isteği ve ne de iradesi söz konusudur. Kendisi olmayınca iradesinin de olmayacağı aşikârdır.
Bilindiği gibi insanlığın atası ve ilk insan Hz. Adem ve onun neslinden gelmiş olan her insan bir zamanlar yok idi. Dolayısı ile anılan hiç bir şey de değildi. Kur'ân bunu açıkça zikretmektedir.
“İnsan önceden hiç birşey değilken kendisini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu?” [60]
“İnsanın üzerinden henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” [61]
Görüyoruz ki insan önceden anılan hiç bir şey değilken sırf Allah'ın yaratması ile bir varlık haline gelmiştir.
Kur'ân, Allâh-insan ilişkisinin başlangıcı olan Allah'ın kuluna olan ilgisini gerek ilk insan Hz. Adem'in ve gerekse her insanın yaratılmasının takdiri [62] ve yaratılmasıyla ile başladığını bildirir.
“Bir zamanlar, Rabb'in meleklere: Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti.” [63] Hz. Adem yaratılmış ve cennete konmuştu.
“Dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin cennette oturun, ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz. Derken şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (nimet yurdu)ndan çıkardı. (Biz de) dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin, yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lazımdır. Âdem, Rabb'inden bir takım kelimeler [64] aldı (onlarla amel edip Rabb'ine yakardı, O da) bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeyi çok kabul eden (kulunun günahından geçen)dir, çok esirgeyendir” [65]
Görüldüğü üzere Hz. Âdem, hata işledi. Fakat terk edilmedi. Allah'ın ilgisi kendisine birtakım kelimeler öğretmesi ile devam etti. Hz. Adem de bu kelimelerle Allah'a yakardı, tevbe etti, Allah da tevbesini kabul etti. Böylece önce tek taraflı olan Allah'ın kuluna olan ilgisi, Hz. Adem'in tevbe etmesi ile karşılıklı ilgi ve ilişkiye dönüştü. Allâh'dan insana (kula), insandan (kuldan) da Allah'a karşı meydana gelen bir ilgi karşılıklı olarak ilişkiye dönüşmüş oldu. Ancak Allah Adem'in tevbesini kabul edip onu bağışladıktan sonra ona bütün neslini temsilen:
“Hepiniz oradan inin” [66] dedi. [67] Yine de Hz.Adem'i terk etmedi. Onun şahsında tüm nesline hitaben:
“Benden size bir hidâyet (elçi ve kitap) [68] geldiği zaman, kim(ler) hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar” [69] buyurdu. Bu ilgi ve ilişkinin hidâyet (elçi ve kitap) gönderilmesi ile son bulmadığını asıl bundan sonra kulun îmânı ve ibadeti ile daha da artarak devam ettiğini Kur'ân'da açıkça görüyoruz. Allâh-kul (insan) ilişkisinin Kur'ân'da açıkça görülen boyutlarına geçmeden önce, Allah'ın kuluna (insana) olan ilgisinden sonra, kulun (insanın) da Allah'a karşı ilgisine bir göz atmamız gerekir. [70]
İnsan, varoluşundan beri kendisine ve hayatına hâkim olan gizli bir kuvvetin varlığını fıtrî olarak hissedip, îmân etmiş, ihtiyacı olduğu zaman O'na sığınmış, dara düştüğü zaman O'ndan imdat dilemiştir. [71] Allah'a îmân duygusu insanoğlunda ta hilkatten beri vardır. İlk yaratıldığı andan itibaren var olan bu duygu, hayat unsuru anadan doğan yavru ile birlikte doğmuş, asırdan asıra, nesilden nesile geçerek yer yer değişik şekillerde tezahür etse de günümüze dek devam edegelmiştir. Değişik zamanlarda insanların kâinatın yaratıcısı konusundaki düşüncesi medeniyetlerin ve fikir hareketlerinin akışına göre farklılık arz etmiştir. Fir'avunlar zamanında yaşayanlar dahil insanlar genelde yüce bir kudrete inanmışlar, ancak hakikatten uzaklaştıkça kendi hayallerinde kendilerine mahsus bir ilah şekli canlandırmışlar ve ona tapınmışlardır, Yeryüzünde puta, aya, güneşe, ateşe, öküze tapan bu insanların bu hareketi hep fıtratlarında mevcut olan üstün kudrete yönelme duygusunun yanlış yönelişlerinin tezahürleridir. [72] Müşriklerin taştan, tahtadan, madenden yapılmış timsallere, yontulmamış taşlara, ağaçlara, hayvanlara, gök cisimlerine tampalarının sebepleri ve kaynakları nelerdir? Sırf maddeleri için mi onlara ibadet ediyorlardı, yoksa bunlar sembol değeri mi taşıyorlardı? Çağdaş Dinler tarihçilerinin çoğu, kesin konuşuyor:
“Kâinattaki hiç bîr varlığa, sırf kendisi için tapıldığına rastlanmaz.” [73]
İnsanda var olan ve zamanla farklı iç ve dış etkenlerle küllenmiş ve bozulmuş olan bu fıtratın, insanın varlığını ve ferahını devam ettiren tüm fizikî şartların kaybolduğu ve hiçbir tutamağın kalmadığı anlarda ortaya çıktığını Kur'an bize haber vermektedir:
“Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar ve dini yalnız Allah'a has kılarak: Eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız, diye Allah'a yalvarırlar.” [74] “İnsanların başına bir sıkıntı gelince Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca, bakarsınız ki onlardan bir gurup yine Rablerine ortak koşarlar.” [75] “Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar...” [76]
İşte, refah ve rahatlık zamanları, bir anlamda fıtrat'ı perdeleyen haller olurken, “kriz anları” diye niteleyebileceğimiz daha özel durumlar da, “fıtratullâh”ın tezahürüne, kulluğa geçişe, kendini yeniden bulmaya, aslî hale dönmeye vesile olurlar [77]. Böyle durumlarda, en katı putperestlerin bile taptıkları tanrılarını unutarak, Allah'ın yardımına sığındıkları görülür. Aynı şekilde en inatçı ateistler çaresizlik anında kurtuluş için ister istemez Allah'a yalvarırlar. Onların bu durumu, insanın kalbinin derinliklerinde yatan Allah'a ibadet ihtiyacına açık bir delildir. Bu ihtiyaç ve eğilim gaflet ve cehaletle perdelenebilse de, zaman zaman musibetlerin etkisiyle yüzeye çıkmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm bu noktaya da dikkat çekmektedir. Bir sıkıntıya uğranıldığı zaman;
“O'na (aşikâr ve) gizli yalvararak, eğer bizi bundan kurtarırsan, andolsun şükredenlerden olacağız, diye dua edersiniz.” [78] buyrulmuştur. Bir örnek olarak, İslâm'ın başdüşmanlarından Ebû Cehl'in oğlu İkrime, Mekke'nin fethinden sonra Cidde'ye kaçar, oradan da Habeşistan'a geçmek için bindiği gemi şiddetli bir fırtınadan batma tehlikesiyle karşılaşınca bütün yolcular inandıkları putlarına yalvarmaya başlarlar. Fakat fırtına daha da şiddetlenir. Bu sefer hep bir ağızdan;
“şimdi Allah'tan başkasına yalvarmanın zamanı değil, bizi ancak O kurtarabilir.” diye bağrışırlar. Bu olay İkrime'nin kalbini sarsar: “Eğer burada bize Allah'tan başka yardım edecek yoksa bir başka yerde nasıl olabilir, Muhammed (s.a.)'nin yirmi yıldır bize öğretmeye çalıştığı, bizim de kabul etmeyip savaştığımız gerçek bu” diyerek “Eğer bu fırtınadan kurtulursam doğruca Muhammed (s.a.)'e gideceğim ve onun izleyicisi olacağım” der. Ve fırtınadan kurtulur, ahdini yerine getirerek müslüman olur. [79]
İlahî dinler, fıtrattan sapan insanları hep gerçek mabud, gerçek üstün kuvvet Allah Teâlâ'ya îmâna, ibadete ve itaata çağırmışlardır. [80] Buna rağmen hak dinlerden uzak kalan pek çok insan bu duygularını, elleri ile taştan ağaçtan yaptıkları yahut hayallerinde vehmettikleri bir takım varlıklara tapınmak suretiyle tatmine çalıştıkları görülmüştür. [81]
Aklı (başında bir insanın önce kendi varlığından başlayarak, evrenin bütününü sonra göklerde ve yerlerde var olan şeylerin her birini, bunların nereden, niçin ve nasıl geldiklerini ibretle ve dikkatle düşünmesi, bunları yaratıp var eden Allah'ın varlığını ve birliğini anlamasına ve bilmesine yetecektir. Kendi nefsini ve kâinatı iyi düşünebilen her akıllı, kendi varlığından başlayarak görmekte olduğu bu muazzam ve akıllara hayret veren şu evreni yaratan idare eden, bütün bu varlıklar üzerinde dilediği gibi hükmünü yürüten kudret sahibinin varlığını ve birliğini anlayacak ve bilecektir. Ve bu mesele ile ilgilenecektir. Bu her insan için bir vecîbe ve bir farizadır. [82] Bu husus Kur'ân'ın da bizzat emridir. [83]
Şüphesiz insan fikir sahibidir. Kendini ve evreni düşünecek olursa evrende hakim olan tek kudretin varlığına ve birliğine iman edecek, ve onunla ilgilenecektir. Evreni ve içindekileri yaratıp idare eden yüce Yaratıcıya karşı vazifemiz, O'nu bilmek ve O'na karşı kulluk yapmaktır. [84]
İbadet duygusunun bütün insanlarda var olan minnettarlık duygusuna dayandığını görüyoruz. [85] Minnettarlık duygusunun da fıtrî olduğu bir gerçektir. Hangi inanca sahip olursa olsun bütün insanların yapılan bir iyilik karşısında minnettar kalmamaları mümkün değildir. İnsan kendine yapılan iyiliklerin en büyüğü olarak hayatının kurtarılmasını görür. Biraz düşünülecek olursa herhalde hayatın hiç yoktan verilmesi, kurtarılmasından öncedir. Öyle ise, özellikle inanan insan kendisini yaratana elbette minnettar kalacak, ilgi duyacak ve ona ibadet edecektir. Nitekim bu husus Kur'ân'da da açıkça belirtilmiştir.
“Ben niçin beni yaratana ibadet etmeyeyim? Siz de hep O'na döndürüleceksiniz.” [86]
İnsan ile Allah arasında var olan eşsiz ve garip ilgi ancak insanın durumunun ve onu yaratan Allah'ın sıfatlarının bilinmesi ile daha iyi anlaşılır. İlgi her zaman sıfata dayanır ve ondan meydana gelir. İki taraf arasındaki bağ ve ilgi, ancak herbirinin sıfatlarının aralarındaki fark ve üstünlüklerinin birinin diğerine ne derece muhtaç olduğunun, muhtaç olunan yüce kudretin muamelesinin bilinmesi ile anlaşılır. Bundan dolayıdır ki ilahî kitaplar ve dinler, Allah'ın kulları ile olan bağ ve münâsebetlerin (ilişkilerin) sınırını çizmeden, farzları koymamışlar ve ibadetlere davet etmemişlerdir. Önce sıfatları ısrarla zikretmişler, bunun arkasından farzları koymuşlar ve ibadetlere davet etmişlerdir. Bundan dolayı bütün dinlerde îmân ve itikad esasları ibâdet ve muamelâttan önce gelmiştir. Allah'ın Kerîm sıfatları, Esmâ-i Hüsnâ'sı, şaşılacak fiil ve tasarrufâtı, kuvvet ve kudreti, eşsiz yaratıcılığı, lütuf ve rahmeti, sevgi ve ra'feti, cûd ve keremi, afv ve müsamahası, ı'tası ve men etmesi, zarar ve fayda vermesi, ilim ve marifeti, yakınlığı, ihatası, kulunun dualarına cevap vermesi... Bütün bunlar, Allah'ı cemâl ve celâlde, kemâl ve ikramda en yüce örnek kılacak şekilde Kur'ân'da zikredilmiştir. [87]
“Göklerde ve yerde en yüce sıfat(lar) O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.” [88]
Bütün bunların bilinmesi kulu Allah'a bağlayacağı için"£y İnşan, seni engin Kerem [89] sahibi Rabb'ine karşı aldatıp isyana sürükleyen nedir? O ki seni yarattı, seni düzenledi, sana ölçülü bir biçim verdi. Seni(n organlarını) dilediği şekilde birbirine ekledi” [90] Şüphesiz Rabb'in, işte üstün O'dur. Merhamet eden O'dur.” [91] buyurulmuştur.
Şüphesiz Allah bir put gibi değildir. Puttan kendisine tapana ne bir zarar ve ne de bir fayda hiçbir şey gelmez. [92] Halbuki Allah kulu ile daimî bir ilişki içindedir onunla sürekli ilgilenmektedir. [93] Bu husus aşağıdaki âyetlerde de açıkça belirtilmiştir:
“Onlara İbrahim'in haberini de oku: Babasına ve kavmine “Ne'ye tapıyorsunuz?” demişti “Putlara tapıyoruz.” dediler. “Peki, dedi, siz duâ ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda veya zarar verebiliyorlar mı?” “Hayır, ama babalarımızın böyle yaptıklarını gördük, (onun için biz de böyle yapıyoruz).” dediler. “İşte gördünüz mü neye tapıyorsunuz?” dedi “Siz ve eski atalarınız? Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin Rabb'i (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek O'dur. Ceza günü hatâmı bağışlayacağını umduğum da O'dur.” [94]
Allah'ın kuluna, kulun da Allah'a karşı ilgisi Allâh-kul (insan) ilişkisinin temelini oluşturur. Tek taraflı olan ilgi karşılıklı olunca ilişkiye dönüşmüş oluyor. [95]
Kuran inişinden bu yana pek çok ilimlerin ilham kaynağı olmuş, onun ışığı altında insanlığın yararına olan bir çok İlimler doğmuş, onun sayesinde koskoca bir İslâm medeniyeti vücut bulmuşdur. Dünyanın sayısız kütüphanelerinde Kur'ân ve Kur'ân ilimleri ile ilgili milyonlarca eser vardır. Kur'ân on dört asırdan beri incelenmekte ve her bilim adamı, Kur'ân denizinden vüs'ati ölçüsünde bir veya bir kaç damla alabilmektedir. [96] Kur'ân her konuda olduğu gibi, Allâh-kul (insan) ilişkisinde de bize ışık tutmaktadır. Kur'ân'dan anlıyoruz ki varlık aleminin merkezinde Allah vardır. Allah'tan başka bütün varlıklar O'nun yaratıklarıdır. Yaratıklar arasında en büyük önem, insana verilmiştir. Kur'ân'da Allah'tan sonra en büyük dikkat insana çekilmiştir. Kur'ân'ın esas meselesi, Allah'ın bilinmesi sonunda insanın kurtuluşudur. [97] Bu da tek taraflı olmayıp, Allâh-kul (insan) arasında münâsebet (ilişki) şeklinde olmuştur. Allah'ın insan tarafından bilinmesi, Allah'ın kendini insana bildirmesi iledir. Kur'ân'da Allah kendini insana tanıtmıştır. Kur'ân'da birçok ayetin ulûhiyyet konusuyla yakından ilgili olduğu müşahede edilir. Kur'ân'ın ortaya koyduğu Allah inancı, Allah'ı insan hayatından dışlayan bir anlayış olmayıp aksine ilmi ve tasarrufları ile zerreden küreye, hücreden organa yarattığı herşeyin her an yanında olan ve görünen-görünmeyen tüm varlıkları kuşatan bir Allah inancıdır. [98]
Allah'ın (Esmâ'yi Husnâ) güzel isimlerinden biri olan “el-Alîm” [99], ilim bakımından “her şeyi kuşatması” [100]dır. Gizli-açık hiç bir şey O'nun bilgisi dışında kalmaz. [101] Binaenaleyh O, insanların gizlediklerinden ve açığa vurduklarından haberdardır. [102]
Allâh-kul (insan) ilişkisinde kulun her halini ve her şeyinin Allah tarafından bilinmesi Allah-kul insan ilişkisinin temel noktalarından birini teşkil eder.
İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erîşilmezliğinde, yerin dipsizîiğinde saklanan şeyleri [103], karalarda ve denizlerde olup bitenleri [104], yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni [105], gökte ve yerde bulunan her bir sözü [106] bilen Allah, bulunduğumuz her durumu, Kur'ân'dan okuduğumuz her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka şahit olarak bildiğini, yerde ve gökte hiç bir zerrenin O'ndan gizli kalmadığını, zerreden daha küçük ve daha büyük her şeyi apaçık bir Kitapta kaydetmiş olduğunu [107] haber vermiştir. [108]
İnsanın kurtuluşu kendini yaratan Allah'ı tanıması ile mümkün olacaktır. Kur'ân'da Allah'ın tanıtılması insanın Allah'ı tanıması, Allâh-kul (İnsan) münâsebetini teşkil eder. Buna da bütün halinde din denir. Din insan ile kutsal olan (Allah) arasındaki ilişkileri düzenleyen inanış ve ibadetlerin bütününde tutulan yoldur. [109] Elbette İslâm (din) hem Allah ile insanlar arasındaki ilişkileri ve hem de dolayısıyla insan ile insanlar arasındaki ilişkileri en mükemmel bir şekilde düzenler. [110]
Dinin özü kulun Allah ile ilişki kurması, bu ilişkinin doğurduğu bilinci kesintisiz olarak yaşama hal ve kemâlini kazanmasıdır; Kulun Rabb'inin bilmesi, O'nunla ve O'nun için yaşamasıdır. Dinin şekli bu ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kurmak ve sürdürmek için gerekli bulunan ibadetler, formüller, kurallar ve pratiklerdir. [111]
Allah ile kul arasındaki iletişimi peygamberler aracılığı ile ilâhî kitaplar gerçekleştirmiştir. [112] Ve bu iletişimi en son sağlayan da Kur'ân'dır.
Hiç şüphesiz Kur'ân, Allah'ın insana olan ilgisinin sonucu gönderdiği bir mesaj, insanın da kendisi ile Allah'a ulaşabileceği bir vasıtadır. [113] Nitekim Kur'ân'ın bir adı da hablullâh (Allah'ın ipi) dır. [114] Allâh'dan insana uzatılmış bir bağ gibidir. “Allah'ın kitabı semâ'dan yere uzatılmış bir ip (gibi) dir.” [115] Kur'ân, Allâh'dan insana uzatılan bir ip, Allah ile insan arasında bir bağ, Allah ile kul, kul ile Allah arasındaki karşılıklı ilgi ve ilişkiyi kuralları ile sağlayan bir vasıtadır. Allah ile insan arasındaki ilişki ilk insandan bu güne kadar gündemden hiç düşmemiş önemli bir konudur. Hatta Allah tarafından gönderilen elçi ve kitapların öncelikli görevlerinin bu ilişkiyi düzenlemeye yönelik olduğu söylenebilir. Kur'ân'ın pek çok ayetinde Allah-kul (insan) ilişkisinin başlangıcı olan insanın yaratılması konusu, sonra Allah'a iman, Allah'ın sıfatlarını bilme ve ibadet sonuçta, kurbiyyet, velayet, sevgi ve rıza gibi konular özellikle vurgulanır. [116]
Yukarıdaki bahislerde de geçtiği üzere, Allâh'ın kuluna (insana) karşı ilgisi onu, takdir edip yaratması ile başlamış, elçi ve kitap göndermesi ile devam etmiştir. Kulun (insanın), elçi ve kitaba dolayısıyla Allah'a îmân etmesiyle karşılıklı olan bu ilgi ilişkiye dönüşmüştür. Kul Allah'a îmân edince Allah da kulun bu îmânına karşılık vermiş, onun kalbine etki etmiş ve hidayetini artırmıştır. Nitekim:
“Kim Allah'a îmân ederse Allah onun kalbine hidayet verir,” [117] ve “Onlar Rablerine inanmış gençlerdir. Biz de onların hidayetlerini (tevfik ve sebatlarını) artırmıştık” [118] buyurulmuştur. Bundan başka yine:
“Allah onların kalplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” [119] İnsanlar bazan bir takım duygularına hakim olamazlar. Onları kontrolleri altında bulunduramazlar. Sevgi ve nefret bunlardandır. Nefret edilen kimseler bir türlü sevilemez, sevilenlerden de asla nefret edilemez. Nitekim bu manada “gönül ferman dinlemez” denmiştir. İmâna yönelen mü'minlere Allah îmânı sevdiriyor. Ve onların gönüllerinde süslüyor. Buna mukabil küfrü, fışkı ve isyanı çirkin gösteriyor, onlardan nefret ettiriyor “Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size, fışkı ve isyanı çirkin gösterdi.” [120]
Allâh-kul (insan) ilişkisinde sevgi, temel faktörlerden biri olup insan hayatında ve davranışlarında önemli bir rol oynar. Bundan dolayı Allah'ın liyâkat kesb etmiş mü'minlere verdiği ilâhî sevgisi, Allah'ın kuluna verdiği büyük bir lütfudur.
Allah'ın iman eden mü'minin kalbine hidayet vermesi, imanı yazması, onları desteklemesi, imanı sevdirip, küfrü fışkı, isyanı kerih göstermesi, Allâh-kul (insan) ilişkisinin temelini oluşturur. îmandan sonra ibadet insanı Allah'ın huzuruna götürür. Allah'ı anmaya götürür.
“Nerede olursanız olun o sizinledir.” [121] Ve “Allah şah damarından daha yakındır” [122] şuuruna götürür. Elbette Allah'ı şuura yerleştirme ancak O'nu hatırlamakla olacaktır. Bütün ibadetler her yönüyle Allah'ı anma vasıtalarıdır. Meselâ Allah buyurdu ki:
“Şüphesiz ben, (evet) ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur, (yalnız) bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” [123] “Arafat'tan indiğinizde, Allah'ı Meş'ar-i Haramda anın. O'nu size gösterdiği şekilde zikredin.” [124]
Bütün ibadetlerin bütün erkân, şart ve yapılış biçimleri Allah'ı hatırlama dolayısıyla onu şuura yerleştirme fonksiyonunu icra etmesi gerekir. İbadetleri adetten ayıran niyet, Allah'ı daha ibadetin başlangıcında hatırlamaktan başka birşey değildir. Bunun için niyetsiz yapılan bir ibadet, ibadet sayılmamıştır. [125]
Kul ibadetiyle Allah'ı zikretme derecesine ulaşınca elbette Allah da kulunu zikredecektir. Nitekim Allah :
“Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım” [126] buyurmuştur.
“Allah'ı zikretmek en büyük (ibadet)tir” [127].
Kulun ibadet edip Allah'ı anması karşılıksız kalmayacak elbette Allah da kuluna cevap verecektir. Kendisine iman eden, ibadet eden ve zikreden kuluna huzur ve saadet verecektir.
“Onlar inanan ve Allah'ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir, iyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı anmakla huzur bulur” [128]
İnsan, Allâh-kul ilişkisinde imanı, ibadet ve zikri ile Allah'ın dostluğunu kazanma mertebesine kadar yükselebiliyor.
“Allah, inananların dostudur” [129] “Allah'ın dostlarına ise asla korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [130] Bütün bunlar Allah'ın kuluna karşı ilgisi, Iütfu ve keremidir.
Kur'ân, Allah'ın bize verdiği maddî ve manevî nimetleri bir bir sayar. Hatta bu nimetleri saymaya gücümüzün yetmeyeceğini bildirir. [131]
İçinde yaşadığımız şu evrende, gerek yakın ve gerekse uzak çevremizde bulunan, gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilemediğimiz Allâhın nice nimetleri vardır. Kur'ân bunları pek çok ayette bildirir. [132] Bunlar yerler, gökler ve içindekiler [133] ; ay ve güneş [134], yıldızlar, gece [135] ve gündüz [136], karalar [137], denizler [138], nehirler [139], dağlar [140], taşlar ve madenler [141], bağlar ve bahçeler, ormanlar ve bitkiler [142], sebzeler, meyveler [143], hayvanlar ve gıdalar [144] vb. bütün bunlar çevremizi kuşatan ve dış dünyamızı oluşturan nimetlerdir. Çevremizi kuşatan ve dış dünyamızı oluşturan bu nimetlerin yanında bir de kendi varlığımızı oluşturan nimetler vardır ki; bunlar da bedenimiz, organlarımız, uzuvlarımız [145], maddî ve manev'i yapımızı teşkil eden kanımız, canımız, akıl [146], fikir, hafıza ve sağlık vb, nimetlerdir. Bir de bu nimetlerin yanında peygamberlerin [147], dinin [148] kitabın [149] gönderilmesi, dolayısı ile peygamberlerin ve kitapların insanları îmânda, ibadette, ahlakda, hukukta, iktisatta, maddi ve manevi, dünyevî ve uhrevî her türlü meselede aydınlatması, onlara yol göstermesi, irşad etmesi, söz dinleyip iman edenlere duygularına, düşüncelerine varıncaya kadar etki edilerek [150] yardım edilmesi hep Allah'ın kullarına karşı ilgi ve ilişkisinin sonucu verdiği nimetlerdir.
Varlığımızın başlangıcından itibaren hayatımızdan ölümümüze varıncaya kadar, tüm varlığımızı kapsayan, çocukluğumuz [151] -yaşlılığımız [152], hastalığımız -sağlığımız [153], kısaca yaşadığımız ve yaşayacağımız tüm hallerimiz, Allah'ın kuluna olan ilgisinin tezahürleridir. Çünkü, yaratanımız O'dur [154], rabbimiz O'dur [155], mevlâmız O'dur [156], kulunun kalbi ile arasına bile giren O'dur [157], O Herşeyı kemâliyle bilendir [158].
“Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, Habîr'dir.” [159]
Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde de açıklanacağı üzere, Allâh-kul ilişkisinde ilk teşebbüs Allah'ın kulunu yaratmasıyla Allah tarafından başlatılmış oluyor. Yaratma olayından sonra da yine Allah'ın ilgisi devam ediyor. Kuluna (kullarına) peygamber ve kitap gönderiyor, bundan sonra kula da bir takım görevler düştüğünü bildiriyor. Bu görevler kulun elçiye ve kitaba îmân ederek Allah'a yönelmesi, O'nu tanıması, bilmesi O'na ibadet ve itaat etmesi, nimetlerine şükretmesi, O'na isyan etmemesi yasaklarından kaçınması, kısaca O'nu bilip O'na kulluk etmesidir. Fakat bunları başarmak da kolay olmuyor, yine kul Allah'ın ilgisine ve yardımına muhtaç oluyor. Kulun ğaybe inanarak başlayan imanda, şuhûd'a ermesi, sekînet ve itminana kavuşması, maiyyet ve kurbiyyetle sevgiye ve rızaya ulaşması yine hep Allah'ın yardımı ve tevfîki ile oluyor. Yani Allah'ın ilgi ve ilişkisi ile gerçekleşiyor.
Allâh-kul (insan) ilişkisi, sadece mü'min olanlara mahsus kalmıyor. Bu ilişki mü'min-kâfir, itaatkâr-âsi, küçük-büyük, yaratılan ve yaratılması takdir edilen herkesi kapsıyor. Şüphesiz her insanın kalbi Allah'ın kudreti ile çalışmakta gözler Allah'ın izni ile görmektedir. Nitekim,
“Allah sizi, hiçbir şey bilmediğiniz halde annelerinizin karınlarından çıkardı, size kulak(lar), gözler ve kalpler verdi ki şükredesiniz.” [160]
“O'dur ki sizin için kulak(lar), gözler ve kalpler yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” [161] “Eğer dileseydik onları silme kör yapardık da yolda koşuşup (didişip) kalırlardı. Artık nasıl göreceklerdi?” [162] buyurulmuştur.
Ne var ki müminlerin dışında kalanlar insan olarak yaratıldıktan sonra Allah'ın rahmeti ile ilişki içine girebilmenin ilk şartı olan îmân dairesine giremediklerinden Allah'ın rahmetinden uzak kalmışlar, hatta insanlık değerlerini kaybedip hayvanlardan bile aşağı olmuşlardır. Kur'ân bunu şöyle açıklamaktadır:
“Şüphesiz ki Allah, kafirleri rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Orada ebedî olarak kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.” [163]
“Andolsun, cehennem için birçok cin ve insan yarattık ki onların kalpleri var fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Ve işte gafiller onlardır.” [164] “... Hayır onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” [165]
Allah, kullarıyla olan ilişkisinin âhirette de devam edeceğini haber vermiştir. Allah kullarının bir kısmını yaptıklarına mukabil cezalandırırken, diğer bir kısmını lütfundan affedecek, îmân edip itaat eden kullarını ise mükâfatlandıracaktır. Hatta onların cennet hayatındaki saadetlerini arttırmak için dünyada iken onları rahatsız eden göğüslerindeki (gönüllerindeki) kin ve tasadan ne varsa çıkartılıp atılmasına kadar gereken herşeyin yapılacağını bildirmiştir.
“Göğüslerinde kinden (tasadan) ne varsa hepsini çıkarıp almışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır. Lütfedip bizi buraya getiren Allah 'a hamdolsun, Allah bizi buraya getirmeseydi, biz bunu kendiliğimizden bulamazdık. Rabb'imizin elçileri gerçeği getirmişler (söyledikleri doğruymuş) derler” [166] “Rab'leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları, Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu (saadet), Rabb'ine saygı gösterenler)e mahsustur” [167] “Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte en büyük kurtuluş ve saadet budur.” [168]
Kur'ânı, bu en büyük saadete ulaşmanın yollarını [169] göstermiş, belirtilerini [170] de bildirmiştir. Hilkat noktasından başlayan ilişki çizgisi, îmân-hidâyet, ibâdet ve duâ, sekînet ve itmînan, kurbiyyet ve muhabbet, sevgi ve rıza çizgisi ile devam edip huzur ve saadet ile tamam olmaktadır. Bu çizginin başlangıç noktası insanın yaratılmasıdır. [171]
Kur'ânı Kerim bize, insanın ve tüm varlıkların boş yere yaratılmadığını bildirmektedir. Nitekim:
“(Ey insanlar!) Bizim sizi boş (abes ve batıl) yere (oyun ve eğlence, hikmetsiz ve gayesiz olarak) [172] yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [173] buyurulmuştur. Buradan anlıyoruz ki yaratılan her şeyin bir yaratılış gayesi vardır. Allah Kur'ân'da yeri, göğü ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadığını [174], yeryüzünde olan herşeyi insanlar için yarattığını [175], yine göklerde ve yerde bulunan herşeyi insanların emrine musahhar kıldığını insanları da yeryüzünde halife olarak, sırf kendisine ibadet etmeleri için yarattığını açıkça belirtmiştir. Her şey İnsan için, İnsan da Allah'a kul ve halife olmak için yaratılmıştır. [176]
Allah, Ademi yaratmadan önce meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağını haber vermiş, “Bir zamanlar Rabb'in meleklere:
“Ben yeryüzünde bir halife [177] yaratacağım” [178] demiştir.
Burada insanın yaratılışına gerekçe olarak “Yeryüzünde bir halife” var etme gösterilmektedir. Allah'ın insana yeryüzünde hilâfet vererek onu halife olarak yaratması, insana bahşettiği şeref, lütuf ve üstün değeri ortaya koyar. [179] Allah her türlü kabiliyetle mücehhez olarak yarattığı insana teklifde bulunmuş ve yeryüzüne onu halife olarak göndermiştir.
“O sizi yeryüzünün halifelerini yapan, size verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizde derecelerle üstün kılan O'dur...” [180]
Demek ki Allah, kendi iradesinden, kudret ve sıfatlarından insana bazı selahiyetler vermiş ki, kendisine izafeten, ona nâib ve vekil olarak, mahlûkatı üzerinde bîr takım tasarruflarda bulunsun, Allah'ın ahkamını icra ve infaz eylesin, kanunlarını yürütsün, nesilden nesle de aldıkları bu emaneti birbirine devrederek idâme etsinler. İnsan, bu hilâfet görevinde kendisini asla asıl kabul etmeyecek, kendi zatı ve şahsı namına ahkam yürütmeyecektir. [181] Yani hiçbir zaman insan kendisini Allah'tan müstağni ve bağımsız hissetmeyecektir. İnsanları cüz'î ihtiyarlarına aldanarak, ayaklarının kaydığı bir nokta da burasıdır. İnsanlara tevdî' edilen bu hilâfet görevi Allah'ın insanlara bir nevî emanetidir. [182] Nitekim Allah:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un) sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi), doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir” [183] buyurdu. Bu âyetteki “emânet”i müfessirler, taat, ferâiz (farzlar) teklîf, akıl, kabiliyet [184] gibi çeşitli kavramlarla da izah etmişlerse de bütün bunlar teklif ve imtihan neticesine varmaktadır. Hilâfete dair âyetlerin sonunda da imtihan mefhumunun vurgulanması, hilâfet ve emânetin birbiriyle yakından ilgisi olduğunu gösterdiği gibi insanlara olan teklifi de ifade etmektedir. Diğer yaratıklar fıtrî olarak, kendiliklerinden Allah'ın onlar için tensib ettiği yolda yürürler. İnsan ise Allah'ı tanıyıp, O'nun hukukunu ve aynı zamanda hemcinsleri olan insanların hukukunu, iradesiyle yerine getirmekle mükellef tutulmuştur. İşte insan yüklendiği bu emaneti yerine getirmezse, emânete hıyanet etmiş olacağından âyette insan zalûm ve cehûl olarak nitelenmiştir. [185]
“Sizi yeryüzünün halîfeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi imtihan etmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur” [186] âyeti ile
“O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı...” [187] âyeti ve diğer pek çok âyetlerde geçen “sizi denemek için” ifadesinde insanın denenmesi yaratılışında gaye değil vasıtadır. Yani imtihan amaç değil araçtır. Nitekim her türlü dünyevî imtihanlarda da imtihanlar amaç değil araç olmaktadır. Ölüm ve dirim insanların imtihan edilmeleri için birer vesile olarak yaratılmış oluyor. [188]
İnsan için, “yeryüzünde Allah'ın halîfesi” deyimini yanlış bulanlar, “halîfe” kelimesini, başkasının yerine geçen, onun kullandığı yetkiyi ya da yaptığı işi devralan manasına takılıp kalmışlar, “Allah'ın benzeri yok ki yerine geçilebilsin ve Allah'ın yaptığı iş devralınabilsin” demişlerdir. Ayrıca “halîfe olmak” yerine halîfe olunan kişinin yokluğu ya da işlerinin üstesinden yalnız başına gelememesi durumunda söz konusu olur gibi Allah hakkında mümkün olmayan te'vîllere sapmışlardır. Bu gibi te'vîllere sapanlar da sonuçta şu gerçeği benimsemişlerdir: birinin emirlerini biri adına yerine getiren o kimsenin halîfesi olmaz. Olsa olsa hizmetçisi ya da kölesi veya kulu olur ki insanın Allah karşısındaki konumu ise ancak kulluktur. [189]
Elbette insanın Allah karşısındaki konumu yalnız kulluktur. Ancak Allah'ın emir ve yükümlerini uygulayan, hakk'ı ikâme eden, Allah adına eşyaya tasarrufta bulunan, adını bizzat Allah'ın koyduğu halîfe olarak kulluktur. En geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır. Halife olmanın bir anlamı da budur. O halde insan kendi toplumuna huzur ve adaleti hakim kılma görevinin yanısıra yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsüne kadar benzeri şeylerden de sorumludur. [190]
Allah'ın yeryüzünde halifesi olmak demek, yeryüzünün imarı ile birlikte umûmî kâinat kanunları ile uygun düşen ilâhî nizâmın gerçekleşmesini de sağlamak demektir. [191]
Bir taraftan “halîfe” olarak yaratılan insanın diğer taraftan ibâdet için yaratılmış olması Kur'ân'da açıkça beyân edilmiştir. [192]
Allah Teâlâ Kur'ân'da:
“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, güç ve kudret sahibi ancak Benim” [193] buyurmuştur. Yani: onlara muhtaç olduğumdan dolayı değil sadece onlara “Bana ibadet etmelerini” emretmek için yaratmışımdır. İbn-i Abbâs (ö. 68/687) (r.a.)'tan rivayetle Ali b. Ebî Talha (ö. 143/760): “Bana kulluk etsinler diye yarattım” kısmını şöyle açıklar:
“İsteyerek veya istemeyerek bana ibadeti kabul etsinler diye yarattım.” İbn-i Cerîr (ö. 310/922) de bu açıklamayı tercih ediyor. [194] İbn-i Cüreyc (ö. 150/767) ise, ancak beni tanısınlar diye yarattım, şeklinde açıklar. Süddî (ö. 127/745) der ki:
“İbadetin fayda vereni de, vermeyeni de vardır.”
“Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, muhakkak Allah derler.” [195] İşte bu onlar için bir ibâdettir. Ancak şirk ile beraber olduğu için onlara fayda verecek değildir. [196]
Allah Teâlâ:
“Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızıklandıran güç ve kudret sahibi Ben'im “ buyuruyor. Yani: ben onlardan sadece bana ibadet ve itaat etmelerini istiyorum. Çünkü onları başkaları değil, ben yarattım. İbadet edilme hakkı da bana aittir. Onları yaratan ben olduğum halde nasıl olur da başkalarına kulluk ederler? [197]
Bu âyetin tefsîrinde insanın yaratılış maksadını açıklama bakımından, sûfiyyenin kabul ettiği, Râzî [198] (ö. 606/1210), Ebu's-Su'ûd [199] (ö. 982/1474) gibi meşhur müfessirlerin de naklettiği
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim. Bilinmem için de halkı yarattım” manasındaki kudsî hadîs olduğu iddia edilen söz hakkında, Âlûs (ö. 1270/1853): İbn Teymiyye (ö. 728/1327)'nin bu sözün peygamber sözü olmadığını, ne sahih ve ne de zayıf bir senedinin bilinmediğini söylediğini, Zerkeşi (ö. 794/1392), Hafız İbn Hacer (ö. 852/1449) ve daha başkalarının da bu görüşe katıldığını, bununla beraber, eş-Şeyhu'1-Ekber Muhyiddin Arabî (ö. 638/1240) gibi sûfiyyenin, bu sözü nakil yönünden sabit olmasa da keşfen sabit bulduğunu ve Deylemî (ö. 558/1163)'nin Müsned'inde Enes (r.a)'den merfu'an “mü'minin kenzi, rabbıdır” rivayetini de naklederek [200] bu görüşe katılmış olduğunu belirtir.
Ebu's-Su'ûd (ö.928/1574), Mücâhid (ö. 104/722)'in, Bana ibâdet etmeleri için “âyetinin” “Beni bilmeleri için” manasında olduğunu dediğini, Bağavî (ö.516/1122)'nin de bunu ihtiyar ettiğini ve bu mananın yukarıda zikredilen söze muvafık olduğunu kaydeder. Âlûsî (ö. 1270/1853) de “Beni bilmeleri” için tefsirine katılarak, Aziz ve Celil olan Allah, eğer halkı yaratmasaydı, O'nun varlığı ve birliği halk tarafından bilinmeyecekti. Hem, marifet ibâdetten hasıl olur, ibâdet, marifete sebeptir. Bu husus mecaz-ı mürseldir [201], der. [202]
Görüyoruz ki Allah'ın kitabında manalar bir tertip üzere tanzim edilmiştir. Allah'a îmân olmadan ibâdet olmuyor. îmân ibâdete, ibâdet marifete, marifet de sevgiye götürüyor. Sevgi de dostluğu doğuruyor. Nitekim bu husus:
“Hakikaten. îmân edip de, sâlih ameller işleyenler yok mu? Rahman, onların gönüllerinde (kendi) sevgisini yaratacaktır.” [203]
“Allah, îmân edenlerin dostudur.” [204] âyetlerinde ifade edilmiş oluyor. Öyle ise sonuç olarak Allah kulunu sevgi için yaratmıştır diyebiliriz. Sevginin ise “nedeni” ve “niçini” yoktur. Bütün sevgiler, Allah sevgisinin bir cilvesi ve bir tecellisi olsa gerektir. Sevenler niçin sever, sevilenler niçin sevilir, bilinmez. Müslüman olmanın şartı îmân ve teslimiyet ise de, günümüzde her türlü bozuk fikirlerin etkisi ile ifsâd edilen insan aklı, her ilâhî hükme ve hikmete mantık taşını atmadan edemiyor. Amâ aynı taşın kendi varlığını, maddesi ve manası ile tuzla buz edeceğini hiç akla getirmiyor. Yok olmaya razı olmamasının mantığı şöyle dursun, var olmanın mantığına cevap vermeyi ve duygularının nedenini ve niçinini bile ne bilebiliyor ve ne de bulabiliyor. Kısaca Allah insanı sadece ibâdet için, marifet için ve sevgi için yaratmıştır. Zaten, ibadetin de aslı sevgidir. [205] Bunu da “ancak tadan bilir” ölçüsü anlatsa gerek. Ancak Allah'a ibâdet etmesi için, yaratılan insan, bu maksattan uzaklaştığı takdirde o zaman:
“Hevâsını tanrı edineni gördün mü?” [206] âyetinde işaret edildiği gibi; ya hevâsına tapacaktır, ya da
“Ey Âdem oğulları, ben size şeytana tapmayın, diye emretmedim mi?” [207] âyetinde, belirtildiği gibi şeytana tapacaktır.Yahut da,
“tâğût”a [208] tapanlar kıldığı kimseler.” [209] âyetinde bildirildiği gibi, tağuta tapacaktır. Allah'a itaat edip, ibâdet edenler lütfuna, başkasına ibâdet edenler de kahrına uğrayacaklardır. [210] Sadece ibâdet etmek için yaratılan insanın, yalnız Allah'a ibâdet etmesi gerektiğini kabul eden mü'minler ise,
“Ancak sana ibâdet ederiz” [211] diyeceklerdir. [212]
Dinde ve felsefede insanın varlığı meselesi en büyük meselelerden biri olarak ele alınmıştır. İnsan nereden geliyor? İnsanın bu dünyada var oluşunun kaynağı nedir? Kur'ân'a göre sorunun tek doğru cevabı, var oluşun kaynağı Allâh'dır. İnsan için var olmak Allah'ın bir lütfudur. İnsanın var oluşu Allah ile yaratıcı ve yaratılmış münâsebetini (İlişkisini) meydana getirir. Kur'ân, herşeyin yaratıcısının Allah olduğunu [213] ve insanın da Allah tarafından yaratılmış olduğunu haber vermektedir. [214]
Gerek ilk İnsan Hz. Adem'in ve gerekse ondan çoğalan insan neslinin aşama aşama yaratılmış olduğunu Kur'ân bize haber vermektedir. Nitekim:
“O sizi aşama aşama yarattı.” [215] buyurulmuştur. Ve Kur'ân insanın bir zamanlar yok olduğunu, hatta anılan bir şey bile olmadığını ifade etmiştir. [216] İnsan sırf, Allah'ın insana karşı ilgisi [217] sonucu yaratılmış ve dolayısıyla var olmuştur. Kur'ân'da ilk insanın yaratılması ile ilgili değişik beyanlar görüyoruz. Bunları alt alta koyduğumuz zaman şöyle bir sıralama ile karşılaşıyoruz. Hz. Adem'in topraktan, sudan, çamurdan, cıvık yahut yapışkan çamurdan, çamurdan süzülen bir özden, sûretlenmş kuru bir çamurdan, derken kiremit gibi pişmiş bir çamurdan yaratılmış olduğunu görüyoruz. Nitekim:
“Allah ilk insan Hz. Adem'i topraktan yarattı” [218] buyurmuştur. Ve yine
“O, sudan bir insan yarattı” [219] buyurmuştur. Anlıyoruz ki toprak su ile çamur [220] haline getirildi. [221] Sonra çamurdan çıkarılıp süzülmüş bir öz oldu. [222] Çamurdan çıkarılıp süzülmüş olan “öz”, cıvık yahut yapışkan bir hale geldi. [223] Ve sûretlenmiş ve kurumuş çamur oldu. [224] Daha sonra sûretlenmiş yani biçimlenmiş olan kuru çamur sanki pişmiş kiremit gibi oldu.[225] Bundan sonra da ruh üflendi.[226] Bu safhalarda ne kadar süre geçtiğini Kur'ân'da göremiyoruz. Ancak hadîslerden:
“Allah'ın dilediği kadar” haberini öğrenebiliyoruz. [227]
Hz. Adem'in topraktan yaratılışı ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak, Allah Adem'i bütün yeryüzünden avuçladığı bir avuç [228] (topraktan) yaratmıştır. (Bundan dolayı) Ademoğulları yeryüzünden (alınmış oldukları toprağa) göre doğarlar. Onlardan kırmızısı, siyahı, beyazı ve bunlar arasında olanları vardır. Yumuşak huylusu, sert olanı, iyisi ve kötüsü vardır.” [229] Bu hadis-i şerif: insan vücudunda yeryüzünde mevcut yüzüç elementin (makro element ve mikro elementlerin) çoğunun (seksen kadar) az veya çok değişik oranlarda bulunduğunu bildiren biyolojik gerçekle [230] daha iyi açıklanmaktadır. [231] Modern bilim, insan organizmasının, toprağın içerdiği elementlerin aynılarını içerdiğini kanıtlamıştır. Bu elementler: karbon, oksijen, hidrojen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor, magnezyum, demir, bakır iyot, flor, kobalt, çinko, silisyum ve alüminyumdur. Toprağı meydana getiren bu elementlerden insanda da değişik nispetlerde mevcuttur. Bu nispet toprakdan toprağa değiştiği gibi insandan insana da değişmektedir. Fakat yine de bunlardan birer parça hepsinde bulunmaktadır. [232]
Demek ki; Allah'ın bütün yeryüzünden avuçladığı bir avuç toprak, önce çamur, sonra yapışkan cıvık bir çamur, derken çamurdan süzülen bir öz ve sonra da biçimlenmiş kuru fakat pişmemiş, daha sonra da sanki kiremit gibi pişirilmiş bir hal alıyor. Bundan sonra da kendisine ruh üfleniyor. Artık kulaklar, gözler, gönüller ve bütün aza ve organlarıyla söz dinleyip anlayan bir yaratık haline geliyor. [233] Ve neticede insan oluyor.
En güzel kıvamda ve biçimde yaratılan insanın güzelliği tartışılamayacak kadar güzeldir, öyle ki bazan güzelliğinin seyrine doyulamaz. Bazan, resmine yahut heykeline bakmakla bu doyumun telafisine çalışılır. Bir yandan güzel resmine ve kendisine çok benzeyen heykeline “sanat hârikası” denilirken, öte yandan asıl kendisindeki ilâhî san'at ve gerçek san'atkâr Allah'dan gaflet edilir, Zavallı insan, ne kadar da câhil, gafil ve nankör.
“(Doğrusu) İnsan çok zâlim ve nankördür.” [234]
İnsanın maddî hilkatinin fevkalâde çarpıcılığının yanında asıl manevî hilkati ve dolayısıyla “Eşref-i mahlûk” oluşu, Allah ile, kul arasındaki “Hâlık-mahlûk”ilişkisini kemâle erdirmektedir.
“Onu insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman.” [235] âyetinde belirtildiği üzere Allah, Âdem'i şereflendirmek ve kıymetini göstermek için, ruhunu, “ruhumdan” diyerek Zat-ı İlahiyesine nispet etmiştir. [236] “Üfleme” tabiri de, onda hayat verecek şeyi meydana getirmekten bir temsildir. [237] Yani, maddenin istidadını kemâle getirip bâtınına
“De ki: Ruh Rabb'imin emrindendir” [238] mantıkınca ilâhi bir emir olan ruhtan feyz verdiğim vakit, demektir. [239] Böylece insan, kendisine üflenen Hak ruhuyla hayat bulmuş, üstün zeka ve düşünce kabiliyetine ulaşmış oluyor. [240] “Ruh”, hakkında pek çok şeyler söylenip yazılmış olduğu bilinmektedir. Ancak ruh hakkında Allah Teâlâ
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir” [241] buyurmuştur. Yani; “ruh, ancak rabbimin bileceği iştendir. Ruhun hakikatini bilme ilmini Allah Teâlâ kendisine mahsus kılmıştır.” [242] “Müfessirlerin, bu âyette bahsedilen ruh hakkında çeşitli görüşleri olup, onlardan en açığı şudur; Bununla hayat sebebi olan ruh kastedilmiştir. Ruh, nûrânî, semavî, latîf bir varlıktır. Ruhun cevheri güneş ışığı karakterindedir. Bu, çözülmeyi, ayrılmayı, parçalanmayı ve dağılmayı kabul etmez. Binâenaleyh beden tekevvün edip yetenek ve kabiliyetleri tamamlandığında [243] bu ulvî, ilâhî, kıymetli cevahir, kömürdeki ateşin, susamdaki yağın, güldeki gülsuyunun bulunup nüfuz etmiş olması gibi, bedenin uzuvlarının içine girer. Bu ulvî cevahirin, beden varlığına nüfuzu da, Hak Teâlâ'nın:
“Ona ruhumdan üflediğim zaman” [244] ifadesinden kastedilendir. Sonra beden, bu kıymetli cevahirin nüfuzunu kabul edecek bir biçimde sapasağlam kaldığı sürece, diri olarak devam eder”. [245] Ruh, basit, soyut bir cevherdir. “Ol” emri ile yaratılmıştır. Bedene hayat verir. Suyun, ağacın zerrelerine geçtiği gibi bedene geçer, hava gibi latif bir varlıktır. [246]
Allah:
“Andolsun ki biz, Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır.” [247] buyurmuştur. “İnsan ruh ve bedenden mürekkep bir cevherdir. İnsanın ruhu, süflî âlemde (dünyada) mevcut- bulunan en kıymetli can, bedeni de yeryüzündeki en kıymetli bir maddedir. İnsanın dışındaki canlıların iki kuvveti vardır. Birisi hissetmeleri diğeri ise ihtiyarî olarak hareket etmeleridir. İnsanın, bunlardan başka eşyanın hakikatini olduğu gibi idrak eden, anlayan bir de akıl kuvveti vardır. Bu kuvvet, marifetullâh nurunun tecelli ettiği, Allah'ın Zat-ı Kibriya'sının nurunun parladığı bir kuvvettir. Ulvî âlem, süflî âlemden daha kıymetlidir. İnsanın ruhu da ulvî ruhlar ve kutsî cevherler cinsindendir. Süflî âlemde yer alan içerisinde insandan başka kendisinde ulvî alemden bir parça bulunan hiç bir varlık yoktur. Öyle ise insanın süflî âlemdeki varlıkların en şereflisi olması gerekir. Varlıkların en şereflisi, Allah Teâlâ'dır. Mahlûkâtın da en kıymetlisi ve şereflisi, Allah'a daha yakın olanıdır. Bu alemdeki varlıkların Allah'a en yakın olanı, kalbinin marifetullâh, lisanının zikrullâh, organ ve uzuvlarının tâat ile müşerref, mükerrem ve azız olması sebebiyle insandır.” [248]
Ademoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılınmalarından maksat, suretlerinin güzelliği, akıllı oluşları, sözle maksatlarını anlatmaları, yazı yazmaları, temyiz kabiliyetleri, boylarının uzunluğu, mizaçlarındaki i'tidâl geçim ve âhiret yollarını bilebilmeleri, yeryüzündeki diğer canlılar üzerinde hâkimiyet kurmaları gibi meziyetleridir. [249]
İnsan Allah'ın kuluna olan ilgi ve ilişkisinin sonucu, toprağın çamurundan bir avuç ile Allah'ın ruhundan bir nefha derken, yeryüzünde Allah'ın halîfesi olmuştur.
“... Hatta kulumu sevdiğim zaman, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum...” [250] sırrına mazhar olmuştur. [251]
Hz. Âdem'in eşi Havva'nın yaratılışı ile ilgili Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar, sizi birtek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten [252] Rabb'inizden korkun.” [253]
Allah Teâlâ, Adem'i yarattıktan sonra, onun nefsinden ona bir eş yaratmıştır. Yukarıdaki ayette geçen”"nefis”ten murad Adem, eşinden maksat da Havva validemizdir. [254] Başka âyetlerde de:
“O'dur ki sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti” [255] Allah'ın ayetlerinden birisi de insanları çift çift yaratarak [256] eşler arasında sevgi ve merhamet koyması böylece nefislerin sükûna ermesidir. [257]
İnsanlığın anası Hz. Havva'nın yaratılış keyfiyeti ile ilgili Kur'ân'da bir açıklama göremiyoruz. Ancak Hz. Peygamber'den gelen rivayetlerden onun, Hz. Âdem'in sol arka eğe kemiğinden yaratılmış olduğunu öğreniyoruz. [258]
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından, toprakdan yaratılan Adem, Adem'in eğe kemiğinden yaratılan Havva ve bu ikisinden yaratılan diğer insanların yaratılış bakımından farketmeyeceği, üstünlüğün ancak takva ile olduğunu yine Kur'ân bize haber vermektedir. Nitekim:
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, takvaca en ileri olanınıızdır” [259] buyurulmuştur.
Allah insanları dört tarzda yaratmıştır:
1-Hiç yokken topraktan erkek yaratmış, Hz. Adem gibi,
2-Anasız babasız, erkekten dişi yaratmış, Havva validemiz gibi,
3-Sadece dişiden erkek yaratmış, Hz. İsa'nın babasız yaratılması gibi,
4-Diğer insanları da bir ana ve bîr babadan, Âdem ile Havva'dan yaratmıştır.
Bu şekil suretlerle Cenab-ı Allah dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir. [260]
Bu arada konuyla ilgili olması bakımından “evrim teorisi” hakkında da kısaca bilgi vermemiz yerinde olacaktır. [261]
“Evrim Teorisi” nedir?
Evrim veya evolüsyon teorisine, dar manada “Genel Organik Evolüsyon Teorisi” de denir. Bu teoriye göre, canlı türlerinin ayrı ayrı yaratıldığı ve değişmez olduğu inancına karşı çıkarak, canlı varlıkların uzun süreçler içinde değiştiğini kabul etmektir. Bu teoriye göre, canlılar, cansız maddelerden tesadüfen teşekkül etmiş olan tek varlıktan meydana gelmiş, bu da günümüzdeki canlı çeşitlerini hasıl etmiştir. Bu teori Molekülden-insana (Molecule-toma) teorisi olarak da adlandırılır. [262] Bazıları evrim teorisi deyince akıllarına hemen İngiliz doğa bilimcisi Darwin Charles'i (1809-1882), akıllarına getirirler. Halbuki “Evrim Teorisi”nin tarihi bir seyri vardır. [263] Bazı doğabilimcilerinîn “yeryüzü bugünkü biçimiyle yaratılmadı, doğa kuvvetlerinin etkisiyle ve çok uzun süren bir değişmenin sonucunda bu biçimini aldı” ilkesinden yola çıkarak, tüm hayvanların tek bir canlıdan türediği ve bu hayvanın zamanla değişerek öbür hayvan türlerinin tümüne kaynaklık ettiği kanaatine varılmış. Ama en güç sorun bu değişmenin nedenlerine ve nasıl gerçekleştiğine cevap bulunamamış ve türlerde bireysel farklara yol açan değişimin nedenlerine tutarlı bir açıklama getirelemiştir. Meselâ zurefânın yüksek dallardaki yaprakları yemek için boyunun uzadığı ileri sürülürken, diğer hayvanların boyunlarının neden uzamadığı, bir kısım hayvanların neden hep ot yediği, bir kısmının ise neden hep et yediği gibi. [264]
Evrimin Darwin'le özdeşleştirilmesi ve Darwin'in şöhret bulması, kuramının kanıtlanması olanaksız bir varsayım olarak, insanı da söz konusu olan hayvanlardaki değişime katması ve maymunla aynı atadan geldiğini iddia etmesindendir. [265]
Pek çok ilim adamı, Evrim teorisinin 19. yüzyılda yaygınlaşan materyalist felsefenin bir ürünü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Evrim teorisini ve insanın maymundan dönüştüğü düşüncesini batılı tarafsız bilim adamları çok saçma ve gülünç bulmuşlar, tamamen hayal ürünü bir senaryodan başka bir şey olmadığını kanıtlamışlardır. [266] Yeterli dini bilgisi ve çağdaş bilimlerden yeteri kadar haberi olmayan bir kısım kimseler hâlâ bu görüşü mutlak bir doğru imiş gibi savunmaktadırlar. Hal böyleyken bazı çevrelerin, bu nazariyeye hala dört elle sarıldıklarını ve bir takım çarpıtmaları, aldatıcı çizim ve hayali yorumları sanki kesin gerçekmiş gibi, ilim süsü vererek yaymaya çalıştıkları ileri sürülmüştür. [267]
Amatör bir İngiliz doğabilimcisi olan Charles Robert Darwin, 19. yüzyılın ortalarında bu nazariyeyi ortaya attığı dönemde genetik, biyokimya, biyomatematik gibi bilim dallarının henüz hiçbiri ortada olmadığı, eğer bu bilimler eğer Darwin'in zamanında keşfedilmiş olsaydı, Darwin'in, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu göreceği ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacağı belirtilmiştir. Zira türleri belirleyen bilgilerin genlerde mevcut olduğu ve doğal şartların genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün olmadığı anlaşılacaktı. Yine o dönemde bilim dünyasının, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece ilkel bir anlayışa sahip olduğu, eğer Darwin elektron mikroskobuna sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz karmaşıklığa bizzat şahit olacak, bu denli kompleks bir sistemin küçük rastlantısal değişimlerle meydana gelemeyeceğini kendi gözleriyle görecekti denmiştir. Yine eğer Darwin biyomatematikten haberdar olsaydı, değil hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantılarla oluşamayacağını anlayacaktı denmiştir. [268]
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Gregor Mandel 1865 yılında katılım kanunlarını keşfeder. Mendel'in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri yirminci yüzyılın başında “genetik” bilimin ortaya çıkmasıyla önem kazanır. Aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedilir. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bîr krize sokar. Çünkü hem canlılığın Darwin'in sandığından çok daha kompleks olduğu, hem de Darwin'in öne sürdüğü evrim mekanizmalarının geçersizliği ortaya çıkar. [269]
İşin garip tarafı Darwin'in yanılmalarının yanında ondan sonra gelen evrim teorisi savunucularının bu teoriye dört elle sarılmaları ve bir takım hayali senaryolar üretmiş olmalarıdır.
Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, ingiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bîr kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıkar. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkine benzer. Bu Örneklere “Piltdown Adamı” adı verilir. 500 bin yıllık bir tarih biçilir ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilenir. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazılır, yorumlar ve çizimler yapılır. Dünyanın farklı üniversitelerinden pek çok akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırlar. [270] Ünlü Amerikalı paleontolog H. F. Osborn da 1935'de British Museum'u ziyaretinde:
“doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş”der. [271]
1949'da British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan “flor testi” metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek ister. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapılır. Sonuç çok şaşırtıcı plur. Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşılır. Bu, çene kemiğinin toprak altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösterir. Az miktarda flor içeren kafatasının ise sadece birkaç bin yıllık olduğu anlaşılır. Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkarır. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşılır. [272] Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu hakikat dışı davranış 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarılır. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu anlaşılır. Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmiş, daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmiş, bu lekeler kemikler aside batırıldığında kayboluyor. Bu aldatmacayı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark “dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?” diyerek şaşkınlığını gizlemiyor. [273] Tüm bunların üzerine “Piltdown Adamı”, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu Britİsh Museum'dan alelacele çıkarılır. [274] Yine bir başka misal;
1922'de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında bir azı dişi fosili bulduğunu açıklar. Bu dişe göre hemen hayali uydurma Nebraska Adamı'nın kafatası ve vücudunun resimleri çizilir. Bir tek dişten senaryolar üretilir. 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulununca bu dişin, ne bir maymuna ve ne de maymundan insana geçiş aşamasında olan bir yaratığa ait olmadığı, nesli tükenmiş bir yabanî Amerikan domuzuna ait olduğu anlaşılır. [275]
Bir başka misal:
Bu nazariyenin aşıkları böyle fosillerle de yetinmezler. 1904 yılında Samuel Verner adlı bir evrimci aşığı tarafından Kongo'da Ota Benga isimli evli ve iki çocuk babası zavallı bir adam yakalanır, hayvanlar gibi zincire vurulur, kafese konulur ve ABD' ye götürülür. Buradaki evrimci bilim adamları St. Louis Dünya Fuarı'nda onu çeşitli maymun türleri ile birlikte kafese koyarak “insana en yakın ara geçiş formu” olarak teşhir ederler. İki yıl sonra ise New York'taki Bronx Hayvanat Bahçesine götürürler. Birkaç şempanze, Dinah adı verilen bir goril ve Dohung adı verilen bir orangutan ile birlikte “insanın eski ataları” adı altında sergilerler. Hayvanat bahçesinin evrimci müdürü Dr. William T. Hornaday, bu nadide (!) “ara geçiş formu”na sahip olmanın kendisine verdiği gurur hakkında uzun konuşmalar yapar, ziyaretçiler de kafesteki zavallı adam Ota Benga'ya ibretle (!) bakarlar. Sonunda adam bir fırsatını bulur, maruz kaldığı bu onur kırıcı işkenceye dayanamayarak intihar eder. [276]
Tüm bu skandallar evrim teorisinin bilimsel bir nitelikte görülmediği gibi, bunu ileri sürenlerin de maksatlı davrandıklarını ortaya koymuştur. Bu skandalların yanında bir de bu teoriye bağlı kalanların çok iyi becerdikleri “tür montajları” olayı vardır: Bunlar üzerinde hayali yorum yapabilecekleri zengin fosiller bulmakta şanslı oldukları bildirilmiştir. Meselâ; Tarih boyunca yaşamış olan altı binden fazla maymun türünden bugün yalnız yüz yirmi kadar maymun türü yeryüzünde yaşamaktadır. İşte nesli tükenmiş olan binlerce maymun türünün fosilleri evrimciler için çok zengin bir malzeme kaynağını oluşturur. Evrimciler, yok olmuş maymun türlerinden işlerine gelen bir bölümünün kafataslarını ve kemiklerini küçükten büyüğe doğru dizerler, bu seriye bazı insan ırklarına ait kafataslarını da ekleyerek insanın evrimi senaryosunu yazarlar. [277]
Halbuki insanla maymun arasında herhangi bir akrabalık olduğuna dair hiç bir somut kanıt bulunamamıştır. [278]
Sonuç olarak günümüzdeki binlerce canlı çeşidinin geçmişini açıklamak maksadıyla ortaya atılmış olan evrim teorisi, T. Dobzhansky ve G. S. Simpson gibi dünya çapında meşhur evrimci biyologların kendi itiraflarında da görüleceği gibi, canlıların geçmişini açıklayamamakta ve günümüzde yaşayan çeşitli türlerle geçmiş nesiller arasında bir bağın varlığını kesin olarak ortaya koyamamaktadır. Dolayısıyla bu teori, sadece şahsî yorum ve tahminlere dayalı kalmıştır.
İşin en üzücü yanı, bu teorinin, bazı spekülâsyonlarla metaryalist ve dinsiz felsefeye âlet edilmiş olmasıdır. Bunun böyle yapılmış olmasında tarafsız ilim adamları müttefiktirler. Hattâ evrimcilerin kendi itirafları da bu yöndedir.
Bilim adamları yeryüzünde bulunan fosil kayıtlarından, canlıların, evrim teorisinin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediklerini değil de bir anda ve en mükemmel bir şekilde ortaya çıktıkları kanaatına varmışlardır. Bundan da anlıyoruz ki canlılar evrimle oluşmamış yaratılmışlardır. [279]
İlk insan Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva yaratıldıktan sonra bütün insanlar bu çiftten yaratılmışlardır. Nitekim:
“Ey insanlar biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık” [280] buyurulmuştur.
Gerek ilk İnsan Hz. Adem ve eşi ve gerekse her insanın yaratılmasından önce kimbilir nice zamanlar, asırlar ve yıllar geldi geçti. Ve o zaman insan anılmaya değer bir şey bile değildi. [281] Ve nihayet sırası gelen her insan türlü merhalelerden geçerek yaratılmış oldu. [282] Kur'ân'da her insanın yaratılışının şu aşamalardan geçtiğini görmekteyiz. [283]
Nutfe, sözlükte az veya çok saf suya denir. Bu manada Kırba'da veya kovada kalan az saf su demektir. Terim olarak racülün (erkeğin) menisine, suyuna denir. [284]
Kur'ân'da:
“İnsan, neden yaratıldığına bir baksın? Sulb ile terâib arasından çıkan, atılgan bir sudan yaratıldı.” [285] buyurulmuştur.
Müfessirlerin genel kanısına göre “sulb”, omurganın kuyruk sokumuna yakın kısmıdır. “Terâib” ise iki yandan en alttaki dörder kaburga kemiğidir. Ayette, insan suyunun, bel ile alt kaburga kemikleri arasından yani karın boşluğu arasından çıkan bir sudan yaratıldığı belirtilmektedir. İnsanın sıvısını yapan ve taşıyan üreme sistemi alt karın boşluğunun arka kısmındadır. Sıvının tazyikle atılmasının nedeni, meni [286] kesesi ve kanallarının kasılmalarıdır. Titremenin nedeni de bu kasılmalardır. [287]
Atılgan bir su olan meni, sonra döl yatağına dökülüyor. Kur'ân buna da işaret ediyor:
“O (İnsan) (döl yatağına) dökülen meniden bir nutfe (sperm) değil miydi?” [288]
“Meni” kelimesi, hem nutfe, hem de onu içeren sıvıyı kapsar. İki bölümden oluşur: Birincisi: Husyedeki meni kanallarında oluşan meni hayvancıkları (spermler). Buna “nutfe” adı verilir. İkincisi: Spermleri taşıyan ve besleyen sıvı. Nutfe üç çeşittir:
1- Erkil nutfe: Erkeklik bezi olan husyenin salgıladığı meni sıvısı içinde bulunan spermlerdir.
2- Dişi nutfe: Kadın yumurtalığının ayda bir salgıladığı yumurtacıktır.
3- Emşâc nutfe: Sperm ile onun döllediği yumurtacık karışımıdır. [Fertilised (döllenmiş) ovum] Bu aşama ile ilgili:
“Hakikat biz insanı “emşâc nutfe” (döllenmiş ovum)den yarattık.” [289] Buyurulmuştur. Bundan sonraki aşama “aleka”dır. [290]
Aleka, emşâc nutfenin oluşumunu izleyen aşamadır. Bu hususta da şöyle buyurulmuştur; “Sonra nutfeyi alakaya çevirdik.” [292]
“Ve Allah, insanı alâk'dan yarattı.” [293] “Sonra, Aleka (rahme asılan embriyo) oldu da (Rabb'i onu) yarattı, düzenledi.” [294] Sonra “aleka'yi, mudğa [295] ya, mudğa'yı da kemiklere çevirdik. Ve kemiklere de et giydirdik. Sonra onu (insanı) bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir.” [296]
Artık altı haftadan sonra bu aşamanın sonunda embriyonun boyu bir santimetreyi aşmakta ağırlığı ise bir grama yaklaşmaktadır. Bundan sonra günler ve haftalar geçtikçe cenin şekillenmeye başlayacaktır. Nitekim:
“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur.” [297] buyurulmuştur. Ve yine
“O sizi şekillendirdi. Şekillerinizi de güzel yaptı.” [298] buyurulmuştur.
“Ve Allah “Bizi annelerimizin karınlarında üç karanlık içinde” [299] (yaratmadan yaratmaya geçirerek) yaratmıştır.” [300]
1400 yıl önce yaşamış bir insanın bütün bunları bilmesi, ancak yaratanın bildirmesi ile mümkün olur. [301]
Aleka'nın (embriyonun) daha da gelişerek organların belirmeye başladığı safhadır. Kur'ân buna “mudğa” diyor. Buraya kadar geçen aşamaların her birinin süresinin kırk gün olduğunu ve üçüncü kırk günden sonra ruh üflendiğini Hz. Peygamber (s.a.v)'den öğreniyoruz. [303] Ayrıca ruhun üflendiğini Allah Teâlâ da haber vermiştir:
“Sonra Allah ona biçim verdi ve ona kendi ruhundan üfledi” [304]
Kur'ân, embriyoda iskeletin oluştuğu safhaya, kemik ve kemiklere et giydirilmesi aşaması diyor. Bu safhalar arasında öyle kalın çizgiler yoktur. Bir aşamada meydana gelen değişiklikler, yavaş yavaş öteki aşamayı getirir. Aleka içindeki gelişme mudğa olur. Mudğa içindeki gelişme ile iskelet aşamasına geçer. Sonra Halkan Ahar. [305]
İskelet aşamasından sonra bambaşka bir yaratık olur.
Kur'ân buna “halkan ahar” (bambaşka bir yaratık) der. Nitekim:
“Sonra onu (insanı) bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne mübarektir.” [307] buyurulmuştur.
Görüyoruz ki Kur'ân, modern embriyolojinin ancak son zamanlarda ulaşabildiği gerçekleri ondört asır önce haber vermiştir. Kur'ân'ın bu gerçekleri haber verişini bir kısım batılı ilim adamları itiraf etmektedirler. Bunlardan Maurice Bucaille şöyle der:
“Kur'ân'ın metni modern embriyolojinin verileri ile çarpıcı derecede benzerlik göstermektedir. Bunlar bugünün kesinleşmiş bilimsel gerçekleri ile aynen uyuşmaktadır. Bu gerçekler Kur'ân'ın vahyedildiği tarihten ancak bin yıl kadar sonra anlaşılabilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v) zamanında yaşayan insanlar embriyoloji ile ilgili bu kadar ayrıntıyı nasıl bilebilirlerdi? Bilim tarihi bizi bu hususta hiçbir insanî açıklamanın söz konusu olamayacağı gerçeğine götürür [308]
Çocuk: Yine Allâh Teâlâ haber veriyor:
“Rahimlerde sizi dilediği gibi biçimlendiren O'dur.” [310]
“Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir bebek olarak canlandırırız.” [311] “ve çıkış yolunu kolaylaştırarak.” [312] Ve “sizi annelerinizin karnından çıkardığında hiç bir şey bilmiyordunuz. Sîze işitme (duygusu), gözler ve gönüller verdi” [313]
Allâh insana gözler, kulaklar ve gönüller verdiğini bildiriyor. Fakat, Kur'ân'da gözlerin nasıl gördüğü, kulakların nasıl işittiği açıklanmış değildir. Ama biz bugün bunları modern ilim sayesinde öğrenebiliyoruz.
Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bîr cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada yaşanır.
Biz, “görüyorum” derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu “etkiyi” görürüz. Yani “görüyorum” derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz.
Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3'lük görme merkezinde oluşur. Okuduğumuz bu satırlar da, ufka baktığımızda gördüğümüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelmektedir. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır ki, kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir.
Işığı gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır. Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz.
Aynı durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tad ve koku, birer elektrik sinyali olarak beyne ulaşır ve buradaki ilgili merkezlerde algılanırlar. [314] Ve bunların hepsi de birbirinden farklı titreşimlerden ibarettir. [315]
Duyma olayı da böyledir: Dış kulak, çevredeki ses dalgalannı kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; İç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynı görme olayında olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir. Kafatası ışığı geçirmediği gibi sesi de geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın herşeyi duyar. Ses geçirmeyen beynimizde bir orkestranın senfonilerini dinleriz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyar, bir yaprağın hışırtısından jet uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans aralığındaki tüm sesleri algılayabiliriz. Ama o anda hassas bir cihazla beynimizin içindeki ses düzeyi ölçülse burada derin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir. [316]
Koku algımızın oluşması da buna benzerdir: Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğimiz bir yemeği, deniz kokusunu, hoşumuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beynimizde algılarız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamazlar. Ses ve görüntüde olduğu gibi beynimize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğumuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğimiz kokular duyu organlarımız aracılığı ile hissettiğimiz elektrik uyarılarıdır. [317]
Bu arada bir kazada, otobüsün altında ezilen kişinin beş duyu organından beynine giden sinirler, evinde oturan bir başka insanın beynine paralel bir bağlantıyla bağlansa, kazadaki kişiye otobüs çarptığı anda, o sırada evinde oturmakta olan kişiye de otobüs çarpacaktır. Daha doğrusu, kaza geçiren adamın yaşadığı hislerin tamamını, bir müzik teybine bağlanan iki ayrı kolondan aynı şarkının dinlenmesine benzer biçimde, evinde oturan kişi de yaşamaya başlayacaktır. Kişi evinde oturduğu halde otobüsün fren sesini, otobüsün vücuduna değmesini, kırık kol ve akan kan görüntülerini, kırık ağrılarını, ameliyathaneye sokuluşunun görüntülerini, alçının sertliğini, kolunun güçsüzlüğünü hissedecek, görecek ve yaşayacaktır.
Kazadaki adamın sinirleri kaç kişiye bağlansa bunların hepsi, aynı evinde oturan kişi gibi, kazayı başından sonuna kadar yaşayacaktır. [318]
İçinde yaşadığımızı sandığımız ve “dış dünya” adını verdiğimiz maddesel dünyanın aslında beynimizde oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkıyor: Bildiğimiz bütün maddesel varlıklar gerçekte birer algı ise, o halde beynimiz nedir? Beynimiz de kolumuz, bacağımız ya da başka herhangi bir nesne gibi maddesel dünyanın bir parçası olduğuna göre, o da diğer maddeler gibi bir algı olmalıdır. Beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmaz.
Yani beyin dediğimiz et parçasında, görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası “ben” dediğimiz şeyi yaratabilecek bir şey yoktur.
R.L. Gregory beynin içinde görüntünün algılanması ile ilgili insanların düştükleri bir yanılgıyı şöyle dile getirmektedir:
“Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir, Beyinde bir resim oluşturduğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır,... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz. [319]
Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren “İçteki göz” kime aittir?
Kari Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir: Yunanlılardan beri, filozoflar “makinenin içindeki hayalet”, “küçük insanın içindeki küçük İnsan”, vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. “Ben” -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim? Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: “Aradığımız şey bakanın, ne olduğudur.” [320]
Şimdi düşünmemiz gerekir ki: Elimizdeki kitap, içinde oturduğumuz oda, kısaca önümüzdeki bütün görüntüler beynimizin içinde görülmektedir. Bu görüntüleri beynin atomlarının gördüğünü söylemek mümkün değildir. Çünkü atomların, hem kör hem de sağır ve hem de bilinçsiz oldukları kabul edilir. Açıktır ki, gören, işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. Bu varlık “canlı”dır ve ne madde, ne de görüntü değildir. Bu varlığın vücut görüntümüzü kullanarak önündeki algılara muhatap olan ruh olduğu kabul edilmiştir.
Bir de beynimiz tarafından algılanan algıların sürekli olabilmesi için bir televizyon ekranında görüntünün devam edebilmesi gibi sürekli güçlü olmasına bağlıdır. Nasıl ki görüntünün devamı hem yayının hem de alıcının işlevini devam ettirmesi şartına bağlı ise, beynimizin de algılamasına devam edebilmesi için hem algı gücünün devamına hem de algılanan dış dünyanın varlığına muhtaçtır. Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından hem algılarımızın devamını hem de evrenin sürekliliğini sağlayan ise Allah'ın el-Kayyûm sıfatının tecellisidir. [321]
Göklerin ve yerin, yani evrenin sabit ve kararlı olmadığı, sadece Allah'ın yaratmasıyla varlık buldukları ve O yaratmayı durdurduğunda yok olacakları Kurân'da haber verilmiştir:
“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor, Andolsun eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır.” [322]
Bu hususta da Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütürüz).” [324] Gerek anne karnında ve gerekse bebek iken ki zayıflığın ardından size bir kuvvet verdi de güçlü, kuvvetli gençler oldunuz. Hakir bir su ile başlayan hayat, ahsen-i takvim (en güzel kıvam)a erişiyor. Sonra terütaze bir gençlik, görünen maddî hayatın en güzel çağı ve seken bir ceylan, bir dilber ve yiğit bir delikanlı oluyor. [325]
Ömrün rezillik çağı adıyla anılan bu dönem, insanın başlangıçtaki zayıflığından daha zayıftır. Çünkü bebeğe, büyüyecek ümidiyle annesi babası bakarlar. Gün geçtikçe de bebek tatlılaşır, güçlenir, sevilir, zahmeti azalır, kendi kendine yeterli duruma gelir. Ama insan bu son çağında gün geçtikçe gücünü kaybeder, kendi bakanlarını da usandırabilir. Bu hal ömrün en âciz ve en perişan çağı olur. [327] Böylece “ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itilir ki, bilirken bir şey bilmez hale gelir.” [328] “İşte kuvvetin (güçlülük çağının) ardından zayıflık ue ihtiyarlık” [329] gelir.
Ve Allâh-kul (İnsan) ilişkisi açısından, ey insanlar:
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de bir tek kişi(nin yaratılıp diriltilmesi) gibidir”[330]
Ve “Gerek arzdan (yerden) inşa ettiği (yarattığı) ve gerekse annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada (sizin her halinizi bilmiştir.)” [331]
Varlığı mümkün olan varlıkların (yani varlığı zorunlu olmayıp, var olması da yok olması da caiz olan varlıkların) var olması Allah'ın var etmesiyle mümkün olduğundan işte bu var etme Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından bir rahmet, merhamet, lütuf, kerem ve cûd (cömertlik) oluyor. [332]
Allah kul (insan) ilişkisi açısından ölüm olayı da yaratılma kadar önemli görülmektedir. Hatta insan açısından öneminin daha fazla olduğu belirtilmiştir. Çünkü insanın yokluktan varlığa geçiş hali çok güzel görünmekte, fakat, aslında yokluk olmadığı halde, sanki yok oluş gibi görünen ölüm hali ise çok kerih görünmektedir. Kur'ân'da insanları yaratanın Allah olduğu gibi öldürenin de Allah olduğunu görüyoruz. Nitekim hilkat ile ilgili ayetlerden [334] sonra
“sonra siz bunun ardından öleceksiniz.” [335] ve
“Yaşatan ve öldüren O'dur” [336] buyurulmuştur. Ve
“Allah'ın izni olmadan hiç bir kişi ölmez” [337] Ve
“Her nefis ölümü tadacaktır.” [338]
Ölüm insanoğlunun değişmez kaderidir. Hiç şüphesiz ölüm, mutlak yokluk değildir. Hakkında çok şey anlatılan ölümü, İmâm Gazzalî şöyle anlatır:
“Bilmiş ol ki, bir kimsenin eli ve ayağı felç olursa o( kimse yerinde kalır. Çünkü o kimse, el ve ayak değildir. El ve ayağı onun âletleridir. O, ise bunları kullanandır. Senin “benliğin”in hakîkat'ı el ve ayak olmadığı gibi, sırtın, karnın, başın ve bedenin de değildir. Hepsi felç olsa da senin yerinde durman yine mümkündür. Ölümün manası bütün vücûd'un felç olup, çalışmamasıdır. Elin felç olmasının manası, sana itaat etmemesidir. İtaat etmesi için kudret denilen şeye sahip olması îcâb eder. Bu kudret, hayvanı cân'dır. Hayvanı cân'ın geçiş yolları olan damarlarda bir tıkanıklık olsa, kudret ondan gidip itaat etmesi mümkün olmaz. Sana itaat eden bütün beden de bu hayvanı cân vâsıtası ile itaat eder. Demek ki bedenin mizacı bozulup, itaat edemeyince ona ölüm diyorlar. Her ne kadar itaat etmek yerinde kalmazsa da sen yerinde kalırsın.” [339]
Hayat da ölüm de imtihan için yaratılmıştır.
“O, hanginizin daha güzel davranacağınızı denemek için ölüm ve hayatı yarattı. O, azîz'dir, bağışlayıcıdır.” [340]
Ölümden kurtuluş yoktur.
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile.” [341]
Ölüm kimilerine göre korkunç bir son, kimilerine göre düğün bayram gibi gelebilir. Kimilerine göre bir kurtuluş, kimilerine göre de bir felâket gibi görünmektedir. Zavallı insanlara nasıl gelirse gelsin, bir ni'met olduğu muhakkaktır.
Allah, nimetlerini inkar eden nankörden bahsederken nimetlerini yeniden hatırlatıyor ve bu arada ölümü de zikrediyor:
“Kahrolası insan, ne kadar nankördür. (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Nutfe (Sperm)den, ona yarattı. Ona biçim verdi. Sonra, ona yolu (ana karnından çıkmasını) kolaylaştırdı Sonra onu öldürdü [342] Kabre koydurdu.” [343]
Görüldüğü üzere ölüm verilen nimetler arasında zikredilmiş oluyor. Belki, ni'met olduğu, hayatın her safhasında kabullenilemese de nimet olduğu safhalar da inkâr edilemez.
Herkesin ayrı ayrı tavır takındığı bu büyük olay, insan hayatında doğumdan sonra ikinci büyük olaydır. İmân ile iç içedir. Denemesi de yoktur. Amma hakkında sahîh sağlam bilgiler vardır. Bu bilgilerin yanında, varılan ferdî yorumlar, duyulan vicdanî hisler başkaları için bir delil olmasa da, aynı ortamlarda ve aynı şartlarda varılan benzer sonuçlar gönüllerde bir kanaat ve itmînân oluşturduğu görülür.
Ölümün bir zahirî bir de bâtını yönü vardır. Zahirî yönü,
“kalbin ölümüne bağlı olarak, hayatî fonksiyonların bir daha organizmayı insan olarak hayatta tutamaması halidir.” [344] Tıp İlminin kapsamına giren bu yönü konumuzun dışındadır. Asıl konumuzu İlgilendiren batınî yönüne gelince;
Ölüm ile ilgili:
“Allah'a döneceğiz” [345], “Allah'a döndürüleceksiniz” [346], “Dönüşünüz O'na (Allâh'a)dır.” [347] “Ey nefs-i mutmeinne! Dön rabbine” [348] gibi emsali, âyet-i kerimelerin çokluğu cümlenin malûmudur. Yâni kısaca:
“Biz Allah içiniz, ve biz O'na döneceğiz” [349]
İmân açısından bu ve emsali âyet-i kerimelerin mana ve muhtevalarına karşı takınılacak tavır ancak teslimiyettir. Konunun bu yönü müminler için “müttefekun aleyh” olduğu halde ancak hâdisenin keyfiyeti ile ilgili istîfhâmlar ve yaşanışı ile ilgili meraklar vardır.
Ölüm, kendisinde çok güzel veya çok korkunç rüyalar olan derin bir uyku gibi midir? Yoksa daha başka bir hâl midir? Her ne kadar uykuya küçük ölüm, ölüm'e de büyük uyku [350] denmişse de, gerek âyetlerde gerekse hadislerde geçen haberlerden anladığımız kadarı ile uykudan farklı yönlerinin olduğu muhakkaktır.
Şehidlerle ilgili:
“Allah yolunda öldürülenlere, ölüler, demeyin. Hayır onlar diridirler. Ama siz anlayamazsınız.” [351] “Allâh yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Hayır (onlar) diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar” [352] buyurulmuştur.
Âyet ile ilgili olarak Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurdu: Kardeşleriniz Uhud'da şehid olunca, Allah Teâlâ onların ruhlarını yeşil kuşların kanatlarına koydu da cennet ırmaklarına vardılar. Orada cennet meyvelerinden yediler ve arş'ın gölgesinde altın'dan kandillere ulaştılar. Güzel yeme-içme ve karşılanmayı görünce;
“Bizim cennette diri olduğumuzu ve bu ni'metlere nail olduğumuzu dünyadaki kardeşlerimize bizden haber olarak kim ulaştırır ki böylece cîhaddan uzak kalmasalar ve harpten yüz çevirmeseler” dediler. Allah Sübhanehû,
“Sizden bu haberi onlara ben ulaştırırım” buyurdu. Ve Allah,
“Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma. Hayır onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar” [353] âyetini indirdi. [354]
Allah yolunda şehid olanlarla ilgili aynı manâ ve muhtevayı “Yâsîn” sûresinde de görmekteyiz.
“Onlara, şu şehir halkını misal getir. Hani onlara elçiler gelmişti” [355] Cenâb-ı Hak o Şehr'e iki elçi gönderdiğini sonra üçüncüsü ile takviye ettiğini ve elçilerle şehir halkı arasında geçen tartışmaları beyan eder. Sonra şehrin uzağından bir mü'min gelir. Şehir halkına, îmân etmelerini tavsiye eder. Sonra kendi îmânını açıklar:
“Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin” [356] der. Sonra onu taşlarlar ve öldürürler.[357] Kendisine;
“Gir cennete denildi ve o da keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni cennetle ikram edilenlerden kıldığını bilseydi, dedi” [358]
Akla şöyle bir sual gelebilir: Verilen mîsaller şehidlerle ilgili. Şehidlerin ölmeyip, diri oldukları ve Allah nezdinde îkrâm gördükleri gayet açık. Ama ya şehidlerin dışında kalanlar?
Şimdi de kâfirlerle ilgili durumu görelim.
Peygamber Efendimiz, “Bedir” savaşından sonra pis bir kuyuya atılan müşrik ölülerine karşı buyurdu ki:
“Ey filan İbn filan, ey filan İbn filan, ey filan İbn filan (müşrik ölülerinin baba adları ile beraber kendi isimlerini sayarak) siz, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmiş olsaydınız, itaatiniz sizi sevindirir mi idi? (Ey maktuller) Biz rabbimizin bize va'dettiği nusret ve zaferi muhakkak surette gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin va'dettiğini gerçek buldunuz mu?” deyince, Hz.Ömer (r.a):
“Yâ Rasûlallâh, cansız cesetlere ne söylersin” dedi. Rasûlüllâh:
“Muhammed’in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; Benim söylediğim sözleri, siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz, işitirler ve lâkin cevâb vermeye kadir değildirler.” buyurdu. [359]
Şehidlerden, kâfirlerden sonra sıradan mü'min olanlara gelince yine Hz. Peygamber (s.a.v) buyuruyor:
“Kul, kabrine konulup onun ashâb ve yârân'i geri dönüp gittiklerinde O (kabirdeki kul) onların ayakkabılarının sesini bile işitir. Ona iki melek gelir. Bu melekler meyyiti oturturlar. Ve ona:
Şu Muhammed (S.A.S.) hakkında ne dersin? derler. O da: Şehadet ederim ki; O, Allah'ın kulu ve rasûlüdür. Der. Kendisine: Cehennem de ki yerine bak. Allah, o cehennemdeki azâb yerini, cennetten bir makâm'a tebdîl eyledi. Denilir. Fakat, Kâfîr yâhûd münafık olan meyyit meleklerin sualine karşı: Muhammed (S.A.S.) hakkında bir şey bilmiyorum. Halkın ona dediklerini bende söylerdim. Der. Kendisine: Hay sen anlamaz ve uymaz olaydın. Denilir. Sonra bu kâfîr yâhûd münafığın iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. Vurulur da öyle şiddetli bir sayha ile bağırır ki bu feryadı insan ve cinden başka ona yakın olan her şey işitir.” [360]
Hz.Ömer (r.a) bir gün kabîr ahvali hakkında Rasûlüllâha:
“Yâ Rasûlallâh! Aklımız başımıza iade olunacak mı?” diye sorar.
Rasûlüllâh da:
“Evet bu günkü heyetinizle.” Buyurur. [361]
Ayrıca bu kabîr suâli ve cevâbı ile ilgili aşağıdaki âyetle de îstişhâd edilmiştir. Müslümana kabirde sorulduğu zaman:
“Allâhtan başka îlâh olmadığına ve Muhammed (S.A.S.)in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet eder.” İşte “Allah inananları dünyada ve âhiretde sağlam bir söz üzerinde tutar.” [362] Ayetinin manası budur. [363]
Bütün bunlar insan benliğinin devam ettiğini ancak ortamın değiştiğini gösterir.
Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez.
Hz.Aişe (r.a) şöyle dedi:
“Rasûlüllâh (S.A.S.) “Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmayı sevmezse, Allah da ona kavuşmayı sevmez” buyurdu. Ben:
“Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, ölümden hoşlanmamak mıdır? Öyle ise bizler hepimiz ölümü kerih görür hoşlanmayız.” Dedim. Bunun üzerine Rasûlüllâh:
“Bu sizin bildiğiniz gibi değil, lâkın şöyledir: ölüm hâli gelince mümin, Allah'ın rahmeti, rızası ve cenneti ile müjdelendiği zaman, Allah'a kavuşmayı sever. Allah da o mümin kula kavuşmayı sever. Kâfir olan ise, Allah'ın azabı ve gazabı ile haberdâr edildiği zaman, O, Allah'a kavuşmayı istemez. Allah da'ona kavuşmayı istemez.” buyurdu. [364]
Kur'ân bize Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından ölüm halini de haber vermiştir. Nitekim:
“Ya can boğaza dayandığı zaman, siz de (can çekişen kimseye) bakar durursunuz, (işte o zaman) Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz.” [365] buyurulmuştur. Başka bir âyette de:
“Ne zaman ki can, köprücük kemiklerine dayanır.” [366] Ve etrafında olanlar artık bu hastanın bu haline “çâre bulacak kim? Derler.” [367] Artık her insan yaratanı ile başbaşadır. “Ve (can çekişen insan) bunu hakiki bir ayrılık olduğunu anlar.” [368] “Bacak da bacağa dolaşmıştır. [369] İşte o zaman sevk yalnız Rabb'inedir.” [370] Ve Allah, kendisine iman ve itaat edenleri yalnız bırakmayacağını haber vermiştir. “Rabb'imiz Allah'tır, deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin [371] üzerine melekler iner. Onlara korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! (derler)” [372] Ve melekler devamla, “Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dosttarınızız. Gafur ve Rahîm olan Allah'ın İkramı olarak orada (cennette) sizin için canlarınızın çektiği herşey var. Ve istediğiniz herşey orada sizin için hazırdır.” [373] (derler)
Bir taraftan Allah'a iman ve itaat edenlerin durumu böyle iken, öbür taraftan inkarcıların hali nicedir. Bu hususta da "Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve, tadın cehennem azabını diye diye canlarını alırken görmeliydin.” [374] buyurulmuştur. Yine:
“Artık melekler onların, yüzlerine ve arkalarına vura vura [375] canlarını alırken (halleri) nice olacak?” [376] buyurulmuştur. [377]
Kur'ân'da Allâh-kul (insan) ilişkisi, yaratılıştan sonra hidayet ilişkisi olarak devam etmektedir. Nitekim Allah:
“Herşeye hilkatini (varlık özelliğini) verdi. Sonra da (ona) hidayet etti” [378] buyurulmuştur.
Hilkat kalıpları ve bedenleri terkib etmektir. Hilkattan sonra hidayet ise cisimlerde idrak ve hareket kuvvetini meydana getirmektir. [379] Yaratılış, hidayetten öncedir. Bunun içindir ki Hak Teâlâ:
“Adem”in yaratılışını tesviye ettiğim bitirdiğimde ona ruhumdan üfîedim.” [380] buyurmuştur. Binâenaleyh, tesviye kalıba, ruh üfleme de hareket ve idrak kuvvetinin yaratılmasına işarettir, denmiştir. [381] Ayetteki tertipten de anlaşılacağı üzere hilkatten sonra hidayetin geldiğini görüyoruz. Öyleyse “hidayet” nedir?
Hidayet kökünden türemiş bir masdardır.
İsm-i fâi'li:
İsm-i mef’ul'ü: gelir . [382]
Kur'ân-ı Kerîm'de “hidâyet” kelimesinin yer almadığını fakat aynı kökten türeyen ve aynı manaya gelen hüdâ kelimesinin [383] seksen beş yerde geçdiğini görüyoruz. Bu kavramın Kur'ân'da, çeşitli fiil sığalarının yanısıra hâdî, hüdâ, mühtedî isimleriyle birlikte 300'den fazla yerde tekrarlanmakta ve büyük çoğunlukla Allah'a izafe edilmekte olduğunu görmekteyiz. Bunun yanında mutlak mânada İlâhi vahye, başta Kur'an olmak üzere ismen semavî kitaplara, meleklere, yine genel anlamda peygamberlere ve ismen Hz. Muhammed'den başka Hz. İbrahim'e, Davud'a, Musa'ya ve peygamberlerin ümmetlerine de nisbet edilmiş olduğuna şahit oluyoruz. Bazı âyetlerde herhangi bir merci gösterilmeden zikredilen hidâyetin ise Allah'a izafe edildiği anlaşılmaktadır. [384] Hidâyet bir âyette Kabe'ye nisbet edilmekte [385] bazı âyetlerde de ilâhî talimata uymadıkları için helak edilmiş eski milletlerin oluşturduğu sosyolojik realiteye izafe edilmekte ve bundan ibret alınmasının gereği vurgulanmaktadır. [386] “Hidâyete erme, hak ve doğru olanı benimseme” mânasına gelen ihtida kelimesi Kur'ân'da altmış yerde geçmektedir. [387] Bu âyetlerin muhtevasından anlaşılacağı üzere hidâyetin benimsenmesine vesile olan âmillerin başında kişinin iradesi ve kararlılığı gelmektedir. Bunlardan başka ilâhî hidâyet, vahye ve peygambere bağlılık da gerçeği görüp benimseme vesileleri arasında zikredilmektedir. Söz konusu âyetler, hidâyetin zıddı olan dalâlete düşmenin sebeplerine de işaret etmekte ve bunlar arasında ilâhî lütuftan mahrum kalma, şahsî tutum, ataların dinine ve geleneklere körü körüne bağlılık, gaflet, nifak, şeytanın tahrikleri ve Allah'a kavuşma günü olan âhireti düşünmeme faktörlerine dikkat çekilmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de hidâyet mânasında olmak üzere rüşd ve reşâd, felah, necat, iman, sırat ve sebil kelimeleri de kullanılmaktadır.
Kur'ân lügatıyla meşgul olan âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'de seksen beş yerde geçen hüdâ kelimesinin hangi mânalara gelebileceği üzerinde durmuşlar, İbn Kuteybe (ö. 276/889), kelimenin temel anlamının “yol gösterme, kılavuzluk etme” olduğunu belirttikten sonra bu yol göstericiliğe (irşad) peygamberlerin davetini, Allah'ın canlılara verdiği hayatı sürdürme yeteneğini ve yine Allah'ın dilediğine lütfettiği başarıyı örnek olarak zikretmiş [388] İbnü'l-Cevzî (ö. 597/1200) ise hüdânın mânalarını yirmi dörde kadar çıkarmıştır. [389] Râgıb el-İsfahânî hidâyeti “lutufla kılavuzluk etme” [390], yani ilk bakışta farkedilmeyen yollarla bütün yaratıklara ve özellikle ilâhî emirlere muhatap olan insana yol gösterme şeklinde tanımlanmış ve Kur'ân'da yer alan bütün hidâyet kavramlarını içinde bulundukları âyetlerin genel kompozisyonu çerçevesinde gruplandırmıştır. Buna göre Allah'ın insanlara olan hidâyeti dört merhaleden oluşur denmiştir:
1- Her mükellefe lütfettiği akıl ve idrak yetenekleriyle hayatını sürdürmeyi sağlayan zaruri bilgiler.
2- Vahiy ve peygamberler yoluyla yaptığı davet.
3- Hidâyeti benimseyenlere lütfettiği tevfîk.
4- Hak kazananları âhirette cennetle mükâfatlandırma. Bu hidâyet türleri buradaki tertibe göre birbirine bağlı olup sonraki hidayetin gerçekleşmesi için bir öncekinin meydana gelmesi şart görülmüştür. Bunun yanında birinci merhaledeki hidayet gerçekleştiği halde, ikincisi ve ona bağlı olarak diğerleri gerçekleşmeyebilmektedir. [391]
Hem lâzım (geçişsiz) olarak doğru yola gitmek, doğru yolu bulmak, hidâyet bulmak, hidâyetlenmek manalarında kullanılmış ve hem de müteaddî (geçişli) olarak, doğru yola delâlet etmek, işaret etmek, doğru yolu göstermek ve tarif etmek, maksada ulaştıracak yola delâlet ve irşâd etmek manalarında kullanılmıştır [392] ve ayrıca hidâyet, hedefe ulaştıracak şeyi, tatlı bir dille göstermektir, [393] denmiştir.
Hidâyet, matlûb'a îsal edecek şeye lütf-u letafetle delâlet etmektir ki yolu sadece gösterivermekle olabileceği gibi, yola götürüvermek, hatta nihayete kadar götürüvermektir. Evvelkine delâlet-i gayri musile (ulaştırmaksızın sadece delâlet) veya irşad, ikincisine delâlet-i musile (ulaştırıcı delâlet) veya tevfîk (iş'de başarılı kılmak) tabir edilir. Delâlette lütuftan murat, sertlik ve kabalığın zıddı olan, tatlılık ve yumuşaklıktır. Letafetten muratta inceliktir. Hidâyet, matlûb-i hayra (hayrı istemeye) mahsustur. Meselâ hırsıza yol göstermeye, rehberlik etmeye hidâyet denilmez denmiştir. [394]
Hidayet, Allah'ın kullarına rubibiyyetini ikrar etmeleri için kendini bilmenin yolunu göstermesi ve tarif etmesidir. Ve her yarattığı varlığın devamı ve bekası için gerekli şeye iletmesidir. [395] Nevileri sayılamayacak kadar çok ise de müterettibe [396] cinsleri içinde sınırlandırılabileceği [397] ve Allah'ın insana yönelik hidâyetinin dört nevî olduğu açıklanmıştır. [398]
Allah Teâlâ İnsanları akıl ve idrak yetenekleri gibi bir takım kabiliyetlerle mücehhez olarak yaratmıştır. Özürlüler dışında dereceleri farklı da olsa hemen her insana bunlar lütfedilmiştir. Hatta insanın dışında canlı cansız bütün varlıklara fıtratlarına uygun tarzda hareket etme kabiliyetleri sağlanmıştır. İnsanların dışındaki varlıklar yaratılışlarında var olan ve kendilerine verilmiş olan bu özelliklere ister istemez uymak zorunda olmuşlardır. Cansız varlık dediğimiz maddeye hakim olan kanunlar, maddenin fıtraten uymuş olduğu prensiplerden başka ne olabilir? Bitkiler ve hayvanlar belli şartlarda belli sonuçları sergilemek zorundadırlar. Kur'ân bize Allah'ın yarattığı bütün mahlukatına fıtratına uygun tarzda hareket etme özelliği verdiğini haber vermiştir. İşte Allah'ın her insana ve her yaratığa verdiği bu kabiliyet ve özellik hidayetin birinci mertebesi olarak nitelendirilmiştir. Bu birinci mertebe hidayet Allah'ın her kişiye lütfettiği akıl ve idrak yetenekleri ile hayatını sürdürmeyi sağlayan zaruri bilgilerdir, denmiştir. Bu çeşit hidâyet dereceleri farklı olsa da her insana lütfedilmiş olduğu [399] ve bu hidayet çeşidinin umûmî olduğu:
“Bizim Rabb'imiz her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da (ona) hidâyet edendir.” [400] ayetinde zikredilen hidâyetin, bu çeşit bir hidâyet olduğu açıklanmıştır. [401]
Kur'ân'da Allah'ın insanı yaratmış olduğunu, onu başta akıl olmak üzere çeşitli hisler (duygular) ve duyular gibi umumî manada hidayete erdirici türlü kabiliyet ve meziyetlerle donatmış olduğunu görüyoruz. Bunlar akıl, duygu ve duyulardır. [402]
Allah'ın bütün mahlukatına lütfettiği umumî hidayet cümlesinden insana verilen kabiliyet ve özelliklerin başında akıl gelmektedir.
Akıl, insanı, diğer canlılardan ayıran ve onu sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesidir. Sözlükte mastar olarak men etmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelen akıl kelimesi, genelde felsefe ve mantık terimi olarak, varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; Maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç, demektir diye açıklanmıştır. Bu anlamıyla akıl sadece meleke değil, özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkansızlığı gibi akıl ilkelerinin bütün fonksiyonlarını belirleyen bir terim olduğu, insanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl, ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyona hâiz olduğu belirtildiği [403] gibi, iki hayırdan daha hayırlısını, iki şerden daha şerlisini idrak etmektir diye de tanımlanmıştır [404]. Ayrıca akıl, bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güç ile elde edilen bilgidir [405] diye de tarif edilmiştir. “Akıl” ve “baliğ” olma vasfı dinde mükellef olmanın temel şartı sayılmış, nitekim hadiste:
“Üç kişiden kalem kaldırılmıştır (sorumlu değildir); ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan, aklı yerine gelinceye kadar mecnundan, uyanıncaya kadar uyuyandan” [406] buyurulmuştur. Ve Kur'ân'ın da sorumluluk esası olan bu melekenin çalıştırılmasını teşvik ettiğini ve onu pek çok âyet-i kerime ile uyarmış olduğunu görüyoruz.
Kur'ân’ı Kerîm'e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
Kur'ân'da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur'ân terminolojisinde akıl bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güç ile elde edilen bilgi, şeklinde tarif edilmiştir. Dinen mükellef olmaya esas teşkil eden akıl birinci anlamdaki akıldır. Kur'ân-ı Kerîm:
“Ancak bilenlerin akladebileceğini” [407] söyler. Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıklar için kafirleri,
“... Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler.” [408] diyerek yermiş,
“O (Allah), aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir.” [409] âyetîyle bütün insanları uyarmış ve akıllarını iyi ve doğru kullananların cehennem azabından kurtulacakları [410] belirtilmiştir. Kur'ân'm birçok âyetinde akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim:
“Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır.” [411] âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.
Kur'ân'da akılla aynı anlama gelmese bile ona yakın bir mâna ifade eden kalb (çoğulu kulûb), fuâd (çoğulu ef ide) ve elbâb (tekili lüb, Kur'ân'da geçmez) kelimelerinin kullanıldığı dikkat çekmektedir. “Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelimeler, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılmıştır. [412]
Duygu, içinde haz ve elem unsuru bulunan her çeşit ruhsal olaylardır. Haz, hoşa giden, elem ise hoşa gitmeyen bir haldir. Sevdiğimiz bir kitabı okumak hoşumuza gidebilir. Sevmediğimiz bir yemeği yemek hoşumuza gitmeyebilir. Şefkat, hürmet, utanmak, vicdan azabı, din ve sanat sevgileri, ana-baba sevgileri birer duygudur.
Duygular üç sınıf içinde toplanırlar.
1-Bencil (egoist) duygular: kendini beğenmek, sadece kendi çıkarını düşünmek gibi.
2-Benci-özgeci duygular: Arkadaş sevgisi, hemşehrilik, şeref, gurur gibi.
3-İdeaI duygular: Din ve ahlak sevgisi, sanat ve eğilim aşkı, millet ve vatan sevgisi gibi. [413]
Allah insanları yaratırken ona maddi ve manevi pek çok kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetlerin en başında akıl ve duyular gelmektedir. Bütün bunlar umumî hidayetin yani hidayetin birinci mertebesinin tezahürleridir. [414]
Duyu, insan ve hayvanların, dış dünyanın etkilerini duyma, yeteneğidir. [415] İslam filozoflarından Kindîye (Ö.252/866) göre duyu, nefsin duyu organlarından biri aracılığıyla nesnelerin formlarını algıladığı güçtür. Veya nefsin nesneleri algılayan gücüdür. [416] İbn-i Sînâ'ya (ö. 369/980) göre duyular ikiye ayrılır.
1-İç duyular: Bunlar; ortak duyu, tasavvur gücü, tahayyül gücü, vehim gücü ve hatırlama gücüdür.
2-Dış duyular: Dokunma duyusu [417], tatma duyusu, koklama duyusu, işitme duyusu ve görme duyuşudur. [418]
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından Allah'ın özürlü ve sakatlar gibi bir kısım müstesna kimselerin haricinde her insana verdiği bu duyuların yokluğu halinde insanın hiç bir şeyi göremeyeceği, işitemeyeceği, “tadıp koklayamayacağı ve dolayısıyla hiçbirşeyden haberinin olamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Böyle olduğu halde insan yaratılışını unuttuğu ve durumunu düşünmediği üstelik Allah'a ve âyetlerine karşı “apaçık bir hasım kesildiği” [419] Kur'ân'da vurgulanmaktadır.
Kur'ân'da umûmi hidayetten insanların payına düşeni aldığı gibi hayvanların ve diğer varlıkların, bitkilerin hatta, zerreler, küreler, galaksiler ve göklerde ne varsa hepsinin de nasibini almış olduğu belirtilmiştir. Öyle ya şu koca evren sayısız atomlardan, hücrelerden, maddelerden, zerrelerden, kürelerden oluşmuştur. Her atom kımıldıyor, her hücre kıpırdıyor, her varlık diğer varlıklarla karşılıklı ilişki halinde, ortak çalışma içinde varlığını sürdürüyor. Bütün varlıklar gerek tek başına, gerekse öbür varlıklarla birlikte yaratılışlarında ve yapılarında var olan Allah tarafından kendilerine verilen doğal yasalar uyarınca faaliyet gösteriyorlar. [420]
Umûmî hidâyet ile ilgili mezkûr âyette “her şeye yaratılışını verip” derken “şey” kelimesinin tefsirinde önceki âlimler “şey”in manasına behâimi (hayvanları) de kattıkları halde hidâyet'i sırf insana tahsis etmişlerdir. Hatta Rağıb (ö. 503/1109) “şey”n manası hakkında, behâim'in de ötesinde “mevcûd'a ve ma'dûm'a (var olan ve olmayana) verilen isimdir.” [421] dediği halde, o da hidâyeti sırf insana tahsis etmiştir. “Şey"in manası hakkında, Asım Efendi (ö. 1235/1819): “Her mevcuda denir.” [422] ifadesini kullanmış, İbn Manzûr (ö.711/1311) ise;
“kendisinden her haber verilendir.” [423] demiştir. Böyle olunca “umûmî hidâyet”e hayvanların, bitkilerin, cansız varlıkların dahil edilmesinde isabet olduğu açıkça görülmektedir. Önceki alimler zamanında zerrelerin (atomların veya atomun elektron gibi parçalarının), kürelerin, gök cisimlerinin ve galaksilerin hareketlerindeki nizam ve ahenk, hücrelerin karakteristik özellikleri bugünkü anlamda bilinmediği için Seyyid Kutub (ö. 1966) gibi düşünememede mazur sayılırlar. Öyle ise “umûmî hidâyet” canlı cansız var olan her şeyde mevcuttur.
Şimdi umûmî hidâyetin hayvanlardaki izlerini görelim. [424]
Yukarda geçen;
“Allâh her şeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da ona hidâyet edendir.” [425] âyetinin tefsirinde Muhammed Abduh (ö. 1323/1905) hayvanlardaki içgüdüyü de bu birinci hidâyet çeşidine dahil etmiştir. [426] Evet Allah sadece insanlara, akıl, idrak yetenekleri ve hayatlarını sürdürecek zaruri bilgileri vermekle kalmamış [427] insanlardan başka her canlıya tehlikelere karşı nasıl korunacağını, açlığını gidermek için ne yiyip ne içeceğini, neyi yemeyip neyi içmeyeceğini, yuvalarını nasıl .yapacağını, diğer canlılarla ilişkilerini nasıl sürdüreceklerini de öğretmiştir. [428] Allah yeni doğan bir hayvan yavrusuna, annesinin memesini yakalamasını ve emmesini, civcive yumurtadan çıkar çıkmaz taneleri toplamasını, arıya bir sanat harikası olan yuvasını yapmasını vb. her çeşit canlı için uygun olan şartı Allah ilham etmiştir.[429] Nitekim;
“Rabb'in bal arısına şöyle vahyetti.” [430];
“Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin, sonra her çeşit meyveden ye de Rabb'inin yollarında boyun eğerek yürü! Onların (arıların) karınlarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibret vardır.” [431] buyurulmuştur.
Hayvanlar da insanlar gibi kendi aralarında topluluklar oluşturmaktadırlar. “Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışdır.” [432]
Hayvanların da hepsi bizim gibi önce topraktan ve sudan yaratılmış, bir çeşit hayata kavuşturulmuş, bir nizam altına alınmış, hepsinin bizim gibi rızıkları, ecelleri takdir olunmuş, belli bir vakte kadar yerler, içerler, gıdalanırlar. Hepsi bizim gibi birbirlerine karşı değişik biçimlerde benzerlikler ve ayrılıklar taşırlar. Hepsi bizim gibi toplanırlar, birbirleriyle tanışırlar, koklaşırlar, döğüşürler veya kaçarlar. Hepsi bizim gibi birbirlerinden doğarlar, ürerler, çoğalırlar. Yerde sürünenleri havada uçanları ile her çeşidi bize benzer ve bizim benzerlerimizdirler. Hepsi Allah'ın takdiri ve tedbiri dairesinde hususî nizamlar ve geçerli kanunlar altına alınmış, halleri mahfuz, işleri düzenli, bizim gibi birer ümmettirler. [433]
Kur'ân, hayvanların kendi aralarında konuşup anlaştıklarını da haber vermektedir:
“Karıncanın biri, ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki Süleyman (a.s) ve orduları, farkında olmayarak sizi ezmesinler, dedi.” [434]
Yani bu karınca atların tırnaklarıyla karıncaları çiğnemelerinden korkmuş ve yuvalarına girmelerini emretmiştir. [435]
Yine Hz. Süleyman'la, hüdhüd kuşu konuşup anlaşmışlardır. “Süleyman (a.s.) kuşları teftiş etti, (içlerinde hüdhüdü bulamadı), dedi ki:
“Neden hühhüdü göremiyorum, yoksa kayıplardan mı oldu? Ona çetin bir azâbedeceğim, ya da onu keseceğim. Yahut da bana (mazeretini belirten) açık bir delil getirecek. Çok geçmeden (hüdhüd) geldi. Ben, dedi, senin görmediğin bir şey gördüm ue Sebâ'dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süsleyip onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelmiyorlar. Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilen Allah'a secde etmeleri gerekmez mi? Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur, büyük Arş'ın sahibidir. (Süleyman), Bakalım, dedi, doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın? Bu mektubumu götür, onlara at, sonra onlardan biraz öteye çekil de bak, neye başvuruyorlar (ne yapacaklar)? dedi.” [436]
Bugünkü bilimsel araştırmalar, belgeseller, hayvanların yaşayışları, davranışları hakkında biz insanlara çarpıcı görüntüler sergilemektedir. Bütün bunlar umûmî hidâyetin hayvanlar üzerindeki eserlerini de sergilemekte ve anlatmaktadır. [437]
Umumî hidâyete hayvanları dahil eden müfessirlerin yanında, bitkilerin özelliklerini hatta cansız varlık dediğimiz madenlerin ve bütün maddelerin, atomların karakterlerini, gök cisimlerinin hareketlerini de dâhil eden müellifler vardır. Öyle ya Allah Teâlâ “her varlığa var oluş niteliğini armağan etti. Her varlığı, var oluşuna kattığı fıtratını donattığı niteliklere sahip olarak yarattı. Sonra her varlığı yaratılış amacını oluşturan fonksiyona yöneltti. [438]
Allah, insanlardan ve hayvanlardan sonra bitkilere de kendilerine mahsus özel fıtrat kanunlarını lütfetmiştir. Bu hususu Kur'ân haber vermektedir. Nitekim:
“Allah O'dur ki gökten su indirdi. Onunla her çeşit bitkiyi çıkardık. O bitkiden yeşil bir filiz çıkardık. Bu yeşil sürgünden taneleri üst üste binmiş başaklar, hurma tomurcuğundan yere doğru sarkan, salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkarıyoruz. Bu meyvelerin kimi birbirine benzer, kimi de benzemez. Her birinin meyvesine meyve verirken ve olgunlaştığı zaman bakın. Şüphesiz bütün bunlarda iman edecekler için bir çok ibretler vardır.” [439] buyurulmuştur. Bitkiler başlıbaşma bir âlemdir. Bilim adamları, her gün çalışarak bu âlemin bir kısmından esrar perdesini sıyırmaktadırlar. İlk olarak gelişme nitelikleri, üreme ve gelişme ortamlarına göre bitkileri çeşitli sınıflara ayırmaktadırlar. Umumiyetle bitki husûsî bazı şartlara bağlı bulunan bir tohumdan yeşerir. Bunların en mühimi tohumda hayatiyetin bulunmasıdır. Tohum uzun müddet bu hayatiyetini devam ettirebilmektedir. Havanın bulunması da bitki için bir zarurettir. Şu halde bitki yaşayan ve teneffüs eden canlı bir varlıktır. Tohum yeşermeye başlayıp küçücük filiz çıktığında, gövde verip topraktan gıdalanincaya kadar tohumda toplanmış olarak mevcûd bulunan gıda ile beslenir. Dikkat edilirse durumu, insanlardaki ceninin durumunun aynıdır. Cenîn de doğmadan önce ve doğduktan bir müddet sonraya kadar, annesinden ve onun sütünden beslenir. Daha sonra gövdesi gelişince, müstakil bir hayata başlar ve kendi gıdasını kendisi te'min eder. İlâhî kudret köke toprakta derinleşme kudreti bahşetmekte gövdeyi çıkarmakta, üzerinde yapraklar, çiçekler ve meyveler bitirmektedir. İnce, karışık ve şuurlu olan bu hayatın hedefi, nev'i korumak ve hayatı uzatmaktır. Bütün canlılara hayat veren, gerçek hayatın kaynağı şüphesiz Allah Teâlâ'dır. Bitkilerin ilk beslenme cihazı olan kökler, bitkinin ihtiyaçlarına paralel olarak, değişik şekiller gösterir. Kazık kök, yumru kök, saçak kök gibi... Bütün bu şekiller, nebatın gelişmesine imkân verecek gıda ihtiyâcına uygun bir mâhiyet arzeder. Münâsib kökleri bulunmayan bitkilerin de, beslenme için emici organları bulunur. Bütün bunlar, ancak bitkinin beslenmesi ve hayatın devamını sağlamak için yaratılmıştır. Kökler üzerinde, asmozik basıncın te'siriyle toprağın erimiş maddelerini emen kılcallar vardır. Bunlarla bitkiler gelişir. Topraktan alınan bu üsâre, bitkinin en üst ucuna kadar, hiç bir kimya laboratuarında başarılamayan karışık ve ince bir ameliyet neticesinde ulaşır. Böylece nebat beslenir ve büyür. Aynı şekilde büyümesi için ışık, su, karbon, oksijen, hidrojen, azot, fosfor, kükürt, potasyum ve kalsiyum, magnezyum ve demirin behemehal bulunması gerekir. Garibdir ki, bütün dünya bitkileri bu maddelerle beslendiği halde, topraktan, tatlı elma, acı biber, yumuşak pamuk, dikenli otlar, buğday ve arpa, portakal ve limon yetişmektedir... Aynı elementler, aynı toprak, aynı su... gayet küçük tohumlar binlerce çeşit, türlü şekil, muhtelif tat ve kokuda bitki çıkarıyor. Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için birçok ibretler mevcûddur. Yaratıcının kudreti, üsarenin kökten yukarıya doğru çıkmasına imkân sağlayan ve yaprak yoluyla, nebatta suyun buharlaşmasından ibaret sayılan nebat terleme ameliyesinde tecelli eder. Bu ameliye küçümsenemeyecek kadar büyük bir olaydır. Zîrâ tek bir ağaç günde litrelerce su buharlaştırmaktadır. Havanın hararet derecesi yükselip hava nemsizleşince ve rüzgârların şiddeti artınca bu miktar artar. Orta kuşak bölgelerinde bu durum, havanın yumuşamasını, kuvvetli ağaçların bulunduğu ekvator bölgelerinde ise yağmurun yağmasını te'min eder. Tebahhur ameliyesi, yapraklar üzerinde mevcûd bulunan gözenekler vasıtasıyla meydana gelir. Her bitkinin; durumuna göre gözenekler bulunması, yaratıcının garîb âyetlerindendir. Meselâ; çöl bitkilerinin gözenekleri, su bitkilerinden azdır. Zîrâ çöl bitkilerinde tebahhur, diğerlerinkine nisbetle çok azdır. Bu gözenek sistemi, bizzat İlâhî bir kudretin eseridir. İki koruyucu hücre arasında bir gözenek (stoma) bulunur. Bu hücreler, bitkinin ihtiyâcına göre, gözeneğin açılıp kapanmasını düzenler. Koruyucu hücrelerdeki sıvı azalınca komşu hücrelerden su alır ve küresel bir şekil alıncaya kadar dolar, bununla gözenek (stoma) açılır ve su buharlaşır. Kökler de topraktan su emer. Ancak, koruyucu hücrelerin usaresi depolanmamış olduğu zaman kenarları sarkık olur. Cidarlar birbirine temas eder ve bunun neticesinde de gözenek kapanır. [440]
Bitkilerde gıdanın oluşması da enteresan bir olaydır. Bu olay, “karbon benzeşmesi” adıyla anılır. Havada bulunan karbondioksit, gözenekler yoluyla bitkiye geçer. Orada klorofil ve su ile karşılaşır. Burada güneş ışığı ve ısının te'sîriyle karbondan besin maddeleri meydana gelir. Bunun adına fotosentez denilir. [441] Karbondioksit halindeki gazdan bu besin maddelerinin meydana gelmesi ise, çok karışık bir kimyevî ameliyenin sonucudur. İlim bugüne kadar ancak; yeşil madde (klorofil) su ve ısıdan bahsetmiştir. Bunlarda meydana gelen değişiklikler, gıda maddelerinin meydana gelmesi neticesini veriyor. Bu netice ise ancak ışıkla almıyor. Bundan dolayı bu ameliyeye “ışık benzeşmesi” adı verilir. 1779 yılında bitkilerin de solunum yaptıkları keşfedildi. Bitki de oksijen alıp karbondioksit verir. Teneffüsü de aynen insanlar ve hayvanlarınkî gibidir. Bitkinin teneffüsü ile havanın sıcaklık derecesi artar. Teneffüs, gece ve gündüz devam eder. Ancak; bitkinin, teneffüsünden daha büyük bir sür'atle gerçekleştirdiği karbon benzeşmesi ameliyesine nisbetle, gündüzün teneffüsünün neticesi pek vazıh değildir. Gündüzün oksijen açığa çıkarır, karbondioksit emer. [442] Bundan dolayı bilinmelidir ki, gündüzün ağaçlık yerlerde bulunmak faydalı olmasına rağmen, karbon benzeşmesi olmadığından dolayı oksijen alıp karbondioksit vermesi sebebiyle geceleyin ağaçlık yerlerde bulunmak faydalı değildir. Araştırmalar isbat etmiştir ki; sadece karbon benzeşmesi ameliyesi, dünyadaki mevcûd karbondioksiti tüketmeye kâfidir. Fakat iş bununla kalmıyor. İlâhî kudret bunu takdir ederek diğer canlıların teneffüs ile karbondioksit çıkarmalarını te'min ediyor. Aynı şekilde ölen canlıların vücûdları karbondioksit çıkarır. Karbondioksitin istihlâki de kendi başına terkedilmiş değildir. Yaratıcının hikmeti, havadaki karbondioksit nisbetinin devamlı olarak 10.000'de 3 nisbetinde olmasını te'min etmiş ve böylece varlıkların hayatiyeti muhafaza altına alınmıştır. Bunca değişik karbondioksit istihsâli ve istihlâkine rağmen, bu rakamın değiştiği hiç vârid değildir
Bütün bitkiler, çevre şartlarına uygun tarzda yaratılmışlardır. Birbirinden farklı yapıya sahiptirler.
Çöl bitkileri: Şekilleri ve yapıları ile kendi kendilerini koruyacak, kuvvetli rüzgâra ve fazlaca ışığa ve ısıya karşı mukavemet edecek tarzda yaratılmışlardır. Yaban gülü ve Arabistan kirazı gibi bir kısım bitkiler bodur olup, sert ve dikenlidir. Birbirine gölge yaparak güneşten korunurlar. Ve bu sayede iç kısımları rüzgârın te'sîrinden korunur. Dalları birbirine sarılmış haldedir. Yaprakları sert bir deri ile kaplıdır. Dış tarafında kuru ve sert bir tabaka bulunur. Bazan da dış kısmı reçineli bir tabaka ile örtülüdür. Kök ve gövde kısımları da aynı şekildedir. Bir kısmında da gövde ve yapraklar sık tüylerle kaplıdır. Hava ile münâsebettar olan tarafları saydam bir renk kazanır. Böylece güneşin ışınları geri yansır ve bitki hararetin şiddetinden korunmuş olur. Bir kısım bitkiler de terlemeyi önleyici ve buharlaşmayı azaltıcı maddelerden meydana gelen kabuklar ile kaplıdır. Kâfurda olduğu gibi bazan da güneş ışınlarının direkt olarak üzerine düşmemesi için yapraklar dalların üzerine bükülerek muhafaza edici bir vaz'iyet alır. Çöl bitkileri aynı zamanda gözeneklerinin azlığı ve darlığı ile tanınırlar. Reçinemsi bir tabaka ile örtüldüklerinden, terleme tamamen durur ve bitki yağmur mevsimine kadar sükûnet halinde bulunur. Tavşan kulağı otu bu nevidendir.
Su bitkileri: Bazı bitki türleri suda yaşarlar. Bunlar hem dâhili terkibleri, hem de dış şekilleri itibariyle diğer bitkilerden ayrılırlar: Nitekim kökleri, hemen hemen yok gibidir. Mevcûd olan bazı kısımları da su emmekte kullanılmaz. Çünkü bu bitkiler, suyu gövdelerinin bütün organları ile emerler. Böylece gövde ve yaprakları değişerek farklı bir biçim almışlardır.
Sarmaşık bitkiler: Bazı zayıf gövdeli bitkiler vardır ki, gövdeleri kendi başına ayakta duracak güçte değildir. Hak Teâlâ hikmeti ile, bu bitkilere başka birşeye sarılma organları bahsetmiştir. Bu organlar ile dayandıkları direğe sarılma imkânı bulmaktadırlar.
Haşere Yiyen Bitkiler: Hârika yaratıklardan biri de, haşere yiyen bitkilerdir. Bu bitkiler, organik maddeleri az olan topraklarda yetişirler. Bundan dolayı bu bitkilerin haşere avlamak için gerekli organlarla teçhiz edilmiş olduğunu görüyoruz. [443] Her bitkinin; akıl sâhiblerini hayrette bırakacak şekilde gıdasına uygun ve değişik bir tarzda teçhiz edilmiş bulunması da çok enteresandır. Nitekim diyonya bitkisinin yaprağında, orta damar üzerinde hareket eden iki kanat mevcûddur. Her kanadın üst yanında ayrıca bazı dikenleri bulunur. Nebatın üzerine haşere konduğunda bu kanatlar uyarılmakta ve kapanarak haşeriyi iki kanadı arasına almaktadır. Daha sonra haşereyi eritecek ve hazmettirecek usareler ifraz eder. Ve eriyen kısımları emer. Bundan sonra yaprak eski haline döner. Yeni avını beklemek üzere tekrar vaziyet alır.
Bitkilerin kendi türlerini devam ettirebilmeleri de ilâhî kudretin eseridir. Bitkilerin meyveleri o bitkinin türünü devam ettirebilmesi için bir nevi depo vazifesi görür. Rüzgâr vâsıtası ile taşınan çöl bitkilerinin tohumları, pürüzsüz olup hacim bakımından çok küçüktür. Su bitkileri tohumlarının suda yaşamasını sağlayacak, organları ve çürümesine mâni' olacak kadar kalın kabuğu bulunur. Bazı tohum çeşitleri çekici renkleri, tatlılıkları sayesinde, insan, hayvan veya kuşlar tarafından başka yerlere taşınırlar. Yahut da insanların elbiselerine veya kuşların tüylerine takılacak çengelli çıkıntıları bulunur.
İşte; terkîb, döllenme, yaşama ve ömürleri farklı ve yarım milyona yakın kategoride hayatlarını muhafaza edebilmek için muhtelif tarzda teçhiz edilen bitkiler âlemi, hayret verici mâhiyet arzetmektedir. Bitkilerin bir kısmı birkaç gün, bir kısmı birkaç sene, bir kısmı da insanların birkaç misli yaşamaktadırlar. Broban'da bir ağacın yaşı 3000 sene olarak takdir edilmiştir. Ağaçların en uzun ömürlü olanları 6000 sene yaşayan Tiksodium disicium türünden olan ağaçlar olmalıdır. [444]
Netice itibariyle Kur'an'da;
“Yeryüzünde bir bakmadılar mı ki, biz orada her güzel çiftten nice nebatlar bitirdik. Şüphesiz ki bunlarda (Hakk'ın kemâl-i kudretine) elbet birer nişane vardır.” [445] buyurulmuştur.[446]
Yani yeryüzünü ve orada olan ekinlerden, meyvelerden, hayvanlardan ve insanlardan nice güzel çiftler yaratan Kadir, Azîm ve Kahir olan Allah'ın kuvvet ve kudretini hiç düşünmezler mi? [447]
Bilindiği gibi şu koca evren, sayısız atomlardan, hücrelerden ve canlı cansız maddelerden oluşmuştur. Her atom kımıldıyor, her hücre kıpırdıyor, her varlık diğer varlıklarla karşılıklı ilişki halinde ortak çalışma içinde bulunuyor. Bütün varlıklar gerek tek başına gerekse öbür varlıklarla birlikte yaratılışlarında ve yapılarında var olan doğal yasalar uyarınca faaliyet gösteriyorlar. [448] Zerrelerden kürelere varıncaya kadar Allah'ın yarattığı her şey umumî hidayet cümlesinden olarak, İlâhî kudretin programladığı şekilde görevine devam etmektedir. Atomların derinliğine dalındığında karşımıza koca bir âlemin çıktığını görüyoruz. İçi hava ile dolu bîr yüksüğü aldığımızda bir de bakıyoruz ki içinde 25 milyon kere milyar (25 000 000 000 000 000 ) atom sıralanmış gizli bir gergef dokumaktadır. Bir atomun çapı milimetrenin on milyonda biri kadardır. Maddenin derinliklerine dalmak için milyarlarca cismin bağrına değil, sadece zerrelerin kalbine gömülmek gerekiyor. Bilindiği gibi her atomun ortasında proton ve nötronlardan müteşekkil bir çekirdek vardır. [449] Bu çekirdeğin etrafında saniyede ortalama 50 000 kilometre hızla dönen elektronlar yer alır. Bir elektronun çapı milimetrenin sadece bir milyarda dördü kadardır. Bir Hidrojen ağırlığını anlatabilmek için şöyle bir nisbet yapılabilir. Beş gramlık bir ağırlığın dünyanın ağırlığına nisbeti ne ise, bu ağırlığın bir gram ağırlığa nisbeti de işte o kadardır. Her saniyede bu elektronların 6 milyar kere milyarı yüz mumluk elektrik lambasının telinden geçmektedir.
Son yüzyılda uranyum ve radyum üzerinde yapılan çalışmalardan çok korkunç neticeler elde edilmiştir. Soğuk gördüğümüz bir gram radyum'un üç bin ton kömürün yanması esnasında verdiği enerjiyi verdiği tesbit edilmiştir. [450]
Geiger sayacı adı verilen bir alet sayesinde 1 gram radyumdan 1 saniye içinde çıkan helyumları saymak mümkün olmuştur. Buna göre 1 gram radyumdan 1 saniyede tam 36 milyar helyum çıkmakta ve Helyumlar saniyede 20 bin kilometrelik hızla fırlamaktadırlar. Ve ne tuhaftır ki, 150 000 milyar kere milyar helyumun ağırlığı ancak bir gram gelmektedir. Radyasyon neticesi meydana gelen dalgaların boyu ışık dalgalarının boyundan çok daha kısadır. Radyasyon dalgalarının boyu milimetrenin yüz milyarda birine kadar inebiliyor. [451]
Bu kadar küçük varlıklar fıtratlarına uygun, kendilerine mahsus düzeni sürekli sürdürmektedirler. Akıllara hayranlık veren bu düzeni sürdürebilmeleri, ancak yüce bir kudretin sahibi Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği hidayet sonucunda mümkün olabilir. Evrende zerre ağırlığınca bile olan şeylerin hiç biri Allah'ın ilmi ve kudreti dışında değildir. Nitekim;
“Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey uzak ve gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü de hariç olmamak üzere hepsi de muhakkak apaçık bir kitapta yazılıdır” [452] büyütülmüştür. [453]
Bir taraftan atomların esrarı, öbür taraftan yıldızların, gezegenlerin, yıldız kümelerinin, galaksilerin ve göklerin esrarengiz hareketlerine ve düzenine şahit oluyoruz. Gözle görülmeyeni âlemden görülebilen aleme kadar her şeyin bir nizam, intizam ve ahenk içinde olduğunu müşahede ediyoruz.
“Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabb'in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki hepsi apaçık bir kitapta olmasın.” [454]
“Allah, insanlara, hayvanlara, bitkilere, zerrelere, atomlara yaşam şartlarını hidayet ettiği gibi “Göğe de emrini (kanunlarını) vahy etmiştir” [455]
“Onun ayetlerinden biri de göğün ve yerin onun buyruğuyla kâim olmasıdır,” [456] İnsanın kainat içindeki durumu ve durumu ile birlikte Allah ile olan ilişkisi hakkında bir fikir verebilmek için Allah'ın kuvvet ve kudretine işaret eden göklerle ilgili insanın engin düşüncelere dalmasına vesile olabilecek bildiğimiz bazı bilgilerin yanında birkısım bilgileri de hatırlatmanın münasip olacağını düşündük. Şüphesiz herkes göklerle ilgili çok şey okumuş ve çok şey öğrenmiştir. Ansiklopedilerden gördüğümüz, geceleyin gökyüzü fotoğraflarını yahut berrak bir gecede aydınlık olmayan bir yerden seyrettiğimiz gökyüzünü hatırlarızdır. Elbette gördüklerimiz, dev teloskoplarla görülenlere benzemese de yine de insanı ürpertecek kadar muhteşemdir.
Merkezinde güneşin yer aldığı Güneş Sistemi “Gökada” adı verilen ve 100 milyardan fazla güneşten oluşan yerel bir sistemin önemsiz bir bölümüdür. Öteki yıldızlara oranla güneş, ne son derece parlak ne de son derece s önük bir yıldızdır. [457]
Gökyüzünde görülen yıldız bulutları, Güneşten on ışık yılı [458] ya da daha az uzaklıktaki yıldızlar samanyolunun ancak bir bölümünü oluştururlar. [459] Sistemin üyelerini saptamaya çalışan bilginler ciddi bir zorlukla karşılaşmışlardır. Andromeda sarmalının uzaklığı 2,2 milyon ışık yılı olarak hesaplanmıştır. [460] Büyük yıldız bulutunda 30 kılıç balığı yıldızını çevreleyen Büyük Leopod Bulutsusu yer alır. Bu yıldız güneşten bir milyon kez daha güçlü olup, bilinen en parlak yıldızdır. [461]
Başak kümesinin parçası olan M104 gökadası, 41 milyon ışık yılı uzaklıktadır. [462] Radyo Gökadaları, Dünyadan yaklaşık 60 milyon ışık yılı uzaklıkta bulunan ünlü başak kümesindeki M87, güçlü bir radyo kaynağına sahip bir gökadadır. Bazı başka radyo gökadaları çok daha uzaktır. Örneğin optik olarak saptanan ilk radyo gökadası olan Kuğu 700 milyon ışık yılı uzaklıktadır. [463]
Bir tarafta insan, kâinat, ve insanın kâinattaki durumu, öbür tarafta Allah Teala'nın sonsuz kudreti; herhalde insan kendini bilirse çevresini ve kâinatı daha iyi bilecek, çevresini ve kâinatı iyi bilenin ise Allah'ın kudretini daha iyi anlayacağından şüphe yoktur. Göklerin izlenmesi ile ilgili olarak;
“O, yedi göğü, birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı, Rahmân'ın yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) umudu keserek hor ve bitkin bir halde sana döner.” [464] buyurulmuştur. Allah'ın yarattığı her şeyde ve yaratmasında uygunsuzluk yerine tam bir denge, nizam ve intizam görürsün. Cansız dediğimiz maddenin en küçük zerrelerinden en büyük gök kürelerine, canlıların hücrelerinden bitkilerin meyvelerine, gövdelerine, insanların organlarına ve bünyelerine varıncaya kadar âlemde ne varsa hepsi de tam bir düzen ve ahenk içinde belli bir program ve belli bir zaman dahilinde varlıklarını sürdürüp gitmektedirler. İşte evrende hüküm süren bu engin nizam Allah'ın yarattıklarına verdiği umumî hidayetin tezahürleridir. Allah'ın kuvvet ve kudretinin ilgi ve alakasının zerrelerden kürelere, göklerdeki yıldızlara ve galaksilere, hücrelerden organlara damarlardaki kanın zerresinden hücrelerin yapısına varıncaya kadar tüm kainatı ve kainattakileri ihata etmiş olmasını gereği gibi anlayıp kavramış olmak, herhalde îmân açısından Allâh-kul (iman) ilişkisinin anlaşılmasını bir kat daha artıracaktır.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allâh(ın ilmi ve kudreti) [465] her şeyi kuşatmıştır.” [466] Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allâh'ın'dır. Hepsi O'nun mülkü ve hepsi onun hükümranlığı altındadır. Allah, her şeyi hem ilmi ve hem de kuvvet ve kudreti ile kuşatmıştır. Hiç bir şey O'nun ilim ve kudretinin dışında kalamaz. [467]
Allah insanı, kâinatı ve kâinattaktleri yaratıp, onları türlü kabiliyet ve meziyetlerle donattıktan sonra insanı kendi başına terketmemiştir. İnsanın, kendisini bulup, bilmesi için evrendeki sözsüz âyetlerini, ulvî varlığının açık delilleri olarak sunmayı yeterli görmemiş bir de elçiler ve kitaplar göndermiştir. Allah'ın elçiler ve kitaplar göndermesi hidayetin ikinci mertebesini oluşturmaktadır. Hidayetin bu ikinci mertebesi, Allâh-kul (İnsan) ilişkisi çizgisinde üçüncü merhaleyi oluşturmaktadır. Bunlar hilkat, umumî hidayet, elçi ve kitap göndermesidir. Allah insanlara aklî güç, batını hisler ve zahirî duygular gibi işlerine yol bulmaya ve maksatlarına ulaşmaya imkân veren güçleri lütfettikten sonra onlara bir de elçiler ve kitaplar göndermiştir. Bu durum, ilk insan Hz. Adem'in yeryüzüne indirilişinden, Hz. Muhammed (S.A.V) in gönderilişine kadar devam etmiştir. Allah kullarını peygamberleri ve onlarla gönderdiği kitapları ile irşâd etmiştir. [468] Nitekim Hz. Adem'e:
“(Bütün neslini temsilen) Hepiniz oradan (cennetten) inin, yalnız size benden bir hidâyet (enbiyâ, resul, beyân) [469] geldiği zaman, kim(ler) benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [470] buyruldu. Bu âyette olduğu gibi daha bir çok âyette indirilen kitaplar ve gönderilen Peygamberler hidâyet vasıtaları olarak takdim edilmişlerdir. [471] İrşad nev'inden olan bu çeşit hidâyet gerçekleşmeden yani elçi göndermeden hiç kimseye azab edilmeyeceği Allah tarafından açıklanmıştır.[472] Ve her millete mutlaka bir elçi gönderilmiştir. [473]
Allah'ın ayetlerini okuyan insanları uyaran elçiler geldikten sonra onlara îmân edip tâbi olmayanlara da artık şiddetli azab edileceği haber verilmiştir. Nitekim;
“İnkarcılar bölük bölük cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman cehennemin kapıları açılır. Cehennemin bekçileri onlara içinizden Rabb'inizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınızdan uyaran elçiler gelmedi mi? derler. Onlar da evet geldi derler. Artık azab kâfirlere hak olmuştur.” [474] Yine aynı şekilde
“Rab'lerine nankörlük edenler için cehennem azabı vardır. Ne kötü sonuçtur o! Oraya atıldıkları zaman onun öfkeli homurtusunu işitirler, kaynıyor: neredeyse öfkeden çatlayacak. Her topluluk onun içine atıldıkça, onun bekçileri, onlara, size bir uyarıcı gelmedi mi? diye sorarlar. Onlar da, evet bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık, Allah hiç bir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içerisindesiniz dedik. Ve ilave ederek. Eğer söz dinleseydik, yahut düşünseydik, şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık, derler. Böylece günahlarını itiraf ederler, O çılgın ateş halkına, Allah'ın acımasından uzak olup ezilmek yaraşır.” [475] buyurulmuştur.
Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi ile gerçekleşen hidayet çeşidi;
“Onlara, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden (İnsan)lardı.” [476] Ayetiyle “Gerçekten bu Kur'an en doğru yola iletir. Ve iyi işler yapan mü'minlere kendileri için büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” [477] âyetinde kastedilen hidayet'tir. [478]
Böylece peygamberler ve kitaplar her zaman insanları hakka ve hakikata ulaştıracak rehber ve vasıta olmuşlardır. Nitekim Allah, İsrailoğulları'nın peygamberlerinden bahsederken;
“Onların her birini sâlih kimseler kıldık. Onları emrimizle insanlara doğru yolu gösteren (Allah'ın izniyle insanları Allah'a çağıran ve kendilerine uyulan) önderler kıldık. Ve onlara hayırlar yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Ve onlar bize kulluk eden (insanlara emrettiklerini bizzat kendileri yapan) kimselerdi.” [479] buyurmuştur. Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında da;
“Şüphesiz sen, doğru yola götürüyorsun” [480] buyurmuştur.
Kitaplar için de:
“İşte o kitap (Kur'ân), kendisinde hiç şüphe yoktur. O muttakîler için bir hidâyettir (bir yol göstericidir)” [481] Ve;
“Gerçekten bu Kur'ân en doğru yola hidâyet eder (iletir).” [482] buyurulmuştur.
Gönderilen peygamberler ve indirilen kitaplar hem hidayete bir vesile hem de Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından bir rahmet olarak takdim edilmişlerdir. Nitekim bu hususda âyetlerde:
“O peygamber sizden inananlar için bir rahmettir.” [483]
“(Ey Muhammed) biz seni ancak âlemlere rahmet için gönderdik.” [484]
“Çünkü biz Rabb'inin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz.” [485] buyurulmuştur. Gerek diğer peygamberler ve gerekse Hz. Muhammmed (S.A.V) insanlara sırf rahmet olarak gönderilmiştir. Yani Allah insanlara acıdığı için onlara yol göstermek üzere peygamberler göndermiştir ki onların sayesinde insanlar sıkıntılardan kurtulma ve saadete ulaşma yollarını öğrensinler, böylece dünyada ve ahirette Allah'ın azabından kurtulsunlar. İşte Allah Teâlâ insanlara acıdığı için merhameten onlara peygamberler göndermiştir. [486]
Kitapların bir rahmet olarak gönderildiğini belirten âyetlere gelince, bu hususta da Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap gönderdik.” [487]
“Bu (Kur'ân) Rabb'inizden gelen basiretler (gönül gözlerini açan nurlar, gerçeğe ileten kanıtlarıdır. Ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!” [488]
“Ey insanlar, size Rabb'inizden bir öğüt, göğüslerde olan sıkıntılara bir şifâ ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” [489]
Netice itibariyle hem peygamberlerin ve hem de ilahi kitapların gönderilişi Allah'tan kullarına bir rahmet olmuştur. Gerek Peygamberler ve gerekse ilâhî kitaplar kendilerine iman edip itaat edenleri hem dünyada huzur ve saadete, hem de ukbada ebedi hayata ulaştırıcı olmuşlardır. Peygamberler ve ilahi kitaplar gönderilmese idi insanlar felaketten felakete sürükleneceklerdi. Allah insanlara acıyıp merhamet ettiği için merhameten onlara bu elçileri ve kitapları göndermiştir. [490] Peygamberlerin ve kitapların gönderilişi, Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından, Allah'ın kullarına merhametinin bir tecellisidir.
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından peygamberlerin ve kitapların özellikle Hz. Muhammed (s.a.v)'in ve Kur'ân'ın gönderilişi bütün insanlar için bir hidâyet ve bir rahmet oluşu değişik âyetlerle de vurgulanmıştır. Nitekim aşağıdaki âyetlerde bu husus açıkça belirtilmiştir. “Doğrusu biz seni, gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” [491]
“Seni (bütün) insanlara elçi gönderdik.” [492]
“Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” [493]
Böyle olduğu halde Hz. Peygamber (s.a.v)in gerekse Kur'ân-ı Kerîm'in rehberliğinden ancak îmân edenler yararlanabilmişlerdir. Allâh-kul (insan) ilişkisinin bu hidâyetin ikinci nev'inden yani peygamberlerin ve kitapların gönderilmesinden sonra devam edebilmesi dolayısıyla hidayetin üçüncü nev'inin gerçekleşmesi için daha değişik bir ifade ile Allah'ın kuluna (insana) bundan sonraki hidayet çeşidi olan Allah'ın tevfîki ile ilgilenmesi, insanın îmân etmesi şartına bağlanmıştır. Peygamberi ve Kur'ân'ı dinlemeyenler, peygamberden ve Kur'ân'dan istifade edemeyeceklerdir. Böylelerine Kur'ân dili ile söz dinlemeyen inkarcılar denmiş ve akılları ermeyen sağır ve körlere teşbih edilmişlerdir. Onların bu durumlarını aşağıda vereceğimiz ayet mealleri yoruma gerek kalmadan olanca çıplaklığı ile haber vermektedir:
“İnkar edenler dediler ki: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, o okunurken gürültü yapın, (böylece onun anlaşılmasına engel olun) belki ona galip gelirsiniz. (Başka türlü onunla başa çıkmanıza imkân yoktur).” [494]
Yani inkarcılar birbirlerine dediler ki, Kur'ân okunduğu zaman onu dinlemeyin. Gürültü yapın, yaygara koparın, ıslık çalın. Bu şekilde kendiniz dinlemediğiniz gibi başkalarının dinlemesine de mani olmuş olursunuz. [495] Bu, inkarda inadın ve gerçeklere karşı koymanın ne hazin bir tablosudur. Dinlememek ve peşinen inkar etmek Kur'ân'dan, imandan, ilimden, akıldan, mantıktan, hak ve hakikatten kaçmanın ve bunlara tahammül edememenin itirafıdır.
Görmek istemeyenden daha kör, işitmek istemeyenden daha sağır kim olabilir?
“İnkâr edenler, dediler ki: Biz ne bu Kur'ân'a ve ne de bundan önce indirilenlere inanırız.” [496] “Halbuki elbette “Kur'ân, bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları yüz çevirmiştir. Onlar işitmez (sağırlar gibidir)ler.” [497]
“Elbette yüz çevirenler hiçbirşeyi işitmeyen ve dolayısıyla anlamayan sağırlar gibidirler. Ancak işitenler (çağrıya) gelir.” [498]
“Bizim âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.” [499] Karanlıkta kalan sağır ve dilsizler nasıl yol bulurlar? Bu durumdan nasıl kurtulabilirler? Onların bu durumu en kötüdür. Nitekim:
“Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” [500]
“Onların kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar, gözleri var fakat onlarla görmezler, kulakları var fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar.” [501] buyurulmuştur. Hayvanlar yaratılışlarındaki fıtratın gereği belki yollarını bulabilirler. Ama onlar akıl ve kabiliyetleri ile hayvanlardan üstün yaratıldıkları halde akıllarını doğruyu bulmada kullanmadıkları için daha sapık bir hale düşmüşlerdir. Çünkü hayvanlarda manevî sorumluluk yoktur. Halbuki insan başıboş bırakılmayacaktır. [502]
Peygamberi ve Kur'ân'ı dinlemeyenlere Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki (kendilerinden önce mahvolanların yerlerini görsünler de) düşünebilecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun (akılları başlarına gelsin, hak sözünü işitsinler. Kendilerinden önce yaşayan milletler de kendileri gibi peygamberlerini ve gönderilen kitapları yalanlamışlardı da Allah onları helak etmişti. Hiç yeryüzünde gezip de o helak olan kavimlerin yurtlarından arda kalan harabelerden ibret almadılar mı?) Zira gözler kör olmaz (çünkü gözlerin körlüğü geçici bir görme yetersizliğidir); fakat (asıl) göğüslerdeki kalbler kör olur. (Asıl felâket, kalb gözünün, basiretin kör olmasıdır. Çünkü insana gerçekleri gösterecek odur. O göz burada kör oldu mu âhirette de kör olur. Ama dış göz kör olsa da kalb gözü kör değilse bir zararı yoktur. Nasıl olsa şu fâni hayattan sonra basiret açılacaktır).” [503]
Allah inkarcıların durumlarını aşağıdaki âyetlerle tasvir etmektedir:
“O inkâr edenler(i Hakk'a çağıran)ın durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen (işittiği sesin mânâsını anlamayan hayvanlar)a haykıran kimsenin durumu gibidir. (Onlar), sağır, dilsiz ve kördürler, onun için düşünmezler.” [504]
“İçlerinden sana kulak verip dinleyenler de vardır. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorsa! İçlerinden sana bakanlar da var. Fakat körleri sen mi yola götüreceksin? Hele sezgileriyle de görmüyorlarsa?” [505]
“De ki, Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum. Ama sağır(lar) uyarıldıkları zaman çağmyı işitmezler).” [506]
“Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hattâ onlar, yolca (hayvanlardan) daha sapıktır.” [507]
Netice itibariyle Habibim;
“Sen ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Ve sen körleri içine düşdükleri sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin ve onlar derhal müslüman olurlar.” [508]
“Sen de ölülere söz dinletemezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara çağrıyı işittiremezsin. Ve sen, körleri de sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin. Sen ancak, âyetlerimize inananlara işittirirsin de onlar müslüman olurlar.” [509]
“(Ey Muhammed), sen mi sağıra işittireceksin, yahut körü ve apaçık sapıklıkta olanı yola ileteceksin?” [510]
Aşağıda vereceğimiz âyetlerde Peygamberi ve Kur'ân'ı dinlemeyenlerin bu hususda akılsız, kör ve sağır kesilenlerin durumları açıklanmaktadır:
“Kur'ân okunduğu zaman seninle âhirete inanmayanların arasına gizli bir perde çekeriz. Kalplerine onu anlamalarına engel olacak kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyarız.” [511] (Böylece, âhirete inanmadıkları için o inkarcılarla senin arana sanki perde çeker, kalplerine ve kulaklarına da örtüler koyarız da Kur'ân'ı anlamazlar.” [512]
“Kur'ân'da yalnız Rabb'ini andığın zaman (tek Tanrı inancından hoşlanmadıkları için) arkalarına dönüp kaçarlar.” [513]
“(o inkarcılar ve onları kışkırtan şeytanlar Allah'ın anılmasından hoşlanmazlar, nefret ederler ve arkalarını dönüp kaçarlar.)” [514]
“Ve sonunda Kur'ân onların kaçışlarını artırıyor. “Biz Kur'ân'da sözü türlü biçimlerde anlattık ki, düşünüp anlasınlar. Fakat bu, onların sadece kaçışlarını artırıyor.” [515] (Kur'ân'daki öğütler, âyetler, deliller, onların düşünüp yararlanmaları için gönderilmiş olduğu halde, bunu istemediklerinden dolayı, bu onların sadece hakdan ve gerçeklerden kaçışlarını artırmaktadır.)” [516]
“Ey inananlar, Allah'a ve Elçisine itaat edin, işittiğiniz halde ondan dönmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın” [517]
(Ey iman edenler, Allah'ın ve elçisinin emir ve yasaklarına itaat edin. Bu emir ve yasaklara muhalefet etmeyin, bunlara kulak verin. İnkarcı müşrikler yahut münafıklar gibi Allah'a ve Rasûlüne itaat etmedikleri halde işittik dedikleri gibi olmayın.) [518]
“Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” [519] (hakikate karşı sağır kesilenler ve hakikati söylemeyen dilsizlerdir.)” [520]
Eğer “Allâh, onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi, onlara işittirseydi de yine aldırmayarak dönerlerdi” [521] (Eğer onların niyeti hakikati aramak olsaydı da inkarcılıkta inatçılık yapmasalardı, Allah onlara yardım ederdi de Kur'ân'ı anlarlardı. Fakat onların inkardaki inatlarını bilmekte olduğundan yardım etmemiştir.)” [522]
Allah Teâlâ insanı çok değerli bir varlık olarak yaratmış, onu türlü kabiliyet ve meziyetlerle teçhiz etmiş, herşeyi ona hizmete âmâde kılmış. Ondan sonra bir de onların iyiliğine ve onlara merhameten elçi ve peygamber göndermiş ve insanı gönderdiği bu elçilere ve kitaplara iman etmeye davet etmiştir. İman etmeyenler kendilerine yapılan bunca iyiliği inkar etmişler ve bu daveti reddetmişlerdir. İman edenler ise kendilerini yaratan ve bunca sayısız nimetleri lütfeden Allah Teâlâ'ya yönelmişler ve onun bundan sonraki nimetlerine talip olmuşlardır. Kulun iman etmesi Allâh-kul (insan) ilişkisinde bir köprü oluşturmuştur. Öyle ise Allâh-kul (insan) ilişkisinde köprü oluşturan iman konusuna dönelim.
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından sıra kuldadır. Allah, kulunu hiç yoktan yaratmış, onu türlü kabiliyet ve meziyetlerle donatmış [523] ve bir de elçi ve kitap göndermiştir. Tabir yerinde ise Allah'tan kula üç adım atılmış, artık kuldan da yaratana bir yönelme ve bir îmân beklenmiştir. Şayet kuldan bu beklenen gerçekleşmese artık o, kâfir bir insan olarak terkedilecektir.[524] Belki hidayetin birinci mertebesinde anlatılan Allah'ın kuluna verdikleri belli bir süreye kadar hemen geri alınmayacak, bu süre içinde onlardan yararlanacak fakat sonunda acıklı ve sürekli bir azaba sürüklenecektir. [525]
Allâh-kul (insan) ilişkisinde îmân kulun Allah'tan yana attığı ilk adım ve Allah'ın verdiği maddî ve manevî nimetlere karşı verdiği ilk karşılıktır. İmân insanın kendisinin bir yaratık olduğunu ve bir yaratanının var olduğunu kabul etmesiyle başlar. İman, insanın kendisinin çok kıymetli bir varlık olduğunu, kendisi ile 'beraber evrende hakim olan hayretengiz nizamın farkına varması ve bu ulvî nizâmın sahibinin varlığını kabul ettiğini itiraf etmesidir.
Kulun iman etmesi ile Allâh-kul (insan) ilişkisinin yeni bir boyut kazandığını görüyoruz. İman aşamasına kadar kulun yapacağı hiçbir şeyin olmadığını ve bu aşamaya kadar ilgi ve ilişkinin hep Allâh'dan kula yönelik olduğunu, kulun imanı ile Allah'ın kuluna olan ilgisinin yeni bir aşama ile devam ettiğini ve böylece esas Allâh-kul (insan) ilişkisinin bundan sonra başlamış olduğunu görüyoruz. İman konusunu Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından ele almadan önce esas konumuzu geciktirmeden imanla ilgili olarak; imanın tanımı, şartları, iman ve islam, imanda deliller safhası ve imanda yakîn safhası gibi bir takım ön bilgileri vermenin uygun olacağını düşündük. [526]
İmân, bilindiği gibi EMN kökünden “if âl” babından mastardır. Kelimenin aslı, sülasî dördüncü babtan olup mastarları ise emnen, emânen (uu), emaneten (uu), emenen dir. Manası, korkunun zıddı, emn-ü emân, güvenmek, emin olmak, korkmamaktır. îsm-i fâil'i, eminün emînün âminün gelir. Kelime beşinci babtan alındığı taktirde, ahdi muhafaza etmek, emânet edilen şeye hıyanet etmemek, güvenilir olmak manalarınadır.
İf âl babından manalarına gelince emân vermek, emin kılmak, bu manada kelimenin ism-i faili “mü'min” Allah'ın isimlerinden olup, kullarını zulümden, evliya ve itaat edenlerini azâbdan emin edici manasınadır. [527] Örfî manada kullanılan “îmân” kelimesi, inanmak ve tasdik etmek demektir. Zıddı, inanmayıp yalanlamak, tekzib etmek anlamına gelir. Tasdik eden, tasdik ettiğini tekzibten emin kılmış veya kendisi kizibten emin olmuş olur. îmân bu manalarda gibi bizzat geçişli olur.
Bununla beraber “ba” veya “lam” ile de geçişli olur gibi. “Ba” ile geçişli olduğu zaman itiraf manasını, “lam” ile geçişli olduğu zaman iz'an [528] ve kabul manasını içerir. Bunun “Ğaybe îmân ederler” ğaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut tasdik ettiklerini huzurda da , gıyapta da tasdik ve itiraf ederler demek olur. [529]
Tasdik etmek: Bir kimsenin sözünü gerçeğe nisbet eylemek yani gerçek söyledi demek, gerçeklemek ve onu doğru sözlü buldum demek ve sözünü kabul etmek demektir. Zıddı, yalanlamak ve yalana nisbet etmektir. [530]
Hamdi Yazır (ö. 1942), hakkında uzun açıklamalarda bulunduktan sonra “tasdik”i şu kısımlara ayırıyor: Tasdik ya kavlî ya da fiilî olur. Kavlî de biri kalbî diğeri lisanı olmak üzere iki türlüdür. Urfî lügat noktai nazarından tasdikin üç mertebesi vardır. Birincisi kalbî tasdiktir. İkincisi lisanı tasdiktir. Üçüncüsü fiilî tasdiktir. [531]
Bu hususta Râzî (ö. 606/1210)'nin görüşü de de özet olarak Şöyledir:
“Müslümanların dillerinde dolaşan îmân kelimesi Arapça'da tasdik anlamınadır. “Ba” harf-i ceriyle geçişli olduğunda ise tasdik manasında kullanıldığında ittifak hasıl olmuştur. [532]
İmanın ıstılah ve şer'i manası, Allah'ın varlığına, birliğine, yegane hâlık (yaratıcı ve tek ma'bud olduğuna, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Allah'ın kulu ve en son peygamberi olduğuna, başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere Hz. Muhammmed'in getirdiklerinin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak ve tasdik etmektir. [533]
İslâm âlimleri îmân teriminin şer'î manası üzerinde ihtilafa düşmüşlerdir. Her âlim kendi düşünüş ve kanâatine veya bağlı bulunduğu mezhebe göre bu mefhumu izaha çalışmıştır. İmanın terim (şer'i) manasına dair ileri sürülen görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
a- “İman Allah'ın varlığını, birliğini ve Hz. Peygamber'in haber verdiğ şeyleri kalben tasdik etmektir.” Hicri IV. asırdan itibaren ehl-i sünnet inancını devam ettiren Eş'ârilerin ve Mâturîdîlerin muhakkik âlimleri bu görüştedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'deki;
“Sen bize inanıcı değilsin” [534] âyeti bizi tasdik edici değilsin, manasınadır, denmiştir.[535] Ayrıca dilciler de Kur'ân'ın nüzulünden ve Peygamberimizin hadisleri vârid olmadan önce imanın tasdik mânâsına geldiğinde ittifak etmişlerdir. Allah Teâlâ ise yüce kitabında, Kur'ân-ı Kerîm'in arap dili ile indiğini çeşitli âyetleriyle bize bildirmektedir.[536] O halde Kur'ân'ın nazil olduğu dilde iman kelimesi tasdik mânâsında kullanıldığına göre iman kalbin tasdiki olmuş oluyor.
İmam el-Eş'ari'den (ö. 324/936) meşhur olan rivayet ile Kâdî Ebû Bekr el-Bâkıllânî (ö. 403/1013), el-Cüveynî (ö. 478/1085), İmam el-Gazzâlî (ö. 505/1111), eş-Şehristânî (ö. 548/1153) ve Seyfeddîn el-Âmidî (ö. 631/1233) bu görüştedir. Mâturîdiyye mezhebinin kurucusu İmam el-Mâturîdî (ö. 333/944) ile bu mezhebin muhakkik âlimlerine göre de iman kalbin tasdik ve kabulüdür. [537]
b- “İman kalbin marifeti olup, tasdik olmaksızın Allah'ı ve Hz. Peygamber'in haber verdiği şeyleri kalben bilmek demektir.” Cehm. b. Safvân (ö. 128/745)'in temsil ettiği Cehmiyye, Mürcîe'den Ebu'I-Huseyn es-Sâlihî (ö. 168/785), Râfızîlerin bir kısmı ile Eş'ârilerin mütekaddimîninden olan bazı kelâmcılar bu görüştedirler. [538]
c- “İman, iman esaslarını mücerred olarak dil ile ikrar etmektir.” Bu tarife göre kişinin kalbi ile tasdik etmemesi, bir takım vecibeleri yerine getirmemiş olması onun imanına bir engel teşkil etmez. Önemli olan dilin ikrar etmesidir. Mürcie ve Kerrâmiye mezhepleri bu görüştedir..
d- “İman, inanılması gereken şeyleri kalbin tasdik etmesi, lisânın da bunu söylemesidir.” İmam Ebû Hanîfe (ö. 150/767) ile Hanefî fikıhçilardan Fahru'l-İslâm el-Pezdevî (ö. 482/1089), es-Serahsî (ö. 490/1097) ve Hanefilerin cumhuru bu görüştedir.
e- “İman kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslâmın esası olan rükünleri işlemektir. “Bu tarife göre imanın üç rükünden meydana geldiği, amelin de imandan bir parça olduğu ortaya çıkmaktadır. Hariciler, Mu'tezile, Şîâ'dan Zeydiyye, İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam el-Evzâ'i (ö. 157/774), İmam eş-Şâfi'i (ö. 204/819), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 286/966), İbn Hazm (ö. 456/1064) ve İbn Teymiyye (ö. 728/1328) bu görüştedir. [539]
İmanı sadece dil ile ikrardan ibaret sayan Mürcie ve Kerrâmiye mezheplerinin dışında herkes îmân hadisesinin kalple ilgisini kabul etmişlerdir. Allah Teâlâ da îmân kelimesini Kur'ân'da zikrettiği heryerde onu kalbe izafe etmiştir. [540]
İmanın şartlarından kasdettiğimiz husus, inanılan şeyler cihetinden gerekli olan şartlar olmayıp, inananları sorumlu kılan vasıflar cihetinden lazım olan şartlardır. Bunlar da akıllı olmak ve baliğ olmak vasfıdır. [541]
Hidayetin birinci mertebesinde geçtiği üzere [542] “akıl” konusu, felsefede, dinde ve dini ilimlerde hakkında çok şey söylenen ve yazılan kavramlardan biri olarak görülmüştür. [543]
Bütün İslâm bilginleri aklı, insanın her türlü dini emir ve yasaklara uymakla mükellef tutulmasının temel şartı olarak görmüşler ve akıldan yoksun bulunanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyiceği görüşünde birleşmişlerdir. [544] Ayrıca kelamcılar, devrinin en akıllısı olmayı (fetânet sıfatını) peygamberlerin temel vasıfları arasında saymışlardır. [545]
İslâm âlimleri aklı, îmandan sonra en büyük nimet olarak görmüşler, âhireti kazanmaya vesile olması dolayısıyle büyük değer vermişlerdir. Kişiyi dünyada ve âhirette mutlu edecek hükümler naslarla belirlendiğinden akla düşen şey sadece bunları anlamaktır. Böyle olunca da akıl ilâhî hitabı anlamaya yarayan bir alettir, demişlerdir. [546]
Kur'ân terminolojisinde akıl, bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güç ile elde edilen bilgidir. [547] Kur'ân'da akıl kelimesi biri geçmiş diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırkdokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle akletmenin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur'ân'da akılla aynı anlama gelmese bile ona yakın bir mana ifade eden kalb (çoğulu kulûb) fuâd (çoğulu ef'ide) ve elbâb (tekili lüb Kur'ân'da geçmez) kelimelerinin kullanıldığı dikkat çekmektedir. Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü anlamına gelen bu kelimeler daha çok insanın derunî, vicdanî alemi ile ilgili gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılmışlardır. [548]
Kur'ân-ı Kerim;
“Ancak bilenlerin akledebileceğini söyler” [549]
“Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirler sağırdır, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden akledemezler” [550] der.
Halbuki “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır.” [551] buyurur. Müfessirlerimiz akletmeyi anlamak, anlayıp akıl erdirerek , yahut düşünüp akıl erdirerek, Allah'ın ayetlerini düşünüp ibret almak, manaları ile açıklamışlardır. [552] Allah'ın âyetlerini okumak, anlamak, düşünüp ibret almak için akıl şarttır. Aklın gereği de bunları yapmaktır.
Sonuç itibariyle, akıl dinde sorumlu olmanın temel şartı sayılmıştır. Dinde sorumlu olmanın bir diğer şartı da bülüğ çağına ulaşmış olmaktır. [553]
Sözlükte “ulaşmak” anlamına gelen buluğ, terim olarak çocuğun cinsî ve bünyevî ergenlik dönemine ulaşmasını ifade eder ve bu durumdaki kimseye de baliğ denir. Ergenlik devresi de diyebileceğimiz bulûğ sonrası dönem, kişinin çocukluktan çıkıp yetişkin insan özelliği kazandığı önemli bir hayat merhalesidir. Ergenlikten asıl maksat kişinin aklî ve ruhî yönden ergen olması ise de bunun tesbiti çok zordur ve ölçüsü de oldukça değişiklik göstermektedir. Ayrıca kişinin aklî ve ruhî gelişmesiyle biyolojik gelişimi arasında kuvvetli bir paralellik vardır. Bu sebeplerle buluğda “çocuğun fiilen veya hükmen biyolojik cinsi ergenlik kazanması” esas alınarak bazı yönleriyle üçüncü şahısları da ilgilendiren bu konuda açık ve objektif bir ölçü benimsenmiştir.
İslâm hukukçuları bulûğ için bir ön şart, iki de ölçü getirmişlerdir. Bulûğun ön şartı çocuğun belli bir alt yaş sınırına ulaşması olup bu da erkeklerde on iki, kızlarda ise dokuz yaşın tamamlanmasıdır. Bu sınır bulûğun asgari yaş sınırdır. Mecelle'nin de kaydettiği gibi [554] bu yaşa ulaşmamış çocuğun bulûğ iddiası dinlenmez. Diğer bir ifadeyle çocuğun bulûğuna ancak bu yaştan sonra hukuken imkân tanınır.
Bulûğun iki ölçüsünden birincisi ve aslî olanı fiilî bulûğdur; yani gerekli asgari yaş sınırına ulaşmış erkeğin ve kızın cinsî yönden fiilî ergenliğe kavuşmasıdır. Bunun da bünyeye, iklim vb. dış şartlara göre değişik yaşlarda olacağı açıktır. Mecelle'de;
“Hadd-i bulûğ ihtilâm ve ihbâl, hayız ve habil ile sabit olur” [555] denilerek erkek için ihtilâm olma ve baba olabilme, kız için hayız görme ve anne olabilme durumunun ölçü olduğu belirtilmiştir. Fakat kişinin bu bünyevî gelişimine dışarıdan muttali olma genelde pek mümkün olmadığından bulûğun tesbitinde, yukarıdaki alt yaş sınırına ulaşmış olan ve bünyesi de uygun bulunan çocuğun ikrar ve iddiası yeterli görülür. [556]
Bulûğ ile insan hem bedenen ve hem de ruhen belli ve yeterli bir asgari olgunluğa eriştiğinden kural olarak edâ (fiil) ehliyetini kazanmış olur. [557]
Bülüğ, kastedilen şeyin en son noktasına varmaktır. Bu mekan, zaman yahut belirlenen bir şey hakkında olur. [558] Konumuzla ilgili olan insanların terim olarak buluğ çağına ulaşmalarıdır. Bu husus Kur'ân'da da belirtilmiş;
“Yetimin malına yaklaşmayın, yalnız ergenlik çağına erişinceye kadar (onun malına) en güzel biçimde (yaklaşabilir, onu uygun tarda sarfedebilirsiniz)” [559] buyurulmuştur. Akıl ve buluğ sorumluluklar için şart koşulmuştur. Yoksa Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından akil olup da henüz baliğ olmamış olanların Allah nezdinde hiç bir değerleri yoktur gibi bir düşüncenin asla yeri yoktur. Allah yarattığı ve gelecekte büyük insan olacak olan çocuklara da büyük değer vermiş olduğunu Kur'ân'da açıklamıştır. [560]
Kelime ve kök itibariyle ayrı olan bu iki kavram, mana itibariyle iç içedirler. Dinde bazan ayrı, bazan birlikte, bazan da birbirlerinin yerine kullanılmakta olduğuna şahit olmaktayız. Bu iki kavram hakkında en özlü değerlendirmeleri en yetkili kaynaklara göre değerlendirelim.
Ebu Hanife (ö. 150/767) Fikhu'I-Ekber'de îman ve islâmı kısaca şöyle tarif etmektedir. İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmektir. İman ile İslâm arasındaki fark lügat nokta-i nazarındandır. İslâmsız iman olmaz, imansız İslam bulunmaz.
Bunun ikisi (yani İslâm ile İman) dış ile iç gibidir. Din, iman, İslâm ve bütün şer'i hükümlere verilen bir isimdir. [561] Râgıb (ö. 505/1109) ise, [562] İslâm lügatta sulha girmek, teslim ermek, teslim olmak gibi manalara gelir. İstılahtaki manası ise ikiye ayrılır:
1- İnanmadığı halde İslâm'ı kabul etmek,[563]
2- Kalpteki imanı itiraf ile beraber fiil ve davranışlarla da vefa göstererek (yani İslâm'ın esası olan rükünleri işlemek) kaza ve kadere boyun eğmektir. [564]
Cibril hadisi diye şöhret bulmuş olan hadiste de Peygamber Efendimiz iman, İslâm ve ihsan mefhumlarının birbirinden farklı üç kavram olduğunu söylemiştir. Ebu Hureyre (ö. 59/679) şunları anlatıyor:
“Resûlüllah (s.a.v) bir gün insanlarla beraberken, bir adam (bu şahsın Cebrail (a.s.) olduğu hadisin sonunda Peygamberimiz tarafından açıklanmıştır) kendisine gelerek,
“İman nedir?” diye sordu. Resûlüllah da;
“İman; Allah'a, meleklerine, Allah'a kavuşmaya, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye inanmak demektir”, cevabını verdi. Bunun üzerine o şahıs;
“İslâm nedir?” dedi. Resûl-i Ekrem de cevaben;
“Allah'a ibadet etmen, O'na şirk koşmaman, namazını kılman, farz olan zekâtı vermen, ramazan ayında oruç tutmandır”, karşılığını verdi. Aynı kişi;
“İhsan nedir?” diye bir soru yöneltti. Hz. Peygamber de:
“Allah'a, Onu görüyormuş gibi, ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmüyor olsan da O seni görüyor” [565] buyurdu. Bu hadiste açıkça görüldüğü gibi Hz. Peygamber, iman, İslâm ve ihsanı değişik şekillerde tarif etmiş, birbirlerinden farklı mefhumlar olduklarını ortaya koymuştur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Abdullah b. Ömer'den (ö. 73/692) rivayet edilen bir hadislerinde şöyle buyururlar:
“İslâm beş şey üzerine bina olundu. (Bu beş şey) “Allah'tan başka ilâh yoktur. Hz. Muhammed O'nun elçisidir.” demek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek, ramazan orucunu tutmaktır.” [566] Bu hadiste de Hz. Peygamber:
“Allah'tan başka ilah yoktur. Muhammed O'nun elçisidir.” diye şehadet etmeyi, yani iman etmeyi İslâm diye isimlendirmiştir. Bu bilgilerin ışığı altında mü'min ile müslim arasında bir ayırım yapılamaz. Mü'min olan herkes müslim, müslim olan da mü'min olmaktadır. [567]
ez-Zebidi (ö. 1205/1791) iman ile İslam'ın bazen eşanlamlı, bazen de farklı manalarda kullanıldığını söyleyerek [568] îmân ile İslâm'ın müteradif kavramlar olduğunu savunanların fikirlerini şu şekilde açıklığa kavuşturur:
“İslâm teslimiyet demektir. Teslimiyet ya kalben olur ki, bu kat'î inanç demektir. Yahut lisanla olur ki, bu da ikrardır. Yahut da organlarla olur. Bunlar da ibadetlerdir. Bu üç şeklin en faziletlisi kalble olanıdır ki, o da iman diye isimlendirilir. İmanın İslâm mânâsına yorumlanmasına gelince, bu da İslâm'ın kalbin teslimiyeti olarak kabul edilmesidir. Amel ve söz ise kalbte gizli olan teslimiyetin neticesi ve semeresidir. Bazen ağaç denince, ağacın kendisi kastedildiği gibi meyvesi de kastolunur. Bunun gibi İslâm denince, imanın kastolunduğu da görülmüştür.” [569]
İmam el-Mâturidi (ö. 333/944) bu konuda:
“Her ne kadar kitap ve sünnette iman ve islâm birbirinden ayrı olarak zikredilmişse de hakikatte iman ile İslâm aynı mânâda kullanılır. Zira bütün mezhebler İmandan çıkanın İslâm çizgisinden çıkmış olacağında ittifak etmişlerdir.” Der. [570]
Kur'an'da kulun (insanın) iman etmesini, Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından çok önemli bir merhale olarak görüyoruz. Çünkü kul (insan) imanı sayesinde ya yaratanı ile ilişkisini sürdürecek ebedî hayatı ve saadeti kazanacak [571] ya da herşeyini kaybedecektir. [572] Kur'an özel manada “müttakîler” [573] için “rehber” olurken genel manada ise “bütün insanlar için rehber olmuştur” [574] Bilindiği gibi Kur'ân'ın sadece inananlara hitap etmediğini, inananların dışında hangi duygu ve düşüncede ve hangi din ve inançta olursa olsun, bütün insanlara da çağrıda bulunduğunu,[575] Allah'a, Rasûlüne, Kur'ân'a, âhirete ve inanılması lâzım gelen dîne ve dinin esaslarına îmâna davet ettiğini görüyoruz. Bu davetini de gerçeklere dayandırdığını, bunun için de âyetler, [576] beyineler,[577] bürhanlar, [578] sultanlar, [579] huccetler, [580] ileri sürdüğünü görüyoruz.
Bunların birbirlerinden farklı manaları bulunsa da müşterek manalarından biri de delil manasınadır. Kur'ân davetini delillere dayandırmaktadır. Akılları, ayetler (deliller) ile irşad ederek îmana davet etmektedir. [581] Kanaatimizce bu âyetler (deliller) bir taraftan henüz iman etmemiş olanlardan bir kısmının imanına vesile olurken, diğer taraftan da bir kısım iman sahiplerinin imanlarına dayanak olmaktadır. Ve bîr kısım mü'minlerin imanlarını bu delillere dayandırmış olduklarını ve îmânın bu aşamasına “tahkîkî iman” denmiş olduğunu görüyoruz. [582] Halbuki Kur'ân'da îmânın bu aşamasından sonra îmanın keyfiyeti ile ilgili şühûd, îkân, yakîn, sekînet, itminan, maiyyet, kurbiyyet, muhabbet ve velayet gibi bazı kavramların varlığına dolayısıyla bu kavramlarla ilgili îmanın bir takım safhalarının mevcut olduğuna şahit oluyoruz. Bu safhaları sırası geldikçe açıklamaya çalışacağız.
İmanın delillere dayanan aşamasına “imanda deliller safhası” adı verilmektedir.
Bilindiği gibi îmânın başı Allah Teâlâ'ya imandır. Allah'ın varlığına ve birliğine inanmadan, O'nun kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, âhiret gününe inanmak gibi, îmân esasları söz konusu dahi olamaz. Zira Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine iman, iman akidesinin esasını teşkil eder. [583]
Allah Teâlâ'nın varlığına iman, herşeyden önce bir bedahet ve bir sezgi meselesidir. İnsanın, Allah'ın varlığı ve zâtının hakikatine dâir yakîn derecesinde bir sezgisi vardır. Bu sezgi kâinatın akla sığmaz enginliği ve mükemmelliği ile insanların hizmetinde oluşuna dayanmaktadır. Çünkü evren bir taraftan insanlara hizmet ederken, diğer taraftan kendisini ancak sonsuz kuvvet ve kudret sahibi bir varlığın yaratmış olabileceğine işaret etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın varlığının delilleri, insanları ikaz ve onlardaki zaruri marifeti ispat için irad olunmalıdır. Nitekim peygamberlerin gönderilmesi de bu maksada yöneliktir. Kur'ân-ı Kerîm inkâr fikrini tasrih etmeksizin ve bazen de inkâr edenlerden bahsetmeksizin Allah'ın varlığını bildiren delilleri serdetmeye önem vermiştir. Esasen bu husus insan için bilinmesi tabii yani zaruri ve bedîhİ bir hadisedir. Fıtratı bozulmamış insan, genellikle her yerde ve zamanda yaratan Allah'ı kabul ve tasdik etmiştir. İnsanın zaruri olarak bildiği hususlardan biri de, herşeyin, onu meydana getiren bir sebebin olduğudur. İnsan bu kâinatı müşahade edince bunun rastgele meydana gelemeyeceğini düşünüp bir Yaratıcıya iman etmiştir. Bu hususta câhil, bilgin, çocuk, yaşlı müsavidir. Bu konuda insanlık arasında farklı bir görüş yoktur. Hatta inatçı müşriklerin bile O'nun varlığını ikrar ve itiraf etmek mecburiyetinde kaldıklarına şahit oluyoruz. [584] Nitekim aşağıdaki âyetlerde haber verilmiştir.
“Andolsun onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim sizin yararınıza boyun eğdirdi? desen, Allah derler,” [585] Yine;
“Onlara, kendilerini kim yarattı diye sorsan, elbette Allah derler.” [586] Ve;
“Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette çok üstün ve çok bilen Allah yarattı diyecekler.” [587] Yine onlara;
“Biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir diye sorsan, Allah'ındır diyecekler. Yedi göğün Rabbi ve büyük arşın Rabbi kimdir desen, bunlar Allah'ındır diyecekler. Biliyorsanız söyleyin, herşeyin melekûtu (mülkü ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollanmaya muhtaç olmayan kimdir? diye sorsan, her şeyin yönetimi Allah'a aittir diyecekler.” [588]
“Şüphesiz her şeyde O'nun için bir âyet (delil) vardır ki O birdir” [589].
“Öyle iken “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?” [590]
Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe ha? “Göklerin ve yerin melekût'una (Allah'ın gökler ve yerdeki hakimiyet ve kudretine) [591]
“Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bak(ıp ibret al)madılar mı? Peki buna inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar.” [592]
“O'nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılmasıdır” [593]
“O Allah ki gökleri görebildiğiniz bir direk olmadan yarattı.” [594]
“Üstlerindeki göğe bakmadılar mı? Onu nasıl bina ettik, süsledik, hiç bir çatlağı yoktur.” [595]
Bilindiği gibi Allah Teâlâ'nın kuvvet ve kudretine işaret eden, gökler, göklerdekiler, güneş, ay, dünya, gece ve gündüzün sürekli değişimi, rüzgârlar, yağmur, su, bitkiler, hayvanlar vb. [596] konularla ilgili olarak Kur'ân'da pek çok âyet vardır. Bunlardan bir kısmını örnek olarak vermek istiyoruz.
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine ) deliller vardır.” [597]
“Baksanıza, eğer Allah, üzerinize geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa Allah'tan başka size ışık getirecek tanrı kimdir? (Söyleyin), işitmiyor musunuz? Baksanıza, eğer Allah, üzerinize gündüzü, kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'tan başka, size dinleneceğiniz geceyi getirecek tanrı kimdir? Görmüyor musunuz? Rahmetinden dolayı sizin için geceyi ve gündüzü var etti ki, geceleyin dinlenesiniz ve (gündüzün) Allah'ın Îütfunu arayasınız ve (Allah'ın nimetine) şükredesiniz.” [598]
“O Rab ki yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile Allah'a eşler koşmayın.” [599]
“O'dur ki, size gökten su indirdi. Onunla her çeşit bitkiyi çıkardık, o bitkiden bir filiz çıkardık, ondan da birbiri üzerine binmiş döneler; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; zeytin ve nâr (bahçeleri) çıkarıyoruz. (Bunların) kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Her birinin meyvesine bakın: Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman. Şüphesiz bu size gösterilenlerde, inananlar toplumu için elbette çok ibret vardır” [600]
“O'dur ki arzı (yeri) uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti, orada her meyveden iki çift (erkek-dişi) yarattı. Geceyi igündüzün üzerine örter. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için âyetler vardır. Arzda birbirine komşu kıt'alar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır; bunların hepsi bir su ile sulanır ama, ürünlerini birbirinden üstün yaparız. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için âyetler vardır.” [601]
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimelerde de işaret edildiği gibi göklerdeki esrarengiz nizam ve ahenk, gece ve gündüzün sürekli muntazaman değişmesi gökten su indirilmesi (yağmur yağması) sonucunda yerdeki bitkilerin ve hayvanların varlığının İnsan için önemi ne kadar büyüktür. Gece ve gündüz değişmese, ‘gökten su inmese’, bitkiler olmaz, hayvanlar olmaz. İnsanlar için rızık olmaz ve hayat olmaz. Rüzgarlar ve rüzgarların meydana geldiği hava, insanların en fazla ihtiyaç duydukları şeydir. Allah, en fazla ihtiyaç duyulanı en bol yaratıp en kolay elde edilen kılmıştır. Suya olan ihtiyaç havadan sonra ve gıdadan önce gelir. Havadan sonra en bol olanı sudur.Gıda ise sudan sonra ihtiyaç duyulandır. Buna rağmen gıdayı elde etmek sudan daha zordur. Gıdalardan sonra ihtiyaç duyulan şeyler ilaçlardır. Bunları temin etmek ise daha zordur. Böylece en çok ihtiyaç duyulanı en kolay, en az ihtiyaç duyulanı da en zor temin etmek, Allah'tan kullarına bir rahmettir. Yağmur yüklü bulutların hava boşluğunda durmaları tabiata aykırı bir durumdur . Allah, rüzgarlarla tonlarca su taşıyan bulutlan emre âmâde kılmıştır. [602]
Bu ayetlerden herbiri başlı başına büyük olaylardır. Yine de bu deliller “Akleden kimseler içindir” buyrularak, akledenlere tahsis edilmiştir. [603]
İlahi kudretin varlığına, birliğine işaret eden âyetlerden bir kısmı da şöyledir:
“Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı (vakitlerin bilinmesi için) birer hesap (ölçüsü) yapmıştır. Bu, o üstün ve bilen (Allâh)ın takdiridir.” [604]
“O Allah ki geceyi, durmadan kovalayan gündüzün üzerine bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O'dur). iyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Alemlerin Rabbi Allah, ne uludur.” [605]
“Güneşi ziya, ay'ı nur yapan: yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için aya (dolaşma) konaklar(ı) düzenleyen O'dur. Allah, bunları (boş yere değil), gerçek ile (hikmeti uyarınca yaratmıştır. Bilen bir kavim için âyetleri açıklamaktadır.” [606]
“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay'ı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O'nun emriyle (size) boyun eğdirilmiştir. (Varlıkların hepsi sizin yaşamanız, beslenmeniz için ayrı ayrı hizmet etmektedir.) Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır. Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki (hayvanları, bitki)leri de (sizin hizmetinize verdi.) şüphesiz bunda öğüt alan bir toplu için ibret vardır. O, denizi (hizmetinize) verdi ki ondan taptaze et yiyesiniz ve ondan kuşanacağınız süsler çıkarasınız. Görüyorsun ki gemiler, denizi yara yara akıp gitmektedir. Allah'ın lûtfunu aramanız ve O'na şükretmeniz için.” [607]
“Allah, gökten bir su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti, şüphesiz bunda işiten bir millet için ibret vardır. Hayvanlarda da sizin için ibret vardır. Size onların karınlarından, fışkı ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiyorsunuz. Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden de güzel rızık elde edersiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibret vardır. Rabb'in bal arısına şöyle vahyetti: dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin! Sonra her çeşit meyvelerden ye de Rabb'inin yollarında boyun eğerek yürü! Onun karınlarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki onda insanlara şifâ vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir millet için ibret vardır.” [608]
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Kur'ân'in en büyük gayesi Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini kuvvet ve kudretini iyice anlatmak, izah etmek ve zihinlere yerleştirmektir. İşte buhdan dolayı Allah çok defa insanlara merhametin ve ulûhiyyetin delillerini zikreder. Göklerden, göklerdeki gezegenlerden, yıldızlardan ay ve güneşten, sonra yerden, dünyadan, insanlardan, hayvanlardan, bitkilerden, hayatın devamını sağlayan sudan, yağmurdan bahseder. Sonra da şüphesiz bu âyetlerde;
“Düşünerek dinleyen kimseler için delil vardır.” [609] buyurur. Şüphesiz hayvanların yaratılışlarında size yaptıkları hizmetlerde ve size sağladıkları yararlarda da ibret vardır. Size onların karınlarındakilerden içiriyoruz. Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından, kendisine kan ve gübrenin karışmadığı halis bir süt ki içenlerin boğazından kolaylıkla geçer. Gerek insanlarda ve gerekse hayvanlarda alınan gıdaların bir kısmı gübre olurken bir kısmından kan ve süt elde edilmesi elbette ilahi kudretin mucizelerindendir. İlahi kudretin mucizelerinden birisi de arıya bal yapma yeteneğini vermesidir. Arıların hilkatleri, çalışmaları ve bal yapmaları ve hayvanların ürettiği ürünlerin yanında bitkilerin bağların, bahçelerin ürettiği sebze ve meyvelerde de ibretler vardır. Yalnız bu ibretler akledenler ve ibret almak isteyenler içindir. [610]
İnatçı inkarcıları ilzam eden âyetlerden birisi de şudur;
“Yahut gökleri ve yeri kim yarattı? Size gökten su indirdi de onunla sizin, bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdik. Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır, onlar (haktan) sapan bir kavimdir. Yahut şu dünyâyı durulacak yer yapan, arasından ırmaklar çıkaran, üstünde sağlam dağlar yaratan ve iki deniz arasında bir perde koyan kimdir? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hayır çokları bilmiyorlar.” [611]
Şüphesiz ki engin ve uçsuz bucaksız genişliği, seyr eden ve etmeyen sabit yıldızları ve deveran eden felekleri ile göklerin yaratılışında, inişli, çıkışlı dağı, gölü.denizi ve ırmakları ile, ovası,verimli verimsiz arazîsi ve pek çok madenleri ile yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca devam edişinde âyetler vardır;
“Ay'a erişmek güneşe düşmez, gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler.” [612] Bazan gece kısalır, gündüz uzar. Bazan da gece uzar gündüz kısalır. Bazan gündüz geceden, bazan da gece gündüzden ödünç alır.
“Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar.” [613]
“İnsanlara yararlı şeylerle denizde akıp (giden) gemilerde”. Gemilerin taşınması için, insanların faydalanmasına vesile olan denizin musahhar kılınmasında “Allah'ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda” âyetler vardır. “Ölü toprak, onlar için bir âyettir. Biz o ölü toprağı diriltir ve ondan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var ederiz. Aralarında pınarlar fışkırtırız. Onun ve elleriyle yaptıklarının ürünlerinden yesinler diye. Hâlâ şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden ve kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah) Sübhân'dır.” [614] Her türlü canlıyı yerde yaymasında değişik şekillere, renklere faydalarına, küçüklüklerine ve büyüklüklerine rağmen hepsini ki Allah bilir ve rızıklandırır. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. "Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah'a aittir. O, canlıların duracak yerlerini , emaneten bırakıldıkları yerlerini de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” [615] buyurulmuştur.
“Rüzgarların değişmesinde” bazen rahmet bazen azb getirmesinde, bazen bulutları toplayıp, bazen dağıtmasında, gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutta bütün bunlarda elbette akleden bir kavim için âyetler vardır.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün biribiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesizki âyetler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken, Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz Sen bunu boşuna yaratmadın. Tenzih ederiz Seni. Bizi ateşin azabından koru derler.” [616] Akleden bir kavim için bütün bunlarda Allah'ın vahdaniyetine açık deliller vardır. [617]
“O'nun âyetlerinden (gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz. O(nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O'nun lütfundan (nasibinizi) aramanızdır. Şüphesiz bunda, işiten bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size, korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda, aklım kullanan bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de göğün ve yerin O'nun buyruğuyla durmasıdır. Sonra sizi yerden bir tek davetle çağırdığı zaman bir de bakasınız ki çıkıyorsunuz. Göklerde ve yerde bulunan kimseler hep O'nundur, hepsi O'na itaat etmektedirler.” [618]
“Ey insanlar, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da gerçekten çevriliyorsunuz?” [619]
“Allah “Göğü yükseltti ve (gök cisimleri arasındaki denge ve nizamı) mîzânı koydu.” [620]
"Görmediler mi ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık da kendileri onlara mâlik olmaktadırlar. Onları kendilerine boyun eğdirdik, onlardan bazıları binekleridir, ve onlardan bazılarını da yerler. Kendileri için onlarda daha birçok yararlar ve içecekler var. Hâlâ şükretmiyorlar mı? [621]
O'nun âyetlerinden biri de şudur:
“Sen, toprağı, boynu bükük görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir.” [622]
“Orada (dünyada) yüksek yüksek dağlar meydana getirmedik mi? Ve size tatlı su(Iar) içirmedik mi?” [623]
“Arzı (yeri) bir beşik gibi yapmadık mı? (Arzda) dağları birer kazık (gibi) (yapmadık mı?) ve sizi çift çift yaratmadık mı? Uykunuzu dinlenme yapmadık mı? Geceyi (karanhğıyla sizi örten) bir elbise, gündüzü de geçim(iniz için çalışıp kazanma) zamanı yapmadık mı? Üstünüze yedi sağlam gök bina etmedik mi? Ve orada parıl parıl parlayan bir lamba yapmadık mı? Sıkışan bulutlardan şarıl şarıl su indirmedik mi? Ki onunla dâneler ve bitkiler çıkardık. Ve (ağaçları) birbirine sarmaş dolaş bahçeler yarattık.” [624]
Allah Teâlâ bir taraftan ulûhîyetinîn delillerini beyan ederken diğer taraftan da ba'si ve haşri inkar edenlerin şüphesini gidermek için kendisinin herşeye kadir ve herşeyi yaratmaya muktedir olduğunu ortaya koymak için yarattığı şeylerin ilginçliğine dikkat çekmektedir. [625]
Bu geniş kâinatın her tarafını ihata eden, akıllara durgunluk veren tasvirleri ve sahneleri bir arada topluca gözler önüne seren bu beyân tarzında ibare ve lâfızların bir noktada toplanışı hislerde derin ve fevkalâde te'sîrler bırakmaktadır. Bir bakıma kesilmeden devam eden tokmak darbelerini andırır. Muhataplara yöneltilmiş istifhamlar ise dilde bir şeyi kuvvetlendirme yolu olarak kullanılmaktadır. Burada da kastedilen mânâ budur. Sanki kuvvetli bir el, gafilleri durmadan sarsıp durmaktadır. Onların kalb ve gözlerini, kendilerine sunulan ve gerisinde tedbîr, takdir, yaratma ve öldürdükten sonra tekrar diriltme kudretinin, mahlûkatı hesapsız, cezasız, başıboş bırakmayan hikmetin bulunduğu hâdiselere ve kâinata çevirmektedir.
“Yeryüzünü bir beşik, dağları da onun için birer direk kılmadık mı?” üzerinde her türlü hareket etmeye elverişli olan, beşik gibi insanları içinde muhafaza etmektedir. Her iki mânâ birbirine yakındır. İnsan için hangi medeniyet ve bilgi çağında olursa olsun bu elle tutulur, gözle görülür bir hakikattir. Yeryüzünün bu şekilde olduğunu anlamak için şüphesiz derin bir bilgiye ihtiyâç da yoktur. Dağların kazıklar ve direkler halinde olduğu görülmektedir. İbtidâî insan dahi bunu bilir. Her ikisine de ilk bakışın ruhlarda bıraktığı tesirler hiç şüphesiz bu şekildedir.
Yalnız ne var ki işin hakikati, ibtidâî insanın ilk nazarda hissettiğinden ötede daha ötede daha büyük ve daha etraflı bir mâhiyet arzetmektedir. Hiç şüphesiz bu kâinatın mâhiyetine ve geçirdiği merhalelere âit insan bilgileri arttıkça işin hakikati gözünde daha da büyümekte, gerisinde bulunan büyük ilâhi takdiri, son derece ince ve hikmetli tedbîrleri ve bu varlığın cüz'leri ve birbirlerine olan ihtiyaçlarındaki intizâmı idrâk etmektedir. Yeryüzünün insan hayatına elverişli olarak bir yuva şeklinde hazırlanması insanın da burasını bilgi ve tecrübeleriyle ıslâh etmek için çalışması, üzerinde durulacak hâdiselerdendir.
Allah Teâlâ'nın yeryüzünü yaşamak için elverişli kılması, bu zahirî varlığın gerisinde güçlü ve müdebbir bir varlığın bulunduğuna şüphe götürmez bir delildir.
Allah Teâlâ, dağları da kazıklar kıldı. İnsan bu hakikati, şekil bakımından göze göründüğü gibi idrâk eder. Bu haliyle cadıdan yerli yerinde tutan kazıklara benzemektedir. İşin hakîkatına gelince Kur'ân'ın bize öğrettiği ve bizim ondan anladığımız, dağların, yeryüzünü sabit tuttuğu ve onun muvâzenesini bazen denizlerin çukurları ile dağların yüksek tepeleri arasında, bazen yeryüzündeki kıvrımlarda bazen de dağların muayyen noktalardaki ağırlıkları sebebiyle zelzelelerin, şimşeklerin ve yer sarsıntılarının yapacağı tahrîblere mâni oluşunda müşahede etmekteyiz. Bazen de henüz keşfedilmeyen diğer sebeplerle olabilir. Nice meçhul kanunlar ve hakîkatlar var ki, Kur'ân-ı Kerîm onlara işaret etmiş bulunmaktadır. Fakat insanoğlu bunların bir kısmına ancak yüzyıllar sonra ulaşabilmektedir.
Dikkatlerin çekildiği ikinci nokta ise, muhtelif yönleri ve hakîkatlarıyla bizzat insan varlığıdır:
“Sizi çift çift yaratmadık mı?”
Bu hakikat o kadar açıktır ki, insanoğlu bunu da açık bîr şekilde kolaylıkla anlayabilir. Allah insanı dişi ve erkek olarak yaratmıştır. Bu nev'in hayatını ve devamını da iki ayrı cinsin farklılığı ve birbirleriyle olan münâsebetine dayalı olarak vâr etmiştir. Her insan bu açık hakikati idrâk edebilmekte, derin bir bilgiye muhtaç olmadan da bunların ötesinde bir rahatlık, bir lezzet, bir huzur ve bir değişikliğin bulunacağını hissedebilmektedir. İşte bu sebeple Kur'ân, insanoğluna bunları duyurmakta, o da hangi durumda olursa olsun, bunları düşünmeye yöneldiğinde, işi anlamakta ve te'sîri altında kalmaktadır. Bunların hepsinde de gaye, nizâm ve bir takdirin bulunduğunu anlamaktadır.
Bu hakikatin kıymet ve derinliğine dâir kapalı anlayışın ötesinde diğer düşünülmeye değer noktalar da bulunmaktadır. İnsanoğlu bilgide ve tecrübelerde ilerledikçe bunları da anlayabilmektedir. Düşünülmeye değer noktalardan biri, Allah Teâlâ'nın bir damla nutfeden görünüşte bir fark olmaksızın hem erkek hem de dişi yaratmasıdır. Aynı nutfenin biri erkek, diğeri de dişi olmaktadır. Bunu ancak yaratıcı kudretin irâdesine, O'nun gizli kudretine, ince hesaplarına her bir nutfe için takdirine bağlamak gerekir. Yarattığı bu çiftler sayesinde hayat gelişecek ve yükselecektir.
“Uykunuzu dinlenme vakti kılmadık mı? Geceyi bir örtü yapmadık mı? Gündüzü çalışma vakti kılmadık mı?”
Uykuyu dinlenme vakti yapması da Allah Teâlâ'nın beşeriyet için kıldığı tedbirlerden biridir. İdrâk sahibi insanları bir müddet için idrâkten ve duyarlıktan alıkoymakta, onları ölümle hayat arası bir durumda bırakmaktadır. Gündüzleri binbir meşakkat ve mücâdele içinde yorulan vücudları ve sinirleri bu yolla dinlendirilmektedir. Bu olanların hepsi insanın mâhiyetini anlamaktan âciz olduğu, irâdesinin de içinde bulunmadığı hayrete değer bir yolla olmaktadır. Uyku halinden uyanıklığa, uyanıklıktan uykuya nasıl geçtiğinin farkında bile değildir. Uyku halinde iken bir düşünce ve duyarlık ta bahis mevzuu değildir. Bu, hiç şüphesiz canlıların yaratılışlarındaki sırlardan bir sırdır. Bu sırrı ancak onu yaratan ve ona bu sırrı veren bilir. Canlının hayatı da buna bağlı olup hiç bir canlı yoktur ki uykusuz hayatını devam ettirebilsin. Uykusuzluğa dayanabilmek ancak muayyen bir zamana bağlı kalabilir. Uykusuz kalmaya mecbur olan bir canlının sonunda ölüme mahkûm olacağı muhakkaktır.
Uykuda vücûd ve sinirlerin ihtiyâcı hâricinde bir takım sırlar da bulunmaktadır. O ruha çok şiddetli hayat mücâdelesi sonunda bir sükûnet bahşeder. Öyle bir sükûnettir ki, insanoğlu bir müddet için -ister istemez- silâh ve kalkanını bırakmaya ve kendisini sulh ve sükûnete teslime mecbur olur. Her ferd suya ve ekmeğe muhtaç olduğu kadar bu sükûnete de muhtaçtır. Gözleri kapayan bu uyku hali yorgun ruhlarda, yıpranmış sinirlerde, huzursuz nefislerde, titreyen gönüllerde bazen mucizevî te'sirler meydana getirmektedir. Birkaç dakikayı dahi geçmeyen bu uyku hali ferdin varlığında tâm bir inkilâb yapmakta, gücünde, ruhunda tam bir yenilenme meydana getirmektedir. Uyandığında tam manâsıyla hafiflemiş olmaktadır. Bu mucizenin varlığını Bedir'de Uhud'da savaşan Müslümanların halinde bütün açıklığı ile görmekteyiz. Bu sayede Allah Teâlâ onları yeniden güçlendirmiştir. Şu âyetlerde bunu beyân buyurmaktadır.
“Hani O, size kendi katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırmıştı.” [626]
“Kederden sonra, bir takımınızı kendinden geçirecek huzur ve emniyet indirdi.” [627] Aynı haller, birçok kimseler için de zaman zaman olmuştur. İşte âyette geçen bu hali canlıların uyku yoluyla yaratılış zaruretlerinden bir zaruret olarak idrâkten ve hareketlerden kesilmek mânâsına kullanılmaktadır. Yaratıcı kudretin sırlarından bir sır, Allah'ın nimetlerinden bir nimettir ki bunu ondan başka vermeye kimsenin gücü yetmez. Buna Kur'ân'ın beyân buyurduğu tarzda bakmak, kalbe onun kendine mahsûs hususiyetlerini ve onu yaratılışına yerleştiren eli, üzerinde derin derin düşünüp ibret almayı hatırlatır.
Yine Allah Teâlâ'nın tedbiri cümlesinden bir de, kâinatın hareketini canlıların hareketine uygun tarzda kılmış olmasıdır. Nitekim insana, işten ve hareketten sonra dinlenmeyi ve uyku halini bahsetmiştir. Kâinata da geceyi, istirâhatin ve uykunun tâm olabilmesi için örtücü bir elbise halinde koymuştur. Gündüzü ve hareketlerin ve kazançların tâm olabilmesi için aydınlık olarak yaratmıştır. Böylece mahlûkâtı ile kâinat arasında bir ahenk ve uygunluk mevcûd olagelmiştir. Bu âlem, her bakımdan canlıların yaşamasına uygun bir tarzda yaratılmıştır. Canlılar da hareket ve ihtiyâçlarında kâinatın özelliklerine ve kanunlarına uygun bir tarzda yaratılmışlardır. Bu iki halin uygunluğundan da bunları yaratan ve çok ince bir tarzda uygunluk sağlayan bu kudretin bedîî bir hakikati ortaya çıkmış olmaktadır. [628]
Gecenin karanlığı ile insanları sanki bir elbise gibi sarıp kuşatması, gündüzün geçim vesilesi yapılması, göklerin yaratılması, güneşin ısı ve ışık kaynağı olarak insanlara hizmete âmâde kılınması, yağmur yüklü bulutların yaratılması, onlar vasıtası ile tonlarca suyun başka bölgelere taşınması, o bulutlardan şakır şakır suların dökülmesi, o sularla taneler, nebatlar, sarmaş dolaş olmuş bahçeler ve bağlar yaratılması hep ilahi kudretin delilleri olarak zikredilmişlerdir. [629]
“Kahrolası (kâfir) insan, ne kadar da nankördür! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Nutfe (sperm)den. Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolu (ana karnından çıkmasını) kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü, kabre koydurdu. Sonra dilediği zaman onu diriltip kaldırdı Hayır, insan, O'nun kendisine emrettiğini yapmadı. İnsan şu yiyeceğine baksın. Biz suyu iyice döktük. Sonra toprağı güzelce yardık da, orada bitirdik: dâne, üzüm, yonca, zeytin, hurma, iri ve gür bahçeler, meyoa ue çayır; sizin ve hayvanlarınızın geçimi için.” [630]
Allah Teâlâ Kur'ân'da âyetlerini bir bir beyan etmektedir ki böylece insanlara, ufuklarda ve kendi canlarında mevcut olan âyetler açıkça anlaşılsın ki o (Kur'â)n'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. [631]
Düşünüp ibret almak isteyenler için yukarıda geçen âyetlerde ve âyetlerin işaret ettiği her varlık ve olayda elbette O'nun varlığına, birliğine, kuvvet kudretinin azametine, işaret eden bir âyet (delil) vardır. Böyle iken inanmak istemeyip de inat ve küfürleri ile başbaşa kalmak isteyenler vardır. [632]
Allah'ın âyetlerinden ibret alıp iman edenlere gelince onlar imanlarına dayanak olarak bu âyetleri düşünürler, ibret alırlar, iman ederler.
“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. “Rabb'imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru! Rabb'imiz sen birini ateşe soktun mu, onu perişan etmişsindir, zâlimlerin yardımcıları yoktur. Rabb'imiz, biz, Rabb'inize inanın diye îmana çağıran bir dâvetçi işittik, hemen inandık. Rabb'imiz, bizim günâhlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört. Canımızı iyilerle beraber al. Rabb'imiz bize, elçilerine va'detiğini ver, kıyamet günü bizi rezîl, perîşân etme. Zîrâ sen verdiğin sözden caymazsın!
Rab'leri onlara karşılık verdi: Ben, sizden erkek kadın, hiç bir çalışanın işini zayi etmeyeceğim.” [633]
Kur'ân'da âyetleri düşünüp îmân edenlere müjdeler verilmesinin yanında imanla ilgili “îkan” “yakın”, “şühûd” gibi başka kavramlara da şâhid oluyoruz. İmanın bu kavramlarla ilgili olan safhasına “îmânda yakîn safhası” adı verilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in Fatiha'dan sonra Bakara süresinin hemen en başında dikkatimizi çeken bir hususu müşahede ediyoruz.
“Elif lam mîm. İşte o kitap (Kur'ân) kendisinde hiç şüphe yoktur. Muttekîler [634] için yol göstericidir. Onlar ki ğaybe inanırlar. Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar. Sonra sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Âhirete de kesinlikle iman ederler.” [635]
Kur'ân'ın kendisinde asla hiçbir şüphe olmadığı, muttakîler (yani takva sahibi mü'minler) için hidâyet olduğu vurgulandıktan sonra o takva sahibi mü'minlerin bazı vasıflan beyân ediliyor. Onlar önce “ğaybe” iman ediyorlar. Sonra iman esaslarından biri olan âhirete iman konusunda “yakin”e eriyorlar. Önce ğaybe iman, sonra yakîne ermek kavramları dikkat çekmektedir. Öyle ise önce “ğayb” nedir? İmanda ğayb nedir? Sonra ğayb'in karşılığı olan şühûd nedir? Bunlarla ilgili açıklamalar nelerdir? Bunlara bir göz atmamız gerekmektedir. [636]
Bilindiği gibi varlıklar ve gerçekler sadece müşahede olunanlardan ibaret sayılmamaktadır. Şühûd'un ötesinde bir de ğayb âleminin varlığı kabul edilmekte, hatta şühûd âlemi, ğayb âleminin aysberg'i gibi düşünülmektedir. Gayb, gözden gizlenip kaybolan şey, demektir. Fail manasında mastardır. Güneş kayboldu. Gözden kayboldu, cümlelerinden de anlaşıldığı gibi, senden gizlenen herşey demektir.[637] “Gayb, ğaybet ve ğıyab manasına masdar veya gâib manasına isim ve sıfat olmakta, lisanımızdaki ğaybettim, ğayboldu tabirleri yerinde ve doğru kabul edilmektedir. İki türlü “ğayb” vardır, denmiştir. Birisi, hiçbir delili bulunmayan gâiblerdir ki bunları ancak Allâmülğuyub olan Allah bilmektedir.
“Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilemez. (O) Karada ve denizde olan herşeyi bilir. Düşen bir yaprak, ki mutlaka onu bilirlerin karanlıkları içinde görülen dâne, yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitab'da olmasın”, [638] âyetindeki ğaybten kastedilenler bunlardır, denmiştir. Diğeri ise delili bulunan ğayblerdir ki Onlar ki ğaybe inanırlar” âyetinden kastedilenlerdir [639], denmiştir.
“Gaybe îmân” konusunun önemine binâen Hamdi Yazır (ö. 1942)'ın bu konu ile ilgili geniş açıklamasının bir kısmını biraz sadeleştirerek ve birazda özetleyerek buraya almayı uygun gördük: ..O muttakîler ki, ğaybî Hakka îmân ederler. Başka bir deyişle gözle değil kalple îmân ederler. Onlar küllî şüpheden kurtuldukları gibi, îmân etmek için önlerine dikilmiş, putlara, haçlara da bağlanmazlar. Gözlerinin önünde bulunan sadece bugünkü ve şu andaki görülene ve duyulana saplanıp kalmazlar. Duyular ötesini, kalbi ve kalb ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil, ruh, akıl, kalb gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda zaman ve mekâna bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır...Gerçekte varlıklar görülen ve görülmeyen olmak üzere ikiye ayrılırlar. Birçok bilginler gerçeği, görülmeyen ve hattâ görülemeyen kısmında kabul ederler. Buna mânâ âlemi, emir âlemi, ruh âlemi veya melekût âlemi derler. Ve felsefenin konusu olarak da bunu tanırlar... Beş duyumuzla hissettiğimiz ısı, ışık, ses, koku ve tat, bunlar gerçekte bizim dışımızda varlık olarak mevcut değildirler. Hepsi de birbirinden farklı titreşimlerden ibarettir. Dışarıda ışık diye birşey yoktur. O, bir titreşimden ibarettir. O, titreşimin gözümüze ilişmesi ve teması anında meydana gelen bir tecellîdir. Diğerleri de öyledir. O halde bu vasıtalarla gördüğümüz, bildiğimiz âlem gözlenen bir hayalden ve birer tecellîden başka birşey değildir. Buna göre bütün hakikat ğaybtir. Tabiat ve görülen âlem bir hayaldir. Hem de hareket tecellîsinin hayalidir. Hakîkat, nihayet akıl, basiret ve kalb gözü ile görülebilir, dış gözlemle değil...[640] Öte yandan selef-i salihin;
“Onlar ki gaybe inanırlar” âyetini, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, âhiret gününe, cennetine, cehennemine ve O'na kavuşmaya ve ölümden sonraki hayata ve haşre, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiklerine ve kader'e inanırlar, diye tefsir etmişlerdir. [641] Hattâ Rasûlüllah'ı görmeden îmân etmeyi de ğaybe îmâna dahil etmişlerdir. Abdullah İbn Mes'ûd, Allah Rasûlünün ashabını ve onların yaptıklarını naklettikten sonra dedi ki:
“Hz. Muhammed (s.a.v.)'in durumu, görenler için apaçıktı. Şüphesiz kendisinden başka ilâh olmayana yemin ederim ki, ğaybten eser görmeden îmân edenin, îmânından daha üstün hiçbir kimse îmân etmemiştir, diyerek “onlar ki ğaybe inanırlar.” âyetini okumuştur.[642] Yine nakledildi ki [643] “Ebu Übeyde İbn Ebu Cerrah dedi ki”:
“Yâ Rasûlallâh, biz seninle birlikte müslüman olduk ve cihat ettik, bizden daha hayırlısı var mı? Allah'ın Rasûlü;
“Evet” buyurdu;
“Sizden sonra gelen bir kavim beni görmedikleri halde bana inanırlar. İşte onlar (sizden daha hayırlıdırlar)”. [644]
Yukarıda da belirtildiği üzere ğaybin karşılığı şehâdet (şühûd)tur.[645]
Şuhûdî îmâna geçmeden önce ğaybe imandan sonra inançla ilgili olarak âyette;
“Onlar ki ahirete yakînen inanırlar.” [646] buyuruldu. Onun için önce îkân, yakîn, ve şühûd kavramlarını görelim.
İkan: îkân, istikan, tcyakkun, yakîn hepsi de bir manadadır. Bir şeyi şüphesiz hakikat veçhile bilmek manasınadır ki gerçekten bilmek ile ifade edilir. Başka bir deyişle yakîn sahibi olmaktır. [647]
Yakîn: Şek (şüphe) olmayan ilimdir. Bir şeyi şek ve şüphesiz sahih bir itikat ile bilmeye denir [648]. Yakîn ilmin sıfatıdır. Masdar yahut ism-i faildir. Marifet'in, dirâyet'in ve benzerlerinin üstündedir. Fehmin sebatiyle nefsin sükûnudur. “İlm-i yakîn” denir. “Marifet-i yakîn” denmez. Yakîn, şekkin muhalifidir. İlim, cehlin muhalifidir. [649] Hamdi Yazır da îkân ve yakîn'i şöyle açıklar:
“İkân, yakîn sahibi olmaktır. İkân, istîkân, teyakkun, yakîn hepsi bir manaya gelir. Yakîn, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle yakîn, şek ve şüphe bulunmayan kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali olmayan ilimdir. Bununla beraber “kalbin kararı” anlamına da yakîn denildiği olur. Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ileride şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil bu böyledir. Bunun üçüne de yakîn denilir.” [650] Yakîn kelimesi Kur'ân'da izafetle üç şekilde kullanılmıştır: 1-İlme'I-yakîn [651],
2-Ayne'l-yakîn [652],
3-Hakka'l-yakîn[653] ve böylece yakîn üç mertebe olarak mülâhaza olunmuş oluyor. [654]
Yakin kelimesinin türevleri Kur'ân'da on dört yerde geçmektedir. Geçtiği âyetlerin bir kısmı şunlardır:
“Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Ahirete de yakînen iman ederler.” [655] “Gerçekleri yakinen bilmek isteyenlere âyetleri açıkladık.” [656]
“Yakînen bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir.” [657]
“Allah âyetleri açıklar ki Rabb'inizle karşılaşacağınıza yakînen manasınız.” [658] Taberî (ö. 310/923) ve İbn-i Kesîr (ö. 774/1372) gibi bir kısım müfessirlerimiz îkân ve yakîn kelimelerinin manaları üzerinde keyfiyet yönünden hiç durmadan meselâ “yakînen inanırlar” âyetini mana zenginliği olarak almışlar, âhiretle ilgili iman esaslarının teferruatına hamletmişlerdir. [659]
Zemahşerî (ö. 538/1143), Râzî (ö. 606/1209), Beydâvî, (ö. 685/1288), Ebu's-Suud (ö. 982/1574), Âlûsî (ö. 1270/1853), Hamdİ Yazır (ö. 1942) gibi bir kısım müfessirlerimiz de önce, îkân ve yakîni yukarıda naklettiğimiz tarifler üzere açıklamalarda bulunduktan sonra kelimelerin geçtiği cümlelere isnadda bulunmuşlardır. [660]
İmanın keyfiyet olarak yani zayıf, kuvvetli ve kâmil olması ifade ettiği yakîn derecelerinin değişik olması neticesi farklılık arzettiği bir gerçektir. Yakîn ehlinin dereceleri muhteliftir. Ayne'l-yakîn mertebesi ilme'l-yakîn mertebesinden üstün olduğu gibi, hakka'l-yakîn mertebesi de ayne'l-yakîn mertebesinden üstündür.
İnananların imanlarının farklı oluşu, aynı varlığa bakan değişik gözlerin, o varlık hakkındaki görüşlerinin farklı oluşu gibidir. [661] İman tasdik cihetinden ziyade ve noksanlık kabul etmez. Ancak kuvvet ve zafiyet bakımından ve yakın cihetinden farklılık arzeder. Bir de iman edenlerin imanı, inanılan şeyler cihetinden artmaz ve eksilmez. Ancak yakın ve tasdik cihetinden farklılık arzeder. [662]
Ebu'1-Leys Semerkandî (ö. 383/993) der ki: Yakîn üç mertebedir: Bunlar Yakîn-i 'Iyan, yakîn-i haber, yakîn-i delâlet'tir.
Yakîn-i ıyan: Bir şeyi görüp o şey hakkında her türlü şekk ve şüpheyi izâle eden yakîndir. Görmekle te'min edilir.
Yakîn-i delâlet: İstidlal ile elde edilen yakîndir. Meselâ uzakda bir yerde duman çıktığını görüp orada bir ateşin bulunduğuna dâir elde edilen yakîndir. Burada ateşi görme yok, dumanından istidlal vardır.
Yakîn-i haber: Bir şeye dâir haberle yakîn elde edilmesidir. Meselâ dünyâda Bağdad diye bir şehrin bulunduğundan bahis olunur ki, kişi oraya gidip görmese bile orayı bilenlerin verdikleri haber ile mevcudiyetine yakîn hâsıl eder.
“Onlar ki âhirete yakînen inanırlar” [663] Ayeti celîlenin bu beyânı müşahede mertebesinde olmayanlar için yakîn haberdir. Bundan sonra yakîn-i delâlet gelir. Ahiretin hak olduğunu yakînen görünce de haber ve delâlet, ıyan ve müşahedeye yükselir.
Ayrıca şeriatın zahirini bilmek ilme'l-yakîn, bildiğini halisane ve ihlâs üzere yaşamak ayne'l-yakîn, müşahedeye ermek de hakka'l-yakîn mertebesidir, denmiştir.
İlme'l-yakîn, isabetli bir fikir ve istidlal ile idrâk-ı bâtınî vasıtasıyle hâsıl olan ilimdir. Bu, ğaybe yakînen inanan âlimlerin bulundukları mertebedir. Bu mertebe-i ilmiyye ervah-ı kudsîyye ile münâsebet kurulmaksızın ziyâdeleşmez. İlim aynen, yani gözle görerek tahakkuk etmişse bunun mertebesi yakîn-i ıyândır, yani ayne'l-yakîndir. Bu da ma'lûmun müşahedesi ile hâsıl olur. Bu mertebenin bir üstüne ikilik hicabı aradan kalkmaksızın varılmaz. Bundan sonra hakka'l-yakîn mertebesi gelir. Bu mertebede artık hicâb diye bir şey kalmamıştır. Bu mertebenin ayne'l-yakîni evliyaya, hakka'l-yakîn i ise enbiyâya mahsusdur. [664]
Hakkulyakîn ilm-ü ıyandan geçip bilfiil içinde tahakkuk ile yaşanan hakikat demektir. Demişlerdir ki hakkalyakîn, abdin hakta fâni olması ve onunla yalnız ilmen değil, hem ilmen hem şühûden hem halen bekasıdır. Meselâ, her âkilin ölümü bilmesi ilm-i yakîndir. Melâikeyi muayenesi aynülyakîndir. Ölümü tatması hakkulyakîndir”. [665] İlmü'l-yakîn burhan yoluyla, aynü'l-yakîn keşif yoluyla, hakku'l-yakîn de müşahede yoluyla oluşan yakîndir. [666] ölüme de “yakîn” denmiştir.
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” [667] âyetinde olduğu gibi. [668] “Bütün ilm-ü fende aranan gaye yakîne ermektir.” [669]
Kanaatimizce bütün bu merhaleler kulun dinin kuralları çerçevesinde Allah'ın rızasından yana atacağı her adım ve yapacağı her gayret sonucunda Allah'ın tevfîki (muvaffak kılması ve yardımı) ile gerçekleşecek olan hidayet merhaleleridir.
Şühûd: Kur'ân'da Allâh-kul ilişkisi açısından îmân ile ilgili hususlarda değişik tabirlere ve değişik durumlara şahit oluyoruz. Bunlardan biri de “şehâdet” ve “şühûd”dur.
“Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şehâdet etti. Melekler ve ilim sahibleri de adaleti ikâme ederek (şehâdet etti)” [670] buyruldu. Şehâdet ve şühûd'a gelince: “Şühûd ve şehâdet masdar olup, müşahede ile beraber huzur manasınadır. Bir şeyin hakikatine muttali olup kat'î olarak bilmek demektir. Basar ve basîret ile olur. Şehâdet, bir işi görüp yahut bildiği şekilde haber vermek demektir ki buna tanıklık denir. Kelime-i şehadetteki mana: “Biliyorum, tanıklık ediyorum ve açıklıyorum ki Allah'tan başka ilâh yok, Hz.Muhammed (s.a.v.) O'nun kulu ve Rasûlüdür.” demektir.[671]
“Allah, melekler ue ilim sahipleri, Allah'tan başka ilâh olmadığına adaleti ayakta tutarak (adaleti ikâme ederek) şehâdet etti(Ier).” [672] Allah'ın şahitliğinin manası, bir hakikati bildirmek, beyan edip açıklamaktır. Veya birtakım deliller ile onu ispat etmektir. Veyahut yakından şahit olan bilgisi ile hükmetmek manalarından biri ile dahi tefsir edilmiştir. Bu mânâ ile Cenâb-ı Hak gizli ve açık dünyalarda haddi hesabı olmayan şahitler ve deliller yaratıp meydana çıkarmak suretiyle kendi birliğini ve yüceliğini beyân edip açıkça ortaya koyduğu gibi bundan başka dini anlamda deliller de indirerek bunları bildirmiş ve doğrulamıştır. [673]
“Gerek dış dünyada gerek iç dünyada yakından şahit olunarak ve yaşanarak elde edilen bilgi bir takım deliller aracılığıyla elde edilen nazarî bilgiden üstündür. Mesela: acaba şu bahçede bülbül var mı, yok mu diye bahse tutuşup da deliller serdetmek başkadır, bülbülü bizzat müşahede ederek sesini duymak ve bunu bu şekilde bilmek başkadır. İşte şâhid-i hakikî olan Allah'tan sonra melekler ve ilim sahipleri de ilmi şühûdî ile “Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık etmişlerdir”.[674]
Hamdi Yazır (ö. 1942)'ın, zikir çeşitlerini anlatırken “şühûdî iman”a da temas ettiğini görüyoruz. Şöyle ki: Zikir ya dil, ya beden, ya da kalp ile olur. Dil ile olan: Allah Teâlâ'yı esmâ-ı hüsnâsıyla anmak, hamdetmek, teşbih ve temcîd eylemek, kitabını okumak ve dua etmektir.
Kalb ile olan zikir: Allah Teâlâ'yı gönülden anmaktır ki bu da üçe ayrılır.
Birincisi, Allah Teâlâ'nın varlığına birliğine kuvvet ve kudretine delâlet' eden ayetleri (delilleri) düşünmek, şüpheleri defederek Allah'ın isimlerini ve sıfatlarını tefekkür etmektir.
İkincisi, Ahkam-ı rububiyeti ve kulluk vazifelerini yani Allah'ın emir ve yasaklarını itaat eden kullarına vadettiklerini etmeyen kullarına da tehdidini ve bunlara işaret eden âyetleri tefekkür etmektir.
Üçüncüsü, Allah'ın yaratmış olduğu maddî ve manevî yaratıkları, bunlardaki yaratılışın sırlarını seyredip düşünerek her zerrenin Allah'ın kuvvet ve kudretine bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya gereği gibi bakanların gözüne Celâl ve Cemâl âleminin nurları yansır. Ve bir anlık şuurla temaşadan alınacak olan şühûdî zevk'in (müşahede zevkinin) bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Ve böyle bir zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer. Bütün şuuru marifetultâh'da gark olur. Hattâ zikir ve zikredenden bir eser kalmaz da hissedilen yalnız zikredilenden ibaret kalır. [675]
Herhalde “şühûdi îmân” bu olsa gerektir. Bunun için de önce deliller ve delilleri (âyetleri) zikir ve tefekkür etmek sonra da Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah, melekler ve İlim sahipleri ile beraber şehadet etmektir. Bu da;
“Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yok ve yine şehadet ederim ki Hz.Muhammed (s.a.v.) Allah'ın kulu ve elçisidir.”demektir.
Ve bu iş için de üç unsur gerekir. Bunlar da: ilim, birbirine bağlı sürekli amel ve haldir. Din de bu üç unsuru ihtiva etmektedir. İlim olmazsa ilâhi hükümler bilinmez. Amel olmazsa bu bilmenin bir kıymeti olmaz. Hal'den kastedilen mana ise bir melekedir. O da emirleri yapmak, yasakları terketmekle elde edilir. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki emirlerin içinde daima Allah'ı hatırlamak, yasakların içinde de gafleti terketmek vardır. Bunlardan biri terkedildiğinde diğerlerinin etkisi yok olur. [676]
Hidayetin üçüncü mertebesi tevfiktir. [677] Hidayetin bu mertebesi söz dinleyip nasihat kabul edenlere, gönderilen peygamberlere ve kitaplara îmân edip uyanlara mahsustur. Bu çeşit hidayet iman ile içiçedir. Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından Allah, kulunu hiç yoktan yaratmış, onu türlü kabiliyet ve meziyetlerle donatmış [678] ve bir de elçi ve kitap göndermiştir. Tabir yerinde ise Allah'tan kula üç adım atılmış, artık kuldan da yaratana bir yönelme ve bir îmân beklenmiştir. Şayet kuldan bu beklenen gerçekleşmezse artık inkarcı kâfir bir insan olarak terk edilecektir. [679] Belki hidayetin birinci ve ikinci nevinde anlatılan Allah'ın kuluna verdikleri belli bir süreye kadar hemen geri alınmayacak, bu süre içinde onlardan yararlanacak fakat sonunda acıklı ve sürekli bir azaba sürüklenecektir. [680]
Hidayetin- bu çeşidi tevfîktir [681] demiştik. Tevfîk, Allah'ın kişiyi hayırda muvaffak kılması ve ona ilham etmesidir. Allah muvaffak kılmadan kul muvaffak olamaz denmiştir. [682] Nitekim Ayette;
“Başarım ancak Allâh(m yardımı) iledir.” [683] buyurulmuştur. Hidâyetin bu çeşidi ihtida edenlere mahsustur. Yani söz dinleyip nasihat kabul eden, gönderilen peygamberlere ve kitaplara iman edip onlara uyan mü'minlere, müslümanlara mahsustur. [684] Tevfîk, Allah'ın, kulunu sevdiği ve razı olduğu işe muvaffak kılmasıdır. [685] Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından hidayetin bu çeşidini, iman edip itaat eden kullarına karşı Allah'ın ilgisinin devamı olarak görüyoruz. Yani Allah'ın iman ve itaat eden kulları ile ilgilenmesi, onlara karşı ilişkisini sürdürmesidir. Onların iman ve itaatlerine karşılık olarak onlara tevfîk (muvaffak kılma) ile muamele etmesidir.
Râğıb (ö. 505/1109), hidayetin üçüncü çeşidi tevfiktir, dedikten sonra delil olarak aşağıdaki âyetleri sıralıyor. [686]
“Hidayeti kabul edenlere gelince Allah olanların muvaffakiyetini artırmış onlara (ateşten nasıl) korunacaklarını ilham etmiştir.” [687] Hidayete erenleri, niyetleri hidayet olanları Allah muvaffak kılar da onların hidayetini artırır, onları hidayet üzere sabit kılar. Onlara rüşdlerini olgunluklarını ilham eder, takvalarını verir, imanlarına iman katar [688]
“Kim Allah'a iman ederse (Allah) onun kalbini doğru (düşünce)ye iletir, Allah herşeyi bilendir.” [689] Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir demek, Allah o kimsenin kalbini kazasına razı olmaya, emrine teslim olmaya muvaffak kılar demektir. Kim hakkı gözetir ve Allah'ın hükmüne teslim olursa, Allah onun kalbini doğru yola götürür, kalbine hidayet verir, güven verir ve samimiyet verir. Ali b. Ebi Talha (ö. 143/760) İbn-i Abbâs'dan (ö. 68/687) naklen der ki;
“Kim Allah'a inanırsa onun kalbini doğruya götürür. Yani kalbini yakîne erdirir. [690] Yine Allah buyurmuştur ki:
“Bizim uğrumuzda (kötülüğü emreden nefisle, şeytanla ve din düşmanları ile) [691] mücadele edenler(e gelince) biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. (Onları muvaffak kılarız) [692]
Muhakkak ki Allah iyilik edenlerle beraberdir.” [693] Zemahşerî (ö. 538/1143), bu âyetin sonunda şu açıklamayı yapıyor:
“Onların hayır yollarına ulaşmalarını ve başarılarını artırırız.” Nitekim;
“Hideyeti kabul edenlerle gelince: Allah onların muvaffakiyetini artırmış onlara (ateşten nasıl) kaçınacaklarını ilham etmiştir.” [694] Ebu Süleyman Dârâni (ö. 215/830) de mezkur âyeti şu şekilde yorumlamıştır:
“Bildikleri hususlarda gayret edenleri bilmediklerine iletiriz”. Bazıları da bu âyeti şöyle yorumlamışlardır:
“Kim bildiği ile amel ederse Allah bilmediğine muvaffak kılar”.[695]
“Bizim uğrumuzda mücâhede edenler” ifadesi âyetlerimize (delillerimize) bakan buna gayret sarfedenler, manasınadır.
“Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz” cümlesi de, Biz onlarda, bizi tanıma bilgisini (marifetullahı) meydana getiririz ve bunu o kimselere açıklarız, manasınadır.” [696] Tevfîk (başarılı kılma) yalnız, Allah'ın yardımıyladır. Nitekim;
“Başarım ancak Allâh(ın yardımı) iledir”.[697] buyurulmuştur. Allâh-kul ilişkisi yönünden “Tevfik” Allah'ın kuluna olan ilgisinin devamıdır. Yukarıdaki vasıfları taşıyan kuluna olan rahmetinin tecellisidir,
Yine Allah Teâlâ buyurmuştur:
“Ey mü'minler Allah'tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir.” [698] Yani, ey inananlar eğer Allah'tan, O'na itaat ederek, farzlarını yerine getirerek, günah işlemekten sakınarak, korkarsanız, O size hakkı batıldan ayırt edecek bir güç verir. [699] Bu güç yani “Furkân”, mü'minlerle kafirler arasında meydana gelen bütün ayırıcı vasıflar demektir. Bu vasıflar ya dünya ya da âhiret halleri ile ilgilidir. Dünya halleri ile ilgili olanlar da ikiye ayrılır. Ya kalbin batini halleri ile ilgilidir ki bunlar hidayet, mârifetullah, kalp genişliği ve gönül huzurudur. “Öyle ya Allah'ın göğsünde İslâm için bir inşirah (ferahlık) verdiği kimse, kalbini mühürlediği kişi (kafir) gibi midir?
“Çünkü o Rabbinden bir nur üzerindedir.” [700] âyetinde buyurulduğu gibi. Münafık ve kâfirlerin kalbi öylesi kötü huylar ve âdi hallerle dolup taştığı halde, Allah Teâlâ, mü'minlerin kalplerinden ve gönüllerinden kini, öfkeyi, hasedi, fesadı ve gönül darlığını gidermiştir. Ya da zahiri hallerle ilgilidir. Bunlar da müslümanlara verilen fetihler, zaferler, şeref, kuvvet ve galibiyetlerdir.
“Şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür, mü'minlerindir.” [701] âyetinde buyurulduğu gibi. [702]
Görüyoruz ki Allah iman eden, kendisine itaatla yönelen kulları ile daimî bir ilişki içindedir. Bir örnek daha vererek konumuzu tamamlamaya çalışalım.
“Kim (Allah'ın verilmesini emrettiği şeyi) [703] verir (ve işlerinde Allah'ın emirlerine karşı gelmekten) [704] sakınırsa ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) [705] tasdik ederse ona en kolayı (dünyada Allah'ın kendisinden razı olacağı ameli, âhirete de cenneti)[706]
“kolaylaştırırız” [707] Yahut hayır yollarını ve hayır yollarına gitmeyi kolaylaştırırız. [708]
Görüyoruz ki Allah Teâlâ iman edip imanın gereğini yapmaya çalışan kullarını hakda ve hayırda muvaffak kılmaktadır. Tevfik, Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından hidayetin ikinci mertebesinden sonra Allah'ın kuldan yana ilişkisinin üçüncü merhalesidir. [709]
Kur'an'da bir taraftan Allah'ın âyetlerini zeka ve zihin yoluyla ile tezekkür ve tefekkür eden iman sahiplerinin elde ettikleri îkân, yakin ve şühûd gibi güzel hallere şâhid olurken diğer taraftan zeka ve zihnin ötesinde ancak his (sezgi) yolu ile bilinebilen sekînet, itmînân, maiyyet, kurbiyyet, muhabbet ve velayet gibi gönül âlemi ile ilgili kavramlara şahid olmaktayız. Bilindiği gibi bir şeyi akıl ve zihin yoluyla kabul etmek başkadır. Aklın ve zihnin kabul ettiğini gönül âleminde yahut ruhunda, vicdanında his (sezgi) (duygu) yolu ile hissetmek ve yaşamak daha bir başkadır.
İşte îmanda his safhası deyince akıl ve tefekkür yolu ile değil de, sevgi gibi his (duygu) yolu ile sezilen, hissedilen haller kastedilmiştir.
Hidayetin üçüncü nevînde de açıklamaya çalışıldığı gibi, Allah, kendi yolunda çaba, gayret sarfedenleri bir taraftan îmânda yakîn'e ve şuhûd'a erdirirken diğer taraftan da onları gönül âleminde, “sekînet”, “itmînân” “maiyet” ve “kurbiyyet” gibi hallere ulaştırdığını ve muhabbet'i tattırdığını görüyoruz. Demek ki Allah bu konu ile ilgili olarak çaba ve gayret sarfeden kullarına kendine ulaşma yollarını gösteriyor. Nitekim;
“Bizim uğrumuzda mücâhede edenler(e gelince), biz onları elbette yollarımıza hidâyet ederiz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir.” [711] buyurmuştur.
“Ayette, mücâhede, savaşılması icabeden her şeye, kötülüğü emreden nefse, şeytana ve din düşmanlarına şâmil olsun diye, Allah onu mutlak kılmış, bir meful ile sınırlandırmamıştır.” [712] “Yollarımıza hidâyet ederiz.” Yani: “Bize doğru yürüyeceği ve Cenabımıza ulaşacağı yollara, yahut hayır yollarına sülûke ve başarıya iletiriz. Yahut, bildiği ile amel edeni bilmediğine ulaştırırız.[713] Yahut;
“bizi bulma yollarına ulaştırırız.” [714] Yahut;
“rızamıza ulaştırırız.” [715] Şimdi müminin, “yakîn” ve “şuhûd”tan sonra ulaştığı hallerden, “sekînet”, “İtminan” “maiyet”, “kurbiyyet” ve “muhabbet” gibi hallerini görelim. [716]
“Sekînet” tabiri, Kur'ân'da altı yerde geçmektedir. [717] Sekine, hareketin zıddı sükûn ve itminan, sebat, temkin ve rahmet manasına SKN kökünden feîle vezninde bir mastardır. [718] Yahut sebat ve emniyetten ibarettir.
“Allah da onun üzerine sekenet'ini indirdi ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi.” [719] âyetinde bu manayadır” .[720]
“Sekme, sükûnet vekâr sebat emn-ü itminan, rahmet manalarına olduğu gibi, kendisi ile sükûnete erilen âyet ve nişane gibi manalara da gelir.”.
“İçinde Rabb'inizden bir sekînet bulunan tâbût'u size getirmesidir..” [721] âyetinde olduğu gibi.” [722] “Sekînet, kalbin ve nefsin kendisiyle sükûnete erdiği emniyet ve itmînan,” [723] kalplere sükûnet veren bir rahmettir,” [724] ve kalbin müşahede etmesiyle kendisine ısındığ ünsiyet peyda ettiği ve mutmain olduğu bir nurdur. Bu nur ilme'l-yakîn'den sonra gelen ayne'l-yakîn'in başlangıcıdır. Kendisinde lezzet ve sürür bulunan kesin bir duygudur.” [725]
“Sekînet müminin kalbini teskin eden ve güven veren bir melektir. Sekînet'in akıl manasında olduğu da söylenmiştir.” [726]
“Enbiyâ ve evliya, üzerlerine meleklerin inmesinde müşterektirler. Ancak kendilerine İnen hususlarda ayrılırlar. İlham meleği, evliyaya müstakil şer'î bir hükümle asla inmez. Ancak evliyanın peygamberinin getirdiği konulardan bilip de tahkikine ulaşamadıklarını anlatıp ve uyması için iner. Her feyiz ve nur sekîne'dir. Ancak, melek vasıtası ile yahut vasıtasız olarak Allah'tan iner. Her ne kadar nebi ile veli arasında büyük fark olsa da .Ve nebinin ki eri üstün, en, âlâ ve en kuvvetli olsa da.” [727]
Melek vasıtası ile ilham konusunda peygamber (s.a.v.) efendimizden nakledilen hadislerde:
“Her insanın bir melek ve bir de şeytandan bir'karîn’i (kendisinden ayrılmaz arkadaşı) vardır”.[728]
“Âdem oğluna şeytanın da bir yaklaşması vardır, meleğin de. Şeytanın yaklaşması şerri va'detme ve hakkı yalanlamasıdır. Meleğin yaklaşması ise hayrı va'detme ve hakkı doğrulamasıdır. Kim bunu hissederse bilsin ki o (telkin) Allah'tandır. Allah'a hamdetsin.” [729]
Allah Teâlâ bir başka âyette;
“O, müminlerin kalplerine, îmânları üstüne îmân artırsınlar diye sekînet'i indirendir.” [730] buyurmuştur.
“Ayetin manası, Allah onlara, sekînet'i indirdi de böylece onlar sabrettiler, derken ğaybe îmân etmek suretiyle ilme'l-yakîn bildikleri ilâhî yardımı ayne'l-yakîn müşahede ettiler de ğaybe dayanan îmânlarına müşahedeye dayanan îmânlarını katarak, böylece îmânlarını katmerleştirdiler” [731] “Sekînet, sükûn ve itminan, sebat ve temkin manasına nefisteki telaş ve halecanın kesilmesi ile hasıl olan ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı tabir olunan huzur ve sükûn haline veya onun menşeine isim dahi olur. Hz.Ali (r.a)'den bir rivayette de denilmiştir ki;
“Sekînet müminin kalbine sakin olup onu te'min eyleyen bir melektir.” [732]
“Sekînet şol emirdir ki nefis onunla kendisine edilen va'de veya kendisinde hasıl olan bir matlûba sükûnet bulur. Bu lafız sükûndan müştaktır. Sükûn ise hareketin zıddı olan sübuttur. Çünkü hareket bir nakledir. Sekînet ise nefsin mutmein olduğu şey üzerine sebat verir ki velevse hareket olsun. İşte sekînetin hakikati budur. Ve bu ancak bir mutâlea veya müşahededen olabilir. Bu sebeple müminlerin üzerine iner ve inmesiyle onları bulundukları îmân mertebesinden muayene makamına nakleder. Ve böylece ıyan ile îmânlarını katlar.” [733]
Kur'ân'da “sekînet”ten sonra konumuzla ilgili bir başka terim daha görüyoruz. O da “İtmînân”dır. [734]
İtmînân, sükûn ve karar üzere olmak manasınadır. [736]
“İtmînân, sebat ve karar demektir.” [737] “İtmînân, Allah'a huşu' ve hudû' ile îmân ederek sükûn bulmaktır.” [738]
“Kalplerin zikrullâh ile mutmain olması” hakkında müfessirlerimizin açıklamaları:
“Kalbler, Allah'ın zikri ile sakinleşir ve ünsiyet peyda eder,” [739] “Kalpler Allah korkusundan ürperip heyecanlandıktan sonra Allah'ın rahmetini ve mağfiretini hatırlayarak sakinleşir.
“..Rab'lerinden korkanların derileri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar” [740] âyetinde olduğu gibi. Yahut, Allah'ın vahdaniyetine delâlet eden delilleri zikretmekle kalpleri mutmain olur. Yahut Kur'ân ile mutmain olur. Çünkü Kur'ân apaçık bir mucizedir. Kalpler O'nunla sakinleşir ve yakîn'e erer.” [741] “Allah, Enfâl sûresinde
“Müminler ancak onlardır ki Allâh anıldığı zaman yürekleri titrer.” [742] buyurdu. Burada ise “Allah'ı anmakla kalpler mutmain olur” buyurdu. Halbuki “itmînân”, titremenin zıddıdır. Bunun manası: “Müminler, Allah'ın İkâb'ını hatırlayıp günaha düşmekten tam emin olamayınca kalpleri ürperir. Allah'ın rahmet ve mükâfat'ını hatırlayıp buna meylettikleri zamanda huzura kavuşup sükûna erer ve mutmain olur. İtmînân taâtla meşgul olunduğunda hâsıl olur.” [743]
İtminan ve huzura erme bakımından baktığımızda “varlıklar üç kısımdır:
1-Hiçbirşeyden etkilenmeyen ve herşeye etki eden varlık. Ancak Hak Subhanehû ve Teâlâ'dır. 2-Hiçbir gücü olmayan ancak etkilenen varlıklar. Bunlar cisimlerdir.
3-Güç sahibi olup, bazan etki eden bazan da etkilenen varlıklar. Bunlar da ruhanî varlıklardır. Bunlar Allah'a yöneldikleri zaman, O'nun meşietinden, kudretinden, tekvininden, icadından neşet eden feyz-ı ilâhîyi kabul eder. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise onlar üzerinde tasarrufta bulunmayı şiddetle arzu ederler. İşte kalb, ne zaman cisimler âlemine teveccüh edip o âlemi araştırmaya ve müşahedeye yönelirse o zaman onda ızdırâb ve çarpıntı ile o âlemi ele geçirip onda tasarrufta bulunmaya şiddetle meyleder. Ama kalb ne zaman ki, Allah'ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yönelir, işte o zaman kalbde samedânî nurlar ve İlâhî ışıklar meydana gelir. İşte kalb o zaman sükûna erer, mutmain olur. Bundan dolayı Hak Teâlâ
“Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullâh ile mutmain olur” [744] buyurmuştur [745] “İtmînân, karar kılma ve sebat etme ile beraber, nefsin (ruhun veya kalbin) Hak ile içice yaşaması ve hiç bir şekil ve şüphenin onu yenip, mahcup edememesidir. “Fakat kalbim mutmain olsun diye;
“(bunu istiyorum)” [746] âyetinde olduğu gibi”.[747] “Gönüller mâsivâdan temayül ettiği hangi şeye vâsıl olsa hepsinin maverası bulunduğundan hiç birinde karar edemez, hiç birinde itmînân'ını bulamaz. Hiç birisi ruhun iştiyakını teskin, heyecanını tatmin edemez. Onun içindir ki marifetullâha yükselemeyen, Allah'ı zikr etmeyen kâfir veya gafil kalbler hiç bir zaman ızdırabtan kurtulamaz. Huzur-ı kalb veya cem'ıyyeti dil denilen saadeti itminanı bulamaz, çırpınır da çırpınır. [748]
“İmân edenlerin kalbleri zikrullâh ile mutmain olur” âyetinin bir başka tefsiri, “Allah'ın zikrini işittikleri zaman onu severler onunla munis olurlar. Müminlerin kalbleri, zikrullâh ile mutmain olur, kalblerine yakîn yerleşir. Avamın kalbi, teşbih ve sena ile, havâss'ın kalbi, esmâu'l-hüsnâ'nın hakâiki ile, ehâss'ın kalbi de Allah Teâlâ'nın ayetlerini, kuvvet ve kudretini müşahedesi ile mutmain olur”. [749]
Allâh-kul (insan)ilişkisi açısından Allah'ı zikreden yahut onun âyetlerini müşahede eden gönüllere Allah huzur ve sükun verir. [750]
Dipnotta da açıklandığı gibi maiyyet kelimesi me'a kelimesinden türetilmiş olup dilimizde beraberlik manasında kullanılmaktadır. [752] Nitekim âyet-i kerîmede;
“...Nerede olsanız O sizinle beraberdir.” [753] buyrulmuştur. Âyetten maksat O, size şahittir ey insanlar. Nerede olursanız olun O, sizi ve amellerinizi, dönüp dolaşmanızı bilir. [754] Yahut nerede olursanız olun O sizinle beraberdir ve Allah yaptıklarınızı görmektedir. Sizi murakebe etmekte ve yaptıklarınızı gözlemektedir. [755]
Allah'ın dışındaki varlıkların var olmaları, Allah'ın var etmesi iledir. Dolayısı ile Hak Teâlâ her varlık ile, o varlığın var oluşu arasında bulunmaktadır. Öyle ise Allah her varlığa var oluşundan daha yakındır. İşte bundan dolayı muhakkik âlimler, her ne gördümse, Allah'ın kudretini ondan önce gördüm demişler, bir kısım âlimler, her ne gördümse onunla Allah'ın kudretini beraber gördüm demişler, zahir uleması ise, her ne gördümse ondan sonra Allah'ın kudretini gördüm demişlerdir. İnsan bu inceliklere ya fikri, görüşü, teemmülü ve tedebbürü ile ulaşır, ya da ifade etmeye gücü yetmediği zevk kuvveti ve vecd hali ile ulaşır. İkinci ve üçüncünün birinciye göre durumu tıpkı şekeri yiyip tadını tadanla, yemeden anlatanın durumu gibidir. Kelamcılar “maiyet” (beraber oluşun) ya ilim ya da görüp gözetip, muhafaza bakımından olduğunu söylemişlerdir. Her iki takdirde de, Allah'ın bizimle olan beraberliğinin mekân, cihet ve yön bakımından olmadığı hususunda icma hasıl olmuştur. O, kudreti, îcâdı, tekvini ve ilmi ile bizimle beraber olduğunu, içimizi, dışımızı bildiğini beyân etmiştir.”[756]
“Bir kısım müfessirler de demişlerdir ki: Bu maiyyet, akılla tasavvur olunan duygu, zihin, hayal itibariyle değildir. Allah'ın şanı bundan münezzehtir. O maiyyet, Hak Sübhânehû'nun zatına mahsus bir maiyyettir. Sırrını ancak Allah bilir. Kim o sırlara muttali olursa, gizli sırları idraktan âciz akıllara merhameten onları açması haram olur. İbn Abbas (r.a) in dediği gibi: “Allah'ın müphem bıraktığını müphem bırakın, tebyîn ettiğini de tebyîn edin”.[757]
Hz.Peygamber (s.a.v.) de kudsî hadisde haber verdi ki:
“Allah Teâlâ: Kulum beni zikrettiği ve Benimle iki dudağını kımıldattığı sürece ben kulumla beraberim.” [758] buyurdu. İbn Kesir (ö.774/1372) yukarıdaki hadisi de zikrettikten sonra bu
“Muhakkak ki ben çok yakînim” âyeti Allah Teâlâ'nın “Muhakkak ki Allah muttekiler ve ihsan edici olanlarla beraberdir” [759] kavli gibidir. Keza Musa ve Hârûn (a.s.)'a;
“Korkmayın Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm” [760] buyurması gibidir. [761]
Netice itibariyle imanını belli bir kemale yükseltmiş olan bir mümin Allah Teâlâ'nın daima kendisiyle beraber olduğunu tefekkür ederek onun kontrolü altında olduğunun bilincine varır. Onun rızasından başka şeyleri (mâsivâyı) gönlünden çıkarır. [762]
Kurb (kurbiyyet), kula verilen saadetlerin delaletiyle kulun Hakka kurbiyetine denir. [764]
Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber'e hitaben;
“secde et ve yaklaş “ [765] buyurmuştur. Bir haberde, kulun Rabbine en yakın olduğu an secde anıdır [766] diye rivayet edilmiştir. Secde edene secdenin zevki tattırılınca Allah'a yaklaşır. [767] Ayet-i kerimelerde:
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” [768]
“Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle). Ben (onlara) yakınım. Duâ eden, bana dua ettiği zaman onun duasına karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulmuş olalar.” [769]
“Semûd (kavmin)e kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki, ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka tanrınız yok. Sizi yerden inşâ eden ve orada yaşatan O'dur. O'ndan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Çünkü Rabbim yakındır. (Duaları) Kabul edendir.” [770]
“. .Şüphesiz O (Rabbim) işitendir, yakındır.“ [771] buyurulmuştur.
Yukarıda geçen âyetlerde Allah'ın kurbiyyeti hakkında Hamdi Yazır (ö. 1942), muhtelif tefsirlerden nakiller yaparak bu konuyu genişçe izah ediyor. Bir kısmı özetle şöyle:
“Nefsin vesvesesi tabiri, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, vehimler, hâtıralar, kuruntular, kararlar gibi bütün bâtını şuur işlerine şâmildir. Zabta memur hafaza meleklerinin bile henüz vâkıf olmadığı derecede gizli olarak insanın gönlüne gelen hatırat ve şüunâtı nefsiyyenin hepsini de Allah bilir. Çünkü;
“Biz ona şah damarından daha yakınız” buyurdu. Hâlık ile mahlûku arasındaki nisbet mahlûk ile nefsi arasında ki nisbetten daha mukaddemdir. Çünkü mahlukun varlığı kendinden değil, halikının kudretiyledir. İbn Cerir Taberî (ö. 310/922) der ki:
“Ehli Arabiyye “Biz ona şah damarından daha yakınız” kavlinin manasında ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı bu kavli, insanın üzerinde infazı kudret ve icrayı tesirde daha yakın kendisine daha ziyade mâlik ve mutasarrıfız, manasında anlamıştır. Bir kısmı da, nefsindeki vesveseyi bilmekte daha yakın, şeklinde anlamışlardır. [772] Yani kurb-i zat manası anlayan olmadı, ancak kelâmın şevkine nazaran bazıları tesiri kudret bazıları da ilim itibarıyla yakınlık manasını tercih ettiler”. Fahri Râzî (ö. 606/1210) bunu şöyle ifade etmiştir:
“Allah Teâlâ'nın ilminin kemâlini beyândır. Allah, ilmi ile ona damarındaki kandan da yakındır. Zira damara hâil vardır. O, ona hafi kalabilir. Lâkin Allah Teâlâ'nın ilmine hâil (perde, engel) mümkün değildir”. Buna şu mana da söylenebilir:
“Kendisinde kudretimizin teferrüdü (eşsizliği) itibariyle biz ona habl-i veridden daha yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın cereyanı gibi cereyan eder.”[773] Sahib-i Keşşaf (ö. 538/1143) da şöyle der.
“Biz ona en yakınız” mecazdır. Murad ona ilminin yakınlığı ve ondan ve ahvalinden malûmuna, sanki zatı karib imiş gibi en gizli şeylerinden hiç birisi gizli kalmayacak bir teallûk ile teallûk eder olmasıdır. Nitekim, Allah her yerdedir denilir. Halbuki Allah mekânlardan münezzehtir. [774] Mecaz denilmesinin sebebi, lügatte yakınlık ve uzaklık mekân ve mesafe itibariyle cismaniyete ait olduğu ve zatı ilâhide mekânı yakınlık tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı Beydâvî (ö. 685/1288) ile, Ebu's-Su'ûd (ö. 982/1574) da buna bir nükte ilavesiyle hulâsa ederek demişlerdir ki:
“Yani biz onun halini ona habl-iverid'den daha yakın olandan daha iyi biliriz, demektir. Kurbî zat ile kurb-i ilme mecaz yapılmıştır”. [775] Âlûsî (ö. 1270/1853), bu konuda;
“Ehl-i vahdetin kelâmı, hal sahibi olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir, demiştir.” [776] O bize bizden daha yakındır. Çünkü, habl-i verid bizdendir, ulaştırma kanalıdır. O ise ulaştırandır. Çünkü ulaştırma ancak onunladır. İşitmemiz, görmemiz, kalkmamız, oturmamız, dilememiz, hükmümüz onunladır. Bu ahkâm ise habl-i veridde yoktur. Demek ki O bize habl-i verid'den daha yakındır.. “Nerede olursanız olun, O sizinledir” mantıkınca her yerde hâzır ve nazır diye anlaşıla gelen maiyyeti ilâhiyye ilim ile tefsir olunduğu gibi buradaki yakınlık da naklettiğimiz gibi ilim veya kudret yakınlığı ile tefsir olunmuştur. [777] Allah Teâlâ, melekler ve bazı kimseler için “mukarrebûn” tabirini kullanmıştır. Melekler için
“Mukarrebûn (yaklaştırılmış) melekler Allah'a kul olmaktan çekinmezler” [778] buyurmuştur. İsa (a.s.) için;
“Allah'a (mukatrebûn) yakın olanlardandır.” [779] buyurmuştur. Ve yine;
“O sabıklar (inançta ve amelde duraklamadan ileri geçenler) Allah'a yaklaştırılmış olanlardır.” [780] buyurulmuştur.
Müfessirlerimiz “mukarreb melekler” ve diğerleri için şu açıklamalarda bulunuyorlar:
“Onlar Allah'ın kendisine yaklaştırdığı ve menzillerini diğer yaratıklarınınkinden yüksek kıldığı kimselerdir. [781] Yahut Allah'ın cennette derecelerini ve mertebelerini yüksek kıldığı kimselerdir”.[782]
Mukarrebûn (yaklaştırılmış) olanlar sâbikûn (yarışanlar)dır. Bunlar da Hakk'a kullukta îmân ve itaatte hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Bunlar başta enbiyâ olmak üzere onlara tabi olan ihlaslı mü'min ve müslimlerdir. [783]
Kulun kurb hali, önce kalbiyle Allah'ın kendisine yakınlığını (kurb) müşahede etmesi, sonra tâatla ve bütün himmetini Allah'a yönelterek gizli ve aşikâr zikre devam suretiyle Allah'a yaklaşmasıdır.
Kurb ehli üçtür:
1- Allah'ın kendilerine verdiği ilim, kurb ve kudret sayesinde çeşitli ibâdet ve tâatlarla Allah'a yakınlaşmaya çalışanlar,
2- Birincisinde anlatılanları gerçekleştirmiş bulunanlar. Bunlar da Amir b. Abdulkays'ın şu sözünün şümulüne girer:
“Her neye bakıyorsam Allah'ı ona kendimden daha yakın gördüm”.
Cüneyd der ki:
“Bilesin ki Allah kullarına, onların kalplerinin kendisine yakınlığı ölçüsünde yakındır. Öyleyse sen kalbinin neye yakın olduğuna bak!”
Bir başkası da şöyle der;
“Allah'ın ba'zı kulları vardır ki, Allah onlara yakındır ve onları da kendine yakın kılmıştır. Onların Allah'a yakınlığı Allah'ın kendilerine olan yakınlığı sebebiyledir. Bu hal, kurb makamında bulunanların ikinci derecesidir”. [784]
Ve Öyle ki Allah bazan kişi ile kalbi arasına dahi girer.
“..Ve bilin ki Allah kişi ile onun kalbi arasına girer.” [785] “ Mümin ile küfür arasına, yahut mümin ile mâsiyet arasına yahut kişi ile aklı arasına girer veya kişi ile kalbi arasına girer de îmân eden ancak onun izni ile îmân eder, küfreden de ancak onun izni ile küfreder demektir”. Nitekim;
“Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin îmân etmesi mümkün değildir“ [786] buyurulmuştur. [787] Anlıyoruz ki, “Allah'ın kuluna olan yakınlığı, kulun kalbinin yakınlığından daha fazladır. Maksat kulun gönlünde ye kalbinde bulunan hiçbirşeyin Allah'a saklı kalmadığıdır”. [788]
“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [789] âyetinde maksat, “Allah'ın kuluna olan yakınlığından bir temsildir.” [790]
“Allah, kuluna kalbinden, kalbine de kulundan daha yakın ve daha hâkimdir. Ondakini gönlünden, gönlündekini ondan daha iyi bilir ve daha-yakından zabt-u temellük eder. Kudreti o kadar nafizdir ki yalnız kişi ile ağyarı arasına değil onunla, kalbi arasına dahi girer, şâir (hisseden) ‘Ene’ ile meş'ur (hissedilen) ‘Ene’yi birbirinden ayırır.” [791] İbn Kesîr, bu âyete münâsip düşen hadisler gelmiştir diyerek aşağıdaki hadisleri nakleder. [792] Hz. Peygamber (s.a.v) çokça,
“Ey kalbleri çeviren, kalbimi dinin üzere sabit kıl.” Derdi. Râvî der ki:
“Yâ Rasûlallâh, biz sana ve senin getirdiğine îmân ettik. Bizim hakkımızda korkuyor musun?” Deyince;
“Evet” dedi.
Ve devamla;
“Muhakkak ki kalpler Allah'ın kudret parmaklarından iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi çevirir.” Buyurdu. [793] Ümmü Seleme (r.a.) dan rivayet olundu ki Rasûlüllâh (s.a.v.) Duasında çokça;
“Ey kalpleri çeviren, kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” Derdi. Ve buyurdu ki;
“Hiç bir insan yoktur ki kalbi Allah'ın Kudret parmaklarından iki parmağının arasında olmasın. Dilerse onu doğrultur, dilerse saptırır.” Sonra râvî Muaz (r.a.):
“Ey Rabbimiz, hidâyet ettikten sonra kalplerimizi saptırma.” [794] Ayetini okudu.[795] Hz. Aişe (r.a) dan gelen bir rivayette de, Rasûlüllâh geceleyin uyandığı zaman şöyle duâ ederdi:
“(Allah'ım) senden başka ilâh yok, seni teşbih ederim. Allah'ım günahım için sana istiğfar ederim, rahmetini dilerim. Allah'ım ilmimi artır, hidâyet ettikten sonra kalbimi saptırma, nezdinden bana rahmet ver. Muhakkak ki sen çok bağış yapansın.” [796]
Nitekim âyette de mü'minlerin böyle dua etmesine işaret edilmektedir:
“Yâ Rabbena, bizleri hidâyetine erdirdikten sonra kalplerimizi yanıltma. Ve bize katından rahmet ihsan eyle. Şüphesiz sen çok bağış yapansın (vehhâbsın).” [797]
Netice itibariyle Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından Allah'ın kullarına çok yakın olduğunu, ancak kulun niyet ve davranışları ile O'ndan uzak kaldığını, şayet Kur'ân'da belirtilmiş olan kurallara riayet ederse kurbiyyet ve muhabbetin hasıl olacağaını görmüş olduk. [798]
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından imanın his safhalarından biri de muhabbetdir. Muhabbet, buğzun zıddı sevmek manasınadır. Meveddet te öyledir. Her muhabbet istemektir, ama her istemek muhabbet değildir. [800] Sevgi ile ilgili âyet-i kerimelerde Allâh'u Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, esirgeyendir.” [801] Yani Allah'ı sevmenin dolayısı ile Allah'ın da kulunu sevmesinin ancak kulun Allah'ın elçisine tabi olmasıyla mümkün olacağı belirtilmiş oluyor.[802] Yine;
“Hayır, (gerçek onların dediği gibi değildir.) her kim sözünü yerine getirir ve (günahtan) korunursa şüphesiz Allah da korunanları sever.” [803] buyurulmuştur. Yani kim Muhammed (s.a.v.)'e ve onun getirdiklerine iman eder ve günahlardan sakınırsa Allah'da onları sever demektir. [804] Yine âyet-i kerîmelerde Allah, bir takım vasıfları taşıyan kullarını sevdiğini haber vermiştir. Bunlar takva sahipleri [805], iyi davrananlar[806], sabredenler[807], Allah'a güvenip dayananlar [808], adaletli davrananlar [809], Allah yolunda cihat edenlerdir [810]. Ayrıca:
“Ey îmân edenler, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında Öyle bir toplum getirecek ki (O) onları sever, onlar da O'nu severler..” [811]
“Rabb'inizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbİm çok merhametlidir, çok sevendir.” [812]
“İmân edip sâlih ameller işleyenler için, Rahman, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” [813]
“O (Allah) çok bağışlayandır, çok sevendir.” [814] buyurulmuştur.
Yukarıdaki âyetlerde geçen sevgi konusu, önce “sevgi”nin mahiyeti ve sebepleri, sonra kulun Allah'ı sevmesi, Allah'ın kulunu sevmesi başlıkları altında ele alınacaktır.
1- Muhabbet denilen sevginin mahiyyeti: Muhabetin pek çok tanımı yapılmıştır. Hatta İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350) bu tariflerden otuz kadarını zikretmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir;
“Muhabbet hayır olarak görülen şeyi istemektir. Muhabbet sevdiğini sahip olduğu herşeye tercih etmektir. Muhabbet, her yerde sevgiliye uymaktır. Muhabbet, kalpte sevilenden başka hiçbir şeyin kalmamasıdır. [815] İbn-i Kayyım muhabbeti değişik şekillerde tarif etmesine rağmen yine tam olarak tarif edilemeyeceğini, muhabbetin en iyi tarifinin yine muhabbet olduğunu belirtir. Muhabbetle ilgili yapılan tarifler sevginin mahiyetinden ziyade sebeplerini, şartlarını, belirtilerini ve sonuçları hakkında verilen bilgileri içerir ve herkes kendi haline ve anlayışına göre muhabbeti tarif etmiştir, der. [816]
“Ka'bu'l-Ahbar (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, yeryüzünde bulunan muhabbet ve sevginin başlangıcı ve kaynağı Allah Teâlâ'dır. Allah, muhabbeti önce göktekilere sonra da yerdekilere indirmiştir.” [817] “Sevgi, nefsin kemâl idrak ettiği şeye meyletmesidir ki, nefsi o şeye yaklaşması için gereken sebeplere sevkeder. Kul, kemâl-i hakîkî'nin ancak Allah olduğunu, gerek kendinden gerekse başkasından gördüğü veya göreceği her hayrın Allâh'dan, Allah ile ve Allah'a olduğunu idrâk edince, sevgisi ancak Allah için, Allah yolunda ve Allah uğrunda olur. Bu da tâat'ı murad etmeyi ve masiyetten sakınmayı gerektirir. Bunun içindir ki muhabbet, tâat'ı murad etmekle tefsir olunmuştur. Bu da, tâat hususunda Rasûlüllâh'a uymayı ve ona boyun eğmeyi gerektirir. Onun için;
“Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.” [818] buyurulmuştur.” [819]
Allah'ı sevmekten maksat onun emirlerini tutmak yasaklarından kaçmaktır. Allah'ın sevmesinden maksat, kulunu bağışlaması, ona maddî ve manevî nimetlerini vermesidir. [820]
Sevgi azlık çokluk bakımından da farklı kavramlarla ifade edilmiştir. [821]
“Muhabbet, önce muvafakat, sonra meyi, sonra vüdd, sonra hevâ ve sonra velh (veleh) [822] olur. Muvafakat tabiat içindir. Meyi nefs, vüdd kalb, muhabbet fuad (fuad, kalbin bâtınıdır) içindir,” [823] denmiştir.
Sevgi, lezzetli şeye tabiatın meyletmesinden ibarettir. Eğer o meyi, güçlenir ve kuvvetlenirse ‘aşk’ adını alır. [824] Zıddı ‘buğz’dur. Buğz, tabiatın, elem verici ve yorucu şeyden nefret etmesidir. Güçlenirse ‘makt’ adını alır. Başka bir deyişle sevginin manası, idrakinde zevk duyulana meyletmekten başka bir şey değildir.” [825] İmâm Gazzâlî (ö. 505/1111) (r.a) lezzetin çeşitlerini, muhabbetin sebep ve kısımlarını misaller verererek uzun uzun anlatmaktadır. Bir kısmını şöyle özetleyebiliriz; “Beş duyunun lezzeti herkes tarafından bilinen ve kabul edilen bir gerçektir. Bir de altıncı his denilen, akıl, nur'yahut kalb ile tabir olunan “bâtını bir basiret” vardır ki, zahirî gözden daha kuvvetlidir. Kalb, gözden daha iyi idrak eder. Aklen idrak edilen manaların güzelliği, gözle görülen dış suretlerin güzelliğinden daha büyüktür. Bu bakımdan, kalbin idrak ettiği ilâhî yüksek duygular, beş duyunun idrak ettiklerinden daha açık, daha mükemmel ve daha güzeldir. Öyleyse, sağlam bir tabiatın ve sıhhatli bir aklın meyli daha kuvvetlidir. Zaten sevginin manası, idrakinde zevk duyulana meyletmekten başka bir şey değildir.” [826]
Bazıları da muhabbet hakkında şunları söylemektedir: Muhabet, şaşkın bir kalp ile daimi bir meyilden ibarettir. Muhabbet, mahbubu, elde bulunan her şeyden üstün tutmaktır. Muhabbet, huzurda ve gaibde habibe uymaktır. Muhabbet, muhibbin sıfatlarının yok olup mahbubun zatının isbatıdır. Muhabbet, kalbin Cenab-ı Hakk'ın iradesine uyum sağlamasıdır. Muhabbet, hizmeti yürütmekle beraber hürmetin terkinden korkmaktır. Muhabbet, nefsinden gelen çoğu, az görmen, dostundan gelen azı, çok görmendir. Muhabbet, taatın boynuna sarılmak, muhalefetten ayrılmaktır. Muhabbete kalpte mahbubun gayrisini sildiğinden dolayı muhabbet denilmiştir. Muhabbet lezzettir. Muhabbetin hakikati, cefa ile eksilmeyen, safa ile artmayan nesnedir. [827]
Muhabbet hali, kulun gözüyle Allah'ın kendisine verdiği ni'metlere, kalbiyle Allah'ın kendisine olan yakınlık, inayet, hıfz ve yardımına, îmanı ve yakîniyle Allah'ın kendisine hidâyet ve inayet nasîb ederek kendisini sevmesine bakarak Allah'ı sevmesidir. Bu sevgi Allah'ın kullarına olan in'âm ve ihsanından meydana gelir: nitekim rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Peygamber (s.a.);
“Kalplerin, kendisine iyilik yapanı sevme, kötülük yapanı sevmeme özelliği vardır.” [828] buyurmuşlardır.
Muhabbet, devamlı hatırlayarak (unutmadan) arı ve duru bir sevgidir. Çünkü kim birşeyi severse onu çokça hatırlar ve anar. Muhabbet, kalplerin Allah'a muvafakati ve bu muvafakate iyi sarılmasıdir. Allah'ın zikrine devam ve münâcâttan tad alarak aşırı sevgi ile Allah Rasûlü'ne uymasıdır. [829]
Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Üç şey kendinde bulunan kimse imanın lezzetini tadar; Allah ve Rasûlünün, kendisine her şeyden sevgili olması, sevdiğini yalnız Allah için sevmesi, Allah Teâlâ kendisini küfürden kurtardıktan sonra, ateşe atılmaktan korkar gibi, küfre dönmekten kaçınmasıdır.” [830]
Yine rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle dua ederdi:
“Yâ Rabbi, sana olan sevgimi, kendime, gözüme, kulağıma, aileme, malıma ve soğuk suya olan sevgimden daha ziyâde kıl.” [831] Bu hadiste Hz. Peygamber, Cenâb-ı Hakk'tan sanki katıksız bir sevgi istemiştir. Katıksız sevgi ise; Allah Teâlâ'yı yürekten sevmektir. Kul, bazan hâlinin şartlarını, ilmin hükmü ile yerine getiren bir durumda olabilir. Tabii fıtratı ise o anda ilminin zıddını ister. Fıtratı istemediği halde kendisinin rızâ hâlinde olması gibi. Bu durumda kul, fitrî isteklerine karşı gelerek ilmin gerektirdiğini yapar. Allah ve Rasûlünü iman hükmü ile severken, çoluk çocuğunu da fıtratının hükmü ile sevebilir.
İnsandaki muhabbetin sâikleri çok çeşitlidir. Bu sâiklere göre de ruhun muhabbeti, kalbin muhabbeti, nefsin muhabbeti, aklın muhabbeti gibi, muhabbetin değişik çeşitleri vardır. Rasûlüllâh (s.a.v)'ın hadis-i şerifte, aile, mal ve soğuk suyu zikretmesinin mânâsı, Allah'a muhabbet ile diğer şeylere kayan muhabbet damarlarını tıkamak ve böylece Allah'a olan muhabbeti hâkim kılmak, demektir. Böylece kul, Allah'ı, kalbi, ruhu ve yüreği ile sever de Allah sevgisi fıtratında ve tabiatında da soğuk su sevgisinden daha üstün hâle gelir.
Bu, havassa âid saf bir sevgidir. Havas bununla ve bu sevginin nuru ile, fitrî ve cibillî vasıfların arasına dalabilir. Bu vasıflar ona zarar vermez. Böylece sevgi, kurb makamlarına varan ve orada yerleşen ruhun müşahedeleri ile zât sevgisine dönüşür [832].
Yine denmiştir ki, sevgi genel ve özel mânâda olmak üzere ikiye ayrılır. Genel anlamdaki sevgi, emirleri yerine getirmek olarak açıklanmıştır. Çoğu kere bu sevgi, nimet ve lütufları bilmekten kaynaklanır. Bazıları bu sevgiyi (muhabbet) makamları arasında zikretmiştir. Genel mânâdaki bu sevginin elde edilmesinde, kulun şahsî gayretinin dahli bulunduğu söylenebilir. Özel mânâda ise; ruhun, Cenâb-ı Hakk'ı yakînen bilmesinden doğan bir zât sevgisidir. Bu sevgide kulun kendinden geçme hâli vardır. Bu, Cenâb-ı Hakk'tan gelen bir lütuf ve Hakk'ın kulu seçmesi (istifa) ile hâsıl olur. Özel mânâdaki sevgi, manevî hallerden bir hâldir. Çünkü, bu tür sevgi yalnızca ilâhî bir mevhibedir. Kulun bunu kazanmasında bir dahli yoktur. Bu mânâ, Rasûlullah (s.a.v)'in;
“Bana soğuk sudan daha sevimli” sözünden anlaşılmaktadır. Çünkü böyle bir ifâde zât sevgisinin lezzetini tadan ruhun varlığından kaynaklanmaktadır. Bu sevginin yaşandığı yer ruhtur, [833] denmiştir.
2- Sevginin Sebepleri: Herkesin hayatını ve hayatını kurtaranı sevdiği bir gerçektir. Bunun nedenini ve niçinini sormak mümkün değildir. Basiret sahipleri hayatı verenin Allah olduğunu bildiklerinden Allah'ı en çok severler. Sevginin bir sebebi de ihsân'dır, denmiştir. Çünkü insan, kendine yapılan ihsân'ın kuludur, denir. Gönüller, kendine ihsan edeni sevmek, kötülük edenden de nefret etmek karakterinde yaratılmıştır. Basîret sahipleri, gerçek ihsan sahibinin ancak Allah olduğunu çok iyi bildiklerinden Allah'ın sayısız nimetlerini tefekkür ederler ve Allah'ı severler. Nitekim âyette;
“Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız onları sayamazsınız.” [834] buyurulmuştur.
Sevginin sebeplerinden biri de güzelliktir, denmiştir. Sağlam karakter sahipleri güzele ve güzel şeylerdeki lezzete âşinâdırlar. Her güzelliğin idrak edilmesi lezzetten uzak değildir. Güzelliğin, fıtraten güzel olduğunu inkar eden hiç kimse yoktur. “Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever.” [835] manasınca, basireti, bütün güzelliklerin arkasında saklı bulunan, ilâhî sanatın güzelliğinden ötelere nüfuz eden kula, Allah'ın cemal ve celâli keşfolunmuşsa o kulun nezdinde mahbûb ancak Allah olmuş olur.” [836]
Muhabbetin bir başka açıklaması da, gönlün cemâl âlemine meyletmesidir, denmiştir. Bunun da iki türlü olduğu, birisinin âvâmın (halk kesimlerinin) muhabbeti ki, burada kalbin tecelli eden güzellik sıfatlarını müşahedeye meyletmesidir. Diğerinin ise havassın (seçkinlerin) ve ariflerin muhabbetidir ki ruhun ilâhi güzellikleri müşahedeye meyletmesidir. Allah'a muhabbette sadâkatin alâmeti, onun emirlerini tutmak ve nehiylerînden kaçmaktır, [837] denmiştir.
3- KuIun Allah'ı sevmesi: Kulun Allah'ı sevmesini, bir kısım alimler, Allah'a itâatta bulunmak ve 0'na ibadet etmek yahut O'nun mükâfat ve ihsân'larını sevmek manasında yorumlamışlardır. Bir kısmı Allah'ın zâtı ve sıfatları, bütün sevgi sebeplerini cami olduğundan zâtını sevmek manasındadır, demişlerdir. Çünkü kâmil varlıkların en mükemmeli sadece Yüce Allah'tır. Kul, Allah'ın hikmetinin inceliklerini kavrayıp O'nun kudretine muttali oldukça O'nun kemâlini bilir, o nisbette de O'nu sever, denmiştir. Hikmetinin inceliklerine vâkıf olmasının mertebeleri sonsuz olunca, kulun, Allah'ı sevme mertebeleri de sonsuz olur”, [838] diye açıklanmıştır. Sonuç olarak demek ki, Allah'ı sevmek demek, Rasûlüllâh'a uymak demektir. [839] Ve “îmân edip sâlih ameller işleyenlerin, gönüllerinde Allah bir sevgi yaratacaktır.” [840] “İmân bir tohum gibi kalp toprağına düşer de sâlih ameller suyu ile beslenirse, meyve verinceye kadar gelişir ve büyür, diye açıklanmıştır. Onun meyvesi, Allah sevgisidir. Enbiyâ sevgisidir. Meleklerin ve bütün müminlerin sevgisidir,” [841] denmiştir. “Allah sevgisinin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân sevgisinin alâmeti ise Peygamber (s.a.v.)i sevmektir. Peygamber sevgisinin alâmeti sünneti sevmek, sünneti sevmenin alâmeti de âhireti sevmektir.” [842] Nitekim hadis-i şerifte;
“Kim Allah'a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever.” [843] buyurulmuştur.
Allah Teâlâ'yı sevmek büyük bir iddia olduğundan “Allah'ı sever misin?” sorusuna, sükût ile cevap verilmesi tavsiye edilmiştir. [844]
4- Allâh'ın, kulunu sevmesi ve velayet: Âyeti kerîmede Allah Teâlâ
“..O, onları sever, onlar da O'nu severler..” [845] buyurmuştur. Allah'ın kullarını sevmesinden maksat, onlara taatlarına karşılık en güzel mükâfat vermesi, onlardan razı olması ve onların davranışlarını övmesidir. [846] Kulların Allah'ı sevmelerinden maksat da Allah'ın rızasına sadakatla koşmaları, O'nun emirlerine itaat etmeleri, yasaklarından sakınmaları, ibadetlerini sırf Allah'a tahsis etmeleri ve buna rağbet etmeleri, O'nun nezdinde yakınlık istemeleri demektir. [847] Bir başka âyette de;
“..Muhakkak ki Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri sever.” [848] buyurulmuştur. Yani günahlardan tevbe ederek manevî kirlerden, namaz için su ile maddî kirlerden temizlenenleri Allah sever. [849]
Mühim olan senin sevmek iddiasında bulunmuş olman değil, gerekeni yapıp Allah tarafından sevilmiş olmandır. Yani Allah'ın sizi sevmesidir. [850] Allah Teâlâ hem sevendir, hem de sevilendir. Nitekim âyette;
“O (Allah) gafûr'dur, vedûd'dur.” [851] buyurulmuştur.
Vedûd: “Çok sevgili veya çok sevimli demektir. Muhabbet ve sevgi manasınadır. Vüdd'den vedûd, fe'ûl yani fail manasında çok muhibb veya mefûl manasında çok mahbûb demektir. Allah'ın isimlerindendir. Masdarı meveddet'dir.” [852]
Yine “Vedûd, bağışlamak ve mükâfatlandırmak suretiyle dostlarına karşı çok sevgi besleyen anlamındadar. Allah'ın sâlih kulları, Allah'ın zâtı sıfatları ve fiilleri açısından mükemmel bir varlık olduğunu bildikleri için O'nu sever, O'na muhabbet duyarlar. Allah' da itaatkâr olan kullarını sevdiğinde, bu, O'nun bir lûtfu olmuş olur. Eğer arif kulları O'nu severse, bu onların Allah'ın ihsan'nın cömertliğini bilmiş olmalarındandır.” [853]
“Kelâmcılar, Allah'ın kuluna muhabbeti hem dinî hem de dünyevî bakımdan hayır ve menfaatleri kuluna ulaştırmayı dilemesi demektir, demişlerdir.” [854] “Allah'ın kulunu sevmesinden murad O'na maddî ve manevî nimetlerini ve sevabını vermesi, günahlarını bağışlamasından murad ise onun cezasını kaldırmasıdır. İşte bu, her akıllının isteyeceği en büyük ve en önemli şeydir:” [855] denmiştir.
“Allâh tevbe edenleri sever.” [856] âyetinin manası, Allah kulunu sevdiği zaman ölmeden önce ona tevbe etmeyi nasib eder, çok bile olsa geçmiş günahları, geçmiş küfrün, İslâmdan sonra zarar vermediği gibi o kula zarar vermez, demektir.” [857]
“Kulum, nafile ibâdetlerle durmadan bana yaklaşır, nihayet onu severim. Ve onu sevince de işitir kulağı, görür gözü, tutar eli ve yürür ayağı olurum. Benden bir şey isterse elbette veririm. Bana sığınırsa muhakkak korurum.” [858] “Nafilelerle yaklaşması, bâtının safasına, kalbinden hicabın, kalkmasına, Rabb'ine yakınlık derecesinin husulüne sebep olur. Bu durum şöyledir; sultân bazen kölesini kendine yaklaştırır, her zaman huzuruna girmesine müsade eder. İşte bu duruma, sultân'm onu sevmesi denir.” [859]
Gazzâlî bu konuya devam ederek der ki:
“Allah'ın kulunu sevmesinin bir başka alâmeti de onu başkasından uzaklaştırması, onunla başkasının arasına girmesidir. Allah bir kulunu sevdiğinde ona belâ verir. Eğer o kul belâya sabrederse onu seçer, razı olursa onu asfiyâdan kılar. Allah bir kulu sevdiğinde o kulun nefsinden ona bir vaiz kılar. Onun kalbinde onu kötülüklerden sakındırıcı bir kuvvet kılar. Kulun Allah tarafından sevildiğinin bir başka belirtisi de Allah'ın, o kulun zahir, bâtın, gizli, aşikâr her işini bizzat idare etmesidir. Allah o kuluna yön verir, işini tedbir eder, ahlakını güzelleştirir. Kulunu kendisine yaklaştırırken onu başkalarından uzaklaştırır. Tenhada münâcât lezzetiyle ona ünsiyet verir. Onunla marifetinin arasındaki perdeyi gözünden kaldırır.” [860]
Allah'ın kulunu sevmesinin bir başka adı da “velayet”tir. Nitekim âyetlerde Allah'ın mü'minlerin dostu olduğu açıklanmıştır.
“Allah müminlerin dostudur. Onları karanlıklardan nûr'a çıkarır..” [861]
“..Allah müminlerin dostudur.” [862]
“Sizin dostunuz ancak Allah'dır, Rasûlüdür, îmân edenlerdir..” [863]
“..Sizin Allâh'dan başka dostunuz yoktur..” [864]
“Yoksa onlar Allâh'dan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allâh'dır,,” [865] “..Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır.” [866]
“..Ey Rabb'imiz bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim mevlâmızsın..” [867]
“Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [868] buyurulmuştur.
Ayetlerde geçen “velî” ve “Mevlâ” kelimeleri (V L Y) kökünden türemişlerdir. Kelimenin pek çok türevleri ve zengin manaları vardır. “Velî: Allah'ın isimlerindendir. Velî'nin de mevlâ'nin da manalarından biri, dost, yâr, sadık, yakîn, seven, yardım eden, işlerini üstlenen demektir. Hatta bir manası da, iki veya daha ziyâde şahsın dostlukta aralarından yabancıyı çıkarmaları demektir. Velayet ise aynı kökten mastardır.” [869] “Allah müminlerin dostudur.” demek “onların yardımcısıdır, onlara arka çıkandır, yardımıyla, hidâyetiyle ve tevfîk'İyle onların işlerini üstlenir. Onları, zulmetlerden, karanlıklardan yani, küfrün, masiyetlerin, cehlin, şüphenin, şekk'in ve rayb'in, karanlıklarından çıkarır, kalpleri, îmânın hakikatini idrak etmesine engel olan her karanlıktan aydınlığa, nûr'a kavuşturur. Hakkın, îmânın, yakînin nuruna iletir.” [870]
Netice olarak yapılan açıklamalarla görmüş olduk ki, Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından hidâyetin üçüncü mertebesi olan tevfîk, Allah'ın kendisine îmân, itaat, ibadet ve salih amellerle yönelen kullarını hakda ve hayırda muvaffak kılarak, onların gönüllerinde sekînet, itmînan ve sevgi gibi hasletler yaratması, onları dünyada ve âhirette sevgisine ve rızasına kavuşturmasıdır. Bunun ise kullar için en büyük saadet olmuş olmasıdır.
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından açıklamaya çalıştığımız konular hakkında aslolan ifadeler değil manalardır. Manaların şahidi ise şüphesiz hissedip yaşayanlardır. Görülen husus, Allah'ın, kendisine yönelen, kulları ile daimi bir ilişki içinde olmuş olmasıdır. [871]
Hidâyetin dördüncü mertebesi, Allah'ın kullarının kalplerine vahiy, ilham yahut sâdık rüyalarla bir takım sırları açması ve eşyanın ve olayların mahiyetini olduğu gibi göstermesidir. Ki buna hidayet-i hâssa denilir. Bu kısım, enbiyaya ve evliyaya mahsustur.
“Onlar (o peygamberler) Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir,” [872] âyetinde buyrulmuş olduğu gibi. [873] Bu kısım enbiyâya ve evliyaya mahsus olmakla beraber, herkesin velev cüz'î olsun bundan bir hissesi yok değildir. [874] “Hidâyet” bu şekilde mertebeleriyle beraber tertip olunup sınırlandırılmış olsa da, sayılamayacak kadar çoktur. [875]
Yoktan varedilen, sayılamayacak kadar nimetlerle donatılıp en güzel biçimde yaratılmış olan, yaratılış maksadına ulaşabilmesi için de türlü kabiliyet ve meziyetlerle teçhiz edilen, sonra da bununla yetinilmeyip peygamberler ve kitaplarla irşâd edilmiş olan insan, söz dinleyip nasihat kabul etmiş ve üzerine düşen görevleri yapmışsa kendisine başarı ihsan edilmiş olduğunu bunun da ötesinde birtakım zevklere ve sırlara mazhar kılındığını görmüş olduk. Kendisine olan rabbani ilgi onu sıradan bir mahlûk olmaktan çıkarıp, yeryüzünde Allah adına hareket eden bir halîfe haline getirmiş oluyor. Kudsi hadisde de işaret edildiği üzere Allah'a yaklaştırılıyor, nihayet Allah tarafından seviliyor, kulağına, gözüne, eline ve ayağına ayrı bir güç veriliyor. Bir şey isterse kabul ediliyor, sonuçta Allah'ın dostu oluyor.” [876]
Hidâyetin mertebelerinde de görüldüğü üzere, Allâh-kul ilişkisi, hilkatin takdiri ile başlamış, yaratma ile devam etmiş, insana, aklî güç, bâtınî hisler ve zahirî duygular gibi hisler verildikten sonra peygamberler ve kitaplar gönderilerek değişik bir boyut kazanmıştır. Eğer kul, gelen peygamberlere ve getirdikleri kitaplara îmân edip, îmânın gereğini yapmışsa o zaman, Allâh-kul (İnsan) ilişkisi değişik boyutlarda devam etmiştir.
Başında da belirtildiği gibi hidayetin bu mertebesi Allah'ın kullarının kalplerine vahiy, ilham yahut sadık rüyalarla sırlarını açması, eşyanın ve olayların mahiyetini olduğu gibi göstermesidir. Bu kısım enbiyâya ve evliyaya mahsus olmakla beraber herkesin velev cüz'î olsun bundan bir hissesi yok değildir. [877] denmiştir.
Önce enbiyâya mahsus olan kısmı incelemeye çalışalım. [878]
Allah Teâlâ görünen âlemi ve insanı yarattıktan sonra, onu kendi haline bırakmamıştır. Eğer Allah insanı aklıyla başbaşa bırakmış olsaydı, o zaman insan, Allah'ın istediği tarzda kulluk formasyonunu elde etmede ciddi sıkıntılara maruz kalabilir ve belki de bunu hiçbir zaman başaramazdı. Bu sebeple olmalıdır ki Allah Teâlâ, sözsüz âyet olan kevnî (kozmolojik) mucizelerini, insanın gözleri öne sermekle yetinmeyerek, sözlü mesajını (vahyini) da göndermiştir. Çünkü bu sayede ancak insan, kendi benliğini tanıma imkânına kavuşacak ve nihayet görünmeyen âlemle sıkı bir ilişkide bulunduğu gerçeğini kolayca idrâk etmiş olacaktır. Bu anlamda vahiy, bir şifa, bir rahmet, bir nûr ve bir yol göstermedir.[879]
Allah Teâlâ'nın vahiy yolu ile önce peygamberlerine ve sonra da peygamberleri vasıtası ile kullarına ilâhî mesajını gönderdiğini görüyoruz. Yukarıdaki bahislerde de belirtilmiş olduğu gibi, peygamberlerin gönderilmesi [880] Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından bir rahmet olduğuna göre vahiy olayı da bu ilişkinin bir rahmet ve merhamet tecellîsidir.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanın bilgi vasıtalarından biri de, vahiydir. Allah Teâlâ insanlarla irtibat kurarken ve dini konularda onları bilgilendirirken bu yolu kullanmıştır. Bunu da her defasında insanlar arasından seçtiği peygamberlerine, sözlü âyetlerini indirerek tahakkuk ettirmiştir. Bu sebeple vahiy, insanları aynı duyguda, aynı anlayışta ve aynı inançta bir araya getiren yegâne unsur olmuştur. Bu bakımdan ne filozofun aklıyla ğayba inanışı, ne sûfinin sübjektif tecrübesi, ne kâhinin bazen yanlış bazen doğru öznellikten kendini kurtaramayan ğayb dalışları, ne medyumun zanla karışık bilgi kırıntılarına uzanışları, Allah'ın peygamberlerine bildirdiği vahye alternatif olamamıştır. [881] Böylece anlaşılmıştır ki, vahiy hem bir bilme ve bilgi yolu, hem de aynı yolla gelen kesin ve objektif bir bilgi t ürüdür. [882]
Vahiy kavramının Kur'ân-ı Kerim'deki kullanılış biçimlerine bakıldığında söz konusu terimin, bir varlıktan diğer bir varlığa bir şeylerin ilkâsı ve iletilmesi anlamını ifade ettiği görülür. [883] Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim, şeytanların [884] ve insanların (Hz. Zekeriyyâ'nın) [885] vahyetmesinden de söz eder. Ancak şunu hemen belirtelim ki vahyin bu türü, her ne kadar “vaha” fiilinin türevleriyle ifade ediliyorsa da o, ilâhî vahiy olarak telakki edilmemektedir. Çünkü söz konusu vahiy olgusunun her iki ucunda da varlıklar bulunmaktadır. Yani vahyeden de vahye muhatap olan da mahluktur. O nedenledir ki bu tarz bir vahye konu olan lafızlar, telkin etmek [886] fısıldamak ve haber vermek [887] gibi lügat anlamlarından öte bir manada kullanılmamıştır. [888]
Vahiy kelimesi vehâ fiilinden türemiş bir masdardır.
Sözlükte, gizlice söz söylemek, fısıldamak, emretmek, ilham etmek, süratlice îma ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak, mektup yazmak, elçi göndermek gibi manalara gelmektedir. [889] Kur'ân-ı Kerim'de bu manalardan bir kısmının kullanıldığını görüyoruz. Ve bir kısım müellifler bunları kaynak itibariyle Allah'tan başka varlıklara isnad edilenler ve Allah'a isnad edilenler olmak üzere;
1-İlahî menşeli olmayan vahiy,
2-İlahî menşeli olan vahiy, diye ikiye ayırmışlardır. [890]
Birincisine verilen örnekler: a-Zekeriyya (a.s.)'ın kavmine yaptığı vahiy;
“Zekeriyya mihraptan kavminin huzuruna çıktı ve onlara sabah-akşam onları teşbih etmeyi vahyetti.” [891] Burada vahiy kelimesi îmâ ve işaret etmek anlamında kullanılmıştır.
b-“İnsan ve cin şeytanların yaptıkları vahiy” [892] burada da fısıldamak ve gizlice söylemek, yahut vesvese anlamında kullanılmıştır.
İkincisine verilen örnekler de: a-Allâh'ın, arza [893] ve semâya [894] vahyetmesi ki buralarda Allah'ın emretmesi manasında kullanılmış olduğu. b-Balarasına yapılan vahiy [895], ilham yahut içgüdü manasında kullanıldığı. c-Allâh'ın meleklere vahyetmesi [896] ki burada da Allah'ın meleklere emrini ilkâ etmesi manasında olduğu açıklanmıştır. d-Hz. İsa'nın havarilerine yapılan vahiy [897] ki îmâ veya emir manasında, Hz. Musa'nın annesine yapılan vahiy [898] ilham veya rüya karşılığında kullanılmış olduğu belirtilmiştir. [899] Âyetlerde geçen ilâhî menşeli olan vahiy örneklerinde ortak yönün bir varlığın diğer varlıkla irtibat kurması, iletişime geçmesi manasına geldiğini görüyoruz. Bundan başka bir ortak husus daha vardır ki o da kurulan iletişimde iletişim kurulan varlığın hemen etki altında kalarak harekete geçmesidir. [900]
Tefsir ve hadis alimleri, Allah'ın peygamberlerin dışındaki varlıklara vahyini, vahyin sözlük manaları alanına sokarken, ancak peygamberlere olan vahyini terim manası olarak nitelendirmişler ve değişik şekillerde tarif yapmışlardır: Vahiy, Allah Teâlâ'nm kullarına bildirmek istediği hidâyet ve buyruklarını onların arasından seçtiği peygamberlerine insanların alışık olmadığı gizli ve süratli bir yolla bildirmesi demektir. [901] denmiştir.
Vahiy, Allah Teâlâ'nın, peygamberlerine çeşitli şekillerde söz ve emirler göndermesidir. [902] Konumuz içinde vahiy denilince Allah Teâlâ tarafından peygamberlerine ve bilhassa Hz. Muhammmed'e ulaştırılan vahiydir. Hz. Muhammed (s.a.v) vahiy ile insanlara ilk hitab eden şahsiyet değildir. İlâhî vahye mashar olan bazı peygamberlerin isimleri Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok vesilelerle zikredilmektedir. Örnek olarak;
“Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahdettiğimiz gibi sana da vahdettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub'a, Yakub'un torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Ve Davud'a Zebur'u verdik.” [903]
Allah Teâlâ prensip olarak insanlarla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından veyahut ta bir elçi vasıtasıyla konuşmuştur. Nitekim âyette Vahiy ile yahut perde arkasından veya elçi gönderip, ona kendi izniyle dilediği şeyi vahyetmesi suretlerinden başka hiç bir suretle Allah'ın konuşması hiçbir insana müyesser olmaz."[904] buyurulmuştur.
Vahyin en mühim muhatabı Hz. Muhammmed olmuştur. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok misaller bulmaktayız.[905]
Vahyin gerçekleştiğini bize bildiren âyetlerden bazıları da, Hz. Peygamber'den önce diğer bir kısım peygamberlere de vahyedildiğini ortaya koymaktadır:
“Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, esbâtâ (torunlara), İsa'ya, Eyyüb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.” [906]
“Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik...” [907] gibi âyetler bunlardan bazılarıdır.
Olgusal anlamda vahyin varlığını ifâde eden sahîh hadîsler de mevcuttur. Bu hadîslerden bir kısmında Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“...Bazen melek bana insan kılığına girerek gelir ve benimle konuşur. Ben de onun söylediğini iyice bellerim” [908]
“Vahiy bazen bana zil çalar (yahut çıngırak sesi) gibi bir sesle gelir. Bu benim için vahyin en ağır olanıdır. O (hal) beni terkedince onun (Cebrail'in) ne dediğini bellemiş olurum.” [909] Vahyin bu şekilde gelmesi Peygamberimizin gelen âyetlere kendisini bütün varlığıyla vermesi hikmetine dayanmaktadır. [910]
Yine Rasûlüllâh;
“Şüphesiz ki Rûhu'1-Kuds (Cebrail) kalbime üfledi.” [911] buyurmuşlardır.
Görüldüğü gibi bu ve benzeri nasslar, azgınlık, taşkınlık, ahlâksızlık ve tanrı tanımazlık gibi olumsuzluklar içine düşen insanları bu gayri ahlâkî ortamdan kurtarıp Allah'ın razı olduğu ahlâkî ortama çıkarmak için görevlendirdiği peygamberlerine, özel bir iletişim yoluyla indirdiği vahyin kesin kanıtıdır. Bu nassların ancak mü'minler için bir değeri vardır. Çünkü inanan insan, görünen bu âlem dışında görünmeyen bir âlemin bulunduğunu ve mutlak varlığın her iki âlemde de yegâne hükümdar olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla mü'min insan varlığının özünde hissettiği bu inanca dayanarak Yüce Yaratıcı'nın, vukuundan sözettiği vahiy olgusuna inanmakta asla tereddüt göstermez. [912]
Allah Teâlâ'nın kullarına mesaj göndermesi demek olan tenzil ya da inzal kelimeleri de vahiy anlamındadır. Ayrıca Kur'ân'da geçtiği şekliyle ilim, hikmet, şifâ ve nur kelimeleri de vahiy karşılığında kullanılmışlardır. [913]
Vahyin gelişi ile ilgili açıklamalardan vahyin değişik biçimlerde geliş şekillerini anlayabiliyoruz. [914]
1- Vahyin ilk geliş şekli Hz. Peygamber'in uyku halinde iken gördüğü sâdık rüyalardır. Hz. Peygamber, sonradan zuhur edecek hakikatleri böyle rüyalarla görmüş oluyordu.
2- Hz. Peygamber uyanık iken vahiy meleği Cebrail görünmeksizin kalbine ilâhî vahyi ilkâ ederdi. Bunun, ilhamdan ibaret olmayıp vahiy olduğuna dair Hak Teâlâ zarurî bir bilgi yaratırdı.
3- Cebrail'in insan suretinde gelip Hz. Peygamber'e vahiy getirmesidir.
4- Melek görünmeksizin önce çıngırak sesine benzer bir ses duyulur, ses kesildiği zaman Hz. Peygamber vahyolunan sözleri aklında tutmuş oluyordu.
5- Cebrail'in aslî suretinde görünerek vahiy getirmesidir.
6- Miraç gecesinde olduğu gibi Hz. Peygamber uyanık iken Allah Teâlâ ile konuşması şeklinde vuku bulan vahiydir.
7- Cebrail'in Hz. Peygamber uyku halinde iken vahiy getirmesi şeklindedir. [915]
Vahyin tariflerinde ve geliş şekillerinde anlaşılan ortak nokta Hz. Peygamber'in bilgilendirilmesidir. Ve bu bilgilendirme işinin Hz. Peygamber'in telaş ve heyacanına rağmen Allah tarafından kendisine güvence verilerek tamamlanmasıdır. Bu husus muhtelif Kur'ân âyetleriyle açıklanmış bulunmaktadır:
“(Ey Muhammed,) O'nu hemen okumak için dilini hareket ettirme.” [916] İbn-i Abbas'tan rivayetle Hz. Peygamber kendisine vahiy nazil olduğu zaman onu ezberlemek için dilini hareket ettirirdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [917] Binâenaleyh Ey Muhammed (s.a.v) dilini vahiy tamamlanmadan, Cebrail okumasını bitirmeden, Kur'ân'ı tekrarlamak suretiyle dilini hareket ettirme.
“Onu senin kalbinde toplamak ve sana okumak bize düşer. O halde sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize düşer.” [918]
“Ve sonra (Kur'ân'ı) okutacağız (da) unutmayacaksın.” [919]
Daha önce de belirtildiği gibi vahiy yaratıcı kudretin genel olarak varlıklara, özel olarak da insanlarla münâsebet kurup onları belli tavır ve tutumlar takınmaya çağırdığı ilâhî bir aktivitedir. Elbette ki bu aktivitenin akılla ilişkisi vardır. Ancak hemen belirtelim ki, vahyin muhatabı tek başına, insanda bulunan akıl cevheri değildir. Esasen vahyin muhatabı, akıllı insanlardır. Çünkü akıl insanla kâimdir ve insanın da sadece akıldan ibaret bir varlık olmadığı son derece açıktır. Zaten vahyin takdim ettiği hususlar bir bütün olarak ele alındığı zaman onun, insanı bütün özellikleriyle ve unsurlarıyla muhatap olarak gördüğü anlaşılır, öyle ki bazen o, insana duyguları coşturan, gönüllerin derûnuna tercüman olan eşsiz bir şiir ve edebi bir parçanın ruhlarda icra ettiği tesirle kıyaslanmayacak bir üslupla karşımıza çıkarken, bazen sırf akla, muhakemeye hitap eden ilmî bir eserin gerçekliğinden daha üstün bir ifade tarzı sergiler. [920]
Kısacası, İlâhî vahyin izlerini hem akıl, hem de duygu dünyasında görmek mümkündür. Ancak şunu belirtelim ki, her ne kadar akıl, sözünü ettiğimiz duyguların ve insanın sosyal bir varlık olması sebebiyle dış faktörlerin etkisinde kalabilirse de, insanı diğer varlıklardan ayıran yegâne unsur olması sebebiyle vahye muhatap olma konusunda asıl görev onundur. [921]
Tanımlarını yaparken de gördük ki vahiy iki boyutlu bir kavramdır. Bir boyutu ile Allah'ın peygamberlerine olağanüstü bir tarzda haber iletmesi, diğer boyutu ile de Peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilen veriler, yani vahyin muhtevası din manasını ifade eden ilahi mesajlardır.
Vahiy olağanüstü, insan aklının kavrayamayacağı metafizik âleme âit esrarengiz bir olaydır. Ve insan bu olayın iç yüzünü kavramak için aklını ve duyularını zorlayarak bu âleme ait bir takım yorumlar yapmaya kalksa tıpkı karanlığı taşlayan insan durumuna düşer. Ne yaptığını bilmeden hareket etmiş olur. [922]
Peygamberlere ve getirdiklerine inanmak bir iman meselesidir. Allah'a iman eden bir insanın Allah'ın peygamber göndermesine, o peygamberiyle irtibat kurmasına itiraz etmediğini, ancak inkarcıların buria itiraz ettiklerini Kur'ân âyetleri ile de müşahede ediyoruz.
“İçlerinden bir adama, insanları uyar ve inananlara, Rab'leri katında kendileri için bir doğruluk makamı bulunduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlara tuhaf mı geldi?” [923]
Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından vahiy, gerek vasıtalı gerekse vasıtasız olarak Allâhü Teâlâ'nın, gerek peygamberleri ve gerekse peygamberleri araclığıyla kulları ile ilişki kurması ve onlara mesaj vermesidir. Vahyin verilerini kabullenmek bu mesajla birleşmek demektir. Bu cümleden olarak Kur'ân-ı Kerîm'i okumak bir ibadet, hem de Allah katında ecir ve sevabı en büyük olan ibadetlerdendir. Bu husus âyetlerle, hadislerle teşvik edilmiştir. Örnek vermek gerekirse âyetlerde buyrulmuştur ki:
“Allah'ın kitabını okumaya devam edenler, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler katiyyen kesat bulmayacak bir kazanç umabilirler.”[924] “Onlar geceleri secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar” [925] Bu husus hadislerle de belirtilmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki:
“Ey Eba Zer, Allah'ın kitabından bir âyet öğrenmek için sabahleyin evinden çıkman, senin için yüz rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır”. [926] Ebu Hüreyre (r.a.)'den, Resûlullah (s.a.v) in şöyle dediği (rivayet edilmiştir):
“Allah evlerinden bir evde (cami veya mescid) Allah'ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için bîr araya gelen topluluk üzerine huzur iner, onlan rahmet kaplar, melekler kuşatır ve Allah kendi katındakilerle onları zikreder.” [927] Yine aynı şekilde:
“Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir” [928] buyurmuştur.
Okunması teşvik edilen ilâhî vahiy Kur'ân'ı Allah ile kulu arasında bir rabıta olarak müşahede ediyoruz. Öyle ise vahiy Allah'ın önce peygamberi ve sonra da gönderdiği ilâhi mesajla diğer kulları ile irtibat kurmasıdır. Kur'ân okuyan insan kısmen bu irtibatı kurmuş olabilir. Kur'ân'la birlikte hayat; Allah ile birlikte yaşamaktır. Kur'ân, Allah'ın indirilmiş kitabı ve insanoğluna yöneltilmiş hitabıdır. İnsanın ruhuna, kalbine, kafasına ve nefsine seslenişidir. Kur'ân ile birlikte hayat; sânı yüce Allah ile sürekli bir konuşma ve irtibat kurmadır. Kur'ân; Allah'ı, isimleri, sıfatları ve fiilleri ile tavsif eder ve O'nun mucizevî kudretini, engin ve geniş rahmetini, şümullü bilgisini, zât-ı kibriyasını ve âlem-i ceberûtunu belirterek, insan neslinin kavrayabileceği bütün niteliklerle onu tavsif eder.
İnsan; Kur'ân'la birlikte hayat sürerken Allah ile beraber yaşar. Ve O, İzzet ve celâl sahibi Rabb'inin, indirilen kitabının ötesinden kendisine hitab etmek suretiyle, onu engin rahmetine garkettiğini hissederken Allah ile birlikte yaşadığının farkına varır. [929]
Vahiyden sonra, Allah'ın kulları ile ilişki kurduğu yollardan biri de ilhamdır. Kur'ân-ı Kerîm vahye mazhar olmayı sadece peygamberlere has kılmamış bu kavramı cansız varlıklara [930], hayvanlara [931] ve özellikle Allah'ın sâlih kullarından bazılarına da nisbet etmiştir. Hz. Musa'nın annesi [932], Hz. İsa'nın Havarileri [933] ve Meryem hakkında vârid olan âyetler[934] buna örnek olarak gösterilebilir. Müfessirlerin kanaatine göre Allah Teâlâ'nın bu mümtaz şahıslara yaptığı vahiy, nübüvvet vahyi türünden olmayıp, rüyada veya uyanık halde iken onların kalplerine yapılan bir ilhamdır. [935]
İlham kelimesi LHM kökünden if'âl babından mastardır. Sözlükte' herhangi bir şeyi kalbe atmak, yutturmak, feyz yoluyla bildirmek, yakalamak, kavramak, keşfetmek, sezmek demektir. [936]
Tecrübe, delil, istidlal, akıl yürütme ve taklid gibi normal bilgi vasıtalarına baş vurulmadan feyz yoluyla kalbe konulan bilgi yahut Allah Teâlâ'nın bazı seçkin kullarının kalbine indirdiği doğru görüş, bilgi, yahut ta akla gelen fikir ve mana demektir. [937]
Kelime ayniyle Kur'ân-ı Kerîm'de bir yerde geçmektedir;
“Nefse ve onu düzenleyene (yemin olsun ki) ona hem kötülüğünü, hem de takvasını (sakınmasını) ilham etti.” [938] Önce âyette geçen nefisten maksat bazı müfessirlere göre Adem (a.s.)ın nefsi ile bütün nefislerdir. [939] Bazılarına göre ise başta Hz. Peygamber (s.a.v)in nefsi olmak üzere bütün nefislerdir. [940]
Nefse kötülüğünü ve takvasını ilham etmesinden maksat ise, ona, hayrı ve şerri açıklamasıdır. Yahut taatı ve ma'siyeti öğretmesidir, tanıtmasıdır, aklını erdirmesidir. [941] İbn-i Kesîr'in kaydettiği hadis-i şerifte Rasülüllâh (s.a.v.) şöyle dua ederdi:
“Allâhım; acizlikten, tenbellikten ve yaşlılıktan sana sığınırım. Korkaklıktan, cimrilikten ve kabir azabından sana sığınırım. Allah'ım; nefsime takvasını ver ve onu arıt. Onu arıtanların en hayırlısı sensin. Sen, onun dostu ve mevlâsısın. Allah'ım, fayda vermeyen bilgiden huşu' duymayan kalbten, doymayan nefisten, kabul edilmeyen duadan sana sığınırım”. Zeyd İbn Erkam der ki:
“Rasülüllâh (s.a.v.) bize bunu öğretirdi, biz de size öğretiyoruz.” [942]
Râzî (ö. 606/1209) bu ayetin tefsirini şöyle özetler: Nefse, fücur (kötülüğün ve takvasının ilham edilmesi), ona bunların anlatılması, tanıtılması, açıklanması, birisinin güzel, diğerinin çirkin olduğunun bildirilmesi ve nefse bunlardan dilediğini seçme imkanının verilmesi demektir. Bu mana ile ayet tıpkı;
“Biz ona (insana) iki de yol gösterdik” [943] âyeti gibi olmuş oluyor. Yahut bu, Allah Teâlâ, mü'min ve muttaki olana takvayı, kâfire de fücuru (kötülüğü) ilham etmiştir, demektir. [944]
Vahidî (ö. 468-1075) ilham konusunda şöyle der:
“Öğretme, anlatma ve açıklama başka şeydir. İİham ise daha başka bir şeydir. Çünkü İlham, Allah Teâlâ'nın kulunun kalbine bir şeyi düşürmesi ve koyması demektir. Allah Teâlâ, kulunun kalbine (aklına) bir şey düşürdüğünde ise onu ondan ayrılmaz hale getirir. Kelimenin kökünden ve müştakkatmın Arab dilinde kullanılışından bunu anlıyoruz. Bunun manası Allah Teâlâ mü'min nefse takvasını, kâfir 'nefse de fücurunu ilham etmiştir, kalbine düşürmüş, onu ondan ayrılmaz hale getirmiştir. Diğer taraftan akıl sahibi kendi nefsini denesin. Çoğu zaman bir şeyi bilmez iken bir anda o şeyin şekli kalbine doğar. Ve kalbine doğmuş olan bu şekle dayalı olarak da kişi o şeye istek duyar. Bu isteğe dayalı olarak organların hareketi ve neticede fiilin suduru gerçekleşir”. [945]
İlham hakkında Süleyman Nedvî de şu açıklamayı yapar:
“İlhamın lâfzî mânası kalbe konmak demektir. Bundan maksad o ilimdir ki aramak, tedkik etmek, mukaddimeleri birbirine bağlamak gibi şeyler olmaksızın birden bire insanın kalbine gelip kendiliğinden hâsıl olur. Bunun doğruluğu, sıhhati, sonradan tecrübeler ve aklî delillerle sabit olması mümkündür. Ancak bu ilim her şeyden önce zihinde herhangi bir hissi tecrübe, yâhud aklî deİîlin neticesi ile husul bulmuş değildir, bu kendiliğinden kalbe girer. Fakat nasıl girer? Bunun muhtelif ve müteaddid cevabları vardır. Bu da bir vakıadır ki bunu inkâr etmek mümkün değildir. Bunu iptidaî ve alelade misali müdekkiklerin, âlimlerin, şâirlerin, mûcidleim zihninde yoktan var olmasıdır. İşte dünyada birçok îcad ve buluşlar bu suretle meydana gelmiştir. [946]
Delil, istidlal, ikna ve taklîd olmaksızın ve normal bilgi vasıtalarına başvurmadan insanın kalbinde Allah Teâlâ tarafından doğdurulan bilgi [947] özelliği taşıyan ilhamla peygamberlere gelen vahyin şekillerinden biri sayılan ilham arasında kalbe ilka (bırakılan) edilen bilgi bakımından son derece büyük bir benzerlik vardır. [948] Ancak peygamberlere gelen sözkonusu ilhamla başkalarına gelen ilham arasında farklar da vardır. Bunlardan bir kısmı şunlardır:
1- Peygamberler ister ilham yoluyla, ister diğer yollarla vahiy alsınlar bunun Allah tarafından gönderildiğini kesin olarak bilirler.
2- Emir ve yasaklar ancak peygambere gelen vahiy ve ilham ile sabit olur. Bu da nübüvvetin son bulmasıyla nihayete ermiştir.
3- Peygambere gelen vahiy ve ilham, muhataplarının hepsini, şahıslara gelen ilham ise ancak ona mazhar olanı bağlayıcıdır.
4- Şahıslara gelen, ilham yolu ile elde edilen bilgiler birbirini nakzedelebilir. Halbuki Peygamberlere gelen vahiy ve ilhamda kesinlik vardır. Çelişki ve tutarsızlık yoktur. [949]
İnsanın Yaratıcısı ile irtibat haline gelmesinin mümkün olan en yüksek derecesi ve insan ile Allah arasındaki irtibatın en emin ve şaşmaz vasıtası vahiydir. Vahyin ve peygamberlerin dışında ilham alanlar en murtakî insanlar bile olsalar bazan farkına varamadıkları enaniyetleri sebebiyle, şeytandan gelen iğvalarla yanılabilirler. Cenab-ı Hak onları bu şekilde denemeye tâbi tutabilir. [950]
Hadisde Rasûlüllâh (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:
“Sizden hiç bir kimse yoktur ki onun cinden ve melekten bir arkadaşı olmasın”. İşitenler:
“Yâ Rasûlüllâh bu sizin için de söz konusu mudur?”
“ Evet”, dediler. Ve devamla;
“Ne var ki Allah bana yardım etti de benim ki (cin) müslüman oldu yahut teslim oldu, buyurdular”.[951] Başka bir hadisde de şöyle buyurdular:
“Muhakkak ki şeytan da melek de Âdemoğlu ile ilgilenir. Şeytanın onunla ilgilenmesi, onu kötülükle korkutup hakkı yalanlatmasıdır. Meleğin ilgilenmesi ise ona hayır müjdeleyip hakkı tasdik ermesidir. Bunu kendi nefsinde (gönlünde ve hatırında) bulan kişi, bu düşüncenin Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin, diğerini bulan kimse ise şeytandan Allah'a sığınsın.” [952] Başka bir hadisde de şöyle buyurulmuştur.
“Şüphesiz şeytan, insanın zihninde damarlarındaki kan gibi dolaşır.” [953]
Bu hususta Râzî de (ö. 606/1209) şöyle der:
“Kalpte (gönülde) meydana gelen en husûsî tesir, hatıra gelen şeylerdir. Yani kalpteki fikir ve düşüncelerdir. Bu fikir ve düşünceler ikiye ayırılır: Bir kısmı fayda veren şeye davet eder. Bu iyi olanıdır. Buna ilham denir. Bir kısmı ise zarar veren şeye davet eder, bu da kötüdür. Buna da vesvese denir. [954]
Bütün bu açıklama ve misallerden anlaşılıyor ki vahiy ve ilham olayı, genelde Allah'tan bütün mahlûkatina özelde peygamber ve veli kullarına, cinler ve insanlardan da birbirlerine iletişimi sağlayan gizli ve sureti konuşmak, fısıldamak, imâ ve işaret etmek, ilham etmek, emir vermek, vesvese vermek gibi manalara gelen bir iletişim kavramıdır. [955] İslâm terminolojisinde vahiy özel olarak peygamberlere mahsustur ve kesilmiştir. İlham'in evliyaya ve her insana ait olanı vardır. Ve devam etmektedir. Herkese ilham gelebilir. Kaynağı şeytan [956] ve nefis [957] ise buna vesvese denilmekte, herkesin görevli meleği vasıtası ile [958] veya direk Allah'tan gelirse buna da ilham denilmektedir.
İnsanlar ilham konusunda yanılabilirler. Yanılmasalar bile ancak kendilerini bağlamaktadır. Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından Allah vahiyle peygamberleri ile, ilhamla da diğer insanlarla ilişki içinde olmuş oluyor. [959]
Psikoloji ilminde geniş bir yer tutan ve hakkında çok değişik çeşitli açıklamalar yapılan rüya konusuna dalmadan önce konu hakkında İslâm âlimlerinin açıklamaları ile yetinerek rüya'nın çalışmamızla ilgili yönünü araştırmaya çalışacağız.
Hidayetin dördüncü mertebesinde gördük ki Allah kulları ile vahiy, ilham ve sadık rüyalarla iletişim kurmaktadır. Böyle olunca konumuz olan rüya da Allâh-kul (insan) ilişkisinin değişik bir yönüdür.
İslâm Bilginleri rüya hadisesini üçe ayırmışlardır. Birincisi Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek vasıtası ile vaki olan gerçek bir telkindir ki asıl rüya budur, ikincisi nefsin kendinden vaki olan bir telkindir ki mücerred geçmişteki hâtıraların bir tahayyülünden başka bir kıymet taşımaz. Üçüncüsü şeytanî bir telkindir ki gizli bir dış etkiden kaynaklanır. Yalan bir çağrışım ve tahayyülden ibaret olur. Ve işte bu son ikisi Ahlâm veya adgâs-ü ahlam (karmakarışık)dır. [961]
Buna yakın bir başka tasnif de şöyledir:
1-Allah'tan olan rüya,
2-Melekden olan rüya, 3-Şeytandan olan rüya. Rüyanın açık olanı, Allah'tan, rumuz şeklinde (ve temsili) olan, yani ta'bîre ihtiyaç göstereni melekten, adğâs-ü ahlâm (karmakarışık) olanı da şeytandandır. Sonuncu türden olan (bedenî ve hissî) rüyalar tümü ile bâtıl ve asılsızdır. Bu batılın kaynağı da şeytandır. [962]
Bir başka tasnif de şöyledir:
Rüya üç türlüdür: Allah'tan olan, şeytandan olan ve nefsin konuşmasından (şuur altından} olan rüyadır. Allah'tan olan sahih rüyadır. Allah onu kulun kalbine bırakır. Bu tür rüyalar, Allah'ın, uykudaki kuluna bildirdiği gerçeklerdir. [963]
Görüldüğü üzere bu tasniflerde ortak olan taraf, rüya, ya Allah tarafından oluyor (ister direk, ister melek vasıtasıyla olsun) buna sadık rüya deniliyor. Ya da şeytandan yahut nefisden oluyor, buna da karmakarışık rüya adı veriliyor.
Bazıları rüyayı uyku halinde, şuur altının görünümlerinden ibaret sanırlar, halbuki öyle rüyalar vardır ki kişinin, rüyasında söylenilen ve gösterilen ile hiç bir ilgisi yoktur. Şuur altını, insanın yaşantılarının ve doyurulmamış arzularının depolanması diye izah ederler. İçe atılan can sıkıcı olaylar, istenip de erişilememiş arzular, rüyada yeni baştan yaşanır ve böylece içte biriken sıkıntılar dışarı atılır denir. Bu izahın, ancak bazı rüyalar için doğru yanı vardır. Fakat hütün rüyalar, şuur altının yaşanması veya görüntüsü değildir. İnsan hiç tanımadığı hayal etmediği bir kimseyi rüyasında görebilir ve hiç hatırından geçmeyen olaylar kendisine haber verilebiliyor. Bu olaylar bazen hemen, bazen de aylar hatta yıllar sonra gerçekleşebiliyor. Böyle yıllar sonra ortaya çıkan ve bulunduğu zaman ve durumda insanın hatırından geçmeyen, geçmişte de yaşamadığı ve hayal etmediği bir olayı görmek, şuur altının yüzeye çıkmasıyla izahı mümkün değildir. Çünkü şuur altında öyle bir olay yoktur. Böyle şuur altı ile ilgili rüyalar vardır. Bunlara Kur'ân dilinde “edğâs-ü ahlâm” denir. Fakat kalbi safiyet kazanmış bazı salih kişilerin gördüğü sadık rüyalar da vardır ki bunlar şuur altının eseri değil, ğaybdan ruh gözüne yansıyan parıltılardır. [964]
Bu tür rüyalar âyette belirtilen hadisde haber verilen rüyalardır. Nitekim âyette Allah'ın veli kullarına korku yoktur denildikten sonra;
“Onlar için dünyada da âhirette de büşrâ (müjdeler) vardır.” [965] buyurulmuştur. Ayetin açıklaması hakkında tefsirlerde [966] de kaydedilen, hadisde bildirildiğine göre “Büşrâ” "salih rüya"dır. Peygamber Efendimiz:
“Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşîrat (müjdeci rüyalar) yani (sâlih rüya) kaldı.” [967]
“Salih rüya Allah'tan bir müjdedir.” [968] buyurmuştur. “Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullâha gömülmüş kimsedir. Binaenaleyh kim böyle olursa, uyurken de ruhunda sadece marifetullâh bulunur. Bu da ancak hakkı ve doğruyu gösterir. Ama fikri, bulanık ve karanlık âlemin hallerine dağılmış kimse uyuduğu zamanda böyle dağınık kalır.” [969]
Bundan başka yine hadisde: “Salih kimsenin görmüş olduğu rüya, peygamberliğin kırkaltıda biridir.” [970] buyurulmuştur.
Hâtemü'l-Enbiyâ, âhirete irtihaline kadar vahiy almıştır. Nübüvvet müddeti ise yirmi üç senedir. Ve bu yirmiüç sene müddetin ilk altı ayındaki vahiy de hep fecr-i sâdık gibi zuhur eden sadık (sâlih) rüya olmuştur. [971]
Bundan başka Kur'ân-ı Kerîm rüyanın hakikat olduğunu bildirmiştir: Hz. İbrahim (a.s.), oğlunu kurban etme emrini, rüyasında almış, [972] Hz. Yusuf (a.s.)'a rüyaları tefsir kabiliyeti verilmiş. [973] Ve yine Yûsuf (a.s.), iki hapis arkadaşının [974] ve sonra Mısır kralının rüyasını ta'bîr etmiş, Mısır kralına evelden görünen bir felâketi haber vermiş ve yedi sene devam edecek bu kıtlığın bertaraf edilme çarelerini izah etmiştir. [975]
İbrahim (a.s.) ile Yusuf (a.s.)ın durumu elbette diğer insanlarınkinden farklıdır. Ne var ki Hz. Yusuf'un yorumunu yaptığını rüyayı gören melik, yine İslam tarihinde zemzem kuyusunu bulmayı rüyasında gören Abdulmuttalip [976] peygamberlerden farklı insanlardır. Gerek İslâm tarihinde pek çok kimsenin sâlih olsun, olmasın, gerekse batı âleminde, hatta gayri müslimler içinde bile, bazen gerçek rüya görenlere rastlanabilmektedir. [977]
Bütün bu açıklamalardan, Allah'ın sadık yahut salih rüyalarla bazı sâlih kulları ile iletişim (ilişki) kurduğunu, sâlih olmayan bir kısım insanlara da hikmetinin gereği bir takım gerçekleri bildirmiş olduğunu anlamış oluyoruz.
Salilh ve sadık rüyalar, Allah tarafından rabbânî tasarruf olup bir telkîn-i ğaybîdir. İnsanlar rüyalarının tahakkukunda gerçek hayatta gördüklerinden başka bir bürhân-ı ulûhiyyet görürler. Ve hiç şüphe yok ki sâdık rüyaya çok az tesadüf edilse bile bu gerçeğin ehemmiyetine asla halel gelmez . [978]
Sonuç itibariyle bir daha belirtmiş olalım ki Allah yarattığı her varlık ile daimi bîr ilişki içindedir. Onlardan bir kısmı ile kuvvet ve kudretiyle ilgilenmekte, bir kısmı ile de rahmet ve mağfiretinin eseri ilham yahut sadık rüyalarla ilişki kurmaktadır. [979]
Kur'ân'da Allâh-kul (insan) ilişkisinde ibadeti kuldan Allah'a yönelme çizgisinde imandan sonra gelen aşama olarak görüyoruz. Daha Önce geçen kısımlarda [980] da belirtilmiş olduğu gibi Allah'ın Kur'ân'da insanı hiç yoktan mümtaz bir varlık olarak yarattığını onu türlü meziyetlerle donattığını herşeyi insanlar için insanı da kendine ibadet için yaratmış olduğunu, bu iş için pek çok elçiler gönderdiğini, onlar vasıtası ile kullarını imana ve ibadete davet ettiğini görmüştük. Bir daha belirtmiş olalım ki insan evrenin, ibadet de insanın sebeb-i hilkati olarak bildirilmiştir. Kur'ân'a göre Allah Teâlâ'nın hiç bir şeye ihtiyacı olmadığı halde kullarından beklediği tek şey sadece kendisine ibadet etmeleridir. Kullarının ise, her türlü ihtiyacını karşılayan Allah'a karşı yegane görevleri sırf ona ibadet etmeleridir. Bu ibadetleri ile Allah kullarından razı olacak, kulları da bu rıza ile kurtuluşa ve saadete ereceklerdir.
Çalışmamızın ilerleyen sayfalarında da görüleceği gibi ibadet çok geniş kapsamlı bir kavramdır. Yer yer iman kavramını da içermektedir. Geçen konularda da gördük ki îman, ibadet için bir alt yapı oluşturmakta, yahut Allah Teâlâ'nın huzuruna ulaştırmaya vesile olacak ibadet için bir ön şart olarak görülmektedir. Kulun (insanın) Allah'a îmandan sonra O'na yönelik atacağı adımın, ancak O'na ibadet etmek olduğu malumdur. İbadet O'nun huzuruna ermenin, O'nu bilmenin, O'nu bulmanın yolunu oluşturmakta ve bu yol, gayelerin gayesi olan nefislerin itminanı, gönüllerin sükûnu ve saadetlerin nihayeti olmaktadır. Hasılı, istenilen ve aranılan rahmeti bulmanın, o rahmeti bilmenin ve o rahmete ermenin ancak ve ancak ibadet ile olacağı bildirilmektedir.
Kur'ân'da Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından dar manada belli davranışları, geniş manada hayatın tümünü kapsayan ibadet mefhumu insan için imandan sonra Allah ile irtibat kurmak olarak görülmektedir.
İbadet ilişkisini, sözlük anlamı, terim anlamı, Allah'a ibadet, namaz ve dua başlıkları altında incelemeyi düşündük. [981]
Ubûdet ubûdiyyet ibâdet her üç sîğa da, ABD kökünden mastar olup, tâat manasinda, tapmak, kulluk eylemek, inkıyâd etmek (boyun eğmek), hudû' ve tezellül göstermek anlamındadır. Ubûdiyyet, ızhâru't-tezellül olup ibâdet ise bunun daha kuvvetlisi ve tezellülün en son derecesidir, denmiştir. [982]
“..Ubûdet, ubûdiyyet, ibâdet bir mertebe tâat manasını ifade ederler ki ehassı ibâdet, eammı ubûdet'tir. Ve ubûdet lisânı Arapta tezellül manasını mutazammındır. Ubûdiyyet ızhar-ı tezellül, ibâdet bunun, daha kuvvetlisi olarak hudû u huşû'un, tazimin en son derecesidir. Bunun için cumhuri müfessirin bunu (gaye-i hudû'un aksâsı) diye tefsir ederler. Bu da sebebini sormadan itâat-ı kâmile manasını tazammun eyler (içerir).” [983]
“Lisanı serîde ibâdet, niyete mütevakkıf olarak yapılmasında sevap olan ve Cenabı Allah'a kurbet ifade eden tâat-ı mahsusadır.” [984] “Şeriatta, Allah'a tâat olan, son derece tazim ve tezellül vechi üzere edâ edilen herşeye ibâdet denmiştir.” [985] “İbâdet Allah'ın razı olduğu şeyi yapmak, ubûdiyyet de Allah'ın yaptığına razı olmak diye de tefsir edilmiştir.”[986]
İbâdet Kur'ân'ın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konudur. İbâdet edilecek kimse ve şey elbette ki kişilerin ve toplumların hayatında önemli bir yer işgal edecektir. Çok değişik şekilleri olan putperestlik ve diğer şirk çeşitlerini ortadan kaldırabilmek için bu terimin detaylı olarak anlaşılması icab eder. İbâdet konusunu Ebu'1-A'lâ Mevdûdî (ö. 1979), el-Mustalahâtü'1-Erbe'a adlı eserinde bütün yönleriyle ele alarak günümüz insanının pratik hayatı bakımından değerlendiriyor. [987]
Ubûdet, Ubûdiyyet ve Abdiyyet (köle olmak ve kulluk) diye kullanılan kelimenin lügat manası [988] itaat etmek, tevazu göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye isyan etmeksizin, ondan yüz çevirmeksizin, mukavemet de göstermeden itaat etmesi ve boyun eğmesidir; o kadar ki kendisine boyun eğilen kişi onu dilediği şekilde kullanır, hizmet ettirir. İşte bundan dolayı Araplar, yumuşak huylu kolaylıkla güdülen yük devesi için “baîrun muabbedün”, gidişi gelişi kolay olan yol içinde “tarîkun muabbedün"” tabirlerini kullanırlar. Bu etimolojik kökten, kelimenin yapısında mevcut olan kulluk, itaat, İlâh edinmek, tapınmak, hizmet etmek, bağlamak, bağımlı kılmak ve yasak gibi mânâlar çıkmıştır. Lisânu'l-Arab'da abd kelimesi ile ilgili olarak aşağıda özetlediğimiz anlamlar yer almaktadır. [989]
1- Kul yani hür olanın karşıtı olan köle manasınadır. (adamı köle edindi). Onu kul, yani köle edindi. Yahut onu kul muamelesine tabi tuttu. Yine aynı mânâyı ifade etmek için (adamı kul etti, onu kul etti, onu kul edindi) tabirleri kullanılır.
Hadis-i Şerifte bu hususu teyit için şöyle buyurulmuştur:
“Üç kişi vardır ki ben onların hasmıyım. Bunlardan birincisi hür bir kimseyi köle ve mülk edinen adamdır.” Kur'ân-ı Kerîm'de de Musa (a.s.) Firavun'a şöyle dedi:
“İsrailoğullarını kul köle edindin diye mi bana minnet ediyorsun?” [990] buyurulmuştur.
2- İbadet, boyun eğmekle beraber itaat manasınadır. Meselâ “tağuta ibadet etti” cümlesi ona itaat etti demektir.
“Ancak sana ibadet ederiz” [991] yani belli bir düzen içinde yalnız sana itaat gösteririz: Yahut “Rabbınıza ibadet ediniz” sözü
“Rabbınıza itaat ediniz” demektir.
Kur'ân'da;
“O ikisinin kavmi bize ibadet edicilerdir” [992] Yani bize itaat edicilerdir, demektir. Bu anlamda her hangi bir melike boyun eğen kimse gerçekte ona itaat etmiş olur. İbnü'l-Enbari şöyle diyor:
“Filanca ibadet edicidir” yani o Rabb'ine boyun eğmiş ve Rabb'inin emrine teslimiyet ve bağlılık göstermiş demektir.
3- Kelimeleri “kulluk etmek, İlâh tanımak” mânâlarına gelir. Kelimesi ise ruh ve şekline bağlı kalmak suretiyle kendini ibadete verdi demektir. kelimesi, kendisine tapılırcasma sevgi ve tazim edilen demektir.
4-“Ona yapıştı ve ondan ayrılmadı” demektir.
5- Yani “senin bana gelmene engel olan neydi?”
Bu sözlük anlamlarından da anlaşılıyor ki kelimesinin ifade etmek istediği esas mânâ kişinin, yüksek , güç ve iktidar sahibi birine karşı boyun eğmesi, itaat etmesi, sonra kendi hürriyet ve bağımsızlığından feragat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terketmesi ve tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir. İşte kulluk ve itaat etmenin gerçek manası budur.
Bundan dolayı bir Arap kelimelerini duyduğu ilk anda zihninde kulluk ve ubudiyyet düşünceleri canlanıyordu. Kulun hakiki vazifesi efendisine itaat etmek ve emirlerine sıkı sıkıya bağlanmak olduğuna göre; hemen ardından itaat tasavvuru zihne geliverirdi. Ayrıca bir kölenin, zilletini kabullenip itaat ederek kendisini efendisine teslim etmesi yetmez, bunun yanında gönlü, verilen nimetlere karşı şükür ve minnet duygularıyla dolu olarak efendisinin büyüklüğüne inanması ve yüce makamını itiraf etmesi de gerekmektedir. Aldığı nimetlere şükrünü ifade etmesinde ve hizmet görevini yerine getirmesi sırasında durmadan efendisini yüceltmesi, büyütmesi ve kalbinden huşu ile geçirmesi gerekir. İşte bütün bunların adı ibadettir, ilâh edinmektir. Bu düşünce, kulun efendisinin önüne sadece başını eğmesi ile değil, bilâkis başı ile beraber kalbini de O'na âmâde kılması halinde gerçek kulluğun anlamı İfade edilmiş olur. [993]
Bu sözlük araştırmalarından sonra Kur'ân-ı Kerîm'e müracaat ettiğimiz zaman ibâdet kelimesinin ekseriyetle ilk üç manada kullanılmış olduğunu görürüz. Bazı yerlerde ibâdet kelimesi ile birinci ve ikinci mana bir arada kastedilmiştir. Diğer bir yerde yalnız ikinci mânâ anlatılmaktadır. Kimi yerlerde de bu üç mânâ bir anda kullanılmıştır. Kur'ân'da ibadet kelimesinin sözlük manasında Allah'tan başka varlıklara karşı kullanılmış olduğunu da görüyoruz. Bu mânâlar:
1-Kulluk ve itaat anlamında, Hz. Mûsâ ve Harun Allah'ın bunca mucizeleri ve apaçık hüccetleri ile Firavun'a ve onun ileri gelenlerine gönderildiklerinde iman etmediler.[994] Ve dediler ki;
“Kavimleri bize kulluk edip dururken, bizim gibi iki beşere îmân mı edecek mişiz?” [995] Ayetten kastedilen mânâ onlar bize itaat ediyorlar, zillet gösteriyorlar, emirlerimizi harfiyyen yerine getiriyorlar ve bize boyun eğiyorlar, demektir. Araplar arasında melike itaat eden herkes için “melikin kulu” sözü kullanılır. [996]
Tâğut'a tapmaktan kastedilen de kulluk ve itaattir. [997]
2- Sadece itaat anlamındadır. Âyet-i kerîmede Allah Teâlâ:
“Ey Ademoğulları, şeytana ibadet etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, diye emretmedim mi?” [998] buyurmaktadır.
Bu âyette zikredilen, şeytana ibadetten maksat, ona itaattir. [999]
3- İlâh edinmek anlamında ibâdet: Hristiyanların Hz. İsa'yı ve annesini ilah edinmeleri, yahut, insanların putları [1000] (asnam, evsan, nusub, ensâb, temâsil gibi) ilâh edinmeleri, yahut ta gök cisimlerinden ayı, güneşi ve yıldızları İlâh edinip onlara secde etmeleridir. [1001]
Buna göre Kur'ân-ı Kerîm'de ibâdet kelimesi bazı yerlerde kulluk ve itaat, bazı yerlerde sadece itaat, bazı yerlerde de ilah edinme manasında kullanılmıştır. Bazı yerlerde de her üç manayı içine almış olarak geçmektedir, [1002] denmiştir. [1003]
Yapılan açıklamalara göre, ibadeti sadece Allah mahsus kılmak isteyen mü'minlerin bile pratik hayatta zaman zaman hataya düştükleri görülebilmektedir. Bu hususa Peygamber Efendimizin de işaret buyurduğu rivayet edilmiştir. Ebu Mûsâ el-Eş'âri şöyle demiştir:
“Bir gece Rasûlüllâh (s.a.v.) bize hitap ederek dedi ki”:
“Ey Nâs, bu şirkten korkunuz, (korununuz). Muhakkak ki o bir karıncanın devinmesinden daha gizlidir (saklıdır)”. Orada bulunanlardan birisi sordu:
“Ey Allah'ın Rasûlü mademki bir kanncanın devinmesinden daha gizlidir, ondan nasıl korunacağız?” Cevaben şöyle buyurdular:
“Ey Allah'ım bildiğimiz bir şeyle sana Şirk koşmaktan yine Sana sığınır, bilmediğimiz şeylerden dolayı da mağfiretini dileriz, deyiniz.” [1004]
İbadet: Şeriat ıstılahınca yapılmasında sevap olan güzel niyete mukarin bulunan, Hak Teâlâ'ya tazim için yapılan herhangi bir ameldir. [1005]
“Lisanı şer”îde ibâdet, niyete mütevakkıf olarak yapılmasında sevap olan ve Cenabı Allah'a kurbet ifade eden tâat-ı mahsusadır.” [1006] “Şeriatta, Allah'a tâat olan, son derece tazim ve tezellül vechi üzere edâ edilen herşeye ibâdet denmiştir.” [1007] “İbâdet Allah'ın razı olduğu şeyi yapmak, ubûdiyyet de Allah'ın yaptığına razı olmak diye de tefsir edilmiştir.” [1008]
İbadet kavramı, kurbet ve itaat kavramnın anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan, Allah'a itaat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de iman, ihlâs ve niyetin bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zahir, hem bâtında sonsuz bir tezelzül ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, kibir ve riya kabul etmemektedir. [1009]
Demekki ibâdet, insanın ruhen ve cismen, zahiren ve bâtınen bütün varlığı ile yalnız Allah'a yaptığı şuurlu bir itaat ve kurbettir ve ibadette niyet şarttır.
Peygamberimiz (s.a.v.) de;
“Ameller, ancak niyetlere göredir,” [1010] buyurmuştur. Bu nedenle Allah'a kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, ibâdet olmamaktadır. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç sayılmamakta, niyetsiz Kabe'ye gitmek de hac olarak kabul edilmemektedir. [1011]
Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman, ihlâs ve iyi bir niyetin bulunması şart koşulmuştur. İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmuyor ve böyle bir amel boşa gidiyor. [1012]
İbâdet kavramı; imanı, Allah'ın emir ve yasaklarına riayeti ve İslâm'ın bütün hükümlerini uygulamayı ifade etmektedir.
Türkçe'deki tapmak ve tapınmak sözcüklerinin, ibâdet kelimesini karşılaması mümkün görülmemiştir. Bunlar ancak itaatin mânâsı olabilir, denmiştir. Kulluk etmek, tapmak kelimesinden daha kapsamlı olup; ancak kulluk, ibâdetin değil, ubûdiyyetin karşılığı sayılmıştır. [1013]
Ubûdet, boyun eğmek, itaat etmek, tezellül, Allah'a ta'zim, korku ve saygı ile ve O'ndan haya ederek, O'nu severek, sevabını umarak, azabından korkarak yapılan kulluktur.
Ubûdiyyet, kulluğu izhar etmek, Allah'ın yaptığına ve hükmüne razı olmak [1014] ahitlere riayet etmek, Allah'ın sınırlarını korumak, ve onlara riayet etmek, elde olana razı olmak, kaybedilene sabretmek [1015] ve O'na ibâdeti şeref bilmek manasında yapılan kulluğa denir, denmiştir.
İbâdet, boyun eğmenin, itaat etmenin saygı göstermenin ve kulluğun en son noktası sayılmış, [1016] insanın Allah'ın razı olduğu şeyi yapması, [1017] yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, [1018] hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip, itaat etmek için yapmış olmasıdır, [1019] denmiştir.
İtaatin, büyük bir makam olduğu, kulun bununla yüce Allah'a bağlandığı için şereflendiği, bundan dolayı Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.v.)'i, makamların en şereflisi olan risâlet makamında dahi kul kelimesi ile isimlendirdiği, açıklanmıştır. [1020]
Râzî (ö. 606/1210), ibâdet ve ubûdiyyetin (kulluk) en yüce ve şerefli bir makam olduğunu özetle şöyle anlatmaktadır: İbâdet ve ubûdiyyet (kulluk) en yüce ve şerefli bir makamdır. Bir çok âyette buna işaret edilmiş; Ve
“Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” [1021] buyurulmuştur. Ve yine;
“Kulunu (Muhammed'i) geceleyin yürüten O Allah sübhândır.” [1022] buyurulmuştur. İsâ (a.s.) konuşmaya başladığında söylediği ilk söz;
“Ben, Allah'ın kuluyum.” [1023] olmuştur. Allah'ın, Musa (a.s.)’a;
“Şüphe yok ki, Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse, bana ibâdet et”. buyurmuştur.
İnsan kul olarak sonradan yaratılmıştır. Zat, bakımından varlığı mümkün olandır. Kulda Allah'ın kudretinin tesiri olmasaydı, o yokluk karanlığında kalır,var olmanın kemâlatı bir yana, varlığı bile söz konusu olmazdı. Her şeref ve kemâl, her güzellik ve fazilet, her sevinç ve iftihar vesilesi, kul için, ancak kulluk sebebiyle gerçekleşmektedir. Kulluk iyiliklerin anahtarı, mutlulukların kaynağı, derecelerin ve kerametlerin pınarı olmuştur. Bundan dolayı biz kul olarak;
“Ancak sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.” [1024] demekteyiz. Hz. Ali (r.a.) da: “Ya Rabbi, senin kulun olmam, iftihar için bana kâfi, senin benim Rabbim olman, şeref bakımından bana yeter” [1025] demiştir.
Şurası da unutulmamalıdır ki evrende ne varsa her şey Allah'ın kuludur. Ancak bu kulluk iki kısma ayrılmaktadir. Birincisi, iradeye bağlı olmaksızın, varlıkların fıtratı gereği, Allah'ın koyduğu yasalar içerisinde kalma ve uyma zorunluluğudur. Bu durumda kulluk zorunlu olarak sadece Allah'a âit olmuş oluyor. İkincisi işe istek ve hür iradeye bağlı olarak kul olmanın icaplarını yerine getirmek oluyor. Bu ise insanın tercihine göre değişebilmektedir. Bu durumda insan isterse Allah'a kul olabiliyor. İsterse şeytana [1026] tağut'a [1027], yahut nevasına [1028] veya başka şeylere kul olabiliyor. Birinci çeşit kulluğa ibadet bi't-teshîr, ikinci çeşit kulluğa da ibadet bi'1-İhtiyâr denmektedir. [1029]
Evrende ne varsa bütün varlıklar tabiat kanunları dediğimiz Allah'ın koyduğu yasalara uymak mecburiyetindedirler. Her canlı doğar, büyür ve ölür. Her maddenin zorunlu olarak uyduğu kanunlar vardır. Kâinatın düzeni tanzim edildiği şekliyle devam edip gitmektedir. Yerler, gökler ve içindekiler, canlılar, cansızlar ne varsa Allah'ın koyduğu hilkat kanunlarına uymaya devam etmektedirler. Ancak irade sahibi olan insanın iradesini kullanarak gerekli yerlerde Allah'a kulluk yapması gerekmektedir. Bu hususta da Allah insanı zorlamayıp onun hür iradesine bırakmıştır. İterse Allah'a kulluk edecek ebedî saadete ulaşacak, istemezse ebedî saadeti kaybetmekle kalmayacak bir de ebedî felâkete maruz kalacaktır. [1030]
İbâdet kavramı, Kur'ân'da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur'ân'da isim, fiil ve mastar şeklinde 256 defa geçmiştir. Genel olarak Allah'a ibadeti ve Allah'tan başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah'a ibâdet emredilirken, O'na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek şiddetle neyhedilmiştir. [1031]
Kur'ân'da 82 âyette Allah'a ibadetten söz edilmiştir. Bütün peygamberler insanları Allah'a ibadet etmeye davet ettikleri gibi [1032] Kendileri de O'na ibadet etmişlerdir. [1033] Kur'ân'da hem ey insanlar hitabıyla [1034] hem de ey mü'minler hitâbıyla [1035] Allah'a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlasla [1036] ve hiçbir kimseyi ortak koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir. [1037] Allah'a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhîd, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade ederler. [1038]
İbâdet, Allâhü Teâlâ'ya saygı ve ta'zim göstermektir. Allâhü Taâlâ'ya karşı yalvarıp kulluğunu göstermenin son derecesidir. İbâdetle hem kalbdeki îmân kuvvet bulur, hem de Allah'a karşı borçlu olduğumuz kulluk vazifesini yapmış oluruz. Belki Yaradan ve bize bunca nimetler veren Allah'ımıza karşı ta'zim ifâde eden hareketlerde bulunmak, verdiği nimetlerden dolayı şükretmek elbette bir vazife ve bir borçtur. [1039]
Allâhu Teâlâ birtakım dînî hikmet ve maslahatlar için bize “İbâdet ediniz.” diye emretmiştir. Binâenaleyh, ibâdet ancak dînî bir vazifedir. Allah'a âit bir haktır. [1040]
Kur'ân'da Allah'a ibâdet, O'nu bir tek ilâh olarak tanıyıp iman etmeyi, yaratıcı, terbiye edici, rızık verici ve mâbud olarak sadece O'nu kabul edip emir ve yasaklarına itaat ermeyi, razı olacağı fiilleri yapmayı, salih amel ve hayırlı iş işlemeyi, O'na dua etmeyi, huzur ve sükûn içinde tam bir edep ve vakarla hükmüne boyun eğmeyi, sözle, amelle, kalp ve vücut azalarıyla O'na saygı göstermeyi, teslimiyeti izhar etmeyi, büyüklenmeyi ve baş kaldırmayı terketmeyi, sadece O'na kulluk etmeyi, O'nu bütün noksan sıfatlardan tenzih edip O'na secde etmeyi, O'nu yüceltmeyi, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini uygulamayı, nimetlere şükretmeyi, musibetlere sabretmeyi, insanların haklarına riayet edip onlara şefkat ve merhamet etmeyi, iman, ahlâk, namaz hac, zekât, oruç, cihad, evlenme-boşanma, miras, ticaret, ahde vefa, yemin keffâret gibi Kur'ân'ın başından sonuna kadar hükümlerini uygulamayı ve ilâhî sınırlara riayet emeyi ifade etmektedir. [1041]
Tekrar belirtmiş olalım ki, Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yarattıklarından üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiş, ve ayrıca Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle de, bu görevini nasıl yapacağını bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmekte zorlamamakla birlikte ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.
Allah'a ibadet konusunu ele alanlar, genellikle ibadeti namaz, oruç, zekat ve hac şeklinde İslâm'ın beş temeli içinde Hz. Peygamber tarafından açıklanan esaslar [1042] olarak ele almışlardır. [1043] Bunların da icra ediliş biçimine göre beden ile mal ile, hem beden, hem mal ile yapılanlar şeklinde kısımlara ayırmışlardır. Yine fıkıh usûlü kitaplarında Kur'ân hükümlerini itikad, ibadet, ahlâk, muamelât, ukûbât şeklinde kısımlara ayırmışlardır. [1044] Kanaatimizce bu taksimat anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa ahlâkî ve amelî hükümler, ibadet, kavramın dışında, ondan ayrı demek değildir. Çünkü Kur'ân'ın bütün hükümlerini uygulamak Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'ân hükümlerinin hepsi İbadet kavramına dahildir. [1045]
Allah'a ibadet denildiğinde genellikle akla gelen belirli bir zaman ve mekana bağlı ve nasıl yapılacağı kesinleşmiş şekli ibadetler olmaktadır. Halbuki bu ibadetler ile birlikte insan hayatının tümü Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından bir bütünlük arzeder. Bu ilişki hayatın tümünü kapsmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) bu hususu şöyle belirtmektedir: “İbadetlerin en efdali her vakitte, o vaktin gerektirdiği duruma uygun olarak, Allah'ın rızası gözetilerek yapılan işlerdir. Cihad zamanında cihad yapmak, namaz vaktinde namaz kılmak, fırsat buldukça Kur'ân okumak, duâ etmek, zikir ve istiğfarla meşgul olmak, beş vakit namazı zamanında layıkıyla kılmaya gayret göstermek, muhtaçlara yardım etmek, gelen misafire hizmet etmek, hastayı ziyaret etmek, cenazeye katılmak, her zaman ve mekanda durumun gerektirdiği işi Allah rızası için yapmaktır”. [1046]
Allâh-kul (insan) ilişkisi günlük hayatın bütün alanlarında gerçekleşmektedir. Kur'ân'da sözü edilen kulluk günlük hayatın belirli zaman dilimlerini, belirli şekli ibadetlere ayırmaktan ibaret değildir. İslâm'da insanın bir dînî, bir de dindışı hayatı diye iki ayrı hayat çeşidinden bahsedilemiyeceğine göre [1047] hayatının her anında kul, kulluğuna yaraşır biçimde Allah'a karşı davranış biçiminde olmalıdır. Ne var ki elbette sistematik ibadetler belli zaman dilimlerinde kulun Allah ile ilişkisinde bilincin yoğunlaşmasını sağlayacak bu bilincin hayatın tümünü kapsamasına etki edecektir. Onun için bu ibadetlere bir yerde eğitici ibadetler [1048] demek mümkündür. Bütün ibadetlerin bütün erkân, şart ve yapılış biçimleri Allah'ı hatırlama ve dolayısıyla O'nu şuura yerleştirme fonksiyonunu icra etmesi gerekir. Meselâ, ibâdetleri âdetten ayıran niyet, Allah'ı daha ibâdetin başlangıcında hatırlamaktan başka bir şey değildir. Bunun için niyetsiz yapılan bir ibâdet gerçek ibâdet sayılmıyor.Her çeşit ibâdet Allah'ın huzurunda, O'nun karşısında olma hâlidir ve ibâdetler insanı bu hâle götürmelidir. [1049]
Bütün bu açıklamalardan şu neticeyi anlıyoruz ki kul hayatının bütün safhalarında özellikle de ibadetlerinde ruhen, kalben, cismen yaratanı ile ilişki halinde olmalıdır.
Bundan sonra bu konuyu, ibadetin psikolojik temelleri, ibadetin maksadına göre dereceleri ve ibadette dikkat edilecek hususlar başlıklan ile sürdürmeyi uygun gördük. [1050]
İbâdetin psikolojik temellerini Hamdi Yazır (ö. l942) özetle şöyle açıklamaktadır.
"İnsanın hayatı, lezzet ve elemin güzergâhıdır. İnsan ruhu elemden gocunur, lezzetten hoşlanır. Elemin sebepleri karşısında öfkelenir veya korkar. Lezzetin sebepleri karşısında da ümitlenir veya hırslanır, insanın davranışlannı meydana getiren de, halden istikbâle bu korku ile ümidin sürekli karşılaşıp çarpışması ve birbirinin yerine geçmesidir. Ümid silindiği zaman yeis kaplar, faaliyet söner, korku silindiği zaman da tuğyan başlar, âkibet düşünülmez. Faydalı faaliyet yapılmaz, üretim yerine tüketim hâkim olur. Ümidin içinde bir korku, korkunun içnde bir ümid yoksa, vazife duygusu atâlete düşer. Açları çalıştıran, doymak ümidi, tokları çalıştıran açlık korkusudur. Fıtrat-ı beşerde ibâdet, ruhu teshir eden en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun bir araya gelmesinden ve çarpışmasından çıkan korku ve ümid şimşeği içinde sevgi neşesiyle ümit zevkinin üstünlük sağlamasını görmek için bütün bütün âciz olandan mutlak kudret sahibi Allah'a yaklaşma maksadıyla itaat edilerek yapılan bir harekettir ki hem zahir ve hem de bâtında bir tezellül ile sonsuz bir tazimi içerir. Ve gerçekleştiği ölçüde kalbe itminan ve sekînet verir. Kul ibâdet ederken, âlemden ve bütün benliğinden sıyrılarak mabud'una tam bir edeb ve hudû ile ve yine tam bir tazim ile arz-ı tâat ve boyun eğer. Bu esnada kemâl-i tazime aykırı olabilecek en küçük bir hareketten bile sakınır. Bundan dolayı da kibir ve riya ile birleşmez. Ve zâhir-ü batına bölünmeyi kabul etmez. Hakkıyla ibâdet, çok âciz ve zavallı bir kul ile kâmil bir azamet ve tam bir kuvvet ve kudret sahibinin , korkular içinde titreyen bir emel ile bütün dilekleri karşılayan (Vâhibü'l-âmâlin) bir cilve-i telâkkisi (buluşma cüvesidir). Yani karşılaşıp buluşmasıdır. Aczini hissetmeyen mütekebbirler, hiçbir korku yokmuş gibi görünen gafil nîkbinler (çok iyimserler), hiçbir ümid beslemiyen me'yus bedbinler bu şereften mahrumdurlar. Bu. hakikatleri özetlemek için en büyük müfessirler;
“Ancak sana ibâdet ederiz..” [1051] âyetinin mealini şöyle ifade ederler:
“Yâ Râbb! Biz başkasına değil, yalnız senin rububiyetini ikrar ve itiraf ederek ancak sana boyun eğeriz ve sade sana arz-ı zillet ederiz. Ve ancak sana tâatle sükûn-ü sekînet ve itminan buluruz. Çünkü bütün havf-ü recamızm evvel-ü âhir mercii yalnız sensin, sen korku vermezsen korku yoktur, sen ümid vermezsen ümid yoktur, Lezzet duyurmadın mı her şey elemdir, elem duyurmadın mı her şey lezzettir, Ruh, cisim, bütün vücut senin milkindir, bize verdiğin ihtisasât, temâyülât, tehayyülât, taakkulât-u iradât ile hisse-i vicdan o da senin lütfün ve senin merhametinin eseridir. Bu kulun ise bütün itminanını sana hamd-ü şükr ile izhar-ı sadakat için ancak senin emrine tahsiste buluyor. Bütün akıllar, bütün kâinat da buna şahittir”. Nefsânî kibir şöyle bir soru sorabilir; Ruh ve vicdan tezellül değil yükselmek ister, ibâdet ise tezellül manasını içerdiğine göre, yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan nefisler için tenezzül olmaz mı? Artık o yüksek kafalar alınlarını yere nasıl koyabilirler? Böyle bir soru, içindeki cevabı görmemekten mütevellit bir gurur ilânıdır. Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını teslim etmektir. Bu da bir tarafta kişisel aczini, diğer tarafta ulviyyeti takdir ile mümkün olur ki ibâdet bu mananın en yükseğini idraktir. Sonra, yükseldim demek yükselmediğini ilân eylemektir. Böyle bir iddia hem yükselmeyi ve ilerlemeyi sınırlı görmek, hem de düşüp gerileme ihtimalini imkansız zannetmek gibi büyük bir hata teşkil eder. Halbuki yükselmenin mertebeleri sınırsızdır. Düşüp gerileme tehlikesi ise her zaman mümkündür. İibâdet de bu kibir ve gurur hastalığının yegane ilacıdır. Sonra, Allah Teâlaya ibâdetteki tezellül ve tazim beşer vicdanı için mümkün olan her türlü yükselmenin fevkinde bir ulviyet temin eden bir intisab vesikasıdır ki adî gönüller o kadar yüksekliği kendilerine lâyık bile göremediklerinden imkansız zannederler.Alemde ben Allah'tan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak O'na ve O'nun emrine boyun eğerim. Tâatı sever isyandan nefret ederim, hayra koşar şerden sakınırım, hayrın başını da hakta bilirim. Allah'ın emrine uymayan, Hak Teâla hesabına yapılmayan hiç bir şeye ölürüm de başeğmem. Çünkü ben yoktum, O beni var etti. Ve terbiye edip bana hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve bu hürriyet bende O'nun bir emanetidir. Bunu yapan isterse sonsuz kerreler daha yapabilir. Öyleyse O'nun yolunda herşeyi feda ederim. Dilediği zaman alacağı canımı da feda ederim. İstediği zaman yıkıp, istediği zaman yapabileceği dünyaları da feda ederim. Bu uğurda elemlere katlanır, hayır ile haksızlıklara göğüs gererim. Katlanamaz, geremezsem ölürüm, O'nun emri zaten öleceğim. Böyle bir îmân, böyle bir sadakat ile ölürüm. Evvelim hak, âhirim hak olur, Haktan gelir, Hakka giderim, işte ben Hakk'ın böyle bir kuluyum, kendime kalırsam hiç, O'na intisabımla herşeyim O'na..Diyebilmek ve bunda sadakat göstermek ne kadar büyüklüktür. Ve insan için bundan daha büyük bir kudret, bir ulviyet nasıl tasavvur olunabilir.[1052]
Râzî (ö. 606/1210), ibâdetin yapılış maksadına göre üç derecesinin olduğunu açıklamaktadır.
Birinci derece: Sevâb ummak yahut cezadan kurtulmak maksadıyla Allah'a ibâdet etmek. Buna da ibadet adı verilir. Fakat bu, cidden düşük bir derecedir. Çünkü, burada bir bakıma ma'bud o sevabtır. Ayrıca, Hakkı istediği şeyi elde etmeye vesile kılmıştır. Kim, yaratıkların hallerinden bîrşeyi bizzat hedef seçer, Hakk'ı da o hedefe ulaşmaya vesile kılarsa gerçekten değersiz bir iş yapmış olur.
İkinci derece: Allah'a ibâdetle yahut O'nun tekliflerini kabul etmekle, yahut O'na intisabla şereflenmek için ibâdet etmektir. Bu derece, birincisinden üstündür. Ancak tam değildir. Çünkü bizzat maksat Allah'tan başkasıdır.
Üçüncü derece: İnsanın, Allah'a İlâh ve hâlık, kendisinin de O'na kul olduğu için ibâdet etmesidir. Ulûhiyyet heybet ve izzeti, ubûdiyyet ise hudû' ve kibirden uzak durmayı gerektirir. İşte bu derece, ibadette makamların en yücesi ve derecelerin en şereflisidir. Ubûdiyyet adı verilen de budur. Buna namaz kılanın, namazın başında, “Allah için namaz kılıyorum” demesi, delildir.Eğer, namaz kılan, Allah'ın sevabı için yahut azabından kurtulmak için namaz kılıyorum deseydi namazı fasit olmuş olurdu. [1053]
İbn Kesir (ö. 774/1372), bu görüşe başkaları şöyle karşılık vermişlerdir, diyerek karşı çıkmış ve ibâdetin Allah Azze ve Celle İçin olması, onun beraberinde sevabın istenmesine ve azabın define aykırı değildir, demiş ve aşağıdaki hadisi nakletmiştir. [1054] Bir bedevi arab, Rasûlüllâh'a hitaben, ben ne senin dediğin gibi güzel söyleyebiliyorum ne de Muâz'ın. Sadece Allah'ın cennetini istiyorum ve cehenneminden O'na sığınıyorum. Bunun üzerine peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İşte biz de bunun etrafında konuşuyoruz.” [1055]
Kulun Allah'a ibadette dikkat etmesi gereken hususların olduğunu görüyoruz. Bu hususlar dış şartların yerine getirilmesinden sonra ibadetin iç şartlan diyebileceğimiz kurallardır. Kulun bu şartlan yerine getirerek, maddî ve manevî pek çok engeli aştıktan sonra ancak Allah'ın rahmeti ve inayetiyle ilişki kurabildiğini görmekteyiz. Allah ile ilişki kurmak olan ibadetin başında her türlü olumsuzlukların etkisinden Allah'a sığınmasından (İstiâzesinden) sonra O'na güvenmesi, O'nun yardımından yararlanması ve bu işte ihlaslı olması ve niyetini güzel yapması gerekmektedir. [1056]
Bilindiği gibi İslâm'da bütün ibadetler “Eûzü Besmele” ile başlamakta dolayısı ile Allah Teâlâ ile irtibat da “Eûzü Besmele” ile başlamış olmaktadır. Eûzü (istiâze) ile kul sığınılacak her şeyden Allah'a sığınmakta, böylece her işinde ve ibadetinde Allah'tan yardım istemiş olmaktadır.
İstiâze: Eûzü (sığnırım) fiili El-avzü mastarından türetilmiştir. Bu mastarın iki manası vardır. Birisi, sığınmak ve emân dilemek, diğeri ise yapışmaktır. Nitekim Arabçada,
“Etin en hoş yeri kemiğe yapışık olanı, o da (sırt) kemiğiyle yapışık olanıdır.” denilir. Birinci manaya göre Eûzü billâh,
“Allah'ın rahmetine ve himayesine sığınıyorum” demek olur. ikinci manaya göre, ise kendimi Allah'ın fazlına ve rahmetine yapıştırıyorum, demek olur. [1057]
“Şeytan” lafzına gelince bu lafız.
“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.” [1058] âyetinde olduğu gibi insanlardan ve cinlerden azgın olan doğruluk ve istikametten uzak her insan ve cin şeytanına şâmildir.[1059]
Racîm: Bu kelime, mercûm (koğulmuş) manasınadır. Şeytanın “racîm” olması, Allah tarafından lanetlenmiş (Allah'ın rahmetinden koğulmuş) olması, demektir. Nitekim Allah,
“O halde çık buradan. Çünkü sen artık racim'sin (koğuldun) buyurdu.” [1060] Yani mele-i a'lâ (meleklerin bulunduğu yer) [1061] dan ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış (mel'ûn) ve koğulmuş olarak, demektir.[1062]
Kur'ân'da insanın Allah'a sığınması, Allah'tan bütün kullarına umûmî bir emir olarak geçmektedir. Allah, bu emri Kur'ân'da peygamberlerinden ve velîlerinden de naklederek belirtmektedir. Bu da, her yaratılmışın Allah'a sığınması gerektiğine dâir bir delildir.
Kur'ân'da pek çok sığınma örnekleri ve emirleri görmekteyiz: Nuh(a.s.):
“Ey Rabbim, bilmediğim birşeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamazsan, bana acımazsan, ziyana uğruyanlardan olurum.” [1063] Yusuf (a.s.): iki yerde,
“Allah'a sığınırım.” [1064] dedi.Musa (a.s.):
“Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım” [1065],
“Beni taşlamanızdan, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah'a) sığınırım.” [1066] Ve yine
“Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de sizin de Rabbiniz (olan Allah'a) sığınırım.” [1067] demiştir. Hz. Meryemin annesi de:
“Ben onu da zürriyyetini de o koğulmuş şeytandan sana sığınırım.” [1068] demişti. Hz. Meryem, Cebrail (a.s.) ı insan suretinde gördüğünde,
“Doğrusu ben senden Rahmân'a sığınırım. Eğer sen Allah'tan korkan biri isen, dedi.” [1069] Allah, Muhammed (a.s.) a bir çok kere istiâze'yi emretti,
“Kur'ân oku(mak iste)diğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” [1070]
“Ve de ki; Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden ve yanıma uğramalarından da sana sığınırım.” [1071]
“De ki sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden. Düğümlere üfleyenlerin şerrinden. Ve hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden.” [1072]
“De ki sığınırım ben insanların Rabbine. İnsanların hükümdarına. İnsanların ilâhına. O sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki insanların göğüslerine vesvese verir. Gerek cinlerden, gerek insanlardan.” [1073] Ve
“Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürttüklerse, Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.” [1074]
“Eğer şeytandan bir fit (gelip) seni fitlerse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.” [1075]
Bilindiği gibi, istiâze'nin meşhur sîğasıdir. A'râf 7/200 ve Fussılet 41/36. âyetlerinin sonunda bulunan ibaresine de muvafık olarak ve Hz. peygamber (s.a.v.) den de gelen haberlere [1076] göre istiâzenin bir sığası da dir.
“İşiten ve bilen Allah'a, koğulmuş şeytandan sığınırım.” Bütün bu âyetler peygamberlerin daima insan ve cin şeytanlarının şerrinden bir sığınma (istiâze) içinde bulunduklarına delâlet etmektedir. [1077] Bu konuda mervî başka haberler de vardır, iki adam Rasûlüllâh (s.a.v.) in yanında birbirlerine ağır konuşmada ileri gittiler. Bunun ürerine peygamber efendimiz,
“Ben öyle bir kelime biliyorum ki, bu iki adam o iki kelimeyi (cümleyi) söyleselerdi kızgınlıklan geçerdi. O kelime; dir, “ [1078] buyurmuşlardır.
“İnsanın faydayı ve zararı bilmesinde aklın önemi büyüktür. Ama öfkelenince aklı gider, etkisi azalır. Bu durumda, “Eûzü billâh” diyerek Allah'ın himayesine sığınsa aşırılığından kurtulur.
Ayrıca insan kızdığı hasmına karşı biraz insaflı düşünerek “ya haklılık payı varsa” ihtimalini gözönüne alsa, Allah'ın kendini, pek çok kereler suçlu olduğu halde bağışladığını düşünse, şüphesiz kızgınlığı geçecektir. Bütün bu manalar,
”Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ın sevap ve cezasını) hatırlarlar, hemen (gerçeği) görürler” [1079] âyetinde yer almaktadır.
Peygamber efendimiz de şöyle buyurmuştur:
“Kim sabahleyin üç defa der ve Haşr Sûresinin sonundan üç âyet okursa, Allah o kimseye akşamlayıncaya kadar, onun için istiğfar eden melekler vekil kılar (görevlendirir). O insan o gün ölürse şehit olarak ölür. Bunları akşamleyin söylerse aynı makamı elde etmiş olur.” [1080] Bunun izahı şudur: İnsanın Allah'a sığınması, tam aczini ve son derece kusurlu oluşunu müşahede etmesidir. Haşr Sûresinin son üç âyeti ise Allah'ın Kemâlini, celâlini ve azametini müşahadeye vesiledir. Kulluk makamının kemali ancak bu iki durum ile hasıl olur. [1081]
Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.)) buyurdu ki:
“Kim bir yerde konaklar da (yarattıklarının şerrinden Allah'ın noksansız kelimelerine sığınırım) derse oradan göçünceye kadar, hiç bir şey ona zarar veremez“ [1082] Yine buyurdular ki:
“Sizden biriniz uykusunda korktuğunda:
(Allah'ın gazabından, ıkâbından, kullarının şerrinden, şeytanların dürtmelerinin vesveselerinin şerrinden ve onların yanımda bulunmalarından Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığınırım) derse onlar ona zarar veremez.” [1083] (Rasûlüllâh s.a.v.) Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin için:
“Sizi, her şeytandan ve zehirli hayvandan ve kem gözlerden, Allah'ın tam kelimelerine havale ediyorum” diyerek istiâzede bulunur ve
“Atam İbrahim (a.s.), oğulları, İsmail (a.s.) ve İshak (a.s.) için bu kelimelerle istiâze yapardı, buyurmuştur.” [1084]
Müsteâz minh (kendisine sığınılan): Görmüş olduk ki Allah'a sığınmanın iki şekli vardır. Eûzübillâh Eüzü bikelimâtillâhi't-tâmmeti [1085] (Yani Allah'ın tam kelimelerine sığınırım) yahut bütün sıfatlarına [1086] sığınınm, demektir.
Müste'az minh (kendisinden sığınılan): istiâzede geçen “racîm olan şeytan” ve her türlü “ins ve cin şeytanlar” [1087] dır.
“Sizden hiçbir kimse yoktur ki onun cinden ve melekten bir arkadaşı olmasın. Ey Allah'ın Rasûlü senin de mi? dediler. Evet. Fakat Allah bana yardım etti de o bana ancak hakkı söyler.” [1088]
“Şeytan insanoğlunun vücudunda, damarlarındaki kan gibi akar.” [1089]
“Eğer şeytanlar insanoğlunun kalpleri etrafında dönüp dolaşmasalardı (tesir etmeselerdi), insanlar göklerin melekûtunu seyrederlerdi.” [1090]
Gece namazında Peygamber Efendimiz ( s.a.v.) namaza başladığında, üç defa Allâh'u Ekber'u Kebîr'a üç defa Elhamdü lillâh'i Kesîr'a
“Allah'a çok hamdolsun, üç defa Allah'ı sabah, akşam teşbih ederim. Ve sonra da koğulmuş şeytanın dürtmesinden, üflemesinden ve fısıldamasından Allah'a sığınırım, dedi.” [1091] Şüphesiz Allah'a sığınılacak başka şeylerin de var olduğunu Rasulullâh'ın duasından anlıyoruz. Dualarında:
“Ey Rahman, hayırlarla gelen hariç, gece ve gündüz gelenlerin şerrinden, gece ve gündüz fitnelerinin şerrinden, yere inen ve ondan çıkanın şerrinden, göğe yükselenin ve ondan inenin şerrinden, kendisinden hiçbir günahkârla itaatkârın vazgeçemeyeceği tam olan kelimelerine ve kerim olan Allah'ın zatına sığınırım.” [1092]
“Yarattığın, var ettiğin ve vücut verdiğin şeylerin şerrinden, Allah'ın bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerine, kendisinden ne hiçbir günahkârın ve ne de hiçbir itaatkârın vazgeçemeyeceği noksansız kelimelerine ve kendisinden büyük hiçbirşeyin olamıyacağı Allah'ın yüce zatına sığınırım.” [1093] diye dua etmişlerdir. İstiâze konusu, Hadîs, kitaplarında geniş yer almıştır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Allah'tan gelecek her türlü belâ ve musibetlerden, başkalarının sebep olacağı her türlü kötülüklerden hatta nefsinden ve şerrinden, nefsinin her türlü kötü huylarından Allah'a sığınmıştır.
“Allah'ım kızmandan rızana, cezandan affına, (hasılı) senden sana sığınırım. Sana karşı layık olduğun gibi tam sena ve medihlerini sayamam. Sen kendini nasıl sena ettinse öylesin.” [1094] diye dua etmişlerdir.
İstiâzeden gözetilen maksatlar:
“Koğulmuş şeytandan Allah'a sığınırım” demekten maksat: gerek itikada gerekse amele dair her türlü yasaklardan ve sakınılması gerekenlerin tamamından Allah'a sığınmaktır, demektir. [1095]
İstiâze, ancak ilim, amel ve hal ile tamamlanır. İlim, kulun dînî ve dünyevî menfaatlerin tamamını elde edip zararlarını gidermekten âcîz olduğunu Allah'ın ise bunları yaratmaya kadir ve Allah'tan başka hiçbir kimsenin bunlara gücü yetmiyeceğini bilmesi, demekdir. Bu bilgi kişinin kalbinde meydana gelince, kalpte bu bilgiden dolayı bir hal (durum) doğar ki bu hal insanın benliğini kırması ve mütevazî olması manasınadır. Bu Allah'a tezarrû ve hudû, Allah'a yakarmak, emirlerine ve yasaklarına boyun eğmek, şeklinde ifade edilebilir. Bu durum Allah'ın onu belâlardan korumasını bütün iyilik ve güzellikleri ona yağdırmasını istemesidir. [1096] İstiâzede kulun, Allah'ı ve nefsini tanıması açıkça ortaya çıkmaktadır. Kulun Allah'ı tanıması, Allah'ın herşeyi bildiğini ve herşeye gücü yettiğini kullarına karşı kerîm ve rahîm olduğunu bilmesi, nefsini tanıması ise Allah'ın yardımına ne kadar da muhtaç olduğunu bilmesi demekdir. Bu da Rubûbiyyetin yüceliğini kulluğun hiçliğini tanımak manasınadır. Nice zeki ve araştırıcı kimseler vardır ki ömürleri boyunca bir şüpheye takılıp kalmışlardır. Allah'ın yardımı, lûtfu ve hidâyeti olmasaydı kim, fikir gemisini sapıklık dalgalarından ve zifiri karanlıklardan kurtarabilirdi? [1097]
Kalpler sanki birçok şekillerin aksettiği bir ayna gibidir. Orada bir şeklin peşinden başka bir şekil görünür. Bu şekiller zahirî hislerle batınî duygulardan meydana gelmektedir. Kalpte meydana gelen bu duygu ve düşüncelere havâtır (hatıra gelen şeyler) denmekte ve daha önce de belirtilmiş olduğu gibi bunlar ikiye ayrılmakta iyi olanına “ilham”, kötü olanına “vesvese” denmekte, iyi olan ilham, Allah'tan, kötü olan vesvese ise nefis ve şeytandan olduğu bildirilmektedir. [1098]
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” [1099] Ayetinde belirtildiği gibi “Nefsin vesvesesi ta'biri, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, vehimler, hâtıralar, kuruntular, kararlar gibi bütün bâtını şuur şuûnatına şâmildir.” [1100]
İstiâze'de insanın kendisinden ve Allah'tan başka herşeyden Allah'a kaçışı vardır. Çünkü, Allah
“O halde hepiniz Allah'a koşun.” [1101] buyurmuştur. İstiâze ile olan bu kaçış birinci merhale. İkinci merhale ise “besmele” ile Allah'ın huzuruna manen giriş demektir. “Besmele” den önce “istiâze” ibâdetten önce taharet gibidir, denmiştir. [1102]
Allah görünen düşman hakkında
“Allah'a inanmayanlarla savaşın.” [1103] Görünmeyen düşman hakkında da
“Şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun.” [1104] buyurdu. Açık düşman bize galip gelse yine ecrimizi alabiliriz. Ama gizli düşman bize galip gelirse o zaman fitneye düşeriz. Bunun gibi, açık düşmanın öldürdüğü kimse şehit olmakta, gizli düşmanın öldürdüğü kimse ise Allah'ın rahmetinden uzak kalmaktadır. [1105] Bundan dolayı kul için istiâze çok önemlidir. Böyle önemli konuda kulun, sözü ve özü ile, dili ve kalbi ile istiâze yapması gerekmektedir. İstiâze'de sanki Rabb'ile kulu arasında bir anlaşma var gibidir. Allah,
“Anlaşma yaptığınız zaman Allah'ın ahdini yerine getirin.” [1106]
“Bana karşı ahdimi yerine getirin, ben de size karşı ahdimi yerime getireyim.” [1107] buyurdu. Kul sanki şöyle demektedir: Yâ Rabb, ben insanî eksikliğim ve beşerî noksanlığıma rağmen, diyerek sana sığındım, kulluk ahdime riâyet ettim. Sen ise nihayetsiz lütfün, sonsuz rahmet ve kereminle Rubûbiyyet ahdine vefa göstermeye daha layıksın. [1108]
İnsanın ihlasla Allah'a sığınması gerekmektedir. Bu hususta aşağıdaki âyetler bize ışık tutmaktadır:
“(Şeytan) dedi: Senin izzet ve şerefine yemin ederim ki, onların tümünü azdıracağım. Yalnız onlardan ihlash kulların hariç.” [1109]
“İş bitirilince (ilâhî hükümler yerini bulunca, ehl-i cennet cennete, ehl-i cehennem cehenneme girince)[1110] şeytan (cehennemliklere) şöyle dedi: Allah size gerçeği vadetti, ben de vadettim ama size yalancı çıktım. Zâten benim, sizin üzerinizde sizi zorlayacak hiçbir gücüm yoktu. Sadece sizi (küfür ve isyana) davet ettim. Siz de benim davetime koştunuz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın.” [1111] Allah Teâlâ kullan arasında hüküm verip mü'minleri cennetlere koyduktan ve kâfirleri cehennemlere yerleştirdikten sonra şeytan kendisine uyanların üztüntülerine üzüntü, aldanmalanna aldanma ve hasretlerine (özlemlerine) hasret katmak için aralarında kalkıp şöyle konuşur: Gerçekten Allah Peygamberlerinin diliyle size sözün doğrusunu söylemişti. Onlara tâbi olmakla size kurtuluşu, selâmeti va'detmişti ve bu gerçek bir va'd, doğru bir haberdi. Ama ben size söz verdim, sonra sözümden caydım. Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur:
“Şeytan onlara va'dediyor, kuruntulara düşürüyor. Şeytânın kendilerine va'dettikleri, aldatmaktan başka bir şey değildir.” [1112] Sizi zorlayacak hiç bir gücüm de yoktu. Yalnız benim sizi çağırdığım şey hususunda size va'dettiğimin doğruluğuna bir hüccet ve delilim de yoktu. Yalnız ben, sizi çağırdım ve mücerred benim çağırmamla siz de geldiniz. Halbuki peygamberler, size getirdiklerinin doğruluğuna delâlet eden gerçek deliller ve hüccetleri sizin aleyhinize ikâme etmişlerdi de, siz onlara muhalefet etmiş ve içinde bulunduğunuz duruma düşmüştünüz. O halde bugün beni kınamayın. Kendinizi kınayın. Hüccetlere muhalefet etmiş olmanız ve benüm mücerred bâtıla çağırmamla bana uymuş olmanız yüzünden günâh sizindir. Artık içinde bulunduğunuz durumdan ben sizi kurtaramam, size bir fayda veremem. [1113]
İstiâze, kulun kendini Allah'a vermeye engel olan herşeyden kendini temizlemesi besmele ise Allah'a yönelmesidir.” [1114]
İstiâze konusunda İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725) de şu açıklamalarda bulunmaktadır; “İstiâze yahut teavvüzdeki hikmet, izin istemektir. Bu bir kapıyı çalmaya benzer. Nitekim bir sultanın kapısına varan, ondan izin almaksızın giremez. Aynı şekilde Kur'ân okumak isteyen kimse ma'budu huzurunda münâcâta girmek istemektedir. Bu durumda o lisanını temizlemeye muhtaçtır. Lisan lüzumsuz söz ve bühtan gibi şeylerle günahkâr hale gelir. İstiâze onu temizler, Marifet ehli, istiâze Allah'a yaklaşmak isteyenlerin vesile kılacağı, kalbi Allah korkusu ile dolu olanların tutunacağı, mücrimlerin itabı, helak olacakların geri dönüşüdür. Hakk âşıkları bu kelime ile gönül ferahlığına ererler. Kur'ân okumaya başlarken istiâzeyi okumak aynı zamanda Allah'ın Nahl süresindeki
“Kur'ân oku(mak iste)diğin zaman koğulmuş şeytandan Allah'a sığın.” [1115] emrine imtisaldır.” [1116]
Eğer insan ihlâsla Allah'a sığınır ve O'na tevekkül ederse şeytanın gücünün yetmeyeceğini. aşağıdaki âyet bize haber vermektedir.
“Çünkü inananlara ve Rab'lerine dayanıp güvenenlere o(şeytan)ın bir gücü yoktur. O'nun gücü, sâdece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır. (O sadece onları kandırabilir)” [1117] (iblis), Rabbim, dedi, beni azdırmandan dolayı andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak içlerinden ihlaslı kulların hariç. (Allah) buyurdu ki;
“Bana varan dosdoğru yol budur. (Ben ihlâslı kullarımı senin azdırmandan vesvesenden korurum). Benim ihlâslı kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınlar(ı azdirabilirsin). Cehennem o(şeytana uya)nların hepsinin buluşma yeridir” [1118]
Bir de Allah'a sığınmada, O'na güven ve tevekkül büyük bir önem taşımaktadır. Kur'ân'da mü'minlerin Allah'a güvenip tevekkül etmeleri ısrarla vurgulanmaktadır. [1119] Tevekkül itimat edip güvenmek manasına olup kulun gücünü ve bütün gayretini ortaya koyduktan sonra Allah'a güvenip dayanmasıdır. [1120]
Tevekkül, maksada erişmek için lâzım gelen maddî ve manevî sebeplerin hepsine yapıştıktan ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra Allah'a i'timat etmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir. [1121]
Allah Teâlâ, tevekkülü emretmiş, onu imanla birlikte zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Eğer mü'min iseniz, Allah'a tevekkül ediniz.” [1122]
“Tevekkül ehli olan kimseler Allah'a tevekkül etsin.” [1123]
“Mü'minler Allah'a tevekkül etsin.” [1124] Yine
“Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfidir” [1125] buyurmuştur.
Tevekkül Allah'a sığınmaktır. Tevekkül, kalbin her halükarda Allah'a güvenmesidir. [1126]
Gazalî (ö. 505/1111) de tevekkülün, İlim, hal ve amelden mürekkeb olduğunu açıklamaktadır: İlim ile Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunun bilinmesi, hâl ile Allah'a itimat edip güvenilmesi ve amel ile de Allah'ın emirlerine riayet edilmesi gerekmektedir. Ve tevekkülün üç derece olduğunu söyler. Önce tevekkül, sonra Allah'a teslim olmak, sonra da her işini ve halini Allah'a ısmarlamak (tefviz) tır. [1127]
Evvel'emirde gafletimizden, vesvesemizden, şeytanet-ten silinmek için bütün şuurumuzla Allah'a sığınarak dememiz ve cazibei külliyeyi yaşamak için de miftâhma yapışmamız gerekmektedir. [1128]
Kul, sığınılacak şeylerden, Allah'ın rahmetine ve himayesine sığındıktan, yahut kendini Allah'ın fazlına ve rahmetine yapıştırdıktan [1129] sonra “Besmele” ile Allah'a teslimiyet gösterilmiş olduğunu görmekteyiz. Besmele, gerek ibadette ve gerekse ibadet dışı davranışlarda kul, istiaze ile başlattığı Allâh-kul ilişkisini “besmele” ile sürdürmektedir. Besmele'nin Kur'ân'daki konumu ile ilgili olarak Râzî (ö. 606/1210) şu açıklamayı yapmaktadır: Allah tarafından bildirilen bütün ilimlerin dört kitapta toplanmış oduğu, bu dört kitabın ilminin de Kur'ân'da var olduğu, Kur'ân'ın muhtevası, Fâtiha'da, Fâtiha'nın muhtevasının da Besmele'de özetlendiği belirtilmiş, Besmele'nin maksadının ise Besmele'nin “bâ” sında olduğu açıklanmıştır. Bu açıklamanın izahı da şöyle yapılmıştır: Çünkü bütün ilimlerin gayesi, kulu Rabb'ine ulaştırmaktır. İşte bu “bâ” harfi de “ilsak bâsı” dır ki bu, kulu Rabb'ine bağlamakta, bu ise gayelerin en yücesi olmuş olmaktadır. [1130]
Hamdi Yazır da şöyle açıklamaktadır:
“Malumdur ki her ilmin bir konusu olduğu gibi Kur'ân'ın da bir konusu vardır. Kur'ân'ın konusu Allah ile âlem ve bilhassa insanlar arasındaki alâka ve münâsebettir. İşte ulûhiyet ve ubûdiyyet alâkası öz olarak Besmele'de bulunmakta, sonra sırası ile önce Fatihada, sonra bütün Kur'ân'da tedrici olarak tafsil edilmektedir. Besmele'deki bu öz de tamamen Besmele'nin “bâ” (v) sının manasmdadır.” [1131]
“Besmele her kitabın anahtarıdır.”
“Her mühim iş ki bismillah ile başlanmamıştır, güdüktür vesselam” gibi ehâdisi şerife bize Besmelenin meşru olan her işimizin küşadmda miftah olabilecek bir manayı şamilini ihtar etmektedir.” [1132]
İbn-Cerir et-Taberî(ö. 310/922)'nin bir rivayetinde, Cebrail (a.s.) nin, Muhammed (s.a.v.) a ilk indirdiğidir. Ondan sonra da, âyetidir. [1133]
“Yaratan Rabb'inin ismi ile oku.” [1134] Bu âyet bu rivayeti teyid etmektedir. Çünkü “Yaratan Rabb'inin ismi ile oku” demek “Besmele” ile oku demektir. [1135] “Rahman ve Rahîm Allah'ın ismiyle” Burada “Söyleyiniz mukadderdir. Yani ey kullarım “Bismillah deyiniz.” [1136]
“Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla işime başlarım demek, onun adına, onun namına iş yaparım demektir. Yaptığım iş kendi adıma başlı başına yapılmış değildir. İş O'nun işidir. Bu iş Allah içindir. Benim onda hiçbir payım yoktur. Bu işi meydana getiren kudret Allah'tır. Allah o kudreti bana vermemiş olsaydı ben birşey yapamazdım. Ve bu iş benden sadır olmazdı. Yaptığım iş ancak ve ancak Allah adınadır. Kendi adıma değildir. Bu işte güç ve yardımı O'ndan alıyorum ve istiyorum. O'nun bana lütfederek yardımcı olmasını diliyorum.” [1137] “Elbette yerken içerken ve buna benzer meşru işlerde hatta ibâdetin başında bile “besmele”, Allah adına, onun namına gibi manalara gelmez. O zaman, Allah'ın ihsan ettiği nimetlerini yiyiyorum manası düşünülmelidir. İbâdette ise Allah'ın yardımı ile, onun bana verdiği güç ile ve onun lûtfu ile O'na ibâdet'e başlıyorum, olmalıdır. [1138]
“Bismillah demekten kastımız (Allah'ı anarak başlıyorum) ve (Allah'ın ismi ile başlıyorum) manasınadır. Bu ise: Allah Teâlâ'nın zatı, zatların en şereflisi olduğu gibi, O'nun ismi de isimlerin en şereflisidir. Böyle olunca da O'nu anmak zikirlerin en şereflisi olmuş oluyor.” [1139]
“Allah” isminin, “İsm-i A'zam” olduğu açıklanmıştır. [1140] “Denilirse kî İsm-i A'zam ile yapılan dualar kabul olunur. Halbuki bu isimle duâ yaptığımız halde hiç de kabul olunmuyor. Cevaben bunun sebebi duânm kabul olunması için bir takım edeplerin ve şartların yerine getirilmemesidir. Duânm ancak onlarla kabul olunacağı, bu şartların da, bâtının ıslahı, helâl lokma, ihlâs ve huzur-u kalb olduğu bildirilmişdir. Nitekim âyette;
“Allah'a ihlâsla duâ edin” [1141] buyrulmuştur. İnsanın, kalp huzuru olmadan dilini hareket ettirerek duâ etmesi, kapıda duranın velvelesine ve damdaki bekçinin bağırmasına benzetilmiş, bunun ise huzurdaki yardıma faydası olmayacağı, amma insanın kendisi huzurda hâzır olursa şüphesiz yardım edileceği umulur denmiştir. [1142]
“Allah” ismi celâli, cemii sıfatı kemâliyeyi hâiz bulunan zatı vacibül vücudun ismidir.” [1143] “(Besmelede ki) Allah, Rahman, Rahîm” terkibi vasfîleri evvelâ bir ismi mahz, saniyen hem isim hem sıfat, salisen mahzi sıfat olan üç kelimeden müteşekkil olarak husustan umuma doğru inbisat etmiştir. Ve bu iki sıfat “Allah” ismi zatını kalbimizde mefhumlamıştır. Bunlar dîdarı ilâhinin ilk tecellii cemalidir.” [1144] “Allah lafzı, hükümdarlığa, kudrede ve yüceliğe işarettir. Cenâb-ı Hakk, Allah, lafzının peşinden “Rahman” “Rahîm” lafizlarını zikretmiştir ki bu da O'nun rahmetinin, kahrından daha çok ve daha mükemmel olduğuna işarettir. Allah, kendisini “Rahman” ve “Rahîm” diye adlandırmıştır. O halde, nasıl merhamet etmesin? Anlatıldığına göre, bir dilenci çok büyük bir kapıyı çalarak bir şeyler ister. Dilenciye çok az bir şey verilir. Dilenci ertesi günü bir baltayla kapıyı tahrib etmeye başlar. Sen ne yapıyorsun denildiğinde, ya kapı verilene, ya da verilen kapıya uygun olmalıdır, der.
İlâhî, rahmet denizlerinin, senin rahmetine nisbeti, zerrenin senin arşına olan nisbetinden daha küçüktür. Kitabının başında rahmetinin sıfatını kullarına haber verdin. Öyleyse bizi rahmetinden ve lûtfundan mahrum etme.”[1145] Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Allah rahmeti yüz parça kılmış, doksan dokuzunu kendi yanında tutup bir parçasını yeryüzüne indirmiştir. Bütün mahlukât bu bir parça sayesinde birbirlerine merhamet ederler. Hatta yavrusunu incitme korkusuyla kısrağın ayağını kaldırması bu (merhametten dolayıdır.” [1146] “Allah ismi, Allah'ın dostluğunu gerektirir. Nitekim:
“Allah, îmân edenlerin dostudur,” [1147] buyurulmuştur. Rahman ismi, Allah'ın muhabbetini gerektirir. Çünkü, “Hakikat, îmân edip, salih ameller işleyenler için, Rahman, onların gönüllerinde (kendi) sevgisini yaratacaktır.” [1148] buyurulmuştur. Rahîm ismi ise, Allah'ın rahmetini gerektirir. Çünkü;
“Allah, müminlere karşı rahîm'dir.” [1149] buyrulmuştur.” [1150]
Hem Allah rahmeti kendi nefsine yazmış olduğunu bildirmiştir.
“..O, rahmet etmeyi kendi üstüne yazmış acımayı kendine prensip edinmiştir” [1151] Bu âyetin manası Allah'ın rahmeti, gazabına üstün gelmiş ve O, merhametlilerin en merhametlisi demektir. [1152] “Âyetlerimize inananlar, sona geldikleri zaman, size selâm olsun, de. Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazmış (yaratıklarına acımayı prensip edinmiş)tir.
“Sizden ki, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından tevbe eder uslanırsa muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir.” [1153] Yani, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, ancak O'na ibadet ermeleri ve O'na asla hiç bir ortak koşmamalarıdır. Kullar bunu yaptıkları takdirde kulların da Allah üzerindeki haklan, onlara asla azâb etmemesidir. [1154]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de;
“Allah, mahlûkatı yaratınca, Arş'ın üzerinde yükseltilmiş Kitabında, nefsi hakkında, şüphesiz benim rahmetim, gazabıma üstün gelmiştir, diye yazdı.” [1155] buyurmuştur.
Kul, besmele ile, Rahman ve Rahîm Allah'ı zikreder ve Allah'ın kudretine bağlanır, O'nun rahmetinden dilerse, şüphesiz Allah da dilerse onu zikredecek ve ona icabet edecektir. Bu hususta hadîs-i kudsî'de;
“Kulum beni anarsa ben de onu anarım.” [1156] Buyurmuştur. Tirmizî'nin rivayetinde:
“Ve beni andığı zaman onunla beraber olurum..” ilavesi de vardır. Ayetlerde ise;
“Siz beni anın ki ben de sizi anayım..” [1157] buyrulmuştur. [1158]
Allah'a ibadette dikkat edilecek hususlardan biri de ihlâs ve iyi niyetdir.
İhlas, sözlükte, saflaştırma, arıtma, ayıklama ve anlaştırma manasına olup, ibadette ise, Allah'ın rızasından başka bütün maksatları ayıklamak demektir.[1159]
“İnsanlar, ancak Allah'a ihlas ile ibadet etmekle emrolundular”.[1160] Yani sırf O'nun rızası için ibadet ederler ve O'nun rızasını murad ederler. [1161] O'nun rızasını murad edip, sırf O'nun rızası için ibadet edenler hulûs-ı niyyet ile ancak Allah'a teveccüh edip, dâima O'na dua ve ibadet ederler. [1162]
İhlas konusunda Gazzali (ö. 505/1111) de şu açıklamayı yapmaktadır:
“Her şeye kendisinden başka şeylerin karışması mümkündür. Bu bakımdan içerisine kendisinden başka hiç bir şeyin karışmamış olduğu şey'e hâlis adı verilir. Tasfiye ve durultma işini yapan fiile de ihlâs adı verilir. İhlâs'ın zıddı “işrâk” (ortak kılma)dır. Bu bakımdan ihlaslı (muhlis) olmayan kimse müşrik sayılır. Ancak şirk birkaç derecedir. Tevhiddeki ihlasın zıddı ulûhiyyette ortak koşmadır. Şirkin bir kısmı gizli (riya gibi), bir kısmı da açıktır (puta tapma gibi). Muhlis (ihlaslı kimse) gayesi sadece Allah'ın rızası olan kimsedir. İbadette Allah'ın rızasından başka bir şeyi kasdetmek, ibadette Allah'a şirk koşmak demektir. Bunun bir adı da riyadır. Riya sahibine de riyakar denir. Bu ise dinde şiddetle yasaklanmıştır. [1163]
İslâm Dini'nin kelime-i şehadetten sonra, birinci şartı namazdır. Aslında Farsça bir kelime olan “namaz”in hukuk dilindeki ve Arapça'daki karşılığı “salâf”tır. Din dilinde namaz “Bir takım şart ve rükünlerden meydana gelen ve tekbirle başlayıp selamla biten özel söz (zikir) ve hareketlerdir. [1164]
Namazın bir hikmeti de kalp ve vicdanı Allah'a bağlamak, Allah'ın sonsuz kudretini ve mutlak iradesini geniş rahmet ve merhametini lütuf ve ihsanını azab ve ikabmı insanın hafızasına yerleştirmektir. [1165]
Allâh-kul ilişkisi açısında namaz ibadetinde gözönünde bulundurulması gerekli hususlar ve yaşanan haller diğer ibadetlerde de söz konusu olduğundan sadece namaz ibadetine değinmekle yetinmeyi düşündük. Namaz konusunu da, namazın tarihçesi, dindeki önemi, namazda huşu', tekbir, teşbih, kıyam, kıraat, rükû', secde, tahiyyat ve selâm madde başlıkları altında incelemeyi uygun gördük. [1166]
Kur'ân-ı Kerîm'de daha önceki ümmetlerde de namaz ibadeti bulunduğu, meselâ yahudilere namazın emredildiği; [1167] Hz. İbrahim'in kıldığı namazın kabulü için dua ettiği; [1168] Hz. Lokman'ın oğluna namaz kılmayı öğütlediği; [1169] Hz. Adem, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim'den sonra namaz kılmayı terkeden nesil geldiği; [1170] Hz. Musa'ya namaz kılmanın emredildiği; [1171] Hz. Zekeriya'nın namaz kıldığı; [1172] Hz. İsa'nın beşikte konuşurken, namaz kılmasının emredildiğini söylediği; [1173] Hz. İsmail'in ailesine namaz kılmayı emrettiği; [1174] Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. İshak ve Hz. Ya'kub'un salih birer kul olduğu belirtildikten sonra namaz kılmalarının kendilerine vahyedildiği [1175] ifade edilmiştir. [1176]
Tâhirü'l-Mevlevî (Olgun)nin yaptığı tesbite göre beş vakit namazın farziyyetinden önce risaletin ilk günlerinde Hz. Peygamber (s.a.v), Cebrail (a.s.) tarifi üzere abdest alıp namaz kılmış, sonra Harice (r.a.) ye de abdest aldırıp namaz kıldırmıştır. Yine mezkur zatın tesbitine göre Hz. Peygamber beş vakit namaz farz oluncaya kadar ikişer rek'at olmak üzere sabah-akşam iki vakit namaz kılmaya devam etmiştir. [1177]
Namazın, kulun Allah ile ilişkiye girmesinin ve bu ilişkinin sürekli taze tutulmasının temini açısından çok önemli bir fonksiyonu yerine getirdiğini, Kur'ân'ın bu ibâdete yoğun bir şekilde yer verişinden [1178] ve hatta can güvenliği açısından kritik bir ortam olan savaş durumunda dahi bundan taviz vermeyişinden [1179] anlamaktayız. Kur'ân, namazdan yüzden fazla yerde salât, duâ, zikr, tesbîh, inâbe vb. kelimeleriyle bahseder [1180]. Namazı ifade eden en önemli kelime ise “salâf”tır. Sözlük anlamı “duâ etmek” olan [1181] salât kelimesi bir kavram olarak, kendine has rükunlarıyla formüle edilmiş olan namaz ibâdetini anlatır. [1182]
Allah Teâlâ'yı tevhîd, yani onun varlığını, birliğini bilip tasdik ettikten sonra farzların en büyüğü en mühimmi namazdır. Namaz, imanın alâmeti, kalbin nuru, ruhun kuvveti ve mü'minin miracıdır. Mü'min bu sayede Hak Teâlâ'nın manevî huzuruna yükselir. Allah Teâlâ'ya münacatta bulunarak manevî kurbiyete erer. Mü'min için ne ulvî bir şerefdir. Ve namaz, ruhu temizleyen, kalbi aydınlatan, insanı yüksek duygulardan haberdar eden, insanı kötülüklerden alıkoyan, insanı, hayra, tefekküre, intizama sevk eyliyen en güzel bir ibadettir. [1183]
Namazda Allah'ı anmak; bütün sıfatlarıyla O'nu hissetmek, kalb ve vicdanı O'na bağlamak, O'nun sonsuz kudretini ve mutlak iradesini, rahmetini, ihsanını ve azabını hayal ve hafızaya yerleştirmek ve bu suretle her türlü fenalıktan, cürüm ve cinayetlerden uzak kalmaktır. [1184] İşte namazın bizzat kendisi başlı başına bir ibâdet oluşunun yanında Allah'ı hatırlatmasının tabiî bir sonucu olarak hayatın diğer alanlarında fonksiyonel bir özelliğe de sahip olmaktadır. [1185] Namaz konusunda Hamîdullâh şu açıklamalarda bulunmaktadır:
“Kur'ân-ı Kerîm yeryüzünde Allah'ın hükümranlık atmosferini yaratmak gayesiyle, günde beş vakit cemaat namazı kaidesini koymuştur. Mü'min böylelikle, her namaz süresince birkaç dakika yaratıcısına teslimiyet ve şükrünü eda etmek için, bütün maddî ve şahsî menfaatlerini terkeder. Haklar ve vazifeler karşılıklı olduğundan, namaz insanın vazifesi, Yaratanın ise bir hakkıdır”.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre her şey kendi tarzınca Allah'a hamd ve O'nu teşbih eder.
“Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunanlar O'nu teşbih ve tenzih ederler. Hiç biri hariç olmaksızın, hepsi O'na hamd ile teşbih eder. Fakat siz, onların teşbihini iyi anlamazsınız. O, hakikaten Hakîm'dir, Yargılayıcıdır.” [1186] Müslümanların namazı bir bakıma bütün yaratıkların muhtelif ibadet şekillerini birarada toplamaktadır, yani namaz Kainatın İbadet Modeli olmaktadır: Gök cisimleri -güneş, ay ve yıldızlar- daimî olarak hareketlerini tekrar ederler (müslüman bu hareketleri namazda tekrarlar); dağlar ayakta dururlar (müslüman namaza ayakta dikilerek yani kıyam ile başlar); hayvanlar daimî olarak eğilmiş durumdadırlar (namazda ikinci hareket eğilmek yani rükû'dur); ağaçlar besinlerini ağız vazifesi gören kökleriyle alırlar, şu halde devamlı secde etmektedirler. (namazda üçüncü hareket, alın yere koyarak secde etmektir); akan su devamlı, hatta genel olarak su devamlı yıkar, temizler (müslüman namazdan önce abdest alır).[1187] Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetlerden birinde;
“Gök gürültüsü O'nu hamd ile teşbih eder “ [1188] ifadesi kullanılmıştır: Bu bizi, bazı namazlarda Kur'ân-ı Kerîm'in yüksek sesle okunmasını bir tarafa bıraksak bile, namazlarda sık sık tekrar edilen Allahu Ekber tekbirinin yüksek sesle söylenişini düşündürür. Müslümanların cemaat halindeki ibadetler de yaptıkları gibi, sürü halinde uçan kuşlar da Allah'a ibadet eder. [1189] Cisimlerin gölgeleri Allah'a hususî bir teslimiyet ve ibadet tarzı olarak her gün nasıl uzanıp kısalırsa, [1190] ibadet eden insan da namazda kıyam, rükû, secde ve ka'de yaparken uzanıp kısalır. Mahlûkatin yukarda geçen bütün hareketleri insana mahsus olup, diğer mahlukatta bulunmayanların ilavesiyle adapte edilmiştir. [1191]
Allâh-kul ilişkisinin, ibâdet bölümünde örnek olarak, bu ilişkinin zirveye çıktığı namazı seçtiğimizi, belirtmiştik. Hem, namaz, âdeta namazla bütünleşen Fatihadan sonra Bakara sûresinin hemen başında îmândan sonra zikredilmiştir.
“Elif tâm mîm .İşte O kitab, kendisinde hiç şüphe yoktur. Muttakîler için hidâyettir. Onlar ki ğaybe inanıp namazlarını ikâme ederler. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah rızası için) harcarlar.” [1192] Görüyoruz ki Allâh-kul ilişkisinde, Kur'ân'ın başında îmânın hemen arkasından ibadetin, yani namazın zikredilmiş olduğunu görmekteyiz.
Bilindiği gibi ibadetler, bedenî ve malî olmak üzere ikiye ayrılmakta, bedenî olanların en üstünü namaz, mâli olanların en üstünü de zekat kabul edilmektedir. Nitekim hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v.);
“Namaz dinin direği [1193], zekât ise Islâmın köprüsüdür.” [1194], buyurmuştur.” [1195]
Bu hususu Hamdi Yazır (ö. 1942) şöyle açıklamaktadır:
“Bütün ibâdetler iki nev'a münkasimdir. Biri ibâdât-ı bedeniyye, diğeri ibâdât-ı maliyedir. Hac gibi hem bedenî ve hem malî olan bir kısım dahi bu iki haysiyyetin terkibidir. Binaenaleyh namaz bütün ibâdât-ı bedeniyyenin mümessili aslîsi zekat da bütün ibâdât-ı maliyenin mümessili aslîsidir ve bunlar îmânın ilk müeyyidesi ve bil'amel ilk inkişâfıdırlar. Binaenaleyh bu âyeti kerimede (Bakara 3) bütün mebadii îmân gayibde, bütün usuli âmel dahi salât ve infakta İcmal edilmiştir..”[1196]
“.. Namaz kadematı hayattan huzuru İahiyeye çıkaran bir miraçdır..” [1197] "..Namaz müminin miracıdır. Yani onu hadîd-i beşeriyetten Arş-ı ahadiyet-i İlâhiyeye çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir hayatı beşerin suret ve meratibi münderiçtir. Huzur-ı ilâhîde vücude gelmek, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defeât ile kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak, nihayet selâm ve selâmetle işini bitirmek. Namaz insanı bütün hayatın kademelerinden geçirterek, esrar-ı vücudu, dünya ve uhrayı düşündürerek Cenâb-ı Allah'a mülakat ettirir. Ve büyük bir îmân ve sevab ile yine âleme avdet ettirir..” [1198]
Namaz bir taraftan mü'mini Allah'a yaklaştırırken, diğer taraftan kötülüklerden uzaklaştırmakta ve insanı manevî kirlerden temizlemektedir. Nitekim Allah Teâlâ:
“Namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz ki namaz, insanı fuhuş ve kötü şeylerden alıkoyar.” [1199] Ve “Gündüzün iki tarafından (sabah,akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir.” [1200] buyurmuştur. Yani beş vakit namaz, hataları giderir ve günahları örter. [1201] Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de:
“Sizden birinizin kapısı önünden bir nehir aksa ve her gün beş kere bu nehirde yıkansa, kendisinde kir diye birşey kalır mı?” diye sordu. Sahabe:
“Hayır kalmaz”, dediler. Bunun üzerine, buyurdularki;
“Beş vakit namaz da işte böyledir. Suyun kirleri temizlediği gibi, namaz da günahları temizler.” [1202] "Büyük günah işlenmediği sürece, beş vakit namaz arada işlenen günahlara, cuma namazı da diğer cumaya kadar olan günahlara keffârettir.” [1203] buyurmuşlardır.
Şüphesiz namaz ilâhî huzura girmek ve ermektir. Bunun da abdest ile başladığını görüyoruz. Güzel bir namaz kılabilmenin ön şartı ve başlangıç noktası olarak abdest görülmektedir. Nitekim Hadîs-şerifde;
“Namazın anahtarı, taharettir.” [1204] buyrulmuştur. Abdest ile ilgili bir başka hadiste de:
“Bir müslüman (mümin) abdest aldığı zaman yüzünü yıkadığında iki gözü ile bakmış olduğu her bir günah, su ile yahut suyun son damlası ile beraber yüzünden çıkar. İki elini yıkadığında, iki elinin kazanmış olduğu her bir günah, su ile yahut suyun son damlası ile beraber iki elinden çıkar. İki ayağını yıkadığında, ayaklarının kendisine doğru yürümüş olduğuğu her bir günah, su ile yahut suyun son damlası ile beraber çıkar. Nihayet o kul günahlardan temizlenmiş olur.” [1205] buyurulmuştur. Yine:
“Her kim abdest alır da abdest alışını güzel yaparsa, onun hataları bütün cesedinden dışarı çıkar. Hatta tırnakları altından bile tamamiyle çıkar, gider” [1206] buyurulmuştur.
“Bilindiği gibi namazın dışında olan şartları vardır, içinde olan şartları vardır. Bunların da farzları, vâcibleri, sünnetleri olduğu gibi, bir de bunların, huşu ve kalbini Allah'a yöneltme gibi namazın ruhu diyebileceğimiz batınî hukuku vardır. [1207]
Kur'ân'da namaz hakkında “yüsallûne” veya “sallû” fiillerinden ziyade “namazı ikame ederler” [1208] veya “namazı ikame edin” [1209] veyahut ta “namazları muhafaza edin veya ederler” [1210] buyurulması dikkat çekici olmuş, ve arada mana farkı vardır denmiştir. İkame yahut muhafaza, tadil-i erkan, huşu', hudû' ile güzelce kılmaktır. Yani namazı ikâme etmektir. Hakkını yani farzlarını, vaciblerini âdabını yerine getirerek kılmaktır, [1211] denmiştir”.
Allâh-kul (İnsan) ilişkisi açısından namazın bölümlerine geçmeden önce namazın batınî hukuku ve namazın ikâmesi ile ilgili olarak çok önemli sayılan, namazda huşu' konusunu ele almak kanaatimizce yerinde olacaktır. [1212]
Namazda Allah'ı anmak, bütün sıfatlarıyla O'nu hissetmek, kalp ve vicdanı O'na bağlamak, O'nun sonsuz kudretini ve mutlak iradesini, rahmetini, İhsanını ve azabını hayal ve hafızaya yerleştirmek ve bu suretle her türlü fenalıktan, cürüm ve cinayetlerden uzak kalmaktır [1213]. İşte namazın bizzat kendisi başlı başına bir İbâdet oluşunun yannda, Allah'ı hatırlatmasının tabiî bir sonucu olarak, hayatın diğer alanlarında da Allah'ı hatırlamada etkin bir özelliğe sahip olmaktadır.Âyet-i kerîmede, "Müminler muhakkak felah bulmuşlardır [1214] (onlar öyle müminler) ki namazlarında hıtşû'a riâyet ederler.” [1215] buyrulmuştur. Felah bulan müminlerin vasıflarından biri de namazda huşû'a riâyet etmeleridir. “Huşû'u bazıları, havf, rehbet, gibi kalb füllirinden olmak üzere tarif etmiş, bazıları da sükûn ve terk-i iltifat gibi cevârih fiillerinden göstermiştir. Doğrusu huşu' aslı kalbde, tezahürü bedende olmak üzere İkisini de camidir, denilmiştir. Kalbe teallûk eden ciheti, azamet ve celâl-i rabbani karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi, emri hakka serfürü ettirecek ve edeb-ü ta'zimden başka bir hatıraya iltifat etmeyecek surette kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Zahire tallûk eden ciheti de a'zai bedende bu hissin tezahüriyle bir sükûn ve sekînet hasıl olması ve gözlerinin önüne secde mevziine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Binaenaleyh huşû'un aslı, namazın şartlarından olan niyetin kemâliyle, tezahüratı da namazın âdab ve mükemmilâtiyle alekadardır.” [1216] Nitekim hadîste de:
“ Namaz kıldığınız zaman (başka şeylere) iltifat etmeyiniz. Zira Allah yönünü, kulu namazda olup da (başka şeye) iltifat etmedikçe kulunun yönüne çevirir.” [1217] buyurulmuştur. Deylemî'den gelen bir rivayette de:
“Kul namaza durduğu zaman, Rahmân'ın huzurundadır. (kul başka şeye) iltifat ederse, Allah buyurur: Ey Adem oğlu Ben, senin iltifat ettiklerinden daha hayırlıyım, ikinci, üçüncü seferde de böyle der. Dördüncüde kulundan yüz çevirir.” [1218] buyurulmuştur. İsmail Hakkı Bursevî ilgili âyet hakkında yukarıdaki hadisi de zikrederek huşû'u zahiri ve batınî olmak üzere ikiye ayırmakta, Zahiri olanı, bedenin ve bütün azaların sükûnu, bâtınî olanı ise, nefsin havatırdan uzak kalmasıdır, Kalbin huşû'u, devamlı huzura ve zikre sarılması, sırrın huşû'u murakabede olması, ruhun huşû'u, cemâl ve celâl sıfatlarının tecellisi sırasında muhabbet deryasına gark olmasıdır, [1219] demektedir.
Böylece Namaz kılan halden hale, başlangıçtan kemâle, kemâlden akla hayale gelmeyen hale intikal eder. İnsanlar bu hususta derece derecedir. Öyle ya gaflet ve cehalaletle kılınan namaz, bilerek ve Allahı düşünerek kılman namazla bir olamaz. Avamın kıldığı namazla ariflerin ve ehl-i yakînin kıldığı namaz da elbette aynı seviyede olmaz. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerîm, iki çeşit namazdan söz edip, biriniz zem [1220], diğerini metheder. [1221]
Bu hususta Râzî (ö. 606/1219) de şöyle demektedir: Namaz kılacak kimse, bedenini gusül yahut abdestle maddî kirlerden, halis bir niyetle kalbini başka maksatlardan istiğfar ve tevbe ile de ruhunu günah kirlerinden temizler. Ve bu hususta helal ve harama dikkat eder ve ihlasla, ihsanla [1222] Allah'a ibadet eder. [1223]
Bilindiği gibi namazın rükünleri, iftitâh tekbîri, kıyam, kıraat, rükû', sücûd, teşehhüd miktarı ka'de-i âhire'dir. Bunlar, hem namazın rükünleri olmakta, hem de Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından kulun Rabbine yönelişi, yakarışı, tekbîr'i, tesbîh'i, t'azîm'i, hamd-ü senâ'sı rükû'u, secdesi, tahiyyâtı ve duası olmaktadır. Kulun bu davranışlarına mukabil bunlarla da Allah'ın kulunu huzuruna kabulü, O'na tevfîk'i, inâyet'i, hidâyet'i, lûtf-u ihsân'ı, icâbet'i, rahmet'i ve mağfireti olmaktadır. [1224]
Tekbir, mü'minin gönül âleminde sanki şimşek çakması gibidir, [1225] denmiştir. Tekbir konusunda âyet-i kerîmede;
“Ey örtüsüne bürünen, kalk, uyar, Rabb'ini tekbir et” [1226] (Allâhu Ekber) de buyurulmuştur. Bu âyet nazil olduğunda Rasûlüllâh (s.a.v.)'in kalkıp;
“Allâhu Ekber” dediği ve Hatice (r.a) da tekbir getirdiği rivayet olunmuştur. [1227] Bu tekbir, namazdaki tekbir'e de hamledilmiştir.[1228] Manası:
“Allah Teâlâ'yı, ta'zîm etmek, azamet ve kibriya ile yad eylemektir.”[1229] "Kulun kalbinde, taleb, muhabbet, azamet ve izzet bakımından, Hakk herşeyden daha büyük diyerek ta'zîm etmek ve büyüklemektir.” [1230]
Başka bir âyette:
“Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acze düşüp de yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah'a hamdolsun, de. Ve O'nu gereği gibi tekbir et (Allâhu Ekber de) “ [1231] buyurulmuştur. “Tekbir, Allah'ı zatı, sıfatları, fiilleri, hükümleri bakımından ululamaktır. Tekbir, insanın, tekbirde, ta'zîmde, tenzihde, takdirde, akıl, anlayış ve hatırı nisbetinde yapabileceğinin en üstününü yapması demektir. Ve insan i'tiraf eder ki aklı ve anlayışı, Allah'ın-celâlini bilmeye, kavramaya, lisanı O'na gereği gibi şükretmeye, uzuv ve organları O'na gereği gibi ibâdet etmeye yeterli değildir. İşte insan bunlardan dolayı Allah'ın izzet ve mecdinin künhünü gereği gibi yerine getirememekten ötürü Allah'ı tekbir eder. Bu husus, zayıf bir kulun tekbir ve ta'zimde gücünün yetebileceği en son noktadır.” [1232]
“Mezkur âyette, kulun Allah'ı tenzîh'de, temcid'de ne kadar mübalâğa yapsa bile, tâatta tahmid'de ne kadar çok çalışsa dahi bu husustaki kusur ve noksanını itiraf etmesine tenbih vardır.” [1233] Herhalde O'nun için huzura durduğumuzda namaza başlarken “Allâhu Ekber”, tesbihden, tahmidden şükürden, zikirden (kıraatten) sonra “Allâhu Ekber”, Rükû'da teşbih ve ta'zimden sonra “Allâhu Ekber”, secdelerde Rabb-ı Teâlâyı teşbih edip sanki yalvarırcasına hem teşbih edip hem özür diledikten sonra “Allâhu Ekber”deriz. [1234]
Kıyam, ayak üzere kalkıp durmak manasınadır. [1235]
Allah Teâlâ, âyette:
“Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzurunda (huşu' içerisinde zelîlâne boyun eğerek) [1236] durun.” [1237] Ve
“(Rahmân'ın kulları) gecelerini Rabb'lerine secde ederek, O'nun dîvânında durarak geçirirler.” [1238] buyurmaktadır. Yani gecelerini Allah'a ibadet ve itaatle geçirirler. [1239] Ayette geçen:
“Allah için kıyam edip divan durunuz.” [1240] Yani Allah için kalkıp önünüze bakarak ellerinizi güzel bir vaziyette tutup oynatmayarak, Kur'ân tilaveti hariç sessiz ve sakin bir tavr-ı inkiyad (boyun eğip teslimiyetle) içinde, Allâhu Ekber diyerek namaza durun. Kunut, bir şeye devam ve mülazemet edip durmaktır. Taat, huşu', sükût, kıyam manalarını içerir. Türkçede divan durmak tabir olunur. Bunun için kunut taattır, kıyamın uzatılmasıdır; sükûttur, huşu' ve azaların sükûnudur, diye tarif edilmiştir.[1241] Hadis-i şerifte de namazın efdali kunutu uzun olanıdır [1242] buyurulmuştur.
Bu âyetle namazda bilhassa Allah için niyetin ve iftitah tekbirinin ve kıyamın huşu' ile dünya kelamından sükûtun farziyyeti anlaşılmıştır. Bu suretle kıyam, namazın ilk rüknüdür. Her namazda evvelâ divan durmak vardır. Bu sebeple namaz esasen bir kunutdur.[1243]
İftitâh tekbiri ve kıyamdan sonra sübhâneke duası okunur. Yani Allah teşbih edilir. [1244]
Allah
“Rabb'ini hamd ile teşbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeyi kabul edendir.” [1245] buyurmuştur.
Teşbih, tesbîh kelimesi, suda pek iyi yüzerek uzaklara gitmek manasına gelen sbh kökünden müştaktır. Tesbîh, tefîl vezninde masdardır. Ve “Sübhânellah” demektir. Kişi, “Sübhânellâh” dediği zaman, tesbîh etti denir. “Tesbîh”, Hak Teâlâ'yı, sâhibe'den, yâni, zevce'den ve veled'den vesâir nakâyıs'dan tehzîh ve takdis manasınadır. Subhanallah demek, Hak Teâlâ'yı, noksan sıfatlardan ve şân-ı ulûhiyyet'e aykırı sıfatlardan, kemâli ile tenzih ve takdis eder, ve böylece i'tikâd ve ikrar iderim, demektir. [1246]
Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, mukaddes zatını, itikat, söz ve amel bakımından layık olmayan her türlü şaibeden âri ve uzak tutmaktır. Takdis de teşbih gibi Allah Teâlâ'yı lâyık olmayan her türlü eksikliklerden temiz tutmak ve uzaklaştırmak manasınadır. Teşbih konusunda pek çok âyet-i kerime [1247] ve hadis-i şerif [1248] mevcuttur. Teşbihin Allah katında pek makbul bir ibadet olduğunu Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle haber vermiştir:
“İki kelime (cümle) vardır ki, dilde hafif, mizanda (sevabı) ağır, Rahman Allah'a da pek sevgilidir.” [1249]
Başka bir âyette de:
“Celâl ve ikram sahibi Rabb'inin ismi mübarektir.” [1250]
“Hakikat şudur ki. Rabb'imizin şanı, büyüklüğü her büyüklükten yücedir.” [1251] buyurulmuştur. “Subhâneke” duası sanki yukarıdaki âyetlere imtisal gibidir.
“Allâh'ım! Seni tesbîh ve tenzih eder, sana hamdüsenâda bulunurum. Senin mukaddes ismin mübarektir. Ve senin azamet ve celâlin pek yücedir ve senden başka mabud yoktur”.
Sonuç olarak, teşbih ile ilgili âyetlerden, hadislerden, dualardan ve namazdaki teşbihlerden anlıyoruz ki; kul, Allah Teâlâ'yı teşbih ederken bir taraftan O'nu zat ve sıfatlar bakımından teşbih etmekte, diğer taraftan bu tesbihdeki kendi eksikliği, aczi ve kusuru bakımından teşbih etmektedir. Sanki teşbihinden de teşbih ederim demiş olmaktadır. [1252]
Bilindiği gibi namazın rükünlerinden olan kıraat Kur'ân'dan kâfi mikdar okumak demektir. [1253] Namazdaki kıraati Râzî (ö.606/1210) şöyle açıklamaktır:
“Hz. Peygamber (s.a.v.)in:
“Namaz kılan Rabb'i ile fısıldaşmaktadır. Öyle ise herkes kiminle fısıldaşmakta olduğunu bilsin.” [1254] Hadîsini de naklederek namazda kıraat esnasında her mü'minin Kur'ân okurken sanki Allâhü Teâlâ ile konuştuğunu söyler.[1255]
Gazzâlî (ö. 505/1111) de şöyle der:
“Namazda kıraat hususunda insanlar üç sınıftır:
“1-Dili hareket edip de kalbi gafil olanlar.
2- Dili hareket eden, kalbi de diline tâbi olup okuduğunun manasını anlayan, sanki başkasından dinliyormuş gibi olanlar. Bu, ashabu'l-yemînin'in derecesidir.
3-Manaları anlamada kalbi dilinden önde olup dili kalbine hizmet eden ve ona tercüman olanlar. Dilin, kalbin tercümanı olması ile muallimi olması arasında fark vardır. Mukarrebîn'in dili kalplerinin tercümanıdır..” [1256] “Hükemâdan birinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Ben daha önce Kur'ân'ı okuyup ondan hiçbir tad alamıyordum. Öyle ki onu sanki Rasûlülâh (s.a.v:), ashabına okuyor gibi dinleyinceye kadar. Sonra Kur'ân'ı sanki Cebrail (a.s.) peygamber (a.s.)a telkin ediyormuş gibi dinleyip okumaya başladım. Derken Allah bana lütfetti de artık, Kurân'ı, Kur'ân dili ile konuşan Allah'tan dinlercesine okumaya başladım. İşte o zaman öyle bir lezzete ve nimete erdim ki artık ondan ayrılmaya dayanam” [1257]
Gazzâlî devamla:
“Allah Teâlâ buyurdu ki”:
“Muhakkak ben, (evet) ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur. (Yalnız) bana ibâdet et ve beni anmak için namaz kıl “ [1258]
“Rabb'ini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam an, sakın gafillerden olma !” [1259] Bu emrin zahirinden, Allah'ı anmanın vacib olduğu anlaşılır. Gaflet, anmanın zıddıdır. Namaz boyunca gaflet eden kimse nasıl olurda Allah'ı anmak için namaz kılmış olur. Yine Allah Teâlâ buyurdu ki:
“Ey îmân edenler sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!..” [1260] Bazılarına göre âyetteki “sarhoşluğun” bir tefsiri de, dünyevî düşünce ve vesveselere gark olmuş olmaktır. Burada namaza yaklaşmamaya sebep, ne söylediğini bilmemektir. Nice namaz kılanlar vardır ki, içki kullanmadıkları halde namazda ne okuduklarını bilmezler. Peygamber efendimiz (s.a.v.):
“Namaz, Allah'ın huzurunda zelîl olmak, tevazu göstermek, yalvarmak, yakarmak ve pişman olmaktan ibarettir.” [1261] buyurmuştur.Şüphesiz kıraat ve zikirlerden maksad, hamd, sena, tazarrû' ve duadır. Muhatab, Allah Teâlâ'dır. Gafil adamın kalbi, gaflet perdesi ile örtülü olduğundan, muhatabı bulunan Allah'tan gafildir. Fakat adet yerini bulsun diye lisanı hareket eder. Bu durum Allah'ın zikri ile kalbin paslardan temizlenmesi ve îmânda rusûh sağlanması gayesinden çok uzaktır.” [1262]
Gazâlî (ö. 505/1111), namazdaki kıraati Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından şöyle değerlendiyor:
“Rahman ve Rahîm Allah'ın ismiyle dediğin zaman, maksadın Allah'ın kelâmına “besmele” ile teberrüken başlıyorum olsun. Bilki bunun manası bütün işler ancak Allah'ın yardımıyla olur”. “Besmele”deki isimden maksat müsemmâdır. Yani zatının yardımı ile demektir. [1263] Bütün işler Allah'ın yardımıyla olunca şüphesiz bütün hamd da Allah'a mahsus olur. Bütün nimetler Allah'tan olduğundan şükür de O'nadır. Onun için Hamd [1264] alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Başkasına değil. Kim bir nimeti Allah'tan başkasından görür veya şükrü ile başkasını kastederse o zaman besmele'sinde ve hamdinde o nisbette noksanlık olur.
Allah Rahmân'dır, Rahîm'dir, dediğin zaman Allah'ın lûtfunun bütün çeşitlerini gönlünden hatırlamalısın. Böylece ümidin taşıp kaparır. (Din gününün sahibi) demekle, Allah'ın azametinin ve korkusunun tesirini gönlünden hissetmelisin. Azamet duygusunu, mülk sadece onun olmasından, korku ise sahibi ojduğu hesap ve ceza gününün dehşetinden olmalıdır. Sonra (Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dileriz) demekle ihlâsmı, aczini ve ihtiyacını hatırla. Kesinlikle bil ki yaptığın tâat ve ibâdet ancak onun yardımı ile müyesser olmuştur. Seni tâatına muvaffak ettiğinden O'na karşı minnettar olduğunu unutma. Ve. seni, ibâdetine kabul etmiş ve münacâtına yardım etmiştir. (Bizi sırat-ı müstakime, hidâyet et.)
Hidayetin kemâlini yani en güzel bir şekilde olmuş olmasını dileriz. Ve devamını dileriz.Bu yol bizi senin yakınlığına ve rızana sevk eden yoldur. (Üzerlerine nimet verdiklerinin yoluna) Bu yol, nebilerin, sıddıklann, şühedânın salihlerin yoludur. Üzerlerine gazab ettiklerinin ve sapıkların yoluna değil Şüphesiz Fâtiha'yı okuyan kimseye, hadîs-i kudsi'deki müjdeler gerçekleşecektir. Allah Teâla buyurduki:
“Ben, salât sûresi olan Fâtiha'yı benimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim.(yarısı benim yarısı kulumundur.)Ve kulumun istediği (onun) hakkıdır. (Peygamberimiz de bu hususu şöyle beyân buyuruyor):
“Kul, “Hamd alemlerin rabbı Allah'adır” dediği zaman Allah da, kulum bana hamdetti, der. Kul (O Allah) Rahman' dır, Rahîm' dir” dediği zaman, Allah da, kulum beni sena eti, der. Kul (Din günün mâliki) dediği zaman, Allah da, kulum beni temcid etti, kulum bana tefviz eyledi,der,(Buraya kadar benim). Kulum (Ancak sana ibâdet ederiz Ve ancak senden yardım dileriz.) dediği zaman Allah, bu kulumla benim aramda ve kulumun istediği hakkıdır der. Kul (Bizi sırat-ı müstakime ilet. Üzerine nimet verdiklerin yoluna, üzerlerine gazab ettiklerinin ve sapıkların yoluna değil) dediği zaman, Allah, işte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır buyurur.”[1265]
“İşte (Allah kendisine hamdedenin hamdini kabul buyurdu)” [1266] nun manası, budur.
Fâtiha'dan sonra okunacak sûrelerde genel olarak dikkat edilecek hususlar: Sûrelerde geçen Allah'ın emrinden, yasağından, va'd'inden, vaîd'inden, va'z ve irşadından, peygamberlerin haberlerinden, nimet ve ihsanının zikrinden gaflet edilmemeli.Bütün bu hususların hakkı gözetilmeli. Meselâ: Va'd'in hakkı ümit, vaîd'inki ise korkudur. Emir ve yasağın hakkı, azimdir. Va'z ve irşâd'ınki ibret almaktır. Minnetin hakkı şükür, peygamber kıssalarının hakkı ise ibrettir.” [1267] “Yine Salihleri öven âyetler okunduğu zaman onların kervanına katılmak için Allah'tan niyaz etmeli, âsiler ve günahkârları zemmeden âyetler okunduğu zaman, kendisinin de kusurlu olduğunu düşünerek, onlardan sayılmaktan Allah'a sığınmalı. Ve kendisini de ilâhî hitablara muhatab saymalı..” [1268] Sonuç itibariyle namazdaki kıraati ile Allâh-kul ilişkisi açısından hadisde de geçtiği üzere, Allah Teâlâ ile sanki fısıldaşmaktadır. Ve tekbir Allâhu Ekber. Ve rükû'ya gidilmektedir. [1269]
Namazın rükünlerinden biri olan rükû' ile kul, Yaratanı karşısında büyüklenme ve kibirden arınmış olarak eğilmektedir. Allah Teâlâ âyette:
“Ey îmân edneler, rükû edin, secde edin, Rabb'inize ibâdet edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz.” [1270]
“Namazı kılın, zekâtı verin, rükû' edenlerle (Allah'ın huzurunda eğilenlerle) beraber eğilin.” [1271] buyurmuştur.
“Rükû' huşû' ile eğilmektir. Mütevâzi olmayı sağlar. Zemmedilmiş olan büyüklenme ve kibirden alıkoyar.” [1272] Kıyam ve Kıraatten sonra, rükû'. Allâhu Ekber “Azîm olan Rabb'inin ismini teşbih et” [1273]
“Azamet sahibi Rabb'imi teşbih ederim.” “Tekbîr ile rükû'a geçiş, Allah'ın kibriyâ sıfatından sonra azamet sıfatını ikrara geçiş vardır.” [1274] Namaz kılan sanki şöyle demektedir:
“Yâ Rabb, kıyamımızda, kıraatımizda, hamdimizde, zikrimizde, şükrümüzde, teşbihimizde, tenzihimizde şüphesiz eksiklikler ve kusurlar vardır. Noksanımızı, aczimizi kusurlarımızı itiraf ederek senin huzurunda eğiliyoruz. Seni her türlü noksan sıfatlarından tenzih eder, teşbih ederiz. Senin hakkında yanlış düşüncelerimizden, yanlış zanlarımızdan yanlış bilgilerimizden ve dolayısı ile sana karşı yapmış olduğumuz eksik davranışlarımızdan da seni tenzih ederiz. (Sübhâne Rabbiyel Azîm, Sübhâne Rabbiyel Azîm, Sübhâne Rabbiyel Azîm)
(Allah kendisine hamd edenin hamdini kabul buyurdu). [1275] (Rabbena leke'I- hamd) (Ey Rabbimiz hamd sanadır.) (Allâhu Ekber) Ve secdeye gidilir. Böylece kul rükû' tesbîh ve tahmid ile Rabb ına hem itaat etmede hem de O'nun huzurunda O'nun emrettiği şekilde O'na tazarru' ve niyazda bulunmuş olmaktadır. [1276]
Secde hali kulun Allah'a en yakın olduğu haldir. Kul secdesiyle ibadetinde Rabbına yaklaşmış olmanın huzurunu ve sükununu yaşamış olmaktadır. Allah Teâlâ muhtelif âyetlerde:
“Ey imân edenler, rükû edin, secde edin, Rabb'inize ibâdet edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz.” [1277]
“Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin uzun zaman O'nu teşbih et” [1278]
“Hayır ona itaat etme, (Rabb'ine) secde et ve yaklaş!” [1279] buyurdu. Ve yine;
“Rabb'inin en yüce olan ismini teşbih et.” [1280] buyurdu. Kul sanki bu âyetlere cevaben
“Sübhâne Rabbiyel e'lâ Sübhâne Rabbiyel e'lâ Sübhâne Rabbiyel ala) (En yüce Rabbimi teşbih ederim.) demektedir. (Allâhu Ekber) Kul secde etmekle sanki “İşittik ve itaat ettik mağfiretini dileriz ey Rabbimiz. Dönüşümüz sanadır.” [1281] Demiş oluyor.
“Kulun Allah'a en yakın olduğu hâli, secdede olduğu hâlidir.” [1282] Bu hadîs-i şerif, Allah Teâlâ'nın;
“Rabbine secde et ve O'na yaklaş” [1283] âyeti ile;
“Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.” [1284] Âyetlerinin açıklamasıdır. [1285] “Şüphesiz, secde, rükû'dan daha çok tevazu ifade eder.” [1286] Kul secde ile Allah'a daha da yaklaşmış O'nun huzurunda kulluğun en son noktasında aczinden ve zafiyetinden kaynaklanan bütün kusurlarını itiraf ederek yalvarırcasına (Sübhâne rabbiye'1-e'lâ Sübhâne rabbiye'1-e'lâ Sübhâne rabbiye'1-e'Iâ) diyerek Allah'ı teşbih etmiş ve O'ndan af dilemiş olmaktadır. (Allâhu Ekber) (Allâhu Ekber) (Allâhu Ekber) sonra tahiyyât okunur. [1287]
“Bütün dualar, senalar, ibâdet ve tâatlar Allah Teâlâ'ya mahsusutur. Ey peygamber! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Selâm bize ve Allah'ın salih kullarına olsun. Şehâdet edriz ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederiz ki Muhammed (s.a.v.) Allah'ın kulu ve rasûlüdür.” [1288]
Râzî (ö. 606/1210) “tahiyyât”ı şöyle anlatmaktadır: “Allah, Muhammed (A.S.)ı neznindeki “Kabe kavseyin” [1289] e ref etmekle nimetlendirince, Hz. Peygamber, demiştir. Namaz müminin miracıdır, mümin, miracında, Allah'ın huzurunda oturmasından ibaret olan, ikramın zirvesine mazhar olunca Hz.Peygamber (s.a.v.) in miraçta söylediğini söylemiş olmaktadır.” [1290] İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725) de Tahiyyât'ın tahakkuku hakkında şöyle der: “Peygamber (A.S.) miracda dedi. Allah Teâlâ da buyurdu. Peygamber (A.S.) da selâmı, umumî kıldı da dedi. Bundan sonra başta Cibril (A.S.) olmak üzere bütün melekler de dediler.” [1291] “Namaz müminin miracıdır.” sözüne de uygun düşen bu yorumu sanki her müminin teberrüken yaşaması umulmaktadır.
“İnsan bütün bu hayırlara, Muhammed (s.a.v.) in risâleti ile ulaşmıştır. Öyle ise, O'na karşı vefa borcunu ödemeli ve (sallı, bârik) Dualarını okumalıdır.” [1292]
“Allah'ım, Muhammed (A.S.) a ve âl'ine rahmet et. İbrahim (A.S.) ve O'nun âl'ine rahmet ettiğin gibi. Muhakkak ki sen hamîd ve mecîd'sin.AIlâhım, Muhammed (A. S.) ı ve âl'ini mübarek kıl İbrahim (A.S.) ve âl'ini mübarek kıldığın gibi. Muhakkak ki sen hamîd ve mecîd'sin” [1293] “Kul, Allah Teâlâ'yı bu övgü ve medihlerle zikredince, Allah Teâlâ da kulunu zikredeceğini vaat etmiştir.” [1294] Çünkü Hadîs-i Kudside buyruldu ki
“Ben kulumun zannına göreyim. Kulum beni andığı zaman ben kulumla beraberim. Kulum beni nefsinde anarsa, ben de onu nefsimde anarım. Kulum beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” [1295] Sonra tekrar Duâ:
“Ey! Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de. Bizi, ateşin azabından koru.” [1296] “Ey Rabbimiz, beni, anamı-babamı, ve bütün inananları hesap gününde mağfiret et.” [1297]
“Ve nihayet, Allah kulunu melekleri arasında zikreder.
Melekler de o kulu ziyaret ederler. Kul da önce sağındakilere sonra da solundakilere selâm verir. (Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun.) Hiç şüphesiz melekler de o kula cennete girerken;
“Sabretmenize mukabil sizlere selâm olsun. Yurdun sonu ne güzel” [1298] derler.” [1299].
“Allah'ım Sen Selâm'sın. Selâm sendendir. Sen mübareksin, Ey celâl ve ikram sahibi.
İşte İslâm'da hem de günde beş defa olmak üzere insanın Allah'ın huzuruna çıkarak en fazla yükselişini sağlayan namaz, hem Hz. Muhammed'in mi'racının bir hatırası ve hem de mü'minler için bir mi'rac olarak Allah'ın bir hediyesidir. [1300]
Şüphesiz
“Göklerin ve yerin gaybı (görünmez bilgisi), Allah'a aittir. Bütün işler hep Allah'a döndürülüp götürülür. Öyle ise O'na ibâdet et, O'na tevekkül et. Senin Rabb'in, yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir.” [1301]
“O halde kim mümin olarak iyi (amel) terden bir(şey) yaparsa onun sa'yinin (amelinin karşılığı şükran olacaktır), küfrân (ve mahrumiyet) değil Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.” [1302] Ayet-i kerimenin de işaret ettiği gibi kul bütün ibadetlerin de özellikle namaz ibadetinde ve hayatında Allah için yaptığı tüm davranışlarında Yüce Yaratıcısı Allah ile daimi bir ilişki içinde olmaktadır.
Bu hususu açıklayan bir başka âyette de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Ne işte bulunsan, Kur'ân'dan ne okusan ve siz ne iş yapsanız mutlaka biz içine daldığınız an, üzerinizde şahidiz (her yaptığınızı görürüz). Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb'in(in bilgisin)den kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiç bir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın.” [1303] Yani Allah'ın bilgisi her şeyi içine almıştır. O'nun bilgisi dışında kalan hiç bir şey yoktur. Her olay, ancak O'nun bilgisi ve izniyle olur. [1304]
Allâh-kul (insan) ilişkisinin bir yönü de 'duâ-icâbet ilişkisidir. Kul, duâ ile Rabb'ine yakarır, manen O'nun katına yükselir. O'nun rahmeti ile irtibat kurar. Belki de bu irtibat, îmândan ve ibâdetten sonra en yüksek seviyeye ulaşır. Allâh-kul (insan) ilişkisi açısından duâ konusunu, duanın sözlük anlamlan, terim anlamlan, Allah'a duâ etmek ve icabet başlıkları altında incelemeyi düşündük. [1305]
Duâ kelimesi, kökünden da'vet ve da'va kelimeleri gibi masdar olup çağırmak, seslenmek ve birisinden bir işin yapılmasını istemek, yardım talep etmek manalarına gelmektedir. Küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vâki' olan tafep ve niyaz anlamında İsim olarak da kullanılmaktadır. Çoğulu gelmektedir. [1306]
İslâm âlimleri, duanın terim anlamını değişik şekillerde belirtmişlerdir. Bu cümleden olarak:
Duâ, kulun Rabbı Allah'tan meded umması ve yardım dilemesidir. [1307]
Duâ, Allah Teâlâ'ya ta'zimle birlikte istekte bulunmaktır. [1308]
Duâ, kulun bütün benliğiyle Allah Teâlâ'ya yönelerek, O'ndan istek ve dilekte bulunması ve bu maksatla yerine getirilen ibadet şekilleridir.[1309]
Duâ ve ibâdet, insan ile Allah arasında iman bağı ile kurulan ilişkiyi tanımlayan ve dışa yansıtan uygulamalar bütünüdür. [1310]
Duâ, kalbin Allah ile konuşmasıdır. [1311]
Duâ ve ibâdet, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve iştiyakın ifadesidir. [1312]
Duâ, Allah'ın yüceliği karşısında kulun aczini itiraf etmesi, sevgi ve ta'zîm duygulan içinde lütuf ve yardımını dilemesidir.
Bütün bu tanımlamalardan çıkan ortak nokta kulun duâ halinde Allah ile ilişki konumunda olmasıdır. [1313]
Duâ etmek bizzat Allâhü Teâlâ'nın emridir. Allah'a duâ edip, yalvarmakla ilgili pek çok âyet-i kerîme [1314] Ve pek çok da hadis-i şerif vardır. Hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyledir: Peygamber (s.a.v.),
“Duâ, ibâdetin tâ kendisidir, buyurdu. Sonra Rabbiniz buyurdu ki:
“Bana duâ edin duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.” [1315] mealindeki âyeti okudu.” [1316] “Allah nezdinde duadan daha değerli hiç bir şey yoktur.” [1317] "Duâ, ibâdetin iliği (özü)dür.” [1318] “Allah'ın fazl-ü ihsanından isteyin. Zira Allah Azze ve Celle, kendisinden istemeyi sever. İbâdetin de en faziletlisi, belânın kalkması ve Allâh'dan ferahlığın gelmesini beklemektir.”[1319] “Muhakkak ki Rabbiniz çok cömert bir zâttır. Kul, (duâ etmek üzere) ellerini açtığı vakit, onları boş çevirmekten haya eder.” [1320] “Bir kimse, duâ ettim de halâ kabul olunmadı, diyerek, duasının kabul edilmesinde acele etmediği müddetçe, duası müstecâb olur.” [1321] “Allah'a, duanızın kabul edileceğine kesin inanarak duâ edin. Ve şunu bilin ki, Allah, kendisinden gafil, başka birşeyle meşgul olan bir kalbin duasına icabet etmez.” [1322] Rabbımız Tebâreke ve Teâlâ, her gecenin son üçte birinde dünya semasına tecellî eder. Ve kim bana duâ eder, icabet edeyim. Kim benden bir şey istiyor vereyim. Kim istiğfar ediyor, mağfiret edeyim, der.” [1323] “Kulun, Rabbine en yakın olduğu hâli, secdedeki hâlidir. Bunun için secdede çok duâ edin. Zîrâ o anda duâ kabule lâyık olur.” [1324] “Kim, Allah'a duâ etmekten imtina ederse Allah, o kimseye gazab eder.” [1325]
Duâ'nın ana hedefi insanın Allah'a halini arzetmesi ve O'na niyazda bulunması olduğuna göre dua kul ile Allah arasında bir diyalog anlamı taşımaktadır. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah insanı kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu yüce kudret karşısında duyduğu saygı ve ümit hisleri sebebiyle kendisinden daha üstün olanla irtibat kurma ihtiyacını duymuştur. Dua böyle bir irtibat kurma neticesinde insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telâfisini, diğer taraftan daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtası, ve bîr başka söyleyişle dua sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprü olmaktadır. Bu sebeple insan tarihin hiçbir döneminde duadan uzak kalmamıştır. [1326]
Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi yerde geçen duâ kelimesiyle birlikte bazı âyetlerde da'vâ ve da'vet kelimeleri de aynı anlamda kullanılmaktadır; ayrıca pek çok âyette dua kökünden fiiller yer almaktadır. Bu âyetlerde duâ ve türevleri Allah'a yakarma, istek ve ihtiyaçlarını arzederek O'nun lütfunu dileme, çağırma, seslenme, davet etme, ibadet etme, yardıma çağırma, bir durumu arzetme, Allah' m birliğini tanıma, isnat ve iddia etme anlamlar ında kullanılmaktadır. [1327] Dua türevleri bu anlamlarıyla hadislerde de sık sık tekrar edilmektedir. [1328] İbn Manzûr, duâ etmenin başlıca üç şeklinin bulunduğunu belirterek bunları şöyle sıralamaktadır:
1- Allah'ın birliğini dile getirme ve O'nu övgüyle anma.
2- Allah'tan af, merhamet gibi manevî isteklerde bulunma.
3- Allah'tan dünyevî nimetler isteme. [1329] Aynı müellif, genellikle Yâ Rabbi, Allah'ım gibi hitap ve çağrı ifadeleriyle başlayan veya Allah'ı övgüyle anan her sözün-içinde bir dilek ve istek bulunmasa da- duâ olduğuna işaret ederek buna Hz. Peygamber'in arefe günüyle ilgili bir hadisinde geçen, “Arefede benim duam ve benden öncekilerin duası 'Lâ ilahe illalâhü vahdehû lâ şerike leh lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr’ [1330] sözüdür” şeklindeki açıklamasını delil gösterir; bundan dolayı tehlîl (lâ ilahe illallah), tahmîd (elhamdülillah) gibi dinî ifadelere İslâmî gelenekte dua denildiğini hatırlatır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de mü'minlerin cennetteki dualannın Allah'ı tazim ve tenzih sözleriyle (sübhânekellâhümme) başlayacağı, yine onların dualarının övgü sözleriyle (el-hamdü lillâhirabbi'l-âlemîn) ile biteceği bildirilmiştir. [1331]
Duanın aynı zamanda zikir sayılması, hatta İslâm literatüründe çoğunlukla “ezkâr ve ed'iye” gibi ifadelerle bu iki kavramın birlikte kullanılması duanın içerdiği bu saygı unsurunun bir sonucudur. Bu şekilde dua ifadelerin biri zikir ve saygı, diğeri herhangi bir dilek olmak üzere iki unsuru bulunduğu görülmektedir. İbn Manzûr, “sübhânallâh, elhamdülillah, lâ ilahe illallah” gibi Allah'a saygı ve övgü ifade eden sözlerde açıkça olmasa bile zımnen bir mükâfat ve sevap temennisi bulunması dolayısıyla bunların da dua sayıldığını belirtir. Ancak İslâm âlimleri, genellikle duadaki dilek ve istek unsurunu ikinci derecede önemli görerek diğer dinî faaliyetler gibi duada da Allah'a saygıyı, Allah'ın üstün gücü, sonsuz zenginliği karşısında kulun kendi hiçliğini, yoksulluğunu ve Allah'ın inayetine ihtiyaç hissetmesini ön plana çıkarmışlardır. Duanın bu muhtevasından dolayı Hz. Peygamber'in “Duâ ibadetin özüdür” [1332] mealindeki hadisi bütün ilgili kaynaklarda önemle zikredilmektedir. Yine aynı sebeple bütün müfessirlerin yorumuna göre iki âyette İslâm'ın en önemli ibadeti olan namaz dua kavramıyla İfade edilmiştir.[1333] Esasen İslâmî literatürde namaz anlamında kullanılan salât kelimesinin asıl mânası duadır; ayrıca birçok âyette genel olarak Allah'a ibadet için dua kökünden türemiş fiillerin kullanıldığı görülür.
Duâ insanın Allah'a kulluk faaliyetlerinin esas unsurudur ve İslâm literatüründe genel anlamda dua terimi, bu unsurun değişik kavramlarla anlatılan çeşitli görünüşlerini de ifade eden geniş bir muhteva kazanmıştır. Dua fiiline, beraber kullanıldığı mefulleriyle bakıldığında bu kavramın dini muhtevası açıkça görülür. Buna göre dua kulun Allah'tan bir şey dilemesi, Allah'ı istemesi, Allah'ı yardıma çağırması, anması demek olur. Başka bir ifadeyle kul, içinde bulunduğu şartların tesiriyle bir şey İçin veya Allah İçin Allah'a yönelmektedir. Bu dunumda dua kavramı, İslâmî dönemde yeniden teşkil edilen semantik atan içinde dini duygu ve yönelişin birbirine komşu olan zikir, teşbih, hamd, sena, şükür, tövbe, istiğfar, istiâze vb. davranışların genel çerçevesini oluşturmaktadır.[1334]
Dua ve ibadet, yaratılışı gereği insanın Allah'a doğru olan bir yönelişi gibi görünürse de dini metinlere göre dua ve ibadeti Allah ile kul arasında Allah'ın rahmet ve şefkatinin kulları tarafından tanınma İradesinin galip geldiği canlı bir ilişki ve haberleşme olarak görmek lâzımdır. [1335]
Allah ile kul arasındaki münâsebet konusunda Hz. Peygamber'e yönetilen soruya Kur'ân şu cevabı vermiştir:
“Ben yakınım; biri benden bir şey istediğinde onun duasına karşılık veririm” [1336] Bir hadîs-i kudsîde kulun rabbine gösterdiği ilgi ve sevginin fazlasıyla karşılığını bulacağı anlatılmıştır. [1337]
Hamd, teşbih, tehlil gibi Allah'ın yüceliğini ifade eden dualarda, bazan sırf Allah'a yakınlığı, O'nunla irtibatı ve O'nun rızâsını amaçlayan bir sevgi ve saygıyı sunmaktan ibaret görünmektetir. Bazan da bunlara uhrevî veya dünyevî isteklerin kabulünü kolaylaştıracak birer mukaddime olarak başvurulmaktadır.
Duanın adabı konusunda İslâmî kaynaklarda diğer ibadetlerde olduğu gibi dua için de şeklî ve ahlâkî bazı şartlara riâyet edilmesi istenmiştir. Allah'ın huzurunda kulun nasıl bir edep içinde dua edeceği veya ettiği, duanın hangi şartlarda kabul göreceği konusunda ilgili kitaplarda maddeler halinde bazı esaslara 'yer verilmiştir.
Bazı sûre ve âyetler örnek dua metinleri maiyetinde olup bunlardan Fatiha sûresi Allah'ı veciz bir şekilde tavsif ettikten sonra O'na kulluk ve duadaki ihlasi, insanlığın en büyük arayışı olan doğru yola ulaşmanın içten dileklerini benzersiz bir üslupla ifade eden cümleleri ile bütün müslümanların en çok okudukları dua metni haline gelmiştir. Yine Bakara sûresinin 201. âyetinde geçen
“Ey Rabb'imiz bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru” mealindeki âyet Fatiha'dan sonra en çok okunan dua olmuştur. Yine Bakara sûresinin son âyeti müslümanların en çok okuduğu dua âyetlerindendir. Âl-i İmrân sûresinin 8, 9, 16, 53, 191-194 âyetleri, müslümanlarca çok okunan ve tekrarlanan duâ âyetleridir. [1338]
Duâ konusunda hadis kitaplarında özel bölümler vardır. [1339]
Sonuç olarak dua Allâh-kul ilişkisi açısından kulun halini yaratanına arzetmesi, kulluğunu itiraf edip O'nun rahmetinden dilemesidir. O'nun rahmeti ile ilişki kurmasıdır. [1340]
Duâ kuldan Allah'a yükselen bir yakarış, icabet de Allah'tan kula bir rahmet ve bir ikramdır. Duâ ve icabet ilişkisi Allâh-kul ilişkisinin en belirgin olanı olarak görülmektedir.
“Duâ kavramı, isticâbe ile correlation (karşılıklı ilişki) halindedir. Yalnız duâ, sözlüdür, İsticâbe ise sözlü değil, fiilidir. Kur'ân'da bizzat Allah, insan kendisine duâ ettiği zaman onun duasına cevap vereceğini açıklamaktadır.
“Rabbiniz, Bana duâ edin, size cevap vereyim, dedi.” [1341] Kur'ân, isticâbe fikrine o kadar büyük bir önem vermiştir ki duâ'ya cevap vermemeyi, sahte tanrılığın en belirgin işareti saymakta, kâfirlerin Allah'tan başka taptıkları tanrıların, onların dualarına cevap veremeyecek-lerini, ibâdet edenleri kendilerine ne kadar yalvarsalar da onlara kar şılıkta bulunamayacaklarını, kendilerine duâ edenlerin, duâ'larmı işitemiyeceklerini, İşitseler bile cevap vermekten âciz olduklarını ve duâ'larının boşa gideceğini ,haber vermektedir. Nitekim. (Eğer onlara duâ etseniz, sizin duâ'nızı işitmezler, işitseler dahi size cevap veremezler.) [1342] (Gerçek duâ, O'nadır. O'ndan başka duâ ettikleri tanrılar, hiçbir suretle onlara cevap veremezler. Onların durumu, tıpkı, su, ağzına ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan kimse gibidir. Oysa su ona ulaşamaz. Kâfirlerin duâ'sı sadece boşa gider. [1343] buyrulmuştur.” [1344]
Allah'ı anmanın ve O'na sığınmanın, Allah rızasına ulaştıncı olması yanında kul açısından O'na duyulan yakınlık sonucunda uzak veya yakın birçok fayda ve mükâfata vesile olacağına dair hayli müjdeler vardır. Kur'ân'a göre, dua edene Allah karşılık vermektedir. Nitekim âyette
“Rabb'iniz buyurdu ki: Bana duâ edin, duanızı kabûî edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.” [1345] buyurulmuştur. Ve yine Allah'ı anan kimseyi Allah da anar. Ayet-i kerimede
“Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.” [1346] buyurulmuştur. Naslarda yer alan dualardaki isteklerin önemli bir kısmının hayat ve şahsiyetin korunması amacına yönelik oluşu, prensip olarak duanın fayda verdiğine inanmayı gerektirmektedir. Bununla beraber Hz. Peygamber'in açıklamasına göre duanın kabulünde birkaç alternatif söz konusudur. Dua edene istediği şey ya bu dünyada hemen verilir veya âhirete saklanır yahut üzerinden istediği iyilik kadar bir kötülük giderilir. [1347]
Gerek ihtiyaçlar ve hatalar yüzünden Allah'a başvurmak, gerekse nimetleri sebebiyle O'nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurduğu gibi [1348] ahlâkî arınmaya ve yücelmeye de yol açmakta, gelişim safhalarındaki takılma ve sapmaların önlenmesinde ve şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir fonksiyon icra etmektedir. [1349] Bir hadis-i kudsîye göre dua ve ibadetle meydana gelen yakınlaşma Allah'ın sevgisine, bu sevgi de kula duyarlı bir vicdan ve sağ duyunun doğmasına yol açmaktadır. [1350] Hz. Peygamber,
“Allah'ım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile temizle; beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır.” [1351] mealindeki hadisinden anlıyoruzki duâ, işlenen hata ve günahların insan vicdanındaki izlerini gidermekte ve ruhî arınmaya vesile ulamaktadır. Bununla beraber dinde, yapılan iyi iş, dua ve ibadetlerin daha-ziyade uhrevî neticeleri üzerinde durulmuştur. Aslolan ebedî hayattaki ecir, sevap ve mutluluk olmakta, fakat bir müslümanın davranışlarında uhrevî sonuçları gözetirken aynı zamanda bunların bu dünyadaki olumlu sonuçlarını da beklemesini tabii saymak gerekmektedir. Aslında Kur'ân'da öğretilen bir duaya göre rabbimizden dünya için de âhiret için de iyilik ve güzellik istemek teşvik edilmektedir. [1352] Nitekim âyette,
“Onlardan kimi de Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver, bizi ateş azabından koru! der.” [1353]
“O'na (İbrahim a.s.'a) dünyada iyilik vermiştik. O, âhirette de iyilerdendir.” [1354] buyurulmuştur.
Dualara icabet konusunda, pek çok kimse, nice duâ edip yakaranlar var, hiç de dualarına icabet edilmiyor, diye düşünebilir. Bu hususa Râzî bir kaç yönden cevap vermektedir:
“1- İcâbet ile ilgili âyetler her ne kadar mutlak ise de, mukayyed olan âyet de vardır.
“(Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse kaldırmasını istediğiniz belâyı kaldırır.)” [1355] Bu âyet, icabeti, Allah'ın dilemesiyle kayıtlamıştır. Duâ eden, elbette duasına bir karşılık bulur. Bu karşılık ya duâ ettiği şeyi elde etmektir. Bu da Allah'ın münasib görmesine bağlıdır, uygunsa olur, değilse, olmaz. Yine de Allah icabet eder. O kimsenin kalbine bir sekînet (huzur ve rahatlık), göğsüne bir genişlik, mevcud belâya tahammülünü kolaylaştıracak bir sabır verir. Bu da bir icabet çeşididir.
2- Allâh, icabet edeyim buyurmuştur. Derhal icabet ederim dememiştir. Duâ edenin duâ'sı belkide ileride tahakkuk edecektir. Lihikmetin dünyada etmese bile âhirette mutlaka sevabı verilecektir.
3- Duâ, tevhid ve Allah'a hamd-ü senâ'dır. Duâ'dan murad ibâdettir. Duâ ile kul, Allah'ın rububiyetini itiraf ve kendi kulluğunu da ikrar etmiş olur.” [1356]
Çoğu kez biz insanlar duâ'larımızda pek acele ederiz. Hatta, âyette belirtildiği gibi şerri bile acele isteriz. Nitekim
“İnsan, hayra duâ eder gibi, şerre duâ etmekte (hayrı ister gibi şerri istemektejdir. İnsan pek acelecidir.” [1357] buyurulmuştur . Nice dualar etmişizdir de, sonra iyiki o duamız hemen kabul olmadı, demişizdir. Bazan da ısrarla yaptığımız duâ'lardan istiğfar etmek gereğini duymuş Cenab-ı hak'tan utanmışızdır. Vaktiyle ariflerden biri, İrşâd için bir yere gönderdiği talebesine en son tavsiyesinde şöyle der: Aman evlat, gittiğin yerde ilâhlık ve peygamberlik iddiasına kalkışma! Talebesi, aman efendim Allah'a sığınının, bu da ne demek, deyince, hazret, evladım, her istediğinin olmasını istemek ilâhlıktır, her söylediğinin tutulmasını istemek de peygamberlikdir, der.
Kur'ân'ı Kerîm'de pek çok duâ ve icabet örnekleri görmekteyiz. Meselâ:
“Musa, Rabb'imiz dedi, sen Fir'avn'a ve adamlarına yakın hayatta süs ve nice mallar verdin. Rabb'imiz, senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabb'imiz, onların mallarını yok et, kalplerini sık ki, acı azabı görünceye kadar inanmasınlar! (Allah), ikinizin duası kabul olundu, dedi, (yinede) doğru olun, bilmezlerin yoluna uymayın.” [1358] Rivayete göre bu duâ kabul edildikten kırk sene sonra tahakkuk etmiştir. [1359] “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabb'imiz, bunu boş yere yaratmadan, sen pak ve münezzehsin, bizi ateşin azabından koru, derler. Rabbimiz sen birini ateşe soktun mu, onu perişan etmissindir. Zâlimlerin yardımcıları yoktur. Rabbimiz, biz, Rabbinize inanın diye îmâna çağıran bir davetçi işittik, hemen îmân ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Canımızı iyilerle beraber al. Rabbimiz, bize, Peygamberlerine vadettiklerini ver, kıyamet günü bizi,rezîl, perîşân etme. Zîrâ sen verdiğin sözden caymazsın. Nihayet Rableri onların duâlarını)a (şöyle) icabet etti:
“Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun hiç bir amel edenin amelini asla zayi' etmeyeceğim.” [1360] Bedir savaşında
“Siz Rabb'inizden yardım istiyordunuz. O da, Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim diyerek duanızı, kabul buyurdu.” [1361] (Yusuf a.s.)
“Rabb'im, dedi, bana göre zindan, bunların beni çağırdığı şeyden iyidir. Eğer onların hilelerini benden savmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum, dedi. Rabb'i duasını kabul buyurdu da onların hilelerini ondan uzaklaştırdı. Çünkü o çok iyi işiten, pek iyi bilendir.” [1362]
“Daha önce Nuh da dua etmiş biz onun duasını kabul etmiştik de kendisini ve (îmân eden) yakınlarını büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.” [1363]
“İmrân'ın karısı şöyle demişti; Rabbim, kamımdakini hür bir kul olarak sırf sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen (niyazımı) hakkıyla işitensin ve bilensin. Rabb'i onu güzel bir şekilde kabul buyurdu.” [1364]
“Zekeriyya'yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın. Biz onun duasını kabul buyurduk ve ona Yahya'yı armağan ettik. Eşini de kendisi için ıslâh ettik.” [1365]
“Allâh, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü işitti. Allâh, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allâh işitendir, görendir.” [1366]
“Zünnûn'u (Yûnus'u) da an. Zira (o, kavmine) kızarak gitmişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi, (kavminin arasından çıkmakla kendini kurtaracağını) sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde (kalıp): Senden başka tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum, diye yalvardı. Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.” [1367]
“İnsanlardan kimi, Rabb'imiz bize dünyâda ver, der. Onların âhirette bir payı yoktur. Onlardan kimi de, Rabb'imiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver, bizi ateşin azabından koru, der. İşte onlara, kazandıklarından bir pay vardır.” [1368] Bu bahsi, bizler için de bir örnek olan, İbrahim (a.s.)ın duası ile bitirelim.
“İhtiyarlık çağımda bana İsmail ve İshâk'ı lütfeden Allh'a hamdolun. Şüphesiz Rabb'im duâ'yı işiten (kabul buyuran)dır. Rabb'im, beni ve zürriyyetimden gelecekleri, namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabb'imiz, duâ'mı kabul buyur. Ey Rabb'imiz, hesabın görüleceği gün, beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!” [1369] Amin
“Tartışmalı da olsa bir görüşe göre Allâh bazan kâfirlerin duasına da icabet etmekte ve bunlar için bir istidrâc [1370] olmuş olmaktadır.” [1371]
Sonuç itibariyle icabet, Allâh-kul ilişkisi açısından kuldan Allah'a yapılan duanın Allâh'dan kula icabet olarak geri dönmesidir. [1372]
Allâh-kul (insan) ilişkisinin bir başka yönü de rubûbiyyet ilişkisidir. Rubûbiyyet ilişkisini, rabb kelimesi, Allah'ın rububiyeti, terbiye, ibtila, belâ ve ceza başlıkları altında incelmeyi düşündük. [1373]
Rabb kelimesi aslında terbiye manasına bir masdar olduğu halde mübalağa kasdile mürebbi'ye (terbiye edici) manasında kullanılmaktadır. Masdarına rubûbiyyet denilmiştir. Sâhib ve mâlik manasına da gelir. Çoğulu Erbâb ve rubûb dur. [1374]
Rabb kelimesi Kur'ân-ı Kerîm nazil olduğu sırada Arabça'da itaat olunan efendi, herhangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki anlamlarını ifade ediyordu. [1375] Yani bir şeyi ıslah etmek, onun üzerinde kaim olmak, birşeyi diğerine ilave edip bağlamak [1376], tasarruf etmek, tamamlamak, kemale erdirmek demektir. Bu anlamlardan da yüce olmak, riyaset etmek, mâlik olmak ve efendilik yapmak manalan çıkmıştır. [1377] Rabb kelimesinin muhtelif manalarda kullanılışına dair misaller: [1378]
1- Terbiye etmek, yetiştirmek, geliştirmek manasına: Arablar sözü ile çocuğu olgunlaşıncaya kadar terbiye etti manasını kastetmektedirler.
2- Toplamak, yığmak, hazırlamak manasına: filan insanları topladı, demektir.
3- Mesuliyetini yüklenmek, ıslah etmek, koruyup gözetmek manasına dendiğinde, araziyi taahhüt etti, sorumluluğunu üzerine aldı, durumunu kontrol etti, manası anlaşılır.
4- Üstünlük, efendilik, başkanlık, sözünü geçirmek ve istediğini yapabilmek. kavmini idare etti ve onları kendine itaat ettirdi. kavme hükmettim, egemenlik kurdum demektir,
5- Mâlik olmak, sahip olmak.
Hadisde buyrulduğu gibi sen koyun sahibi misin, yoksa deve sahibi misin? Bu manada ev sahibine deve sahibine de âil denir. Rab kelimesi efendi manasına da gelmektedir.[1379]
Rabb kelimesi ile ilgili yukarıdaki manalardan birinci ve ikinci manada Kur'ân'da kullanılmış olduğu yerlere misal olarak,
“Alemlerin Rabbı ki beni ı/aratan bana doğru yolu gösteren, bana yediren, bana içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.” [1380] âyeti verilmiştir.
Üçüncü manada kullanıldığı yere misal olarak dai "
“O sizin Rabbınizdır. Ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz.” [1381]
“Nihayet hepinizin dönüp gidişi, ancak Rabbinizedir” [1382] âyeti verilmiştir.
Dördüncü manada kullanıldığı yere misal:
“Onlar Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini, Rabbler edindiler” [1383]
“(Firavun adamlarını) topladı (onlara) bağırdı: Ben sizin en yüce rabbinizim” [1384]
Beşinci manada kullanıldığı yere misal:
“Şu beytin Rabb'ine ibadet etsinler.” [1385]
Rab kelimesi Elif lâmlı olarak şeklinde, ancak, cümle mahlûkâtı besleyip terbiye eden Allah'a isim olmuştur. “Rabb” denilince hem mâlik hem terbiye eden ve bunların bütün levazımı ile sâhib olan Kâdir-u Kayyûm anlaşılır. Yani hakimiyet, inayet, tedbir, telkin, irşad, tasarruf, emir ve nehiy, tergib, terhib, taltif, takdir gibi terbiyenin bütün gereklerine mâlik, kuvvetli ve ekmel bir mürebbi demektir. [1386] Allah'tan başkasına, ancak izafetle kullanılır.
Rabbülmal ve rabbüddar gibi.” [1387]
Rubûbiyyet masdar olarak, Hak Teâlâ'ya mahsustur. Besleyicilik, mâlikiyyet, sâhibiyyet manalarınadır. Bundan başka bu kelimenin maddesinde toplamak, artırmak, ikâmet etmek, ıslah etmek, boya, ıtır, v.s ye hoş kokular katarak güzelleştirmek gibi manalar da mevcuttur. [1388] Allah'ın Rubûbiyyet sıfatı hakkında Reşid Rıza (ö. 1354/1935) şu açıklamayı yapmaktadır. Rubûbiyyet ve Rahmet sıfatları, Allah Teâlâ'nın bütün işleri bilip irâdesine mâlik yegâne güç olduğuna delâlet eden iki sıfattır. Allah'ın rahmeti gazabını geçmiştir. Rahmetinin eseri olan lûtfu intikamını mağlup etmiştir... Kullarının mâliki olan Rabb'in kullarının işlerini idare edip yöneltmesi,ve herkesi davranışına göre cezalandırması şiarıdır. Mazlumun zâlimden intikamını almak onun özelliğidir. Adaletli cezasıyla insanlığı korkutur. Çünkü bütün kullar; Rablarına, nefislerine, ailelerine ve çocuklarına karşı görevlerinde kusur edebilirler. Hatta kendilerinden daha aşağıda ve daha düşük mevkide bulunanların haklarını vermekte eksik davranabilirler. Bunların kalplerindeki korku ve ümid duygularını mağlup etmeleri gerekir. Bunun için Allah rahmet sıfatıyla rubûbiyet sıfatını birleştirerek onu tek lafızla değil ayrı ayrı iki lafızla ifâde etmiştir. Rubûbiyyet ve rahmet sıfatının bütün ilâhî fiillerin niteliklerini ve anlamlarını taşıması açıktır. Çünkü kulların Rabbi, kulların yaratılması nzıklandırılması işlerinin idaresi gibi esmâ-i hüsnâ'nın delâlet ettiği fiillerin hepsiyle ilgili konularda onlara yardımcı olur. Biz bu gerçeği bilince, Allah Teâlâ'nın yüce kitabının başlangıcında, Fâtiha'nın başında, bütün fiillerinin taşıdığı sıfatlara delâlet eden rubûbiyet ve rahmet sıfatlarını belirtmesinin hikmeti ortaya çıkar. [1389]
Rubûbiyyet'i, Mevdûdî (ö. 1979) ise şöyle açıklamaktadır:
“Rubûbiyyet parçalanmayı kabul etmez. Onun parçalarından birisi hangi yoldan olursa olsun Allah'tan başkasına ait olamaz. Bu kâinatın nizamı aslı ve merkezi en sağlam bağlarla birbirine bağlıdır, onu tek olan Allah yaratmıştır. O'na, her türlü müracaatların tek kaynağı olan Allah hükmeder, ondaki bütün selâhiyet ve hükümranlığa ortaksız ve benzersiz olan Allah mâliktir. Bu nizamın yaratılmasında Allah'tan başkasının müdahelesi yoktur. O'nun sevk ve idaresine Allah'la beraber ortak olan, izzet ve saltanatında O'na denk olan tek kimse yoktur. Allâhü Teâlâ merkezi hükümranlığın mâlikidir. Bu bakımdan O, tek basma tabiat üstü âleminin Rabbı olduğu gibi ahlâk, hukuk ve medeniyet işlerinde de rabdır, ma'bûddur. Ruk'û ve secdemizde yöneleceğimiz varlıktır. Duamızın mercii, tevekkülümüzün dayanğı, ihtiyaçlarımızı gideren O'dur. O, meliktir, mülkün sahibidir. Din ve ahkamını koyandır. Emreden ve nehyedendir.” [1390]
“Bir şeyi kademe kademe tedriç (derece derece, azar azar, yavaş yavaş) ile kemâline eriştirmektir.” [1391] “Terbiye, bir şeyi en mükemmel haline ve en güzel sıfatına getirip bırakmak demektir.” [1392] Yani terbiye, bir şeyi içinde bulunduğu durumların en mükemmeli ve en güzel sıfatı üzere ibkâ (baki kılmak) etmek demektir. Bu da varlıklar âleminin, yoktan var edilirken, Hak Subhânehü ve Teâlâ'nın var etmesine ve yaratmasına ne kadar muhtaç iseler, var oldukları sürece de o varlıklarının devamında da, o kadar muhtaçtırlar demektir. [1393] “Rabb, bir şeyin varlığını sürdürdüğü müddetçe onun halini düzenleyen ve onun devamını sağlayan, olduğuna göre (Rabbulâlemin ) sözünden, âlemlerin Rabbi, yâni her şeyin mâliki, sahibi, yaratanı, toplayanı, artıranı, ıslah edeni, terbiye edeni, güzelleştireni, beslenmeye muhtaç olanları besleyeni ve büyüteni manası anlaşılmış oluyor. (Rabbülâlemîn) (Âlemlerin Rabbı), bütün âlemler varlığını idâme hususunda, Allah'ın rubûbiyyetine muhtaçtır ve tabiri, bütün âlemler hakkında umumî bir terbiyeye işarettir. Bu terbiye meleklerin, insanların, cinlerin manevî terbiyeleriyle göklerde ve yerlerde meydana gelen maddî terbiyeye de şâmil olur.” [1394] “Kur'ân'da geçen duâ örneklerinde genelde (Rabb) ismi ile duâ edilmiştir. (Allah) ismi, (Rabb) isminden daha a'zam olduğu halde bunun sebebi şudur: Kul bu isimle duâ ederek, Cenâb-ı Hakk'ın terbiye edişini belirtmek istemiş ve sanki şöyle demiştir: Yâ Rabb, ben sırf bir yokluk içinde idim. Sen beni varlık âlemine çıkarıp terbiye ettin, büyüttün. Beni, bir göz açıp kapama süresi kadar bile, ihsan, lütuf ve terbiyenden mahrum bırakmaman için beni terbiyende tecellî eden rubûoiyyet sıfatını benim için şefaatçi kıl.” [1395]
Her insan, kendisi açısından kâinatın merkezi konumundadır. Evvelâ kendisi anarahmindeki teşekkülünden itibaren maddeten ve manen çarpıcı bir terbiyenin etkisi altındadır. Hem fizyonomisinin ahenkli ve mütenâsib gelişmesi, hem de ruhunun ve aklının maddî gelişmeye orantılı olarak tekâmülü bu terbiyenin gözalıcı nümûnesidir. Saniyen, en yakın çevresinden en uzak noktasına kadar, gerek hayvan ve bitkilerde gerekse cansızlar dediğimiz dağlar-taşlar, dereler-tepeler, göller-ırmaklar, ovalar-vâdiler, denizler ve kıtalar, hasılı yerler ve gökler bazılarının gözünden kaçmış olsa da, birazcık olsun basiret ve vicdan sahibi olanlar için müthiş bir nizamın ve tabîî bir güzelliğin seyrângâhıdır. En kaba gibi görülen bir hayvanda bile bir endam, en çirkin gibi görülen dikende bile bir nizâm ve terbiye mevcuttur. Bu nizâm ve intizâm, bu ahenk ve tenasüp hiç şüphesiz insanda yoğunlaşmıştır.
Nitekim;
“Muhakkak biz insanı en güzel kıvamda (biçimde) yarattık” [1396] buyrulmuştur.
Şüphesiz, insanın değeri maddî görünümünden ibaret değildir. Onun asıl değeri aklında, fikrinde, ruhunda, gönlünde, îmânında, ahlakında, sadakatında ve sevgisindedir. İnsanın bu değerlere ulaşması da büyük bir terbiyeyi gerektirir. Bunun için de insan, bir taraftan bu terbiyenin şartlarını kabullenecek, haklarına riâyet edecek, diğer taraftan Rabb'ınin lütfuna mazhar olacak. İşte bizim konumuz, Rabb'ımızın, şartlarını kabullenen ve haklarına riâyet eden kullarına lütf-u insanıyla verdiği manevî terbiyeden örnekler sunmaktır. Allah, kullarını terbiye eder. “(Rabb) ismi, Cenâb-ı Hakkın, çeşitli lütuf ve ihsanları ile kullarını da terbiye ettiğine delâlet eder.” [1397] Ayet-i kerîmede Allah:
“Yaratıp düzene koyan, plânlayıp yol gösteren, (topraktan) yeşil otu çıkarıp sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çeviren ulu Rabb'inin ismini tesbîh (ve takdis) et” [1398] buyurmuştur. tesviye etti. Yarattığını muhtelif suretler içinde düzenine koyup düzgünleştirdi. Sâde basît bir halk (yaratma)ile bırakmadı, birçok halklar (yaratmalar) yaptı. Ve onları bir nizâm ile ta'dil ve tesviye de buyurdu. Ki bu da Rabb isminin muktezâsı olan rubûbiyyetin hükmüdür.”[1399]
Bir başka açıklama da şöyledir: (Errab) kavramının bir manası da, terbiye ve islah eden manasına idi. Bu âlemler hakkında olursa Allah'ın, varlıkların devamı için gerekli şartları, ihtiyaçları olan gıdaları v.s. sebebleri (yaratması) demektir. İnsan hakkında, zahirleri (maddî) nimetlerle terbiye etmesidir ki, bunun mahalli bedenlerdir. Bâtınları, rahmet ile terbiye eder ki bunların mahalli de kalblerdir. Abidlerin nefislerini, ahkâm-ı şeriat ile, müştakların kalblerini, adâb-ı tarîkat ile, âşıkların esrarını da envâr hakikat ile terbiye eder..” [1400]
Şurası muhakkaktırki İslâm, en büyük ve en güzel eğitim sistemi olarak kabul edilmektedir. Bunun böyle olduğunun kanıtı ise, İslâm'ın geldiği toplumu ne halden ne hale getirmiş olmasıdır. Bir zamanlar davranışları ile insanı ürperten ve tüylerini diken diken eden câhil ve vahşî bir toplum olan cahiliyye insanı, İslâm'ın terbiye edici yönü ile dostunu da düşmanını da hayrete düşüren ve gözler kamaştıran medenî bir toplum olmuştur. Şüphesiz İslâm toplumunun bu oluşumunda en büyük pay, islâmın fertleri ve toplumu eğiterek terbiye etmiş olmasıdır. Bu da bir taraftan fertlerin ve toplumun dış yönünü temizleyip eğitirken diğer taraftan gönülleri, kalbleri ve ruhları, ilâhî terbiyenin ikliminde arıtmış ve eğitmiş olmasıdır. Bu oluşumda Allah'ın rubûbiyyet sıfatının tecellisi yatmaktadır. Herşeyde olduğu gibi burada da ilâhî tesir sebeplere bağlanmıştır. Emirler, yasaklar, öğütler, tavsiyeler, ibâdetler, tâatlar, fikirler, zikirler, dualar, şükürler ve sonunda saadetler, selâmetler ve felahlar, eğitimde hep birbirini takip eden sebep ve sonuçlar olmaktadır. Bedende gizlenen can, can'ın tecellî ettiği beden hep terbiyeye muhatap olmaktadır. İlaçta gizlenen şifâ, şifânın yaratıldığı beden ve gönül, hepsi terbiyenin eseridir. Dinin zahirinde gizlenen hakikat ve marifet. Din'e sarılan kulunu, hakikat ve marifete ulaştıran, ona edep ve haya kazandıran rubûbiyyetin yarattığı terbiyenin sonucudur.
Müslümanların eğitilmesinde en büyük pay şüphesiz Kur'ân'ındır. Hz. Peygamber Kur'ân'ın uygulanmasında ve yaşanmasında “üsve-i hasene” güzel örnek olmuştur.[1401] O'nun yaşantısı Kur'ân ahlâkı idi. Allah müslümanlara Kur'ân ile hitab etmişti. Kur'ân onlar için bir öğüt, sıkıntılarına bir şifa, bir yol gösterici ve bir rahmetti. Nitekim Allah öyle buyurmuştur:
“Ey insanlar, size Rabb'inizden bir öğüt, göğüslerde olan (sıkıntılar)a bir şifâ ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir.” [1402]
Bu âyette Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'i dört vasıfla nitelendirmiştir. Bunlar: mev'ıza (öğüt), göğüslerde olan sıkıntılara şifa, mü'minlere hidayet ve rahmet olmasıdır.
Kur'ân'ın mev'ıza olmasından maksat, insanlara öğüt vermesi ve onları uyarmasıdır. Asilere Allah'ın azabını, mûtîlere (itaat edenlere) rahmetini ve nimetini bildirmesidir. Salih amel işleyenlere büyük bir ecir olduğunu, inkarcılar için de acıklı bir azab hazırlandığını haber vermesidir. Göğüslerde olan sıkıntılara şifa olması, yani kalplerde olan cehalet, şüphe, tereddüt ve bozuk itikat hastalıklarına şifa olmasıdır. Onları gidermesi ve kendisine inanan mü'minlere yol göstermesidir. Kur'ân bu yönüyle Allah'tan bir hidayet ve bir rahmettir. Kur'ân insanlara yol göstermede ve kendine uyanlara Allah'ın merhamet etmesine vesile olmaktadır. [1403] Yukarıda geçen âyet hakkındaki bir tefsir de şöyledir: Kur'ân nefisler için mevize, gönüller için şifâ, ruhlar için hidâyettir. Avam mev'ızada kalmakta, şifâ, havasda tecelli etmekte, hüda ehas'sa mahsus olup, rahmet ise, mertebelerine göre her birerlerine ulaşmaktadır. [1404]
Kur'ân'ın terbiye edici yönüne işaret eden bir başka âyet-i kerîme ise şudur; Allah, Kur'ân'da;
“Kelime-i tayyibe (tevhid) “ile ilgili bir misal verir. “Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı; Güzel söz (keime-i tevhid) [1405] yahut (teşbih tahmid, istiğfar, tevbe, ve duâ gibi her güzel kelime) [1406] kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç), Rabb'inin izniyle her zaman yemişini verir. Allah, öğüt almaları için insanlara böyle benzetmeler yapar.” [1407] Demek ki îmân, bir ağacın çekirdeği gibi bir gönüle yerleşince, Rabb Teâlâ, çekirdekten bir ağaç yaratıp terbiye ettiği gibi, o îmân tohumundan da bir ağaç yaratıyor ki kökü sabit, dalları göklere yükseliyor. Rabb'inin izniyle her zaman meyvesini veriyor. Dallarından maksat müminin salih amelleridir. [1408] Meyvesinden maksat ise, güzel söz, salih amel, huzû', huşu', ağlama tezellül ve tevâzû gibi haller ve bunlara ilave olarak, muhabbetullâh, şevkullah, zikrullâha devam ve tevekküldür. [1409] Allah'ın ağacı yaratmasındaki rubûbiyyet sıfatının tecellîsi, müminin îmânı, ibâdeti, salih amelleri ve neticede ulaşacağı güzel olgunluk meyvelerini vermesinde de tecellî ediyor.
Allah'ın insanların manevî terbiyesindeki etkisine bir başka misâl de Allah kullarının terbiyesinde, kullarının tercihine göre yollarını kolaylaştırmaktadır. Ayette;
“Kim (hayır için) verir, korunursa, ve en güzel (söz)ü tasdik ederse, ona en kolay (yolda gitmey)i kolaylaştırırız.” [1410] buyurulmuştur. Yani; “Kim, Allah yolunda malından harcar ve haramlardan sakınırsa, kelime-i tevhidi de tasdik ederse, dünyada rızaya, âhirette de cennete ulaştıracak yol ve amel kolaylaştırılmış oluyor.” [1411] Yahut; “Kim verirse: İster farz olan zekatı, ister nafile cinsinden olan sadakayı, isterse Allah yolunda cihad için harcamayı kim yaparsa, hüsnayı da, kelime-i tevhidi yahut îmânı, islâmı, risâleti, âhireti, mükafatı, cenneti tasdik ederse biz de onu en kolaya hazırlarız. Yani, cennete yahut her türlü iyi ve güzel şeylere yahut her türlü emir ve yasağı tutmasına yahut bütün ibâdet ve tâatlara hazırlarız.” [1412] Yani bütün bunlar o kimseye çok kolay gelir.
“Kim de cimrilik eder, kendini müstağni addederse ve en güzel sözü de yalanlarsa, ona da en güç (yolda gitmeyi kolaylaştırırız.” [1413] Yani o kimseye bundan önceki âyette geçen, kolaylaştırman hayırların aksine, şerler ve şer yolları, her türlü fısku fucûru işlemek kolay gelir. Kötülükleri yapmak zor olduğu halde kendisine kolay görünür. [1414] Hepimizin nice tanıdıkları vardır. Güzel davranışlardan olan, ilim, îmân, islâm, ibâdet, tâat, zikir, şükür gibi konularla ilgili hayırları işlemek kendilerine çok zor gelmektedir. Bir kitap okumak, bir sohbet dinlemek, bir camide yarım saat oturmak kendilerine çok güç gelmektedir. Ama bir eğlenceye gitmek hatta bir oyun için saatler öncesi soğukta kuyruk beklemek, pahalı da olsa masraf yapmak, bu iş için bırak başka illere gitmeyi başka ülkelere gitmeyi bile göze almak çok kolay gelebilmektedir. Kanaatimizce bütün bunlar yukardaki âyetlerin işaret ettiği hususlar olarak görülmektedir.
Allah Teâlâ canlıları, koyduğu terbiye edici kanunlarla, maddeten ve manen geliştirdiği gibi, gönderdiği İslâm Dininin prensipleri ve Kur'ân'ın düsturları ile de kullarının manevî hayatını geliştirmekte ve onları terbiye etmektedir. Nitekim:
“Kim âhiret ekinini istiyorsa onun ekinini attırırız...” [1415] âyetinin manası “Bire on mislinden, Allah'ın dilediği misle kadar iylikle” [1416] yahut “Amelinde muvaffak kılınır ve hasenatı katlanır.” [1417] demektir. Yahut “Âhiret için çalışıp bu işe devam eden herkesin, bu hususta yaptığı amellerin çokluğu, o kimsede bir takım melekelerin meydana gelmesine sebep olmakta, bu âmellere çokça devam eden her insanın, âhireti istemeye kalbinin meyli artmaktadır, denmiştir”. [1418] Durum böyle olunca da mutluluklar ve sevinçler o nisbette büyük ve çok olmaktadır. Yahut Allah onu hakta ve hayırda muvaffak kılmakta, ona yardım etme ve bütün hayır ve tâat yollarını ona kolaylaştırma hususunda artırmada bulunmaktadır. Âyetteki (onun mahsûlünü artırırız) ifadesiyle bunlar kastedilmektedir. [1419] denmiştir.
Veyahutta kim çaba ve gayretiyle âhiret ekinini isterse, biz de bugün için hidâyetimizle, bize tâatı artırmada muvaffak kılmamızla ve marifet hallerinin safasına ermede yardım etmemizle ve yarın (âhiret) için ise bize yakınlık bakımından durumunu ve derecelerdeki yüksekliğini, dostlarına ve yakınlarına şefaatini artırırız, [1420] demektir.
Değişik yerlerde de sık sık vurgulamış olduğumuz gibi, Allah Kur'ân'da belirtmiş olduğu prensiplere uyan kulları ile yine belirlediği çerçevede ilişki halindedir. Bunlardan biri de şöyledir:
“Ve Rabb'İniz size şöyle bildirmişti: Andolsun şükrederseniz elbette size daha fazla veririm ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir.” [1421] Bu âyetten anlaşılan Allah'ın nimetlerine şükreden kimseye, Allah'ın nimetlerini artıracağını bildirmiş olmasıdır. Şükür, saygı ile ve nefsi o yola alıştırmak sureti ile, nimet verenin nimet verdiğini itiraf ve tasdik etmek ve nimetin kadrü kıymetini bilmek ve açıklamak demektir. [1422]
Nimetin artmasından maksat, maddî ve manevî nimetlerin artması demektir.
Maddî olanlar, hayatı güzelleştiren Allah'ın Kur'ân'da saydığı ve bu dünyada vermiş olduğu sağlık, sihhat, servet, hayvanlar, gıdalar ve benzerî nimetlerdir.
Manevî olanlar, ilim, hikmet, hidayet, salih amel, tevfîk, kurbiyyet, sevgi, huzur ve saadet gibi nimetlerdir. [1423]
İbtilâ' ve belâ'yı, Kur'ân'da, Allah'ın kulları ile olan ilişkisi açısından, onları terbiye etmenin yolarından biri olarak görüyoruz. Allah, kullarını türlü belâlara mübtelâ kıldığını ve kılacağını, belâ ve ibtilânın, sabır açısından acı olsa da, sonuç bakımından müjdeli bir durum olduğunu Kur'ân'da bize haber vermektedir. Allah'ın kullarını türlü, türlü imtihanlara tâbi kılmasının şüphesiz pek çok hikmetlerinin olduğu kabul edilmektedir. Bu hikmetlerin bir kısmı dünyada anlaşılsa da, bir kısmı âhirete kalmaktadır. Dünyada olanlardan bir kısmının, insanların bazı gerçekleri anlamalarına, ayaklarının yere basıp suya ermesine, dünya ve dünya nimetlerinin fâni olduğunu, sağlığın, sıhhatin, gençliğin, servetin geçici bir nimet olduğunu yakînen öğrenmelerine sebep olduğu anlaşılmaktadır. “İnsan, tavada, tencerede pişmez” diye söylenen söz herkesin malumudur ki pek çok insan her gün pek çok belâların yaşandığını gördüğü halde gereği gibi ibret alamamakta, sanki seyrettikleri hep başkalarına mahsus ve başkalarını ilgilendiren olaylarmış gibi gelmekte, gerçekleri bir türlü kabullenememededir. Ama hepimiz şunu çok iyi biliyoruz ki; cefâ çekmeyenler, sefayı, hastalık çekmeyenler, şifâyı, ayrılık çekmeyenler, vuslatı, buhrana düşmeyenler, necât'i, felâketi yaşamıyanlar, saadeti gereği gibi bilememektedirler. Belkide Cenâb-ı Hak kullarını terbiye etmede rahmetin acı ilaçlarıni içirmiş olmaktadır. Şurası da muhakkak ki, Allah'ın kulunu belâ ile imtihan etmesi, kuluna olan ilgisinin bir sonucu olmuş olmaktadır. Allah Kur'ân'da kullarını imtihan ettiğini pek çok âyette beyan buyurmuştur:
“(Bütün) mülk (ve tasarruf, ilâhı kudretinin) elinde bulunan (Allâh)ım şâm ne yücedir! O, her şeye hakkıyla kadirdir. O, hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini (hakkınızda) imtihan etmek için ölümü de dirimi de (hayatı da) takdir eden ve yaratandır. O, mutlak galibtir, çok bağışlayıcıdır.” [1424]
“Andolsun sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütuf ve keremimi) müjdele. Ki onlar kendilerine bir belâ geldiği zaman, biz (dünyada) Allah'ın (teslim olmuş kullarıyız ve biz (âhirette de) ancak O'na dönücüleriz, diyenlerdi” r[1425]
“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi imtihan etmek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O'dur.” [1426]
“Her nefis, ölümü tadacaktır. Biz sizi imtihan etmek için şerre de hayra da mübtelâ kılıyoruz. Ve (sonunda) bize döndürüleceksiniz.” [1427]
“Onları yeryüzünde topluluklara ayırdık. Onlardan kimi iyi kişilerdi, kimi de alçak. Belkide dönerler diye onları iyilliklerle de, kötülüklerle de imtihan ettik.” [1428]
“Fakat insan, ne zaman Rabbi onu imtihan edip de kendisine ikramda bulunup bol nimet verdiğinde, Rabbim bana ikram etti, der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise, Rabbim bana ihanet etti (!), der “ [1429]
“Belâ” kelimesinin aslı, denemek ve imtihan etmek anlamına gelen ibtilâ' kelimesidir. İbtilâ' ve belâ' "Bir nesnenin halini bilmek için sınayıp imtihan etmek manasınadır. Bundan başka, gam, musibet, darlık ve sıkıntıya da belâ denmiştir. Bu maddenin kökünde (eskimek) manası da vardır. Sanki, gam ve musibet, vücudu eskitip yıpratmış oluyor. Nimetlere de, şiddetli meşakkatlere de belâ denir. Ancak çoğunlukla hayır (nimet) hakkında iblâ' serler hakkında da belâ' tabirleri kullanılmıştır. Bazan bu kelimeler birbirinin yerine de geçmişlerdir.” [1430]
Kur'ân-ı Kerîm'de Firavun'un İsrailoğullanna yaptığı korkunç işkenceler “büyük belâ” [1431] ve “açık belâ” [1432] Hz. İbrahim'in oğlunu kurban ermesi hadisesi de “açık bir belâ” olarak nitelendirilmiştir. [1433]
Allah'ın kendisini denediği kulun, bu denemeden başarı ve yüzakıyla çıkması da “güzel belâ” diye tarif edilmiştir. Bu mânâda Bedir Gazvesi ve sonucunda kazanılan zafer, “güzel bir belâ” yani başarı ile verilmiş bir imtihan olarak nitelendirilmiştir. [1434]
Kur'ân'da dînî yükümlülükler de belâ kelimesiyle ifade edilmiştir. [1435]
Teklif ve ahkâmın belâ ile isimlendirilmesi üç şeyden dolayıdır.
1-Bütün teklifler elbette bedenlere mihnet ve meşakket vermekte onları fersude (yıpranmış) kılmaktadır.
2-Teklifler ihtibârât (imtihan)dırlar.
3-Hak Teâlâ hazretlerinin kullarını, imtihanı, şükür etmeleri için bazan mesâr (sevinçler) ile olmaktadır. Bazan da sabretmeleri için mazarr (zarar ve ziyanlar) ile olmaktadır. Bundan dolayı mihnet (zahmet, eziyet, gam, keder, sıkıntı, dert, belâ, musîbet) ve minhat (atiyye, nimet) belâ olmuş olmaktadır. Zira, mihnet sabrı, minhat şükrü gerektirmektedir. Sabrın hukukunu yerine getirmek, şükrün hukukunu yerine getirmekten daha kolay olmaktadır. Bundan dolayı minhat belâların en büyüğü olmuş oluyor. Hz. Ömer (r.a.);
“Zarar ve ziyanlarla imtihan olunduk, sabrettik, fakat sevinçlerle imtihan olunduk, sabredemedik”, demiştir. Hz. Ali (r.a.) da;
“Kiminki dünyası genişletilir de onun bir imtihan olduğunu bilmezse o aklından aklanmıştır”, der. İmtihan etmek manasına olan, (belâ ve ibtilâ) iki şekilde olur. Birincisi, malum olmayan hal ve keyfiyeti, bilmek ve anlamak için olur. İkincisi ise cevdet (olgunluk) ve redâet (bayağılık)ını açığa çıkarmak için olur. Bazan da her ikisi için olur. Elbete Allah'ın imtihanı ikinci şıkka aittir” [1436] “İnsanlar arasındaki imtihan, bir şeyin ortaya çıkması içindir. Allah Teâlâ'nın insanları imtihan etmesi ise, onları ilm-i ilâhisine göre değil de, işleyecekleri amellerine göre cezalandırmak için mükellef tutup mübtelâ kılmasıdır.” [1437] Nitekim Hak Teâlâ;
“Bir imtihan olmak üzere, biz sizi hayır ve serlerle sınıyoruz.” [1438] Ve;
“Biz onları iyilikler ve kötülüklerle imtihan ettik.” [1439] buyurmuştur. İyiliklerden maksat, hayattaki rahatlıklar, sıhhat ve afiyet, rızıkta genişliktir. Kötülüklerden maksat da kıtlık, canlara ve mallara gelen belalardır. [1440]
Allah'ın korku ve kıtlık vermesi, mal can ve mahsulleri eksiltmesi birer belâdır. [1441] Esasen Kur'ân'a göre dünya, kimin daha güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir belâ (deneme) yeri olup ölüm ve hayat bunun için yaratılmıştır. [1442] Hz. Peygamber de denenmek ve denemek için gönderilmiştir. [1443] Başta peygamberler olmak üzere Allah herkesi bir belâ ile denemektedir. Özellikle mutasavvıfların üzerinde önemle durdukları bir hadise göre en şiddetli belâlara uğrayanlar önce peygamberler, sonra da onlara en çok benzeyenlerdir. [1444] İnsanın dert ve musibetlerle karşılaşması kaçınılmazdır. Çünkü kişinin gerçek şahsiyeti ibtilâ (denenme) halinde ortaya çıkar. Deri için tabaklanma ne ise, insan için de ibtilâ odur; altın ateşte, insan mihnette belli olur, denmiştir. Büyük belâlalara ancak büyük insanlar dayanabilmektedir. Bir hadise göre kazanılacak olan sevabın büyüklüğü katlanılan belânın ağırlığı nisbetinde olmaktadır. Bu yüzden Allah sevdiklerine belâ vermiştir. Buna razı olan Allah'ın rızâsını kazanmakta, isyan eden Allah'ın gazabına uğramaktadır. [1445]
Belâya uğrama aynı zamanda günahtan arınmaya ve manen yükselmeye de vesile olmaktadır. Öyle günahlar vardır ki ak belâya sabretmek suretiyle silinmektedir. Hz. Aişe, Hz. peygamber'den daha şiddetli ağrılara mâruz kalan birini görmediğini söylemiştir.[1446] Hastalığa mübtelâ olan mü'minin ahlarının affa uğrayacağı bildirilmiştir. [1447]
Belâ, huzur ve selâmet mânasına gelen afiyet mukabili olarak da kullanılmıştır. Bir hadise göre afiyette olanlar, belâ ehline ahirette verilen sevabın çokluğunu görünce,;
“Keşke dünyada iken de belâlara maruz kalsaydık.” diyecekler ve onların âhiretteki hallerine imreneceklerdir. [1448] Bununla birlikte Allah'tan afiyet dilemek gerekir. [1449] Bu yüzden belâda olanlara merhamet etmek lâzımdır. Elbette olanların da hamd etmeleri gerekir. [1450] Hz. Peygamber;
“Takat getirilemeyen belâlara kendinizi mâruz bırakarak zelil olmayın” buyurmuş [1451] ve dayanılmaz belâlardan daima Allah'a sığınmıştır. [1452]
Belâlar aşağıdaki âyetlerde belirtilmiş olduğu gibi, bazan anlar uyansınlar da Hakk'a dönsünler diye onları uyarmak için gönderilmiş olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
“Andolsun ki biz Fir'avn hanedanını, düşünüp ibret alsınlar diye, yıllarca kuraklıkla, mahsûllerin kıtlığıyla tutup sıktık. Onlara bir iyilik geldiği zaman, bu bizim hakkımızdır. (Kendi bilgi ve davranışlarımızla bunu elde ettik) derler. Kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onun beraberindekilere uğursuzluluk yüklerlerdi. Bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır, fakat çokları bilmezler. Ve dediler ki: Bizi büyülemek için ne kadar mucize, getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz. Biz de onların üzerine ayrı ayrı mucizeler olarak tufan, çekirge, kımıl (haşerât), kurbağalar ve kan gönderdik. (Böyle iken) yine (îmân etmeyi) kibirlerine yediremediler. Onlar suçlu bir topluluk oldular. Üzerlerine azâb çökünce, ey Musa, dediler. Bizim için Rabbine, sana olan ahdi hürmetine dua et. Eğer bu azabı bizden kaldırtırsan, muhakkak sana îmân edeceğiz. Ve mutlaka İsrailoğullarını seninle beraber göndereceğiz! Biz onlardan, geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen yeminlerini bozmağa başladılar. Artık biz de bunca âyetlerimizi yalanladıkları, onları umursamadıkları için kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.” [1453]
“De ki: Düşündünüz mü hiç? Size Allah'ın azabı gelse, ya da o, (kıyamet) saat(i) gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru (sözlü) iseniz söyleyin (bakalım)! Hayır yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse (kaldırmasını) istediğiniz belâyı kaldırır ve o zaman ortak koştuklarınız (putlar)ı unutursunuz. Senden önce de ümmetlere elçiler göndermiştik. (İnkarlarından dönüp bize) yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık. Hiç olmassa kendilerine böyle azabımız geldiği zaman yalvarsalardı! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi. Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler. Böylece haksızlık eden milletin ardı kesildi. Alemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun.” [1454]
Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ belâ'ya sabredenlere müjdeler vadetmektedir.
“Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütuf ve keremini) müjdele. Ki onlar kendilerine bir belâ geldiği zaman, biz (dünyada) Allah'ın (teslim olmuş kullarıyız ve biz âhirette de ancak O'na dönücüleriz, diyenlerdir. İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve dosdoğru yolu bulanlar da onlardır.” [1455]
Müsîbet insanın nefsine, malına yahut ehline isabet eden hoşlaşmadığı şeylerin, az olsun, çok olsun hepsini içine almaktadır. Hatta dikenin batması, sineğin ısırması, ayakkabının bağının kopması, lâmbanın sönmesi, gibi. ÂIûsî (ö. 1270/1853)nin kaydettiğine göre lâmbanın sönmesinden dolayı Rasûlüllâh (s.a.v.) istirca'da bulundu ve dedi ;
“Ve mü'mine ezâ veren her şey ona müsîbet (belâ')dır.” Ve onun için ecir vardır, buyurdu.” [1456] Her ibadette olduğu gibi elbette istirca' ile sabır sadece dil ile olmaz, bilakis dil ve kalp ile olur.” Ancak böyle olursa etkisi görülecekdir.
Görüldüğü üzere mü'minin yaşadığı her hali Allah'ın kontrolü altındadır. Kuluna verdiği nimetler de musibetler de birer imtihan olmakta, bunlarla Allâh-kul (insan) ilişkisi bu şekilde devam etmektedir. [1457]
Allâh-kul ilişkisinin bir biçimi de ceza ilişkisidir. Yani mükâfat-mücâzat ilişkisidir. Bu ilişki çalışmamızın son konusunu teşkil ettiği gibi, belki de Allah ile kulu arasında ceryan eden ilişkilerin sonuncusudur. Allah, Kur'ân'da kullarına yaptıkları iyi amellerine karşılık hakettikleri mükâfatın, kat katını vereceğini, kötü amellerine karşılık ise ancak hakettiklerinin, onun da dilediği kadarını affederek kalanının mücâzatını ya dünyada ya da âhirette vereciğini vadetmiştir. Çalışmamızın bu kısmını “ceza”nın tanımı, manaları, dünyada ve ukbada olan cezalar, başlıkları altında incelemeyi düşündük. [1458]
"Sözlükte isim olarak bir şeyin bedeli.ve karşılığı, masdar olarak da, hayır veya şer bir fiil ve davranışın tam ve yeterli karşılığını vermek ve ödemek anlamına gelmektedir. Hem hayır ile mükâfatlandırmak hem de ukubet anlamında cezalandırmak manasında kullanılmıştır.” [1459]
İslâm dîni iman, ibadet, muamelât ve ahlâk alanlarındaki prensiplerin uygulanmasını sağlamak, bunlarla ilgili emir ve yasakların ihlâlini önlemek, ferdî ve içtimaî hayatı bütün yönleriyle ıslah etmek amacıyla gerek dünya gerekse âhiret hayatına yönelik olarak bir takım özendirici veya caydırıcı tedbirler almıştır. Bu tedbîr ve müeyyidelerin tamamı ceza kavramının kapsamı içindedir. [1460]
Ceza kelimesi türevleriyle birlikte Kur'ân-ı Kerîm'de 100'ü aşkın âyette geçmekte [1461], aynı mahiyette olmak üzere muhtelif hadislerde de kullanılmaktadır. [1462] Çeşitli âyet ve hadislerde, Allah'ın bazı kimselere işledikleri günahların cezası olarak dünyada bir takım felâket ve musibetler verdiği bildirilmekte [1463] kişinin iyi amelleri sebebiyle de günahlarının sevaba çevrileceği haber verilmektedir. [1464]
Cezada esas olan, işlenen fiil ile verilecek karşılık arasında mâkul bir dengenin bulunmasıdır. Başka bir ifadeyle taat veya mâsiyete verilecek karşılığın yapılan fiile denk ve dolayısıyla âdil olması gerekir. Naslarda mâsiyet ve suçların ancak misliyle cezalandırılacağı haber verilerek [1465] denklik (misliyet) esasının daha ziyade azap konusunda önem taşıdığına dikkat çekilmiştir. Bununla birlikte bazı günahlara kat kat ceza verileceği bildirilmişse de bu husus cezada denklik esası ile çelişmemektedir. Zira konu ile ilgili âyetler incelendiğinde, kendilerine kat kat ceza verilecek kimselerin inkâra veya günahlara ön ayak oldukları, bu konuda liderlik yaptıkları, yahut mevkileri itibariyle güzel davranışlarda bulunmaları gerekirken bunu yapmayıp fiilleriyle diğer insanlara kötü örnek teşkil ettikleri görülür. [1466] Âyetler mükâfat manasındaki cezada denkliğin gerekli olmadığını, güzel bir fiilin en az on misliyle mükâfatlandırılacağını, hatta bu konuda bir üst sınırın bulunmadığını bildirmektedir. [1467] Söz konusu fazlalığın kişinin niyet ve ihlâsına bağlı olarak artabileceği; riya, şirk ve iyilikleri başa kakma, maddî karşılık bekleme gibi durumlar olmadığı takdirde ilâhî mükâfat ve lutfun sınırsız olabileceği kabul edilmektedir. [1468]
Cezanın hem mükâfat hem de ukubet manasında hem dünyada ve hem de âhirette gerçekleşeceğini Kur'ân bize haber vermektedir. Şimdi bu manalarda sırası ile önce dünyada sonra da âhirette Allah ile kul arasındaki mükâfat ve ceza (ukubet) ilişkisini görelim. [1469]
Allah, îmân edip itaat eden kullarına türlü nimetler vadetmiştir. Bunlar sadece âhirete mahsus olmayıp bir kısmıda dünyada verilecektir. Nitekim âyet-i kerîmede;
“Allah da onlara hem dünya nimetini (düşmanlarına karşı yardım ve zafer, fetihler ve ülkelerde hükümranlık, ganimet, izzet, şan ve şeref, îmân nuru ile kalplerin ferahlanması, şüphe karanlıklarının giderilmesi, günah ve isyanların affedilmesi) [1470], hem de âhiret sevabının en güzelini (cenneti ve cennetdeki nimetlerini, lezzetleri sevinç ve sürurları) [1471] verdi. Çünkü Allah, güzel davrananları sever.” [1472]
“Haberiniz olsun ki Allah'ın velîlerine (dostlarına) korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar îmân edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında, da âhirette de onlar için müjde(ler) vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu, en büyük saadetin ta kendisidir.” [1473] buyrulmuştur. Yukarıdaki âyette geçen;
“Dünyada da âhirette de müjdeler (büşrâ) var,” ifadesi hakkında tefsirlerde [1474] de nakledilen hadisde “büşrâ” “salih rüya”dır.
“Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşîrat (müjdeci rüyalar) yani (sâlih rüya) kaldı.” [1475] “Sâlih rüya Allah'tan bir müjdedir.” [1476] buyrulmuştur.
“Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullâha gömülmüş kimsedir. Binaenaleyh kim böyle olursa, uyurken de ruhunda sadece marifetullâh bulunur. Bu da ancak hakkı ve doğruyu gösterir. Ama fikri, bulanık ve karanlık âlemin hallerine dağılmış kimse uyuduğu zamanda da böyle dağınık kalır.” [1477] Bundan başka “Büşra” müminler dünyadan ayrılırken.
“Rabb'imiz Allah”tır, deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner. Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği her şey var. Orada istediğiniz her şey var.” [1478] âyetinde belirtilen durumdur, denmiştir. [1479] Bunlarla birlikte ayrıca, “Büşrâ”
“Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rıza ve içinde sürekli kalacakları nimeti bol cennetleri müjdeler.” [1480] âyetinde belirtilen, “Allah'ın rahmeti ve rızası” dır da denmiştir.[1481]
Bundan önceki bahiste, mükâfat manasında olan ceza ilişkisi nasıl müminler için söz konusu idiyse burada da kasdımız yine müminlerdir. Allah kullarına bazan bir kısım günâhları yüzünden onların hayrına dünyada da bazı cezalar verir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah, hatâlarınızın) birçoğunu da affeder.” [1482] “bu hitap mücrimlere mahsustur. Zira sabır İle ecre veya yüksek derecelere mazhar edilmek gibi bir takım sebeplerle mücrim olmayan enbiyâ, evliya ve çocuklar gibi zümreye de isabet eden musibetler yok değildir.” [1483] Çünkü:
“Andolsun, sizi korku, (biraz) açlık, (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile İmtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütuf ve keremimi) müjdele.” [1484] buyrulmuştur.[1485] Başa gelen musibetler: ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması ve benzeri hoşa gitmeyen her şeyi kapsamaktadır.[1486] Bu konu ile ilgili olarak pek çok tefsirde değişik rivayetlerde hadisler nakledilmiştir. Bunlardan bir kısmı: “Muhammed (s.a.v.)in nefsi kudret elinde olan (Allâh)a yemin ederim ki, bir kamışın yaralaması, bir damar seyrimesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah'ın onlardan bağışladığı ise daha çoktur.” [1487] Hz. Ali (r.a.) den rivayet olundu ki: Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Yâ Ali, size musibetten ne gelirse, kendi ellerinizin kazandığındandır. Bununla beraber O, çoğunu affeder. Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık veya bir musibet veya bir belâ sizin kazandıklarınızdandır. Allâh Teâlâ, âhirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halîm'dir. Dünyada iken bağışlamış olduğuna gelince, Allah Teâlâ bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar da Kerîm'dir.” [1488] Yine Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki müminin başına gelen hiç bir dert, zahmet, hastalık, üzüntü ve keder yoktur ki, Allah Teâlâ bunu onun hatalarına keffâret kılmasın. (Ayağına) batan ve ona acı veren bir dikene varıncaya kadar.” [1489] Yine Hz. Âişe (r.a.) dan rivayet edildi. Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kulun günahları çoğalıp da onlara keffâret olacak bir şeyi bulunmadığında, Allah Teâlâ onu günahlarına keffâret olmak üzere bir üzüntüye mübtelâ kılar.” [1490]
Yukardaki âyette geçen
“Bir çoğunu da affeder” [1491]den maksat muâhaze etmez. Nitekim
“Eğer Allah, insanları yaptıkları işler yüzünden (hemen) cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı..” [1492] buyrulmuştur. [1493]
Allâh-kul ilişkisinin en sonuncusu ve en zirvede olanı şüphesiz gerçek hayatın olduğu âhirette olacaktır. Gerçek hayatla ilgili:
“Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu, işte asıl hayat odur. keşke bilselerdi.” [1494] buyurulmuştur.
Çalışmamızın “İnsanın Yaratılış Maksadı” bahsinde de açıklandığı üzere “Allah ile kul arasındaki münâsebetin odak noktası, Allah nezdinde rahmete, kul seviyesinde ta'zîm'e dönüşen sevgiden ibarettir.” [1495] Allah nezdinde rahmete dönüşen sevgiden bahseden âyetlere örnek olarak:
“Kendi katından yüksek dereceler, bağış ve rahmet Allah çok bağışlayan ve pek merhametlidir.” [1496]
“Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rızâ ve içinde sürekli kalacakları nimeti bol cennetleri müjdeler.” [1497]
“İmân edip sâlih amel işleyenlere altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıkca, bu daha önce de rızıklandığımız şeydir, derler, Onlara o dediklerine benzer verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” [1498]
“Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (câzib) gösterildi. Bunlar, sâdece dünya hayatının geçici menfeatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. (Rasûlüm) de ki size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva sahihleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allâh'n rızası vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” [1499] “Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenlerr vâdetti. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük saadet budur” .[1500] Kur'ân'da Allah'ın âhirette sâlih kulları için vadettiği, cennetinden, nimetinden, rahmetinden rızasından bahseden daha pek çok âyet mevcuttur. Allah'ın o bahtiyar kulları için “yaptıklarına karşılık olarak onlara ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilmez.” [1501] Bu nimetlerin bir kısmı bazı sûrelerde tasvir 'edilmiştir. [1502] Allah, ebedi saadet yurdunda kullarının gerçek ve ebedi saadeti için rahmetinin bir eseri ve fazlının bir sonucu olarak onlara ne lazımsa hepsini lütfetmiştir. Hatta gönüllerinde kendilerini rahatsız eden ne varsa onların bile giderileceği haber verilmiştir. Nitekim:
“Göğüslerinde kinden (tasadan) ne varsa hepsini çıkarıp almışızdır. Altlarından ırmaklar akmaktadır. Lütfedip bizi buraya getiren Allah'a hamdolsun.Allâh bizi (buraya) getirmeseydi, biz bunu bulamazdık,., derler.” [1503]
“Rableri katında onların mükâfatı altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları, Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır..” [1504] buyurulmuştur. Şüphesiz insanlar için mutlulukların en güzeli olan cennet nimetlerinin hepsi güzelse de bunların da daha güzeli ve en üstünü, bütün güzellikleri ve zevkleri yaratan Allah'ın sevgisi ve rızâsı gösterilmektedir. Bunun için:
“..Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük saadet budur.” [1505] buyrulmuştur. Bu hususta Rasûlüllâh (S:A:V) de şöyle buyurdu:
“Allah, cennet ahâlisine, hitâb buyurur. Onlar, ey Rabbimiz, buyur. emrini îfâya her zaman hazır ve kullukda dâimiz. Hayır, senin kudretindedir, derler. Allâh, nasıl, şu halinizden.razı mısınız ? Buyurur. Kullar, yâ Râbb! Nasıl razı olmayalım. Sen bize mahlukatından hiç bir kimseye vermediğini bunca nimetleri ihsan buyurdun, derler. Allah, Ben sizlere muhakkak bunlardan daha faziletli ve daha şerefli bir nimet vereceğim, buyurur. Kullar, ey Rabbimiz ! Bu nimetlerden daha faziletli ve daha kıymetli hangi nimet vardır ki ? derler. Bunun üzerine Allah, Ben sizin üzerinize (Rıdvan)ımı, rızâ ve hoşnudluğumu bezlediyorum. Ve artık bundan sonra sizlere gazabım bir daha dokunmayacak! Buyurur.” [1506]
Allah Teâlâ mümin kullarının iyiliklerini en az on misli artıracağını Kur'ân'da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır, onlar haksızlığa uğratılmazlar.” [1507] Bir başka âyette de yediyüz mislinden bahsedilir.
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dâne olmak üzere yedi başak veren bir dânenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allâh'ın lûtfu) geniştir, (O) bilendir.” [1508] Bir taraftan sevaplar kat kat katlanırken diğer taraftan günahlar örtülmekte ve silinmektedir. Nitekim:
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz. Ve sizi güzel bir yere (cennete) koyarız. “ [1509]
“İnanıp iyi işler yapanların, mutlaka kötülüklerini örteceğiz ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracağız.” [1510]
“..Kim Allah'a îmân eder ve yararlı iş yaparsa (Allah) onun kötülüklerini örter ve onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş (ve saadet) budur.” [1511]
“Bu, Allah'ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah'tan korkarsa (Allah) onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını büyütür.” [1512]
“Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir.” [1513] buyurulmuştur. Allah'ın lûtfu ve keremini görüyoruz ki iş bununla da kalmamakta, bazı kullarının günahlarını sevaba dönüştürmektedir. Ayetlerde, hataları sevaba dönüştürülen kulların vasıfları da zikredilmektedir. Şöyle ki:
“Ve O (Allah), öğüt almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü, birbirini izler yaptı. Rahmân'ın kulları, öyle kimselerdir ki yeryüzünde mütevâzî olarak yürürler, cahiller ‘kendilerine lâf atarsa, selâm, derler. Gecelerini Rablerine secde ederek, O'nun dîvânında durarak geçirirler. Rabbimiz, cehennemin azabını bizden uzaklaştır, doğrusu onun azabı daimi bir helaktir, derler. Hakikat, orası ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir makamdır! Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur. Ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyamet günü onun için azâb kat kat artırılır. Ve o azabın içinde hor ve hakir olarak kalır. Ancak tevbe edip îmân eden ve salih amel işleyenler, işte Allah onların seyyiâtını hasenata tebdil eder. (Yani hatalarını siler, günahlarını bağışlar ve onları sevaba dönüştürür.) [1514] Allah çok bağışlayandır ve engin merhamet sahibidir.” [1515] İbn Cerir [1516] ve İbn Kesîr [1517] in de kaydettiği hadisde Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Ben cehennemliklerden, cehennemden en son çıkacak olanı ve cennet ehlinden cennete en son girecek olanı bilirim. Birisi getirilecek ve, günahlarının büyüklerini bir kenarda bırakın ve ona günahlarının küçüklerini sorun, buyrulacak. Ona, sen şu ve şu günahları işledin mi ? Bunları şu ve şu günlerde yapmadın mı ? diye sorulacak. Adam, evet diyecek. Büyük günahlarının gözü önüne çıkarılmasından korkarak bunları inkâr etmeyecek. Sonra, yaptığın bir kötülüğe mukabil senin için bir iyilik vardır, denilecek. Bunun üzerine adam, ey Rabbim, ben daha bir takım günahlar işlemiştim ki onları burda görmüyorum diyecek.” Ebû Zer (r.a.) diyor ki:
“Yemin ederim ki bu esnada Rasûlüllah (s.a.v.)ı azı dişleri görünecek kadar gülerken gördüm.” [1518]
Evet buna rağmen yine de;
“Kimin tartıları (sevâbları) ağır gelirse, o, razı olacağı bir hayat içindedir. Kimin tartıları (sevâbları) da hafif gelirse onun anası (bağrına atılacağı) hâviye (uçurum)dur. Onun ne olduğunu sen nereden bileceksin. (O) kızgın bir ateştir.” [1519] buyurulmuştur. Yine;
“Sonra, elbette biz kimlerin oraya (cehenneme) gitmeye uygun olduğunu daha iyi biliriz. İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra müttakîleri kurtaracağız. Ve zâlimleri orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.” [1520]
“Şüphesiz âhiret azabından korkanlar için, bunda (geçmiş kavimlerin helaki ile ilgi bu kıssalarda) elbette ibret vardır. O, bütün insanların toplandığı bir gündür. Ve o (istisnasız bütün halkın) hazır olacakları bir gündür. Biz onu, sadece sayılı bir süre için erteliyoruz. O, geldiği gün, hiç kimse O'nun izni olmadan konuşamaz. O(raya toplana)nlardan kimi şakî (bahtsız), kimisaid (mutlu)dur. Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada (o bunaltıcı ateş içinde) bir soluk alıp verişleri vardır ki ..Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer Rabb'in çıkmalarını dilemiş olsun. Çünkü Rabb'in, istediğini yapandır. Mutlu kılınanlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Meğer Rabbin çıkmalarını dilemiş olsun. (Bu), bir lütuf ve ihsandır ki (tükenip) kesilmesi yoktur. “ [1521] buyurulmuştur.
Cehennem (azâb), müminleri günah işlemekten sakındırmak, günahkârların, nefislerini işledikleri günah kirlerinden temizlemek için yaratılmıştır. Eğer günahkârlar bu âlemde tevbe-i nasuh ile veya kötülükleri silen hasenat ile yahut onları örten belâlarla temizlenirlerse âhirette ateş ile temizlenmelerine ihtiyaç kalmayacaktır.
“Ve orada onlara bütün iyilerle beraber, “selâm size, ne güzel yaptınız ne hoşsunuz ebedî kalmak üzere oraya yani cennete giriniz.” [1522] denilecektir. Ama günahkarlar bu dünyada suyun temizlemediği ve ancak ateşin temizlediği günah kirlerinden arınmak için ateşe atılacaklar, ateş onların arınmalarını sağlayacaktır. Çünkü suyun temizleyemediği kirleri ancak ateş temizler. [1523] Allah;
“İçinizden oraya (cehenneme) uğramayacak hiçbir kimse yoktur...sonra muttakileri kurtarırız,.” [1524] buyuruyor. Belki de bu uğrayış ve kurtuluş kurtarılan müttakîlerin sevincinin ve sürürünün, cehennemde kalacakların da keder ve gamının daha da artmasına sebep olacaktır. [1525] Genelde insanlar bir şeyin kıymetini kaybedip bulduktan sonra daha iyi anlamaktadırlar.
İslâm düşüncesinde ceza bir amaç olmayıp, insanları belli bir amaca ulaştıracak bir araç olarak görülmektedir.[1526]
İslâm'da cezanın amacı, intikam almak yahut zulmetmek değildir. Allah peygamberlerini insanlara zulmetsinler diye değil, onlara sadece rahmet olarak göndermiştir. [1527] Ne var ki Allah'ın iyilere ve iyiliklere karşı mükafatı bir rahmet olduğu gibi, insanları cehaletten ve sapıklıktan kurtarmak, zulümden, vahşetten ve cinayetten alıkoymak için koymuş olduğu cezalar da insanlık için bir rahmet ve adalet olmaktadır. [1528] Bu da Allah'ın kullarını terbiye etmede kullandığı bir metod, rubûbiyet sıfatının tecellisi, kulları ile olan ilişkisinin bir sonucudur. [1529]
İnsanın kendisi merkez olmak üzere etrafında çok büyük olaylar cereyan etmektedir. Başta insanın önce yokluğu, sonra var oluşu, başlangıcı, hayatında geçirdiği maddî ve manevî merhaleler, yapısı; eti, kemiği, hücreleri, organları, eli-ayağı, gözü-kulağı, kanı, canı, aklı, fikri; çocukluğu, gençliği, olgunluğu, ihtiyarlığı, varlığı yokluğu, hayatı, memâtı, bunlarla ilgili irâdesi veya iradesizliği, etrafında olup bitenler; yakın çevre, uzak çevre, insan için en elzem olan, hava, su, ışık, toprak, gıdalar, v.s. hâsılı canlı cansız varlıklar; zerrelerden gezegenlere, hücrelerden organlara varıncaya kadar ne varsa; gerek tarihte gerekse günümüzde olan kazaların, belâların, insanın bunlara karşı aczini, kısaca âyetlerin, ibretlerin, alâmetlerin sergilendiğini aktarmaya çalıştık.
Bir tarafdan Kur'ân'ın türlü ifade ve metodlarla insanın bu varlık ve olaylara karşı dikkatini çekerek Allah'a İmana ve O'na İbadete davet etdiğini ve bu işin ciddiyetine ve önemine karşı onu uyardığını bu çalışmamızda anlatmaya çalışırken, diğer taraftan, insanlığa rehber olarak gönderilen peygamberlerin, kitabların, velilerin ve alimlerin yolunda giden akıllı ahlâklı, dürüst, mutlu, mesud insanların, iyilik ve güzelliklerini sergilemeye çalıştık. Bir de bu mutlu ve mesud insanlara karşılık, hak-hukuk tanımayan, sevgi-muhabbet bilmeyen, huzur ve saadetten anlamayan hem kendisini ve hem de çevresini felâketten felâkete sürükleyen bedbaht insanların durumuna da değinmiş olduk.
Nihayetsiz güç ve kudret sahibi Allah Teâlâ'nın, evreni ve insanı yarattığını, insanı, maddesi ve manası ile eşref-i mahlûkat kıldığını, eşyaya tasarrufta kendine halîfe yaptığını, her şeyi insan için, insanı da kendini bilmesi ve sevmesi için yaratmış olduğunu, insanın bu maksada ulaşabilmesi için de yardımını hiç esirgemediğini onunla daima ilgilendiğini; sırası ile hilkat, hidâyet, îmân-ibâdet, duâ-icâbet, ilişkisi içinde olduğunu, sonunda da ebedî mükâfat, cennet, nimet, sevgi, muhabbet, rızâ ve saadet gibi nimetlerini vereceğini görmüş olduk.
Belki bazı bölümlerde genişçe, bazı bölümlerde özlüce anlatmaya çalıştığımız Allâh-kul ilişkisini şu mütevâzî çalışmamızla, Allah'ın rahmetine güvenerek O'nun âyetlerine dayanarak özetlemeye çalıştık. Bilindiği gibi aslolan ifâdeler değil manalardır. Manaların şahidi de hissedip yaşayanlardır. Hakda ve hayırda başarı, kulun gayreti ve Allah'ın rahmeti iledir. Allah zatına mahsus kemâl sıfatları ile muttasıf, hâşa sağır, kör, ölü mevhum bir varlık olmayıp, O, bir put gibi de değildir. Bir puttan, kendisine tapana hiç bir şey geçmediği halde, Allah, kulunun duasını işitmekte, onu görüp gözetmekte, onunla ilgilenmekte ve ona yardımcı olmaktadır. Böylece O, gerçek bir Ma'bûd ve Rabb olduğunu her yerde ve zamanda göstermektedir. O, kendini, Kur'ân'da biz kullarına takdim buyurmuş, kullarıyla olan ilgi ve ilişkisini Kur'ân'da baştan sona açıklamıştır. O, canımızdan daha yakın, en çok sevenlerimizden daha merhametlidir. Ne varki buna mukabil çok kere insan O'ndan gâfil olmakta ve O'na karşı câhil kalmaktadır. Kur'ân, Rabbimiz Allah ile aramızdaki engelleri kaldırmanın ve onları yoketmenin kurallarını, inayetine ve rahmetine kavuşmanın kaidelerini ve böylece ebedî saadeti tatmanın usullerini göstermektedir. Bir kere daha belirtmiş olalım ki Allah'ın takdir edip yaratmasıyla başlayan Allâh-kul ilişkisi, kullarına nimet verip yaşatmasıyla peygamberler ve kitaplar göndererek onları irşâd etmesiyle, kalplerini ve gönüllerini ferahlatıp hidâyet etmesiyle, dualarına icabet edip onları mükâfatlandırması, işledikleri hatalara mukabil bazan da cezalandırması ile devam etmektedir. Böylece Allah'ın îmân çizgisine kadar yaratmış olduğu bütün kulları ile, îmân şartından sonrada îmânının gereğini yerine getiren mümin kulları ile daimî bir ilişki içinde olduğunu gözlemlemiş olduk. İnsanın bu ilişki olmadan yaşamasının ve mutlu olmasının imkansızlığını bu araştırmamızda vurgulamaya çalıştık. Deryadan damla misâli başarabilmişsek kendimizi mutlu addedeceğiz. [1530]
ABDÜLBÂKİ, Muhammed Fuad, el-Mu'cem'u'1-Müfehres, Li-eIfâzıl'Kur'ân-i'1-Kerîm, İst., 1990.
ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed el-Aclûnî(ö.H62/1749), Keşfu'I-Hafâ, Beyrut 1352.(Aclûnî Keşfu'1-Hafâ).
AHMED CEVDET PAŞA, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, İst, 1329. A. J.
A.J. WENSİNCK, Concordance Et Indıces De La Tradıtıon Musulmane, İst. 1988.
AKARSU, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara 1979.
AKDİKMEN, Resuhi Akdikmen, Standart English Dictionary, İst. 1993.
AKPINAR, Ali, Kur'ân Niçin ve Nasıl Okunmalı, 1998, Konya.
AKSEKİ, Ahmed Hamdi, İslâm Fitrî, Tabiî ve Umumî Bir Din'dir, İstanbul,1943.
AKSEKİ, İslâm Dîni, Ankara, 1972.
AKSEKİ, Ahmed Hamdi, Ahlâk Dersleri, İst. 1968.
AKŞİT, M. Cevat İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, İst. 1976.
ALBAYRAK, Halis, Vahiy Gerçeği,(Kutlu Doğum Haftası, 12-17 Ekim, 1989) TDVY., Ankara 1990.
Kur'ân'da İnsan-Ğayb İlişkisi, İst. 1993.
ALİ el-KÂRÎ, Ali b. Muhammed el-Kârî (ö. 1014/1606), Şerhu Fıkhı'1-Ekber, İst, 1303,
ÂLÛSÎ, Ebu's-Senâ Şihâbuddin Mahmud (el-Âlûsî) (ö.1270/ 1853), Rhu'I-Meân fî Tefsiri'1-Kur'âni'l-Azîm
ve's Seb'i'I-Mesânî, Beyrut 1414/1994. (Âlûsî, Rhu'1-Meân)
ÂSİM, Efend.i (ö.1235/1819), Kâmüs Tercemesi, İst. 1305. (Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi)
ATAY, Hüseyin, Kur'ân'a Göre Araştırmalar IV, Ankara 1995. Kur'ân'da Bilgi Teorisi, İst. 1982.
ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, İst. 1989.(Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri)
ATEŞ, İnsan ve İnsanüstü,Ruh,Melek,Cin,İnsan,İst, 1995.
ATEŞ, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, İst. 1988.
ATEŞ, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, İst. 1969.
ATIF HOCA, İskilipli, Yeni İlmihal İslam Yolu, İst. 1991.
AYDIN, Ali Arslan, İslam İnançları ve Felsefesi, İst, 1979.
AYNÎ, Umdetü'1-Kârî, Kahire, 1392/1972.
AZÎMÂBÂDÎ, Avnu'l-Ma'bûd Şerhu Sünen-i Ebî Dâvud (Zabt ve Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman) Medine, 1389/1969.
BARDAKOĞLU, Ali, Ceza, D.İ.A., İst.,1993.
BARDAKOĞLU, Bulûğ, D.İ.A,İst.,1992.
BAYRAKTAR, Mehmet İslâm İbadet Fenomenolojisi, Ankara, 1987.
BEBEK, Adil, “Ceza”, D.İ.A.,İst.,1993.
BEHİY, Muhammed, Min Mefâhimi'I-Kur'ân Fi'1-Akîde ve's- Sülûk, Mısır, 1973.
BELÂĞATÜ'L-Vâdıha, Mısır, 1381/1961.
BEYDAVÎ, Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (ö. 685/1288), Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te'vîl, Beyrut, ts.
(Beydâvî, Envâru't-Tenzîl)
BEYHAKÎ, Ebû Bekir Ahmet el-Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, Beyrut ts.
BİLEN, Mürüvvet İnsan İlişkileri, Ankara, 1994.
BİLMEN, Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İst, 1983.
BİLMEN, “Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye” Kamusu, İst. 1967.
BİYOLOJİ, (Komisyon), Fem Dersaneleri Yayınları, İst., 1996.
BİYOLOJİ, Mef Yayınları, İst., 1989. BOLAY, Süleyman Hayrı Bolay, “Akıl”, DİA, İst.1989.
BUHARI, Muhammed b. İsmail el-Buhârî (ö.256/870), Sahîhu'l-Buhârî, İst. 1992. (Buhârî)
BUHARI, Sahîh-i Buhârî, Muhatasarı, Tecrîd-i Sahîh Tercemesi ve Şerhi, çev. Kâmil Miras, Ankara, 1972, D.İ.B.Y.
BURSEVÎ, İsmail Hakkı Rûhu'l-Beyân, İst., 1389.(Bursevî, Rûhu'l-Beyân) BÛTÎ, Muhammed Said Ramazan El-Bûtî, Min Ravai'i'î- Kur'ân, Dımışk, 1395/1975.
BÜYÜK Larousse, İst. ts. (1-24) XVI/8452.
BÜYÜK Laroussse, Milliyet Y. b.y.y. ts. (I-XXIV)
ÇAĞRICI, Mustafa, Duâ, DİA, IX/536,İst,1994.
ÇANTAY, Hasan Basri (Ö.1964), Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm, İst., 1993. (Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve
Meali Kerîm)
ÇELİK, Muhammed, Kur'ân'ın İkna Hususiyeti, İzmir,1996.
CEMALÜDDİN, Muhammed Tefsîru'I-Kâsımî, Beyrut, 1978. (Kâsımî, Tefsîru'I-Kâsımî)
CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsîr Usûlü, Ankara /1991.
CEVHERİ, Ebû Nasr İsmail b. Hammâd (ö. 398/1007), es- Sıhâh, Beyrut, 1404/1984.
CEVZî, Cemâlüddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali. Cevzî, Nüzhetü'l-a'yüni'n-nevâzır fî 'ilmi'I-vücûh
ve'n-nezâ'ir, nşr. M. Abdülkerîm Kâzım er-Râzî, Beyrut 1404/1984.
ÇİÇEK, Yakup, Tefsir Usûlü, Sofya, 1995.
CİlACI.Osman Cilacı, Dua, DİA, IX/529.İst.,1994.
CUVİLLİER, Küçük Felsefe Sözlüğü (çev. Osman Pazarlı), Ankara, 1944.
CÜRCÂNİ, Seyyid Şerif el-Cürcâni, (ö.816/1413) Kitâbu't-Ta'rifât, İst, ts.
DÂRİMÎ, Ebu Muhammed Abdullah Abdurrahman ed-Dârimî (ö.255/868), Sünenü'd-Dârimî, İst.1992. (Dârimî)
DAVİES, Paul Davies, Tanrı ve Yeni Fizik, çev. Murat Temelli, İm Yayın Tasarım Yaşam Kitapları-1, İst, 1995.
DEMİRCİ, Muhsin Vahiy Gerçeği, İst. 1996.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1970.
DİCTİONNAİRE, Larousse İst. 1994 .
DİHLEVÎ, Şah Veliyyu'llah Dihlevî, İnsanın Yaratılışındaki Hikmetler (tere. Mehmed Erdoğan), İst. 1995. DIRAZ, Muhammed A. En Mühim Mesaj Kur'ân, çev. Suat Yıldırım, İzmir 1994.
DOĞRUYOL, Hasan, sözlü mülakat.
DÖNDÜREN, Hamdi, Delilleri ile İslâm İlmihali, İst. 1991.
DUMAN, M. Zeki Vahiy Gerçeği, Ankara 1997.
EBÛ DÂVÛD, Süleyman b.el-Eş'as (ö.275/888), Sünenü Ebî Dâvûd, İst. 1992. (Ebû Dâvûd)
EBU HANİFE, Fıkhu'l-Ekber, Hayreddin Karaman, Bekir Topaloğlu, H-Kıraatü'1-Arabiyye, İst, 1982.
EBÛ NUAYM, Hılyetü'l-evliyâ, Beyrut, 1967.
EBÛ TÂLİB el-MEKKÎ (ö. 386/996), Kûtu'l-Kulûb, (çev. Yakup Çiçek) İst. 1998.
EBÛ ZEHRA, Muhammed Usûlü Fıkıh, Dâru'l-Fikri'l- Arabiyye, H. 1373.
EBU'S-SU'ÛD Muhammed b. Muhammed el-I'mâdî, İrşâdu'l-Aklı's-Selîm ilâ Mezâyâ'l-Kur'âni'l-
Kerîm, Beyrut 1414/1994. (Ebu's-Su'ûd, İrşâdu Akh's-Selîm)
FAZLURRAHMÂN, Ana Konularıyla Kur'ân, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara 1998.
FEN ANSİKLOPEDİSİ (Arkın Kitabevi) b.y.y.
FERÂHÎDÎ, Halil b. Ahrned el-Ferâhîdî (ö. 150/767), Kitâbü'1-Ayn, Beyrut, 1408/1988.
FÎRÛZÂBÂDÎ, Ebû Tahîr Muhammed b. Ya'kûb el-Firûzâbâdî (ö. 816/1414), Kâmûsu'l-muhît, Beyrut, 1407/1987.
FÎRÛZÂBÂDÎ, el-Fîrûzâbâdî, Basâir Zevi't-Temyiz Fî Letâİfi'l- Kitâbi'1-Aziz, Beyrut, ts.
FÎRÛZÂBÂDÎ, Tenvîru'l-Mikbas min Tefsiri İbn-i Abbas,Beyrut,ts.
GAZZALI Ebû Hâmid Muhammed. Muhammed el-Gazzâlî (ö. 505/1111), el-Meksadü'1-esnâ fî şerhi esmâillâhi'l-hüsnâ, Medine, 1409.
GAZZALI İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Kahire 1387/1967. (Gazzâlî, İhya')
GAZZALI Kitâbu Kimyayı Saadet, çev. A. Faruk Meyan, İst.1976.
GELİŞİM Genel Kültür Ansiklopedisi, İst., 1976. (Nükleer Enerji Üretimi)
GÖLCÜK, Şerafeddin Gölcük,Kur'ân ve İnsan,Konya, 1996.
GRAND Dictionnaire Francais-Turc, İst. 1990.
GÜMÜŞHAHANEVî, Ahmed Ziyâüddin , Ramûzu'I-Ehâdis, İst. 1982. H. S.
LİPSON, A Physicst's View of Darwin's Theory, Evolutiona Trends in Plants, cilt 2, no.l, 1988.
HÂKİM, Müstedrek b.y.y.
HAMÎDULLAH, Muhammed, İnitation â I'Islam, Ankara, 1974., İslama Giriş, (çev. Kemal Kuşçu) İst. 1976.
HAMÎDULLAH, Muhammed “ABD” md. D.İ.A 1/57. İst.,1988.
İslâm Peygamberi, (çev. M. Said Mutlu), Salih Tuğ, İst. 1969.
HANÇERLÎOĞLU, Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, İst, 1987.
HAZİN, Alâeddin Ali b. Muhammed, (Hâzin) (ö. 550/1155)
Lübâbü't-Te'vîl Fî Meâni't-Tenzîl, Beyrut, ts. (Hâzin), (Lübâbü't-Te'vîl).
HÖKELEKLİ, Hayati, Din Psikolojisi, Ankara, 1996.
HÖKELEKLİ, Duyu, D.İ.A, X/8., İst., 1994.
HUDARÎ, Muhammed el-Hudarî, Usûlü'l-Fıkıh Kahire, 1398/1969.
İBN al-'ARABÎ (ö. 638/1240) bk. İnsan-ı Kâmil, md. (Nicholson) M.E.B.İ.A. İst 1977.
İBN el-ESÎR, İmam Mecdüddîn, (ö. H. 606) Ebi's-Seâdâti'l- Müarek b. Muhammed El-Cezerî, En-Nihaye fî
Garibi' 1-Hadîs ve'1-Eser (Tah. Mahmud Muhammed Et-Tanahî) Mısır, 1383/1963.
İBN FÂRİS, Ebu'l-Hüseyn Ahmed (ö. 395/1004), Mücmelü'l-Lüğa Beyrut, 1406/1986.
İBN FÂRİS Mu'cemü'1-Mekâyisi'l-Lüğa, Beyrut, 1415/1994.
İBN HANBEL, Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Müsnedü Ahmed b. Hanbel, İst. 1992. (Müsned)
İBN HİŞÂM (ö. 213/841), es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire, ts.
İBN KAYYIM el-Cevziyye (ö. 751/1350), Hâdi'l-Ervâh, ts.
İBN KAYYIM el-Cevziyye, Medâricü's-Sâlikîn, Beyrut, ts.
İBN KESİR Ebu'1-Fidâ İsmail İmadüddin b.Ömer İbn Kesir (ö.774/1372), Tefsîru'1-Kur'ânı'1-Azim,
Beyrut, 1405/1985. (İbn Kesîr, Tefsîr)
İBN KUTEYBE, Ebû Muhammed İbn Kuteybe, Abdullah b. Muslîm, ed-Dineverî (ö. 276/889), Te'vîlü
Müşkili'l-Kur'ân, nşr. Seyyid Ahmed Sakr, Beyrut, ts.
İBN MÂCE, Ebû Abdillâh Muhammed b.Yezid (İbn Mâce) (ö. 273/886), Sünenü İbn Mâce, İst., 1992.
(İbn Mâce)
İBN MANZÛR (ö. 711/1311), Usânu'l-'Arab Beyrut, 1414/1994.(İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab)
İBN-i ESÎR, Üsdülgâbe, ts.
İBN-i HACER, Fethu'1-Bârî, Kahire, 1398/1987.
İBN-i HALDUN (ö. 808/1406), Mukaddime, Beyrut, 1409/1989.
İBN-i KAYYİM Cevziyye, Kitabu'r-Rûh (Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü s. 63.)
İBN-i KAYYİM Cevziyye, Medâricü's-Sâlikîn, Beyrut, ts.
İBN-i KESİR Ebu'i-Fidâ İsmail İmadüddin b. Ömer İbn-i Kesir (ö. 774/1372), Tefsîru'1-Kur'ani' 1-Azîm,
Beyrut, 1405/1985.
İBN-i SA'D, Tabakat, Beyrut, 1376/1957.
İBN-i SİDE, Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Endülüsî (ö. 458/1063), el-Muhassas, Beyrut, ts.
İBNÜ'L-ARABÎ Süleyman Uludağ, Aşk, D.İ.A. IV/13, İst.,1991
İBNÜ'L-CEVZÎ, Cemalüddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b.
Ali (ö. 597/1200), Zâdü'l-Mesîr Fî İlmi't-Tefsîr, Dımeşk, 1384/1965.
İBNU'L-FÂRİS, Mekâyisü'1-Luga.
İKBÂL, Muhammed, İslâm'da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü (çev. Sofi Huri) İst., 1964.
IZUTSU Toshihiko (ö. 1414/1993), Kur'ân'da Allah ve insan (çev. Süleyman Ateş) İst, 1996.
J. DE VRİES, Essential of Physical Science, Wm. B. Eerdmans Pu. Co., Grand Rapids, SD 1958.
JAN LONGMAN, Medical Embryology, Baltimor, 4. Baskı.
KABAKLI, Ahmed , Türk Edebiyatı, İst., 1967.
KADRİ, Hüseyin Kâzım, Bütün Türk Lügati, İst., 1927 (I. Cilt), 1928 (2.cilt).
KÂMİL, Mûsâ, Ahkâmu'I-îbâde, Beyrut, 1412/1992.
KARACA, Faruk Karaca, Kimya, Paşa Yayıncılık, Ankara, 1998.
KARAÇAM, İsmail Kur'ân-ı Kerîm'in Fazîletleri ve Okunma ' Kaideleri, İst. 1976.
KARAGÖZ, İsmail Kur'ân'da İbâdet Kavramı. İst, 1997
KARAMAN, Hayrettin, Yeni Şafak, 04-07-1999 s.2, sütun l.
KARL PRİBRAM, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritiof Capra, Holografik Evren I, çev: Ali Çakıroğlu,
Kuraldışı Yayınları, İst., 1996.
KENNETH Oakley, William Le Gros Clark & J.S, “Piltdown”, Meydan Larousse, Cilt 10, s.133
KILAVUZ, Ahmet Saim , İlmihal, I. İman ve İbadetler, İSAM, İst., 1998.
KILAVUZ, İman Küfür Sınırı, İst, 1997.
KILAVUZ, İslâm İnancında Cin, ts.
KILIÇ, Sadık Kılıç, Fıtrat'ın Dirilişi, İst, 1991.
KİMYA, Fem Dersaneleri Yayınları, İst, 1992.
KİRMÂNÎ, Sahihi'l-Buhârî bi-Şerhi'1-Kirmânî, Beyrut, 1401/1981.
KÖKSAL, M. Asım Hz. Muhammed ve İslâmiyet, İst. 1978.
KONEVÎ, Sadreddin Konevî, (ö. 673/1274) bk. Nihat Keklik, Sadreddin Konevî'nin felsefesinde Allâh-
Kâinat ve İnsan, İst., 1977.
KÜÇÜK, Raşit Küçük, Sevgi Medeniyeti, Ankara, 1991.
KUŞEYRİ, Ebu'l-Kasım Abdü'l-kerim el-Kuşeyri (ö. H. 465) er-Risâletü'l-Kuşeyriyye, çev. Ali Arslan, İst., 1980.
KUTUB, Muhammed Kur'ân'ı Nasıl Okuyalım, (çev. Bekir Karlığa), İst. 1993.
KUTUB, Seyyid, (ö. 1966)
KUTUB, Fî Zılâli'l-Kur'ân, Beyrut, 1405/1985. R zilâi, çev:Sa!ih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İst., 1991.
MALCOLM muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids, Eerdmans, 1980.
MÂLİK B. ENES (İmâm Mâlik) (ö. l79/795), Muvatta', İst., 1992. (Muvatta)
MATURÎDÎ, Ebu Mansur Muhammed el-Maturidî (ö. 333/944) Te'vilâtü'l-Kur'ân (Selimağa Kütüphanesi, No: 40) s.4.
MATURÎDÎ, Kitâbü't-Tevh'id, İst, 1979
MAURİCE Bucaille, İnsanın Kökeni Nedir? çev. Ali Ünal, İst, 1984.
Müsbet İlim Yönünden, Tevrat, İnciller ve Kur'ân, çev. Mehmet Ali Sönmez, Ankara, 1991.
MÂVERDİ (450/1058), en-Nüket ve'1-uyûn, Tefsîru'l- Mâverdî, Beyrut, 1992.
MÂVERDİ Mecmu'atü's-Sarf me'a'ş-Şurûh ve'1-Hevaşî İst., ts.
MÂVERDİ Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, Dımeşk, 1415/1995.
MEHMED VEHBİ (ö. 1949) Hülâsatü'l-Beyân Fî Tefsîri'l- Kur'ân, İst., 1976.
MERAĞI, Ahmet Mustafa (ö. 1364/1945), Tefsîru'l-Merâğî, Beyrut, 1394/1974.
MEVDÛDÎ, Ebu'1-A'lâ (ö. 1979), el-Mustalahâtü'1-Erba'a (çev. Osman Cilacı, İsmail Kaya, İst., 1991.
MEVDÛDÎ, Tefhimü'l-Kur'ân (Çev: Muhammed Han Kayanı, Yusuf Karaca, Nazife Şişman, İsmail Bosnalı, Ali- Ünal, Hamdi Aktaş, İst., 1996.
MEVLÂNÂ Celâlüddîn Rumî (ö. 672/1273), Tahir Büyükkörükçü, Hakiki Veçhesiyle Mevlâna ve
Mesnevî, İst., 1972.
MEYDAN Larosse, 1960 Librairie Larousse, Paris 1986 Meydan Gazetecilik ve Neşriyat.
MUHİDDİN-İ ARABÎ, Özün Özü (çev. İ. Hakkı Bursevî) Ankara 1963.
MÜSLİM, Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, çev. Mehmet Sofuoğlu, İst, 1388/1969.
MÜSLİM, Sahîhu Müslim Bi Şerhi'n-Nevevî, XVII/21-21.
MÜSLİM, İbn Haccâc (ö. 261/874), Sahîhu Müslim, İst., 1992. (Müslim)
NEDVI, Abdülbârî en-Nedvî, Tasavvuf ve Hayat, çev. Mustafa Ateş, İst, 1967.
NEDVÎ, Ebu'l-Hasan En-Nedvî, Dört Rükün, (çev. İsmet Ersoz), Konya, 1969.
NEDVÎ, Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet (çev. Ali Genceli) İst, 1967.
NESÂÎ, Ebû Abdurrahmân Ahmed b .Şuayb (Nesâî) (ö. 303/915), Sünenü'n-Nesâî, İst,. 1992. (Nesâî)
NESEFÎ, Abdullah b.Ahmet en-Nesefî,(ö. 710/1310) Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, Beyrut, ts.
NEVFEL, Abdurrezzak, Allah ve Modern İlim (çev. Akif Nuri Karcıoğlu), İst, 1974.
NEVFEL, Allah ve'1-İlm'ül-Hadîs (Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri İbn Kesir) çev. Bekir Karlığa, Bedrettin
Çetiner, İst., 1991.
NUR BAKİ Haluk , Evrendeki Mucize, İst., 1997.
NUR BAKİ Haluk , İnsan Bilinmezi, İst., 1997.
NURSÎ, Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, İst., 1958.
NURSÎ, Sözler, ts.
OKYANUS Ansiklopedik sözlük, İst, 1972.
ÖZEK Ali, Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadreddin Gümüş,
Kur'ân'ı Kerîm Ve Türkçe Açıklamalı Meali, Ankara, 1993.
PAK, Zekeriya, Kur'ân'da Kulluk (Basılmamış doktara tezi). İst. 1998
PAKALIN, Mehmet Zeki Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst., 1993.
PARLADIR, Sefahattin Parladır, Dua, DİA, IX/533. İst. 1994.
PAZARLI, Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İst., 1968.
R.L.GREGORY, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford Unıversity Press Inc. New York, 1990.
RÂGIB el-Isfahânî (ö. 503/1109), B-Müfredât fî Ğarîbi'I- Kur'ân,Şam, 1412/1992. (Rağıbel-Müfredât).
RAMAZANOĞLU, Mahmut Sami (ö. 1984), Bakara Sûresi Tefsiri, İst, 1405/1985.
RÂZÎ, Ebu Abdillâh Muhammed b.Ömer Fahreddin er- Râzî(ö. 606/1210), Mefâtîhu'1-Ğayb, (et-Tefsîru'l-
Kebîr), Beyrut, 1414/1993. (Râzî, Mefâtîhu'l- Gayb)
RÂZÎ, Tefsîr-i Kebîr, Tere. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru, Ankara, 1988. (Tefsîr-i Kebîr, Tere.)
RIZÂ, Muhammed Reşid, Tefsîru'l-Kur'ân'i'I-Hakîm (Tefsîru'l-Menâr), Beyrut, 1414/1993. (Reşid Rızâ, Menâr)
SABÂN Muhammed İsmail, el-İbâde fil-İslâm, Kahire, 1400/1980.
SÂBÛNÎ, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsîr, İst., ts.
SÂBÛNÎ, Nureddin es- Sâbûnî, El-Bidaye Fî Usûli'd-Dîn (Araştırma ve notlar ilavesiyle çev. Bekir Topaloğlu), Ankara, 1991.
SARAÇ, Tahsin, Grand Dictionnaire Français-Turc, İst., 1990.
SOYSALDI, H. Mehmet Soysaldı, Kur'ân ve Sünnet Işığında İbâdet Tarihi, Ankara, 1997.
STEPHEN Jay Gould, “Simth Woodward's Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979.
SUBHİ'S-SÂLİH, Mebâhis, Fî Ulûmi'l-Kur'ân, İst, ts.
SUCU, Ayten , Semra Bayar, Melâhat Küpeli, Biyoloji , M.E.B Basımevi, İst, 1998.
SUHREVERDÎ, Ebu Hafs Şihabüddîn Ömer es-Suhreverdî (ö. 632/1234), Avârifül-Meârif, çev. H. Kâmil
Yılmaz, İrfan Gündüz, İst, 1993.
SUYÛTÎ Celâleddin Abdurrahman Es-suyûtî, (ö. 911/1505) B-İtkân R Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1407/1987.
SUYÛTÎ Celâleddin Abdurrahman Es-suyûtî, Dürrü'l-Mensur Fi't-Tefsîri'l-Me'sûr, Beyrut,1983.
SUYÛTÎ Celâleddin Abdurrahman Es-suyûtî, Lübâbü'n-Nükûl fî Esbâbi'n-Nuzûl Kahire, ts. (celâleyn tefsirinin hâmiş'i)
ŞİMŞEK, M.Sait Yaratılış Olayı, İst, 1998.
ŞİŞLİ N. ve Arkadaşları, Genel Biyoloji, M.E.B.Y., Ankara, 1979.
TABERÎ, Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (ö.310/922), Câmi'u'l-Beyân an Tev’îli Âyeti'l-Kur'ân (fî Te'vîli'l-Kur'ân), Beyrut, 1412/1992. (Taberî, Câmi'u'l-Beyân)
TABERÎ, Tarih, Mısır, 1352/1934.
TABERÎ, Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), Câmi'u'l-Beyân, an Te'vîli Âyi'I-Kur'ân, Beyrut, 1412/1992.
TÂHİRÜ'L-Mevlevî (Olgun), Müslümanlıkta İbâdet Tarih İst, 1963.
TATLI, Âdem , Evrim İflâs Eden Teori, İst., 1990.
TEHÂNEVİ, Muhammed Ali b. Ali (ö. 1158/1745), Keşşâfu Istılâhâtı'l-Fünûn, Kalküta, 1862.
TEMÎMÎ, Ebû Mansûr 'Abdulkâhir b. Tâhir et-Temîmî el- Bağdâdî (ö. 429/1038); Usûlu'd-Dîn, İst., 1346/ 1928.
THOMAS, Peter Bennet ve Earl Friden, Biyokimyada Modern Konular, çev. Altan Günalp, İst., 1973.
TİRMİZÎ, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî(ö.279/892), Sünenü't-Tirmizî, İst., 1992. (Tirmizî)
TOPALOĞLU, Bekir, “ALLAH” , D.İ.A., 11/484, İst., 1989.
TOPALOĞLU, “Beyine”, D.İ.A., VI/96, İst., 1992.
TOPALOĞLU, “Cennet”, D.İ.A., VII/377, İst., 1993.
TOPALOĞLU, Maturidiyye Akaidi, Ankara, 1991.
TURGUT, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, İst., 1991.
TÜRK VE DÜNYA Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, ts.
TÜRKÇE Sözlük, T.D.K.Y., Ankara, 1969.
TÛSÎ, Ebû Nasr Serrâc Tûsî (ö. 378/988), el-Lüm'a, çev. H.Kamil Yılmaz, İst, 1417/1996.
ULUDAĞ, Süleyman, “Aşk”, DİA, IV/11,12, İst., 1991.
ULUDAĞ, “Akıl”, DİA, 11/246, İst., 1989.
ULUTÜRK, Veli, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ı Nasıl Tanıtıyor, İzmir, 1998.
ULUTÜRK, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavramı, İst., 1995.
VAHİDÎ, Ebû'l-Hasen Ali İbn Ahmed el-Vâhidî en- Neysâbûrî, Esbâbü'n-Nuzûl, Mısır, 1968.
WENSINCK, A.J. Concordance Et Indıces De La Tradıtıon Musulmane, İst., 1988.
YAVUZ, Yusuf Şevki, “Akıl”, D.İ.A., İst., 1989.
YAVUZ, Abdurrahman Çetin, “Âyet”, D.İ.A., IV/242, İst., 1991.
YAVUZ, “Hidayet”, D.İ.A., XVII/473, İst., 1998.
YAVUZ, Yunus Vehbi, Çalışma Hayatı ve İslâm, İst., 1992.
YAVUZ, İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, İst., 1994.
YAZICI, Seyfeddin Yazıcı, Temel Dini Bilgiler, D.İ.B.Y., Ankara, 1993.
YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi(ö. l942), Hak Dini Kur'an Dili, Yeni Mealli Türkçe Tefsir, İst., 1960.
(Yazır, Hak Dini Kur'an Dili)
YESUİ, Ebu Lüveys Ma'lûf el Yesû'î (ö. 1946) B-Müncid fî'1-lüğa, Beyrut, 1956.
YILDIRIM, Suad Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, İst. 1997.
ZEBIDÎ, Murtedâ Muhammed b. Abdirrezzak (ö. 1183/1769), Tâcu'1-Arûs min Cevahiri'1-Kâmûs, Beyrut, 1414/1994.
ZEBIDÎ, İthâfu Sâdeti'l-Müttekîn bî Şerhi Esrarı İhyâi 'Ulûmi'd-Dîn, Mısır, ts.
ZECCÂC, İbn İshâk İbrahim b. es-Serî (ö. 311/923), Me'âni'l-Kur'ân ve İ'râbuhû, Beyrut, 1408/1988.
ZEMAHŞERÎ, Ebu'l-Kâsım Carullâh Mahmûd b. Ömer ez- Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl ve
Uyûni'l-Ekâvİl fi Vücûhi't-Te'vîl, Dâru'l-Fikİr, ts.(Zemahşerî, Keşşaf)
ZERKÂNÎ, Muhammed Abdülazim ez-Zerkânî (ö. 1367/1948), Menâhilü'l-İrfan Fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1409/1998.
ZERKESŞÎ, Bedrüddîn Muhamed b. Abdillah (ö. 794/1392), el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır, 1376/1957. [1531]
[1] Sâd: 38.
[2] Lokman: 31, Casiye: 45.
[3] Lokman: 31.
[4] Bakara: 2.
[5] Zâriyât: 51.
[6] Hud: 11, Mülk: 67.
[7] Bakara: 2.
[8] Tevbe: 9.
[9] Bakara: 2, Yunus: 10.
[10] Meryem: 19.
[11] Ahzâb: 33.
[12] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: XIII-XII.
[13] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 1-3.
[14] Türkçe Sözlük, T.D.K.Y., Ankara, 1969, s. 367,368, ilgi ve ilişki md.
[15] Ferit Develiioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1970, s. 866,1006.
[16] Bk. Resuhi Akdikmen, Standart English Dictionary, İst. 1993, s. 109
[17] Bk. Grand Dictionnaire Francais-Turc, İst. 1990, s.326
[18] Bk. Resuhi Akdikmen, Standart English Dictionary, a.g.e. s.443; bk. Grand 6 Dictionnaire Francais-Turc
a.g.e, s.1194
[19] Okyanus Ansiklopedik Sözlük, İst, 1972, III/1197.
[20] Büyük Laroussse, Milliyet Y. b.y.y. ts. (I-XXIV) XI / 5641; Meydan Larosse, 1960 Librairie Larousse, Paris 1986 Meydan Gazetecilik ve Neşriyat (1-12+3) VI / 274.
[21] Bilindiği gibi bu babın binası, isneyn beyninde (iki kişi arasında) müşareket (ortaklık) içindir, bk.Mecmû'atü's-Sarf me'a'ş-Şurûh ve'l-Hevaşî İst ts. s.215
[22] Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Şam 1412/1992, s. 801 (Râğıb.el-Müfredât); İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, Beyrut 1414/1994, c.I, s.756 (İbn Manzûr, Lisanu'İ-Arab); Fîrûzâbâdi, el-Kâmûsu'1-Muhît, Beyrut 1987, s.176 (Fîrûzâbâdî, Kamus); Âsim Efendi, Kâmûs Tercemcsi 1/503.
[23] Meydan Larosse, 1960 Librairie Larousse, Paris 1986 Meydan Gazetecilik ve Neşriyat (1-12+3) IX / 142; Ferit Devellioğlu, Osmanlica-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1970, s. 866; Okyanus Ansiklopedik Sözlük, İst. 1972 (1-6+1) V7 2054.
[24] Büyük Larousse İst. ts. (1-24) XVI / 8452; Dictionnaire, Larousse İst. 1994 (1-6) V/1732.
[25] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 3-5.
[26] Bilindiği gibi “terim” kavramı Osmanlıcada “ıstılah” kavramının karşılığıdır. Bk. Türkçe Sözlük, T.D.Y.Y.; F.Develioglu, Osm. Türkçe Ansk.lugat, s.474. Istılah: sözlükde ittifak manasınadır. İlim lisanında “belirli bir topluluğun bir meslek erbabının” bir kelimeyi sözlük manasından başka bir manada birleşek kutlanmalarıdır. Meselâ: “ilim” kelimesi sözlükde bilmek demektir. Terim manası ise, bir konu ile ilgili belirlenmiş meseleler ve kuralların bütünüdür. Bk. Ömer Nasuhi Bilmen, “Hukuk-ı İslamiyye ve Istıliahât-i Fıkhıyye” Kamusu, İst. 1967 (1- 8) 1/11.
[27] Büyük Larousse, Milliyet Y. a.g.e. XI/5641.
[28] Meydan Larousse, Meydan Gazetecililk, a.g.e. Vl/274; Büyük Larousse, Milliyet Y. a.g.e. Xl/5641.
[29] Büyük Larousse, a.g.e. XI/5641.
[30] Büyük Larousse, a.g.e. XI/5641.
[31] Meydan Larousse, a.g.e. VI/275.
[32] Mürüvvet Biten, İnsan ilişkileri, 1994, Ankara, s.ll.
[33] Büyük Lourousse, Milliyet Y. a.g.e. XI/5641.
[34] Bk. Tahsin Saraç, Grand Dictionnaire Français-Turc, İst.1990, 3.31,
[35] Büyük Larousse, Milliyet Y. a.g.e. Xl/5641.
[36] Büyük Larousse, Milliyet Y. a.g.e. XI/5641.
[37] Zerkesşî, Bedrüddîn Muhamed b. Abdillah (ö. 794/1392), ei-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır, 1376/1957,1/36; Celâlettin Abdurrahman es-Suyuti (ö. 911/1505), el-İtk+an fî Ulûmi'l-Kur'ân, Dımışk, 1407/1987,11/977.
[38] İsmail Cerrahoğtu, Tefsir Usûlü, Ankara /1991, s. 204,205.
[39] bk. Suyûti, age, s. 11/976-994. Daha fazla bilgi için İsmail Cerrahoğlu, a.g.e, s. 204-207.
[40] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 6-9.
[41] Büyük Türk lügati'nde “kul” kelimesinin farklı Türk lehçelerindeki anlamları şöyle veriliyor:
Batı lehçesinde: “Kul”: Hürriyetine mâlik olmayan, başkasının hükmü ve tasarrufunda bulunan; para ile satm alınan erkek ve kadın, köle ve cariye; Allah'a nisbetle insanlar. Azeri Lehçesinde: “Kul”: Bende, köle. Çağatay Lehçesinde: “Kul”: Köle, kul, bende; Allah'a nisbetle abd. Kazan lehçesinde: “Kul”: Köle, Allah'a nisbetle insan, abd. Uygur lehçesinde: “Kul”: Bende. (bk. Hüseyin Kâzım Kadri, Bütün Türk Lügati, İst. 1927 (I. Cilt), 1928 (2.ciit}, I, 879-880.) Görüldüğü üzere kul kelimesi Arapça'da "abd" kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Rağıb el-Isfahanî "abd"in Kur'an'dakİ kullanılış tarzını dörde ayırmıştır:
1-Hukuk açısından köle.
2-Yaratılmasi açısından hür veye köle olsun, insan.
3-Allah'a kulluk yapması açısından hür olsun köle olsun en şerefli insan.
4-Dünyaya ve dünya servetine kul olan. Hür de olsa köle de olsa en kötü insan.(bk. Râgıb el-Isfahânî {Ö.503/1109), El-Müfredât fî Garibi' 1-Kur'ân, Şam, 1412/1992), s.542 (Rağıb el-Müfredât).
Abd ve çoğulu ibad, Kur'ân'da ve hadisde bütün İnsanlar, hatta diğer varlıklar (bk. A'râf 7/194} için kullanılıyorsa da daha çok “mümin” manasına gelmektedir. Özellikle izafet yoluyla Allah'a nisbet edilen abd ve çoğulu ibâd kelimeleri “O'na iman eden, kendisinin de sevdiği kullar” anlamını taşımaktadır. {bk. M.F.Abdulbâkî, Mu'cem; Wensinek, Mu'cem "abd" md.) Daha geniş bilgi için bk. Muhammed Hamîdu'llah, "ABD"md. D.İ.A 1/57.
Sonuç itibariyle “Tez”imizin bütün bölümlerinde geçen “kul” ve “insan” kavramlarında kastedilen anlamların kullanıldığı yerlerde daha iyi anlaşılacağını ummamıza rağmen yine de genel olarak
1-Mümin olsun, kâfir olsun yaratık olarak insan cinsi
2-Allah'a iman eden ve O'na itaat eden, Allah'ın da kendisini sevdiği insan. Anlamlarında kullanılmış olduğunu belirtiriz.
[42] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 10.
[43] Sâd: 38/27; “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boşyere yaratmadık.”
[44] Lokman: 31/20: "Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan şeyleri sizin emrinize verdi..." ; Câsiye: 45/13: "Göklerde ve yerde bulunan şeyleri kendinden (bir lütuf olarak] size boyun eğdirdi."
[45] Bakara: 2/29: "O ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı..."
[46] İbn al-'Arabî (ö. 638/1240) bk. İnsan-ı Kâmil, md. (Nicholson) M.E.B.İ.A. İst. 1977 V/1008. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI/4315; Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerim Allah'ı nasıl tanıtıyor? s.72.
[47] İbn al-'Arabî (ö. 638/1240) bk. İnsan-ı Kâmil, md. (Nicholson) M.E.B.l.A. İst. 1977 V/1008.
[48] Sadreddin Konevî, (ö. 673/1274) bk. Nihat Keklik, Sadreddin Konevî'nin felsefesinde Allâh-Kâinat ve İnsan, İst. 1977. s.128,136.
[49] Sadreddin Konevî, a.g.e. s.87
[50] Ali b. Ebî Tâlib (r.a) bk. Muhiddin-i Arabî Özün Özü (tere. İ.Hakkı Bursevî) Ankara 1963, s.22; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili VIII/5936.
[51] Zatî isimler: Mutlak manada Allah'ın zatını nitelendiren, insan gönlünü İlâhî azamet ve muhabbetle dolduran isimlerdir. Bunların bir kısmı ulûhiyyete yakışmayan kavranılan O'ndan uzaklaştıran kelimler olup zatı “ne olmadığı”(selbî) açısından “evel:başlangıcı yok, âhirsonu yok gibi), bir kısmı da yetkinlik (kemal) ifade eden kelimeler olup O'nun “ne olduğu” (sübûti) açısından niteler (hay, alîm, kadir, semî', basîr gibi), bk. Bekir Topaloğlu “ALLAH” D.İ.A. İst. 1989,11/484.
[52] Sadreddin Konevî, a.g.e, s.130.
[53] Şah Veliyyu'llah Dihlevî, İnsanın Yaratılışındaki Hikmetler (tere. Mehmed Erdoğan), İst. 1995, s.90; Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor, 1998, İzmir, s.70.
[54] Sâd: 38/75: “(Allah ona) dedi ki; Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alı koyan nedir?” "İbn-i Ömer (r.a.)den nakledildi ki: Allâh dört şeyi elleri ile yarattı; Arşı, Adn cennetlerini, kalemi ve Âdemi, Diğer mahlukata “kün=ol” dedi onlarda oluverdiler.” bk. Taberî, Cami'u'l-Beyân, X/606. Burada kast olunan mananın itina ile yaratmak olduğu anlaşılmaktadır. Zira Adem, diğer mahlukattan üstün ve ahsen olarak yaratılmıştır, bk. Şihâbuddîn Mahmud Aiûsî (ö. 1270/1854), Ruhu'l-Meânî fî Tefsîri'1-Kur'ânili-Azîm, Beyrut, 1414/1994, XIİI/331; Muhammed Hamdi Yaar (ö. 1360/1941) Hak Dini Kur'ân DÜi, İst. 1960.VI/4110.
[55] Tîn: 95/4.
[56] Hicr: 15/29.
[57] Bakara: 2/31.
[58] Bakara: 2/30.
[59] İsrâ: 17/70: Bu ikramlar, güzel bir biçim, mu'tedil bir mizaç, aklî kabiliyetler, söz ve işaretle maksadını anlatması, yazı yazması, diğer hayvanlara üstünlük sağlaması, pek çok makinayı icat edebilmesi, fikir ve irade sahibi olması, ilâhî tekliflerle mükellef olması gibi meziyetlerdir, bk. Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (ö. 685/1288), Erıvâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te'vîl, Beyrut, ts. (Beydâvî, Envâuru't-Tenzîl) IV/55; İbn-i Kesîr Tefsir, 111/51.
[60] Meryem: 19/67.
[61] Dehr: 76/1.
[62] Bakara: 2/30; A’râf: 7/172.
[63] Bakara: 2/30.
[64] Bu kelimeler (Araf: 7/23) âyetinde belirtilmiştir:”(Hz. Havva ile beraber Hz. Adam) dediler; Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakak ziyana uğrayanlardan oluruz.)” Bunlarla beraber tefsirlerde şu açıklamalar da geçmektedir. Hz. Adem: Yâ Rab, sen beni elinle yaratmadın mı? Bana ruhundan üflemedin mi? Rahmetin gazabından önce geldiğini söylemedin mi? (Kendisine evet denildi.) Hz.Adem devamla, Yâ Rab eğer tevbe edersem beni tekrar cennete döndürürmüsün? diye sordu. Allah da evet karşılığını verdi. Ve Hz. Adem'in şu duayı da okuduğu ilave edilmiştir
(Hamdinle, bütün nimetlerine karşı şükürle seni her türlü noksanlıklardan tenzih eder, teşbih ederim. Senin ismin ne mübarek ve sânın ne yücedir. Senden başka hiç bir ilah yoktur. Ben günah işlemekle nefsime zulmettim. Beni bağışla. Günahları ancak sen bağışlarsın.) bk. Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli Ayi'l-Kur'an (fî Te'vîli '1-Kur'ân), Beyrut 1412/1992, (Taberî Câmi'u'l-Beyan) c.I,s.280; Ebu'l-Kâsım Carullâh Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvil fi Vücûhi't-Te'vîl, Dâru'l-Fikir, trhs., c.I, s.274 (Zemahşerî, Keşşaf}; Ebu Abdillâh Muhammed b.Ömer Fahreddin er-Râzî Mefâtîhu'1-Gayb (et-Tefsîru'l-Kebîr), Beyrut 1414/1993, c.III, s.21. (Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb) Ebu'1-Fidâ İsmail İmadü'd-din b. Ömer İbn Kesir, Tefsîru'1-Kur'ân'ii-Azîm, Beyrut, 1405/1985 (İbn-İ Kesir, Tefsir) 1/81
[65] Bakara: 2/35, 36, 37.
[66] Bakara: 2/38.
[67] Hepinizden maksat Hz. Adem, eşi ve zürriyeti, oradan maksat da cennet, inilecek yer ise yeryüzüdür., (Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), Câmi'u'l-Beyân, an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1412/1992, 1/284; Ebu'1-Fidâ İsmail İmadüddin b. Ömer İbn-i Kesir (ö. 774/1372), Tefsîru'l-Kur'âni'l Azîm, Beyrut, 1405/1985,1/82.
[68] Taberî, Câmi'u'l-Beyan c.I, s.284; Zemahşerî, Keşşaf c.I, s.275; Râzî, Mefâtîhu'l- Ğayb c.II, s.29.
[69] Bakara: 2/38.
[70] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 11-15.
[71] Bk. Enam: 6/63, 64.
[72] Abdurrezzak Nevfel, Allah ve Modern îlim.Çev. Akif Nuri Karcıoğlu, İst. 1974, s.108,109.
[73] Suat Yıldırım, a.g.e, s.5
[74] Yûnus: 10/22.
[75] Rûm: 30/33.
[76] Lokman: 31/32.
[77] Sadık Kılıç, Fıtrat in Dirilişi, İst. 1991, s.28.
[78] En'âm: 6/63.
[79] Mevdudî, Tefhimü'l -Kur'ân (Çev: Muhammed Han Kayanı, Yusuf Karaca, Nazife Şişman, İsmail Bosnalı, Ali Ünal, Hamdi Aktaş), İst. 1996,1/549; M. Asım Koksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, İst. 1978, VII/317. Ayrıca bk. Hâkim, Müstedrek III/241; İbn-i Esîr, Üsdülgâbe IV/71.
[80] Bk. Bakara: 2/21; Nisa: 4/36, Mâide: 5/72; A'râf: 7/59, 65, 73, 85; Hud: 11/50, 61, 84v.d.
[81] Abdurrezzak Nevfel, Allah ve Modem İlim (çev. Akif Nuri Karcıoğlu) 1974, İst., s. 107-109.
[82] Ahmed Hamdi Akseki, İslâm Dîni, 1972, Ankara, s.62.
[83] bk. A'râf: 7/185, Yûnus: 10/101; Kaf: 50/6,7,8.
[84] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk Dersleri, 1968, İst., s.281.
[85] Çalışmamızın “İbâdet ve Duâ İlişkisi” bölümünde bu konu elbette daha geniş olarak ele alınacaktır.
[86] Yasîn 36/22.
[87] Dört Rükün, Ebu'l-Hasan En-Nedvî, (tere. İsmet Ersöz), 1969, Konya, s. 9-11.
[88] Rum: 30/27.
[89] Kerem'in manası, inkâr ve İsyan edene hemen cezasını vermeyen ve nimetini de kesmeyip devam ettiren, tevbe eden günahkârın da günahını silip bir de artı sevap veren demektir, bk. Taberî, Câmiu'l-Beyan IX/525; Zemahşeri, Keşşaf, III/149, IV/227; Razi, Mefâtihu'1-Ğayb 111/26, XXIV7200, XXXl/79
[90] İnfitar: 82/6-8.
[91] Şuarâ: 26768.
[92] bk. Mâide: 5/76; Enam: 6/71; Yûnus: 10/18; Enbiyâ: 21/66; Hac: 22/73; Furkân: 25/55.
[93] Ahzâb: 33/51; Muhammed: 47/19.
[94] Şuarâ: 26/69-82.
[95] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 15-20.
[96] Izutsu Toshihiko (ö. 1414/1993), Kur'ân'da Allah ve İnsan (çev. Süleyman Ateş} İst. 1996, s.5 (Mütercimin önsözü).
[97] Izutsu Toshihiko, Kur'ân'da Aüâh ve insan , a.g.e., s.69
[98] bk. Bakara: 2/19; Âl-i İmran: 3/120; Nisa: 4/108,126; Enfal: 8/47; İsrâ: 17/60; Fussilet: 41/54; Talak: 65/12; Büruc: 85/20.
[99] Allah'ın vasfı olarak: “Olmuş olanı, olmakta olanı, ve gelecekte olacak şeyleri bilen, Kendisine kâinattan hiçbir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük-büyük, zahir-batın her şeyi kuşatan” tarzında tarif olunur, {bk. Suad Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, İst.,1997, s.145)
[100] bk. Bakara: 2/19; Âl-i İmran: 3/120; Enfal: 8/47; Fussilet: 41/54
[101] bk. En'âm: 6/73; Ra'd: 13/9; Mü'minûn: 23/92; Zümer: 39/46.
[102] bk. Bakara: 2/33; Mâide: 5/99; En'âm: 6/3; İbrahim: 14/38; Nahl: 16/19; Neml: 27/25. Allah'ın İsimleri, sıfatlan ve Kur'ân-ı Kerîm'de ulûhiyyetin nasıl tanıtıldığı konusunda daha fazla bilgi için bk. Suad Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ı nasıl tanıtıyor?
[103] Hucurât: 49/18.
[104] En'âm: 6/59.
[105] Hadîd: 57/4.
[106] Enbiyâ: 21/4.
[107] Yûnus: 10/61.
[108] Suad Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, s.145:
[109] Yunus Vehbi Yavuz, İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, 1994 ,İst., s.95.
[110] Yunus Vehbi Yavuz, Çalışma Hayatı ve İslâm, 1992, İst, s.263.
[111] Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 04-07-1999 s.2, sütunl.
[112] Ali Akpınar, Kur'ân Niçin ve Nasıl Okunmalı, 1998, Konya, s.7.
[113] Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, (çev. Kemal Kuşçu) İst. 1976.S.45.
[114] bk. Âl-i İmrân: 3/103.
[115] Müslim, F. Sahabe 37; Tirmizi, Menâkıb 31; Dârimî, F. Kur'ân 1; Ahmed ibn Hanbei3/14, 17, 26, 59; 5/182.
[116] Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde adı geçen konularla ilgili âyetler verilecek ve açıklamalar yapılacaktır.
[117] Teğabün: 64/11; “Kalbine hidayet verir”den maksat: Allah o kimsenin kalbini, emrine teslim olmaya, kazasına rıza göstermeye muvaffak kılar. bk. Taberî, Câmiulİ-Beyan XI1/115; Yahut; kalbini yumuşatır ve genişletir de o sayede kişi itaat ve hayır işlemeyi artınr. bk. Zemahşeri, Keşşaf, İV/115. Yahutta; yakîne ve stdka erdirir, bk. İbn-i Kesir, Tefsir IV/375.
[118] Kehf: 18/13
[119] Mücâdele: 58/22. “Kalplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir”den maksatlarını kuvvetlendirmiş, kalplerine yerleştirmiş, imanlarını mutluluk ve basiret ile süslemiştir. Katından bîr ruh ile yani kalplerine hayat veren İlâhi bir İrfan nuru ile yahut Kur'ân'la kuvvetlendirmiştir, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyan XII/26; Zemahşeri, Keşşaf IV/78; İbn-i Kesir, Tefsir IV/329; Ebu's-Su'ûd, İrşadu'1-Aklı's-Selim VII1/224; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 7/4805.
[120] Hucurât: 49/7
[121] Hadid: 57/4
[122] Kaf: 50/16.
[123] Tâhâ: 20/14.
[124] Bakara: 2/198.
[125] Mehmet Bayraktar, İslâm İbadet Fenomonolojisi, Ankara 1987,s.lO
[126] Bakara: 2/152.
[127] Ankebut: 29/45. Yani Allah'ı zikretmek, gerek namazda, gerekse namaz haricinde Allah'ı tekbir, teşbih, tahmid ve Kur'ân okumak ile zikretmektir. Bu da en büyük ibadettir. (Taberi, Câmi'u'l-Beyân, X/145-148; Râzî, Mefâtihu'l-Ğaygb, XXV/75; İbn-i Kesîr, Tefsîr, HI/414,415.
[128] Ra'd: 13/28.
[129] Bakara: 2/257.
[130] Yûnus: 10/62.
[131] İbrahim: 14/34; Nahl: 16/18.
[132] Misal olarak: İbrahim: 14/34; Nahl: 16/18; Rahman: 55/10-78, ve ayrıca bk. bu âyetlerin değişik tefsirlerden nakiller yapılarak genişçe bir açıklaması verilmiş olan İbn-i Kesîr Tercemesi “Hadislerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri (çev. Bekir Karlığa, Bedreddin Çetiner)”, İst. 1991, VIII/4339; IX/4470; X!V/7624.
[133] bk. Lokman: 31/20; Nebe': 78/12.
[134] bk. İbrahim: 14/33.
[135] bk. En'âm: 6/96; Yûnus: 10/67.
[136] bk. İbrahim: 14/33; Nahl: 16/12; Yûnus: 10/67.
[137] bk. Hâc: 22/65.
[138] bk. Nahl: 16/5, 14.
[139] bk. İbrahim: 14/32.
[140] bk. Nebe': 78/7.
[141] bk. Hadîd: 57/25.
[142] bk. Tâhâ: 20/53; Abese: 80/25-32
[143] bk. Abese: 80/25-32
[144] bk. Mâide: 5/1; En'âm: 6/142; Nahl: 16/5,66; Şuarâ: 26/133; Yâsîn: 36/71; Mü'min: 40/79; Zuhruf: 43/12.
[145] bk. Nahl: 16/78; Mü'minûn: 23/78; Secde: 32/9; Mülk: 67/23; İnfitâr: 82/7.
[146] bk. Nahl: 16/78; Mü'minûn: 23/78; Secde: 32/9; Mülk: 67/23.
[147] bk. Al-i İmrân: 3/164: Andolsun ki, Allah, mü'minlere büyük lutûfta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini yücelten ve kendilerine Kitâb ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. Enbiyâ: 21/107,
[148] bk. Mâide: 5/3: “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İsîâmı (verip ondan) hoşnut oldum.” Bu âyetin açıklanmasında Fahreddin Er-Râzî: “İslâm nimetinden daha tam ve mükemmel başka bir nimet yoktur” der. bk: Mefâtîhu'1-Ğayb, XI /142.
[149] bk. Bakara: 2/2; İsrâ: 17/9,82.
[150] bk. Zümer: 39/22; Teğabün: 64/11; Mücâdele: 58/22, Hucurât: 49/7.
[151] bk. Hac: 22/5.
[152] bk. Nahl: 16/70.
[153] bk. Şuarâ: 26/80.
[154] Bakara: 2/21, Nisa: 4/1, En'âm: 6/2, A'râf: 7/189.
[155] Bakara: 2/21,49,76,105,139,178, Lokman: 31/33, Fâtır: 35/13.
[156] Enfâl: 8/40, Âli İmrân: 3/150.
[157] Enfâl: 8/24: “Allah mümin ile küfr arasına, kâfir ile iman arasına girerek müminin inkârına, kâfirin de imanına mâni olur” demektir. Bu görüş İbn Abbâs (ö. 68/687), Saîd b. Cübeyr (ö. 95/713) ve Dehhâk (ö. 105/723) gibi âlimlere nisbet edilmiştir, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân IX/283-285; Mâverdi (450/1058), en-Nüket ve'1-uyûn, Tefsîru'l-Mâverdî, Beyrut 1992, 11/308-309; İbn Kesir, Tefsir, 111/575. Râzî'nin (ö. 606/1209) konuyla ilgili açıklamaları da onun bu görüşü paylaştığı izlenimini vermektedir, bk. Râzî, Mefâtihu'1-Gayb XV/119. “Allah kişi ile kalbi arasına girer” âyetinin bir manası da Allah kişi ile aklı arasına girer de kişi hiçbir şey anlamaz olur demektir, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, IX/286; Mâverdî, a.g.e. II, 309; İbn Kesir, a.g.e, 3/575. Yahut Allah kişi ile kalbi arasına girebildiği için, insan O'nun izni ve irâdesi olmadan iman ya da inkâra kadir olmaz, demektir, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, IX/286; Mâverdî, a.g.e. II, 309; İbn Kesir, a.g.e, 3/575. Yahut Allah kuluna yakındır. Hem öyle yakındır ki kişi ile onun özünü oluşturan kalbi arasına girer. Bu anlayış “Biz o insana şah damarından daha yakınız.” âyetine de uygun düşmektedir, bk. Beyzâvî, Envâru't-tenzil, 111/28; Âlûsî, Ebu's-Senâ Şihâbuddin Mahmud (el-ÂIûsî) ,(ö. 1270/1853), Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'1-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Beyrut, 1414/1994, K/191.
[158] Hadîd: 57/3.
[159] Mülk: 67/14.
[160] Nahl: 16/78.
[161] Mü'minûn: 23/78, Secde: 32/9.
[162] Yâsîn: 36/66.
[163] Ahzâb: 33/64, 65.
[164] Ârâf: 7/179
[165] Furkân: 25/44. Bu gibi kimseler, akıllarına ve kendilerine ulaşan İlâhî tebliğe uymayıp sırf hissiyatlanna göre hareket etmeleri bakımından hayvanlara benzetilmiş, hayvanların hareketlerinin kendilerine verilen güç ve kabiliyetler yaratılış amaçlanna uygun olmasına karşılık böyle kimselerin davranişlarının bu özellikten yoksun bulunmasından ötürü de onlardan gidişçe daha sapık oldukları belirtilmiştir. Bk. Kur'ân'ı Kerîm Ve Türkçe Açıklamalı Meali, Ali Özek, Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadreddin Gümüş, 1993, Ankara, s.363.
[166] A'râf: 7/43.
[167] Beyyine: 98/8.
[168] Mâide: 5/119.
[169] Bakara: 2/2-5, 185; İsra: 17/9,82.
[170] Bakara: 2/5; Âl-i İmrân: 3/104; Araf: 7/157; Teybe: 9/88; Nûr: 24/51; Kasas: 28/67; Rum: 30/38; Lokman: 31/5; Mücadele: 58/22; Haşr: 59/9; Teğabün: 64/16. Not: Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde bu hususlara genişçe yer verilecektir.
[171] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 20-29.
[172] bk. Alâeddin Ali b. Muhammed, (Hâzin) (ö. 550/1155} Lübâbü't-Te'vîl Fî Meâni't-Tenzîl, Beyrut, ts. (Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl), IV/362; Abdullah b. Ömer et-Beydâvî (ö. 685/1288) (Beydâvî, Envâru't-Tenzîl) IV/362.
[173] Mü'minün: 23/115.
[174] Sâd: 38/27.
[175] Bakara: 2/29; Lokman: 31/20.
[176] Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavaramı, İst.1995, s.146, Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 30.
[177] Halîfe ( um ) HLF.( ou ) kökünden türemiş bir kelime olup aslı halîftir. “ta” sı mübalağa içindir. Manası: Başkasının arkasından gelen ve onun yerine geçen vekil demektir. Çoğulu hülefâ ve halâif gelir. “Hilâfet” (asu) de aynı kökten gelen bir mastardır, bk. Râğıb,el-Müfredat s.294; İbn Manzûr, Lisanu'ul 'Arab, Beyrut 1414/1994, c.IX, s. 83 (İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab); Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İst. 1305, c.III, s. 575 (Asım Efendi.Kamûs tercemesi) İnsanın yeryüzünde Allah'ın halîfesi olması, elbette, Allah'tan sonra gelip, O'nun yerine geçmesi şeklinde düşünülemez, Ancak, Allah adına yeryüzünde hareket edecek, O'nun emirlerini uygulayacak, Hakk'ı ikâme edecek ve Allah adına tasarrufta bulunacak kimse manasında düşünülebilir. Nitekim aşağıdaki âyette bu manada kullanılmıştır. “Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe kıldık. İnsanlar arasında hak ile hükmet, keyf(in)e uyma, sonra seni Allah'ın yolundan saptırır.” (Sa'd: 38/26.) Aynca Hz. Adem ve zürriyeti, Allah'ın emir ve hükümlerini uygulamada, O'na vekalet ettiği ve birbirlerinin ardından gelip, birbirlerine halef olduklanndan dolayı halîfe diye isimlendirilmiştir, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 1/238,239; Zemahşerî, Keşşaf, I, 271; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl c. I, s. 98; İbn-i Kesir, Tesfîr, 1/69. Ebu's-Su'ûd Muhammed b. Muhammed el-I'mâdî, İrşâdu'l-Aklı's-Şelîm ilâ Mezâyâ'l-Kur'âni'l-Kerîm, Beyrut 1414/1994, c. I, s.81 (Ebu's-Su'ûd İrşâdu Aklı's-Selîm; Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili 1/299.)
[178] Bakara: 2/30.
[179] Şerafeddin Gölcük, Kur'ân ve İnsan, Konya 1996, s.13.
[180] En'âm: 6/165.
[181] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/299; Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor? s.74.
[182] Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ı Nasıl Tanıtıyor?, s.74.
[183] Ahzâb: 33/72.
[184] Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, V/142; İbn-i Kesîr, Tefsir 11/522.
[185] Veli Ulutürk, Kur'ân-i Kerîm Allah'ı Nasıl Tanıtıyor?, s.75.
[186] En'âm: 6/165.
[187] Mülk: 67/2.
[188] Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm Allah'ı Nasıl Tanıtıyor?, s.43
[189] bk. M.Sait Şimşek, Yaratılış Olayı, İst. 1998, s.24.
[190] M. Sait Şimşek, a.g.e., s. 121.
[191] Seyyid Kutub, (ö. 1966) Fî Zılâli'l-Kur'ân, Beyrut, 1405/1985, XIV/76.
[192] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 30-33.
[193] Zariyât: 51/56-58.
[194] Taberî, Câmiul-Beyân XI/476.
[195] Lokman: 31/25.
[196] İbn-i Kesîr, Tefsîr, 4/238
[197] Mevdûdî (ö.1979) Tefhîmu'l-Kur'ân (çev. Heyet) V/521.
[198] Râzî, Mefttîhu'l-Ğayb, XXVIII, 235.
[199] Ebu's-Su'ud, İrsâdu'1-Aklı's-Selm, VIII, 145.
[200] Ebu's-Senâ Şihâbuddin Mahmud (el-Alûsî), Ruhu'I-Meân fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Beyrut 1414/1994, c.XXVII, s.33-39.(Âlûsî,Rhu'l-Meânî)
[201] Mecâz-ı Mürsel, Alakası müşabehet olmayan mecazlardır, bk. el-Belâğatü'l-Vâdıha, Mısır, 1381/1961, s.110; Ahmed Kabaklı, Türk Edebiyat, İst. 1967, 1/140. Burada, sebeb-sonuç alâkası olarak ibâdet, marifete sebep olmuş, oluyor.
[202] Â.Û.s.age, XXVII, 33-39
[203] Meryem: 19/96.
[204] Bakara: 2/257.
[205] İbnü'l-Arabî bk. Süleyman Uludağ, Aşk, D.İ.A. IV/13.
[206] Furkân: 25/43, Câsiye: 45/23.
[207] Yâsîn: 36/60, Nahl: 16/36.
[208] Tağut: Hakkı tanımayan her azgın insan ve Allah'tan gayri tapılan her şey. (Râğıp.el-Müfredât, 520, 521) Yahut Allah'a isyan edip de zor kullanarak veya karşı tarafı, Allah'ı bıraktırıp kendisine itaatle kulluk ettiren demektir. Bu kendisine kulluk edilen, insan, şeytan, put, totem veya herhangi bir şey olabilir. Bir kimse zulmettiği ve haddi aştığı zaman onun hakkında azdı, tuğyan etti denir. Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü yönetim, otorite veyahut her türlü başkanlık yahut kumandanlıktır. Allah'ın mülkün de onun hükmünü yerine getirir, kullarını zorla, aldatmakla yahut, kötü ve bozuk öğretim gibi yollarla kendine itaate mecbur eder. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması şüphesiz Tağut için bir itaattir. (Ebu'1-Alâ Mevdûdî (ö. 1976), Kur'ân'a Göre Dört Terim (çev. Osman Cilacı-İsmail Kaya), İst. 1991, s. 86-87)
[209] Mâide: 5/60.
[210] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, İst., 1389, c.lX, s,179.(Bursevî, Rûhu'l-Beyân)
[211] Fatiha: 1/5.
[212] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 33-36.
[213] Ra'd: 13/16: “De ki: Her şeyin yaratıcısı Allah'tır.”
[214] bk. Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu'cem, bu maddesi. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 36.
[215] Nuh: 71/14.
[216] bk. Dehr: 76/1:”İnsanın üzerinden henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bîr süre geçmedi mi?”
[217] bk. Bu tez. “İnsanın İbadet İçin Yaratılması” s. 29.
[218] bk. Âl-i İmrân: 3/59: “Allah onu topraktan yarattı.” Ayrıca bk. Kehf: 18/37; Hac: 22/5; Rum: 30/20; Fâtır: 35/11; Mü'min: 40/67.
[219] Furkan: 25/54; “Ve O, sudan bir İnsan yarattı.”
[220] Çamur, su karışmış toprak demektir, bk. Rağıb, Müfredat, s. 533.
[221] bk. En'am: 6/2: “O, sizi çamurdan yarattı.” Aynca bk. A'râf: 7/12; İsrâ: 17/61; Secde: 32/7; Sâd: 38/71,76.
[222] Mü'minûn: 23/12: “Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden yarattık.” Ayette geçen kelimesi çıkarılmış, süzülmüş “öz”, bulanıklıktan süzülmüş “öz” demektir. Bk. Taberî, Câmt'u'l-Beyân, IX/202; Rağıb, Müfredat, s. 418; Zemahşerî, Keşşaf, 111/27; Râzî, XIII/85.
[223] bk. Hicr: 15/26: “Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. “Ayette geçen kelimeleri hakkında: Kokmuş, kararmış çamur, ise değişmiş manasına geldiği açıklanmıştır, bk. Rağıb, Müfredat, s. 259,429. Yahut kokuşmuş güçsüz çamur, pürüssüz çamur manasınadır, bk. Taberî, Câmİ'u'l-Beyân VII/512; İbn-ı Kesir, Tefsir, 11/550 Kanaatimizce çamurdan süzülen pürüssüz bir öz kendisine mahsus bir koku kazanarak yapışkan, cıvık bir hal a”ıyor. Sâffât: 37/11: "Biz kendilerini yapışkan ^ bir çamurdan yarattık.” Ayrıca bk. Hicr: 15/28, 33.
[224] Hicr: 15/28; “Bir zaman Rabb'in meleklere Ben kupkuru çamurdan, sûretlenmiş bir (bk. Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm, s. 263; Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Açıklamak Meali, s. 262.) balçıktan bir insan yaratacağım demişti.”
[225] Rahman: 55/14: “İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı.” Çömlek manasınadır, bk. Rağıb, Müfredat, s. 627, Yani çömlek gibi pişirilmiş manasınadır, bk. Taberî XI/583; İbn-i Kesîr IV/271; Zemahşerî, Keşşaf IV/45 günümüzde “meal” yazanlar pişirilmiş manasında “kiremit gibi pişirilmiş” ifadesini kullanmışlardır. Bu merhalelerin sırası ile ilgili olarak ayrıca bk. Râzî, Mefâühu'1-Ğayb VII/84.
[226] Hicr 15/29: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ruhumdan üflediğim zaman (meleklere) hemen ona secdeye kapanın demiştim.”
[227] Müslim, Birr, 31 (Hadis no: 2611)
[228] Hadisde geçen bir avuç'tan maksat, avucun tarnamiyle alınmış olandır. bk. el-Azîmâbâdî, Avnu'l-Ma'bûd Şerhu Sünen-i Ebî Dâvud (Zabt ve Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman) Medine, 1389/1969 (1-14), XII/454. K. Sünnet Hd. No: Asıl metinde 4693, şerhte 4668; İmam Mecdüddîn, İbn el-Esîr (ö. H. 606) Ebi's-Seâdâti'l-Mübarek b. Muhammed El-Cezerî, En-Nihaye fî Garîbi'l-Hadîs ve'1-Eser (Tah. Mahmud Muhammed Et-Tanahî) Mısır, 1383/1963 IV/6 (1-5). Kanaatimizce Allah Teâla'nın bir avuç avuçlamasının keyfiyeti meçhul kalmıştır. Sarihler bu konuda açıklama yapmamışlardır. Avuçlamak elle olan bir iştir, “el” kavramı ise Allah Teâlâ için bir sıfattır. Ve müteşâbih âyetlerdendir. Keyfiyeti meçhuldür.bk. Celâleddin Abdurrahman Es-Suyutî (ö. 911) El-İtkân Fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1407/1987, 1/654. “Bir avuç alma” ta'biri insanlara da isnat edilmiştir, bk. Tâhâ 20/96.
[229] Ebû Dâvûd, Sünnet, 16 (Had. No: 4693); Tirmizî, Tefsir, 2 (Had. No: 2955); İbn Hanbel, Müsned IV/400.
[230] Thomas Peter Bennet ve Earl Friden, Biyokimyada Modern Konular, çev. Altan Günaip, İst. 1973, s. 5-10. bk. Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerim'de Yaratma Kavramı, s. 133.
[231] Veli Uiutürk, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavramı s.133.
[232] Allah ve'1-İlmu'l-Hadîs, s.180, bk. Seyyid Kutub, Fî zilâl, çev:Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İst. 1991, IX/483; Maurice Bucaille, İnsanın Kökeni Nedir? çev. Ali Ünal, İst. 1984, s.236, 237; Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavramı, s.133.
[233] Secde: 32/9: “Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı.” Ruh üfleninceye kadar insanı bir madde ve üçüncü şahıs olarak anlatan ayet, ruh üflendikden sonra derhal onu söz anlayan varlık yapıyor ve muhatap (ikinci şahıs) olarak ona hitâbediyor. Yani insanın ancak ruh üflendikden sonra hitâbedilmeye lâyık, değerli bir varlık olduğuna işaret ediyor, bk. Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb XXV/175; Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, s. 414.
[234] İbrahim: 14/34.
[235] Hicr: 15/29.
[236] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XIX, 191.
[237] Zemahşerî, Keşşaf, II, 390.
[238] İsra: 17/85.
[239] Elmalık Muhammed Hamdı Yaar, Hak Dini Kur'an Dili, İst. 1960, V, 3O62.(Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili)
[240] Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsîri, İst. 1989, V, 67.(Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsîri)
[241] İsrâ: 17/85.
[242] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3200.
[243] “O halde ben onun yaratılışını bitirdiğimde” (Hicr 15/29): ayetiyle kastedilendir
[244] Hicr: 15/29.
[245] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXI, 37-45.
[246] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsîri, V, 246.
[247] İsrâ: 17/70.
[248] Râzî,Mefâtîhu'l Gayb, XXI, 13,15,16,17.
[249] Zemahşerî, Keşşaf, I!, 458.
[250] Buhârî, Rikâk 38.
[251] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 37-42.
[252] Adem'in çocukları dünyaya gelirken her seferinde biri erkek ve diğeri de kız olmak üzere ikiz olarak doğardı. Allah Teâlâ, zaruret hali mevcut olduğu için bir batındaki kızla diğer batındaki erkeğin evlenmesini emretmişti. Böyle devam ederken Kabil kendisiyle beraber bir batında doğan kız daha güzel olduğu için onunla evlenmek istedi. Halbuki o kızla Habil'in evlenmesi gerekiyordu. Babaları Adem, kendisiyle beraber bir batında doğan kızla evlenmek isteyen Kabil'e bunun haram olduğunu söylediyse de kabul ettiremedi. Nihayet Kabil ile Habil birer kurban sundular. Bundan sonrası (Mâide: 5/27-30} âyetinde anlatılanlar gibi oldu. (bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân IV/529; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/41,42) Âyetler şöyle ki:Onlara iki Adem oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani her biri birer kurban sunmuşlardır, (kurban) birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen, kabul edilene): Seni öldüreceğim, demişti.. (O da); Allah sadece (azabından) korunanlardan kabul eder, dedi. Andolsun eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin Rabinden korkarım! Ben isterim ki sen, benim günâhımı da, senin günâhını da yüklenip ateş halkından olasın! Zâlimlerin cezası budur. Nefsi, onu kardeşini öldürmeye çağırdı, (o da nefsine uyarak) onu Öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu. (Mâide: 5/27-30)
[253] Nisa: 4/1.
[254] Taberî, Cami'u'l-Beyân III/565-566; Zemahşeri, Keşşaf 1/492; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl U/2; İbn-i Kesîr, Tefsîr 1/448; Âlûsî IV/283-285.
[255] A'râf: 7/189.
[256] Nebe': 78/8: “Ve sizi çift çift yarattık.”
[257] Rum: 30/21: “O'nun âyetlerinden biri de, size, nefislerinizden, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”
[258] Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Ey mü'minier size kadınlar hakkında hayırlı olmanızı tavsiye ederim. Kadınlar (sol arka, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 11/566; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 1/448.) eğe (kaburga) kemiğinden yaratılmışlardır. Eğe kemiğinin en eğri tarafı üstüdür. Eğer sen eğeri kemiği doğrultmaya çalışırsan onu kırarsın. Kendi haline bırakırsan dâima eğri kalır.” Eğe kemiği ile ilgili şerhlerden yapılan nakillerin özeti kadın hışmının fıtratan asabı olduğu çok sinirlenerek eğrilik ve huysuzluk gösterdiği, onların bu durumununa karşı iyilik ve güzellikle yumuşak hareket etmek gerektiğinin anlaşılmasıdır. bk. Sahîh-i Buhârî, Muhatasan, Tecrîd-i Sahîh Tercemesi ve Şerhi, çev. Kâmil Miras, Ankara, 1972, DİB.Y. XI/305; Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, çev. Mehmet Sofuoğlu, İst. 1388/1969, IV/298,299. bk. Buhârî, Nikâh, 80; Müslim, Rıdâ', 61,62 (Had. No: 1468,1470); İbn-i Mâce, Taharet, 77; Dârimî, Nikâh, 35; Ahmed b. Hanbel, 5/8
[259] Hucurât: 49/13
[260] Veli Ulutürk, Kur'ân-ı Kerîm'de Yaratma Kavramı, s.137.
[261] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 42-44.
[262] Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık IH/1650; Meydan Larousse 11/409; Âdem Tatlı, Evrim İflâs Eden Teori, 1990, İst. s.13
[263] bk. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık 111/1650; Meydan Larousse 11/409; Âdem Tatlı, Evrim İflâs Eden Teori, 1990, İst. s.13
[264] bk. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık 111/1652; Meydan Larousse 11/409; Âdem Tatlı, Evrim İflâs Eden Teori, 1990, İst. s.13
[265] bk. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık IH/1649.
[266] bk. Dan Graves, Science of Faith: Forty Eight Biographies of Historic Scientists and Their Christian Faith, Grand Rapids, M!, Kregel Resources; “Danvinizm İlim Değildir”, bk. Science, philosophy, And Religion: A Symposium, 1941, CH. 13; j. De Vries, Essential of Physical Science, Wm. B. Eerdmans Pu. Co., Grand Rapids, SD 1958, s. 15; H. S. Lipson, A Physicst's View of Darwin's Theory, Evolutiona Trends in Plants, cilt 2, no.l, 1988, s. 6. Daha geniş bitgi için bk. Adem Tatlı, Evrim İflas Eden Teori, İst, 1990.
[267] bk. Adem Tatlı, a.g.e., s. 49; Haluk Nur Baki, İnsan Bilinmezi, İst. 1997, s. 18-24, Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, s.59.
[268] Adem Tatlı, a.g.e, s.49-52; Haluk Nur Baki, İnsan Bilinmezi, s. 68-71; Haluk Nur Baki, Evrendeki Mucize, İst. 1997, s. 33-35; Harun Yahya, Evrim Aldatmacası, s.12.
[269] Haluk Nur Baki, İnsan Bilinmezi, s. 47-50; Harun Yahya, a.g.e., s.13.
[270] Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids, Eerdmans, 1980, s.59
[271] Stephen Jay Gould, “Smith Woodward's FoIIy”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s.44.
[272] Kenneth Oakley, William Le Gros Clark & J.S, “Piltdown”, Meydan Larousse, CiltlO, s.133
[273] Stephen Jay Gould, “Simth Woodward's Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s.44.
[274] bk. Adem Tatlı, a.g.e., s. 40.
[275] Adem Tatlı, a.g.e., s. 41; HarunYahya, Evrim Aldatmacası, s. 56.
[276] Şişli N ve arkadaşları, Genel Biyoloji, M.E.B.Y. 1979, Ankara, s. 37; Adem Tatlı, a.g.e., s. 42.
[277] Harun Yahya, a.g.e, s. 13.
[278] Halûk Nurbakî, İnsan Bilinmezi, s. 21.
[279] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 44-50.
[280] Hucurat: 49/13.
[281] Dahr (İnsan) 76/1: “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?”
[282] Nuh: 71/14: “O sizi aşama aşama yarattı.”
[283] Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, X/183, 204, 211, 213. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 50.
[284] bk. Rağıb, Müfredat, s. 811; İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, K/335; Fîrûzâbâdî, Kamus, 1107. İnsan nutfeden mütevellittir. Nutfenin şekillenmesinde, meydana gelmesinde müessir gücün, ilâhî gücün dışında kendisinden düşünüldüğü takdirde bu nasıl mümkün olur? İnsan en güçlü çağında bile bir kılını değiştiremezken en zayıf halinde iken mi et, kan, kemik, organlar ve endamı gibi muazzam değişiklikleri meydana getirecek. Annesinden yeni doğan bir çocuğun ağzı ve burnu kapatılarak nefes alması engellense çocuk derhal ölür. Halbuki anne rahminde durarak bir yerde nefes almadan aylarca yaşamıştır.Annesinden doğduğunda varlıkların en zayıfı ve anlayıştan en uzak olanıdır.Bu durumda iken güçlülük çağına ermesi yaratıcı ve hakim olan Allah'ın insana bir İhsanıdır. (Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, IV/221)
[285] Târk: 86/ 5-7.
[286] “meni”, insanlann ve hayvanların kendisinden yaratıldığı, erkeğin erlik suyudur, bk. Rağıb, Müfredat, s. 779, İbn-i Manzur, Lisanu'!-Arab XV/293.
[287] Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri X/195.
[288] Kıyamet: 75/37.
[289] Dehr (İnsan): 76/2.
[290] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 50-51.
[291] Alâk yahut alâka Bu kelimelerin geçtiği ayetler; bk. Alâk: 96/2; Hac: 22/5; Mü'minûn: 23/12-14; Kıyamet: 75/36-39. Alâk yahut alâka , Bu kelimenin manası hakkında müfessirlerin genel kanaati kan pıhtısı yahut kırmızı et parçasıdır, bk. Taberî Câmi'u'l-Beyân XII/644; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 111/209; Râğıb, Müfredat, s. 579; Müfessirler, “alâka”yı kan pıhtısı diye terceme etmişlerdir. Ancak âyetin tefsiri ile ilgilenen tıp uzmanları, müfessirlerin bu görüşüne katılmıyorlar. Kuşkusuz konunun uzmanı olan doktorlar haklıdırlar. Çünkü: Bugün ana rahmine sokulan toplu iğne başı kadar küçük bir kamera sayesinde sperm hücresiyle yumurta hücresinin ana rahminde geçirdiği bütün aşamaları görüntülemek mümkün olmuştur. İşte bu görüntüler sayesindedir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerinde geçen alâka kelimesi ile fallop borusunda sperm hücresiyle, döllenmiş olan dişi yumurta hücresinin döllenmeden bir hafta sonra rahim duvanna asılıp gömülmesi (implanatation) durumunun kastedildiğini anlıyoruz. (Jan Longman, Medical Embryology, Baltimor, 4. Baskı; bk, Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri X/205.)
[292] Mü'minûn: 23/14.
[293] Alâk: 9672.
[294] Kıyamet: 75/38.
[295] Mudga, et parçası demektir, bk. Rağıb, Müfredat, s. 770; İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, VIII/451; Fîrûzâbâdî, Kamus, s. 1018.
[296] Mü'minûn: 23/12-14.
[297] Âl-i İmrân: 3/6.
[298] Mü'min: 40/64; Teğâbün: 64/3.
[299] Bu üç karanlık cenini saran zar, bu zarın içinde bulunduğu rahim ve rahmi içinde bulunduran kann üç karanlık olarak tefsir edilir. Embriyoloji'de bunlara: l)Abdominal wal, 2)Utenne wal, 3)Amnİochroni membrane denmektedir. Allah'ın kudreti küçük hücreyi bu karanlıklar içinde çoğaltır, geliştirir, insan şekline sokar ve sonra ona düşünce ve hareket kabiliyeti, duyma, işitme, görme, koku alma vs. yetenekleri verir. Sonra onu bağımsız bir varlık olarak dışarıya çıkanr. bk. Süleyman Ateş,Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri. VII/530. Bu dokular ısı, ışık ve su geçirmez zarlarla sarılmıştır. Kur'ân ışık geçirmez bu perdelere zulmet diyor. bk. Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s.458.
[300] Zümer: 39/6:
[301] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 52-53.
[302] Mudğa, et parçası demektir, bk. Rağıb, Müfredat, s. 770; İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, VIII/451; Fîrûzâbâdî, Kamus, s. 1018.
[303] Sizin her birinizin yaratılışı başlangıçta, ana ve baba maddeleri 40 gün ananın karnında toplanır. Sonra o maddeler 40 gün içinde alaka olur. Sonra alaka 40. 9’ün içinde mudğa olur. Sonra kendisine “ruh” üflenir. bk.Buhârî, Enbiya, 1, Bed'ü'l-halk, 6, Libas, 97, Tevhîd, 28; Müslim, Libas, 100; Tirmizî, Kader, 4, „ Libas, 18; Neseî, ziynet, 113; Ahmed b. Hanbel 1/241,350,360,382.
[304] Secde: 32/9 Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 53.
[305] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 53.
[306] Kendisine ruhun üflenmesi kastedilmiştir. bk.Taberî, Câmi'u'l-Beyân IX/204; İbn-iKesîr, Tefsîr 111/241.
[307] Mü'minûn: 23/14.
[308] Maurice Bucaille, İnsanın Kökeni Nedir? çev. Ali Ünal, İst. 1984 s.253,254; Maurice Bucaille, Müsbet İlim Yönünden, Tevrat, indiler ve Kur'ân, çev. Mehmet Ali Sönmez, Ankara, 1991, s.329. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 54.
[309] Küçük nesneye denir. Genelde annesinden yeni doğan bebek manasınadır, bk. Rağıb, Müfredat, s. 521; Fîrûzâbâdî, Kamus, s. 1326; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 111/1418.
[310] Âl-i İmran: 3/6: Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) der ki; İnsan yüzünün alanı bir karıştır. Yüzde bulunan uzuvlar, kaşlar, gözler, burun ve ağız, hepsinin de yerleri hiç değişmez. Buna rağmen birbirinin aynısı iki kimse göremezsin. Bu küçücük alanda sınırsız olan bu yaratılışları meydana getiren hikmet ve kudret ne muazzamdır. (Râzî, Mefâtihu'l Ğayb, İV/221).
[311] Hac: 22/5
[312] Abese: 80/20. Yani annesinin karnından çıkışını kolaylaştırırız, bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XH/447; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV/472.
[313] Nahl: 16/78; Mü'minûn 23/78.
[314] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, İst, 1976, 1/48,49; Halûk Nurbaki, İnsan Bilinmezi, İst, 1997, s. 64,65.
[315] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 1/173.
[316] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, 1/50; Halûk Nurbaki, İnsan Bilinmezi, s. 671.
[317] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, 1/54; Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, İst, 1987, s. 447.
[318] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, 1/38; Paul Davies, Tanı ve Yeni Fizik, çev. Murat Temelli, İm Yayın Tasarım Yaşam Kitapları-1, İst, 1995, s. 180-181.
[319] R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9.
[320] Kari Pribram, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritiof Capra, Holografik Evren I, çev: Ali Çakıroğlu, Kuraldışı Yayınları, İst.: 1996, s.37.
[321] Kayyûm, zeval bulmayan daim, herşeyin hıfz ve himaye, rızık, tedbîr ve tasrifini istediği şekilde tağyir ve tebdil, noksan ve ziyade ile deruhte eden, idare eden demektir. El-Kayyûm sıfatının açıklaması için bk. Suad Yıldırım, Kur'ân'da Ulûhiyyet, s. 214.
[322] Fâtır 35/41. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 54-59.
[323] Akılların kemale ermesi, hayatin en güçlü çağına ulaşılması, gençliğin ve güzelliğin olgunlaşmasıdır. bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân !X/3; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb XXI1I/1O; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 111/207.
[324] Hac: 22/5.
[325] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 59.
[326] Erzel-i Ömr, Ömrün rezillik çağı yani ihtiyarlıktır. Bu çağda gençlik çağı geçmiş, güç ve kuvvet zayıflamış. İhtiyarlık ve bunaklık başlamıştır. Tıpkı bebeklik çağında olduğu gibi. Nerde ise birşey bilmez, anlamaz ve hatırlamaz olmuştur. bk. Tabetî, Câmi'u'l-Beyân, Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XXIII/10; İbn-i Kesîr, Tefsir III/207.
[327] Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsisi, VI/9.
[328] Hac: 22/5.
[329] Rum: 30/54.
[330] Lokman: 31/28.
[331] Necm: 53/32.
[332] Râzî, Mefâöhu'1-Ğayb XXVIl/38. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 60.
[333] Müstakilleri bir araştırma konusu olacak kadar çok önemli ve geniş kapsamlı olan ve hepimizi yakından ilgilendiren bu hâdise hakkında çalışmamızın vüs'at'i nisbetinde bahsetmeyi uygun gördük, ölüm: Ruh sahiplerinin ölümü demek ruhun ondan ayrılması demektir. Ruh sahibi herkes ruhu cesedini terketmedikçe diridir. Ruh ve cesed birbirinden aynldıkları zaman dirilik o kimseden uzaklaşmış ve o kimse de ölü olmuş olur. Uzuvlarından birinin bedenden ayrılması gibi. Uzuvlardan biri kesilirse kesilen organ ölü olur, ama bedenin hayatiyeti devam eder. O kesilen kısımda ise ruh yoktur. Ve ölüdür, bk. Taberî Câmi'u'l-Beyan 1/225.
[334] bk. Mü'minûn: 23/12, 13,14; Mü'min: 40/67.
[335] Mü'minûn: 23/15.
[336] Mü'min: 40/68.
[337] Âl-i İmrân: 3/145.
[338] Âl-i İmrân: 3/185; Enbiyâ: 21/5; Ankebût: 29/57.
[339] Ebû Hâmid Muhammed Gazzalî, Kitâbu Kimyayı Saadet, çev. A. Faruk Meyan, İst.1976, s.70. Bacağı kesilen bir tanıdık anlatmıştı: Bacağım kesildi. Kesik bacağıma karşıdan bakıyordum. Bacak benim idi. Fakat benimle alakası kalmamıştı. Kendimde benlik bakımından bir eksiklik hissetmiyordum. Sanki, bacağımı kullanmak için irademi kullanıyordum fakat bacağım yoktu. Ve kullanacak bir şey yoktu.
[340] Mülk: 67/2.
[341] Nisa: 4/78.
[342] Ölüm ebedî ve gerçek hayata geçiş demektir, bk. Ankebut: 29/64: Bu dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur. Asıl yaşanacak yer orasıdır, keşke bilselerdi âyette de belirtildiği gibi ölüm, asıl hayata yol ve geçit verdiği için Allah'ın nimetlerinden büyük bir nimet sayılmıştır. (Beydâvî, Envâru't-Tenzîl 1/94)
[343] Abese: 80/17-22.
[344] Prof. Dr. Hasan Doğruyol, sözlü mülakat.
[345] Bakara: 2/156.
[346] Bakara: 2/28, 245, 231; Yûnus: 10/56; Hud: 11/34; Enbiyâ: 21/35; Kasas: 28/70.
[347] Â1-i İmrân: 3/55 ; Mâide: 5/48, 105; En'âm: 6/60.
[348] Fecr: 89/27.
[349] Bakara: 2/156.
[350] Râgıb, Müfredat, s. 781.
[351] Bakara: 2/154.
[352] Âl-i İmrân: 3/169.
[353] Âl-i İmrân: 3/169.
[354] Ebû Dâvûd Süleyman İbn el-Eş'as, Sünenu Ebi Dâvûd İst. 1992 111/33; Ebû'i-Hasen Ali İbn Ahmed el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbü'n-Nuzûl, Mısır 1968 s.73 ; Ebû'1-Fidâ İsmâîl İmâdü'd-Din İbn Ömer İbn Kesir, Tefsîru'i-Kur'âni'1-Azîm, Beyrut 1985 1/427; Celâlü'd- din Abdurrahmân es-Suyûtî, Lübâbü'n-Nükûl fî Esbâbi'n-Nuzûl Kahire ts. (celâleyn tefsirinin hâmiş'i) 1/87.
[355] Yâsîn: 36/13.
[356] Yâsîn: 36/25.
[357] İbn Kesir a.g.e, III/568
[358] Yâsîn: 36/26-27.
[359] Buhârî, K. Meğazî 8; Müslim, K.Cennet 77; İbn Hanbel, Müsned, 111/145, IV/29.
[360] Buhârî, K.Cenaiz 68; Nesâî, K.Cenâiz 108,109,110; Ebu Dâvûd K.Cenâiz 74, K. Sünne, 24; Ibn Hanbel, Müsned, 111/126; Kabir ahvali ile ilgili fazla bilgi için bakz: “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi”, Diyanet İ.B.Y.IV/496-505.
[361] İbn Hanbel, Müsned, 11/172.
[362] İbrâhîm: 14/27.
[363] İbn Kesir age, 11/531.
[364] Buhârî K.Rikâk 41; Müslim K.Zikr 14-17; Tirmizî K.Cenâiz 67;Nesâî K.Cenâiz 10; İbn Mâce K. Zühd 31; Dârimî K.Rikâk 43; İbn Hanbel, Müsned, 11/313,346,420
[365] Vâkıa: 56/83-85.
[366] Kıyamet: 75/26.
[367] Kıyamet: 75/27.
[368] Kıyâmet: 75/28.
[369] “Bacak da bacağa dolaşır” demek zahir manada ölmek üzere olan kimsenin, can çekişmesi esnasında yaptığı hareketlerin yanında başka manalar içerdiği de açıklanmıştır: “Dünyâ ve âhiret onun üzerine dolaşır, dünyâdan son gün âhirerten de İlk günün başladığı o sırada Allah'ın merhamet ettiklerinden başka herkes şiddet üzerine şiddetle karşılaşır. Yahut, büyük bir iş, büyük bir işe karışır, veya belâ belâya karışır demektir”, bk. Taberî Cami'u'I-Beyân, 12/348; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV/451.
[370] Kıyamet: 75/29,30.
[371] Allah'a îmândan sonra dosdoğru olanlarla ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e göre; Onlar imandan sonra Allah'a şirk koşmayanlardır. Hz. Ali (r.a.) ve İbn Abbas (r.a.) göre; Allah'a imandan sonra O'na şirk koşmadan itaat edip farzları eda edenlerdir. Taberî, Câmi'u'l-Beyân XI/107,108; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV/98,99.
[372] Fussilet: 41/30.
[373] Fussilet: 41/31,32. Meleklerin mü'minlere dost olmalarının anlamı şudur: Şeytânlar vesveselerle, batıl hayallerle insanları etkiledikleri gibi melekler de ilhamlariyle, yakînî mükâşefelerle, hakikî makamlarla insanları etkilerler. Meleklerin temiz, güzel ruh sahiplerine dost olmaları, mükâşefe ve müşahede erbabınca bilinen gerçeklerdendir, İşte melekler dostlarına diyorlar kî bu dostluk ve koruyuculuk, dünyâda olduğu gibi âhirette de sürecektir. Zira meleklerle o temiz insan ruhları arasındaki ilişkiler, ruh bedenden aynlmakla sona ermez, tersine güçlenir. Çünkü ruh cevheri melek türündendir. Ruhun melekle bağıntısı, ışığın güneşe, katrenin denize bağıntısı gibidir. Cismânî bağlar, melekle ruh arasına engel olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.): “Eğer şeytanlar, Adem oğullarınn kalblerine çöreklenmeseydi İnsanlar, göklerin melekûtuna bakarlardı” buyurmuştur. (Benzeri hadis, İbn Hanbel, Müsned, 2/363) Cismânî bağlar, bedensel yönetimler kalkınca perde de kalkar, eser müessirle, katre denizle, ışık güneşle birleşmiş olur. İşte: “Biz dünyâ hayâtında da âhirette de sizin dostlarınızız” sözünden gaye budur. (Râzî Mefâtîhu'1-Gayb, 27/123.)
[374] Enfâl: 8/50.
[375] Bu vurma olayının hem bedir ve emsali savaşlarda gerçekleştiği, hem de savaşın dışında inkarcılann ölümleri esnasında gerçekleşeceği açıklanmıştır. Hatta rivayete göre bir adam Rasûlullâh'a (s.a.v.), ben Ebu Cehlin sırtında kayış gibi bir iz gördüm, deyince, meleklerine darbesidir, buyurmuşlardır, bk. Taberî Câmi'u'l-Beyân VI/267; tbn-i Kesîr, Tefsir, 11/319. Ayrıca halk arasında dolaşan bazı rivayetlerde, çok zalim ve çok kötü olan kimselerin ölürken çok acı çektikleri, bedenlerinde sanki kamçı izi gibi kabarıkların buiunduğu söyle” Enfâl: 8/50.
[375] Bu vurma olayının hem bedir ve emsali savaşlarda gerçekleştiği, hem de savaşın dışında inkarcıların ölümleri esnasında gerçekleşeceği açıklanmıştır. Hatta rivayete göre bir adam Rasûlullâh'a (s.a.v.), ben Ebu Cehlin sırtında kayış gibi bir iz gördüm, deyince, meleklerine darbesidir, buyurmuşlardır, bk. Taberî Câmi'u'l-Beyân VI/267; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/319. Ayrıca halk arasında dolaşan bazı rivayetlerdendir.
[376] Muhammed: 47/27.
[377] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 61-68.
[378] Tâhâ: 20/50.
[379] Razı, Mefâtihu'1-Ğayb, XXII/65.
[380] Hicr: 15/29.
[381] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXlI/65.
[382] bk. İbn-İ Manzûr (ö. 711/1311), Lisânü'1-Arab XV/354; Fîrüzâbâdî, Ebû Tahîr Muhammcd b. Ya'kûb e!-Firûzâbâdî (ö. 816/1414), Kâmûsu'I-muhît, Beyrut, 1407/1987, s.1733; el-Ebu Lüveys Ma'lûf el Yesû'î (Ö.1946) El-Müncid , Beyrut 1956, s.859.
[383] bk. Rağıb, Müfredat, 838.
[384] bk. Yusuf Şevki Yavuz, Hidayet, D.İ.A., XVII/473; Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu'cem'u'l-Müfehres, ü-elfâzı'l-Kur'ân-i'l-Kerîm, İst., 1990, “hdy” md.
[385] Âl-i İmrân: 3/96. Ayette, Kabe, Müslümanları Allah'a yönlendirdiği yahut cennete ulaşmalarına sebep olduğu için âleme hidayet olduğu beyan olunmuştur. (Alûsî (1270/1853} Rûhu'l-Beyân, IV/9; Mehmed Vehbi (ö. 1949) Hülâsatü'l-Beyân Fî Tefsiri'1-Kur'ân, İst. 1976, 11/672; es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-Tefâsîr, İstanbul, 1/218)
[386] A'râf: 7/100; Tâhâ: 20/128; Secde: 32/26. Âyetlerde Peygamberlerine karşı çıkıp Allah'a iman ve itaat etmeyen kavimlerin helak edilmeleri vurgulanmakta, helak edilen kavimlerin geride bıraktıktan tarihi harabeler bugün hala insanların gözü önünde bulunduğu, dolayısıyla o azgın kavimlerin helak edilişleri, inanmak istemeyenler için bir ibret vesilesi olmadı mı? O inkarcı kavimlerin helaki ve onların helak oluşlannın izleri diğerlerini Allah'a ve Peygambere imana sevketmedi mî? Manası açıklanmaktadır. (İbn-i Kesir, Tefsir, 11/234; Razî, Mefâtihu'1-Ğayb, XPV/194) Elbette bazı belalar ve bazı olaylar bir kısım insanlann yola gelmesine vesile oluyor ki Allah Teâlâ daha Önceki inkara kavimlere verilen cezalan hatırlatmış oluyor.
[387] bk. Muhammed Fuad Abdülbaki, el-Mu'cem'u'l-Müfehres, “ihtida” md.)
[388] Ebû Muhammed İbn Kuteybe, Abdullah b. Muslîm, ed-Dineverî (ö. 276/889), Te'vîlü Müşkili'l-Kur'ân, nşr. Seyyid Ahmed Sakr, Beyrut, s. 443-444.
[389] Cemâlüddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Alî . Cevzî, Nüzhetü'I-navüni'n-nevâzır fî 'ilmi'l-vücûh ve'n-nezâ'ir, nşr. M. Abdülkerîm Kâzım er-Râzî, Beyrut 1404/1984, s. 626-630.
[390] bk. Râgıb, Müfredat, s.835.
[391] Yusuf Şevki Yavuz, Hidâyet, D.İ.A, 17/473,474 Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 71-73.
[392] İbn-i Manzûr, Lisânu'!-Arab, XV/353; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi IV/1229.
[393] Râgıb, Müfredat, s.836; Beydâvî, Envâru't-Tenzîi, 1/30; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu'l-Aklı's-Selîm, 1/17; Muhammed Reşid Rızâ, Tefsîru'l-Kur'ân'i'l-Hakîm (Tefsîru'l-Menâr), Beyrut, 1414/1993,1/62. (Reşid Rızâ, Menâr)
[394] Râgıb, Müfredat, s.853; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/119: “Onları cehennemin yoluna hidâyet edin” (Saffat: 37/23) veya (Hac: 22/4) ayetlerinde olduğu gibi serde istimali tehekküm (görünüşte ciddi, hakikatta alay ve eğlenme) ve tariz (dokundurmak, taş atma) gibi bir nükteye binâen mecaz olur. (bk. Rağıb, Müfredat, s.853; Yazır a.g.e 1/119.) Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 74.
[395] İbnü'l-Cevzî, Cemalüddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali (ö. 597/1200), Zâdü'l-Mesîr R İlmi't-Tefsî, Dımeşk, 1384/1965, 1/14; İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, XV/353; Celâleddin es-Suyûtî (o. 911/1505), Dürrü'l-Mensur Fi't-Tefsîri'1-Me'sûr, Beyrut, 1983,1/38.
[396] Müterettibe: önceki olmadan sonraki olmayacak şekilde sıralanmış demektir, (bk. Râgıb, Müfredat, s.836.)
[397] Beydâvî, Envâru't-Tenzil, 1/30; Reşit Rıza, Menar, i/62; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1/120.
[398] Râgıb, Müfredat, s.835. Kaynaklarda hidayetin çeşitleri veya nevileri şeklinde ifadelere rastlanmaktadır. Ancak mertebeleri demek daha uygun olacağından biz bunu tercih ettik. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 75.
[399] Râgıb, Müfredat, s.835.
[400] Tâhâ: 20/50.
[401] Râgıb, Müfredat, s.835.
[402] Çalışmamızın içinde vüsâtini taşırmadan, Al!âh-kul (İnsan) ilişkisi açısından, Allah'ın herkese bahşettiği bu kabiliyet ve meziyetler hakkında kısa bir açıklama yapmanın uygun olacağını düşündük. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 75-76.
[403] Süleyman Hayri Bolay/ “Akıl”, DİA, İst.1989,11, 238.
[404] Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, III, 1446.
[405] Râğıb, el-Müfredat, 577.
[406] Buharî, Talak 11, Hudüd 22; Ebu Dâvûd, Hudud 17; Tirmizî, Hudüd 1; Nesâî, Talak 21; İbn Mace, Talak 15,; Ahmad İbn Hanbel 1,116, Dârimi Hüdud 1
[407] Ankebût: 29/43.
[408] Bakara: 2/171.
[409] Yûnus: 10/100.
[410] bk. Mülk: 67/10.
[411] Bakara: 2/242.
[412] Süleyman Hayri Bolay,”Akü”, DİA, İst.1989, 11/239; Râğıb, Müfredat, bk. Kalb, Fuad ve Lüb md. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 76-78.
[413] Osman Pazarlı, Din Pskolojisi, İst., 1968, s.77,78.
[414] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 78-79.
[415] Türkçe Sözlük, Ankara 1969, s.223.
[416] bk. Hayati Hökelekli, Duyu, D.İ.A, X/8.
[417] Bir hayvan veya insanın var olmasını sağlayan duyuların ilkidir. Bir canlı diğer duyulardan mahrum kalsa da varlığını sürdürebilir. Fakat dokunma duyusunu yitiren canlı yaşayamaz. Çünkü öteki duyuların fonksiyonunu kaybetmesi durumunda dokunma duyusu bir ölçüde onları telâfi ettiği halde diğer duyular dokunma duyusunun kaybını telâfi edemez.
[418] Hayati Hökelekli, Duyu, D.İ.A. X/8.
[419] Nahl: 16/4: “O, insanı nutfeden (meninin milyonlarca parçasından biri olan spermden) yarattı. Fakat bakarsın ki (insan) Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.”; Yâsîn: 36/77: “İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfe (sperm)den yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?”
[420] Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, Beyrut, 1405/1985, IV/2338.
[421] Rağıb, Müfredat, s.471.
[422] Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, 1/59.
[423] İbn Manzûr, Lisânı'1-Arab, 1/104.
[424] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 79-80.
[425] Tâhâ: 20/50.
[426] bk. Reşit Rıza, Menâr, 1/62.
[427] Muhammed Cemalüddin, Tefsîru'l-Kâsımî, Beyrut, 1978,11/15. (Kâsımî, Tefsîru'l-Kâsımî}
[428] El-Gazzâlî, Ebû Hâmid, el-Maksadu'l-Esna Şerhu Esmâillâhi'l-Hüsnâ, Medine, 1409, s. 71; Ebû Bekir Ahmet el-Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, Beyrut ts. s.82.
[429] Gazzâlî Ebû Hâmid (6.505/1111), el-Meksadü'1-esnâ fî şerhi esmâillâhi'l-hüsnâ, Medine, 1409, s.71.
[430] Burada Allah'ın arıya vahyetmesi, ona verdiği içgüdüdür, bk. Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meâlî, s.273; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1991, s.38.
[431] Nahl: 16/68,69.
[432] En'âm: 7/38.
[433] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 111/1919,1920.
[434] Neml: 27/18.
[435] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, IX/504; İbn-i Kesîr, Tefsîr, III/359.
[436] Neml: 27/20-28.
[437] A. Cuvillier, Küçük Felsefe Sözlüğü (çev. Osman Pazarlı), Ankara, 1944, s. 83.
[438] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 81-83.
[439] En'âm: 6/99.
[440] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, IV/30-32; Ayten Sucu, Semra Bayar, Melâhat Küpeii, Biyoloji, M.E.B Basımevi, İst., 1998, s. 112-114.
[441] Biyoloji, (Komisyon), Fem Dersaneleri Yayınları, İst, 1996, s. 175. (Fotosentez): Bir ilim adamı küçük bir selvi ağacını bir saksıya diker ve 5 yıl bekler. Fidenin 80 kg'a kadar büyümesini sağlar. Daha sonra toprağı tartar. Topraktan 5 yıl boyunca sadece 55 gram azalma olmuştur. Peki bu ağacın ağırlığı topraktan karşılanmamışsa nereden karşılanmıştır? Besinini nereden alarak büyümesini gerçekleştirmiştir? İşte yeşil bitkilerin Karbondioksit ve suyu kullanarak ışık enerjisi sayesinde besin üretme faasliyetine fotosentez diyoruz.
[442] Biyoloji, (Komisyon), Fem Dsrsaneleri Yayınları, İst., 1996, s. 155,156.
[443] Biyoloji, (Komisyon), Fem Dersaneleri Yayınları, İst., 1996, s.198; Biyoloji, Mef Yayınları, İst., 1989, s. 258.
[444] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, İV/50; Abdurrezzak Neyfel, Allah ve'l-İlm'ül-Hadîs, s. 144-154. (bk. Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri (İbn Kesir) çev. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner VI/2766-2770.
[445] Şuara: 26/7-8.
[446] Abdurrezzak Nevfel, Allah ve'l-İlm'ül-Hadîs, s. 144-154. (bk. Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri (İbn Kesir) çev. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner Vl/2766-2770.
[447] Taberî, Câmi'u'I-Beyân IX/433; İbn-i Kesîr, Tefsir, 111/331. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 83-89.
[448] Seyyid Kutub, Fî Zilâli'I-Kur'ân, IV/2338,
[449] Atomlarla ilgili bk. Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, İst., 1976, V/118-121; Kimya, Fem Dersaneleri Yayınları, İst., 1992, s. 14-21.
[450] bk. Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, İst., 1976, V/50,51. (Nükleer Enerji Üretimi)
[451] Abdurrezzak Nevfel, Allah ve Modern İlim, çev. Akif Nuri Karcıoğlu, İst., 1974, s.51-61; Faruk Karaca, Kimya, Paşa Yayıncılık, Ankara, 1998, s. 62-72;
[452] Yunus: 10/61.
[453] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 89-90.
[454] Yûnus: 10/61.
[455] Fussilet: 41/12.
[456] Rum: 30/25.
[457] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, V/230.
[458] Işık yılı: Bilindiği gibi saniyede 300 000 km yol alan ışığın bir sene boyunca katettiği mesafedir. Yani; 365 gün x 24 saat x 60 dakika x 60 saniye = 31 536 000 saniye eder. Bu da 31 536 000 x 300 000 = 9 460 800 000 000 kmdir. Yani bir ışık yılı 9 trilyon, dörtyüz altmış milyar, sekizyüz milyon kilometredir. Bir mukayese için belirtelim ki hatırlanacağı üzere dünyanın güneşten uzaklığı sadece 149 596 000 km.dir. bk. Fen Ansiklopedisi (Arkın Kitabevi) s. 37.
[459] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, V/230.
[460] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, V/232.
[461] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, V/233. Güneşin çapının: 1 392 000 km. olduğu ve Dünyanınkinden 109 kez daha büyük olduğu, hacminin de Dünyanınkinden 1 000 000 kez daha büyük olduğu unutulmamalıdır.
[462] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, V/235.
[463] Gelişim Genel Kültür Ansiklopedisi, V/236. Kim bilir belki de milyarlarca yıldır tş.ığı bize henüz ulaşamamış yıldızlar vardır. Onlar göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler, Rabbimiz bunu boş yere yaratmadın, Seni teşbih ederiz. (Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz.) Bizi ateşin azabından koru, derler. (Al-i İmrân: 3/191).
[464] Mülk: 67/3-4.
[465] Razî, Mefâtihu'1-Ğayb, XI/61.
[466] Nisa: 4/126.
[467] Taberî, Câmi'u'l-Beyan, IV/297; İbn-i Kesîr, Tefsir, 1/560. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 90-93.
[468] El-Merâğî, Ahmet Mustafa (ö. 1364/1945), Tefsîru'l-Merâğî, Beyrut, 1394/1974, VII/183.
[469] Taberî, Câmiu'l-Beyân, i, 284; Ebu'1-Fidâ İsmail İmadüddin b.Ömer İbn Kesîr,Tefsîr’ul-Kur'ânı'l-Azim,Beyrut,1405/1985,1, 82. ( İbn Kesîr.Tefsîr)
[470] Bakara: 2/38.
[471] Meselâ: Bakara: 2/2, 159,185; Âl-i İmrân: 3/4,138; Mâîde: 5/44,46; İsrâ: 17/9; Enbiyâ: 21/73; Şûra: 42/52.
[472] İsrâ: 17/15: "Biz eiçi göndermedikçe azab edecek değiliz."
[473] Fâtır: 35/24: "Her millet için mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir."
[474] Zümer: 39/71.
[475] Mülk: 67/6-11.
[476] Enbiyâ: 21/73.
[477] İsrâ: 17/9.
[478] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 1/120.
[479] Enbiyâ: 21/73.
[480] Şûra: 42/52.
[481] Bakara: 2/2.
[482] İsrâ: 17/9. Aynca bk. Bakara: 2/159,185; Al-i İmrân: 3/4,138; Mâide: 5/44, 46. Bu âyetlerde de ilâhî kitaplar hidayete vesile olarak gösterilmişlerdir.
[483] Teybe: 9/61.
[484] Enbiyâ: 21/107.
[485] Duhan: 44/5, 6.
[486] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, IX/100; İjn-i Kesîr, Tefsîr, III/201; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili V/3375.
[487] A'râf: 7/52.
[488] A'râf: 7/203.
[489] Yûnus: 10/57. Ayrıca bk. Yûsuf: 12/111; Nahl: 16/64,89; Neml: 27/77; Kasas: 28/86; Ankebut: 29/51; Lokman: 31/3; Câsiye: 45/20. Aynca diğer kitaplar ve peygamberler için bk. En'âm: 6/154; A'râf: 7/154; Hûd: 11/17,28,63; Kasas: 28/43; Ahkaf: 46/12.
[490] Taberî, Câmi'u'l-Beyân V/401; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili IH/2100.
[491] Bakara: 2/119.
[492] Nisa: 4/79.
[493] Sebe': 34/28. Ve yine "Ramazan ayı ki insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'ân'ın indirildiği aydır. buyurulmuştur. (Bakara: 2/185. Ayrıca bk. Âi-i İmran: 3/4.)
[494] Fussitet: 41/26.
[495] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XI/104; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV/98.
[496] Sebe’: 34/31.
[497] Fussilet: 41/3,4.
[498] En'âm: 6/36.
[499] En’am: 6/39.
[500] Enfâl: 8/22.
[501] A’râf: 7/179.
[502] bk. Kıyamet: 75/36: "İnsan başıboş bırakılacağınım! sanır."
[503] Hac: 22/46.
[504] Bakara: 2/171.
[505] Yûnus: 10/42, 43.
[506] Enbiyâ: 21/45.
[507] Furkan: 25/44.
[508] Neml: 27/80, 81.
[509] Rum: 30/52, 53.
[510] Zuhruf: 43/40.
[511] İsra: 17/45.
[512] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VW85; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 111/43.
[513] İsra: 17/46.
[514] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VIII/86; İbn-i Kesîr, Tefsîr, M/43.
[515] İsrâ: 17/41.
[516] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VI1I/83; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 111/41.
[517] Enfâl: 8/20.
[518] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VI/209; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 11/297.
[519] Enfal: 8/21.
[520] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VI/209; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/297.
[521] Enfâl: 8/23: Bu âyetler, Allah'ın, Resulünün sözlerini İşitip ondan yararlanmayan, onu yüreklerine sindirmeyen, ona ehemmiyet vermeyen insanlara ihtardır. Böyle kimseler, işittiklerini gerçek anlamda İşitmedikleri için söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir. Bu insanlarda hayır istîdâdlan olsaydı, Allah onlara, sözlerinin gerçek mânâsını işittirirdi. (bk. Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali s.178).
[522] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VI/211; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/297.
[523] bk. Bu tez, s.46, 63.
[524] bk. Ahzâb: 33/64: "Şüphesiz ki Allah kâfirlere lanet etmiş (rahmetinden uzaklaştırmış) ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.
[525] "İnkar edeni dahi az bir süre geçindirir, sonra onu cehennem azabına sürükleriz. Orası, vanlacak ne kötü bir yerdir. Aynca bk. Hûd: 11/48; İbrahim: 14/30; Hicr: 15/3; Nahl: 16/55; Ankebût: 29/66; Rûm: 30/34; Ahzâb: 33/16; Zümer: 39/8.
[526] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 94-103.
[527] Râğıb, el-Müfredât, 10; tbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, XIII, 21; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 548.
[528] İz'ânıBoyun eğmek, kabullenmek, zorİanmaksızın ikrar ve itaatte sürat etmek manasınadır.Râğıb, el-Müfredât, 327; İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, XIII, 172; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 623.
[529] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1,178.
[530] Râğıb, el-Müfredât, 480; İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, X, 193; Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, III, 917.
[531] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 179.
[532] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 104-105.
[533] Ahmed Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ankara 1972, s. 53,54; Ali Arslan Aydın, İslam İnançlan ve Felsefesi, ist, 1979, s. 153-155. Bu esaslar Kur'ân'ın bir çok âyetlerinde tekrarlanmış ve Bakara: 2/177: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanmak, sevdiği manlını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere vermek, namaz kılmak, zekat vermek, anlaşma yaptıklan zaman anlaşmalarını yerine getirmektir..."; Nisa 4/136: "Ey inananlar, Allah'a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş bulunduğu kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkar ederse, o apaçık bir sapıklığa düşmüştür." âyetlerinde özetlenmiştir. Aynca Cibril Hadisinde de belirtilmiştir: Ebu Hureyre (ö. 59/679) şunları anlatıyor: Resûlüllah (s.a.v) bir gün insanlarla beraberken, bir adam (bu şahsın Cebrâii (a.s.) olduğu hadisin sonunda Peygamberimiz tarafından açıklanmıştır) kendisine gelerek, İman nedir? diye sordu. Resûlüllah da, İman; Allah'a, meleklerine, Allah'a kavuşmaya, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye inanmak demektir, cevabını verdi. Bunun üzerine o şahıs, İslâm nedir? dedi. Resûl-i Ekrem de cevaben, Allah'a ibadet etmen, O'na şirk koşmaman, namazını kılman, farz olan zekâtı vermen, ramazan ayında oruç tutmandır, karşılığını verdi. Aynı kişi, İhsan nedir? diye bir soru yönellti. Hz. Peygamber de,
“Allah'a, Onu görüyormuş gibi, ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu görmüyor olsan da O seni görüyor. (Buhâri, îmân, 37; Tefsir, sûre 31; Müslim, îmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, îmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1/51 vd.)
[534] Yûsuf: 12/17.
[535] bk. Taberî, Câmiu'l-Beyân, VI1/159; Râzî, Mefâtİhu'1-Ğayb, XVII1/1O4; İbn Kesîr, Tefsir, 11/471.
[536] İbrahim: 14/4; eş-Şurâ: 26/195.
[537] Ahmet Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, İst, 1997, s. 21.
[538] Tasdik ile marifetin her ikisi de kalbî bir fiil olması sebebiyle birbirlerinden ancak küçük farklarla ayrılırlar. Tasdik kalbte bir kesb ve ihtiyar (iradî bir gayret) neticesi meydana gelir. Marifet ise kesb ve ihtiyar olmaksızın kalbde beliriverir. Bu sebepledir ki Eş'ari kelâmcılanndan 'Abdulkâhir el-Bağdâdî (ö. 459/1037) imanın kalbin tasdiki ve marifeti demek olduğunu, bu mevzuda mezhepler arası bir ihtilâf bulunmadığını, ihtilâfın, dilin ikrarı ile bir takım taatları işiemenin iman sayılıp sayılmayacağı noktasında olduğunu zikretmiştir, (bk. Ebû Mansûr 'Abdulkâhir b. Tâhir et-Temîmî el-Bağdâdî (ö. 429/1038); Usûlu'd-Dîn, İst., 1346/1928, s.351).
[539] Ahmet Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, İst., 1997, s. 20-25.
[540] Allah Teâlâ, îmân kelimesini Kur'ân'da zikrettiği her yerde onu kalbe izafe ermiştir. "Ey Peygamber, ağızlarıyla, inandık, dedikleri halde kalpleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üzmesin."(Mâide: 5/41) /'inandıktan sonra Allah'a nankörlük eden, kalbi îmânla mutmain olduğu halde (inkâra) zorlanan hariçjakat küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab İner ve onlar için büyük bir azâb uardır.” (Nahl: 16/106) /'Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin.işte onların kalbine Allah İmânı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir.Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardırAllâh onlardan razı olmuş, onlar da Allâh'dan razı olmuşlardır.tşte onlar Allah'ın hizbi (partisi) dir.Muhakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.”(Mücâdele: 58/22) Bedeviler inandık dediler. Deki: Siz îmân etmediniz, ama, islâm'ı kabul ettik, deyin. Henüz, îmân kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz, Allah, amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez: Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat: 49/14) âyetlerinde olduğu gibi. (bk. Râzî, Mefâtihu'1-Gayb, I, 30. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 105-108.
[541] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 108.
[542] bk. Bu tez, s. 62.
[543] Akıl hakkında değişik tanımlamalar yapılmıştır. Bunlardan bir kısmını birinci nevî hidayet bahsinde vermiştik. Bazıları da şöyledir: Akıl, hakikatin bilinmesini sağlayan kaynaktır. Akıl, insandaki anlama ve kendisini zararlı şeylerden koruma gücüdür. Akıl, kötü şeylerden alıkoyan ve iyi şeylere yönelten bilgidir. Akıl, varlıklann hakikatini bilme ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etme gücüdür. Akıl, fazilet ve ahlakın kaynağı, dinin ve mükellefiyetin (sorumluluğun) esası, dünyevî işlerin temel dayanağıdır. Akı!, hak ile batılı, güzei ile çirkini birbirinden ayırt eden ve bilginin esasını teşkil eden ilâhî bir güçtür. Mu'tezile, Şia ve ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre akıl ikiye ayrılır:
1- Garîzî (Fıtrî, tabîi) akıl: Her insanda doğuştan var olan ve insanın diğer canlılardan ayrılmasının sağlayan asıl akıldır. Bu aynı zamanda deney ve düşünme yoluyla elde edilen bilgilerin de esasını teşkil eder. Matüridiyye ve Mu'tezileye göre insanın, Allah'ın varlığını bilip tasdik etmekle yükümlü olmasının temel dayanağı bu akıldır. Bu tür aklın en basitinden peygamberlerin akilanna kadar varan birçok derecesi vardır. Buna Allah vergisi olduğu İçin mevhûb akıl da denir.
2- Müktesep akıl: Garîzî aklın kullanılmasıyla kazanılan akıldır. Sevgi, deney, düşünme ve öğrenim yoluyla oluşan bu tür akla mesmû', müstefâd ve tecrubî adı da verilir, (bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Akıl”, DİA II/242-244.
[544] Muhammed el-Hudarî, Usûlü'l-Fıkıh Kahire, 1398/1969, s. 94; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, İst. 1979, s. 133; Hamdi Döndüren, Delilleri ile İslâm İlmihali, İst. 1991, s. 224.
[545] Nureddin es-Sâbûnî, El-Bidaye Fî Usûli'd-Din (Araştırma ve notlar ilavesiyle çev. Bekir Topaloğlu), Ankara 1991, s. 53.
[546] bk. Süleyman Uludağ, “Akıl”, DİA, 11/246.
[547] Rağıb, Müfredat, s. 577.
[548] Süleyman Hayri Boİay, Akıl, D.İ.A. 11/238,239.
[549] Ankebut: 29/43.
[550] Bakara: 2/171.
[551] Bakara: 2/242.
[552] Taberi, Câmİ'u'l-Beyân, 1/297, 404, 416; Razi, Mefâtihu'1-Ğayb HI/4-9,136.
[553] Hadiste; “üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; ergenlik çağma ulaşıncaya kadar çocuktan, akli yerine gelinceye kadar mecnundan, uyanıncaya kadar uyuyandan” buyrulmuştur. (Buharî, Talak 11, Hudüd 22; Ebu Dâvûd, Hudud 17; Tirmizî, Hudüd 1; Nesâî, Talak 21; İbn Mace, Talak 15 ; Ahmad İbn Hanbel 1,116, Dârimi Hüdudl) Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 108-110.
[554] Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, İst, 1329, s. 299, md. 988: Mebde-i sinn-i bulûğa varmayan bir çocuk, baliğim deyii dâva eylese kabul olunmaz.
[555] Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle, a.g.e, s. 298, md. 985.
[556] Mecelle, a.g.e., s. 299, md. 989: Bir mürâhik yahut mürâhika huzûr-ı hâkimde baliğ olduğunu ikrar ettikde cüssesinin bulûğa tahammülü olmamak hasebiyle zâhir-i hâl kendisini mükzib olur ise bu ikrarı tasdik olunmaz. Ve eğer cüssesinin bulûğa tahammülü olup da zâhir-İ hal kendisini tekzib etmez İse tasdik olunur.
[557] A!i Bardakoğlu, Bulûğ, D.İ.A, VI/413,414.
[558] Rağıb,Müfrdât,s. 144.
[559] En'âm: 6/152.
[560] bk. Meryem: 19/30; Yusuf: 12/15. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 111-112.
[561] Ebû Hanife, Fıkhu'l-Ekber, El-Kıraatü'İ-Arabiyye, Hayreddin Karaman-Bekir Topaloğlu, İst., 1982, s. 185,186. Fıkh-i Ekber, çev. Hasan Basri Çantay, Ankara 1982, s.13; Ali e!-Kârî, Ali b. Muhammed el-Kârî (ö. 1014-1606), Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber İst. 1303, s. 248.
[562] Râgıb, Müfredat, s. 423.
[563] Hucurat: 49/14 âyetinde olduğu gibi: Göçebe Araplar İnandık dediler. De ki: inanmadınız, fakat İslam olduk deyin. Fakat henüz iman kalplerinize girmedi.
[564] Bakara: 2/131 âyetinde olduğu gibi: Rabb'İ ona (İbrahim a.s.)'a İslâm ol demişti, (Âlemlerin rabbine teslim oldu dedi). Yahut Âl-i İmran: 3/19; Yusuf: 12/101 âyetlerinde olduğu gibi. Bk. Rağıb, Müfredat, s. 423.
[565] Buhârİ, îmân, 37; Tefsir, sûre 31; Müslim, îmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, îmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1/51 vd.
[566] Buhârİ, îmân, 1,3; Müslim, îmân, 5; Tirmizî, îmân, 3; Nesâî, îmân, 13; Ahmed b. Hanbel 11/26,93,120; IV/364.
[567] Ahmet Saim Kılavuz, a.g.e., s.51.
[568] ez-Zebîdî, Murtedâ, Muhammed b. Muhammed b. Abdirrezzak, (ö. 1205/1791), İthâfu Sâdeti'l-Müttekîn bî Şerhi Esrarı İhyâi 'Ulûmi'd-Dîn, Mısır, ts, 11/235.
[569] Ez-Zebîdî, a.g.e., 11/239. Ayncabk. Ahmet Saim Kılavuz, a.g.e, s. 51,52.
[570] Mâturidî, Kitabu't-Tevhid, s. 398. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 112-114.
[571] bk. Muhammed Fuad Abdülbâkİ, Mu'cem, iman md: iman edip salih amel işleyenlere vadediien mükafatlarla ilgili ayetler.
[572] bk. Muhammed Fuad Abdülbâki, Mu'cem, küfür md: inkar edenlerin uğrayacaktan cezalan bildiren ayetler.
[573] Bakara 2/2: "İşte o kitâb (Kur'ân) kendisinde hiç şüphe yoktur. Ve muttakiier için yol göstericidir.
Muttakî kelimesi, vikaye kökünden gelir. Vikaye korumak, müttakî korunan, takva sahibi demektir. Aynı kökten gelen takva, Arap dilinde, canlı bir varlığın, dışarıdan gelecek tehlikeli bir güce karşı kendini korumasını ifade eder. Bu kelime, daha önce de Arapçada kullanılıyordu. Fakat Kur'an sistemi içine girinci önemli bir anlam kazandı. Kur'an'da takva herhangi bir tehlikeden değil, Allah'ın azabından ve insanı bu azaba sürükleyecek günahlardan korunma anlamını almıştır. Daha sonra inen ayetlerde takva, saf dindarlık anlamına gelmektedir. (Râğıb, Müfredat, s. 881; Süleyman Ateş, Kur'ân'i Kerim ve Yüce Meali, s. 1)
[574] Bakara: 2/185.
[575] Bk. Bakara: 2/21; Nisa: 4/1,47,133,170,174; A'raf: 7/158; Yûnus: 10/23,57,104, 108; Hac: 22/1,5,49,73; Lokman: 31/33; Fâtır: 35/3,5,15; Hucurat: 9/13; İnfıtar: 82/6; İnşikak: 84/6.
[576] " Ayet: Lügatte, açık alâmet, işaret, nişane, ibret, bir şeyin tanınmasına sebeb olan emmare, Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden her şey, peygamberlerin hak olduğunu isbat eden inkârı mümkün olmayan mucizeler demektir. Istılahta İse, Kur'ân'da sûrelerin içinde yer alan, başından ve sonundan aynlan, bîr veya bir kaç cümleden oluşan bölümlerdir."(bk. Râğıb, el-Müfredât, 101; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, XIV, 61; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi IV, 868; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara 1991, s.55. (Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü)) "Her şeyin hakikatinin, bir açık görünen yanı birde görünmeyen yanı vardır. O görünen yan, görünmeyen yanın ayrılmaz bir vasfıdır. Bir İnsan, o görüneni bilince, görünmeyen gerçeğide bilir. Gideceği yolu arayan, aradığı yolun işaretlerini bilirse, o işaretleri gördüğünde aradığı yolu bulduğunu anlar. Bu işaretler bir âyettir. Bir şeyin yapılmış olduğunu bilen, o şeyin bir yapanının olduğunu anlar."(bk. Râğıb, ei-Müfredât, 101; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1, XXIII.) Allah'ın varlığına, birliğine, Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğuna delâlet eden âyetler olduğu gibi tabiat olayları da Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden âyetlerdir.(bk. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I, 276.) Kur'ân'a göre iki türlü âyet vardır. Biri sözlü olan Kur'ân ayetleridir. Diğeri de sözsüz ayetlerdir. Aklı olan herkese hitap eden ve herkesin gözü önünde serili bulunan tabiat kitabının âyetleri yani tüm tabiat olaylarıdır.(bk. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I, 276.) Varlığımızdan, yokluğumuzdan en yakın çevremizden en uzak çevremize, gerek canlılar hücrelerden organlara gerekse cansızlar zerrelerden galaksilere kadar her şey, varlığıyla var oluşuyla meydana getirdikleri olaylarla elbette Allah'ın azametine kuvvet ve kudretine âyet (delil)dirler.
Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberlerin gösterdikleri mucizelere de ayet denmiştir. Mucize: Peygamberlerin Allah tarafından görevlendirilmiş elçiler olduklannı ispat eden harikulade olaylar da Kur'ân-ı Kerîm'de ayet diye ifade edilmiştir, (el-Cürcâni, Seyyid Şerif, Kitâbu't-Ta'rifat, İst, ts. s.148) Peygamberlerin davetine muhatap olan bütün milletler davet sahibinin doğruluğundan emin olmak düşüncesi İle ondan tabiat kanunlarını aşan ve ancak ilâhî bir kudret sayesinde gerçekleşebilen gözle görülebilir bir alamet göstermesini istemişlerdir, inanmak arzusunda olanların imanını, inkarcıların da bir anlamda inadını kuvvetlendirmiş olan bu âyetler pek çok defa vuku bulmuştur. Nuh (a.s.)'ın tufanı, Salih (a.s.)'m devesi Musa (a.s.)'ın asası ve diğer mucizeleri, İsa (a.s.)'ın babasız olarak dünyaya gelişi, çamurdan yapılmış bir kuşa can verilişi, ölüleri diriltişi, evlerde saklanan yiyeceleri haber verişi gibi. (bk. A'raf: 7/73, Âl-i İmran: 3/49, Mâide: 5/114, Taha: 20/22, Meryem: 19/17-21, İsrâ: 17/59). Gösterilen bunca ayetlere sihir nazanyla bakan ve inanma niyeti taşımayan inkarcılara helak edici felaketler gönderilerek bunlar yok edilmiş ve geride onlara dair alametler bırakılmıştır. (Kasas: 28/36; Kamer: 54/2,15; Taha: 20/128; Ankebût: 29/15,35; Hûd: 11/103; Hicr: 15/74,77; Şuarâ: 26/67,121,174; Sebe': 34/15; Zâriyât: 51/37)
Hz. Muhammmed'e ise nübüvvetini belgeleyecek maddî bir ayet indirilmesi teklifleri karşısında ilim, hukuk, ahlak vb. beşeri bilgiler açısından erişilmez bir mucize olan Kur'ân-ı Kerîm verilmiştir. Okuma yazma bilmeyen bir insanın elinde ortaya çıkan Kur'ân'ın geçmiş milletlere dair kıssalan ihtiva edişinde yahudi âlimlerinin ona ait vasıflan Kitâb-ı Mukaddes'ten öğrendikleri bilgilere dayanarak, bilişlerinde, insanlann özellikle sosyal ve manevî alanda ihtiyaç duyduğu kuralların ayrıntılı olarak açıklanışında inanmak isteyen kimseler için yeterli delillerin saklı bulunduğu bildirilmiş, talep edilen her türlü maddî âyet (mucize) gösterilse bile inkarcıların yine iman etmeyecekleri haber verilmiştir. (Bakara: 2/118,145,248; Şuarâ: 26/197; Ankebût: 29/50, 51) (Yusuf Şevki Yavuz, A^durrahman Çetin, "Ayet" D.İ.A., IV/242). Kur'ân-ı Kerim her yönüyle mucizedir. Kur'ân-ı Kerîmin nüzul şekli ve nüzul keyfiyeti ile nazmı, manası, üslûbu, icazı, beyanı, delili, konulan, tasviri, misalleri, kıssalan, insanlan terbiye edici teşvik ve korkutması, verdiği bilgileri geçmişe geleceğe ait dünyevî ve uhrevî gaib haberleri, koyduğu ahkâmı getirdiği ahlakı, hasılı kuru-yaş ne varsa insan ve insanlar için gerekli olan her hususda onlan aydınlatması ile tam bir mucizedir. Bu konularla ilgili olarak daha fazla bilgi için bk. Muhammed A. Dıraz, En Mühim Mesaj Kur'ân, çev. Suat Yıldırım, İzmir 1994; Muhammed Said Ramazan El-Öûtî, Min Ravaİ'İ'l-Kur'ân, Dımışk, 1395/1975; Said Nursî, Sözler, ts. S. 388.)
[577] Beyyine: Gerçeği açık bir şekilde İspatlayan kesin delil anlamında kullanılan bir terimdir. Beyyine ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak mânasındaki beyn veya açık seçik olmak, açık seçik hale getirmek anlamındaki beyân kökünden sıfat olup' apaçık deli!, hüccet, kesin belge demektir. Kelimenin kökünde bulunan ayrılmak ve açık seçik olmak mânaları biribirini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Şöyle ki: Tamamen meçhul veya az çok kapalı olan bir bilgi konusu önce benzerleri arasından tefrik ediür, sonra da rahatlıkla bilinebilecek açık ve seçik hale gelir veya getirilir. Bu niteliği taşıyan bir husus tamamen veya kısmen bilinmeyen başka hususlara da kılavuzluk yaparak onların bilinmesini sağlar ve bu sebeple ona, doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran belge anlamında beyyine denir.
Beyyine Kur'ân-ı Kerim'de biri müzekker (beyyin) olmak üzere yirmi defa geçmekte ve daha çok aklî ve nakli delil, hüccet, açık belge, herkesçe bilinen tarihî olaylar, bu olaylara tanıklık eden harabeler, vahiy ve özellikle "Kur'ân-ı Kerîm, nübüvvet müessesesi, son peygamber Hz. Muhammmed, mucize, Hz. Salih'in mucizesi olan deve" (A'râf: 7/73) mânalannda kullanılmaktadır. Aynı kelimenin çoğulu olan beyyinât ise elli iki yerde tekrarlanmakta ve genellikle "âyetler" mânasına gelmekte veya âyât kelimesini nitelemektedir. "Âyâtün beyyinât" (apaçık âyetler, belgeler) terkibi bir yerde (Âl-i İmrân: 3/97}, makâm-ı ibrahim başta olmak üzere Kabe'de bulunan ve ibret verici hâtıralar taşıyan tarihî belgeler" mânasında kullanılmıştır. Hz. Musa'ya verilen dokuz açık belgeden bahseden âyette ise (İsrâ: 17/101) dokuz beyyinenin Hz. Musa'ya ait mucizeler veya ona verilen dokuz emir mânasına geldiği kabul edilmiştir, (bk. Taberî, KV/171-173). Bir başka âyette de (Zuhruf: 43/63) Hz. İsa'ya verilen beyyineler yine aynı âyette hikmet diye tefsir edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de aynı kökten türetilmiş birçok fiil sigasıyla da mutlak olarak gerçeğin, kitabın, kitaptan gizlenenlerin, âyetlerin ve ayırca tüm ümmetlerin ihtilâf edegeldikleri şeylerin beyan edilip belgelendiği, akıl ve basîret sahibi kimselerin ibret nazarlarına arzedildiği ifade edilmiştir. Bu tür beyanlan yapanlar ise Allah, son peygamber Hz. Muhammmed veya diğer peygamberlerdir. (Bekir Topaloğlu, "Beyyine" D.İA, VI/96.
[578] Burhan: Doğruluğunda şüphe bulunmayan ve zaruri bilgi getiren kesin delil demektir. Arapça'da, berraklaştırmak, açıklığa kavuşturmak, delil getirmek anlamındaki b-r-h kökünden türemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de hak ile batılı birbirinden ayıran kesin delil karşılığında kullanılır. (Bakara: 2/111, Enbiyâ: 21/24, Mü'minûn: 23/117) Kur'ân'da, Allah'ın apaçık delilleri olmaları itibariyle Hz. Muhammmed'e (Nisa: 4/174} Hz. Musa'nın asası ve onun elinin meşale gibi parlaması (yedi-i beyzâ) mucizelerine (Kasas: 28/32) burhan adı verilir. Bunların dışında bazı müfessirler Kur'ân'ın bir adının da Burhan olduğunu kabul ederler. (Râğıb Müfredat, s.121; İbn Manzur, Lisânu'1-Arab XIII/476; İbnü'l-Cevzî, Abdurrahman b. Ali b. Cevzi, Zâdü'l-mesîr fî ilmi't-tefsîr, Şam 1384/1964,11/264.
[579] Suttan: Arapça'da padişah, vali, güç, kudret, hüccet, burhan, manasınadır. (Râğıb, Müfredat, s. 420; İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, 7/321; El-Fîrûzâbâdî, Ebû Tâhir Muhammed b. Ya'kûb, el-Fîrûzâbâdî, Basâir Zevi't-Temyiz Fî Letâifi'i-Kitâbi'l-Aziz, Beyrut, ts. IIİ/246. Nitekim âyetlerde güç, kuvvet, hüccet, burhan, delil manalarında kullanılmıştır, bk. Muhammed Fuad Abdu'1-Bâki, Mu'cem, 354,355 sultan md.) Başka gerçek hiç bir seçenek bırakmadan mağiub eden olarak tercüme edilebilir. Asıl anlamının, açık delil veya ispat (beyyine, hüccet) olduğudur. Bununla beraber fiziksel güç veya dayanılmaz kuvvet anlamına da gelir. (Fazlurrahmân, Ana Konulanyla Kur'ân, çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara 1998, s. 124,125.
[580] Hüccet: İki çelişikten birinin doğruluğunu gerektiren ve doğru hedefi gösteren açık delildir. (Râğıb, Müfredat, 219) Hüccet davanın doğruluğuna delil olarak gösterilen şeydir. (el-Cürcânî, Seyyİd Şerif, Kitâbu't-Ta'rifât ts. s.56.) (Aynca bk. Bakara: 2/150; En'âm: 6/149; Şûra: 42/15,16). Bunlardan başka rüşd ve reşed de kullanılmıştır. Rüşd, Gayy'in hilafıdır, hidayet manasında kullanılır. Raşed, rüşdden daha kapsamlıdır. Çünkü rüşd, hem dünyevî hem de uhrevî işler için söylenirken, reşed sadece âhiret işleri İçin söylenir. Râşid ve reşid İse her ikisi içirı de söylenir. (Râğıb, Müfredat, s. 354; Fîrûzâbâdî, Basâir, 111/75.)
Bu kavramlarla ilgili olarak Fazlurrahmân (ö. 1988) genelde şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: Kur'ân'ın âyetleri "İşaretler"dir. Kur'ân kendi âyetlerine "tebyînü'1-âyât" (Allah'ın işaretlerinin açıklanması) demektedir. Kur'ân'da mucizeler ve vahiy "âyâtün beyyinât" veya sadece "beyyinât" açık, aşikâr ve şüphe edilmez İşaretler olarak adlandırılmıştır. Bir âyet anlaşılır veya anlaşılmaz, ama bir beyyine o kadar açıktır ki, ya tam anlaşılır veya yanlış aşıl|r veya hileyle yanlış yorumlanır. Fakat hiç bir zaman basitçe inkar edilemez Kur'ân'ın kendisi bir beyyinedir. (bk. Beyyine 93/1; bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 12/655; İbn-i Kesîr, Tefsir 4/537.)
Beyyineden daha kuvvetli bir kelime "aklî delil" anlamına gelen aklî olarak insanı kabul etmeye zorlayıcı bir etken ihtiva eden "bürhan"dır. Beyyİne'nin açık ve zahir olmasına ve kendisine karşı konulmasına rağmen bürhân aklen ve piskolojik olarak zorlayıcıdır. En güçlü âyet veya işaret bürhân'a yakın bir anlamı olan "sultan"dır. "Pes" ettiren ispat olarak tarif edilebilir. Allah Teâlâ Kur'ân'ın tamamında yeri geldikçe bu âyet çeşitlerini sergilemiştir. Ama Kur'ân'ı okuyup düşünmek İstemeyenlere hiç bir yarar sağlamayacaktır. Çünkü onlann kalpleri kilitlidir. (Muhammed: 47/24: Kur'ân'ın anlamını düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var ki hiç hakikat, gönüllerine girmiyor?
[581] Bakara: 2/23,24:, "Eğer kulumuz (Muhammed)'e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka bütün tanık (yardımcı)Iarınızı da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapm). Yok eğer yapamadıni2sa, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar için hazırlanmış ateşten sakının." bk. Taberi, Câmi'u'l-Beyân, 1/200-204; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 1/59,62; Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 11/126-133. Hac: 22/5: "Ey İnsanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperm)den, sonra aiâka (embrio) dan, sonra biçimlenen ve biçimlenmeyen bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi bir bebek olarak çıkartrırz. Sonra güç (ve kaabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütürüz.) içinizden kimi (henüz çocukken) öldürülür, kimi de Ömrün en kötü çağına (İhtiyarlığa) itilir ki, bilirken bir şey bilmez hâle gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabanr ve her güzel çiftten bitirir." bk. Taberi, Câmi'u'l-Beyân IX/109-112; İbn-İ Kesîr, Tefsîr, III/206-208; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, 111/841.
[582] Ahmet Saim Kılavuz, İlmihal I İman ve İbadetler, İSAM, İst, 1998 Taklîdî ve Tahkîkî iman: Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak gÖ2üken imana iaklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı, aklî ve dinî delillerle güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkara ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe ve itirazlara karşı İmanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır; Saİd Nursî, Mesnevî-i Nuriye, İst, 1958, s. 224.
[583] Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, s. 193.
[584] Muhammed Çelik, Kur'ân'ın İkna Hususiyeti, İzmir, 1996, s.52.
[585] Ankebut: 29/61.
[586] Zuhruf: 43/87.
[587] Zuhruf: 43/9.
[588] Mü'minun: 23/84-89.
[589] Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, İst, 1958, s.5.
[590] İbrahim: 14/10.
[591] Taberî, Câmî'u'l-Beyân VI/135; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 11/270.
[592] A'râf: 7/185.
[593] Rum: 30/22.
[594] Ra'd: 13/2.
[595] Kaf: 50/6, Mülk: 67/3. Ayrıca göklerle ilgili âyetler İçin bk. Muhamrned Fuad Abdülbâki, Mu'cem s. 362-366 "Semâ" ve "Semâvât" maddeleri ve bu tez umumî hidâyetin göklerdeki izleri, s. 75.
[596] İnsanlarla ilgili olanları kısmen bu tezde "İnsanın yaratılışı" bahsinde vermeye çalıştık.
[597] Bakara: 2/164; Âî-i İmrân: 3/190.
[598] Kasas: 28/71-73.
[599] Bakara: 2/22.
[600] En'âm: 6/99.
[601] Râ'd: 13/3,4.
[602] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 11/67-71; Zemahşerî, Keşşaf, 1/325,326; İbn-i Kesîr, Tefsir, 1/201,202.
[603] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, IV, 197-225.
[604] En'âm: 6/96.
[605] A'râf: 7/54.
[606] Yûnus: 10/5.
[607] Nahl: 16/12-14.
[608] Nahl: 16/65-69.
[609] Nahl: 16/65.
[610] Taberi, Câmi'u'l-Beyân, VII/605-613; Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XX/66-76; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 574-576.
[611] Neml: 27/60, 61.
[612] Yâsîn: 36/40.
[613] Hac: 22/61, Lokman: 31/29, Fâtır 35/13, Hadîd: 57/6.
[614] Yâsîn: 36/33-36.
[615] Hud: 11/6.
[616] Âl-i İmrân: 3/190,191.
[617] İbn Kesîr, Tefsr, I, 201.
[618] Rum: 30/20, 22-26.
[619] Sebe': 35/3.
[620] Rahman: 55/7.
[621] Yâsîn: 36/71-73.
[622] Fussilet: 41/39.
[623] Murselât: 77/27.
[624] Nebe': 78/6-16.
[625] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XXI/6.
[626] Enfâl: 8/11.
[627] Âl-i İmrân: 3/154.
[628] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XlI/397-401; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XXV6-10; İbn-i Kesir, Tefsîr, IV/462; Seyyid Kutub, Fî Zilâli'l-Kur'ân, XV/463-467.
[629] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XII/397-401; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XXI/6-10; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/462.
[630] Abese: 80/17-32.
[631] bk.Fussilet: 41/53.
[632] Çünkü bunca âyetleri göz ardı ederek düşünüp ibret almak İstemeyen kâfirleri (Bakara: 2/264; Mâide: 5/67; Teybe: 9/37; Nahl: 16/107) Zâlimleri ( bk. Bakara: 2/258; Âl-i İmrân: 3/86; Mâide: 5/51; En'âm: 6/144; Teybe: 9/19,109; Kasas: 28/50; Ahkaf: 46/10; Saff: 61/7; Cum'a: 62/5) Fasıkları (bk. Mâide: 5/108; Tevbe: 9/22,80; Saf: 61/5; Münafikun: 63/6) Allah hidayet etmez. Râğıb (ö. 505/1109), der ki: Hidâyet ve ta'lim iki şeyin olmasını gerektirir: öğreticiden öğretmek, öğrenciden öğrenmek. Hidayet ve ta'lim ancak bu ikisi ile tamam olur. Hâdî ve muallim var gücünü sarfettiği halde kabul görmezse muallim ve hâdî hakkında öğrencinin durumuna bakılarak öğretmedi ve hidâyet etmedi denilebilir. Öğreticinin ve hâdînin bu konudaki gayretine bakarak öğretti ve hidâyet etti de denilebilir. Binâenaleyh hidâyeti kabul etmemeleri sebebiyle Allah hakkında, kâfirler, zâlimlere, fâsıklara hidayet etmedi, tabiri kullanılabileceği gibi, birinci nevî hidayet (umumî hidayetten olan akıl ve beneri melekeleri kendilerine lütfedip elçiler aracılığı ile ilâhî mesajını onların ulaştırması sebebiyle hidâyet etti de denilebilir, (bk. Müfredat s. 838.)
Kâfir: hakikati örten, nimeti inkâr eden, Allah'ın varlığını yahut birliğini inkâr eden, yahut nübüvveti, şeriati inkar eden demektir, (bk. Rağıb, Müfredat, s. 714,715)
Zâlim: Zulmeden demektir. Zulüm üç çeşittir. Biri insanla Allah arasında olur. Bunun en büyüğü küfür, şirk ve nifaktır. İkincisi zâlim ile insan arasında olur. Üçüncüsü zâlim ile nefsi arasında olur. (bk. Rağıb, Müfredat, s. 537,538)
Fâsık: Hak'tan sapan, Allah'ın emirlerine itaatten ayrılan, âsî mü'min veya Hak ve hakikati inkâr eden kâfir insandır, (bk. Rağıb, Müfredat, s. 636,637)
[633] Âl-i İmrân: 3/191-195. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 115-134.
[634] Muttaki kelimesi, vikaye kökünden gelir. Vikaye korumak, müttakî korunan, takva sahibi demektir. Aynı kökten gelen takva, Arap dilinde, canlı bir varlığın, dışarıdan gelecek tehlikeli bir güce karşı kendini korumasını ifade eder. Bu kelime, daha önce de Arapçada kullanılıyordu. Fakat Kur'an sistemi içine girinci önemli bir anlam kazandı. Kur'ân'da takva herhangi bir tehlikeden değil, Allah'ın azabından ve insanı bu azaba sürükleyecek günahlardan korunma anlamını almıştır. Daha sonra inen ayetlerde takva, saf dindarlık anlamına gelmektedir. Yahut üzerlerine haram kılınanlardan sakınan ve farz kılınanları eda edenler veya Kur'ân'dan öğrendiklerini terketmekten Allah'ın azabından korkanlar, yahut şîrkden korkanlar ve Kur'ân'ın getirdiklerini tasdik ederek Allah'ın rahmetini umanlardır. Onlar mü'minlerdir. {Râğıb, Müfredat, s. 881; Taberi, Câmi'u'l-Beyân 1/132; İbn-ı Kesîr, Tefsir 1/39; Süleyman Ateş, Kur'ân'ı Kerim ve Yüce Meali, s. 1); Ateş, Süleyman, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, İst. 1969, s. 182. el-Behiy, Muhammed, Min Mefâhimi'l-Kur'ân Fi'1-Akîde ve's-Sülûk, Mısır, 1973, s. 195.
[635] Bakara: 2/1-4.
[636] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 134-135.
[637] Râğıb, el-Müfredât, 616; İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, I, 654; Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, I, 416.
[638] En'âm: 6/59.
[639] Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, I, 45; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 176.
[640] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1,172-174.
[641] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 1,134; İbn Kesir, Tefsir, I, 41.
[642] İbn Kesîr, Tefsir, I, 41.
[643] İbn Kesir, Tefsir, 1,41.
[644] Dârimî,Rikâk31. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 135-137.
[645] Kur'ân'-ı Kerîm'de ğaybin karşılığı olarak hep şehadet kullanılmıştır, bk. Teybe: 9/94,105; Ra'd: 13/9; Mü'minûn: 23/92; Secde: 32/6; Haşr: 59/22 Şühud kelimesi hakkında ikan ve yakından sonra bilgi verilecektir.
[646] Bakara: 2/4; Kur'ân'da geçen ykn kökünden ifâl babından kullanılan kelimeler görmekteyiz, Bunlar bir yerde (bk. Ra'd: 13/2), on bir yerde (bk. Bakara: 2/4,118; Maîde: 5/50; Nemi: 27/3, 82; Rum: 30/60; Lokman: 31/4; Secde: 32/24; Casiye: 45/4,20; Tûr: 52/36) aynı babdan müştak olarak ism-i fail şeklinde iki yerde (bk. En'âm: 6/75; Secde: 32/12), üç yerde de oy babından müştak olarak (bk. Neml: 27/14; Müddessir: 74/31; Casiye: 45/32) geçmektedir. Meallerde “kesinlikle inanırlar” şeklinde manalandırılan kavramın ayrı bir özelliği bulunmaktadır.
[647] İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, XIII, 457; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 786.
[648] el-Cürcâni, Seyyid Şerif el-Cürcâni, Kitabu't-Ta'rifât, İst. ts. s.175
[649] Râğıb, el-Müfredât, 892; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, XIII, 457; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 787.
[650] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 201.
[651] Tekâsür: 102/5.
[652] Tekâsür: 102/7.
[653] Vakıa: 56/95; Hakka: 69/51.
[654] Rağıb, Müfredat, s. 892; İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab XIII/457.
[655] Bakara: 2/4.
[656] Bakara: 2/118.
[657] Mâide: 5/50.
[658] Ra'd: 13/2.
[659] bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân 1/138; İbn-i Kesîr, 1/43.
[660] bk. Zemahşeri, Keşşaf, 1/137; Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 11/37,38; Beydâvî, Envâru't- Tenzil 1/48; Ebu's-Suud, İrşâdü Aklı's-Selîm, 1/33; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, I/201;Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1/201.
[661] Ahmet Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, s. 58.
[662] İmam-ı Azam Ebu Hanife, Fıkhu'l-Ekber, Hayreddin Karaman, Bekir Topaloğlu. El-Kıraatti'l-Arabiyye. İst, 1982, s. 185; Fıkh-ı Ekber, çev. Hasan Basri Çantay, s. 12; Ali el-Kârî, Ali b. Muhammed el-Kârî (ö. 1014/1606), Şerhu Fıkhı'l-Ekber, İst, 1303, s. 246.
[663] Bakara: 2/4.
[664] Bursevî-İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724), Rûhu'I-Beyân, İst, 1389, 1/41-42; Mahmut Sami Ramazanoğlu (ö. 1984), Bakara Sûresi Tefsiri, İst, 1405/1985, s. 32,33. Bu derece ve mertebeler ancak mücâhede ile hâsıl olur. Her zaman abdestli bulunmak, az yemek, semâvat ve arzın Allah tarafından idaresi hakkında tefekkür, lüzumsuz şeylerle meşguliyetden kaçınmak, farzları sünnetleriyle beraber edâ, Hak'dan. gayrilerden, yani mâsivâdan tecerrüd, Allah'a vâsıl olmakdan başka her türlü arzuyu terk, az uyumak, Allah'a arz-ı ubûdiyyet etmek, haramdan kaçınmak, helâl yemek, sözünde ve işinde doğru olmak, kalbiyle murakabeye her an devam etmek gibi mücâhedeler ki bunlar ıyan ve müşahedenin anahtarlarıdır. Bu meyânda Zü'n-Nûn-i Mısrî (k.s.) demişdir ki: Yakîne eren tûl-i emeli terk eder. Tûl-i emeli terk eden zühde, zühd hikmete, hikmet de her işin sonunu düşünmeğe götürür ki âhîret îmanı bu iman ve tefekkürün kemal hâlidir. Büyük arifler demişlerdir ki: Vücud hicabında kalmanın zilletinden kurtulan, uhrevî işlerde yakîne ermenin izzetini tadar. Gözlerinden hicâb kalkıncaya kadar iman eder, hicâb kalkdıktan sonra yakîne erer. Bu mânâda Hazret-i Ali -kerremallahu vecheh- “Perdeler açılmış bile olsa yakînim artmaz, zîra en devamlı yakîn içindeyim” demişdir. Çünkü vücud hicabından kurtulanı, uhrevî işleri müşahededen dünyânın cismânî hicâblan perdeleyemez. Hicabların açılmasıyle iman mertebesinden iykan mertebesine ererler, (bk. Rûhu'I-Beyân, s. 1/42.)
[665] el-Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitâbu't-Ta'rifât, İst, ts. S. 62; Yazır Hak Dini Kur'ân Dili VII/4726.
[666] Ebu'l-Kasım Abdü'l-kerim el-Kuşeyri (ö. H.465) er-Risâletü'1-Kuşeyriyye, çev. Ali Arslan, İst. 1980, s. 138
[667] Hicr: 15/99
[668] İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, XIII, 457; Taberî, Câmiu'l-Beyân, VII, 554;Zemahşerî, Keşşaf , U, 399; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu'l-Akh's-Selîm, V, 93.
[669] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IX, 6055,
[670] Âl-i İmrân: 3/18.
[671] İbn Manzûr, Usânu'1-Arab, III, 239; Âsim Efendi, Kâmüs Tercemesi, 1,1180.
[672] Âli-İmrân: 3/18.
[673] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1055.
[674] age.,II, 1056,1057.
[675] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 1/540.
[676] Abdülbârî en-Nedvî, Tasavvuf ve Hayat, çev. Mustafa Ateş, İst. 1967, s. 45,66,138,177,216. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 137-144.
[677] Râgıb, Müfredat, 835.
[678] bk. Bu tez, s.46, 63.
[679] bk. Ahzâb 33/64: “Şüphesiz ki Allah kâfirlere lanet etmiş (rahmetinden uzaklaştırmış) ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır”.
[680] “İnkar edeni dahi az bir süre geçindirir, sonra onu cehennem azabına sürükleriz. Orası, varılacak ne kötü bir yerdir. Ayrıca bk. Hûd: 11/48; İbrahim: 14/30; Hicr: 15/3; Nahl: 16/55; Ankebût: 29/66; Rûm: 30/34; Ahzâb: 33/16; Zümer: 39/8.
[681] Maturîdî, Eu Mansur Muhammed el-Maturidî (ö. 333/944) Te'vilâtü'l-Kur'ân (Selimağa Kütüphanesi, No: 40) s.4; Râğıb, Müfredat, s. 835.
[682] İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab X/383.
[683] Hûd: 11/88.
[684] Râğıb, Müfredat, s.836.
[685] El-Cürcâni, Seyyid Şerif, Kitabu't-Ta'rifât, s. 47.
[686] Râğıb, Müfredat, s. 835; Muhammed: 47/17; Teğabün: 64/11; Yûnus: 10/9; Ankebût: 29/69; Meryem: 19/76; Bakara: 2/213.
[687] Muhammed: 47/17.
[688] Taberî Câmiul-Beyân X[/316; İbn-i Kesîr, Tefsir, İV/177.
[689] Teğabün: 64/11.
[690] Taberi, Câmi'u'l-Beyân, XII/115,116; İbn-i Kesîr, Tefsir, İV/375.
[691] Zemahşerî, Keşşaf, 111, 213.
[692] Taberî, Câmiu'I-Beyân, X, 161.
[693] Ankebut: 29/69.
[694] Muhammed: 47/17.
[695] Zemahşerî, Keşşâf,.III, 213.
[696] Razî, Mefâtîhu'1-Ğayb XXV /95.
[697] Hûd: 11/88.
[698] Enfâl: 8/29.
[699] Taberi, Câmi'u'l-Beyân VI/223; İbn-i Kesîr, Tefsîr 11/302.
[700] Zümer: 39/22.
[701] Münafikun: 63/8.
[702] Râzi, Mefâtihu'1-Ğayb XXV/158.
[703] Taberî, Câmi'u't-Beyân X1I/611; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV /518.
[704] Taberî, Câmi'u'l-Beyân XII/611; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV /518.
[705] Taberî, Câmi'u'l-Beyân XII/611; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV /518.
[706] Taberî, Câmi'u'l-Beyân XII/612-614.
[707] Leyl: 92/5-7.
[708] Yahut Tevbe ile gayret sarfedenleri ihlasa, ihlasla ilim talep edenleri, o ilim ile amel etmeye, zahir ameller ile gayret edenleri gizli sırlara ulaşmaya, mücâhedeye gayret edenleri müşahedeye, bizim uğrumuzda gayret edenleri, bizi bulmaya muvaffak kılarız. İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137), Ruhu'l-Beyân VI/497.
[709] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 145-148.
[710] His, Arabaça'da gizli sese denir. Hissetmek, bilmek, tanımak, idrak etmek, sezmek demektir, (bk. İbn-i Manzur Lisânu'1-Arab VI/49; Asım Efendi, Kamus Tercemesi 11/896) Aynca “His” (Duygu), içinde haz ve elem unsuru bulunan her çeşit ruhsal olaylardır. (Osman pazarlı, Din psikilojisi, İst, 1968, s. 77)
[711] Ankebut: 29/69.
[712] Zemahşerî, Keşşaf, III, 213; Abdullâh b.Ahmet en-Nesefî ,Medâriku't-Tenzil ve Hakâiku't-Te'vîl, Beyrut, trhs., V, 3O.(Nesefî, Medâriku't-Tenzîl)
[713] Zemahşerî, Keşşaf, IH, 213; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, V, 30; İbn Kesîr, Tefsir, III, 422; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu'l-Aklı's-Selîm, VII, 48.
[714] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, .VI, 498.
[715] Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XII, 25,
[716] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 149-150.
[717] “Sonra Allah, Rasûl'ünün ve müminlerin üzerine sekînetini indirdi..”(Tevbe 9I26)”..Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini ( Mekke'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına, üzülme, Allâh bizimle beraberdir, diyordu, (işte o zaman) Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekînet'ini indirdi ve onu, sizin görmediğiniz ordularla destekledi-“(Tevbe: 9/40) “O, müminlerin kalplerine, îmânları üstüne îmân artırsınlar diye sekînet'i indirendir.”(Fetih: 48/4) “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken, Allah, o müminlerden razı olmuş ve kalplerinde olanı bilmiş onlara sekînet'i indirmiş ve onlara yakın bir fetih vermiştir.”(Fetih: 48/18) "O zaman inkar edenler kalplerine, cahiliyye taassubunu yerleştirdiklerinde, Allah da elçisine ve müminlere sekînet'ini İndirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Onlar da buna çok layık ve ehil idiler, Allah herşeyı hakkıyla bilendir.”(Fetih: 48/26)
[718] Râğıb, Müfredat, s. 417; İbn Manzur, Lisânu'1-Arab 13/213; Brûzâbâdî, Kamus, s. 1557, Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb VI/193.
[719] Teybe: 9/40.
[720] Râzi, Mefâiîhu'1-Ğayb, VI, 193.
[721] Bakara: 2/248.
[722] Taberî, Câmiu'l-Beyân, II, 626; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 832.
[723] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2495.
[724] Râzi, Mefâtîhu'l-Ğayb, XVI, 23.
[725] Seyyid Şerif el-Cürcâni, Kitâbu't-Ta'rifât, İst, ts. S. 81. Bursevî, Rûhu'l-Beyân, III, 407; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2495.
[726] Râğıb, el-Müfredât, 417.
[727] Bursevî, Rûhu'İ-Beyân, IX, 12.
[728] Dârimî, Rikak 25. Nitekim âyette de “Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.”(Zuhruf: 43/36) buyrulmuştur. Âyette geçen “Rahmân'ın zikrinden” maksat, Allah'ı zikretmektir, diyen müfessirlerin Taberî, Câmiu'l-Beyân, XI, 188.) yanında, maksat Kur'an'dır diyen müfessirler de vardır.( Zemahşerî, Keşşaf, III, 488; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu'l-Aklı's-Seiîm, VIII, 47.) Hem Kur'ân'dır hem de zikrullâh'dır, diyenler de vardır.( Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXVII, 213; Bursevî, Rûhu'l-Beyân, VIII, 369.) “şeytanı musallat ederizden maksat” şeytanı ona arkadaş kılarız da onu azdırır ve fısk-ı fücura yönlendirir. (Taberî Câmi'u'l-Beyân, XI/188; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyân, VIII/369)
[729] Tirmizî, Tefsir 2988. Muhakkak ki şeytan da melek de Âdemoğlu ile ilgilenir. Şeytanın onunla ilgilenmesi onu kötülükle korkutup hakkı yalanlatmasıdır. Meleğin ilgilenmesi ise ona hayır müjdeleyip hakkı tasdik etmesidir. Bunu kendi nefsinde (gönlünde ve hatırında) bulan kişi, bu düşüncenin Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin; diğerini bulan kimse ise şeytândan (Allah'a) sığınsın. Sonra Rasûlullah (s.a.): “Şeytan sizi fakirlik ile korkutarak, çirkin şeyleri emreder. Allah ise mağfiret ve bolluk va'd eder.” (Bakara: 2/268) âyet-i kerimesini tilavet buyurdular. Taberi, Câmi'u'l-Beyân 111/88; İbn-i Kesir, Tefsir 1/320. Daha fazla bilgi için bk. Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü, Ruh, Melek, Cin, İnsan, İst, 1995, s. 25,170.
[730] Fetih: 48/4.
[731] Râzi, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXVIII, 82; Tercemesi, Tefsîr-Kebîr, çev. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç,C. Sadık Doğru, Ankara, 1988, XX, 13.
[732] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4408.
[733] age.VI, 4410.
[734] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 150-153.
[735] Aslı Kelime kökünden masdarındandır.
[736] Râğıb, Müfredat, s. 524; İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab XIII/268; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, IV/680, Kur'ân'da itmînân yahut mutmain kavramının geçtiği âyetler şunlardır: “Siz Rabb'inizden yardım istiyordunuz , O da: Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim, diye duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun (sevmesiniz) ve kalbiniz bununla mutmain olsun diye yapmıştı.Yardım yalnız Allah katındandır. Allah dâima üstün hüküm ve hikmet sahibidir”. (Enfâl: 8/9,10) “İbrahim de bir zaman, Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. (Allah) yoksa İnanmadın mı ? dedi. (İbrahim) Hayır (inandım), fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim) dedi. “(Bakara: 2/260) “Havârîler demişlerdi ki, ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi ? (Isâ), inanıyorsanız Allah'tan korkun, dedi. (Onlar da) İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalplerimiz mutmain olsun, senin bize doğru söylediğini bilelim ve buna bizzat tanık olalım, dedîler” .(Mâîde: 5/112,113) “inkar edenler, ona Rabb'inden bir âyet indirilmeli değilmiydi, diyorlar. De ki, Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de kendine iletir. Onlar inanan ve Allah'ı anmakla kalpleri mutmain olan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allah'ı anmakla mutmain olur."(Ra'd: 13/27,28) “Ey itmînân'a ermiş nefis! Dön Rabb'ine, sen O'ndan razı, O senden razı olarak.”{Fecr: 89/27,28}
[737] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXXI, 177; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5815.
[738] İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, XIII, 268; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 680.
[739] Taberî, Câmiu'l-Beyân, VII, 380.
[740] Zümer: 39/23.
[741] Zemahşerî, Keşşaf, II, 359.
[742] Enfâl: 8/2.
[743] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XIX, 56.
[744] Ra'd: 13/28.
[745] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XIX, 56.
[746] Bakara: 2/260.
[747] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXXI, 176.
[748] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 2984.
[749] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, IV, 372.
[750] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 153-155.
[751] Maiyyet kelimesi, yay-ı nisbet getirilerek me'a kelimesinden türetilmiştir. Me'a kelimesi ise isim olup, bir görüşe göre de cer harflerindendir. Bazılarına göre manası: 1-Bir şeyi bir şeye eklemektir. 2-Müsâhabet (arkadaşlık) manasınadır. Bazılarına göre de üç manaya delalet eder 1-Mekânda içtimâ etmek, 2-Zamanda içtimâ etmek, 3-'Inde (yanında) manasınadır. Kelime tenvinli olarak kullanılırsa (cemîan) manasına olur. (bk. İbn-i Manzur Lisânu'1-Arab VIII/340); Asım Efendi Kamus Tercemesi III/422-423). Râğıb der ki: Me'a kelimesi içtima' (toplama yahut bir araya gelme) manasınadır. Mekanda olur, zamanda olur. Yahut mana cihetinden olur. (Mesela şeref ve rütbede beraberler gib) Bazen nusret manasınadır. “Üzülme Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe 9/40) Yani o bizim yardımcımızdır demekdir. (Müfredat s. 771; İbn-i Manzur Lisânu'1-Arab VIII/340}
[752] Ferit Devellioğlu, Osmanlica-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1970, s. 684.
[753] Hadîd: 57/4.
[754] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XI, 670.
[755] İbn Kesîr, Tefsir, III, 304.
[756] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XIX, 215,216.
[757] Bursevi, Rûhu't-Beyân, IX, 352.
[758] Buhari Tevhid 43; Ahmed İbn Hanbel II, 540.
[759] Nahl: 16/128.
[760] Tâha: 20/46.
[761] İbn Kesîr, Tefsir, I, 218.
[762] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 155-157.
[763] Kurbiyyet kelimesi, uzaklık manasına olan bu'd kelimesinin zıddı olan kurb kelimesinden türetilmiştir. Ve kurbiyyet yakınlık manasınadır. (İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab 1/662; Asım Efendi Kamus Tercemesi, 1/423; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst, 1993, 11/324; Ferit Devellioglu, Osmanlıca Ansiklopedik Lügat, s. 63) Kelime, yakınlık, mekan, zaman, nisbet, hadve (adım, mesafe) gözetme ve kudret için kullanılır. Rağıb, Müfredat, s. 663.
[764] Seyyid Şerif El-Cürcâni, Kitâbu't-Ta'rîfat, s. 116.
[765] Alâk: 96/19.
[766] Celâlettin es-Suyûtî, El-Câmi'u's-Sağîr, 1/45.
[767] Ebu Hafs Şihabüddîn Ömer es-Suhreverdî (ö. 632/1234), Avârifü'l-Meârif, çev. H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, İst. 1993, s. 639.
[768] Kaf: 50/16.
[769] Bakara: 2/186.
[770] Hud: 11/61.
[771] Sebe: 34/50.
[772] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XII, 415.
[773] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXVIII, 163,164.
[774] Zemahşerî, Keşşaf, IV, 5.
[775] Beydâvî, Envânı't-Tenzil, VI, 63; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu'l-Aklı's-Selîm, VIII, 129.
[776] Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XXV, 268.
[777] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4505-4512.
[778] Nisa: 4/172.
[779] Aİ-İmran: 3/45.
[780] Vakıa: 56/10,11.
[781] Taberî, Câmi'u'l-Beyân 1(1/270, IV/376, XI/627; Zemahşerî, Keşşaf, IV/52; Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb XXIX/147; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI1/4705.
[782] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XI/627; Zemahşerî, Keşşaf, IV/52; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb XX1X/147; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/283; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VH/4705.
[783] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XI/627; Zemahşerî, Keşşaf, IV/52; Razî, Mefâtîhu'1-Ğayb XXIX/147; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/283; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII/4705.
[784] Ebû Nasr Serrâc Tûsî (ö. 378/988), el-Lüm'a, çev. H.KamiI Yılmaz, İst, 1417/1996, s. 55.
[785] Enfal: 8/24.
[786] Yûnus: 10/100.
[787] Taberî, Câmiu'l-Beyân, VI, 215, 216.
[788] Razî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XV, 153,154.
[789] Kaf: 50/16.
[790] Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, III, 28; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu'l-Aklı's-Selîm, IV, 16.
[791] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2386.
[792] İbn Kesîr, Tefsîr, II, 398.
[793] Müslim, Kader,17; Tirmizî.Kader, 7;İbn Mâce,Duâ,2; Ahmed İbn Hanbel.II, 168,111,112,257.
[794] Âl-i İmrân: 3/8.
[795] Tirmizî, Deavât, 89.
[796] Ebû Dâvud, Edep, 99.
[797] Âl-i İmrân: 3/8.
[798] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 157-162.
[799] Kelimenin aslı mahabbet olup, buğzun zıddı, sevgi manasınadır. Sevgi, mizacın lezzet duyduğu şeye meyletmesidir. Kelime sevgiye isim olmuştur. (İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, 1/19,20; Fîrûzâbâdî, Kamus, s. 90; el-Yesû'l, el-Müncîd fi'1-luğa, s. 113; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Lügat, s. 794.
[800] Râgıb, Müfredat, s. 214-215; İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab .1/289; Asrnı Efendi, Kamus Tercemesi, 1/186.
[801] Âl-i İmrân: 3/31.
[802] Taberî, Câmi'u'l-Beyân 111/231,232; İbn-i Kesîr, Tefsir 1/358.
[803] Âl-i İmrân: 3/76
[804] Taberî, Câmi'u'l-Beyân III/318; İbn-i Kesîr, Tefsir 1/374
[805] bk. Âl-i İmran: 3/76; Tevbe 9/4,7.
[806] bk. Âl-i İmran: 3/134,148; Mâide 5/13,93.
[807] bk. Âi-i İmran: 3/146.
[808] bk. Âl-i İmran: 3/159.
[809] bk. Mâide: 5/42; Hucurat: 49/9; Mümtehine: 60/8.
[810] bk. Saf: 61/4.
[811] Mâide: 5/54.
[812] Hûd: 11/90.
[813] Meryem: 19/96.
[814] Bürûc: 85/14.
[815] İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricü's-Sâlikîn, Beyrut, ts. 111/12-16
[816] İbn Kayyım, Medâric M/10.
[817] Razı, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXI, 256,
[818] Âl-i İmrân: 3/31.
[819] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, II, 22; Yazır, Hak Dini Kuran Dili, II, 1075.
[820] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 111/231,232; İbn-i Kesîr, Tefsir, 1/358; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, VIIİ/19,20.
[821] Raşit Küçük, Sevgi Medeniyeti, Ankara, 1991, s. 17-23.
[822] Veleh, sevgilinin kaybedilmesinde yahut şiddetli vecd halinden dolayı aklın gitmesi yahut şaşkın olması halidir. İbn Manzûr, Lisânu'I-Arab, XIII, 561; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 846.
[823] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, V, 359.
[824] bk. Süleyman Uludağ, “Aşık” DİA, IV/11,12.
[825] Ebu Hamid muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi'd-Dîn, Kahire 1387/1967,1V,368,369.
[826] Gazâlî, İhya IV, 369.
[827] Ebu'l-Kâsım Abdulkerim el-Kuşeyri (Ö.465/1072) er-Risâletü'1-Kuşeyriyye fî ilmi't-tasasvvuf (çev. AH Arslan) İst, 1980, s. 366,367.
[828] Ebû Nuaym, Hılyetü'l-evliyâ, Beyrut, 1967, İV/121.
[829] Şerrâc Tûsî, el-Lüma’, s. 56.
[830] Buharı, İman, 14; Müsİim, İman, 67; Tirmizi, İman 10, Neseî, İman, 2-4, İbn Mâce, Fiten, 23.
[831] Tirmizî, Da'avât, 70-73.
[832] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234), Avârifü'l-meârif (çev.H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz), İst. 1413/1993, s. 626,627.
[833] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Şühreverdî (ö. 632/1234), Avârîfü'l-meârif (çev. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz), İst. 1413/1993, s. 626,627.
[834] İbrahim: 14/34.
[835] Müslim, îmân, 147; İbn Hanbei, Müsned, IV, 133.
[836] Gazzâlî, İhya', IV, 370-375.
[837] Mevlânâ Celâlüddîn Rumî (ö. 672/1273), bk. Tahir Büyükkörükçü, Hakiki Veçhesiyle Mevlânave Mesnevi, İst. 1972, s. 202,203.
[838] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, VII, 229.
[839] bk.Âl-i İmrân: 3/31.
[840] bk. Meryem: 19/96.
[841] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, V, 359.
[842] Gazzâlî, İhya', IV, 414.
[843] Buhâri, Rikâk, 41; Tirmizî, Cenâiz, 67; Nesâî, Cenâİz, 10; İbn Mâce, Zühd, 31.
[844] bk. Gazzâlî, İhya', IV/413. Zira bu soruya cevap olarak, hayır denilse, kâfir olunacağı; evet denilse, gereği yerine getirilmediği için yalancı duruma düşüleceğinden sükût etmek suretiyle gazabtan sakınılması gerektiği tavsiyesinde bulunulmuştur, (bk. Gazzâlî, age, IV/413)
[845] Mâide: 5/54.
[846] Râğıb, Müfredat, s. 214-215; Zemahşerî, Keşşaf, 1/621; İbn-i Manzûr, Lisânu'l-Arab, 1/289; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, VI/237; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 111/1717.
[847] Râğıb, Müfredat, s. 214-215; Zemahşerî, Keşşaf, İ/621; İbn-i Manzûr, Lisânu'l-Arab, 1/289; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, VI/237; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, III/1717.
[848] Bakara: 2/222.
[849] Taberî, Câmiul-Beyân, 11/403; İbn-İ Kesîr, Tefsir, 1/260.
[850] İbn Kesîr, Tefsîr, I, 358.
[851] Bürûc: 85/14.
[852] Râğıb, el-Müfredâr, 860; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, III, 453; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, II, 50; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VIII, 5695; Suad Yıldırım, Kur'en'da Ulûhiyyet, İst., 1997, s. 158.
[853] Râzî, Mefâtîhu'l Ğayb, XXXI, 123.
[854] Râzî, Mefâtîhu'l Ğayb, VIII, 20.
[855] Râzî, Mefâtîhu'l Ğayb, VIII, 20.
[856] Bakara: 2/222.
[857] Gazzâlî, İhya', IV, 407.
[858] Buhârî, Rikâk: 38.
[859] Gazzâlî, İhya', IV, 407.
[860] Gazzâlî, İhya', IV, 410.
[861] Bakara: 2/257.
[862] Âl-i İmrân: 3/68.
[863] Mâide: 5/55.
[864] Hûd: 11/113.
[865] Şûra: 42/9.
[866] Hac: 22/78.
[867] Bakara: 2/286.
[868] Yûnus: 10/62
[869] Râğıb, el-Müfredât, 885; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, XV, 406; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 1223.
[870] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 23; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 312; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, I, 401; Ebu's-Su'ud, İrşâdu'l-Aklı's-Selîm, 1, 250; Bursevî, Rûhu'l-Beyân, I, 408.
[871] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000:162-173.
[872] En'âm: 6/90. Yani kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği (bk. En'âm: 6/89.) kimselerdir. (Taberi, Câmi'u'l-Beyân V/261; Beydâvî, Envâru't-Tenzil, 11/441; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/155.)
[873] Beydâvî, Envâru't-Tenzil, I, 30; Yazır, Hak Dini Kur'ânân Dili, 1/120.
[874] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1,120.
[875] “Muttakîler için hidayettir.” (Bakara: 2/2) âyetinde hüden nekre olarak zikredilmiştir. Bu durum mü'minlerin manevî hayatı için her bir mertebenin hidayetini açıklamakta ve her halin hidayetini içine almaktadır. Çünkü bundan sonraki beş âyette vasıfları sayılan muttakîlerden kimi Rabb'lerinden bir keşif üzere, kimi O'nun nurlarından bir nur üzere, kimisi O'nun esranndan bir sır üzere, kimisi O'nun eltâfından bir lütuf üzere, kimisi de O'nun hakâikinden bir hakikat üzere hidâyette olmuş olmaktadır. Allah'ın, bütün enbiyâ ve evliyasına ikram ettiği bu manevî nimetleri, kemal sahibi zat ve sıfatlarına ve sürekli olarak verdiği nimetlerine ve İhsanına nisbetle büyük okyanustan bir damla gibidir. Böyle olunca da sayılamayacak kadar çoktur. (Bursevî, İsmail Hakkı, Ruhu'l-Beyân, 1/44) Nitekim âyette “Eğer Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız!” (İbrahim: 14/34) buyurulmuştur.
[876] Buharı, Rikak,38.
[877] Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, 1/30; Yazır Hak Dini Kur'ân Dili, 1/120.
[878] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 174-175.
[879] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, İst. 1996, s. 147.
[880] bk. Bu tez Peygamberlerin Gönderilmesi.
[881] Halis Albayrak, Kur'ânda İnsan-Ğayb İlişkisi, İst. 1993, s. 233.
[882] Hüseyin Atay, Kur'ân'da Bilgi Teorisi, İst. 1982, s. 31-47.
[883] İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, XV, 361, 381; el-Firûzâbâdî, el-Kâmûsu'1-muhît, s. 1729.
[884] En'âm: 6/112-121.
[885] Meryem: 19/11.
[886] En'âm: 6/121.
[887] Meryem: 19/11.
[888] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s.24. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 175-177.
[889] Rağıb, Müfredat, s. 858, İbn-i Manzûr, Üsânu'l-Arab, XV/379; Fîruzâbâdî, Kamus, s. 1729; Âsim Efendi, Kamus Tercemesi, IV/1212; Subhi's-Sâlih, Mebâhis, Fî Ulûmi'l-Kur'ân, İst. ts. s. 23,24.
[890] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara, 1991, s. 37; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, İst. 1991, s. 79.
[891] Meryem: 19/11.
[892] bk. En'âm: 6/112.
[893] bk.Zilzal: 99/4,5.
[894] bk. Fussilet: 41/12.
[895] Nahl: 16/68, 69.
[896] Enfal: 8/12.
[897] Mâide: 5/lll.C
[898] Kasas: 28/7.
[899] Beydâvî, Envâru't-Tenzil, IV/548. Vahyin söz konusu diğer manaları için bk. İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab, XV/379,380; Râğıb, Müfredat, s. 858; Suphu’s Salih, Mebâhis, s. 23,24; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.
37,38.
[900] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 25. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 177-178.
[901] Muhammed Abdülazim ez-Zerkânî (ö, 1367/1948), Menâhilü'l-İrfân Fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1409/1998, s. 1/64; Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 26; Zeki Duman, Vahiy Gerçeği, s. 20.
[902] El-Kirmânî, Sahihi'l-Buhârî bi-Şerhi'1-Kirmânî, Beyrut, 1401/1981, 1/14; İbn-i Hacer, Fethu'l-Bârî, Kahire, 1398/1987, 1/27; el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, Kahire, 1392/1972,1/15.
[903] Nisa: 4/163. Bu hususta diğer âyetler için bk. A'râf: 7/117,160; Taha: 20/77, Şuara: 42/52,63.
[904] Şura: 42/51.
[905] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 39. ilgili âyetler: “... Bu Kur'ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu.” {En'âm: 6/19) “Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka Tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir.” {En'âm: 6/106) “... De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım...” (A'râf: 7/203) “Elif. Lâm. Râ (Bu Kur'ân) Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa (...) çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. (İbrahim: 14/1) “.. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik.” (Nahl: 16/44} “Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'ân vahyettik." (Şûra: 42/7)
[906] Nisa: 4/163.
[907] Nahl: 16/43. Benzer ifadeli âyetler için bk. Enbiyâ 21/7,25; Zümer: 39/65.
[908] Buhârî, Bed'u'1-vahy, 2; Müslim, el-Fedâil, 23.
[909] Buhârî, Bed'u'1-vahy, 2; Müslim, el-Fedâil, 23; ibn Hanbel, Müsned, VI/158.
[910] Suyûtî, İtkân, 1/128; Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, s. 49; Yakup Çiçek, Tefsir Usûlü, Sofya, 1995, s. 22.
[911] İbn Mâce, es-Sünen, et-Ticârât, 2; el-Beyhakî, es-Sünenü'1-Kübrâ, VII/76.
[912] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 29.
[913] bk. Wensinck, A. J., “Vahiy” , İA, XHI/143.
[914] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 178-181.
[915] Daha geniş bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 48-50.
[916] Kıyâme: 75/16.
[917] Celâleddin es-Suyûti, Lübâbü'n-Nükûl Fî Esbâbi'n-Nüzûl, Kahire, ts. s. 189 (Celâleyn'in hamişi); Ebû Tahîr Muhammed b. Yâkub, Fîrûzâbâdî, Tenvîru'l-Mikbâs Min Tefsiri İbn-i Abbas, (Mecmûâ mine't-Tefâsir'in hamişi) Vl/411; Taberi, Câmi'u'l-Beyân, XII/338; İbn-i Kesir, Tefsir, IV/449.
[918] Kıyâme: 75/17-19. Ayrıca bk. Tâhâ: 20/114.
[919] A'lâ: 87/6.
[920] Albayrak, Halis, Vahiy, s. 110.
[921] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 52.
[922] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 62.
[923] Yûnus: 10/2.
[924] Fâtır: 35/29,30.
[925] Âl-i İmrân: 3/113.
[926] İbn-iMâce, Sünen, 1/79.
[927] Sahîhu Müslim bi şerhı'n-Nevevî, XVII/21-21; Ebu Dâvud, Sünen, 1/336.
[928] Buharı, Fedâilü'l-Kur'ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14,15,19; Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân, 15; İbn-i Mâce, Mukaddime, 16; Dârimî, Fedâilü'l-Kur'ân, 2; Ahmed b. Hanbel, 1/57,58,69,153. Kur'ân'ı Kerim'i okumanın faziletiyle ilgili olarak bk. İsmail Karaçam, Kur'ân-ı Kerim’in Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İst. 1976- s. 24-46. Aynca bk. Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996), Kûtu'l-Kutûb, (çev. Yakup Çiçek) İst. 1998, s. 237-257, Tilavet ve Tilâvet ehlinin vasıfları.
[929] Muhammed Kutub, Kur'ân'ı Nasıl Okuyalım, (çev. Bekir Karlığa), İst. 1993, s. 25,26. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 181-185.
[930] bk. Fussilet: 41/12; Zilzal: 99/5.
[931] bk. Nahl: 16/68.
[932] bk. Tâhâ: 20/38-39.
[933] bk. Mâide: 5/111.
[934] bk.Âl-i İmrân: 3/42, 45.
[935] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, V/3719; Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 65. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 185.
[936] Râğib, Müfredat, s. 748; İbn-i Manzûr, Lisânu'1-Arab XII/554; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, IV/490; Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara 1979, s. 154, Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 185.
[937] el-Cürcânî, Ta'rîfât, s. 23; İbn-i Manzûr, Lisânu'1-Arab; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, IV/490; Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet (çev. Ali Genceli) İst, 1967, 1/102; Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 63; M. Zeki Duman, Vahiy Gerçeği, Ankara 1997, s. 31.
[938] Şems 91/7,8.
[939] Zemahşerî, Keşşaf, IV/258; Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî (ö. 710/1310) Kitabu mecmu'atin mine't-Tefsîr, Beyrut, H. 1320 (Hamişinde) Vl/518; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XVI/256.
[940] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XXX1/193; Hâzin, Lübabü't-Te'vîl VI/518; İbn-i Kesîr, Tefsir, VI/516.
[941] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XII/602; Zemahşerî, Keşşaf IV/258; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb XXXI/193; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/516; Fîrûzâbâdî, Tenvîru't-Mikbas min Tefsiri İbn-i Abbas VI/518.
[942] İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/516; Musum, Zikir, 73; Neseî, İstiare, 65; Ahmed b. Hanbel, IV/371, Vİ/9.
[943] Beled 90/10.
[944] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XXXI/193.
[945] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XXXI/193.
[946] Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, (çev. Ali Genceli), İst, 1967,1/102.
[947] Bekir Topaloğlu, Maturidiyye Akaidi, Ankara, 1991, s. 191.
[948] Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 64.
[949] Daha fazla bilgi için bk. Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, s. 64-67.
[950] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (çev. M. Said Mutlu), Salih Tuğ, İst. 1969, s. 48.
[951] Dârimî, Rikak, 25.
[952] Tirmizî, Tefsîr, 11/36; Had. 2988.
[953] Buharî, Ahkam, 21; İtıkâf, 11,12; Ebû Dâvud, Savm, 78.
[954] Razî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/91.
[955] Daha fazla bilgi için, bk. M. Zeki Duman, Vahiy Gerçeği, s. 19-40.
[956] Şeytan vesvesesi hakkında bk. Araf: 7/20; Tahâ: 20/120; Nas: 114/5.
[957] Nefsin vesvesesi hakkında bk. Kâf: 50/16.
[958] Bu konuda daha fazla bilgi İçin bk. Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü, ruh, melek, cin, insan, ist, 1995, s. 25-26; Ahmet Saİm Kılavuz, İslâm İnancında cin, ts. s.10.
[959] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 185-190.
[960] Rüya kelimesi kökünden türemiş, masdar yahut İsimdir. Uykuda görülen düş demektir. Çoğulu Ruen dir. İbn-i Manzur Lisânu'1-Arab, XIV/297; Fîrâzâbâdî, Kamus, 1658; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İV/968.
[961] Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili, IV/2865-2866.
[962] İbn-i Haldun (ö. 808/1406), Mukaddime, Beyrut, 1409/1989, s. 477.
[963] İbn-i Kayyim Cevziyye, Kitabu'l-Rûh, s. 35, bk. (Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü s. 63.)
[964] Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü, s. 63.
[965] Yunus: 10/62-64.
[966] Taberî, Câmiu'l-Beyân, VI, 577-582; Zemahşeri, Keşşaf, II, 243; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XVII, 133,134; İbn Kesîr.Tefsîr, II, 422,423 ve diğerleri.
[967] Buhârî, Ta'bir,5; Tirmizi rüya 2; İbn Mâce, Rüyâ,l ; Dârimî, Rüya, 3; İbn Hanbel, Müsned VI, 381.
[968] Buhârî, Tabir 26 ; Müslim,Rüya, 6; Tirmizî, Rüya, 1,10 ; Dârimî Rüyâ,6 ; ibn Hanbel, Müsned II, 269.
[969] Razı, Mefâtîhu'1-Ğayb, XVII, 134.
[970] Buhârî, Tabir 2,4,10,26; Müslim, Rüya, 6,9; Ebû Dâvud, Edeb, 2,88; Tirmizî, Bir, 66, Rüya 1,2,6; İbn-i Mâce, Rüya 1 vd.
[971] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV/2866. Ayrıca bk. Buhârî, Bed'ü'I-Vahiy, 3, Tefsîr, sûre, 96.
[972] bk. Saffât: 37/102
[973] bk. Yusuf: 12/6,101.
[974] Yusuf: 12/43.
[975] Yusuf: 12/47-49. bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, 11/302.
[976] İbn Hişâm (ö. 213/841), es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire, ts. 1-2/143.
[977] Tefsirlerimizde Füravun'un gördüğü bir rüyadan bahsedilir Firavun rüyasında Beyt-i makdistan bir ateş çıktığını, bu ateşin mısırın evlerini sardığını, İsrail oğullarını yakmadığı halde Kıptîleri yaktığını görür. bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 1/311; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 1/90; Yine Hz. Peygamber (s.a.v) doğduğu gece İran devlet erkanından Mûbezan'ın gördüğü rüya meşhurdur Mûbezân, rüyasında bir takım develerin ve Arap atlarının dicleyi geçerek İran topraklarına yayıldıklarını görür. (İbn-i Sa'd, Tabakat, Beyrut, 1376/1957, 1/159,160,162,163; Taberî, Tarih, Mısır 1352/1934,11/5,6.
[978] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili IV/2868.
[979] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 190-193.
[980] bk. Bu tez. İnsanın yaratılış maksadı, hidâyet ilişkisi, îman bahsi.
[981] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 196.
[982] Râğıb, el-Müfredât, 542; İbn-i Side, Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Endülüsî (ö. 458/1063), el-Muhassas, Beyrut, ts. XIII/96; İbn Manzür, üsânu'1-Arab, III, 271; ez-Zebîdî, Murtadâ (ö. 1183/1769), Tâcul-Arûs min Cevâhiri'l-Kâmûs, Beyrut, 1414/1994, V/88; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, I, 1199.
[983] Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî (ö. 150/767), Kitâbü'1-Ayn, Beyrut, 1408/1988, 11/50; Zeccâc, İbn İshâk İbrahim b. es-Serî (ö. 311/923), Me'âni'l-Kur'ân ve İ'râbuhû, Beyrut, 1408/1988, 1/48; İbn Fâris, Ebu'l-Hüseyn Ahmed (ö. 395/1004}, Mücmelü'1-Lüğa Beyrut, 1406/1986; III/642; Mu'cemü'l-Mekâyisi'1-Lüğa, Beyrut, 1415/1994, s. 729; Cevheri”, Ebû Nasr İsmail b. Hammâd (ö. 398/1007), es-Sıhâh, Beyrut, 1404/1984,11/503; İbn-i Side (ö.458/1063), el-Muhassas, XIII/96; Zemahşerî, Cârullâh (ö. 538/1143), Esâsü'l-Belâğa, byy, 1399/1979, s. 406.; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, III/272; ez-Zebîdî (ö. 1183/1769). Kâmûs V/84; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 97.
[984] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 95.
[985] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXXI, 46.
[986] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 97.
[987] Mevdûdî, Ebu'1-A'lâ (ö. 1979), el-Mustalahâtü'l-Erba'a (çev. Osman Cilacı, İsmail Kaya, İst 1991, s. 81-97.
[988] İbnu'l-Fâris, Mekâyisü'l-Luga, VI/205'de şöyle diyor: ABD kelimesindeki ayn ve be sanki birbirine zıd iki sahih harf gibidirler. Bu iki harften birincisi yumuşaklık ve tevazu, ikincisi de şiddet ve kabalığa delâlet eder.
İbn Side, el-Muhassas XIII/96'da şöyle diyor: Lügatte ibadetin aslı boyun eğmektir. İbadet, itaat etmek, tevazu göstermek ve meskenet birbirine yakın manâlı olan kelimelerdir. Daha üstünü olmayan her boyun eğme, ibadettir, ancak mabut için olan itaat ibadettir. Boyun eğme ve mütevazı olma yönünden Allah'a karşı olan her itaat ibadettir. İbadet, itaat etmenin her çeşididir. Ona ancak, görme, işitme, İdrak ve hayat gibi en yüce nimetleri vermiş olan zat hak kazanır. Şükür ve ibadet de ancak nimetle kazanılır. Çünkü ibadetlerde aan azı, ancak nimetin en yükselini veren zata karşı yapılma hakkına sahiptir. İşte bunun için ibadete hak kazanan mabut sadece Allah'tır.
[989] Lisânü'1-Arab IV/259-269.
[990] Şuârâ: 26/22.
[991] Fatiha: 1/5.
[992] Mü'minûn: 23/47.
[993] Mevdûdî, Dört Terim, s. 81-84.
[994] bk. Mü'minûn: 23/45-46.
[995] Mü'minûn: 23/47.
[996] Taberî Câmi'u'l-Beyân IX/217; Zemahşerî, Keşşaf 111/33.
[997] Tâğut'a tapanlar için bk. Mâide: 5/60; Nahl: 16/36; Zümer: 39/17. Kur'ân-ı Kerim ıstılahında Tâgût'un manası: Hakkı tanımayan her azgın ve Allah'tan gayri tapılan her şey. (Râğıp,el-Müfredât, 520, 521) Yahut Allah'a isyan edip de zor kullanarak veya karşı tarafı, Allah'ı bırakıp kendisine itaati ile kulluk ettiren demektir. Bu kendisine kulluk edilen, insan, şeytan, put, totem veya herhangi bir şey olabilir. Bîr kimse zulmettiği ve haddi aştığı zaman onu hakkında azdı, tuğyan etti denir. Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü yönetim, otorite veyahut her türlü başkanlık yahut diktatörlüktür. Allah'ın mülkün de hükmünü yürütür. Allah'ın kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü ve bozuk öğretim gibi yollarla kendine itaate mecbur eder. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması şüphesiz Tağut için bir itaattir. (Ebu'I-Alâ Mevdûdî (ö. 1976), Kur'ân'a Göre Dört Terim , s. 86-87
[998] Yâsîn: 36/60.
[999] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, X/457; Zemahşerî, Keşşaf, 111/327; İbn-i Kesîr, Tefsir, III/576.
[1000] bk. En'âm: 6/74; Araf: 7/137; İbrahim: 14/35; Enbiyâ: 21/57; Şu'ara: 26/71; Hac: 22/30; Ankebut: 29/17,25; Mâide: 5/3,90; Meâric: 70/43; Enbiyâ: 21/52; Necm: 53/19,20; Nuh: 71/23.
[1001] bk. Fussilet: 41/37, Allah Teâlâ gök cisimlerine secde edenleri men etmek için şöyle buyurmaktadır. “Eğer Allah'a tapıyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin.”
[1002] bk. Araf: 7/192, 193; Enbiyâ: 21/27, 28; Zuhruf: 43/19, Saffât: 37/159.
[1003] Mevdûdî, Dört Terim, s. 84.
[1004] İbn Hanbel, Müsned, IV/403. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 197-202.
[1005] Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İst. s. 42.
[1006] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, i/95.
[1007] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXXI/46.
[1008] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1/97.
[1009] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 1/102.
[1010] Buhârî, Bedü'1-Vahy, I, İtak, 6, Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmare, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11; Nesâî, Tahare, 59, Talak, 24, İman, 19; İbn Mâce, Zühd, 26.
[1011] Yazir, Hak Dini Kur/ân Dili, 1/96.
[1012] bk. Mâide: 5/5.
[1013] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 1/97.
[1014] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/97; Tehânevi, Muhammed Ali b. Ali (ö. 1158/1745), Keşşâfu Istılâhâtı'l-Fünûn, Kalküta, 1862., 11/938.
[1015] Şerif, Cürcânî, a.g.e., s. 146; Nesefî, a.g.e., 11/70.
[1016] Zemahşerî, Keşşaf, 1/13; Beydâvî, a.g.e., 1/29.
[1017] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/97.
[1018] Mehmed Vehbi, Hülâsatu'i-Beyân, 1/23.
[1019] Âlûsî, Rûhu'l-Meânî fi Tefsîri'1-Kur'âni'l-Azîm, 1/8687, Âlûsî ibâdet, ubûdiyyet ve ubûdet kelimelerinin ifade ettikleri mânâlara göre en üstünü ubûdet, en alt mertebesi (dûn'ü) ibâdet, ortası da ubudiyettir, demiştir.
[1020] İbn Kesîr, a.g:e., 1/23.
[1021] Hicr: 15/99. 1)2 İsrâ: 17/1.
[1022] Meryem: 19/30.
[1023] Tâhâ: 20/14.
[1024] Fatiha: 1/5.
[1025] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1,254,255.
[1026] bk. Yâsîn: 36/60.
[1027] bk. Mâide: 5/60, Nahl: 16/36; Zümer: 39/17.
[1028] bk. Furkan: 25/43; Câsiye: 45/23.
[1029] Râğıb, Müfredat, s.542.
[1030] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 203-206.
[1031] İbâdetle ilgili pek çok âyetten bir kısmı: “Rabb'ın yalnız kendisine ibâdet etmenizi emr-ü ferman buyurdu..”(İsra: 17/23) “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize ibâdet edin ki korunasınız.”(Bakara: 2/21) “(Yâ Râb) ancak sana ibâdet ederiz..”(Fatiha: 1/5) “..De ki: Bana yalnız Allah'a ibâdet etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi..” (Ra'd: 13/36) “Ben niçin beni yaratana ibâdet etmiyeyim?..”(Yâsîn: 36/22) “De ki: Bana dini yalnız Allah'a halis kılararak, 0,'na ibâdet etmem emredildi.”(Zümer: 39/11) “Allah'ın nimetine şükredin, eğer O'na ibâdet ediyorsanız.”(Nahl: 16/114) “İnsanlardan kimi de Allah'a bir kenardan ibâdet eder..(Hac: 22/11) (kulluk, onun gönlüne tam oturmamıştır.) (Süleyman Ateş, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, İst. 1992, s.,332.) (Yani şüphe ve tereddüt içinde Hasan Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm İst. 1993, s.333.) “Ben cinleri ve insanlan, ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum. “(Zâriyât: 51/56,57} “Tâğût'a tapmaktan kaçınan ve Allah'a yönelen (kullara) lere müjde vardır, o halde kullarımı müjdele.”(Zümer 39/17} “Sana yakîn gelinceye kadar Rabb'ine ibâdet et.”(Hicr 15/99) “Muhakkak ben, (evet) ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur, (yalnız) bana ibâdet et ve beni zikretmek için namaz kıl.”(Tâhâ 20/14) “Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbirşeyi şirk koşmayın”(Nisa 4/36) “Haydi Allah'a secde edin ve (O'na) ibâdet edin.”(Necm: 53/62) “(Ancak) Bana ibâdet edin. Dosdoğru yol budur”"(Yâsîn 36/61} “Şüphesiz, Allah benim de Rabb'im, sizin de Rabb'inizdir. O'na ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur.” (Meryem: 19/36, Zuhruf: 43/64)
[1032] Bakara: 2/83, 133; Âl-i İmrân: 3/64; Mâide: 5/72, 117; A'râf: 7/65,73,85; Tevbe: 9/31; Hûd: 11/50, 61, 84; Yusuf: 12/40; Nahl: 16/36; Mü'minun: 23/23, 32; Neml: 27/45; Ankebût: 29/16,36; Fussilet: 41/14; Ahkâf: 46/21; Beyine: 98/5.
[1033] Ra'd: 13/36; Enbiyâ: 21/73; Zümer: 39/11, 14.
[1034] bk. Bakara: 2/21.
[1035] bk. Hac: 22/77.
[1036] bk. Beyyine: 98/5.
[1037] bk. Nisa: 4/36.
[1038] İsmail Karagöz, Kur'ân'da İbâdet Kavramı, s. 27.
[1039] Ahmet Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ankara 1972, s.l 10.
[1040] Ahmet Hamdi Akseki, İslâm Dini, s.110.
[1041] İsmail Karagöz, Kur'ân'da İbâdet Kavramı, s. 52-54.
[1042] “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” bk. Buhârî, îmân, 8; Müslim, iman, 19-22.
[1043] bk. Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, Dımeşk 1415/1995, s. 142; İskilipli M. Atıf Hoca, Yeni İlmihal İslam Yolu, İst. 1991, 8.31; Tâhirü'l-Mevlevî (Olgun), Müslümanlıkta İbâdet Tarih, İst. 1963, s. 24; Kâmil Mûsâ, Ahkâmu'l-İbâde, Beyrut, 1412/1992, s.87; Sabân Muhammed İsmail, el-İbâde fi'I-İslâm, Kahire, 1400/1980, s. 96; Seyfeddin Yazıcı, Temel Dini Bilgiler, D.İ.B.Y. Ankara 1993, s. 56; H. Mehmet Soysaldı, Kur'ân ve Sünnet Işığında İbâdet Tarihi, Ankara 1997, 20.
[1044] Muhammed Ebû Zehra, Usûlü Fıkıh, Dâru'l-Fikri'l-Arabiyye, H. 1373, s. 93,94; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 3
[1045] İsmail Karagöz, Kur'ân'da İbâdet Kavramı, s. 50.
[1046] İbn-i Kayyim, Medâricü's-Sâlikîn, Beyrut, ts. I/101.C
[1047] Mehmet Bayraktar, İslâm İbadet Fenomenolojisi, Ankara, 1987, s. 6.
[1048] Hüseyin Atay, Kur'ân'a Göre Araştırmalar IV, Ankara 1995, s. 118.
[1049] Mehmet Bayraktar, İslâm İbadet Fenomenolojisi, s. 10.
[1050] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 207-211.
[1051] Fatiha: 1/5.
[1052] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 98-104. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 211-213.
[1053] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, I, 253,254.
[1054] İbn Kesîr, Tefsir, I, 26.
[1055] Ebû Dâvûd, Namaz 124; İbn Mace, İkâme 26, Duâ 4; İbn Hanbel, Müsned III, 474. Rasûlüllâh ile Muaz'ın ne konuştuklarına dair bir izaha rastlanamamıştır. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 213-214.
[1056] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 214.
[1057] Râğıb, Müfredat, s. 595; Râzî, Mefârihu'1-Ğayb, 1/71, İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab, III/498, 499; Fîrûzâbâdî, Kamus, 428; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 11/94.
[1058] En'âm: 6/112.
[1059] Râğıb, Müfredat, 454; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, 1/71, İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab, XIII/238; Fîrûzâbâdî, Kamus, 1561.
[1060] Hicr: 15/34.
[1061] İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, 1/159.
[1062] Taberî, Cami'u'l-Beyân VII/515; Râğıb, Müfredat, s. 346; Zemahşerî, Keşşaf, 11/391; İbn-iKesîr, 11/551.
[1063] Hud: 11/47.
[1064] Yusuf: 12/23.
[1065] Bakara: 2/67.
[1066] Duhan: 44/20.
[1067] Mümin: 40/27.
[1068] Âli İmran: 3/36.
[1069] Meryem: 19/18.
[1070] Nahl: 16/98.
[1071] Mü'minûn: 23/97,98.
[1072] Felak: 113/1-5.
[1073] Nâs: 114/1-6.
[1074] A'râf: 7/200.
[1075] Fussulet: 41/36.
[1076] Ebû Dâvûd, Salat 119; Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'an 22.
[1077] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/79.
[1078] İbn Hanbel, Müsned, V, 240.
[1079] A'râf: 7/201.
[1080] Tirmizî, Fedâidü'l-Kur'ân 22.
[1081] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/81.
[1082] Tirmizî deavât, 40; Müslim, Düa 54,55.
[1083] Ebû Dâvud, Tıbb 19; Tirmizî Deavât 93; Muvatta', Şa'r, 4.
[1084] Ebû Dâvud Sünnet, 20; Tirmizî, Tıbb 18; İbn Hanbeİ, Müsned I, 236.
[1085] Buharı, Enbiyâ 10; Müslim, Zikr 54,55; Ebû Dâvud Tıbb 19.
[1086] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, XII, 252.
[1087] En'âm: 6/112.
[1088] İbn Hanbel, Müsned I, 385.
[1089] Buhâri, Ahkam 21, İ'tikâf, 11,12; Ebû Dâvûd, Savm 79.
[1090] İbn Hanbel, Müsned II, 353.
[1091] Ebû Davûd salât 119,120; İbn Mâce ikâme 2; İbn Hanbel, Müsned III, 50.
[1092] Muvatta' Şa'r 4.
[1093] İbn Hanbel, Müsned III, 419.
[1094] Müslim.Salât 222; Tirmizî, Deavât 75, 112; Neseî.Tahare 119; İbn Mâce,Duâ 3; İbn Hanbel, Müsned I, 96.
[1095] Razî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/72.
[1096] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/72-73.
[1097] Râzî, Mefâühu'i-Ğayb, 1/73-74.
[1098] Razî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/91.
[1099] Kaf: 50/16.
[1100] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4505.
[1101] Zâriyât: 51/50.
[1102] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/98.
[1103] Tevbe: 9/29.
[1104] Fâtır: 35/6.
[1105] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/99.
[1106] Nahl: 16/91.
[1107] Bakara: 2/40.
[1108] Razî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/102.
[1109] Sâd: 38/82, 83.
[1110] Zemahşerî, Keşşaf, II, 374; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, III, 520.
[1111] İbrahim: 14/22.
[1112] Nisa: 4/120.
[1113] Taberi, Câmi'u'I-Beyân VII/433-436; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 11/529.
[1114] Râzî Mefâtîhu'1-Ğayb, 1,12,66-107; Tefsîr-i Kebir Tercemesi, I, 88-136.
[1115] Nahl: 16/98.
[1116] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, I, 3.
[1117] Nahl: 16/99,100.
[1118] Hicr: 15/39-43.
[1119] Tevekkül ile ilgili âyetlerin dökümü için bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem s. 762,763 ( mad.)
[1120] Râğıb, Müfredat, 882; İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab XI/735,736.
[1121] Ahmet Hamdi Akseki, İslâm Dini, s.98.
[1122] Mâide: 5/23.
[1123] İbrahim: 14/12.
[1124] Tevbe: 9/51.
[1125] Talak: 65/3.
[1126] Tûsî, el-Lüma s.49-51
[1127] Gazzâlî, İhya, IV/378-409.
[1128] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 41,50.
[1129] Râğıb, Müfredat, 454; Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, 1/71, İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, XIII/238; Fîrûzâbâdî, Kamus, 1561.
[1130] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 1,106.
[1131] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1,17,18.
[1132] Yazır, Hak Dinî Kur'an Dili, 1/44.
[1133] Taberî, Camiu'I-beyan, I, 77.
[1134] Alâk: 96/1.
[1135] Zemahşerî, Keşşaf, IV, 270; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXXII, 14; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, VI, 539; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, XXX, 321; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5946.
[1136] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 1,109. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 215-227.
[1137] Reşid Rızâ, Menâr, 1,43.
[1138] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 43,44.
[1139] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 1,109,110.
[1140] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 1,123; Bursevî, Rûhu'l-Beyân, I, 8.
[1141] Mü'min: 40/14,65.
[1142] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, I, 8.
[1143] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 29.
[1144] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 33.
[1145] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, I, 174.
[1146] Buhârî, Edeb 19; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deâvat 99; İbn Mace, Zühd 35; Dârimî, Rikâk 69.
[1147] Bakara: 2/257.
[1148] Meryem: 19/96.
[1149] Ahzab: 33/43.
[1150] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 1,177.
[1151] En'âm: 6/12.
[1152] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, V/155, İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/125.
[1153] En'âm: 6/54.
[1154] Taberi, Câmi'u'l-Beyân, 5/205-207; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/136.
[1155] Buhârî, Tevhid 15; Müslim, Tevbe 14.
[1156] Buhârî, Tevhid 15; Tirmizi, Deavât 131.
[1157] Bakara: 2/152.
[1158] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 227-230.
[1159] Râğıb, Müfredat, 292; İbn Manzur, Lisânu'l-Arab VI1/28; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 11/1169.
[1160] bk. A'râf: 7/29; Zümer: 39/2,3,11,14; Mü'min: 40/14., Beyyine: 98/5.
[1161] bk. En'âm: 6/52.
[1162] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 1/283; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, III/1940.
[1163] Gazzâlî, İhya IV/493. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 230-231.
[1164] Ahmet Hamdi Akseki, Mülümanlıkta İbadet Tarihi (önsöz), s.16; Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, 1/83.
[1165] Ahmet Hamdi Akseki, Mülümanlıkta İbadet Tarihi (önsöz), s.16
[1166] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 232.
[1167] bk. Bakara: 2/43,177; Nisa 4/77162; Maide: 5/12.
[1168] bk. En'âm: 6/162.
[1169] bk. Lokman: 31/17.
[1170] bk. Meryem: 19/59.
[1171] bk.Tâhâ: 20/14.
[1172] bk.Âl-i İmran: 3/39.
[1173] bk. Meryem: 19/31.
[1174] bk. Meryem: 19/55.
[1175] bk. Enbiya: 21/73.
[1176] Muharref Yahudilik ve Hırıstıyanlık ile Hinduizm'de namaz konusunda bk. Ebul Hasen Ali Hasenî en-Nedvî, Dört Rükün, (çev. İsmet Ersöz), Konya 1969, s.79-94.
[1177] Tâhirü'l-Mevlevî (olgun), Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, 1963, s. 24,25. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 232-233.
[1178] Salât kelimesinin geçtiği âyetlerin dökümü için bk. M. Fuâd Abdülbâki, el-Mu'cemü'l-Müfehres, s. 413-414.
[1179] bk. Nisa: 4/102.
[1180] Muhammed Hamidullah, İnitation â I'lslam, Ankara 1974, s. 61.
[1181] Râgıb, el-Müfredât, s. 491; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XIV, 464.
[1182] Zekeriya Pak, Kur'ân'da Kulluk (Basılmamış doktara tezi), s. 202-203.
[1183] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 103-105.
[1184] A. Hamdi Akseki, İslâm Fitrî, Tabiî ve Umumî Bir Din'dir, İstanbul, 1943, s. 448.
[1185] Zekeriya Pak, Kur'ân'da Kulluk (Basılmamış doktora tezi), s. 206.
[1186] İsra: 17/44; Hac: 22/18.
[1187] bk.Enfal: 8/11.
[1188] Ra'd: 13/13.
[1189] bk. Nur: 24/41.
[1190] bk. Ra'd 13/15; Nah! 16/18.
[1191] Hamidullah, İslâm'a Giriş, s.96-101; Hamidullah, İslâm Peygamberi, c.II, s.53,56.
[1192] Bakara: 2/1-3.
[1193] Tirmizî, İmân 8; İbn Hanbel, Müsned, V/231,237.
[1194] Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 439.
[1195] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, II, 27.
[1196] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1,195.
[1197] Yazır, age., 1,194.
[1198] Yazır, age., 1,189.
[1199] Ankebut 29/45.
[1200] Hûd: 11/114.
[1201] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VIİ/129; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 11/463.
[1202] Buhârî, Mevâkıt, 6; Müslim, Mesâcid, 283; Tirmizî, Edeb, 80,90; Nesâî, Salât, 7; İbn Mâce, İkâme, 193.
[1203] Müslim, Tahâret.14,15; Tirmizî, Mevâkıt, 46; İbn Mâce, Taharet, 79,106; İbn Hanbel, Müsned, II,
229,359,400.
[1204] Tirmizî, Taharet 3; Ebû Dâvûd, Taharet 31, Salat 73; İbn Hanbel, Müsned I, 123.
[1205] Müslim, Taharet 32; Tirmizî, Taharet 2; Darımı vudû’ 45; Muvatta, Taharet 31; Neseî Taharet 107,
[1206] Müslim, Taharet 33; Neseî Taharet 84; İbn Mâce, Taharet 6; Muvatta, Taharet 3; İbn Hanbel, Müsned I, 66.
[1207] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, I, 33.
[1208] Meselâ bk. Bakara: 2/3, Mâide: 5/55, Enfâl: 8/3, Tevbe: 9/71, Neml: 27/3, Lokman: 31/4.
[1209] Meselâ bk. Bakara: 2/43,83,110 vd. için ilgili âyetlerin dökümünün yapıldığı M.F. Abdülbâkî, Mu'cem, s. 579.
[1210] Meselâ bk. Bakara: 2/238, En'âm: 6/92, v.d için M. F. Abdülbâkî , Mu'cem, s. 207.
[1211] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 1/136; Râğıb, Müfredat, s. 692; İbn-i Kesîr, 1/42; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/186.
[1212] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 233-238.
[1213] A. Hamdi Akseki, İslam, s. 448.
[1214] Felah, arzu ve ideâlini elde etmektir. Bu da ikiye ayrılır: Dünyevî olan, dünya hayatının güzelliğini sağlayan saadeti elde etmek, ebedî hayatı kazanmak, manevî zenginliği, izzet ve şerefi elde ermektir. Uhrevî olan ise, dört şeyi elde etmektir. Bunlar, fenasiz beka, fakirliği olmayan zenginlik, zilleti olmayan izzet, cehaleti olmayan ilimdir. (Râğıb, Müfredat, s. 644)
[1215] Mü'minün: 23/1,2.
[1216] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, K/196,197; Râgıb, Müfredat, 283; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3428.
[1217] Tirmizî, Edeb 78.
[1218] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Ramûzu'l-Ehâdis, İst.1982,1, 104.
[1219] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, VI, 67.
[1220] bk. Mâun: 107/4,5,6,7.
[1221] bk. Mü'minûn: 23/1,2, bk. Nedvî, Dört Rükün, s.94.
[1222] İhsan: Meşhur Cibril hadisinde Resûlullâh'ın tarifi üzere ihsan; Allah'a sanki O'nu görüyormuş gibi ibadet etmektir. Her ne kadar biz O'nu göremiyorsak da O, bizi görmektedir, bk. Cibril Hadisi (Buhari, îmân, 37; Tefsir, sûre 31; Müslim, îmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15; Tirmizî, îmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1/51 vd.)
[1223] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, 1/283.
[1224] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 238-240.
[1225] Hamîdullah, İslâm'a Giriş s.98; İslâm Peygamberi, 11/55.
[1226] Muddesir: 74/1-3.
[1227] Zemahşerî, Keşşaf, IV/180; Alûsi, Ruhu'l-Meânî, XXIX/200; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu Aklı's-Selîm, IX/54.
[1228] Zemahşerî, Keşşaf, IV180; Râzî Mefâtîhu'1-Ğayb, XXX, 191; Ebu's-Su'ûd, İrşâdu Aklı's-Selîm, VII, 54.
[1229] Râğıb, el-Müfredât, 698; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, V, 127; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, II, 650.
[1230] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, I, 36-37.
[1231] İsrâ: 17/111.
[1232] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXI, 73.
[1233] Ebu's-Su'ûd İrşâdu Aklı's-Selîm, V, 201.
[1234] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 241-242.
[1235] Râğıb, Müfredat, s.690; İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, XH/497; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İV/457.
[1236] İbn Kesîr, Tefsir, I, 294.
[1237] Bakara: 2/238.
[1238] Furkan: 25/64.
[1239] İbn-i Kesîr, Tefsir, IH/325.
[1240] Bakara: 2/238.
[1241] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 11/583, 587; Rağib, Müfredat, s. 684,685; İbn-i Kesîr, Tefsir, 1/294; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 11/808.
[1242] Müslim, Müsâfırîn, 164-165; İbn-i Mâce, İkâme, 200.
[1243] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, Vl/165; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 11/808: Vitir namazı gibi bazı namazda kıyam esnasında bir tekbir ile daha dua için kıyamı uzatmaya hususî manada kunut denilir ki, o zaman kunut içinde kunut demek olur. (Yazır, a.g.e., H/808)
[1244] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 242-243.
[1245] Nasr 110/3.
[1246] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 1/248; Râğıb, Müfredat, s. 392, İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Beyrut 1968 11/471; İbn-i Kesir, Tefsir, 1/71; Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi İstanbul 1305,1/895; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/301.
[1247] Teşbih ile ilgili âyetlerin dökümü için M. F. Abduibâkî, el-Mucem, s. 339-340.
[1248] Teşbih iie ilgili hadis-i şeriflerin dökümü için de bk. A. J, Wensinck, Mu'cem, 11/390-395.
[1249] Buhârî, Tevhîd 58, Da'avat 66, îman 19; Müslim, Zikr 31; Tirmizî, Da'avat 59, İbn Mâce, Edeb 56; İbn Hanbel, Müsned III/232; Bunlar Allah Teâlâ'yı hamd ederek teşbih ederim (ve yine) Azim olan Allah Teâlâ'yı teşbih ederim.
[1250] Rahman: 55/78.
[1251] Cin: 72/3.
[1252] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 243-244.
[1253] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, s. 125; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihâli, İst. 1991, s.242.
[1254] Muvatta', Salat 29 ; İbn Hanbel, Müsned II, 67.
[1255] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, VI, 217.
[1256] Gazzâlî,İhyâI,223.
[1257] Gazzâlî,İhyâI,375.
[1258] Tâhâ: 20/14.
[1259] A'râf: 7/205.
[1260] Nisa: 4/43.
[1261] Tirmizî, salat 166.
[1262] Gazzâlî, İhya', I, 212,213.,214.
[1263] bk. Bu tez Besmelenin Tefsiri s.
[1264] Allah'ın güzel isimleri, yüce sıfatları, nimet ve ihsanlan ile övülmesidir.( bk. Taberi, Câmiu'l-Beyan 1/89; Rağib, Müfredat, s. 256; Seyyid Şerif Cürcânî, Ta'rifât, s. 64; İbn-i Kesir, Tefsir 1/22; Yazir Hak Dini Kur'ân Dili 1/56-60
[1265] Müslim, Salat, 38.40 ; Ebû Davud, Salat, 132 ; Tirmizi, Tefsir 2 ; Nesâî, İftitâh 23.
[1266] Tefsîr-i kebir Tercümesi, I, 390.
[1267] Gazzâlî, İhya, I, 223,224.
[1268] Gazzâlî age.,I,376.
[1269] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 245-248.
[1270] Hac: 22/77.
[1271] Bakara: 2/43.
[1272] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, 1/295; Râgıb, Müfredat, s. 364; Razî, Mefâtîhu'l-Ğayb, III, 48; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/337.
[1273] Hakka: 69/52.
[1274] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 1,285.
[1275] Buhâri, Ezan, 52, 74, 82, 86; Müslim, Salât 25,28, 55, 63; Ebû Dâvûd, Salât, 68, 74,115, 116,119; Tirmizî, Salât, 82,83,110; Deavât, 27; vd.
[1276] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 249-250.
[1277] Hac: 22/77.
[1278] Dehr: 76/26.
[1279] Alâk: 96/19.
[1280] A'lâ: 87/1.
[1281] Bakara: 2/285.
[1282] Müslim, Salât, 215; Nesâî, Tatbik, 78; İbn Hanbel, Müsned, H/421.
[1283] Alâk: 96/19.
[1284] Fetih: 48/29.
[1285] Gazzâlî, İhya, I, 2006.
[1286] Râzî, Mefâtîhu'I-Ğayb, I, 286.
[1287] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 250-251.
[1288] Buhârî, Ezan, 148,150, Deavât, 16, Tevhid, 5; Müslim, Salât, 56.60,62; Ebû Dâvûd, Salât, 128 ve diğerleri.
[1289] bk. Necm: 53/9.
[1290] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, I, 278.
[1291] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, V, 121.
[1292] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb age., 1/282.
[1293] Buhârî, Enbiyâ, 10, Deavât, 32 ;Müslim,Salât, 66 ;Tirmizî, Tefsîr,33/23.vd.
[1294] Râzî, Mefâtîhü'1-Ğayb, I, 282.
[1295] Buharı, Tevhid, 15; Tirmizî, Duâ, 131; İbn Hanbel, Müsned, II, 251,254,405,413.
[1296] Bakara: 2/201.
[1297] İbrâhim: 14/41. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 251-253.
[1298] Ra'd: 13/24.
[1299] Râzî, Mefatîhu'1-Ğayb, I, 282.
[1300] Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, 1/91.
[1301] Hud: 11/123.
[1302] Enbiyâ: 21/94.
[1303] Yûnus: 10/61.
[1304] İbn-i Kesîr, Tefsir, II/422. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 253-254.
[1305] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 255.
[1306] Cevheri, es-Sıhâh, Vl/2336; Râgib, Müfredat, s. 310; Zemahşerî, Esâsü'l-Belâğa, s. 189, Zebîdî, Tâcü'1-Arûs, XIX/408; İbn-i Side, el-Muhassas, XIII/88; İbn-i Manzûr, Lisânu'1-Arab, XIV/258. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 255.
[1307] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1/662.
[1308] Râgıb, Müfredat, s. 315.
[1309] Osman Cilacı, Dua, DİA, IX/529.
[1310] Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara, 1996, s. 211.
[1311] Izutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 183.
[1312] Muhammed İkbâl, İslâm'da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü (çev. Sofi Huri) İst. 1964, s.105-111.
[1313] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 255-256.
[1314] Bu âyetlerden bir kısmı şunlardır: “Rabb'iniz buyurdu ki : Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeğe tenezzül etmeyenler, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir. (Mü'min: 40/60) “(Rasulüm!) De ki: Duanız (ibâdetiniz) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin.” (Furkan: 25/77) “.. Her mescidde yüzlerinizi O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na yalvarın..” (A'râf: 7/29} “Rabb'inize yalvararak gizlice dua edin, çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (A'râf: 7/55) “Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korkarak ve (rahmetini) umarak duâ edin. Muhakkak ki, Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere çok yakındır.” (A'râf: 7/56) “Kafirlerin hoşuna gitmese de siz dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarın.” (Mü'min: 40/14) “O diridir, O'ndan başka tanrı yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O'na yalvarın. Hamd âlemlerin Rabb'ine mahsustur.” (Mü'min: 40/65) “Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara} yakınım. Duâ eden bana dua ettiği zaman onun duasına icabet ederim. O halde onlar da benim davetime icabet etsinler. Ve bana îmân (da devam) etsinler ki doğru yola ulaşmış olalar.” (Bakara: 2/186) “ Bana (şu) ihtiyarlığım)a rağmen İsmail'i ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabb'im duayı işiten (kabul buyuran)dır” (İbrahim 14/39) “İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, yahut otururken ya da ayakta iken bize yalvarır. Ama biz onun darlığını aç(ıp kaldıranca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder.” (Yûnus: 10/12) “sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün,). Gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini, yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarmaya başlarlar: And olsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. Ama (Allah) onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık yaparlar. Ey insanlar, taşkınlığınız kendi aleyhinizedir..” (Yûnus: 10/22,23) “De ki: Düşündünüz mü hiç? Size Allâh'ın azâbı gelse, ya da o (kıyamet) saat(i) gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru (sözlü) iseniz söyleyin (bakalım). Hayır, yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse (kaldırmasını) istediğiniz belâyı kaldırır ve o zaman ortak koştuklarınız (putlar)ı unutursunuz. Senden önce de ümmetlere elçiler göndermiştik. (İnkarlarından dönüp bize) yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırmıştık. Hiç olmazsa kendilerine böyle baskınımız geldiği zaman yalvarsalardı. Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi.” (En'âm: 6/40-43) “îmân edip de. İyi amel (ve hareketlerde bulunanların duâsın)a icabet eder. Onlara fazl(-u kerem) inden (daha nicesini) artırır da, kâfirlere gelince, onlar için de çok çetin bir azâb vardır.” (Şûra: 42/26)
[1315] Mü'min: 40/60.
[1316] Tirmizî, Sûre, 2/16; Ebû Dâvûd, Duâ, 23; İbn Mâce, Duâ, 1; İbn Hanbel, Müsned, IV, 271,276.
[1317] Tirmizî, Deavât, 1; İbn Mâce, Duâ, 1; İbn Hanbel, Müsned,2, 362.
[1318] Tirmizî, Deavât, 1.
[1319] Tirmizî, Deavât, 1.
[1320] Tirmizî, Deavât, 1; Ebû Dâvûd, Vitr, 23; İbn Mâce, Duâ, 13.
[1321] Tirmizî, Deavât, 12.
[1322] Tirmizî, Deavât, 65.
[1323] Müslim, Müsafırûn, 170; İbn Hanbel, Müsned, III, 43.
[1324] Müslim, Salât, 215; Nesâî, Mevâkît, 35; İbn Hanbel, Müsned, II, 421.
[1325] İbn Mâce, Duâ, 1.
[1326] Osman Cilacı, Duâ, DİA, IX/530.
[1327] bk. M.F. Abdülbâkî, Mu'cem, s. 257-260.
[1328] bk. Wensick, Mu'cem, 11/127-135.
[1329] İbn-i Maznur, Lisânu'l-Arab, XIV/257.
[1330] Buharı, Ezan 155, Teheccüd 21; Müslim, îmân 46, Cum'a 46, Hac 147 ; Tirmizî, Taharet 41, Mevâkıd 42,108, Da'avat 36; Nesâî, Ezan 38, Tatbik 100,102 vd.
[1331] bk. Yûnus: 10/10.
[1332] Tirmizî, Da'avât, 1.
[1333] bk. En'âm: 6/52; Kehf: 18/28.
[1334] Selâhattin Parladır, Duâ, DİA, K/533.
[1335] Kuşeyrî, Risale, s. 380.
[1336] Bakara: 2/186.
[1337] Müslim, Tevbe 1; Tirmizî, Da'avât 132.
[1338] Mustafa Çağrıcı, Dua, DİA, IX/536
[1339] bk. Buhârî, Da'avât; Müslim, Zikir; Tirmizî, Da'avât; İbn-i Mâce, Duâ.C
[1340] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 256-261.
[1341] Mü'min: 40/60.
[1342] Fâtır: 35/14.
[1343] Ra'd: 13/14.
[1344] Izutsu: 184,185.
[1345] Mü'min: 40/60.
[1346] Bakara: 2/152.
[1347] İbn-i Hanbel, Müsned, 111/18.
[1348] bk. Ra'd 13/28, A'lâ 87/15, İbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, Da'avât, 7.
[1349] Gazzâlî, İhya, 1/297,302.
[1350] Buhârî, Rikâk, 38.
[1351] İbn Mâce,Du'â,3.
[1352] Selâhattin Parladır, Dua, DİA, lX/533.
[1353] Bakara: 2/201.
[1354] Nahl: 16/122.
[1355] En'âm: 6/41.
[1356] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, V, 108-110.
[1357] İsrâ: 17/11.
[1358] Yûnus: 10/88,89.
[1359] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, VII, 159.
[1360] Âl-i İmrân: 3/190-195.
[1361] Enfâl: 8/9.
[1362] Yûsuf: 12/33,34.
[1363] Enbiyâ: 21/76.
[1364] Âl-i İmrân: 3/35, 37.
[1365] Enbiyâ: 21/89, 90.
[1366] Mücâdele: 58/1.
[1367] Enbiyâ: 21/87, 88.
[1368] Bakara: 2/200-202.
[1369] İbrahim: 14/39-41.
[1370] İstidrâc; kâfirin, küfründe ilerlemesine mühlet tanıma dolayısı ile azabın artmasına sebeb olmak, demektir, (bk. Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VI/134; Râgıb, Müfredat, s. 311; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXV/77; İbn-i Manzûr, Lisânu'1-Arab, 11/268.
[1371] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXVII/170.
[1372] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 261-267.
[1373] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 270.
[1374] Rağıb, el-Müfredât, 336; Zemahşerî, Keşşaf, I, 53; İbn Manzûr, Lisânu'!-Arab, I, 399; Fîrûzâbâdî, Kamus, s. 111; İbn-i Kesîr, Tefsîr, 1/23; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, I, 256; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 63.
[1375] Suad Yıldırım, Kur'ân'da Uluhiyyet, s. 89.
[1376] İbn-i Fâris, Mekayîsu'l-lüga II/381-382.
[1377] İbn-i Manzur, Lisânu'l-Arab, 1/399-402.
[1378] Mevdudi, Dört Terim, s. 33.
[1379] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 270-271.
[1380] Şuarâ: 26/77-80.
[1381] Hud: 11/34.
[1382] Zümer: 39/7.
[1383] Tevbe: 9/31.
[1384] Nâziât: 79/23,24.
[1385] Kureyş: 106/3.
[1386] Zemahşeri, Keşşaf 1/53; Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili 1/63,64.
[1387] Râğıb, el-Müfredât, 336; Zemahşerî, Keşşaf, I, 53; İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, I, 399; Fîrûzâbâdi, Kamus, s. 111; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, I, 256; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 63. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 272.
[1388] İbn Manzûr, Lisânu'1-Arab, I, 399-403; Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, I, 256.
[1389] Reşid Rıza, Menar, 1/74.
[1390] Mevdûdî, Dört Terim, s. 76 Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 273-274.
[1391] Râğıb, el-Müfredât, 336; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 64.
[1392] Razî, Mefâtîhu'I-Ğayb, XXVII, 37.
[1393] Razî, Mefâtîhu'I-Ğayb, XXVII, 37.
[1394] Râzî, Mefâtîhu'I-Ğayb, 1/186.
[1395] Râzî, Mefâtihu'1-Ğayb, XXVII, 36. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 274-275.
[1396] Tîn 95/4.
[1397] Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, I, 292.
[1398] A'lâ: 87/1-5.
[1399] Taberi, Câmiu'l-Beyân XlI/543; Zemahşerî, Keşşaf IV/243; İbn-i Kesir, Tefsir IV/500; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5744.
[1400] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, 1,13. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 275-277.
[1401] Bk. Ahzab: 33/21.
[1402] Yûnus: 10/55-58.
[1403] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, VI/567, 568; Zemahşerî, Keşşaf, 11/241; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XVII/119; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/421; Bursevî, IV/54.
[1404] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, IV, 54.
[1405] Taberî, Câmiu'I-Beyân, VII, 437; Zemahşerî, Keşşaf, II, 376; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XIX, 127.
[1406] Zemahşerî, Keşşaf, 11/376.
[1407] İbrahim 14/24.
[1408] Taberî, Câmiu'I-Beyân, VII/437; Âlusî, Rûhu'l-Meânî, XIII, 310.
[1409] Taberî, Câmiu'I-Beyân, VII/436-44; Zemahşerî, Keşşaf, 11/376. Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XIX, 126; İbn-i Kesîr, Tefsir, 11/530.
[1410] Leyi 92/5-7.
[1411] Taberî, Câmîu'l-Beyân, XII, 613,614; Zemahşerî, Keşşaf, IV/261; Râzî, Mefati'hu'1-Ğayb, XXXI/200; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/518.
[1412] Taberî, Câmîu'l-Beyân, XII, 613,614; Zemahşerî, Keşşaf, IV/261; Râzî, Mefatîhu'1-Ğayb, XXXI/200; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV/518; Razî,
[1413] Leyi 92/8-10.
[1414] Taberî, Câmîu'l-Beyân, XII, 613,614; Zemahşerî, Keşşaf IV/261; Râzî, Mefati'hu'l- Ğayb, XXXI, 200,201; İbn-i Kesîr, Tefsir, IV/518.
[1415] Şürâ: 42/20.
[1416] Taberî, Câmîu'l Beyân, XI, 140.
[1417] Zemahşerî, Keşşaf, III, 495.
[1418] Taberî, Câmiu'l-Beyân, X!/140; İbn-i Kesîr, Tefsî, IV/111; Bursevî, Rûhu'l-Beyân, VIII/307.
[1419] Râzî, Mefatîhu'1-Ğayb, XXVII, 162.
[1420] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, VIII, 307.
[1421] İbrahim: 14/7.
[1422] Râğıb, Müfredat, 461; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XIX/503.
[1423] Taberî, Câmi'u'l-Beyân VII/419; 420; Râgıb, Müfredat, s. 814,815; Zemahşerî, Keşşaf 11/368; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb, XIX/92; İbn-i Manzur, Lisânu'1-Arab, XII/580,581; Bursevî, IV/400. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 277-281.
[1424] Mülk: 67/1,2,
[1425] Bakara: 2/155,156.
[1426] En'âm: 6/165.
[1427] Enbiyâ: 21/35.
[1428] A'râf: 7/168.
[1429] Fecr: 89/15,16. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 282-283.
[1430] Râğıb, Müfredat, s.145; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, III, 75; İbn Manzur, Lisânu'1-Arab, XlV/83-86; Fîrûzâbâdî, Kamus, s.1632; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, IV/879.
[1431] bk. Bakara: 2/49; A'râf: 7/141.
[1432] bk. Duhan: 44/33.
[1433] bk.Saffât: 37/106.
[1434] bk. Enfâl: 8/17.
[1435] bk. Bakara: 2/155; Muhammed: 47/31.
[1436] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, XIV, 83,84; Âsim Efendi, Kâmûs Tercemesi, IV, 880; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 490.
[1437] Râzî, Mefâtîhu'I-Ğayb, VI, 195.
[1438] Enbiyâ: 21/35.
[1439] A'râf: 7/168.
[1440] Taberî, Câmiül-Beyân, VI/104; İbn-i Kesîr, Tefsir, U/260.
[1441] bk. Bakara: 2/155.
[1442] bk. Mülk: 67/2.
[1443] Bk Müslim, Cennet, 63.
[1444] Buhârî, Merdâ, 3.C ;bk. Tirmizî, Zühd, 56; İbn Mâce, Fiten,23; Dârimî.Rekâ'ik, 67.
[1445] Tirmizî, Zühd, 56; İbn Mâce, Fiten, 23.
[1446] Bk. Tirmizi, Zühd, 56.
[1447] Muvatta', 'Ayn, 8; İbn Hanbel, Müsned, VI, 157.
[1448] Tirmîzî, Zühd. 58.
[1449] Tİrmîzî, Da'avât. 91; İbn Hanbeİ, Müsned, V, 231, 235.
[1450] Muvatta', Kelâm, 8.
[1451] Tirmizî, Fiten, 67; İbn Mâce, Fiten, 31.
[1452] Buhârî, Da'avât, 23.
[1453] A'râf: 7/130-136.
[1454] En'âm: 6/40-45.
[1455] Bakara: 2/155-157.
[1456] Atûsî, Rûhu'l-Meânî, 11/34. Zikredilen hadisin aynısını (A.J. Wensinck, Concordance)da bulamadım. Ancak benzeri bir hadis şu şekildedir. “Mümine isabet eden hiç bir musibet yoktur ki onun günahlarına keffâret olup derecesini artırmasın, (yani günahlarına keffâret olur ve derecesini artırır.) Bu isabet eden şey bir dikenin batmasından daha büyüklerine vanncaya kadar.” (Buhârî,Tıbb (merdâ) 3; Müslim, Birr 46,47,48 ;Tirmizî. Cenâiz 1 ; Muvatta',Ayn 6 ; İbn Hanbel, Müsned,!, 441.)
[1457] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 283-288.
[1458] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 289.
[1459] Râğıb, Müfredat, 195; İbn Manzûr, Lisanü'l- Arab, XIV, 143 Âsim Efendi, Kamus Tercemesi, IV, 905.
[1460] Adil Bebek, “Ceza”, D.İ.A., VII, 469
[1461] bk. M.F. Abdülbâkî, Mu'cem, czy md.
[1462] bk. Wensick, Mu'cem, czy, md.
[1463] Meselâ bk. En'âm: 6/49; A'râf: 7/136; Tâhâ: 20/124; Zümer: 39/25-26; Tirmîzî, Tıb,35.
[1464] bk. Hûd. 11/114; Furkân: 25/70,
[1465] bk. Bakara: 2/194; En'âm: 6/160; Şûra: 42/40; Buhârî, İman, 31; Müslim, İman, 205-207.
[1466] bk. A'râf: 7/38; Hud: 11/19-20; Ahzâb: 33/30.
[1467] Bakara: 2/261; En'âm: 6/160.
[1468] Mâtûrîdî, Kitâbü't-Tevh'id, s.324, 325; İbn-i Hanbel, Müsned, IV, 321.
[1469] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 289-291.
[1470] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 466 ;Zemahşerî, Keşşaf, I, 469; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb IX, 31.
[1471] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 466; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, IX, 31.
[1472] Âli İmrân: 3/148.
[1473] Yûnus: 10/62-64.
[1474] Taberî, Câmiu'l-Beyân, VI, 577-582; Zemahşerî, Keşşaf, II, 243; Râzî, Mefâtıhu'l- Ğayb, XVIİ, 133,134; İbn Kesîr,Tefsîr, II, 422,423 ve diğerleri.
[1475] Buhârî, Ta'bir,5; Tirmizi rüya 2;İbn Mâce,Rüyâ,l ; Dârimî, Rüya, 3 ; İbn Hanbel, Müsned VI, 381.
[1476] Buhârî, Tabir 26 ; Müs!im,Rüyâ, 6; Tirmizî, Rüya, 1,10 ; Dârimî Rüyâ,6 ;İbn Hanbel, Müsned II, 269.
[1477] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XVII, 134.
[1478] Fussillet: 41, 30, 31.
[1479] Zemahşerî, Keşşaf, II, 243; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XVII, 134; İbn Kesîr, Tefsir, II, 424.
[1480] Teybe: 9/21.
[1481] Taberî, Câmiu'l-Beyân, VI, 582; Zemahşerî, Keşşaf, II, 243; Râzî, Mefâtîhu'l- Ğayb, XVII, 135. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 291-292.
[1482] Şura: 42/30.
[1483] Zemahşerî, Keşşaf, III, 47; Beydâvî, Envâru't-Tenzîl, V, 412; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4245.
[1484] Bakara: 2/155.
[1485] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4245.
[1486] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXVII, 173.
[1487] Taberî, Câmiu'l-Beyân, XI, 150,151; Zemahşerî, Keşşaf, III, 471; Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXVII, 173; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 116 Ve benzeri bir hadis; İbn Hanbel, MüsnedVI, 261.
[1488] Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXVII, 174; İbni Kesîr, Tefsîr, IV, 16; İbn Hanbel, Müsned, I, 85; Ve benzeri bir hadis, Tirmizî.Imân, 11.
[1489] İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 116; Buhârî, Merzâ,l; Müslim, Birr, 52 ; Tirmizî Cenâiz, 1; İbn Hanbel, Müsned, II, 335.
[1490] İbn Hanbel, Müsned, VI, 157.
[1491] Şûra: 42/30.
[1492] Fâtır: 35/45.
[1493] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4245. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 292-294.
[1494] Ankebut: 29/64.
[1495] Bekir Topaloğlu, “Cennet”, D.İ.A., VII, 377.
[1496] Nisa: 4/96.
[1497] Tevbe: 9/21.
[1498] Bakara: 2/25.
[1499] Âl-i İmrân: 3/14,15.
[1500] Tevbe: 9/72.
[1501] Secde: 32/17.
[1502] Muhammed 47/15; Rahman 55/46-77; Vâkia 56/12.15.16-26.28-37.89; İnsan 76/5.6.12-22; Ğaşiye 88/8-16.
[1503] A'raf: 7/43.
[1504] Beyine: 98/8.
[1505] Tevbe: 9/7
[1506] Buhârî, Rikâk,51; Müslim, Cennet,9. Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 294-296.
[1507] En'am: 6/160.
[1508] Bakara: 2/261.
[1509] Nisa: 4/31.
[1510] Ankebut: 29/7.
[1511] Teğâbün: 64/9.
[1512] Talâk: 65/5.
[1513] Hûd: 11/114.
[1514] Taberî, Câmi'u'l-Beyân IX/419; İbn-i Kesîr, Tefsîr 111/327.
[1515] Furkan: 25/62-70.
[1516] Taberi, Câmiu'l-Beyân, IX, 419.
[1517] İbn Kesîr, Tefsîr, III, 327.
[1518] Müslim, îmân, 314 ;İbn Hanbel, Müsned, V, 157.
[1519] Kâri'a: 101/6-11.
[1520] Meryem: 19/70-72.
[1521] Hûd: 11/103-108.
[1522] Zümer: 39/73.
[1523] İbn Kayyım el-Cevziyye, Hâdi'l-Ervâh, trhs., s.297,298.
[1524] Meryem: 19/71,72.
[1525] Râzî, Mefâtfhu'l-Ğayb, XXI, 245.
[1526] Ali Bardakoglu, Ceza, D.İA, VII/475.
[1527] bk. Enbiyâ: 21/107.
[1528] M. Cevat Akşit, İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, İst. 1976, s. 35.
[1529] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 296-299.
[1530] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 300-301.
[1531] Dr. Hidayet Aköz, Kur'an'da Allah- Kul İlişkisi, Seriyye Yayınları, İstanbul 2000: 302-315.