11- PEYGAMBERLİK.. 2

1- Nebi-Rasul İlişkisi: 2

2- Hatemiyyet 3


11- PEYGAMBERLİK

 

1- Nebi-Rasul İlişkisi:

 

Kur'an'da peygamberlerle ilgili olarak iki ifade yer almaktadır. Bunlar Kur'an'ın orijinal ifadesiyle nebi ve rasul kelimeleridir. Bu kavramlardan nebi, normalde haber verici anlamındadır. Kelimenin türetildiği nebe ise haber anlamındadır" [1] ve Kur'an'da "Birbirlerine hangi şeyden soruyorlar? O büyük haberden (en-nebeu'l-azim) mi?" [2] anlamındaki ayette kelimenin lügat anlamı ortaya çıkmaktadır. Nebi ise yukarıda da kaydettiğimiz gibi Kur'an'da Allah'tan haber getiren anlamındadır ve bu anlamda özel bir mana ifade etmektedir. Zaten Kur'an'da nebi kelimesinin çoğulu olan enbiya adında bir de sure vardır" [3]. Rasul kelimesi ise, mektuplaşmak, yollamak, göndermek, sevk etmek, nakletmek anlamlarına gelen bir fiilden türetilmiş olup elçi demektir. Kur'an'da özel anlamda Allah'ın insanlara gönderdiği elçi demektir.

Bu ifade hakkında, Hz. Peygamber ve sahabe devri de dahil ilk dönemlerde bir farklılığın olduğu söylenemez. Ancak daha sonra özellikle kelamcılar bu terimler arasında fark olduğunu dile getirmekle bir karışıklığa neden olmuşlardır. Hemen hemen nebi ile rasul arasında şöyle bir ayrıma gitmişlerdir: Nebi, kendisine bir şeriat gönderilmeyen ilahi elçi olup, vahyedilmiş bir kitabı olmayan peygamberdir. Rasul ise, şeriatı ve vahyedilmiş bir kitabı olan elçidir.[4] Nebi ile rasul arasında yapılan ayrımcı tanımlarda da bir birlik bulunmamaktadır. Örneğin "Nebi, Allah'ın kendisine bir şeriat vahyettiği insandır. Fakat onu (bu şeriatı) tebliğ etmekle yükümlü tutmamıştır. Rasul de Allah'ın kendisine bir şeriat vahyettiği insandır. Fakat ona (bu şeriatı) tebliği emretmiştir. Bu durumda risalet nübüvvetten daha yüksek bir mertebededir. Zira her rasul, bir nebidir ama, her nebi bir rasul değildir." [5]

Nebiler; tefekkür, akıl gücü ve muhasebe yeteneğine sahip kimselerdir. Yani hisleri aracılığıyla eşya ile ilgi kurarlar. Akli yeteneklerini kullanarak zihinsel buluşlar üzerinde çalışırlar ve sonuca giderler. Muhtemelen hata da yapabilirler. Rasuller ise, zihinsel işlemlerden, tefekkür ve akli güçlerden yararlanmakla birlikte başka bir güçle, "vahiy" gücüyle donatılmıştır. Nebiler bu güçten yoksundur. Bu yönden nebilerle rasuller asla kıyaslanamazlar. Çünkü kıyas; aynı tür ya da cins iki gurup arasında yapılırsa doğrudur. Ayrı iki tür ya da ayrı iki cins arasında yapılırsa yanlış olur. Örneğin iki kişi arasında, görme güçleri, tefekkür güçleri ya da hissetme güçlerine göre kıyas yaparsak, bu kıyas doğru olur. Fakat birinin görme gücü ile diğerinin hissetme gücünü kıyaslarsak bu kıyas yanlış olur. Nebilerin dehaları beşeri gücüne bağlıdır. Rasullerin üstünlükleri ise 'Vahiy" gücüne ve varlığın özüyle birliğe dayanır. Dolayısıyla birbirleriyle kıyaslanmaları yanlıştır [6]'.

Peygamberler iki kısma ayrılır:

Kendilerine müstakil kanunlar ve vahy verilen, bu kanunları, diğer insanlara tebliğle ve onlar üzerine uygulamakla sorumlu olan, insanlara hidayet yolunu gösteren peygamberler ki, bunların sayısı oldukça azdır. Bu peygamberlere Kur'an "Ulu'l-A'zam" adını vermiştir. Ulu'l-A'zam peygamberlerin kaç kişi olduklarını tam olarak bilemiyoruz. Sadece Kur'an'ın kıssalarını açıklayıp anlattığı bazı peygamberleri biliyoruz. Şayet Kur'an'da bütün peygamberlerin ya da en azından sözü geçen tebliğci peygamberlerin kıssalarının tamamı anlatılmış olsaydı Ulu'l-A'zam olarak zikredilen peygamberlerin sayıları anlaşılabilirdi. Ancak biz. Nuh. Musa, İsa ve peygamberlerin sonuncusu peygamberimiz Hz. Muhammed'in şeriat sahibi Ulu'l-A'zam peygambelerden olduğunu biliyoruz. Bu peygamberlerden herbirine halka tebliğ etmesi ve halk üzerine uygulayarak onları ıslah etmesi için bazı kanun ve emirler vahyedilmiştir.

Diğer peygamberler, kendilerine müstakil kanun ve emirler vahyedilmeyen, fakat kendilerinden önceki ya da çağdaş olan şeriat sahibi peygamberlerin yolunu, halka tebliğ etmekle ve uygulamakla sorumlu olanlardır. Peygamberlerin çoğunluğunu bu gurup oluşturur. Hud, Salih, Lut, İshak, İsmail, Yakub, Yusuf, Şuayb, Zekeriya, Harun ve Yahya bu guruptaki peygamberlerdendir [7].

Bence Kur'an'da zikredilen nebi ve rasul kelimelerine ayrımcı bir yaklaşımdan ziyade, bunların tamamının Allah'tan vahiy alan elçiler olduğunu söylemek daha isabetli olur ve nebi ve rasul arasında kitap verilen ve verilmeyen şeklinde bir ayrıma gitmek bilmem ne kadar isabetlidir. Zira Allah ayette (Ali İmran 80) bütün nebi ve rasullere kitap verildiğini açıkça ifade etmektedir. Yani nebilerin tamamına kitap verildiği vurgulanır. Zaten Kur'an'da başta Hz. Muhammed olmak üzere bazı peygamberlere hem rasul ve hem de nebi denilmektedir, örneğin ayette Hz. İsmail için "Kitap'ta İsmail'i de an. Çünkü o, vadinde doğru olan ve hem rasul hem de nebi olandır" [8] denilmektedir.Hz. Peygamber için  de bu iki husus söz konusudur [9].

 

2- Hatemiyyet

 

Burada bir önemli hususa dikkat çekmek istiyorum. O da peygamberliğin son bulup bulmaması meselesidir. Aslında bunun tartışılması bile son derece anlamsızdır. Ama bazen ortaya birileri çıkıp rasul olduğunu iddia etme gafletinde bulunabilmektedir. Öyle ise bu hatemiyyet (peygamberliğin son bulması) konusuna kısaca bir değinmek gerekmektedir.

Bilindiği gibi Allah zaman zaman insanlara peygamber gönderir. Onlarla birlikte gerek sahife ve gerekse kitaplar da göndererek insanlara talimatlarını, öğretilerini bildirir. Böylece onların bir toplum içinde farklı oluşlarına rağmen birlikte yaşamalarını ve bunlara değgin bazı temel kuralları da bildirir. Bu Allah'ın değişmez bir sünneti yani sünnetullahıdır ve Allah'ın sünnetinde değişme olmaz [10].

Burada kutsal kitapların ve peygamberlerin bir işlevinden söz ederken iki temel noktanın altının çizilmesi gerekir: Öncekileri tasdik ve kendinden sonra gelecek peygamberi haber verme.

Kur'an'da, ilahi kitapların birbirlerini tasdik ettikleri vurgulanır. Yani bunların tamamının Allah katından olduğu belirtilir. Ama Kutsal kitap ve peygamberlerin görevi önceki kitabı ve dolayısıyla onu getireni tasdik etmek ve sonra gelecek olan peygamberi doğrudan veya dolaylı olarak haber vermek ve müjdelemektir. Bu durum ayette şöyle belirtilmektedir:

"Meryem oğlu İsa da 'ey İsrail oğulları, ben size, gönderilmiş Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen, Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet isminde bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim”, demişti. Fakat onlara açık delilleri getirince 'bu apaçık bir büyüdür' dediler"[11]. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Acaba Kur'an-ı Kerim de bu belirtilen işlevi yerine getirmiş midir? Kur'an bu işlevi yerine getirmiştir. Fakat sadece İncili değil, kendinden önceki tüm kitapları tasdik ederek. Nitekim ayetlerde şu ifadelere rastlamaktayız.

"Ne zaman ki, onlara Allah katından yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir kitap geldi, daha önce inkar edenlere karşı yardım isteyip dururken o bildikleri kendilerine gelince onu inkar ettiler" [12].

Al-i İmran üçüncü ayette de Kur'an'ın Tevrat ve İncili tasdik ettiği ifade edilmektedir. Bu tasdik işi, Nisa 47 de dile getirilirken çok önemli bir noktaya değinilmektedir. Ayette şöyle buyurulmaktadır:

"Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri, silip arkalarına döndürmeden ya da Cumartesi adamlarını lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden önce, yanınızda bulunanı doğrulayıcı (tasdik) olarak indirdiğimize inanın. Zira Allah'ın emri daima yapılmıştır".

Burada Kur'an'ın kendinden önce inmiş olan kitapları tasdikin yanında kendilerine kitap verilenlerin, yani Yahudi ve Hıristiyanların da Kur'an'ı "tanımaları, ona inanmaları istenmektedir. Bu konu üzerinde ileride durulacaktır. Maide 48. Ayette de yine Kur'an'ın kitapları tasdik etmesinin yanında onlar üzerinde müheymin olduğu belirtilmektedir. En'am 92. ayette ise genel bir ifade vardır. Ayette şöyle buyrulur:

"Bu da, kentlerin anasını ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendinden öncekileri tasdik edici bir kitaptır. Ahiret'e inananlar buna inanırlar ve onlar, namazlarına devam ederler". Fatır 35. ayette de yine genel olarak Kur'an'ın kendinden önceki kitapları tasdik ettiği vurgulanır. Ahkaf 12. ayette ise çok açık bir biçimde Hz. Musa'ya verilen kitabın önder ve rahmet olduğu ifade dildikten sonra, Kur'an'ın da bunu doğruladığı vurgu1anmaktadır.

İkinci noktaya gelince, Kur'an bu işlevi de yerine getirmiştir. Yani kutsal kitapların birbirini tasdik etmelerinin yanında kendisinden sonra gelecek olan peygamberi haber verip müjdeleme işini Kur'an da yerine getirmiştir. Ama bunu kendinden sonra bir daha nebi ve rasul gelmeyeceği şeklinde belirtmiştir. Nitekim Ahzab suresinin   40. ayetinde şöyle buyrulur:

"Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat o Allah'ın  rasulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir".

Peygamberliğin son bulduğu konusunda yukarıdaki ayet gayet açıktır. Ancak yine de bu konudaki görüşlere burada kısaca değinmek istiyorum.

Hatem, Peygamber'e bizzat Kur'an-ı Kerim'in vermiş olduğu bir sıfattır. Kur’an-ı Kerim bununla onu "son peygamber" olarak isimlendirmiş olup müslüman birisi için bu konuda herhangi bir şüphe söz konusu değildir. Yani bir müslümanın peygamberden sonra başka bir peygamber gelecek mi, gelmeyecek mi şeklinde bir soru sorması mümkün değildir. Peygamberimizin gerçekliğine iman etmekle ondan sonra bir peygamberin geleceği inancında olmak birbiriyle çelişen şeylerdir. Mesela farzedin ki siz hem Hz. Muhammed'i kabul ediyorsunuz, hem de ondan sonra bir peygamberin geleceğine dair, ihtimalli de olsa imanınız var. Bu inancınızla peygambere inandığınızı söylemeniz tezat teşkil eder. Bunun anlamı:

"Siz Kur'an'ı ve Hz. Peygamber'i kabul etmiyorsunuz"dur. Kur'an'a inanıp da tevhidi kabul etmeyenin durumu gibidir ve çelişkilidir. Çünkü Kur'an bir tevhid kitabıdır. Kur'an'a iman etmek Alah'a İman etmekle eş anlamlıdır. Kur'an'a inanıp ahirete inanmamak da aynı şeydir. Çünkü Kur'an ahirete imanı zorunlu kılan ayetlerle doludur. Hz. Muhammed'in son peygamber oluşu da bunlardan biridir. Üstelik bu konuda Kur'an-ı Mecid'in nasslığı sözkonusudur. Şayet Kur'an-ı bir delil olmamış olsa bile , bu İslam'ın zorunlu esaslarından biridir. Kısaca bir müslümanın, müslüman olarak "Peygamberden sonra peygamber gelecek mi gelmeyecek mi?" şeklinde bir soru sorması abestir [13].

Başka bir değerlendirme ise şudur: Arapça'da hatem kelimesi ile aynı vezinde olan başka kelimeler de vardır: Tabe' ve hatem. Bunların hepsinde de alet anlamı vardır. Hatim: Kendisiyle bir şeyin mühürlendiği alet (mühür). Tabe': Kendisi ile bir şeyin tab olunduğu alet. Hatem: Kendisi ile bir şeyin sona erdirildiği sona erdiren. Bu ayeti yedi kıraat imamından bazıları üstün olarak Hatem şeklinde okumuşlardır. Kur'an-ı Kerim'de iki tür okunuşlu olan ancak her ikisi de sahih olan kelimelerin olabileceği üzerinde ihtilaf yoktur. Eğer hatimi'n-Nebiyyin          şeklinde okursak mana açık ve basittir:

Peygamberleri sona erdiren hatim ism-i fail olup, bir işi yapandır. Hatem olarak okursak aynı anlama gelmekle birlikte bir mektubun altına kendi imza ve mührünü koyan gibi ek bir anlam da kazanmaktadır. Yani burada risaletten teşbihtir. Yani artık mektubun (mesajın) bittiğini gösteren mührü vuran anlamına gelmektedir. Bugün de (resmi işlerde) birçok benzeri metot takip edilmektedir. Mesela bugün resmi özelliği olan bir defterde   kapatmak istedikleri sahifelerinin altına bir çizgi çekip imzalıyorlar veya mühürlüyorlar ki, biri oraya başka bir şey ilave etmesin. Mektubun sonunu mühürlettikleri zaman bu iki anlama gelir:

Birincisi, mektubu yazanın gereği gibi tanıtımı; ikincisi ise, artık mektubun sonu bağlanmıştır. Yani mektuba son veren bir alamettir. Allah ayette geçen 'Hateme'n-Nebiyyin' tabiri ve nübüvvet mesajının kitap göndermenin ve nübüvvet kurumunun sona erdiğini bildirmektedir. Yani artık risalet dönemi kapanmıştır. Her kim olursa olsun her ne isim altında çıkarsa çıksın peygamberden sonra peygamberlik iddiasında bulunan sunidir ve yalandır. İster hatem olarak ve ister hatim olarak okunsun, bu ayet İslam Peygamberinin son peygamber olduğunun bir delilidir. Her iki okunuş arasında herhangi bir fark yoktur [14].

Ancak bir noktanın daha altını çizmek gerekmektedir. Ali İmran 81. ayetten hareketle bazı düşünceler ortaya atılmaktadır.

Bu ayette şöyle denilmektedir:

"Allah peygamberlerinden şöyle söz almıştı: Bakın size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı (tasdik) bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı, demişti. Onlar da, kabul ettik, dediler. O halde şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım, dedi".

Önce bu ayetle ilgili yapılan yorumları burada nakletmek istiyorum.

Fahrettin er-Razi'nin tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirme vardır: Bil ki, bu ayetlerden maksat, ehli kitabın bir mazereti olmayacağını belirtip, onların inatlarını ortadan kaldırmak için Hz. Muhammed'in nübüvvetine delalet eden ve onlarca malum olan şeyleri sayıp dökmektir. Allah'ın bu ayette bahsettiği husus da bunlardan birisidir. Allah, kitap ve hikmet verdiği o peygamberlerden kendilerine her ne zaman verilmiş olan kitabı tasdik eden bir Reygamber gelse, onu tasdik edip ona yardımcı olmaları hususunda söz almıştır. Allah, peygamberlerin bunu kabul ettiğini haber vermiş ve bunu kabul etmeyenlerin fasıklardan olacağına hükmetmiştir ki, işte ayetten maksat budur [15]. Razi daha sonra tefsirinde bazı görüşleri de bize nakleder. Bu görüşlerden birisi Zeccac'a aittir ve o şöyle der:

"Ey Muhammed, Kur'an'da Allah'ın peygamberlerden ahd almış olduğunu hatırla" [16].

Daha sonra Fahrettin er-Razi, ayetteki misak ifadesini de şöyle değerlendirir: Ayette peygamberlerin misak tabirine gelince, burada mastarların faillerine de muzaf olmaları caizdir. Bu ifadeden maksat Allah'ın bizzat peygamberlerin kendilerinden aldığı ahit olabileceği gibi, peygamberleri için başkalarından aldığı ahit de olabilir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu ayetin tefsirinde farklı görüşler beyan etmişlerdir.

Bundan maksat, Allah'ın birbirlerini tasdik etme manasında peygamberlerden söz almasıdır.

Bu ahitten maksat, bütün peygamberlerin ümmetlerinden Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, onu tasdik etmeleri, ona yardım etmeleri gerektiği hususunda almış oldukları ahittir [17].

Razi burada Ebu Müslim'in görüşünü de kaydeder ve onun şöyle dediğini nakleder:

"Ayetin zahiri, Allah'ın ahd aldığı kimselerin, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, onu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki, bütün peygamberler, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde  vefat  etmişlerdi.   Ölüler   mükellef, sorumlu tutulamazlar. Kendilerinden misak alınmış olan kimselerin Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde onu tasdik etmeleri vacip olup, o, peygamber olarak gönderildiğinde, diğer peygamberlere Hz. Muhammed'e iman etmeyi gerekli ve vacip kılmak da mümkün olmadığına göre, kendilerinden ahd alınanların peygamberlerin bizzat kendileri değil aksine bunların, o peygamberlerin ümmetleri olduğunu anlamış oluruz. Bizim bu fikrimizi Allah'ın ahd almış olduğu kimselerin, Hz. Muhammed'e iman etmemeleri halinde fasık olacaklarına hükmetmiş olması da tekid etmektedir. Bu fasıklık vasfı, peygamberlere değil, ancak onların ümmetlerine ait olabilir” [18].

Konuyla ilgili olarak Razi daha sonra şöyle der:

"Andolsun ki, size kitap verdik" ifadesinde bir problem vardır. O da şudur: Bu hitap, ya bütün peygamberlere veya onların ümmetlerinedir. Eğer, bu hitap bütün peygamberler için yapılmış bir hitapsa, bütün peygamberlere kitap verilmiş olduğunu gösterir. Halbuki onların bazılarına kitap verilmiştir. Yok eğer hitap, onların ümmetlerine ise, buradaki problem daha büyüktür. Buna şu şekilde cevap verilebilir:

Her ne kadar bütün peygamberlere kitap verilmese de, bütün peygamberlere kitap verilmesi, onların da, diğer peygamberlere verilmiş olan kitaplarla doğruya ulaşmış ve o kitaplarla amel etmeye davet etmiş olmaları manasınadır.

Peygamberlerin en faziletlisi, kendilerine kitap verilenlerdir. Bu duruma göre onların hepsi de, bu ayette kitap verilmiş olma şerefi ile vasıflanmışlardır [19].

Bu ayetin yorumunda Mevdudi ise şöyle demektedir:

Bu şu anlama gelir: Ey kitap ehli, siz, kendi peygamberinize, verdiğiniz sözle, Muhammed'e inanmak ve ona yardım etmekle yükümlüsünüz. Çünkü biz her peygamberden (ve onlara uyanlardan), yeryüzünde bizim öngördüğümüz, hayat tarzını kurmak ve tebliğ etmek için tarafımızdan gönderilen her peygambere yardım etmeleri konusunda söz aldık. Bu nedenle siz ona karşı önyargılı olmamalısınız, dini de, kendi tekelinizde sanmamalısınız. Hakk'a karşı çıkmak yerine Hakk'ı yaymak amacıyla ortaya çıkan bayraktarın sancağı altında toplanmalısınız. Bu bağlamda bu sözün Hz. Muhammed'den önce gelen bütün peygamberlerden alındığını açıkça belirtmekte yarar var. Böylece her peygamber kendisinden sonra gelecek olan peygamberi halkına haber vermiş ve onlardan, gelen peygambere uymalarını istemiştir. Fakat Hz. Muhammed'den de böyle bir söz alındığını bildirir bir delile ne Kur'an ne de hadislerde rastlanmamaktadır. O, ümmetine kendinden sonra bir peygamber geleceğini de bildirmemiştir. Aksine o, peygamberlerin sonuncusu olduğunu söylemiştir [20].

Maverdi ise şu noktalara dikkat çeker: Ayette üç önemli nokta üzerinde durulmaktadır. Bunlar, söz almak, rasul kelimesi ile kim kasdedilmektedir, rasullerin biribirini tasdik etmesi ne demektir: Allah'ın peygamberlerinden misak alması:

1. Peygamberlerden, kendi kavimlerini Hz. Muhammed'i tasdik etmeleri için sorumlu tutmalarına dair söz almıştır (İbn Abbas, Katade, es-Süddi).

Onlardan ahirete inanmaları konusunda söz aldı. Rasul kelimesi ile Hz. Muhammed kasdedilir. Tasdikten maksad, tevrat ve incili tasdiktir [21].

Kuşeyri de şöyle der:

Allah, Muhammed'den bütün nebiler adına söz almıştır. Nitekim onlardan da kendi rububiyyetini ikrar etmeleri konusunda söz almıştı. İşte bu durum, Rasul'ü son derece şereflendirmek içindir. Zira onun ismini kendine yaklaştırmış, kendi zatını isbat ettiği gibi onun değerini de böylece isbat etmiştir [22].

Semerkandi de bu konuya şöyle bir yorum getirir:

"Tasdik etmek demek, tevhid ve bazı şer'i işlerde demektir. Rasul ise Muhammed'dir [23].

Taberi'nin konuya yaklaşımı ise şöyledir:

"Ey ehl-i kitab, Allah'ın peygamberlerden ahd aldığı zamanı hatırlayın. [24]

Misak kelimesi ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:

1. Allah, bununla, ehl-i kitaptan söz aldı da nebilerinden 'almadı anlaşılır ve bu sözün doğruluğuna da ayetin devamı olan "ona mutlaka inanacak ve ona yardım edeceksiniz" kısmı delalet eder.

2. Allah, nebilerden birbirlerini tasdik etme konusunda söz almıştır ama ümmetlerinden söz almamıştır.

3. Onlar ehli kitaptır ve Muhammed'i tasdik etmekle emrolunmuşlardır.

4. Allah, nebilerden ve ümmetlerinden söz aldı.[25]

Daha sonra Taberi şöyle bir değerlendirmeye gider:

"Bunların içinde en doğru olanı, Allah'ın peygamberlerinin birbirlerini tasdik etmesi konusunda onlardan söz almalarıdır" [26], "ayette geçen Rasul, Muhammed'dir ve buradaki hitab da ehli kitabadır" [27].

Zemahşeri de şöyle der:

1. Lafzın zahirinden anlaşılan Allah'ın nebilerinden böyle söz almasıdır.

2. Misakın nebilere nisbet edilmesi, misakın failine muzaf edilmesi olup, mefulüne muzaf edilmemesi demektir.

3. Misaktan maksat, nebilerin evlatlarının sözleridir. Bunlar da İsrailoğullandır.

4. Ehli kitab kasdedilir. Zira onların iddialarına göre kendilerinin Muhammed'den nübüvvete daha layık ve evla oldukları iddiasıdır. Çünkü kendileri kitap ehlidir ve nebiler de kendilerinden gelmiştir [28].

Kadı Beydavi ise Zemahşeri'nin görüşlerini ağırlıklı olarak nakleder. Buradaki izafetin yani mîsak kelimesinin failine muzaf olduğu görüşünü alır. Yani nebiler, ümmetlerinden söz almışlardır ve Allah da nebilerin ümmetlerinden söz almalarını istemiştir [29].

Misakın anlamları ile ilgili olarak şunlar da kaydedilebilir:

Birbirlerini tasdik etmeleri,

Peygamberlerle beraber olanlardan söz alınması,

İbn Abbas'a göre ayette geçen rasulden maksat Hz. Muhammed'dir. Lafız her ne kadar nekre olsa da işaret bilinenedir [30].

Alusi de şöyle der:

"Burada ümmetlerin zikredilmemesi, evla bittarik malumdur veya nebileri zikrettiğinden onları zikretmeye gerek kalmamıştır. Buradaki izafet, mastarın failine izafeti cinsindendir. Mana şudur:

"Allah, nebilerin kendi ümmetlerine güvendiklerine dair onlardan söz almıştır" [31].

Menar da ise şunlara yer verilmektedir: Misaktan maksat,

1. Allah'ın nebilerden söz almasıdır.

2. Nebilerin ümmetleri adına söz almasıdır.

4. Hitab ehli kitabadır [32]. Misaktan maksat, bütün peygamberlerin ümmetleri adına söz almaları daha mantıklı gibi gelmektedir. Zira Hz. Muhammed son nebi ve rasuldür, onun tebliği de herkese yöneliktir.

Tebliğini duyup, işitip ona inanmayanların mesul olacağı bilinmelidir. [33]

 



[1] Bkz., Ebu Bekir er-Razi, Tefsiru Garibi’l-Kur'an. s. 92

[2] Nebe: 78/1-2

[3] Enbiya suresi  Kur'ar’ın 21 süresidir. İniş sırasına göre ise 70 veya 73. Sure olup tamamı 112 ayettir

[4] Bkz. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, s. 180

[5] Muhammed Ali es-Sabuni. en- Nübüvve ve'1-Enbiya, s. 14

[6] Murtaza Mulahhari. Vahiy ve Nübüvvet (Çev. Ünal Çetinkaya). Ankara 1990. s.26

[7] Murtaza Mutahhari, Vahiy ve Nübüvvet (Çev. Ünal  Çetinkaya). Ankara 1990. s.26

[8] Meryem: 19/54

[9] Bkz., Ahzab, 33/40. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Anadolu Yayınları: 253-255.

[10] Ahzab, 33/62. Sünnetullah'la ilgili olarak geniş bilgi için bkz., Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşma­sı, Ankara 1994

[11] Saf: 61/5

[12] Bakara: 89

[13] Murtaza  Mutahhari. Hatemiyyet Peygamber’liğin Sona Ermesi, (Türkç. Kamil Öcal), Ankara 1989. s.8-9

[14] Murtaza Mutahhari, Hatemiyyet Peygamber’liğin Sona Ermesi, s.12-13

[15] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII, 114

[16] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII, 115

[17] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII, 115-116

[18] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII. II6

[19] er-Razi, Tefsir, VIII, 118 ve devam

[20] Mevdudi, Tefhim, I, 220

[21] Maverdi, I, 406

[22] Kuşeyri, Letaif, I, 255

[23] Semerkendi, Bahru'1-Ulum, I, 281

[24] Taberi, III, 330

[25] Taberi, Tefsir, III, 331-332; er-Razi, Tefsir,VIII, 115

[26] Taberi, Tefsir, III, 332

[27] Taberi, Tefsir, III, 333. Ayrıca bkz., Celaleyn, I, 169

[28] Zemahşeri, Keşşaf, I, 198

[29] Kadı Beydavi, I, 169

[30] Kurtubi, Tefsir, IV, 124-125

[31] Alusi, Tefsir, III, 334

[32] Menar, III, 288

[33] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Anadolu Yayınları: 256-266.