Kur'an'da
peygamberlerle ilgili olarak iki ifade yer almaktadır. Bunlar Kur'an'ın
orijinal ifadesiyle nebi ve rasul kelimeleridir. Bu kavramlardan nebi, normalde
haber verici anlamındadır. Kelimenin türetildiği nebe ise haber
anlamındadır" [1] ve Kur'an'da "Birbirlerine hangi şeyden soruyorlar? O
büyük haberden (en-nebeu'l-azim) mi?" [2]
anlamındaki ayette kelimenin lügat anlamı ortaya çıkmaktadır. Nebi ise yukarıda
da kaydettiğimiz gibi Kur'an'da Allah'tan haber getiren anlamındadır ve bu
anlamda özel bir mana ifade etmektedir. Zaten Kur'an'da nebi kelimesinin çoğulu
olan enbiya adında bir de sure vardır" [3].
Rasul kelimesi ise, mektuplaşmak, yollamak, göndermek, sevk etmek, nakletmek
anlamlarına gelen bir fiilden türetilmiş olup elçi demektir. Kur'an'da özel
anlamda Allah'ın insanlara gönderdiği elçi demektir.
Bu ifade hakkında, Hz.
Peygamber ve sahabe devri de dahil ilk dönemlerde bir farklılığın olduğu
söylenemez. Ancak daha sonra özellikle kelamcılar bu terimler arasında fark
olduğunu dile getirmekle bir karışıklığa neden olmuşlardır. Hemen hemen nebi
ile rasul arasında şöyle bir ayrıma gitmişlerdir: Nebi, kendisine bir şeriat
gönderilmeyen ilahi elçi olup, vahyedilmiş bir kitabı olmayan peygamberdir.
Rasul ise, şeriatı ve vahyedilmiş bir kitabı olan elçidir.[4] Nebi
ile rasul arasında yapılan ayrımcı tanımlarda da bir birlik bulunmamaktadır.
Örneğin "Nebi, Allah'ın kendisine bir şeriat vahyettiği insandır. Fakat
onu (bu şeriatı) tebliğ etmekle yükümlü tutmamıştır. Rasul de Allah'ın
kendisine bir şeriat vahyettiği insandır. Fakat ona (bu şeriatı) tebliği
emretmiştir. Bu durumda risalet nübüvvetten daha yüksek bir mertebededir. Zira
her rasul, bir nebidir ama, her nebi bir rasul değildir." [5]
Nebiler; tefekkür,
akıl gücü ve muhasebe yeteneğine sahip kimselerdir. Yani hisleri aracılığıyla
eşya ile ilgi kurarlar. Akli yeteneklerini kullanarak zihinsel buluşlar
üzerinde çalışırlar ve sonuca giderler. Muhtemelen hata da yapabilirler.
Rasuller ise, zihinsel işlemlerden, tefekkür ve akli güçlerden yararlanmakla
birlikte başka bir güçle, "vahiy" gücüyle donatılmıştır. Nebiler bu
güçten yoksundur. Bu yönden nebilerle rasuller asla kıyaslanamazlar. Çünkü
kıyas; aynı tür ya da cins iki gurup arasında yapılırsa doğrudur. Ayrı iki tür
ya da ayrı iki cins arasında yapılırsa yanlış olur. Örneğin iki kişi arasında,
görme güçleri, tefekkür güçleri ya da hissetme güçlerine göre kıyas yaparsak,
bu kıyas doğru olur. Fakat birinin görme gücü ile diğerinin hissetme gücünü kıyaslarsak
bu kıyas yanlış olur. Nebilerin dehaları beşeri gücüne bağlıdır. Rasullerin
üstünlükleri ise 'Vahiy" gücüne ve varlığın özüyle birliğe dayanır.
Dolayısıyla birbirleriyle kıyaslanmaları yanlıştır [6]'.
Peygamberler iki kısma
ayrılır:
Kendilerine müstakil
kanunlar ve vahy verilen, bu kanunları, diğer insanlara tebliğle ve onlar
üzerine uygulamakla sorumlu olan, insanlara hidayet yolunu gösteren
peygamberler ki, bunların sayısı oldukça azdır. Bu peygamberlere Kur'an
"Ulu'l-A'zam" adını vermiştir. Ulu'l-A'zam peygamberlerin kaç kişi
olduklarını tam olarak bilemiyoruz. Sadece Kur'an'ın kıssalarını açıklayıp
anlattığı bazı peygamberleri biliyoruz. Şayet Kur'an'da bütün peygamberlerin ya
da en azından sözü geçen tebliğci peygamberlerin kıssalarının tamamı anlatılmış
olsaydı Ulu'l-A'zam olarak zikredilen peygamberlerin sayıları anlaşılabilirdi.
Ancak biz. Nuh. Musa, İsa ve peygamberlerin sonuncusu peygamberimiz Hz.
Muhammed'in şeriat sahibi Ulu'l-A'zam peygambelerden olduğunu biliyoruz. Bu
peygamberlerden herbirine halka tebliğ etmesi ve halk üzerine uygulayarak
onları ıslah etmesi için bazı kanun ve emirler vahyedilmiştir.
Diğer peygamberler,
kendilerine müstakil kanun ve emirler vahyedilmeyen, fakat kendilerinden önceki
ya da çağdaş olan şeriat sahibi peygamberlerin yolunu, halka tebliğ etmekle ve
uygulamakla sorumlu olanlardır. Peygamberlerin çoğunluğunu bu gurup oluşturur.
Hud, Salih, Lut, İshak, İsmail, Yakub, Yusuf, Şuayb, Zekeriya, Harun ve Yahya
bu guruptaki peygamberlerdendir [7].
Bence Kur'an'da zikredilen
nebi ve rasul kelimelerine ayrımcı bir yaklaşımdan ziyade, bunların tamamının
Allah'tan vahiy alan elçiler olduğunu söylemek daha isabetli olur ve nebi ve
rasul arasında kitap verilen ve verilmeyen şeklinde bir ayrıma gitmek bilmem ne
kadar isabetlidir. Zira Allah ayette (Ali İmran 80) bütün nebi ve rasullere
kitap verildiğini açıkça ifade etmektedir. Yani nebilerin tamamına kitap
verildiği vurgulanır. Zaten Kur'an'da başta Hz. Muhammed olmak üzere bazı
peygamberlere hem rasul ve hem de nebi denilmektedir, örneğin ayette Hz. İsmail
için "Kitap'ta İsmail'i de an. Çünkü
o, vadinde doğru olan ve hem rasul hem de nebi olandır" [8]
denilmektedir.Hz. Peygamber için de bu
iki husus söz konusudur [9].
Burada bir önemli
hususa dikkat çekmek istiyorum. O da peygamberliğin son bulup bulmaması
meselesidir. Aslında bunun tartışılması bile son derece anlamsızdır. Ama bazen
ortaya birileri çıkıp rasul olduğunu iddia etme gafletinde bulunabilmektedir.
Öyle ise bu hatemiyyet (peygamberliğin son bulması) konusuna kısaca bir
değinmek gerekmektedir.
Bilindiği gibi Allah
zaman zaman insanlara peygamber gönderir. Onlarla birlikte gerek sahife ve
gerekse kitaplar da göndererek insanlara talimatlarını, öğretilerini bildirir.
Böylece onların bir toplum içinde farklı oluşlarına rağmen birlikte
yaşamalarını ve bunlara değgin bazı temel kuralları da bildirir. Bu Allah'ın
değişmez bir sünneti yani sünnetullahıdır ve Allah'ın sünnetinde değişme olmaz [10].
Burada kutsal
kitapların ve peygamberlerin bir işlevinden söz ederken iki temel noktanın
altının çizilmesi gerekir: Öncekileri tasdik ve kendinden sonra gelecek
peygamberi haber verme.
Kur'an'da, ilahi
kitapların birbirlerini tasdik ettikleri vurgulanır. Yani bunların tamamının
Allah katından olduğu belirtilir. Ama Kutsal kitap ve peygamberlerin görevi
önceki kitabı ve dolayısıyla onu getireni tasdik etmek ve sonra gelecek olan
peygamberi doğrudan veya dolaylı olarak haber vermek ve müjdelemektir. Bu durum
ayette şöyle belirtilmektedir:
"Meryem oğlu İsa da 'ey İsrail oğulları, ben
size, gönderilmiş Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen, Tevrat'ı doğrulayıcı
ve benden sonra gelecek Ahmet isminde bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim”,
demişti. Fakat onlara açık delilleri
getirince 'bu apaçık bir büyüdür' dediler"[11].
Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Acaba Kur'an-ı Kerim de bu belirtilen
işlevi yerine getirmiş midir? Kur'an bu işlevi yerine getirmiştir. Fakat sadece
İncili değil, kendinden önceki tüm kitapları tasdik ederek. Nitekim ayetlerde
şu ifadelere rastlamaktayız.
"Ne zaman ki, onlara Allah katından
yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir kitap geldi, daha önce inkar edenlere karşı yardım isteyip dururken o bildikleri
kendilerine gelince onu inkar ettiler" [12].
Al-i İmran üçüncü
ayette de Kur'an'ın Tevrat ve İncili tasdik ettiği ifade edilmektedir. Bu
tasdik işi, Nisa 47 de dile getirilirken çok önemli bir noktaya
değinilmektedir. Ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı
yüzleri, silip arkalarına döndürmeden ya da Cumartesi adamlarını lanetlediğimiz
gibi onları da lanetlemeden önce, yanınızda bulunanı doğrulayıcı (tasdik)
olarak indirdiğimize inanın. Zira Allah'ın emri daima yapılmıştır".
Burada Kur'an'ın
kendinden önce inmiş olan kitapları tasdikin yanında kendilerine kitap
verilenlerin, yani Yahudi ve Hıristiyanların da Kur'an'ı "tanımaları, ona
inanmaları istenmektedir. Bu konu üzerinde ileride durulacaktır. Maide 48.
Ayette de yine Kur'an'ın kitapları tasdik etmesinin yanında onlar üzerinde
müheymin olduğu belirtilmektedir. En'am 92. ayette ise genel bir ifade vardır.
Ayette şöyle buyrulur:
"Bu da, kentlerin anasını ve çevresindekileri
uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendinden öncekileri tasdik
edici bir kitaptır. Ahiret'e inananlar buna inanırlar ve onlar, namazlarına
devam ederler". Fatır 35. ayette de yine genel olarak Kur'an'ın
kendinden önceki kitapları tasdik ettiği vurgulanır. Ahkaf 12. ayette ise çok
açık bir biçimde Hz. Musa'ya verilen kitabın önder ve rahmet olduğu ifade
dildikten sonra, Kur'an'ın da bunu doğruladığı vurgu1anmaktadır.
İkinci noktaya
gelince, Kur'an bu işlevi de yerine getirmiştir. Yani kutsal kitapların
birbirini tasdik etmelerinin yanında kendisinden sonra gelecek olan peygamberi
haber verip müjdeleme işini Kur'an da yerine getirmiştir. Ama bunu kendinden
sonra bir daha nebi ve rasul gelmeyeceği şeklinde belirtmiştir. Nitekim Ahzab
suresinin 40. ayetinde şöyle buyrulur:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin
babası değil, fakat o Allah'ın rasulü ve
nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir".
Peygamberliğin son
bulduğu konusunda yukarıdaki ayet gayet açıktır. Ancak yine de bu konudaki
görüşlere burada kısaca değinmek istiyorum.
Hatem, Peygamber'e
bizzat Kur'an-ı Kerim'in vermiş olduğu bir sıfattır. Kur’an-ı Kerim bununla onu
"son peygamber" olarak
isimlendirmiş olup müslüman birisi için bu konuda herhangi bir şüphe söz konusu
değildir. Yani bir müslümanın peygamberden sonra başka bir peygamber gelecek
mi, gelmeyecek mi şeklinde bir soru sorması mümkün değildir. Peygamberimizin
gerçekliğine iman etmekle ondan sonra bir peygamberin geleceği inancında olmak
birbiriyle çelişen şeylerdir. Mesela farzedin ki siz hem Hz. Muhammed'i kabul
ediyorsunuz, hem de ondan sonra bir peygamberin geleceğine dair, ihtimalli de
olsa imanınız var. Bu inancınızla peygambere inandığınızı söylemeniz tezat
teşkil eder. Bunun anlamı:
"Siz Kur'an'ı ve Hz. Peygamber'i kabul
etmiyorsunuz"dur. Kur'an'a
inanıp da tevhidi kabul etmeyenin durumu gibidir ve çelişkilidir. Çünkü Kur'an
bir tevhid kitabıdır. Kur'an'a iman etmek Alah'a İman etmekle eş anlamlıdır.
Kur'an'a inanıp ahirete inanmamak da aynı şeydir. Çünkü Kur'an ahirete imanı
zorunlu kılan ayetlerle doludur. Hz. Muhammed'in son peygamber oluşu da
bunlardan biridir. Üstelik bu konuda Kur'an-ı Mecid'in nasslığı sözkonusudur.
Şayet Kur'an-ı bir delil olmamış olsa bile , bu İslam'ın zorunlu esaslarından
biridir. Kısaca bir müslümanın, müslüman olarak "Peygamberden sonra peygamber gelecek mi gelmeyecek mi?"
şeklinde bir soru sorması abestir [13].
Başka bir
değerlendirme ise şudur: Arapça'da hatem kelimesi ile aynı vezinde olan başka
kelimeler de vardır: Tabe' ve hatem. Bunların hepsinde de alet anlamı vardır.
Hatim: Kendisiyle bir şeyin mühürlendiği alet (mühür). Tabe': Kendisi ile bir
şeyin tab olunduğu alet. Hatem: Kendisi ile bir şeyin sona erdirildiği sona
erdiren. Bu ayeti yedi kıraat imamından bazıları üstün olarak Hatem şeklinde
okumuşlardır. Kur'an-ı Kerim'de iki tür okunuşlu olan ancak her ikisi de sahih
olan kelimelerin olabileceği üzerinde ihtilaf yoktur. Eğer hatimi'n-Nebiyyin şeklinde okursak mana açık ve
basittir:
Peygamberleri sona
erdiren hatim ism-i fail olup, bir işi yapandır. Hatem olarak okursak aynı
anlama gelmekle birlikte bir mektubun altına kendi imza ve mührünü koyan gibi
ek bir anlam da kazanmaktadır. Yani burada risaletten teşbihtir. Yani artık
mektubun (mesajın) bittiğini gösteren mührü vuran anlamına gelmektedir. Bugün
de (resmi işlerde) birçok benzeri metot takip edilmektedir. Mesela bugün resmi
özelliği olan bir defterde kapatmak istedikleri
sahifelerinin altına bir çizgi çekip imzalıyorlar veya mühürlüyorlar ki, biri
oraya başka bir şey ilave etmesin. Mektubun sonunu mühürlettikleri zaman bu iki
anlama gelir:
Birincisi, mektubu
yazanın gereği gibi tanıtımı; ikincisi ise, artık mektubun sonu bağlanmıştır.
Yani mektuba son veren bir alamettir. Allah ayette geçen 'Hateme'n-Nebiyyin'
tabiri ve nübüvvet mesajının kitap göndermenin ve nübüvvet kurumunun sona
erdiğini bildirmektedir. Yani artık risalet dönemi kapanmıştır. Her kim olursa olsun
her ne isim altında çıkarsa çıksın peygamberden sonra peygamberlik iddiasında
bulunan sunidir ve yalandır. İster hatem olarak ve ister hatim olarak okunsun,
bu ayet İslam Peygamberinin son peygamber olduğunun bir delilidir. Her iki
okunuş arasında herhangi bir fark yoktur [14].
Ancak bir noktanın
daha altını çizmek gerekmektedir. Ali İmran 81. ayetten hareketle bazı
düşünceler ortaya atılmaktadır.
Bu ayette şöyle
denilmektedir:
"Allah peygamberlerinden şöyle söz almıştı:
Bakın size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı
(tasdik) bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım
edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız
mı, demişti. Onlar da, kabul ettik, dediler. O halde şahit olun, ben de sizinle
beraber şahit olanlardanım, dedi".
Önce bu ayetle ilgili
yapılan yorumları burada nakletmek istiyorum.
Fahrettin er-Razi'nin
tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirme vardır: Bil ki, bu
ayetlerden maksat, ehli kitabın bir mazereti olmayacağını belirtip, onların
inatlarını ortadan kaldırmak için Hz. Muhammed'in nübüvvetine delalet eden ve
onlarca malum olan şeyleri sayıp dökmektir. Allah'ın bu ayette bahsettiği husus
da bunlardan birisidir. Allah, kitap ve hikmet verdiği o peygamberlerden
kendilerine her ne zaman verilmiş olan kitabı tasdik eden bir Reygamber gelse,
onu tasdik edip ona yardımcı olmaları hususunda söz almıştır. Allah,
peygamberlerin bunu kabul ettiğini haber vermiş ve bunu kabul etmeyenlerin
fasıklardan olacağına hükmetmiştir ki, işte ayetten maksat budur [15].
Razi daha sonra tefsirinde bazı görüşleri de bize nakleder. Bu görüşlerden
birisi Zeccac'a aittir ve o şöyle der:
"Ey Muhammed, Kur'an'da Allah'ın
peygamberlerden ahd almış olduğunu hatırla" [16].
Daha sonra Fahrettin
er-Razi, ayetteki misak ifadesini de şöyle değerlendirir: Ayette peygamberlerin
misak tabirine gelince, burada mastarların faillerine de muzaf olmaları
caizdir. Bu ifadeden maksat Allah'ın bizzat peygamberlerin kendilerinden aldığı
ahit olabileceği gibi, peygamberleri için başkalarından aldığı ahit de
olabilir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu ayetin tefsirinde farklı görüşler
beyan etmişlerdir.
Bundan maksat,
Allah'ın birbirlerini tasdik etme manasında peygamberlerden söz almasıdır.
Bu ahitten maksat,
bütün peygamberlerin ümmetlerinden Hz. Muhammed peygamber olarak
gönderildiğinde, onu tasdik etmeleri, ona yardım etmeleri gerektiği hususunda
almış oldukları ahittir [17].
Razi burada Ebu
Müslim'in görüşünü de kaydeder ve onun şöyle dediğini nakleder:
"Ayetin zahiri,
Allah'ın ahd aldığı kimselerin, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde,
onu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki, bütün peygamberler,
Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde
vefat etmişlerdi. Ölüler
mükellef, sorumlu tutulamazlar. Kendilerinden misak alınmış olan
kimselerin Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde onu tasdik etmeleri
vacip olup, o, peygamber olarak gönderildiğinde, diğer peygamberlere Hz.
Muhammed'e iman etmeyi gerekli ve vacip kılmak da mümkün olmadığına göre,
kendilerinden ahd alınanların peygamberlerin bizzat kendileri değil aksine
bunların, o peygamberlerin ümmetleri olduğunu anlamış oluruz. Bizim bu
fikrimizi Allah'ın ahd almış olduğu kimselerin, Hz. Muhammed'e iman etmemeleri
halinde fasık olacaklarına hükmetmiş olması da tekid etmektedir. Bu fasıklık
vasfı, peygamberlere değil, ancak onların ümmetlerine ait olabilir” [18].
Konuyla ilgili olarak
Razi daha sonra şöyle der:
"Andolsun ki,
size kitap verdik" ifadesinde bir problem vardır. O da şudur: Bu hitap, ya
bütün peygamberlere veya onların ümmetlerinedir. Eğer, bu hitap bütün
peygamberler için yapılmış bir hitapsa, bütün peygamberlere kitap verilmiş
olduğunu gösterir. Halbuki onların bazılarına kitap verilmiştir. Yok eğer hitap,
onların ümmetlerine ise, buradaki problem daha büyüktür. Buna şu şekilde cevap
verilebilir:
Her ne kadar bütün
peygamberlere kitap verilmese de, bütün peygamberlere kitap verilmesi, onların
da, diğer peygamberlere verilmiş olan kitaplarla doğruya ulaşmış ve o
kitaplarla amel etmeye davet etmiş olmaları manasınadır.
Peygamberlerin en
faziletlisi, kendilerine kitap verilenlerdir. Bu duruma göre onların hepsi de,
bu ayette kitap verilmiş olma şerefi ile vasıflanmışlardır [19].
Bu ayetin yorumunda
Mevdudi ise şöyle demektedir:
Bu şu anlama gelir: Ey
kitap ehli, siz, kendi peygamberinize, verdiğiniz sözle, Muhammed'e inanmak ve
ona yardım etmekle yükümlüsünüz. Çünkü biz her peygamberden (ve onlara
uyanlardan), yeryüzünde bizim öngördüğümüz, hayat tarzını kurmak ve tebliğ
etmek için tarafımızdan gönderilen her peygambere yardım etmeleri konusunda söz
aldık. Bu nedenle siz ona karşı önyargılı olmamalısınız, dini de, kendi
tekelinizde sanmamalısınız. Hakk'a karşı çıkmak yerine Hakk'ı yaymak amacıyla
ortaya çıkan bayraktarın sancağı altında toplanmalısınız. Bu bağlamda bu sözün
Hz. Muhammed'den önce gelen bütün peygamberlerden alındığını açıkça belirtmekte
yarar var. Böylece her peygamber kendisinden sonra gelecek olan peygamberi
halkına haber vermiş ve onlardan, gelen peygambere uymalarını istemiştir. Fakat
Hz. Muhammed'den de böyle bir söz alındığını bildirir bir delile ne Kur'an ne
de hadislerde rastlanmamaktadır. O, ümmetine kendinden sonra bir peygamber
geleceğini de bildirmemiştir. Aksine o, peygamberlerin sonuncusu olduğunu
söylemiştir [20].
Maverdi ise şu
noktalara dikkat çeker: Ayette üç önemli nokta üzerinde durulmaktadır. Bunlar,
söz almak, rasul kelimesi ile kim kasdedilmektedir, rasullerin biribirini
tasdik etmesi ne demektir: Allah'ın peygamberlerinden misak alması:
1.
Peygamberlerden, kendi kavimlerini Hz. Muhammed'i tasdik etmeleri için sorumlu
tutmalarına dair söz almıştır (İbn Abbas, Katade, es-Süddi).
Onlardan ahirete
inanmaları konusunda söz aldı. Rasul kelimesi ile Hz. Muhammed kasdedilir.
Tasdikten maksad, tevrat ve incili tasdiktir [21].
Kuşeyri de şöyle der:
Allah, Muhammed'den
bütün nebiler adına söz almıştır. Nitekim onlardan da kendi rububiyyetini ikrar
etmeleri konusunda söz almıştı. İşte bu durum, Rasul'ü son derece
şereflendirmek içindir. Zira onun ismini kendine yaklaştırmış, kendi zatını
isbat ettiği gibi onun değerini de böylece isbat etmiştir [22].
Semerkandi de bu
konuya şöyle bir yorum getirir:
"Tasdik etmek
demek, tevhid ve bazı şer'i işlerde demektir. Rasul ise Muhammed'dir [23].
Taberi'nin konuya
yaklaşımı ise şöyledir:
"Ey ehl-i kitab,
Allah'ın peygamberlerden ahd aldığı zamanı hatırlayın. [24]
Misak kelimesi ile
ilgili olarak şunlar söylenmektedir:
1. Allah,
bununla, ehl-i kitaptan söz aldı da nebilerinden 'almadı anlaşılır ve bu sözün
doğruluğuna da ayetin devamı olan "ona
mutlaka inanacak ve ona yardım edeceksiniz" kısmı delalet eder.
2. Allah,
nebilerden birbirlerini tasdik etme konusunda söz almıştır ama ümmetlerinden
söz almamıştır.
3. Onlar
ehli kitaptır ve Muhammed'i tasdik etmekle emrolunmuşlardır.
4. Allah,
nebilerden ve ümmetlerinden söz aldı.[25]
Daha sonra Taberi
şöyle bir değerlendirmeye gider:
"Bunların içinde en doğru olanı, Allah'ın
peygamberlerinin birbirlerini tasdik etmesi konusunda onlardan söz almalarıdır"
[26],
"ayette geçen Rasul, Muhammed'dir ve buradaki hitab da ehli
kitabadır" [27].
Zemahşeri de şöyle
der:
1. Lafzın
zahirinden anlaşılan Allah'ın nebilerinden böyle söz almasıdır.
2. Misakın
nebilere nisbet edilmesi, misakın failine muzaf edilmesi olup, mefulüne muzaf
edilmemesi demektir.
3. Misaktan
maksat, nebilerin evlatlarının sözleridir. Bunlar da İsrailoğullandır.
4. Ehli
kitab kasdedilir. Zira onların iddialarına göre kendilerinin Muhammed'den
nübüvvete daha layık ve evla oldukları iddiasıdır. Çünkü kendileri kitap
ehlidir ve nebiler de kendilerinden gelmiştir [28].
Kadı Beydavi ise
Zemahşeri'nin görüşlerini ağırlıklı olarak nakleder. Buradaki izafetin yani
mîsak kelimesinin failine muzaf olduğu görüşünü alır. Yani nebiler,
ümmetlerinden söz almışlardır ve Allah da nebilerin ümmetlerinden söz
almalarını istemiştir [29].
Misakın anlamları ile
ilgili olarak şunlar da kaydedilebilir:
Birbirlerini tasdik
etmeleri,
Peygamberlerle beraber
olanlardan söz alınması,
İbn Abbas'a göre
ayette geçen rasulden maksat Hz. Muhammed'dir. Lafız her ne kadar nekre olsa da
işaret bilinenedir [30].
Alusi de şöyle der:
"Burada
ümmetlerin zikredilmemesi, evla bittarik malumdur veya nebileri zikrettiğinden
onları zikretmeye gerek kalmamıştır. Buradaki izafet, mastarın failine izafeti
cinsindendir. Mana şudur:
"Allah, nebilerin
kendi ümmetlerine güvendiklerine dair onlardan söz almıştır" [31].
Menar da ise şunlara
yer verilmektedir: Misaktan maksat,
1. Allah'ın
nebilerden söz almasıdır.
2. Nebilerin
ümmetleri adına söz almasıdır.
4. Hitab
ehli kitabadır [32]. Misaktan maksat, bütün
peygamberlerin ümmetleri adına söz almaları daha mantıklı gibi gelmektedir.
Zira Hz. Muhammed son nebi ve rasuldür, onun tebliği de herkese yöneliktir.
Tebliğini duyup,
işitip ona inanmayanların mesul olacağı bilinmelidir. [33]
[1] Bkz., Ebu Bekir er-Razi, Tefsiru Garibi’l-Kur'an. s.
92
[2] Nebe: 78/1-2
[3] Enbiya suresi
Kur'ar’ın 21 süresidir. İniş sırasına göre ise 70 veya 73. Sure olup
tamamı 112 ayettir
[4] Bkz. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, s. 180
[5] Muhammed Ali es-Sabuni. en- Nübüvve ve'1-Enbiya, s. 14
[6] Murtaza Mulahhari. Vahiy ve Nübüvvet (Çev. Ünal
Çetinkaya). Ankara 1990. s.26
[7] Murtaza Mutahhari, Vahiy ve Nübüvvet (Çev. Ünal Çetinkaya). Ankara 1990. s.26
[8] Meryem: 19/54
[9] Bkz., Ahzab, 33/40. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur’an’da
Bazı Kavramlara Bakış, Anadolu Yayınları: 253-255.
[10] Ahzab, 33/62. Sünnetullah'la ilgili olarak geniş bilgi
için bkz., Ömer Özsoy, Sünnetullah, Bir Kur'an İfadesinin Kavramlaşması,
Ankara 1994
[11] Saf: 61/5
[12] Bakara: 89
[13] Murtaza
Mutahhari. Hatemiyyet Peygamber’liğin Sona Ermesi, (Türkç. Kamil Öcal),
Ankara 1989. s.8-9
[14] Murtaza Mutahhari, Hatemiyyet Peygamber’liğin Sona
Ermesi, s.12-13
[15] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII, 114
[16] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII, 115
[17] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII, 115-116
[18] Fahrettin er-Razi, Tefsir, VIII. II6
[19] er-Razi, Tefsir, VIII, 118 ve devam
[20] Mevdudi, Tefhim, I, 220
[21] Maverdi, I, 406
[22] Kuşeyri, Letaif, I, 255
[23] Semerkendi, Bahru'1-Ulum, I, 281
[24] Taberi, III, 330
[25] Taberi, Tefsir, III, 331-332;
er-Razi, Tefsir,VIII, 115
[26] Taberi, Tefsir, III, 332
[27] Taberi, Tefsir, III, 333.
Ayrıca bkz., Celaleyn, I, 169
[28] Zemahşeri, Keşşaf, I, 198
[29] Kadı Beydavi, I, 169
[30] Kurtubi, Tefsir, IV, 124-125
[31] Alusi, Tefsir, III, 334
[32] Menar, III, 288
[33] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış,
Anadolu Yayınları: 256-266.