Çocukla Alâkalı Bahislerin Kur'ân-I Kerîmde Dağılım Şeması
1. Ailenin Ehemmiyeti Ve Kuruluşu
4. Kur'an'da Zikri Geçen Aileler
Çocuklar Hakkında Yapılan Duanın Ameli Ve Pratik Faydası
Şeytana Karşı İstiâze (Korunma) Talebi
Kısırlık Ve İleri Yaşta Çocuk Sahibi Olmak
Ebeveynini Azdıran Ve Küfre Atan Çocuk
Kur'ân'da Meslekî İhzâriyeler:
1. Rızık Helâl Ve Temiz Olmalıdır:
3. İnsanlar Birbirlerine Muhtaçtırlar:
5. Çocuğun Maddî İstikbalini Düşünme Fikri:
Meslek Mevzuunda Yüksek İdeal:
6. Terbiyeyi İlgilendiren Bir Kaç Mühim Mes'ele
Himaye Meselesinde Yetimle Yetim Olmayan Birdir:
Velâyetü't-Terbiye (Hidâne) İle İlgili Hükümler:
Velâyetü'n-nefs Ve Velâyetü'1-mal İle İlgili Hükümler:
Velinin, Yetimin Nefsi Üzerinde Tasarruf Yetkisi:
Çocuk Hakkında İçtihad Yetkisi:
5. Terbiye Açısından Yetim Olan Ve Olmayan Çocuk
Çocuğun Getirdiği Haberle Amel Edilmez
Çocuğun Cinayeti Nasıl Sübût Bulur?
2. Çocuğa Karşı İşlenen Cinayetler
Âhirette ne mal, ne de evlâd fayda vermez
Kur'ân-ı Kerîm İslâm dininin ana kitabıdır ve vahy-i ilâhîdir. Bir adıyla Kitâb-ı Mübîndir. Yâni her şeyi açık şekilde beyân eder. O sadece ibadet ve uhrevî meselelerin değil, içtimâi hayâtın ve dünyevî meselelerin de hail ü fasl edildiği Kitap'tır.
Kur'ân-ı Kerimin bu çok yönlülük vasfından hareketle Ankara İlahiyat Fakültesi'nce tertiplenmiş olan "1983 Kur'ân Semineri"nde tartışılmak üzere, içinde bulunduğumuz asırda her geçen gün ehemmiyetini arttıran ve bu sebeple bütün dünyada aktüalitenin baş meselelerinden biri hâline gelen çocuk meselesi üzerinde durmayı uygun bulduk.
Çocukla ilgili bahislerin tespiti maksadıyla Kur'ân-ı Kerîm'e atf-ı nazar edince, gerçekten gördük ki, O, "mübîn bir temel Kitap" olma vasfına uygun şekilde, çocukla alâkalı ana bahisleri, mühim meseleleri açık seçik olarak beyân etmekte, problemleri hail ü fasl eylemektedir. Ayrıca, çocukla alâkalı o kadar çok mes'eleye yer vermektedir ki, bunlardan sadece bir tanesinin hakkıyla işlenmesi bir tebliğin hacmini fazlasıyla taşır. Bu sebeple, başlatılan çalışmayı bir tebliğin dar sınırları içinde tutmaktansa, tabiî seyrinde serbest bırakarak, konunun normal bütünlüğünü sağlamayı tercih ettik. Böylece bu çalışma ortaya çıktı.
Şunu da belirtelim ki, çocuk mevzuunu çok yönlü olarak ele almış bulunan Kur'ân-ı Kerim, her mevzuda takip ettiği metoda uygun olarak, burada da meseleleri her seferinde doğrudan ele almamış, çoğu kere dolaylı olarak temas etmiş geçmiştir. Bu sebeple mevzu, üzerinde tekrar tekrar duruldukça zenginleştirilip genişletilecek mahiyettedir. Bu mevzuun müstakil ilmî bir araştırma konusu henüz yapılmamış olması da gelecekte konunun ne kadar zenginleşeceğinin bariz bir delîli olmaktadır.
Biz bu çalışmada fazla teferruata ve detaya inmeden ilk bakışta nazara çarpan ana meselelere parmak basmaya çalıştık. Âyetlerin açıklanmasında zaman zaman hadîslere ve âlimlerin yorumlarına baş vurduk. Yer yer dikkatimize çarpan inceliklere de kesin bir hüküm mânâsında olmaksızın başlıklar halinde dikkat çektik. Ana başlıklar ve bunları takip eden tâli başlıklar her seferinde tam bir mantıkî teselsül ihtiva etmeyebilir. Çocukla alâkalı bahislerin Kur'ân'daki zenginlik ve renkliliğini göstermek maksadıyla değişik ve imkân nisbetinde çok sayıda başlıklara yer vermeye çalıştık. Böyle yapmaktaki gayelerimizden biri de "Kur'ân'da Çocuk" bahsinin terbiye, psikoloji, hukuk gibi muhtelif ihtisas dallarına mensup kimselerce, farklı nokta-i nazarlardan tedkîk konusu yapılabileceğini göstermektir.
Meselelerimize köklü ve müessir çâreler bulmada, kendi öz kaynaklarımızı, kendi millî ve mahallî değerlerimizi hareket noktası yapmanın ehemmiyetini teslim edenler için, çocuk mes'elesinde araştırma yaparken, Kur'ân-ı Kerîmin öncelikle ele alınması gereği açıktır. En az bin yıllık siyasî ve kültürel tarihimiz içerisinde Kur'ânî müesseseler benliğimize işlemiş, çoğu kere atasözleri, deyimler, gelenekler, örfler hâlinde "millîleşmiştir. Çocukla alâkalı meselelerimiz" de öyle. Bir kısmı, zaman içerisinde yozlaşmış, Kur'ânî hüviyetinden uzaklaşmış olsa bile, temelde o var. Yeni bir İslah, yeni bir reformda aslı bilmek zarurîdir.
Çocuk mevzuunda Kur'ân'a dönük çalışmaların ehemmiyet ve zaruretini göstermede birkaç noktaya dikkat çekmek isteriz:
1. "Dünya devleti" kavgası veren beynelmilel ideolojik güçler karşısında, biz Müslümanlar, şimdilik, eriyip yok olmama, maddî-mânevî varlığımızı, benlik ve şahsiyetimizi kurtarma kavgası vermekteyiz. Bu hayatî kavganın temel felsefesini "bütün müesseseleriyle medeniyetimizi yeniden ihya ve inşâ etmek" düşüncesinin teşkiî ettiği inancındayız. Zira haysiyetli ve şahsiyetli bir varlık, kendine has kültürel değerlerin örgü ve senteziyle vücut bulan medeniyet sarayında mümkündür.
Çocuk ve gençlikle ilgili meseleler bu büyük dâvanın, yâni medeniyet kavgamızın kalbini ve hareket noktasını teşkil etmektedir. Bugünkü anarşist, aylak ve gayesiz nesil, kendisine hareket noktası olarak çocuğu ve gençliği seçen yıkıcı bir felsefeyle yetişiriİmiş-tir. Yâni iç ve dış düşmanlarımız bu anarşist neslin yetişmesini, Osmanlılardan bu yana, çok önceleri, ana dâva yapmış, yıllar yılı bu uğurda hesaplıca, sinsice çalışmış, yeni harpten çıkan, yorgun, bitkin, maddî güçten yoksun milletimizi, yenmeye güç yetiremediği bir kısım emrivakilerle başbaşa bırakmıştır. Şimdi biz, millet ve devlet olarak en az bu sinsî düşmanlar kadar mes'eleye sahip çıkmak, yıkılanı yeniden tamir etmek zorundayız.
2. Çocukla ilgili meselelere ehemmiyet kazandıran diğer bir husus, ilmin, tababet ve biyoloji sahasında kaydettiği son gelişmelerdir. "Tüp çocuk", "Kiralık rahim" vs. meseleleri şimdiden bir kısım içtimaî, ahlâki ve hukukî değerleri alt üst etmeye başladı. Bunun arkası gelecek ve ileriki yıllarda "çocukla ilgili meseleler" bütün cemiyetlerin en çok uğraştığı meseleler sırasına girecektir. Bu problemlere, kendi kaynaklarımız göz önüne alınmadan bulunan veya doğrudan doğruya dışarıdan ithal edilen çözümler, reçeteler, cemiyetimizin değerler sistemini allak bullak edecek, problemlerimize yenilerini ekleyecektir.
3. İstikbal açısından, çocuk mes'elesini, bilhassa bizim için daha da büyütecek bir durum, Türkiye'deki nüfus artış hızıdır. Bütün tedbîr ve baskılara rağmen nüfus artış hızımız Allah'a binlerce şükür bariz bir düşüş kaydetmedi. Bu durum şimdilik "aile plânlaması" adı altında yürütülen tedbirleri, daha ciddî, daha korkunç emrivakilere dönüştürerek "doğum tahdidi ve sayısı" tedbirlerine götürebilecektir. "Her aile ikiden fazla çocuk yapmasın" şeklindeki bir dış baskıya, ekonomik ve askeri bakımdan daima kendilerine bağımlı durumda bırakılan Türkiye'de istikbalin idarecileri ne kadar dayanabilirler bilemeyiz. Ancak bu ihtimal uzak görülmemeli, probleme hazır olunmalıdır.
Kısacası, hangi noktadan bakarsak bakalım, her zaman olduğu gibi, yarının da en mühim mes'elesi bütün dünyada çocuk mes'elesi olacaktır. Bu mes'ele biz Müslümanlar için daha ciddî, daha hayatî, daha âcil bir hüviyet taşımakta, bir hayat-memat mes'elesi olma vetiresine girmektedir.
Öyle ise, milletinin bekasını, dininin geleceğini ve Allah'a vereceği hesabı düşünen her hamiyet sahibi Müslüman "çocuk mes'elesi'ni ana dâvası yapmaya ve her probleminin cevabını Kur'ân ve Hadis'e göre çözmeye, bu mevzu üzerinde bu kaynaklarda gelenler nelerdir bilmeye mecburdur, mahkûmdur.
Çocuk küçüktür, ama mes'elesi büyüktür.
İstikbal, bu mertebe'yi gerçek vüs'at ve azameti çerçevesinde görüp, gayret ve hamiyetini ona göre seferber edenlerin olacaktır.
Hamlığına rağmen, şu çalışmamızın, çocuk dâvasının duyurulmasında ve bu mühim mes'elenin belli başlı noktalarına Kur'ân'ın bakış açısını tespitte okuyucuya faydalı olacağını ümîd ediyoruz. Meselelerimizi çözerken kendi öz kaynaklarımızı hareket noktası yapmada katkımız olursa, Cenâb-ı Hakk'ın lütfü olarak, bu çalışma hedefine varmış olacaktır.
İnayet O'ndandır. Zafer O'ndandır. Muvaffakiyet O'ndandır. Hamdimiz, O'nadır. Salât ve selâm da O'nun Resulüne ve Resulünün al ve ashâbınadır.
Prof. Dr. İBRAHİM[1]
"Kur'ân'da Çocuk Eğitimi" derken şüphesiz, sâdece "çocuk" kelimesinin geçtiği âyetlerin incelenmesi kastedilmez. Mes'elenin böyle kavranması, mevzûyu bir hayli daraltma olur. Esasen dilimizdeki "çocuk" kelimesinin Arapçadaki karşılığı olan sabiyy ve tıfl kelimelerinin Kur'ân'da geçtiği yerler sayıca azdır ve çocuk meselelerini dile getiren diğer tâbirlerle kıyaslanınca gerçekten cüz'î kalırlar. Zira münhasıran, bulûğa ermemiş kimseler için kullanılan bu iki tâbirden birincisi sâdece iki yerde geçerken, ikincisi de dört yerde geçer.
Buna karşılık diğer mânâları yanında "çocuk" mânâsına da gelen ve Kur'ân'da, diğer mânâlarında kullanılmış olmaktan başka "çocuk" mânâsında da kullanılmış bulunan veya kullanıldığı yer ve üslûb itibariyle bulûğa ermeyen çocuğun kastedildiği, başkaca kelimeler de var. Bunların sayısı miktarca fazla olduğu gibi, bâzılarının tekerrürleri de dikkat çekecek kadar çoktur. Şimdi bunları açıklamaya çalışalım:
1. İbn: Bu kelime "oğul" mânâsına gelir. Ebeveyne nisbetle evlâdı ifâde eder. İbn'le ifâde edilen evlâd, henüz bulûğa ermemiş "çocuk" olabileceği gibi, bulûğ çağını aşmış, yaşlı da olabilir. Bu kelime, bâzan cemi (çoğul), bâzan müfred, bâzan yalın halde, bâzan da zamir almış olarak Kur'ân'da 172 yerde geçer.
2. Veled: Bu kelime de dilimizde aynı kökten olmak üzere daha ziyâde "evlâd" kelimesinin karşılığıdır. Ebeveynin kız olsun, erkek olsun her iki cins çocuklarını ifâde eder.[2] Veledle kastedilenler de bulûğa ermiş veya ermemiş olabilir. Yine ilâve edelim ki veled kelimesinin cemi, müfred, zamirli, zamirsiz -isim olarak çeşitli kullanışlarından başka aynı kökten türeyen vâlid, valide, vâlideyn, mevlüd gibi başka isimler ve bunların muhtelif kullanış şekilleri bulunduğu gibi, -doğurdu, doğurur, doğurdular gibi- değişik mânâlarda fiil olarak da kullanılışı var. Şu hâlde, bu kökten olmak üzere yekûn 112 ayrı kelimenin Kur'ân'da kullanıldığını görmekteyiz.
3. Zürriyet: Diğer mânâları yanında "çocuk" mânâsına da kullanılan bu kelime değişik şekilleriyle Kur'ân'da 32 yerde tekerrür eder.
4. Yetim: Münhasıran çocukla ilgili meselelerin ele alındığı bu kelime, Kur'ân'da, 23 yerde geçer.
5. Gulam: Aslî mânâsı, "bıyığı çıkmaya başlamış, . henüz bulûğa ermemiş çocuk" olan bu kelime, hizmetçi
mânâsına da gelir ve Kur'ân'da 13 yerde geçer.
6. Zeker: Bitki, hayvan ve insan her çeşit canlılar için, dilimizde olduğu gibi, "erkek cins" mânâsına gelen bu kelime, 19 yerde geçer. Bunlardan 6 tanesi "erkek çocuk" mânâsını da taşır.
7. Ünsa: Zeker'in zıddı olarak "dişi" mânâsına gelen bu kelime de 30 yerde geçer ve 16 kadarında "kız çocuk"
mânâsı da mevcuttur.
8. Sağır: "Küçük çocuk" mânâsında kullanılan bu kelime 1 yerde geçer.
9. Hafede: Torun mânâsına gelen hafîd'in cemi olan bu kelime de 1 yerde geçer.
10. Ecinne: Anne karnındaki çocuğu ifâde eden cenîn'in cemi olan bu kelime 1 yerde geçer. Ancak cenîn'i ifâde etmek üzere kullanılan "mâ fibatnî (karnımdaki)" tâbiri 4 yerde geçer. Yine cenîn'i ifâde zımnında kullanılan hami (yük) kelimesi de 9 yerde geçer. Şu halde cenîn'le alâkalı ifâdeler 14 adedi bulmaktadır.
11. Ehl: Bu kelime yekûn olarak 127 yerde geçerse de çocuğu da tazammun eden "aile" mânâsındaki kullanılışı 15 yerdedir.
12. Âl: Aile mânâsında kullanılan bu ikinci kelime de Kur'ân'da 26 yerde geçer.
13. Mehd: Çocukla ilgili mühim bir malzeme olan "beşik" mânâsına gelen bu kelime de 5 yerde geçer.
14. Rada': Çocuğu emzirmek mânâsına olan rada' (dilimizde raza' diye de telâffuz edilir) kökünden gelen muhtelif kelimelerin sayısı ll'dir.
15. Ed'iyâ: Evlâtlık mânâsına gelen "da'î"hin cemi olan bu kelime 2 yerde geçer.
16. Rebâib: Üvey kız mânâsına gelen bu kelime 1 yerde geçer.
17. Ebb: Evlâdı hatıra getiren bu kelime, cemi, müfred muhtelif kullanışlarıyla 143 yerde geçer, "baba" demektir.
18. Üram: Keza baba (ebb) kelimesinde olduğu gibi, evlâdı hatırlatan bir diğer mühim kelime olan "anne" mânâsmdaki ümm kelimesi de -bu mânâda olmak üzere- 29 yerde geçer.
19. Rabb: Çocuklarla alâkalı en mühim fiillerden biri olan "terbiye" fiilini hatırlatan bu kelime ile alâkalı kelimeler Kur'ân'da 979 kere tekerrür eder.
Bu tâdâddan sonra, şunu ifâde edebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm, çocukla alâkalı meselelere genişçe yer vermiştir. Ancak bunu yaparken her seferinde, mevzûya doğrudan girmemiş, çoğunluk itibariyle, dolaylı olarak ele almıştır. Sözkonusu durumu, bu maksatla kullanılan tabirlerin arzettiği çeşitlilikte görmek mümkündür.
Mes'elenin niçin böyle ele alınmış olabileceği sorusuna gelince, bu hususta şöyle bir mülâhaza yürütmek mümkündür: Çocukla ilgili meseleler çok yönlüdür. Kur'ân-ı Kerim bâzan ebeveynin çocuğa karşı vazifelerini, bâzan evlâdın ebeveyne karşı vazifelerini, bâzan çocuk sebebiyle ortaya çıkan hukukî durumları, çocuğun himayesini, terbiyesini, hayata hazırlanmasını, çocuk sebebiyle ortaya çıkan ferdî, ailevî, içtimaî problemleri vs. vs. ele almaktadır. Çocuk mes'elesinin medâr-ı bahs edilen yönüne göre, yaklaşım farklı olmakta, kullanılan tâbirler farklı olmaktadır.
Her halükârda şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kur'ân-ı Kerîmin ilk sayfasından son sayfasina kadar, her tarafında muvazeneli bir şekilde bu mes'eleye yer verilmiş, her an çocuk ve çocukla alâkalı meseleler zihinde canlı tutulmak istenmiştir. Bu durum aşağıdaki şemada daha iyi görülebilecektir.[3]
Çocukla alâkalı bahislerin Kur'ân-ı Kerimde dağılım şeklini göstermek için aşağıdaki şemayı hazırladık. Şemanın anlaşılması için şu hususlar bilinmelidir:
1. Münhasıran bu çalışmanın dipnotlarında atıfta bulunulmuş olan ilgili âyetler şemada gösterilmiştir.
2. Kur'ân-ı Kerîm 600 sayfa üzerinden, altmış parçaya bölünmüştür. Şemada görülen her çizgi 10 sayfaya tekabül eder ki bir bakıma yarım cüz demektir.
3. Alttaki rakamlar sayfayı gösterir.
4. Üstteki noktalar, çocuk mes'elesine temas eden âyetleri gösterir. Her nokta bir âyete delâlet eder.
5. Sadece iki yerde, yani 210-220 sayfaları arasına tekabül eden çizgi ile 510-520 sayfaları arasına tekabül eden çizgide âyet gözükmemektedir.[4]
Çocuk deyince ilk akla gelen hususlardan biri, şüphesiz ailedir. Zira çocuğun doğup büyüdüğü, hayata hazırlandığı, iyi ve kötü istikametlerde şekillendiği yer ailedir. Yâni aile, çocuğun en mühim meselesi olan hayata hazırlanmasında -ki bir başka ifâde ile terbiye denmiştir- en müessir rolü icra eden müessesedir. Çocukla alâkalı bütün meseleler burada düğümlenir ve burada çözüme kavuşur. Çocuk üzerine yapılan araştırmalar arttıkça, onun her yönüyle mükemmel ve dengeli bir gelişmeye mazhar olabilmesi için aileye olan ihtiyacı iyice anlaşılmaktadır.
Ailenin, çocuk açısından taşıdığı ehemmiyet sebebiyle, "Kur'ân'da Çocuk Eğitimi" konusunu incelerken biz de öncelikle Kur'ân'da, âile ile alâkalı olan meseleleri belirtmeyi uygun bulduk.[5]
İnsan hayatında cemiyetin yeri ne ise, cemiyet hayatında da ailenin yeri odur. Aile olmaksızın ne cemiyet, ne de insanlığın varlığı tasavvur edilemez. Aile, insanlığın varlığı ve devamı için zarurî olduğu gibi, dünyevî sulh ve saadeti için de zaruridir. Aile yapıları sağlam sulh ve saadeti için de zaruridir. Aile yapıları sağlam cemiyetler sıhhatli; aileleri huzurlu, fertleri mes'ûd ve bahtiyardır. Öyle ise insanlara, uhrevî hayatları kadar dünyevî hayatları için de sulh ve saadet yollarını gösteren İslâmiyetin, dünya saadetinde mühim bir yer işgal eden aile ile meşgul olması, onun birçok meselelerine el atıp rehberlik etmesi kadar tabiî ne olabilir? Evet İslâm, öncelikle âhiret hayatını nazar-ı dikkatlerimize arz eder. Ancak, onun kazanılması dünya hayatına bağlı olduğu için bunu da ihmal etmez, birinci ile ikinci arasındaki irtibat nisbetinde birinciye de yer verir.
Bu sebeple Kur'ân-ı Kerimde kuruluşundan dağılmaya, yâni, nikâhtan boşanmaya kadar, aile ile alâkalı pek çok mes'eleye yer verildiği, ehemmiyetli noktalarda teferruata bile inildiği görülür. Mevzûmuzla alâkası sebebiyle bunları kısaca belirteceğiz:[6]
Hemen kaydedelim ki, Kur'ân-ı Kerim, evlenmede, "şahsî heveslere" değil, "terbiye şartlarına" uygun bir ailenin kurulmasını emreder. Bu maksadla "hoşa giden", "mü'min kadınlar'la "ailelerinin izniyle" nikâhlanmayı tavsiye eder:[7]
Bir başka ifâde ile nikâh edilecek kadın mutlaka mü'min olmalıdır. Güzellik, zenginlik, asalet gibi hoşa gidecek vasıfları sebebiyle gayr-i müslim kadınla evlenilmemelidir. Bu mühim husus şu âyette dile getirilir:
"(Ey mü'minler!) Müşrik kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. İman eden bir câriye, -hoşunuza gitse de- putperest bir kadından daha iyidir. İnanmalarına kadar, puta tapan erkeklerle mü'min kadınları evlendirmeyin.
"İnanan bir köle, -hoşunuza gitmiş olsa da- puta tapan bir erkekten daha iyidir. İşte onlar ateşe çağırırlar. Allah ise, izniyle Cennete ve mağfirete çağırır ve insanlara, ibret alsınlar diye âyetlerini açıklar”[8]
Bir başka âyette, bu yasağın terbiyeye müteallik olan sebebi de beyan edilir: "Müşrik kadın kendisi gibi müşrik olanı doğurur!"
"Nuh şöyle demişti: 'Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma. Çünkü Sen onları bırakırsan, Senin kullarını sapıtırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar"[9]
Hz. Peygamber de (a.s.m.), ısrarla dindar kadınla evlenmeyi tavsiye etmiş5, ahlâksız muhitten yetişen güzel kadını "çöplükte yetişen kırmızı gül"e teşbih ederek, böyleleriyle evlenmekten kaçınılmasını istemiştir.[10]
Ahlâksız muhitten gelen, ahlâksız kadınlarla evlenmemelidir, zira, "kadınlar, babaları, amcaları ve kardeşlerinin mislini doğururlar"[11]
Müşriklerin ancak müşriklerle evlenebileceğini ifâde eden Kur'ân, ayrıca, zâni ve ahlâksız olanlarla da .evlenmemeyi emreder.[12]
Evlenme imkânı olmayanlara da iffetli olmak emredilmiştir:
Meâlen: "Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar."[13]
Hz. Peygamber (a.s.m.), iffetli davranmada orucun yardımcı olacağını belirtir: "Ey gençler, sizden nikâha gücü yetenler evlensinler. Gücü yetmeyenler, oruç tutsunlar. Zira, oruç nefsânî arzuları kırar".[14]
Hz. Peygamber'in (a.s.m.) evlenmeye teşvik sadedinde, bekârlığı zemmedici bir diğer hadisini de burada kaydediyoruz: Resûlullah, Akkâf İbnu Vedâ'e'nin, maddî durumu ve sıhhati yerinde olduğu halde bekâr kaldığını öğrenince, kendisine, Benî İsrail'den Kürsüf adında bir âbidin 300 yıl geceleri zikretmek, gündüzleri de oruç tutmak suretiyle Allah'a ibâdet ettiği halde, sonunda, âşık olduğu bir kadın yüzünden küfre düşerek ibâdeti terkettiğini anlatarak şunları söyler: zili de bekâr ölenlerdir). Şeytan dininizle oynar. (Dinle oynamakta şeytanla işbirliği yapmayın). Şeytanın sâlihlere karşı en müessir silâhı kadındır. Bunu evlilere kullanamaz. Evliler teiniz ve kötü sözlerden de beridirler... Ey Akkâf! Evlen, aksi takdirde ateşe düşenlerden olursun".[15]
Aile ile alâkalı meseleler ailenin kuruluşu ile bitmez, bilakis başlamış olur. Erkek ve kadının ister maddî-mânevî terakkilerinde, ister huzur ve saadetlerinde ailenin mühim bir âmil olabilmesi, yeni bir kısım esasların tatbike konmasıyla mümkündür. Bunlar bilinip göz önüne alınmadığı takdirde, evlilik en ideal şartlar çerçevesinde yapılmış olsa bile, ondan beklenen huzur ve saadet temîn edilemez. Ailenin devamı sağlanamaz.
Öyle ise bu safhada en mühim husus, aile efradı arasındaki, hususen karı ile koca arasındaki karşılıklı hak ve vazifelerdir.
Kur'ân-ı Kerim, taşıdığı ehemmiyete paralel olarak, baba olarak erkeğin, anne olarak kadının vazifeleri mes'elesine müstesna bir yer ayırarak birçok teferruata yer verir, tatbikatını ister. İhmâl edenlere ağır müeyyideler hatırlatır. Mühimlerini kaydedeceğiz:[16]
Herkesçe malûm ve müsellem olduğu üzere, herbir hey'et-i içtimâiyede nizâm, ahenk ve huzur, hey'eti teşkîl eden ferdler arasındaki silsile-i merâtib ve otoriteye bağlıdır. En küçük içtimaî hey'et olan aile de bu kaidenin dışında değildir. İslâm, ailevî silsilenin başına, normal durumlarda, babayı koyar. Yâni ailenin reisi babadır. Aile, kemâl seviyede terbiyeye uygun bir ortam olabilmek için babanın sağlayacağı otorite ve âhenge muhtaçtır. O da, bu yetkiye beşer vicdanında fetva verdirecek vazife ve mükellefiyet altına sokulmuştur. Yâni, babanın reislik hakkını ilân eden âyet, bu hakka istihkakını meşru kılan vazifesini de bildirir:
Meâlen: "Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarfetmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler."[17]
Burada erkeğin ailedeki hâkimiyeti iki sebebe dayandırılmaktadır:
1. Erkeğe fıtraten verilen bâzı üstünlükler (bedenen daha güçlü, daha kuvvetli olması, his ve heyecanına kadına nazaran daha hâkim olması gibi),
2. Kadının nafakasını te'mîn etmesi. İktisâdı açıdan daha çok imkân ve sorumluluğa sahip olanın daha çok söz sahibi olması tabiîdir.
Su halde, yukarıdaki âyette geçtiği üzere,nazm-ı celîli, ailenin nafaka külfetini erkeğe yüklemektedir. Ailede reis olma hasebiyle, ilerde belirtileceği uzere, aile efradının dünyevî ve uhrevî vazifelerinin tâlim ve terbiyesinden de sorumlu tutulmaktadır.[18]
İslâm, ailede ne kendisinin, ne de bir başkasının nafakasını te'mînle mükellef tutmadığı kadına, daha ziyâde, küçük yaştaki çocuklarının terbiye vazifesini verir. İleride daha teferruatlı olarak açıklayacağımız üzere, çocuğun, istiğna yaşı denen 7-8 yaşlarına kadarki terbiyesinden anne sorumludur ve bu safhada çocuğa bakma hakkı anneye aittir. Erkekle kadın arasında, yaratılıştan mevcut olan, inkârı gayr-ı kabil, bir kısım farklılıklar da kadını, küçük çocukların terbiyesinde birinci sorumlu ve merkez kılmaya yöneliktir. Onlardaki ruhî hassasiyet, sınırsız şefkat ve merhamet duyguları küçüklerin en az ekmek, su ve hattâ "temiz hava”[19] kadar muhtaç oldukları sevgi ve alâkayı temîn etmektedir. İslâm, çocuğun hayatında annenin yerini, kadın dâhil, başka hiçbir maddî konforla telâfi edilemiyeceğini Hz. Ebû Bekir'in, bir ihtilâfı kadı sıfatıyla çözmek üzere, Hz. Ömer'e söylediği şu cümlede ifâdeye döküp formüle etmiştir: "Ey Ömer, bırak onu, annesinin tükrüğü, ona, senin yanındaki şekerden ve baldan daha hayırlıdır".[20]
Fıtrat, kadınları, hem ruhen ve hem de bedenen, çocuk terbiyesi gibi hassas ve mühim bir vazifeye uygun olarak teçhiz etmiştir. Gerek Kur'ân'da[21] ve gerek hadîslerde[22] gelen nasslar[23] kadınlara, bu vazifeyi hakkıyla yapmalarına imkân tanıyacak içtimaî sorumluluklar yüklemiştir. Sözgelimi, esasta yasaklamayıp, kendine has şartlar tahtında çalışmasına izin vermesine rağmen, ailenin nafakasını te'mîn ve ev hâricinde çalışma mükellefiyetini, İslâm'ın kadına yüklememiş olması, birinci derecede, bu fıtri vazifesini hakkıyla îfa edebilmesi içindir.
Çocukların, küçükken, ancak annelerinden görebileceği ivazsız sevgi, sıcak şefkat ve samîmi merhamet duygularıyla renklenen, tatlanan bir atmosfer içerisinde yetişmemeleri, mânevi doyuma ermemeleri halinde, bu eksikliğin cezasını ömrü boyunca ferdler ve o ferdlerle birlikte cemiyet çekmektedir.[24] Yeni araştırmalar, çocuğuna bakamayan annenin de ruhî bunalımlara uğradığını ortaya çıkarmıştır.
Asıl mevzûmuz olmamakla beraber, üzerinde durduğumuz mes'eleyi açıklayıcı ve tamamlayıcı olması hasebiyle, temas ettiğimiz son husus üzerine bir başka çalışmamızda yer vermiş bulunduğumuz bir tahlili aynen iktibas edeceğiz:[25]
"Gerek, çocukları annelerinin terbiye etmeleri hususunda İslâmın ısrardaki haklılığını ve gerekse Batının bu mes'elede, yukarıdan beri temas ettiğimiz tezadını te'yîd eden, bizzat Batılılarca hazırlanan bir raporun muhtevasını burada hatırlatmada fayda var. Rapor, Fransız Millî Nüfus Araştırmaları Enstitüsü (L'Institut National d'Etudes Demographiques) tarafından, Fransa'da nüfus gerilemesine karşı ilgililerin dikkatini çekip, alınması gereken tedbirler hususunda ışık tutmak üzere, 1975 yılında parlamentoya sunulmuştur. Rapora göre, Fransa'da doğumun azalmasına sebep olan âmillerin başında mütenâkız (birbirine zıt) iki arzunun fiilen mevcut oluşu gelmektedir. İlgili haberi aslından takip edelim:
'.... Birinci arzuya göre, kadınlar, gitgide daha yaygın bir şekilde, meslekî bir faaliyet icra etme arzularını ortaya koymaktadır ve her bir fırsatı fiilen değerlendirmek suretiyle bunu fiiliyata dökmektedirler.
"Söz konusu Enstitü'nün araştırmalarıyla ortaya çıkan, buna zıt ikinci arzu ise, kadınların, yavrularım en az iki yaşına kadar, bizzat büyütme istekleridir. Bu istek, basit bir temenni olmayıp şiddetli ve samîmi bir arzudur. Öte yandan birçok doktorlar, bu arzularını gerçekleştiremeyen aile annelerinin ruhen hastalandıklarını, suçluluk duygusuna kapıldıklarını tesbît etmişlerdir. Keza, umumiyetle çocuk mütehassısları da. bebeklerin normal gelişmesi için en lüzumlu ve en muvafık şart olarak, küçük yaşlarda annenin çocuğun yanında olmasına hükmetmişlerdir.
"Bu iki arzunun birleştirilip te'lîf edilmesi en az iki hususun beraberce gerçekleştirilmesine bağlıdır:
"Birincisi, kadınlara, gelirlerine tâbi olarak değişebilecek bir annelik ücreti tahsis etmek, bu ücreti de öyle bir miktar ve seviyede tutmak ki, en mütevazi ve fakat en velûd ailelerin bile, iki yıl boyunca kadının meslekî gelirinden mahrum kalmamasına imkân verebilsin.
"Gerçekleşmesi gereken ve fakat tatbik mevkiine konulması daha zor olan ikinci şart da, kadına tanınan bu iki yıllık iznin kadının işiyle olan alâkasını kesmemesidir. Tâ ki, çocuğunu büyütmek üzere işini terkeden kadın, bu iki yıl sonunda, eski işine, aynı vasıf ve kıdem haklarıyla tekrar girebilsin."[26]
Bu rapor üzerine Fransa'da bir kısım tedbîrlere tevessül edilmiş, yeni kanunî düzenlemelere gidilmiştir, ancak onlardan burada bahsetmek bizi asıl mevzûmuzdan uzaklaştırır.[27] Yalnız şu kadarını ilâve edebiliriz: Yukarıda sözünü ettiğimiz rapor, kadının ve hususan çocuklu kadınların hâriçte çalışmasından hâsıl olan ferdî ve içtimaî mahzurların, artık Avrupalılar tarafından açıktan açığa farkedildiğini ve bunu önlemek için ciddî tedbirler almaya başladıklarını göstermektedir. "Kilise taassubu"nun yerini alan "inkılâb taassubumun da, içtimâi ve beşeri (antropolojik) araştırmaların gelişmesiyle kırılarak, hümanizm, laisizm, ferdiyetçilik, feminizm gibi bir kısım peşin hükümlerle feda edilen beşeri değerlere ve fıtrat kanunlarına uygun gelen sağlıklı düzenlemelere, yakın geleceğin Batı'sında ve oraya bağlı olarak diğer dünya milletlerinde daha ciddî adımlarla dönüleceğini ümîd edebiliriz.
Ekonomik gelişmeler neticesinde sosyal güvenin artması, bilhassa otomasyonla iş hayatında insan unsuruna olan ihtiyacın azalması, cemiyetin refah ve terakkisinde terbiyenin anlaşılması gibi son gelişmeler, muzdarib medenî âlemi, kadının içtimâi hayattaki rolünü yeni baştan, sağ duyu ve akl-ı selimle ele almaya sevkedecektir. Musibetlerin de şevkiyle bu yeni gelişmelerin ışığında insanlığın gelmiş bulunacağı o safhada problemin halli için, İslâmin daha açık olarak söyleyeceği sözü ve şaşmaz rehberliği olacaktır.[28]
Ailenin iki asıl unsuru olan anne ve babanın aile içerisindeki yeri ve pozisyonlarım ana hatlarıyla Kur'ân'a göre tesbîtten sonra, gerek bâzı teferruata geçmek ve gerekse diğer ferdlerin durumlarını da belirtmek gerekecektir. Ancak, buna geçmezden önce, Kur'ân'ın ehemmiyet vererek, âyetlerinde yer verdiği bir hususa nazar-ı dikkatleri çekmemiz gerekecektir: "Hükmî ve hakikî akrabalık'lar. Yâni bizzat kana dayanan "hakikî akrabalık" bağı. Her iki bağa da her cemiyette, her devirde fiilen rastlanmaktadır. Acaba Kur'ân'm bu mes'eledeki tavrı nedir?
İslâm dini, insanlar arasında içtimaî bağları arttırıp kuvvetlendirmek maksadıyla vazedilmiş olan bir kısım sun'î ve hükmî akrabalık müesseselerine temelde karşı çıkmaz. Bilâkis taraftar olur. Bu sebeple İslâm beldelerinde, hâlen, kan bağına dayanmayan çok farklı akrabalık bağlarına, yakınlık telâkkilerine rastlanır: kirvelik, sağdıçlık, hısımlık, âhiret kardeşliği gibi.
Kan bağına dayanmayan akrabalık müesseselerine câhiliyye devri Araplarında da rastlanmaktadır. Evlât edinme, ataka, müvâlât, civar[29] gibi müesseseler bunlardandır.
Bu müesseseleri bidayette aynen benimseyen Hz. Peygamber (a.s.m.) İslâm'ın kuvvetlenmesinde bunlardan istifâde cihetine de gitmiştir. Nitekim, hicreti müteakip vazedilen muâhât (kardeşleşme) müessesesi bunun en güzel örneğidir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) bilhassa Mekke'den hicret eden muhacirler ile, Medineli ensâr arasında kardeşleşme te'sis ederek her Mekkeliye bir Medineliyi kardeş ilân etmişti. Bu kardeşlik bağına o kadar fazla ehemmiyet ve ciddiyet kazandırmıştı ki, ölüm hâlinde birbirlerine vâris olabiliyorlardı.[30]
Kur'ân-ı Kerîmdeki:"înananlar kardeştir” hükmü de inananlar arasında te'sis edilmiş bulunan bir hükmî akrabalıktan başka bir şey değildir.
İşte gerek câhiliyye devrinden intikal eden, gerek Hz. Peygamber'in (a.s.m.) te'sîs ettiği ve gerekse vahiy yolüyla te'sîs edilmiş olan "hükmî akrabalıkların Kur'ân-ı Kerimde tanzîm edilerek bâzı esaslara bağlandığına, mîras, evlenme gibi mühim mevzularda "kan"a ve "akîde"ye dayanan bağların te'sîs ettiği "hakikî" yakınlıklarla, insanların telâkki ve kararlarına dayanan bağların te'sîs ettiği "hükmî" yakınlıkların tefrik edildiğine şahit olmaktayız:
"(Kan sebebiyle} akraba olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine, mü'minler ve muhacirlerden daha yakındırlar"[31] mealindeki âyet, bu mevzûdaki vahiylerden biridir.
Kur'ân-ı Kerîmde ehemmiyetlerine binâen "usûl"e giren yakınların "hakikî" olanlarının bizzat tavsîf edilerek "hükmî" olanlardan tefrik edildiğini görürüz:[32]
Bir çocuk için en mühim unsur ve yakın "anne" olduğuna göre, bununla alâkalı açıklama ile mevzûya girebiliriz: sosyolojik açıdan bakınca, cemiyetten cemiyete farklı sebep ve şartlara müstenid, değişik "anne"lere rastlamak mümkündür. Kur'ân-ı Kerimin bir kısım mühim emirlere ve teşriâta menşe kıldığı "hakiki anne" ile "örfen anne" tesmiye edilen kadının belirtilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Kur'ân'a göre, bu "hakikî anne" çocuğu bizzat doğuran kadındır. Bu husus, Kur'ân'da, her ikisi de zıhâr'la ilgili olan iki ayrı âyette ele alınmıştır: "İçinizde kadınlarını zıhâr yapanlar (annelerine benzeterek haram sayanlar) bilsinler ki, karıları anneleri değildir. Anneleri, ancak, onları doğuranlardır"[33]
Aynen anne gibi, baba da pek çok, ciddî ve mühim Kur'ânî hükümlerin sebebidir. Keza muhtelif cemiyetlerde mevcut olan "hükmî baba"larla "hakikî baba"ların tefrik edilmesi bu hükümler açısından ehemmiyet kazanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm, bu mevzûyu bizzat Hz. Peygamber'le (a.s.m.) alâkalı olarak ele almış ve vuzuha kavuşturmuştur: Hadîs, tefsir, siyer gibi her çeşit İslâmî kaynaklarda görüldüğü üzere Hz. Peygamber (a.s.m.), kölesi Zeyd İbnu Hârise'yi: "Şahit olun, Zeyd benim oğlumdur, bana vâris olacak, ben de ona vâris olacağım" diyerek azad etmiş ve evlâdlık edinmişti. Bu vak'adan sonra Zeyd hep "Zeyd İbnu Muhammed" yâni Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağrılır olmuştu.[34] Teferruatı, bizim mevzûmuz açısından fazla ehemmiyet taşımayan bâzı hâdiseler ve bunları takip eden yanlış anlamalar üzerine, Cenâb-ı Hak inzal buyurduğu bir âyetle durumu tavzih edip, yanlışlıkları önlemiştir:
"Muhammed İçinizden harhangi bir erkeğin babası değildir."[35]
Bu âyet, daha vazıh bir şekilde, Zeyd'le Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında mevcut hükmî karabet sebebiyle Zeyd'in ve halkın Hz. Peygamber'e "baba" tâbirini izafe etmelerinin, kan bağından gelen hakikî "baba-evlâd" bağını te'sîs etmediğini açıklamış oldu.[36]
Zira Hz. Peygamberin (a.s.m.) kendisine "baba" diye hitap edecek yaşta erkek çocuğu olmamıştır. Erkek olarak sâdece Zeyd "baba" diye hitapetmiş, bu âyetle onun da "hükmî" babalıktan öte geçmediği belirtilmiştir. Bu kanunun başka vahiylerle daha da açıklığa kavuşturulacağını göreceğiz:[37]
Yukardaki bahsi tamamlayan bir husus da "hakikî evlâd'la "hükmî evlâd" arasının tefrik edilmesiyle alâkalı vahiydir.[38] Kur'ân bu meseleye Ahzâb sûresinde temas ederek: "(Allah) evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerinizdir. Allah gerçeği söylemiştir, doğru yola O eriştirir. Evlâtlıkları babalarına nisbet ederek çağırın, bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o takdirde onları dinde kardeşleriniz ve dostlarınız (mevâliniz) kabul edin"[39] buyurmuştur.
Rivayetler, bu âyet gelinceye kadar Zeyd İbnu Hârise'ye Ashâb'ın (radıyallahü anhüm} "Zeyd İbnu Muhammed" diye hitap ettiğini, bundan sonra, o tesmiyeden vazgeçildiğini belirtir.[40] Âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak da bu tesmiye kaydedilir.[41] Ebû Huzeyfe'nin mevlâsı Salim de aynen Zeyd'in (radıyallahü anhümâ) durumunda idi, Salim İbnu Ebî Huzeyfe diye çağrılıyor ve hakikî evlâd muamelesi görüyordu. Yukardaki âyet inince, aile içerisine ihtilâtı problem olmuş ve Ebû Huzeyfe'nin hanımı Sehle, Hz. Peygamber'e (a.s.m.) başvurmuştur.[42]
Görüldüğü üzere, vahiy evlâtlıkların öz evlât yerine tutulmalarını yasaklamakla kalmaz, onların nasıl isimlendirileceklerini de tesbît eder ki vahiyde yer alan bu ve diğer teferruat mevzunun taşıdığı ehemmiyeti ifâde eder.
Aile ve akrabaların tarif ve ta'yîni mes'elesinde anne, baba ve evlâd'ım kimler olduğu açıklık kazandıktan sonra bunlara bağlı olan diğerleri kendiliğinden anlaşılır.[43]
Akrabalık meselesinde Kur'ân'ın nazar-i dikkate arzettiği bir hususu daha belirtmede fayda var. Kur'ân-i Kerim'e göre, akrabalık bağının kemâl mânâda gerçekleşmesi iman birliğine bağlıdır. Bu olmadığı takdirde arada gerçek akrabalık ve dostluk bağı teessüs etmez, mü'min kimse mü'min olmayan hakkında oğlu veya babası bile olsa Allah'tan mağfiret bile dileyemez.
Bu mevzuda Kur'ân'da yer alan pek çok âyetten Hz. Nûh ve oğlu, Hz. İbrahim ve babası ile alâkalı olarak gelen birkaç âyeti hatırlatmak yeterlidir:
Hz. Nûh, oğlunun gemiye binmeyerek boğulanlar arasında kalması üzerine, karaya indikten sonra:
"Ey Rabbim! Oğlum da benim âilemdendir. Senin va'din haktır" diyerek mağfiretini taleb eder. Ancak Cennb-ı Hak: Meâlen: "O senin ehlinden sayılmaz, çünkü kötü bir iş işlemiştir, öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" cevâbını verir.[44]
Keza babası için istiğfarda bulunan Hz. İbrahim de babasının "Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan yüz çevirir."[45]
Şu âyet, mü'minlere mutlak bir şekilde kâfirlerden dost edinmemeyi emrederken:
Meâlen: "Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istiyorsunuz?"[46]
Şu gelecek âyet, kan yönüyle en yakın olanın bile "dost edinmeyin" yasağına girdiğini sarîh olarak ifâde eder:
Meâlen: "Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, -Küfrü imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden, onları kim dost edinirse onlar zâlimlerin ta kendileridir."[47]
Demek oluyor ki, inançlar ve dinî yaşayışlar birbirine zıt olunca kan yakınlığı fazla bir mânâ taşımıyor. Hz. Nuh'un inanmayan öz oğlunun onun ehlinden olmadığını ilân eden âyet-i kerîmeye, hiçbir kan bağı olmayan Selmân-ı Fârisî'yi Ehl-i Beyt-i Nebevî'den sayan hadîs-i şerifi ilâve edebiliriz.[48] Gerçek akrabalığın teşekkülü için kan bağının yetersizliği sebebiyle, İslâm dini, -hısım ve akrabalık derecesi ne olursa olsun-farklı dine mensub olanların birbirlerine vâris olmalarını yasaklamıştır.[49] İslâm'da akrabalık telâkkisinin, sosyolojik yönden kavranabilmesi için, yukarda kaydettiğimiz durumların ve mirasla ilgili bu kaydın bilinmesi gerekir.
Mü'min olmayanlara "mağfiret dileğinde" bulunmanın bile yasaklanması ile alâkalı örneği bizzat Hz. Peygamberle ilgili olarak gelen âyetlerden kaydedeceğiz: Hz. Peygamber (a.s.m.) meşhur münafık Abdullah İbnu Übey ölünce, çok samimî bir Müslüman olan oğlunun ricası üzerine, Hz. Ömer'in itirazına rağmen, gömleğini kefen olarak verip namazını kıldırmış ve Münâfikün sûresinin altıncı âyetine atıfta bulunarak "Allah onlar hakkında istiğfar edip etmemekle beni serbest bıraktı" diyerek istiğfar etmeye devam edeceğini ifâde etmişti.
Arkadan gelen vahiy: "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarının başında da durma"[50] diyerek Hz. Peygamber’i (a.s.rn.) şiddetle bundan menetti.[51]
Yeri gelmişken kaydedelim ki, fukahâ, ehl-i zimmenin (gayr-i müslim vatandaşların) meskenlerinin, Müslümanların meskenlerinden, ilk bakışta tefrik edici bir alâmet taşıması şartını koşarken gerekçe olarak: "Dilenciler gelip, yanlışlıkla kapılarında durup mağfiret duasında bulunmasınlar" demişlerdir.[52]
Çocuk için ailenin taşıdığı ehemmiyet nisbetinde, Kur'ân-ı Kerîm, aile ve aile ile alâkalı meselelere fazla yer verir. Bu meseleler, bâzan âl ve bâzan ehl kelimeleriyle işlenmektedir. Âilesiz insanlığın olamayacağı hükmü bu âyetlerden netîce olarak çıkarılabilir. Bir âyette, daha önce gönderilen peygamberlere "eşler ve çocuklar'verildiği ifâde edilir.[53] Diğer pek çok âyette de peygamberlerden bahsedilirken onların ailelerinden söz edilir. Peygamberimiz Hz. Muhammed başta olmak üzere, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İbrahim, Hz. İmrân, Hz. Ya'kûb, Hz. Lût, Hz. Dâvud, Hz. Salih, Hz. Nûh, Hz. İsmail ve Hz. Eyyûb gibi peygamberlerin (salâvatullahi aleyhim ecmaîn) ailelerinden tekrar betekrar söz edilir.
Bu ailelerden bilhassa Hz. Lût, Hz. Nûh, Hz. Musa ve Hz. Ya'küb'un aileleri diğerlerine nazaran daha çok medâr-ı bahs edilir. Kur'ân'da sayı olarak en ziyâde zikri geçen aile ise Firavun âilesidir.[54]
Hz. İbrahim ve Hz. İmrân'ın aileleri -Allah'ın rahmet ve bereketine mazhariyetleri zikredilmek suretiyle- her bakımdan ideal aileler olarak nazara verilirken[55]; Hz. Nûh, Hz. Lût ve bunlara ilâveten Firavun'un aileleri "tipik" birer örnek olarak nazar-ı dikkate arzedilir, ,
Şöyle ki Hz. Nuh'un ailesinden bir oğlu ile hanımı, Hz. Nuh'un bütün gayretlerine rağmen imâna gelmemişler ve Nûh kavminin diğer ferdleriyle birlikte Tufan esnasında sulara garkolmuşlardır.[56] Keza Lût ailesinden de Hz. Lût'un karısı azgınlardan biri olarak Lût kavminin diğer ferdleriyle birlikte helak olmuştur.[57] Bunlar, peygamber olan kocalarına rağmen hidâyete erememişler, hak yolda gidememişlerdir.
Firavun'un ailesinden olan karısı, öbür iki kadının aksine, kocasının küfrüne rağmen Allah'a iman etmiş, Cennetteki en efdâl kadınlar arasında yerini almıştır.[58]
Medâr-ı bahs ettiğimiz son üç aile hanımlarının zikrine Kur'ân-i Kerim, müstakil bir bahis tahsis ederek, burada onların ibretâmiz durumlarına hususî şekilde dikkat çeker:
"Allah kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misâl gösterir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun nikâhı altında iken onlara karşı hainlik edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: 'Cehenneme girenlerle beraber siz de girin' dendi. Allah inananlara Firavun'un karısını misâl gösterir. O 'Rabbirn! Katından bana Cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten kurtar' demişti."[59]
Kur'ân-ı Kerîmde aile efradının birbirlerine karşı alâkalarına, iyi ve kötü duygu ve davranışlarına da yer verildiği görülür. Sözgelimi, ebeveynin çocukları karşısındaki şefkat ve hassasiyetleri, kardeşlerin birbirlerine karşı hissiyat ve tavırları, aile reisinin bütün aile ferdleri karşısındaki sorumlulukları vs. muhtelif âyetlerde, çeşitli vesilelerle dile getirilir. Bu fıtri ve mecburi durumların menfî tezahürlerine de dikkat çekilirken, bunların müsbet yönleri ve bu yönlere tevcih yollan gösterilir. Bunları da belirtmeye çalışalım:[60]
Kur'ân'da, insanlarda fıtrî olan aile sevgisi ve ailenin meseleleri karşısında duyulan kaygıyı dile getiren bir kısım âyetler mevcuttur. Geçmiş peygamberlere "eşler ve çocuklar verildiği" bildirildiği gibi,[61] bu peygamberlerden bir kısmının[62] ailelerinin kurtuluş ve salâhları için Cenâb-ı Hakka yaptıkları duaları ve bu duaları Cenâb-ı Hakkın onları memnun edici müsbet cevaplan -inanmamış olanlar her seferinde istisna tutularak kaydedilir. Bunlardan biri Hz. Lût'tur. Cenâb-ı Hakk'a:
"Rabbim, beni ve ailemi bunların yapabildiği kötülükten kurtar" diye dua eder. Cenâb-ı Hak, bu duanın kabul edildiğini, geride, azgınların yanında kalan yaşlı bir kadın dışında onu ve ailesinin tamamını kurtaracağını bildirir.[63]
Bir diğer dua sahibi, Hz. Nûh'dur. O da ailesi için dua etmiş, Cenâb-ı Hak onun da duasını kabul ederek onu ye ailesini kurtarmıştır.[64]
Hz. İbrahim'in duasını ise burada aynen kaydediyoruz:
Meâlen: "Rabbim! Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur. Rabbimiz! Hesab görülecek günde, beni, annemi, babamı ve inananları bağışla."[65]
Kur'ân-ı Kerimde aile endişesinden başka, bu endişe ve alâkayı tamamlayan evlâd sevgisine de müstesna bir yer ayrılır. Biraz da ondan bahsedelim.[66]
Kur'ân-ı Kerîm, anne ve babaların evlâtlarına karşı fıtrî, derûnî bir sevgi ve şefkat beslediklerini ifâde eder. Bu durum bâzan, bir kısım âyetlerde "çocuk" kelimesi yerine "göz bebeği" mânâsına gelen "kurretu a'yun" kelimesi kullanılarak ifâde edilir.[67] Sûre-i Yûsufta, Hz. Ya'kûb'un oğlu Yûsufa karşı duyduğu asıl şefkat ve onun kaybolması karşısında gözlerinin kör olmasına müncer olan ağlama ve ızdırapları çok dokunaklı bir şekilde hikâye edilir.
Nü Nehri'ne atılan "bebek Musa" karşısında annesinin durumuyla alâkalı bahislerde de annenin, çocuğuna karşı duyduğu kalbi sevgi ve şefkatin Kur'ân'da te'yîdini görürüz.[68]
Hz. Musa'nın annesiyle alâkalı âyet şöyle: "Musa'nın annesi, yüreği bomboş olarak (evlâdından başka bir şey düşünmeksizin} sabahladı. Eğer Allah'ın va'dine iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Musa'nın ablasına: 'Onu tâkibet' dedi"[69]
Çocuk sevgisinin bu fıtrîliği sebebiyle olacak ki, dünyada hoşa giden her çeşit güzelliklerin mecmâı olan âhiret ve cennet hayatında da mü'minler bundan mahrûm edilmeyecekler, "çocuk sevme" nimetiyle nimetlendirileceklerdir. Kur'ân-ı Kerîm, üç ayrı sûrede tekrarla, "saçılmış inciler"e teşbih edilen Cennet çocuklarından bahseder:
Meâlen: "(Cennetliklerin) etrafında dâima taze kalan çocuklar dolaşır ki, sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın."[70]
Kur'ân'da geçen vildân kelimesi velîd kelimesinin cem'idir ve yeni doğan çocuk mânâsına geldiği gibi köle mânâsına da gelir. Âyetin Türkçe tercümeleri bu sebeple farklılıklar arzedef: "Ölümsüz gençler"[71] "her dem taze çocuklar"[72]"muhalled evlâdlar."[73]
Bir kısım müfessirler, buradaki vildân'dan muradın, cennet ehline hizmet edecek çok sayıdaki hizmetçiler olduğunu[74], bunları da bulûğa ermeden ölen kâfir çocuklarının teşkil edeceğini söylemişler ise de Fahreddin Râzî bu görüşlere katılmak istemez, bundan Cennette hizmet ve güzellik yönleriyle hep aynı kalacak "küçük"lerin anlaşılması gerektiğini tebarüz ettirir.[75] Bediüzzaman da onlarla, "mü'minlerin kablel-bülûğ vefat eden evlâtlan"nın kastedildiğini ve "Cennete lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarım" ifâde eder.[76]
İslâm açısından nikâhtan maksad tenasüldür, yâni neslin devamını sağlamaktır. Gerçi bu her canlının tabiî bir insiyakıdır. Ancak, insan, duygularına bir had konmadığı için, çeşitli mülâhazalarla fıtrî meyline iradesiyle değişik istikametler kazandırabilecek durumdadır. İşte, evlenmenin bu aslî gayeden uzaklaştı-rılmaması için, İslâm dini, gerek Kur'ân'm ve gerekse hadîslerin diliyle mü'minleri uyarır. Bakara sûresi 223. âyette şöyle buyrulur:
Meâlen: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlaya istediğiniz gibi gelin. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin."
Bir kısım âlimler, âyetin bidayetini göz önüne alarak, önden gönderilmesi emredilen şeyden muradın "çocuk" olduğunu anlamışlardır.[77] Bu mevzuda Hz. Peygamber'in (a.s.m.) meşhur hadîsi şudur: "Evlenin, çoğalın, kıyamet günü, sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim."[78]
Çocuk ve nesil talebi esas olmakla beraber, sâlih ve hayırlı bir neslin taleb edilmesi gerekmektedir. Kur'ân-ı Kerimde çocuk talebiyle ilgili gelen âyetlerde bu noktaya her seferinde ayrı bir ehemmiyet verildiği görülür. Hemen belirtmek isteriz ki, daha hamilelik vâki olmadan başlayıp, hamilelik ve doğumu takip eden safhalarda çocukla alâkalı yapılan dualarda "sâlih çocuk" taleb etmek fikrinin zihinlerde canlı tutulmak istenmesinin pratik ve amelî neticeleri vardır.[79]
İslâmın kader anlayışı, taleb edilen şeyleri "kavli taleb" hâlinde bırakmayı emretmez. Kavlî talebleri, gücümüz dahilindeki fiilî tedbîrler tâkib etmelidir. Şu halde, talebterimiz, dualarımız, yapacağımız işi, işin istikamet ve mâhiyetini açık seçik ve belirgin bir hâle, tam bir şuur hâline getirmektedir. Bu şuurlu durumdan sonra amelî tedbîrlere baş vurma safhası gelecektir. Öyle ise Kur'ân'da gelen, nesil talebiyle ilgili duaların, zımni olarak böyle bir maksad taşıdığını bileceğiz. Dualarda dile getirilen "ideal nesF'in tahakkuku için her muhatap kendi imkânlarını devrin şartlan içinde seferber edecektir, etmelidir.
Şu halde gerek geçmiş peygamberlerin duası olarak kaydedilen dualarda ve gerekse diğer dualarda tasvir edilen ideal neslin ana vasıflarını tesbît etmeye çalınacağız. Kur'ân, bu ideal nesle ulaşabilmek için "temel eğitim"de neler öğretilmesi gereğini de haber verir, ancak bu müfredatı terbiye ile alâkalı bahiste belirtmeye çalışacağız.[80]
Furkân Sûresinde gerek çocuk talebine ve gerekse taleb edilen çocukta aranan vasfa örnek teşkil edecek bir âyet yer alır. Orada, ideal bir Müslümanın belli başh vasıflarını ard arda zikreden bir pasajda kaydedilen on beş kadar vasıfdan biri de çocuk talebiyle alâkalıdır:
Meâlen: "Onlar ki: 'Ey Rabbimiz! Bize, zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (sâlih insanlar) ihsan et, bizi takva sahiplerine rehber kıl' derler."[81]
Âyette geçen "göz bebeği gibi kıymetli" vasfı mutlak bir vasıftır. Arzularımıza uygun, ideallerimizi gerçekleştirecek bir nesil böyle değerli bir nesil olabilir. İstenmesi gereken neslin ana vasıfları başka âyetlerde kaydedilmiştir. Müteakiben kaydedeceğimiz dualarda bu vasıfları bulmak mümkündür.[82]
Kur'ân-ı Kerîmde verilen örneklerden, doğacak çocuğun öncelikle "temiz"olmasını taleb etmek gerektiği anlaşılmaktadır. Bu maksadla âyetlerde bir kısım peygamberlerin ve büyüklerin yaptıkları dualar kaydedildiği gibi, yapılması gereken dua örnekleri de verilir: Hz. Zekeriya'mn duası şöyle:
Meâlen: "Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet, doğrusu Sen duayı işitirsin."[83]
Kur'ân'da kaydedilen Hz. İbrahim'in duası ideal nesil hakkında mühim bir vasıf beyan eder: "Müslüman olmak" yâni Allah'ın emirlerine teslim olan, Allah'ın istediği yol üzere giden bir nesil. Hz. İbrahim Allah'ın emri ile Kâ'be'nin temellerini Hz. İsmail ile birlikte yükseltince yaptıkları bu hayır amelden sonra, bir nevi bunun mükâfatını taleb makamında şu duayı yaparlar:
"Ey Rabbimiz! İkimizi de Sana teslimiyette sabit kıl. Soyumuzdan da (yalnız sana boyun eğen) Müslüman bir ümmet (yetiştir)."[84]
Elde edilecek çocuk ve arkadan gelen nesille alâkalı olarak yapılması gereken duayı öğretici mâhiyette bir âyet neslin "sâlih" olmasına dikkat çeker. Ahkâf sûresinde gelen ve kırk yaşına basan kimsenin yapması gereken dualar meyâmnda şöyle demesi de emredilir. Meâlen: "Bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver.'"[85]
Bu talebdeki salâh'dan iyi amel üzere olan hayırlı nesil anlaşılacağı gibi, yaratılış yönünden tam, yâni sakat olmayan mânâsı da anlaşılabilir. Nitekim A'raf sûresinde Hz. Âdem'le Havva'nın, hamilelik hissedildiği sırada yaptıkları duada taleb etmiş bulundukları salâhatten muradın öncelikle "yaratılış düzgünlüğü" olduğu kabul edilmiştir.[86] "(Âdem) eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşmca, karı koca Rableri olan Allah'a:
"Bize sâlih (bedence kusursuz) bir çocuk verirsen, and olsun ki, şükredenlerden oluruz" dediler."[87]
Hz. Âişe'ye, ailelerinden bir doğum haberi ulaşınca kız mı, erkek mi diye hiç sormayıp, "yaratılışı tam mı?" diye sorduğu, "evet" cevâbını alınca da: "Âlemlerin Rabbine hamdolsun" diye dua ettiği belirtilir.[88]
Yine daha hamilelik sırasında, çocuğun istikbaldeki terbiye ve tevcihine müessir olacak şuurlu fikri hazırlıklara verilen bir diğer örnek "İmrân'm karısı" ile alâkalı: O, çocuğunu Allah'a adamaktadır:
Meâlen: "Ya Rabbi! Karnımda olanı sadece sana hizmet etmek üzere adadım, benden kabul buyur, doğrusu işiten ve bilen ancak Sensin' demişti."[89]
Bâzı âyetlerde, insanların mal ve evlâdına "iştirak" etmesi hususunda şeytana tanındığı haber verilen ruhsat[90] sebebiyle, insanlar, çocukları için şeytana karşı istiâzede bulunmak zorundadırlar. Hz. Peygamber (a.s.m.), daha cinsî temas sırasında böyle bîr istiâzede bulunulmasını emreder.[91] Bunun Kur'ânî örneği de vardır. Hz. Meryem doğduğu zaman annesinin (İmrân'ın karısı) yaptığı dua, hem doğum sırasında yapılması gereken dua, hem de çocuklar için yapılacak belli başlı duaların mahiyeti hakkında bir fikir vermektedir.
Meâlen: "Onu doğurduğu-Allah onun ne doğurduğunu bilirken- 'Ya Rabbi! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım' dedi."[92]
Bu âyette, ayrıca, daha doğar doğmaz çocuğa isim verilmesi, erkek ve kız çocuklarının terbiyesinde -doğduğu anda sarılacak kundak bezinden başlamak üzere- çeşitli terbiye safhalarında göz önüne alınacak tefrik ve husûsî dikkat ve ihtimamlara varıncaya kadar hadîslerde gelmiş bulunan[93] pek çok inceliklere dikkat çekildiğini görmektiyiz. Zira "Erkek, kız gibi değildir" buyurulmaktadır.[94]
Kur'ân-ı Kerîmde kaydedilen dualarda bir nevi faaliyet esaslarının, tebliğ ve irşad programının tesbît edildiği -yukarıda belirtildiği üzere- anlaşıldıktan sonra, terbiyevî sorumlulukları kalmamış bulunan bulûğ çağının ötesine aşmış evlâtlar için de irşad ve uyarıda bulunma vazife ve selâhiyetinin babalar üzerinde devam ettiğini ifâde eden duaların mevcudiyetine dikkat çekebiliriz:
Bunlardan biri Hz. İbrahim'in duasıdır: Meâlen: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut."[95]
Bir diğer örnek Hz, Lût'un duasıdır: "Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapageldiği kötülüklerden kurtar"[96]
Çocuk edinmede, Kur'ân-ı Kerîme göre, gerek erkek ve gerek kadın için kesin bir yaş haddi konamaz. Hattâ bâzı âyetlerde, örfen çocuktan kesilmiş olunduğu veya kısırlaşıldığı kabul edilen yaşlarda bile -istisnaî de ols- çocuk sahibi olunabileceği ifâde edilmektedir. Bu hususta iki misâl kaydedilmektedir:
1. Hz. Zekeriya örneği: Melekler Hz. Zekeriya'ya seslenerek Hz. Yahya'yı müjdeleyince, Zekeriya'nm cevabı şu olur: "Ya Rabbi! Ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir?" Buna mukabil Cenâb-ı Hak: "Böyledir, Allah dilediğini yapar" cevabını verir.[97]
2. Hz. İbrahim örneği: Aynı şekilde, Hz. İbrahim'e uğrayan melek elçiler -ki Lût kavmini cezalandırmak üzere gönderilmişlerdi- Hz.İshâk ve Hz. Ya'kûb'u müjdeleyince, Hz. İbrahim'in zevcesi hayrete düşerek: "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu şaşılacak bir şey" der. Ona da verilen cevap aynı: "Ey evin hanımı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken nasıl Allah'ın işine şaşarsın!"[98] .
Burada, ileri yaşa rağmen elde edilen çocuk örneklerinde geçen Hz. Yahya ve Hz. İsmail'in Kur'ân'da, mümtaz vasıflarla zikredilmiş olmaları dikkat çekicidir. Zira Hz. İsmail "gulâmun alîm" yâni bilgin bir oğul[99], Hz. Yahya da küçük yaşında büyük hikmete mazhariyetine telmîhan hikmet verilen çocuk[100] olarak tavsif edilmektedir. Bunlara, on iki kardeşi arasında on birinci sırada yer alan[101] Hz. Yûsuf da ilâve edilebilir. Çünkü kardeşlerine nazaran iki en küçükten biri olunca, o da, ailesinin yaşlılığına rastlamış olmaktadır. Yûsuf sûresinde Allah'ın husûsi "içtibâ"sma yâni seçmesine[102], rüyaların te'vîli dâhil muhtelif "ilim ve hükm"e[103] mazhariyeti haber verilen Hz. Yûsuf da Kur'ân'da ismi geçen peygamberler arasında mümtaz bir yer işgal etmektedir.[104]
Kur'ân-ı Kerîmde çocuk ve evlâd, birçok âyetlerde sahip olunan maddî servetlerle yanyana zikredilir. Aynen emval gibi evlâdın da güç ve kuvvet kaynağı olduğu, bu sebeple de övünme ve hattâ aldanma vesilesi yapıldığı ısrarla beyan edilir. Âyetlerin sarih olan beyanlarına göre bu durum sâdece kâfir veya fâsıklara, has bir vasıf olmayıp bütün insanlığın vasfıdır, müşterek zaafıdır:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır."[105]
Şu âyet, dünya hayatını, bu zikredilen "nimetlerle bir oyalanma ve övünme olarak tavsif ve tarif eder:
Meâlen: "Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir..."[106]
Diğer bir kısım âyetler, küfür ehlinin mal ve evlâdla nasıl övündüklerine canlı misâller verir. Kehf Sûresinde fakirlere karşı mal ve evladıyla övünen kimsenin fecî akıbetini göstermek için karşılıklı konuşmaları kaydedilen iki kişiden zengin olanı öbürüne;
"Ben malca senden zengin, nüfusça da senden daha itibarlıyım"der.[107]
İnsanlardaki mal ve evlâda olan güven, onların hidâyetleri için mücâdele veren peygamberlerin davetlerine icabet etmemelerinde ve bir kısım felâketleri hak ettirecek kadar direnmelerinde mühim bir rol oynamıştır, işte âyet-i kerime ve meali:
"Doğrusu, uyarıcı gönderdiğimiz her kasabanın varlıklı kimseleri onlara: 'Biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz' diye gelmişlerdir. "Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz."[108]
Bu âyette tebarüz ettirilen mühim bir husus, "her peygambere" bu itirazın yapılmış olmasıdır. Nitekim Mekkeli zenginlerin de, Hz. Peygamber'e (a.s.m.), aynı şekilde itirazlarda bulunarak, âhiret hayatı olsa bile, mal ve evlâdları sayesinde ondan kurtulacakları iddiasını ileri sürdüklerine şahit olmaktayız.[109] Leheb Sûresi, bu iddiada bulunanlardan Ebû Leheb'i tekzîb için nazil olmuştur.[110]
Şunu da kaydedelim ki, başkasında görülen ne mal, ne de evlât çokluğu imrenme vesilesi olmamalıdır. Zira bunlar hiçbir zaman Allah'ın onlardan memnuniyeti ve rızasının delili değildir:
Meâlen: "Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır, farkında değiller."[111]
Bizzat Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hemen hemen aynı kelimelerle gelen iki ayrı hitapta şu uyarıda bulunulur: "Malları ve çocukları seni hayrete düşürmesin. Allah bunlarla onlara dünyada azâb etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister."[112]
Hz. Peygamber'e (a.s.m.) karşı gelen münafıkların mal ve evlâtça ne kadar zengin olsalar da sonlarının hüsran olduğu, zira daha önce gelip geçenler arasında malca ve evlâtça bunlardan daha zengin olanların da aynı kötü akıbete uğradıkları belirtilir.[113]
Öyle ise, mühim bir kısmını evlâdlarım teşkil ettiği çeşitli nimetleri veren Allah'a isyan etmemeli, O'na karşı muttaki olunmalıdır:
"Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsulan, size O yermiştir."[114]
Yukarıda, görüldüğü üzere, bir kısım âyetlerde mal ve evlâdın bir kuvvet ve övünme kaynağı, dünya hayatını tezyin edip süsleyen bir nimet olduğu ifâde edilirken, diğer bir kısım âyetlerde de mal ve evlâdın Allah'a yaklaşmada yardımcı olmadığı, aksine "bir fitne" ve-bâzan da daha açık bir ifâde ile- "düşman" olduğu belirtilir:
Meâlen: "Ey iman edenler! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de çocuklarınızdır. Yalnız iman edip sâlih amelde bulunanların yaptıklarına karşılık mükâfatları kat kat artırılır."[115]
Bu mevzu şu âyette daha sarih olarak ifâde edilir:
Meâlen: "Ey iman edenler! Allah'a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size emânet edilen şeylere bile bile ihanet etmiş olursunuz. Mallarınızın ve çocuklarınızın aslında bir fitne olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin."[116]
Fitne kelimesinin Kur'ân-ı Kerîmde umumiyetle "imtihan" mânâsına kullanıldığını göz önüne alacak olursak mal ve evlâdın dünya hayatındaki gerçek yeri daha iyi anlaşılmış olur. İslâmın hayat telâkkisine göre, gerek hayat, gerek ölüm, "kimin daha iyi amel edeceğini" denemek üzere yaratılmıştır. İnsana maldan, evlâddan, makamdan, sağlık vs.den verilen nimetler, imkânlar, bunların azaltılıp çoğaltılması veya tamamen geri alınması söz konusu imtihanın zarurî şartlarındandır."[117]
Daha önce kaydettiğimiz âyet nokta-i nazarından ise, bunlar, imtihan edilmesi için insana tevdi edilen emânetler durumundadır. Bunları dinin derpiş ettiği şekilde kullanmadığı takdirde insan, bir nevi ihanette bulunarak imtihanı kaybetme durumuna düşecektir. Ebedî hayatini kazanmak için yaratılan insanı, bu gayesinden alıkoyan her şey, gerçek mânâda onun düşmanıdır. Bir imtihan vâsıtası olan mal ve evlâd, kişiyi, şu veya bu şekilde, Allah'a karşı vazifelerini yapmaktan alıkoymak suretiyle hedefinden saptırmış ise ona düşmanlıktan başka ne yapmıştır?
Meâlen: "Ey iman edenler! Eşlerinizin, evlâdlarınızın içinde hakikaten size düşman (olanlar) da vardır. O halde onlardan sakının."[118]
Mal ve evlâdın düşmanlık durumu, İsrâ Sûresinde, Allah'ın emrine isyan eden şeytana tanınan imkânlar arasında kendisine uyan insanların "mallarına ve çocuklarına ortak olması"[119] şeklinde beyan edilir.
İster şeytanın ortaklığı, ister düşmanlık şeklinde ifâde edilsin mal ve evlâdın hangi durumda düşman rolü oynayacağını öğrenmek istersek yine bizzat Kur'ân-ı Kerîmin, bu mes'eleyi de aydınlattığını görürüz, meseleyi üç mühim açıdan açıklayacağız:
1. Gurur ve istiğna vermesi: Yukarıda kaydedilen âyetlerin bir kısmı insanın mal ve evlâd sebebiyle kendini güçlü hissederek boş bir gurur ve istiğnaya düştüğünü ifâde etmektedir. Yine Kur'ân'm ifadesiyle, insan kendini müstağni hissetti mi Allah'a karşı isyan ve azgınlığa düşmektedir.[120]
2. Zikirden alıkoyması: Bâzı âyetler, mal ve evlâdın kişiyi Allah'ı zikirden alıkoyduğunu ifâde eder. Bu, bâzan meşru görünüm taşır:çocukların rızkını te'mîn meşgalesi, onların meselelerini halletmek üzere boğulma derecesine varan meşguliyetler gibi. Bâzan da hiçbir meşru yönü olmaz. Çeşitli âyetler, Allah'ı zikirden alıkoyan bütün durumları reddeder ve gayr-i meşru ilân eder:
"Ey îman edenler! Sizi ne malınız, ne evlâdlarmız Allah'ı zikirden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir."[121]
3. İslâmî terbiyenin verilmemesi: Kur'ân-ı Kerîm, evlâdın İslâmî terbiye üzerine yetiştirilme sorumluluğunu, başta baba olmak üzere ebeveyne tevdi etmektedir. Onların bu vazifeyi ihmalleri, yine Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada da, âhirette de düşman olmalarına sebep olmaktadır. Bu mühim hususu, terbiye ile alâkalı bahiste inceleyeceğimiz için burada bu kadar işaretle yetiniyoruz.[122]
Evlâdın ebeveyn için, nasıl bir fitne olduğunu açıklayan bir başka Kur'ânî misâli ayrıca kaydedeceğiz: Hz. Musa - Hz. Hızır kıssasında, Hızır zahirde suçsuz olan bir çocuğu öldürür. Hz. Musa'nın suâli üzerine öldürüş sebebini açıklar: "Oğlana gelince, onun anne-babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk" der.[123]
Büyük müfessir Râzî, bir kısım kötü fiilleri ve zulmü irtikab eden evlâdın ebeveyninin, sevgi ve şefkat duygularının şevkiyle, onu himaye etmeye kalkıp, çocuğa isnad edilen suçları red ve inkâra yeltenerek gerçekten fısk'a ve hattâ küfre düşebileceklerini söyler.[124]
Âyete ne şekilde izah getirilmiş olursa olsun, gerçek şu kî, Kur'ân-ı Kerîm, kötü evlâdın mü'min ebeveyni tuğyana ve hattâ küfre atabileceğinden haber vermekte ve bu tehlikeye karşı uyarmaktadır.[125]
Kur'ân-ı Kerîmde yer eden ve mevzûmuza giren meselelerden biri de ebeveynin çocuklara karşı eşit davranmasıyla ilgilidir. Yâni ebeveyn, Kur'ân'ın kendilerine yüklediği vecîbeleri çocuklarına karşı yerine getirirken, onlar arasında bir ayırım yapmadan, Allah'ın tâyin ettiği hudud çerçevesinde hareket etmelidir. Bu meselede iki ayrı eşitlik söz konusudur: Kızlarla erkeklerin eşitliği ve erkek-kız, büyük-küçük vs. bütün çocukların eşitliği:
1. Kız-erkek eşitliği: Burada, câhiliyye Araplarının, kız çocukları hakkında taşıdıkları yanlış bir düşünceyi reddetme gayreti vardır. Bu maksadla câhiliyye Araplarımn kız çocukları karşısında besledikleri istiskal edici telâkki ve davranışı tesbît eden ve bunları reddeden âyetlere fazla yer verilir:
"Beğendikleri erkek çocukları kendilerine, kızları da Allah'a mal ediyorlar. O bundan münezzehtir. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendigi zaman öfkesinden yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü haber yüzünden halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!"[126]
Şu âyette, bu düşüncedeki tezad ve zavallılığa daha sarih olarak dikkat çekilir.
"Demek O, yarattıkları arasından kızları kendisine alıp da oğullan size verdi öyle mi? Ama Rahman olan Allah'a isnâd ettiği kız evlâd kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin içi gayzla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Onlar süs içinde yetiştirilmekte olup da kendini mücâdelede hüccetini açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet ediyorlar)?"[127]
Bir başka âyette istifhâm-ı inkârı suretinde "Allah kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyorsunuz? Ne biçim hükmediyorsunuz, hiç düşünmez misiniz?" buyurulur.[128]
Bâzı âyetler, her şeyin, erkek ve dişi çiftler hâlinde Allah tarafından yaratıldığını tesbît ederken diğer bâzı âyetler de Allah'ın dilediğine kız, dilediğine de erkek yerdiğini beyân eder:
"İbret alasınız diye, her şeyi çift çift yaratmışızdır."[129]
"Sizi çift çift yarattık."[130]
"Doğrusu atıldığında meniden erkek ve dişiyi, iki çifti yaratan Odur."[131]
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir. Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır kılar. O, alimdir, her şeye kadirdir"[132]
2. Evlâtların eşitliği: Yukarıda belirtildiği üzere Kur'ân-ı Kerîm, alelıtlak kızla erkeğin cinsiyetlerinden gelen bir üstünlük veya mâdunluğa sahip olmadıklarını belirttikten başka, bir babanın evlâdları veya bir evlâdın da ebeveyni arasında hukuk açısından, Allah'ın tesbiti dışında bir tefrik yapmaması gerektiğine dikkat çeker:
Meâlen: "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin menfaatçe size daha yakın olduğunu bilemezsiniz?"[133]
Bu Kur'ânî uyarının, erkek-kız evlâdların babadan, anne-babanm evlâddan tevarüs edecekleri miras paylarını tâdâd eden âyette gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. Zira burada taleb edilen adalet ve adem-i tefrik miras haklarında, yâni maddî muamelâttadır. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz ifâde:
Meâlen: "Bunlar Allah tarafından tesbit edilmiştir. (Siz kendinize göre değiştirerek zulme düşmeyin.-) Doğrusu Allah alimdir, hakimdir" diyerek sona erer.
Burada, muhataplardan hissi alâkalarda da eşitlik taleb edilmemiş olduğu açıktır. Zira bizzat Kur'ân: "Allah insanın içine iki kalb koymamıştır" buyurmaktadır.[134] Binâenaleyh, bir babanın daha muttaki,'daha saygılı, daha faziletli evlâdını, böyle olmayana nisbetle daha çok sevip takdir etmesi normaldir. Bu davranışı için herhangi bir sorumluluk mevzûbahs değildir. Ancak bu hissî tefriki, . meşru' ve mâkul bir sebep olmadıkça maddî vecîbelerin ifâsına aks ettirmiy e çektir, bu noktada Allah'ın ölçüsünü, hükmünü değiştirmeyecektir. Tefriki meşru kılan sebep, "fısk"dır. Masiyette yardımcı olmamak için, fâsık evlâda, babanın, zarurî gıdasından fazla vermesinin caiz olmayacağı söylenmiştir.[135]
Evlâdlar arasında eşit davranmaya daha fazla açıklık getirmiş bulunan hadîsleri de göz önüne alan İslâm âlimleri, uyulması kesinlikle farz olan miras meselelerinde değil, hediye, ihsan, ikram maddî ihtiyaçlarına harcama gibi ihtiyarî işlerde ve hattâ "tek öpücüğe varıncaya kadar zahire akseden her bir şeyde" bu eşitlik ve âdem-i tefrik prensibine uymanın şart olduğunu dile getirmişlerdir.[136]
Bâzı âlimler, yukarıda kaydedilen "Allah dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir" mealindeki âyette kızın önce zikredilmiş olmasına dayanarak, kız evlâdın daha hayırlı olduğu hükmünü çıkarmış, bir kısım günlük davranışlarda "hilkatten gelen hassasiyetlerine binâen" kızlara öncelik hakkı verilmesi gerektiğini söylemişler ve bunu te'yîd eden hadîsler de kaydetmişlerdir.[137]
Aile ferdleri arasındaki münâsebetlerden bahsederken kardeşler arası münâsebetlerden de kısaca bahsetmek gerekmektedir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'in bu mes'eleye de manidar bir şekilde yer verdiğini görmekteyiz. Manidar diyoruz, zira, burada münâsebetlere müessir olan hisler, her seferinde ebeveyn evlâd arasında mevcut olan ailevî şefkat ve hürmet hisleri değildir. Ailevî ulvi hislerin yanıbaşında, en ileri kötülükleri bile yaptıracak menfî hislere de dikkat çekilmektedir:
Hased: Şu âyette, Hz. Âdem'in evlâdları arasında başlayan ve yeryüzünde işlenen ilk cinayet ve akıtılan ilk kan'ın sebebi olarak gösterilen "hased"in kardeşler arası münâsebette ehemmiyetine dikkat çekilmiş olmaktadır:
"Ey Muhammedi Onlara, Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen, 'And olsun seni öldüreceğim' deyince, kardeşi: "Allah ancak muttakîlerin takdîmesini kabul eder' demişti. 'Beni öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."[138]
Kardeşler arasında bu hissin hâkimiyeti, Sûre-i Yûsufta tekrar ele alınarak te'yîd edilir. Buradaki te'yîd, meşhur kıssanın bidayetlerinde iki ayrı tema ile işlenir:
1. Hz. Yûsufun rü'yâsı üzerine, babası Hz. Ya'kûb'un duyduğu endişe: Yûsufun mazhar olacağı nimetler kardeşleri tarafından bilindiği takdirde onu kıskanıp aleyhinde tuzak kurma tehlikesi.
Meâlen: "Oğulcuğum, rü'yânı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar."[139]
2. Az. Ya'kûb'un, Hz. Yûsufu diğer oğullarına nazaran daha çok sevmesi sebebiyle kardeşlerinin duyduğu kıskançlık ve hased:
"Kardeşleri: 'Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yûsufu ve kardeşini daha çok seviyor. Doğrusu babamız apaçık bir yanılma içindedir. Yûsufu öldürün veya onu ıssız bir yere bırakıverin ki babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursunuz' dediler."[140]
Ahsenü'l-Kasas olarak bilinen, Hz. Yûsufla alâkalı bu Kur'ânî kıssada, bizzat Cenâb-ı Hakkın dikkatlerimize arzettiği üzere[141], araştırıp "soracaklar için nice ibretler vardır."
Bu ibretler meyânında, mevzûmuzu yakînen ilgilendirenlerden olmak üzere, Hz. Yusuf un kardeşlerini affetmesi ve hiçbir vak'a olmamış gibi aralarında gerçek sulhun teessüs etmesi; kardeşlerinin tevbe etmeleri, tövbelerinin kabulü, tevbeleri kabul edildikten sonra onların da peygamberlik gibi en yüksek mertebelere yükselmeleri vs. hatırlatilabilir.
Teferruata girmeden şu kadarını kaydedeceğiz ki, Hz. Peygamber (a.s.m.), daha önce belirttiğimiz evlâdlar arasında eşit davranma emrine uymamanın uzak neticelerini bir başka hadîslerinde, söz konusu âyet-i kerîmeyi de tefsir edercesine açıklamaktadır:
"Çocuğunun kendisine iyi davranmasında ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın."[142] Yâni, baba evlâdlarına eşit muamelede bulunmak sûretiyle, onların da kendisine karşı iyi davranmalarını sağlayarak, en mühim vazifede -ki bu, babasına karşı iyi davranmaktır- ona yardım etmiş olacaktır.
Mevzûmuzu kısmen uzatma pahasına da olsa, evlâdlar arasında eşit davranmanın "vâcib" olduğu görüşüne zâhib olan âlimlerden iki kısa iktibasta bulunacağız: İbnu Hâcer'in kaydına göre, "Eşit muamele vacibin mukaddimesidir. Çünkü kardeşliğin kopması ve ebeveyn hukukuna riayetsizlik (kat'u'r-rahm vel-ukuk) dînen haram kılman iki husustur. Öyle ise bu iki harama müeddi olan vâsıtalar da haramdır. Çocuklardan birini öbürüne karşı kayırmak ise bu iki harama müeddi olur." Münâvî'nin açıklaması da şöyle: "Dünya ve âhiretin intizâmı adalete bağlıdır. Aralarında farklı muamele, (kardeşler arasında) karşılıklı kin, buğz ve adavete, ebeveyne ve kardeşlere karşı haksızlıklar neş’et eder."[143]
Güven: Firavun'a karşı tebliğ emrini aldığı zaman, bu vazifeyi ifada kendini çok zayıf hisseden Hz. Musa'nın, ihtiyacını duyduğu bir yardımcı olarak, öncelikle kardeşi Harun'u taleb etme örneği de kardeş arasında duyulacak güven hissine örnek olmaktadır:
Meâlen: "Musa: 'Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun'u bana vezir yap, beni onunla destekle. Onu görevimde ortak kıl ki, Sana daha çok tesbîh edelim ve çokça analım. Şüphesiz Sen bizi görmektesin' dedi."[144]
Gerçekten, müteakip gelişmeler, Hz. Harun'u talepte Hz. Musa'nın haklılığını gösterecek, Hz. Harun, Hz. Musa karşısında en kritik durumlarda bile edeb ve say-gısmı bozmama örneği verecektir: Tûr-i Sînâ'da Cenâb-ı Hakkın vahyine mazhar olduktan sonra, ellerinde Tevrat levhaları olduğu halde donen Hz. Musa kavmine geldiğinde, Yahudilerin, Sâmirî adında bir kuyumcu tarafından dökülen altın buzağı heykeline tapmakta olduklarını görünce, elindeki Tevrat levhalarını bile fırlatıp atacak kadar gazaba gelir ve hesaba çekmek üzere, Hz. Harun'un bu davranış karşısında ağabeyisinin merhametini tahrik edecek bir üslûbla "Ey annemoğlu" diyerek söze başlar ve durumu yalvarma ve rica havası içinde izah eder.
Kur'ân-ı Kerîmde iki ayrı yerde tafsilâtlı olarak anlatılan vak'ayı bizzat âyetten takip edelim:
"Musa milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce: 'Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?' dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti. Harun: 'Ey annemoğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma, beni bu zâlim milletle bir sayma' dedi."[145]
İslâm dini, çocuğun anne ve baba üzerindeki haklarını beyân ederken, anne-babanın evlâd üzerindeki haklarını da ihmal etmez. Evlât ve ebeveyn arasında karşılıklı hak ve vazifeler mevcuttur. Kur'ân ve hadîs, her ikisine de muvazeneli şekilde yer verirler.
Ebeveynin evlâd üzerindeki hakkı, Allah'ın kul üzerindeki hakkı gibi ehemmiyetlidir. Bu hususu Kur'ân-ı Kerim, bir kısım âyetlerde Allah'a karşı olan vazifelerin hemen ardından ebeveyne karşı olan vazifelerin hemen ardından ebeveyne karşı olan vazifeyi, keza affı kabil olmayan en büyük günah ilân edilen şirkin arkasından ebeveyne olan itaatsizliği zikrederek tesbît eder:
"Rabbin, 'Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya iyi muamele edin' diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse, onlara 'öf bile deme. Onları azarlama. Onlara güzel (ve tatlı) söz söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını ger ve 'Yâ Rabbi! Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, Sen de kendilerini öyle esirge' de."[146]
Bir başka âyette Benî İsrail'den alman mîsâkda (meşhur On Emir'de) yer eden şeyler arasında ebeveyn hukukunun da -yine ikinci sırada olmak üzere- yer aldığı belirtilir:
"Hani İsrâiloğullarından 'Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin, anaya-babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın..." diye emretmiş, te'minatlı söz almıştık."[147]
Şu âyette haramların mühimleri sayılırken, şirkten sonra-yâni ehemmiyetçe yine ikinci sırada olmak üzere- anne-baba hakkı (nın ihlâli)» kaydedilmektedir:
"De ki: Gelin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak yapmayın, anaya-babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz vereceğiz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. (Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru) bir hak olmadıkça. Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte (Allah), size aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti..."[148]
Anne ve babaya yapılacak iyiliğin Allah'a ibâdet, mukabilinin de Allah'a şirk gibi olduğu ve keza -her ne olurlarsa olsunlar- onların diğer akraba, komşu ve arkadaşa takdim edilmesi gerektiği Nisa Sûresinde de tekrar edilmektedir.[149]
Anne-babaya dua: Kur'ân-ı Kerim, evlâdın ebeveynine karşı âdâb ve vazifelerini sayarken, bilhassa tebarüz ettirilmesi gereken, bir hususa daha yer verir: -evlâdın onlar için hayır duası. Bu mes'ele de Kur'ân'da birkaç kere ele alınır. Yanında ihtiyarlayan ebeveyn için "öf bile demeyi men eden âyette, evlâda ebeveyni için:
"Ey Rabbim, küçükken beni terbiye ettikleri gibi, sen de onlara merhamet et' de" diye emredilerek dua öğretildiğini kaydetmiştik.Ahkâf Sûresinde ise erginlik çağma erip kırk yaşına basan bir evlâdın şöyle demesi emredilmektedir:
Meâlen: "Rabbim! Bana ve anne-babama verdiğin nimete şükretmemi ve benim, hoşnud olacağım sâlih bir ameli yapmamı sağla. Zürriyetim hakkında da benim için salah nasîb et!"[150]
Diğer bir kısım sûrelerde '"Anne-babaya iyilik" emri tekrar edilir[151] ve iki ayrı yerde de anneye iyilik borcunun sebeplerinden en mühimine temas edilir: "Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında zorluğa uğrayarak taşımış, onu güçlükle doğurmuştur."[152] Şu halde yarattığı için Allah'ın şükre olduğu gibi, "varlığımızın sebebi olan"[153] ve vücûda gelmemiz için binbir zahmete katlanan ebeveynin de teşekküre hakkı vardır.[154]
Anne-babaya karşı iyi davranma mes'elesinde Kur'ân geçmiş peygamberlerden de örnekler kaydeder: Hz. Yahya'nın, "annesine ve babasına iyi davranan" bir kimse olduğu, âsi bir zorba olmadığı[155] belirtilirken Hz. İsa'nın da kendisini Allah'ın "annesine ihsankâr kılıp azgın bir zorba kılmadığını" ifâde ettiğine şahit olmaktayız.[156]
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Süleyman'ın bu mealdeki duasını Nemi Sûresinde kaydeder.[157]
Son olarak, Kur'ân-ı Kerimde Hz. İbrahim'in dualarından biri olarak zikredilen ve mü'minlere ebeveynleri hakkında yapacakları en cami ve en vecîz dua örneğini teşkil eden şu âyeti kaydedelim:
Meâlen: "Ey Rabbimiz, hesap görülecek günde, beni, anamı, babamı ve inananları bağışla!"[158]
Kaydedilen örneklerden, evlâdların ebeveynleri için daha ziyâde "rahmet" talep etmeye sevkedildikleri görülür. Halbuki, daha önce de belirttiğimiz gibi, ebeveyn evlâdları hakkında "sâlih, temiz..." olmalarını talep etmeye teşvik edilmektedirler.
Maddî sorumluluk: Kur'ân-ı Kerîm, evlâdı, anne ve babasının maddî ihtiyaçlarım tatminde sorumlu tutar. Evlâdın bu mes'ûliyeti, vâcib nevinden olsun, nafile nevinden olsun her çeşit harcamalarında öncelikle ebeveynini düşünmeyi gerektirmektedir. İşte âyet:
"Ey Muhammedi Sana ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki: 'Sarfedeceğiniz mal, ana, baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir."[159]
Vasiyetle alâkalı âyette de vasiyet yapılacak ilk kalemi ebeveynin teşkil etmiş olması mevzûmuz açısından işaret etmeye değer:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa ana-babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı sakınanlar için size farz kılındı."[160]
Çocuk deyince akla öncelikle terbiye ve terbiye ile alâkalı mes'eleler gelir. Binâenaleyh Kur'ân'da bu mevzûyla ilgili birçok bahsin yer etmesi pek tabiîdir. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, Cenâb-i Hak kendisini çeşitli isim ve sıfatlarıyla nazara verirken "Rab" ismiyle de çokça vermektedir.
Rab[161] ismi terbiye masdarından gelmektedir. Masdar'ın "mürebbî" mânâsında kullanılması mübalâğa içindir. İşte bu mübalâğa mânâsından dolayı "Rab" kelimesi "mürebbî" kelimesinin basit bir müteradifi (eşanlamlısı) olmakta "aynı terbiye gibi olan ve binâenaleyh istilâ, istilâ, inayet, tedbîr ve tasarruf, telkin ve irşad, teklif, emir, nehiy, terğîb, terhîb, taltif, tekdir gibi terbiyenin bütün levâzımâtına (gereklerine) mâlik kuvvetli ve ekmel bir mürebbi demek olur ve bu münâsebetle sahip ve mâlik mânâsına dahi gelir...
Binâenaleyh alelıtlak (yalnız olarak) "Rab" denildiği zaman sâde mâlik veya sâde terbiye mefhumları değil, ikisine de bütün levazımı ile sahip bir Kadîr-i Kayyum anlaşılır."[162]
Durum böyle olunca, Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakkın daha çok Rab olarak zikri, Onun terbiyeci yönünü hatırlatmak, terbiyeye giren faaliyetleri ve bunların ehemmiyetini nazara vermek içindir. Cenâb-ı Hakkın "Rab" vasfıyla Kur'ân'da zikri gerçekten çoktur. Daha ilk sûre olan Fâtiha'da "Rabbü'l-Âlemin" (âlemlerin Rabbi) olarak tezahür ettiği gibi en son sûre olan Nâs sûresinde de "Rabbü'n-Nas" yâni insanların sahibi, idarecisi, terbiyecisi olarak tezahür etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, okuyucuya, terbiyeyi hatırlatacak mâhiyette "rab" kökünden kullanılan kelimelerin sayısı 979'dur.
Bu kısa açıklamadan sonra terbiyeyi ilgilendiren bir kısım mes'elelere geçebiliriz.[163]
Kur'ân-ı Kerim, birçok meselede çocukla alâkalı sorumluluk ve mesuliyeti aile reisine bırakır. Bilhassa terbiye mes'elesinde birinci sorumlu aile ve dolayısıyla aile reisidir, babadır. Binâenaleyh bir kısım âyetlerde mü'min ikaz edilirken sâdece kendisinin kurtuluşu değil; ailesinin kurtuluşu da hatırlatılarak "hem kendisini, hem de ailesini ateşten koruması" emredilir:
Meâlen: "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun."[164]
Bu âyetten, Allah'ın emirlerin şahsen yapmak ve nehiylerinden kaçmak suretiyle kişinin kendi nefsini kurtarması ve keza kendisine emredilenleri aile efradına aynen yaptırmak suretiyle de onları kurtarması gerektiğini anlamakta âlimler ittifak ederler.[165] Râzî bu âyetin "âile halkını te'dîb edin, ta'lîm edin" şeklinde anlaşıldığım da kaydeder.[166]
Mukaatil ve Dahhâk'tan kaydedilen bir açıklamada şöyle denir: "Kişinin yakınlarına -akraba, köle, câriye vs.- Allah'ın kendilerine farz kıldığı ve yasakladığı şeyleri öğretmesi hakkıdır." İbnu Kesîr, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) Tirmizî, Ebû Dâvud ve Ahmet İbnu Hanbel tarafından tahrîç edilen: "Yedi yaşma ulaşınca çocuklarınıza namazı emredin, on yaşına basınca kılmadıkları takdirde dövün" hadîsini kaydettikten sonra, fukahânın, "Çocuğu alıştırmak maksadıyla oruç ve diğer emirler için de aynı şekilde hareket etmek gerekir, böylece ibâdet ve taatte bulunmaya, ğünahlardan kaçıp münkerleri terketmeye ahşmış olarak bulûğ çağma girer" dediğini ilâve eder.
Zemahşerî'nin kaydına göre, İslâm âlimleri aile reisini, aile efradının terbiyesinden tamamen sorumlu tutmakta ve bu mükellefiyetini yerine getirmeyen sorumsuzların kıyamet günü en şiddetti azaba mâruz kalacağı hükmünde birleşmektedirler.[167]
Âlimleri bu şekilde kesin bir hükme gitmeye şevkeden deliller Kur'ân-ı Kerîmde fazlasıyla mevcuttur. Zira iki ayrı âyette tarifi yapılan "gerçek hüsran sahibi" sâdece kendisinin değil, ailesinin de kıyamet günü, hüsranına sebep olan kimsedir.[168]
"De ki: Gerçek hüsran sahipleri, kıyamet günü, kendilerini de, mensuplarını da hüsrana uğratanlardır. Dikkat et ki bu, apaçık hüsranın tâ kendisidir. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında ateşten tabakalar vardır. İşte Allah, kullarım bununla korkutuyor. Ey kullarım! Benden korkun!"[169]
Âyete dikkat edilince, görülür ki, sorumsuzların mâruz kalacağı hüsran, veciz olarak ifâde edilip geçilmemiş, çeşitli tahşîdâtla yâni bunun ehemmiyetini ifâde eden başka unsurlarla takviye edilmiştir.[170]
Kur'ân-ı Kerim aile reislerinin, aile efradından mes 'ûl bulunduklarını ilân etmekle kalmaz, mes'ûliyet sahasına giren belli başlı mes'eleleri de beyan eder. Şimdiden hatırlatmak gerekirse, hem nafakayı yâni mesken, yiyecek ve giyeceği içine alan bütün maddî ihtiyaçları, hem dinî-ahlâkî terbiyeleri ve hem de bir meslek öğretimi bu sorumluluğun içine girer. Bir başka ifâde ile, bir gencin, tek başına, hayata atılabilmesi için gerekli olan dini, dünyevî her çeşit bilgilerin verilmesinden aile sorumludur.[171]
Şimdi bunların açıklamasına geçelim:[172]
Nafaka mes'elesi, Kur'ân-ı Kerimin ehemmiyetle üzerinde durduğu mes'elelerden biridir. Normalde ailenin bütün ferdlerinin nafaka mükellefiyeti baba üzerine bir vecîbe olmakla beraber, bâzı husûsî durumlarda çocuğun mühmel kalmaması, anne veya çocuk arada sahipsiz, hamisiz kalmaması için, bu husûsî durumlar üzerinde ayrıca durulmuş, açıklamalar getirilmiştir.
1. Bütün durumlarda çocuk hamisiz kalmamalıdır: Talâk sûresinde gelen bir âyet boşanmış kadının karnındaki çocuğun nafakasından babayı sorumlu tutar: Meâlen:"....(Boşadığmız kadınlar) hâmile iseler doğurmalarına kadar nafakalarını verin. Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini Ödeyin; aranızda uygun bir şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız çocuğu başka bir kadın emzirebilir."[173]
Çocuğun sahipsiz kalmaması mes'elesi, Bakara Sûresinin 233. âyetinde tekrar ele alınarak, babanın yokluğu -veya varlığına rağmen hastalık, düşkünlük gibi fizikî zaaflara inzimam eden aşırı fakirlik- hâlinde, çocuğa mirasçıların bakması gereğine işaret edilmiştir. Bu hükmü mutazammm olan Kur'ânî metin,
Meâlen: "Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur" hükmünü ifâde eder.
Bu ifâdeyi değerlendiren âlimler, babası sakat ve fakir olan çocuğun nafakasının baba cihetinden gelen -ve indelhâce babanın nafakası kendisine vâcib olacak- akrabaya düşeceği, böyle bir akraba yoksa, anne cihetinden gelen akrabaya düşeceği hükmünü çıkarmışlardır.[174]
Kimsesiz olduğu takdirde, nafakadan devletin sorumlu olacağını, yetimlerle alâkalı bahiste tafsilâtlı olarak açıklayacağız.
2. Nafaka miktarı maddî güç nisbetinde olmalı: Çocuğun nafakasıyla alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerîm'in vuzuh getirdiği ikinci nokta ödenecek nafakanın miktarıdır. Bu mes'ele, nafakayı verecek kimseleri beyan eden aynı âyette, yâni Bakara Sûresinin 233. âyetinde ele alınmaktadır.
"Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, tam iki yıl emzirirler. Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuk kendisinin olana (babaya) borçtur. Herkese ancak gücü nisbetinde teklifte bulunulur. Ana çocuğundan, çocuk kendisinin olan (baba) da çocuğundan dolayı zarara sokulmasın. Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur. Ana-baba aralarında danışarak ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse, ikisine de sorumluluk yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun bir şekilde öderseniz, size sorumluluk yoktur. Allah'tan sakının, yaptıklarınızı gördüğünü bilin."
Âyette yer eden "mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur" ibaresinin önceki ifâdelerin hepsine atfedilmiş olması sebebiyle evvelinde zikri geçen "çocuk kendisinin olan (baba)" ile alâkalı olarak beyân edilen hükümler mirasçı hakkında da câri kılınmış oluyor, yâni yiyecek ve giyecekle ilgili hükümler, çocuğun ve ananın birbiri sebebiyle zarara sokulmamasını tesbît eden hükümler aynen nafaka terettüp edecek akraba hakkında da câri kılınmış olmaktadır.[175]
Kur'ân-ı Kerimde en ziyâde üzerinde durulan ailevî sorumluluk aile halkının dinî terbiyesidir. İkamet edip yaşamak üzere yer seçiminden, namaz, oruç gibi ibâdetlerin öğretilip tatbikatına nezâret etmeye, dinî yaşayışa elverişsiz hâle gelen mekândan hicret etmeye ve ettirmeye varıncaya kadar, dinî hassasiyet gösterilmesi gereken pek çok mes'ele Kur'ân-ı Kerîm'de yer eder. Bunları birer birer belirtmeye çalışacağız:
Dikkatlerin öncelikle dine çekilmesi: Hemen şunu kaydedelim ki, ailenin sorumlusu, idaresi altındaki her ferde, öncelikle, bir bütün olarak "din"i tavsiye etmeli, nazar-ı dikkatine "din"i arzetmeli, hayatını ona göre, onun esaslarına uygun olarak, onu tatbik edip yaşamasına imkân verecek şekilde tanzim etmesini duyurmalıdır. Kur'ân'da bu hususa örnek olarak Hz. İbrahim ve Hz. Ya'kûb zikredilir:
"Rabbi ona; '[Kendini Hakk'a) teslim et' dediği zaman o; 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum' demişti. İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. (Torunu) Ya'kûb da (öyle yaptı); 'Ey oğullarım, Allah sizin için (İslâm) dinini beğenip seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin' dedi."[176]
Kur'ân-ı Kerimde çocuk kaydı olmaksızın, dini tavsiye eden, "dine karşı mü'minlerin dikkatini çeken, en mühim mes'elelerinin "din" olmasını emreden âyetler pek çoktıir[177], mevzûmuzu tamamlayacağı için burada onlardan birkaçını kaydedeceğiz.
"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din ile gönderen O'dur. Şâhid olarak Allah yeter."[178]
"Puta tapanlar hoşlanmasa da dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır."[179]
"Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vaz geçerlerse bilsinler ki, Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. Eğer yüz çevirirlerse, Allah'ın sizin dostunuz olduğunu bilin. O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır!"[180]
"Allah katında din, şüphesiz İslâmiyettir... Allah'ın âyetlerini kim İnkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür."[181]
"Kim İslâmiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, âhirette de kaybedenlerdendir. İnandıktan, Peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez."[182]
Hz. Peygamber de şöyle buyurur:
"Üzerinize, Habeşli burnu kesik bir köle de emir tâyin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri dinini terk ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. İslâmı terk ile boynu vurulması arasında muhayyer bırakılacak olursa boynunu uzatsın. Anasız kalasıcalar, din gittikten sonra ne dünyanız, ne de âhiretiniz kalır."[183]
Yaşanacak muhitin seçimi: Muhitin insan üzerindeki -müsbet veya menfî te'sîri- eski devirlerden beri bilinen bir husustur. İbnu Haldun bu keyfiyeti "İnsan, tabiatının ve mizacının değil, kendisini saran muhitin ye bu muhitten kazandığı alışkanlıkların çocuğudur" diye ifâde etmiştir.[184] Şu halde, ailesinin terbiyesinden sorumlu bir aile reisinin, yaşanacak yer olarak, dini tatbik edebileceği bir muhît seçmesi gerekecektir. Bunun Kur'ânî örneğini Hz. İbrahim verir: Hz. İbrahim, Kabe'nin inşasını tamamladıktan sonra, oğlu İsmail'i "ziraate elverişsiz", olmasına rağmen, dinî mülâhazalarla Mekke'ye yerleştirdiğini ifâde eder:
"Ey Rabbimiz.! Ben evlâtlarımdan kimini, namaz kı-labilmeleri için Senin mukaddes olan evinin yanında ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık, Sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için bâzı meyvelerle nzıklandır"[185]
Hz. Peygamber (a.s.m.) bâzı hadîslerinde, çocuğun babası üzerindeki haklarını beyan ederken "ismini, ahlâkını güzel yapması", "temiz rızıkla beslemesi", "okuma-yazma", "yüzme" ve "atma" öğretmesi, "bulûğa erince evlendirmesi" gibi hususlarla birlikte "yerini güzel yapması"nı da sayar.[186] Âlimler haklı olarak bundan, ikamet edeceği yerin kurrâ ve âlimlerinin çokluğuyla, Kur'ân ve ilim tahsiline imkân verecek bir yer olmasını anlarlar.[187]
Bu. noktada tahlili daha da ileri götüren fakîhler, şehirde doğan bir çocuğu, ölüm veya boşanma hâlinde annenin, terbiyevî muhît yönüyle şehirden dûn (uzak) olması sebebiyle köye götüremeyeceği hükmünü verirler.[188]
Akidenin öğretilmesi: Aile halkına, hususan yeni yetişen çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa "tevhîd" inancıdır. Yâni Allah'ın bir olduğu, hiçbir surette ortağı, yardımcısı bulunmadığı inancıdır. Yaş ve idrâk yönüyle bir şeyler öğrenme durumuna gelen her çocuğa öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır. Nitekim bir kısım rivayetler Hz. Peygamberin (a.s.m.), kendi yakınlarından bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz, çocuğa tevhîd öğrettiğini, bu maksadla âyetini yedi sefer okutarak ezberlettiğini haber vermektedir.[189]
Tevhîdle birlikte bunun zıddı olan şirkin kötülüğü, bâtıllığı, şirke düşmenin ne büyük bir zulüm ve cinayet olduğu da öncelikle öğretilmesi gereken dinî bilgiler olmaktadır. Bu mes'elede Kur'ân'ın kaydettiği en güzel örnek Hz. Lokmân'dır:
Meâlen: "Hani Lokman oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: 'Oğulcuğum, Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk mutlaka büyük bir zulümdür."[190]
Çocuğa akidenin öğretilmesi deyince bundan, sâdece Allah'ın varlığını ve birliğini öğretmek anlaşılmamalıdır. Kâmil mânâda Allah inancı, kalblerde Allah'ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımakla teşekkül eder. Kur'ân-ı Kerim Allah'ın "güzel isimleri" (el-esmâu'l-hüsnâ) olduğunu mükerrer âyetlerde haber verir.[191] Hz. Peygamber el-esmâu'1-hüsnâ'nın doksan dokuz adet olduğunu söyler ve bunların neler olduğunu sayar.[192] Şu halde, Allah'ı en azından sübûtî ve zatî sıfatlarıyla[193] tanıtarak çocuklara öğretmek gerekecektir. İslâm akidesine uygun Allah inancı bu şekilde ortaya çıkar. Bu hususa riâyet edilmeden verilecek Allah inancı nakıs, hattâ gayr-i İslâmî bile olabilir. Nitekim Hıristiyanlar, Yahudiler ve hattâ müşrikler de ulûhiyete inanırlar. Son araştırmalar, yeryüzünde inançsız insanın olmadığını göstermiştir. Her insan kendine has bir ulûhiyet tasavvur etmektedir. Şu halde bunları birbirinden ayıran husus, ulûhiyete izafe edilen isim ve sıfatlardır. İslâmî Allah inancının çocuklara tam olarak verilebilmesi Kur'ân ve hadîslerde gelen isim ve sıfatlar çerçevesinde öğretilmeye bağlıdır.
Diğer taraftan, yine Kur'ân-ı Kerim, peygamber inancı olmadan Allah'a inanmanın hiçbir kıymet ifâde etmediğini, Allah'a inananların behemahal peygamberlere de inanmaları gerektiğini bildirir: "Allah'ı ve peygamberini inkâr eden, Allah'la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, 'Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz' diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azâb hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine inanıp, onlardan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecrini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder."[194]
Peygamber inancı, kaçınılmaz bir şekilde kitap ve melek inancını da beraberinde getirecektir. Şu halde, bir olan Allah inancını, çocuklara öğretmeyi mükerrer âyetlerde ele alan Kur'ân-ı Kerim, dolayısıyla imanın bütün rükünlerinin çocuklara öğretilmesini emretmiş olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamberin ehemmiyetine ısrarla dikkatlerimizi çekerek her gün okunmasını tavsiye ettiği ve Arş'ın altındaki bir hazîneden alınmış olarak, sâdece bu ümmete verilmiş olduğunu belirttiği Kur'ânî bir pasajda mü'minin inanması gereken bütün esaslar tâdâd edilir: "Peygamber, Rabbinden ne indirildi ise ona iman getirdi, mü'minler de. Her biri: Allah ve melâikesine ve kitaplarına ve peygamberlerine, peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız diye iman getirdiler ve şöyle dediler: İşittik, itaat ettik, Rabbimiz afvını dileriz, dönüş Sanadır."[195]
İbâdetlerin öğretilmesi: Yukarıdaki âyet-i kerime, katlanılacak bir kısım maddî fedâkârlıklar pahasına dini yaşayabildiğimiz bir yer seçimini ifâde etmekle kalmaz, Hz. İbrahim'in duası suretinde mü'minlere namaz mes'elesinin dinî terbiyede alması gereken ehemmiyeti de vurgular.
Namaz mevzuunda Hz'. İbrahim'in bir diğer duasını da burada kaydetmemiz münâsibtir:
"Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul buyur."[196]
Namaz mes'elesi, çocuklarla alâkalı olarak, daha başka âyetlerde de ele alınmakta, ehemmiyeti zihinlerde, bu açıdan da tesbit edilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm, âdeta hadîslerde "dinin direği"[197] olarak ifâde edilmiş bulunan namazın din terbiyesinde de direk yâni ana mes'elelerden biri yapılmasını istemektedir. Öyle ki, hiçbir şey hattâ maddî ihtiyaçlarının karşılanması mes'elesi bile namaza ve namazla ilgili öğretim ve tatbikata bahane ve engel teşkil etmemelidir:
Meâlen: "Ehline namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız."[198]
Aile halkına namazın emredilmesiyle ilgili örnekler meyânında Hz. Lokman da karşımıza çıkar. Zira, o da çocuğuna diğer emirleri meyâmnda "Oğulcuğum namazını kıl" diye emretmiştir.[199]
Kur'ân'da, Allah'ın rızasını kazanmış bulunduğu belirtilen Hz, İsmail'in de "ailesine namaz ve zekatı emrettiği" ifâde edilir.[200]
Hz. Peygamberin de (a.s.m.) çocuklara yedi yaşında namazın emre dilmesini, kılmadıkları takdirde on yaşında namaz için dövülmesini tebliğ ettiğini daha önce başka vesileyle kaydetmiştik. Hz. Peygamberin çocuklar hakkında dayağa ruhsatı namazla ilgili olarak vermesi, namazla alâkalı ta'lim ve tatbikatın ehemmiyetini te'yîd eder. Bâzı âlimler, bu hadîse dayanarak, farz olmayan umur dışında çocuğun tekâsül ve ihmali sebebiyle dövülüp dövülmeyeceğim münâkaşa etmiştir.[201]
Âlimler, yedi yaşından itibaren "çocuğa namaz emredilmesi" hadîsinden, namazla ilgili her çeşit bilginin öğretilmesi gereğini anlamışlardır: Namaz vakitleri, farzları, vâcibleri, sünnetleri, namazda okunacak sûreler, dualar, tesbihât, abdest ve temizlikle ilgili teferruat, vs.
Oruca başlatma yaşı olarak namazdaki gibi rakam yoktur. Ancak, "açlığa takat getirme" ölçüsü konmuştur.[202] Bu ölçüye "çocuk üst üste üç gün oruç tutabilirse ramazan orucu ona gerekli olur" hadîsiyle açıklık getirilmiştir.[203] Bizzat Ashâb devrinde küçük çocuklara oruç tutturulduğunu gösteren sahîh rivayetler mevcuttur.[204]
Hülâsa, babanın çocuklarına öğretmekten sorumlu olduğu farz-ı ayn ilimler -ki temel eğitim müfredatı diyoruz- arasında, ibâdetlerle ilgili olarak namaz» oruç, zekât, hacc ve bunlarla ilgili zarurî temel bilgileri zikrederler.[205] Kur'ân-ı Kerîm'in namaz üzerinde sarîh ve ısrarlı şekilde durmuş olması, namaz öğretmenin daha mühim olduğunu ifâde eder. Fakat öbürlerinin ihmalini tazammun etmez.
Ahlâk ve âdab öğretimi: Ev halkı ve bu meyânda çocukların dini terbiyesinde namaz, oruç gibi farzların dışında bir kısım ahlâkî prensiplerin, içtimâi değerlerin de öğretilmesi gerektiğini belirten âyetler de mevcuttur. Bunlardan Hz. Lokman'ın oğluna nasihatleri şeklinde Kur'ân'da zikredilen ta'limâtı aynen kaydedeceğiz:
"Lokman: 'Ey oğulcuğum! İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah latiftir, haberdârdır. Ey oğulcuğum! Namazı kıl, ma'rûfu (iyi bilineni) emret, münkerden (kötü bilinenden) de nehyet, başına gelene sabret; doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeblerin sesidir."[206]
İslâm âlimlerinin, ahlâkî bilgilerin de farz-ı ayn ilimlerin bir parçası olarak, çocuklara teferruatlı şekilde öğretilmesi gereğindeki ısrarlarını göstermek için meşhur Hanefî fakîhî İbnu Âbidîn'den şu kısa iktibası yapıyoruz: "... Beş farzla ilgili bilgileri öğrenmek farz olduğu gibi, ihlâsla ilgili bilgileri öğrenmek de farzdır. Zira amelin sıhhati buna bağlıdır. Keza helâl ve haram olanları bilmek gerektiği gibi, riya ile ilgili bilgileri de öğrenmesi farzdır. Zira kul, riya ile yaptığı amelin sevabından mahrum kalır. Hased ve ucûbla ilgili bilgiler de böyle. Zira bunlar, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, ameli yiyip tüketirler. Keza, alış veriş nikâh ve talâkla ilgili bilgiler de, bu mes'elelerle iştigal etmek isteyen kimselere farzdır. Keza haram olan ve küfrü gerektiren sözleri de bilmek farzdır..."[207]
Dinî irşadda hiyerarşi: Aile içerisinde dinî irşadın ehemmiyetini zihinlerde tesbît eden Kur'ânî mühim bir örnek, burada üzerinde durmamızı gerektirmektedir. Vereceğimiz örneğe göre, normal olarak,ailenin irşadından aile reisi sorumlu tutulmuş iken, aile reisinin ihmali veya gaflet ve dalâleti hâlinde, bu hizmetin, aile içerisinde ehliyetli bir kimse tarafından yürütülerek ihmalden kurtarılması gereği ortaya çıkmaktadır.
Sözkonusu örnek Hz. İbrahim'le alâkalıdır. Hz. İbrahim, ailevî hiyerarşiyi düşünmeden müşrik olan babası Âzer'i irşada çalışmış, gittiği yolun bâtıllığım söylemiştir:
"Kitapta İbrahim'i de an. Çünkü o, sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir vakit o, babasına (şöyle) demişti: 'Ey babacığım! İşitmez, görmez, sana hiçbir fâidesi olmaz şeylere niye tapıyorsun? Ey babacığım! Bana muhakkak ki, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir, o hâlde bana uy da seni doğru yola çıkarayım. Ey babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan rahman olan Allah'a âsi olmuştur. Ey babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki böylece şeytanın dostu olarak kalırsın."[208]
Bu âyetlerin devamında, ailevî irşadda uyulması gereken nezâket örneği de verilmektedir. Zira, Hz. İbrahim, irşadını kabul etmeyen, üstelik taşlama tehdidinde de bulunarak, uzun müddet gözden kaybolmasını söyleyen babasına: "Sana selâm olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü bana karşı lütufkârdır. Sizi, Allah'tan başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime yalvarırım" der.[209]
İtaatin sınırı: Dini terbiye bahsini kaparken, dinî terbiyenin ehemmiyetini tebarüz ettiren bir noktaya daha temasda fayda var: Kur'ân-ı Kerîm anne ve babaya "öf bile demeyi yasaklayacak derecede onlara karşı büyük bir hürmet ve itaat emrederken, dinî yaşayışla alâkalı emirler mevzuunda mühim bir kayıt getirir. Bu kayda göre, ebeveyn, yâni anne ve baba dine aykırı bir emirde bulunacak olurlarsa, bu emre asla itaat edilmeyecektir. Âyet-i Kerîme aynen şöyle:
Meâlerî: "Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. (Ancak) eğer anne-baba, seni bir şeyi, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm."[210]
Kur'ân-ı Kerîm, aynı mes'eleyi, ehemmiyetine binâen, Lokman sûresinde tekrar ele alır: "(Ey insanoğlu!) Annen, baban, seni körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm."[211]
Yukarıda kaydettiğimiz açıklamalarda görüldüğü üzere, Kur'ân-ı Kerîm, hayata hazırlama safhasında, çocukların dinî terbiyeleri üzerinde hassasiyetle durmakta, bu mes'elenin ehemmiyetini kavramada hiçbir tereddüt ve muğlaklığa yer bırakmamak için oldukça teferruat mes'elelere temas edip açıklık getirmekte, bir kısım tekrarlarla da mes'eleyi iyice te'kîd etmektedir.
Hayata hazırlık safhasının diğer mühim bir meselesi olan "meslekî formasyon" mes'elesinde ise, aynı açıklık ve ısrar görülmez. Buradaki teenni ve ibhâma (yâni mübhemliğe) bakarak, Kur'ân-ı Kerîm'in meslek öğretimi işine ehemmiyet atfetmeyip ihmal ettiği neticesini çıkarmak çok acele verilmiş bir hüküm olur. Böyle bir hüküm bizi, dinimiz hakkında yanlış ve insafsız bir kanaate sevkeder.
Evet Kur'ân-ı Kerîm, çocukların meslekî formasyonlarım da ihmal etmez. Onların dünyevî istikballerinin de yeterince düşünülüp, bu maksatla bir kısım tedbîrler alınmasının, çocuğa bu mes'elede de önderlik ve rehberlik edilmesinin gereğine irşad eden müteaddid âyetler mevcuttur. Ancak bunlar, dinî terbiye mes'elesinde olduğu kadar açık ve ısrarlı görülmezler, kısmen dolaylı ve mübhemdirler.
Meslek öğretimi mes'elesinin, dolaylı da olsa, hangi âyetlerde ele alındığı noktasına geçmeden önce, bu mevzûya niçin dolaylı ve mübhem olarak yer verildiğini belirtmemiz gerekiyor:
Önce, şu husus bilinmeli ki, Kur'ân-ı Kerîm, bizi ilgilendiren her şeye ehemmiyeti nisbetinde yer vermektedir. Bir kısım mes'elelere dolaylı bir işaretle, bir başkasına açık bir âyetle temas edip geçmişken diğer bir kısım mes'elelere tekrarla ısrarla yer vermiş, nazar-ı dikkatleri fazlaca çekmiş bulunmaktadır.
Burada akla şöyle bir sual gelebilir: "Ehemmiyetin ölçüsü nedir? Bu herkese göre değişir, birisi için mühim olan, bir başkası için değildir!" Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:
Ehemmiyetin ölçüsü elbette insanın, hususah günümüz insanının hevâsı ve bencil hükmü değildir. Burada ölçü, İlâhî'dir. Yâni, insanın yaratılışında Cenâb-ı Hakkın güttüğü maksadlardır. Kur"ân bu ilâhî maksad ve gayelerde rehber kitaptır.
Bu açıdan bakarsak, Kur'ân-ı Kerîm'in iki büyük dâirenin mühim mes'elelerini açıkladığını görürüz:
1. Rubûbiyet dâiresi: Yâni Cenâb-ı Hakrk'a âit olan dâire. İnsanlarca meçhul olan o dâireyi Kur'-ân'dan ve Hz. Peygamber'den (a.s.m.) başka tanıtacak bir marifet ve ilim kaynağı mevcut değildir.O dâirenin, insanlarca bilinmesi gereken bir kısım mes'eleleri, şuunâtı vardır. Cenâb-ı Hakkın isimleri, mebde ve meâd (yâni başlangıcımız ve sonumuz), yaratılış, ceza, mükâfat, cennet, cehennem, hesap, kitap, melâike gibi. Kur'ân bunlara yer verirken her birinin insanın yaratılış gayesi açısından arzettiği ehemiyet nisbetinde farklı sayılarda tekrar eder, açıklık getirir.
2. Ubudiyet dâiresi: Bu dâire, kulluk dâiresidir. İnsanların Allah'a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan münâsebetlerini ilgilendiren dâire. Bu dâirenin de pek çok mes'eleleri vardır. Bu mes'elelerden bâzısı bâzısına nazaran daha çok ehemmiyet taşımaktadır. Keza, bir kısmının ehemmiyeti açık olduğu, herkesçe görüldüğü halde, bâzılarının ehemmiyeti görülmez ve kolay kolay anlaşılmaz. Hattâ öyle mes'eleler vardır ki, insanın yaratılış gayesi açısından birinci derecede ehemmiyet arzetmesine rağmen, kendi kendine bunu idrâk etmesi mümkün değildir.
Şu halde Kur'ân-ı Kerîm, kulluk dâiresinin mes'ele ve vazifelerine temas ederken, İlâhî zaviyeden ehemmiyetli olanlara, insanlar tarafından ehemmiyeti kavranamayacak, ihmal edilecek durumda olanlara, daha çok yer vermeli, tekrarla üzerinde durmalıdır. Aksine ehemmiyetini kavramada zorluk çekilmeyecek olan veya ister istemez idrak edilip anlaşılacak olan rnes'elelere şöyle bir temas edip, bir işarette bulunup geçmelidir.
Bu noktada hemen şunu söyleyebiliriz: Ubudiyet dâiresinin vazifelerinden olan namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetler İlâhî zaviyeden, insanın yaratılış gayeleri açısından birinci derecede ehemmiyet taşıdığı halde, insanlarca kavranıp gereğince takdîr edilmesi mümkün değildir. Öyle ise Kur'ân burada ısrar etmeli, tekrarla üzerinde durmalıdır. Nitekim öyle olduğunu gördük.
Halbuki, yine ubudiyet dâiresinin mes'elelerinden biri olan meslekî formasyon, yâni, dünyevî istikbâlin kazanılması, yeni nesillerin bu maksadla hazırlanması mes'elesi, bizzat insanlarca ehemmiyeti takdîr edilen, öncelikle düşünülen bir husustur. İnsan, aklıyla, tecrübesiyle, maddî hayatın tabiî nizam ve akışıyla o mes'eleyi düşünür, anlar ve tedbîrini alır. Binâenaleyh bu mevzuun Kur'ân'da ana dâvalardan biri olarak değerlendirilip doğrudan ele alınmasına gerek yoktur. Tebeî bir nazarla, tâli bir mes'ele olarak ele alıp dolaylı şekilde yer vermek, temas edip geçmek yeterlidir ve gerçekten de öyle yapılmıştır.[212]
Yukarıdaki "kısa açıklamadan sonra şunu söyleyebiliriz: Meslek öğretimi mes'elesini sarih olarak ele almamış olan Kur'ân-ı Kerîm buna ihzâriyeler tarzında yer vermiştir. Yâni meslekî öğretim ve formasyonu netîce verecek birçok hazırlayıcı (ihzari) unsurlar, dini emirler olarak Kur'ânî mesaja dercedilmiştir. Bunlar ferdî ve içtimaî hayatın gereği olarak herkesin ister istemez karşılaşacağı bâzı maddî emrivakilerin yönlendirilmesi ile sağlanmıştır.
Bir başka ifâde ile Kur'ân, maddi hayatın vazgeçilmez bir kısım mes'elelerine, dinî bir yaklaşımla temas ederek bunların helâl olan cihetim, Allah nezdinde makbul ve güzel olan tarz ve istikametini taleb etmiştir. Bu taleblerin hakkıyla yerine getirilmesi, mü'min ister istemez bir maksada hazırlayacak ve bir hedefe sevkedecektir. "Meslekî Formasyon" olarak tebellür ve tezahür eden bu "hedefe, ferdi, dolaylı olarak hazırladığı için Kur'ân'da yer verilmiş olan bu tedbîri unsurlardan her birine -günlük lisanımıza kısmen yabancı da düşse- "ihzariye" veya "dispozisyon" diyebiliriz. .
Şimdi, ifası, mü'mini bir meslek sahibi olmaya ve bir meslek icra etmeye ve çocuğunu bir meslek üzere yetiştirmeye sevk ve mecbur eden bu Kur'ânî "ihzâriye"lerin mühim olanlarından birkaçını belirtmeye çalışacağız.[213]
Mümin bir kimse her şeyden önce helâl ve temiz olan şeyleri istihlâk etmek zorundadır. Yediği veya kullandığı şeylerde maddî veya manevî bir kir bulunduğu takdirde yaptığı ibâdetlerin kabul edilmiyeceğini Hz. Peygamber haber veriyor.[214] Esasen Kur'ân'ın ifâdesine göre,tâ Hz. Âdem'den beri bütün peygamberlere -ve dolayısıyla insanlara- helâl ve temiz şeylerin yenmesini emredilmiştir.
"Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, faydalı iş işleyin. Doğrusu Ben, yaptığınızı bilirim."[215]
Bir diğer âyette de şöyle buyurulur:
"Ey imân edenler! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin. Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin"[216]
Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda kaydettiğimiz misâllerde olduğu üzere, bir kısım âyetlerinde "Helâl" ve "Temiz" rızık yemeyi emrederken, diğer bâzı âyetlerinde helâl rızkın "ferdî emekle" elde edileceğini ifâde etmiştir.
Meâlen: "Insan için çalıştığından başkası yoktur."'[217]
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ellerinin emekleriyle geçindiğini ifâde eden Hz. Peygamber de (a.s.m.) yukarıda kaydettiğimiz âyetleri açıklar mâhiyette olmak üzere şöyle buyurur:
"Kişi, elinin emeğinden daha hayırlı bir şey asla yememiştir."[218] Hz. Peygamber (a.s.m.) ayrıca, helâl rızık için çalışmayı, her Müslümanın "vâcib'lerinden biri olarak ifâde etmiştir:
Diğer taraftan, İslâm âlimleri, "İlim taleb etmek her Müslümana farzdır"[219] hadîsinde ifâde edilen "ilin”den muradın "haram-helâl ilmi" olduğunu söyleyerek helâl kazancın ve buna imkân veren meslek bilgisinin ehemmiyetini dile getirmişlerdir.[220]
İnsanları diğer canlılardan ayıran hususiyetlerden biri de hemcinsine olan ihtiyâcıdır. Hayvanlar da şüphesiz hemcinslerine ihtiyaç duyarlar, ama bu, insanlarınki kadar çok yönlü ve zarurî değildir. Tabiatı icâbı medenî bir hayat yaşamak zorunda olan insanın ihtiyaçları çoktur ve bunların hepsini tek başına kendisi karşılayamaz.
Başkalarına olan ihtiyâç, iktisadî hayatta, rızıkların farklılığı şeklinde kendini ortaya koyar. Çalışmanın ve iktisâdi gelişmenin, binnetîce medenî ve teknik terakkinin de sebep ve zenbereği olan bu ekonomik farklılık ve ihtiyâç durumudur ki, cemiyette iş bölümünü ortaya çıkarmakta kimini terzi, kimini ayakkabıcı, dülger, bakkal, taksici, pilot, âmir, me'mûr, patron, işçi, asker, komutan vs. yapmaktadır. Bakkal dükkânını işleten bakkal, mesleğini icra için müşterilerine hizmet ederken kazandığı parayla ayakkabıcı,terzi, taksici gibi pek çok meslek sahibini çalıştırmakta, istihdam etmektedir. Hz. Peygamber'in, 'İnsanların efendisi insanlara hizmet sunandır"[221] sözünün ışığında değerlendirecek olursak herkesin fevkinde yer alan devlet reisliği bile "herkese hizmet" sunan bir vazife olarak değerlendirilebilir.
Medenî hayatın devamı bu iş bölümü olmaksızın düşünülemeyeceğinden, bâzı mütefekkirler, çok haklı olarak, insanlık için, en büyük felâketin, ferdler arasındaki her çeşit farklılığın kaldırılıp mutlak eşitliğin sağlanacağı günde geleceğini söylemişlerdir.[222]
Kur'ân-ı Kerim, mevzûmuz açısından son derece ehemmiyetli olan bir âyette bu karşılıklı ihtiyaç durumuna parmak basarak, rızıkların farklı kılınma-smdaki hikmeti belirtir: "İş bölümü ile birbirleri için calışmak." .
Meâlen: "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık."[223]
Âyette geçen "iş gördürme" tâbiri, asıl mevzûmuz olan "meslekî formasyon" mes'elesi açısından büyük ehemmiyet taşır. Zira, gördürülen işler belli bir mesleği ilgilendirir. İnsanların, birbirlerinin işini görebilmesi için o işlerde yetişmesi gerekir. Her işi bilen veya hiçbir işi bilmeyen insanlardan müteşekkil bir cemiyet düşünülemez. Vasıflı mahareti en az isteyen "amelelik" ve "hamallık" bile belli bir tecrübe ve formasyon ister.
Şu halde, birbirlerine iş gördürme esâsına dayandırılan helâl rızık te'mini için, yeni yetişen nesillerin "iş görebilir" vasıfta olması şarttır. Bu da meslekî formasyonu gerektirir.[224]
İslâm dinini diğer pek çok din ve sistemlerden ayıran bir husus, dünya ve âhi-ret, madde ve mânâ, ruh ve beden muvâzenesidir. Bunlardan biri, diğeri için feda edilmez. Her ne kadar âhiret düşüncesini zihinlerde daima canlı tutmak isterse de dünyanın ihmal edilmesini taleb etmez. Bilâkis dünyanın da unutulmaması, ihmal edilmemesi tenbîh edilir. Kur'ân-ı Kerim bazı âyetlerinde gerçekten âhireti hiç düşünmeden sâdece dünyayı taleb edenleri kınarken, diğer bâzı âyetlerinde de hem dünya ve hem de âhireti taleb edenleri takdir eder ve ayrıca"dünyadaki nasibini unutma"[225] der.
Dünya ve âhireti beraberce taleb etmeyi emreden âyetlerden biri de şudur:
"İnsanlardan: 'Rabbimiz! Bize dünyada ver' diyenler vardır. Öylesine âhirette bir pay yoktur. “Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, âhirette de iyiyi ver, ateşin azabından koru' diyenler vardır. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır..."[226] (Bunu tamamlayan) bir diğer âyet de meâlen şöyle:
"Dünyayı isteyene -istediğimiz kimseye dilediğimiz miktarda- hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları meşkûr (makbul) olur. Her birine, onlara da, bunlara da Rabbinin vergisinden birbiri ardınca veririz. Rabbinin vergisi kimseden men edilmiş değildir."[227]
Meslekî formasyon mes'elesini aydınlatan ve garantileyen bir husus da budur. Kur'ân bu mevzûyu, yarınlarını samimî olarak düşünüp tedbir alacak hamiden mahrum olan yetimlerin ihmal ve istismarını önlemek
maksadıyla, yetimlerle ilgili olarak teşri etmiştir. Biz de bu kadarcık bir işaretle yetinip, mes'eleyi yetimlerle alâkalı bahiste ele alacağız.[228]
Çocuğun maddî istikbali mes'elesinde dikkatimizi çeken Kur'ânî bir orjinalite, meslek hususunda yüksek idealler vermiş olmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de çocuğun meslekî formasyonuyla doğrudan alâkalı âyetlere, emirlere rastlanmaz iken, bu konuyla zımnen de olsa ilgi kurabileceğimiz bir kısım âyetlerde yüksek ideallerin söz konusu edildiğini görmekteyiz.
Bu âyetlerden biri, daha önce de temas ettiğimiz, ideal bir Müslümanın onbeş kadar vasfının zikredildiği bir pasajda geçer. İşte burada kaydedilen ve bir mü'minde bulunması gereken ideal vasıflardan biri, arkadan gelecek zürriyetinin istikbâli için Cenâb-ı Hak'tan talebte bulunmaktır:
"Onlar: 'Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et, bizi müttakilere önder yap' derler."[229] .
Yine bu mes'eleyle irtibat kurabileceğimiz, eski peygamberlerle alâkalı bir kısım dualarda da aynı mânâyı bulmaktayız. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Kabe'nin temellerini yükseltince şu duayı yaparlar:
Meâlen: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz ki, sen, hem işitir, hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslîm olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibâdet yollarımızı göster... Rabbimiz! içlerinden onlara senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakîm olan ancak sensin."[230]
Yine Hz. İbrahim, Cenab-ı Hakkın; "Seni insanlara önder kılacağım" hitabına karşı: "Soyumdan da"[231] talebinde bulunur.
Hz. İbrahim'in çocukları için yaptığı dua ile, yeni nesillere verilecek formasyon mes'elesi arasında kurulan irtibatın oldukça zayıf olacağına dair yapılacak bir itiraza hak vermekle birlikte hemen kaydetmek isteriz ki, İslâm fakîhleri, çocukların meslekî tevcih ve formasyonu mes'elesinde, âyet-i kerîmelerde ifâde edilen espiriye uygun bir esas getirmişlerdir.
Yâni çocuğa öğretilecek meslek, çocuğun babasının icra etmekte olduğu -halkın telâkkisi açısından- meslekten şerefçe daha düşük olmamalıdır. Söz gelimi, mesleği sarraflık olan bir kimse çocuğunu, itibarca daha dûn olan terziliğe vermemelidir. Şafiî fakîhlerinden Mâverdî (v. 450/1058), mevkii yüksek bir babanın çocuğuna, şu veya bu nokta-i nazardan zarar ve aşağılanma getirecek bir mesleğe vermemesi gerektiğini söyler.[232] Hanefî fakîhlerinden Üsrûşenîde (v. 632/1230), çocuğu, babasının mesleğinden daha düşük bir mesleğe vermemek gerektiğini ifâde eder.[233]
Burada belirtilmek istenen husus, halkın örfünde ve efkâr-ı umûmiyede mevcut olan değerlendirmelerin nazar-ı itibara alınması gereğidir. Mücerred din açısından şu veya bu mesleğin diğer bir mesleğe nazaran daha şerefli olduğunu söylemek mümkün değildir. Üstelik şu mesleğin şerefli, öbürünün şerefçe dûn olması gibi değerlendirmeler zamana, zemîne, içtimaî muhite göre değişen izafî hükümlerdir.
Hanbelî âlimlerden olan İbnu Kayyim (v. 751/1350), daha değişik bir görüşle, çocuğun göstereceği istîdâda göre, meslek veya mektebe verilmesini teklif eder: "Eğer baba, çocukta iyi bir anlayış, sıhhatli bir idrak, kuvvetli bir hafıza ve yeterli bir kavrama keşfederse onu ilme teşvik etmelidir. Zira bu vasıflar, ilmi kolayca kabul için çocukta fıtrî bir kabiliyetin varlığına delildir... Bunun aksine, çocukta meslek-lerden birine müteveccih bir heves ve kaabiliyet görürse ve bu meslek de mubah ve insanlar için faydalı bir meslek ise, çocuğu o sahada yetiştirmesi gerekir."[234]
Hülâsa, bütün İslâm mezhepleri, bulûğ çağından önce, çocuklara meslek öğretilmesinin lüzumunda ittifak etmekle kalmayıp, bu mesleğin çocuğun kabiliyet ve ailesinin içtimaî mevkiine uygun olmasını ve insanlara faydalı bulunmasını da şart koşarlar. Bu hükümlere giderken âlimlerin, bir kısmını yukarıda kaydettiğimiz, Kur'âhî nâslardan istifade ettiği muhakkaktır. İslâm dini, ayrıca, çocuğa, bulûğdan önce meslek öğretme vecibesinin nazariyatta kalmayıp, fiilen gerçekleşmesini sağlamak için, başkaca prensipler koymuş, mümkün mertebe bu hususu te'minat altına almaya çalışmıştır. Ancak konunun teferruatına girmek bizi asıl maksadımızdan uzaklaştıracaktır.[235]
Kur'ân-ı Kerîm'de çocukların cinslerine göre terbiyeleriyle ilgili teferruata rastlanmaz. Ancak yine de bu mevzûyla ilgisini kurabileceğimiz bir kısım âyetler vardır:
1. Tesettür âyeti: Kadınların tesettürü yâni süslerini (süs mahallerini) kimlere karşı açabilecekleri birer birer sayılırken, ilgili âyette, sonuncu kalem olarak:
Meâlen: "Kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar"[236] denmektedir.
Âyette "bulûğ" kelimesi kullanılmadığı gibi, buna delâlet eden bir tâbire de yer verilmemektedir. Bu duruma göre, cinsî terbiye hususunda bir kısım fiilî tedbirler daha erken yaşlarda başlatılacak demektir. İbnu Kesîr'e göre, küçük çocuklar, kadınların sözlerindeki yumuşaklık, yürüyüş,' duruş ve diğer hareketlerindeki kadınlığa has incelikleri anlayamazlar. Bu durumdaki küçüklerin kadınların yanlarına girmelerinde bir beis yoktur. Ancak mürâhık olmuş ise, veya mürâhık olma yaşına yaklaşmış ise-ki bu da kaydedilen hususları anlaması, çirkinle güzelin arasını tefrik edebilmesiyle ortaya çıkar- kadınların yanına girmesi caiz değildir.[237]
Râzi'nin kaydettiği iki açıklamadan birine göre, bu âyette kastedilen, kadınların avretlerini, küçüklüğü sebebiyle tasavvur edemiyen ve ne olduğunu anlamayan çocuk, diğerine göre de, kadınlara temas etme gücüne henüz ulaşmamış bulunan çocuktur.[238]
2. İsti'zân âyeti: Günün üç vaktinde, büyüklerin yanma girerken, çocuklar için izin isteme (isti'zân) kaidesini getiren âyet bu mevzuda bir başka delîl olmaktadır:
"Ey iman edenler, ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz bulûğa ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hakimdir."[239]
Burada Kur'ân-ı Kerim, doğrudan doğruya çocuklara hitab etmeksizin, çocuklarla ilgili bir emir vermektedir. Doğrudan çocuklara hitab edilmeyişi, onların henüz mükellef, teklife mahal olmayı şiarından dır. Her çeşit âdabı ve hattâ farzları onlara büyükleri öğretecektir. Dinî terbiyeleri ile alâkalı olarak daha önce kaydettiğimiz âyetlerde de çocuklar doğrudan muhatab değillerdir. Meselâ namaz vs. bir kısım umur Hz. Lokman'm çocuğuna yaptığı nasihatler meyânında kaydedilmiş veya, ehline namaz emreden bâzı peygamberlerden bahislerde bulunulmuştur.
Âyette dikkat çeken diğer bir husus şudur: Oradaki hitap anneye veya babaya değil "büyüklere"dir. Binâenaleyh çocuk sâdece ebeveynin değil, diğer büyüklerin de, bu üç vakitte, huzurlarına girerken izin isteyecektir. Müfessirler burada, "ey iman edenler" tabiriyle erkek ve kadın her iki cinsin de kastedildiğini belirtirler. Keza, çocuklar için de, kız ve erkek her ikisi maksûddur.
Âyetten anlaşılan sarih mânâlardan bir diğeri, Müslüman bir ailenin yaşayacağı meskenin plân ve tanzîmiyle ilgilidir. Müslüman "aile" tek odalı bir meskende yaşayamayacağı gibi, oda sayısı, evde yaşayanların sayısına uygun olarak farklı olacaktır. Bulûğa ermeyenler için, bulûğa ermiş olanlar için, ebeveyn için ve hattâ ayrı cinsten büyükler için -en azından yukarıda beyân edilen üç vakitte- kalacakları üç ve hattâ dört ayrı odaya ihtiyaç vardır. Aksi takdirde âyette emredilen "birbirlerine izinle girme" emri yerine gelmez.
Bu âyeti tamamlamak üzere, Hz. Peygamber'in (a.s.m.), on yaşma basan çocukların yataklarının ayrılmasına dâir emride[240] göz önüne alınacak olursa, gerek mesken plân ve tanzimi nokta-i nazarından ve gerekse çocukların cinsî terbiyeleri nokta-i nazarından "ayırım" mes'elesinin ehemmiyeti daha da ciddiyet kazanır.
Ama ne var ki, Müslümanlar, bu âyeti, tâ bidayetten beri tam olarak tatbik sahasına koymuş değillerdir. Rivayetler, Ashâb'ın büyüklerinden olan İbnu Abbâs'm bu âyeti, insanların tatbik dışı bıraktığı üç âyetten biri olarak görerek yakındığını kaydeder.[241]
Bu âyetten şu mânâ da çıkmaktadır: Çocuklar, bu üç vakit dışında, evin odalarını normal şartlarda dolaşmak hususunda serbest olmalıdır, bu hususta onlar kayıtlanmamalıdır. Bu üç vakitte izin şartı, "açık bulunabilme ve binâenaleyh avretlere ıttıla" sebebine bağlandığına göre, bu vakitler dışında da avretlere ıttıla ihtimali izni gerektireceği gibi, "bu vakitlerin dışında birbirinizin yanma girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur" ifâdesine göre, bu vakitler dışında, normalde, küçüklerin girip çıkmasına imkân verecek örtülü kıyafette bulunmak gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm bu isti'zân âyetiyle, dolaylı olarak, hâne halkının, mesken dâhilinde taşımaları gereken kıyafet ve dahilî hayatın tanzimiyle ilgili esasları da latîf bir üslûbla vermiş olmaktadır.
3. Büyüklerin isti'zâni: Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda kaydettiğimiz, çocuklarla ilgili âyetin hemen ardından, büyüklerle alâkalı kaideyi kaydeder:
"Çocuklarınız bulûğa erdiklerinde, büyüklerinin izin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah alîmdir, hakimdir."[242]
Bu âyet doğrudan çocuklarla alâkadar görünmese de, mevzûmuzu tamamlayıcıdır. Zira, görüldüğü üzere, burada, büyük çocukların ebeveyn veya diğer büyüklerinin yanlarına girmede izin isteme gereği, küçüklerde olduğu gibi, üç vakitle kayıtlanmıyor, "her defasında" olmak üzere şümullendiriliyor. Yine Nür Sûresinde, daha önce mutlak bir şekilde beyân edildiği üzere, "büyük, küçük, mahrem, yabancı kim olursa olsun, hangi vakitte bulunursa bulunsun[243], bir başkasının evine girerken" izin istemek gerekmektedir:
"Ey iman edenler! Evlerinizden başka evlere, izin almadan seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir."[244]
Râzî, isti'zân emrinin sebebi, avrete ıttıla değil de içeridekinin başkasının ıttılaını istemediği bir işle
meşguliyeti ise, kişinin zevce ve cariyesinin bile izinsiz giremiyeceğini beyân eder.[245]
Esas itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de, öğretim ve terbiye mes'eleleriyle ilgili olarak, kız ve erkek arasında herhangi bir ayırım emri sarîh olarak gelmiş değildir. Bu konuya giren âyetlerden çıkarılacak sarîh veya zımnî hükümler kız ve erkek her iki cinse de şâmildir. Ancak, hususan cinslerin terbiyesi ile alâkalı birkaç bahsin, kadın ve erkek her iki cinste de ayrı ayrı ele alınarak tebliğ edilmiş olması, âyetlerin sarîh olan ahkâmının yanıbaşmda, cinslerle alâkalı içerisinde verilmesi gereğini tefhim ettiği söylenebilir:
"Ey Muhammedi Mü'min erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerim korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısım müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğullan veya kocalarının oğullan veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları vaya kızk ar d eşlerinin oğulları veya Müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey insanlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün."[246]
Münhasıran tesettürle alâkalı olması hasebiyle, sâdece kadınları ilgilendiren diğer bir âyetin, betahsis kadınlara hitaben gelmiş olması cinsî bilgilerin, cinslere ayrı ayrı verilmesi gereğini te'yîdden başka, bu çeşit bilgilerin cinslere verilmesinin ihmal edilmemesi gereğini de ifâde eder:
"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarım söyle. Bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder."[247]
Terbiyede cinslerin ayırım mes'elesi hadîslerde daha sarih gelmiş, bunlara dayanan fakîhler, çocukların "temyiz yaşından itibaren" kızların ve erkeklerin cinsî terbiyelerinin daha şuurlu, daha sistemli olarak ayrı ayrı ele alınmalarını ifâde etmişlerdir. Onların terbiyelerini ayırma işi, verilecek husûsî bilgi ve kazandırılacak maharetlere şâmil olduğu gibi, onları yetiştirecek hocaya da şâmildir. Normalde, kızları kadın muallim, erkekleri de erkek muallim terbiye etmelidir.[248]
Ebeveynin sorumluluğuna giren terbiye müfredatının ana mes'elelerini gördükten sonra, bu bahsi, mühim bir hususla noktalamamız gerekmektedir. Dikkat çekeceğimiz hususa "mühim" diyoruz, zira terbiyevî faaliyetin itidalini koruması ve birçok durumlarda karşılaşılan başarısızlık karşı-smda fütura düşmeden terbiyevî gayretin devam ettirilmesi bunun anlaşılmasına bağlıdır.
Geçen bahislerde görüldüğü üzere, bir kısım âyet ve hadîsler, başta baba olmak üzere ebeveyni vesayetleri altında bulunan çocukların dinî terbiyesinden sorumlu tutarken, diğer bir kısım âyet ve hadîsler onların gayretine mutlak bir başarı vâdetmemekte ve hattâ başarısızlık örnekleri vermektedir. Bu hususa en muknî misâl Hz. Nûh ve onun oğlu ile alâkalı olanıdır: Kur'ân-ı Kerim'in belirttiği üzere, Hz. Nûh, kavmini "gizli ve açık"[249] her şekle baş vurarak "gece ve gündüz"[250] hiç durmadan Hakka çağırmış bulunduğu halde, kendi oğlu, bütün arzu ve gayretlerine rağmen "kâfirlerden" ayrılmamış ve "boğulanlardan" olmuştur.[251] Hiç kimse Hz. Nuh'un bu hummalı irşad işinde Ailesini ihmal ettiğini, aile efradı ve bu. meyânda oğlunun hidâyeti için uğraşmadığını söyleyemez. Evlâdına karşı bir babanın taşıdığı şefkati ifâde için müşahhas örneklerden biri olarak kaydedilen Hz. Nuh'un, kendi çocuklarını ebedî ateşten kurtarmak için başkalarına sarfettiği gayretten daha fazlasını sarfettiğini, bu işte daha çok fırsat sahibi bulunduğunu söyleyebiliriz. Öyle ise onun oğlu, bir peygamber babanın gösterebileceği,, en kesif, en muknî irşad faaliyetlerine rağmen sapık çevresine uyup, küfründe direnmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, ebeveynin gayretine rağmen küfründe direnecek olanlara kıyamete kadar rastlanabileceğini ifâde zımnında, bir başka pasaja daha yer verir. Ebeveynin irşadına kulak tıkayıp, küfründe ısrar eden ve inadım, onlarla cedelleşmeye gidecek kadar ileri götüren evlâd örneğinin sunulduğu bu pasajda, şahıs muayyen değil, mutlaktır:
"Anesine, babasına; 'Öf ikinizden (sizden bıktım), benden Önce nice nesiller gelip geçmişken beni, tekrar diriltilmemle mi tehdîd ediyorsunuz?' diyen kimseye, anne babası, Allah'a sığınarak 'Sana yazıklar olsun! İnan, doğrusu Allah'ın sözü gerçektir' diye cevap verirler. İşte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde Allah'ın azâb va'-dinin aleyhinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır."[252]
Şu halde, Kur'ân-ı Kerîm, bu kaydedilenlerin ışığında şu dersi vermek istiyor: Anne ve babalar, her halükârda çocuklarının irşadı için çalışacaklar, ellerinden geleni yapacaklardır. Bu durumda, istenen gaye hâsıl olmasa bile, Allah nazarındaki sorumluluktan kendilerini kurtarmış olurlar.
Peygamberlik vazifesinin ifasında mühim bir esas olan ve bu sebeple birçok defalar[253]"Teblîğ edip netice beklememek" ve hattâ "icbar edici olmamak" düstûru ailevî terbiyede de mürşid ve rehber olacaktır:
Meâlen: "Eğer yüz çevirirlerse, (ey Muhammed),. sana düşenin sâdece açıkça tebliğ olduğunu bil."[254]
Meâlen: "(Ey Muhammed!) Sen duyur! Esasen sen sâdece bir duyurucusun. Sen onlara zor kullanacak değilsin."'[255]
Tebliğden netice hâsıl olmaması, tebliğ işine devanı hususunda fütur vermemeli, azmi kırmamalıdir. Zira hidâyeti veren Allahtır:
Meâlen: "(Ey Muhammed!) Sen sevdiğim doğru yola eriştiremezsin, ama Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir."[256]
Bu durum, terbiye müfredatının en mühim kalemini teşkil eden dinî terbiyede böyle olduğu gibi, başta meslekî terbiye olmak üzere diğer kalemlerde de böyledir.
Dinî terbiye örneğinde temel prensip böylece tesbît edildikten sonra, aynı pransibin terbiye müfredatına giren diğer kalemler için tekrar açıklanmasına hacet kalmaz.[257]
Terbiye mevzuuna giren mes'eleler sâdece din ve meslek eğitimi müfredatı, eğlence vs. gibi yukarıda kaydettiğimiz konulara münhasır değildir. Herkesin bilmesi gereken daha pek çok mes'elesi vardır. Burada hepsini ele alarak teferruata girmeyeceğiz. Bununla beraber, Kur'ân-ı Kerîm'in yer verdiği, hattâ bâzılarında tekrar tekrar üzerinde durup teferruatlarını açıkladığı birkaç mes'eleye daha dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bunlardan biri terbiye yaşı ve bununla, alâkalı bâzı mes'eleler, diğeri de süt devresi'dir. Bilhassa süt devresi üzerinde Kur'ân-ı Kerî defalarca durmuştur. Bu hal, terbiye açısından ehemmiyetini herkesin lâyıkıyla kavrayıp değerlendiremediği bu devrenin aslında büyük önem taşıdığını, o devreyi ilgilendiren -başka gıda rejimi olmak üzere- pek çok mes'elenin üzerinde hassasiyetle durmak gerektiğini ifâde eder. Biz de ehemmiyetine binâen, bu mes'eleyi açıklayarak bahsimize gireceğiz:[258]
Kur'ân-ı Kerime göre, çocuğun terbiye ve bakımında en mühim devrelerden biri süt devresidir. Zira zahiren ehemmiyetsiz ve kısa. olan bu devre ile alâkalı olarak muhtelif hükümler vazedilmiş, mes'ele farklı âyetlerde tekrarla ele alınmıştır:
1. Ahkâf sûresinde "hamilelik ve sütten kesme müddetinin otuz ay" olduğu bildirilir.[259]
2. Bu âyette mübhem kalan süt devresinin müddeti, Lokman Sûresinde iki yıl olarak tahdîd edilir.[260]
Bakara Sûresinde tekrar ele alman bu devre, babanın isteğine bağlı olarak "tam iki yıl" olarak kesin hükme bağlanır:
Meâlen: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen babalar için tam iki yıl emzirirler."[261]
Âyetin devamı, bu iki yılın vecîbe olmadığını, anne ve babanın mutabakatı ile daha önce de sütten kesilebileceğini ifâde eder:
Meâlen: "Anne-baba aralarında istişare ederek ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur."
3. Yukarıdaki âyette, çocuğun anne tarafından emzirilmesi esas kılınmış olmakla birlikte "süt anneye" verilmesi de tecvîz edilmiştir. Ancak, âyetten âlimler, iki yıllık devre içinde çocuğu emzirmeye annesinin ehakk olduğu, emzirmek istediği takdirde, babanın başka bir sütanne arama hakkına sahip olmadığı, hükmünü çıkarmışlardır.[262] Ayrıca âyetin devamında, "Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun bir şekilde öderseniz, size sorumluluk yoktur" denmektedir.
4. Boşanan ailelerde, emzikli çocuğun emzirtil mesi mes'elesi ayrıca ele alınmakta ve bu durumda annesi emzirdiği takdirde annesine emzirme ücretinin verilmesi emredilmektedir. Annesine emzirtilmesi bâzı zorluklar çıkaracak ise, bir' sütanneye verilmesi de tavsiye edilmektedir.[263]
Mutlak mânâda alınınca fiilî terbiye, insanın bedenî, ruhî ve aklî kapasitelerini, dinî idealler çerçevesinde, herhangi bir sınırla kayıtlı olmayan sonsuz mertebeler içerisinde, âzami şekilde geliştirip yüceltmek maksadıyla, doğumdan ölüme bütün hayatını ihata eden mütemâdi bir faaliyettir. Ancak, bu faaliyetlerin en kesafetlisi ve velînin sorumluluğu altında bulunan safhası bulûğ çağma kadar olan terbiyedir. "Terbiye" denince nassen de, örfen de öncelikle bu anlaşılır.
Kur'ân-ı Kerîmde, yanında ebeveyninden biri veya her ikisi yaşlanmış olan kâhil (yâni olgun yaşta) bir kimsenin, bu yaşlı anne ve babasına karşı nasıl davranması gerektiğini tesbît ederken kâhil kimseye, ebeveyni için şöyle demesi emredilir:"Ey Rabbim, küçükken beni terbiye ettikleri gibi sen de onlara merhamet et! de."[264]
Burada ebeveynin evlâdlarmı, "küçükken terbiye" etmeleri gereği nazar-ı dikkate verilir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) ebeveynin sorumluluğunda olan çocukluk çağındaki terbiyede kazandırılan bilgi, ahlâk, davranış gibi her çeşit aklî ve ruhî muktesebât, kişi şahsiyetinde silinmesi zor, derin ve ciddî izler bıraktığını birçok hadîsleriyle ifâde eder:
"İlmi gençken öğrenen sanki taş üzerine nakşetmiş gibidir, büyüdüğü zaman öğrenen ise sanki su yüzüne yazı yazmış gibidir."[265]
"Hayra alışın, zira hayır âdet {ve alışkanlık) ile kaimdir"[266] "sözüyle her çeşit iyi şeylerin öğrenilip kazanılarak alışkanlık hâline getirilmesinde en mühim devre olan çocukluk devresine, İslâm dininin müstesna bir ehemmiyet atfedeceği her çeşit izahtan' varestedir. Âyet ve hadîste gelen gerek işârî ve gerekse açık beyanlar "dal küçükken eğilir1 hükmünü tefhim ve te'yîd ederler.
Her çeşit terbiyevî faaliyetin mümkün mertebe erken başlatılması gereğine Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sünnetinde fiilî örneklere çokça rastlarız: Yeni doğan çocuğun kulaklarına ezan ve ikamet okunması[267] -az ilerde açıklanacağı üzere- konuşmaya başlar başlamaz dinî mesâilin ezberletilmeye; sağını solundan tefrike, yirmiye kadar saymaya başlar başlamaz da namaz kıldırmaya başlatılması gibi."[268]
Kur'ân-ı Kerim, normal olarak, doğuştan çocukların herhangi bir ilimle mücehhez olmadıklarını, hiçbir peşin ilim sahibi olmaksızın doğduklarım ifâde eder:
Meâlen: "Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştı. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir."[269]
Şu halde ilim, normalde, göz, kulak, kalb gibi organlar yaratılış gayelerinde kulanılarak, onların tâbi olduğu belli bir gelişme müddeti içerisinde kesbedilecektir. Nitekim Hz. Yûsufla ilgili âyette:
Meâlen: "Olgunluk çağına[270] erince ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırdık." buyurulmaktadır.[271]
İlmî terakkide insanların kahir ekseriyetinin tâbi olduğu normal vetire bu olmakla birlikte, yine Kur'ân-ı Kerîm'de bir kısım çocukların küçük yaşta "büyük hikmet" sahibi olabileceklerine işâreten, Hz. İsa ile Hz. Yahya örnekleri verilir. Hz. Yahya ile alâkalı âyet söyle:
Meâlen: Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl' deyip daha çocukken ona hüküm, katımızdan kalb yumuşaklığı ve safiyet verdik. O Allah'a karşı da takva sahibi idi."[272]
Âyette Hz. Yahya'ya, henüz çocukken verildiği ifâde edilen "hüküm"den muradın "hikmet, ilim ve nübüvvet"[273] ve bu yolda gösterdiği "ciddiyet, azim, hayra olan düşkünlüğü ve hayırdaki gayreti"[274] olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber'den (a.s.m.) gelen açıklamalar Hz. Yahya'nın daha sekiz yaşlarında bir çocukken gerçekten hikmetli sözler söylediğini göstermektedir: "Kardeşim Yahya'ya Allah rahmetini bol kılsın, çocuklar onu oyun oynamaya çağırdıkları vakit, -daha (sekiz yaşlarında çocuk olmasına rağmen)- 'Oyun için mi yaratıldım?' demiştir. Henüz günahları yazılma yaşma ulaşmayan böyle derse, ulaşan ne demelidir?"[275] Keza Hz. İsa'nın da, bir mû'cize eseri olarak, daha beşikte iken konuştuğu belirtilir ve söylediği sözler kaydedilir.[276]
Kur'ân-ı Kerîmin muhtevasında yer eden her meseleden, mü'min muhatapların alacakları mutlaka bir ders-i ibret olduğuna göre, bu iki örnekten, -cüz'î bir azınlık da olsa- bir kısım çocukların, küçük yaşlarda ilim ve hikmetçe terakki edebilecekleri hükmü çıkarılabilir. Durum böyle olunca gerek ebeveyn, gerek cemiyet, bu çeşit kabiliyetlerin inkişâfına veya husûsî talîm ye terbiyelerine hem fikren ve hem de teçhizat ve imkânlarıyla her an hazır olmalıdır.[277]
Nitekim on dört asırlık uzun İslâm târihi içerisinde gerek ilmî, gerek askerî ve siyâsî sahalarda, günümüze kadar şöhretini devam ettirebilen büyüklerin pek çoğu, küçük yaşlarda tahsil ve terbiyelerini ikmal ederek yirmi yaşına varmadan kariyer yapmış kimselerdir. İmam Şafiî, İmam Buhârî, Süfyân İbnu Uyeyne, İbnu Sina, Fâtih Sultan Mehmed bunlardan ilk akla gelenlerdir.[278]
Bir kısım âyetler, çocuğun hayata hazırlanma safhasında, büyüklerin, yâni terbiyecilerinin, hep ona emredici değil, onu da dinleyici, fikrini alıcı ve böylece ona değer verildiğini ihsas edici olmasını tefhim etmektedir.
Bu hususta kaydı gereken bir örnek Hz. Yûsuf la ilgilidir. Hz. Yûsuf henüz on iki yaşlarında bir çocuk iken[279] gördüğü rü'yâyı te'vîl ederek: "Oğulcuğum, rü'yâyı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar" der.[280] Râzî'nin kaydettiği bir rivayete göre, Hz. Yûsuf, yedi yaşında iken gördüğü buna benzer bir rü'yâyı babasına anlatmış, babası daha o zaman da, Yûsufu ciddiyetle dinleyip, rü'yâsmı kardeşlerine anlatmamasını tenbîh etmiştir.
Mevzûmuz açısından daha da mühim olanı Hz. İsmail'le alâkalı olan âyettir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail'in kurban edilmesi ile alâkalı rü'yâyı görünce durumu ona acar.
Meâlen: "Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: 'Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?"[281]
Burada vazıh bir şekilde çocukla yapılan istişare görülmektedir. Bâzı rivayetlerde Hz. İsmail'in bu esnada on üç yaşlarında olduğu söylenmiştir.[282]
Şu halde, çocukların terbiyesinde, onların rü'yâlarını dinlemekten tut, tâ kendilerini ilgilendiren meselelerde fikirlerini almaya varıncaya kadar, pek çok mes'elede, onlara değer vererek şahsiyet tanımak Kur'âni terbiyenin esaslarından biri olmaktadır.[283]
Yeri gelmişken, dinî kitaplarımızda sıkça geçen ve "büyüğe hürmet", "büyüğün yanında susmak", "haddini bilmek" emredilen "küçük"ün kim olduğunu belirtmeye çalışalım,,
İslâm âlimleri, bir kısım hadîslerde geçen "küçük" tabiriyle her seferinde "yaşça küçüklüğü anlamamışlardır. Bir kısım hadîslerde şüphesiz büyüklük-küçük-lük ölçüsünden murad yaştır.
Ancak bâzı- durumlarda yaş değil, "ilim" ve "makam" büyüklük ölçüsüdür. Âlimlerimiz hakikî ilim sahibinin yaşı ne olursa olsun "büyük", câhil kimsenin de âlime nazaran, yaşça pîr-i fâni de olsa "küçük" olduğunu ifâde etmişlerdir.
Nitekim, "Küçükler nezdinde ilim aramak kıyamet alâmetlerindendir"[284] mealindeki hadîste istiskal edilen küçüğün yaşça küçük olmadığı, buradaki küçükten muradın "kendi re'yi ile fetva verenler", "dinî meselelerde selef âlimlerinin yolunda gitmeyenler", "başkalarının re'yini ashâb-ı kiramın re'yine tercih edenler", "ehl-i bid'a" vs. olduğu başta İbnu'l-Mübarek olmak üzere birçok âlimler tarafından ifâde edilmiştir.[285]
Bizzat İmam Buhârî, ilim alınacak hocanın yaşı hususunda tereddüdü reddederek; "Bir kimse (yaşça ve ilimce) kendi fevkinde, mislinde ve dûnunda (yâni aşağısında) olandan ilim almadıkça ilimde kemâle eremez" demiştir.[286]
Kur'ân-ı Kerîm, insan psikolojisini alâkadar eden unsurlar açısından tahlil edildikte, tesbit edilebilecek pekçok noktalardan iki tanesi mevzûmuzu ilgilendirir:
1. Bütün[287] peygamberlere karşı çıkıp küfürde direnenlerin ittifakla kullandığı[288] delillerden biri "Babalarımızı hangi din üzere buldu isek ondan ayrılmayız" sözünde ifâdesini bulan taklitçiliktir.
2. Bir cemiyetin saplanmış bulunduğu her çeşit sapıklıklarına karşı gelenler, öncelikle ve çoğunlukla
"gençlerdendir.
Kur'ân-ı Kerîm birinci hususla alâkalı pekçok âyet-i kerimeye yer verirken, ikinci hususu te'yîd eden birkaç örnek verir:
1. Ashâb-ı Kehf, gençlerden müteşekkil bir gruptur: Bizzat âyet-i kerîmede,
yâni "Şu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp Ondan başka tanrılar edindiler-"[289] diyerek içinde yaşadıkları cemiyeti terkettikleri belirtilen "Mağara Ashâbı"nın "birkaç genç"ten ibaret olduğu, "genç" kelimesi iki ayrı sefer tekrar edilerek bilhassa tebarüz ettirilir.[290]
2. Kavminin putperestliğine karşı gelerek putları kırmakla meşhur olan Hz. İbrahim'in de (a.s.) genç olduğu belirtilir. Âyet-i kerimeyi mealinden takip edelim: "(İbrahim, kavmine içinden) Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım' dedi. (Münâsib bir anda da) hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti 'tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o; zâlimlerden biridir' dediler. Bâzıları, 'İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk' dedi"[291]
Kur'ân-ı Kerim böylece, kültür değişmelerine ve her çeşit yeni fikirlerin benimsenme veya benimsetilmesine gençlerin daha açık olduğunu ifâde etmiş olmaktadır.[292]
Çocuk deyince en ziyâde hatıra gelen hususlardan biri oyundur. Kur'ân'da çocuklarla alâkalı olarak oyuna yer veren bir âyet mevcuttur: Hz. Yûsuf la ilgili kıssada, Hz. Yûsufun kardeşleri, Yûsufu bir kuyuya atmak üzere karar aldıktan sonra babalarına gelerek:
Meâlen: "Ey babamız! Biz Yûsuf a karşı hayırhah olduğumuz halde onu niçin bize emniyet etmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın; Biz onu herhalde koruruz." dediler.
Peygamber olan babaları Hz. Ya'kûb, "oynamasına dâir teklifi" reddetmiyor, ancak endişesini dile getiriyor:
Meâlen:"Babaları: 'Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım' dedi"[293]
Âyet-i kerime, çocuğun gezinti ve oyuna salınmasının cevazını ifâde etmekten başka, bu sırada gelebilecek tehlikelerin düşünülüp tedbîr alınmasını da tazammun eder. Ayrıca burada, çocuk hakkındaki endişeyi "kurtla ifâdenin eskiliğine Kur'ânî bir şahit görülmektedir.[294]
Kur'ân-ı Kerîm'de "oyun" mânâsına gelen "Ia'ib" kelimesi ile bu kökten türeyen fiillerin kullanılışında büyük bir hassasiyet görülmektedir. Zira, yukarıda keydedilenin dışında bu kelime büyükler hakkında’da[295] veya "aldatıcı" olduğu belirtilen "dünya hayati"nın[296] tavsifi sadedinde, bir de "mahlûkatın bir "eğlence" olsun diye yaratılmadığını" beyan maksadıyla[297] kullanılır ve her defasında tezyifi (pejoratif) mânâdadır. Hiçbirinde "oyun"u te'yîd eden, tasvîb ve ona teşvîk eden müsbet mânâda görülmez.
Bu durum hadîslerde daha vazıh görülür. Hz. Peygamber "menedilen eğlenceden"[298] saymadığı "atma, binme, yüzme, yürüme ve hanımıyla eğlenme" gibi faydalı olanlar[299] dışında kalanları "oyun için yaratılmadık''[300] diyerek büyükler hakkında reddederken, "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın"[301] diyerek çocuklar hakkında bunu tecviz etmiştir. Hz. Peygamberin (a.s.m.) çocukları bizzat eğlendirdiğine dâir rivayetler de çoktur.[302]
Çocuğun terbiyevî sorumluluğu ile alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerim'den kaydettiğimiz nâslardan çıkan bir sonucu burada, husüsen belirtmede fayda var: Çocuğun her çeşit terbiyesinden öncelikle babası ve ailesi mesûldür.
Babanın normal şartlarla mevcudiyeti hâlinde, başka bir sorumlu merci kesinlikle mevzubahis değil. Devletin sorumluluğu da en sonunda söz konusu olmakta.
Bu durum, günümüzdeki tatbikata taban tabana zıd düşmekte ve mes'ele üzerinde değerlendirmeye gidildiği takdirde, hem İslâmî ruhtan büyük bir uzaklaşma görülmekte, hem de birçok ferdî, ailevî ve içtimaî ızdırap-larımızm hakikî sebepleri hakkında daha mâkul, daha gerçekçi bir teşhiste bulunulabilmektedir. Şöyle ki:
Dinimiz, çocuğun dinî, dünyevî her çeşit terbiyesini içine alan "temel eğitimden aileyi sorumlu tutarken, aileler bu işi "okul'a bırakmış durumdadırlar. Okullar ise, çocuğun tek başına hayata atılmasını gerçekleştirecek her çeşit zarurî bilgilerin verilmesi demek olan "temel eğitim" devresinde, bu hayatî bilgilerden, en başta meslek olmak üzere, pek çoğunu ihmal etmekte, faydalılık derecesi henüz yeterince araştırılıp münâkaşa edilmemiş olan okuma-yazma dışında ciddî, işe yarar bir şey vermemektedir.
Netice olarak, insan ömrünün bu en kıymetli devresi, afakî ve lüzumsuz şeylerin öğretimi suretinde bir nevi "oyalamaca" ile geçmekte, çocuk hiçbir hayatî hazırlığa sahip olmadan 18-20 yaşlarına, yâni müstakil ekonomik bir unsur olarak hayata atılma devresine gelmiş bulunmaktadır. Söz gelimi ilkokula 7 yaşlarında başlayan bir çocuk 5 yıl ilk, 6 yıl da orta tedrisâtta okuyarak 18 yaşlarında liseden me'zûn olunca hiçbir meslek sahibi olmamaktadır. Üniversiteye girme şansı ise, son yıllara kadar yüzde on olunca, girebilenler istisnayı teşkil etmektedir. Orayı bitirenlere de bir iş ve meslekî icraat garantisi yine de mevcut değildir. Öyle ise bunca zahmet ve bunca masraflar niye yapılmaktadır?
Sırf dünyevî terbiye açısından bakılsa bile, ortadaki sakatlık açık bir şekilde meydana çıkmakta ve gencin gerçek ihtiyâcı ile tezad arzetmektedir. Programlarda dinî ve millî değerlerin noksanlığından başka pratik çalışma zevkini kazandırma tedbîrlerinin yokluğu gibi eksiklikler de göz önüne alınacak olursa, günümüzdeki aylak, gayesiz, avare ve binnetîce anarşist gençliğin çıkış sebeplerine inilmiş, hâl-i hazır millî ızdırabımıza mâkul bir izah getirilmiş olur.
Şüphesiz burada "mekteb"e karşı olmak söz konusu değildir. Tâ bidayetlerden, Ashâb devrinden itibaren İslâm âlemi "küttâb" veya "sıbyân mektebi" gibi adlar taşıyan çeşitli tedrisât müesseselerine yer vermiştir. Bilâhare de "medreseler" kurulmuştur. İslâm-medeniyetinin, çeşitli isimler altında kurulup gelişen tedrisât müesseselerine dayandığı, inkârı gayr-ı kabil bir gerçektir.
Burada maksadımız, ebeveynin sorumluluk durumuna nazar-ı dikkati çekmektir. Dinimiz, çocuk, hocaya veya mektebe verilse, bile, neticede yine ebeveyni sorumlu tutmaktadır. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, ebediyete kadar hükümverma olan Kur'ân-ı Kerîm, yeni yetişenlerin "ateşe düşmelerinden" aile reislerini sorumlu tutmakta ve ihmalkârları "gerçek hüsran sahibi" ilân etmektedir. Başarılarında da keza büyük payı ebeveyne ayırmakta ve Ölse bile hayır defteri açık kalacak birkaç kalem bahtiyarlar arasında "hayırlı evlât yetiştirenleri" zikretmektedir.[303]
Klâsik terbiye kitaplarımız[304] anne-babayı, bu hayat veren, başarı ve terakkinin de zenbereği olan "ebeveynlik mes'ûliyeti"nden azade etmemek ve çocuğun hocaya verilmesi hâlinde bile devamlı hoca-velî irtibatını zinde tutabilmek için, . Hz. Peygamber'den (a.s.m.) gelen rivayetlere dayanarak şu hükmü koymuştur: Hoca, te'dîb maksadıyla çocuğa üçten fazla vuramaz. Ancak, başarısına te'sîr edecek yaramazlığı sebebiyle daha fazla dövülmeyi hak ederse, bu fazlalık için çocuğun velisinden izin ister. İzinsiz fazla vurması haramdır...
Gerçek bu iken, nasıl çıktı, kim çıkardı bilemiyoruz, çoğunlukla Müslüman velî, bu müsâadeyi asırlardan beri, peşinen vermiş, daha çocuğu hocaya teslim ederken, "benden izin talebine hacet kalmaksızın istediğin kadar döv" mânâsında: "Eti senin, kemiği benim" demiştir. Bu söz, hiç şüphe yok, her gün çocuğu murakabe gibi oldukça zor ve sıkıntılı bir mes'ûliyetten zahmetsiz bir kaçıştır. Çoğu kere, te'dibî olmaktan çıkıp, keyfî ve hissî olan dayağa ve hattâ, daha fenası, yeterli pedagojik formasyondan mahrum kişilerin, -günümüzde bile görüldüğü üzere- fıtrî ve tabiî yaramazlıkları karşısında şaha kalkan kaba beşerî öfkesini tatmine yönelen ezici, yıldırıcı, okumadan nefret ettirici falaka ve işkencelere verilen bu peşin izin, veliye, belki "gözünün nuru", "kalbinin sürürü", "ömrünün semeresi" bildiği evlâdı hakkında kahramanca bir fedâkârlıkta bulunmanın neşve ve hazzını da vermiştir.
Ne var ki, bu müsaade, evlâdının yetişme işini bir tesadüfe, sonu meçhul bir maceraya terketme olmuştur.
Bu, İslâm cemiyetine hayat bahşeden, terakki ve yükselmeye zenberek ve kamçı olan temel İslâmî prensiplerin birinden, belki de birincisinden ilk uzaklaşma olmuştur.
Bu, Kur'ân'ın, maveradan gelen o ilâhî sesin yükseldiği en mukaddes emânetten, bir diğer ifâde ile yeni yetişen neslin istikametini kontrol mes'ûliyetinden ebeveynin ilk kaçışıdır.
Bu, ferdî mes'ûlîyetler üzerine kurulup evc-i alaya yükselen bir medeniyetin yıkılışına atılan ilk adımdır.
Evet, velî, külfetten kurtulmuştur, ama rahmetten de mahrum kalmıştır: Kur'ânî mes'ûliyeti müdrik nesillerin ortaya koyduğu parlak bir medeniyet peyderpey elden çıkmış, hâkimiyetin yerini tezellül almıştır.
Bugün en dindar velîler bile, hâlâ bu aldatmacanın kurbanı olarak, çocuğunun hayata hazırlanma mesuliyetini "okul"a bırakmakta ve teslim ederken, sonu nereye vardığını hiç tartmadığı aynı cümleyi tekrar ederek: "Eti senin, kemiği benim" demekte ve mesuliyetten kurtulduğunu zannetmektedir.
Fakat bu bir şeytan oyunu ve nefis aldatmasıdır.
Başını kuma sokan devekuşunun, düşmanın nazarından kendini sakladığını zannetmesi nevinden bir aldatmaca ve aldanma.
Zira, âyet-i kerîme: "Ey imân edenler! kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun" derken ne okula, ne de hocaya hitap etmektedir. Kıyamet günü de bir neslin ve ona bağlı olarak medeniyetin yıkılış hesabı yine o sorumsuz anne-babalara sorulacak. Hesabını veremeyenler, dünyada çektikleri zillete ilâveten emânete hıyanet cezası olarak cehennemle tecziye edileceklerdir.
Şu halde, ister reform, ister rönesans, isterse "tecdîd" veya "ıslâh" diyelim, hangi kelimeyle ifâde edersek' edelim, biz Müslümanların yeni bir kurtuluş, yeni bir hamle ve terakkî hareketi bu ferdî mes'üliyetimizi yeniden idrâk ve kabullenmeden geçecektir.
O zaman göreceğiz ki, kahve köşelerinde öldürecek, siyâsî gevezeliklerde heder edecek vaktimiz yoktur. Zarurî meşguliyetlerden arta kalan zaman bu mukaddes vazifenin ifasına ancak yeterlidir.[305]
Bu bölümde, çocukların, geniş mânâda himâyesi için İslâm'ın getirdiği tedbîrleri göreceğiz. Gerçi daha önce işlenen bâzı bahisler de "himaye" mânâsına belli bir ölçüde dâhil edilebilir. Ancak, gerek mes'elelerin himayeden uzaklığı ve gerekse taşıdıkları ehemmiyet sebebiyle o konuları ayrıca işledik. Burada ise, bihassa hâmisi olmayan "yetim"in maddî-mânevî koruması için Kur'ân-ı Kerîmin ihtiva ettiği âyetleri ve buna dayanarak İslâmın derpiş ettiği himaye mekanizmasını açıklayacağız.
Şurasını hemen belirtelim ki, az sonra açıklanacağı üzere, yetimle yetim olmayan çocuk, himaye hususunda aynı esaslara tâbidir. Himaye ile alâkalı esaslar, yetimlerin husûsî durumları sebebiyle onlarla ilgili olarak gelmiştir. Bu sebeple biz de mevzümuzun ana başlığı çocukların himâyesi olduğu halde, tâli başlıkları umumiyetle yetimlerle ilgi kurarak isimlendireceğiz.[306]
Yetim, lügat olarak, münferid yâni yalnız mânâsına gelir. Bu kök mânâdan hareketle anne ve babasını kaybeden küçükle, kocasını kaybeden kadına "yetim" ve "yetime" denmiştir. Hayvanlardan hassaten annesini kaybeden yavruya da yetim denmiştir. Cessâs, yetim kelimesi mutlak kullanıldığı takdirde bununla her halükârda babasını kaybeden çocuğun anlaşıldığını, Kur'ân-ı Kerîmde geçen "yetim" kelimeleriyle her seferinde babasını kaybeden bulûğa ermemiş -kız veya erkek- çocuğun kastedildiğini tasrih eder.[307] Yetîm deyince öncelikle, babasını kaydeden çocuğun kastedilmesinde İslâm açısından şu incelik'de var: babasını kaybeden -bir çocuk, kısmen annesini de kaybetmiş durumdadır. Zira, kocasını kaybeden bir kadın, din açısından tekrar evlenme hakkına sahiptir. Bu hakkı kullandığı takdirde, yetim çocuğunu beraberinde bulundurma (hidâne) hakkına sahip olmadığı gibi, üzerinde ona bakma mükellefiyeti de kalmamaktadır. Yetim çocuğun himaye ve bakımı "zirahm-ı mahrem" (kabaca, nikâh düşmeyen akraba) denen ve fıkıh kitaplarında yakınlık derecelerine göre sıralanan akrabalarından birine terettüp eder. Bu vasıfta bir kimse şartı, çocuğun şefkate olan ihtiyâcına binâendir, zirahm-ı mahrem olanlarda çocuk, için fıtrî şefkatin daha ziyâde varlığı kabul edilir.[308]
Bütün çocuklar hayata hazırlanma safhalarında husûsî bir alâka ve himayeye muhtaçtır. Anne ve babalarında fıtraten mevcut olan şefkat onlara gerekli himayeyi sağlamaktadır. Babasını ve yukarıda belirttiğimiz şekilde dolayısıyla annesini de- kaybetmiş durumda olan bir çocuğun yâni yetimin himayesinin sağlanması, diğer çocuklar gibi âzami ölçüde normale yakın şartlar altında hayata hazırlanması içir/husûsî bir alâkaya muhtaçtır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerimde olsun, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadîslerinde olsun, yetimin durumu müstakilen ele alınır. Her iki kaynakta yetimle alâkalı mühim mes'elelere temas edilerek, yetimin velîsi (akraba, vasi, devlet, cemiyet) uyarılır.
Nitekim, Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, Nisa sûresinde geçen "Yetimleri evlenme çağma gelinceye kadar deneyin" emrinde diğer çocukların değil de husûsen yetimlerin zikredilmiş bulunmasını açıklama sadedinde şunları söyler:
"Kendisine ve işlerine bakmaktan âciz olan 'zayıf iki durumdan birine sahiptir: Ya kendisini koruyan bir babası vardır, yahut da babası yoktur. Babası var ise, onda çocuğa karşı mevcut olan fazla merhamet ve aşırı şefkat çocuğun şahsının himâyesi ve umurunun yürütülmesi için bir başkasını aramaktan onu müstağni kılar. Babası bulunmayan çocuk himayeden mahrum bulunduğu için gerek şahsının himâyesi ve gerekse işlerinin istikamet üzere yürütülmesi için onun husûsî şekilde durumu ele alınmış, durumuna dikkat çekilmiştir. Bu uyarı olsa da, olmasa da baba, zâten küçük veya zayıf çocukları için aynı şeyi yapacaktır. Fıtrî şefkatin gereği ve şevkiyle onu deneyecek ve ahvâlini değerlendirecektir."[309]
Yetim çocukların himayesine matuf olarak gerek mallarının korunması ve gerekse istikbâle hazırlanmalarının garanti altına alınması için konan tahdîdler, yasaklar, emirler diğer çocuklar hakkında da aynen vârid olunca, buradan çıkacak mantıkî neticeye göre, ailesinin aşırı fakirlik, yaşlılık, hastalık, sakatlık, gaybubet gibi sebeplerden bir sebeple çocuk, gerekli olan ailevî himaye ve bakımdan mahrum ise, bir nevi yetim durumundadır ve onun da, az sonra açıklayacağımız "çocuk himaye mekanizması"ndan istifâde etmesi gerekir. İslâm fıkhının hükmü de böyledir.[310]
İslâm fıkhına göre, hiçbir çocuk hamisiz değildir. Değil nesebi belli, uzak yakın herhangi bir akrabası bulunan bir yetim, cami avlusunda veya yol kenarında bulunmuş nesebi bilinmeyen bir çocuk dahi hamisiz değildir. Nitekim herhangi bir çocuğu bulan kimsenin, -eğer çocuk, başkasının görme ihtimali olmadığı için helak olacak durumda ise- onu alması farz-ı ayndır, almadığı takdirde günahkâr olur. Bulan, bakmak istemediği takdirde, bu çocuğa bakacak birisini bulmak Sultan'a (o bölgenin mülkî âmirine) terettüp eder. Yâni devlet, buna bakmakla mükelleftir.[311] Çok vazıh olmayan durumlarda, mes'eleyi mahkeme halleder. Hâkim, herhangi bir şahsı, nafaka ödemeye mahkûm ettiği gibi, devlet hazînesini de âcizin nafakasını ödemeye mahkûm edebilir.[312]
Gerek yetim, gerek gayrı, bütün çocukların himayesini garantileyen "Himaye Mekanizması"na gelince, İslâm âlimleri bu hususta şu kaide ve hükümleri getirmişlerdir:[313]
1. İstiğna yaşına kadar [314], kız olsun erkek olsun, çocuğun bakımı -ki bu safhadaki bakıma hidâne denir- anneye aittir.
2. İstiğna yaşından sonra erkeklerde bulûğ, kızlarda hayız yaşma kadarki terbiye ise, Hanelilere göre, çocuk erkekse babaya, kız ise anneye aittir. Şâfiîlere göre, muhayyerlik esastır, çocuk anne ve babadan hangisini tercîh ederse onun yanında kalır (Bu hüküm şüphesiz, boşanma hâlinde ortaya çıkan ihtilâfta mevzubahistir.)
3. Anne öldüğü veya yeniden evlendiği takdirde, ço-, cuğa, şu sıraya göre, anne veya baba tarafından bir kadın akrabası bakar:
a) Annenin annesi; bu da ölse veya evlense,
b) Babanın annesi; bu da ölse veya evlense,
c) Anne-baba bir kız kardeş; bu da ölse veya evlense,
d) Anne bir kızkardeş: bu da ölse veya evlense,
e} Anne-baba bir kız kardeşin kızı; bu da ölse veya evlense.
f) Anne bir kız kardeşin kızı; bu da ölse veya evlense.[315]
Bu kadınlar, çocuğa mahrem olan zirahm bir akraba ile evlenecek olsa, -meselâ çocuğun büyükannesi büyük baba ile evlenmesi veya annesinin, amcası ile evlenmesi gibi- kadın bu durumda hidâne hakkını kaybetmez.[316]
Velâyetü'n-nefs, çocuğun hidâne ile başlayan terbiyesini, bulûğa kadar tamamlamayı ve gerekiyorsa bulûğdan sonra da devam ettirerek, çocuğun hıfz ve himâyesi ile kaasır olanların evlenme muamelesini yürütmeyi gaye edinir.
Velâyetü'1-mal ise, rüşdüne erinceye kadar çocuğun malını ziyandan korumayı gaye edinir. Çocuk kendi malında tasarruf sahibi değildir. Bu velayet kimin elinde ise, belli esaslar çerçevesinde, çocuk adına, çocuğun , malından tasarruf yetkisi ona aittir.
Velâyetü'n-nefs ve velâyetü'1-mal aynı şahısta bulunur. Bu velayete ehak olanlar sırayla şu kimselerdir:
a) Çocuğun babası; bu ölmüş ise,
b) Babanın tâyin ettiği vasî; öldü ise veya yoksa,
c) Cedd-i sahih (babanın babası); bu öldü ise,
d) Dedenin tâyin ettiği vasî; bu öldü ise veya yoksa,
e) Vasinin tâyin ettiği vasî; bu öldü ise veya yoksa,
f) Kadı,
g) Kadı tarafından nasbedilen kimse.[317]
Çocuk normalde, bu velî (veya vasilerden mahrum ise -ki lakît yâni buluntu böyledir- veya velîsi himaye ve bakımdan âciz ise, bu durumda onun muhatabı ve sorumlusu "veliyyü'l-evliya (bütün velîlerin velîsi) olan sultan'dır, ki o, velîsi olmayanların velîsidir, o veliler üzerinde velîdir."[318] Çocuğun gerek hidânesi ve gerekse diğer işlerinin yürütülmesi için uygun kimseleri bulmak ona terettüp eder.
Bu velî (veya vasî)ler selâhiyet yönünden aralarında az çok farklılıklar taşırlarsa da teferruat mevzûmuzun dışında kalır.[319]
Şu halde, İslâm hukukunda çocuğun terbiye ve himâyesi babadan başlayıp, Sultan'da (yâni devleti temsil eden mahallî mülkî âmirde);son bulan bir mekanizma ile kesinlikle garanti altına alınmıştır.[320]
Yukarda kaydettiğimiz umûmî açıklamadan sonra, Kur'ân'da yetimle alâkalı olarak gelen mes'elelerin tahliline geçebiliriz. Bunları beş kalemde ele alacağız:
1. Yetime iyi muamele ve maddî yardım.
2. İstikbalinin düşünülmesi.
3. Yetimin ıslâhı.
4. Malının korunması.
5. Evlendirilmesi.[321]
Kur'ân-ı Kerîm, Mekke'de nazil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren yetim mes'elesini ele almıştır. İlk vahiylerde -Hz. Peygamber'e (a.s.m.) kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak- yetimlere iyi muamele yapılması emredilir:
"Rabbin, bir yetim olduğunu bilip de seni barındırmadı mı?... O halde yetime gelince, ona sakın kahretme."[322]
Yine Mekkî olan el-Fecr sûresinde:
"Siz yetime iyilik etmezsiniz" diye bu davranış kötülenirken[323], Maun Sûresinde yetime yapılan kötü muamele bir nevi "dini inkâr" olarak tavsif edilir:
"Ey Muhammedi Dini yalan sayanı gördün mü? Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur."[324]
Yetime iyilik hususunda ısrar eden Mekkî âyetlerden bir diğerinde yetime yardım "zor geçidi aşmak" gibi fevkalâde hayırlı bir amel olarak tavsif edilir:
"Biz insanoğlu için iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi? Ama o, zor geçidi aşmaya girişmedi. O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit bir köle ve esir âzad etmek, yahut açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır."[325]
Yardım fonları: Mekke'de daha ziyâde yetime iyi muameleye teşvik, kötü muameleden de nehyedici âyetler gelmesine mukabil, Medine'de yetimlerin himâyesi hususunda daha kesin emirler, daha müşahhas tedbîrler ihtiva eden âyetler gelmiştir. Bu âyetlerden bir kısmı, yetim için maddî yardım fonları zikreder. Bu âyetlerde doğrudan doğruya "beytü'1-mal" yâni devlet hazînesi mevzubahis edilmezse de, zikredilen fonlar umumiyetle devleti ilgilendirdiği için, hazînenin sarf mahallerinden (masraf) birinin yetimlere mahsus olduğunu söylememizde bir mübalağa yoktur:
1. Ganimetten pay: Şu âyet, savaşta elde edilen ganimetten, mücâhidlerin hissesinden arta kalan kısmın (humus denen beşte bir) nerelere harcanacağını belirler.
Meâlen: "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimize inanıyorsanız bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır."[326]
2. Fethedilen yerlerden gelen pay: Şu âyette fethedilen yerlerden elde edilen verginin -ki devletin mühim gelir kaynaklarından biridir- sarf mahalleri gösterilir:
Meâlen: "Allah'ın fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberine verdikleri Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; tâ ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın."[327]
3. Miras taksimlerinde pay: Şu âyet, yetimler için, arkası kesilmeyen bir başka fon göstermektedir: Miras
taksimleri:
Meâlen: "Miras taksiminde yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan, onlara da verin, güzel sözler söyleyin."[328]
Âyetin emrini, bir kısım âlimler nedbe yâni bunun nafile bir amel olduğuna hükmederken, diğer bir kısmı da bunun mutlaka yapılması gereken bir vâcib olduğuna hükmetmiştir.[329]
4. Nafaka verilecekler: Hz. Peygamber'e ashaptan bâzıları "hangi şeyi nafaka olarak verelim?" diye sorarlar. Bu soru üzerine gelen bir vahiy nafaka olarak verilebilecek şeyleri değil, kimlere nafaka verileceğini tâdad eder:
Meâlen: "Onlar hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: "Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yol oğlunun hakkıdır."[330]
Teşvik: Yetime yapılacak -infak, himaye, tatlı söz gibi- her çeşit iyi davranış şu âyette dince en muteber addedilen ameller meyânında zikredilir:
"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Lâkin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, Peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve âhidleştiklerinde âhidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanlarında sabredenlerdir."[331]
Aynı şekilde İsrâiloğullarından-uymaları için mîsak konusu yapılan birkaç kalem mühim emirler meyânında yetime yardımın da yer aldığı bildirilmektedir.
"İsrâiloğullarından 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetimlere düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun, namazı kılın, zekâtı verin' diye söz almıştık."[332]
Yetimlere iyi muamele, himaye, maddî yardım hususlarında Hz. Peygamber'den de (a.s.m.) pek çok hadîs vârid olmuştur. Bir iki tane de hadîs kaydedeceğiz:
"Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyle (iki parmağıyla göstererek) yanyanayız."[333]
"Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içerisinde yetim olan ve yetime de iyi muamele yapılan evdir. En kötü ev de, içinde yetim bulunup da ona kötü muamele yapılan evdir."[334]
"Kim Müslümanlar arasında bir yetimi evine alıp kendi yediğinden yedirir, kendi içtiğinden içirirse, afvı kabil olmayan bir günah (yâni şirk) işlemediği takdirde Allah onu mutlaka cennetine kor."[335]
Mevzûmuzun bu bahsini bitirirken, bir noktaya parmak basmak isteriz: 1400 sene önce, nazil olan Kur'ân, himayeye muhtaçların ve yetimlerin himayesini böylece, bizzat devlet vazifelerinden biri hâline getirip nzıklarını -indelhâce- devlet hazînesine yüklemiş olduğu halde, memleketimizde, bakıma muhtaç çocuklardan son derece cüz'î bir kısmının melce bulabildiği "çocuk yuvalan", "yetiştirme yurtlan" vs.nin bütçeleri, maalesef hâlâ devlet garantisinden mahrumdur ve bu müesseselerin idarecileri, ihtiyaçlarını karşılayabilmek, müesseselerden hizmetin devamını sağlayabilmek için binbir zahmet çekmektedirler.[336]
Yetimin istikbalinin düşünülmesi mes'elesi Kur'ân'da açık şekilde yer alır. Bu husus yetimin malının korunmasıyla alâkalı olarak derpiş edilen tedbîr ve emirlerde zımnen yer ettiği gibi, bunlar dışındaki bir kısım âyetlerde de zahir olarak ele alınmaktadır.
Bu âyetlerden biri, Hz. Musa ile Hızır'ın arkadaşlığını tasvir eden uzun kıssada geçer. Bilindiği üzere, Hz. Musa ile Hz. Hızır arkadaşlıkları esnasında bir kasabaya uğrarlar. Hz. Hızır, yıkılmaya yüz tutan bir duvarı, kasabalıların kendilerine uyguladıkları bed muameleye rağmen, doğrultarak yıkılmasını önler. Hz. Musa'nın bu davranış karşısındaki taaccüp ve suâli üzerine Hz. Hızır, mevzûmuz açısından ehemmiyet arzeden şu açıklamayı yapar:
Meâlen: "Duvar ise, şehirdeki iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazînesi vardı. Babalan da iyi bir kimseydi. Rabbin onlann ergenlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazînelerini çıkarmalarını istedi..."[337]
Âyet-i kerime, yetimlere âit olan bu hazînenin babalan tarafından kasd-ı mahsûsla çocuklar için konduğunu sarih olarak ifâde etmiyor ise de "sâlih olduğu" belirtilen babanın bu maksadla koymadığına dâir de sarahat yok. Her halükârda Rabb Teâlânın, yetimlerin ergenlik çağına gelinceye kadar hazînenin muhafazasını irade ettiği açıklıkla ifâde edilmiştir.
Yetimlerin bulûğ çağma kadar istikbal için hazırlanmaları ile ilgili bir başka âyette şu emre rastlarız:
Meâlen: "Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda rüşd (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine verin."[338]
Aslında yetimler hakkında uzunca bir pasajdan bir parça alan yukarıdaki âyet, çocukların istikbale hazırlanması mevzuunda mühim bir açıklık ihtiva eder. Zira "deneyin" diye tercüme edilen Kur"ânî "vebtelû" emrinde geçen "ibtilâ etmenin" (yâni denemenin) mâhiyeti -Ebû Bekr ibnu'l-Arabî'nin açıkladığı üzere- şöyledir: "Velî, yetimin ahlâkını gözden geçirir, menfî temayüllerine kulak kabartır. Böylece karakteri ve kendi işlerini yürütmedeki gayret ve malını tutma veya ihmal etme durumları hakkında bilgi ve kanaat edinir. Bu denemeden iyi netice alır, çocuğun bu işleri, kendi menfaatleri istikametinde yürüteceği kanaatine varırsa, çocuğa, malından bir miktar vermesinde bir beis. yoktur. Ancak bu ilk verilen miktar az olmalıdır. Çocuğun bunda tasarrufu mubahtır. Eğer çocuk bunu arttırır ve verilen bu malı koruma işini becerirse, çocukta ihtiyar yâni işlerini bizzat yürütme kapasitesi gelişmiş demektir. Bu durumda veli malının tamamını kendisine teslim etmelidir. Ancak bu tecrübeden iyi sonuç alamamış, çocuğun kendisine teslim edilen mala iyi nezâret edemediğini tesbît etmiş ise, bu durumda velî, malını çocuğa vermez. Yanında tutmaya devam eder."[339]
Diğer âlimlerin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, âyette zikredilen ibtilâ'dan (denemeden) maksad, çocuğun ticâret işlerini yürütüp yürütemeyeceğini kontrolden ibaret değildir. Onun hayata hazırlanması, kendi kendini idare edecek hâle gelmesini sağlamaktır. Bu sebeple dinî, dünyevî her çeşit tâlim ve terbiye ibtilâya dâhildir: Ticâret, herhangi bir başka meslek, ilim vs. öğretimi, ahlâk ve edebinin verilmesi gibi her çeşit tâlim ve tedrîb.... Nitekim Elmalılı merhum âyeti şöyle açıklar: "Yetimleri de deneyiniz, tecrübe ile tâlim ve terbiye ediniz, hüsn-i idareye alıştırınız. Nihayet nikâh çağma geldikleri yâni baliğ oldukları vakit, kendilerinden rüşd hisseder, akıllarının ve terbiye-i diniyyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini hüsn-i suretle idare edeceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını kendilerine teslim ediniz."[340]
Rüşd: Yukarıdaki âyette geçen ve burada hususen durulup açıklanması gereken tâbirlerden biri rüşd tâbiridir. Âyet meâlen: "Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin. Onlarda 'Rüşd' görürseniz mallarım .kendilerine verin" şeklinde idi. Burada kastedilen rüşd, bulûğ değildir. Aklî kapasiteyle alâkalı bir olgunluk hâlidir. Daha teknik ifâdeyle "dine ve dünyaya zarar verip vermeyecek şejrleri bilmektir."[341]
Şu halde malını muhafaza hususunda dikkatli devranarak sefahat ve-israftan kaçınan kimseye "reşîd" denir. Keza işlerini güzelce idareye muktedir surette bulûğa eren kimse de "reşîd" namım alır.[342] Ancak, Şafiî hazretleri, "rüşd"ün sübûtu için, "diyanet"! de şart koşarak rüşdü: "Din ve dünyanın salâhı, Allah'a itaat ve malı muhafaza" diye tarif etmiştir. Bu telâkkide diyaneti nakıs olanın reşid sayılmaması sözkonusudur.
Şunuda kaydedelim ki, bir kimse bulûğa erdiği halde malını muhafaza ve işlerini yürütme hususlarında yetersiz olabilir. Bu durumda, henüz "reşîd" sayılmaz. Âyet-i kerîme bu takdirde, rüşd görülünceye kadar, yetime malının teslim edilmemesini emretmektedir. Şu halde malın teslimi iki şarta bağlı olmaktadır: 1.Bulûğ, 2.Rüşd.[343]
İmâm A'zam'a göre, âkil kimse en fazla 25 yaşına kadar beklenir. 25 yaşına gelen bir kimse "reşîd" olmasa da malı kendisine verilir. Zira bu yaş, insanın "dede olma"sı mümkün olan bir yaştır. Bu yaştan sonra hacr caiz değildir.[344] Müslim'de İbnu Abbâs'dan (radıyallahü anh) kaydedilen bir açıklamaya uygun olarak[345] yetimden yetimlik"in kaldırılması husûsunda, İmâm Mâlik ve İmâm Şafiî gibi bir kısım âlimler yaş haddini değil, "rüşd"ün görülmesini esas almışlardır.[346]
Fıkıh kitapları bulûğ ve rüşd'ün beraberce görüldüğü yaşa "büyüklük yaşı" (haddu'l-kiber) der. Bu sınırdan sonra ferd üzerinden "çocukluk" ahkâmı kalkar.[347]
Yetimin terbiye, bakım, himaye gibi, her çeşit mes'e-leşine temas eden mühim âyetlerden biri Bakara sûresinin 220. âyetidir;
Meâlen: "Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırdetmesini bilir. Allah dileseydi sizi zarara sokardı..." denmektedir.
Bu âyetin daha iyi anlaşılması için iniş sebebini bilmemiz gerekmektedir. Kaynakların ittifakla belirttiklerine göre, az ilerde metniyle birlikte kaydedeceğimiz: "Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar" mealindeki âyet nazil olduğu zaman, Müslümanlar yetimleri ailelerine dâhil etmekten korktular, mallarına bakmaktan sarf-ı nazar ettiler. Ortaya çıkan müşkilât üzerine Hz. Peygamber'e (aleyhis selam} durumu sordular ve bunun üzerine âyet-i kerîme nazil oldu.
Görüldüğü üzere, âyet, yetimler hakkında tatbike konulmuş bulunan "tefrik ve ayırma"yı te'yîd etmiyor; onlarla ilgili -gerek bedenlerine, gerekse mallarına müteallik- işlerin ıslâh edilmesinin esas alınması lüzumuna dikkat çekiyor ve onların aileye dâhil edilmesini tavsiye ediyor.
Burada "ıslâh" ve "muhâlâta (beraberlik)"den maksada nedir?
Islâh, dilimize de girmiş olan bu kelime "faydalı kılmak, düzeltmek" şeklinde anlaşılmaktadır. Bu durumda âyet "yetimlerle ilgili işlerin düzeltilmesi, faydalı hâle getirilmesi sizin için de, onlar için de hayırlıdır" mânâsını tazammun eder. İslâm âlimleri, ittifakla, düzeltilmesi gereken, yetimle alâkalı işleri başlıca iki grupta mütalâa ederler:
1. Yetimin nefsini yâni bizzat kendisini, bedenini ilgilendiren işler.
2. Yetimin malını ilgilendiren işler.
Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, yetimin bu iki açıdan da korunmasının velîsine vecîbe olduğunu daha önce kaydettiğimiz "yetimleri deneyin" mealindeki âyetten çıkarır: "Vasî ve kefîl'ın çocuğu, bedeniyle de, malıyla da korumak vazifesidir. Zira, İbtilâ ancak böyle sıhhat kazanır. Mal, onu zabtetmekle, beden de terbiye etmekle muhafaza edilir" der.[348]
Muhâlâta, yâni yetimlerle beraberliğe gelince, Kur'ân'da tavsiye edilen beraberlik yetimin hem malına ve hem de bizzat kendisine şâmildir. Bu durumda mânâ şöyle olur: "Yetimleri ailelerinize alıp, mallarını mallarınıza karıştırıp kendi evlâtlarınızın mal ve nefislerine davrandığınız şekilde davranmanız, onları yeme, içme, mesken, hizmet vs. her hususta kendinize ortak kılmanız daha iyidir. Onlar sizin din kardeşlerinizdir."[349]
Âlimler, bu âyetle, yetimi yanma alan velîye, yetimin malı ve nefsi üzerinde -tasarruf hakkı tanındığını belirtirler. Gerek nefsine ve gerekse malına müteallik olsun, yetim için yapılacak her bir tasarrufu âyet-i kerîmenin "yetimin ıslâhı" yâni onun fayda ve menfa-atma olma şartına bağlamış bulunduğunu belirten Cessâs, velînin mal'daki tasarrufunu onun adına alım, satım, mudârebe olarak başkasına verme veya bizzat mudârib olarak işletme, çocuktan satmalma, çocuğa satma şeklinde sayar. Çocuktan şahsen satınalma ve çocuğa kendi malını satma ameliyelerinde "çocuğun menfaatine olma" kaydının nasıl gerçekleşeceğini de belirtirki ilerde misâl de vererek açıklayacağız-.[350]
Cessâs velînin, yetimin nefsi üzerindeki tasarruf selâhiyeti zımnında da onun te'dîb ve terbiyesini, yetimi evlendirmesini kaydederek ezcümle şöyle der:
"Âyet delâlet eder ki, velî, çocuğun salâhı için gerekli olan dini bilgilerini ve edebi de öğretme yetkisine sahiptir. Bu maksadla çocuğa ücretle muallim tutar, çocuğa san'at, ticâret ve benzeri şeyler öğretecek kimseler bulur. Zira bunların hepsi çocuğun ıslâhı (faydalı hâle getirilmesi, hayata hazırlanması) için gereklidir. Bu sebeple ashabımız (Hanefî imamlar) şunu söylemişlerdir: 'Her kimin vesayeti altında zi-rahm-ı mahrem bir yetim var ise, onu, meslek öğretmek üzere bir usta yanına koyabilir.' Ayrıca, İmam Muhammed, 'Bu maksadla çocuğun malından harcayabilir' diye ilâve etmiştir. Hepsi ittifakla: 'Yetime mal hibe edilecek olsa, terbiyesine bakan kimse (kanunî vasî'si değilse bile) onu kabzedebilir, zira bunda çocuk için ıslâh vardır' demişlerdir"[351]
Râzî, ıslâh zımnında saydığı "ilim ve edeb" öğretme işinin ticâret öğretmek suretiyle "hâlini" ıslâhtan daha mühim olduğunu, bunun çocuk üzerinde daha büyük müsbet te'sîr icra edeceğini ilâve eder.[352]
Velinin evlendirme yetkisiyle alâkalı açıklamaya geçmeden Cessâs tarafından âyetten istinbat edilen enteresan bir tesbîti kaydetmekte fayda var. Der ki: "Âyet-i kerimede, velînin çocukla ilgili olarak ortaya çıkan mes'e-lelerde içtihad yapabileceği, yâni aklını ve fikrini kullanarak karar verebileceğine dâir de delil vardır. Zira, âyetin tazammun ettiği 'ıslâhı içtihad yoluyla ve zann-ı gâlible bilinebilir."[353]
Yetimi ıslâh kimlerin hayrına? Son olarak şu noktayı da belirtelim ki, âyet-i kerime, yetimlerin ıslâhın-daki "hayr"a dikkat çekerken "çocuk için hayırlıdır" diye kayıtlamamış, mutlak'bırakmıştır. Bu ıtlakı değerlendiren âlimler "hem çocuk için, hem de kefil için hayırlıdır" mânâsını çıkarmışlardır.
Bu durumda kefil deyince, yetimi üzerine alan akraba veya vasî, veya bunların yokluğu hâlinde velîlerin velîsi (veliyyü'l-evliya) göz önüne alınacak olursa mânâ şöyle olur: "Yetimin ıslâhı, hem yetim ve hem de İslâm cemiyeti için daha hayırlıdır. Aksi halde, gelişigüzel yetişerek cemiyetin başına belâ olur ve hayat-ı iç-timâiyede büyük rahneler açar."[354]
Cemiyetin kültür ve terbiyesini almadan yâni dini, edebî, ahlâkî, meslekî formasyona sahip olmadan hayata atılacak bir zümrenin cemiyet için ne demek olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Türk gençliğinin içine düştüğü anarşiyi, böylesi bir eğitimle izahtan daha isabetli yol yoktur.[355]
Âyet-i kerimede ifâde edilen, yetimin muhâlâtası yâni maddî-mânevî zarara duçar kılınmama şartıyla yetimin aile içerisine dâhil edilmesi tavsiyesi dikkatlerimizi bir başka noktaya çekmektedir: Çocukların aile içerisinde yetiştirilmesi meselesi. Kur'ân-ı Kerîmde çocukların terbiye ve bakımlarıyla ilgili olarak, çocukların anne sütüyle beslenmeleri; süt devrelerinin miktarı gibi bir kısım teferruata yer verilmiş olmakla birlikte, çocukların ailevî atmosfer içerisinde yetiştirilmesi gereğini ifâde eden çok sarih emre rastlanmaz. Ancak yukarıdaki âyet bu emri bir vecîbe olarak değil, bir tavsiye olarak yapmaktadır. Yâni çocukların "salâh şartıyla" ailevî bir atmosfer içerisinde yetiştirilmesi daha hayırlıdır. Şayet ailede, istenen uygun atmosfer olmayacaksa bunda ısrar "çocuğun salâhına" olmayacaktır. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz hadîste, Hz. Peygamber (aleyhisselâm) en kötü evin içerisinde yetim bulunan, fakat ona fena muamele yapılan ev olduğunu haber vermiştir.
Ancak şunu da yeri gelmişken ifâde etmek gerekir ki, günümüz medenî hayatında ortaya çıkan "yuva", "kreş", "ana okulu" gibi terbiye müesseseleri, âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin ışığı altında değerlendirilecek olursa, bunlara çok ağır kayıtlar altında cevaz verilebilir, belki de hiç verilmez. Zira, âyette vazıh bir şekilde çocuğun aileye entegre edilmesinin daha hayırlı olacağı dile getirilmekte, hele yetimlerin yetimhane denen müstakil müesseselerde bir araya toplanması hiç mevzûbahs ve imâ bile edilmemektedir.
Çocukların muvazeneli ve normal bir gelişme gösterebilmelerinde aile hayatının zaruretini ortaya koyan son ilmî araştırmalar açısından değerlendirecek olursak, son asırlarda ortaya çıkıp günümüzde iyice yaygınlaşmaya yüz tutan yukarda isimlerini kaydettiğimiz müesseselerin, medeniyetin insanlığa sunduğu bir mefhari değil, kaçınılması mümkün olmayan bir marazı, bugünkü medenî hayat anlayışının bir kamburu olarak görebiliriz.[356]
Çocuğun hayata hazırlanması mes'elesinde, İslâmın derpiş ettiği en mühim tedbîrlerden biri, çocuğun malının korunmasıyla alâkalı teşrîâtıdır. Kur'ân bu mevzûyu da yetimle alâkalı bahiste ele almıştır. Tefsirlerde teferruatlı olarak kaydedildiği üzere, İslâmdan önce Arab cemiyetinde yetimlerin mallarında velîleri istediği gibi tasarruf etmekte, gasbedercesine serbestçe istihlâk etmekteydiler. Kur'ân-ı Kerim yetimle alâkalı diğer birçok uyarılardan başka, onların mallarının korunması hususunu da mükerrer âyetlerde müstakilen ele almış, koruması, arttırılması ve belli bir disipline göre harcanması için direktifler vermiş, bunlara uymayanlar için ağır tehditlerde bulunmuştur:
Şu âyet, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenleri şiddetle tehdîd eder:
Meâlen: "Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar."[357]
İki ayrı yerde tekerrür eden şu âyet, yetim malının "en iyi şekilde" tasarruf edilmesini emreder:
Meâlen; "Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka surette yaklaşmayın."[358]
Bu mes'eleyi açıklayan diğer âyetlerin de yardımıyla müfessirler, "en güzel yaklaşma" tabirinden şu üç temel esası anlarlar:[359]
1. Muhafaza
2. Artırma
3. Zamanında teslim.
Bu üç esası, en açık şekilde medâr-ı bahs eden âyet sûre-i Nisâ'da gelmiştir.
Bâzı hükümlerini daha önce açıkladığımız bu âyetin tam meali şöyledir:
"Yetimleri, nikâh çağına ermelerine kadar" gözetip deneyin. O vakit, kendilerinde bir rüşd hissettiniz mi, hemen mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler de ellerine alacaklar diye, o malları israfla yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan (zengin olan) tenezzül etmesin, muhtaç (fakir) olan da meşru surette ber şey yesin, mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da karşılarında şâhid bulundurun. Hesabınızı doğru tutmak için Allah'ın harekâtınızı hesaba çekmekte olması yeter."[360]
Yetimin malının korunması mes'elesinin can alıcı noktası olması hasebiyle, bu üç esası kısaca açıklayacağız:
Muhafaza: Bundan maksad, yetim rüşdüne erip kendi işlerini kendisi görüp malını da istikamet üzere tasarruf edecek hâle gelinceye kadar her çeşit emvalinin çocuğun menfaatlerini haleldar edecek şekilde kullanmaktan (israf, ziyan, yağmalama, âtıl durdurma gibi) velinin korumasıdır.
Bu' mühim mes'ele ile alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerimde şu âyet de yer eder:
Meâlen: "Allah'tan korkun da yetimlere mallarını verin ve temizi murdara (helâli harama) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü o, büyük bir vebal bulunuyor."[361]
Hemen kaydedelim ki, âyette geçen "yetime malını vermek" hükmündeki "yetim" tâbiri kelimenin hakikî mânâsında "yetim"i ifâde etmez. Çünkü, yetime malı verilmez, üzerinden yetimlik kalktıktan sonra verilir. Bulûğa erip de rüşdünü isbat etmiş bulunan kimsenin de "yetim" olarak isimlendirilmesi "yetimlik"ten yeni çıkmış olması sebebiyledir.[362]
Âyet-i kerîmenin esbâb-ı nüzûlüyle alâkalı rivayetlerden[363] de anlaşılacağı üzere buradaki "veriniz" emri, "yetimin malına göz dikmeyiniz ve sırası gelince hiç müşkilât çıkarmadan tamamen veriniz ve vermek için iyi muhafaza ediniz" demektir.[364]
Yetim malının veli tarafından nasıl muhafaza edileceği hususunun anlaşılması için âyette geçen bir iki tâbirle alâkalı olarak kaydedilen açıklamalara bir göz atalım:
1. "Temizin murdarla değiştirilmesi" tâbirinden özetle şunlar anlaşılmıştır:
a) Velinin aynı cinsten olan kendi âdi malını yetimin daha değerli, daha kıymetli 'olan malı ile değiştirmesi. Bu yasaklanmış oluyor.
b) Herkesin kendi malı temiz ve helâldir. Yetimin malı ise haramdır. Binâenaleyh bir velinin kendi helâl olan malını yetimin haram olan malı ile değiştirmesi yasaklanmıştır. Malın aynı cinsten veya başka cinsten malla veya nakdî' parayla değiştirilmesi de yasaktır. Fukaha bu noktadan hareketle velinin, velayeti altındaki çocukla normal şartlarla alış veriş yapmasını yasaklamıştır. Bu mes'eleyi aydınlatacak bir fetvayı Ahkâmu's-Sığâr'dan kaydediyoruz:
"el-Fetâvâ's-Suğra"da zikredildiğine göre, Vasi, yetimin malını kendi hesabına satın alacak olsa, bakılır, eğer bu, çocuğun hayrına bir satış ise caizdir. Hayırlı olmaktan maksadın ne olduğuna gelince, on dirhem değerinde olan bir şeyi on beş veya daha fazla dirheme satın almaktır. Veya on beş dirhem değerindeki kendi malını çocuğa on dirheme satmaktır. İşte bu, çocuk için hayırlıdır. Değerinin fevkinde olursa hayırlı değildir. Fetva da bu vech üzeredir."[365]
"Muhâfaza"nın mâhiyetini açıklayıcı bir diğer fetvayı daha kaydedeceğiz. Fetva akar nevinden, yâni taşınmaz malların korunmasına râci:
"Vasi, yetimin akarını yabancıya normal değeriyle (mislü'l-kıyme) satarsa caizdir. Ve bu mes'ele herkesçe bilinir. Şemsü'l-Eimme el-Halvânî der ki: Bu, selefin cevâbıdır. Müteahhir âlimlerin cevâbına göre, bu satış, üç şarttan biri ile caizdir: Ya müşteri kıymetinin fazlasını vererek alır, ya küçüğün bunun değerine ihtiyacı vardır, ya ölenin ödenmeyen borcu vardır. Fetva da bu görüşe göredir."[366]
Demek oluyor ki, yetimin akar nevinden sabit emlâkinin satılması ciddî şartlara bağlanarak kolayca ve çabucak istihlâki önlenmiş olmaktadır.
e) "Temizin murdarla değiştirilmesi" tabirinden anlaşılan üçüncü mânâ "velinin kendi malına iyi bakıp yetimin malını kötü halde bırakmasıdır." Bu da yasaklanarak, yetimin malına en az kendi malı kadar, hattâ daha iyi bakılması emredilmiştir.
d) Dördüncü olarak "yetimin malını, tecâvüz edip almayınız ki elinizde güzel mallarınızın ona mukabil zayi olmasına sebep olup da felâkete düşmeyin" emri anlaşılmıştır.
e) Son olarak "kendi helâl rızkınıza intizar eyleyerek sabırsızlanıp yetimin malını yemek için pis boğaz-lığa kalkışmayınız" mânâsı anlaşılmıştır.
2. Daha önceki âyette geçen "zengin olan tenezzül etmesin, muhtaç olan da meşru surette bir şey yesin" ifâdesi de bir nebze üzerinde durmamızı gerektirmektedir:
Râzî'nin kaydına göre, bir kısım âlimler zengin de olsa, fakirde olsa "kayyinTin gördüğü bakım hizmetine mukabil yetimin malından ücre,t alabileceğini söylemiştir. Ancak ekseriyet, âyetten, zenginin almaması gerektiği, zira, yetime bakmanın "farz" bir vazife olduğu, "farz" olan vazifeye mukabil ücret alınamayacağı görüşünü benimsemiştir. Bunlara göre "kayyim", fakir ise, ihtiyacı karşılayacak asgarî miktarda alır, zengin olacak olursa bunu tekrar iade eder, zenginleşmezse, yetimle helâlleşir.[367]
Araştırma: Bundan maksad, velinin yetimin malını sabit durdurmamasıdır. Bu da onu, ya bizzat ya da başkası vasıtasıyla çalıştırmasıyla gerçekleşir. Eğer, nakit para ise mudârebe yoluyla ticârete verir. Ev ve hayvan ise kiraya verir. Tarla ise çeşitli usullerle eker, ektirir, fakat âtıl bırakmaz.
Zamanında teslim: Âyette zikredilen, yetim malına en güzel yaklaşmanın üçüncü şartı, zamanında teslimdir. Çocukta rüşd hâli görülmezden Önce, malın teslimi yasak olduğu gibi, rüşd hâli görüldükten sonra geciktirilmesi de yasaklanmıştır. Mezkûr âyetin ıtlâkından, bir kısım âlimler, rüşd hâli görüldükten sonra yetimin taleb etmesini beklemeden derhal malın verilmesinin vâcib olduğu hükmünü çıkarmışlardır.[368]
Âyet ayrıca, teslim işinin şahitler huzurunda yapılmasını emretmektedir. Bu emrin zımnında, velî veya vasilere, yetimlerin malları teslim edilirken şahitler huzurunda ve sayılarak yapılması emri de vardır. Zira "Şahit huzurunda emânet olarak alınan her malın zimmetinden, şahit huzurunda teslim suretiyle kurtulunur"[369]
Erken mes'ûliyet: Yetimin malının korunması zımnında kaydettiğimiz yukarıdaki açıklamalardan bir başka netîce daha çıkmaktadır: Kur'ân-ı Kerîm, çocukların, mümkün mertebe erken yaşlarda mes'ûliyet sahibi kılınmalarını istemektedir. Bu hedefe, onları, bulûğ çağından önce, ciddî ve disiplinli bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutmakla ulaşılır. Nitekim âyet, "yetimleri deneyin" emrederek erken yaşlarda hayata hazırlanmalarını istemiş, "rüşd görür görmez teslim edin" emriyle de, teslimde yâni kendi idarelerini kendi ellerine vermekte gecikilmemesini emretmiş olmaktadır.
Bu âyet açısından -askerliğini yaptıktan sonra bile babasının vesayetinden kurtulamayan, daha açık ifadesiyle rüşdüne erdikten yıllar sonra bile, müstahsil değil müstehlik olarak kalıp ekonomik bakımdan aileye yük olmaya devam eden gençlerin çokluğunu gözönüne alarak- memleketimizi değerlendirecek olursak, İslâmî ruhtan sâdece namazı, orucu, zekâtı terk noktasındaki zayıflamamızla değil, daha nice noktalardan nasıl uzaklaşmış bulunduğumuzu anlarız.[370]
Âlimlerin, yukarıda çıkardıkları kaydettiğimiz hükümlerden biri de aynı âyetten evlendirme ile alâkalıdır. Âyette geçen "Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır" tâbirinden, ayrıca, velînin yetimi evlendirme hakkı da bulunduğu ifâde edilmiştir.
Ancak, bu hak, yetimle arasında neseben bağ bulunan velîye tanınmıştır. Bu bağdan yoksun olan vasî, sırf "vasilik" sıfatıyla evlendirme yetkisine sahip olamaz. Sâdece kadı, âyetin zahirine göre, "salâh üzere" olmak kaydıyla evlendirme ve malından tasarruf yetkisine sahip görülmüştür.[371]
Aynı mânâ "eğer onlarla bir arada yaşarsanız" ibaresinden de çıkarılarak, velînin yetimi evlendirme selâhiyeti ve onun, bu mes'ele-siyle meşgul olma vazifesi te'kîd edilmiş olmaktadır. "Zira" denmektedir, oğlansa kızıyla, kızsa oğullarından biriyle evlendirmek suretiyle, velî, yetimi, kendisiyle ve ailesiyle beraber kılmış, yetim de onlara karışmış olur. Ancak ister velî, bizzat evlensin, isterse yakınıyla evlendirsin her halükârda bu muamele "yetimin
ıslâhı" şartıyla mukayyeddir.[372]
Bu mes'eleyi ehemmiyetine binâen, Nisa Sûresinde tekrar ele alan Kur'ân-ı Kerim, bilhassa velînin yetimle şahsen evlenmesi durumunda, yetimin bir haksızlığa uğratılmamasına dikkat çeker ve şöyle der: .
"Eğer velîsi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz."[373]
Kur'ân-ı Kerim, mağdur edilebilecek durumda olan güçsüzlerin mes'eleleri üzerinde fazlaca durur ve dikkatleri onlar üzerine çekerek mağduriyetlerini önleyici prensipler koyar. Bu maksadla, yetim kadın ve erkeklerin mağdur edilmemeleri için, yukarıda kaydedilen âyetlere[374] tekrar bir atıf daha yapılır:
"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor: Bu fetva, kendilerine yazılan şeyi vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlara ve bir de zavallı çocuklara ve yetimlere doğrulukla bakmanız hususunda Kitab'da size okunandır. Ne iyilik yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir."[375]
Erken evlendirme: Yukarıda kaydedilen âyetler, ister kadın, ister ekek olsun, yetimlerin bilhassa evlendirilmeleri ile alâkalanmakta ve bu mes'ele ile ilgili hükümler getirmektedir. Âyetler, ifâde ettikleri sarih fikhî hükümlerden başka, erkek ve kız, gençlerin erken evlendirilmelerine dâir cevazı, hattâ cevazın ötesinde tavsiye Ve teşviki de tazamraun etmektedir. Nitekim, bu mes'ele üzerinde Hz. Peygamber (a.s.m.) de sarih olarak ısrarla durur ve "mümkün mertebe erken evlendirme" prensibini vazeder:
"Kimin bir çocuğu olursa, güzel bir isim koysun ve en iyi şekilde terbiye etsin. Bulûğa erince de derhal evlendirsin. Bulûğa erdiği halde evlendirmez ve delikanlı da bir günah işleyecek olursa, bundan hâsıl olacak günah babaya da terettüp eder."[376]
Ashâb'tan mervî örneklerden başka, bizzat Kur'ân-ı Kerîm, sâdece oğlan tarafının değil, kız tarafının da münâsib aday arayıp, teklif etme prensibine yer verir: Bâzı müfessirlerce Şuayb (aleyhisselâm) olduğu ileri sürülmüş olan ve fakat Kur'ân'da ismi zikredilmeyen Medyenli kız babası, Hz. Musa'ya şu teklifi yapar:
"Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum.[377]
Cemiyetimizde örfleşmemiş bu Kur'ânî irşadın, en azından bilinmesinde fayda vardır.[378]
Daha önce işaret ettiğimiz üzere, malın korunması mes'elesinde yetim olanla yetim olmayan çocuk arasında fark olmadığını göstermek için burajra Ahkâmu's-Sığâr'dan bir iki fetva kaydedeceğiz.
Önce şunu belirtelim: Nasıl ki, bizzat Kur'ân-ı Kerim, yetim malının yenmesini kesin bir dille haram etmiş, ancak çok sınırlı ve açık şartlarla velîsinin yemesine ruhsat vermiş ise, İslâm âlimleri de aynı şekilde, bulûğa ermeyen çocuğun malının anne ve babasına haram olduğunu ifâde ettikten sonra, çok sınırlı kayıtlarla ana-babanın çocuklarının malından istifâde edebileceği hükmünü getirmişlerdir. Söz konusu kayıtlara uymadan yenen malın, "yetim malı gibi haram olduğunu açık bir ifâde ile belirtmişlerdir. Temel prensip şudur: "İnsan için sâdece kendi çalışması helâldir" mealindeki âyet[379] mucibince, çocuğun ameli yazılmaya başlamazdan (yâni bulûğa ermezden) önceki bütün hasenatı çocuğa aittir, ebeveyne âit değildir" Bu hükümde "bütün âlimlerimiz (Hanefî-fukaha) müttefiktir"[380]
1. Fetva: "el-Kaadı el-İmâm Zahîrüddîn'in Fetevâ'sımn Hibe bahsinde kaydedildiğine göre, baba, çocuğunun malına muhtaç olursa; bakılır, bu ihtiyaç meskûn mahalde-fakirlik ve yoksulluk sebebiyl- hâsıl olmuş ise, o malı herhangi bir müeyyide gerekmeksizin yer. Adam, dağ, çöl gibi (gayr-i meskûn) bir mahalde, -beraberinde yiyecek maddesinin bulunmaması sebebiyle- ihtiyâç hâsıl olmuş ise, çocuğun malından kıymetini ödeyerek yer. Zira Hz. Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: "Baba muhtaç olduğu takdirde çocuğun malından ma'rûf üzere yer." Ma'rûfa gelince: fakir ise, herhangi bir müeyyideye tâbi olmaksızın yemesidir. Servet sahibi ise, kıymetini ödeyerek yemesidir."[381]
2. Fetva: Reşîdüddin'in Fetâvâ'smda kaydedildiğine göre, anne, kendi malını, çocuğunun malıyla karıştırır, yiyecek alır ve küçükle birlikte yerse ve yediği kendi hissesini geçecek olursa, bu caiz olmaz. Zira, yetim yemiş olmaktadır."[382]
3. Fetva: "Baba, erkek çocuklan bir işe verse; onlar da para kazanacak olsalar, bunların kazançlarını baba alır, bundan kendileri için harcar, artan miktarı da, bulûğ ânında, diğer mallarıyla birlikte teslim etmek üzere onlar adına muhafaza eder.
"Eğer baba mübezzir (müsrif) ise ve bu mallar hususunda kendisine güvenilemezse, kadı onları babadan alır ve bir yed-i emine teslim eder. Bu hüküm, sâdece çocuğun kazancından artan paraya râci olmayıp, çocuğun bütün mallarına râcidir."[383]
4. Fetva: "... Küçük çocuğa meyve hediye edilmiş ve bununla ebeveyne ikramda bulunmak düşünülmüşse-bundan'yemek, onlara da helâldir. Fakat çocuğa, çocuksu bir hediye verilmiş ise, bundan anne ve babanın yemesi caiz değildir..."[384]
Çocuğa hibe, hediye vs. yollarla intikal eden yiyecek dışındaki diğer maddelerin ebeveyne haram olacağı açıktır. Zira bunlar çocuğun mülküne geçmiştir. Yukarıda belirtildiği üzere, çocuğun her çeşit emvali, bulûğdan önce, ebeveyne dahi haramdır.[385]
Terbiye nokta-i nazarından yetimle yetim olmayan çocuk arasında fark olmadığını ifâde eden bir hadîs-i şerifi Ebû Bekr İbnu'l-Arabfden naklen kaydediyoruz: Yanında yetim barındıran bir kimse, Hz. Peygamber'e (a.s.m.) çıkarak, yetimle ilgili bâzı şeyler sorar. Bu sorulardan biri, terbiye ile alâkalı ve cevap da konumuz açısından enteresan:
"Ey Allah'ın Resulü, yetimi dövebilir miyim? "Evet, çocuğunu dövdüğün kadar."[386]
Gördüğü üzere, Kur'ân-ı Kerimde yetimlerin her yönden "korunmasıyla alâkalı olarak gelen tehdîd ve tahd-îdler, diğer çocuklar için de aynen muteberdir. Şu kadar var ki, babanın evlâdına karşı aşırı şefkatinden emin olunduğu için, daha önce kaydettiğim-çocuğun malından satmalına ve kendi malından ona satma mes'elesinde olduğu üzere- vasî için konan bir kısım kayıtlar baba için konmamıştır. Baba ve diğer velîlerin, çocuğun malı ve nefsi üzerindeki tasarruf ve yetkileri bâzı teferruâtda farklı ise de temelde aynıdır.[387]
Çocukların korunması hususundaki Kur'ânî tahdîd ve tedbirlerden biri de çocuk öldürme yasağıdır. Eski çağlardan beri bütün dünyada[388], çeşitli şekillerde mevcut olan bu meş'um gelenek, câhiliyye devri Araplarında da yaygın şekilde mevcuttu. Kur'ân-ı Kerîm bu müessif tatbikata, birçok kereler temas eder.
Bir kısım âyetler, bu âdetin tarihen eskiliğine dikkat çekerek tâ Hz. Musa zamanında Firavun tarafından Yahudilere uygulandığını haber verir. Bu uygulamada yeni doğan erkek çocuklar öldürülüyor, kızlar sağ bırakılıyordu.[389]
Yahudilere tatbik edilmiş olan bu "erkek çocukları Öldürme" cinayeti düşmanca tavırdan, inananlar zümresini zayıflatmak ve güçsüz bırakmak düşüncesinden ileri geliyordu.
Kur'ân-ı Kerîm, câhiliyye devri Araplarında mevcut çocuk öldürme âdetine de âyetlerinde yer verir:
Meâlen: "Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu helake sürüklemek, dinlerini karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini onlara iyi göstermişlerdir."[390]
Erkek ve kız her iki cinsten çocukları[391] "fakirlik" korkusuyla öldürtüp, kızları da "ar" düşüncesiyle diri diri toprağa gömdüren[392] bu geleneğin İslâm'ın bidayetlerine kadar canlı ve de yaygın bir şekilde geldiğini gösteren pek çok rivayet mevcuttur. Bunlardan biri İslâm'la şereflenmezden önce, kendi eliyle 12 kızını diri diri toprağa gömmüş bulunan Kays İbnu Âsım'la ilgilidir. Müslüman olduktan sonra suçunu itirafla Hz. Peygamber'den (a.s.m.) bu günahtan kurtulma çâresi olup olmadığını sormuştur.[393] Bir diğer durura Sa'sa'a İbnu Naciye'nin rivâyetiyle sergilenmektedir: Bu hayırsever zengin, Hz. Peygamber'e (a.s.m.) müracaat ederek, Müslüman olmazdan önce 360 tane çocuğu satın almak suretiyle ölümden kurtardığını, bu amelinin manevî mükâfatının ne olacağını sormuştur.[394]
Kur'ân-ı Kerîm, çeşitli bahane ve şekiller altında kıyamete kadar devam edecek olan bu tatbikatla, ciddî şekilde mücâdele eder. Bunu bir iki örnekle görelim:
1. Şu âyet-i kerîmede en büyük haramlar sayılırken, çocuk öldürme, üçüncü sırada gösterilmiştir: .
Meâlen: "De ki: 'Gelin size, Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya-babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, -sizin ve onların rızkını veren Biziz- Gizli ve, açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır."[395]
İsrâ Sûresinde de çocuk öldürme fiili "büyük hatâ" olarak tavsif edilmiştir.[396]
2. Çocuk öldürenlerin büyük hüsrana uğrayacakları haber verilir:
"Beyinsizlikleri yüzünden körükörüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır: Onlar sapılmışlardır. Zaten doğru yolda da değildirler."[397]
3. Kadın ve erkeklerle yapılan bey'at'larda çocuk öldürmeme şartı konur:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah'a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey'at etmek üzere geldikleri zaman onları kabul et, onlara Allah'tan bağışlama dile..Doğrusu Allah bağışlayandır, acıyandır."[398].
4. Öldürme yasağını sıkça tekrar etmiştir: Gerek yukarıda kaydettiklerimiz ve gerekse "Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman" mealindeki âyeti[399] ile iki ayrı yerde geçen ve:
"Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de, onları da rızıklandıran Biziz"[400] mealindeki âyetleri Kur'ân-ı Kerimin her tarafına serpiştirilmiş olarak bu yasağı, sıkça hatırlatmaktadır.
Zamanımızda, bir kısmı dahilî, bir kısmı haricî sebeplerden hâsıl olan iktisadî sıkıntıları ve -tamamen muhayyel olan- müstakbel açlık tehlikelerini önlemek bahanesi dile getirilmek suretiyle Malthus'cu iddiaların rengine büründürülen ve aslında dıştan gelen siyâsî baskılardan kaynaklanan ve dünyanın her tarafında tatbikatı yaygınlaştırılmaya çalışılan ve nüfus plânlaması, aile plânlaması, doğum kontrolü gibi değişik adlarla munis gösterilmeye ve meşru kılınmaya çalışılan "modern çocuk öldürme metodları" Kur'ân-ı Kerimde ifâde edilen yasak sınırının dışına çıkmaz. Âyetlerde Firavunlarca "mü'minleri zayıf kılmak" için işlendiği bildirilen bu cinayetlerin "fakirlik korkusu" kılıfına büründürülmüş şekliyle mü'minler tarafından benimsenebileceğine işaret edilmekte ve bu tuzağa düşülmemesi için "fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin" emri tekrar edilmiş olmaktadır.[401]
Mevzümuz icabı temas etmemiz gereken bir âyet, Hz. Hızır'ın öldürdüğü bir oğlanla ilgili. Daha önce de temas ettiğimiz üzere, Hz. Hızır'la Hz. Musa (aleyhimesselâm) beraberce seyahat öderlerken bir oğlana rastlarlar ve Hz. Hızır hiçbir zahiri sebep yokken oğlanı öldürür:
"Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar. O hemen onu öldürdü. Musa: 'Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. O, 'Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?' dedi."[402]
Zahiren bizce de "kötü bir şey" olan bu öldürme vak-'asmın sebebini Hızır (a.s.) arkadaşlığının sonunda Hz. Musa'ya şöyle açıklar:
"Oğlana gelince, onun ana-babasi inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik."[403]
Âyette geçen gulâm kelimesi, Arapçada, bulûğa ermemiş çocuk yâni sabi mânâsına da kullanılır. Türkçemizde "oğlan" kelimesi de aşağı yukarı.bu mânâdadır. "Oğlan çocuğu" demedikçe, bulûğa ermiş kimse de oğlan kelimesi ile kastedilir.
Âyette geçen gulâm'ı her iki mânâda da anlayan âlimler mevcuttur. Ancak, "cumhur" denen çoğunluk, âyetteki "gulâm"la "bulûğa ermemiş çocuk"un kastedildiği görüşüne zâhib olmuştur.
Buradaki gulâm, bulûğa ermiş bir kimse olduğu takdirde küfrü ve isyanı sebebiyle öldürülmüş olması problem çıkarmaz. Ancak, ekseriyetin anladığı üzere, gulâm'dan murad, bulûğa ermemiş biri ise, istikbalde işleyeceği cinayet sebebiyle öldürülmüş olması şer'î ahkâm bakımından son derece mahzurludur. Çünkü, çocuk, amden öldürme cinayetinde bulunsa bile, kendisine kısas yoluyla ölüm cezası vermek mümkün olmadığı gibi, ilerde işleyeceği, muhtemel ve muhayyel bir suç sebebiyle onu öldürmek hiç mümkün değildir.
Bu vak'anm izahı özetle şöyle yapılır: Şeriatın hakikati Allah'ın emridir. Hz. Hızır da, Hz. Musa'nın sorusu üzerine, bunu kendiliğinden değil, Allah'ın erriT riyle yaptığını söylemiştir. Nitekim, bu izah karşısında, ilm-i zahire tâbi insanların temsilci durumunda olan Hz. Musa ikna olduğu için sükût etmiş, itiraz etmemiştir.
Hz. Hızır (a.s.) ise, "ilm-i ledün", "ilm-i bâtın", "ilmül-gayb" gibi değişik isimlerle ifâde edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilme sahiptir. Bu ilim, Hz. Musa gibi ilm-i zahir ehlince meçhuldür. Bu ilim, kesble elde edilemez, mevhibe-i ilâhîdir. Hızır (a.s.) bu ilme sahiptir. Kıssada kaydedilen diğer vak'alar da Hz. Hızır'ın hususiyetini göstermiştir.
Öyle ise, ilm-i zahire sahip, şeriat tebliğcisi Hz. Musa nazarında çirkin addedilen bir amel, ilm-i bâtına sahip Hızır nazarında çirkin değildir. Üstelik, öldürme vak'asını anlatan Hızır, "ben" zamirini kullanmıyor, "biz" diyor. Yâni şahsi bir tasarrufu değildir. Yapılan izahın Hz. Musa'yı ikna etmiş olması da bu iki şeriatın aslında birbirine muhalif olmadığını ifâde eder.[404]
Çocukların himaye ve kurtuluşunda Kur'ân-ı Kerîm, hassasiyeti, hicret mes'elesinde onların da düşünülmesini ve hattâ onların kurtarılması için cihad etmeyi emredecek kadar ileri götürür:
Şu âyet, İslâm'ın yaşanma imkânı kalmayan muhitlerden hicret ederken, Müslüman çocukların da düşünülerek hicrete dâhil edilmesi gereğini sarahate yakın bir üslûbla ifâde etmektedir:
Meâlen: "Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara 'ne yaptınız bakalım' deyince, 'Biz yeryüzünde zavallı âcizlerdik' diyecekler. Melekler de: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret et-seydiniz ya!' cevabını verecekler. Orası ne kötü dönülecek yerdir. Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar."[405]
Yukarıda kaydedilen pasajda, önce, hicret etmeleri gerektiği halde hicret etmeyenlerin büyük bir sorumluluk içinde oldukları beyan edilirken arkadan, bu sorumluluktan kurtulacak olanlar sayılmakta ve bu me-yânda hicrete gücü yetmeyen çocuklar da zikredilmektedir. Normalde çocukları sorumlu tutmayan şer'î ölçü^ açısından, burada sorumlular meyânında çocuğun da zikri, sual konusudur: Nasıl olur da çocuk hicret etmemekten sorumlu tutulur? Bu müşkile müfessirler, "akıl ve idrâki tekemmül etmiş olan mürâhıkların kaste-dilmeleri de melhuzdur, bunlar ise teklife mahaldir" şeklinde açıklamada bulunmuşlardır.[406]
Âyet, sarih şekilde' emretmemiş olsa bile, zımnî olarak, savaşta her çeşit yakınlarını kaybetmiş ve kimsesiz kalmış Müslüman çocukların da düşünülerek kurtarılması gereğini ifâde etmektedir. Nitekim, şu kaydedeceğimiz âyet, onlar yolunda savaşa kadar varan birçok gayret ve fedâkârlıkların göze alınmasını açık bir dille emretmektedir:
Meâlen: "Size ne oluyor da: 'Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip gönder, katından bize bir yardımcı lütfet' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?"[407] .
Daha önceki bahislerde, yer yer temas edilen, çocuklarla alâkalı mühim bir husus, bulûğ çağına ve hattâ rüşd hâline erinceye kadar, birçok mes'elede, çocuğa hukukî ehliyet tanınmamış olmasıdır. Sözgelimi yetimle alâkalı bahiste, yetimin veraset, hibe, şahsî kazanç gibi herhangi bir suretle mülküne geçen mallar üzerinde, şahsen tasarrufta bulunmadığını alım, satım, hibe gibi akitlerinin bâtıl olduğunu, bu gibi muamelelerin, "çocuğun lehine olmak" kaydı ile, velî (veya vasi) denen kanunen çocuktan sorumlu ve yetkili bir kimse tarafından yapılacağını belirtmiştik. Yine bu cümleden olarak, çocuklara müteveccih her çeşit Kur'ânî emre, bizzat çocukların değil, anne-babalarmın muhatab olduğunu kaydetmiş, bu hususa, isti'zânla alâkalı âyet-i kerîmenin en bariz örneği teşkil ettiğine dikkat çekmiştik.
Kur'ân-ı Kerimde, söylediğimiz şekilde, kısmen sarih, kısmen zımnî olarak ifâde edilmiş bulunan bu mühim esas, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadîslerinde veciz bir şekilde kesin bir formüle bağlanmıştır:
"Üç kimseden, kalem kaldırılmıştır (yaptıklarında hukukî sorumluluk yoktur)[408]: Uyanıncaya kadar uyuyandan, bulûğa erinceye kadar çocuktan, aklı başına gelinceye kadar bunak (ve mecnun)dan."[409]
İslâm'ın, hukukî ehliyet mes'elesinde çocukları büyüklerden kesinlikle ayırmış olması, çocukların sâdece mal-mülk yönünden korunmuş olmasını sağlamakla kalmamış, onların şahsiyetini de korumuştur. Batı âlemi, yanlış bir saplantı ile, çocuğa "küçük insan", insana da "büyük çocuk" nazarıyla bakarak yakın zamana kadar, suçlu çocukları, büyükler için vazedilen aynı kanunlarla, aynı mahkemelerde yargılayıp, idama varıncaya kadar aynı cezalarla tecziye ederken İslâm hukuku, çocuklara hadda tatbik edilemiyeceğini, terbiyevî maksada râci, ta'zîr'den öte ceza verilemeyeceğini kesin bir dille ifâde etmiş[410], ayrıca, çocuk mahkemeye celbedilebilir mi, edilemez mi münâkaşasını yaparak birçok hususlarda celbedilemiyeceği görüşünü beyan etmiştir.[411]
Çok geniş olan bü.mevzuda teferruata girmek şüphesiz bizi asıl gayemizden uzaklaştırır. Ancak, Batı'yı taklîden de olsa, mes'elesinde îslâm'ın görüşünü kısmen de olsa ihsas edebilmek için, birkaç iktibasta bulunacağız:[412]
İmâm Şafiî demiştir ki: "Çocuk, -ister hakkullah'a müteallik olsun, isterse kul hakkına müteallik olsun, ister mal hakkında, ister maldan başka bir şey hakkında olsun- her ne ikrar ederse, onun bu ikrarı makbul değildir." Çocuk, ticâret yapma hususunda kendisine izin verilmiş (me'zûnunleh) olsun, izni veren de babası veya velîsi veya hâkim olsun farketmez. Esasen hâkimin çocuğa izin vermesi caiz değildir. Bunu yapacak olsa çocuğun ikrarı makbul değildir. Keza alım ve satım muameleleri de mefsuhtur."[413]
"Bir çocuk veya ma'tûh (bunak) suyun pisliğini haber verseler, onların sözüyle necaset sabit olmaz. Zira, akıllarının azlığı sebebiyle bâzan yalan söylerler ve doğrulukları yalancılıklarına tercih edilmez. Bu sebeple çocuk ve ma'tûh'un ahkâmla alâkalı haberi kabul edilmez."[414]
"Fetâvâ-yı Reşîdüddin'de Kitâbu'l-Kaadı ilâ'l-Kaadı babının sonunda ve eş-Şehâtedü bi't-Tesâmü' babında geldiğine göre, çocuklardan işitilerek şehâdette bulunmak caiz değildir. Zira çocuğun sözüne itimad, edilmez. Bu hüküm, sözüne itibar edilmeyecek durumda olan çocuk hakkındadır. Fakat çocuk mümeyyiz ise, bunun verdiği habere dayanarak şehâdet caizdir. Bu durumda, şehâdette kullanılan lâfzın aynen olması şart koşulmaz, mücerred haber yeterlidir."[415]
Şehâdet de bir nevi haberdir ve bu da çocuk hakkında İhtiyatla karşılanmıştır:
"ez-Zahîre'de geldiğine, göre, oyun sırasında vukua gelen şeyler hususunda çocukların şehâdeti kabul edilmez."[416]
"el-Fakîh Ebulleys merhumun zikrettiğine göre, âlimlerimiz, me'zûnunleh çocuğun yemîn edeceği kana-atindedirler ve biz Hanefîler bu hükümle amel ederiz... Üzerine hacr konulmuş (mahcurunaleyh) çocuğun ikrarı muteber değildir, kendisine yemîn de teklif edilmez."[417]
Çocuğun cinayeti, ne kendi ikrarıyla, ne de çocukların şehâdetiyle sübût bulmuyor. Bu mevzûyu aydınlatan birkaç fetva:
"el-Muhit'de ve Ebulleys merhumun Fetâvâ'sında kaydedildiğine göre, çocuklar atıcılık oynarken, onlara bir kadın uğrasa, dokuz yaşında veya bu yaşlarda bir çocuğun attığı bir ok, kadına isabet ederek gözünü çıkarsa; el-Fakîh Ebû Bekr merhum'a göre, diyet sâdece çocuğun malı yoksa, verebileceği zaman beklenir. ...el-Mültekat'ın Cinâyât bölümünde zikredildiğine göre, bir çocuk bir kimseye ok atsa ve gözünü kör etse, Ebû Bekrin nezdinde bu çocuğun babasına tazmin gerekmez, zira ona göre de Arab olmayan arasında yardımlaşma âdetinin yokluğu sebebiyle acem için âkile yoktur. Âkile, yardımlaşma âdetinin varlığı sebebiyle Arab içindir. Öyle ise, eğer çocuğun âkilesine ödemek terettüp eder. Çocuğun kendi ikrarıyla terettüp etmez. Çocukların şehâdetiyle de bir şey gerekmez."[418]
"İzin veren kimse gâib olduğu bir sırada, şâhidler kendisine izin verilmiş [me'zûnunleh) çocuk veya me'zûnunleh ma'tûh aleyhinde, amden kati veya kazf veya şarap içme veya zina yapma iddiasında bulunsalar, kati dışındaki fiillerle alâkalı şehâdetleri kabul edilmez, izin veren kimsenin hazır olup olmaması birdir. Kati hususundaki şehâdet, izin veren kimse hâzır ise kabul edilir. Ve âkile üzerine diyet hükmü verilir. Eğer izin veren gâib ise kabul edilmez.
"Şâhidler çocuğun veya ma'tûh'un zikredilenlerden herhangi birini yaptığına dâir ikrarına şehâdette bulunsalar, izin veren hazır olsa da olmasa da, şehâdet kabul edilmez."[419]
"Çocuklar arasında cereyan eden mes'eleler için kısas yoktur, zira Hz. Peygamber (a.s.m.): 'Kalem üç kişiden kaldırılmıştır... bulûğa erinceye kadar çocuktan...' buyurmuştur. Bizim mezhebimize göre, çocuğun 'amd'i ile 'hatâ'sı eşittir. Her iki halde de diyet gerekir ve 'amd' faslından olarak kendi malından ödenir... 'Hatâ' sebebiyle çocuğa keffâret gerekmez. Şafiî merhuma muhalif olarak, mirastan da mahrum edilmez."[420]
Çocuğa, ta'zîr nevine giren hapis cezasının verilmesi mevzuunda da fukahâ ihtilâf etmiştir. Bulûğa yaklaşmış olanların hapsedilebileceği umumiyetle kabul görmüş ise de şu görüş de ilgi çekicidir:
ez-Zahıre'de kaydedildiğine göre, "henüz bulûğa ermemiş tacir çocuk, hapis mevzuunda büyük erkek gibidir." Der ki: "Bâzı yerlerde böyle zikredilir" bâzi-yer-lerde de: "Eğer bulûğa yaklaşan bir oğlan çocuğu bir kimsenin malını istihlâk etse ve kendisinin de evi veya tarlası olsa, ne babası, ne de vasisi yoksa, bu suç sebebiyle hapsedilmez. Fakat kadı, dilerse ona bir vekîl tâyin eder, malını sattırır ve alacaklıya borcunu öder. Eğer babası veya onun yerine malını satması caiz olan bir vasisi varsa, çocuk hapsedilir. Meşâyihimizden (âlimlerden) bir kısmı, mutlak olarak hapsedilmesi gereğine meylettiler ve çocuğu, baliğ gibi telâkki ettiler.
"Şeyhülislâm Hâherzâde (rahimehullah) derdi ki: Eğer çocuğun vasisi varsa, te'dîb maksadıyla hapsedilir, tâ ki bir daha bu hareketi tekrar etmesin. Vasisi de rahatsız edilir, tâ ki borcunu ödemekte acele etsin. Eğer çocuğun baba veya vasisi yok ise, hapsedilmez, zira hapis, çocuğu te'dîp, baba veya vasisini de rahatsız etmek maksadıyla meşru kılınmıştır, Eğer baba veya vasisi yoksa, rahatsız etme maksadı olmaksızın, sırf te'dîb için çocuk hakkında meşru olmaz. Bu sebeple de hapsedilmez.
"Eğer çocuk hacr altına alınmış (mahcurunaleyh) ise ve bir kimsenin malını istihlâk etmiş ise, onun babası veya vasisi varsa, borcu sebebiyle o, yâni babası veya vasisi hapsedilir. Zira çocuğun üzerindeki borcun ödenmesi baba veya vasiye terettüp eder. İmtina edecek olursa zâlim olmuş olur ve hapsedilir.
"Eğer, çocuğun babası veya vasisi yoksa, kadı bir kayyım tâyin eder. Borcu ödeyecek miktarda malından satar ve alacaklılarına paralarını öder."[421]
Çocuk işlediği suçlar mevzuunda, görüldüğü gibi, "cezaya ehil" kabul edilmemiş, büyükten ayrılmıştır. Ama kendisine karşı işlenen her çeşit cinayet ve haksızlıklarda caniye ceza takdir edilirken, büyüklere karşı işlenen cinayetlerin cezasından tefrik edilmemiştir.
Sözgelimi, terbiyevî maksadla hoca ve babanın te'dîbleri sırasında hâsıl olan kasıdsız cinayetler dışında[422] çocuğun nefsine karşı işlenen ve diyeti gerektiren cinayetlerde çocuk büyükle bir tutulmuştur.[423] Keza kız çocuklarına yapılan ve "zina vasfını taşıyan" tecâvüzlerde de saldırganın fiili zina sayılmıştır.[424]
Çocuk ve çocukla alâkalı tâbirler Kur'ân-ı Kerîmde mirasla ilgili olarak da çokça zikredilir. Çocuk anne rahmine düştükten itibaren, miras açısından bir kısım hukuka medardır. Anne, baba ve kardeşlere, doğmuş veya doğacak çocuklara, erkek veya kız oluşlarına göre, ortaya çıkan veraset durumları, boşanma hâlinde ortaya çıkacak çeşitli hukukî durumlar, çok teferruatı gerektiren ayrı bir mevzudur. Burada mes'eleleri derinleştirmek bizi asıl mevzûmuzdan uzaklaştıracağı için bu noktaya bu kadarcık bir temasla yetineceğiz.[425]
Gerek Kur'ân ve gerekse hadîs, bir kısım mes'elele-rin anlaşılmasında ve zihinlerde iyice tesbitinde "çocuk" ve "evlâd" mefhumunu yardımcı bir unsur olarak sıkça kullanır. Kur'ân'da çocuktan bahsederken, bu hususa da temas etmemiz gerekmektedir.
Önce şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber (a.s.m.), ehemmiyeti herkesçe aynı derecede kavranamayan bir kısım mes'elelerin ehemmiyetini herkese ihsas ve idrâk ettirebilmek veya en azından merakları uyandırarak dikkatleri bu mübhem mes'eleye çekebilmek için, o mes'ele ile, ehemmiyeti (yâni çirkinliği, şerri, kötülüğü veya güzelliği, hayrı, iyiliği) herkesçe bilinen ve herkesçe kabul edilmiş olan bir kısım ana mes'eleler arasında bir irtibat kurar. Böylece mübhem olan, malûm olanın derecesinde iyilik veya kötülük hususunda açıklık kazanır. Sözgelimi, pek çok amelin kötülüğü, şeytana nisbet edilerek, pek çok amelin iyiliği de imana nisbet edilerek ifâde edilmiştir.
İşte, insanlarda evlâtlarına karşı fitraten mevcut olan ve herkesçe malûm ve müdrek bulunan sevgi, şefkat, fedâkârlık, ve endişe gibi hisler ve rabıtalar, bir kısım mühim mes'elelerin insanlarca kavranmasını ve zihinlerde daha köklü bir şekilde tesbitini sağlamak için sıkça kullanılmıştır. Bu bölümde. Vahdaniyet, Risâlet ve Âhiret olmak üzere üçe irca edilebilen İslâm'ın inanç esâslarına bu mefhumlarla nasıl açıklık ve canlılık kazandırıldığını göreceğiz.[426]
Kur'ân-ı Kerîm, mükerrer âyetleriyle, çocuğun yaratılışına temas eder ve dikkatleri buraya çeker. Çocuğun yaratılışına yer veren bu âyetlerde bir kısım maksadlan zahir olarak görmek mümkündür:
1. Çocuğun yaratılışını düşünerek Yaratıcıyı anlamak.
2. Çocuğun yaratılışında tesadüfün olmadığını ve ilâhî irâde ve murakabenin her an yer aldığını bildirmek.
3. Yaratılış safahatı hakkında bilgi vererek bu noktadaki yanlış inançları tashîh etmek, safsatayı önlemek.
4. Önceki yaratılışı göstererek ölümden sonraki dirilişin kolaylığında insanı ikna etmek.
5. Allah'ın varlığına ve kudretine delîl göstermek.
6. Ebeveyn ve hususen anne hukukunun ehemmiyetini ihsas etmek.
Yaratılışla alâkalı teferruat müstakil bir mevzî olması sebebiyle bu noktada fazla teferruata girmeden bir kısım âyetleri kaydetmekle iktifa edeceğiz.
1. Çocuk üzerine kasem: Yaratılış mevzuunda dikkatlerin çekilmesi maksadını güden bir kısım âyetler kasem yâni yemin ihtiva eder. Hemen kaydedelim ki, Kur'ân-ı Kerîmde sıkça geçen kasemlerden bir mak-sad da, üzerine kasem edilen şeylerin ehemmiyetini nazar-ı dikkate arzetmek, o şeye tefekkür ve tedkîk nazarlarını celbetmektir.[427] Bu durum gözönüne alınacak olursa, bu çeşit âyetlerde çocuk mes'elesine niçin yer verildiği daha iyi anlaşılır:
Bu maksadla kaydetmek istediğimiz ilk âyet, Beled Sûresindedir ve "doğuran ve doğurduğu çocuk" üzerine kasem edilmektedir.
"Bu Mekke şehrine yemin ederim; -ki sen bu şehirde oturmuşsun-. Doğurana ve doğurduğuna and olsun ki, insanoğlunu zorluklara katlanacak şekilde yarattık."[428]
Bir başka âyette "erkeği ve dişiyi yaratana" kasemde bulunulur:
"Erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki, ey insanlar! Sizin çalışmalarınız çeşitlidir."[429]
2. Yaratılış Allah'ın irâdesiyledir: "Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yaratmış, sonra da sizi çiftler hâlinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması ancak O'nun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz Kitaptadır. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır."[430]
Fussilet Sûresinde, Allah'ın bilgisi dışında "hiçbir dişinin gebe kalmayacağı ve doğurmayacağı" bir kere daha te'yîd edilir.[431]
Ra'd Sûresinde sâdece doğanların değil, düşüklerin bile İlâhî bilgi tahtında ve belli bir hesaba göre cereyan ettiği bildirilir: .
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında her şey bir ölçüye göredir."[432]
3. Yaratılış safahatı: Şurası muhakkak ki, in-sanilk çok eski devirlerden beri, diğer eşyanın yaraü-lışı yanında kendi yaratılışı hakkında da meraka düşmüş, bilgi sahibi olmak istemiştir. İbtidâî denen cemiyelerin kültürlerinde olsun, medenî denen cemiyetlerin kültürlerinde olsun, yaratılışla ilgili olarak rastlanan pek çok efsâne bu hususun ehemmiyetini ve fıtrîliğini gösterir. Hattâ günümüzde bile, pek çoklarını, yeni efsânelere düşme pahasına, meşgul eden belli başlı konulardan birisi insanlığı bâtıl fikirlerden, asılsız efsâne, hurafe ve teorilerden kurtarmak gibi yüce bir gayesi olan Kur'ân-i Kerim, bu pek mühim mes'elede de mürşidlik rolünü ifa etmektedir:
Meâlen: "Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan yaratan; sonra erginlik çağma ulaşmanız, sonra da yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyaya çıkaran Odur. Kiminiz daha önce öldürülür, kiminiz de belirtilmiş bir süreye ulaşırsınız. Belki artık düşünürsünüz."[433]
Bir diğer âyet:
Meâlen: "Sizi bir tek neliblen yaratmış, sonra ondan eşini vâretmiştir... Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık Onundur, Ondan başka tanrı yoktur. Öyleyse nasıl olur da Onu bırakıp başkasına yönelirsiniz?"[434]
4. Allah'ın kudretine delil: Meâlen: "Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'tır. O, dilediğini yaratır. Her şeyi bilir, her şeye kaadirdir."[435]
Meâlen: "Sizi yerden var ederken ve siz annelerinizin karınlarında cenîn halinde iken sizleri çok iyi bilen O'dur."[436]
5. Önceki yaratılışla sonraki diriltilişi isabet: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir müddete kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi çocuk olarak çıkartırız. Böylece yetişip ergenlik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur."[437]
Bir diğer âyet:
. Meâlen: "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? Sonra alâka olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek ve dişi iki cinsi yaratmıştı. Bunları yapan Allah'ın Ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter."[438]
6- Ebeveyn ve anne hukukunu ihsas: Şu âyet, çocuğun yaratılışından bilhassa bu maksadla söz etmekte, annenin, çocuğu dünyaya getirmek için katlandığı zahmetin ciddiyeti, te'yîd edilmektedir.
"Biz insana anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi, onu, karnında, zorluğa uğrayarak taşımış, onu güçlükle doğurmuştur."[439]
İnsanın yaratılışı ve yaratılış safhaları ile alâkalı âyetleri kaydederken, insanlar tarafından her zaman merak edilen bir hususa ilâhî cevabı da kaydetmek gerekmektedir: Ana rahmindeki çocuk. Bu her devirde merak edilen bir husustur. İnsanlar, çocuğun cinsiyetini, kaabiliyetini, sağlam veya sakatlığım vs. hep önceden öğrenmek istemişlerdir.
Kur'ân Yâni: "Rahimlerdekini Allah bilir"[440] diyerek, bu konuda süpekülasyona sed çekmek ister. Zamanımızda, erkek veya dişi oluşu, geliştirilen bâzı tıbbi metodlarla, önceden büyük isabetle tesbît edilmektedir. Tıbbın bu sahasında araştırmalar ilerledikçe, ceninle ilgili olarak merak duyduğumuz bir kısım esrarın daha aydınlatılması mümkündür. Bu durumun Kur'ân'm hükmünü cerhetmeye-ceği açıktır. Zira, insanlar bunu,- cenîn belli bir safhaya ulaştıktan sonra, yâni erke kliği-di siliği veya tekliği-iki zliği, sağlamlığı-sakatlığı insanlar tarafından bilinebilecek bir hal aldıktan sonra bilebilmektedir. Tıpkı -yine Kur'ân'da bilinmezler arasında zikredilmiş bulunan- yağmurun ne zaman yağacağı meselesinde olduğu gibi. Yağmurun geleceğini haber veren alâmetlerin zuhurundan sonra insanlar bu alâmetleri değerlendirerek yağmur hakkında önceden beyânda bulunmaktadır. Bir şeyin alâmetleri belirdikten sonra varlığını ihbar, gaybtan haber verme olamaz.
Mevzu üzerine dermeyân edilebilecek ikinci bir mülâhaza, ceninin durumunu teşhiste kullanılan yardımcı vâsıtalarla alâkalıdır. Yâni Kur'ân-ı Kerîm, dolaylı olarak "Rahimde olanı insan bilemez" derken, "âlet ve vâsıtası olmayan insan"ı kastetmiş olabilir. Yâni insan başka vâsıtaya baş vurmadıkça, fıtrî kapasitesi ile rahimdekini bilemez.
Bu te'vîli te'yîd eden Kur'ânî bir örnek, Kur'ân'ın insanlar tarafından bir benzerinin getirilemeyeceği mes-'elesidir. Bu husus, muhtelif âyetlerde tekrar betekrar ele alınır ve gerek "tamamına", gerek "on sûresine" ve gerekse "tek sûresine" bir benzer getirilemeyeceği, hattâ cinler ve insanlar başbaşa verseler, Allah'tan başka her şeyin yardımını da te'mîn etseler, çok manâlı değil müfteriyât, uydurmalar nevinden şeylerle de olsa bir benzerinin getirilemeyeceği te'kîdli şekilde ifâde edilir.[441] Bir benzeri getirilemeyeceği söylenen tek sûrenin, icabında, tek satırlık yer işgal eden, üç âyetten mürekkep Kevser Sûresi olduğu düşünülecek olursa, bu mes'elenin ne şekilde te'kîdli olarak ifâde edildiği daha iyi anlaşılır.
Halbuki, mugayyebât-ı hamse yâni beş bilinmezler mes'elesinde böylesi te'kîde yer verilmemiştir, binâenaleyh alâmetlerinin zuhurundan sonra, bâzı âletlerin yardımıyla bilinmesi Kur'ân'ın hükmünü cerh etmez.
Mes'ele üzerine dermeyân edebileceğimiz üçüncü bir mülâhaza da, cenîn daha anne rahminde iken tebellür eden vasıfları ile ilgilidir. Âyette geçen "Rahimlerdekini Allah bilir, (insanlar bilmez)" ifâdesi,eski zamanlardan beri, insanların en ziyâde merak ettikleri bir hususa tevcih edilerek "Rahimlerdeki erkek mi, dişi mi Allah bilir" şeklinde anlaşılmış ve dediğimiz gibi, geliştirilen tıbbî metodlârla hamileliğin belli bir müddetinden sonra erkeklik-dişilik tesbît edilmeye başlanınca, âyetin hükmü hususunda tereddüt ve teşvişlere gidilmiştir. Halbuki âyette kastedilen bilinmezlik çok şeylere râcidir.
Ayet-i kerimede: "Ana rahmindeki çocuğun erkek mi, dişi mi olduğunu Allah bilir" denmiyor, "Rahimlerdekini Allah bilir" buyuruluyor. Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadîslerinde açıklandığına göre, çocuk, ana rahminde dördüncü ayına basınca, Cenâb-ı Hakkın emriyle "rızkı", "eceli", "sağlam veya sakat olacağı", "bedbaht veya mes'ûd olacağı", "erkek veya dişi olacağı", "ne amelde bulunacağı", "ne gibi eser bırakacağı", "ahlâkı"[442] "ikiz veya tek olacağı", "noksan veya tam olacağı", "mâruz kalacağı musibetler" vs.[443] yazılmaktadır.
Şu halde Allah, daha rahimde iken her yönüyle insanı bilmektedir. En azından hadîslerde tâdad edilen bu hususları bilme seviyesine ulaşmadıkça, âyet cerhedilemez. Bunların bilinemeyeceği ise açıktır.[444]
Islâmın en mühim temeli olan vahdaniyet akidesinin, İslâm telâkkisine uygun muhtevada tâlimi için çocuk ve çocukla alâkalı bir kısım tâbirlerden geniş çapta ve sık olarak istifâde edilmiştir. Zira başta Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi kitabî dinler olmak üzere önceki dinlerin hepsi[445] ulûhiyet (tanrı) inançlarına beşerî vasıflar karıştırmışlar, ilâhlarını neredeyse insanlaştırmışlardır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan, herkesçe iyi bilinen doğmak, doğurmak, evlât edinmek- gibi beşeriyete has vasıfları nefyetmeye büyük ehemmiyet vermiştir:
"De ki, Allah birdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, do-ğurmamıştır, doğrulmamiştır da, Onun bir benzeri de yoktur."[446]
"Yahudilerle Hıristiyanlar: "Rahman çocuk edindi" dediler. Yemin olsun ki, şiz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın söyledikleri sözden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yere düşecek, O Rahmân'a çocuk iddia ettiler diye. Oysa Rahmân'a çocuk edinmek yaraşmaz. Çünkü göklerde ve yerde olan herşey Rahmân'a baş eğmiş kul olarak gelecektir.[447]
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen ve dünyaları uyarmak üzere kulu Muhammed'e hakkı bâtıldan ay-yırdeden Kur'ân'ı indiren Allah yücelerin yücesidir."[448]
Kur'ân-ı Kerîmde, bunun gibi, Allah'a evlât nisbet etmeyi şiddetle reddeden âyetler çoktur.[449]
Vahdaniyeti tenzih ve tesbît maksadına râci bir kısım âyetler Cenâb-ı Hakka kız çocukları nisbetini reddeder. Burada da câhiliyye Araplarının melekleri dişi telâkki ederek cinsiyet izafe etmeye ve onları ayrıca "Allah'ın kızları" diye tavsif etmeye müteveccih bâtıl inançlarını reddetme maksadı mevcuttur:
"Onlar Rahman olan Allah'ın kulları melekleri de dişi saydılar. Yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şâhidlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir"[450]
"Ey Muhammed, putperestlere sor, kızlar senin Rabbinin de, erkekler onların mı? Yoksa melekleri kız olarak yarattığımızda onlar hazır mı idiler? Dikkat edin, doğrusu onlar yalan uydurup söylüyorlar. 'Allah doğurdu' diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar. Allah kızları oğullan tercih mi etmiş? Ne oluyorsunuz, ne biçim hükmediyorsunuz? Hiç düşünmez misiniz?"[451]
Bu mevzuda da muhtelif âyetler gelmiştir.[452]
Malûm olduğu üzere, İslâm dinine giriş, Allah'a ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine imanla başlar. Bu inanç kuru bir ikrardan ibaret değildir. Onlara sevgi ve teslimiyeti de gerektirir. Yâni bir Müslüman, Allah'ı ve O'nun Resulü Hz. Muhammed'i (a.s.m.)kendi nefsinden, malından, evlâdından, anne ve babasından daha çok sevecektir. Mü'minin kalbinde, onların sevgisi, onlar dışındaki her şeyin sevgisinden üstün olmadıkça hakikî mânâda, kamil mertebede imanın varlıgr söylenemez. Bu husus birçok âyet ve hadîslerle te'yîd ve te1-kîd edilmiş, aksi fikre veya tereddüde yer verecek mübhem bir nokta bırakılmamıştır. Bir hadîslerinde dini "sevgi ve buğz" olarak tarif eden[453] Hz. Peygamber (a.s.m.) başka hadîslerinde, İslâmî imânı, yâni İslâm dinini "Allah ve Resulünün sevgisini her çeşit başka sevginin üstünde tutmak" olarak tarif eder:
"Sizden biri, beni, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (kâmil bir imânla) inanmış olmaz."[454]
Buradan hareketle, Allah ve Resulünü memnun etmeyecek şeyleri sevmemek, onların buğz ettiği şeylere buğzetmek gerektiğini söyleyebiliriz. Bu durumdan çıkan nihâî netice de şudur:
"Hakikî mü'min, sevgi ve buğzunu Allah ve Resulüne (a.s.m.) göre ayarlamak zorundadır: Hiçbir şeyin sevgisini onların sevgisinin üstüne çıkarmayacağı gibi, onları memnun etmeyecek sevmelerde ve buğzetmelerde de bulunmayacaktır.
İşte, bu temel prensibi Kur'ân-ı Kerim de ele alır. Allah ve Peygamber sevgisinin her şeyde ölçü yapılması gereğini, insanın en ziyâde sevdiği şeyleri ve bu meyânda evladı da zikrederek mü'minlerin zihninde ve kalbinde tesbit etmek ister:
"De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler, sizce Allah'tan, Peygamber'inden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola iletmez.'[455]
"Mü'minlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir. Onun eşleri onların anneleridir."[456]
İslâm dininin temel prensiplerinden biri, Âhiret inancıdır. Dinî emirlerin yaşanmasında, dünya hayatının tanziminde, dinî esasların gözönüne alınmasında en müessir âmil âhiret inancıdır. Bu inancın müessiriyeti de, onun, İslâm'ın öğrettiği esaslar çerçevesinde kavranmış olmasına bağlıdır. Buna göre;
1. Kıyamet ve hesap günü gerçekten dehşetli bir gündür.
2. O gün, herkes kendi hesabını verecektir.
3. Kişi bu hesabı verebilmek için her şeyi feda etmeye hazırdır.
4. O gün kimsenin kimseye faydası olmayacaktır.
5. O gün en yakınlardan bile kacılacaktır.
Şimdi âhiretle ilgili bu temel inançların işlenmesinde Kur'ân'ın çocuk ve evlât mefhumlarına nasıl geniş çapta yer verdiğini görelim:[457]
Meâlen: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının, doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün. Halbuki sarhoş değillerdir. Fakat bu, sâdece Allah'ın azabının çetin olmasındandır,"[458]
Meâlen:"O halde küfre varırsanız, çocukları ak saçlılar hâline çevirecek bir günün azabından kendinizi nasıl koruyacaksınız?"[459]
Meâlen: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğlunun da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın.[460]
Meâlen: "Günahkar kimse diğerinin günahını çek mez. Günah yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz."[461]
Hesap için her şey feda edilir
Meâlen: "Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülâlesini ve yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister."[462]
Meâlen: "İnkâr eden kimselerin mallan ve çocukları, Allah'tan yana onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliktirler. Onlar orada temellidirler."[463]
Hemen hemen aynı muhtevada âyetler müteaddit yerlerde tekerrür eder.[464] Onlardan biri de şudur:
"Yakınlarınız ve çocuklarınız size kıyamet gününde bir fayda vermezler. Allah, onlarla sizi ayırır."[465]
Kıyamet günü en yakınlardan kaçılır
Meâlen: "O gün kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter derdi vardır."[466]
Kur'ân-ı Kerim yetimlere karşı gösterilmesi gereken şefkat ve adalet duygusunu uyandırabilmek, ehemmiyetini ihsas edebilmek için de. evlâri mefhumuna yer verir. Bu maksadla, kişinin kendi çocuğunun yetim kalmış olabileceğini düşünmesini istemiştir:[467]
Açıklamalı meali şöyle: "Bir de o kimseler ki, arkalarında zayıf, güçleri kuvvetlen yetmez bir takım zür-riyet bırakmış olsalar, üzerlerine korkup titreyecek-lerdi. Bunların yürekleri sızlasın da Allah'tan kork-sunlar. Bu gibi işlerde kendilerine söz düşenler, kendilerini vefat eden meyyit ve onun yetim evlâtlarını kendi evlâtları yerine koyup düşünsünler de sözlerini ona göre dosdoğru söylesinler. Yetimler hakkında kendi evlâtları gibi hareket etsinler."[468]
Mübâhale, iddialı bir mes'elede iki tarafın "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin" diye beraberce lânetleşmelerine denir. Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sağlığında Necrân'dan gelen Hıristiyan bir hey'etle Hz. İsa'nın şahsiyeti ve İslâm'ın hakkaniyeti üzerine yapılan müzâkere ve münâkaşalarda, bu heyetin kendi inançları hususunda delilsiz direnmeleri üzerine en son olarak[469] onları mübâhaleye davet eden şu âyet inmiştir ki, burada sâde şahıslar değil, evlâtlar da me-dâr-i bahs edilmektedir:
Meâlen: "Sana gelen ilimden sonra artık her kim seninle münâkaşaya kalkarsa şöyle de: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim."[470]
Bu vazıh teklif karşısında, istişare için izin alan hey'et aralarında: "Görüyorsunuz, Muhammed hak peygamberdir... Biliyorsunuz, bir peygamberle lânetleş-meye cür'et eden hiçbir kavim yoktur ki büyükler sağ kalmış, küçükleri de büyümüş olsun. Bu durumda mübâhaleyi kabul, sonunuzun gelmesi demektir" diye müzakerede bulunarak, buna katılmayıp Hz. Peygamberle (a.s.m.) antlaşma yapmaya karar verirler.[471]
Evlâd-ebeveyn arasına, yaratılışta konmuş bulunan ve Risâlet-i Muhammediye'nin ana mes'elelerîni tavzih ve tesbitte, görüldüğü üzere, geniş çapta istifâde edilen fıtrî sevgi bağı, elbette onların sâdece dünyevî istikballerini değil, uhrevî istikballerini de düşünmek için verilmiştir:
Meâlen: "Hanginiz, kendisi ihtiyarlamış ve çocukları da güçsüzken altlarından ırmaklar akan, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin ateşle bir kasırganın kopmasıyla yanmasını ister? Düşünesiniz diye Allah âyetlerini böyle açıklar."[472]
Bu çalışmada, ilk anda akla gelebilecek, çocuğu ilgilendiren hemen hemen bütün mes'elelere Kur'ân-a Kerimin yer verdiğini görmüş olduk. Bu yer veriş, meselenin ehemmiyet derecesine göre muhtelif şekillerde olmuştur:
Mühim mes'eleler için müstakil âyet ve pasajlar tahsis edilmiş, tâli olanlara da işâreten ve zımmen temas edilip geçilmiştir. Eğer, mes'ele hayatiyet arzedecek kadar mühim olmasına rağmen önemi kavrana-mayıp ihmal edilecek duruma ise, böyleleri çeşitli şekiller altında tekrar edilmiş ve ayrıca, te'kîd edici diğer unsurlarla da iyice tebarüz ettirilmiştir. Din terbiyesi ve hususan namazla ilgili emirlerde olduğu gibi.
Çocuğun nafakası, himâyesi, hayata hazırlanması ve bilhassa dinî formasyonu ile alâkalı mes'eleler en ziyâde üzerinde durulan mes'elelerdir.
Kur'ân'ı Kerîme has bir orijinalite olarak şu husus kayda değer: Çocuğun sâdece nafakasından değil, hayata hazırlanmasından dahî yâni gerek dinî ve ahlâki terbiyesinden, gerekse meslekî formasyonundan öncelikle ailesi mes'ûldür. Ailesinin yokluğu veya aczi hâlinde bu mes'ûliyet devlete düşmektedir. Günümüz Müslümamnın maalesef kaybettiği ve fiyatını da çok pahalı ödemekte olduğu İslâmî esaslardan biri budur. Çocuğunun terbiyesini okula devretmekle atalık vazifesini ifa etmiş olma kuruntusuyla mes'ûliyetten kaçmanın dünyadaki cezasını anarşi şeklinde bulmuştur.
Kur'an'a has ikinci mühim orijinalite çocuğun, bulûğ yaşında hayatî mes'ûliyete hazırlanma gereğidir. Yâni çocuğa, hayatın bütün tekâlifini tek başına deruhte edecek, ekonomik yönden kimseye muhtaç olmayacak şekilde hayata atılmasına imkân sağlayacak zarurî bilgi, beceri ve terbiyeyi ailesi bulûğdan önce vermekle mükelleftir. Bir başka ifâde ile Kur'ânî temel eğitim, bu hedefi gerçekleştirecek bir müfredat ve programın tatbikini istemektedir.
Çocuğun, hayatî mes'ûliyeti başarıyla deruhte edebilmesi için birinci şart olarak aileye yüklenen bu muhtevalı formasyon mes'ûliyetini tamamlayan Kur'ânî ikinci bir tedbîr, çocuğun evlenmesinde ailesinin yardımcı olmasını taleb etmekten ibarettir.
Hayatta icra edeceği meslek bilgisini de ihtiva eden muhtevalı bir temel eğitimi almış, ailesinin yardımıyla da evlenmiş olan bir genç müstakil bir şahsiyet, bağımsız ekonomik bir ünite olarak içtimaî hayata yapıcı, müstahsil bir unsur olarak katılacaktır.
Görüldüğü üzere, çocuğu ilgilendiren mes'eleler Kur'ân'ın derpiş ettiği yaklaşımla ele alınıp hâl yoluna gidildiği takdirde, İslâmî şahsiyete sahip, itibarlı, problemleri asgariye düşmüş bir gençlik yetiştirmekle züme kavuşturulabilmesi için hadîslerin ve hattâ İslâm fıkhının iyi bilinmesi gerekmektedir. Esasen Kur'ân'ın hakkıyla anlaşılabilmesi için de son iki kaynağa olan ihtiyaç münâkaşa götürmeyecek kadar açıktır. Bu noktadan, mevzuun "Kur'ân'da Çocuk" diye değil, "İslâm'da Çocuk" diye isimlendirilerek çok daha şümullü olarak ele alınması daha muvafık olur. Yarının hamiyetperver dindar araştırıcılarını bu mukaddes vazife beklemektedir.[473]
1- Abdurrezzak, İbnu Muhammed es-San'ânî (v. 211/826): Musannafu Abdirrezzâk, Beyrut (ofset), 1970
2- Aclûnî, İsmail İbnu Mahammed (v. 1162/1748): Keşfu'l-Hajâ Ve Müzîlü'l-İlbas Amma İştehere Mine'l-Ehâdîsi alâ elsineti'n-Nâs, Beyrut, 1351.
3- Ahmed, İbnu Hanbel (v. 241/855): Müsnedu Ahmed İbni Hanbel, 1313, Kahire (baskısından ofset), Beyrut, tarihsiz.
4- Aynî, Bedrü'd-Dîn Ebû Muhammed Mahmûd ibnu Almed (v.855/1451): Umdetu'l-Kaarî Şerhu Sahîhi'l-Buhârî, 1348 (baskısından ofset), Beyrut.
5- Azîmâbâdî, Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk: Avnu'l-Ma'büd Şerhu Süneni Ebi Davut, Medine 1968.
6- Bilmen, Ömer Nasûhî: Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, 1964.
7- Bilmen, Istılâhüt-ı Fıkhiyye Kamusu, istanbul, tarihsiz.
8- Buharı, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu ismail (v. 256/869): Sahîhu'l-Buhârî, (1313 baskısından ofset), Kahire, 1958.
9- Buharı,-el-Edebü'l-Müfred, Kahire, 1379.
10- Canan, İbrahim: Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, Cihan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1984. CANAN, 11- Canan, İslâm'da Çocuk Haklan, İstanbul, 1980.
12- Cessâs, ebû Bekr Ahmed ibnu Ali (v. 370/980): ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire, tarihsiz.
13- Çantay, Hasan Basri: Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, İstanbul, 1957.
14- Dârekutnî, Ali İbnu Ömer (385/945): Sünenü'd-Dârekutnî, Kahire, 1966.
15- Deylemî, Ebû Mansûr (v. 558/1162): Müsnedü'l-Firdevs, Yzm. Şehit Ali Paşa3..Nu: 565.
16- Deylemî, Ebû Bekr. İbnu'l-Arabî bak. ibnu'l-Arabî.
17- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1960.
18- Ebû Zühre, Muhammed, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, Mısır, 1957.
19- Filloux, Jean claude: La Personnalite, PUF. Paris, 1967.
20- Gazali, Ebû Hami Muhammed İbnu Muhammed (v. 505/1111): İhyâu. Ulûmi'd-Dîn, Tercüme: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, 1975
21- Hâkim, Ebû Abdillâh el-Hâkim en-Neysâbûrî (v. 405/1014): el-Müstedrek ala's-Sahîhayn, Haydarabad-Deken, 1335.
22- Heysemî, Nûru'd-Dîn Ali İbnu ebî Bekr (v. 807/1404): Mecmâu'z-Zevâid ve Menba'u'l-Fevâid, Beyrut, 1967.
23- İbnu Âbidîn, Muhammed Emin İbnu Ömer (1198/1783): Reddü'l-Muhtâr ala Dürri'l-Muhtâr, Mısır, 1272 (baskısından ofset).
24- İbnu'l-Arabî, ebû Bekr Muhammed Emîn İbnu Abdillâh (v. 543/1148): Ahkâmu'l-Kıtr'ân, Mısır, 1972.
25- İbnu Ebî Şeybe; Ebû Bekr Abdullah ibnû Muhammed (v 243/867): Musannafu İbni ebi Şeyhe Haydarâbâd, 1966.
26- İbnu'l-Esîr, Mecdü'd-Dîn Ebû's-Se'âdât el-Mubârek ibnu Muhammed el-Cezerî (v. 606/1209): en-Nihâye fî Garîbi'l'Hadis ve'l-eser, Kahire, 1963.
27- İbnu'l-Esir, İzzü'd-Dîn ebu'l-Hasen Ali ibnu Muhammed el-Cezerî (v.630/1232): Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rijetiSahabe, Kahire, 1970.
28- İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebû'1-Fadl Ahmed İbnu Alî el-Askalânî (v 852/1448): Fethu'l-Bârî bi-Şerhi'l-Buhârî, Mısır 1952.
29- İbnu Hacer, Hedyü's-Sâri, Bulak, 1301 (baskısından ofset).
30- İbnu Hacer,Âliye bi-Zevâidi'l - Mesânidi's-Semâniye, Kuveyt, 1973.
31- İbnu Hamza El-Hüseynî, es-Seyyid ibrahim ib-nu's-Seyyid (v 1120/1708): el-Beyan ve't-Ta'rifjî Esbâbi Vürüdi'l-Haîsi'ş-Şerif, Haleb, 1329.
32- İbnu Hîşâm, Ebû Muhammed Abdu'l-Melik (v. 218/833): es-Sîretü'n-Nebeviyye, Mısır, 1955.
33- İbnu Kayyım El-Cevziyye, Şemsü'-Dîn Ebû Abdillâh Muhammed İbnu ebî Bekr (v. 751/1350): Tuhfetu'l-Mevdûd b- Ahkdmi'l-Mevlû, Bombay, 1961.
34- İbnu Kesîr, İmâdü'd-Dîn ebul-fidâ ismail (v. 774/1372): Tefsînı'l-Kur'âni'l-Azîm, Beyrut, 1966.
35- İbnu Manzür, Ebû'1-Fadl. Cemâlü'd-Din Muhammed ibnu Mükerrem (v.. 711/1311): Lisânu'l-Arab, Beyrut, 1968.
36- Kaabisî, Ebü'l- Hasen ali İbnu Muhammed ibni Halef (v. 403/1012): İslâm'da Öğretmen ve öğrenci
Mes'elelerine Dâir, Tercüme: Süleyman Ateş, Hıfzu'r-Rahmân Râşid Öymen Ankara, 1966.
37- Kaarî, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhamme el-Herevî (V. 1014/1605): Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hilm, Beyrut, 1352.
38- Kâsânî, Alâüddîn, Ebû Bekr ibnu Mes'ûd (v. 587/1196): Bedâiu's-Sanâ'i, Beyrut, 1974.
39- Merginânî, ebû'l-Hasen Ali İbnu Ebî Bekr (v. 593/1196): el-Hidâye, Mısır, tarihsiz.
40- Mubarekfûrî, Ebû'1-Alî Muhammed Abdurrahmân İbnu Abdirrahîm (v. 1353/1934): Tuhfetu'l-Ahvazî bi-Şerhi Câmi'i't-Tifmizî, Kahire, 1963.
41- El-Muttakî, Alâu'd-Dîn Ali el-Müttakî İbnu Hüsâmi'd-Din el-Hindî (v. 975/1567): Kenzu'l-Ummal fi Sünen'l-Ahvâl Ve'l-Efâl. Haydarâbâd, 1945.
42- Münâvî, Şemsü'd-Dîn Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurra'ûf (v.1031/1621): Feydu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmi'i's-Sağîr, Beyrut, 1972.
43- Müslim, Ebû'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî (v. 271/874): Sahîhu Müslim, Kahire, 1955.
44- Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed İbnu Ali İbn-i Şu'ayb (v. 303/915): Sünenü'n-Nesaî, Kahire 1930.
45- Râgıb, Ebû'l-Kaasım Hüseyn İbnu Muhammed el-îsfehânî (v. 502/1108): el-Müfredât Jt Garibi'l-Kur'ân, Kahire, 1961.
46- Râzî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Ömür İbni Hüseyn (v. 606/1209): et-Tefsîru'l-Kebîr, Kahire, tarihsiz.
47- Seyyin Kutub: Fi Zilâli’l-Kur'ân, Tercüme: İ.H. Şengüler, M.E. Saraç, B. Karlığa, İstanbul, 1971.
48- Suyütî, Celâlü'd-Dîn Abdu'r-Rahmân Ebû Bekr (v. 911/1505): el-İtkân Fİ Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire, 1967.
49- Suyütî, Celâlü'd-Dîn Abdu'r-Rahmân Ebû Bekr (v. 911/1505): Lübâbu'n-Nükül, (Tefsîru Celâleyn'in Haşiyesinde basılmıştır), Dımeşk, 1978.
50- Suyütî, Celâlü'd-Dîn Abdu'r-Rahmân Ebû Bekr (v. 911/1505): Tefsîru Celâieyn, Dımeşk, 1978.
51- Şerbînî, eş-Şeyh Muhammed (v. 977/1556): Muğni'l-Muhtâc, Mısır, 1958.
52- Taberânî, Süleyman İbnu Ahmed (v. 360/970: e-Mu'cemu's-Sağîr, Kahire, 1388/1968.
53- Tabrîzî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Abdillâh el-Hatib (v. 737/1336): Mişkatu'l-Mesâbîh, Dımeşk, 1961.
54- Tirmizi, Ebû İsâ Muhammed İbnu İsâ İbn-i Sevre (v. 279/892): Sünenü't-Tirmizî, Humus 1966.
55- Üsdü'l-Gâbe, bak: İbnu'l-Esîr, İzzüd'din.
56- Üsrûşenî, Muhammed İbnu Muhammed İbni'l-Hüseyn (v. 632/ 1234): Ahkamu's-Sığâr (veya Câmi'u Ahkâmi's-Sığâr). Mısır, 1300.
57- Acquın, Guy: Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgisi, Çeviren: Mehmet Toprak, İstanbul, 1964.
58- Zemahşerî, Ebû'l-Kaasım Cârullâh Mahmûd İbnu Ömer (538/1143): el-Keşşaf, Beyrut, tarihsiz.[474]
[1] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 9-15.
[2] Râgıb, Ebu'l-Kâsım el-Hüseyn İbnu Muhammed (502). el-Müfredât Fî Garîbh-Kur'ân, Kahire, 1961/1381, s. 532; İbnu Manzûr, Ebû'l-Fad! Cemâlu'd-Dîn Muhammed İbn-i Mükerrem, Lisanu'l-Arab, Beyrut, tarihsiz, 3, 468; İbnu'i-Esîr, Mecdü'd-Dîn Ebû's-Seâdât (606), en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs ve’l Eser, Kahire, 1963, 5, 225.
[3] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 15-19.
[4] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:19.
[5] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 21.
[6] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:21-22.
[7] Bak: Nisa 4/3, 25.
[8] Bakara: 2/221.
[9] Müslim İbnu Haccâc ei-Kuşeyrî (261), Sahîh-i Müslim, Kahire, 1955, Rada; 53; Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed (279), Sünenü 'Tirmizî, Humus, 1966, Nikâh 4; Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed ibnu Ali (303), Sünenü'n-Nesâi, kahire, 1930, Nikâh 10.
[10] Kaarî, Nûru'd-Dîn Molla Alt İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (1014), Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hiim, Beyrut, 1352, 1, 234. Hadîsin mevzu olduğunu söyleyen olmuşsa da, Aiiyyü'l-Kaarî bunu reddeder. Ayrıca mânâsının doğruluğu te'yîd edilmiştir. (Acluni, Keşfu'l-Hafa 1,272).
[11] Bak: Kaan, a.g.e. 1,234.
[12] Nûr: 24/3.
[13] Nûr:24/33.
[14] Müslim, Nikâh t.
[15] Kenzu'l-Ummâl 16, 492-93; Müsrted-i Ahmed 5, 163-64 (parantez içindeki ilâveler Müsned'dendir). Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:22-25.
[16] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 25.
[17] Nisâ:4/34.
[18] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 26-27.
[19] Filloux J.C., La Personnalite, PUF, Paris, 1967, p. 59; JacOuin Gl, Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgisi, Çeviren Mehmet Toprak, İstanbul, 1964, s. 35.
[20] el-Haddâdî, Ebû Bekr İbnu Ali (800/1397), ef-Cevheretu'n-Neyyire 2, 116.
[21] Ahzâb:33/33.
[22] Kâsânî, Bedâîu's Sanâ'î, Beyruî, 1974, 4, 24; İbnu Hacer, Fethu'l-Bâri 11, 434.
[23] İslâm'ın bu mevzûdaki görüşleri Hz. peygamberin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızda genişçe açıklanmıştır, (s.380-412}.
[24] Bir çocuğun küçükken, anne ve babanın müşfik alâkasından ve mânevi doyumdan mahrum olarak yetişmesi, ileriki hayatında aldatıcı, zararlı telkinlere mukavemet göstermeden hemen kapılıvermesinde mühim rol oynadığı da anlaşılmakladır. 1968-1982 yılları arasında memleketimizi kasıp kavurmuş bulunan anarşi döneminde, anarşist bir teşkilâtın en üst seviyelerinde yer almış, birçok anarşik eylemlerde bulunmuş, cinayetler işlemiş bir gencin, bilâhare yaptığı bâzı açıklamalar mevzûmuz yönünden ehemmiyetlidir. Anarşist telkinlerin gençler üzerinde başart sağlamasını altı sebeple izah ve anarşiye düşenlerin çoğunlukla problemli ve bu sebeple de çocuklarına karşs yeterli şefkat, sevgi ve alâkayı göstermeyen ailelerden geldiklerini ifâde eder. Müşahhas bir örnek olarak kendi durumunu sunan genç, annesinin de, babasının da çalışmaları sebebiyle küçükken onlardan sıcak bir aile ilgisi göremediğini, bu durumun onu dâima ilgiye muhtaç bir hâlet-i ruhiye içinde bıraktığını, bu ruhi bozukluk içinde üniversitede okurken kendisine gösterilen sahte ilgilere kolayca aldanarak anarşist olduğunu dile getirir. Aşağıda kaydedeceğimiz itiraflar meyâmnda en ibretâmiz ve çarpıcı ifâdenin "Benim aradığım; içten, sıcak, samîmi kişilerin ilişkilerinin var olduğu bir ortam idi. Eğer bu ortamda başka bir siyâset bulsa idim, bugün belki o başka siyâsetin üyesi olarak yargılanacaktım" cümlesi olduğu kanaatindeyiz. Bu ibreîâmiz açıklamalardan bâzı cümleleri aynen tâkib edelim:
“Eğer ciddi bir araştırma yapılırsa, özeliikle ...'nin eylemci ve yönetici kesimini oluşturanların böylesi bir uyumsuzluk ve ailevî problemle karşı karşıya oldukları hemen göze çarpacaktır. Örgütün üst düzeyinde yer alan kişilerden ilk anda aklıma gelen dört kişinin babalarının alkolik olması ve iki kişinin de ana-babalarının ayrı bulunması her halde basit bir tesadüf değildir. Benim problemlerim ise çok küçük yaşta başladı. (...). Aileleri ve yakın çevreleri ile sağlıklı ilişkiler kuramayan gençler, ihtiyaçları olan ilgili ve yakınlığı dışarıda arayacaklardır. Eğer bu ilgiyi ideolojik bir ortamda buluyorsa, işte dertler bu anda başlayacaktır. Artık yalnız değildir. Aynı dili kullandığı, ciddiye alındığı bir. ortamdadır. Ve ilk anda psikolojik doyumu yitirmemek için her şeye katlanacaktır. (...). Benim gibi desteğe, ilgiye susayan biri için bu olaylar dış görünümü ile âdefâ rüya idi. İdeal (î) insanlar vardı orada- Benim aradığım içten, sıcak ve samimî kişilerin ilişkilerinin var olduğu bir ortam idi. Eğer bu ortamda başka bir siyâset bulsa idim, bugün belki o başka siyâsetin üyesi olarak yargılanacaktım, (...}. Beni esas memnun eden şey, bir çevrenin ve daha önce belirttiğim sebeplerle sempati duyduğum, saygı duyduğum bir çevrenin bana güvenmesi ve kabul etmesi idi. işin siyâsî yanı benim İçin ikinci faktördü. Önemli olan hangi örgütte olduğum değil, bir örgüte kabul edilmemdi." (Tercüman Gazetesi, 9.3.1983 günlü nüshası. Yazı, "Nasıl Anarşist Oldular?- adıyla yapılan bir röportaj'dan alınmadır. Röportajı Tokay Gözütokyapmıştır).
[25] İslâmda Çocuk Haklan, s. 80-81. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 27-30.
[26] Le Monde gazetesi, 2 Ocak 1976 sayılı nüshası.
[27] Alınan tedbirler hususunda, yukarıdaki kitabımıza bakılabilir, s. 81.
[28] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 30-32.
[29] Ve!â-i Müvâlât: Nesebi meçhul birisi İle tesis edilen yardımlaşma rabıtası (akrabalığı). Velâ-i Ataka: Âzâd edilen köle ile efendi arasında teessüs eden bir rabıta (akrabalık bağı). Ölüm halinde tevarüsü gerektirir.
Civar: Bir yabancıya tanınan himaye, eman.
[30] Bak. İbnu Kesîr, Jmûdüd-Dîn Ebû'l-Fidâ İsmail (v. 774), TefsîruI-Kur'ânil-Azîm, Beyrut, 1966,5,426-27.
[31] Ahzâb:33/6
[32] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 32-34.
[33] Mücâdile 58/2; Ahzâb:33/4. Zıhârla alâkalı teferruat için bak: Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, 1964 s. 304: Dikmen, İslâm İlmihali, İstanbul, 1983, s. 441-444. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 34-35.
[34] Elmalılı a.g.e. 6, 3898-99; Suhârî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu İsmail (256), Sahih-i Buhârî, Kahire, 1958, Tefsir, Suretu'i-Ahzâb; İbnu'l-Esîr, İzzü'd-Dîn Ebûl'-Hasen Alî ibnu Muhammed (630), Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire, 1970, 2, 281-283.
[35] Ahzâb: 33/40.
[36] Üsdü'l-Gâbe 2, 283.
[37] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 35-36.
[38] " Kur'an-ı Kerimde hakîkî ve hükmî anne-baba bahisleriyle bu bahis birbirinden tamamen ayrı olarak ele alınmamış ise de, biz mevzûumuzu vazetmede takip ettiğimiz sistematik icabı, ayrı ayrı başlıklar alımda ele almayı uygun gördük.
[39] Ahzâb: 33/4-5.
[40] Üsdü'l-Gâbe 2, 281.
[41] Suyûtî, Celâlüd-Dîn Abdurrahman Ebû Bekr (911), Lübûbu'n-Nükûl, Tefsîru Celâleyn'in haşiyesinde basılmıştır, Dırneşk, 1978, s. 553.
[42] "Usdul-Gâbe 2, 208.
[43] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 36-37.
[44] Hûd:11/45/46.
[45] Tevbe:9/114.
[46] Nisa :4/144.
[47] Tevbe:9/23.
[48] Üsdü'l-Gâbe 2, 421.
[49] Bak. Bilmen, Ömer Nasûhi, Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, Tarihsiz, 5. 225.
[50] Tevbe:9/84.
[51] Buhârî, Tefsîru Sûretit-Tevbe 12, 13; İbnu Kesîr, Tefsir 3, 435-36.
[52] Mergînânî, Ebû'l-Hasen Ali İbnu Ebİ Bekr (593), el- Hidâye, Mısır, Tarihsiz, 2,163. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 38-41.
[53] Ra'd:13/38.
[54] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 41-42.
[55] Hz. İbrahim'in ailesi için: "Ey evin hanımı' Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Ailah'ın işine şaşarsın?" denilir “Hûd:11/73”.
[56] Hûd:11/44
[57] Ankebût:39/32; Hıcr:15/60; A'raf .7/83.
[58] Buhârî, Enbiyâ:32, 46; Müslim, Fedâiiu's-Sahâbe 70; Tirmizî, Et'ime 31.
[59] Tahrîm:66/10-11. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 42-43.
[60] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 43.
[61] Ra'd:13/38
[62] Ailesi için dua eden peygamberler şüphesiz sâdece bunlar değildir.
[63] Ankebût:29/33; Şu'arâ :26/168-171; Mümtehine:60/4.
[64] Enbiyâ:21/76; Hûd:45/46
[65] İbrahim:14/40, Bak. Mümtehine:60/4; İbrahim:14/35.
[66] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 43-45.
[67] Furkân:25/74; Kasas:28/9.
[68] Kasas:28/10-13; Tâ-hâ:20/40.
[69] Kasas:28/10-11
[70] İnsan:76/19; Vâkı'a:56/17; Tûr:52/24.
[71] Diyanet İşleri Başkanlığı Tercümesi, Ankara 1980; Kutub, a.g.e. 15. 40S.
[72] Hasan Basri Çaniay Tercümesi, İstanbul, 1957, 3, 1102.
[73] Elmalılı 8, 5491.
[74] İbnu Kesîr, Tefsir 7, 184
[75] Râzî, a.g.e. 29,149-150..
[76] Bediüzzaman, Mektubât, Onyedinci Mektup, s. 80-81. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 45-47.
[77] Bediüzzaman, Mektubât, Onyedinci Mektup, s. 80-81.
[78] Münâvî, Şemsü'd-Dîn Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurra'üf (1031), Feyzu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmü's-Sağîr, Beyrut, 1972, 3, 269.
[79] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 47-48.
[80] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 48.
[81] Furkân:25/74.
[82] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 49.
[83] Âl-i İmrân: 3/38. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 49-50.
[84] Bakara: 2/128. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 50.
[85] Ahkâf :46/15.
[86] Suyûtî, Telsîru Celâleyn s. 231; Beyzâvî, Nâsıru'd-Dîn Ebû Saîd Abdullah İbnu Ömer (685), Tef sîm'I-Beyzâvî, İkinci Tab, Mısır, 1955, 1, 180.
[87] A'raf :7/189.
[88] Buharı, el-Edebü'l-Müfred, s. 430. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 50-51.
[89] Âl-i İmrân 3/35. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 51-52.
[90] Isrâ:17/64.
[91] Buharı. Nikâh 67; Müslim, nikâh 116; tirmizî kâh 8 52.
[92] ÂI-i İmrân:3/36.
[93] Doğduğu andan itibaren.çocuğa yapılması gereken ierbiyevî muamelelerle alâkalı olarak Hz. Peygamberin hadîslerinde gelmiş bulunan teferruatı "Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye" adlı araştırmamızda kaydettik. Bilhassa şu sayfalar görülebilir: 77-107, 344-366.
[94] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 52-53.
[95] İbrahim:14/35.
[96] Şuara:26/35. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 53-54.
[97] Âl-i İmrân:3/39-40.
[98] Hûd:11/70-72 (Tıbda kaydedilen son gelişmeler, çocuk edinme hususunda gerek yaşlılık ve gerekse kısırlığın koyduğu engelleri aşma yoluna girmiştir.)
[99] Hicr:15/53.
[100] Meryem:19/7-8.
[101] Bak. Efmalılı, a.g.e. 1,499
[102] Yûsuf:12/6.
[103] Yûsuf:12/22
[104] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 54-55.
[105] ÂI-i İmrân:3/14.
[106] Hadîd:57/20.
[107] Kehf :18/34.
[108] Sebe:34/34-35.
[109] Meryem:19/78; Bak. Elmahlı, a.g.e. 9, 6264.
[110] Leheb:111/2.
[111] Mü’minûn.23/55-56.
[112] Tevbe:9/55, 85.
[113] Tevbe :9/69.
[114] Şuara:26/131-134. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 55-58.
[115] Sebe: 34/37.
[116] Enfâl: 8/27-28.
[117] Bak. Mülk:67/2; Bakara :2/155.
[118] Tegâbün: 64/14.
[119] İsrâ:17/64
[120] Alâk:96/5-6.
[121] Münâfikün: 63/9.
[122] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 58-62.
[123] Kehf :18/80.
[124] Râzî, a.g.e. 21,161.
[125] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 62.
[126] Nahl: 16/57-59.
[127] Zuhruf: 43/16-18.
[128] Saffâî:37/153-155. Keza bak. En'âm: 6/100; İsrâ:17/40.
[129] Zâriyât: 51/49; Bak. Ra'd :13/3; Yasin :36/36; Zuhruf: 43/12.
[130] Nebe:78/8; Bak. Nahl: 16/72; Rûm :30/21; Fâhır: 35/11.
[131] Necm:53/45-46.
[132] Şûra: 42/49-50.
[133] Nisa: 4/11.
[134] Ahzâb:33/4.
[135] Üsrûşenî, Ah kamu 's-Sığar 1, 173.
[136] Bu noktayı Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızda etraflıca tahlil ettik,s.172-176.
[137] Bak. a.g.e. s. 174. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 62-66.
[138] Mâide:5/27-28.
[139] Yûsuf:12/3-6.
[140] Yûsuf:12/8-9.
[141] Yûsuf:12/7.
[142] Münâvi, a.g.e. 4, 29
[143] Kaynaklar ve ilâve açıklamalar için yine Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye kitabımızın 175-176. sahifelerine bakılsın.
[144] Tâ-Hâ 20/25-35.
[145] A'raf :7/150; Tâ-Hâ: 20/92-94. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 66-71.
[146] Isrâ:17/23-24.
[147] Bakara: 2/83.
[148] En'am: 6/151-153.
[149] Nisa: 4/36.
[150] Ahkâf:46/15
[151] Ankebût: 29/8; Ahkâf: 46/15; Lokman: 31/14.
[152] Ahkâf: 46/15; Bak. Lokman: 31/14.
[153] Bak. râzt, a.g.e. 25, 36.
[154] Lokman: 31/14
[155] Meryem: 19/14
[156] Meryem: 19/32
[157] Nemi: 27/19
[158] İbrahim 14/41
[159] Bakara :2/215.
[160] Bakara:2/180.Âyet-i kerîmenin "miras düşen yakınlara vasiyet etme cevazı" bilâhare neshedilmiştir. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 71-76.
[161] Râgıb'ın açıklamasına göre, "Rab kelimesi aslında terbiye demektir. Terbiye de bir şeyi, tamam oluncaya kadar kademe kademe tedricen inşâ etmek" mânâsına gelir. Rab kelimesi aslen mastar ise de ism-i fail olarak kullanılmaktadır. Kayıdsız olarak, yâni Rab şeklinde sâdece Allah için kullanılır. "Mevcudatın maslahatına mütekeffil olan Allah" mânâsını ifâde eder. İzafetle birlikte olunca Allah için de kullanılır, insan için de: rabbü'l-âlemîn dendiği gibi rabbü'l-beyt fev sahibi) de denir. Kur'ân'da her iki kullanış da mevcuttur (Müfredat s. 184).
[162] Elmalılı a.g.e. 1,63-64.
[163] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 77-78.
[164] Tahrîm: 66/6
[165] Bak. İbnu Kesîr, Tefsîr 7, 58-59; Râzî, a.g.e. 30, 46; Zemahşerî, Ebûl-Kaasım Cârullah Mahmûd İbnu Ömer '538), Keşşaf, Beyrut, tarihsiz 4, 128.
[166] Râzî, a.g.e. 24,31.
[167] Zemahşerî, a.g.e. 4. 128
[168] Müfessirler, kendisi cennete gitse bile ihmalinden dolayı yakınlarının cehenneme gitmesine yol açan kimselerin de, onlarla ebediyen ayrılmış olma sebebiyle burada kastedilen hüsran sahiplerinden sayılacağı mânâsına da yer verirler. "Zira, derier, onlar da inanmış olsalardı, kendisinin olacaklardı." (Zemahşerî, a.g.e. 3, 392).
[169] Zümer: 39/15-16; Bak, Şuarâ: 42/45.
[170] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 78-80.
[171] Kur'ân tarafından aileye tevdi edilmiş olan -ve kısaca temel eğitim tabiriyle ifâde edilen-gencin hayata hazırlanma mes'ûliyetini, günümüz medeniyeti aileden alıp "okul"a vermiş, "okul" da bu hayatî bilgilerin, başta meslek bilgisi olmak üzere pek çoğunu ihmal etmekle, yeni yetişen nesli âvâre, intibaksız ve binnetîce âsi ye anarşis! kılmıştır, insanlığa işlenen bu cinayetten daha büyük bir cinayet düşünülemez
[172] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 81.
[173] Talâk: 65/6.
[174] Üsrûşenî, Muhammed İbnu Muhammed İbni'l-Hüseyn (632) Câmiu Atı kâmı 's-Sığâr, Mısır, 1301, 1,85-87.
[175] Cessâs, Ebû Bekr Ahmed ibnu Ali (370), Ahkâmu'l Kur'ân, Kahire, tarihsiz, 2, 108-109. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 81-83.
[176] Bakara:. 2/130-132.
[177] Bakara: 2/193, 217; Âl-i İmrân:. 3/19, 85; En'âm: 6/16; A'râf :7/29; Enfâl: 8/39; Tevbe: 9/33, 122; Yûnus: 10/105; Nûr: 24/2; Rum: 30/30, 43; Zümer: 39/3, 11; Feth: 68/28; Mümtehine: 60/8; Beyyine: 98/5.
[178] Feth: 48/28.
[179] Tevbe: 9/33.
[180] Enfal: 8/39.
[181] Âl-i İmrân: 3/19.
[182] Âl-i İmrân: 3/85.
[183] Taberâni, Mu'cemu's-Sağîr 1, 152.
[184] İbnu Haldun, Abdurrahman (808), el-Mukaddime, Beyrut, tarihsiz, s. 125.
[185] İbrahim: 14/37.
[186] Bak. Câmiu's-Sağîr3, 393-394.
[187] Münâvî, Feyzu'l-Kadîr 3, 394.
[188] Üsrûşeni, Ahkâmu'l-Sığâr 1, 102-103.
[189] İbnu Ebî şeybe, Ebû Bekr Abduliah İbnu Muhammed (253), Musannafu İbn-i Ebı Şeybe, Haydârâbâd, 1966,1, 348; Abdurrezzâk, İbnu Muhammed es-San'ânî (211) Musannafu Abdirrezzâk, Beyrut, 1970, 4, 344.
[190] Lokman: 31/13.
[191] A'râf: 7/180; İsrâ:17/110; Tâ-Hâ: 20/8; Haşr: 59/24.
[192] Buharı, Da'avât 69; 'Müsfİm, Zkr 5, 6.
[193] Allah'ın sübûtî sıfatları: Hayaî, ilim, semi' (her şeyi işitmesi), basar (her şeyi görmesi), irâde (dilemesi, dilediğini yapması), kudret (her dilediğine gücü yetmesi), kelâm (konuşma, vahyetme), tekvîn (yaratma sahibi olma). Allah'ın zatî sıfatlan: Vücut (varolmak), kıdem (varlığının evveli olmama), beka (varlığının sonu olmama), vahdaniyet (bir olması), muhalefetün iil-havâdis (hiçbir matılûka benzememesi).
(Bak. Dikmen, Tasavvuf ve Hikmet Işığında İslâm İlmihali, Cihan Yayınlan, 1983, İst.)
[194] Nisa: 4/150-152.
[195] Bakara: 2/285-286.
[196] İbrahim: 14/40.
[197] Aclûnî. İsmail İbnu Muhammed (1162), Keşfu'i-Hafâ, Beyrut, 1351, 2, 31.
[198] Tâ-Hâ: 20/132.
[199] Lokman: 31/17.
[200] Meryem: 19/55.
[201] ibnu Hacer. Şihâbü'd-Dîn Ebû'l-Fadl Ahmed el-Askalânî (852), Fethu'l-Bâri, Mısır, 1959, 2, 489-90; Zebidî, Zeyniİ'd-Dîn Ahmed İbnu Ahmed (893), Tecrîd-i Sarih, tercüme: Ahmed Naim, Ankara, 1972, 2, 941; Şevkân?, Muhammed ibnu Ali (1250), Neylül-Evtâr, Kahire, 1971, 1,349.
[202] Abdurcezzâk, Musannaf 4, 153.
[203] A.g.e. 4,154-155
[204] Buhârî, Savm 47; Müslim, Siyam 136.
[205] İbnu Âbidîn, reddü'l-Muhtâr 1, 92. Daha fazla bilgi içiri Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye (s. 125-138) ve İslâm'da Temel Eğitim Esasları (s. 29-40) adlı kitaplarımıza bakılabilir.
[206] Lokman: 31/16-19.
[207] İbnu Âbidîn, a.g.e. 1, 92.
[208] Meryem: 19/42-45. En'âm sûresinde de Hz. İbrahim babasına: "Sen putları ilâh mı ediniyorsun, ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum" der (En'âm: 6/74).
[209] Meryem:19/47-48.
[210] Ankebût: 29/8.
[211] Lokman: 31/15. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 83-95.
[212] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 96-99.
[213] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 99.
[214] İbnu Kesîr, a.g.e. 1,358.
[215] Mü’minûn: 23/51.
[216] Bakara: 2/172. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 99-100.
[217] Necm: 53/39.
[218] Buharı. Büyü 15; Ahmed İbnu Hanbel (241), Müsnedu Ahmed, Kahire, 1313 4, 141.
[219] Münâvî.
[220] Gazali, İbnu Hâmid Muhammed İbnu Muhammed (505), Ihyâu Ulûmi'ö-Dîn, Tercüme:Ahmed Serdaroğlu, istanbul, 1975, 2, 234. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 100-101.
[221] Et-Aclûriî, Keşfu'1-Hafâ 1, 462-63.
[222] Kaynak ve teferruat İçin Sulh Çizgisi adlı kitabımız görülmelidir, s. 35 vd.
[223] Zuhruf: 43/32.
[224] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 101-103.
[225] Kasas: 28/77.
[226] Bakara: 2/200-202.
[227] İsrâ: 17/18-20. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 103-104.
[228] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 104.
[229] 62: Furkân 25/74.
[230] Bakara: 2/127-129.
[231] Bakara: 2/124.
[232] Şerhini, eş-Şeyh Muhammed (977), Muğni'l-Muhiâç, Mısır, 1958, 3, 458.
[233] Üsrüşenî, a.ge.e. 1,215-16.
[234] İbnu'l-kayyim; Şemsü'd-Dîn Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Ebî Bekr el-Ceziyye (751), Tuhfetul-Mevdûd bi-Ahkâmi'l-Mevlûd, Bombay, 1961, s. 144-145.
[235] Bu mes'elede fazla bilgi için İslâm'da Çocuk Haklan {istanbul 1980) adlı kitabımız görülebilir (s. 111-116}
Görüldüğü üzere, İslâm dini, çocuğa mestekî bir formasyon kazandırılması işine, dinî terbiye kadar ehemmiyet vermiş olmaktadır. Meslekî formasyon işi, anarşi bataklığında boğulma noktasına geîirilen günümüz Türk gençliği için ayrı bir önem taşımaktadır. En az bin yıllık tarihimizde Taslanmayan böyle bir anarşinin çıkışında tedrisât sistemimizde dinî eğitimin yokluğu kadar meslekî eğitimin yokluğu da müessir olmuştur. Bunu bizzat anarşiye düşmüş olanların gazetelerde çıkan itiraf ve beyanlarında açık seçik görmemiz mümkündür. Bunlardan biri 9.3.1983 tarihli Tercüman'da şöyle diyor: ".... İş arama sırasında ne iş yapabileceğim sorulduğunda her şeyi yapabileceğimi bildiriyor ve ne kadar saklarsam saklayalım, lise mezunu olduğum ortaya çıkıyordu. Yâni, yarım yamalak, gereksiz çok şey bilen ama, aslında (işe yarar) çok az şey bilen işsiz bir genç.
"Aramalarımın boşa çıkması yanında şöyle bir ortak tavır görüyordum: Liseyi bitirmek için harcadığım yıllara ve harcadığım çabaya acıyordum. Niye bu ülkenin güçlükle oluşturduğu (maddî) birikim "böylesine acımasız ve sonuçsuz bir çaba uğruna sarf ediliyordu. Amerikanın en yüksek tepesini, Don nehrinin uzunluğunu, Hammurabf kanunlarını, modern mantığın denklemini bilmeyen İnsanlar nasıl oluyor da bize, bu bilgileri ezberlemiş kişilere verecek iş bulamıyorlardı. Topluma bir türlü uyum sağlayamıyordum..." Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:.104-108.
[236] Nûr: 24/31.
[237] İbnuKesîra.g.e. 5, 92.
[238] Râzî, a.g.e. 23, 209.
[239] Nur: 24/58
[240] Ebû Dâvud, Salât 26; Ahmed ibnu Hanbel, a.g.e. 2, 180, 187; Münâvî, a.g.e. 5, 521; Heysemî, Nuru'd-Dîn Ali İbnu Ebî Bekr (807), Mecmau'z-Zevâid, Beyrul, 1967, 1, 294; Dârekutnî, Ali ibnu Ömer (385), Sünenüd-Dârekutnî, Kahire, 1966, 1, 230.
[241] Râzi, a.g.e. 24,32; İbnu Kesir, a.g.e. 5, 124.
[242] Nûr: 24/59.
[243] Bak. Râzî 24,199.
[244] Nûr: 24/27.
[245] Râzî, a.g.e. 24,199. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 108-113.
[246] Nür: 24/31.
[247] Ahzâb: 33/59.
[248] Fazla bilgi için Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımız görülmelidir s. 344-370. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 113-114.
[249] Nûh: 71/8.
[250] Nuh: 71/5.
[251] Hûd: 11/43.
[252] Ahkâf: 46/17-18.
[253] Âl-i İmrân: 3/20; Mâide: 5/92, 99; Ra'd: 13/40; Nahl: 16/35; Nûr: 24/54; Ankebût: 29/18; Yasin: 36/17; Şûra: 42/48; Tegâbün: 64/12
[254] Nahl: 16/82.
[255] Gâşiye: 88/21-22.
[256] Kasas: 28/56.
[257] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 114-118.
[258] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:118.
[259] Ahkâf: 46/15.
[260] Lokman: 31/14.
[261] Bakara: 2/233.
[262] Cessâs: a.g.e. 2,105
[263] Talâk: 65/6. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 118-120.
[264] İsrâ :17/24.
[265] Hadîsin kaynakları ve sıhha! durumu için Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye kitabına bakılmalıdır s. 113, 617 numaralı dipnot.
[266] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid 2, 101.
[267] Hâkim Ebü Abdillah en-neysâbûrî (405), el-Müstedrek alâs-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken, 1335, 3, 179; Tirmîzî, Edhî 17; Ebû Dâvud, Edeb 108; Ahmed ibnu Hanbel, a.g.e. 6, 391; Münâvî, a.g.e. 6, 238; ibnu hacer, el-Metâlibu'l-Âliye, Kuveyt 1973, 2, 289; Heysemî, a.g.e. 4, 50; Azimâbâdi, Avnül-Ma'bûd Şerhu Süneni Ebû Dâvud, Medine, 1968,14,9.
[268] BaK. Ebû Dâvud. Salât 25; Abdurrezzâk, a.g.e. 4, 153, 154; İbnu Ebi Şeybe, a.g.e. 1, 347. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 120-122.
[269] Nahl:16/78.
[270] Âyetin aslında geçen "eşüdd" kelimesini izah eden Râzî, bunu 22-28 yaşlan arası olarak hükme bağlar. Bu açıdan tâbirin bir kısım Türkçe meallerde -umumiyetle bulûğun karşılığı olarak benimsenmiş olan- "ergenlik çağı" lâbiriyie (ercümesi bâzı iltibaslara sebep olacağı için hatalıdır kanaatindeyiz.
[271] Yûsuf: 12/22.
[272] Meryem: 19/12-13.
[273] Râzî, a.g.e. 21,191.
[274] İbnu Kesîr, a.g.e. 4, 442.
[275] Münâvî, a.g.e. 4, 28-29. Bak. İbnu Kesîr, tefsir, 4, 442.
[276] Meryem: 19/29-33.
[277] Devletimizin aldığı yeni bir kararla ilkokula başlama yaşının 7'den 6'ya indirilmesindeki isâbeti bu vesîte ile tebarüz ettirmek isteriz.
[278] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 122-125.
[279] Râzî, a.g.e. 18,87
[280] Yûsuf: 12/5.
[281] Saffât: 37/102.
[282] Râzî, ag.e. 26,152.
[283] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 125-126.
[284] İbni Hacer, Fethul-Bârî 1, 152; Afımed fonu Hanöel, a.g.e. 3, 429.
[285] Bak, ibnu Abdilberr. Ebû Ömer (463), Câmiu Beyâni'İ-İlm ve Fadlihi, Medine, 1968, 1,209,212.
[286] İbnu Hacer, Hedyü's-Sâri, Bulak, 1301 2, 251-252. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 126-127.
[287] Zuhruf: 43/22-23.
[288] Mâide: 5/104; A'râf: 7/28; Yûnus: 10/78; Enbiyâ: 21/53; Şuarâ: 26/74; Lokman: 31/21.
[289] Kehf: 18/15.
[290] Keh1:8/10,13.
[291] Enbiyâ: 21/56-61.
[292] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 127-129.
[293] Yusüf: 12/11-13.
[294] Kurt kelimesi (zi'b) Kur'an'da öç defa ve üçü de Hz. Yûsuf'la ilgili olarak, yâni Yûsuf sûresinde geçer (13, 14 ve 17. âyetler). Çocukların kurtla korkutulmasından, masallarda geçen çocuk-kurt münasebetlerine kadar çok zengin bir kültpr bu açıdan oldukça manidardır ve incelemeye değer.
[295] Tevbe: 9/65; Mâide: 5/57, 58; En'âm: 6/70; A'râf :7/51; Enbiyâ: 21/55; Zuhruf: 43/83; Meâric.:70/42.
[296] En'âm: 6/32; Ankebût: 29/64; Muhammed: 47/36; Hadîd: 57/20.
[297] Enbiyâ: 21/16; Duhân: 44/38.
[298] el-Mûttakî, Alâüddin Ali el-Mötîakî fbnu Hüsâmid-dîn el-Hindî (975), Kenzu'l-Ummâ! Haleb, 1978, 4, 292; Münâvî, a.g.e. 4,59.
[299] Tirmizî, Fedâiiul-Cihâd 11; İbnu Mâce, Cihâd 19.
[300] İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid ibrahim İbnus-Seyyid (1120), el-Beyân ve't-Ta'rîf fî Esbâb-i Vürûdil-Hadîsi'ş-Şerîf, Haieb, 1329, 2, 63.
[301] Deylemi Ebû Mansûr (558), Müsnedü'l-Firdevs. Yzm. Şehid Ali Paşa, Nu. 565 2,136/b; ibnu Hamza el-Hüseynî, a.g.e. 2, 228.
[302] Bak, Canan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye 251-253. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 129-131.
[303] Bak, Müslim, Vasiyye 14, Nesâî, Vesâyâ 8, Ebû Dâvud, Vesâyâ 14.
[304] Bak. Usruşenî, a.g.e. 1, 10; 2, 8-10; Kaabisî, Ebu'l-Hasan Ati Ibnu Muhammed (403/1012) İslâm'da Öğretmen ve Öğrenci Mes'elelerine Dair Geniş Risale, tercüme: Süleyman Ateş, Hıfzurraîıman Râşit Öymen, Ankara, 1966, s. 54.
[305] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 131-136.
[306] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:137.
[307] Cessâs, a.g.e. 1, 12; Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, Muhammed ibnu Abdillah (543) Ahkâmu'l-Kurân, Mısır, tarihsiz 1, 154; Râgıb, a.g.e. s. 550.
[308] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 137-138.
[309] Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, a.g.e. 1, 319-320.
[310] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 138-140.
[311] Bak, İbnu Âbidîn, Muhammed Emîn ibnu Ömer {1198), Reddü'l-Muhtar, Beyrut, tarihsiz, 3, 314-15; Üsrûşenî Ahkâmu's-Sığâr 1, 149.
[312] Bak. Ebû Zühre, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, Mısır, 1957 s. 460-61.
[313] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 140.
[314] İstiğna yaşı çocuğun yeme, içrne, giyinme, temizlenme, istinca gibi işlerini kendi kendine yapabilme yaşıdır. Rakam hususunda âlimler yedi, sekiz ve dokuz yaşlarını İleri sürerek ihtilâf ederler. Kız çocuğu fçin istiğna yaşı haysz yaşıdır denmiştir, (bak. Üsrûşenî, a.g.e. 1, 101}
[315] Bak. Üsrûşenî, a.g.e. 1, 98. Bundan sonra hidânede öncelik hakkına sahip olanlar hususunda ihtilâf vardır. Teferruat için bak. a.g.e. 98-99.
[316] a.g.e. 1,99. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:
[317] a.g.e. 1,184.
[318] Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, a.g.e. 1, 372.
[319] Aradaki fark için bak. Üsrûşenî, a.g.e. 1,240,263, 291, 316; 2,10.
[320] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 141-142.
[321] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 142-143.
[322] Duhâ: 93/6-9.
[323] Fecr: 89/17.
[324] Maun: 107/1-3.
[325] Beled: 90/8-16. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 144.
[326] Enfal: 8/4l.
[327] Haşr:59/7.
[328] Nisa: 4/8.
[329] Elmalılı: 2,1295.
[330] Bakara: 2/215.
[331] Bakara: 2/177.
[332] Bakara: 2/83.
[333] Buhâri, Talâk 25; Müslim, Zühd 42.
[334] İbnu Mâce, Edeb 6.
[335] Tirmîzî, Birr 14.
[336] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 145-149.
[337] Kehf: 18/82.
[338] Nisa: 4/6.
[339] Ebû Bekr Ibnu'l-Arabî, a.g.e. 1. 320.
[340] Elmalılı, a.g.e. 2,1292-93.
[341] Bilmen, Istılahât-ı Fıkhiyye 7, 269.
[342] Ebû Bekt İbnu'i-Arabî, a.g.e. 1, 322.
[343] a.g.e. 1, 322.
[344] Cessâs. a.g.e. 2, 358-59.
[345] Müslim, Cihâdl 37.
[346] Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, a.g.e. 1, 322-23.
[347] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:149-153.
[348] a.g.e. 1,326.
[349] Bak. Râzî, a.g.e. 6, 52.
[350] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 153-155.
[351] Cessâs, a.g.e. 2, 13-14.
[352] Râzî 6, 52. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 155-156.
[353] Cessâs, a.g.e. 2, 14.
[354] Bak. Elmalılı, a.g.e.2, 768.
[355] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 156-157.
[356] Terbiye açısından ailenin ehemmiyetini, daha önce zikrettiğimiz İslâm'da Çocuk Hakları adlı kitabımızda etraflıca açıkladık (s. 68-88]. Orada müdellel olarak genişçe kaydedilenleri şöyle özetleyebiliriz:
1. Bilhassa süt devresini bakımevlerinde geçiren çocukların ruhî gelişmelerindeki gerilik sebebiyie, çocuk bakım müesseseleri, her çeşit maddî konforu hâiz bile olsa, hiçbir süreite ailenin yerini tutamaz. Bu sebeple kimsesiz bir çocuk, aile içine yerleştirilmeli, hiçbir imkân olmadığı hallerde son çâre olarak yuvaya yerleştirilmelidir. Bu düşünce, ücreti devletçe karşılanan "koruyucu aile" müessesesini getirmiştir.
2. İnsan neslinin aile ile sağlıklı şekilde devam edeceği gerçeği anlaşılınca, aile müessesesini korumak için Birleşmiş Milletler öncülüğünde, bütün dünyada tedbîrler alınmıştır: Çocuklu ailelere yapılan çeşitli maddî yardımlar, himayeler, evlenme kredileri gibi.
3. Çocuk sağlıklı bir gelişmeye ancak aile yapısına uygun bir çevre içerisinde kavuşabileceğinden, çocuk himaye müesseseleri aileye benzetilmiştir: oralarda çalışanlar geçmiş devirlerde hep kadınlardan seçilirken, zamanımızda, en ait seviyedeki müstahdemden en üst seviyedeki muallim ve doktora varıncaya kadar eşit sayıda erkek ve kadından teşkîl edilmiştir. Çocuk yuvalan bile, aynen normal ailelerin oturduğu meskenler şeklinde inşa ve tanzîm edilen dâireler şeklinde, anne-baba rolünü oynayacak bir kadın ve erkek bakıcı nezaretinde kız-erkek çocukları (yine ailede olduğu gibi) belli yaşlara kadar ayırmaksızın 7-8 kişilik gruplar hâlinde teşkîl edilmekte, burada kalan çocuklara, zaman zaman ziyaret edilecek, mektup yazılacak 'sağdıç akrabalar: halalar, teyzeler, dayılar, amcalar bulunmaktadır. Maksad yuvadaki çocuğa mümkün mertebe aile havasını yaşatmak.
4. Ailenin terbiye açısından ehemmiyetini ortaya koyan mühim bir vak'a Rusya'daki tecrübedir. Komünistler orada iktidara geçince yıkılması gereken burjuva müesseselerinden biri olarak, en ziyâde hücum edilen aile müessesesi, îarihte eşine-rastlanmadık darbe yemiştir. Ancak, yeni görüşler bir müddet tatbik edildikten sonra, "çocuklara İlk içtimâi terbiyelerini vermede ailenin, kreşlerden, çocuk bahçelerinden veya devlet müesseselerinden daha iyi, daha müessir olduğu" gerekçesiyle tekrar aile düzenine dönülmüştür. Ayrıca aileyi koruyucu bir kısım kanunî tedbirler de. alınmıştır.
5. Eskiden zengin çocuklarının fıtraten daha kabiliyetli olduğuna inanılırken, şimdi bu düşüncenin yanlışlığı kabul edilmiştir. Zira anlaşılmıştır ki, çocuktaki bir kısım melekelerin inkişâfında aile muhiti, bu muhitin sağladığı maddî ve manevî imkânlar büyük rol oynamaktadır. Çocuğun ortaya koyacağı şahsiyet fıtrî değil, kesbîdir, terbiyevîdir. Düzenli bir ailenin şuurla vereceği bir terbiyenin yerini hiçbir şey dolduramamaktadır. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 157-159.
[357] Nisa: 4/10.
[358] An'âm: 6/152; İsrâ: 17/34.
[359] Elmahl!, a.g.e. 3e, 2095.
[360] Nisa: 4/6.
[361] Nisa: 4/2.
[362] Cessâs, a.g.e. 2, 338.
[363] Bak. Elmalılı 2, 1278.
[364] Âyetten kaydedilen bu ve müteakip açıklamalar için bak. Elmalılı 2, 1278-1279; Cessâs, a.g.e. 2, 340-341.
[365] Üsfûşenî, a.g.e. 1, 191.
[366] a.g.e. 1,73.
[367] Râzî 6, 52.
[368] Cessâs, a.g.e. 2, 341.
[369] Ebû Sekr İbnu'f-Arabî, a.g.e. 1, 327
[370] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 160-166.
[371] Cessâs, a.g.e. 2, 13.
[372] Cessâs, a.g.e. 2, 14.
[373] Nisa: 4/3.
[374] Nisa sûresinin: 2, 3, 6, 9, 10 ve 11. âyetleri.
[375] Nisa: 4/127.
[376] Tebrîzî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Abditlâh (737), Meşkâtul-Mesâbîh, Dımeşk, 1961,2, 170.
[377] Kasas: 28/27.
[378] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 167-169.
[379] Necm: 53/39.
[380] Üsrûşenî, a.g.e. 1,148.
[381] a.g.e.1,98.
[382] a.g.e. 2,62.
[383] a.g.e. 1,85.
[384] a.g.e. 1,146-147.
[385] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:169-171.
[386] Ebû Bekr İbnul-Arabî a.g.e. 1, 327.
[387] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 172.
[388] Bir Peygamber'in rü'yâda bile olsa gördüğünün valiye dayandığı ve binâenaleyh hak olduğu (bak. Râzî, a.g.e. 26, 153) kaziyyesi ve usûlcülerin bir hüküm geldikle icra edilmeden neshediiip edifmiyeceğt hususunu tartışmış olmaları (Râzî, a.g.e. 26, 155) gibi hususlar göz Önüne alınırsa, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmeye tevessülüyle alâkalı âyetlere (Satfât 37, 101-102) dayanarak Hz. ibrahim zamanına kadar -belki de bîr kısım kayıtlara tâbi olacak- çocuk kurban etmenin câri olduğu, ondan sonra bu tatbikatın meşruiyetinin neshedildiği de düşünülebilir,
[389] Bakara: 2/49; A'râf :7/127, 141; İbrahim. 14/6; Kasas: 28/4; Mümin: 40/25.
[390] En'âm: 6/137.
[391] Aynî, Bedrü'd-Dîn Ebû Muhammed Mahmûd İbnu Ahmed (855), Umdeîu'l-Kaarf Şerhu Sahîhi'l-Buhârî, 1348 (baskısından ofset), 22, 87; İbnu Hacer, Fethu'l-Bârî 13, 10.
[392] İbnu Kesir, iefsîr 3, 107.
[393] Heysemî, a.g.e. 7, 134; İbnu Kesîr. a.g.e. 7, 226.
[394] Heysemî, a.g.e. 1,94-95.
[395] En'âm: 6/151.
[396] İsrâ: 17/31.
[397] En'âm: 6/140.
[398] Saff: 61/12.
[399] Tekvîr: 81/8-9.
[400] İsrâ: 17/31; Enam: 6/151.
[401] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 172-177.
[402] Kehf: 18/74-75.
[403] Kehf: 18/80-81.
[404] Bu mevzuun teferruatı için Elrnahİi tefsiri görülmelidir (5, 3260-63, 3271-74). Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 177-179.
[405] Nisa:4/97-98.
[406] Râzi 11, 13; Kessâf 1,557.
[407] Nisa: 4/75. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 179-182.
[408] Bakınız: Mübârekfuri, Ebû'l-Ali Muhammed Abdurrahman (1353), Tuhfetul-Ahvazî, Kahire, 1963,4,685.
[409] Tirmizî, Hudûd 1 (Hadîs, Nesâî, Ebû Dâvud ve İbnu Mâce'ds de mevcuttur). Tirmizî bu hadîsle bütün âlimlerin amel ettiğini belirtir.
[410] Bu mevzu üzerine müdellel açıklamalar için İslâm'da Çocuk Haklan adlı kitabımıza bakılsın s. 37-57.
[411] Bu mevzuda geniş bilgi için Ahkâmu's-Sığâr (-Üsrûşenî'nin) görülmelidir.
[412] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 183-185.
[413] Cessâs, a.g.e. 2. 356. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:185.
[414] Üsrûşenî, a.g.e.. 1,143.
[415] a.g.e. 1,300-301. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 185-186.
[416] a.g.e. 1,300. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 186.
[417] a.g.e. 1,320. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 186.
[418] a.g.e. 2, 15
[419] a.g.e. 1,305.
[420] a-g.e.2,l8. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 186-188.
[421] a.g.e.1, 326-27. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 188-189.
[422] a.g.e. 2, 8-11.
[423] a.g.e.2, 18.
[424] a.g.e. 1, 133, 134. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:
Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 189.
[425] Bu mevzûyla ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: Bakara 2/4, 11,12 176 233 238-Nisa 4/7, 11, 23, 33, 176; Talâk 65/4-6. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 190.
[426] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 191-192.
[427] Bak. Suyûlî, el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Mısır 1951, 2, 133-135.
[428] Beled: 90/1-4.
[429] Leyl: 92/3.
[430] Fâtır: 35/11.
[431] Fussilet: 41/47.
[432] Ra'd: 13/8.
[433] Mü'min: 40/67.
[434] Zümer:39/6.
[435] Rûm: 30/54.
[436] Necm: 53/32; Lokman: 31/14.
[437] Hacc: 22/5.
[438] Kıyamet: 72/36-40.
[439] Ahkâf: 46/15. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 192-197.
[440] Lokman: 31/34.
[441] İsrâ: 17/88; Hûd: 11/13; Bakara: 2/23; Yûnus: 10/38.
[442] Müslim, Kader 1.
[443] Bak. İbnu Hâcer, Fethu'l-Bârî 14, 282-83.
[444] Bak. Bediüzzaman, Lem'alar, s. 103. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 198-200.
[445] İslâm'dan sonra, dinlerin yerini tutmak üzere insanlar tarafından ortaya atılan hümanizm, komünizm gibi izm'li sistemler de aynı yoldan gitmiş, insanları ilâhlaştırmıştır.
[446] İnlâs: 112/1-4.
[447] Meryem: 19/88-93.
[448] Furkân: 25/1-2
[449] Nisa: 4/171; En’âm: 6/101; Meryem: 19/35; Mü'minûn: 23/91; Zuhruf: 43681; Bakara: 2/116; Yûnus: 10/68; İsrâ: 17/111; Kehf: 18/4; Enbiyâ: 21/26; Zümer: 39/4; Cinn: 72/3.
[450] Zuhruf: 43/19.
[451] Saffât: 37/149-155.
[452] Zuhru: 43/16, bak. Tûr: 53/39; Nisa: 4/117; İsrâ: 17/40. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 200-202.
[453] Hâkim, el-Müsledrek 2, 291.
[454] Buhârî. İman S; Müslim, İman 70.
[455] Tevbe: 9/24.
[456] Ahzâb: 33/6. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 202-204.
[457] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 204.
[458] Hac: 22/1-2.
[459] Müzemmil:73/17.
[460] Fâtır: 35/18.
[461] Lokman: 31/33.
[462] Meâric: 70/11-14.
[463] Âİ-İ İmrân: 3/116.
[464] Al-i İmrân: 3/10; Mücâdile 58/17; Tebbet 111/2-
[465] Mümtahine: 60/3.
[466] Abese: 80/34-47. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 205.
[467] Elmalılı, a.g.e. 2, 1295-1296. Âyet: Nisa: 4/9.
[468] Bak. İbnu Hişâm, Ebû Muhammed Abdu'l-.Melik (218), es-Sîretü'n-Nebevyye, Mısır, 1955,1-2,573. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 205-208.
[469] a.g.e. 583.
[470] Âl-i İmrân: 3/61.
[471] İbnu Hişâm 1-2, 583-84.
[472] Bakara: 2/266. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 209-210.
[473] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 211-214.
[474] Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 215-219.