KUR’AN’DA HAK-BATIL MÜCADELESİ
Araştırmamızda Takip Ettiğimiz Yöntem:
A- HAK KELİMESİNİN ANLAM ALANI
16 - Günahsız Ve Suçsuz (Gayr İle Kullanıldığında)
d- Hak Kelimesinin Semantik Alanı
e- Hak İle İlişkili Bazı Kavramlar
a- Hakkın Gerçekleştirilmesinin Anlamı Ve Yöntemi
b- Hakkın Gerçekeştirilmesini Sağlayan Unsurlar
e- Hakkın İnsanların Çoğu Tarafından Bilinmemesi Ve İstenmemesi
f- Hakkın Batıl İle Uzlaşmaması
D- HAK KAVRAMININ FARKLI SAHALARI
c- Hak Karşısında İnsanların Değişik Durum Arzetmeleri
d- İnsanların Hakka Karşı Çıkış Nedenleri
E- HAKKA KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ
b- Hak Topluluğuyla Beraber Olmak
d- Hak Yolda Fedakarlık Göstermek
e- Hak İle Batılı Karıştırmamak
1- Hakkı Söylemek Ve Gizlememek
2- Hakkı Her Yerde Söylemenin Doğru Olmayışı
g- Hak Kimlerden Gelirse Gelsin Kabullenmek
A- BATIL KELİMESİNİN ANLAM ALANI
a- Allah'ın Dışında Kalan Herşey
b- Hakkın Karşıtı Olarak Batıl
i- Zulüm Ve Haksızlık İle Kazanç Elde Etme
C- BATIL İLE İLİŞKİLİ KAVRAMLAR
a- Batılın Aslı İtibariyle Bir oluşu
E- BATILIN ÇEŞİTLİLİK ARZETMESİNİN İZAHI
H- BATIL İLE OLMANIN BÜYÜK GÜNAH OLUŞU
I- BATILIN GEÇİCİ ÜSTÜNLÜĞÜ VE TARAFTAR BULMASININ İZAHI
3- HAK İLE BATILIN KARŞILAŞTIRILMASI
B- SÜREKLİLİK AÇISINDAN HAK VE BATIL
C- YÖNTEM AÇISINDAN HAK VE BATIL
a- Hak Taraftarlarının Mücadele Yöntemi
b- Batıl Taraftarlarının Mücadele Yöntemleri
D- HAK VE BATILIN AHLAKİ YÖNLERİ
a- Hak Taraftarlarının Mücadelede Sergiledikleri Ahlak
b- Batıl Taraftarlarının Mücadelede Sergiledikleri Ahlak
E- YARDIM VEYA CEZA GÖRMEDE HAK-BATIL
a- Allah'ın Hak TaraftarlarınaYardım Etmesi
b- Batıl Taraftarlarının İlâhî Destekten Uzak Oluşları
F- KURANDA HAK VE BATIL TEMSİLLERİ
4- KURAN'DA HAK-BATIL MÜCADELESİ
A- MÜCADELENİN KAPSAMI VE MÜCADELE NEDENLERİ
c- Hak-Batıl Mücadelesinin Anlamı
1- Dindışı Mücadele Yorumunun Eleştirisi
2- Batılın Batıl İle Mücadelesi
D- HAKKA ULAŞMAK İÇİN MÜMİNLER ARASINDA MEYDANA GELEN MÜCADELE
a- Nefis Ve Kötü Arzularla Mücadele
i- HAK-BATIL MÜCADELESİNİN SÜNNETULLAH OLUŞU
J- HAK-BATIL MÜCADELESİNİN SÜREKLİ OLUŞU
K- HAK-BATIL MÜCADELESİNİN SERÜVENİ
a- Peygamberlere Özgü Mücadele Biçimi Ve Onlardan Yararlanmanın Gerekliliği
b- Hz. Âdem (a.s)'in İblis İle Mücadelesi
c- Hz. Nuh 'un (a.s) Batıl İle Mücadelesi
d- Hz. Hud (a.s) 'un Batıl İle Mücadelesi
e- Hz. Salih (a.s) 'in Batıl İle Mücâdelesi
f- Hz. İbrahim (a.s) 'in Batıl İle Mücadelesi
g- Hz. Şuayb (a.s)'ın Batıl İle Mücadelesi
h- Hz. Musa (a.s)'nın Batıl İle Mücadelesi
ı- Hz. İsa'nın Batıl İle Mücadelesi
i- Batıla Karşı Toplu Mücadele Yöntemine Ashab-ı Kehf Örneği
j- Resûlullah (s.a.s)'in Batıl İle Mücadelesi
k- Peygamberlerin Mücadele Yöntemlerinin Değerlendirilmesi
1- Resûlullah (s.a.s)'tan Modern Çağa Dek Hak Batıl Mücadelesine Genel Bir Bakış
m- Modern Çağda Hak-Batıl Mücadelesi
Furkan olan kitabıyla hak ile batıl arasını ayıran Allah'a hamd olsun. Yaşantısıyla hak ile batılın ne olduğunu insanlığa öğreten, hakkın üstünlüğü için mücadele veren Allah'ın sevgili kulu Muhammed (s.a.s.)'e, onun pâk ehline, şerefli Ashabına ve onun yolunda giden mü'minlere salat ve selam olsun.
"Kur'an'da Hak-Batıl Mücadelesi" gibi önemli bir konuyu çalışmamın asıl sebebi; bu konunun herkesi ilgilendirmiş olmasındandır, insan yaşadığı müddetçe bu mücadelenin içindedir. O, nefsiyle, şeytanla, küfür, nifak, ahlaksızlık ve cehaletle sürekli bir mücadele içerisindedir. Bu mücadele her dönemde olmuştur. İman-küfür, hak-batıl, madde-mana, tevhid-şirk, İslam-küfür, din-dinsizlik, cahiliyye-ilim v.s isimlerle olmuştur. Kaptan ve pilotlar için pusula ve harita ne ise, ahirete doğru yol alan mü'min hatta herkes için de hak ve batılı bilmek odur.
Hak mü'minin tüm hayatını kuşatır, yolunu tanıtır ve aydınlatır. Kim hakkın nuruyla dünyasını aydınlatmazsa batıl karanlığı içinde bocalaması muhakkaktır. "Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?" (6/122)
Bu mücadele evrende Allah'ın değişmez yasalarındandır. Gece ile gündüzün, yaz ile kışın, hastalık ile sağlığın devam ettiği gibi bu mücadele de devam edecektir, insanlar, evrendeki ilahi ve değişmez kanunları öğrendikleri gibi, hava ve suya muhtaç oldukları kadar, hak-batıl arasında geçen mücadele yasalarını da bilmek durumundadırlar.
İnsanlar için hak ile batılın ne olduğunu öğrenmeleri, her iki dünyadaki saadet ve başarının yasalarını öğrenmek anlamına gelir. Hak için çalışan bir topluluğun bulunması, en az güneş ve havanın varlığı kadar önemlidir. Bundan dolayı olacaktır ki, İnsanların haktan uzak kalmamaları ve batılın pençesine düşmemeleri için Allah her asırda hakka davet edecek bir topluluk halketmiştir.
Kavram kargaşasının olan gücüyle kızıştığı günümüzde, hakk ile batılı tanımak isteyenlere bir nebze de olsa yardımcı olabildikse kendimizi bahtiyor addederiz. Hakkı bilmeden onu anlatmanın ve ona çağırmanın imkansız olduğu bilinen bir gerçektir.
Allah'ın hak olması, Kitabının hak olması ve hak ile indirilmesi, Resülullah (s.a.s)'ın bir isminin hak olması, ahiretin, cennet ve cehennemin hak olması, bütün peygamberlerin de hak için mücadele veren birer hak öncüleri olmaları; küfür, şirk, şeytan, cehalet, zulüm ve günah gibi tüm kötülüklerin de batıl kavramı altında toplanmaları, müslüman için bu iki kavramı öğrenmenin ne derece gerekli olduğunu ortaya koymaya yeterli olur kanısındayız.
Bu kadar kapsamlı iki kavram ile dünya kurulalı ikisi arasında geçen ezeli savaşı ortaya koymanın güçlülüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek. Bununla beraber, Allah mü'minlerin dostudur. Onun yardımıyla her zorluk aşılır.
Allah'ım! Bize hakkı olduğu gibi gösterip ona uymayı, batılı da olduğu gibi gösterip ondan uzak durmayı nasib et. (Âmin) Abdulcelil Candan Van-1997[1]
Hak-batıl mücadelesi, insanın geçmişi kadar eskidir. Bu mücadele, insanın nefsinde hayır-şer, melek-şeytan mücadelesi şeklinde olduğu gibi; ferdin fertle, cemaatlerin başka cemaatlerle ve milletlerin birbirleriyle mücadelesi şeklinde de karşımıza çıkmaktadır.
Mücadeleden uzak durduğumuz hiç bir an düşünülemez. Kalbin bir şeyi doğrulaması olarak tanımlanan iman [2] dahi çeşitli merhalelerde yapılan mücadele sonucu elde edilir. İmanın önündeki sayısız engeller ciddi bir mücadele gerektirir.
İmanı koruyabilmek için karşımıza çıkacak olan nefis, insî ve cinnî şeytanların mücadelesinde başarılı olmak gerekir. İman ettikten sonra da mücadele daha çetin bir durum arzetmektedir. imanı korumak büyük bir mücadeleyi gerektirmektedir. Şeytan son nefese kadar imanı zedelemek için mü'minlerle bir mücadele içerisindedir. Bundan dolayı, hak-batıl mücadelesi kadar hayatımızın her dönemini kuşatan başka bir olgu yok gibidir. Peygamberlerin gönderiliş hikmetlerinden birisi de insanlara hak ve batılı öğretmektir.
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu (Muhammed'e) Furkan'ı indiren Allah yüceler yücesidir."[3]
Kur'ân, hak ile batılı birbirinden ayırmak için, hak ile nazil olmuştur. "Sana Kitab'ı hak ile indirdik. [4] Resûlullah (s.a.s) hak ile gönderilmiştir. "Ey insanlar elçimiz Rabbi katından hak ile (beraber) size geldi.[5] Tüm kâinat hak ölçülerle yaratılmıştır. "Yer, gökler ve içindekileri ancak hak ile yarattık.'[6] "Allah batılı yok eder ve sözleriyle hakkı ortaya koyar.'[7]
Kur'ân'da yüzlerce ayette geçen "cihad", hakkı gerçekleştirmek ve batıla son vermek için emredilmiştir. Keza Kur'ân'ın büyük bir bölümünü oluşturan kıssalar da tarih boyunca meydana gelen hak-batıl mücadelesini ortaya koyarak, bu sayede İslâm toplumunun moralini takviye edip onlara mücadele yöntemini göstermektedir.[8]
Yaratılışımızın gayesi hak mücadelesinde yerimizi almayı gerektirmektedir. "Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık. Hayır biz hakkı batılın üstüne atarız da bu onun kafasını parçalar ve batıl yok olup gider." [9] "Yani bu dünyanın yaratılış amacı hakla batılın çatışmasına zemin teşkil etmesidir. Siz de bu çalışmada batılın her an yenilip helak olduğunu biliyorsunuz. O halde bu gerçeği ciddi olarak düşünmelisiniz. Çünkü eğer tüm hayat sisteminizi dünyanın sadece oyun eğlenceden ibaret olduğu zannına dayandırırsanız, dünyayı sadece oyun ve eğlence olarak kabul eden sizden önceki toplulukların akıbetine uğrarsınız. Bu nedenle size gelen mesaja karşı takınacağınız tavrı tekrar gözden geçirmelisiniz."[10]
İslâm toplumunun içinde bulunduğu önemli krizlerden birisi kuşkusuz ki dağınıklık ve bölünmedir. Bu önemli toplumsal problemin temelinde hak ölçüsünün ortaya konulmamış olduğunun yattığı kanaatini taşıyoruz. Hak ölçüsünün ortaya konulması ve bu çerçeve de çözümler üretilmesinin problemlerin çözümünü kolaylaştıracağı muhakkaktır. "Rabbin dileseydi, bütün insanları tek millet yapardı. Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır.[11] İlk dönem alimlerinden Ferrâ' (v.183/799) da bu gerçeğe parmak basmış ve şöyle demiştir: "İhtilaf, batıl ehlinin arzusudur, ittifak ise hak erlerinin karakteridir."[12]
Allah'ın değişmez kanunu hakkın üstün olmasını gerektirmektedir. Aksi halde tüm dengelerin altüst olacağı muhakkaktır. Malik b. Enes ( v.179/795) bu gerçeği şöyle ifade eder: "Batıl taraftarları hak taraftarlarına üstünlük sağlasalar, yeryüzü fitne ve fesat ile çalkalanır." [13] İnsanları tanımanın yolu da haktan geçer. Hak insanlarla değil, insanlar hak ile bilinir.
Hayatta Allah'ın değişmez yasaları vardır. Onlardan birisi de hak ile batıl arasında geçen mücadele yasalarıdır. Hakkın üstünlüğünü gerçekleştiren faktörler, hakkın özellikleri, batıl üstünlük sağlar mı? Hak mücadelesinde yöntem biçimi v.s. tüm bu yasaları bilmenin yolu vahiydir. "Hak Rabbindendir. Bu konuda kuşkun olmasın.[14]
İnsanlık hakkı tanıyıp sevdiği, onu koruduğu, onu yayıp ona çağırdığı, bu yolda fedâkârlıkta bulunduğu ve yaşamıyla onu temsil edebildiği gün, kendisi için aydınlık ve kurtuluş anı olacaktır. Münavi'nin (v.1031/1621) dediği gibi,"Bu konuda en büyük sorumluluk, İslâm alimlerine düşmektedir."[15] Müslümanın hak mücadelesi dışında kalması düşünülemez. Zaten, hayata canlılık veren, ahlâk kazandıran mücadeledir. Bu mücadele en güzel ve doğruyu bulmaya yardım eder, donukluk ve ataleti kaldırır. Mücadele sayesinde zalimin eylemine engel olunur. Yeryüzünden huzursuzluk kalkar. "Eğer Allah bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısım ile defedip önlemeseydi, mutlak surette içinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi."[16]
Yaşamaktan gayenin haktan yana olmak ve onu yayma olduğunu Hz. İbrahim (a.s)'in şu duasından öğrenmek mümkündür. "Bana sonradan gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasib et.'[17] Cassas (v.370/980) "Hz.Ibrahim(a.s)'in Allah'tan kendisinden sonra gelecek ve hakkı yaşayıp onu yayacak bir nesli istediğini"[18] belirtmektedir.
Hak ile beraber olmamanın bir ifadesi batıl ile beraber olmaktır. İmam Şafii, (v.204/819) konuya şöyle değinir: "Sufiye kesimiyle epey kaldım. Onlardan sadece şu iki gerçeği öğrendim: 1- Vakit kılıçtır. Onu işlemezsen o seni işleyecek. 2- Hak için çalışmazsan batıl için çalışırsın."[19] Hak ile beraber olmak, ona hizmet etmek, onun için yol katetmek ibadet ve hicret kapsamındadır."[20]
İslâm'ın öngördüğü mücadele, Hegel'in iddia ettiği gibi yalnız rasyonel platformda, Marks'ın da dediği gibi sınıflar arası kavga ve çekişmelerden ibaret değildir. O, psikolojik, ideolojik, sosyolojik, inanç, kültürel, siyasi, ekonomik ve uluslararası platformlarda kendini gösteren rabbani ve kutsal bir harekettir.
Ölçü, değer ve kavram kargaşasının yaşandığı modern çağımızda hak için de ölçüler değişmiş görülmektedir. Kimi anlayışa göre hak ve doğruluğun yegane kaynağı batıdır. Diğerlerine göre ise modernite ve yeniliktir. Yani yeni olan herşey haktır.. Aksi ise yanlış ve batıldır. îslâm, bütünüyle sübjektif olan bu anlayışı reddeder ve hak için tek ölçüyü vahiy olarak koyar. "Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir."[21] "Allah bilir siz bilmezsiniz.'[22]"Yaratan bilmez mi?" [23]"Yaratan, yaratamayan gibi midir?' [24] "De ki: Hakka Allah iletir.[25]
Bu ve buna benzer ayetlerle hak için tek ölçünün vahiy olduğu belirtilmektedir, insanı yaratan Allah'ın ona hak ile batılı göstermemesi hikmetine uygun düşmez.
"Ona (insana) iki yolu (hak ile batılı) gösterdik."[26] "Helak olanın açık bir delille helak olması yaşayanın da açık bir delil ile yaşaması için..."[27] İnsanlar Allah'ın tayin ettiği hak ölçülerine bağlı kaldıkları müddetçe, hilafet mertebesine layık olarak yaşayacaklardır; yeryüzünü imar edecekler, fitne ve cehaleti yeneceklerdir... [28]
Hak ve batılı tanıma, tanıtma hak ile beraber olmaya katkıda bulunma, bu konuyu tercih etmemizde temel unsur olmuştur, insanlar hak ve batıl ile ilgilenmediklerini söyleye dursunlar. Yine de mutlak olarak iki kesimden birinde yer almaktadırlar. "Haktan sonra batıldan başka ne olabilir ki?"[29] "Allah bir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır."[30] Hak ile beraber olmayı savunmak da yetmemektedir. "De ki işte bu benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar basiret üzerindeyiz."[31] Ayette geçen "basiret", beyan ve delillerle aydınlamış bir yoldur. Körü körüne takib edilen yol değildir.[32]
Meselelere bilerek yaklaşmak İslam'a özgü özelliklerdendir, İslâm, "duyduk", "kabul ettik" gibi teslimiyetçi bir anlayışı reddetmektedir. Muarızların delillerini de dikkate alarak delil ve hüccetleri ortaya koymaktadır, İslâm, akıl ve düşünceye hitap eder. Davet; bilerek, şuur, hidâyet ve yakinle birlikte olmalıdır.[33] Bundan dolayı hakkı sevmek için yalnız onunla beraber olmayı iddia etmek yetmemektedir. Hakkı bilmek ve onu savunabilmek de en az onunla beraber olmak kadar önemlidir. Çalışmamızda hak ile beraber olmanın gerekliliğini ortaya koymaya çalıştığımız gibi, onunla beraber olmayı kolaylaştıran tanıtıcı bilgiler üzerinde de durduk. Hakkı ve batılı tanıtma, aralarındaki bitmez kavganın nedenlerini araştırıp ortaya koymanın hak ile beraber olmayı kolaylaştırdığı kanısındayız.
Bu çalışmamızla ilgili belli başlı kaynaklar, başta Kur'ân, tefsir, hadis, siyer, lügat ve asrımızda konuya çeşitli vesilelerle değinen sosyal içerikli çalışmalardan oluşmaktadır. Hak-batıl mücadelesiyle ilgili ciddi müstakil bir çalışmaya rastlamadık. Ancak çeşitli kaynaklarda "ansiklopedik bilgi" mahiyetinde serpilmiş dağınık bilgilerle karşılaştık. Çağımızda hak-batıl mücadelesi tam anlamıyla sergilendiği için, konuya selef alimlerimize oranla muasır alimlerin daha çok değindiklerine şahid olduk.
Kur'ân'da türevleriyle beraber hak kelimesinin 287, batılın da 35 defa geçmesi,[34] hak kavramının tüm iyilik, güzellik ve hayrı, bunun aksine batılın da her türlü kötülük, şer ve çirkinliği içermesi, konunun genişlik ve kapsamlılığıni ifade etmeye yetmektedir.
Çalışmamız dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Kur'ân'da hak kavramının lügat ve terim anlamlarının, iç yapısını, hak ile ilgili kavramları, hakkın gerçekleştirilmesi için gereken faktörleri, hakkın özelliklerini, hak kavramının farklı sahalarını; ikinci bölümde Kur'ân'da batıl kavramını işlerken, batıl kavramının lügat ve terim anlamlarını, iç yapısını, batıl ile ilişkili kavramları, batılın farklı sahalarını inceledik. Üçüncü bölümü, hak ile batılın karşılaştırılmasına ayırdık. Dördüncü bölüm çalışmamızın esasını teşkil etti. Bu bölümde mücadelenin lügat ve terim anlamlarını, mücadele çeşitlerini, mücadele serüvenini, bu bölümde de Hz. Adem ile başlayan mücadeleden ululazm peygamberler ile beraber, Hz. Adem, Hz. Şuayb, Hz. Hud ve Hz. Salih peygamberlerin mücadelesini inceledik. Toplu mücadeleyi örnek oluşturması için Ashabu'l-Kehf (mağara yiğitlerinin mücadelesini ekledik. Tüm peygamberlerin mücadelesinin bir nevi özü olan Resûlullah (s.a.s)'ın mücadelesini inceledikten sonra, Ebubekir (r.a)'den modern çağa kadar yapılan hak batıl mücadelesini özet olarak inceledik. Hak-batıl serüvenini, modern çağda olanca gücüyle devam eden hak-batıl mücadelesiyle noktaladık.
Gerekli yerlerde meseleleri değerlendirmeye çalıştık. Çalışmanın gayesine ulaşması için bazı yorumlar yapmayı uygun gördük. Çalışmada en iyisini ortaya koyduğumu söyleme imkânına sahip değilim. Şu var ki güç ve kabiliyetim nisbetinde elimden gelen gayreti gösterdiğimi söyleyebilirim. Her konuda mutlak kemal sahibi Cenab-ı Allah'tır. İnsan ise yanılgı ve hatadan hâlî değildir. Hicri ikinci asır müceddidi ve mezheb sahibi imam Şafii (204/889) "er-Risaleyi" yazdıktan sonra öğrencisi Müzeni'ye (v.264/877) okutur. Müzeni, İmam Şafii huzurunda defaatle okur. İmam her defasında bir hatasının farkına varır ve talebesine düzeltmesini söyler. Bu okuma ve. düzeltme seksen defa tekrarlanır. En sonunda İmam Şafii şunu itiraf etmiştir: "Fesübhanellah! Allah kendi kitabı dışında, hatasız hiçbir kitabın olmasına müsaade etmez," ve şu ayeti okumuştur. "Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı."[35]
Eser yazma, araştırma yapma esnasında meydana gelen düzeltmeler ve değişiklikler konusunda Yakut Hamevi (v.626/1229) şunu demektedir: "Herhangi bir eser yazmaya kalkışan biri sonunda mutlak olarak şunu der: Keşke şurayı yazmasaydım. Şurayı da ilave etseydim ne kadar iyi olacaktı."
Allah, kulundan gücünü ortaya koymasını istemektedir. Bu çalışmamızda olan imkânımızla hak ve batılı, onlar arasında geçen ezeli mücadeleyi ortaya koymaya gayret ettik.
"Ey Rabbimiz unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı. Sen bizim Mevlamızsın, bize batıl güçlere karşı yardım et." Amin. [36]
Hak kelimesini sülâsi olarak ele aldığımızda, mazisi "hakka" şeklinde gelip değişmediği halde muzarisinin iki vezinde geldiği görülecektir.[37]
a- Hakka-yehikkü şekliyle ikinci babtan geldiğinde "sabit oldu" anlamını vermektedir. Kur'ân'ın birçok yerinde bu anlamda kullanılmıştır. "O gün aleyhlerine söz (hüküm) gerçekleşmiş olanlar şunlar azdırdığımız kimselerdir...derler."[38] "Azab kelimesi inanmayanlar üzerine gerekli oldu.'[39]
b- Hakka-yehukkü olarak yani birinci babtan geldiğinde de bir konuya yakın ve tereddütsüz inanmak, inancında sarsmamak anlamlarını verir.[40] Görüldüğü gibi her iki durumda da hakkın masdar şekli değişmemiştir. Buna göre de masdar veya sıfat olur ki en yaygın anlamı; "sübût ve gerçekleşmesi kesin olan şeydir."[41]
Hak kavramı, Kur'ân'da en fazla kullanılan kavramlardandır. Kur'ân'da türevleriyle beraber 287 defa geçmektedir.[42]
Çalışmamızla ilgili olarak hak kavramını inceledikten sonra bizde de hak kadar kapsamlı başka bir kavramın bulunmadığı kanaati hasıl oldu. Hak kavramının tanımı yapıldıktan sonra bu gerçek rahatlıkla ortaya çıkacaktır. Kavram olarak hak; Kitap ve sünnete muvafık düşen herşeydir.[43] Bu tanım bile hakkın ne kadar kapsamlı bir kavram olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü "Kitab ve sünnete muvafık olan şey" tanımı inanç, tevhid, ibadet, ilim tahsili, cihad, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, doğruluk, adaletle hüküm verme v.s tüm meşru eylemleri kapsar. Çağdaş alimlerden Abdulkerim Zeydan da alimlerin hak kavramı ile ilgili tanımlarını aktardıktan sonra yukardaki tanıma yakın olarak hakkı şöyle tanımlamaktadır: "Hak, Allah'ın emrettiği herşeydir."[44]
Bu çalışmamızda, mü'cem, lügat, tefsir ve ilgili diğer kaynaklarda hak için yapılan tanımların birbirlerine çok yakın olduğunu müşahade ettik. Bu cümleden olmak üzere bazılarını inceliyelim.:
Hüve'l hühnü'l mutabigu li'l vakii yütlaku ale'l ekveli ve'l akaidi ve’l edyani ve’l mezahibi.
Hak; realiteye uygun hükümdür. Söz inanç, din ve ekolleri kapsamaktadır. Karşıtı batıldır.[45] Hak; meydana gelmesi kesin ve sübûtünde kuşku olmayan gerçekleşmesi kesin şeydir.[46] Hak; değişmeyen daima baki kalan şeydir.[47] Hak; gerçeği ortaya çıkarma gayesiyle yapılan iş, san'at, üretim ve faydalı olan her eylemdir.[48] Bu tanıma göre iyi niyetle yapılan fabrikalar, eğitim müesseseleri, laboratuar, fen, teknoloji ve bilimsel araştırmalar için yapılan tüm çalışmalar "hak eylemler" kapsamına girer.
Keza, hak kavramı Allah için kullanıldığı gibi yarattıkları için de kullanılır. Buna göre söylenmesi meşru olan söz, yapılması helal fiiller ve doğru olan inançlar da hak kapsamına girerler."[49] Hak; hikmetle yaratılan herşeydir. Bundan dolayıdır ki Allah'ın tüm fiillerine hak denilmiştir. Allah'ın öldürmesi, diriltmesi, yaratması da haktır.[50] "Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O'dur. Allah bunları ancak bir hak (hikmet ve gerçeğe) göre yaratmıştır,[51] ayeti, Allah'ın kâinatı hak ile yaratmış olduğunu göstermektedir. Hak; sağlam inanç, faydalı ilim, iyi amel ve güzel ahlâktır. Tüm peygamberlerin risaleti hak kapsamı içerisindedir.[52] Hak; en iyi ve ihtiyatlı olan şeydir.[53]
Hak; nefsilemirde sabit ve aklın inkâr edemiyeceği derecede sübûtu vacib olan anlamındadır. O, lehte olarak sabit ve vacib olan şey demektir. Aleyhte de olursa vazife ve vecibe olur. Hasılı o; hem fikir hem de kelamın mutabakat ettiği isimdir.[54] Hak; Allah'ın tüm mahlukatı üzerinde yarattığı değişmez ve sarsılmaz çizgidir.[55] Hak; kâinatı hikmetle yaratan zat olan Allah'a ve onun hikmetle yarattığı şeylerdir. Onun için Allah'ın fiillerinin tümü haktır. Başka bir ifade ile gerektiği gibi ve gereken zaman ve şekilde meydana gelen fiillerdir.[56] Hak; Allah için yapılan herşeydir.[57] Bu tanıma sünnete uygunluğu da ilave edersek ihlas ile yapılan tüm ibadetleri kapsadığından çok geniş bir alanı kapsar. Hak; nefsilemir (işin hakikati) ve realitede var olan şeydir.
Cevherlerde olduğu gibi sıfat, mana ve haberlerde de söz konusudur. Yalan, sihir ve kötü sözlerin zıttıdır. Resûlullah (s.a.s)'ın getirmiş olduğu tüm haberler, emirler ve yasaklar hakkın kapsamı dahilindedirler. Resûlullah (s.a.s)'ın getirdiği hususlar hak olunca muarızların onun aleyhinde söyledikleri de batıl olur.[58]
Hak kavramı hakkında muhtelif fakat birbirine yakın bu tanımları serdetikten sonra netice olarak şunu söylemek mümkündür:
Kavram olarak hak; Allah'ın fiilleri, yaratmış olduğu şeyler, yarattıklar, Kitap ve sünnete muvafık düşen tüm inanç, niyet, söz ve eylemleri kapsamaktadır. [59]
İbn Cevzî, (v.597/1200) Kur'ân'da hak kavramının 18 anlama geldiğini savunur.[60] Biz de bu çalışmamızda bu sayıyı esas aldık. Şimdi bunları birer birer ele alalım. [61]
Kuşkusuz ki hak kavramını en iyi biçimde yansıtan Allah'tır. Çünkü onun herşeyi haktır, ismi, sıfatları ve fiilleri... Her anlamıyla hak ondan gelir. Kaynağı O'dur. İnsanı, yeri, göğü ve içindekileri hak ölçüleriyle yaratmıştır. Alimlerin ittifakla kabul ettikleri husus, Hakkın Allah'ın güzel isimlerinden biri oluşudur. Hak; Allah'ın isimlerindendir. O, enfüs ve afakin ve bütün izafatın fevkinde onların noktai intibaklarına ve vucudi vucüblarına hakimdir ve bütün hak mertebeleri onundur. Ve ondan dolayı ve onun içindir. [62] Kur'ân'ın birçok ayetinde Hakkın, Allah'ın isimlerinden biri olduğu belirtilmiştir. "İşte O, Rabbiniz hak olan Allah'tır."[63]"İşte burada kudret ve hakimiyet hak olan Allah'ındır."[64] "Allah hakkın ta kendisidir."[65] "Eğer hak (Allah) onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi."[66] Allah'ın hak oluşunun anlamını çağdaş düşünürlerden Abdurrahman Habenneke el-Meydani şöyle izah eder: "Allah'ın hak oluşunun anlamı, onun ezeli, ebedi,ve varlığının sabit, gerçek, değişmez, eksilmez ve hiç bir şeyin O'na karşı koyamaması demektir. Masivanın hepsi onun yarattığıdır. O'na nisbetle her şey adem ve batıl konumundadır. Bunu en güzel ifade eden Arap şairi Lebid'in şu sözüdür:
Elâ küllü şey'in ma halâ'l lahe bâtılün
"Haberiniz olsun. Allah dışında herşey batıldır." [67]
Resûlullah (s.a.s), bir duasında Allah-hak münasebetini şöyle beyan etmiştir: "Allah'ım sen haksin, sözün haktır, va'din haktır. Kavuşman haktır. Cennet hak, ateş hak ve kıyamet de haktır."[68]
Îbnu'l-Arabi de (v.468/1078) Hak-varlık konusununda şunu demektedir :"Varlık ikiye ayrılır, hakiki varlık ve şer'i varlık. Hakiki varlıktan gaye, sadece Allah ve sıfatlarıdır. Allah'ın varlığı haktır. Çünkü ona herhangi bir yokluk ve fena ilişmez."[69]
Yukarıda da ifade edildiği gibi Allah'ın tüm fiilleri haktır. Allah'ın hak oluşunun diğer bazı anlamları şunlardır: "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürüldüler."[70] Razî, (606/1209) ayette geçen "hak" kelimesinin masdar olduğunu dolayısıyla, Esma-i Hüsnâ'dan olup olmadığı konusunca ihtilaf edildiğini, masdarlann fail anlamında kullanılmadığını kerem, fadl, adi, recâ ve taleb olduğu gibi mecazen fail yerinde kullanıldığını ifade etmektedir.[71]
Allah'ın hak oluşunun anlamı; Allah'ın nefsiye sabit zatıyla vacib ve bir olmasıdır. Onun Vacibu'l-Vücud olması da birliğiyle tüm evrenin yaratıcısı olduğunu gerektirir.[72] Gerçek anlamda hak, zatıyla hak olandır. Her şey hakikatini ondan almaktadır [73] Hak, Allah'ın mübarek isimlerinden birisidir, batılı izale eden anlamındadır.[74]
Hak kelimesinin Allah yerinde kullanışının diğer bir anlamı da onun başlangıç ve sonu olmayan, ezeli ve yegane hak varlık oluşundandır. Allah'ın ilim ve sıfatları da haktır. "Çünkü o Allah hakkın ta kendisidir.' [75]"İşte burada yardım ve dostluk hak olan Allah 'a mahsustur. Mükafatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine O'dur.'[76] Dünyada olduğu gibi ahirette de yardım, rübubiyet, hüküm sadece ve sadece hak olan Allah'a aittir.[77]
Kâinatta bulunan her şeyin hak ile yaratıldığını gösteren ayetlerden bazıları şunlardır:
"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık."[78]"Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yeri ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için birçok delil vardın" [79]"Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphesiz bunda iman edenler için bir nişane bulunmaktadır. '[80]
Yer, gök ve içindekilerin hak ile yaratılmalarının diğer bir anlamı da ikisi arasında bulunan insanların başıboş bırakılmamalarıdır.[81] Merhum Hamdi Yazır'ın (v.1356/1942) bu konudaki yorumu şöyledir: "Yani O, ışık, nur, menzil ve yörüngelerini gördüğünüz güneş ve ayı anlamsız yaratmadı. Bunlar başıboş tesadüfi oyuncak ve hikmetsiz olarak yaratılmamışlardır. Allah bunları hak ile ve hikmetle yaratmıştır."[82]
İbn Kayyım el-Cevzî de (v.751/1350) şunları der: "Bu konuda müfessirlerin ittifak ettikleri husus şudur: Allah'ın emir ve yasaklarına terettüp eden ceza ve mükafatlardır. Kim bunları inkâr eder, peygamberlerin risaletine karşı çıkar, ahireti inkâr eder ve evrende cereyan eden ahenkli hareketleri tabiata mal etmeye çalışırsa batılın en kötüsünü ortaya koymuştur."[83]
Allah'ın fiillerinden olan sözlerinin tamamı haktır. Onun hak olanın dışında birşeyi söylemesi, vahy etmesi düşünülümez. Çünkü hak olmayan bir söz noksanlık ifade eder. Bu da Allah hakkında muhaldir. Batıl söz ise hevâ ve acizliğin eseridir. Allah Teâla bu durumlardan münezzehtir. "O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. "Ol" dediği herşey oluverir. Onun sözü haktır.
Sur'a üflendiği gün de hükümranlık O'nundur."[84]Ayette geçen "ol" emri hak ile evrenin yaratılmasını, sur'a üfürme emri de hak olan ahiret aleminin ilan edildiğini gösteren Allah'ın hak kelimesidir.
Allah, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir. Batılı, küfrü, nifakı yok eder. Nitekim şu ayetler gayet açık olarak bu gerçeği ifade etmektedirler. "Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. (Bu) günahkarlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve batılı ortadan kaldırmak içindir.[85] "Suçluların hoşuna gitmese de Allah sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.'[86]
Allah, sözleriyle semavi kitapları neshetmiş, tüm batıl inanç, din ve otoritelere son vermiştir. "Ey insanlar, Resul size Rabbinizden hakkı getirdi.' [87] 'Allah müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resulünü hidâyet ve Hak din ile gönderendir.' [88] Allah tüm peygamberleri hakkı yaşamak yaymak ve temsil etmek için göndermiştir. Batıl taraftarları kuşkusuz ki bu durumdan rahatsız olmuşlardır. "Allah islâm'ı hidâyet, delil, hüccet, irfan ve yeryüzünü islah etme özellikleriyle diğer dinlerin üzerine çıkarmıştır. Bu islâm dışında hiçbir din için söz konusu değildir."[89] Allah'ın tüm fiilleri hikmet ile olduğu için, peygamberlerini de hikmetle göndermiş ve sadece bu yol ile İslâm ve hakkın üstün geleceğini bilmemizi murad etmiştir.
Allah'ın hakkı gerçekleştirdiği yöntemlerden birisi de hak ile hükmetmesidir. Allah kulları arasında hak ile hükmetmektedir.
Onun bir hükmünü reddedecek herhangi bir güç yoktur. O, adalet ile kulları arasında hükmeder. Allah zat ve sıfatıyla yarattıklarına benzemediği gibi hükümleriyle de kullarına benzemez."[90] "Allah hak ile hükmeder.'[91] "Allah'ın emri gelince de hak uygulanır ve o zaman batılı seçenler hüsrana uğrayacaklardır.'[92]
Allah Teâla, önemine binaen vermiş olduğu va'din hak olduğunu vurgulamıştır. "Ey insanlar Allah'ın va'di haktır. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.' [93] Allah'ın vermiş olduğu her va'd haktır. Onun va'dinden cayması söz konusu değildir. Çünkü cayma bir anlamda bilgisizlik ve acizlikten kaynaklanmaktadır. Allah Teâla noksan sıfatlardan münezzehtir. [94]
Hakkın geldiği anlamlardan birisi de Kur'ân'dır. [95] Şüphesiz ki, Kur'ân'ın her şeyi haktır. Onu indiren zat Haktır. Kendisine inen zat da Haktır. Kur'ân kuşkusuz ki hakkın tek ölçüsüdür. O, hakkı batıldan ayıran Furkan'dır. insanları batıldan, dalaletten, küfrün karanlığından kurtaran meş'âledir. O inmeden hak ile batıl belli değildi. Hak-hukuk yoktu. Kur'ân'ın en büyük özelliği, hak için ilahi ölçüler ortaya koyması ve her şeyi yerli yerine oturtmasıdır.
İlgili ayetler incelendiğinde konu daha da açık bir biçimde ortaya çıkacaktır. Razı, (606/1209) Kur'ânın hak olduğunu şöyle izah eder; "Kur'ân haktır, hak ile nazil olmuş, hakkı söylemiş ve onu hak olan Cibril getirmiştir."[96] "Fakat kendilerine hak gelince, bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz dediler. [97] ayetinde geçen "hak" Kur'ân'dır. [98]"Gerçekten kendilerine hak gelince onu yalanlamışlardı.' [99] Ayette söz konusu olan ve inkarcıların yüz çevirdikleri "hak"da Kur'ân'dır. [100]"Onlara tarafımızdan hak gelince, Hz. Musa'ya verilen gibi ona da verilmeli değil miydi?' [101] Bu ayette geçen "hak", hem Kur'ân hem de Resûlullah (s.a.s) anlamındadır.[102] "Biz Kur'ân'ı hak olarak indirdik. O da hak olarak indi."[103]
Kur'ân haktır. Hakkı getirmiş, hak ile inmiş, kendisine indirilen zat da haktır.[104] Kur'ân'ın isimlerinden biri de "Furkan"dır. Bu da ile hak ile batılı birbirinden ayıran kitab anlamındadır.[105] 'Alemlere uyarı olsun diye kuluna Furkan'ı indiren zat yüceler yücesidir."[106] Kur'ân hak ile batılı birbirinden ayırdığı için "Furkan" ismini almıştır. Furkan; ölçü, doğruyla yanlışı, faziletle kötülüğü ve hakla batılı ayınp onları değerlendiren ölçü olduğundan dolayı Kur'ân'a bir sıfat olmuştur.[107] "Kur'ân, vicdanlarda yer etme ve evrendeki etkinliğiyle hayat için bir nizamı şekillendirmektedir, işte bu nizamı başka hiçbir yerden, herhangi birşeyin kanşması söz konusu değildir.[108]
Kur'ân'ın her şeyi diğerlerinden ayrıdır. Getirmiş olduğu akide, iktisad, eğitim, tarih, ibadet... kısacası, o herşeyi ile Furkan' dır. Kur'ân'ın hak oluşu herhangi bir şüpheye mahal bırakmamıştır. Kendisinin ifadesiyle "Gerçekten Kur'ân kafi bilginin ta kendisidir." [109] Bu ayet Kur'ân'ın hakku'l yakin derecesinde bir gerçek olduğunu ifade etmektedir Kur'ân'da geçen terkiblerden bîri de "Hakku'l-Yakin"dir. Yakinin bu derecesi, ilme'l yakin ve ayne'l yakin derecelerinden daha yüksektir. İlmel-yakin haber-i sadıka dayanan bir yakin derecesi, aynu'l yakin de gözlem ve müşahede ile elde edilen bir derecedir. Hakku'l-Yakin ise dokunma ve yaşama ile elde edilen bir derecedir."[110]
İbn Kayyım, yakin derecelerini şöyle örneklendirmektedir: "Cennet ve Cehennemi bilmemiz ilme'l-yakin, mahşerde insanların görecekleri biçimde yaklaştınlmalan aynu'l-yakin, onlara girmek de hakku'l-yakindir."[111]
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi Kur'ân'ın hiçbir sûre veya ayetinde şüphe söz konusu değildir. Bu bakımdan o gerçek ve yakin derecesinde bir mesajdır, haber-i sadıktır. Kur'ân'ın hak oluşunun diğer bir anlamı da onun hak olan Allah'ın kelâmı olmasından dolayıdır. Ebediyyen değişmeyecek ve zeval bulmayacaktır. O, mutlak anlamda hakka çağırır, insan aklının kusurlarından ve beşeri ihtiraslardan münezzehtir. O, varlık bilmecesinin künhünü çözen İlahi bir anahtardır. însana ne olduğunu nereden geldiğini nereye gideceğini öğretti. Allah'ın garantisinde olan yegane kitab odur.[112] Asırlar geçmesine rağmen hiçbir gerçeği değişmeyen, haber verdiği herşeyin gün ışığı gibi ortaya çıkmış olduğu bir gerçektir.[113] "Allah iman edenlere üzerinde ihtilafa düştükleri hakkı (Kur'ân'ı) izniyle gönderdi."[114] "Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.[115]' Kur'ân her şeyin en doğrusunu getirmiş ve muarızlarına en doğru yöntemi göstermiştir. Çağdaş düşünürlerden Merhum M. Gazali bu konuda şu mütalâada bulunmuştur: "Kur'ân, anlamının hak oluşu, onun ışığının şualara benzemiş olmasındandır. Işık şualardan meydana geldiği gibi Kur'ân da hakikatlardan meydana gelmiştir, işte Kur'ân'ın ebedi oluşunun sırrı buradadır."[116] Cüz, küllün özelliklerini taşıdığı için aydınlığın tüm özelliklerini her bir şule taşımaktadır. Kur'ân'ın hak olma özeliğini onun her sûre, ayet ve harfi dahi taşımaktadır.
İnsanlar çeşitli yöntemlerle Kur'ân'a çeşitli şüpheler isnad etmeye çalışmaktadırlar. Kur'ân, bu şüphelere çeşitli yöntemlerle cevaplar vermektedir. Kur'ân'ın peyderpey nazil olmasının bir hikmeti de budur, inen her ayet şüphe dalgalarını dağıtan birer delil ve şule mesabesindedir.
Netice olarak, Kur'ân'ın kendisi hak ve Hak tarafından nazil olduğu için hak ismini almıştır. Zaman, Kur'ân'ın haklılığını ortaya koymaktadır. "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'ân'ın) hak olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?'[117]
İnsanlara hakkın ne olduğunu öğreten, pâk hayatıyla yaşayan en büyük insan kuşkusuz ki Resûlullah (s.a.s)'dır. Kur'ân'ın birçok yerinde Resûlullah (s.a.s)'ın "hak" olduğu vurgulanmıştır.[118] Davası, şemaili, ahlâkı, kısacası tüm hayatı hak olan bu zat, en gerçek anlamıyla bu sıfata layıktır. Allah, tüm peygamberleri hak için ve hak ölçülerle göndermiştir.
"O Allah, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resulünü Hak din ile gönderdi.'[119] "Ey insanlar, Resul size Rabbinizden hakkı getirdi.'[120] Suyuti, (v.911/1505) Resûlullah'm (s.a.v.) isimlerini İncelediği "er-Riyad" isimli eserinde, Resûlullah (s.a.s) için serdettiği müberek isimleri arasında "Hak" ismini de zikretmiş ve delil olarak da şu ayetleri göstermiştir.[121]"Ey insanlar size Ra-binizden Hak (Resûlullah) gelmiştir.'[122]"Doğrusu bunları da atalarını da kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim.'[123] "Onlar hak gelince onu yalanladılar."[124] Suyuti'nin delil olarak gösterdiği ayetler dışında bu konuya delil teşkil edecek diğer ayetlerden bazıları da şunlardır. "Hakkı (elçiyi) gizlemeyin' [125]"Ehl-i kitabtan çoğu, hak (peygamber) kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler,"[126] "Resule indirileni duydukları zaman hakkı (peygamberi) bilmelerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşandığım görürsün.[127]" İlk ayette geçen ve kitab ehlinin gizlediği "hak", Resûlullah (s.a.s) ve onun risaletiydi.[128] İkinci ayette geçen "Hak" tan gaye de Resûlullah (s.a.s) ve onun peygamberliğidir.[129] Son ayette geçen ve onların ağlamalarını gerektiren neden, Resûlullah (s.a.s)'ın risaletidir. [130] Bu ayetlerde de geçtiği gibi, hakkın en büyük timsali Resûlullah (s.a.s), Kur'ân'ın birçok yerinde "hak' kelimesiyle anılmıştır. [131]
Kur'ân'da hakkın geldiği anlamlardan birisi de tevhittir.[132] Kur'ân'da tevhid anlamında "hak" kelimesini işlemeden önce önemine binaen kısaca tevhid kavramı üzerinde durmakda fayda mülahaza ediyoruz. Sıfat ve zatlarıyla Allah'ı birleme anlamında olan tevhid, Kitab ve sünnet çerçevesinde kalındığı müddetçe ilimlerin en yücesidir."[133] Her konuda İnsanlığa en doğru ve güzeli takdim eden Kur'ân, tevhid ilmini de en ince ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. Tüm peygamberlerin ilk ve en önemli görevi kuşkusuz ki tevhid idi. Bu ayet de bu konuya ışık tutmaktadır. "Allah kendi emriyle melekleri kullarından dilediği kimseye vahy ile benden başka tanrı olmadığına dair (kullarımı) uyarın ve benden korkun diye gönderir.'[134]
Tevhid, İslâm inancının esasını teşkil etmektedir, İslâm'ın tevhid inancı her türlü şirk, nifak ve küfür şaibelerinden beri olduğu ve gerçek akideyi temsil ettiği için Kur'ân'da hak olarak geçer. Zaten hakkın bir anlamı da her şeye olduğu ve gereği gibi inanmaktır. Birisinin ahiret hakkındaki inancı sağlam ve pürüzsüz ise "falanın ahiret hakkındaki inancı haktır"denilir.[135]
Hak kavramının,"tevhid" anlamına geldiğini gösteren ayetlerden bazıları şunlardır:[136]
"Yoksa onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar? Hayır, o kendilerine hakkı getirmiştir.'[137] "Kıyamette her ümmetten bir şahid çıkarır; (kâfirlere) kesin delillerinizi getirin deriz, o zaman bilirler ki "hak" Allah'a aittir.'[138] "Allah'a karşı yalan uyduran yahut kendisine hak gelmişken onu yalan sayandan daha zalim kimdir?'[139] "Hayır o hakkı (tevhid) getirdi.' [140] İbn Cevzî, tevhidin esasını "Allah'tan başka ilah yoktur" gerçeği meydana getirdiği için bazı ayetlerde "hak"ın "la ilahe illallah" anlamında kullanıldığını [141] ifade ettikten sonra sonra şu ayeti misal getirir: "El açıp yalvarmaya layık olan ancak O 'dur." [142] Ayette geçen "Hak duası" kavramı tevhidin esasını oluşturduğu için "la ilahe illallah" kelimesi olarak tefsir edilmiştir.
İslâm dinine girmek isteyenin, "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed onun resulüdür" tevhid kelimesini söylemesi şarttır.[143]
Zemahşerî de (y.467/1074) ayette geçen "Hakkın davası" kavramım şöyle tefsir etmiştir: a- Kendisine dua edildiği zaman kabul edenin duasıdır. b- Yalmz Allah'a edilen dualar meşru olduğu için ona hak denilmiştir.[144] İbn Atiyye, (v.546/1151) "O, hakkı getirmiştir. [145] ayetinde geçen "Hak"tan maksadın "la ilahe illallah" olduğunu belirtilmiştir.[146] Zira bu kelime tevhidin temelini oluşturmaktadır. Kur'ân, müşriklerin tevhid kelimesine davet edildikleri zaman kibirle direndiklerinden bahsetmektedir.[147] Muhammed Abduh da "Biz seni hak ile gönderdik."[148] ayetinde geçen "hak" kelimesinin İslâm'ın pâk ve sağlam inancı olduğunu vurgulamaktadır.[149]
Netice olarak, İslâm'ın tevhid anlayışı her yönüyle gerçeği ifade ettiği için Kur'ân'da hak olarak geçer. [150]
Her şey ile Allah'a teslim olma ve boyun eğme anlamında olan İslâm, Hz. Adem'den (a.s) son peygamber Muhammed'e (s.a.s) kadar gelen tüm peygamberlerin dinidir. Allah'ın razı olduğu, kabul ettiği tek din yine İslâm'dır. "Muhakkak Allah katında (geçerli) din İslâmdır.'[151] Hak tarafından gönderildiği ve her şeyi ile hak olduğundan Kur'ân'ın birçok yerinde "Hak kelimesiyle ifade edilmiştir. Başka bir ifade ile Kur'ân'da hakkın geldiği anlamlardan birisi de İslâm'dır."[152]
Hak kelimesinin İslâm anlamında kullanılan ayetlerinden bazıları şunlardır: "De ki: Hak (İslâm) geldi batıl zail oldu.' [153] Ayette geçen "hak" kelimesi İslâm ve din anlamındadır. Mutlak anlamda hak Allah için kullanılır. [154] Mukayyed olarak kullanıldığı zaman ise doğru inanç, güzel söz ve davranışlar için kullanılır. "Allah kelimeleriyle "hakkı" gerçekleştirir.' [155] Ayette geçen "hak" islâm anlamındadır.[156]
Hak ile doğruluk birbirlerine çok yakın iki kelimedir. Bir bakıma birbirine girift haldedirler. Doğruluktan gaye,hükmün realiteye muvafık olması veya zor şartlarda da gerçeğin söylenmesidir.[157]
"Niyet, söz, idare ve tüm eylemlerde doğruluk esastır. Yalanın zıttıdır. İtikad, söz ve eylemlerinde doğru olana "sadık" veya "sıddık" denilmiştir. Hak, inanç, söz ve eylemler de olabilmektedir. Sağlam inançlı birine "hak inançlı biri" denir. Hak ile doğruluğun aynı anlama geldiğini söyleyenler de olmuştur. İctihad ile ilgili konularda doğruluk esastır. Doğruluk, hak batıl ve inanç konularında da kullanılır. İbadet ile ilgili konularda mezhebimiz sorulunca şöyle deriz: "Bizim mezhebimiz, yanlış olma ihtimalıyla doğrudur. Muhaliflerimizin ise doğru olma ihtimaliyle yanlıştır. Akidevi konularda ise inancımızın "hak" olduğunu belirtiriz."[158]
Hakkı inceleyenler onun iki anlama geldiğini vurgulamışlardır, a- Doğruluğa ve adalete uygun düşen gerçek söz. Bu ister akide ile ilgili olsun, isterse dünya ile ilgili meselelerde olsun aynıdır, b- İnsanın yerine getirmesi gereken vecibe.[159] "O bir gerçek midir" diye senden haber soruyorlar; de ki: evet, Rabbime andoldun ki o, şüphesiz haktır ve siz aciz bırakacak değilsiniz.[160] "Sözü haktır."[161] "Kuşkusuz Allah'ın va'di haktır.[162] Bu ayetlerde geçen "hak" doğruluk anlamındadır.[163]
Fitne ve fesadın temelinde hakka muhalefet yatmaktadır. Tüm huzur ve doğruluğun aslı da hakka ittiba etmektir. Haktan kasdımız, Allah'ın tüm mahlukatı için koymuş olduğu değişmez ve sarsılmaz çizgidir.[164] İnsanların yalana başvurmalarının temelinde Allah korkusu za'fıyeti ile hak ölçülerinin yürürlükte olmaması yatmaktadır. Çünkü hakkın olduğu yerde batılın dallarından biri olan yalanın olması sözkonusu olmaz. [165]
Her şeyi yerü yerine koyma anlamına gelen adalet, peygamherlerin de gönderiliş hikmetlerindendir.[166] "Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitabı ve mizanı indirdik."[167] "Allah'ım hak ile hükmet."[168] "Rabbimiz! bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet.'[169] Bu ayetlerde geçen "hak" adalet anlamındadır.[170] "O gün Allah onlara gerçek cezalarını tastamam verecek."[171] "Biz birbirimize hasım iki davacıyız aramızda hakla hükmet.' [172] Bu ayetlerde de "hak" adalet anlamında kullanılmıştır.[173] Netice olarak Kur'ân'da hakkın kullanıldığı manalardan biri de adalettir. [174]
Hakkın geldiği önemli anlamlardan birisi de vacib ve gerekli olma yerinde kullanılmış olmasıdır.[175] Kur'ân'ın bir çok yerinde bu örnekleri bulmak mümkündür. Kur'ân'da hakkın gerekli ve vacib olma anlamında kullanılan ayetlerden bazıları şunlardır:
"Biz dilersek elbette herkese hidayetini verirdik. Fakat "cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım" diye benden kesin bir söz, hak olmuştur.'[176] "İnkâr edenlerin cehenem ehli olduklarına dair Rabbinin sözü böylece gerçekleşti.[177] "İşte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir.[178] Bu ayetlerde geçen "hak" kelimesi "vacib" ve "gerekli olma" anlamında kullanılmıştır.[179]
Kur'ân'ın üzerinde önemle durduğu konulardan birisi de helal-haramdır. Kur'ân, helal-haram konusuna açıklık getirmiştir. Helal-haram yer ve göğün yüklenmekten çekinip edip insanoğlunun yüklendiği ilahi ve büyük bir emanettir. İnsanın yeryüzündeki hilafet ve sorumluluğunun bir tecellisidir. Her iki dünyada verilecek ceza ve mükafatlar da helal-haram esasına göre gerçekleşecektir.[180] İslâmdaki helal ve haramlar hak ölçüler ile emredildikleri için "hak" kelimesiyle ifade edilmiştir. "O azabın sebebi Allah'ın Kitabı hak olarak indirmiş olmasındandır. [181]" Ayette geçen "hak", helal ve haramı açıklayan kitab anlamında kullanılmıştır. [182] "Allah size haram olan şeyleri ayrıntılarıyla açıklamıştır.'[183] Bu ayette tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak derecede "haramın" açıklanmış olduğunu görüyoruz. Haramlar bilindikten sonra geriye kalanların da helal olacağı muhakkaktır. Bundan dolayı ayet, yalnız haramı vermekle yetinmiştir. [184]
Ahiret, "son veya sonra gelen şey" [185] demektir. Başta Kur'ân olmak üzere, semavi kitapların en çok üzerinde durdukları konulardan biri ahiret inancıdır. Nerdeyse her sahife veya her sûresinde ya açık veya işaret olarak geçmektedir. Namazlarımızda tekrarladığımız Fatiha sûresinde de yer almaktadır. "O ceza gününün sahibidir.[186]' Vukuu ve meydana gelmesi muhakkak olduğu için Kur'ân'da "el-Hakka" [187] olarak geçer. Orada herkes, ameline göre ve hak ölçülerle mükafat veya ceza göreceği ve ebedi olduğu için "hak" kelimesiyle anılmıştır.[188]
Kur'ân'da "el-Hakka" olarak isimlenen ve Kur'ân'ın 69 uncu sûresinin ismi hakkında merhum Hamdi Yazir özetle şunları demektetir: "El-Hakka, kıyametin isimlerindendir. Şu anlamlara gelir. Vukuu vacib, geleceği şüphesiz sabit olan saat demektir. Tanımak anlamındadır. Masdar anlamını verir. Her şey kıyamet gününde olduğu gibi ve hakkıyla ortaya çıkacaktır. Şaşmadan ve ne yapacağını yanlışsız yalansız yapan bir hadisedir. O, insanlar üzerine mutlaka vukubulacak olan gündür."[189] "El- Hakka, gerçekleşmesi mutlak olan, insanlara hükmünü koyan, hakkın gerçekleştiği gündür."[190]
Netice olarak; "el-Hakka" kelimesi, haktan türetilmiş olup kıyamet günü de hakkın tam anlamıyla gerçekleşeceği bir gün olduğundan ona bu isim verilmiştir. [191]
Ecel, vakit veya o vaktin sona ermesi demektir.[192] İnsanın dünyada eceli demek, ölümüne kadar ki ömrü veya ömrün sonu olan ölüm anıdır."[193]
Kur'ân da hakkın geldiği anlamlardan birisi de eceldir. Şu ayetteki hak kelimesi "ecel" anlamındadır.[194] "Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de, işte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir' denir. [195] Ayet, insanı kuşatacak olan ölüm dehşetinin nasıl hak olarak geleceğinden bahsetmektedir. O, insanın aklını ve tüm varlığım kuşatacaktır. işte o esnada insan peygamberlerin haber verdiklerinin gerçekten hak olduğunu fark edecektir. Oysa önceden ondan yüz çeviriyor ve onu önemsemiyordu.[196]
Konuşanın meramını ifade etmesi ve ortaya koyması anlamında olan beyanın da[197] hak ile yakından ilişkisi vardır. Bundan dolayı hak beyan anlamında kullanılmıştır. Çünkü ikisinde de ortak özellik, herhangi bir meseleyi ortaya koymaktır. "Musa dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alışmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.' İşte şimdi gerçeği anlattın, dediler." [198] Ayette geçen "hak", "beyan ve itiraf anlamındadır.[199]
İhtiyaç insan için kaçınılmaz bir olgu olduğundan, hakkın anlam alanına girmiştir. Allah tüm insanların kendisine muhtaç olduğunu beyan etmiştir. "Ey insanlar Allah'a muhtaç olan sizlersiniz"[200]
Fakirlik ve ihtiyacı iki kısımda incelemek mümkündür: a- Fıtri olan fakirlik, b- Arizi olan fakirlik. Birinci şıktaki fakirlikten hiç kimse müstağni değildir. İnsan yokluktan yaratılmıştır. Onun için terbiye edici ve büyütücüye ihtiyacı vardır. Hayatta da devamlı olarak Allah'ın inayet ve yardımına muhtaçtır. Allah herkesten müstağnidir. İnsan ise fakirdir, insan bünyesi ve yaratılışıyla muhtaç iken Allah da zati celalîyle hiçbir şeye muhtaç değildir. İkinci şıktaki fakirlik ise avamın bazı şeylere ihtiyaç duyması anlamındadır. Avamın mal, mülke muhtaç olması bu çeşit fakirlik kapsamına girer.[201] Allah'a olan fakirlik bir bakıma izzettir. Çünkü fakr-u zaruretin yaratılanlara değil, yaratana arzedilmesi söz konusudur. "Dediler ki senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun." [202] Ayette geçen "hak", "ihtiyaç" anlamındadır.[203]
Kur'ân her hak sahibinin hakkını, hisse ve payını vermeyi emreder. "Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver."[204] Ayette geçen haktan maksat, akrabalara gerekli ve zaruret hallerinde verilmesi gereken mali yardımlardır.[205] Kur'ân'da, hakkın pay ve verilmesi gereken mal anlamında kullanıldığı ayetlerden bazıları şunlardır:
"Mallarında isteyene, mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar. '[206] "Mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.[207] İki ayette de hak kelimesi pay anlamında kullanılmaştır.[208] "Üzerinde hak (borç) olan kimse de yazdırsın. Şayet borçlu, sefil veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise velisi adaletle yazdırsın." [209] Bu ayette de iki defa geçen "hak", "mal-borç" anlamındadır. [210] Kur'ân'da hakkın geldiği anlamlardan birisi de mal ve hissedir.[211]
Malın günlük hayattaki fonksiyonundan olacaktır ki Kur'ân'da hem hak hem de hayır [212] olarak zikredilmiştir.[213]
İnsanı her konuda en güzel yöne davet eden Kur'ân, "hak"kı yön anlamında kullanmıştır. "Hak (yön tayini) Rabbine aittir. Şüphe edenlerden olma."[214] Ayette geçen "hak" Ka'be ve diğer yerlere yönelme anlamındadır. Yön konusunda da en iyisini gösteren Allah'tır. Yahudi ve Hıristiyanların dediği değildir.
Her konuda olduğu gibi kesin hüküm koyma Allah'a aittir.[215]
Kur'ân'da geçen; "biğayri’l hakkı" terkibi suçsuz ve günahsız anlamında kullanılmıştır. "Bu musibetler onların başına Allah'ın ayetlerini inkâra devam etmeleri, haksız (suçsuz) olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi.'[216] "Onlar (Yahudiler) Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve haksız (günahsız) yere peygamberleri öldürüyorlardı.'[217] Bu ayetlerde geçen "hak" günah ve suç anlamındadır.[218] Hak kelimesini tek başına değil "gayri" ile kullandığımız zaman "suçsuz", anlamını verir. Suç bulunduğu zaman karşılığında ceza vermenin de bir "hak" olduğunu beyan için böyle bir kullanıma gidilmiştir. [219]
Genel olarak Kur'ân'da hak, batıl karşıtı olarak kullanılmıştır.[220] Her türlü sapma ve yanlış yolu ifade eden dalalet karşıtı da kullanıldığı yerler olmuştur. Müfessirler bunun için "Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?"[221] ayetini delil göstermişlerdir. Bu da hakkın, yani Allah'ın emretmiş olduğu yol dışında kalan her şeyin yanlış ve sapma olduğunu gösterir.[222]
Çağdaş müfessir Tabatabai bu ayette, bedi' ilminin öğelerinden ve karşılıklı iki kelimeden birinin alınıp yerine aynı manayi ifade eden başka kelime kullanıldığında aynı manayı veren ihtibak sanatının olduğunu vurgulamıştır. [223] İhtibak sanatını bir misal ile izah etmek yararlı olur kanaatindayız. Ayet "ve maza ba'del hakku illa'd-dalal" şeklindedir. Fakat "Ed-dalal" kelimesinin yerine ona çok yakın anlam ifade eden "el-batıl" kelimesi konulduğunda mana değişmemektedîr:
O zaman ayetin anlamı; "Hak dışında batıldan başkası yoktur." şeklinde olur.[224]
Âlimlerin ittifakla kabul ettikleri husus, Kur'ân'da hak kelimesinin batıl karşısında kullanılmış olmasıdır. [225] Hak, her türlü iyi, güzel ve hayırlı söz, niyet ve eylemi belirtirken; batıl ise onun tam aksine tüm kötülük, çirkinlik ve şerri ifade etmektedir. Hak, açık belli ve parlak olduğu için "nur" olarak belirtilmiştir. Batıl ise karanlık, kargaşa ve eğri olduğu için "zülumat" olarak zikredilmiştir.[226]
Görüldüğü gibi Allah'ın iki ismi beraber zikredilmiştir. Yani hakkı gerçekleştiren Allah olduğu gibi, batılı yok eden de Allah'tır. Merhum M. Akif Ersoy da bu konuda şu mütalâada bulunmuştur: "Hak, batılın karşılığıdır, manası herkesçe malum olmakla beraber insanların çoğu bu manayı cüz'iyete hamlederek yanılırlar. Meselâ içlerinden biri kalkarak batıl olduğu apaşikar bir batılı hak suretinde telakki etmek ister."[227]
Şimdi de Kur'ân'da batıl karşıtı olarak hak kelimesinin kullanıldığı bazı ayetleri inceleyelim:
"Artık onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülmüşlerdir. Uydurmakta oldukları şeyler (batıl tanrıları) onları terkedip kaybolmuştur."[228] "Allah hakkın ta kendisidir."[229] "Biz gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık."[230]
Bu üç ayette de "hak" batılın karşıtı olarak kullanılmıştır.[231] "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler. " [232] Bu ayette geçen "hak" batılın zıddı olarak kullanılmıştır.[233]
Semantik olarak hak, sabit olma, inançta sarsılmama; canlılar için kulanıldığında ise, dinamik ve güçlü, inkârı mümkün olmayan, şey, her hayrın kaynağı, hikmetli iş, mutlak hakkın kaynağı Allah Teâla'nın mübarek bir ismi, hak ile batılı ayırdığı için Kur'ân, hakkı en güzel biçimde yaşayıp temsil ettiği ve öğrettiğinden Resûlullah (s.a.s), yegane, gerçek ve sağlam inanç olan tevhid, İslâm ahlâkının temel öğelerinden doğruluk, Allah katında geçerli tek din İslâm, zulmün zıddı olan adalet; kulluk görevi vecibe , helal-haram, hakkın tecelli edeceği ahiret; mutlak olarak geleceği için ecel, kesin olarak bir gerçeği ortaya koyduğundan, beyan, insanlar için ihtiyacın kaçınılmaz olmasından dolayı fakr ve ihtiyaç, günlük hayatın vazgeçilmez öğelerinden mal ve hisse, İslâm insanı her konuda hak yönüne çağırdığından yön, gayr ile beraber kullanıldığında suçsuz anlamlarına gelmektedir. Kur'ân'da ise en çok batıl ve dalalet karşıtı olarak kullanılmıştır.[234]
Hakkı kavram olarak tanımlarken tüm hayır, güzel söz ve eylemleri kapsadığını belirtmiştik. Kur'ân'da geçen kavramlar içinde "Hak" kavramı kadar cami' ve geniş kapsamlı başka bir kavram bilmiyoruz. Bununla beraber ona yakın mana ifade eden bir kaç kavramı tesbit ettik. [235]
"Görmemize yardımcı olan ışık anlamındadır. Dünyevi ve uhrevi olmak üzere ikiye ayrılır. Dünyevi olan da ikiye ayrılır. a- Basiret gözüyle görülen akıl ve Kur'ân nuru b- Baş gözüyle hissedilen nur.[236] Hak ve nur, aydınlatma, Allah, Kur'ân ve peygamber anlamlannda kulamldıklarından dolayı ikisi arasında bir yakınlık söz konusudur. "Allah mü'minlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır.'[237] Ayette geçen "nur" hak yerinde kullanılmıştır."[238]
Akıl, erdemlik ve adalet gibi rağbet duyulan şeylerdir. [239] Hakta olduğu gibi mal, iman, ecir, pay gibi anlamlarda hak ile terektir. Bunlann dışında da en faziletli, sıhhat, yiyecek zafer ve ganimet anlamlannda kullanılır.[240]
İfrat ve tefrit arasında olan şeydir. Hakka meyletmektir.[241] Herhangi birşeyi yerli yerine kullanma ile hak ile benzerliği vardır. Fidye, insaf, tevhid ve ortak etme gibi anlamlara gelir.[242]
"Salaha" fiilinin ismi failidir. Her türlü bozukluktan uzak anlamındadır. Kur'ân'da ekseriyetle "salihât" şeklinde çoğul olarak gelir. İyi yakışıklı, aklen ve naklen müstakim, hayırlı anlamlarını veren bir sıfattır. Kalbi, bedeni ve malı gibi[243] çeşitleri vardır.[244] Kur'ân'da iman, iyi mevki, yumuşaklık, düzgün endam, iyilik, itaat, emaneti yerine getirme, anne babaya iyilik etme, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi anlamlara gelmektedir.[245]
Görüldüğü gibi "salih" kavramı, emanete riayet etme, inanç ve güzel şeyleri ifade etme yönleriyle hak kavramıyla birleşmektedir. [246]
"İstekâme" fiilinin ismi failidir. Doğru ve düzgün yol için kullanılır. İnsanın müstakim oluşunun anlamı, onun doğru yolda olması [247] ve hak yolda bulunmak demektir. Buna göre hak yolda bulunana "müstakim" denir.[248]
"Raşede" filinin masdandır. Sapma ve dalaletin zıddı olup, hak yolda bulunma anlamındadır.[249] Kur'ân'da hidayet, başarma, doğruluk, ıslah etme, baliğ olma, akletme ve kurtuluş yolu anlamlarında kulanılmıştır. Güzel ve faydalı anlamlan vermede hak ile müşterektir.[250]
"Ferika" fiiilinden türetilmiş bir masdardır. Hak ile batıl arasını ayıran kâmil bir ilim ve kuvvetli bir ilhamdır. Âlimler için ilim furkan olduğu gibi, veliler için de irfan furkandır. [251] Hak ile batıl arasını ayırmaya yarayan geniş bir ilimdir."[252]
Furkan, zafer için de kullanılır. Çünkü zaferde de belli olmayan iki durum, yani yenilgi veya nusret söz konusudur. Kur'ân hak ile batılı birbirinden ayırdığı için bu ismi almıştır.[253]
Hakkı bulmada furkan ilmine ihtiyaç duyulmaktadır. Kur'ân, Furkan olduğuna göre onu hakkıyla bilmek bu ihtiyacı karşılamaya yardımcı olacaktır. [254]
Hakkın gerçekleştirilmesi Kur'ân'da ihkak-ı hak olarak geçer.[255] Bu âyetlerde geçen ihkak-ı hak yani hakkı gerçekleştirmenin anlamı; onu ortaya koymak ve haklılığını ispat etmek için gerekli delilleri ortaya koymak ve hak öncülerine destek vermektir.[256]
Allah dinini ikmal etmekle onu gerçekleştirmiştir. Fakat hakkın beka ve devamı içinde sünnetullahı takip etmek gerekmektedir. Sünnetullahın bir anlamı, hakkın önündeki engelleri kaldırmaktır. "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin, sizi onlara galip kılsın. Kalblerinizden öfkeyi gidersin.'[257]
Allah üzerimizde kudretini gösterip iradesine de aracı kılmak istemektedir. Batıl ehli ise gücüne güvenmektedirler. Allah mü'minleri tehcire zorlayan müşrikleri cezalandırmak suretiyle mü'minlerin gönüllerini rahatlatmak istemektedir. Bu da ancak hakkın üstünlüğü, batılın hezimeti ve batıl taraftarlarını etkisiz kılmakla mümkün olur.[258]
Bu âyet beş şeyin gerçekleştirilmesini istemektedir:
1- Gerekli yerlerde batıl taraftarlarının etkisiz hale getirilmesini,
2- Onların zillet ve rüsvây içinde bulundurulmalarını,
3- Mü'minlerin onlara karşı üstünlük ve zafer elde etmelerini,
4- Mü'minlerin, batıl taraftarların eziyet ve kötülüklerinden kurtulmaları ve dolayısıyla gönüllerinin huzur bulmasını,[259]
5- Mü'minlerin kalbinden öfkeyi gidermeyi.[260]
Allah, çeşitli vesilelerle mü'minlerin gönüllerini ferahlatmıştır. Kimilerinin kalplerini, düşmanları yok etmekle, kimilerini muradlarına eriştirmekle, kimilerini zaferle, kimilerini sevgililerine kavuşturmakla, kimilerini maksatlarına eriştirmekle, kimilerini de mabutlarıyla başbaşa bırakmak suretiyle gönüllerini ferahlatmıştır.[261]
Sünnetullah gereği, Allah mü'minlerin elleriyle hakkın gerçekleşmesini istemektedir. Böyle olmasaydı yüz binlerce peygamberin gönderilmesine, o kadar da şehidin verilmesine gerek kalmazdı. Dolayısıyla da iyi ile kötü birbirinden ayırdedilemez ve dünyadaki mücadelenin bir anlamı kalmazdı. Hakkın gerçekleşmesi için başta peygamberler olmak üzere selef müslümanları, sünnetullaha göre hareket etmişler ve tedbirleri elden bırakmamışlardır, insanlığa tevekkül ve Allah'a güvenmenin ne olduğunu Resûlullah (s.a.s) öğretmişken, zırh giymeyi, silah kuşanmayı, en iyi savaş stratejilerini uygulamayı da ihmal etmemiştir. Resûlullah (s.a.s)'ın sadece hicreti esnasında almış olduğu tedbirler, bizlere hakkın gerçekleştirilmesi için tedbir ve sünnetulllahın ne kadar gerekli olduğunu göstermeye kâfidir. Önemine binaen onlardan birkaç tanesini zikretmede yarar görüyoruz:
1- Hicretinde, insanların kullanmadığı yolu tercih etmiş.
2- İnsanların uykuda bulundukları zamanı tercih etmiş.
3- İzlerini belli etmemek için parmak uçlarını kullanmış. Zaman zaman bir kişi oldukları imajını vermek için, Ebubekir'in (r.a) sırtında yola devam etmiş.
4- Yolda, tecrübeli ve sır vermeyeceğini bildiği gayrimüslim Abdullah b. Ureykıt'tan yararlanmış.
5- Ebubekir, Resûlullah (s.a.s)'ı soranlara sadece "o yol rehberimdir" demekle iktifa etmiş.
6- Beraberlerinde azık taşımış.
7- Mekke'den çıktıktan sonra Mekke'de olup bitenleri takip etmişti.[262]
Siyer kitapları, Resûlullah (s.a.s)'ın verasetini ortaya koyarlarken, mirası arasında dokuz kılıç, çok sayıda zırh, altı adet yay, ok çantası, bir kalkan, beş mızrak ve bir demir miğferini de [263] zikretmeleri hakkın gerçekleşmesi için sünnetullaha riâyet etmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Sünnetullah'ın nasıl uygulanacağını Allah, Resulüne en güzel biçimde göstermiştir: "Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et."[264]
Bu âyet de bizlere hakkı gerçekleştirmenin nasıl olabileceğini beyan etmektedir. Bu konuda Üstad Mevdudi özetle şunları söyler: "Bu emir, İslâm'ın tebliği ile ilgilenenler için çok önemlidir. Onlar şu iki şeyi gözönünde bulundurmalıdırlar: Hikmet ve güzel öğüt.
Hikmet: Kişinin tebliği sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitab edilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarının göz önünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir biçimde iletilmesini gerektirir.
Güzel öğüt: 1- Kişi muhatabını sadece mantıkî ikna metodlarıyla değil, aynı zamanda duygularını da cezbederek inandırmaya çalışmalıdır. 2- Güzel öğüt, karşıdakinin mutluluğu ve refahını düşündüğünü görterir bir tarzda olmalıdır. Ayetin, "En güzel şekilde mücadele et" bölümü de kişinin tatlı dile sahip olmasını, karşısındakini alçak gönülle ve basit bir şekilde ikna etmeye çalışmasını gerekli kılmaktadır.[265]
Bu izahlardan da anlaşılacağı gibi, hakkı gerçekleştirmek için şahıs ve ortama dikkat etmemiz gerekir. Bilgili, kültürlü ve elit kesim için hikmetle davet etmek; hoş ve tatlı öğütlerden anlayan hak kesimini de güzel öğüt ve nasihatlarla; hikmet ve sözden anlamayan, inatçı ve hakkın önünü tıkamak isteyenlere de güç kullanılmalı.
Netice olarak, hakkı gerçekleştirmenin yolu; hikmet, güzel öğüt ve gerektiği yerde en güzel mücadeleden meydana gelen sünnetullahı uygulamaktan geçer. [266]
Hayatın hak ölçülerine göre devam etmesinin sağlanması, bazı unsurlarla gerçekleşebilmektedir. Bunları,
1- Manevi unsurlar,
2- Maddi unsurlar biçiminde ele alabiliriz. [267]
1- İman: Mânevi unsurların başında şüphesiz ki iman gelmektedir. Allah, mü'minlere iman sıfatlarıyla hitab etmektedir. "Ey iman edenler" şeklinde geçen âyetlerin sayısı 89'dur.[268] Bu da mü'minlerin en büyük ve en bariz özellikleridir. Hakkın üstün kılınması için iman şarttır. Çünkü insana çalışma azmini, sabır ve sebat göstermeyi iman öğretmektedir. Şehidliğin anlamını, izzeti ve hakkın kıymetini de iman belirlemektedir. "Mü'minlere yardım etmek bize düşer." [269] "Allah, mü'minlerle beraberdir.[270]
2- Takva: Kişinin ahiretine zarar verecek şeylerden korunmasıdır.[271] İslâmda üstünlüğün yegane ölçüsüdür.[272] Takva, Allah'ın tüm emir ve yasaklarına şamil bir kelimedir.[273] "Ey iman edenler sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz." [274] Bu âyet özellikle batıla karşı mücadelede nelere dikkat edilmesini göstermektedir. [275] "Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz." Bu âyette geçen takvadan maksat, vicdanda bulunan ve sahibini her türlü kötülük, saldırganlık, güvensizlik ve zaafa düşmekten alıkoyan küvettir.[276] "Siz sabır gösterir, Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder." [277] Bu âyet de zaferin üç önemli unsurunun olduğundan haber vermektedir. 1- Sabır, 2-Takva, 3- Düşmanın ansızın gelmesi.[278]
Meleklerin gelmesinin nedeni, kuşkusuz ki Ashabın takvası idi.[279] Onların takvalarının bir tezahürü olacak ki hakkı yeryüzüne yaymaya çalışan ordu komutanları, savaştan önce askerlerine takvayı ısrarla emrederlerdi. İşte Irak seferi sırasında Ömer'in (r.a) ordu komutanı Sa'd b. Ebi Vakkas'a talimatı: "Sana ve askerlerine her halükârda takvayı tavsiye ediyorum. Takva en iyi hazırlık ve en iyi taktiktir. Sizlere, düşmanlarınızdan çok, günahlardan, sakınmanızı tavsiye ediyorum. Çünkü ordunun günahlara batması, düşmandan daha tehlikelidir. Müslümanlar düşmanlarının günahlarının varlığından yararlanmak suretiyle zafer elde ederler. Bizi onlardan ayıran bu özelliktir. Bu olmasaydı onlardan bir farkımız olmazdı. Biz ne sayı ne de hazırlık yönünde, onlar gibiyiz. Günahlarda da onlar gibi olursak onlar sayıda bize üstünlük sağlayacaklardır. Faziletle onlara üstünlük sağlamazsak, diğer şeylerle onları yenmemiz imkânsızdır. Üzerinizde melekler var, onlardan haya edin; özellikle de cihad esnasında günah işlemekten sakınınız. "Düşmanlarımız bizden daha kötüdürler; onun için onlar yeneriz", vehmine kapılmayın. Herhangi bir topluluğa İsrailoğullarının başına gelen musibetlerin daha kötüsü gelebilir. Onlar günahlara dalınca, Allah onlann başına onlardan daha kötü olan mecusileri musallat kıldı. Bu nedenle onlar mecusilere mağlub oldular. Allah'tan zafer istediğiniz gibi, yardım da talep ediniz.[280]
Haçlılar, büyük İslâm komutanı Nureddin Zengi (v.557/1161) için şunu itiraf etmişlerdir: "Nureddin, Allah'a çokça dua ve niyazda bulunurdu. O, bizi asker ve ordusunun çokluğuyla değil, duası ve gece namazlarıyla mağlub etti."[281]
3- Mücadelede sabır ve sebat göstermek: Sabır, zorluklar karşısında Allah dışında hiç kimseye şikâyette bulunmamaktır.[282] Sabır, düşmana karşı direnmek ve yılmamaktır. "Ey iman edenler! Sabredin, düşman karşısında sebat gösterin."[283] Ayette geçen "sabır" sadece savaş meydanında gösterilen sabır değildir. Batıl ehlinden her an gelebilecek eziyet ve saldınlara karşı koyabilme ve direnç göstermektir.[284] "Eğer siz bir acıya uğradınızsa, o kavim de benzeri bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."[285] Razî, bu âyetin tefsirinde şu malumatı verir: Batıl ehli varacakları kötü akibetlere rağmen mücadeleden vazgeçmiyorlar ve gevşemiyorlar. Başlarına gelen çile ve zorluklardan yılmıyorlar. Durum bu iken; ey mü'minler, elde edeceğiniz iyi makamlar, sahip olduğunuz hak dava için onlardan daha fazla direnmeniz, başınıza gelenlere sabretmeniz daha uygun düşmez mi?[286]
4-Allah'ı Anmak: Allah'ı anmaktan maksat, her halükârda Allah'ı hatırlamak ve hiçbir durumda ondan gafil olmamaktır. "Ey iman edenler, herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anınız ki başarıya erişesiniz.'[287]
Savaş esnasında yapılan dualar kabul görür.[288] Allah her şey için bir kanun veya sebep kılmıştır. Zafer için koymuş olduğu kanunlardan birisi de, hiçbir surette gafil olmamak ve Allah'ı anmaktır. Bu konuda İbn Kesir (v.774/372) şunları der: "Ashabı Kiram cesaret, Allah ve Resulünün emirlerine sarılma konusunda insanların en üstünü idiler. Kendilerine ne öncekiler ne de sonra gelenler ulaşabilmiştir. Resûlullah (s.a.s)'ın emirlerine riâyet etmelerinden ve onun bereketinden olacaktır ki kısa bir zaman zarfında dünyanın dört tarafını fethettiler. Gönüller kazandılar. Allah'ın ismini yücelttiler. Tüm bunları 30 yıldan az bir zaman zarfında gerçekleştirdiler. Allah hepsinin ecrini versin."[289]
Netice olarak şunu diyebiliriz: Hakkı gerçekleştiren faktörlerden birisi de batıl ehli ile yapılan mücedelede Allah'ı çokça anmak ve hiçbir surette ondan gafil kalmamaktır.
5- Cemaat halinde mücadele etmek: Kur'ân mü'minleri yekvücud ve bir topluluk olarak kabul etmiş ve davetini ona göre yapmıştır. Her namazda okunan Fatiha sresinde hep beraber kendisine ibadet edilmesini ve beraberce ondan yardım istenmesini emretmiştir. Teşehhütte de tüm iyi kullara selam getirilmesi emrolunmuştur. Kur'ân'da, "Ey iman edenler" şeklindeki hitaplar da bunun bir örneğidir. Yardım talep ederken de toplu olarak edilmesi emredilmiştir.
"Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım edecektir."[290] "İyilik ve sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.'[291] "Ey iman edenler size ne oldu ki; "Allah yolunda savaşa çıkın," denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz.'[292] "Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever."[293] "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.'[294] Batılın güçlü olduğu bir zamanda bu özelliklere sahip bîr topluluğun bulunması vaciptir.[295]
Görüldüğü gibi bu ve benzeri yüzlerce ayette, Allah Teâla müslümanlara toplu olarak hitap etmektedir. Çünkü bireysel olarak batıla karşı konulamaz. Bir insan, pehlivan gücünde bile olsa haydutların saldırısı karşısında tek başına gereken performansı gösteremeyeceği muhakkaktır.
Bundan dolayıdır ki "Hakka çağıran bir cemaat"ın bulunması halinde, diğer müslümanların ona iltihak etmesi vaciptir. "Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden bir toptuluk bulunsun."[296] Ayette geçen "ümmet'ten kasıt cemaattır. Bu cemaattan gaye de Allah'ın dinine yardım edecek cemaattır. Bu cemaata yardımcı olmak her müslümana vaciptir."[297]
Bunların başında da tedbir ve hazırlık gelir.
1- Tedbir ve Hazırlık: Bir önceki bölümde, en büyük manada Allah'ın yardımına mazhar olduğu halde Resûlullah (s.a.s)'ın düşmanlarına karşı nasıl tedbirlere başvurduğunu vurgulamıştık.
Kur'ân, birçok yerde düşmanlara karşı tedbirli bulunmamızı emretmektedir. "Ey iman edenler tedbirinizi alın.'[298] Buradaki tedbirden gaye, her türlü silah ve tesisattır.[299] Düşmana karşı hazırlıklı bulunmayı emreden âyetlerden birisi de şudur: "Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.'[300] Ayette düşmanların korkutmalarının söz konusu edilmesi çok önemlidir. Bu da ancak zaman ve ortam göz önünde bulundurulmak kaydıyla düşmana üstünlük sağlıyabilecek ve caydırıcılık özellikleri olan silah ve cihazlarla mümkün olabilmektedir.
Hakkın gerçekleşmesi ve batılın tesirsiz hale gelmesi, ancak batılın otorite ve odaklarının kaldırılıp, onların yerine hak ölçülerini kurmakla mümkün olur. "Sen içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar; tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kâfirler arzu ederlerki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Yine tedbirinizi alın."[301] Ayette geçen "tedbir" konusunda, Ebu Ubeyde askerlerine şu talimatta bulunmuştur: "Ey askerler! Allah'ın dinine yardım ediniz ki Allah da size yardım etsin ve ayaklarınızı sabit kılsın. Mücahidler! Sabır gösterin, çünkü sabır insanı küfürden korur. Rabbimizi razı eder, kötülüğü kaldırır. Kalkan ve mızraklarınızı yanınızdan ayırmayın, içinizde Allah'ı zikredin, sessizliği muhafaza edin."[302]
Batıla fırsat veren durumlardan bir tanesi de, müslümanların hazırlıksız ve tedbirsiz olmalarıdır. "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı.'[303] Yani siz rahatı tercih ederseniz, bu sizler için iyi olmayabilir. Endülüs müslümanları cihadı terkedip, onun için gereken hazırlıktan sarf-i nazar edip savaştan korkunca, düşmanları ülkelerini işgal etti, onları esir ve köleler etti.[304]
Müfessir Kurtubi'nİn (v.671/1272) yıllar önce değinmiş olduğu bu gerçek, ibret alınmaya değerdir. Hakkı gerçekleştirmek için ihmalkâr davranmamak, gereken tedbir ve hazırlığı yapmak zorunludur, ihmaldan kaynaklanan ceza ve kötü neticeler sadece ahiret ile ilgili değildir. Ahiret cezası ile birlikte dünya azabı, zillet, düşmana yenilme, sömüriilme ve nimetlerden mahrum kalma gibi cezalar da zikredilebilir.[305]
2- Sayıca yeterli olmak: Hakkı gerçekleştirmek için sünnetullaha riâyet etmek esas olunca, hak taraftarlarının gereken sayıyı bulmaları da şarttır. "Ey peygamber, mü 'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz (kâfire) galip gelirler. Eğer sizden iki yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye galip gelirler.'[306]
Allah Teâla, sizden yirmi kişi olsa ikiyüz kişiyi mağlub eder buyurmuştur. Fakat iki bini mağlub eder buyurmamıştır. Burası çok önemlidir. Çünkü her ne kadar mü'minlerin gücü, imanları sayesinde düşmanlarından kat kat fazla ise de bu onların güçlerinin sınırsız olduğunu göstermez. Onların da gücü belli bir sınıra kadar etkindir. Allah, yirmi müslümanın gücünü, inanmayan iki yüz kişiye denk tutmuştur. Bu da hakkın gerçekleşmesinde maddi argümanların önemini ortaya koymaktadır."[307]
Hakkın gerçekleşmesi için hak taraftarlarının belli sayıya varmalarının gerekli olduğunu gösteren diğer bir delil de şu âyettir: "Hatırla ki Allah uykuda, sana onları az gösterdi. Eğer onlarısana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girecektiniz. Fakat Allah (bundan sîzi) kurtardı.'[308] Bu âyet, maddî gücün hem müslüman hem de müslüman olmayanlar için önemli olduğuna delildir. Çünkü, taraflardan biri düşmanının gücünü az veya zayıf görürse bu onun moralini güçlendirir. Fakat, düşman gücünün kendi gücünden fazla olduğunu farkederse moralmen çöker, öne atılmaz ve tereddüt gösterir.[309]
3- Gerekli maddi desteği sağlamak ve yardımda bulunmak:
Hakkın gerçekleşmesi için bu da çok önemli bir konudur. Batıl, gücünü devam ettirmek için her türlü fedakârlıkta bulunurken, hakkın gerçekleşmesi için de fedâkârlık kaçınılmaz bir olgudur. "Şüphesiz ki inkâr edenler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Ama sonunda bu onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlub olacaklardır. İnkârda ısrar edenler ise cehennemde toplanacaklardır."[310] Ayetteki bunca tehdide rağmen, inanmayanların siyonizm, misyonerlik ve ilhadi hareketler adına yığınlarca masraf yaptıkları bir gerçektir. Oysa Allah Teâla, mü'minlerden can ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır.[311] "Ey mü 'minler, gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, malarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ediniz.'[312] Ayette mal ile cihad etmenin, can ile cihad etmekten önce gelmesi meselenin önemine işaret etmektedir. "Ey iman edenler, eğer siz Allah 'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım edecek ve ayaklarınızı kaydırmaz."[313]
Ayet hakkında Razî şunları demektedir: "Yani siz hak taraftarlarına yardım ederseniz, Allah da size yardım edecek."[314] Merhum Razî'nin kasdettiği, Allah taraftarlarından yeryüzünde Allah'ın dinini üstün kılmak için çalışanlarının olması gerek. Yardım edilmeleri gerekenler de onlardır."[315]
Mü'minler, Allah'ın dînine yardımcı oldukları nisbette, Allah'ın rızasına yakın olacaklardır. "Milletlerin ayakta kalabilmeleri için mal bir sebeptir. Hidâyete kavuşan toplumlar, hakkı üstün kılmak ve batılı etkisiz kılmak için mallarını harcarlarken, henüz hidâyete erişmemiş toplumlar da, mallarını batılı güçlendirmek için harcamaktadırlar. Bundan dolayıdır ki, Hz. Musa (a.s) Firavun ve güruhunun mal ile yaptıkları tahribatı görünce, kendileri ve malları için şu bedduada bulunmuştur: "Hz. Musa dedi ki; Ey Rabbimiz, gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz, insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezayı görünceye kadar iman etmesinler diye mi (verdin)? Ey Rabbimiz, onların mallarını yok et ve kalblerine sıkıntı ver (ki iman etsinler)."[316] Ayette, bedduanın ilkin mala yapılması malın önemini vurgulamaktadır.[317]
Netice olarak, hakkı gerçekleştirmede maddi ve mânevi hazırlık konusunda şunları dememiz mümkündür: "Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.'[318] Ayetde geçen güç, her türlü maddi ve mânevi kuvveti kapsamaktadır. Ayette geçen "kuvvet" kelimesi, nekra olarak geldiği için, mezkur kuvvetin herhangi bir şeyle sınırlı olmadığını göstermektedir. Zaman ve mekâna göre değişebilmektedir. Düşmanın saldırısını izale edecek türde caydırıcı olması şarttır. Ayette geçen "kuvvet" sadece savaştaki tesisat ve teçhizattan ibaret değildir. Savaş malzemesi olabildiği gibi, savaş taktik ve stratejileri de olabilir. Askeri eğitim çalışmaları olabildiği gibi, askere şehadet arzusu verme de olabilmektedir. Ayetin kapsamına ilim, irfan, smâi ve zirai sahalarda uzman yetiştirmek de dahildir. Tüm bunlar zaman ve ortama göre değişiklik arzedebüirler. Her zaman için maddi ve mânevi sahalarda düşmana karşı hazırlıklı bulunmak dini bir vecibedir. [319]
Mutlak anlamda hakkın kaynağı Allah'tır. "Hak, Rabbindendir, o halde kuşkulananlardan olma."[320] Hakkın yegane kaynağı Allah olacaktır ki, âyet de bu konuda herhangi bir kuşkuya düşmemizi emretmektedir. Güneşten, hayattan ve kâinattan herhangi bir kuşku duyulmadığı gibi, hakkın kaynağının da Allah olduğu konusunda kuşkuya düşmememiz gerekmektedir. "De ki; ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı ? De ki; "Hakka Allah iletir."[321] Bu âyete göre, açık ve sarih olan hakka Allah'tan başka hiç kimse ulaştıramaz.[322]
"De ki; şüphesiz ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz azab benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. O, Hakkı anlatır.'[323]
Hakkın kaynağı Allah olduğu ve arkasında ilahi güç bulunduğu için, hakkın üstünde herhangi bir güç düşünülemez. Tüm kâinatı ayakta tutan yegane güç hakkın gücüdür. "Allah'ın, gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musun?"[324] İnsan aklının kavramaktan bile aciz kaldığı evrenin hak ölçülerle yaratılmış olması, hakkın ne kadar muazzam olduğunu gösterir. "Bilakis biz hakkı batılın tepesine indiririz. O, batılın işini bitirir.' [325] "De ki; kuşkusuz Rabbim hakkı ortaya koyar, gaybı çok iyi bilendir.' [326] Bu âyetlerde hakkın gerçekleştirilmesi "nekzifü" fiiliyle anlatılmıştır. Bu fiil ise bombanın atılması için kullanılır. Nitekim arapça da bombalama eylemi için "kazefe" fiili kullanılır. Her iki âyette bu gerçeği bizlere aynı fiil ile vermiş ve tüm gücüyle batılın üzerine düşen bir hak bombardımanını canlandırmıştır.
Hakkın batılın tepesine inişini merhum Seyyid Kutub şöyle canlandırmıştır: "Hak, Allah'ın kudret elinde mânevi bir bomba olup onu batılın üzerine indirivermektedir. Batılın beynini dağıtmakta ve onu yok etmektedir. Bu, Allah'ın değişmez yöntemidir. Evren de bu hak ölçü ile yaratılmıştır. Batıl ise kâinatın yaratılış kanununa aykırı olduğu için, geçici ve gidicidir."[327]
Hak ve onun taraftarları az olup, imkânları yetersiz de olsa Resûlullah (s.a.s) ve arkadaşı Ebubekir'in hicret esnasındaki durumları gibi, mağara veya herhangi bir sığınakta bile olsalar güçlüdürler. Zafere namzettirler. Gerçeği temsil eden toplulukturlar.[328]
Hak, gücünü bizzat Allah'tan aldığı için en büyük olandır. Batılda, olduğu gibi insanî zafiyattan kaynaklanmıyor. Batılın kaynağı insan ve onun nefsani arzularıdır. Ondan dolayıdır ki batıla mağlub olmuş biri, nefsine yenik düşmüş ve insanların en güçsüzüdür. Kâinatta güneşin, ayın veya galaksilerin yön değiştirmeleri veya tutulmaları nasıl kâinatın dengesini bozacaksa, hakkın hüküm sürmesine de herhangi bir gölge düşer veya engel çıkarsa, kâinat düzeni bozulur. Her canlı da bunu rahatlıkla hissedecektir. Bu da bize insanlık için hak ölçülerinin su ve havadan daha önemli olduğunu göstermektedir.
İslâm'ın ilk hedefi, bu gerçekleri kabul eden, onu uygulamaya çalışan bir topluluğu oluşturmaktır. "Eğer hak onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı; mutlaka gökler, yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.' [329]"Hak şu kâinatın kıvamıdır, onun kaybolması halinde tüm dengeler bozulur ve evren fesada girer. Onun için, hakkın mutlaka hüküm sürmesi gerekir.[330]
Hak, mutlak anlamda iyilik, güzellik, doğruluk ve hayrı ifade ettiğinden onun değişiklik arzetmesi mümkün değildir. Hakkı meydana getiren hasletler dün geçerli olduğu gibi, bugün de aynıdır. Doğruluk, mertlik, ilim gibi güzel hasletler dün iyi oldukları gibi bugün için de aynıdırlar. Yalan, korkaklık, hıyanet ve cehalet geçmişte çirkin oldukları gibi bugün de aynıdırlar. Kur'ân bu gerçeği şöyle ifade eder. "İşte O, sizin Hak olan Rabbinizdir, artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır.?"[331]
Yeryüzünde hak da batıl da devamlı var olmuştur. Ama hakkı mübarek bir ağaca benzetirsek, onun sağa sola sarkan dalları olur. Kök ve gövdesiyle aynıdır. Batıl ise hem dalları hem de kökü itibariyle çeşitlilik ve fazlalık arzetmektedir. "Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır, inkâr edenlere gelince, onların dostları da tağuttur, onları aydınlıktan çıkarıp karanlığa götürür.'[332] Ayette hakkı ifade eden "nur"un tekil, batılı ifade eden "zulümat"ın da çoğul gelmesi dikkat çekicidir. Bu çok büyük bir gerçeği ifade etmektedir. Kur'ân'ın eşsiz belagatını ifade eder ki, hakkın bir, karanlığın (batılın) ise müteaddit olduğunu gösterir. Hakkın yolu pürüzsüz ve nettir. Batılın ise dalgalı ve kanşıktır. [333] "Hak birdir. Bu gerçek hiçbir durumda değişmez. Kim hakkın sınırlarını aşarsa batıla düşer.[334]
Hak birdir, ona giden yol da birdir. Batıl ise sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü hak dışında herşey batıldır. Halk arasında yaygın olan, "Hakka giden yollar, insanlann nefesi adedi kadardır" sözü ise, insanlann değişik kabiliyet ve yetenekleriyle ilgilidir. Böyle bir farklılık ise rahmettir. Bu da hakkın bir oluşuna engel olmaz. Çünkü, Allah'a giden tek ve hak yol tüm iyilikleri içine almıştır.
Allah'ın rızasına uygun tüm yollar haktır. Hepsini "hak" kavramı toplar. Herkes yeteneğine göre hakka sarılacaktır. Tüm güzellikler hak olan İslâm'da toplanmıştır. Bu gerçeğe şu hadis de ışık tutmaktadır: "Peygamberler, anneleri farklı kardeşlerdir, dinleri ise birdir."[335] Peygamberlerin babalarının bir, annelerinin de değişik olmaları, dinde muamelatın değişiklik arzedebileceğini, fakat akidenin ise asla değişmeyeceğini göstermektedir.[336] Başka bir ifade ile, tüm peygamberlerin dini İslâm'dır. Akide kesinlikle değişiklik kabul etmez. Fakat zaman ve insanların değişik ortamlarına göre şeriat, yani muamelatta değişiklik olabileceğini göstermektedir. "Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik' [337] Bu âyette, akidede ihtilafın sözkonusu olmadığını ayrıntılarda ise çeşitli görüş ve yorumların olabileceğini göstermektedir. [338] "O halde biz veya siz ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir.' [339] Haktan başka herşey batıldır, kim haktan şaşarsa batıla düşer.
Resûlullah (s.a.s) de "Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır.'[340] âyetini tefsir ederek hakkın bir olduğunu şöyle beyan etmiştir: "O, (s.a.s) doğru bîr çizgi çizdi ve "İşte Allah'ın dosdoğru yolu budur", buyurdu. Sonra da çizginin sağına soluna ufak çizgiler çizdi. "Bunlar da (hakkın dışında kalan) yollardır. Herbirinin başında,, ona davet eden bir şeytan bulunmaktadır", deyip yukarıda geçen âyeti okudu."[341] "Hakkın bir, batılın da sayısız olduğunu şu canlı misal ortaya koymaktadır: Herhangi bir kavram realiteye uygun ise ona hak, değilse ona batıl diyoruz. Herhangi bir kavramın haklılığının tek bir şartı var, o da realiteye uygun düşmesidir. Yanlış ise sayısızdır. Basit bir aritmetik işlem ile bunu gösterebiliriz. 4X4=16 işlemini düşünelim. Bunun tek doğru neticesi 16'dır. işte hak olan sadece 16'dır. Batıl ise 16'dan başka diğer tüm neticeler ve rakamlardır. Batılı yani yanlış neticeleri saymakla bitiremeyiz."[342]
Netice olarak hakkın dalları birden fazla ise de kök itibariyle birdir. Batıl ise sayılamayacak kadar çoktur. [343]
Hak; tüm görev, sorumluluk ve her türlü hayrı kapsadığından bu görevleri yerine getirmek büyük bir azim ve ciddiyet gerektirmektedir. Bundan dolayıdır ki Kur'ân'da ona "ağır bir söz" denilmiştir. "Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz."[344] Ayette geçen "ağır söz" Kur'ân ve onun getirdiği sorumluluklardır. Kur'ân'ın bizzat kendisi ise zor olmayıp gayet açıktır. Fakat hak ölçüleriyle ağırdır. Kalp üzerindeki tesiriyle ağırdır. "Bu Kur'ân'ı herhangi bir dağa indirseydik, Allah korkusundan onu başeğmiş ve dağılmış olarak görürdün.'[345] Allah, Kur'ân'ı dağlardan daha güçlü olan insan kalbi üzerine indirmiştir. Kur'ân nurunu kavramak uzunca bir eğitim ve hazırlığı gerektirdiği için ağır olarak zikredilmiştir.[346]
Vahyin ağırlığından olacak ki, Resûlullah (s.a.s)'a bazı âyetler nazil olduğu zaman devesi çökerdi. Bu cümleden; En'am sûresinin ilk âyetleri misal verilebilir. Bu âyetler nazil olunca, onların ağırlığından Resûlullah (s.a.s)'ın devesi çöktü.
Kur'ân'ın ağır olmasının diğer bir anlamı da inkâr edenlerin onu kabul etmelerinin zor ve ağır olmasındandır. [347] Hak ağırdır, hakkı aşan zulüm etmiştir. Kim de gereği gibi hakkı uygulamazsa çaresiz kalacaktır. Hak ile olan kurtulacaktır.[348] Kur'ân'a "çok ağır söz" denmesi, onun emirlerim uygulamanın, onun talimatına göre örnek oluşturmanın, onun davetini yaparken bütün dünyayı karşısına almanın, bu kitaba göre inanç, düşünce, ahlâk, edep, kültür ve medeniyet düzeninde bir inkılab oluşturmanın güç bir misyon olduğundan dolayıdır.[349]
Resûlullah (s.a.s)'a vahiy nazil olunca, hiç kimse onun yüzüne bakmaya tahammül edemezdi.[350] Bu da hak olan vahyin ne kadar ağır olduğunun diğer bir delilidir. "Belini büken yükünü senden alıp atmadık mı ?[351] Resûlullah (s.a.s)'ın belini büken şey, İslama karşı çıkan ve ona icabet etmeyen kişilerin azlığı, güçsüzlüğü, küfür, şirk ve dalaletin yaygınlığı ve onların taraftarlarının çokluğu idi.[352]
Resûlullah (s.a.s) kavmini cahiliyette gördüğü için hassas tabiati gereği ona çok üzülüyordu. Çünkü Resûlullah (s.a.s) putlara tapıldığmı görüyordu. Şirk ve hurafe her tarafa yayılmıştı. Ahlaksızlık ve fuhuş yaygınlık kazanmıştı. Bu durumu gören Resûlullah (s.a.s) çok üzülüyordu. Fesadı gidermek için hiçbir çare bulamıyordu. Bu düşünce onun belini bükmekteydi. Allah ona peygamberlik vererek ve yol göstererek yükünü hafifletti.[353]
Hakka en çok düşman olan onu bilmeyenlerdir. Hak kriterlerine göre az ile çok olma arasında önemli bir fark yoktur. Önemli olan haktır. Gerçek ölçü ve kriter haktır. Kur'ân, insanların çoğunun hakkı bilmediklerini, dolayısıyla da onu istemediklerini haber vermektedir. "Hayır onların çoğu hakkı bilmezler, bu yüzden ondan yüz çevirirler.'[354] İbn Aşur, ayeti şöyle tefsir etmektedir: Onlardan aklî delillerle geçersiz olduğu sabit olan şirklerinden vazgeçeceklerini bekleme. Onlar hakkı öğrenmek de istemezler. Ayette "onların çoğu" tabirinin kullanılması, onlardan bir azınlığın hakkı bildiği halde onu reddettiklerini göstermektedir. Bazı kişilerde de hakkı kabullenme melekesi mevcuttur. Kendilerine hak arzedildiğinde onu kabul ederler. Nitekim Ömer'in (r.a) durumu da böyle idi. Kendisine Tâhâ sûresinden bazı âyetler okununca hakkı kabullendi.[355]
Kur'ânî değerlere göre fazlalık ölçü değildir. Bunu ifade eden âyetlerden bazıları şunlardır:
"Hak onlara geldiği halde onların çoğu haktan hoşlanmamaktadır.' [356]"Kullarımdan şükreden azdır.' [357] "Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.' [358] "İnsanların çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan sapıtırlar."[359]
"Bu, Rabbin katından bildirilmiş bir haktır. Fakat insanların çoğu inanmıyorlar."[360] "Allah'ın va'di haktır. Fakat onların çoğu bunu bilmez.'[361]
Bu ayetleri çoğaltmak mümkündür, insanların çoğunun haktan hoşlanmamalarının en büyük nedeni, onların çoğunun kalplerini şirk ve taklidin kaplamış olmasıdır.[362]
Peygamberler insanları hakka davet ettikleri halde, bunlara iman edenler etmeyenlerden az olmuştur. Bu bağlamda, ikinci Hz. Adem olarak bilinen ve uzun bir müdet insanları hakka davet eden Hz. Nuh (a.s) ile ululazm peygamberlerden Hz. Musa (a.s)'ı misal verebiliriz. "Ona (Nuh'a) az bir topluluk iman etti.' [363] "Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için, kavminden bir grup gençten başka kimse Musa'ya iman etmedi.' [364] Ayet sarahaten azimet sahibi iki peygambere iman edenlerin sayısını belirtmemiş ise de iman edenlerin az olduğu imajı verilmiştir. Hz. Nuh (a.s)'a inananları seksen erkek, seksen de kadın olmak üzere 160 olarak ifade edenler olmuşsa da; 8 hatta 7 kişi olarak da gösterenler olmuştur.[365] Doğrusunu Allah bilir. Sayılarını bilme bize herhangi bir yarar getirseydi, kuşkusuz ki Kur'ân onu zikredecekti. Kesin olan onlara iman edenlerin az olduğudur. Bu konuyu Resulullah (s.a.s) da şu hadisleriyle aydınlatmıştır: "Kıyamette bir peygamber tek kişi ile hasra geleceği gibi, diğer biri iki kişiyle gelecektir. Bir başkası da yanında hiçbir kimse olmadan hasra gelecektir."[366]
Netice olarak şunu demek mümkündür: Hakkın değeri azlık veya çokluk ile ölçülmez. [367]
Bu hakkın önemli özelliklerindendir. Hakkın herşeyi batıldan ayrıdır. Kaynakları, hedefleri, özellikleri, kısacası hak ve batıl her şeyleriyle ayrı kavramlardır. "Karanlıklar ile aydınlık bir değil."'[368] "Kötü ile iyi bir değildir.' [369] "Gölge ile sıcak bir olmaz."[370] "Allah bir adamın içinde iki kalp yaratmamıştır."[371] Hak sevgisi ile batıl sevgisi, Resûlullah (s.a.s) sevgisi ile Ebu Cehil sevgisi bir arada bulunmaz.[372] Allah ve onun dostlarının sevgisi hak, düşmanlarının ise batıldır. Bunların aynı kalpte bulunmaları imkânsızdır. Hakkın batıl ile uzlaşmamasının bir nedeni, hakkın delil ve akıl üzerine, batılın ise hevâ ve heves üzerine kurulmuş olmasıdır.[373]
Hak ile batıl arasında herhangi bir vasıta yoktur. Hakkı aşan batıla düşer. Allah hak, onun dışındakiler ise batıldır. Vahiy hak, onun dışındakiler ise batıldır.[374] Allah'a ibadet hak, onun dışındakiler ise batıldır. Hak ile batıl arasında herhangi bir uzlaşma olamaz. Haktan ırak olan batılın içine girer.[375] "O halde (hakkı) yalan sayanlara boyun eğme, onlar isterler ki sen yumuşak davranasın onlar da sana yumuşak davransınlar."[376] Bu âyetler inkarcıların, Resûlullah (s.a.s)'tan bazı konularda taviz istediklerini ve kendilerine göre hareket etmek istediklerini haber vermektedir. Ayetler, sözkonusu isteklerinin kesinlikle reddedilmesini ve onlardan sarf-ı nazar edilmesini emretmiştir.[377]
Mekke'li müşriklerin Resûlullah (s.a.s)'tan fakir sahabileri yanından kovmasını ve onlarla oturmama konusundaki taleplerini Kur'ân reddetmiştir. "Rablerinin rızasını isteyerek sabah-akşam ona yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin de hesabından onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki onları kovup ta zalimlerden olasın."[378] Müşrikler, Resûlullah (s.a.s)'a; "Biz, Selman, Bilal gibilerle bir arada oturacak değiliz" deyip, Resûlullah (s.a.s)'tan kendileri için özel bir yer talep edince, söz konusu sahabiler ayn bir köşede oturmaya başlamışlardı. Bunun üzerine yukardaki âyet nazil oldu. Ayet, imanın yüceliğine işaret ediyor. Resûlullah (s.a.s)'ın da (içtihadıyla) isteklerini kabullenmesi, Kureyşlilerin iman etmelerini şiddetle arzu etmesinden kaynaklanıyordu. Allah, şartlı imanın makbul olmadığını ve gerçek imanın şartsız ve kayıtsız olarak teslim olmaktan ibaret olduğunu göstermek için âyeti indirdi.[379] Görüldüğü gibi bu âyet de hak ile batılın asla uzlaşmayacağını beyan etmektedir.
Hak ile batıl her konuda birbirlerinden ayn olduklan için, biararaya gelmeleri veya uzlaşmaları mümkün değildir. [380]
Aslolan hakkın bir olması ve çeşitlilik arzetmemesidir. Bunun yanında kaynak ve hakkın geldiği anlamlar yönünden ele alındığında farklı biçimler göze çarpar. Sözgelimi, bir görev ve yerine getirilmesi gereken bir borç olarak incelediğimizde hakkı şu biçimde değerlendirmek mümkündür:
a. Allah Hakkı: Hiçbir biçimde insanların müdahelesiyle düşmeyen bir haktır. Namaz, oruç, cihad, hac vb. Bunların Allah hakkı oluşunda ittifak vardır.
b. Kamu hakları: Bunların yararları ferde değil topluma yöneliktir. Bu bağlamda zinanın yasak olması zikredilebilir. Zinanın zararları, yapanda kalmayıp tüm toplumu ilgilendirmektedir.
c. Kul Hakkı: Faydası ferde yönelik olan haklardır. Başkasının malını almanın haram olması gibi. Bu haram, mal sahibinin iznine bağlıdır. Rıza gösterince haram sözkonusu değildir.[381]
Kaynak itibariyle ele aldığımızda da hakkı; mutlak ve nisbi olmak üzere iki katagoride ele almamız mümkün olacaktır.
a. Mutlak Hak: Kendisiyle kaim olan ve hiçbir biçimde değişmesi söz konusu olmayan hak çeşididir. Bu hak başkasını da tamamlar niteliktedir. Şahıs ve zamana göre değişmez. Bu çeşit hak Kur'ân için söz konusu olduğu gibi, evrendeki düzen için de söz konusudur. Kur'ân'ın mutlak hak olduğuna şu âyet misal verilebilir: "Ona önünden de ardından da batıl gelmez; O, hikmet sahibi çok övülen Allah'tan indirilmiştir.'[382]
Evrendeki sünnetullah'ın mutlak hak oluşuna şu âyet delildir: "Onlar öncekilerin kanunundan başkasını mı bekliyorlar? Allah 'ın kanununda asla bir değişme bulamazsın. Allah 'ın kanununda kesinlikle bir sapma bulamazsın.'[383]
b. Nisbi Hak; Şahıs, zaman ve ortama göre değişiklik gösterebilen hak çeşitidir. Buna, fıkıhta zamanın değişmesiyle değişebilen hükümler örnek gösterilebilir.[384]
b- Çeşitli Ekollere Göre Hak
Hak kavramının kapsamını incelerken, onun ne kadar çok anlam içerdiğini vurgulamıştık. Tüm hayırları kapsayan bir kavram olduğu için de farklı ekoller onu değişik biçimlerde ele almışlardır. [385]
Bir kimseye ait mânevi bir kuvvettir ki bununla tasarruf salahiyetini veya mülkiyet vasfını haiz olur.[386] Şeriatın kendisiyle bir otorite veya sorumluluk yüklediği özelliktir.[387] Kendisiyle bir hükmün sabit olduğu şeydir. [388] Çağdaş İslâm Hukukçusu Vehbe Zuheyli; fıkıh açısından hakkı şu şekilde tasnif etmektedir:
a- Hak sahibi açısından: 1- Allah hakkı, 2- Kul hakkı, 3- Ortak haklar,
b- Uygulandığı yer açısından: 1- Mali haklar, 2- Şahsi haklar,
c- Yargı ile ilgili haklardır.[389]
Hak, marifet esaslarının üzerinde kurulduğu mihengktir. [390] Allah'a ulaştıran yoldur.[391]
Hakkın tasavvuf terminolojisinde nasıl kullanıldığı, şu münacattan anlaşılmaktadır. "Allah'ım! Sen haksın, senden başka herşey batıldır. Sözün de haktır. O'na sarılan kurtulur. Kâinata hak ile tecelli ettin. İman ehli onunla seni tanıdı. Batıl, serap gibidir. Ondan kaçtılar. Topraktan yaratılan insana bel bağlamadılar. Allah'ım! Hakkı hak olarak bilmemiz ve insanlara aldanmamız için kalblerimizi nurlandır. Bizi hak ile aşina et. Dillerimizde hakkı söylet. Vücudumuzu hakka hizmetkâr kıl!"[392]
İnsanın başkalarına karşı borçlu olduğu şeylerdir. Onlara göre hak bir vazife karşılığıdır.[393] Bu tariften hareketle, komşunun komşuya iyilikte bulunması, zayıf ve düşküne yardım etmesi birer haktır. [394]
Hak, üç yüksek hüküm yani; görev, hayır ve güzellikten birine delil olarak kullanılır.[395]
İnsanlar inanç, yaratılış ve kabiliyetlerine göre haktan faydalanma cihetine giderler veya ona karşı tavır takınırlar. Nitekim hakkı güneşe benzetsek, gören ile görmeyen, hasta ile sağlıklı aynı biçimde ondan faydalanmaz. Zayıf yaratıklardan olan sivrisinek ve yarasa da yaratılışları gereği güneşten diğer hayvanlar kadar faydalanamazlar. Menar sahibi merhum R. Rıza hak karşısında insanları şöyle tasnif etmektedir:
Birinci Grup: Bunlara hak sağlam delillerle ulaştığı için hakka yakin derecesinde inanmışlar. Onun için haktan dönmeleri mümkün değildir.
İkinci Grup: Bu grup hakka mutad delillerle ulaşmışlardır. Bunlar bazı delilleri diğerlerine tercih edebiliyorlar. Bunların da haktan vazgeçmeleri mümkün değil.
Üçüncü Grup: Bunlar hakkı ataları ve geçmişlerinden almışlardır. Gerçek manada hakkı buldukları söylenemez. Hakka ulaşmaları taklid neticesi olduğu için, kendilerine hak yerine bid'at ve hurafeler de sunulabilir.
Dördüncü Grup: Bunlar sapık fırkaları taklid ettikleri için hakka ulaşamıyorlar. Hakka davet edildikleri zaman ondan sarfı nazar ederler.
Beşinci Grup: Diyalektiği esas alan ekol öncüleridir. Bilgileriyle gurura kapılmışlardır. İhlas ve hür düşünce ile meselelere girmezler. Hakkı hakir görürler.. Bir nevi taklid bataklığına saplanmışlardır.
Altıncı Grup: Hakka yanlış ve batıl yöntemlerle ulaşanlardır. Bu nedenle onu araştırmaya veya üzerinde durmaya gerek duymazlar. Çağımızda kendilerine islâm yanlış ulaştığı için, ondan kaçan büyük kitleler bu gruptadır. Başta hristiyan misyonerler olmak üzere oryantalistler çeşitli iftiralarla insanları İslâm'dan alıkoymaya çalışmaktadırlar.
Yedinci Grup: Bu gruba yanlış-doğru hak ulaşmıştır, İhlas ile yöneldikleri halde hakta sebat etmemişlerdir ve ondan ayrılmışlardır.
Sekizinci Grup: İlk etapta hakka ulaşmasalar da araştırmaya devam ederler.
Dokuzuncu Grup: Kendilerine hak ve hidâyet ulaşmayan kesimdir. Bunlar fetret ehli içinde zikredilebilirler.[396]
Alıntı yaptığımız yer, grupları on olarak ele almıştır. Fakat dördüncü grup ile beşinci grubun içerikleri bîr olduğu için ikisini bir grub olarak naklettik; dolayısıyla gruplar 9'a inmiş oldu.
Merhum M. Ebu Zehra da konuyu bu tasnife yakın, fakat değişik bir yaklaşımla ele almıştır. Şöyle ki:
1- Hakkı duyduğu zaman hemen onu kabul eden, hak ve hidâyete yakın olanlar. Bunlar haktan başka birşeye ihtiyaç duymazlar. Hak nuru onları kuşatmıştır. Resûlullah (s.a.s)'a ilkin iman edenler böyledir.
2- Önceden almış oldukları kültür ve düşüncelere saplanmış olanlar. Bunları hak ve batıl beraberce kuşatmıştır. Fakat hak ile batılı ayırma melekesine sahiptirler. Maruz oldukları şüpheleri yok etmek için delilleri bilmeye ihtiyaçları var.
3- Dalalete yenik düşmüş kesim: Bunlar hakka hak olduğu için uymazlar. Hakkı bulacak ferasetleri de yoktur. Kalp ve basiretleri körelmiştir. Hakkın gerçek anlamda düşmanları bu kesimdir. Sadece kuvvetten anlarlar, İmam Gazzali şu âyeti onlara şamil kılmıştır: "Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitab'ı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır." [397] Ebubekir, Hatice, Ali, Zübeyr, Osman ve ilk müslümanlar bu kesimi teşkil ederler. Bunlardan sonra i'caz ve delillerden anlayan, onlara göre hareket edenler geldi. Bunlardan kimisi iman etti, kimisi haddi aştı ve sadece kılıçtan anladılar. Onlar için de cihad gerekti.[398] Merhum M. Gazali de yukarıdakileri özetler bir biçimde hak karşısında insanları iki grupta ele almaktadır.
1- Aydınlık içinde uyuyan kesim,
2- Karanlıkta uyanık kesim.[399]
Netice olarak, insanlar ya bilerek ya cehaletten veya bir menfaat için ya da yaratılışları gereği hakkı ya kabul ederler veya karşı çıkarlar. [400]
Aslına bakılırsa hak olgusu açık ve tanınacak kadar nettir. Fakat zaman zaman dalalet ve cehalet, hakkı örtükleri için tanınmasına ve ortaya çıkmasına engel olmaktadırlar. Bir önceki konunun da bununla yakından ilgisi vardı. Bu başlığın önceki için bir teümme mahiyetinde olduğunu söyliyebiliriz. Hakka karşı çıkış nedenleri çok fazla olduğu halde biz bunları yedi önemli nedende açıklamaya çalıştık:
1- Cehalet: Bir çok gerçeğe mani olduğu gibi, hakka karşı çıkış nedenlerinin de en önemlisi kuşkusuz ki cehalettir. Cehaletten kasdımız hakkı olduğu gibi bilmeme veya onun hakkında eksik veya yanlış bilgi edinmektir. Kur'ân meseleye şöyle değinmiştir:
"Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler. Bu yüzden de yüz çevirirler."[401] "Bilakis onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu asla kendilerine gelmemiş olanı yalanladılar.'[402] "İnsanlar bilmediklerine düşmandır", sözü de âyete bir tefsir niteliğindedir. Kur'ân, dinlemenin hidâyete ve hakkı kabul etmeye vesile olacağını vurgulamaktadır. "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah'ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver.'[403] Ayet, şirke düşme nedenlerinden birinin Kur'ân'dan uzaklaşma olduğuna dikkat çekmektedir. Başka bir anlatım ile âyet, şirkin Kur'ân'ı anlamakla gidebileceğini vurgulamaktadır. Aynı âyetin sonunda buna açıkça değinilmiştir. "İşte bu onların bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır." Ayetin bu bölümü bunu ifade etmektedir. Razî, âyetin taklidi iptal ettiğini, müşriklere eman vermenin, onların hakkı bilmemelerinden dolayı olduğunu ve âyetin şu anlama geldiğini savunur: "Müşrik delil istediği ve hakkı bulmak istediği için Ona eman ver" âyetin sonunda onların bilmeyen bir topluluk olduğu vurgulanmaktadır."[404]
Çağdaş düşünürlerden M. Behiyy de buna yakın bir yaklaşımda bulunur ve şöyle der: "Müşriklerin Kur'ân'ı dinlemelerinin istenmesi, onlarla bir diyaloğun kurulmasını sağlamak içindir."[405]
2- Hevâ ve Nefsâni Arzulara Uymak: Hevâ ve nefsi arzular, insanda birer sahte mabut işlevini görmektedirler. "Sen hevasını tarınlaştıranı gördün mü?'[406] "Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?'[407]
3- Allah'ın Vermiş Olduğu Duyuları Yerli Yerinde Kullanmamak: "Andolsun ki biz cinler ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da şaşkındırlar.'[408] İnsanların hayvanlar seviyesinden daha kötü durumlara düşmelerinin nedeni; akıl, göz ve kulaklarını yerinde kullanmamalarıdır. Şu âyet de bu konuya açıklık getirmektedir: "Ve şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık.' [409] Bu âyet de cehennneme girmeyi, ilahi mesaja kulak vermemeye ve akletmemeye bağlamaktadır.
4- Geçmişleri Körükörüne Taklid etmek: Peygamberlerin maruz kaldıkları engellerin başında kör taklid geliyordu. Bu bazen dede, bazen mürşid, bazen de ideoloji olabilmekteydi, insanlar her şeyden vazgeçebileceklerini, fakat geçmiş atalarının yolundan asla taviz veremiyeceklerini söylüyorlardı. "Onlara Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman; onlar hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız derlerdi."[410]
5- Taassub ve Kibir: Batıl ve yanlış birşeyde taassub edilmez. Ancak, haklılığı kesin olarak ortaya çıkmış bir şeyde sebat gösterilir. "Kendileri de bunlara yakinen inandıkları halde zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler.'[411]
Resûlullah (s.a.s)'a yüz çevirenlerden birçoğu, kendilerinden mal ve mevki yönünden daha aşağı olan insanlarla bir arada olmaktan hoşlanmazdı ve bunu gururlarına yediremiyorlardı. "Bu yüzden dediler ki, kavimleri bize kölelik ederken bizim gibi olan bu iki adama ( Musa ve Harun) inanır mıyız?'[412] Şeytanı, Hz. Adem (a.s)'e saygı göstermekten alıkoyan da kibirden başkası değildi. Mekkeli müşrikler, Resûlullah (s.a.s)'ın yanında oturmayı, fakir sahabelerin kovulmasına bağlamışlardı. "Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam ona yalvaranları kovma."[413] ayeti de onların bu yersiz isteklerini reddetmiştir.
6- Hased: İnsanları haktan alıkoyan en önemli engellerden bir tanesi de hasettir. Arkadaşına nasib olmuş veya çalışmasıyla elde ettiği nimeti çekememe ve kendisine geçmesini arzu etme hastalığıdır. "Ehli kitaptan çoğu hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki hasetten ötürü sizi imanınızdan vazgeçilip küfre döndürmek istediler.'[414] Hakkın karşısındaki bu tavırları hevâ ve hasetten kaynaklanmıyor mu? Hakka olan itirazlarından değil sadece hasetten dolayı idi.[415]
7- Mal ve Makamın Elden Çıkma Korkusu: Eskiden beri insanları en fazla haktan uzaklaştıran nedenlerden birisi, menfaati hakka tercih etmek olmuştur. Resûlullah (s.a.s)'a karşı çıkış nedenlerinden birisi de buydu. Onlar şunu iyi biliyorlardı. Hak, onların haksız saltanat ve idarelerine son verecekti. Öncülerinden hesab sorulacaktı. Onların imtiyazlarına son verecekti. Firavun da aynı tavrı ortaya koymuştu. Aslında ilah olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat makam ve uluhiyet iddiası onu engelliyordu. Bu konuda İbn Aşur şunları demektedir: "Müşrikler şundan dolayı hakka karşı çıkıyorlardı: Onların şirk, azgınlık, kibir ve zülüm ve soyguncu karekterleri hakkı reddediyordu. Onlar, hakkı biliyorlardı. Fakat bulunduktan mevkileri koruma ve geleceklerini garanti altına alma arzuları onları tağutlardan yana tavır koymaya zorluyordu."[416]
Bundan anlaşılıyor ki, hak ne kadar açık ve net olursa olsun, hevâ ve çıkarlarını hakkın önüne perde yapanlar haktan yararlanamazlar.[417] Bazı insanlar gerçekten hakkı arıyor, fakat menfaatlarına ufak bir halel gelince ondan derhal yüz çeviriyorlar. Bunun en bariz örneği, Bizans İmparatoru Herakliyus'tur. Peygamberimiz ona İslâm'ı kabul edip selamete kavuşması, milletine ve şahsına hayır ve hidâyet kazandırması için bir mektup göndermişti. Herakliyus, Ebu Süfyan ve beraberindekileri istetti. Henüz müslüman olmamışlardı. Herakliyus onlara Muhammed'in (s.a.s) soyu-sopu, şahsiyeti, davası, yanında ve karşısında olanların kim olduğunu sordu. Sonunda onu tam bir vuzuhla teyid etti ki beşeriyetin hidâyete ermesi için beklenen hak Resul odur. Fakat papazların homurdandıkları ve aheyhinde kıyam edecekIerini anlayınca, taç ve taht sevgisi bildiği ve tasdik etmekten çekinmediği hakka galebe çaldı.[418]
Bu zaafiyetten kurtulanlar çok azdır. Firavun ve onun güruhu da aynı zaafiyetten hakka teslim olmuyorlardı. Onun yüz çevirmesinde, nefsini tanrılaştırmak ve insanları kendine kul ve köle etmek yatıyordu. Nitekim gürûhuyla beraber şöyle diyordu: "Kavimleri bizlere kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?'[419] Açıkça ilahlık iddiasında bulunuyor ve İsrailoğullarını köleleştiriyorlardı. iman etmesine de engel oluyordu. Rivayete göre bir defasında Firavun, Hz. Musa'ya (a.s) uymak istemişti. Başbakanı Haman'a danışınca onu engelleyip şöyle dedi: "Sen tapılan bir tanrısın. Nasıl olur da başkasına ibadet edersin?" Bunun üzerine Firavun Hz. Musa'ya (a.s) uymaktan vazgeçti.[420]
Resûlullah (s.a.v)'in, ümmetimin Firavunu, dediği Ebu Cehil de buna benzer bir tavır sergilemiştir. Bedir günü A'nes bin Şurayk ile Ebu Cehil arasında şöyle bir konuşma geçmiş. A'nes: "Ya Eba Cehil, bana Muhammed'in (s.a.s.) doğru sözlü mü yalancı mı olduğunu söyle. Burada ikimizden başka kimse yoktur." Ebu Cehil: "Allah'a yemin ederim, o doğru sözlüdür. Hiç yalan konuşmaz. Fakat Kusayoğulları, sancak Ka'be örtüsü ve peygamberlik dahil her şeyi aldılar. Bize hiçbir şey bırakmadılar."[421] Ebu Cehil'in de peygamberliği, kabileler arası bir yarışma vesilesi olarak değerlendirdiği ve ona karşı tavır koyduğu anlaşılıyor.
Netice olarak, hakka karşı çıkma cehalet, enaniyet, haset, insanları sömürme, menfaat ve insanları köleleştirme gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır, denilebilir. [422]
Haktan yüz çevirmenin en büyük nedeni cehalet olduğu gibi, günahlara bulaşmanın en büyük nedeni de cehalettir. Başka bir ifade ile ilimsizliktir. Kur'an, muarızlarından ilmi verilerle gelmelerini istemektedir. Kur'an, şirk koşanlara şöyle meydan okumaktadır. "De ki yanınızda öne süreceğiniz herhangi bir ilim var mıdır."[423]
Kıyameti inkâr edenler, evham ve yersiz şüphelerden dolayı inkâra kalkışmaktadırlar. "Allah'ın va'di haktır. Kıyamet gününde şüphe yoktur denildiği zaman, kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz. Onun bir tahmin olduğunu sanıyoruz. (Onun hakkında) kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, demiştiniz.'[424]
İsa (a.s)'nın öldürüldüğünü iddia edenler, cehaletten böyle bir iddiada bulunmuşlardır. "Zanna uymaktan başka hiçbir bilgileri yoktur. Kesinlikle onu öldürmemişlerdir.'[425]
Kur'an, bilgisiz tartışmayı da yasaklamıştır.[426] Allah hakkında iftirada bulunanlar bilgisizliğin neticesiyle bu hamakata girmişlerdir. "Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zalimdir?'[427]
Çocuklarını öldürenler cehaletten dolayı buna cür'et etmişlerdir. "Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler, muhakkak ki zarara uğramışlardır.'[428]
İnsanları doğruluktan, haktan sapıtanlar ilimsizlikten dolayı buna yaklaşmışlardır. "Doğrusu birçokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak insanları saptırıyorlar."'[429]
Allah'tan başkasına ibadet etmenin tek nedeni cehalet ve bilgisizliktir. "Onlar Allah 'ı bırakıp Allah 'in kendisine hiçbir delil indirmediği, kendisinin dahi hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere tapıyorlar.'[430] Ayetlerde görüldüğü gibi büyük günah ve sapmaların en büyük nedeni bilgisizliktir. Kur'an'ın saadet asrından önceki asra "cahiliyyet dönemi" demesi bu konuya ışık tutmaktadır.[431]
Haktan yüz çevirmenin, ona karşı tavır koymanın en büyük nedeni onu bilmemek ve tanımamaktır. Dolayısıyla hakka inanmanın, ona göre hareket etmenin yolu da onu tanımaktanı geçmektedir. Bu sayede hakkı sevme, hakkı koruma, onu yayma, ona davet etme, onun yolunda fedakarlıkta bulunma imkanı doğacaktır.
Resülullah'ı hicrete zorlayan, ona komplolar düzenleyen, öldürmeye teşebbüs edenler bilgisizlikten dolayı bu eylemlere başvurmuşlardır. Nitekim Taif te kendisine her türlü kötülük ve işkence edenlere şöyle demişti. "Allah'ım! Kavmimi doğru yola ilet, çünkü onlar bilmiyorlar."[432]
Kur'an, ilim sahiplerinin Kur'an'ın hak olduğunu kabullendiklerini haber vermektedir. "Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilen Kur'an'ın gerçek olduğunu bilir, onun mutlak galip ve övgüye layık olan Allah'ın yoluna ilettiğini görürler.[433]
Ayet, hakkı bilme yolunun ilimden geçtiğini vurgulamakta; dır. İmam Kuşeyrî (V. 465/1074) bu konuda şunları der: Bilgi sahipleri Kur'an'ın hak ve doğru olduğuna inanırlar. İnkâr edenler ise insanlara tebliğ edilen hesab, diriliş ve kıyametin yalan olduğunu iddia ederler. Resülullah'ı delilikle itham ederler."[434]
Merhum Seyyid Kutub da bir başka açıdan meseleyi ele almakta ve ayette geçen ilim sahiplerinin Ehli Kitab olmayıp, her zaman ve mekanda ilimle vasıflanmış kişiler olduğunu beyan ederek şöyle der: "Hangi zaman olursa olsun, hangi kuşaktan olursa olsun gerçek ilim sahipleri, Kur'an'ın nesîler için açılmış bir hazine olduğunu, ilim sahiplerinin ufuklarını açtığını, kainattaki hakkın yegane kaynağı ve en doğru mesajı olduğunu bilirler."[435] "Bir de kendilerine ilim verilenler onun (Kur'an'ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğuna inansınlar."[436] " Bu ayette Kur'an'ın hak olduğunu, bilgi sahiplerinin bildiğinden haber vermektedir. "Kendilerine ilim verilenlere o (Kur'an) okununca derhal yüzüstü kapanırlar.'[437] Bu ayet te ilim sahiplerinin Kur'an gerçekleri karşısındaki teslimiyetlerini belirtmektedir, "ilim elde etmenin en büyük gayesi de kuşkusuz ki hakkı delilleriyle bilmektir. Aksi halde delilsiz ve bilgisiz olarak şahıslara körükörüne uymak ilim değildir."[438] Selef şunda ittifak etmiştir ki, kişi hakkı bilmeden ve onunla amel etmeden Rabbanî alim olma vasfını taşıyamaz.[439]
Kur'an cehennemliklerin feryadını aktarırken, içine düşmüş bulundukları durumu, akıllarını kullanmamalarına ve hakka kulaklarını tıkamalarına bağlamaktadır. "Ve şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık." [440] Ali (r.a)'nin dediği gibi hak insanlarla bilinmez, bilakis insanlar hak ölçüsüyle bilinirler; sen hakkı bil ki kimin haklı olduğunu da bilesin. Hak bilinmeden onun adına ortaya atılmanın da bir anlamı kalmaz.[441]
Bir şüphe ve izalesi: Şimdiye kadar ortaya sergilediğimiz veri ve delillerden çıkan netice, hakka karşı çıkma, onu reddetme ve kabullenmenin tek nedeni, bilgisizlik ve cehalettir. Oysa bazı ayetlerde birçok insanların bilgi sahibi oldukları halde hakka karşı çıktıkları ve onu reddettikleri anlaşılmaktadır, işte onlardan bazıları: "Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın.[442] "Ey Kitab ehli, neden doğruyu eğriye karıştırıyorsunuz ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?'[443] "Kendilerine Kitab verdiklerimiz onu (peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar."[444] Bu ayetlerden başka Kur'an'da zikredîldîği gibi İblis, Firavun ve Bel'am'ın konumları da aynıdır. Bunlar Allah'ı ve onun azabını bildikleri halde bile bile hakka karşı çıkıyorlar ve ona boyun eğmiyorlardı.
İşte tüm kötülük ve çirkinliğin rehberi iblis, ahirete inandığı halde Allah'ın lanetini tercih etmiştir. "(İblis): Rabbim! Öyle ise tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi.[445] Ayetten İblis'in Allah'ı ve ahireti bildiği anlaşılmaktadır.
Zamanın en büyük zalimi Firavun hakkında da Kur'an şunları der: "(Musa Firavun'a:) Pek âlâ biliyorsun ki dedi, bunları birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi." [446] Bu ayetten de Firavun'un yer ve göğün yaratıcısının Allah olduğunu bildiği anlaşılmaktadır.
Kesin nasla belirtilmediği halde birçok tefsirde Bel'am b. Muira olarak tanıtılan Yahudi bilgini de hakka bilerek karşı çıkanlardandır. "Onlara kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat sonunda sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku."[447] Ayette her ne kadar isim verilmemişse de ilim sahibi olduğu halde dalalete sürüklenmiş birinin varlığından söz edilmiştir. Bu tür ayet ve tarihi gerçekleri çoğaltmak mümkündür. Tüm bunlar ile önceki naslar arasında görünürde bir çelişki görünüyor ise de mesele incelendiğinde herhangi bir çelişkinin söz konusu olmadığı ortaya çıkacaktır. Şöyle ki: Kur'an'da inkâr ile ilgili ayetler incelendiğinde karşımıza üç çeşit inkârın çıktığını göreceğiz.
1- Cehalet inkârı: Dalalet ve taklitten kaynaklanan inkârdır. Avamın birçoğu bu tür inkâra saplanmaktadır.
2- Bile bile hakka karşı çıkma suretiyle inkâr: Genel olarak küfür öncüleri, liderler, mal ve makamlarının elden çıkacağından korkanlar bu tür inkâra başvurmaktadırlar.
İkinci bölümde incelediğimiz ve hakkı bildikleri halde onu inkâr edenlerin durumu böyledir. Yani, onların inkâr ve inadı pragmatik bazı nedenlerden kaynaklanmaktadır.
3- Yüz çevirme inkârı: Bu inkâra kalkışanlar hiçbir şeyi umursamazlar. Hak ve batıl onların yanında birdir.[448]
Buraya kadar verdiğimiz izahtan çıkan netice şudur: Haktan yana olmanın, onu sevmenin ve onu uygulamanın yolu bilgiden geçmektedir. İnsanların çoğu hakkı bilmedikleri için ona karşı koymaktadırlar. Bununla beraber inat ve pragmatizm neticesi hakkı bile bile inkâr edip karşı çıkanlar da yok değildir. [449]
Kuşkusuz ki hakkı bilmenin en büyük kaynağı Kur'an'dır. Hak kavramının iç yapısını incelediğimizde, Kur'an'ın bir isminin de hak olduğunu görürüz. Kur'an haktır. Hak tarafından indirilmiş ve hakkı getirmiştir. "Biz Kur'an'ı hak olarak indirdik. O da hakkı getirdi."[450]
Kur'an'ın isimlerinden biri de hak ile batılı birbirinden ayıran anlamına gelen "Furkan"dır. Kur'an'ın bu özelliği de onun hakkı öğreten, hak ile batıl farkını ortaya koyan en büyük kaynak olduğunu gösterir. "Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah yüceler yücesidir." [451] Şimdi de ayette geçen ve Kur'an'ın bir ismi olan "Furkan" hakkında bazı alimlerin mütalaalarını sunalım. İbn Aşur şöyle der: "Kur'an'ın hak ile batıl farkını ortaya koyma özelliğiyle Tevrat ve İncili geçmiştir. Çünkü hak ile batılı birbirinden ayırma, hidayetin en
büyük yöntemidir."[452] Alusî de Furkan'ı helal ve haramı, şer'i hadları, farzları, emir ve nehiyleri açıklıyan bir kavram olarak açıklamıştır.[453]
C. Kasimî (V.1321/1914) Furkan'ı, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, hayır ve şerri, doğru ile yanlışı ölçüp tartan kriter ve mizan olarak tefsir eder. Buna da şu ayeti delil gösterir: "Andolsun biz peygamberlerimizi açık delilerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitabı ve mizanı indirdik.'[454] Merhum Reşid Rıza, (V.1354/1935) Gazzali'nin "Mizan" kelimesini, delilleri analiz ve tahlil eden akıl olarak tefsir ettiğini nakleder.[455] "Ey iman edenler, Allah'tan sakınırsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir."[456] Reşid Rıza, ayette geçen "Furkan" hakkında da şunları söyler: "Furkan kavramı da takva gibi çok kapsamlı bir kavramdır. Takva bir ağaç, furkan da onun meyvesidir. Mübalağa sığasıdır. O da iki şeyi ayıran anlamındadır. Ayetteki anlamı ise sağlam ilim ve doğru hükümdür. Nur ile de tefsir edilmiştir. İki şey arasını ancak bu nur ile ayırabiliriz. Bu duruma göre ayetin anlamı şöyle olur: Eğer hakkıyla takvaya bürünürseniz, onun sayesinde Allah sizlere hak ile batılı birbirinden ayıracak ilim, hikmet ve onları gerçekleştirecek olan bir melekeyi bahşedecektir.[457]
Allah, insan idrakine hak arama, hakkı bulma sevgisini nakşetmiştir. Kardavi'nin de dediği gibi "mutlak anlamda, hakkı Allah'ın hidayetinden kopmak suretiyle mücerred akıl yoluyla bilmek mümkün değildir."[458]
İbn Teymiyye (V.728/1328) hakkı bulmayı ibadetleri yapmaya bağlamaktadır. "Kulum, kendisini sevinceye dek nafilelerde bana yaklaşmaya çalışırsa..."[459] Mü'min, bu hadiste geçen Allah'ın sevgili kulları arasına girerse, Rahman ile Şeytan'ın dostlarını birbirinden ayıracak melekeye sahip olur. Artık o, hakiki altın ile sahte olanı birbirinden ayıran sarraf gibi olur. Küheylan at ile yaramaz beygiri, korkak ile cesuru, peygamber ile yalancı peygamberleri, Muhamed (s.a.v.), Musa (a.s), İsa (a.s) ile Müseylemetu'l-Kezzab'ı, Esved'i Ansi, Harir ed-Dımeşki ve gerçek veliler ile veli kılığındaki deccalları birbirinden ayırabilecektir."[460]
Hak ile batılı birbirinden ayırmanın diğer bir yolu da, istikamet üzere bulunmaktır. Bu konuda merhum Elmalı Hamdi Yazır (V. 1361/1942) şunları der: Hakka ulanmak için istikametten başka bir yol bulunmadığı gibi, her konuda gerçek istikamet kadar yüksek bir makam ve onun gibi zor hiçbir emir yoktur. Hangi gaye olursa olsun ona ulaşmanın en kısa yolu istikamet olmakla beraber, her konudaki istikamet noktasını tesbit etmek de oldukça güçtür.[461]
Hak ehli olmayı, onunla beraber bulunmayı, birçok kimse istemektedir. Fakat zor olanı, hakkın ne olduğunu bilmektir. Sözgelimi inananlardan karşı karşıya gelen iki gruptan haklı olanı ortaya koymak gerçekten de zor olan bir konudur. Bununla beraber haklıyı ortaya çıkarmak için bazı kriterler ortaya konulmuştur. Muasır alimlerden Abdullah Ahmed el Kadiri, İbn Teymiye'den şunları aktarır. "Herhangi bir cemaat (topluluk) Allah ve Resulünün emir ve yasakları etrafında bir araya gelmişlerse işte onlar Allah ve Resulünün kasdettikleri mü'minlerin ta kendileridir. Yok eğer Kur'an ve sünnete kendilerinden birşeyler ilave edip, hak ve batıl ölçülerine riayet etmezlerse bunlar gerçek mü'minler olmayıp, Allah'ın yerdiği mutaassıblar kapsamına girerler.[462] İbn Teymiye Kitab ve sünnet konusunda hassas olan alimlerdendir. Bu özelliğinden olacaktır ki haklı ve haksız olmayı, Kitab ve sünnete olan yakınlık derecesiyle değerlendirmektedir. Nitekim aynı konuya başka bir yerde de ayn bir biçimde yaklaşmaktadır. "Kim, Kur'an ve sünnete ittiba ederse hak ve batılı birbirinden ayırabilecektir. İttiba ile içiçedir. Birine yakın olan diğerine de yakın olur. Kim de Kur'an ve sünnetten uzaklaşırsa hak ve batılı birbirine karıştırır ve onlan birbirinden ayıramaz. Rahman ile şeytana ibadet etmeyi karıştıranların durumuna düşer.
Allah, peygamberini hak ile batılı, hidayet ile dalaleti, doğru ile yalanı, maruf ile münkeri, veli ile şeytanı birbirinden ayırmak ve onları tanıtmak için göndermiştir.[463] Hak ile batılı tanımanın insan kalbiyle yakın ilişkisinden olacaktır ki birçok alim hakkı bilmeyi kalbin bir fonksiyonu olarak ele almışlardır. Gazzali bu konuda (V.505/1111) şunları der: Kalp, hakkın tecellisini kabul etmeye uygundur. Fakat bazı engeller zaman zaman buna mani olmaktadırlar.[464] İhya'nın sarihi Zebidî (V.893/1488) de buna yakın bir mütalaada bulunur: "İnsan nefsi ilim ve hikmet menbaıdır. Taştaki ateş ve altın, çekirdekteki bitki, yer altındaki su, işlenmekle elde edildiği gibi; insanın içindeki hikmet ve ilim de işlenmekle elde edilirler. Ancak şu var ki bazı kaynaklardaki su işlenmeden fışkırır. Bazıları da (tulumba) gibi bazı aletlerle yeryüzüne çıkarılır.[465]
İbn Teymiye, kalbin huzur ve istikrar bulmasını hakkı bilmeye ve ona inanmaya bağlamaktadır.[466] Çağdaş felsefi tefsiriyle meşhur Tabatabaî de kalbin hakkı bulma yolunu Allah ve Resulüne icabet etmeye bağlamaktadır.[467]
Hadisciler de hadislerin derecelerini bulma için kalbe büyük fonksiyonlar vermişlerdir. Kalp, pâk ve temiz olunca hak ile batılı, yalan ile doğruyu birbirinden ayırabilir. Özellikle kalp nübüvvet nurundan payını alınca eşyanın hakikatini öğrenmiş olur.[468]
Allah tarafından "hakkı" bilme melekesinden bahsedildiğini ve hakka ancak ilahi lütuf ile ulaşılabileceğine delalet eden birçok nas mevcutur. "Allah iman edenlere üzerinde ihtilafa düştükleri hakkı izniyle gösterdi,"[469] Hakkı bulmada ve tesbit etmede, ona nasıl ulaşılacağını belirlemede insanlar ihtilafa düştükleri için ayet bu ihtilafın vahiy ile kaldırılabileceğinden bahsetmektedir. "Artık insan kendi kendinin şahididir. İsterse özürlerini sayıp döksün.'[470]
Mevdudi, bu konuda şunları der: Bir hırsız binlerce hile ve dalavere ile hırsızlığını giderebilir, ama kendisi gerçeği bilir. Bir insan türlü türlü delillerle başkalarını küfre inançsızlığa ve şirke ikna edebilir; kendisi samimiyetle bunun böyle olduğunu da düşünebilir, sama bir akide üzerinde vicdanını susturamaz.[471] Görüldüğü gibi Allah, hak ile batılı ayırdedecek melekeyi insana bahsetmiştir. "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin olsun."[472] Şu kudsi hadis iki ayeti tefsir etmektedir. "Ben kullarımı tertemiz yarattım. Şeytanlar onlara musallat oldu; onlara helâli haram, haramı da helal kıldılar."[473] "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve peygamberine inanın ki o rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin.'[474] Bu ayette takva neticesinde insana verilecek olan bir ışıktan bahsedilmektedir. Bu nur sayesinde, hayat aydınlanmış olur; iyi ile kötü, eğri ile doğru birbirinden ayrılmış olur. "Bu nur, Allah'ın kalplere serptiği nurdur, onunla Alah ve Resulüne iman edilir, kalbler aydınlanır. Engellere rağmen hakkı gösterir. İnsan onunla sürçmeden doğru yolda yürür."[475] Allah sevdiği kullarına bu nuru bahşetmektedir. Bunun yolu da iman ve takvadan geçer. Şu iki hadisti şerif de konumuza ışık tutmaktadır: "Allah bir kuluna hayır isteyince, onu iyiliklere götürecek ve kötülüklerden alıkoyacak bir sezgi bahşeder." [476]"Onu dininde fakih kılar ve hakkı tanımayı ona ilham eder."[477] "Ama bizim yolumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.'[478] Bu ayet de hakkı bilmenin, Allah yolunda cehd ve gayret göstermeye bağlı olduğunu göstermektedir. Ömer b. Abdulaziz'in, (V.101/719) "Bilgisizliğimiz, bildiklerimizle amel etmediğimizden dolayıdır."[479] sözü de konumuza ışık tutmaktadır. Hakka ulaşmanın bir yolu da samimi bir biçimde Allah'a dua etmektir.
Dua kulluğun gereğidir. Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin hakkı bulmasının mümkün olmadığını gösterir. Resülullah (s.a.v) dualarıyla bunu en güzel biçimde göstermiştir. "Allah'ım, ihtilaf edilen konularda bana hakkı göster."[480]
Seleften de bu konuda bize örnek teşkil edecek dualar nakledilmiştir. "Muaz b. Cebel, öğrencisi Muaz bin Malik'e şu tavsiyede bulunmuştur: "İlmi, özellikle şu sahabilerden öğrenmeni tavsiye ederim." Malik: Bunların yanında istediğimi elde edemezsem ne yapmamı önerirsin deyince, Muaz: Sana, İbrahim'e (a.s) öğreten muallimi tavsiye ederim, demiştir. Bundan sonra Malik, anlamaktan aciz kaldığı ayetler için hep şöyle derdi: "Ey İbrahim'e öğreten zat! Bana da öğret."[481]
Kur'an bize, batıl taraftarlarının nasıl yanlış dua ettiklerini haber vermiştir: "Hani kafirler bir zaman da, "Ey Allah'ım eğer bu Kitab senin yanından gelmiş bir hak ise üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize elem verici bir azab getir", demişlerdi."[482] Oysa hakkı arayanlara bu şekilde dua etmek yakışmazdı. Onlar şöyle dua etmeliydiler: Allah'ım, gerçekten bu yanından gelen bir hak ise bizlere de onu nasib eyle.
Hakkı elde etme ve ona ulaşma yöntemleri hakkında netice olarak şunları diyebiliriz: Hakkı elde etmenin ve tanımanın en büyük kaynağı Kur'an'dır. Kur'an, hak ile batılı birbirinden ayıran Furkan'dır. Kur'an'ı bilme büyük ölçüde hakkı tanımamıza yardım edecektir. Allah kendisinden sakınanlarave gereği gibi iman edenlere hakkı tanıyacak melekeyi bahşetmektedir. Hakka ulaşmaya yardım eden yardımcı faktörlerden biri de samimi olarak yapılan duadır. [483]
Hak karşısında en büyük sorumluluklarımızdan birisi de onu tanıdıktan sonra onunla beraber olmaktır. Zaten hak kelimesi olan "Lâ ilahe illellah"ı telaffuz eden biri hak ile olacağını taahhüt etmiş sayılmaktadır. Bu, mü'minlerin en büyük özelliklerinden ve imanlarının gereğidir.[484] "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru olanlarla beraber olun." [485] "Ey iman edenler, dine yardım edenlerle beraber olun.' Allah'ın dinine yardım edenler başka bir ifâde ile "Ensar" olmak, belirli zaman ve mekana has değildir. Kim Allah'ın dinine yardım ederse, o Ensar'dandır.[486]
Konuya değinen İmam Rabbani (V.1Ö34/1624) bu konuda şunlan der: "Asr-ı Saadetten asırlarca sonra gelenler de ilk dönem müslümanları gibi hatta daha da kâmil olabilirler."[487] Kurtubî de buna yakın görüşleri nakletmektedir.[488]
Şimdi de önemine binaen bir nebze de olsa bu topluluk üzerinde duralım. Allah'ın büyük bir lütfü olacak ki, hak ile hareket edecek, onun için mücadele verecek ve onu üstün tutmaya gayret gösterecek bir cemaat (topluluk) tarihin her döneminde bulunmuş ve kıyamete dek de devam edecektir. Allah Teala, tarihin her döneminde insanlara hakkı gösteren ve onları hakka davet eden Peygamberler göndermiştir. "Her topluluk için bir elçi gelmiştir." [489] "Her kavim için bir hidayet rehberi vardır.'[490] "Biz elçi göndermedikçe azab edecek değiliz.'[491] Bu ayetleri izah eden hadisler de hayli çoktur. Bu konuda en meşhur hadis şudur: "Her zaman ümmetim içinde hak için mücadele verecek bir topluluk bulunacaktır."[492] "Allah her asrın başında dini tecdid edecek kimse(leri) gönderecektir."[493] "İlmi, her kuşaktan adil olanlar taşıyacaklardır. Onlar ifrata gidenlerin aşırılıklarını, batıl ehlinin yanlışlıklarını ve bilgisizlerin (yersiz) te'villerini ortadan kaldıracaklardır."[494] "Her asırda ümmetim içinde hayırda yarışanlar olacaktır." [495] Hadis hakkında Elbani şunları der: Bu hadis her zaman için bu ümmet içinde İslâmı yaşıyacak olanların bulunacağını gösterir. "Sonra Kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize verdik, onlardan kimisi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır."[496] Bu ayet de bize iyilerin sadece bir asırda olmadığını gösterir, iyilik yapanlar belirli bir asırda olmayıp, her zaman olacaklardır.[497] "Yarattıklarımızdan daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir topluluk vardır."[498] Ayette geçen topluluğun görevi hakkında Tantavi Cevheri (V.135S/1940) şunları der:[499] Allah, bu topluluğu inkarcılara karşı koymak için yaratmıştır. Resülullah (s.a.v.) bu ayeti okuduğu zaman "Allah sizlere bu imkanı tanıdığı gibi başkalarına da tanımıştır", deyip şu ayeti de ilave ederdi. "Musa'nın kavminden hak ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adil davranan bir topluluk vardır.'[500] Her zaman bulunacak ve hakkı temsil edecek olan topluluk veya cemaat hakkında alimler çeşitli görüşler serdetmişlerdir.
Muasır davetçilerden M. Ahmed Raşid şunları der: Ümmet içinde böyle bir topluluğun bulunması, Allah'ın kainattaki değişmez, bir kanunudur. Bu kanunla dengeler sağlanır. Böyle bir cemaatın bulunmaması ise dengelerin bozulması demektir. Bu cemaatın varlığı Allah'ın lütfuyla olduğu için onu hiçbir zalim ve tağut yok edemez. Güneşin yörüngesinden çıkması veya yer çekim kuvvetinin yok olmasıyla, kainat düzeni nasıl bozulacaksa, hakkı temsil eden cemaatın kaybolmasıyla da tüm kainatın dengeleri karışır, insanlık sarsıntı geçirir. Böyle bir cemaatın varlığı, insanlık için güneş ay ve yer çekimi mesabesindedir. Yer çekiminin varlığını ilgili bilginler farkettiği gibi böyle bir cemaat ve onun varlığını da ancak kalp sahipleri farkeder."[501] "Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir."[502]
Allah, iyi kullarıyla kötü olanların fesadına sed çekmektedir. Bunun böyle olması da Allah'ın insanlığa bir lütfudur. Hak davası ve onun taraftarlarının kaybolması insanlık için güneşin kaybolması veya tutulması mesabesindedir. Güneşin tutulmasıyla insanlık karanlıkta kaldığı gibi, hak topluluğunun kaybolmasıyla da insanlık zulüm, cehalet ve küfür içinde kalır, "iyiler, kötülerin önüne geçmezse, insanlık her yönüyle fitne ve fesada girer."[503]
Yeryüzünde hayır, bereket ve güzellik ancak ve ancak hidayet ve hayır timsali, hayır ve şerri, hak ile batılı bilen bir cemaatın varlığıyla gerçekleşebilir. Bu cemaat, batılı yok etmek ve hakkı ikame etmenin şuurunda olacak. insanlık için tek kurtuluşun bu şekilde olacağının farkında olacak. Bu yolda da Allah'ın emirleri uygulanacak, hak galip gelecek ve batıl da zelil olacaktır.[504] "Resülullah'ın her zaman var olacağından bahsettiği topluluğun içinde her meslekten mü'minler bulunacak; savaşçılar, hukukçular, hadisçiler, zahidler, iyiliği emredenler ve kötülükten alıkoyanlar... Bunların sadece bir yerde bulunmaları da sözkonusu değildir. Onlar yeryüzünün her köşesine dağılmışlardır."[505] Allah, her asırda Kur'an ve Sünneti müdafaa edecek kişileri halketmektedir. Her zaman için hakka yardımcı olacak şahsiyetler gerek. Bu, yeryüzünde Allah'ın değişmez kanunlarındadır. Hadiste, [506] onların galip gelmelerinin anlamı, onların ortaya koyacakları delillerle muarızlarına galip gelmeleridir. Fakat geçmişte de olduğu gibi bazen bu üstünlük güç ve otorite ile gerçekleşebilmektedir.
Son asırlara kadar müslüman toplumu maddi ve manevi güçleri elinde bulunduruyordu. Hak topluluğunun kimler olduğu konusunda değişik görüşler ortaya atılmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (V.241/855) göre onlar hadisçilerdir. Kadı İyaz'a (V.544/1150) göre ise onlar Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattır. Nevevi de; (V.681/1233) bu topluluk çeşitli sınıflardan oluşur. Mücahidler, hukukçular, tefsirciler, hadisçiler, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyanlar, abidler, zahidler.. Tek bir yerde de bulunmazlar. Tüm yeryüzüne dağılmışlardır. Onların kaybolmasıyla kıyamet kopacaktır."[507] demektedir.
Yukarıda geçen görüşler içinde Nevevi'nin görüşü hepsinden daha kapsamlı ve daha isabetli görülmektedir. Çünkü her grubun kendisine göre önemi vardır. Nevevi'nin görüşü hak için çalışan tüm sınıfları kapsamaktadır. "Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. Ey Kavmim dedi, bu elçilere uyunuz."[508] Bu insan da kendi zamanında hakka davet edenlerdendi. Batıl daha çok da olsa, hak taraftarları her zaman için mevcud olmuşlardır. Ayette, şehir halkına, birinin koşarak onlara ilahî mesajı, tevhidi ve putlardan uzak durmalarını tebliğ ettiği vurgulanmaktadır.[509]
Sünnetullah gereği hak topluluğu her asırda azınlıkta kalmışlardır. Bu onlar için herhangi bir eksiklik telakki edilmemelidir. Bu konuda Sa'lebî (V.429/1037) şunları der:[510] Çokluk Kur'an'da övülmemiş, bilakis övülenler hak üzerindeki azınlıktır. "Azınız müstesna yüz, çevirerek dönüp gittiniz."[511] "Kullarımdan şükredenler azdır,' [512] Allah bu iki ayette az olanları överken birçok ayette de çokluğu yermiştir, işte onlardan birkaçı: "Ehl-i kitaptan çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler."[513] "İnsanların çoğu şükretmez."[514] "İnsanların çoğu iman etmez."[515] "Çoğunu ahidsiz bulduk."[516]
Hak topluluğunun, her zamanda bulunacağı ile ilgili delilleri serdettikten sonra, şimdi o topluluk içinde bulunmanın önemini işlemeye çalışalım. Mü'min her zaman için hak ile beraberdir. Hiçbir zaman kişi veya görüşlerde taassub etmez. Hak nerede ise o oradadır. Hakkı insanlara göre değil, insanları hakka göre değerlendirecektir. Hak onun için mihenk taşıdır. Hak ile beraber olmayan, batıl ile beraber demektir. "Artık haktan ayrıldıktan (onunla beraber olmadıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır."[517] Allah, yol ve görüşleri iki olarak yaratmıştır. "İnsana iki yolu (hak ve batılı) göstermedik mi?'[518]
Allah, insanı hak veya batıldan birini kabul etme yeteneğinde yaratmıştır, ikisini kabullenmesi, ikisiyle beraber olması yaratılışına aylandır. "Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmamıştır." [519] Abdullah b. Hasan: (V. 168/784) "Batıla baş olacağıma hakka ayak olmayı tercih ederim",[520] demiştir. Ayette [521] geçen cihad"tan kasıt, düşmanla yapılan savaştan ibaret değildir. Hakka yardım, batıl ve zulüm ehlini reddetme de ayetin kapsamındadır.[522] Hak ile beraber olmaktan daha güzel birşey düşünülebilir mi? O hak ki sahibi Allah'tır, taraftarları mü'minler, ölçüleri hak ve varacakları yer de Cennettir. Malik b. Dinar; (V. 131/248) hak ehliyle taş hamallığını, batıl ehliyle tatlı yemeğe tercih ederim,[523] demiştir. Resülullah da hak ile beraber olmamayı veya haktan yüz çevirmeyi kibir olarak nitelendirmiştir.[524]
Hakkı reddetmek, ondan yüz çevirmek, hakkın üstünlüğünü kabullenmemek, çıkarıyla ters düştüğü için hakkı inkâr etmek kibirdir. Kibirli biri hakkı bulmak için değil, nefsini üstün çıkarmak için mücadele verir."[525]
Çağdaş düşünürlerden Vahiduddin Han, farklı bir yaklaşımla hak ile beraber olmayı hicret kapsamında değerlendirmiştir. "Hak ehli olarak bizler batıl düşünceleri, haram muameleleri terketmek, yaşadığı yerleri, sahip olduğu mülkü, arkadaşlarını, sevdiklerini kısacası tüm dünya malını geride bırakmaya hazır olmalıyız."[526] Hicretin anlamlarından birisi de batıldan uzaklaşmak olduğuna göre Vahiduddin Han'ın görüşlerine katılmamak mümkün değildir.
Önemine binaen hak ve taraftarlarıyla bulunmanın önemini vurgulayan şu temsili hikayeyi de aktarmada fayda mülahaza ediyoruz. Köyün birinde yangın çıktığını gören bir serçe kuşu, gagasıyla bir damla suyu taşıyıp kocaman yangını söndürmeye çalışmış ve durumuna itiraz edenlere şu anlamlı cevabı vermiştir: Benim taşıdığım bir damla ile kocaman alevlerin sönmeyeceğini bilirim. Fakat ismimin ateşi söndürmeye uğraşan itfaiyecilerle beraber olmasını istedim."[527]
Kur'an, hakkı tavsiye etmeyi işlerken onunla beraber sabrı tavsiyeyi de hatırlatmıştır. "Hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna."[528] Bu, bizlere hakkın tavsiyesi, ikamesi, öğretilmesi ve hayata geçirilmesi için sabır ve sebatın gerekliliğini göstermektedir. "Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin, Allah'ı çok anın ki başarıya erimesiniz.[529]" Resülullah'ın şu hadisleri ayete tefsir mesabesindedir. "Düşman ile karşılaşmayı arzu etmeyin, Allah'tan direnme gücü talep edin. Düşmanla karşılaştığınızda ise sabru sebat gösterin." [530] Bu yöntem izzet ve zafer yoludur.[531]
Ayet, zafer için iki şart göstermektedir. a-Sebât b- Allah'ı çokça anmak. Hakda sebat göstermek zaferin ilk adımıdır, iki gruptan yani, hak ve batıl ehlinden kim daha fazla davasında sebat gösterebilirse zafere en yakın olanı olur. Allah'ı çok anmak ise, Allah'tan mü'minlere daimi bir selamdır."[532]
Kur'an bizlere geçmiş peygamberlerin hak karşısında nasıl sabır gösterdiklerini sık sık hatırlatır. "Nice peygamberler vardır ki beraberinde birçok Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler. Allah sabredenleri sever."[533] "Yoksa siz sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler; Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."[534]
Kur'an, sıkıntılı ve zor günlerin geçici ve bir imtihan olduğuna dikkat çekmiştir. "Eğer siz bir acıya uğradınızsa o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürüp dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."[535] Allah, mü'minleri zorluğa karşı direne gösterme konusunda eğitmekte ve gerektiği hallerde sabru sebat göstermeyenlerin zalimler konumuna düşeceklerini hatırlatmaktadır. Bundan dolayı Resülullah (s.a.v.) dualarında sık sık Allah'tan kendisini hakta sabit kılmasını niyaz ederdi.[536]
Hak için sebatın nasıl gösterileceğini en güzel şekilde uygulayan kuşkusuz ki başta Resülullah (s.a.v.) ve diğer peygamberlerdir. Resülullah (s.a.v.) in hak dava uğrunda göstermiş olduğu sabru sebat, ciltleri dolduracak niteliktedir. Resülullah (s.a.v.) ve arkadaşlarına yapılmadık cefa ve eziyyet bırakılmadığı halde, hak bildiği dava uğrunda asla sarsılmamıştır. Vazgeçmesini teklif eden amcası Ebu Talib'e şöyle cevap vermiş: "Amcacığım! Allah'a yemin ederim ki beni hak davamdan vazgeçirmek için, sağ elime güneşi sol elime de ayı koysalar yine de bu davadan vazgeçmem. Ya bu uğurda gider ya da muvaffak olurum.[537]
Tevhid kahramanı İbrahim (a.s), ateşe atılmayı davadan dönme ve batıl ehline boyun eğmeye tercih etmişti, ibrahim (a.s)'in bu durumu yani ateşe atılması onun için hezimet miydi yoksa zafer miydi? Şüphesiz ki onun sebatı zaferin en âlâsıydı. Evet, ateşe atıldığı gün de zaferdi. Kurtulduğu gün de.[538] Nasıl zafer olmasın ki mücadelesi kıyamete kadar mü'minlere örnek oldu. Onların ceddi sayıldı. İsmi her namazda zikredildi. Atası ve akrabaları yerine, Allah tüm mü'minleri ona evlad ve akraba kıldı.
Resülullah ümmetini hakta sebat gösterme üzerinde eğitmiştir. Hangi şartlarda olursa olsun, hakkı söylemelerini kendilerine öğretmiş ve bunu en büyük cihad olarak nitelendirmiştir. En büyük cihad, zalim idareci karşısında adaleti söylemektir.[539] Cihada gitmek üzere ayağını atının üzengisine koyan biri Resülullah'tan (s.a.v.) en faziletli cihadı sorduğunda, kendisine en faziletli cihadın zalim idareci karşısında hakkı söylemek olduğunu beyan etti. Bunun en büyük cihad olma nedeni ise, böyle birinin kendisini bile bile kesin olarak gelecek bir tehlikeye atmasından dolayıdır. Bunun yanında meydan cihadına çıkan birinin şehid olmama ihtimali de mevcuttur. İnanmayan birini öldürmek ile zalim bir idareciyi öldürmek de bir değildir, inanmayanı yani, cephede bizimle çarpışacak olan gayri muslimi öldürmenin faydası cüz'i, zalim bir diktatörü zulümden alıkoymanın faydası ise tüm toplumu ilgilendirir.[540]
Resülullah (s.a.v), ashabını kınayıcının kınamasından korkmama hakkı gerekli yerde söyleme ve bu konuda sabru sebat gösterme konusunda yetiştirmiş ve onlardan bey'at almıştır. İmam Nesaî süneninde "Hakkı söyleme üzerine bey'at alma" başlığıyla bir bab açmıştır. Bu babta şuna yer verilmiştir. "Ubade b. Samit anlatıyor: Resülullah zor, kolay, leh ve aleyhimizdeki her şartta dinleme ve itaat etmemizi emretti. Her yerde hakkı söyleme konusunda bizlerden bey'at aldı."[541]
Resülullah'ın bu bey'atı tüm müslümanlar için söz konusudur. Çünkü onun davranışları ümmeti için teşri mesabesindedir. Bu şekilde terbiye gören Ashab en güzel biçimde hakkı temsil etmişler ve bu konuda herhangi bir sapma göstermemişlerdir. Onlar hakka ve onun üstünlüğüne tereddütsüz bir biçimde inanmışlardı. Hakkın mutlaka üstün geleceğinden asla kuşkuları yoktu. Bunun temel nedeni de bu biçimde eğitilmiş olmaları ve onu tam anlamıyla bilmiş olmalarıdır. Onlar Kayser ve Kisrâ gibi batıl güçleri mağlub edeceklerine tam inanıyorlardı. Batıl taraftarları da bu durumu farketmiş olacaklardı ki onları yani Ashabı gördükleri zaman, "İşte dünyanını yann ki varisleri ve öncüleri, Kisra ve Kayser ülkelerinin gerçek fatihleri bunlardır", diyorlardı. [542] Resülullah, onlara zalim kişiye hakkı söylediği için öldürülen kişinin şehadet mertebesine yükseleceği şuurunu ve dersini vermişti.[543]
Hakka ulaşmanın en büyük azığı, onda sebat etmek ve hakkın haklılığında şüpheye kapılmamaktı. Sahabe hakkın mutlaka üstün geleceğine tüm varlıklarıyla inanmışlardı. Onlar, Mekke'de henüz çok zayıf iken bile bu gerçekten kuşkuya düşmemişlerdi. Onun için hakkı arayan biri için, hakka inanç ve onda sebat gösterme ihtiyacı, susamış birinin suya olan ihtiyacından daha fazladır.
Bugünkü süper güçler Resülullah'ın dönemindeki süper güçler olan Rum ve Kayserlerden farklı değillerdir. Dün hak galip geldiği gibi bugün için de mümkündür. Dünyada bunun emareleri belirlenmiştir. "O günleri biz insanlar arasında döndürüp dururuz. Zaferi bazen bir topluma, bazen öteki topluma nasip ederiz."
Hakta nasıl sebat edileceğini başta Resülullah (s.a.v.) yaşamış, ondan sonra da ashabına öğretmiştir. Bu bağlamda Uhud savaşında göstermiş olduğu sebat, misal verilebilir. "O, yenilgi emarelerini görünce bineği üzerine atlamış ve mücadeleye devam etmiş; azim ve sebatını devam ettirmiş ve o sıkıntılarında şunları söylemişti. "Yalan yok, ben gerçek peygamberim. Ben Abdülmuttalib'in oğluyum."
Hak uğrunda tüm zorluklar onlara hafif geliyordu. İbn Cevzi bu konuda şunları demektedir. "Ashabtan Enes b. Nadr ve benzerlerinin hak için gösterdikleri sebat ve nefısleriyle olan mücadeleleri olmasaydı zafere erişebilirler miydi? Enes, bir defasında, Allah bana savaşa katılmayı nasib etse ne yapacağımı herkes görecektir, demişti. Allah ona Uhud'a katılmasını nasib etmiş, savaşmış ve şehid düşmüştü. Sadece parmak uçlarından tanınabildi.[544]
Muhammed Gazali'nin de dediği gibi,"Müslümanın sebatı; kaya, yıldız ve dağlardan daha dayanıklıdır. Nitekim bu varlıklar sarsıntı geçirebildikleri halde müslümanın sebatı ise asla sarsılmaz ve değişmez."[545] Bu sebat herhangi bir zaman veya mekâna bağlı değildir, İslâm akidesiyle yetişen müslümanlar hakta sebat etmenin en güzel örneklerini yaşamışlar ve insanlığa göstermişlerdi. Abdullah b. Muhammed Ensari anlatıyor: Beş defa ölüm sehpasına gittim ve her defasında bana "davandan vazgeç" teklifi yapılmadı, sadece "muarızlarına karışma" denildi. Ben her defasında tekliflerini reddettim.[546]
Son asrın müfessir ve düşünürlerinden merhum S. Kutub da şehadetine kadar inandığı hakta sebat etmiş ve bu konuda herhangi bir sapma göstermemişti. "Kendisine affedilebilmesi için zamanın Kralı Abdunnasır'dan özür dilemesi teklif edilince şöyle demişti: "Namazda Allah'ın birliğini gösteren bir parmağın batıl bir hükme evet demesi, onu imzalaması mümkün olamaz. Eğer haklı olarak yargılanıyorsam, hak kararının başımın üzerine yeri vardır; yok eğer batıl beni yargılayıp mahkum ediyorsa, batıla özür dileyecek kadar alçalamam.[547]
Hakta sebat göstermenin en büyük ilacı sarsılmaz bir imandır. Böyle bir imana sahip biri, batılın güç ve imkanları hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın asla önünde eğilmez ve ona baş eğmez. Tüm batıl güçler onun yanında cılız kalır. Herşeyin geçici, hakkın ise kalıcı olduğunu bilir. "Köpük atılıp gider, insanlara fayda veren şeye gelince o yeryüzünde kalır."[548] Hakta sebat olmasaydı, başta peygamberler olmak üzere, binlerce davetçi ve hak taraftan mücadeleden çekilir ve İslâm tüm kültürüyle beraber bizlere kadar ulaşmazdı.
Netice olarak şunu diyebiliriz. Hakta sebat göstermek, imanın gereğidir, imanında samimi olanlar ile nifak taşıyanları birbirinden ayırır. [549]
Bu konu, bir öncekiyle çok yakından alakalıdır. Hatta onun bir tetimmesi konumundadır. Fedakarlık deyince, hak için can, mal ne varsa hepsini verebilme samimiyetidir. Allah, en sevdiğimiz şeyleri feda etmeden hak ve güzeliğe ulaşamayacağımızı belirtmiştir. "Siz sevdiklerinizden Allah yolunda fedakarlıkta bulunmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız."[550] Ayette geçen "birr" kelimesi, hak ve her türlü güzelliği kapsamaktadır. "Sevdikleriniz" kapsamına da; can, mal, evlat ve her türlü malzeme girer. Şu ayet de bu gerçeği izah eder. "Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır."[551] "Kim dünyada, hak için sevdiklerinden fedakarlıkta bulunursa arzulamış olduğu mutlak Hakkı (Allah'ı) bulacaktır."[552]
Mü'mın, İslâm'ın emirleri istikametinde can ve malından fedakarlık etmezse Allah'ın va'dettiği mükafata ulaşamaz. Allah dışında hiç kimse hem alıcı hem de satıcı konumunda değildir. Allah'ın rahmeti kullarınkine benzemez. Canı, malı veren o olduğu gibi, cennet karşılığı satın alan da O'dur.[553] Hak uğrunda fedakarlık imanın, temenni ve söylemlerden ibaret olmadığını ortaya koyduğu gibi, sözde müslüman ile samimi müslümanı da birbirinden ayırır. Hak taraftarları, insanların düşman veya dost olup olmamalarına fazla aldırış etmeden hakkı müdafaa etmeye ve bu uğurda fedakarlık göstermeye devam ederler.
Bu konuda Şeyhü'l-Enbiya olarak bilinen İbrahim (a.s) güzel bir örnektir. Kur'an inananlar için onda güzel örneklerin bulunduğuna dikkat çekmiştir. "İbrahim ve onunla beraber olanlar da sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi(n taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizini aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'[554]
Zamanında hakkın temsilcisi olan İbrahim (a.s), müşrik bir toplumda tek basmaydı. Hiç kimseye aldırış etmeden yoluna devam ediyordu. Babası bile ona cephe açmıştı. Allah onu tek bir ümmet olarak zikreder.[555]
Hak silsilesinin son halkasını oluşturan Resülullah (s.a.v), fedakarlığın ne olduğunu yaşıyarak insanlara öğretmiştir. Tek başına, korkmadan insanları hakka davet ediyordu. İnsanların bilmedikleri ve duymadıklarını onlara söylüyordu. "Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarmak için indirilmiştir.'[556]
İnanan birinin imanı, insanların inanıp inanmalarıyla ne sarsılır ne de güçlenir. Bu konuda davetçi M. Ahmed Raşid, Üstad Mevdudi'den şunları nakleder: "Allah'a yemin olsun ki mü'min yeryüzünde hakkı savunan tek kişi de kalsa batıla boyun eğmez. Bu konumdaki mü'minler için tek şu seçenek vardır. Onlar tüm varlıklarıyla insanları hakka davet edecekler, kendisine icabet eden kimseyi bulmazsa tek başına hakta sebat gösterecektir. Rabbine kavuşuncaya kadar bu minval üzere olacak. İzzetle ölmesi, batıla boyun eğmesi veya dalalet kervanına katılmasından binlerce kat daha hayırlı ve daha şereflidir."[557]
Müslümanlar tarih boyunca bu sebat ve fedakarlık ile hakka hizmet etmişlerdir. Bedir, Hendek, Hudeybiye, Mekke'nin fethi ve sıra ile İran, Rum, Tatar, Haçlılar ve çağdaş emperyalizme karşı basan elde etmişlerdir. Bu başarıların kaynağı, sarsılmaz iman, cesaret, Allah'a güven, hakka sarılma ve sebat idi. Hakkın dalları çok eskilere kadar sarkmış, gölge ve hoş kokusu ise kıyamete dek devam edecektir.[558]
Kur'an, hak taraftarlarının davet esnasında başlarına birçok musibet ve sıkıntının geleceğinden haber vermekte ve onlardan fedakârlık talep etmektedir. "Andolsun ki mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz muhakkak ki bu, işlerin en değerlisidir.' [559] Ayet, eziyet ve sıkıntıların sünnetullah olduğunu belirtirken, çareye işaret etmeyi de ihmal etmemiştir: Takva ve sabır.
Hak taraftarlarına, imtihan dünyasında tek başlarına kalmak, batılın tüm güç ve kadrosuyla çarpışmak, dalaletin bütün kudret ve ceberrutuna karşı meydan okumak hiçbir zarar vermez. Çünkü bu halleriyle devam etmeleri Allah'ın bir nimetidir. Bu uğurda ölmeleri şehadettir.
Nuh (a.s) ve İbrahim (a.s) gibi peygamberlerin senelerce mücadele vermeleri ve etbalarının az oluşu onların derecelerinden hiçbir şeyi eksiltmemiştir. Kur'an zaman zaman hakkı göğüsleme konusunda tehdit yoluna da başvurur. "Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."[560] Allah terhib ile bizleri hak için fedakarlık yapmaya ve muhaliflere aldırış etmemeye davet etmektedir.[561] "Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin size de gelmeden "Cennete gireceğinizi mi sandınız?"[562] R. Rıza bu ayetin hak için fedakarlığa davetiye olduğunu şöyle izah eder: " Bu hitab, en hayırlı nesle nazil olmuştur. Aynı zamanda, onlardan sonra gelip müslüman olduklarını iddia eden ve bu uğurda gereken fedakarlığı göstermeyenler için de büyük bir ibrettir. Ayet bizlere de şu mesajı vermektedir. "Sizden önce kendilerine Kitab verilen ümmetler geldi. Hakka davet ettiler. Bu yolda eziyetlere katladılar, bu uğurda siz de sabır ve sebat gösterecek misiniz? Yoksa sünnetullaha aykırı olarak zorluk ve sıkıntılara karşı sabır ve sebat göstermeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"[563]
Fedâkârlığın sahaları değişiktir. Kur'an önemine binaen bazen malı öne geçirmiş. "Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlara (cihad etmeyenlere) üstün kılmıştır."[564] Burada mal, candan önce zikredilmiştir. "Allah cennet karşılığı mü'minlerin can ve mallarını satın almıştır."[565] Kur'an'ın beş yerinde mal candan önce zikredilmişken, Allah yolunda cihad ve bu uğurda şehadetten bahsettiği için bir yerde de can, maldan önce zikredilmiştir.[566] Kur'an'da malın candan önce zikredilmesi hak uğrunda mal ile fadakarlığı vurgulamak içindir. M. Sibai hak için kuvvetli olmanın önemine dikkat çekerek şunları söyler: "Müslümanlar maddi alanlarda güçlü oldukları zaman her taraftan insanlar İslâm'a girmek için akın etmişlerdir. Müslümanlar zayıf düşünce kendilerine zarar yerdikleri gibi İslama da zararları dokunmuştur."[567]
Hak taraftarlarının manevi güç gîbi maddi güce de ihtiyaçları vardır. Bütün kainatın hazinelerini elinde bulunduran Zat, imtihan dünyasında bulunmamız yönüyle bizleri hak için infak etmeye ve bu uğurda fedakarlık yapmaya davet etmektedir.
Hak ve onun taraftarlarının himayesi için maddî finasman kaçınılmazdır, "Muhakkak ki biz peygamberlerimizi açık mucizelerle gönderdik ve berabelerinde Kitab ve adaleti indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler. Bir de demiri indirdik, onda hem çetin bir sertlik hem de insanlar için menfaat vardır."[568] Ayetin, peygamber, kitab ve adaletle beraber silahlı kuvvete işaret eden demirden de bahsetmesi, hak için kuvvetin vazgeçilemez bir unsur olduğunu göstermesi içindir. Kur'an, samimi müslümanların özelliklerini sayarken, Allah ve Resulüne imandan hemen sonra, hak için mallarıyla fedakarlıkta bulunmayı saymıştır.[569] Resülullah (s.a.v), Ebubekir'in hak için yaptığı malî desteği hayırla anarak, fedakarlığını şöyle takdir etmiştir: "Bana (hak davaya) Ebubekir'in malı kadar hiç kimsenin malı yararlı olmamıştır."[570]
Fedakarlık için netice olarak şunu diyebiliriz: Hak, özellikle taraftarlarından can ve mallarıyla fedakarlıkta bulunmalarını istemektedir. Bu da imanın en büyük belirtilerindendir. [571]
Kur'an'da, hak ile batılı karıştırma eylemi (lebise) kökünden gelen bir fiil ile vurgulanmıştır. Türkçedeki libas ve elbise de aynı kökten gelmektedir. En önemli anlamı örtmek ve gizlemektir. Kur'an'da ise belli olmayacak biçimde hakkı gizlemek anlamındadır. Telbis ise batılı hak şeklinde göstermektir.[572] İbn Cevzi, şeytanın nasıl batılı hak şeklinde gösterdiğini anlatan ve "Telbis-i İblis" adını verdiği değerli bir eser yazmıştır.[573]
Kur'an'da hak ile batılı karıştırma tamlaması ise hakkı batıl, batılı da hak olarak öne sürmek ve birbiriyle karıştırmaktan ibarettir.[574] Konumuzla ilgili iki ayet bulunmaktadır. "Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.[575] "Ey Kitab ehli, neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?' [576] Hak ile batılı karıştırmak, batılı hak, hakkı da batıl olarak öne sürmek, tüm batıl fırka ve ideolojilerin başvurdukları ve kullandıkları bir desisedir. En kötü mahluk, şeytanın en büyük eylemi batılı hak şeklinde göstermesidir.[577] Şeytanın en büyük eylemi batılı hak şeklinde göstermek olunca, bu eylemden daha kötü bir eylemin olmadığını söylememiz mümkün olur. Bunun diğer bir kanıtı da hadislerle ahir zamanda geleceği haberi verilen Deccal'ın da bir görevinin ölçü ve değerleri alt üst etmesi ve dolayısı ile hak ile batılı birbirine karıştırmasıdır. Deccal'ın sözlük anlamı, yaldızlamaktır. O batılı yaldızlayıp hak suretinde gösterdiği için bu ismi almıştır.[578]
Müfessirlerin hak ile batılı karıştırma biçimlerini ele alalım. Merhum Reşid Rıza şöyle der: "Bilerek hak ile batılı karıştırmayın."[579] Bu ayet, cahiliye dönemi insanının sapıtma ve kötülük yapma metodlarını açıklamaktadır. Cahiliye insanı, başta lider ve ruhbanları olmak üzere, kîtablardan, yalancı peygamberlerin gelip bazı olağanüstü eylemler ortaya çıkaracaklarını, bunların yanında kendilerine hak peygamberin de geleceğini bildikleri halde onu inkâr edip hakkı batıl ile karıştırıyorlardı.
Hakkı batıl ile karıştırmalarının diğer bir örneği de, gerçek dinin aslını geçmiş bazı insanların sözleriyle karıştırmış olmalarıydı. Onlar bu yöntemle insanları, Allah'ın yolundan ve elçisine iman etmekten alıkoyuyorlardı.[580]
Merhum Hamdi Yazır, hak ile batılı değiştirmeyi tağuti bir eylem olarak niteliyerek şöyle der: Hakkı batıl, batılı da hak yapmaya çalışanlar ilmi gerçeklerden uzak birer tağutturlar.[581] Hak ile batılı karıştırmanın anlamını da şöyle izah eder: Hak ile batılı karıştırmak, bilgiçlerin karıştırma, yalan ve tahriflerine hatta tacirlerin karışık muamelelerinden, hakimlerin haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsini kapsar. Nice kimseler bakırı yaldızlayıp altın diye satarlar. Bu durum İsrailoğullarında çokça görülürdü. Kendi fikirlerini Tevrat diye öne sürerlerdi. Bunlar Tevratın aslını korumuyorlardı. Kendi yazdıklarını ve tercemelerini Allah'ın Kitabı Tevrat diye ortaya koyarlardı.[582]
Konuyu daha geniş bir açıdan ele alan İbn Aşur şunları der:
Hak ile batılı karıştırmak veya batılı hak suretinde öne sürmek tüm sapıklık ve ilhadın aslıdır. Batılı öne sürenler hep bir yönteme başvurmaktadırlar. "Böylece ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdi."[583] Müşrikler bunu putlara yaklaşmak gayesiyle yapıyorlardı. İslâm'a sokulan sapık görüşlerin çoğu, bu yöntemle İslâm'a mal edilmeye çalışılmıştır. Yani, batılı hak suretinde takdim etmişlerdir. Nitekim Ebubekir (r.a) döneminde ortaya çıkan mürtedler de böyle bir yönteme başvurarak şöyle demişlerdir: "Biz zekatımızı Resülullah'a verirdik. Başkasına veremeyiz. Çünkü Resülullah'tan başkasına itaat edilmez. Osman (r.a) döneminde de aynı yöntem uygulanmıştır. Ona karşı çıkan münafıklar eylemlerini şu şekilde haklı çıkarmaya çalışmışlardı. Osman (r.a) Resülullah'ın minberdeki makamını aştı. Oysa kendisinden önce gelen iki Halife Resülullah'ın hutbe irad ettiği basamaktan daha aşağıda hutbe okurlardı. Hem o yüzüğünü de kaybetti. Bu durumlar ondan hilafetin düştüğünü gösterir.
Hariciler de Ali (r.a) ye karşı bu tür bir yöntemi uygulamışlardı. "Hüküm Allah'ındır", diyerek ortaya çıkmışlardı ve Kur'an'ı kötü emellerine alet etmişlerdi. Ali (r.a) onlar için, "söyledikleri hak, gayeleri batıldır", demiştir.
Batınilerin yaptıkları da hak ile batılı karıştırmaktan başka bir şey değildi. Kur'an adına yersiz ve saçma tevillere gitmişlerdi. İhvan-ı Safa da aynısını yapmıştı. Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür.[584]
Asrımızda ortaya çıkan ve insanların zihinlerini karıştıran, inançlarını sarsan ateizm, darvinizm, bolşeviklik, sosyalizm, Marksizm ve nasyonalizm gibi ilhadi ideolojiler de batılı hak suretinde göstermenin çağdaş görünümleridir.
Netice olarak şunu dememiz mümkün: Hak ile batılı karıştırmak, saptırmanın kolay ve yaldızlı bir yöntemidir. [585]
Ketm; söylenmesi gerekeni söylememektir. Bu, hem duyulan hem de görülen şeyleri kapsır. Yani kim duyduğunu ve gördüğünü gizlerse, gelecek ayetlerin kasdettiği kişilerden olur. Resülullah, Ashabından her yerde hakkı söylemelerine dair bey'at almıştı.[586] Bu da bizlere hakkı söylemenin önemini vurgulamaktadır. Keza; zor şartlarda bile hakkı söylemek en büyük cihad olarak nitelenmiş[587] ve hakkı söylemeyen bir toplumda hayır ve bereketin olmayacağı belirtilmiştir.[588] Resülullah hakkı söylemenin, ne eceli değiştireceğini ne de rızka mani olacağını beyan ederek şöyle buyurmuş: "Hakkı gördüğünüzde insanların korkusu onu söylemekten sizi alıkoymasın. Zira hakkı söylemek ne eceli değiştirir ne de rızka engel olur"[589] Keza hakkı ketmetmeyi nefsi küçük düşürmek olarak beyan etmiştir. "Bir defasında Ashaba, sizden hiçbiriniz nefsini küçük düşürmesin, buyurunca Ashab; Ey Allah'ın Resulü, insan nasıl nefsini küçük düşürür? diye sordu; bunun üzerine Resülullah şöyle buyurdu: İnsan Allah'ın bir emrini görür de onu söylemekten çekinirse nefsini küçük düşürmüş olur. Oysa Allah kıyamet gününde ona, benim şu emrimi söylemekten seni alıkoyan ne oldu diye sorunca, o, insanların korkusu diyecektir. Allah ise ona: senin benden daha fazla korkman gerekirdi, diyecektir.[590]
Bu nebevi düsturlara riayet etmek, İslâm toplumunun özellikle de Rabbani alimlerin vasıflarıdır. Bu nedenle İslâm alimleri ceza ve işkence pahasına da olsa bu konuda taviz vermemişlerdir. Selef alimlerinden Ebu Hanife (V.80/690), Ahmed b. Hanbel, Buhari (V.256/ 810), İmam Şafii (V.150/762) ve asrımızda Seyyid Kutub, Hasan el-Benna, Mevdudi ve Bediuzzaman bu bağlamda zikredilebilir.
İslâm tarihinde bu tablolar ciltleri dolduracak kadar fazladır. Bediuzzaman, hakkın herşeyden üstün olduğunu ve hatır gönül işi olmadığını şu şekilde beyan eder: "Hakkın hatırını kırmayacağız, hakikati söyleyeceğiz; zira hakkın hatın âlidir. Hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatın kınlırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun."[591]
Merhum H.Yazır açık olan hakkı gizlemenin küfür olduğunu vurgulamıştır.[592] C. Kasimi de, "Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha kim zalim olabilir?'[593] ayetini delil göstererek Allah'ın indirdiklerini gizlemenin en büyük cezayı gerektirdiğini beyan eder.[594]
Hakkı söylemeyip gizlemenin büyük günahlardan olduğunu gösteren delillerden birisi de şu ayettir. "İndirdiğimiz açık delilleri ve Kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu, gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder.'[595]
Hadis rivayet eden sahabelerin başında gelen Ebu Hüreyra (r.a), arkadaşlarına nisbeten daha fazla hadis rivayet etme nedenlerinden biri olarak adı geçen ayetle şu ayeti göstermektedir. "Allah kendilerine Kitab verilenlerden onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz diye söz almıştı."[596] Şu iki ayet olmasaydı, bir hadis bile rivayet etmezdim,[597] demiştir.
Hakkı bilen biri gücü yettiği halde onu gizlerse dilsiz Şeytan konumuna düşer. Kıyamet gününde hakkı gizleme suçundan dolayı hesaba çekilecektir.[598] İlk ayette (2/159) geçen "gizlemekten" gaye, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak muhtaç oldukları herşeydir.[599] "Kime birşey sorulur da onu gizlerse ağzına kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır."[600] Hadisi şerh eden Ali el-Kari, Hadisin kapsamı arasına, sahip bulundukları kitapları başkalarına vermeyenlerde girer, demiştir.[601]
Alusî, (V.1270/1853) ayet (3/18) ilmi yaymanın vucubiyeti ile dünyalık maksatlar için dini gerçekleri gizlemenin haram olduğuna delildir, demektedir.[602] Aynı ayet hakkında Kurtubi de şunları söyler: Bu ayet Kur'an'dan herhangi bir şeyi bilip te gizleyen herkes hakkındadır. Kim birşey öğrendiyse onu başkalarına da öğretsin. Sakın onu gizlemesin. Çünkü onu gizlemek helak olmaya vesiledir. Âlime ilmini gizlemesi, cahile de cehaletini gizlemesi helal olmaz.,
Kuşkusuz ki toplumların uyanış ve ilerlemesinde hakkı söylemenin büyük önemi vardır. Doğunun uyanmasında büyük katkısı olan C. Efgani, (V. 1314/1897) İslâm toplumunun bu vecibeyi ihmal etmesinden yakınarak şunları söyler: Kur'an bek'aretini devam ettirmektedir.[603] Filozof üstadın anlamlı sözü, kendi zamanındaki İslâm toplumunun Kur'an'dan uzak kalışını ifade eder. Bugün ise yüzlerce ilmi tefsir yazıldığı için sarfetmiş olduğu gerçeği, Kur'an'ı öğrenmeye eğilmeyen ve onü düstur etmeyen kesimlere özgü kılabiliriz.
Netice olarak, hakkı söylemeyen, yanlışı düzeltmeyen, cahili eğitmeyen bir toplum dinen sorumlu olup, ilâhi cezayla karşı karşıyadır, diyebiliriz. [604]
Hak, fayda sağlama veya kötülüğe mani olmak için söylenir. Eğer fayda yerine zarar söz konusu ise söylenmemesi daha uygun olur. "Fayda veriyorsa öğüt ver."[605] Bu ayet, öğüt tam veya kısmen fayda sağlıyor veya kötülüğü tamamen veya kısmen ortadan kaldırıyorsa, öğüt vermeyi emretmektedir. Aksi halde öğüt vermenin zararı faydasından çoksa yapılmaması daha iyidir.[606]
Hakkı söylemek veya söylememek konusunda, bu ayet bize ışık tutmaktadır. Yoksa iddia edildiği gibi fayda versin vermesin veya fayda yerine zarar verse bile öğüt vermek gerekli değildir. Hak kelimesi veya öğüt vermeyi ilaç mesabesinde kabullensek hastaya fayda verirse tavsiye edilir.
İman hakikati bile zaman zaman gizlenmiştir. Bu bağlamda Abdulah b. Selam misal verilebilir. Kendisi hicretten önce iman ettiği halde hicrete kadar imanını gizli tutmuş ve hicret esnasında iman ettiğini açığa vurmuştur.[607]
Kur'an, bize Firavun zamanında imanını toplumdan gizleyen bir mü'minden bahsetmektedir. "Firavun ailesinden olup imanını gizleyen bir mü'min adam şöyle dedi: Siz bir adamı Rabbim Allah'tır, diyor diye öldürecek misiniz?"[608] Kur'an, imanının açığa vurulması halinde zararın faydadan çok olacağı için mü'min olduğunu gizleyen ve ortaya koymayan bu mü'minden övgüyle bahsetmektedir. Ebu Hüreyre (r.a): "Ben Resülullah'tan iki heybe ilim aldım. Birini sizlere naklettim. Eğer diğerini nakletsem şu gırtlağım kesilebilir." [609] buyurmuştur.
Kötüye kullanılacağı tahmin edilen yere bilgi veya gerçeği söyleme zorunluluğu yoktur. Hacca-ı Zalim, Enes b. Malik tarafından kendisine söylenen Resülullah'ın ceza ile ilgili bir uygulamasını istismar etmiştir. Şöyle ki: Enes, Haccac'a Resülullah'ın büyük cinayetlerinden dolayı Ara kabilesine uyguladığı cezayı haber verince, Hasan Basri şöyle dedi: Keşke, Enes ilgili uygulamaları Haccac'a aktarmasaydı, çünkü onları kötüye kullanır ve emellerine alet edebilir.
Hasan Basri'nin de dediği gibi, alimlerin zalim idarecilerin kötü emellerine yardımcı olacak ruhsatlardan haber vermeleri helal olmaz.[610]
Kurtuba Kralı, Yahya el-Leysi'ye Ramazanda hanımlarına yaklaşan birinin vermesi gereken keffareti sorunca iki ay oruç tutması gerekir, demiş. Hazır bulunanlar, köle azad ile 60 fakiri yedirmekten niçin söz etmediğini sorunca şöyle cevap vermiş: Eğer ona iki ay oruç tutmasının gerektiğini söylemeseydim, her gün aynı eylemi yapar ve keffaret verirdi. Bundan dolayı ona zor olanı söyledim ki orucunu bozmasın.[611]
Muhyiddin Arabi bir tavsiyesinde şunları der: Sana düşen Allah'ı razı edecek olan yerde hakkı söylemendir. Her yerde hakkı söylemek Allah'ı razı etmez. Gıybet ve söz taşıma hak ve doğru okhığu halde, Allah gıybet ve söz taşımadan razı olmaz.[612]
Selefi alimlerden İbn Vezir (V.840/1436) Gazzali'den şunları nakleder: "Güneş yarasayı, misk de mayıs böceğini rahatsız ettiği gibi, bazı hakikatlarda bir kısım insanı rahatsız etmektedir. Sözgelimi "Herşey Allah'ın takdiriyledir" cümlesi böyledir. Aslına bakılırsa bu söz hakikatin ta kendisidir. Fakat bazılarına göre kargaşa, zulüm ve çirkinliğe bir davetiyedir. İbn Ravendi (V.298/910) ve benzeri birçok kimse, buna benzer bazı nedenlerden dolayı küfre düşmüşlerdir.
Kaderin sırrı da böyledir; insanların çoğu onu idrak etmekten aciz kaldıkları için, açıklandığı takdirde inancı zayıf birçok kimseyi acze sevkedebilir.[613]
Kur'an bizlere ilmini ihata edemediklerinden dolayı inkâra düşmüş insanlardan söz etmektedir. "Bilakis onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olanı yalanladılar.'[614]
Hakkı söyleme ve ona davet etmede zaman ve mekana dikkat etmemiz gerekmektedir. Buna Resülullah'ın Mekke'de iken gizli davette uyguladığı yöntem misal verilebilir. Bugün için de hakkı insanlara ulaştırma da Resülullah'ın uygulamasından yararlanabiliriz. Şöyle ki "Birçok demir perde ülkede olduğu gibi, müslümanlar açıktan davet etmek zorunda değillerdir. Bunun yanında namaz, hac, oruç, zekat, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma gibi ibadetlerin serbestçe yapılabildiği yerlerde de davet açık yapılmalıdır. Müslümanlar, zor şartlarda bulundukları yerlerde imkanları oranında kendilerini savunacaklardır. Savunma imkanları yoksa sabır göstermekten başka çareleri yoktur. İslâmı yayma imkanları ve düşmanla silahlı mücadele imkanları varsa bunu da yapacaklar.
İslâm daveti ilkin gizli olarak başladı; sonra açıktan davet dönemi başladı. Medine'ye hicret edildi, Medine'de cihad emri geldi. He ne kadar bazı alimler son merhale yani cihad dışındaki diğer merhalelerin neshedildiğini söylemişlerse de , meseleyi detayla inceleyen diğer bazı âlimler, hiçbir dönem ve merhale için neshin sözkonusu olmadığını savunmuşlardır. Müslümanlar içinde bulundukları ortamı, Resülullah'ın yaşamış olduğu merhalelere göre değerlendirecek ve konumlarına uygun olana göre amel edeceklerdir. Bu nedenle nesih sözkonusu değildir.[615]
Müslüman, bulunduğu zaman ve ortamı göz önünde bulunduracak, İslâm veya müslümanlara herhangi bir zararın geleceğini farkederse kendisini açığa çıkarmayacak, İslâm davasının zayıf düşmesine veya birden silinmesine sebebiyet vermeyecektir.[616]
Netice olarak şunu dememiz mümküdür. Bulunduğunuz yerde haki söylemek asıldır. Bununla beraber, zaman ve ortam unsurları da çok önemlidir. Mutlaka ikisine dikkat etmemiz gerekir. Her zaman sözümüz doğru olmalı, fakat her yerde doğruyu söylemek doğru değildir.[617]
Hakkı tavsiyeden maksat, ehl-i imandan müteşekkil toplumun hakka karşı batılın yayılmasına seyirci kalmayarak, duyarlı olmaları [618] ve birbirlerine Allah'ın emir ve yasaklarını söylemeleridir.[619]
Hakkı tavsiye İslâm toplumunun en büyük özelliklerindendir. İman ve tevhitten sonra gelir. İbadetin ruhudur. [620] "Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah'a iman edersiniz.'[621] Görüldüğü gibi bu ayette hakkı tavsiye kapsamında olan iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak imandan önce zikredilmiştir. Bunun nedenini imam Âlusi şöyle izah eder: İman, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktan daha önemli olduğu halde, ikisinden önce zikredilmemesinin nedeni şudur: İman tüm milletler arasında ortak bir konu olup, iyiliği emretme ve kötülükten sakınmanın böyle olmamasındandır. Bu iki ibadet ve hayrı daha açık bir biçimde ifade etmektedir.[622] Bu ayette (3/11) iyiliği emretme ve kötülüğü yok etmenin sanki bu dinin hakiki tercemesi ve özeti olduğu söylenmek isteniyor. İyiliği (hakkı) kuvvetlendirip batıla son verme, çirkin olanın değiştirilip insanların yeryüzündeki hayatlarının adalet üzerinde kurulmasında geçmiş olduğu bir mekanizmadır.[623]
Üstad Mevdudi de hakkı tavsiyenin önemini şöyle açıklamaktadır.: "Hakk; tavsiye eden toplumlarda ne zaman ve nerede batıl baş kaldırırsa, hak kelimesini söyleyenler seslerini yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adaleti yerine getirmekle kalmamalı, aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir. Eğer cemiyette bu ruh yoksa toplum hüsrandan kurtulamaz."[624] Salih toplumlarda herkes hak ve hukukun anlamını ve değerini bilmeli ve buna göre haraket etmelidir. Salih toplumda haklar çiğnenmemeli, hakikatlar unutulmamalıdır. Batıl başını kaldırmamalıdır. Kimse haksızlığa karşı sessiz, seyirci kalmamalıdır? Bu toplumda herkesin vicdanı rahat ve faal olmalıdır. Her fert kendi sorumluluğunu bilsin ve anlasın, nerede haklar çiğneniyor ve batılbaşını kaldırıyorsa, orada bu toplum kendisine düşen vazifeyi yapmalı ve hak için mücadele etmelidir. İşte bu bilinç ve davranış bir toplumun ahlaki çöküntüden ve felaketten kurtulmasının teminatıdır.[625]
Merhum M. Abduh da şunları söyler: [626] "Ve birbirlerine hakkı tavsiye ederler. Hak burada yalnız vasiyet edenin hak gördüğüne hamledilirse mana iki kimseden yalnız birinin hak gördüğünü, diğerine vaziyet etmesi ve işlemesini tavsiyede bulunması demek olur; fakat vaziyet edenin hak gördüğünde diğeri muvafakat etmezse bu suretle vasiyetleşmek tartışmaya götürür. Çünkü birisi diğerinin rızası hilafına davet ediyor demektir. Bu takdirde mana doğru olmaz, doğru olan mana herbirinin diğerini hakkı aramaya, hakka vakıf olması için nazar ve düşünmeye davet etmesidir. Bu suretle hak ortaya çıkar. Şayet vasiyet eden karşısındakinde kabul görmezse ona delillerini sunar, ikaz eder ve onu düşünmeye davet eder. Tavsiyenin fayda verebilmesi için usul ve adabına riayet eder.[627]
Merhum M. Akif Ersoy da buna yakın bir mütalaada bulunmuştur.[628] H. Yazır da hakkı tavsiye konusunda şunları söyler: "Bunlar, büyük küçük birbirlerine, hemcinslerine, riyakarlık, münafıklık, ziyankarlık, ilişkisizlik, taassub ve dalkavukluk etmeden bütün iyilik hakkın yedinde olduğunu bilerek fani ve geçici şeylere aldanmadan herşeyin hakkını gözeterek birbirlerine hakkı tavsiye ederler."[629] "Hakkı tavsiyenin öneminden olacak kî ashabtan iki kişi birbirlerinden ayrılmadan hakkı tavsiye görevini yerine getirecekleri konusunda biri diğerine söz verirdi."[630]
Netice olarak şunu dememiz mümkündür: Hakkı tavsiye etmek, İslâm toplumunun en büyük özelliklerindendir. Önem bakımından da imandan sonra gelmektedir. [631]
Hakkı kabullenmek, kimden gelirse gelsin almak, hikmet ehlinin özellikle de müslümanların özelliklerindendir. Hakkı belirli kişi ve kurumlara hasretmek, yerilen taassubun belirtileridir. Kur'an'da meseleye açık bir şekilde işaret eden ayetler vardır. Şerrin ve kötülüğün en büyük kaynak ve sembolü şeytan bile istifade edilecek bazı sözler sarfetmiştir. Kur'an bizlere şeytanın şu itirafını nakletmektedir: "Kıyamet gününde hesaplar görülüp iş bitirilince şeytan diyecek ki: Şüphesiz Allah size gerçek olanı va'detti, ben de size va'dettim, ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu, ben sadece sizi davet ettim. Siz de benim davetime hemen koştunuz, o halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim. Ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim. Şüphesiz zalimler için elem verici bir azab vardır.'[632]
Şeytanın kıyamette yandaşlarına vereceği hitabeyi Kur'an olduğu gibî bizlere nakletmiştir. Bu itiraftan şu şekilde istifade edebiliriz. Bunları söyleyen batılın asıl kaynağı şeytan'dır. Bizlere nakleden de hakkın ta kendisi Allah'tır. Şeytanın aktarılan, bu konuşmasından şu hakikatlar çıkarılabilir.
1- Kendisinin verdiği söz batıl, Allah'ın verdiği söz ise haktır. Ona tabi olanlar onun söylediklerine tabi olmuşlar; Allah'ın hak sözüne ise kulak vermemişlerdir.
2- Şeytanın sözlerine delilsiz ve dayanaksız uymuşlar.
3- Kimseyi kınama hakları yok. Bilakis kınanması gerekenler onlardır.
4- Şeytanın hiç kimseye yardım etme imkanı yok. Kendisi yardıma muhtaçtır.
5-Kendisine tabi olanların şirkinden teberri etmiştir.[633] Şeytanın söylemiş olduğu hakikatlardan birisi de Ayetü'l-
Kürsi'yi okumayı tavsiye etmesidir. Ebu Hüreyre anlatıyor: Resülullah beni, ramazanda toplanan zekatı korumaya memur kılmıştı. Birisi gelip yiyeceklerden almak istedi. Onu yakaladım ve Resülullah'a götürmek istedim.
- Beni bırak, ben fakir ve ehl-ü ıyal sahibiyim, dedi! Onu salıverdim. Sabahleyin Resülullah:
- Ya Eba Hureyre, esirinden ne haber? buyurdu.
- Bana fakir ve aile sahibi olduğunu söyleyince onu salıverdim.
- O yalan söylemiştir, bir daha gelecek, buyurdu. Resülullah dönecek dediği için mutlaka geleceğini biliyordum. Tekrar bir şeyler çalmak için geldi. Onu yakaladım ve seni Resülullah'a götüreceğim, dedim.
- Ben fakirim, ehl-ü ıyal sahibiyim. Bir daha dönmem ne olur bu defa da beni bırak, dedi. Ona acıdım bir daha salıverdim. Sabahleyin Allah'ın Resulü:
- Ya Eba Hüreyre, esirinden ne haber? dedi.
- Ey Allah'ın Resulü ben fakirim, ehl-ü ıyalim var. Bana 'acım' deyince salıverdim, dedim.
- O yalan söylemiştir. Bir daha dönecek, buyurdu. Bunun üzerine üçüncü kez onu bekledim. Tekrar geldi, onu tuttum ve Resühıllah'a götüreceğimi söyleyince;
- Bırak beni, sana fayda verecek bir ayet öğreteceğim, dedi.
- Nedir öğreteceğin ayet? deyince.
- Ayetül-Kürsi'dir. Yatacağın zaman onu oku. Onun sayesinde sana hiçbir şey ilişmez. Allah seni koruyacak ve hiçbir şeytan sana ilişmez, dedi. Onu serbest bıraktım. Sabahleyin Resülullah, esirden ne haber? deyince; bana bir ayet öğrettiği için onu salıverdim, dedim.
- Nedir öğrettiği ayet?
- Ayetül Kürsi'dir. Yatarken onu okursan sana birşey zarar vermez, şeytanlar ilişmez, Allah'ın korumasında olacaksın, dedi. Resulullah:
- O yalancıdır. Fakat söylediği doğrudur. O şeytan idi, [634] buyurdu. Burada konumuzla ilgili olan husus, Ayetü'l-Kürsi hakkında şeytanın sözlerinin Resulullah tarafından doğrulanması ve hak olarak kabul görmesidir.
Cahiliye şairlerinden Serid b. Süveyd der ki: Birgün Resülullah'a terkisinde refakat etmiştim. Sefer esnasında Resulullah, Ümeyye'nin şiirlerinden birşey biliyor musun? dedi. Ben de evet, dedim ve yüz beyit kadar okudum. Bunun üzerine Resülullah: Ümeyye müslüman olmaya yaklaşmıştır, dedi.[635] Resulullah cahiliye dönemine ait hikmetli şiirleri dinlemiştir. Buna benzer diğer bir konu da meşhur şair Lebid b. Rabia'nın müslüman olmazdan önce söylemiş olduğu şu mısradır. "Haberiniz olsun, Allah dışında herşey batıldır." Lebid henüz müslüman olmazdan önce bunu söylemiş ve Resulullah da onu bize aktarmıştır.[636]
Başka bir defasında Lebid, henüz müslüman olmazdan "Haberiniz olsun Allah'tan başka herşey batıldır", deyince; Osman b. Ma'zun, doğru söyledin, dedi. Lebid, ikinci mısra olan "Her nimet de geçicidir", deyince; ona itiraz edip, hayır bu defa yalan söyledin, cennet nimetleri fena bulmaz, diye cevap vermiştir.[637] Görüldüğü gibi Osman (r.a) hak ehline yaraşanı yapmış ve ilk mısra hak olduğu için almış, ikincisi de yanlış olduğundan itiraz ederek reddetmiştir.
Velid b. Muğire, iman etmemiş ve Resülullah'ın en azılı düşmanlarındandı. Buna rağmen, Kur'an hakkında hakikati ifade eden şu itirafta bulunmuştur: "Allah'a yemin ederim ki Kur'an çok şirin bir sözdür. Kökü sağlam ve dalları mübarektir." Bu hak sözler batıl ehli azılı bir düşmanın dilinden dökülmüştür.[638]
İbn Cevzi, seleften biriyle şeytan arasında geçen şu diyaloğu nakleder: "Ben şeytanı gördüm, bana şunu söyledi: Önceleri insanlara birşeyler öğretmeye çalışırdım, fakat şimdi ise insanlar bana öğretiyor."[639] Mel'unun sözünde gerçek payı vardır. Çünkü habis ruhlu insanların yaptığı bir çok kötülük şeytanı bile hayrette bırakacak niteliktedir.
Hakkı bilmenin yaşla da herhangi bir ilgisi yoktur. Küçük olduğu halde, hakkı büyüklere öğretmek mümkündür. Kur'an bu bağlamda bizlere İbrahim'in (a.s.) babası Azer'e hakkı söylediğinden bahsetmektedir: "Babacığım, gerçekten sana gelmeyen ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki seni doğru yola çıkarayım."[640] İbrahim (a.s) babasına gerçeği söylemiştir. Buhari sahihinde "küçüklerden hadis alınması babı" konusuyla bir bab açmıştır.[641] Ashabın yaşça küçüklerinden Abdullah b. Ömer şunu anlatır: Resülullah'ın yanında iken, bize müslümana benzeyen bir ağaç vardır, o hangisidir? diye sorunca; cemaatin yaşça en küçüğü olduğum için "Hurmadır" demekten çekindim.[642] İbn Ömer cemaatın en küçüğü olduğu halde Resülullah'ın sorusunu bilmiştir.
Kur'an, gayri müslim veya çocuk bir yana hak, hayvandan bile gelse alınmasını öğretmiştir. Bu konuda Kur'an bize cin ve hayvanların alemine vakıf olan ve aynı zamanda peygamber olan Süleyman'ın (a.s) Belkis'in yeri konusunda Hüdhüd kuşundan faydalandığından haber vermektedir. Hüdhüd ona şöyle dedi: "Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, Sebe'den sana çok doğru bir haber getirdim.'[643] Ayette Hüdhüd'ün Süleyman'ın (a.s) bilmediği bir gerçeği bildiği ve dolayısıyla ondan yararlandığı anlatılmaktadır.[644] Süleyman'ın (a.s) cin ve kuşların dilini bilmesi, onu Hüdhüd'ün frak bildiği bir konudan faydalanmasına mani olmamıştır.
Netice olarak şunu dememiz mümkün; hakkın belirli herhangi bir yer ve zamanı yoktur. Nereden ve kimden gelirse alınır. Hakkı almaktan sarf-ı nazar etmek kibir ve taassub eseridir. [645]
Batıl, Batale sülâsi fiilinin ismi failidir. Sülâsi olarak ele alındığında birinci babtan olup müzari ve masdan şöyledir.
Batale-yebtulü-butlan ve butlanen, çoğulu ebatîle dir. Boşuna gitmek, zarar etmek [646] veya birşeyin yanlış olması demektir."[647]
Müzarisi, yebtılü olarak yani üçüncü babtan geldiği zaman, konuşmasında gayrı ciddi oldu, anlamına gelir. Müzarisi, yebtalu olarak beşinci babtan kullanıldığında, cesur oldu anlamına gelir."[648] Batıl; varlığı olmayan, mâdum (yok) olan, boş yere, haksız ve sebepsiz anlamlarını da verir. [649] Batl ve batıl aynı anlamdadır. Erkek için Battalun denildiği halde, kadın için battaletü denilmez.[650] Batıl, asılsız şey olup hakkın zıddıdır.[651] Değişen ve zevale mahkum olan şeydir. Lebid'in şu sözü aynı manayı ifade eder: Ela küllü şey'in ma hala'llahe batılün "Haberiniz olsun Allah'tan başka herşey batıldır."[652] Dünya geçici olduğu için, ona 'batıl dünya" denmiştir. [653] Aynı fiil, if’al babından yani ibtal olarak gelirse, bir şeyi izale etmek ve ortadan kadırmak anlamını verir.[654] Elbatlü, mücadelede almış olduğu yaraya aldırış etmeyen kahraman demektir.[655] Cesur kişiye battal denilmesinin nedeni, onun rakibinin cesaretini kırmasından dolayıdır. [656] Cürcani ise batılı lügat yönünden şöyle tarif eder:
Hüve 'llezi la yekünü sahihan bi aslihi ev ma la ya 'temidu bi-hi ve mala yüfîdü şey'en
Batıl, kaynağı itibariyle yanlış olan, itimat edilmeyen ve bir anlam ifade etmeyen şeydir.[657]
Dil bilimci ve müfessirlerin ufak nüanslarla verdikleri verilere göre batıl kelimesi, lügat olarak boşuna giden, zarar eden, ciddi olmayan, fani olan, asılsız, doğru ve itimada şayan olmayan ve herhangi bir anlam ifade etmeyen şeydir. [658]
Batıl, her hayır, iyilik ve güzelliği ifade eden hakkın zıddı olduğundan, onun anlam kapsamı da çok geniştir. Batılın olduğu yerde hakkın, hakkın olduğu yerde de batılın yeri olmaz. Bundan hareketle batıl kavramını şöyle tanımlamak mümkün olur: Batıl, hakkı iptal gayesiyle yapılan her iş, san'at ve gayesiz eylemdir.[659] Batıl, Allah için olmayan herşeydir.[660] Kur'ân ve sünnete aykırı düşen şeydir.[661] O Allah'ın yasakladığı her şeydir.[662] Araştırıldığında dayanağı olmayan şeydir.[663] Hiçbir hüküm, hikmet, fayda ve maslahat terettüb etmeyen şeydir.[664]
Bu tanımların her biri batılın tüm kötülük ve şerri kapsadığını ifade etmeye yeterli gelmektedir. Bundan hareketle İslama aykırı düşen tüm fikir, inanç ve ideolojilerin "batıl" kavramı kapsamına girdiğini söyliyebiliriz.[665]
Netice olarak, batılı hakkın zıddı, Kur'ân ve sünnete aykırı, tüm kötülük ve günahları içeren, hikmetsiz ve anlamsız şey olarak tanımlamak mümkündür. [666]
Kur'ân'da ençok kullanılan kavramlardan birisi de kuşkusuz ki "batıl"dır. Kök itibariyle ele aldığımızda Kur'ân'da 26 yerde batıl, 5 yerde mubtil, 5 yerde de fiil olmak üzere toplam 36 yerde geçmektedir.[667] Kur'ân'da 9 anlamda kullanıldığını tesbit ettik; şimdi bunları birer birer inceliyelim. [668]
"Allah hakkın ta kendisi, O'nun dışında taptıkları ise batılın ta kendisidir."[669] Görüldüğü gibi bu âyette batıl, Allah dışındaki şeyleri kapsamaktadır.[670] Şair Lebid'in "Haberiniz olsun Allah dışında herşey batıldır", mısrasındaki "batıl" kelimesi de Allah'ın dışındaki herşey anlamında kullanılmıştır.[671]
Ahkamu'l-Kur'ân sahibi İbnu'l-Arabi de şunları kaydeder: "Allah haktır", dediğimiz zaman onun dışında kalanların batıl olduğu ortaya çıkar.[672] Batılın kapsamına Allah rızası dışında yapılan ameller de girmektedir. Âlimler, Allah'ın güzel isimleri arasında, "Batılı izale eden zat" ismini de zikretmişlerdir. Bu da Allah'ın batıl olan her ameli reddettiğini göstermektedir.
"Batıl, kalbi Allah'tan başkasına bağlamaktır. [673] O, Allah için olmayan herşeydir.[674]
Bu, Kur'ân'da batılın en fazla kullanıldığı bîr anlamdır.
Kur'ân'ın birçok âyetinde bu anlamı rahatlıkla görebiliriz. [675] "Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık.'[676] "Allah ancak bunları hakka göre yaratmıştır. (Sebebsiz yere yaratmamışız.)'[677] Bu âyetlerde Allah'ın kâinatı batıl, başıboş ve anlamsız olarak değil de, hak ölçülerle hikmetle yaratmış olduğu ifade ediliyor. "Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın."[678] "Allah hak ile batılı böyle misal verir."[679]
Batıl, hakkın karşıtı olup, varlığı olmayan şeydir. Küfür, isyan, sihir, meşru olmayan müzik ve eğlence bu bağlamda zikredilebilir.[680] Hak, Allah'ın emirlerini yerine getirmek, batıl ise Allah'ın yasakladığı şeyleri yapmaktır.[681] Dünya geçici olduğu için batıl, ahiret de baki olduğu için haktır.[682]
Kur'ân haktır. Ona batıl hiçbir şey karışmamıştır. Bu anlamda vahiy hak, onun dışında kalanlar ise batıldır. Yani Kur'ân'ın herşeyi vahiy olduğu için haktır, Kur'ân'da vahiy dışı hiçbir batıl yoktur.
Razî, Kur'ân'a hiçbir batıl, yani vahiy olmayan hiçbir şeyin karışmadığını ifade eden "Ona önünden de ardından da batıl gelmez." [683] âyetini şöyle izah eder:
a- Önceki kitaplar, Kur'ân'ı yalanlamadıkları gibi sonradan da onu tekzib edecek herhangi bir kitab gelmez.
b- Kur'ân'ın hak dediği şey hak, batıl dediği şey de batıldır. Ne hak batıl olur, ne de batıl hak olur.
c- Kur'ân, her türlü değişiklikten korunmuştur; ne eksilmesi ne de çoğalması söz konudur. "Kuşkusuz, ki biz Kur'ân'ı indirdik ve onu koruyacak da biziz,"[684]
d- İleride onunla yarışabilecek herhangi bir kitap gelmez.[685] Hülasa; batıl, hak olan herşeyin zıddıdır. Kur'ân, peygamber, İslâm, vahiy, güzellik ve hayır hak kapsamına girdikleri için batıl hepsinin zıddıdır. [686]
Batıl, Allah'a eş ve ortak koşma anlamında da kullanılmıştır.[687] "Onlar hâlâ batıla inanıp, Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?' [688] "De ki hak geldi, batıl zail oldu.'[689]
Bu âyetlerde geçen batıl, "şirk" anlamındadır.[690]
Şirk anlamında batıl için kullanılan deliller burada da kullanılabilir. [691]
Batılın bir anlamı da, birşeyi gerçek dışı anlatmak anlamına gelen yalan yerinde kullanılmasıdır. "Ona önünden de ardından da batıl gelmez."[692] Bu âyette geçen "batıl", yalan yerine kullanılmıştır.[693] "İşte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. [694] Bu âyette de batıl yalan anlamında kullanılmıştır.[695]
Her kötülüğün kaynağı şeytan ile tüm kötülükleri kapsayan batıl arasında yakından alaka vardır. Batılın şeytan anlamında kullanıldığım söyleyen alimler şu âyeti delil göstermişlerdir: "De ki hak geldi; artık batıl ne bir şeyi ortaya çıkarabilir ne de geri getirebilir." Bu âyette "batıl", şeytan yerinde kulanılmıştır.[696]
Kuşkusuz ki batılı temsil eden şeylerden bir tanesi de puttur. Allah dışında ibadet edilen, saygı gösterilen şey anlamına gelir.[697] "Batıla inanıp Allah'ı inkâr edenler var ya işte ziyana uğrayacaklar onlardır."[698]
Ayette geçen batıl, "put" yerine kullanılmıştır.[699] İbn Cevzî de batılın putlara yapılan ibadet yerinde kulanıldığını söylemektedir.[700] Resûlullah (s.a.s)'ın Mekke'nin fethi sırasında Ka'beye girince elindeki değnek ile putları devirip; "De ki hak geldi, batıl zail oldu." [701] âyetini okuması da batılın put yerinde kullamldığını gösterir.[702]
Put, İslâm inancına göre batıl şeyler kapsamındadır. İmkan nisbetinde onlarla mücadele edilmesi ve izale edilmeleri gerekir. Yukarda geçen âyet, müslümanın imkânı nisbetinde gördüğü kötülüğe mani olmasını emretmektedir.[703]
Batıl, if’al vezninde geldiği zaman iptal, izale edici ve amelleri boşuna çıkaran anlamlara gelir.[704] Bu anlama geldiğine şu âyetler delildir:
"Ey iman edenler, Allaha ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve eziyet etmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın."[705] "Ey iman edenler, Allah ve Resulüne itaat edin. Antetlerinizi boşa çıkarmayın"[706] Bu âyetlerde batıl, amellerin iptal edilmesi anlamındadır.[707] Muasır alimlerden Şarbasî, Allah'ın Esma-i Hüsnasi arasında "batılı izale eden" ismini de zikretmektedir. [708]
İslâm her türlü haram ve haksız kazanca karşıdır. Batıl, her türlü haksızlık ve zulmü kapsadığı için tüm haram ve yasak alışverişler, muameleler ve kazançlar onunla ifade edilmiştir. "Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin."[709] ayetini geniş olarak ele alan İbn Aşur, "haksız yollar" kavramını şu şekilde izah etmektedir: Malları haksız yollarla yemenin birçok biçimi vardır.
a- Hile ve hırsızlık gibi herkesin haram bildiği biçim,
b- Rüşvet ve faiz gibi haram yollarla şer'an haram sayılan yollar,
c- Âlimlerin naslardan istinbat ettiği yasaklar.[710]
İmam Malik'ten (v.179/795) satrancın hükmü sorulunca, "Hak (ortaya çıktıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır." [711] âyetini okuyarak onu haramlar kapsamında saymıştır.[712]
Hamdi Yazır da, hırsızlık, hıyanet, kumar, faiz, fasid mübadeleler, israf, sefahat ve meşru olmayan herşeyi batıl kapsamına almaktadır.[713] Karşılıksız olarak malı zimmete geçirmek,[714] haram şiirlerle kazanç elde etmek,[715] çocuk ve delinin yaptığı alışveriş [716] de batılın kapsamı dahilinde zikredilmiştir. Hak, şeriatın güzel gördüğü şey olunca, batıl da şer'an çirkin görülen şeydir, denilebilir.
Resûlullah (s.a.s) birçok eğlenceyi de batıl olarak nitelendirmiştir. Özellikle cihad, eğitim, nişan, okçuluk ve yüzme gibi insana fayda ve sevab sağlayan eylemleri hak, sevab getirmeyenleri de batıl kapsamına almıştır.[717] Keza Kur'ân'a aykırı olarak yapılan tüm şartları velev ki yüz defa bile tekrarlansın, batıl muameleler kapsamında zikretmiştir.[718]
Netice olarak batılın, Allah ve hak dışında kalan herşey ile şirk, küfür, yalan, şeytan, put, amellerin iptal edilmesi, zulüm ve haksızlıkla kazanç ve menfaat elde etme anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz. [719]
Fesede kökünden ism-i faildir. Fesad, nefis, beden ve eşyanın doğruluktan sapması veya bir şeyin rayından çıkması anlamındadır.[720] Kur'ân'da günah, helak olma, kıtlık, mahsulün azalması, anarşi, harab olma, zulüm ve sihir manalarına gelir.[721] Aslında meşru olan fakat, meydana geldiği zamana göre meşruluğunu kaybeden muamelelerdir.[722]
Cuma vaktinde yapılan alışveriş bu bağlamda zikredilebilir. Alışveriş aslında meşrudur. Fakat alışverişin geçersiz olduğu bir zamanda yapıldığı için geçersiz hükmündedir. [723]
Dalalet, hidâyetin zıddı olup, yoldan sapma anlamındadır.[724] Kur'ân'da, batılda olduğu gibi hakları karşıtı olarak kullanılmıştır. "Haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır.[725]
Hayır ve haktan uzaklaşmak,[726] mal v.s. şeylerde zarar etmek anlamındadır.[727] Kur'ân'da ise acizlik, aldatma, dalalet, eksilme ve ceza anlamlarına gelir.[728]
Kötülüğü ifade etmede en kapsamlı kavramlardandır. "Akl-ı selimin çirkinliğine hüküm verdiği şeydir.[729]
Birşeyin kaybolması, yok olması, ölmesi anlamındadır.[730] Kur'ân'da ise, fesad, ölüm, dalalet ve azab anlamlarına gelir.[731]
Delilin geçersiz olması, kaygan yer,[732] geçici ve batıl anlamlarına gelir.[733] "Daveti kabul edildikten sonra hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur.' [734] Ayetinde olduğu gibi, kaygan yer ve her türlü kötülüğü içeren "Dahida" kelimesi, batıl kavramıyla birçok yönüyle müşterektir. [735]
Batıl, cahilliyye ve küfür, tarihin birçok döneminde değişik isimlerle anılmış ise de asıl itibariyle birdir. Kur'ân çeşitli dönemlerde gelip geçmiş batıl taraftarlarının peygamberlere değişik yöntemlerle fakat aslında aynı şeyleri söylediklerinden haber yermektedir.
"Sana senden öncekilere söylenenden başkası söylenmiyor."[736] "Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir âyeti gelmeli değil miydi ? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benzerdi."[737] "Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur.'[738]
Bu âyetler, küfrün tek bir millet olduğunu göstermektedir.[739]
Merhum S. Kutub şunları der: "Ne tuhaftır ki bugün İslâm'a karşı çıkanlar, geçmiş batıl fırkalardan başkaları değildir. Bir kısmı beynelmilel Siyonizm ismi altında, diğer kısmı haçlılar ismiyle, bir kısmı da beynelmilel kominizm namı altında İslâm'a karşı durmaktadırlar."[740]
Her dönemdeki batılın gayesi bir olmuştur. Hakka karşı çıkmak, insanları köleleştirmek ve Allah'ın hak dini yerine, yeni ısmarlama dinler ortaya koymaktır. Kur'ân'ın ifadesiyle "Sanki onu birbirlerine vasiyet etmişler." Asırlar önce söylenenler ile yeni söylenenler birbirine çok yakın, aynı mecliste karşılıklı oturanlar ancak bu kadar yakın ve bu kadar benzer hedefleri ortaya koyabilmektedirler.
Batıl, taraftarlarının her asırdaki ortak özellikleri, iftira, saf zihinleri karıştırmak için şüpheler yaymaktır.[741] "Hak ortaya çıktıktan (sonra) sapıklıktan başka ne olabilir?'[742] Bu âyete göre hak ile batılın dışında üçüncü bir seçenek yoktur. "Feodalite devri ile kapitalizm ve kominizm devri arasında fark yoktur. Hepsi de Allah'tan başka şeylere kulluk ve kölelik etmenin hakim olduğu dönemlerdir. Hepsi de cahiliyyedir. Hepsi de Allah'ın indirmediğiyle hükmetmektedirler. Hepsi de toplumları efendiler ve köleler olarak ikiye ayırmaktadırlar. Yasa koyan efendiler ve efendilerin koyduğu yasaları uygulayan köleler. Bu tarihi devirleri arasında yüzlerce cüz'i fark olduğunda şüphe yoktur. Bu fark insanların maddi ve ilmi durumlarından yerin ve göklerin enerjilerini hizmete sunma noktasında ulaşmış oldukları mesafeden ve her sistemde efendinin köleye karşı olan taşkınlığının derecesinden kaynaklanmaktadır. Ancak hepsi tek bir özde toplanmaktadır. O da Allah'ın koymuş olduğu esaslar dışında başka şeyle hükmetmek. Öz bakımından Hanibal ve düşmanları arasında veya Napolyon ile düşmanları arasında ve Hitler ile düşmanları arasında fark yoktu. Bu komutanların şahsiyetleri arasında yüzlerce cüz'i farkında olduğu şüphesizdir. Öz itibariyle eskiden İran imparatorluğu ile Yunan imparatorluğu, Britanya, Fransa, Çarlık Rusya arasında fark yoktu."[743]
Batıl taraftarlarının her dönemde özde aynı yöntemlere başvurduklarını tarihi seyir içerisinde örneklendirmek yararlı olur. Batıl taraftarları, hak öncüleri peygamberlere, birbirine çok yakın yöntemlerle karşı çıkmışlardır. İşte peygamberlere kavimleri tarafından takınılan tavırları Hz. Nuh'a (a.s) ve söylenen sözler: "Allah'tan korkun ve bana itaat edin (deyince) onlar şöyle. cevab verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tabi olurken biz sana iman eder miyiz hiç.?"[744]
Hz. Hud (a.s)'a söylenenler: "Kavmimden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz, bizden basit görüşte hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz.'[745]
Hz. Salih (a.s)'e söylenenler: "Büyüklük taslayanlar dedilerki biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.'[746]
Hz. Şuayb (a.s)'e söylenenler: "Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: Ey Şuayb seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize dönersiniz."[747]
Hz Lut (a.s)'a söylenenler: "Kavminin cevabı: Onları (Lut ve taraftarlarını) memleketimizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış! demelerinden başka birşey değildi."[748]
Hz. İbrahim (a.s)'e söylenenler: "(Kavmi) eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin'[749]
Hz. Musa (a.s)'ya söylenenler: "Firavn'un ileri gelenlerinden dediler ki : Musa'yı ve kavmini seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacaksın? (Firavun) biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz, dedi."[750]
Hz. İsa (a.s)'a söylenenler: "Hatırla ki Meryem oğlu ha: Ey İsrailoğulları ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed isminde bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o kendilerine açık deliller getirince, bu apaçık bir büyüdür, dediler."[751]
Son peygamber Muhammed (s.a.s.)'e söylenenler: "Sizin dininize uyanlardan başka hiç kimseye inanmayın.[752]' "Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber, (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor, ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı.'[753] "Nerede onlarda öğüt almak, oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve bu öğretilmiş bir deli dediler."[754]
Bu misalleri ayrıntılarıyla konumuzun esasını teşkil eden "Kur'ân'da Hak-Batıl mücadelesi" bölümünde aktaracağız. Değişik peygamberlere söylenen sözler ve takınılan tavırlar arasında birçok yandan benzerlik görmekteyiz. Şöyle ki:
1- Kendilerine karşı tavır koyanlar, makam ve saltanatlarından korkan elebaşlardır.
2- Peygamberler ve taraftarlarını ayak takımı ve düşük kimseler olarak nitelendirmişler. Onlarla bir arada kalmayı nefislerine yedirmemişlerdir.
3- Peygamberlere aklî ve ilmi delillerle karşı çıkacakları yerde onları, öldürme, sürgün v.s ile tehdit etmişlerdir.
4- Kibir, batıl taraftarlarının ortak özelliklerindendir.
5- Batıl taraftarları, hak taraftarlarını dini değiştirme ve bozgunculakla itham etmişlerdir.
6- Kuvvet ve dünyevi imkânları üstünlük vesilesi kabul etmişlerdir.
7- Zaman zaman gülünç duruma düşmüşler ve sünnetullaha aykırı isteklerde bulunmuşlardır.
8- İftira ve yalan, başvurdukları yöntemlerin başında gelmektedir.
Bu ve benzeri yüzlerce ortak özellik, geçmiş batıl ile çağdaş
batılı birleştirmektedir.
Netice olarak, batılın her dönemde öz ve gayede bir, fakat isim ve şekilde çeşitlilik arz ettiğini söyleyebiliriz. [755]
Batılda aslolan farklılık ve çeşitliliktir. Öz ve gaye itibariyle ele aldığımızda, batılın zaman zaman çok sayıda dalı olan bir ağaç durumuna geldiği görülecektir. İslâmî naslar da bu yaklaşımı desteklemektedirler. Bunu basit bir aritmetiksel işlem ile de göstermek mümkündür. 2X2'nin doğru tek bir sonucu vardır, o da dörttür. Dört dışındaki bütün sayı ve niteceler yanlıştır. Rakamların çok değişik olması neticeyi değiştirmemektedir. Tüm yanlış rakamlar doğru olmayan neticede birleşmektedirler. 2X2'nin neticesini 3 veya 5 göstermek yanlış olduğu gibi sözgelimi 100 veya 500 göstermek de mümkündür. Bu rakamların tümü yanlış olmada birleşirken doğru olan "dört" rakamına aynı mesafede uzak değillerdir.
Batılın dalları olan şirk, küfür ve nifak da akidevi, ameli, büyük, küçük, şeklinde ele alınabilmektedirler. Muaattıla, Batiniy ve Dürziler, Yezidiler vs. sapık ekoller de batılın çeşitlilik arzettiğinin bir kanıtıdır.[756] Kur'ân'da batılı simgeleyen kavramlardan "zulümat" kelimesinin tekil değil çoğul gelmesi[757] batılın dal-budak verdiğinin diğer bir kanıtıdır. Gazzali, batılın çokluğu ve çeşitlilik arzetmesinden dolayı, onu sınırlandırmanın da mümkün olamayacağını beyan etmektedir.[758]
Kur'ân, Ehl-i Kitabtan söz ederken hepsinin aynı derecede olmadığını vurgulamaktadır. "Hepsi bir değildir. Kitab ehli içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.'[759] Kur'ân karanlıklar ile aydınlıklar arasını ayırırken dost ve düşmanlar arasım da ayırmıştır,[760] İslâm fıkhında, gayr-ı müslimlerin; harbi, sulh ehli, zimmet ehli, eman verilenler şeklînde değerlendirilmeleri de batılın aynı derecede olmadıklarını gösterir.[761]
Kur'ân, düşmanlık ve müslümanlara verecekleri zarar itibariyle müşrik, Yahudi ve Hristiyanlar arasında fark gözetlemiştir. "İnsanların, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. İnsanlar içersinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da, Biz hristiyanlarız diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahibler vardır. Onlar büyüklük taslamazlar."[762] İlâhî adaletin hassaslığı bu âyette de göze çarpmaktadır. Allah Teâla zatı hakkında teslis inancına sahip hristiyanların, hakka yakın meziyyetlerini zikretmiş ve onların bir kısmını "müslümanlara en yakın" diye nitelendirmiştir. Aynı âyette dikkatlarımızı celb eden diğer bir konu da yahudiler için "en şiddetli" tabirini kullanmış olmasıdır. Hz. Musa (a.s) zamanından beri yahudilerin tarihi incelendiğinde, mel'un kavmin binlerce peygamberi nasıl şehid ettikleri, Resûlullah (s.a.s) döneminde İslâm toplumuna nasıl komplolar düzenledikleri ve bugün için dünyayı, özelikle İslâm ülkelerini nasıl kan ve savaş alanına dönüştürdükleri ortaya çıkacaktır.
"Allah, bu âyetle batıl ekollerin zararlarını kabul etmekle beraber hepsinin aynı derecede olmadığını ortaya koymaktadır. Bazısının düşmanlığı diğerinden artabilmektedir. Hristiyanlardaki ruhbaniyet ve alçak gönüllülük onları müslümanlara diğer fırkalardan daha çok yaklaştırmaktadır."[763]
Henüz müslüman olmamışken Hristiyan bir lider Necaşinih Ashaba gösterdiği yakınlık da bunun bir ifadesidir. Resûlullah (s.a.s)'ın tüm kavim ve topluluklardan Ashabım Necaşi'nin yanına göndermesi ve "orada zulmetmeyen bir idareci var."[764] demesi de, tüm batıl ekollerin İslâm'a ve müslümanlara aynı uzaklıkta bulunmadığını göstermektedir. Keza Resûlullah (s.a.s)'a iman etmiyenlerin tavrı da bir değildi. Ebu Cehil ve Ebu Leheb'i karşılaştırdığımızda, ikisinin de batılı seçmede, yani iman etmeme ve Resûlullah'a akraba olmada birleştiklerini, diğer taraftan, Ebu Talib'in Resûlullah (s.a.s)'ı himayesi altına aldığı ve onu koruduğunu, Ebu Cehil'in ise en azılı düşman gibi hareket ettiğini ve Resûlullah (s.a.s)'a çok büyük zarar verdiği ise bilinen bir gerçektir. Cehennem tabakalarının bir olmaması ve münafıkların en alt tabakada bulunacakları[765] da, batılın zarar ve şiddet yönünde bir olmadığını gösterir. Muhtelif hastalıklar insanlara zarar verme özellikleriyle birleştikleri halde zarar ve tedavi konusunda bir değillerdir. Grip ile kanser birer hastalık oldukları halde birçok yönleriyle de ayrılmaktadırlar.
Netice olarak; batılın öz ve gaye itibariyle bir olduğunu, çeşitli batıl fraksiyonlarının adres ve isimlerinin değişik ve ayrı olması, onları batıl olmaktan kurtarmadığını, bununla beraber, İslâm'a zararları veya İslâm'a yakın bazı meziyetlerini gözönünde bulundurursak aralarında bir takım nüansların bulunduğunu söyleyebiliriz. [766]
Batılın çok sayıda dal ve şubeye ayrılması gayesini değiştirmez. En büyük gayeleri, Allah'ın dinine karşı tavır koymaları ve İslâm nurunu söndürmeye çalışmalarıdır.
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.'[767] "Ey iman edenler, biliniz ki hahamlardan ve rahiblerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah'ın yolundan engellerler.'[768] "Yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrib etmek ve nesilleri bozmak için çalışırlar.'[769]
Hz. Musa'nın (a.s) Firavun'a söylediği şu söz de batılın önemli bir gayesini ortaya çıkarmaktadır. "O, nimet diye başıma kaktığın ise (aslında) İsrailoğullarını kendine kul köle etmendir."[770] Bu âyetler batılın gayelerini şu şekilde ortaya koymaktadırlar.
1- Allah'ın nurunu söndürmeye çalışırlar. Kur'ân'ın din yerine aydınlık anlamına gelen "nur" kelimesini kullanması dikkat çekmektedir. Nur insanın önünü aydınlatır, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmasına vesile olur. Batıl ise, nıüslüman ile dünyasını aydınlatan, hayatına yön veren ışığı söndürmek istemektedir. Tıpkı evi soymak isteyen hırsızın, evin ışık ile olan irtibatını koparmaya çalışması gibi.
2- Batıl, insanların mal ve servetlerini haksız yere almak ister. Din kisvesi altında batıl yöntemlerle onları sömürmek ister.
3- Allah yolunu tıkamaya çalışırlar. İnsanları dine girmekten engeller.
4- Yeryüzünde fesad çıkarır; ekinleri, tarlaları, ziraatı yok eder, bombalar, kimsayal maddeleri kullanır ve nesli akim bırakır. Çeşitli vesilelerle nesilleri bozar. Çoğalmasına engel olur.
5- Hz. Musa (a.s)'ın Firavun'a, "İsrailoğullarını kendine kul ve köle etmendir", demesi batılın gayesinin önemli bir yönünü ortaya koymaktadır. Firavun ve güruhu batılda niçin kaldıklarını şu şekilde açıklamışlardır: "Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama (Musa've Harun'a) inanır mıyız.?' [771] Hz. Musa (a.s)'ın Firavun'a söylediği şu söz çok anlamlıdır:' "O, nimet diye başıma kaktığın ise (aslında) İsrailoğullarını kendine kul köle etmendir.'[772] Yani Firavun, Hz. Musa'yı iyi bir niyetle büyütmedi. Aksine, doğan çocukları kendisine karşı çıkmaktan alıkoyma ve yoketme gibi kötü bir niyeti vardı. Yani Firavun, İsrailoğullarını köleleştirmek istiyordu. Çünkü onun zulmünden korkan annesi onu denize atmıştı. Hz. Musa'nın annesinin kucağında büyümesine de imkân vermemişti. Üstelik bunu minnet konusu da yapıyordu.[773]
Batılın gayesi, tağuti yani dindışı bir hayat için mücadele vermektir. Kur'ân buna da açık bir biçimde değinmiştir: "İnanamayanlar tağut yolunda savaşırlar.'[774] "Tağut önünde muhakeme olmak isterler.'[775] Batıl ekollerinin hepsi de Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezler. Hepsi de insanları, Allah'a kul olmaktan kula kul olmaya davet ederler. Biraz daha mal veya güç elde etmek için veya mal veya iktidarın kendilerine fırsat vermesi ile daha fazla nimetlerden faydalanmak için, cemaatı cemaatla, milleti de milletle çarpıştırırlar. Böylece harpler yeryüzünü doldurur.' Böyle harplerde galip mağlubtan ayrılmaz. Hakkı gerçekleştirmeyi ve batılı kaldırmayı amaçlamaz. Farklılık ancak sayıda, silah ve araçta, çarpışmadaki dayanma gücündedir.[776]
Bunun en iyi uygulamalı örneği eski Roma imparatorluğu yeryüzüne hükmedince zulüm yayıldı; öyleki meşhur "Roma adaleti!" sadece o toplumda az sayıda olmakla beraber efendileri oluşturan Romalılar'a münhasır kalmakta, onların mülkü sayılmakta olan halk ise onlara köle olmaktaydı. Görevleri devlete hizmet etmek, onu kanunlarıyla himaye etmek ve Romalı efendilerinin lükse, sefahata ve ciddiyetsizliğe varan bir bolluk derecesinde yaşamaları için çaba sarfetmekti.[777]
Netice olarak, batılın gayesinin, insanları Allah'a kulluk etmekten alıkoymak, sömürmek, insanları insanlara kul etmek, maddi-mânevi değer ve varlıklarını gasbetmekten ibaret olduğunu söyleyebiliriz. [778]
Batıl kavramı içine tüm kötülük, günah ve çirkin eylemlerin girdiğini vurgulamıştık, İslâm'da cihad, ibadet, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma gibi ibadetler batılın önünü kesme ve hakkın üstünlüğünü gerçekleştirmek içindir. "İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir azab vardır."[779] "Mü'minler arasında fitne-fesadı yayanlar yaratılmışların en kötüleridir. Hiçbir surette Allah onlardan razı olmaz ve onları tevhid inancını almaya muvaffak kılmaz."[780]
Kur'ân batılın yayılmasına engel olanları "erdemli kişiler" olarak zikreder: "Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya."[781] Bunun yanında batılı yaymayı da şeytanların eylemi olarak nitelendirir. "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar."[782] İnsî ve cinnî şeytanların peygamberlere bile batılı süslemeye ve onları aldatmaya kalkışmaları sözkonusu iken, diğer insanların durumunu tahmin etmek hiç te zor olmasa gerek. Peygamberlerin davası önüne çıkan, onu engellemeye kalkışan her hareket, hem aldatma hem de yaldızlı sözler ve hak ile batılı karıştırmak kapsamına girer.[783]
İbn Kayyım da batılı propaganda etmeyi şeytanın eylemleri arasında saymaktadır. "Şeytanın tuzaklarından birisi de insanın aklını çelmesidir. Bundan ancak Allah'ın istisna ettiği kişiler kurtulabilir."[784]
Allah, müslümanların özelliklerini sayarken onlardan birini de, "Allah'a teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu arayanlardır. Hak yoldan sapanlara gelince onlar cehenneme odun olmuşlardır." [785] biçiminde zikreder. Ayette geçen fiil esleme dir. Allah'a teslim olmuş kişi veya müslüman demektir. Özelliği de "rüşdü" yani en sağlam şeyi, hakkı ve gerçeği arayandır. Batılı hakka tercih edenler ise cehenneme odun olmuşlardır. "Batılı kabullenmek, onun taraftarlığını kabullenmek, cehennem ateşiyle neticelenen bir olgudur. Kim herhangi bir şahıs veya otoritenin etkisinde kalarak, haktan yüzçevirip batıldan yana tavır koysa,; ona boyun eğmiş olur ki bu İslâm inancında büyük günahlardandır. "Onların çoğu ortak koştukları halde Allah'a iman etmektedirler.'[786] Batıla değil katılmak, onlara meyletmenin cezası bile ateşi gerektirmektedir. "Zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur."[787]
Nesefî, (v.508/1115) amellerin kabul edilmesini hakka bağlı olmaya bağlamaktadır. "İman edip yararlı işler yapanların, Rableri tarafından hak olarak Muhammed'e indirilene inananların günahlarını Allah örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.'[788] Mü'minlerin günahlarının affedilmesi hakka tabi olmalarından olduğu gibi, inkâr edenlerin de amellerinin boşa gitmesi batıla uymalanndan dolayıdır.[789]
Önceden geçtiği gibi Malik b. Dinar (v.131/748), "Hak ehliyle taşları yüklemek, batıl ehliyle tatlı yemekten daha iyidir",[790] demektedir. Ahmed b. Hasan el-Anberi (v. 168/784 ) "Batıla baş olacağıma hakka ayak olmayı tercih ederim"[791] Fudayl b. İyaz, "bid'at (batıl) ehli yanına girme, çünkü onlar insanları haktan çevirirler", [792] demektedirler.
Hak ile beraber olmak, batıl ve onun taraftarlarından ırak olmayı gerektirir.
"İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp da taptıklarınızdan uzağız. Sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.[793] Onların çoğunun inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azab için de devamlı kalıcıdırlar.[794] "Kim tağutu reddedip, Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır."[795]
Tüm bu âyetler, batıl ehline buğz etmeden mümin olunamayacağını göstermektedir.[796]
İmam Taberî (v.224/839), "(Allah) kitapta size şöyle indirmiştir ki; Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir."[797] ayetinin tefsirinde şunları demiştir: "Allah'ın âyetleriyle alay edenlerle oturursanız siz de onlar gibi olursunuz. Ayet sarih olarak tüm batıl ehli ile oturmayı reddetmektedir. Bunlar ister kâfir, ister bid'atçı, isterse de fasık olsun değişmez.[798]
Resûlullah (s.a.s), batıl ve zulüm ehli olmayı kesin bir ifade ile yasaklamış ve onlarla beraber olanlarla herhangi bîr alakasının kalmayacağını beyan etmiştir. "Benden sonra (zalim) idareciler çıkacaktır. Kim yalan ve zulümlerine rağmen onları doğrular, onlara yardımcı olursa benden değil, benim de onlarla bir alakam kalmamıştır. Havz-ı kevser başında benimle bir araya gelemezler. Kim de onları doğrulamaz ve onlarla beraber olmazsa bendendir. Ben de onlarla beraberim. Havzımın başında beraber olacağız."[799]
Reşid Rıza da "Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.'[800] ayeti hakkında şu yorumu yapar: "Bu âyet, batıl taraftarlarının istek ve arzularına uymanın zulüm olduğunu, dolayısıyla böyle yapan birinin zalimlerden olacağını göstermektedir. Ayet, bu tehdidiyle en büyük insana yöneltildiğine göre, diğerleri için elbette daha da şiddetli olur. Ayette hitabın ümmet yerine Resûlullah (s.a.s)'a yapılmış olması da şundandır. İyi bir gaye ile de olsa insanların arzularına uymanın, sahibini hak yoldan batıl yola koyan büyük bir zulüm olduğunu göstermek içindir."[801]
Netice olarak şunu diyebiliriz: İman ehlinin batıl ile olmaları asla helal olmaz. Batıl ile olmak imanı zedeleyecek derecede büyük bir günahtır. [802]
Batıl ile beraber bulunmanın, hatta ona meyletmenin bunca zarar ve sakıncası varken, onun rağbet ve taraftar bulunmasının birçok nedeni vardır.
Hakka karşı çıkma nedenlerinin bir çoğu batılın geçici de olsa üstün gelmesi ve taraftar bulmasından kaynaklanmaktadır.
"İnkarcıların refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın. Azıcık bir menfaattir." [803] Batıla geçici ve kısa bir süre tanıma azıcık bir menfaattir. "Allah, batıla geçici zaferini gördüğünde taşkınlığını artırması için mühlet verir. Bu durum batılı aldatır ve batıl taşkınlığını artırır. Batılın kabarma devresi, hakkın zafer için hazırlık dönemidir. Altın ve gümüşün ateş içine atılması, tam anlamı ile içine karışan yabancı şeylerden arınıp, kıymetli ve yüksek değere ulaşması içindir. Müslümanların imtihanı, nefislerindeki günahların temizlenip yücelmesi, ancak değişik musibet ve sıkıntılarla mümkündür. İşte bu imtihan ateşi onları eritir, nefislerindeki şehvetlerden ve boş arzulardan oluşan pisliği çıkararak Allah için tam bir ihlas noktasına ulaştırır."[804]
Batılın üstün gelmesinin diğer bir nedeni de; mü'min ile münafığın ayrılmasıdır. Resûlullah (s.a.s)'ın bizzat komuta ettiği Uhud savaşının neticesini tahlil edersek; mağlubiyet gibi görülen bu savaşta bile, müslümanlar açısından büyük dersler mevcutur. "Eğer müslümanlar devamlı olarak galib gelselerdi, mü'minlerin arasına birçok münafık katılır, sadık ile hain birbirinden ayrılamazdı. Bu da imtihan hikmetini ortadan kaldıracaktı. Sünnetullah gereği müslümanlar yenilince münafıklar ortaya çıktı. Müslümanlar da onların güç ve sayılarına göre tedbirlere başvurup hazırlık yaptılar. Bu savaştan çıkarılan diğer bir netice de bu sayede mü'mînlere şehadet mertebesi hasıl olurken, batıl taraftarlarının da küfürlerini artırıp yok olmalarına ortam sağlandı.[805]
Batılın üstünlük sağlaması, hak ehlinin uyanmalarına ve buna göre hazırlık yapmalarına da neden olur. "Batıl taraftarlarının, hak ehline saldırmaları bir bakıma ilahi bir uyan niteliğini taşımaktadır. Saldırı hak ehlinini kimliklerine dönmelerine imkân sağlar. Ayrı bir toplum olduklarını hatırlatır. Gereken hazırlık ve ortamı sağlamalarına neden olur.
Allah'ın hiç kimseye neseb ve akrabalığı sözkonusu değildir. Hepsi onun kulları ve yarattıklarıdır. İnsanların yakınlığı sadece sünnetullaha yakınlık ile söz konusudur. Allah'ın yardımı da hikmet iledir. "Mü'minlere yardım etmek bize düşen bir haktır.[806]
Batılın üstünlüğü de batıldır. Yani insanlara, batıl taraftarlarına herhangi bir yarar sağlamamaktadır. "Hırsızların kurmuş oldukları şebekeyi görmüyor musun? işlerini açığa vurmamak için kendi aralarında yaptıkları yemine saygı duymak, saklamaya söz verdikleri şeyleri aralarında adaletle paylaşmak ve kendi şebekelerinden düşkün olanların yardımına koşmak... Daha buna benzer şeylerle yalnız ve yalnız kendi aralarında teamül halinde getirdikleri bir nebzecik hakikat onlarla bebaber bulunduğu müddet bütün işleri tıkırındadır. Fakat bu bir nebzecik hakikat bozulur, şebeke dağılır, adaletin pençesi onlan yakalar, yaptıkları hırsızlığın cezası, onları zillet ve hakaretle azaba sürükler. [807] Hırsız şebekesini veya çetelerin masum insanların malını almaları veya onları taciz etmeleri ve onlara üstünlük sağlaması, galibiyetten çok mağlubiyete yakın olsa gerek.
Galibiyet ve yenilginin esasları, Allah'ın kâinatta değişmez kanunları arasındadır. Galibiyet ve zaferin de değişmez kanunları vardır. Ashab zafer için komutana itaat sünetini kırınca, Allah Teâla onlara bile zaferi vermemişti. Kur'ân'da geçen yardım hep şartlara bağlanmıştır. "Ey iman edenler siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder."[808] "Mü'minlere yardım etmek bize düşen bir haktır.' [809] "Zalimlere asla yardım edecekler yoktur."[810] Ayetlerde görüldüğü gibi, Allah hakka yardım etmeyi, Allah'ın dinine yardım etmeyi, kâmil anlamda mü'min olmaya ve zalimlerden olmamaya bağlamaktadır. Konuya açıklık getirir umuduyla Filistin'li bir genç ile İsrail'in sabık savunma bakanı arasında geçen şu tartışmayı nakletmeyi yararlı görüyoruz. Mezkur bakan Filistinli gence elini uzatır ve musafaha yapmak ister. Genç elini vermek istemez. Sebebini soran bakana genç şunlan der: "Siz Yahudiler İslâm'ın düşmanısınız; hürriyetimizi çiğnediniz. Bununla beraber Resülullah (s.a.s)'ın "Siz yahudilerle savaşmadikça kıyamet kopmaz."[811] hadisleriyle müjdelediği günlerin de yakın olduğuna inanıyoruz." Kin dolu bir tebessümle Yahudi şöyle karşılık verir: "Söylediğiniz doğrudur. Hadis de mevcuttur. Bunun aynısını Kitablarımızda görüyoruz. Fakat bunun nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğini biliyor musun? Sizden İslâm diniyle izzet ve şeref bulan bir topluluk çıkıp bizden de tarih ve kültürünü reddeden bir topluluk Çıkınca, okumuş olduğun hadisin müjdesi gerçekleşecek ve İsrail'e karşı üstünlük sağlanacaktır."[812]
Muhammed Kutub da buna yakın bir yaklaşımda bulunur: "Galibiyyetin hak karşısında olması mümkün değildir. Batıl batıla galİb gelebilir. Onu mağlub edebilir. Galib tarafın batıldan uzak olma durumuyla orantılı olması sözkonusudur. Galibiyyet yine Allah'ın kanunlarına uygun olarak geçici bir müddet için taşkınlık ve küfür tarafında da olabilir. Tıpkı Mısır, Yunan, Roma ve ateşe tapan Farslarda olduğu gibi... Hak bazen Allah'ın kanunlarından bir kanuna uygun olarak mağlub olur veya zafer kazanır. Aynı şekilde batıl da Allah'ın kanunlarından bir kanuna uygun olarak bazen kaybeder. "O günleri biz insanlar arasında döndürür durururuz."[813]
Romalılar yeryüzüne galib idiler. Liberalist yorum onları büyük Roma İmparatorluğu olarak isimlendirmektedir. Ancak galibiyetin anlamı yeryüzünde zulmün yayılmasıydı.[814]
Mağlup olan İslâm değil, ilâhî yasalara riayet etmeyen kesimdir. Allah'ın Rahman olması, O'nun rahmet ve yardımının genel olduğunu gösterir. Yani inanan-inanmayan kim hikmetle yola koyulursa, neticeye varacakır. "Evlere kapılarından giriniz."[815] ayetinin bir anlamı da hedefe, gereken şekil ve yöntemle gitmektir. [816] "Kâinatta aslolan hakkın üstün olması ve galip gelmesidir. Batılın ise başarısı geçici ve ârizidir. Çünkü kâinat hak ölçüleriyle yaratılmıştır. Bununla beraber geçici de olsa batılın üstünlüğü karşısında insan aklına şöyle bir soru gelir: Mutlak ilim sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah'ın hak ölçülerle yarattığı bu dünyada batılın üstün gelmesinin ne anlamı olabilir? Bu galibiyet Allah'ın dilediği zamana kadar devam etmektedir. Bu sadece bir imtihandır. Kâinatı ayakta tutan hakkın kanunları olduğu gibi, davaları başarıya götüren ve ayakta tutan da hakkın kanunlarıdır. Gerçek mü'minler, Allah'ın va'di konusunda hiçbir zaman şüpheye düşmemişlerdir. "Bilakis biz hakkı batılın tepesine indiririz de o batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki batıl yok olup gitmiştir."[817] Yani, Allah hak ile batılı bombardıman eder ve onu yok ediverir. Bir hatalarından dolayı mü'minleri yenilgiye uğratsalar, bunun geçici bir süre ve bir imtihan olduğunun farkına varacaklardır. Allah bununla onların taksirat ve ihmallerindan dolayı onları terbiye etmek istemiştir. Onları hakkın zaferi için yetiştirmek istemiştir."[818]
Allah, batıla süre tanımaktadır. Bu fırsat, batıl ehlinin hem hakka dönüşlerine imkân sağlamak hem de azgınlıklarını artırmak için fırsat olabilir. "Kendilerine yapılan uyarılan unuttuklarında, üzerlerine herşeyin (nimetin) kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık.'[819]
Batılın galib gelmesinin diğer bir nedeni de hak ehlinin çaresizliğidir. Batıl bir yayılma alanını bulur, fakat tez dağılır. Onun temelindeki bozukluk meydana çıkar. Elbette hak batılın üstüne çıkar; sabahın, nurun ve aydınlığın, karanlık ve zulmeti boğduğu gibi onu susturur.[820]
Batıl hakkın hareketsizliğinden faydalanarak kendini gösterir. Hak taraftarları, hakkı tebliğ edip neşrettikleri müddetçe onlar aciz mahluklar gibi aydınlıktan kaçmaya çalışacaklardır.
Hakkı neşretmenin dini bir vecibe olmasının bir nedeni de budur. İslâm toplumu hakkı söyleyen fertlerini yitirdiği an sonu gelmiş demektir. Nitekim peygamberimiz bu konuda şunu buyurmuştur. "Ümmetim zalime "sen zalimsin" demekten çekindiği zaman artık onda hayır kalmamıştır." [821] Bu konuda İmam Ali (r.a)'dan nakledilen şu söz de bu gerçeği ifade etmektedir: "Batıl taraftarları yanlış oldukları halde birlikteliğin meyvesini almaktadırlar. Hak taraftarları ise haklılıklarına rağmen dağınıklığın cezasını çekiyorlar."[822]
Görüldüğü gibi batıl taraftarları, hak ehlinin gafletinden yararlanarak üstün olabilmektedirler. Ucuz bir emrivaki galibiyetin Allah katında pek değeri yoktur. Hak taraftarları bu konuda gereken fedakarlığı göstermeseler netice gecikebilir. Zahmetsiz ve çabasız bir zafer elde edilebilseydi, başta Allah'ın en seçkin kulları olan peygamberler için gerçekleşecekti. Fakat onlar bile zaman zaman "Allah'ım, yardım ne zaman!" diye feryad etmişlerdir. "Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenlerin size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü'minler, Allah'ın yardımı ne zaman? dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."[823]
Zaferin gecikmesinin diğer bir nedeni de henüz İslâm toplumunun hakkı kabullenmeye hazır olmamasıdır. Çünkü böyle bir durumda hak galib gelse henüz yeni İslâm'a sarılmış toplumun onu kaybetme kuşkusu vardır. Onu koruyacak seviyede değildir.
Hakkın galibiyetini geciktiren diğer önemli bir neden de müslümanların hak için gereken fedakârlığı göstermemiş olmalarıdır. Çünkü fedakarlık olmadan galibiyet sözkonusu olmaz.
Zaferin gecikmesinin bir nedeni de, hak taraftarlarının Allah ile olan bağlarının gevşemesidir. Bu sayede Allah'a daha fazla yalvaracaklar, dua edecekler ve öz eleştiride bulunacaklardır.
Zafer bazen de mücadelenin Allah rızası olmaması ve ona bazı şaibelerin karışmasından dolayı gecikebilmektedir. Ganimet, mevki v.s. sözkonusudur. Oysa mücadelenin sadece Allah rızası için olması gerekmektedir... Resûlullah (s.a.s); "Kim İslâm yücelsin diye mücadele ederse, o Allah yolundadır." [824] buyurmuştur.
Batılın üstün gelmesinin diğer bir nedeni de, batılın tam olarak hayırdan soyutlanmamasıdır. Oysa Allah hayrı batıldan tam olarak soyutlamak ister ki bu sayede mağlub olan hakla, karışık bir batıl olmasın. Yüzde yüz herşeyi batıl olan yenilsin. Hakla karışık olan batıl üstün gelse mesele farkedilmez. Basireti zayıf kimseler batılın bu durumuna aldanabilir ve onun yanında yer alabilirler. Batılın galib gelmesinin önemli bir nedeni de İslâm toplumunun, hak adalet ve hayır kurumlarını işletmeye hazır olmamasıdır. Böyle bir durumda hak galib gelse hakkın işlerliği zedelenecek ve üstüne gölge düşecektir.[825]
Hak çeşitli nedenlerden dolayı mağlub olmaktadır. Birçok peygamber, toplumlarının bazı hatalarından dolayı çaresiz kaldıklarını Allah'a arzetmişler ve zafer için dua etmişlerdir. Mağlubiyetle, Allah yanlışta ısrar eden toplumların günahlarından vazgeçmeleri için fırsat tanımak istemiş ve azgınların da tam anlamda helak olmayı hak etmelerini murad etmiştir. Bu cümleden Hz. Nuh (a.s) misal verilebilir. Kavminin azgınlığından dolayı çaresiz bir duruma düştüğünü beyan etmiş ve Allah'tan yardım istemiştir. "(Allah'ım!) Ben yenik düştüm, bana yardım et!'[826] Bu âyetle, Hz. Nuh'un kavmi tarafından sıkıntıya düşürüldüğü ve kavminin helaki için Allah'tan yardım taleb ettiği anlatılmıştır.[827]
Bazen de hezimet olarak görülen neticeler aslında hezimet olmayıp ibret ve zaferdir. M. Ebu Zehra, Uhud savaşına bu açıdan yaklaşmaktadır. "Uhud savaşını hezimet kabul etmek mümkün değildir. Çünkü hezimet, bir tarafın savaş alanını terkedip kaçması demektir. Oysa Uhut'da savaşı durdurmak zorunda kalanlar karşı taraftı. Müslümanların azimleri kırılmadı. Resûlullah (s.a.s) düşmanı kovalamaya devam etti. Herhangi bir taraf için galibiyet sözkonusu değildir. Kur'ân her iki tarafın yaralılarından bahsetmektedir. "(Uhud'da) bir acıya uğradınızsa (düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır."[828] Herşeye rağmen "Uhud" savaşı istifade edilecek ders ve ibretlerle doludur. Şöyle ki
1- Müslümanlar içinde, dünyalık için çarpışan bir kesimin olduğu ortaya çıktı. "Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz. de vardı.'[829]
2- "Ganimet için çarpışanlar, düşman ile mücadele yerine ganimet için didindiler ve onun için düşmanı yenemediler."[830]
Netice olarak, batılın galip olmasının, maddi ve mânevi bir çok nedeninin olduğunu söyliyebiliriz. Hak, galibiyet için gerekli şart ve hazırlığı ortaya koymazsa, batıl bundan yararlanarak atağa geçebilir. Görünürde hezimet gibi görülen birçok durum mağlubiyet olmadığı gibi, her üstünlük de galibiyet değildir. Allah'ın değişmez kanunlarından biri de layık olmayana galibiyeti vermemesidir. [831]
Hak ile batılı karşılaştırmak, tüm hayır, güzellik, iyilik ile tüm şer, çirkinlik ve onların kaynaklarının karşılaştırılması demek olur ki bu da çalışmamızın sahasını aşan çok geniş bir çalışmayı gerektirir. Buradan dolayı konuya genel hatlarıyla ele almayı uygun gördük.
Hak ile batıl tam anlamıyla her konuda birbirine zıt iki kavramdır. Herşeyleriyle birbirine muhaliftirler. Onun için birşey ya haktır ya da batıldır. Bir hakkın içerisine batıldan birşeylerin karışmış olması, hakkı batıl etmediği gibi, batılın da içine haktan bazı şeylerin sirayet etmesi batılı hakka dönüştürmez. Bunun başka bir. biçimde anlatımı şöyledir: "Birşey bir yönüyle hak, başka bir yönüyle de batıl olabilir. Zatıyla mümkün (var olan) başkasıyla varlığını sürdürüyorsa bir yönüyle hak, diğer yönüyle de batıldır. Başkasıyla varlığı sözkonusudur. Mevcut birşeyi ifade ettiği için hak kabul edilir. Kendi cihetiyle de var değildir. Allah dışında herşey zatıyla var değildir. Allah onu yarattığı için vardır. Böyle birşey kendisiyle batıl fakat başkasıyla haktır.[832]
Konu oldukça geniştir. Kur'ân ve sünnete yakınlık veya uzaklıklarıyla değerlendirecek olursak, "Hak, Kur'ân ve sünnete uygun düşen herşey, batıl ise onlara aykın düşen herşeydir."[833] Hak, Allah'a ibadet etmek, batıl ise putlara ibadet etmektir.[834] Batılın taraftarları inanmayanlar olduğu halde hakkın taraftarları inananlardır.[835] Hak, vasfını mutlak hakikat olan Allah'a olan yakınlık ve ona imtisal derecesinden alır. Batıl da geçersizliğini, Allah'a olan uzaklığı, ondan olan kopukluğu ve rızasına olan muhalefeti oranında alır. Birşeyin kaynağı Allah tarafından ise o haktır. Allah'tan gayrisi tarafından ise o batıldır.[836] Başka bir anlatım ile hakkın kaynağı Allah, batılın ise Allah'ın dışında olan şeylerdir.
"Hak ile batılın kapsamları çok geniştir. Onun içindir ki batılın İslâm karşıtı olarak kullanılması bir rastlantı değildir. Hak sadece teorik olarak kullanılmaz. O, sadece düşünceden de ibaret değildir. Yani birisi iyi düşünüyorsa "hak üzerinedir" denilmez. Hak tüm hayırları kapsar. Batıl da öyledir; tüm kötülükleri içerir. O, sadece teoriden ibaret değildir. En geniş anlamıyla tüm yanlışlık ve sapmaları kapsar."[837]
Görüldüğü gibi hak ve batıl tüm hayır ve şer çeşitlerini içermektedirler. Merhum S. Kutub, bu iki kavramın anlam alanlarını şöyle izah etmektedir: Hak, yer ve göğün üzerinde bina edildiği, tüm eşyanın kendisiyle kaim olduğu gerçektir. Hak, ulûhiyet, idare, tedbir ve takdiri Allah'a tahsis eder. Yer, gök ve tüm kâinatın ibadetini ortaksız ve sorgusuz olarak ona özgü kılar. Batıl ise, yeryüzünde hakkın önüne engeller koyan, insanlar üzerinde dilediği gibi tasarruf eden tağutlar ve nefsani arzulardan ibarettir.[838]
Alllah, batılın gitmesini hakkın gelmesine, başka bir anlatımla, hakkın gelmesini batılın gitmesine bağlamıştır. "De ki hak geldi, batıl zail oldu.[839] İkisinin misali, aydınlık ile karanlık veya gece ile gündüze benzetilmiştir. Birinin varlığı diğerinin yokluğu demektir. Birinin gelmesi diğerinin gitmesi demektir. Hakkın hüküm sürmesinin anlamı, batılın hükümsüz kalması demektir. Hak ile beraber olmak en büyük ibadetlerden iken, batıl ile beraber olmak kebâirdendir.[840]
Hak ile batıl, yapı ve asıllarıyla da birbirinin tam zddıdırlar. "Hak som altın gibidir, işlenmekle parlaklığı artar; batıl da sahte maden gibidir, denendiği zaman ne olduğu ortaya çıkar. Hak din ile batıl dinler de böyledir. Hak dini savunan doğru delilleri ortaya koyar. Batılı savunanın ise delilleri geçersizdir."[841]
Hak ehli devamlı olarak Allah'tan yardım görür. Batıl gürühu ise kahredilmiştir.[842] Hak karşısında batılın yığınlarca imkân ve gücü işlevsiz kalır. Bu yönüyle Bedir savaşını değerlendirecek olursak şöyle bir tabloyla karşılaşmz: Sayı bakımından batıl kesim üstün olmasına rağmen, zaferi hak taraftarları kazanmıştır. Hak taraftarlarının sayısı 300 idi. iki at ve 40 develeri vardı. Develere sıra ile binerlerdi. Bazen 4 kişinin bir deveye bindiği olurdu. Karşı taraf ise onların üç katından fazlaydı. Sayıları 950 idi, 70 atları ve her türlü yiyecekleri vardı. Eksik olan moral ve fazilet idi. Hedefleri ganimet ve dünyalık idi. Müslümanların gayesi ise din, ırz ve yurtlarını korumaktı. Batılın sayısal üstülüğü onlara herhangi bir netice getiremedi. Çünkü Allah sayı ve çokluğa bakmaz.[843]"Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. "[844]
Hak bir yere girince, imar eder, düzeltir, insanların hayır ve saadetini temel hedef edinir. "Onlar (o mü 'minler) ki eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.[845] Batıl taraftarları da yeryüzüne hakim olunca tüm ölçü ve değerleri altüst ederler. Dengeleri bozarlar, Kısacası yeryüzünü fitne ve bozgunculukla doldururlar. "Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi orayı perişan ederler ve halkının iletini düşürürler." [846]
Mısır'a, Kurtuba'ya, hem batıl taraftarları hem de hak ehli girdi. Hak taraftarları oralara girince orayı her yönüyle imar etti. Adaleti, hakkı ikame etti. Sözgelimi batılı temsil eden Roma İmparatorluğu Mısır'a hükmetti, İslâm da hükmetti. İslâm, Mısır'lıları Romalıların zulmünden kurtardı. Kıbti ile valinin oğlunu aynı sıralarda yargıladı. Bu hakkın galib gelmesi ile batılın galip gelmesinin farkıdır.[847]
Kısacası, hak Allah'tan gelen ve Allah için olan herşeydir. Batıl ise Allah dışı olan herşeydir. [848]
Hakkın en büyük özelliği onun hiçbir zaman yeryüzünden kaybolmaması ve ebedi oluşudur. Hak dünya için hava, su ve güneş mesabesindedir. Onların varlığı ne kadar önemli ise hak da ondan önemli ve gereklidir. "Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu (hakkı) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.'[849]
Kur'ân hakkın sürekliliğini insana hayat veren suya benzetirken, batılın da geçiciliğini havaya karışıp giden köpüğe benzetmiştir.
"O gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süsü ve (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider insanlara fayda veren şeye gelince o yeryüzünde kalır.'[850]
Allah, bu ayetle hak ile batıla misal vermiştir. Batıl su yüzüne çıkar, kabarır, yükselir, o gene de köpük ve süprüntüdür. Dağılır gider. Hak ise durgundur, sakindir. Onun kaybolduğu veya çöktüğü düşünülürse de o, yeryüzünü dirilten su gibidir. Maden gibidir, insanlara fayda vermektedir. [851] "De ki körle gören bir olur mu? Ya da karanlıkla aydınlık eşit olur mu?" [852] Allah, bir önceki ayeti geçici olan köpüğe benzetmiştir. Bu ayette ise hak, devamlı olan güneşe, batıl ise geçici olan karanlığa benzetilmiştir.
"Hakkın sürekli olmasının diğer bir nedeni de, onun Allah'ın güzel isimlerinden biri olmasıdır. Hak, varlığı muhakkak olan zat demektir. Onun varlığı ezeli ve ebedidir. Vacibu'l-vücuttur. Herşey; onunla vardır. Varlığı asla değişmez." [853] Hakkın kaynağı güçlü ve devamlı olduğu için kesinti veya kaybolma sözkonusu değildir. Ona gücü veren varlığı ezeli ve ebedi olan Hak Teâla'dır. [854]
Batılın en büyük özelliği devamsız ve geçici olmasıdır. "Muhakkak ki batıl yıkılmaya mahkûmdur." [855] Bu ayet batılın, geçici ve devamsız olduğunu gösterir.[856]
Kur'ân'da batılın geçiciliği ile ilgili diğer bir benzetmesi şudur: "O, gövdesi yerden koparılmış o yüzden de ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer."[857] Batıl, köksüz ve dayanaksızdır. Batıl hangi dönemde ses çıkarmışsa, mutlaka hakkın sesi de yükselmiş ve onu kısmıştır. Allah bu gerçeği en güzel biçimde beyan etmiştir: "Allah batılı yok eder, sözleriyle hakkı ortaya koyar."[858] Allah'ın hakkı te'yid etmesi batılı da ortadan kaldırması Allah'ın değişmez yasalarındandır. [859] "Biz hakkı batılın tepesine indiririz, O, batılın işini bitirir; birde bakarsın batıl yok olup gitmiştir.'[860]
Arapçada "kazefe" fiili bombardıman için kullanılır. Bundan dolayı batılın bizzat Allah tarafından bombardıman edilmesi söz konusudur. "Allah, kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise yücedir."[861] "Hak meşalesi devamlı olarak yüksektir. Batılın tezleri boştur." [862] Batılı yaymaya çalışanların saltanatları, ev ve barkları batıl gibi yok olup gitmiştir.
"Biz refahından şımarmış nice memleketleri helak etmişizdir. İşte yerleri kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir.' [863] "Biz bir ülkeyi helak etmek isteğimizde o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen orada kötülük işlerler. Böylece o ülke helâka müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz."[864] Batıl, teknoloji, iletişim vs. imkanlarla geçici bir üstünlük sağlasa da, hakkın nihayetsiz gücü karşısında yok olup dağılacaktır.
Netice olarak şunu diyebiliriz: Batıl, güneşin doğmasını bekleyen bir gölge veya buluttur. Hakkın doğmasıyla dağılıp gidecektir. [865]
Hak ehli mücadelede en güzel yöntemi ortaya koyar. Kur'ân bu yöntemi üstünlük sığası olan "ahsen" kelimesi ile ifade etmiştir. "Onlarla en güzel biçimde mücadele et." [866] "Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarım bozar.'[867] Ayetin, "Sonra şeytan aralarını bozar" bölümü önemli bir konuya dikkat çeker. O da mücadelenin en güzel biçimde olmaması halinde işe Şeytanın karışacağına ve işin akim kalacağım gösterir. Kur'ân, bazen de mücadele için "güzelik" anlamına gelen "hüsn" tabirini kullanır. "İnsanlara güzel olanı sununuz.' [868] Ayette "İnananlar" yerine "insanların" kullanılması bu yöntemin herkes için geçerli olduğuna dikkat çekmektedir [869] "Sen kötülüğü en güzel bir tutumla sav."
Kur'ân, güzelliğin zorla olmayacağına dikkat çeker. Hakkı tanıtır, ortaya koyar, ondan sonra da insanı inanıp inanmamakla serbest bırakır. "Hak, Rabbindendir, dileyen inansın, dileyen de inkâr etsin.'[870]
Hidâyet ve başarı Allah'ın elindedir. Hiyadet ve dalalet onun kalındadır. Dilediğini de dalalette bırakır, o da inkâr eder. insanı zorlama konusunda peygamberler dahil, hiç kimseye yetki verilmemiştir. Bu ayetin bir anlamı da şöyledir: "Ey insanlar, isterseniz iman edin isterseniz de inkâr edin. İman edenlere mükafat, inkâr edenlere de ceza vardır."[871]
Merhum M. İkbal da (v.1358/1939) mücadele yöntemim şu beytiyle özetlemiştir: "Dindar arkadaş, mücadelesinde ipek gibi yumuşaktır, hakikat mücadelesinde ise demir gibi serttir." [872] Müslümanın demir gibi çetin olması gereken konu, onun haktan taviz vermemesidir. Bunun yanında hakkı tanıtmada ise pamuk ve ipek gibi olacaktır. Hakkın gayesi, insanları korkutmak, nefret ettirmek, öldürmek değildir. Bilakis haksızlığı, küfür ve nefreti yok etmektir. Bunun en güzel örneği, Resûlullah (s.a.s)'ın Mekke fethi esnasında insanlara vermiş olduğu mesajdır ki, o isteseydi onları öldürebilirdi. Fakat aksine onları serbest bıraktı, İslâm'a olan nefretleri sevgi ve İslâmı tebliğe dönüştü."[873]
Kur'ân, hakkı başkalarına ulaştırmada kesinlikle aşırılığa gidilmemesini emretmiştir. "Sakın aşırı gitme, Allah aşırıları sevmez."[874]
Mücadele ahlâki olmazsa, zafer yerine hezimet ve gerileme söz konusudur. Medeniyet ve kültürler harap olur. Marksist ve Yahudi mantığı gibi, mücadelede her şeyi meşru gören yöntemlerin ahlâkîlik ile herhangi bir bağlantıları yoktur."[875]
Mücadelede en güzel yöntemi kuşkusuz ki Allah'ın Resulü (s.a.s) ortaya koymuştur. O, silahlı mücadeleden önce şunlara dikkat edilmesini emrederdi: "Allah adıyla mücadele edin, aşırı gitmeyin, hiyanet etmeyin. Göz, kulak ve benzer organları kesmeyin, çocukları öldürmeyin, düşmanı İslama davet edin."[876]
Resûlullah (s.a.s) hak konusunda kimseyi zorlamamıştir. Mücadelesindeki hedefi ganimet veya kan dökme değildi. "Bana insanların müslüman olmaları, çoluk çocuklarıyla beraber ganimet olarak gelmelerinden daha sevimlidir", derdi.[877] "Mücadeledeki hedef, insanları öldürmek değil, ilahî rahmeti yaygınlaştırmaktır. Merhametin yayılması demek, fitne ve fesat odaklarının kurutulması demektir.
Hakkın mücadele yönteminde fazilet ve erdemlik esastır. Hak taraftarları, erdem erleridir. [878]
Batılın yöntemi de kuşkusuz ki batıl olacaktır. Kur'ân'ın ifadesiyle, "Kötü yerden faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz."[879] Onda zor, ikrah, cebir ve asimile asıldır. Tarih boyunca batıl taraftarlarının peygamber ve davetçilere karşı uyguladıkları yöntem bunun en bariz örneğidir. "Ey Şuayb! senin ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz.'[880]
Görüldüğü gibi delil ve akıl yürütme yerine sürgünle tehdit vardır. Batıl taraftarlarının Hz. İbrahim (a.s)'e tehditleri bunun da ötesinde yakmayı da içeriyordu. Hz. İbrahim (a.s) putlarını beğenmeyince batılın kararı gaddarca oldu. "Eğer bir iş yapacaksanız, yakın onu da tanrınıza yardım edin. [881] Firavun ve güruhunun yöntemi mantık itibariyle bundan farksız ise de uygulama biçimi biraz daha değişikti. O, Hz. Musa (a.s) ve cemaatını şöyle tehdit etmişti: "Ben izin vermeden ona iman mı ettiniz? Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da heppinizi asacağım.'[882]
Batıl yöntemi akıl ve düşünce meselesi olan inanmanın bile kendi tekelinde olmasını ister. Aksini yapanlara en çirkin biçimde tehditler savurur.
Batılın mücadelesinde ortaya koyduğu yöntemde göze çarpan diğer bir özellik de mücadelenin ilmîlik vasfından uzak olmasıdır. "İnsanların bazısı bir bilgisi, bir rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde sırf Allah yolundan saptırmak için yanını eğip bükerek Allah hakkında tartışmaya kalkar."[883] "Deliller ortaya konulduktan sonra ondan sarf-ı nazar etmek kabalığın belirtisidir." [884] Ayetteki "ilim"den maksat, "zaruri ilim"; "hidâyetten" kasıt delil sunma, düşünme ve "kitab" da vahiydir."[885]
Batıl taraftarlarının yanlış davalarım başa çıkarmak için her imkanı finanse etmekten de geri durmazlar. "Şüphesiz ki inkâr edenler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcıyacaklardır. Ama sonunda bu onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlub olacaklardır."[886]
"Batıl taraftarların ilk hedefi müslümanları inkara götürmektir. Bunun için gereken mücadeleyi verirler. [887] Allah onların delillerinin geçersiz olduğunu şu ayetiyle beyan etmişir: "Daveti kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur.'[888]
Batıl ehlinin mücadelede başvurduktan diğer bir yöntem de hak taraftarlarını batıla uymakla itham etmeleridir. "Şayet onlara bir mucize getirsen inkarcılar kesinlikle şöyle diyeceklerdir: Siz ancak batıl şeyler ortaya atmaktasınız."[889] Allah onlara hakkı beyan edip anlamaları için her türlü misali verdiği halde, onlar inatları gereği ona karşı çakarlar. Hak taraftarlarını da batılı getirmekle itham ederler.[890]
Tüm bunlarla beraber M.Gadban'ında ifade ettiği gibi, kanımızca batılın mücadele yönteminde göze çarpan en büyük özellik, batılın kendinden başkasına asla tahammül etmemesidir. Batıl hakkın varlığına asla tahammül etmez. Hatta hak ona hiç de ilişmezse bile ona hayat hakkı vermek istemez. Hakkı yok etmeye ve onu ortalıktan silmeye çalışır.[891]
Netice olarak; batılın mücadele yönteminin yalan, işkence, hakka tahammül etmeme ve cehalet üzerine bina edildiğini söyliyebiliriz. [892]
Hakkın ahlâki yönü: Hakkın bir özelliği de ahlâki oluşudur. Ahlaktan gayemiz, insanlara iyi ile kötüyü, hayır ile şerri açıklayan ve insanların birbirlerine nasıl davranacalarını bildiren ilimdir.[893]
Herkes kendine göre iyiye, kötüye bir tanım getirir, sınır koyar. Kimine göre çirkin olan bir hareket başkasına göre güzeldir. Bizim ahlâktan gayemiz, vahye dayalı olan ahlâktır. Bunun nasıl olduğunu hayatıyla insanlara Allah'ın Resulü (s.a.s.) göstermiştir. "Sen elbette yüce bir ahlâk üzerindesin.'[894] Bir eylemin ahlâki olup olmaması, Resûlullah (s.a.s)'ın ahlâkına uyup uymamasına bağlıdır. Hak ve batılın ahlâkiliğinden kasdımız, mücadele sürecinde her iki kesimin ortaya koymuş oldukları hareketler, tavırlar ve bunların vahye yakınlık ve uzaklık durumlarıdır.
Hak taraftarlarının ahlâki bir yönünü, Firavun döneminde mücadele veren mü'minin tavır ve hareketleri ortaya koymaktadır.
"O iman eden kimse, ey kavmim dedi, siz bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim. Ey kavmim şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir. Ama ahiret gerçekten kalınacak yurttur.
Kim bir kötülük işlerse onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar cennete girecekler. Orada onlara hesabsız rızık verilecektir. Ey kavmim, nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum; siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi Aziz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum. Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz bir şeyin dünyada da ahirette de davete değer bi tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir. Size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görendir.[895]
Bu mü'minin, zor şartlarda Firavun gibi bir zorbanın yönetiminde bile imanının gereğini yerine getirdiğini görüyoruz. "Bu şahıs Firavun yönetiminin önemli bir kademesinde görev yapmaktaydı."[896] Yaşadığı toplumda tek olduğu halde mücadele veriyor ve onları hakka davet ediyordu. Onların yollarının batıl, ilmi verilerden uzak, insanlara fayda ve zararı olmayan boş bir iddiadan ibaret olduğunu ortaya koyuyordu.[897]
Buna benzer bir tavrı da Lut (a.s) ortaya koymuştur. "Kardeşleri Lut onlara şöyle demişti: Sakınmaz mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş bir elçiyim.'[898]
Lut, onları yaptıkları hayasızlıktan alıkoyacak olan Allah'tan sakınmaya davet etmiştir.[899]
Hak taraftarlarının batıl karşısında gösterdikleri ahlâki tavırlardan bir tanesi de, iman etikten sonra, sihirbazların Firavun'a karşı koymuş oldukları tavırdır.
"Firavun 'a şöyle dediler: Seni bize gelen açık mucizelerle ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap. Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin."[900]
Hak taraftarlarının mücadelesinde hikmet, güzel söz ve en güzel biçimde karşılık vermek vardır. "Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlara karşı en güzel şekilde mücadele et.'[901]
"Bu ayet en güzel mücadele yöntemini emretmektedir. O da delil, davet, anlatım ve bunları gerçekleştirmek için gereken mücadeledir. Ayet, davet edecek insanları üçe ayırmıştır. Birinci kısım, elit tabakası diyebileceğimiz kesim, hikmet ile davet edilir. İkinci kısım anlayışları kıt, ilmi delillerden anlamayıp sadece güzel öğütten anlayan avam kesimi. Üçüncü kısım da geleneğe bağlı hak karşısında inatlaşan mukallid kesimdir. Bunlara da güzel mücadele ile gitmek gerek. Hakka davet edecek kimsenin güzel sözlü, ahlâk-ı hasen sahibi, mürşid, nasihatçi, merhametli ve şefkatli olması gerekir."[902]
Netice olarak, hak mücadelesinde hikmet, güzel öğüt ve en güzel biçimde hareket etmek esastır, denilebilir. [903]
Kur'ân, hak taraftarlarının ahlâki yönlerini birçok yerde canlandırmıştır. "Rahman'ın kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında "Selam " derler.[904]
Hasan Basri (v.I10/727) şöyle der: Allah'a yemin ederim ki Hak ehli mü'minler mütevazidirler. Cahiller onları tevazularından dolayı hasta zannederler. Onlar asla hasta falan değillerdir., sağlamdırlar. Şu var ki başkalarından daha çok Allah'tan korkarlar. Ahirete dünyadan fazla özen gösterirler. Şöyle derler: "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun. Allah'a yemin olsun ki onlar batıl taraftarlarının üzüldükleri şeylere üzülmezler. Fakat Allah'ın azabından dolayı korkarlar. Cennete sebeb olan hiçbir ibadeti ağır görmezler. Cehennem azabı onları ağlatmıştır."[905]
Batıl taraftarlarının mücadelede koymuş oldukları en belirgin tavır tehdit, şiddet ve dehşettir. Onların mücadele yönteminde akıl ve düşüncenin yeri yoktur. Susturma ve ceza asıldır. İlerde peygamberlerin mücadelesini inceleyeceğimiz zaman detaylıca üzerinde durulacaktır. Kur'ân'da zorba ve dehşeti ile tanınan iki önemli isim, Firavun ve Nemrut'tur. Firavun, zulüm saltanatını devam ettirmek için henüz doğmamış erkek çocukları öldürtüyor ve kızları sağ bırakıyordu. "O sizi işkencenin en kötüsüne maruz bırakıyor, ve oğullarınızı kesip kadınlarınızı (kızlarınızı) sağ bırakıyordu."[906]
Nemrut da Hz.İbrahim (a.s) ile ilmi ve mantıkî yöntemlerle başedemeyİnce konseyiyle birlikte "Eğer iş yapacaksanız yakın onu da tanrılarınıza yardım edin' [907] demek zorunda kalmıştı.
Kur'ân, Yahudi Zunnuvas zamanında iman ettikleri için mü'minlere tahammül edemeyen ve sadece inandıkları için hendeklerde yakılan mü'mîn bir cemaattan şöyle bahsetmektedir. "Gebertildi o Hendekçi grub, o tutuşturulan ateşin adamları. Onlar onun başında oturmuşlardı ve hepsi mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Onlardan sadece Aziz ve Hamid Allah'a iman ettikleri için öc alıyorlardı."[908]
Onlar için hendekler kazmışlar ve kızgın alevler içinde onları yakmışlardır. Hem de yandıkları zaman eğlenerek gülerek onları seyretmişlerdir. Mü'min cemaatın ise, Aziz ve Hamid olan Allah'a iman etmekten başka hiçbir suçu yoktu. Aslında taltif edilmeleri gerekirken, hunharca yakılmışlardır. Bu, batıl taraftarlarının nasıl mücadele ettiklerini göstermektedir."[909]
Batılın ahlâkî yapısı, insanca hareketlere alev ve ateşle karşılık vermektir. Bu mantık sadece Zunnuvas, Firavun, Nemrut, Lut ve Hz. Şuayb kavimleri ile Mekke'li müşriklere ait mantık değildi. Modern dünyada da bunların benzeri sergilenmektedir. Modern cahiliyyenin öncülerinden Amerika müsteşarı W.K. Smitt'in ahlâkî yapısı yukarda ismi geçen zorbalardan farklı değildir. Nitekim, İslâm'a karşı oluşunu şöyle ifade etmektedir: "İslâm ülkelerine demokrasi ve hürriyet hakim olursa İslâm dini böyle bir ortamda yayılabilir. Onun için buna tedbir alınmalıdır. Cunta yönetimlerle ancak İslâm'a engel olabiliriz."[910]
Batılın dehşet veren yöntemleri herhangi bir yer veya zamana da has değildir. Komînizmin 1917'lerde gerçekleştirdiği devrimde aynı yöntemler uygulanmıştır. Müslümanların başına getirdikleri tüyler ürperticidir. Bazı anneler çocuklarını öldürülmekten kurtarmak için bizzat elleriyle nehirlere atmayı tercih etmişlerdi. Batıl taraftarları annelerin karnındaki ceninlerin erkek mi kız mı olduğuna dair iddialara girerlerdi ve kadınların karınlarını açarlardı.[911]
Batılın bu yöntemi için Kur'ân şunu der; "Onlar size galip gelseler sizin hakkınızda ne ahit ne de antlaşma gözetirler."[912]
Batılın, hedefi ahit ve sözleşmelere, insan haklarına riâyet değil, sadece dehşet ve terördür. Firavun'un hak karşısında aldığı tavır şöyle olmuştu. "Onlara, katımızdan hak gelince onunla (Musa ile) beraber iman edenlerin oğullarım öldürün, kadınları sağ bırakın.'[913]
Çağımızda batılın dehşete dayalı bu yöntemi değişmemiştir. Çağımızda Felsefe ve soysoyolojinin öncülerinden sayılan ingiliz asıllı Harbert Sebtenser, M. Abduh'a mücadele yöntemlerini şöyle dile getirmiştir. "Biz Avrupalılar'da hakkın ölçüsü kaba kuvvettir.'[914]
Batılın yönteminde yalan ve iftira da mubahtır. Hak öncülerini, yalancılık, sihir ve deli olmakla itham ederler. "Tarafımızdan kendilerine hak gelince "Bu elbette apaçık bir sihirdir." dediler. [915] "Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.'[916] Resûlullah (s.a.s) için de, "O zalimler (Hak taraftarlarına) siz ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız",[917] demişlerdi. Resûlullah (s.a.s)'ın pak zevceleri Aişe (r.a) hakkında da "ifk komplosu"nu uydurmuşlardı. "Peygamberin eşine bu ağır iftirayı uyduranlar sizin içindeki (münafık) bir gruptur.[918]
Batılın diğer bir özelliği de hak taraftarlarını düşük görmeleridir. "Kendilerine ayetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenler iman edenlere: Bu iki topluluktan hangisi daha güzeldir? dediler." [919] "Onların malları, onları şaşkına çevirmişti. Koltuk ve tahtlarda oturan, varlık ve zevk içinde kıvranan batıl taraftarları, kendilerini hasırlar üzerinde yatan hak taraftarlarına üstün tutuyorlardı."[920] Onlar, kibir ve hodbinliğin bir belirtisi olacaktır ki kendilerini "salah ve iyilik ehli", muhaliflerini de "bozguncular" olarak nitelerlerdi. "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince, "Biz ancak islah edicileriz." derler.'[921]
Firavun da önceden, Hz. Musa'yı terör çıkarmak ve dini bozmakla itham etmişti. "Firavun: Bırakın beni dedi, Musa'yı öldüreyim. Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden ve yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum."[922]
Hak taraftarlarıyla biraraya gelmeyi kendilerine yedirmezler. "Rablarının rızasını isteyerek sabah akşam O 'na yalvaranları kovma!'[923] Müşrikler, Resûlullah (s.a.s)'a biz Selman, Suyehb, Bilal ve Habbab gibilerle bîr arada oturamayız deyip, ondan özel bir yer istediler. Resûlullah (s.a.s) isteklerini yerine getirince, ismi geçen sahabeler ayrı bir köşede oturmaya başladı. Bunun üzerine yukardaki ayet nazil oldu."[924]
Ebu Cehil, hakka uymama nedenini şöyle açıklamıştır: "Bedîr de biz müslümanlara karşı develer keser, içki içer ve dansözler oynatırız. Bu yöntemle insanları tarafımıza çekebiliriz. Ebu Cehü'in bu tutumu karşısında Resûlullah (s.a.s) şöyle niyazda bulundu: "Allah'ım! Kureyş güruhu kibir ve gururuyla bizlere yöneldi. Allah'ım, onlar sana ve Resulüne savaş ilan ettiler. Allah'ım, onlan yanna bırakmadan helak et."[925]
Batıl, hedefine varmak için, ilim ve hikmetten uzak yöntemlere başvurur. Bunun için de çok garip ve gülünç durumlara düşer. Buna Ebu Cehil mantığı misal verilebilir . Zakkum ile ilgili şu ayetler nazil olunca, "Şüphesiz zakkum ağacı günahkarların yemeğidir. O karınlarında maden eriği gibi suyun kaynaması gibi kaynar."[926] "Ey insanlar, Muhammed sizleri kendisiyle korkuttuğu zakkum ağacını bilir misiniz? diye sorar; onlar da "hayır" deyince şöyle demiş: "Allah'a yemin ederim ki elime geçse ondan doya doya yerim." [927]"O, aslında Medine'nin en güzel hurması.olan "acve"dir."[928]
Başka bir defasında da cehennem ateşini tasvir eden, "insanın derisini kavurur, üzerinde ondokuz melek vardır.[929]' ayetleri nazil olunca, o, "Allah canınızı alsın nasıl oluyor da Muhammed'den korkuyorsunuz? Sizi korkuttuğu asker sayısı sadece ondokuzdur. Sizler onlardan kat kat fazlasınız, binaenaleyh onlara nasıl mağlub olabilirsiniz?"[930]
Batıl taraftarlarının mantığı onları ölülerini bile saymaya kadar götürmüştür. "Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki nihayet kabirleri ziyaret ettiniz." [931] Abdi Menaf ve Beni Sehm kabileleri karşılıklı olarak elemanlarını sayarak onlarla övünmeye kalkıştılar. Abdi Menaf kabilesinin sayısı fazla çıkınca, Beni Sehm şöyle dedi, "onlar bizi dirilerle yendi, şimdi ölülerimizi sayalım,"[932]
Batıl taraftarları, haktan yararlanmayı gururlarına yediremediklerinden garip ve gülünç yöntemlere başvururlar. "Müşrikler kimse tarafından takib edilmeyeceklerini bildikleri zaman gizliden Kur'ân'ı dinlemeye giderlerdi. Açıktan dinlemeye cür'et edemezlerdi. Günlük yaşamlarında şiir ve edebiyat çok etkindi. Bazen etkili bir beyit bile bir kabilenin diğerine iltihak etmesine yeterli gelirdi. Kureyş'in küçüğü büyüğü, Kur'ân'ı dinlemeyi çok arzulardı. Liderleri avam tarafından Kur'ân dinlerken görülmekten endişe duyardı. Bir gece Resûlullah (s.a.s) teheccüd namazını kılarken, Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Ahnes b. Şurayh birbirlerinden habersiz Kur'ân dinlemeye gitmişlerdi. Fecre kadar dinlemeye devam etmişler. Dağılınca yolda karşılaşmışlar. Bir daha dinlememek üzerine aralarında söz vermişlerdi. Birkaç gece aynı durum devam etmiş, en sonunda dinlememek üzere anlaşmışlardı."[933]
Taassub, zaman zaman insanı bu tür gülünç durumlara düşürmektedir. Fıtratlarının seslerine kulak verip Kur'ân'a taslim olsalardı, böyle komik durumlara düşmezlerdi. Onları en güzel tasvir eden Kur'ân'dır. "Kendileri de bunlara yakinen inandıkları halde zulüm ve kibirlerinden ötürü onu inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun ne olduğuna bak.'[934]
Batıl mantığı, üstünlüğü taraftarların çokluğuna bağlayınca, bu onları ilahların çokluğuyla övünmeye kadar götürmüştür. "Müşrikler Resûlullah (s.a.s)'tan Allah'ın sıfatlarını sorunca İhlas sûresi nazil oldu. Bunun üzerine şu komik savı ortaya koydular: "Bizim 360 putumuz var. Tüm bunlar ihtiyaçlarımızı karşılamaktan aciz kalıyorken, nasıl olur da tek ilah ihtiyaçlanmızI karşılayabilecektir?"[935]
Batıl mantığı nefsani arzular için ibadet dahil herşeyi feda edebilir. Altıncı asrın batıl öncülerden Müseylemül-Kezzab taraftarlarını çoğaltmak için namazı kaldırdı. İçki ve zinayı serbest bıraktı."[936]
Görüldüğü gibi batıl, sağlam mantıktarı mahrum olduğu için birbirinden komik birçok duruma düşmektedir. [937]
Hak taraftarlarının en büyük yardımcısı Allah'tır. Onlara hem dünyada hem de ahirette en büyük yardımı vermektedir. Resûlullah (s.a.s), batıl taraftarlarının hak taraftarlarına galip gelmeyeceklerini haber vermiştir. "Allah sizi şu üç durumdan korumuştur. 1- Helak olmanız için peygamberiniz size beddua etmez. 2- Batıl taraftarları hak taraftarlarını mağlub etmez. 3-Dalalet üzerine toplanmazsınız.[938]
Allah'ın yardım ve koruması hem dünya hem de ahiret içindir. "Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahidlik edecekleri günde yardım ederiz."[939] Allah onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak: "Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. [940] Onlara gaybten yardımlar gönderir. "Sonra Allah Resulü ile mü'minler üzerine sükûnet indirdi. Sizin göremediğiniz ordular indirdi.'[941]
Allah, dostları olan hak taraftarlarını yalnız bırakmaz.[942] "Bilakis biz hakkı batılın tepesine indiririz de o batılın işini bitirir." [943] "Allah, sağlam sözle iman edenleri hem dünyada hem de ahirette sağlam tutar." [944] Ayette geçen "sağlam söz" doğru ve hak olan sözdür. Batıl ve yalanın tersidir. Bir söz, ya haktır ya da batıldır. Sözlerin en sağlamı tevhid kelimesidir. Allah'ın mü'min kullarına iki dünyada da yapacağı en büyük yardım tevhiddir."[945]
Kur'ân neticenin mutlaka hak taraftarlarının olacağını bildirir. "Sonuç takva sahiplerinindir.'[946] Hak taraftarlarına Allah'ın yardımı Allah'ın evrendeki değişmez kanunlarındandır. Bu kanun, güneşin yıldızların ve galaksilerin yörüngelerinde hareket etmesi ile gece ile gündüzün ardarda gelmesi gibi değişmez bir kanundur.[947]
Batıl ne kadar güçlü olursa olsun asla hakkı mağlub edemez. Batılın üstünlüğü geçicidir. Bu konuda Zemahşeri (v.538/1144) şunları der: "Batılın yokedilmesi ve hakkın vahiyle desteklenmesi Allah'ın değişmez kanunudur." [948] Razî de buna yakın bir yorum getirir: "Hakkı devam ettirmek, batılı da ortadan kaldırmak, Allah'ın değişmez kanunudur."[949]
Hak ne kadar güçlü olursa olsun, ilahi destek almadan galip çıkması mümkün değildir. "O, seni ve mü'minleri yardımıyla "destekleyendir."[950] ayeti buna delildir.
Müslüman, sürekli bir mücadele içinde olduğu için devamlı olarak Allah'ın yardımına muhtaçtır. O sıcak mücadele içinde olmazsa da devamlı nefis ve şeytanla mücadele halindedir. "Allah'ın yardımı denilince her sabah ve akşam Allah'ın meleklerinin inmesi anlaşılmamalıdır. Bu durum mümkün olmasına rağmen, Allah'ın genel bir sünneti değildir. Allah'ın yardımından maksat, mü'minlerin münasib ihtiyaçlannı gidermeyi kolaylaştırmasıdır."[951]
Batılın görünürde başarısı devamlı olmayıp geçicidir. "Yığınlarca zulüm, küfür ve şirk baskıları arasında mü'min, inancıyla teselli bulur. Rabbine el açar. Kur'ân'a yönelir. Ondan hikmet ve azığını alır. Peygamberlerin yolunda devam eder. Basiret ve sebatı artar. Basireti açılır, alnı secdede olduğu halde kalbine umutlar dolar. Şu nidayı duyar: "Allah'ım, kimi ateşe koyarsan şüphesiz ki onu rüsvay edersin; zalimlerin dostu yoktur."[952] Sonra da imdadına, "Rableri dualarını kabul etti. Ben erkek olsun kadın olsun sizin içinizden çalışan hiçkimsenin yaptığını boşa çıkartmayacağım."[953] müjdesi gelir. Mü'min batılın geçici azgınlığına aldanmaz ve hemen yardımına "İnkarcıların diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın.'[954] ilahi fermanı yetişir. En sonunda da "Ey iman edenler, sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Alah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz." [955] ilâhî mesajını alır.[956]
Hak taraftarları da beşerdir, yorulup hata işleyebilirler. Bu özellikleri yanında onlara, yorulmayan, günah işlemeyen sema ehli yardım eder ve onlarla omuz omuza verir. Allah hak mücadelesini veren mü'minlere yardım için onları gönderir. Bundan daha büyük bir fazilet düşünülebilir mi? Yeryüzü sakinleriyle, gökyüzü sakinlerinin mücadelede beraber bulunmaları ne büyük bir bahtiyarlıktır."[957]
Kuşkusuz ki hak mücadelesini en güzel biçimde gerçekleştiren Resûlullah (s.a.s) ve onun ashabıdır. Bundan dolayı da en güzel ilahi yardımı onlar görmüşlerdir. "Allah diledikten sonra dostlarını mağaralarda ve örümcek ağıyla koruyacaktır. Bu onun içinde hiç de zor değildir. "Resûlullah (s.a.s), Ebubekir'le (r.a.) hicret esnasında mağaraya girince, Alah bir örümcek gönderdi ve mağaranın ağzını ağla kapattı. Resûlullah (s.a.s) ile Ebubekir'i (r.a.) gizliyordu. İki güvercin geldi ve mağaranın ağzındaki ağaca kondu. Bu olay bize yer ve gökteki askerlerin Allah'ın emrinde olduğunu göstermektedir."[958] Allah diledi ve mağarada bile dostlarını korudu. Allah'ın saadet asrında hak taraftarlarına vermiş olduğu yardımlar ciltleri dolduracak niteliktedir. Y. Kandehlevi (v.1384/1964) Hayatü's-Sahabe isimli eserinde sahabelerin aldıkları gaybi yardımları şu başlıklar altında vermektedir; "Bulutların ashabı gölgelendirmesi", "Ateşin kendilerini yakmaması", "Yiyecek ve içeceklerin bereketlenmesi", "Kendilerine hesapsız mal verilmesi", "Açlığı hissetmemeleri," "Esirlerinin kurtulması", "Cinlerin kendilerine yardım etmesi", "Ellerindeki değneklerin kılıca dönüşmesi", "Meleklerin kendilerine yardım ve selam vermeleri", "Meleklerin selamlarını duymaları", "Meleklerin onlardan Kur'ân dinlemeleri", "Cenazelerini kaldırmaları", "Düşmanlarının kalblerine korku saçmaları", "Onlara düşmanlarını gözlerinde az göstermesi", "Düşmanlannı yerle bir etmeleri", "Dualanyla" mü'minlerin iyileşmeleri", "Kabirlerinden hoş koku gelmesi", "Vahşi hayvanların kendilerine yardım etmesi", "Denizlerin kendilerine balık atması."[959]
Allah'ın yardımı herhangi bir zaman ve yere mahsus değildir. Hz. Musa (a.s) ve arkadaşlarını düşmandan kurtardı. Düşmanlarını denizde boğdu.[960] Hz. ibrahim'i (a.s) da ateşten kurtardi. Ateş ona esenlik ve ferahlık oldu.[961]
Allah, mü'minlere yardım edeceğini haber vermiştir. Allah'ın insanlara olan yardım veya cezası belli zaman veya kuşaklara bağlı değil, insanların ihlas ve amaçlarıyla orantılıdır. Yardım için gerekli ortam sağlandığı takdirde ilahi yardımın yetişeceği muhakkaktır.
Bu tezimizi destekleyen somut delillerden birisi, Sovyet emperyalizmine karşı koyan Afgan'lı mücahidîerin gördükleri ilahi yardımlardır. Zaman zaman basın da bunlara yer vermişti. Cihada bizat fiili olarak katılan Dr. Abdullah Azzam gördüklerini bizlere şu başlıklarla nakleder: "Mermiler mücahidlerin kemiklerini kırdığı halde kanın akmaması", "Rus askerlerin kendiliğinden ölmeleri", "Kar altında 8 gün yatan bebeğin ölmemesi", "Kimyasal maddelerin kokusunun yağmurla dağılması", "Mücahidîerin şehid olacaklarını haber vermeleri", "Çocukların bile büyük kanalları açmaları", "Bombaların çadırları yakıp mücahidlere birşey yapmaması", "Suyun çaya dönüşmesi", "Rus askerlerine gökten ateş inmesi", "Yılanların mücahidîerin yatağına girip onlara dokunmamaları", "Şehidlerin secdede kalmaya devam etmeleri", "Şehidlerin vücudundan hoş kokuların yayılıp, düşmanların leşlerinin kokuşması", "Yerin düşmanlarının leşlerini kabul etmemesi", "Mücahidîerin yerinin bilinmemesi için köpeklerin havlamaması", "Düşmanların geldiğini kuşların haber vermesi", "Şehitlerin cesedlerinih hayvanlarca yenmemesi.[962]
Netice olarak, Allah'ın yardımı her zaman hak ehliyle beraberdir, onun yardımı olmadan neticeye gitmek mümkün değildir. Allah'ın yardımı için iman, ihlas ve tedbir şarttır. [963]
Hak taraftarlarının dostları ve yardımcıları olan Allah, onlara yardım etmekte ve onları korumaktadır. Batıl taraftarlarının da dostları şeytan ve avânesidir. Onları küfür karanlıklarına sürüklemektedirler. "İnkâr edenlere gelince onların dostları tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler." [964] "Şeytan onlara söz verir, onları ümitlendirir. Halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka birşey değildir.[965] "Şeytan bir kimseye dost olursa ne kötü bir arkadaştır!"[966] "Onlar Allah'ı bırakıp şeytanı dost ediniyorlar.'[967] "Şeytan yandaşları hep kaybedenlerdir. [968]
Kur'ân, batıl taraftarlarından, ilahi destekten yoksun oldukları ve ilahi düsturu esas almadıkları için yok olup giden toplulukların haberleriyle doludur.
"Ad kavmine gelince yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var dediler. Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim ayetlerimizi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir azab gönderdik."[969] (Ad kavmi)
"Onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı. "[970] "İşte haksızlık yüzünden çökmüş evleri." [971] (Semud kavmi)
"Onlar hem dünyada hem de ahirette lanete tabi oldular."[972] (Ad kavmi) Zulmedenleri korkunç şey yakaladı ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.' [973] (Salih Kavmi)
Nankörlük ettikleri için onları cezalandırdık.' [974] (Sebe' kavmi)
Kur'ân, batıl ehlinin başına gelenleri görmek ve ibret almak için gezip dolaşmayı emretmiştir. "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler. Öncekiler bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıklan şeyler onlara asla fayda vermemiştir.'[975]
Allah'ın yeryüzünde değişmez kanunlarından biri de şudur: Batıl ne kadar güçlü olursa olsun ve ne kadar hükümran olursa olsun sonunda dağılacaktır. "Allah batılı siler, sözleriyle hakkın gerçek olduğunu ortaya koyar.'[976] Batılın silinmesi, hakkın da devam etmesi, Allah'ın değişmez kanunudur."[977] "Allah bozguncuların işini düzeltmez."[978] "Bu, hak-batıl mücadelesinde Allah'ın değişmez kanunudur. Bu batıl kapsamına, sihirbazların sihirleri de gider.[979] Batıl batıldır. Batılın dünü bugünü söz konusu olamaz. Batıl, tüm dünyayı kaplasa da batıldır. Kötü olma özelliğini yitirmez. Batıl ve sapıklık ne kadar çoğalırsa çoğalsın, davetçinin sorumluluğu düşmez." [980] Abdulah b. Ziyad şöyle der: Allah'a yemin ederim ki, batıl taraftarları ceplerinden ayı da çıkarsalar, aziz olmazlar. Hak taraftarlarına tüm dünya düşman olsa bile, onlar zelil olmaz."[981]
Bulutlar gibi batılın üstünlüğü bir müddet görülse de er geç dağılır. Netice de zafer mü'minlerindir. Batıla dur diyecek şahsiyetler mutlaka çıkacaktır.[982] "(Hak ile) alay edenlere karşı biz, sana yeteriz.'[983] Bu ayet, Allah'ın peygamberine bir koruma garantisi niteliğindedir. Seninle ve Kur'ân'la alay edenlere biz yeteriz. Onların hakkından biz geliriz. Ayette sözkonusu edilenler beş kişiydi. Onlar, Velid b. Muğire, As bin Vail, Adiy b. Kays, Esved b. Muttalib ve Esved b. Abd Yağus. Cibril bunlar hakkında şöyle dedi: "Bunların işini bitirmekle emrolundum. Utbe'ye işaret etti, elbisesine bir ok saplandı. Gururundan onu çekmeye tenezzül etmeyince damarından aldığı yaradan öldü. Asbin Vail, böğründen aldığı yara ile öldü. Cibril, Esved b. Muttalib'i de vurdu, hemen kör oldu. Adiy b. Kays’ın burnuna işaret edince, burnunda bir çıban çıktı, irinden öldü. Bir ağacın altına oturan Esved b. Yağus'a nişan alınca kendisinde de bir illet hasıl oldu, başını ağaca çarparak intihar eti.[984]
Allah, batıl taraftarlarına dünyada da ahirette de yardım etmez. Bu Allah'ın değişmez bir kanunudur. "Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra birdosî ve yardımcı da bulamazlardı. Allah'ın ötedenberi süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.[985]
Kur'ân'ın önemle üzerinde durduğu konulardan birisi de işlemek istediği konuyu misallerle ortaya koymasıdır. Misallerin gayesini şu ayet açıkça beyan eder. "Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz."[986]
Kur'ân misallerden kimlerin yararlanacağını da açıklamıştır. "İşte bu misalleri insanlar için getiriyoruz. Fakat onları ancak bilenler düşünüp anlıyabilir'[987]
Kur'ân'da geçen misallerin sunuluş hikmetlerinden birisi de onlarla hak ile batılı, iyi ile kötüyü İslâm ile küfrü birbirinden ayırmak ve bu yöntemle onları tanıtmaktır. "Allah Kur'ân'da hak ile batılı tanıtacak kadar misal sunmuştur."[988] Alusî, misal vermenin faydasını şöyle izah eder: Misal verme, gerçekleri ortaya koyan, inceliklerin tanınmasına engel olan perdeleri kaldıran, hayali gözönüne getiren, uzağı yaklaştıran bir nurdur."[989]
Kur'ân, her konu ile ilgili misal verdiğini zikreder. "Muhakkak ki biz bu Kur'ân'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık." [990] Kur'ân muarızların ortaya koymuş oldukları misallere yine misal vermek suretiyle cevab vermiştir. "Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.'[991]
Kur'ân misallerini, insan mahsulü misallerden ayıran en büyük fark, Kur'ân misallerinin gerçekçi ve insanların anlıyacağı kadar açık olmalarıdır. "Kuşkusuz ki tartışma ve münazaralarla misal getirmek insan düşüncesi üzerinde en etkili yöntem olduğu için Kur'ân ona başvurmuştur. Böyle olmasaydı Kur'ân ona başvurmazdı. Kur'ân misalleri nurdan oklar gibi batıl inançları dağıtmış inat ve kibirlilerin yüzlerine saplanmıştır. Bu misaller iyi ile kötüyü hak ile batılı hidâyet ile sapıklığı birbirinden ayıran nurdur. Onlar, birşeye olan isteği tasvir veya canlandırma yerine, hakkı gerçekleştirmek ve batılı yoketmek için getirilmişlerdir."[992]
Kur'ân'ın temsillerinde en çok işlediği konulardan birisi hak ve batıl konusudur. Hak ve batılı birçok şeye benzeterek işlemiştir.
1- Hak ve batılın, yağmur ve köpüğe benzetilmesi: "O gökten su indirdi ve vadiler kendi hacimelerince sel olup aktı. Bu sel üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte eritikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile batıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider, insanlara fayda veren şeye gelince o yeryüzünde kalır.' [993] Hak ve batılı en açık biçimde işleyen misal budur. Bu nedenle müfessirler bu benzetme üzerinde çok durmuşlardır. Ayette geçen "ezzebed" kelimesi gümüş, bakır ve demir vs. ateşte işlendiği zaman dışarıya çıkan yabancı maddedir. Ayette geçtiği gibi mü'minin kalbi ateş gibidir. Kötü istek ve şüpheleri dışan çıkarır. Ayette geçen "su" ise iyi amellere benzetilmiştir. Su yatağında kalır gitmez."[994]
"Batıl ise köpük gibidir, hak cereyan ve galeyan ederken, her ne kadar bazen su yüzüne çıkarsa da nihayet köpük gibi atılır söner. [995] 'Allah, bu ayetle hak ve taraftarlarını gökten indirilip akan ve yeryüzünde canlılık getiren ve insanlara yarar sağlayan su ve paslanmış madenleri temizleyen filizlere benzetmiştir. Batılı da hemen dağılıp havaya karışan köpük ve maden eritilirken üstte biriken pas ve tortuya benzetmiştir." [996] Ayet, İslâm toplumunun haklılığını, batıl topluluklar ise ne kadar güçlü olsalar da birgün dağılıp gideceklerini açıklamaktadır. [997]"Allah, bu ayetteki misal ile iki davayı söz konusu etmiştir. Onlar hak ve batıl davalarıdır. Allah'ın davası hak olanıdır. Onun dışında kalanlar ise batıl davalardır. Kur'ân'ın hak ve batıl için ortaya koyduğu misal ile hak davasının sürekliliği, gökten inen ve insanlara hayat veren su ve kabkacakta kullanılan madene benzetilmiştir. Batıl ise, su ve madenler üzerinde biriken sebat ve devamlılık arzetmeyen köpüğe benzetilmiştir.[998]
"Hakkın yararlı, kalıcı; batılın bir süre üste çıksada yararsız, gidici olduğunu belirtmek üzere böyle bir misal veriliyor. Allah'ın yağdırdığı yağmurdan, sular ve seller oluşur. Her derenin büyüklüğüne göre çağlayıp akan sular üzerinde köpük çer-çöp belirir. Süs eşya kab-kacak yapmak için altında ateş yakılarak eritilen madenlerin üzerinde de pas görülür. Gerek sel gerek maden üzerindeki köpük atılır yok olur. Selin hareketi zayıflayınca köpük dağılır. Çer-çöp derenin kenarına yapışır geriye yararlı olan su kalır. Madenin tortusu atılır. Yararlı olan cevher kalır, işte hak karşısında batılın da durumu böyledir. Batıl bir süre hakkın üstüne çıkmış olsa da sonunda söner. Gerçek ortaya çıkar. Gerçek kalıcı batıl ise köpük ve tortu gibi geçicidir.[999]
Netice olarak, Allah bu misal ile hakkı kalıcı ve faydalı şeylere benzetirken, batılı da yararsız ve geçici şeylere benzetmiştir, denilebilir.
2- Hak ile batılın gören ve kör, sağır ve işitene benzetilmesi "Bu iki zümrenin durumu, kor ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir." [1000] Allah bu misal ile hakkı görmedikleri ve ona kulak vermedikleri için kör ve sağıra benzetmiştir." [1001] Hak taraftarlarının önemli bir özelliği hakkı görmeleri ve işitmeleridir. Bundan dolayı Allah onları gören ve duyanlara benzetmiştir. Batıl ehli de hakkı görmek ve duymak istemedikleri için kör ve sağırlara benzetilmişlerdir.
3- Hak ile Batılın kökü sabit ve köksüz ağaca benzetilmesi: "Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi, güzel bir sözü kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti.' [1002] "Kötü bir sözün misali de gövdesi yerden koparılmış o yüzden ayakta durma imkânı olmayan bir ağaç gibidir.'[1003]
Hak, sağlamdır. Kökü derinlere kadar iner. Yer ile semayı birbirine bağlayacak kadar engin ve yücedir. Batıl ise köksüz ve dayanaksızdır. Hiçbir delil ve dayanağı yoktur. Köksüz ağaç gibi hemen kurumaya mahkumdur.
4- Batılın serap ve karanlığa benzetilmesi:
"İnkâr edenlere gelince onların amelleri ıssız çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder. Nihayet ona vardığında onda herhangi birşey bulmaz." [1004] Batıl, serap olduğu halde ehline su gibi gelir. Susuzluklarını onunla gidermeye çalışırlar. Oysa tuzlu su hiç susuzluğu giderir mi? Batıl hayal ve kuruntudur. O incelenmediği ve araştırılmadığı için uzaktan güzel görülür. Fakat yanına varılınca boş bir hayal olduğu anlaşılacaktır. "Serabı su bilip yanına koşan, çok geçmeden hayal olduğunun farkına varacaktır. Susuzluğu artacak ve hemen ondan uzaklaşmaya çalısaçaktır. [1005] Batıl, şaşalı bir gürültüdür. Erken bıktırır ve usandırır.
Batılın karanlığa nasıl benzediğini de şu ayet canlandırmaktadır. "Yahut (o kâfirlerin yolu) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki onu dalga üstüne dalga kaplıyor. Üstünde de bulut birbiri üstüne karanlıklar."[1006] Batıl karanlıktır, hem de zifiri karanlık, dalgalı karanlık, üstüste yağılmış karanlık. Kimseye yol göstermez. Sahibini hayrette bırakır. İbn Kayyım, bu iki ayet hakkında şunları der: "Allah bu iki ayetle inanmayanları iki şeye benzetmektedir: Serap ve zifiri karanlıklar.
Haktan yüz çevirenleri iki kategori de incelemek mümkündür:
a- Kendilerini bir gerçek üzerinde düşünenler. Bunlara hak tezahür edince hatalarının farkına varırlar. Hevâ ve bid'at taraftarları bu kategoriye dahildir. Kur'ân bunları seraba benzetmiştir.
b- Bile bile cehalet ve dalaleti, hidâyet ve hakka tercih edenler. Bunlar cehalet denizleri içerisinde bocalamaktadırlar. Onların hali de dalgalı ve karanlık bir denizde boğulmak üzere olan birinin haline benzetilmiştir.[1007]
5- Haktan kaçanların yabani merkeblere benzetilmesi: Yabani merkeb, korkaklık ve ahmaklığıyla bilinir. Kur'ân'da haktan kaçanlar, ürkek ve akletmeyen merkeblere benzetilmiştir. "Onlara ne oluyor ki adeta aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleri gibi öğütten yüz çeviriyorlar.'[1008] "Haktan kaçanlar akletmeyen merkeblere benzetilmiştir. Aslan veya avcıyı görünce ondan kaçarlar."[1009]
Batıl taraftarları hakkı tartışmaya hiç yanaşmazlar. Yabani merkebler gibi kaçarlar. Oysa hakta onların kurtuluşu vardır. Sivrisinek ve yarasa da güneş ve ışıktan kaçar. Oysa ışığın kime ne zararı olur?
Netice olarak; Hak, nur, su, yağmur, gören insan, köklü ağaca benzetilmişken, batıl da gece, karanlık, köpük ve kökü olmayan ağaca benzetilmiştir. [1010]
Mücadele ilk insanla başlamıştır. İnsan, yaratılış gereği mücadeleci bir yapıdadır. "Mücadeleye en çok düşkün varlık insandır.[1011]' Mücadele, arzularla, nefisle, toplumla, insan ve şeytanlarla olabilmektedir. İbn Haldun'un da (v.808/1406) dediği gibi, "Mücadele, toplumların sosyal adetlerindendir. Mücadelenin esas nedeni, kıskanma, yarışma, başkasının hakkına tecavüz, Allah ve din yolunda gayret gösterme arzusu, idareyi ele geçirme isteği vs. dir. Mücadele, ilk olarak komşu kabileler arasında görülmüş, daha sonra da Araplar, Türkmenler ve Kürtler arasında devam etmiştir. Bu kabileler, bu tür mücadeleleri geçim vasıtası yaparlardı. Mücadelenin bir çeşidini de İslâm'daki Allah yolunda cihad oluşturmaktadır.[1012]
Tarih incelendiğinde çeşitli din mensupları arasında meydana gelen acımasız, ihtilaf ve kavgaların vahye dayalı dinden değil, din mensuplarından özellikle de pragmatist din öncülerinin kaprislerinden kaynaklandığı ortaya çıkacaktır.[1013]
Kur'ân, mücadelenin iki kesimle gerçekleştirildiğini kaydeder: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut yolunda savaşırlar. [1014] Tağut kavramı, batıl gibi her türlü kötülük ve din dışı faaliyetleri kapsamaktadır.[1015]
Kısacası, tarihin birçok döneminde meydana gelen siyasi, fikri, ideolojik, sınıfsal, bireysel vs. tüm mücadeleler hangi isim altında anılırsa anılsın iki odakta toplanır:
1- Dini mücadele, Allah'ın emir ve yasaklan ışığında peygamberler ve onların takibçileri tarafından gerçekleşen her türlü mücadeleyi kapsar.
2- Dindışı mücadele de ilahi vahiyden uzak çeşitli gaye ve hedefler uğruna yapılan her türlü faaliyeti kapsar. [1016]
Mücadele "cedele" kökünden gelen "câdele" fiilinin ismi mef ulu veya masdandır. Cedele, fiili ise birinci babta yani cedele-yecdülü şeklinde gelirse çocuk ve ceylan yavrusunun kuvvet bulması için kullanılır. Masdan "cudul"dur. Eğer cedile-yecdilü yani üçüncü babta geliyorsa "birinin düşmanlığı şiddetlendi" anlamına gelir. Masdan "cedel" dir. İp büklümünü sağlamlaştırma için kullanılır. Mücadele ise, münazara veya iki kişi arasında gelen tartışmadır.[1017]
Görüldüğü gibi "mücadele" kök itibariyle ele alındığında, güç, kuvvet ve muanza karşı koyabilme yeteneği gibi anlamları içermektedir. [1018]
Mücadelenin kavram olarak birbirine yakın birçok tanımı yapılmıştır. Mücadele;
a- Kuvvet ile başkasının sözünü savmaya çalışmaktır.[1019]
b- Tartışmak suretiyle, karşı koyma ve üstün olmaya çalışmaktır.[1020]
c- Esasen çekişmek yani iki tarafın kendi davasını ispat için tekrar sual ve cevap ile karşılaşması şiddetle ve muhasama etmesidir.[1021]
Bu tanımlardan faydalanarak, mücadeleyi şu biçimde tanımlamak mümkündür: "Yanlış veya doğru iki taraf arasında, birbirlerine isteklerini kabul ettirmek ve hedefe gitmek için önlerine gelen engelleri kaldırmak için bir kişi veya topluluğun ortaya koyduğu her türîü kuvvet ve çaba faaliyetidir. [1022]
Bu mücalede asıl olan, hakkın ortaya çıkmasını istemek ve onun için mücadeleye girmektir. Hak-batıl mücadelesinden kasdımız, başta ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s) ile başlayıp kıyamete dek sürecek olan hakkı, iyiliği, güzelliği ortaya çıkarmak gayesiyle batıl yani tüm kötülük, şer, münker ve çirkinliğe karşı koyma eylemidir. Bu, şeytanla olabildiği gibi insan, nefis, kötü istek ve arzularla da olabilir. Çünkü batılın kaynakları çoktur. Batıl nerede ise mücadelenin de orada olması gerekir. Mücadelenin zorlama ile herhangi bir ilgisi söz konusu değildir. Sadece o, hak, güzellik ve hayrın önüne geçmek isteyenlerin faaliyetlerini hakka özgü yöntemlerle durdurma faaliyetidir.
Çağdaş alimlerden A. Kadiri konuya bir örnek ile açıklık getirmiştir: "Herhangi bir insan düşünün, içinde yangın çıkan ve her şeyi ile yanmakta olan bir evi içindekileriyle beraber kurtarmaya çalışmaktadır. Dışarda silahlı bir çete grubu da yangından kurtulmak isteyenlerin önüne geçmek istemektedir. Diğer silahlı bir grup da yangından kurtulmak isteyenlere yardım etmek istemektedir. Kapının önünde durmak suretiyle hem yangını söndürmeye çalışmakta hem de bu hayırlı eylemi sabote etmeye çalışan çete grubuyla mücadele etmektedir. Bu misalde görüldüğü gibi eve düşen yangın küfür yangınıdır. Yananlar ise tüm insanlardır. Onları kurtarmaya çalışanlar, hak taraftarlarıdır. Kapının önünde durup hayırlı eylemi sabote etmeye çalışanlar da batıl etilidir."[1023]
Küfür, şirk, ilhad ve ateizmi mânevi yangın olarak algılamak mümkündür. Öyle bir yangın ki malı, canı, iffeti tüm insanî değerleri içine almış yakıp yıkmaktadır.
Çalışmamızın temelini oluşturan hak kavramının her türlü hayrı, iyiliği ve güzelliği; batılın da her türlü kötülük, şer ye çirkinliği tanıtmayı hedeflediğini daha önce belirtmiştik.
Kur'ân, hakkın işlevim yitirmesi halinde yer ve göklerin fesada uğrayacağına dikkat çekmiştir. "Eğer hak onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar fesada uğrardı. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik. Fakat onlar kendi şereflerinden sırt çevirirler."[1024] Misâlde geçtiği gibi saboteci çete grubunun yangını söndürmeye çalışanlara engel olmasının anlamı, hak taraftarlarına engel olmaktan başkası değildir.
Allah, dostlarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak istemiş ve bunun için de gerekli her sebebi yaratmıştır. "Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince onların dostu tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara götürür.'[1025]
İlk dönem müslümanlarından, gaye ve hedefleri sorulunca şöyle derlerdi: "Allah bizleri, insanları insanların kulluğundan Allah'ın kulluğuna, dünya sıkıntılarından saadetine, (batıl) dinlerin zulmünden İslâm'ın adaletine çıkarmak için göndermiştir."[1026] Hak-batıl mücadelesinden maksad, birinin diğerini bertaraf etmeye çalışmasıdır.[1027]
Bu izahlardan da anlaşılacağı gibi hak-batıl mücadelesi bütün kâinatı kapsayacak kadar geniştir, insanın nefsinde kendini gösterdiği gibi, yeryüzünde batılın olduğu her yeri de kapsar. İnsanlık tarihiyle başladığı için, tarih kadar geçmişe uzanan batılın varlığını sürdüreceği düşünüldüğünde, dünyanın sonuna kadar devam edeceği söylenebilir. [1028]
Dîn, Allah'ın insanları iki dünyada mutlu etmek için gönderdiği nizamdır. Hak din İslâm'dır. "Şüphesiz ki Allah katında (geçerli) din İslâm'dır."[1029] Onun dışındaki sun'i dinler geçersizdir. Dinden kasdımız, İslâm dinidir. Bütün peygamberlerin dini de İslâm idi. Hepsi onun için mücadele vermişlerdir. Bu açıdan değerlendirdiğimiz zaman ilk mücadelenin dini mücadele olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. İbn Haldun bu meyanda şunları söylemektedir: "İnsanlar arasındaki savaş ve mücadele ilk insan ile başlamıştır. Asıl sebebi de insanların birbirlerinden intikam alma hırsıdır. Taassub neticesi iki taraf birbirinden intikam alma gayesiyle karşı karışıya gelir. Bu mücadele isteği insanın yaratılışında olan bir olgudur. Hiç kimse ondan hâli değildir."[1030]
Kur'ân, yeryüzünde ilk mücadelenin ilk insanla şeytan arasında geçtiğinden bahseder. "Derken şeytan birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi."[1031] "Böylece onları hile ile aldattı.'[1032] Vesvese ve aldatma mücadelenin birer çeşitidir. "İki sınıf mahluk yeryüzüne indi. İkisi de mücadele için indi. ikisi de ayrı yaratıklardı. Peygamber ve şeytan. Biri hem hayra hem şerre müsait, diğeri ise her şeyi ile şerri temsil ediyordu."[1033]
Her peygamberin karşısına, hem insan hem de cinlerden muarızlar çıkmış ve peygamberler onlarla mücadele etmişlerdir.
"Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlardan düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbın dileseydi onu yapamazlardı."[1034]
Allah, hiçbir elçisini mücadele dışında bırakmak istememiştir. Hiçbir dönemin peygambersiz kalmadığını düşünüldüğünde tarihte mücadelesiz hiçbir dönemin de bulunmadığı neticesi ortaya çıkar. "Her topluma bir elçi gelmiştir.'[1035]
Kuşkusuz dini mücadeleden kasdımız peygamberlerin önderliğindeki erdemli mücadeledir. "İnsanların yeryüzündeki hareketleri arasında birçok çatışmalar meydena gelmiş, siyasi, ekonomik, fikri, etnolojik, sınıfsal vs. Bunların sayısı her ne kadar çoğalırca ve çeşitlilik arzederse de hepsi iki odakta toplanır. Hak ve Batıl veya dini mücadele, dîn dışı mücadele.
İslâm, insanın maddeden ibaret bir varlık olmadığını ortaya koyar. O, Allah'ın emirlerini yeryüzünde icra etmekle görevlendirildiği ve tüm evrenin kendisi için yaratıldığı bir varlıktır. İslâm meseleye şöyle bakar: Allah'ın evrende değişmeyen ilahi ve rabbani bir yasası vardır. Her şey ona göre cereyan etmektedir. İşte dini mücadele veya başka bir anlatımla hak-batıl mücadelesi de bu yasalardan birisidir.
Dini mücadelenin yöntemini de din tayin eder. Öncülüğünü peygamberler yaptığı için, her konuda olduğu gibi mücadele konusunda da onlara uyulması istenmiştir. "İşte o peygamberler Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.' [1036] "İbrahim ve onunla beraber olanlar da sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.'[1037]
Hz. İbrahim'in mücadelesi, başta babası olmak üzere en yakın akrabalarıyla idi. O hepsinden uzaklaştı. Özellikle de bu yönüyle o, bir mü'min için örnek bir mücadele sergilemiştir. "Başta Hz. Nuh (a.s) olmak üzere diğer peygambeler de kavimleriyle mücadele etmişlerdi."[1038]
Netice olarak dünyada mücadele, her ne kadar çeşitlilik arzetse de sadece iki cephede odaklanır: Hak-Batıl. Buna iman-küfür, madde-mana veya din-dindışı mücale de dense netice değişmez. Dini mücadeleye, vahiyle peygamberler öncülük etmişlerdir. [1039]
Vahye dayalı dinin kabul ettiği geçerli ve meşru tek mücadele biçimidir. O, hak için ve hak yöntemle batıla karşı yapılan mücadeledir. "İman edenler Allah yolunda mücadele verirler.'[1040] Bu mücadeleyi Allah belirler. Bu kavram, Kur'ân'da geçen en kapsamlı kavramlardandır. Allah'ın yolu hakkın yoludur. [1041] Resûlullah (s.a.s)'a, din dışı yani Allah yolunda ve onun rızası için olmayan, ganimet, şöhret, ırkçılık vs. din dışı mücadele için çarpışmanın hükmü sorulunca şöyle cevap vermiştir : "Kim Allah'ın dini yücelsin diye cihad (mücadele) verirse, o Allah yolundadır."[1042]
Çalışmamızın mihverini bu mücadele oluşturmaktadır. Hak batıl mücadelesi, tüm peygamber ve onları izleyenlerin batıla karşı yapmış oldukları mücadeleden ibarettir. Bu kâinatta devam eden ve değişmeyen ilahi yasalardan birisidir. Kur'ân, hak ve batıl taraftarları arasında meydana gelmiş mücadelenin dikkatle takip edilmesini ve üzerinde düşünülmesini emretmiştir. De ki; yeryüzünde dolaşın, sonra (hakkı) yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın."[1043] "Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu.'[1044]
Bu ve benzer ayetler, insanların gezip dolaşmalarını, geçmiş milletlerden kalma harabeleri tetkik edip hakka karşı çıkışlarından dolayı yok olup gitmiş milletlerin halinden ibret alınmasını emretmektedir. M. Abduh da konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: "Geçmişte hak ile batıl arasında mücadele cereyan etmiştir. Hak ehli sabru sebat ile batıl ehline galip gelmiş ve bu galibiyet belli esaslar dahilinde gerçekleşmiştir. Hak taraftarları bu değişmez esaslara riâyet edecekleri zaman başarı elde edeceklerine inanırlardı."[1045]
Dindışı felsefi bir akım olarak materyalist veya ateist mücadele, materyalizmden yana olan mücadele ve görüş demekir. Materyalizm ise, dünyada yalnız maddenin varlığını kabul eden, tanrı, ruh gibi mânevi kavramları red ve inkâr eden felsefi görüştür.[1046] Tanımdan anlaşılacağı gibi, bu tür mücadelenin en belirgin özelliği her şeyi maddeye göre değerlendiren, olayların başlangıç, neden ve sonuçlarını da bu tarz bir felsefe ile yorumlamaya çalışır. Marksist ve seküler mücadele biçimleri de bu kapsama girer.
Kur'ân, dindışı mücadeleyi, "tağut yolunda yapılan mücadele" olarak tanımlamıştır. "İnanmayanlar tağut yolunda savaşırlar.[1047] Tağut kavramı da batıl kavramı gibi tüm kötülükleri kapsayan bir kavram olduğundan, dindışı mücadeleleri herhangi bir man ideoloji ve mücadele şekliyle sınırlandırmak mümkün değildir. Dilciler tağut kavramı için, şeytan, put, lider, zalim yönetici' [1048] anlamlarını kaydederlerken, bir genelleme ile hakkın dışında kalan her şeydir, [1049] demişlerdir. Resûlullah (s.a.s)'a birçok mücadele çeşidinin hükmü sorulunca, "Allah'ın dininin üstün gelmesi için yapılan mücadelele" [1050] dışındaki tüm mücadeleleri geçersiz, diğer bir ifade ile batıl ve dindışı mücadele kapsamına almıştır.
Kur'ân, kral dini anlamına gelen "dinü'l-meliki"den söz etmektedir. "O, kralın dinine göre kardeşini tutamayacaktı."[1051] Bu tür dinler ısmarlama dinlerdir. Kaynağı vahiy olmayan ve beşer aklının mahsulü dinlerdir. "Bu âyetteki din, kanun ve yasa anlamındadır. Bu âyete göre küfür kanunlarına "din" denilebilir." [1052] Asrımız bu tür dinlerin çok bulunduğu bir dönemdir. Ayetteki din kelimesi önemlidir. Belli ki bundan maksat, o zaman Mısır memleketinde yürürlükte olan hukuk düzeni ve bilhassa ceza kanunudur."[1053] Ayette bizi alakadar eden konu, hak dinin yanında batıl ve kral dinlerinin de mevcut oluşudur. İslâm dışında yapılan her türlü davet ve mücadele dindışı mücadele kapsamına girer.
Dindışı mücadele içine, Marksist, liberalist, seküler vb. mücadele türleri de dahildir. Dindışı mücadeleye örnek oluşturması bakımından Lenin'in şu sözleri önemlidir. "Dinsel önyargılarla mücadele ederken aşırı titiz davranmak zorundayız. Birtakım kişiler duyguları inciterek bu mücadeleye büyük zarar vermektedirler. Bu konuda propaganda ve eğitimden yararlanmamız gerekir."[1054] "Çalışma ve mücadele olmaksızın komünist kitaplardan ve broşürlerden elde edilen komünizm bilgisinin hiçbir değeri yoktur."[1055] "Sınıf mücadelesi bugün de sürüyor. Bugünkü mücadelenin sadece biçimi değişmiş durumdadır. Eski sömürücülerin geri gelmesini önlemek, dağınık durumdaki aydınlanmamış köylü kitlesinin tek bütünde birleşmesini çoğaltmak ve proleteryanın sınıf mücadelesini sağlamak, proleteryanın sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi sürmektedir ve bütün çıkarları bu mücadeleye bağlamak da bizim görevimizdir."[1056] "Genç kuşak ancak, çalışmasında, eğitiminde, öğretimindeki her adımı proleterya ve emekçilerin eski sömürge topluma karşı sürdürdükleri mücadele ile bağlayarak komünizmi öğrenebilir. Bize söz ettiklerinde diyoruz ki bir komünist için ahlâk demek, sömürgecilere karşı ortak disiplin ve bilinçli kitle mücadelesi demektir."[1057]
Marks'ın da mücadele anlayışı buna yakındır. "Belli bir toplumda toplumun bazı üyelerinin uğraşının ötekilerin uğraşı ile çatıştığı, toplumsal yaşantının çelişkilerle dolu olduğu ve tarihin ulusal ve toplumların kendi içerisinde olduğu kadar uluslarla toplumların arasında bir savaşma ve gene bunun yanında birbiri ardından gelen devrim ve gericilik barış ve savaş durgunluk ve hızlı ilerleme ya da düşüş dönemlerini ortaya koyduğu herkesçe bilinmektedir. Marksizim görünüşteki bu labirent (çıkmaz) ve kaosu yöneten yasaların bulunması için bir kılavuz, yani savaşma teorisini sağlamıştır. Belli bir toplumun ya da toplumlar grubunun bütün üyelerinin uğraşılan toplamının incelenmesiyledir ki, bu uğraşıların sonucunun bilimsel bir açıklamasına ulaşılabilir. Şu halde çatışma halindeki uğraşılar her toplumun bölünmüş olduğu sınıfların yaşam biçimi ve konumlarındaki farklılıklardan gelmektedir. Marks, bugüne dek varolan bütün toplumların tarihi diye yazıyordu. [1058] "Marks der ki: Eski toplumlarda sınıfsal mücadele, borçlularla alacaklılar arasındaki mücadele idi. Roma'da bu mücadele borçludan, avam sınıfından çıkıp köle olmasına kadar vardı. Sınıflar arası mücadelenin teorik bilgilerinin evrimi, felsefenin ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Yavaş yavaş halkları köleleştirmek için ruhi bir araç haline dönüşen din platformunda da önemli ihtilaflar ortaya çıktı. Böylelikle toplumun sınıflara ayrılması üst yapıda ve toplumun bütün ruhsal hayatında özde bir devrim ortaya çıkarmıştır.[1059]
Materyalist anlayış konuya hep madde açısından bakmaktadır. İnsanlık hayatında birtakım değerler varlığını inkâr edip hayatı sadece yemek, içmek, zevk ve arzular şeklinde yorumlamaktadır. Bu görüşe göre madde ön planda ve hatta tek kriterdir. Toplumdaki tüm değerleri ona göre değerlendirirler; hepsi de bir bakıma tabiat arasındaki maddi ilişkilerden oluşur.
Bu konuda Muhammed Kutub şunları söyler: "Materyalizmin insanı yorumlama da biricik unsur ister Marks'ın dediği gibi ekonomik olsun yahut Freud'un dediği gibi cinsellik olsun ya da Durkheim'in dediği gibi kişilerin yapısında var olan ve onlara egemen olan toplumsal akıl olsun, bütün bu unsurlar, pekçok yanı ve çeşitli faaliyet alanı bulunan geniş insanı, hayatı yorumluyacak kadar cılız ve gerçekten uzaktır."[1060] Materyalist dindışı mücadele, sınıfları birbirine karşı kışkırtma, mülkiyet hakkı ve tüm mânevi değerleri reddetme esası üzerine kurulmuştu.[1061]
Din dışı fraksiyonlardan liberalist görüş de temelde, marksist görüşle bütünleşir. [1062] Liberalizm, sözlük olarak serbest, başıboş ve herhangi bir değere bağlı kalmama anlamındadır. Liberalizme göre bir halkın diğer bir halkla, bir komutanın diğer bir komutanla veya bir imparatorluğun diğer bir imparatorlukla savaş halidir. Bu mücadelede galibiyet, üstünlük ölçülerine göre ele almakta ve galibi birçok durumlarda üstün olarak değerlendirmektedir. Her şeyi menfaate dayanır. Kısacası hayat, çıkarlar çatışmasından ibarettir. Bu çatışma, insanlar arasında herhangi bir değişim yapmamıştır. "Liberalist yorum tarihten ibret alma noktasını iptal etmekte, hakkın zaferi ile batılın zaferini eşit olarak görmektedir. Onlara göre hak kuvvetlinindir. "Might is right", yani güç haklıdır gibi bir prensipten hareketle hakkı her an kuvvetin kendisinde görmektedir. Halbuki bu orman kanunudur. Yani hak sahibinin kuvvetli kimse olduğu ve kuvvetlinin zayıfı yediği orman kanunudur."[1063]
Bu mücadelede de her şey hayatta kalmak içindir. Ama bu hayata nasıl geçilir? Ne yapılır, kimden yana tavır alınır? Hangi eylemlerde bulunulur? Hangi eserler meydana getirilir? O hiç önemli değildir. Kendi hayatını garantiye aldıysa, nice hayat sönsün. Aile yıkılsın, can gitsin pek önemli değildir.
Dindışı mücadelelerden birisi de sekülerizmdir. Bu da materyalist olduğundan diğerleriyle birleşir. Böyle toplumlarda, sınıflar yerinde bireyler, dernekler, kuruluşlar ve partiler arasında sürekli bîr mücadele söz konusudur. Tek hedef nefsâni ve duygusal arzuların tatmin edilmesidir."[1064]
Dindışı görüşün tarihe bakışı da hak-batıl mücadelesine bakışının aynısıdır. "Hegel; tarihî, birbirine karşı iki fikir arasında geçen mücadeleden ibaret bilir. Marks, Hegel'in görüşüne katılmakla beraber, söz konusu mücadelenin fikirde olmayıp, sınıflar arasında olduğunu savunur." [1065] Bu çatışmanın diğer bir ismi de diyalektik yorumdur. Ona göre tarih, yalnız bir çatışmayı bilmektedir. Öyle sınıfsal bir çatışma ki iktidar merciini tarih boyunca bir sınıftan diğerine devreder. [1066]
Dindışı mücadele hangi isim altında olursa olsun, başta insanî eğilimler ve tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü hepsi hak-batıl mücadelesini görmezlikten gelmektedir. Oysa İslâm, tarihi ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamberle başlatır. Buna göre ilk mücalede ilk peygamber ile şer güç olan şeytan arasında başlamıştır.
Kur'ân hiçbir dönemin elçisiz kalmadığından haber vermektedir. "Her topluma hidâyet yolunu gösteren bir (elçi) vardır.[1067] Her peygamberin de hem cinlerden hem de insanlardan düşmanları olmuştur. "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.'[1068] Kur'ân, bu mücadelenin geçici bir olgu olmayıp, sürekli bir kavga olduğunu da beyan eder. "Yine onlar seni yurdundan çıkarmak için nerdeyse dünyayı başına dar getirecekler, O takdirde senin ardında kendileri de fazla kalamazlar. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkında ki, kanun (budur). Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın."[1069]
Peygamberlerin şer güçlerle mücadelesi, sadece bir dönem ve bir kesime ait değildir. Allah'ın değişmez kanunudur. Bütün peygamberlere karşı çıkılmıştır. Çıkar çevreleri, insanları köleleştirenler, kendilerinden başka ilah tanımayanlar onlara karşı çıkmışlar ve davalarını sabote etmişlerdir. Dünya o kadar basit ve değersiz arzular için yaratılmamıştır. Bu anlayış, Allah'ın kâinat ve insanı yaratma hikmetine de tamamen terstir. "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"[1070]
Dindışı yorum, insanı bir kütükten farklı görmemektedir. Diğer varlıklardan üstün kılan, ona değer veren, onu evrenin efendisi kılan değerleri hiç dikkate almamaktadır. "Ona iyilik ve kötülüklerini verene (kasem ederim.)'[1071] "Muhakkak insanı en güzel biçimde yarattık.'[1072]
İslâm'ın kabul ettiği tek mücadele biçimi hak-batıl mücadelesidir. Buna, madde-mana, iman-küfür, İslâm-cahiliyye, tev-hid-şirk vs. hangi isim verilirse netice değişmez. Batıl taraftarları, inananlara inançlarından dolayı savaş açmışlar, onları yurtlarından çıkarmışlar ve Hz. İbrahim (a.s) örneğinde olduğu gibi ateşe bile atma cür'etini göstermişlerdir. "Onlardan sırf göklerin ve yerin mülkü kendine ait olan Aziz ve Hamid olan Allah 'a iman ettikleri için intikam aldılar. [1073] Peygamberlerin mücelesini "Hak batıl mücadelesinin serüveni" bölümünde genişçe ele alacağımız için burada peygamberlerin mücadeleleriyle igili genel bir değerlendirme ile yetiniyoruz.
Tarihi sadece iki sınıf arasında geçen mücadeleden ibaret bilmek, ona göre değerlendirmek, sübjektif bir değerlendirmedir. Binlerce gerçeği gözardı etmek demektir, insanın fıtratında olan, din duygusunu kale almamak, onun varlığını inkâr etmek olur.[1074]
Mücadele, sadece maddeden ibaret olsaydı tarih boyunca meydana getirilen mabetler, eserler ve kültürlerin ne anlamı kalırdı? Onların birçoğu batıl inançlarla meydana gelmişse de yine bir inanç eseri yapılmış mânevi bir değerin varlığım gösterirler.
İnsanlar yurtlarını, mallarını, akrabalarını terketmişlerdir. Firavun, Nemrut gibi zorbalar inananlara niçin işkence etmişlerdir? Hz. İbrahim (a.s) niçin ateşe atıldı. Son peygamber (s.a.s) ve ashabı niçin en kötü işkencelere maruz bırakıldı? Bunları, sınıf mücadalesi veya maddi sebeblere bağlamanın herhangi bir izahı olamaz. Bilal Habeşi'yi sıcak taşlar altında inlemeye razı ettiren, o vaziyeti maddî ve konfor şartlara üstün tutan değer ne idi? Sınıfsal mı idi yoksa maddi mi idi? Veyahut bir ve Samed olan Allah'ı, puta tercih etmek mi idi? Mücadele, sınıflar arasında olsaydı kendi aşiretini tercih edecekti. Maddi olsaydı efendisinin tekliflerini reddedemezdi. Muhacirler doğup büyüdükleri yurtlarını evlerini terketmezler ve tanımadıkları yerleri onlara tercih etmezlerdi. O, ırklar arasındaki mücadeleden ibaret olsaydı, başta peygamberler ve onların taraftarları en yakın akrabalarıyla mücadele etmezlerdi.
Dindışı tüm görüşler insanların, her şeylerini uğrunda feda ettikleri değerleri görmezlikten gelmektedirler. Dindışı mücadeleyi öne sürenler acaba, her şeyini inancına feda eden Suhayb-i Rumi'nin durumunu nasıl izah edebileceklerdir? Medine'ye hicret etmek istediği zaman Mekke'li müşrikler, meseleyi maddi açıdan yani dindışı bir yaklaşımla ele alanlar, onu mal ile korkutmaya başladılar. "Sen bize eliboş ve fakir olarak gelmiştin, şimdi ise zengin oldun, malın arttı. Onu da beraberinde götürmek istiyorsun. Buna asla izin veremeyiz.
- Size malımı versem beni serbest bırakır mısınız?
- Malını versen serbestsin.
- Malımı size verdim. Beni serbest bırakın!
Bu fedakarlığı duyan Resülullah (s.a.s) "Suhayb kazandı. Suhayb kazançlı çıktı, dedi."[1075]
İslâm, tarih ve mücadeleye bu açıdan bakar, yani hak-batıl, iman-küfür, madde-mana mücadelesi. Aksini iddia etmek insanı ve tarihi tanımamak ve gerçekleri örtmek demektir. [1076]
Aslolan hak ile batılın mücadelesidir. Ancak zaman zaman, batıl fraksiyonları arasında çıkan ihtilaflardan dolayı onların da kendi aralarında mücadeleleri olmuştur. Bunun en bariz örneği Hırisiyanlık-Yahudilik mücalesidir.
"Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil'i) okumakta oldukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da, Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler.' [1077] Görüldüğü gibi her ikisi de Tevrat ve İncil'i okudukları halde birbirlerini hak olmamakla itham etmişlerdir. Bu mücadelenin uzantıları günümüze kadar gelmiştir. Ayet, her fırkanın diğerini reddettiğini haber vermektedir.
Batılın batıl ile mücadelesinin diğer bir örneği de Resülullah (s.a.s)'ın bi'setinden önce cahiliyye arapları arasında meydana gelen kabile ve aileler arası çatışmalardı. Bi'setten önce bu mücadeleler çok yaygındı. Her kabile bir başkasıyla, her aile de bir başka aile ile kavga halindeydi. Her çocuk kendi babasının veya diğer yakınlarının intikamını almak üzere yetiştirilirdi. Bu kavgaların en meşhuru, "Abes" ve "Zeyban" muharebeleriydi. Sebebi şu idi: İki kabile arasında at yarışı yapılıyordu. Bu yüzden savaş başladı. Bu savaş iki kabile arasında yaklaşık 40 yıl sürdü. Meşhur savaşlardan diğer bir tanesi de "Besus" savaşı idi. Bir kabileye mensub "Besus" adında bir kadının devesi Kuleyb b. Vail'in otlağına girmişti. Kuleyb deveyi kovalamış ve okla yaralamıştı. Böylece Bekr ve Talib kabileleri arasında kanlı savaş başlamış oldu. Bekr ile Temim bir otlak yüzünden birbirlerine düştükleri de ayrı bir olaydır. Evs ve Hazreç arasında da korkunç muharebeler uzun süre devam etmiştir."[1078]
Bu savaşların hakkı müdafa, batılı önleme gibi hiçbir gayesi yoktu. Sadece kan davaları, kısır çekişmeler ve taklitten öteye geçmeyen gelenekti. Bu kötü gelenek tüm Arabistan'ı kapsayacak duruma gelmişti. Çok basit nedenlerden dolayı hepsini karşı karşıya getirdi. Ocakları söndürdü, kadınları dul ve çocukları yetim bıraktı. Bu, Arapların haksızlık kabul etmeyen gayretlerinîn yanlış yerde kullanılmasından kaynaklanıyordu.[1079]
Arapların, haksızlık kabul etmez huyları hakta değil de batılda kullanıldığı için fayda yerine zarar getirmiştir. Akl-ı selim sahibi insana yaraşan Allah'ın kendisine bahşettiği nimetleri yerinde kullanmasıdır.
Batılın batıl ile mücadelesinin en fazla görüldüğü yer, cahili toplumlardır. Özellikle çağımızda her zaman için bunun örneklerini görmek mümkündür. Bu toplumlarda mücadele çeşitli kuvvetler arasında olmaktadır. Bu şekillerden bir tanesi bir milletin diğer bir millete galip gelmesi, sınırlarını genişletmesi, düşmanlık yolu ile çıkarlarını daha çok artırmak arzusundan kaynaklanmaktadır.
Bu toplumlarda görülen diğer bir batıl mücadele biçimi de toplumun kendi içerisinde egemenlik arzusu, mülkiyet arzusu, gayr-ı meşru yollardan duyguları tatmin etme arzusundan kaynaklanan mücadeledir.
Cahili toplumlarda, haram kazanç için kuruluşların kendi aralarında ekonomi üzerinde oynadıkları oyunlar, fiyat ve değerierin yükselip inmesi, karaborsa ve tefeciliğe neden olması da bu tür mücadelelerden kaynaklanmaktadır. Hakkı ikame etme, batıla engel olma gibi herhangi bir kaygıları olmayan, yalnızca koltuk gayesi, çıkar ve toplumu birbirine karşı getirme amacıyla kurulan ve faaliyet gösteren parti, dernek, sendika ve vakıfların da kendi aralarındaki çekişmeleri batılın batıl ile mücadele etme kapsamına girmektedir.
Muhammed Kutub konuyu şöyle izah eder: "Çağdaş cahiliye de Amerika ile Rusya arasındaki çatışma, iki devletin büyükleri askeri, ilmi ve teknolojik güçleri üçüncü dünya ülkeleri olarak isimlendirilen ülkelere hakim olarak onların enerjilerini, hammaddelerini ve servetlerini sömürme noktasındaki şeytani istekleriyle ölçtüğümüzde, insanlığın şahit olduğu en büyük çatışmadır. Ancak değerler aleminde bu, ormandaki vahşi hayvanlardan ikisinin bir kurban üzerinde onu tek başına elde ederek ondan daha fazla pay almak için verdikleri mücadeleden başkası değildir. Değerler aleminde bu veya şu vahşi hayvanın galip gelmesi arasında ne fark var?"[1080]
İki batıl, vahşi iki hayvan gibi mazlum insanlığın sahip olduğu imkânları bölüşememenin kavgasını verirlerken, hakkın işlevi de mücadele alanı durumuna gelen insanlığı her iki canavarın pençesinden kurtarmaktır.
Çağdaş cahiliyenin öne sürdüğü batılın batıl ile mücadelesinin diğer somut bir örneği de marksit ve sosyalistlerin kendi aralarında bölünmeleri ve sürtüşmeleridir. Bunun tipik bir örneği Rusya ile Çin arasında geçen batıl mücadeledir. İkisi de batılın sol kanadını oluşturdukları halde amansız biçimde birbirleriyle sürtüşmeye devam etmektedirler."[1081]
Bu mücadele, batılın sol kanadı arasında meydana geldiği gibi, zaman zaman da batılın sağ kesimi arasında da görülmektedir 1960'larda faiz borçlarından kaynaklanan bir ihtilaftan dolayı A.B.D. ile İngiltere arasında tehlikeli boyutlara varan mücadele, batılın batıl ile mücadelesinin bir örneğidir.[1082]
Bu mücadelenin bir başka örneği de ırkçı Hitler ile Yahudiler arasında meydana gelen mücadeledir. Hitler için ırkçılık, ekonomik krizden istifade ederek iktidarı ele geçirmek hedefine matuf bahaneden başka birşey değildi. Bugün uzmanların üzerinde anlaştıkları ölü sayısı 950.000 ile 1.200.000 arasındadır. Bir Sovyet raporuna inanacak olursak Aushwitz de ölenlerin sayısı 4 milyondur.[1083]
Hak-batıl mücadelesi dışında kalan kavgalar, batıl mücadeleler olduğundan onları sayarak bitirmek mümkün değildir. Hakkı bilip ona tabi olduktan sonra batıl fraksiyonları saymanın fazla bir anlamı kalmaz.
Kur'ân, batılın batıl ile mücadelesinin ahirette bile devam edeceğinden haber vermektedir.
"(Kıyamette) hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve zayıflar büyüklük taslayanlara diyecekler ki: "Biz sizin tâbilerinizdik. Şimdi siz Allah'ın azabından herhangi birşeyi bizden savabilir misiniz?" Onlar da diyecekler ki; "ne yapalım, Allah bizi hidâyete erdirseydi, biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sızlamak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur." (Hesablar görülüp) iş bitirilince şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vadetti, ben de size vadettim, ama size karşı yalancı çıktım. Zaten benim size bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım. Siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim.[1084]
Bu iki ayet, körü körüne kötü öncülerin peşine düşüp de pişman olacakların kötü akibetlerinden haber vermektedir. Bu pişmanlık, kör taklid neticesi batılın peşine düşmenin bir sonucudur. Şeytanın, suçu kendi yandaşları üzerine atması da oldukça anlamlıdır. Hiçbir güç kullanmadığını söylemektedir. Sadece bir davete icabet söz konusu olduğunu itiraf etmektedir. Hakkın davetine göz yumup batıla koşanların varacakları kötü neticeyi haber vermektedir. Onları bu duruma düşüren tek neden haktan yüz çevirip batılın peşine düşmektir.[1085]
Son ayet, inançta taklidin geçersiz olduğuna delildir. Çünkü şeytan kendilerini davet ettiğinde herhangi bir delil istememişlerdi ve körü körüne onu taklid etmişlerdi. [1086] Batıla düşmenin en büyük nedeninin taklid olduğu bu ayetlerle de ortaya çıkmaktadır.
Cehennemde vukubulacak ve batılın batıl ile mücadelesini sergileyen diğer bir manzara da şudur:
"(Batıl taraftarları) ateş içinde birbirleriyle çekişirlerken, zayıf olanlar büyüklük taslayanlara, biz, size uymuştuk, şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz? derler. O büyüklük taslayanlar ise; doğrusu hepimiz bunun içindeyiz, şüphe yok ki Allah kulları arasında hüküm verdi, derler.'[1087]"Batıl güruhunun liderlerine: "İşte bu sizinle beraber cehenneme girecek topluluktur (denildiğinde liderler) onlar rahat yüzü görmesinler" (derler) Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir. (Batıla uyanlar ise) "hayır asıl siz rahat yüzü görmeyin, onu bize siz, sundunuz! Ne kötü bir yerdir! derler'[1088]
Batılın batıl ile mücadele biçimleri sayılamayacak kadar çoktur. Hak-batıl mücadelesi dışında kalan mücadelelerin tümü bu kategoriye girmektedir. [1089]
Böyle bir mücadeleye hakkın hak ile mücadelesi de denilebilir. Aslında hiç de olmaması gereken garip bir mücadele türüdür. Hakkın hak karşısına dikilmesi, sünnetullaha aykırı bir olgudur. Bu çeşit mücedele nurun nur ile, gecenin gündüz ile, yıldızların birbirleriyle çarpışmasının başka bir ifadesidir. Mücadeleyi, hakkı ortaya çıkarma gayesiyle yapılan tartışma, münazara veya fikir teatisi anlamında algılarsak, bunun meşru olduğunda herhangi bir kuşku kalmaz.
Hakkın hak ile mücadelesinin sakıncalı olan türü şu âyette söz konusu edilmiş olanıdır.
"Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin, şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletle davranın, şüphesiz ki Allah adil davrananları sever."[1090] Bu ayet, hangi dava namı altında olursa olsun karşı karşıya gelen iki müslümanın hakkı gerçekleştirmek ve batılı izale etme prensibiyle barıştırmayı hedef almaktadır. Burada esas olan hakkı kabul etmeyenin öldürülmesi bile söz konusu olsa bu batıl tutumunun izale edilmesi ve hakkın ortaya çıkarılmasıdır. [1091] Bu âyette hakkın yanında yer almanın gerekli olduğu sözkonusudur edilmektedir. Çünkü mazlum olanı haline bırakmak kardeşlik hukukuyla bağdaşmaz.
Merhum Mevdudi bu konuya geniş yer vermiştir. Biz bu geniş açıklamaları, gerekli kısaltmayı yaparak veriyoruz. "Esas olan onları barıştırmaktır. Eğer barıştırmak mümkün olmuyorsa o takdirde haklının ve haksızın kim olduğu araştırılmalıdır. Sonra da hak üzerinde olana yardım edip zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Bu vaciptir ve cihad kategorisine girer. Haklı olana yardım edip mütecaviz tarafa karşı savaşmak fitne kapsamına girmez. Tüm İslâm alimleri böyle bir müdahalenin vacib olduğunda ittifak etmişlerdir. Hatta bazı alimler bunun cihaddan da daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Her müslüman imkânı nisbetinde sorumludur. Bu yardım âsi gruba saldırı olmayıp, onu Allah ve Resulüne göre hak olan çizgiye çekmek ve haksızlığı kaldırmaktır. Ayette sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların hak ve adaletle barıştırılmaları vurgulanmıştır. Bu bakımdan haklı haksız dikkate alınmaksızın savaşın durdurulmasının Allah nezdinde bir değer taşımayacağı ortadadır. Ayrıca haklı olan tarafa baskı yaparak haksız olan diğer tarafın yanında yer alıp iki grubu barıştırmaya kalkışmak doğru değildir. Çünkü gerçek barış, hak ve adalete dayanan barıştır. Aksi takdirde fesad sürer. Haksız, cesaret bulur ve haksızlık daha da artar"[1092]
Ayetin temel hedefi, iki hak taraf arasında olması muhtemel bir yanlışlığın hak ölçülerine göre düzeltilmesidir. Ayet aynı zamanda hak ile beraber olmanın önemli olduğunu da göstermektedir.
İslâm'a göre imkân nisbetinde batıla karşı konur ve kesinlikle yayılmasına müsade edilmez. Silahlı mücadeleden önce batılda ısrar eden hakka davet edilir. Batılda kalmaya davet edilir. Teklifi kabullenirse ne âlâ, aksi halde kendisiyle silahlı mücadeleye de girilebilir. Nitekim Ali (r.a) Haricilere karşı aynı yöntemi uygulamıştı.[1093]
Küfür içinde insanların manen yanmasına göz yumulmaz. Başka bir ifade ile batılın yayılmasına asla müsaade edilmez. Yangını körükleyenlerin yapttklarına göz yummanın diğer bir anlamı, insanlar yansa da önemli değildir. Bu ise İslâm'la bağdaşmaz.
Resülullah (s.a.s), iki hak tarafın karşı karşıya gelmesinin cehennemle neticeleneceğini haber vermiştir, "iki müslüman kılıçla (veya herhangi bir silahla) karşı karşıya gelir, biri diğerini öldürürse ikisi de cehennemlik olur.
- Ey Allah'ın Resulü! Öldürene diyeceğimiz yok, öldürülen niçin cehennemlik oluyor? denilince; o da arkadaşını öldürmeye çok istekliydi", buyurdu. [1094] Bu iki tarafın da haksız olduğu bir durumdur. "Eğer nefsi müdafaa sözkonusu ise saldırgan öldürülse bile cezayı hak eden olur. Çünkü diğerinin niyeti arkadaşını öldürmek olmayıp nefsi müdafa idi. Nefsi müdafa bu ümmetin özelliklerindendir.[1095]
İki hak grubun çarpışması, güneş ve ayın tutulmasından daha az vuku bulması gerekir. Aslolan hakkın batıl ile mücadelesidir. Hak ile hak karşı karşıya gelirse, böyle bir mücadele yırtıcı ve duygusuzca olmamalıdır, İslâm toplumu hak ile beraber olmanın güzelliğini teneffüs etmiştir. Haktan yana, batıla karşı tavır takınılacak ve böylelikle kısa sürede iki hak tarafı barıştırma cihetine gidilecektir. [1096]
Mücadelenin çeşitlerinden birisi de gözle görülmeyen şer güçlerle yapılan mücadeledir. Kur'ân, bunu bazen nefis olarak "Şüphesiz nefis aşırı derece kötülüğü emreder."[1097] Bazen de hevâ "Nefsini hevadan (kötü arzulardan uzaklaştırana) şüphesiz cennet yegane barınaktır.'[1098] şeklinde zikreder "Gerektiği şekilde Allah uğrunda cihad edin.'[1099] âyetinde mücahede çeşitleri anlatılırken, onlar arasında şeytan ve nefsin kötü arzuları da sayılmıştır."[1100]
Mücadele edilmesi gereken nefisten gaye; İnsanı yasak lezzet, kötü arzu ve süflî cihetlere davet eden kuvvettir. [1101] Hevadan kasıt ise; insan tabiatının arzuladığı gayri meşru bir şeye meyletmesidir.[1102]
Nefis ve heva ile mücedele etmek en büyük cihad türlerindendir. Bu konuda mevzu bîr hadis de rivayet edilir. Buna göre bir savaştan dönen ashaba Allah'ın Resulü "Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük. O da insanın hevasıyla mücadele etmesidir."[1103] buyurmuştur. Suyuti, Münavi, İbn Hacer ve Acluni gibi muhaddislerin dediği gibi, adı geçen rivayet hadis olmayıp İbrahim b. Ebi Ayle'ye ait bir sözdür. Mevzu hadisin, imandan sonra en büyük ibadet olan cihadı küçümser gibi bir anlam ifade etmesi, onun kelâm-ı kibardan olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Hadis olmadığı kanaati bizde de hasıl olduğu halde, istismar edilmediği takdirde, nefsi terbiye etme ve onu kötü arzulardan alıkoymaya özendirdiği için yerinde söylenmiş bir sözdür, denilebilir. Düşmana karşı mücadele verirken ölen şehid iken, nefsi hastalık olan riya ile ölen kişinin cehennemlik olacağını sahih hadisten öğreniyoruz.[1104]
Cihad, Kur'ân ta'limi, sadaka ve diğer her türlü ibadette ecrin azalması, ona riyanın karışması nefse olan yenilgiden kaynaklanmaktadır. Birçok mücadele ehli, cephede zafer kazanırken nefis mücadelesinde kaybetmektedir. Nefisle mücadele etmek ve onu hakka bağlamak en büyük cihad için bir merhaledir Nefis cihadında başarılı olamayan, meydan cihadında kazançlı çıkamadığı gibi, meydan cihadından geri kalan ve ona nefsini alıştırmayan kişi de nefsini terbiye ettiğinden söz edemez. Bu konuda Resûlullah (s.a.s)'ın hadisleri açıktır; "Kim cihad etmeden veya onu arzulamadan ölürse nifak üzerine ölür"[1105]
İbn Kayyım, nefisle mücadele etmenin önemini şöyle izah eder: "Nefis, Allah'a davet yolunda çok büyük bir engeldir. Her davetçinin mutlaka bu engeli aşması gerek. Kimisine bu engeli geçmek kolay, kimine göre de oldukça zordur. Bu engebeli yolda diken var, vadiler var, engebeler ile karanlıklar, yakıp kavuran çöller var. Bunlarla beraber yol kesen çeteler de var. Hak yolun saliklerinde iman azığı ile yakîn meşalesi olmazsa bu engellere takılıp kalacaklardır. Şeytan da yolun doruğunda durup insanların bu yola girmemelerini tavsiye eder. Onu dinlemeyip yola koyulanlara da diğer bir çok engel vardır, ama bunlar dinlenmeden mesafe katedilirse sonunda saadet ve mutluluğun olduğu görülecektir."[1106]
İbn Cevzî de şunları der: "Hevâ, neticesini düşünmeden haram lezzetlere davet eder. Tehlike, cefâ ve eziyyet de olsa gelen arzusunu yerine getirmek ister. Akıllı ise nefsini, neticesi kötü olan lezzetlerden alıkor. Çocuk, fayda zarar demeden isteğine konmak ister. Akıllı ise zararı gözönünde bulundurarak ondan vaz geçer.[1107]
Kur'ân, hevâyı yapay bir ilah olarak tanıtır. "Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kişiyi gördün mü?"[1108] Putlara tapanlar, arzularına yenilerek tapınışlardır. Bir putu koyup diğerini indirmişlerdir.
Mümin hevasına göre değil, Allah'ın emrine göre hareket eder. Böylelikle hevasını ilah edinen ile Allah'ı Rab edinenler arasındaki fark ortaya çıkmış olur: "İnsan kimin her arzusunu işyerine getirirse onu rab edinmiş olur.'[1109]
Nefis ve heva mücadelesi, mücadelenin ilk adımıdır. Hak mücadelesinde iyi bir netice elde edebilmek için nefis ve nevanın İslâmi terbiye ile eğitilmesi gerekir. [1110]
Rabbimiz hayatın mücadelesiz geçmemesini murad etmiş; şeytan gibi bir şerrin bizimle mücadele etmesine imkân vermiştir.
"İblis, bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi. Allah, sen mühlet verilenlerdensin, dedi.'[1111] "Bu, şeytanın bir meydan okuyuşudur. O adete şöyle demektedir. "Bari bana insanların tekrar dirilecekleri mahşer gününe kadar süre tanı ki ben, senin benim üstümde değer verdiğin insanın buna layık olmadığım göstermek için azami çabamı harcayayım.[1112]
Şeytan insanın azılı düşmanıdır, kıyamete kadar insanla mücadele etmesine imkân tanınmıştır. Şeytanın programı çok yoğun ve faaliyetleri de çeşitlidir, insanı saptırır.[1113] Boş va'dlerde bulunur.[1114] vesvese verir. [1115] Açıkça düşmanlık yapar.[1116] Amelleri süsler [1117] Aldatır.[1118] Açıkça cehenneme davet eder.[1119] Yandaşlarını müslümanlarla mücadele için kışkırtır.[1120] İnsanları birbirine kırdırır.[1121] Müstehcenliği yayar.[1122] Bunlarla beraber yollara barikatlar kurar. "Şeytan, insanın (gelip geçtiği) yollara barikat kurar. İslâm'a giden yolu bekler ve girmek isteyene "Nasıl olur da atalarının dini terkedip, müslüman olursun?" der. Onu dinlemez ve müslümanlığı seçerse hicrete giden yolu kapatmaya çalışır ve hicret etmek isteyenlere şöyle vesvese verir. "Nasıl olur da hicret edersin, yerini, toprağını terkedersin, hicret elini kolunu bağlar." der. Ondan da netice almayınca cihada giden yolu kapatmak ister ve şöyle der: "Nasıl olur da canını malını verirsin, eşin dul kalacak, malın paylaşılacak."[1123] Şeytan tüm bu faaliyetlerini vesvese ve şüphelerle gerçekleştirmektedir. Onun dışında kimseyi dövecek, öldürecek hiçbir silah ve malzemesi yoktur.
Kur'ân, insanla mücadele eden iki tür şeytanın varlığından haber verir: 1- İnsî şeytanlar 2- Cinnî şeytanlar
"Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını gönderdik. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar."[1124] "İnsanların kalplerine vesvese sokan cin ve ins şeytanın şerrinden (Allah'a sığınırım.)" [1125] Cinnî şeytanların silahı vesvese ve şüphe vermekten ibarettir. Fakat insî şeytanların silahları çeşitlidir. Yukarıda geçen (6/112) ayette ifade edildiği gibi, şeytanların peygamberlerle bile mücadeleleri sözkonusu iken peygamberler dışındaki insanlara karşı mücadelesi daha da kolay olacaktır.
Şeytanın en büyük kötülüğü batılı süsleyip onu hak suretinde göstermesidir.[1126] "Allah'a andolsun senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişisiz. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi.'[1127] "İnsanları, kendi hükümranlıkları altına almak isteyenler Allah'ın öğretilerine son vermek isteyen öncüler ve cinni şeytanlardan ilham alan insî şeytanlardır. İnsî şeytanlarla mücadele etmek, cinnî şeytanlarla mücadele etmenin ta kendisidir."[1128]
Bir defasında Ebu Zer namaz kılarken, Resûlullah (s.a.s) ona "Ya Eba Zer, insî ve cinnî şeytanlardan Allah'a sığın", buyurdu. Ebu Zer: Ey Allah'ın Resulü! İnsanlardan da şeytan olur mu? diye sordu. Resûlullah (s.a.s), evet, dedi."[1129] Malik bin Dinar da: "Benim için insî şeytanlarla mücadele etmek, cinnî şeytanlarla mücadele etmekten daha zor geliyor. Çünkü istiaze ettiğim zaman cinnî şeytanlar gider. Fakat insî şeytanlar açıkça beni günahlara davet etmektedirler", demiştir. [1130] Seleften birisi bu konuda şöyle der: "Şeytanla karşılaştım. Mel'un bana şu gerçeği itiraf etti: Önceden insanlara bir şeyler öğretmeye çalışırdım. Fakat ne yazık ki şimdi onlardan ders almaya başladım.[1131]
Şeytanın hak ile batılı birbirine karıştırma yöntemi konusunda eser yazan İbn Cevzî bu konuda şunları demektedir: "İnsanın kalbi surlarla çevrili bir kale gibidir. Surun kapıları vardır. Kapılarda bazı gedikler vardır. Kalenin içinde kalb bulunmaktadır. Melekler kaleye zaman zaman uğrarlar. Kale yakınında şeytanların gidip geldikleri bir merkez vardır. Mücadele devamlı kale sakinleriyle şeytan ve heva arasında geçmektedir. Şeytan devamlı kale nöbetçilerini gafil avlamaya çalışır. Binaenaleyh kalenin giriş çıkışlanna dikkat etmek gerekir."[1132]
Allah, insanları tertemiz yaratmışken şeytan ve avanesi onları hak yoldan saptırmaktadır. Bir hadisi kudside şu gerçek ifade edilmiştir: "Kullarımı hanif, tertemiz olarak yarattım. Şeytanlar onlara musallat oldu. Onlara haramları helal, helalları da haram kıldı."[1133]
Şeytan, insanın zayıf yönünden yararlanmaya çalışır. "Sonra elbette onlara önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın, dedi.'[1134]
Müfessirler âyette geçen "yönler" hakkında çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. "Ayette geçen sağdan gelmesinin anlamı, din cihetinden geldiğini, yani hakkı batıl, batılı da hak suretinde göstermesidir. Soldan gelmesi, kötü arzularla geldiğini gösterir. Önden gelmesi, ahiret, ceza, mükafatı mkâr ettirmeye çalıştığını gösterir, Geriden gelmesi ise insanı fakirlik ve yoksullukla korkutup, zekât ve sadaka gibi vecibelerden alıkoymaya çalıştığını ifade eder."[1135]
Şeytanın faaliyetleri arasında haktan uzaklaştırmak da bulunmaktadır. "Şeytan insana vesvese verir, melekler de insana hayrı öğretir; şeytanın vesvesesi, insanı haktan uzaklaştırmaya çalışmasıdır."[1136]
Şeytan, tüm insanlarla çetin bir mücadele içersindedir. Onlara heva ve şehvet silahlarıyla saldırmakta ve yaralamaktadır. Helal-haram demeden Allah'ın emirlerini çiğneyenler mücadelenin başında yenilmiş sayılırlar. Takva sahipleri ise mücadeleye hazırlıklı girmişlerdir. Onlara sabır ve sebat düşer.[1137]
Netice olarak, şeytanla mücadele konusunda şunları diyebiliriz: Dünya bir mücadele sahasıdır. Düşmanlarımızın başında insî ve cinnî şeytanlar gelmektedir. Onlar, insanları vesveselerle hak çizgiden ayırmaya çalışmaktadırlar. Kur'ân ve Sünnet bizlere insî ve cinnî şeytanlarla mücadele yöntemlerini göstermiştir. [1138]
İnsan sürekli bir mücadele içersindedir. Bu, hak taraftarları için geçerli olduğu gibi batıl ehli için de geçerlidir. "De ki herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar, bu durumda kimin doğru bir yolda olduğunu Rabbiniz en iyi bilendir."[1139]
Her ferd veya toplum belirlediği hedef için çalışır. Hangisinin geçerli olduğunu tayin etmek insanlara bırakılmamıştır. Bu hak yalnız Allah'a aittir. Hakkı batılı, yanlışı doğruyu insan ortaya koyamaz. Bunun tek kaynağı vahiydir. İnanan insan kendini mücadeleden soyutlayamaz. Onun mücadelesi hakkın mücadelesidir. O nefsiyle, şerle, şeytanla, kötülükle, kötülerle kısacası batıl ile sürekli bir mücadele içersindedir. Kur'ân literatüründe tüm kötülük batıl kelimesiyle ifade edilmiştir.
Batıl taraftarları da boş kalacak değillerdir. Onlar da sürekli bir mücadeleyi sergilemektedirler. Batılın öncüsü şeytan boş durmamaya yeminlidir. "İblis, 'kudretine yemin olsun ki onlardan ihlasa erdirilmiş kulların dışında hepsini mutlaka azdıracağım', dedi" [1140] Onun avenesi de boş durmamaktadır. Hep hakkın karşısında yer alırlar, onu zayıf düşürmek için mücadele ederler. "Hak ortaya çıktıktan sonra seninle mücadele ederler.[1141]
Hak ile batılı birbirine karıştırmak için çırpınırlar, hakkı saklamak için didinirler. "Ey kitab ehli neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?' [1142] Hakkı yalanlarlar. "Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde onu yalanlamışlardı."[1143] Hakka karşı mücadelelerinde batıl yöntemler kullanırlar. "İnanmayanlar, hakkı batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla mücadele verirler.[1144]
Hakkın çizgisi dışında yanlış yöntemlerle ona karşı mücadele verirler. Kişisel çıkarları için hakka hayat hakkı vermek istemezler.
Batıl taraftarlarının tek arzuları kişisel arzulardır. Toplumun fayda ve zararı onları alakadar etmez.
Kısacası batıl hiçbir zaman boş durmaz. "Kur'ân baştan sona inananlar ile inanmayanların mücadelesinden bahseder. O, mücadele için her türlü delil ve malzeme ile doludur."[1145]
Allah, hiçbir sıkıntı ve problemi çaresiz ve çözümsüz bırakmamıştır. İbn Teymiye konuya şöyle temas etmiştir. "Batıla yardımcı olanların faaliyetlerinin önüne geçmek, ancak hakkın batıl karşısına dikilmesiyle mümkün olur."
"Kendilerine kitab verilenlerden ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve Hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." [1146] "Andolsun ki biz peygamberimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki ondan büyük kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu Allah'ın dinine ve peygamberlerine, gaybe inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Allah kuvvetlidir ve daima üstündür.'[1147] Cabir (r.a) Resûlullah (s.a.s)'tan şunu rivayet etmiştir. "Allah'ın Resulü şu Kur'ân'dan yüz çevireni şu kılıçla yola getirmemizi emretti."[1148]
Mücadele iki kuvvetten birinin diğerini ortadan kaldırması olduğuna göre, hakkın elini kolunu bağlı tutması, meydanı batıla terketmesi demek olur. Batıl ehli için hakka karşı koyma ne kadar önemli ise hak taraftarları için de batıla karşı koyma o derece önemlidir. Batıla karşı kovulmadığı zamanki insanlığın halinin ne olacağını şu âyetler açıklamaktadır. "Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısım ile def edip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi." [1149] "Eğer Allah'n insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu.' [1150] Bu konuda merhum Seyyid Kutub şunları der: "Hakkın batıla, batılın da hakka karşı koyması garipsenemez. İslâm insanları, insanların kulluğundan kurtarıp yalnız Allah'ın kulluğuna davet etmeye devam edecektir. Batıl da insanları Allah'ın yolundan alıkoymaya devam edecektir. Yeryüzünde batıl ile insanlık haysiyetini zedeleyen diğer güçler durduğu müddetçe mücadele de devam edecektir. Bu mücadele bir beyat olarak müslümanlar tarafından ifa edilmedikçe imandan söz etmeleri imkânsızdır. Kim cihad etmez ve cihad etmeyi içinden geçirmezse bir çeşit nifak üzerine ölür. "Fitne tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın, şayet vaz geçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." [1151] Her ne kadar bu âyet Arap yarımadasındaki insanları İslâm'dan alıkoyarak fitne uyandıran otorite hakkında nazil olmuşsa da genel bir anlam ifade etmektedir. Çünkü cihad kıyamete kadar devam edecektir. Müslümanların zulmedenlere dur demeleri bir vecibedir.[1152] Allah, hak taraftarlarıyla şirk ehlinin fesadını defetmeseydi, kâinat fesada giderdi. Batıl hakkı ezerdi. Yeryüzünün küfür ve şirkle bunaldığı bu zamanda mücadele vecibesinin önemi daha fazla anlaşılmaktadır. Müslümanın en büyük görevlerinden birisi de bu mücadelede yerini almaktır, "İslâm'da cihadın gayesi de hakkın ikamesi ve batılın izalesi içindir."[1153]
Mücadele peygamberler mesleğidir, çünkü her peygamber ilahi mesajı insanlara sunmakla görevlendirilmiştir. Bu faaliyet esnasında çeşitli engellerle karşılaşacağı da muhakkaktır. Kur'ân, düşmansız peygamberin bulunmadığından sözeder. "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.'[1154] Her peygamberin kendi düşmanıyla mücadele etmiş olması da muhakkaktır. Mücadelinin gerekliliği konusunda; çağdaş müfessirlerden İbn Aşur şunları demektedir: "Allah, evreni yaratıkların telef edilmesine elverişli bir biçimde yaratmıştır. Allah yarattıklarının devamlarını murad etmiştir ki onları çoğalma ve üremeye elverişli bir biçimde yaratmıştır. Canlılarda üreme, bitkilerde döllenme, madenlerde genişleme ve madenlerde de geçişim kanunu yaratmıştır. Yavrulara da sütü isteme duygusunu bahsetmiştir. Her canlıda bir savunma mekanizması yaratılmıştır. Söz gelimi yüze gelen darbeye el ile karşı konur. Elsiz biri de başıyla korunmaya çalışır. Bunlar Allah'ın yarattıklarının devamını istemesinden dolayıdır. Bunlarla beraber Allah tarafından insana akıl silahının verilmesi de bu cümledendir. İnsanlar akıllarıyla da kendilerini korumaktadırlar. Allah, insana kendisini koruyacak bu malzemeleri vermeseydi, güçlü zayıfı yok etmeye çalışacaktı. Bu hikmetlerden dolayı Allah insana kendisini koruyacak yeteneği vermiştir. Eğer iyiler kötülere engel olmasalar fesad her tarafı kaplar. Müdafanın meşhur vasıtalarından bir tanesi de adilane yapılan savaşlardır. Adil olmayan savaşlar ise başkalarının haklarım gasbetme gayesini taşır. Adilane yapılan cihad ile haksızdan haklının hakkı alınır. İşte Allah'ın mücadele ile fitneye engel olmasının ve toplumda dengeleri korumanın anlamı budur."[1155]
Yeryüzünde insanları Allah'a yönelmekten de alıkoyan şer güçler bulunduğu müddetçe mücadele de gerekli olmaya devam edecektir. [1156]
Mücadelede aslolan ilahi esaslar çerçevesinde olmasıdır. Mücadelenin peygamberler tarafından yapılması onun meşru olduğunun bir delilidir. Çünkü Allah peygamberlere itaat edilmesini emretmiştir. "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.'[1157]
İslâm'da, imandan sonra en mübarek ibadet olan cihadın ana gayelerinden birinin de hakka davet etmek için mücadele olması da batıla karşı mücadele etmenin hangi ölçüde önemli olduğunu gösterir."[1158] İslâm hukukçuları yılda en az bir defa hakkı korumak ve yaymak, batıla engel olma gayesiyle cihad etmenin dini bir vecibe olduğunu söylemişlerdir."[1159] Mücadelenin meşru olmayanı, muarızını ilzam ve rencide etme gayesiyle yapılanıdır. Batıla karşı koyma niyetiyle olsa meşrudur.[1160]
Hakka yardım ve gerçeği ortaya koyma gayesiyle yapılan mücadelenin meşru olduğunu gösteren delillerden bazıları şunlardır:
"Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbı hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrud'u) görmedin mi? İşte o zaman İbrahim, "Rabbim hayat veren ve öldürendir demişti." O da "hayat veren ve öldüren benim", demişti. İbrahim,"Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi sen de onu batıdan getir." dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı.' [1161] "De kî; doğru söyliyorsanız delilinizi getirin.'[1162] "Dediler ki: "Ey Nuh! bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan kendisiyle bizi tehdit ettiğini bize getir." [1163] Bu âyetlerin yanısıra, Hz. Musa'nın Firavun ile mücadelesi ile diğer benzer mücadele örnekleri, mücadelenin meşru olduğunu göstermektedirler.
Hak ile batıl arasındaki fark, ancak bu tür mücadeleyle ortaya çıkmaktadır. Bu sayede hakkın güçlülüğü ile batılın za'fiyeti farkedilir. Resûlullah (s.a.s) da başta Kitab ehli olmak üzere diğer muarızlarıyla mücadele etmiş ve onları ilzam etmiştir. Ashab da Sakife günü bu tür mücadele türünü sergilemişler. Ebubekir de (r.a) riddet konusunda Ashab ile mücadele etmiştir.[1164]
Bu ve benzeri naslar, hakkı savunma gayesiyle, batıla karşı yapılan mücadelinin meşru olduğunu gösteren delillerdir. [1165]
Mücadelenin en büyük anlamı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmasıdır. Allah, batıl ehlini hiç kimseye lüzum olmadan da yok edebilirdi. "Allah dikseydi onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister.'[1166]
Yeryüzünde mücadele olmasaydı hayatın da anlamı kalmazdı. "Allah hak ehline delillerinin doğru ve açık oluşundan dolayı yardım etmediği gibi, batılı da yöntem hatası sebebiyle helak etmemektedir. Allah hak ehlinin karşısına batılı koymakla onları sınamaktadır.[1167]
Eğer Allah hakka karşı koyan herkese yaşama ve mücadele hakkı vermeseydi, o zaman dünya hayatının bir anlamı kalmaz ve imtihan ortadan kalkacaktı. Allah'ın hak taraftarlarına yardım etmesi, onların sünnetulaha göre hareket etmelerinden dolayıdır. Çünkü Allah'ın Rahman sıfatı, mü'min kâfir, kim bu dünyada çalışırsa ona yardım edeceği anlamını taşımaktadır.[1168]
"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyince ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz."[1169] "Andolsun ki mallarınız ve canlarınız ile imtihana çekileceksiniz, sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz muhakkak ki bu işlerin en değerlisidir.' [1170] Bu âyette Allah imtihanın kaçınılmaz olduğunu fakat başarı için de takva ve sabrın şart olduğunu haber vermektedir. "Onlarla saki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil sizi onlara galip kılsın ve mü'min toplumun kalpleri ferahlasın."[1171]
Allah Teâla, batıl ehliyle mücadeleyi özendirmiş ve bu yolda sabır gösterilmesini de tavsiye etmiştir. "Böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı."[1172] Allah dileseydi batıl ehlini güçsüz ve iktidarsız bırakırdı. "Bu âyetle Allah, Resulüne Kureyş'lilerden gördüğü eziyyetlere karşı teselli vermektedir. Yani senin için kıldığımız düşmanlar gibi senden önceki peygamberlere de düşmanlar kılmıştık.[1173]
Mevdudi konuya şu şekilde yaklaşmaktadır: "Yeryüzünde hak ile batılın sürekli olarak atışma halinde olması, Alah'ın kullarını imtihana tabi tutmasıdır. Bu imtihanda kimin başarılı olduğu ise bu dünyada değil ahirette açıklanacaktır. Bu millet bütünüyle batılı seçer veya insanların çoğu batıldan yana tavır takınırsa, hatta bütün insanlık haktan yüz çevirip batıla tutunursa bu hakkın başarısızlığı değil, insanların Allah'ın kendilerini tabi tuttuğu imtihanda başarısız oldukları anlamına gelir ki bunun sonucu ahirette açıklanacaktır. Çoğu insanın kafalarında bu din Allah'tan geldiğine, onun için çalışanlar da Allah yolunda çalıştıklarına, bu dinin aleyhinde çalışanlar da aslında Allah'a isyan ettiklerine göre, neden isyan edenler üstün geliyorlar, hak yolda olanlara zulmediyorar? diye bir tereddüt ve ukde doğuyor. Bu tereddüdün izalesi için yukarıda geçtiği gibi Allah tarafından inananlara bu bahşedilen irade hürriyetiyle doğrudan ilgilidir.
Eğer Allah'ın iradesi sadece yeryüzünde kendisine itaat edilerek emirlerine uyulması ve hiçbir kimsenin kesinlikle onun uyarısına aykırı davranmaması olsaydı, Allah hayvanları, ağaçları, denizleri musahhar kıldığı gibi insanları da mecbur kılsaydı, imtihanın bir anlamı kalmazdı. Cennet ve cehenneme de koyma söz konusu olmazdı."[1174]
İslâmdaki hak-batıl mücadelesi ganimet, üstünlük, gasb ve sömürü mücadelesi değildir. O yeryüzünde fesadın kalkması içindir. "Allah dileseydi o kâfirlerden intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle imtihan için size savaşı emrediyor.'[1175]
Allah tüm kâinattan kötülüğü "yok ol" emriyle kaldırabildiği halde insanları sınamak istiyor ve onları hür iradeleriyle başbaşa bırakıyor. Bu sayede, Allah insanlar yeryüzünde fesad çıkarmasınlar veya insanlardan bir kısmının çıkardığı fesad yeryüzünde yerleşmeyip, aksine insanlardan diğer bir topluluğun müdafaya geçmesi ile yeryüzünde bu fesad karar bulmasın diye insanlar arasında mücadeleyi değişmeyen yasalardan biri kılmıştır.[1176]
Hak-Batıl mücadelesi sınavında en fazla işkence ve eziyyet, başta peygamberlere, ondan sonra da takvaca üstün olanlara gelir. "Bela ve musibet konusunda en çetin belalar peygamberleredir. Onları takvaca en üstün olanlar takib eder. İnsan, dini (takvası) nisbetinde imtihana tabi olur. Dini (takvası) sağlam olursa ona göre imtihanı da çetin olur. Eğer takvasında zayıflık olursa imtihanı da ona göre olacaktır. Musibet ve belalar sayesinde kulun tüm günahları affolunur."[1177]
İmtihan kulluğumuzun gereğidir. Bunun da en güzel vesilesi hak-batıl mücadelesidir. Onun sayesinde mü'min ile inkarcı birbirinden ayırdedilebilir. [1178]
Hak-batıl mücadelesi kâinatta Allah'ın değişmeyen yasalarındandır. "İşte biz böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar kıldık."[1179] "Hak-batıl arasındaki mücadele kaçınılmazdır. Bu ikisi birbirine zıttır, iki zıddın bir araya gelmesi de muhaldir. Birinin uygulanışı diğerinin safdışı bırakılması anlamına gelir. En azından onu tesirsiz ve zayıf düşürmek demek olur. Dolayısıyla hak ile batılın barış içinde yaşamaları düşünülemez. Hak ve batıldan birinin mücadele sahnesinde görülmemesi onun zaafının bir belirtisidir."[1180]
Allah'ın insanı mücadeleci bir biçimde yaratması da, mücadelenin sünnetullah oluşunun bir delilidir. "Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler.'[1181] "Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir."[1182] "Allah insanları bu şekilde yani mücadeleci bir şekilde yarattığı için, insan haklarını ihlal etmedikleri müddetçe onlara kin beslenmemesi tavsiye edilmiştir.[1183]
M. Gazali de hak-batıl mücadelesinin Allah tarafından müslümanlara verilmiş büyük bir nimet olduğunu beyanla şöyle der: "Hak taraftarları, batıl ehlinin bölünmüşlüğünden yararlanmalıdır. Bu, batıl ehlini bölünmeye kadar götürecek ve birbirlerine kırdıracaktır. Hak-Batıl mücadelesinde izlenmesi gereken en iyi taktik budur. Müslümanlar Hendek savaşında bu taktiği iyi değerlendirmişlerdi. Nuaym b. Mes'ud b. Amir, Gatafan ile Beni Kureyza kabilelerini birbirine düşürerek Medine'den uzaklaştırmayı başarmıştı. Bu taktiği asrımızda en iyi kullanan Yahudilerdir. Birbirine muhalif iki görüşten meydana gelen bir parlamentoda, bazen bir tek milletvekilinin taraflardan birine geçmesiyle her şey değişir ve dengeler altüst olur. İtalya Hıristiyan Demokrat Partisi birinci parti olmasına rağmen ancak kısa süre iktidarda kalabilmiştir, kalyada söz konusu taktiği iyi kullandığı için küçük bir parti başbakanlığı dahi alarak uzun süre iktidarda kalabilmiştir. Bu partinin içinde bulunan bir milletvekili bu taktiği iyi kullanabilmiş ve büyük partilere karşı uzun müddet koalisyonlarla iktidarda kalmayı başarmıştır. Bu mücadele tarihin her döneminde olmuştur. "Eğer bir kısım insanları diğer bir kısım ile defedip önlemeseydi mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol andan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi."[1184]
Allah zalimleri birbirine kırdırır, bu sayede mazlumlar için kurtuluş imkânı doğar. Bundan hareketle bazı alimler şu neticeye varmışlardır: Allah insanların başına tek bir zalimi musallat etmez. Aksine birden fazla zalimi musallat kılar ki bunların boğuşması neticesinde gelişme ve ilerleme fırsatı doğmuş olsun. Müslümanlar hak-batıl mücadelesinde sünnetullaha riâyet ederlerse kendi problemlerini çözerler. Her şeyin müslümanların aleyhine olduğu bir dönemde müslümanlar bu fırsatı nasıl değerlendirmelidirler. Yukarda geçen âyet ışığında şunları demek mümkündür:
1- Allah insanları değişik yöntemlerle sınamaktadır. Onun için her an bu sınavlara hazırlıklı bulunmaları gerekir.
2- İlâhî sınav hem bireyler, hem de toplumlar için sözkonusudur.
3- Vücud, direnciyle kendini mikroplara karşı koruduğu gibi; fert ve toplumlar da kendi imkânlarıyla kendilerini korumaya çalışmaktadırlar, iman, karşıdan gelecek saldırılara karşı koyabilme gücünde olmalıdır. Toynbee Arnold gibi sosyologlar, mücadele ve atılımın medeniyetlerin ilerlemesinde büyük rol oynadıklarını vurgulamışlardır.[1185]
Mücadele, Allah'ın evrende değişmeyen kanunlarından birisidir. Onun olmaması, hayatın durması demektir. Bu mücadele sayesinde toplum dinamizmini korumaktadır. [1186]
Hak-batıl mücadelesi belirli zümre, idare veya şahıslara bağlı olmadığından; onu herhangi bir zaman veya mekan ile sınırlandırmak mümkün değildir. Bu mücadele ilk insan ile başlamış ve yeryüzünde tek bir insan kalıncaya dek devam edecektir. Egoist fikirler geldiği gibi giderler, başladıkları gibi sönerler. Şeytan tek bir fert kalıncaya dek insanlarla mücadele edeceğine yemin etmiştir.
"İblis: Bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver: Allah:
"Sen mühlet verilenlerdensin", buyurdu. İblis dedi ki: .
"Beni azdırmana karşılık and içerim ki ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın, dedi.'[1187] Şeytanın bu mücadelesi ilk insanla başlamış ve âyette geçtiği gibi kıyamete dek devam edecektir. Alusî, şeytana böyle bir mühlet tanınmasının hikmetini imtihana bağlamaktadır.[1188]
Mücadelesiz bir hayat anlamsızdır. Hz. Âdem (a.s)'den sonra gelen tüm peygamberlerin düşmanlarının oluşu da mücadelenin sürekli olduğunu göstermektir: "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık."[1189] Şeytanın insanoğluyla mücadelesi mânevi mücadele kategorisine girer. Hıristiyan, Yahudi ve ilhadi mücadeleler de kıyamete dek devam edecek mücadele türleridir. Şu âyet bu gerçeği açıkça göstermektedir. "Dinlerine uymadıkça yahudiler de hiristiyanlar da senden razı olmazlar.'[1190]
"Mücadele, sadece inanç savaşıdır, iman kavgasıdır, yani din savaşıdır. Ne mülk ne arazi ve ne sömürgecilik savaşıdır. Ne de askeri bir çarpışmadan ibarettir. Aksini iddia eden, müslümanları aldatmaya çalışmakta ve gerçek hedefi saptırmaktadır. Sadece tek hedefleri var o da onların dinine girmektir."[1191] Çıkar sağlama, sömürme ve köleleştirme gayeleri ikinci planda kalır. Esas hedef dindir. Din can damarıdır. Onu kopardıkları zaman yaşanmaz. Din nurdur, onu söndürmek için çalışırlar. Güya onu söndürünce de müslümanlar karanlıkta kalacaklardır. "Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam edecekler."[1192]
İslâm düşmanlarının her çağda her zaman hedefleri budur, İslâm'ı yeryüzünden silip atmaktır, İslâm'ın varlığı onları korkutuyor, kinlerini artırıyor. Devamlı olarak batıl taraftarları İslâm'ın varlığından rahatsız olmuşlardır. Çünkü yeryüzünde bu dine inanan, bu nizama uyan, bu nizamı yaşayan bir cemaat bulunduğu müddetçe onlar fitne ve zulümlerini yayamazlar."[1193]
Zaman göstermiş ki batıl taraftarları, müslümanların sahip oldukları maddi nimetleri almakla yetinmemişlerdir; onların tek istekleri müslümanların İslâm'dan dönmeleridir. Fakat bu konuda Rabbimiz, İslâm nurunun sönmeyeceğini garanti altına almıştır. "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat inkarcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu ikmal eder."[1194]
Resûlullah (s.a.s) da mücadelenin kıyamete kadar devam edeceğini ve onun için çarpışacak bir topluluğun bulunacağını ve Allah'ın yardımının da kendileriyle bulunacağını müjdelemiştir. "Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar hak için mücadele etmeye devam edecektir. Onun muhalifleri de onlara zarar veremeyeceklerdir."[1195]
Netice olarak şunu diyebiliriz: Hak-batıl mücadelesi, Allah'ın evrendeki kanunlarından bir tanesidir. Yeryüzünde tek insan kalıncaya kadar devam edecektir. [1196]
Peygamberlerin mücadele tarihi, Allah yolunda fedâkârlık, cihad ve hikmetlerle doludur. Bu yöntemin başarılarını, sıkıntılarını ve zaferlerini iyi değerlendirmek gerekir. Müslüman araştırmacılar olarak bizler risalet tarihini donuk bir belgesel şeklinde etüd etmekle yetinmeyip, peygamberlerin kendisiyle hareket ettikleri vahyin önemini aktarmalıyız. Kur'ân, Peygamberimizden öncekilerden söz ederken, kesinlikle onları beşer dairesinden çıkarmamış, risalet özelliklerini ve vahiy aracılığıyla Allah'la doğrudan ilişkilerini vurgulamıştır. Onların taşıdıkları mesajlar, Allah'ın iradesi ve mesajıdır. Peygamberler de beşer oldukları için vefat etmişlerdir. Baki kalacak olan ise Allah'tır.
Bundan dolayıdır ki peygamberler insanları kendileriyle değil bizzat Baki olan Allah'a bağlamışlardır. Bu bağlamda Hz. Nuh (a.s)'un kavmine vermiş olduğu şu mesaj zikredilebilir:
"(Ey kavmim), Ben size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum, Gaybı de bilmem. Ben bir meleğim de demiyorum; sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir, diyemem. Onların kalblerinde olanı Allah daha iyi bilir." [1197] Görüldüğü gibi Hz. Nuh (a.s) mesajında sünnetullaha aykırı hiçbir davet ve teklifte bulunmamış, davet ve başarı için olağan olmayan va'dlarda bulunmamış, sadece Allah'ın bir elçisi olduğunu kavmine haber vermiştir.
Kur'ân'ın sunduğu peygamberler mücadelesi çeşitli dönemlerde zulüm ve baskı gören mü'minlere moral vermektedir. Bunları okuyan mü'minler, peygamberlerin sabırlı ve kararlı tavırlarından yararlanabilirler.
"Andolsun ki senden önce gönderilen peygamberlerle de eğlendiler. Fakat o eğlendikleri şey, o eğlenenleri çepeçevre kuşatıverdi.' [1198]
"Peygamberlere ait haberlerden kalbini onunla sağlamlaştıracağımız her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bu surede de sana hak ve mü'minlere de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.'[1199]
"Oysa öncekiler için de biz ne kadar peygamberler gönderdik. Kendilerine gelen her peygamberi onlar mutlaka alaya alırlardı.'[1200]
Bu ve benzeri yüzlerce ayet, peygamberlerin maruz kaldıkları alay, yalanlama ve baskı faaliyetlerini genel olarak aktarmaktadır. Onların göstermiş oldukları sabır, sebat ve kırılmayan bir azim idi. Bu şu anlama gelir; sabırsız, sebatsız, azimsiz bir mücadele olamaz.
Kur'ân'da geçen mücadele kıssaları, onları güzel okumak, yalnız onlara iman etmek için değildir. Herbirinin mücadelemizle yakından ilgisi vardır. "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki biz sizden ve Alah'ı bırakıp taptıklarımızdan uzağız."[1201] Hz. İbrahim ve beraberindeki mü'min cemaatın küfür ve şirke karşı almış oldukları tavır ve onlardan teberri etmeleri çok önemlidir. Bu deneyim, kendi hayatımıza ve mücadele eksenimize nasıl taşımalıyız. Bu mücadelenin Rabbaniliği olması açısından çok önemlidir.
Kur'ân'ın büyük bir bölümü, insanlara rehber olmak ve onları her iki dünyada mutluluğa çıkarmak için gönderilen peygamberlerin, bu mübarek mücadelede karşılarına çıkan batıl taraftarlarıyla yapmış oldukları cihad örnekleriyle doludur. Allah, peygamberleri her konuda insanlara örnek teşkil etsinler diye göndermiştir. Onlara hikmeti, kamil aklı bahsetmiştir. "Onları emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik.' [1202] Onların mücadeleleri vahiyle Allah tarafından kendilerine öğretilmiştir.
Peygamber, insanları batıldan, karanlıktan, günahlardan, çirkinliklerden nura, hakka çıkarmak için gönderilmişlerdir.
"Andolsun ki Musa'yı da, kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felaket) günlerini hatırlat diye mucizelerimizle gönderdik.'[1203]
Ayette tüm kötülükler karanlıklar ile ifade edilmişken, iyilikler de "nur" kelimesiyle ifade edilmiştir. Allah, kıyamet gününde insanlar işledikleri günahlara kılıf bulmaya, mazeret aramaya girişmesinler diye onlara kendi cinsinden elçiler göndermiştir.
"Müjdeleyici ve sakındırcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın" [1204]
"Peygamberle, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.'[1205]
Kur'ân'da geçen kıssaların hikmetlerinden bir tanesi de, başta Resûlullah (s.a.s) olmak üzere tüm ümmete teselli vermek, hakkın batıla olan üstünlüğünü müjdelemektir." [1206] İnsan için, hayatının her anını kuşatan mücadele için uygulayacağı bir yöntem kaçınılmazdı. Bu kadar önemli bir konuya cevap vermek için, Allah topluma, başta batıla karşı mücadelede olmak üzere hayatlarında takib edecekleri peygamberler göndermiştir.
İslâm inancına göre, yeryüzünün her neresinde olursa olsun hangi renkte olursa olsun, hangi dili konuşurlarsa konuşsun herkese Allah tarafından doğruyu gösterecek bir peygamber gönderilmıştir.
"Her topluma bir peygamber gönderdik.'[1207]
"Her topluma, "Allah'a ibadet edin, tağuttan çekinin" diyen bir peygamber gönderdik.'[1208]
Peygamberlerin mücadeleleri vahiyden kaynaklandığı için onların mücadelesi beşer emeği mücadelelere benzememektedir. Peygamberlerin mücadeleleri, batıla karşı hakkın mücadelesidir. Onlar toplumları küfür, şirk ve zulümden kurtarma mücadelesi vermişlerdir. Mücadeleleri, makam, çıkar veya mal kazanma mücadelesi değildir. Mücadelelerinde hikmet, akıl ve insanların durumunu gözönünde bulundurmak esastır. Mücadeleyi kendi akıl ve tahminlerine göre tasarlamazlar. Herşeyi ile Rabbanidir. Yani vahiy kaynaklıdır. Onların mücadelede hangi yöntemleri kullanacakları, nerelere hicret edecekleri, hangi hazırlıklarda bulunacakları hep vahiy ile tesbit edilmiştir. Bu cümleden, mücadelede kullanmak üzere Hz. Nuh (a.s)'un yaptığı gemi dahi Allah'ın emriyle yapılmıştı.[1209] Allah, sihirbazlara olan mücadelesinde Hz. Musa (a.s)'ya asasını kullanmasını [1210] kardeşiyle beraber Mısır'a yerleşmelerini, orada konut yapmalarını [1211] vahyetmiştir.
Peygamberlerin mücadelesinde göze çarpan diğer önemli bir özellik de sayıları yüzbinleri bulduğu halde aralarında herhangi bir ihtilafın söz konusu olmamasıdır. Hepsi aynı dava için mücadele etmiş; hedefleri, gayeleri birdir. Allah rızası, insanları tevhide davet etmek ve bu mücadele sırasında önlerine çıkan engelleri aşmak, onların yegane arzusuydu. Peygamberler, mücadelelerinde sünnetullahı takib etmişler. Sözgelimi Hz. Musa (a.s.) ve Hz. İbrahim (a.s) mücadele için uygun ortam aramaları, Resûlullah (s.a.s)'ın hicret etmesi ve mücadele de zırh, kılıç, kalkan, ok ve yay gibi o zaman geçerli olan mücadele malzemelereni kullanması zikredilebilir.
Allah dileseydi herhangi bir hazırlık olmadan da düşmanlarını "ol" emriyle yok edebilirdi. Fakat sünnetullah gereği hareket edildi. Mücadele için gerekli bütün hazırlıklar yapıldı. Kanımızca peygamberleri mücadelelerinde başarılı kılan en önemli etken, herhangi bir dünyalık istememeleri ve söylediklerini, davet ettiklerini herkesten önce yaşamış olmaları, kısacası sünnetullahı takib etmiş olmalarıdır.
Bütün peygamberlerde şu düstur esastır. "Sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Ücretim alemlerin Rabbine aittir.'[1212] Müslümanlar da kendileri için vazgeçilmez bir ibadet olan hak mücadelesinde Rabbani olan peygamberlerin mücadele yöntemini takib etseler, mücadelede neticeye gitmeleri için hiçbir engel kalmaz. Çünkü Allah sünnetulaha göre hareket edenlere zafer vereceğini va'd etmiştir.
"Andolsun ki peygamber kullarımıza söz vermişiz, onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." [1213]
Bu konu üzerinde çalışmamızın bir nedeni de Hz. Âdem (a.s)'den peygamberler efendisi Muhammed (s.a.s)'e kadar batıl karşısında mücadele veren peygamberlerin mücadele yöntemlerini tesbit etmek ve müslümanların istifadesine sunmaktır. Kur'ân'ın büyük bir bölümünü kapsayan tüm peygamberlerin mücadelelerini ortaya koymak çalışmamızın sınırlarını aşacağından, Hz. Âdem (a.s)'den başlamak üzere hayatlarının batıl ile mücadelenin belirginleştiği 9 peygamberin mücadelesini ana hatlarıyla incelemeyi yeterli gördük. Bunlara, toplu mücadeleye örnek teşkil ettiği için Ashabu'1-Kehf in mücadelesini de ekledik.
Aslına bakılırsa nübüvvetin zübdesi olan Muhammed (s.a.s)'in mücadelesini ayrıntılarıyla incelemek bile örnek teşkil etmesi bakımından yeterli gelecektir. Çünkü hepsinin mücadele yöntemi birdir. Bununla beraber çeşitli zaman ve yerlere gönderildikleri ve ayrı ayrı insanlarla mücadele ettikleri için, farklı başlıklar altında incelemenin daha yararlı olacağını düşündük.
Bu bölümü İbn Cevzî'nin peygamberlerin mücadelesiyle ilgili bir yorumuyla bitiriyoruz:
"Zavallı! Sen nerede hak mücadelesi nerede! O yol ki Hz. Âdem (a.s) onda yoruldu. Hz. Nuh (a.s) feryad etti. Hz. İbrahim (a.s) ateşe atıldı. İsmail (a.s.) boğazını çakıya koydu. Yusuf (a.s) kuyuya düştü. Yıllarca zindanda kaldı. Zekeriya (a.s) testereyle biçildi, Yahya (a.s) boğazlandı. Eyyub (a.s) ızdırap çekti. Davud (a.s) gözyaşı döktü. Hz. İsa (a.s) çöllere düştü. Son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.s) her türlü bela ve musibete katlandı. Sen ise halen zevk ve safa içersindesin."[1214]
Allah, yeryüzünün mücadeleden hali kalmamasını ve birgün dahi olsa hayatın mücadeleyle geçmesini istemiş olacak ki ilk insan, ilk peygamber ve tüm insanlığın atası Hz. Âdem'in (a.s) karşısına İblisi yaratmış ve ona dünya durdukça mücadele imkânı tanımıştır. Hz. Âdem-İblis mücadelesi, mücadelenin ilk adımıdır. Hakkın temsilcisi Hz. Âdem (a.s) ve batılın öncüsü İblis.
Bu mübarek mücadele Hz. Âdem (a.s.) tarafından başlatıldı. Batıl için mücadelede ilk harcı koyan İblis oldu. Ateşten yaratılmış olduğunu ileri sürerek, Hz. Âdem'den daha üstün olduğunu öne sürdü.[1215] Böylelikle ırkçılığın da ilk temsilcisi ve kurucusu olma özelliğine nail oldu. Hz. Âdem ve İblis'in yeryüzüne inmeleriyle tamamen birbirine zıt iki kuvvet inmiş oldu. ikisi de yeryüzüne mücadele için indi. Biri hakkın temsilcisi, diğeri de batılın.
Allah ne büyük kerem sahibidir ki, İblis'e bile çalışma ve mücadele imkânı vermiştir. Burada sünnutullah'ın nasıl işlediğini görüyoruz. Dünyanın imtihan ve mücadele yeri olma özeliğinden haraketle İblis'e bu imkân tanınmıştır. "İblis: Bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver dedi. Allah: Haydi sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu."[1216]
Görünürde şeytan'ın lehinde olan bu kabul üzerinde düşünülürse, ona yarardan çok zarar getirdiği anlaşılacaktır. Şöyleki, Allah ona böyle bir imkân tanımakla, onun günahlarının daha da çoğalmasına ortam hazırlamıştır. O, dileseydi bu esnada tevbe de edebilirdi. Ama azgınlığı yeğledi. Allah'ın İblis'in isteğini kabul etmekten şu netice de çıkar: Duanın kabulü her zaman lehte olmayabilir.[1217]
Allah, mücadele için ikisini de yeryüzüne indirmiştir: "Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak inin.'[1218] "Eğer benden size bir hidâyet gelir de her kim hidâyetime tabi olursa, onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmezler.' [1219] Allah, bununla onlara her türlü imkâm sağlamış oldu. Çıktıkları alemde onlar için iki yol belirtmiş; hak ve batıl. Hakka ve ilahi öğretilere göre hareket edenler için şeytan'ın zarar vermesi söz konusu olmaz.[1220]
Hz. Âdem (a.s) ile şeytan arasında geçen mücadeleyi söz konusu eden kıssa, aslında insan-şeytan, iman-küfür, hak-batıl, hidâyet ile dalalet arasında geçmekte olan bir mücadeledir. İnsan ise bu mücadelenin üzerinde yapıldığı malzemedir. Kazanan da kendisi kaybeden de. Kıssa insana devamlı uyanık bulunmasını, mücadele konusunda kazanma ihtimali olduğu gibi hezimet de söz konusudur.[1221] "Birbirinize düşman olarak (yeryüzüne) inin.' [1222] İlâhî emri büyük bir gerçeği ifade etmektedir. Hz. Âdem, Havva, İblis ve avânesi hep birlikte ve birşey için indiler. O da mücadele idi. Birbirine tamamen zıt iki kuvvet. Biri şer diğeri hayır. Bu sayede yeryüzünün yaratılış gayesi imtihan gerçekleşti. [1223] Sünnetulah gereği, peygamberlere karşı mutlaka düşmanlar çıkmış ve onlarla mücadele edilmiş. Nevfel b. Varaka'nın Resûlullah (s.a.s)'a demiş olduğu şu söz bu gerçeği ifade etmektedir. "Ey Allah'ın Resulü! Senin getirdiğin davayı getiren her peygambere mutlaka düşmanık edilmiştir. [1224] Varaka'nın bu sözünde hak mücadelesi verenler için çok büyük dersler vardır. Batıl olmadan hakkın anlaşılması mümkün değildir. Karanlık olacak ki güneşin işlevi anlaşılsın. Sünnetullahın bu biçimde işlemesi hak için mücadele verenlere bir tesellidir.[1225]
İblis mücadele için yeryüzüne indi. Allah'a teslim olma yerine hakkın karşısında mücadele vermeyi yeğledi. Bu düşmanlık dünya durduğu müddetçe devam edecektir. Sadece Hz. Âdem (a.s) ile biten bir mücadele değildir. Onun verdiği vesveseler, şüpheler, davet ettiği kötülükler, herkes için söz konusudur. Bu mücadele İblis ve avânesinin hükümran oldukları her ortamda devam etmektedir. Bu mücadele, yeryüzü dışında, vicdanlarda ve ruhlarda da cereyan etmektedir. Bu mücadelede insanları kendi boyundurukları altına almak istiyen insî şeytanlar da yerlerini almaktadırlar.[1226]
İblis, yaratılışı gereği, insanoğlunu hak yoldan ayırmak için tüm gücünü ortaya koymaktadır. Bu Allah'ın iradesi dahilindedir. Yani, Allah dileseydi, yeryüzünde tek kuvvet halkedecekti. Bu durumda da mücadele namına birşey kalmazdı.
Hz. Âdem-İblis mücadelesinde göze çarpan iki önemli konu şunlardır: Kibir ve isyan. Şeytanı bulunduğu konuma düşüren ne idi? Niçin Allah'a teslim olmadı? Kur'ân bu konuya açıklık getirmiştir.
"Allah: Ey İblis iki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi? Yoksa yücelerden misin?" dedi, iblis: "Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi." [1227] Şeytanın bu itirafı hak-batıl mücadelesinde bizlere büyük bir gerçeği ifade etmektedir. Şeytanın itirazı kibirden kaynaklanıyordu. Kendisinin ateşten yaratıldığını öne sürerek Allah'ın emrini çiğnemiştir. Bu, hak-batıl mücadelesinde, hak taraftarlarının en fazla karşılaştıkları engellerden birisidir. Irkçılık, nasyonalizm ve sınıf mücalesinin temelinde şeytanın başlattığı isyan bulunmaktadır. Şeytani mantıkta olduğu gibi onlar ilahi adalete itiraz ederler. Nitekim Şeytan da ilahi adalete karşı çıkmış ve onu zulüm etmekle itham etmişti.[1228]
Batıl taraftarları, kendilerinin Allah'tan daha iyi bildiklerini iddia ederler. Allah ise onlara cevab verir: "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" [1229] "Allah bilir siz bilmezsiniz.'[1230]
Hz. Âdem-İblis mücadelesinden şu biçimde yararlanmak mümkündür. Allah yeryüzünün mücadeleye sahne olmasını istemiş, onun için de Hz. Âdem (a.s)'in karşısına İblis'i dikmiştir ki bu sayede imtihanın gereği yerine gelsin. Hak taraftarlarının, karşılanna dikilecek olan batılın varlığından rahatsız olmamaları gerek. Zira başta Hz. Âdem (a.s) olmak üzere hiçbir peygamber düşmansız ve mücadelesiz kalmamıştır. Hak-batıl mücadelesinde nicelik de söz konusu değildir. Hak tarafında tek bir kişi de olsa yine mücadele devam edeceği gibi, batıl taraftarı tek kişi de kalsa mücadele aksamayacaktır. [1231]
Hz. Âdem'den (a.s) sonra ikinci peygamber [1232] ve Kur'ân'ın haber verdiğine göre yeryüzünde en fazla yaşayan dolayısıyla batıl karşısında en çok mücadele veren zat olma özelliğine sahiptir.
"Andolsun ki biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı."[1233] Bu süre zarfında hiç kimsenin katlanmadığı eziyyetlere katlandı, toplumunu hikmet ve güzel öğütlerle hakka davet etti. On asra yakın uzun bir süre yorulmadan, yılmadan, batıl karşısında mücadele vermek, azimet sahibi peygamberlerden başka kimsenin katlanabileceği birşey değildir. Bu kadar uzun süren mücadelenin semeresi, Kur'ân ifadesiyle "Onunla beraber pek azı iman etmiş"[1234] olmasıdır. Hak-batıl mücadelesinde tam 950 yıl geçmiş üstelik de icabet edenlerin sayısı sadece 79, 72, 30 ve yüze kadar tahmin edilmiştir.[1235]
Sayılarını bilmenin bir yararı olsaydı, kuşkusuz Rabbimiz onu da bize haber verirdi. Fakat yukarıda geçtiği gibi Kur'ân, "pek azı iman etti" diyor. Hakka iman edenlerin azlığı veya çokluğunun birşey ifade etmediği anlaşılıyor. Allah dilerse azı da çoğaltır, onlara bereket katar. Nitekim Hz.Nuh'a iman edenler az idî, fakat Allah onlara bereket kattı ve yeryüzü hak taraftarlarından hali kalmadı.[1236]
Hz. Nuh (a.s)'un toplumuna götürdüğü mesaj tüm peygamberlerin verdikleri mesajın aynısıydı. "Andolsun ki biz Nuh'u milletine gönderdik. "Ben sizin için apaçık bir korkutucuyum. Allah 'tan başkasına kulluk etmeyin " dedi.[1237]
Hz. Nuh (a.s)'un karşısına dikilen batılın itirazı, batılın öncüsü olan şeytanın itirazından pek de farklı değildi: "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki; "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz."[1238] Şeytan da Allah'a buna yakın bir itiraz da bulunmuştu: "Ben ondan daha hayırlıyım,'[1239] demişti.
Değişik zamanlarda gelen iki batılın itirazı aynıydı. O da hak taraftarlarım küçük görmekti. Hz, Nuh'un kavmi de ona tabi olanları "alt tabakadan insanlar" görüyorlardı. Bu bize peygamberlerin zengin-fakir ayırımını yapmadıklarını göstermektedir. Marksizmin iddia etiği: "din olgusu, zengin tabakaların yoksul sınıfları sömürmek için kullandıkları bir araçtır", sayı geçerliliğini kaybediyor.[1240] Gerçekleri tahrif etmekten başka sermayesi bulunmayan Marksizm acaba başta Resûlullah (s.a.s) olmak üzere tüm peygamberlere ilk etapta iman edenlerin kimler olduğunu biliyor mu? Bilal, Suhayb, Ebuzer ve benzerlerini tanıyor mu? Zorba efendilerin zincir ve kamçıları altında inleyen zayıf köleleri kimler kurtardı. Onları, o zorbalann başına idareci kılan İslâm'dan başkası mıdır? Onları İslâm'a girmeye zorlayan herhangi bir kuvvet var mıydı? Zorba ve onların deyimiyle burjuvanın jop ve işkencelerine rağmen İslâm'a girmeyi tercih etmediler mi?
Hz. Nuh (a.s)'a yöneltilen, "Biz seni gerçekten apaçık bir sapıklık içinde buluyoruz' [1241] ithamı her asırda batıl tarafından hak taraftarlanna yöneltilen bir olgudur. Bu yöntem, batılın değişmeyen bir taktiğidir. Hak taraftarını aşağılayıcı sıfatlarla rencide etmeye çalışırlar.
Hz. Nuh (a.s)'un mücadelesinde izlemiş olduğu bir yöntem de batıl karşısında kendisini savunması ve batılın iddialarının gerçek dışı olduğunu beyan etmesidir. "Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Fakat ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim."[1242]
Hz. Nuh (a.s)'un mücadelesinde dikkat çeken diğer önemli bir husus'da kavmine beddua etmesidir. Beddua, mücadelede başvuruları yöntemlerden bir tanesidir. Hz. Nuh (a.s)'un dua metninden asırlar süren mücadelesinde davet, irşad ve diğer tüm yöntemlerin kendilerine fayda vermemesinden sonra olmuştur. O, şöyle beddua etti: "Rabbim: Onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. Sen bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını artır.'[1243] "Allah'ım yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma, çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlâksız nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler.)"[1244]
Bedduanın nedeni açıktır. Yeryüzünde asırlarca hakka kulak vermeyen, üstelik onunla mücadele eden, hakkın yolunu tıkayan, onunla mücadele edecek elemanlar yetiştiren insanların ölmelerini Allah'tan dilemektir. Bu yönteme Resûlullah (s.a.s) da başvurmuştur. İslâm'a büyük zararları dokunan Ri'l ve Zekvan kabilelerine beddua etmiş, yok olmalarını Allah'tan dilemiş ve hatta bir ay süreyle farz namazlarının son rek'atında özelikle sabah kunutunda onlara beddua etmiştir.[1245]
Bundan anlaşılıyor ki, her türlü davet ve irşattan anlamayan batıl ehline karşı koymanın, onlarla mücadele etmenin ve hakka verdikleri tahribatın önüne geçmenin bir yolu da beddua etmektir.
Bu sünnet uygulamasının tüm müslümanlar arasında yaygınlaştırılması unutulmuş bir sünnetin ihyası ve Allah'ın yardımına davetiye olacağı inancını taşıyoruz.
Hz. Nuh'un hak mücadelesindeki diğer bir özelliği de Hz. Âdem'in takib ettiği ve zürriyetine bizzat öğrettiği "Hak yolu" ilk defa tahrip eden kendi kavmine peygamber olarak gönderilmiş olmasıdır.
Hz. Nuh (a.s) hak uğrunda eziyet ve işkenceye en çok uğrayan peygamberlerdendir. Toplumu, hakka davet ettiği zaman ona icabet edeceklerine onu insafsızca döver ve yan ölü bir vaziyette terkederlerdi. Buna rağmen hak mücadelesinden asla yılmadı, 1000 yıla yakın bir müddet devam etti, gelecek kuşaklardan tek bir kişi dahi olsa iman edeceklerini umuyordu.[1246]
Bunca alay ve hakarete rağmen, Allah onu mücadeleye teşvik ediyor ve yılmamasını öğütlüyordu. "Öyle ise onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme.'[1247]
Hz. Nuh (a.s)'un mücadelesinde göze çarpan diğer bir özellik de hak yolda her meşru yola başvurması ve asla yılmamasıdır. Önemli olan şahsın rahatı değil, davanın bekası ve devamıdır. "Allah'ım, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim."[1248] "Sonra onlara hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum."[1249] "Tüm bunlara rağmen büyük hileler büyük desiseler kurdular.' Hz. Nuh, mücadesinde olağanüstü bir yöntem yerine sünnetullah çizgisinden ayrılmamıştır. "Ben size "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum ve ben gaybı da bilmem. Ben bir meleğim de demiyorum."[1250]
Davette sünnetullah esastır. Belirli durumlarda mucizelerin gösterilmesi ise arizi bir durumdur. Hz. Nuh'un (a.s) Allah'ın emriyle gemiyi yapması sünnetullahın diğer bir tezahürüdür.
Allah kullarına hak mücadelesinde sebeplere sarılmalarını ve bu yolda her vesileye başvurmalarını emretmiştir.
Hz. Nuh (a.s)'un mücadelesinde başvurduğu yöntemlerden bir tanesi de düşmanın psikolojik savaşına karşın onun aynı yöntemle karşılık vermesidir. "Eğer bizimle alay ediyorsanız iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz"[1251]
Hz. Nuh'un (a.s) mü'min cemaatıyla böyle bir yönteme başvurması, artık onlar için başvurulacak son çareydi. Bir nevi düşmanı silahıyla vurmaktı. İlk bakışta bir peygamber için cahillere karşı onların yöntemiyle karşılık vermesi uygun görülmüyor ise de nefsi müdafaa olarak değerlendirilecek olursa herhangi bir kuşku kalmaz. Alusî, Hz. Nuh'un cahillere karşılık vermesini "Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın" âyetinde geçen,[1252] "saldırıya misliyle cevap vermek" biçiminde değerlendirmektedir.[1253] Bundan hareketle, hak mücadelesinde batıldan gelecek psikolojik, moral ve benzer saldırılara, aşırı gitmemek kaydıyla karşılık verilebilir.
Hz. Nuh (a.s)'un batıla karşı vermiş olduğu mücadelede karşısına oğlunun dikilmiş olması ve batılın yanında yer alması da üzerinde durulması gereken bir konudur. "Allah buyurdu: Ey Nuh o asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir eylemdir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim."[1254]
Kaderin bir cilvesidir ki baba bin yıla yakın mücadele veriyor, fakat en yakını kendisine katılmıyor. Bu da nasihat ve davet ne kadar çok ye yerinde olursa; çevre ve toplum kötü olsa davetin ancak bir dereceye kadar etkili olabileceğini göstermektedir.
Davet ve irşadın tam yararlı olabilmesi için toplumun buna uygun olması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. "Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi güzel çıkar, kötü olanlardan ise faydasız bitkiden başka birşey çıkmaz."[1255] Allah'ın, Hz. Nuh (a.s)'a bu biçimde cevab vermesi onun ismetine herhangi bir halel getirmemiştir."[1256]
Ululazm bir peygamberin bile çocuğunun batılda ısrar etmesi, bu durumdaki herkes için bir teselli mahiyetindedir.. Onlar da Hz. Nuh (a.s) gibi ıslahları için Allah'tan yardım isteyeceklerdir. Dualarının kabul olunmaması halinde ise takdiri ilahiye rıza göstereceklerdir." [1257] Bununla sorumluluktan kurtulmuş olacaklardır.
Hz. Âdem (a.s)'den sonra ilk peygamber olan Hz. Nuh (a.s)'un 950 yıllık mücadelesinde, hak taraftarları için büyük ders ve ibretler mevcutur. Onun mücadelesinde göze çarpan en büyük husus yılmadan usanmadan on asra yakın mücadeleyi sürdürmesidir. Bu da hak yolda mücadele verenler için çok önemlidir. Neticenin alınıp alınmaması önemli değil, Allah'ın emrini yerine getirmek önemlidir. Bunca zaman zarfında hakka icabet edenlerin sayısının çok az olması, maddi sebeblerden başka mânevi nedenlerin de rol oynadığını göstermektedir.
Netice olarak şunu diyebiliriz. Mücadele ne kadar sürerse sürsün, hak arayıcılarının asla mücadeleden vaz geçmemeleri veye'se düşmemeleri gerekir. Peygamber olduğu halde başına gelmedik bir musibet ve işkence kalmamıştı. Peygamberler için bu söz konusu iken peygamber olmayanlar için de geçerlidir. Hak yolda mücadele verenin çevresinde az insanın olması, en yakınlarının ona icabet etmemeleri onun mücadelesine herhangi bir halel getirmez. Mücadele çok uzun da sürse netice hak taraftarlarının olacaktır. [1258]
Hz, Hud (a.s)'un nesebi Hz. Nuh (a.s)'un çocuklarından Şam'a ulaşır. Babası Abdullah'tır. Kur'ân'da birkaç yerde geçen "Ad" ise dördüncü sırada dedesidir. Yemen yakınlarında yaşamıştır.[1259]
Bütün peygamberlerde olduğu gibi Hz. Hud (a.s)'un da mücadelesi, tevhid ve sadece Allah'a ibadete davet mücadelesiydi.
"Ad kavmine de kardeşleri Hud'u gönderdik. O dedi ki; Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Hala sakınmayacak mısınız.? Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki, biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz. Ey kavmim! dedi. Ben beyinsiz değilim, fakat ben alemlerin Rabbi'nin gönderdiği bir elçiyim.'[1260]
Bu âyetler onun mücadelesiyle beraber tüm peygamberlerin mücadelelerinin nasıl bir bütünlük arzettiğini göstermektedir. Hepsinin ilk mesajı, insanları Allah'a kulluğa davet etmektir. Hz Hud (a.s)'un da ilk daveti, "Ey kavmim Allah'a ibadet edin" mesajıdır. Bu mübarek mesaj hiçbir dönemde değişmemiştir. İslâm. akidesinin temelini oluşturmaktadır. Bu kelime insanları kötü arzu, hevâ ve insanlara kulluk etmekten alıkoymaktadır. Bu kelime hayatın her alanında hükmün sadece Allah'a ait olduğunu ilan eder.[1261] Hz. Nuh (a.s)'a yöneltilen yakıştırmanın aynısı, kardeşi Hz. Hud'a yapılmıştır. "Seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz. " Bu da her asırdaki cahiliyyenin hak taraftarlarına yönelttiği bir iftiradır.
Hz. Hud kavmi, Allah'a güvenecekleri yerde, elleriyle yaptıkları putlara yönelîyorlardı ve batılın her asırda düşmüş olduğu komik duruma düşürüyorladı. Hz. Hud (a.s)'u tanrılarıyla tehdit ediyorlardı. Hem de konuşmayan, hareket etmeyen sivrisinekleri bile üzerlerinden uçurtamayan cansız varlıklarla tehdit ediyorlardı. "Biz, tanrılarımızdan biri seni fena çarpmış demekten başka bir söz söylemeyiz."[1262] Peygamberlerini bu sözlerle tehdit ediyorlardı. Kendilerini akıllı onu ise putlara çarpılmış ve aklını kaybetmekle itham ediyorlardı. Mantıklarına göre duadan bahsetmek, duayla yağmurun yağacağına inanmak, çürümüş kemiklerin tekrar dirileceğini savunmak sadece putlara çarpılmış ve bu nedenle aklını kaybetmişlerin söyleyebilecekleri sözlerdi.[1263] Hz. Hud, böyle bir hamakattan Allah'a sığınıyordu ve putlarının böyle bir gücü olsa göstermelerini istedi ve onlara meydan okudu. Korumanın yalnız Allah'a ait olduğunu söyledi.[1264]
Hz. Hud (a.s) kavminin diğer bir özelliği de atalarını taklid etmekti. "Dediler ki; sen bizi tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin.'[1265]
Taklid her asırda batıl taraftarlarının önemli sığınaklarından bir tanesidir. Onlar herşeyden vazgeçebilirlerdi. Fakat atalarının yaptıklarından asla vazgeçemezlerdi. Atalarına bağlılık onlar için gurur vesilesiydi. Bu sebeple İslâm'a girmekle gururlarını ve atalarına bağlılıklarını kaybetme korkusuna düşüyorlardı.[1266] "Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" denilince "hayır atalarımızı uyar bulduğumuz şeye uyarız" derler ya ataları birşey akletmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler,'[1267]
Hz. Nuh (a.s)'a olduğu gibi Hz. Hud (a.s)'a karşı çıkanlar da elebaşlardır. Saltanat ve çıkarlarının gideceğinden korkan aristokrat kesimiydi.
Hz. Hud (a.s) kavminde görülen ve onları hakka tabî olmaktan alıkoyan nedenlerden bir tanesi de içinde bulundukları bolluk ve refah seviyesiydi. "Ad kavmi yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip "bizden daha kuvvetli kim var?" dediler."[1268] Onlar, çağın rakipsiz ve eşsiz milletiydi, bu sebeble hiçbir millet onlarla yarışmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. "Görmedin mi Rabbin Ad'a ne yaptı; o sütunlarla dolu İrem'e.'[1269] Bu maddi ve bedensel üstünlük kuvvet ve iktidar bu milleti fazlasıyla mağrur ve muhteris kıldı. [1270]
Marks'ın tam aksine, varlıklı proletarya sınıfı hiçbir zaman peygamberlerden destek görmemiş, aksine her kesimden önce onlarla mücadele etmişlerdir. Hz. Hud (a.s)'a karşı çıkanların başında da aristokrat kesimi görüyoruz. "Herbir inatçı ve zorbanın emrine uydular."[1271] "Siz her yüksek yere bir alamet dikerek eğleniyorsunuz. Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz. Yakaladığınız zaman zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Allah'tan korkun.'[1272] Şımarık toplumun verdiği cevab şu oldu: "Sen öğüt versen de vermesen de bizce birdir."[1273] Onlar şunu demek istemişlerdi: Biz yeni şeyler yapmıyoruz, atalarımızın zamanında yüz yıllardan beri yapıla gelen şeyleri yapıyoruz. Onlar da aynı inanç, aynı hayat tarzı, aynı ahlâk ve aynı tür ilişkiler içindeydiler. Böyle iken hiçbir felaket gelip kendilerine dokunmadı. Bu hayat tarzında bir kötülük olmuş olsaydı, senin bizi tehdit ettiğin felaketle karşılaşmamız gerekirdi. Senin va'z ettiğin, tebliğ ettiğin şeyleri daha önceden dindar manyaklar güya ahlâkçılar da vaz' ve tebliğ ettiler. Fakat dünyanın gidişatını değiştiremediler. İnsanlar senin gibi öğütçüleri dinlemeyi reddetti diye hiçbir zaman dünyanın başına bir felaket gelmemiştir.[1274]
Batıl ehlinin hakka karşı çıkış nedenleri arasında azgınlık, refah ve dünya nimetlerinin olduğunu görüyoruz. İmkanları onların gözünü kapatmıştı. Her zaman öyle yaşayacakları vehmine kapılmışlardı. Yaşadıkları çirkefliği şükür ve tevazuya dayalı bir hayata asla değiştiremiyorlardı.
"Sokrat da Hz. Hud kavmi arasında yaşadı. Onlara felsefi yöntemle bîr şeyler vermek istedi, putçuluktan vazgeçirmek istedi, fakat onlara etkili olamadı. Çareyi zehir içip intihar etmede buldu."[1275]
Hz. Hud (a. s) da diğer peygamber kardeşleri gibi yıllarca insanları hakka davet etti. Bu uğurda mücadele verdi. Her türlü işkenceye maruz kaldı. Buna rağmen cahil topluma en güzel biçimde karşılık verdi.
Netice olarak Hz. Hud (a.s)'ın mücadelesi için şunu diyebiliriz: O mücadelesinde asla yılmadı. Allah'ın nimetleri içerisinde yüzdükleri için onlara hep nimetleri hatırlattı. Mücadelesinde asla yılmadı. Yorulmadı. Her asırda batılda ısrar edenlerin helak oluşu gibi onlar da şiddetli bir kasırga ile helak oldular. O yüksek gökdelenlerin, apartman ve eğlence aletlerinin yerini bugün artık kum yığınları aldı.[1276]
Hz. Salih (a.s) Hz. Nuh (a.s)'un oğullarındandır. Allah onu Semud toplumuna gönderdi. Semud, bugünkü Arap Yarımadasının batısına düşen "Hicr" denilen yerde yaşıyorlardı.[1277]
Hz. Salih (a.s) da kavmini Allah'a ibadete çağırmakla hak-batıl mücalesini başlattı.
"Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka tanrınız yoktur.'[1278] "Dediler ki; "Ey Salih, sen bundan önce içimizde umut beslenen birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun ?'[1279]
Hak-batıl mücadelesinde değişmeyen bir yöntem. Allah'a kulluğa davet. Batılın tek itirazı ise: "Atalarınızın yolu varken olmaz" olmuştur.
Hz.. Salih (a.s) de diğer peygamberler gibi mücadelesinde herhangi bir ücret talep etmediğini kendilerine hatırlatıyordu.[1280] Bu, her asırda hak için mücadele edenlerde bulunması gereken bir özelliktir. İmam Kuşeyri konuya dikkat çekerek şunları der: "Bu, tüm peygamberlerde bulunan ortak bir özelliktir. Hepsi de, 'mücadelemizde ücret istemiyoruz' demişlerdir. Bu da Allah için çalışanın ücreti istememesini gerektirmektedir. Bu, peygamber varislerine büyük bir uyarı niteliğindedir. Onların izini takip etmeleri gerekir. Asla hizmetlerinde ücret istememelidirler. İlimlerini geçim vasıtası kılmamalıdırlar. İlimlerini geçim vasıtası kılanların irşadlarından netice alınmaz. Maaşları bereketsiz olur. Böyleleri dinlerini az bir dünyalık için satmaktadırlar."[1281]
İmam Kuşeyri'nin yaşadığı zaman ve şartlar gözönünde bulundurulursa bu görüşüne katılmamak mümkün değildir. Fakat, zamanın değişmesiyle bazı hükümlerinin değiştiğini de unutmamak gerek. Bunu göz önünde bulunduran son devir alimleri, ilmin kaybolmaması ve irşadın sekteye uğramaması için zaruretten dolayı hizmet karşılığı ücretin alınabileceğine dair fetva vermişlerdir.[1282]
Hak-batıl mücadelesinde peygamberlerin uyguladığı "Ücret Allah'a aittir" şiarı çok büyük önem arzetmektedir. Ücreti ön planda tutan ve hak yolda mücadele verdiğini iddia eden birçok kimsenin davası sekteye uğramıştır.
Hz. Salih'in (a.s) mücadelesinde dikkat çekici diğer bir husus da kavminin onun toplumundaki itibarını ortaya koyarak onu mücadeleden soğutmak istemeleridir. "Dediler ki: "Ey Salih, sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin.. Şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun ?'[1283]
Bunun aynısını Mekke'li müşrikler de Resûlullah (s.a.s) için söylüyorlardı. Önceden onun ne kadar dürüst, emin ve yüce ahlâk sahibi olduğunu biliyorlardı ve ona her konuda güveniyorlardı. Ne zaman ki onlara Allah'ın mesajını iletti, herşeyi unutuverdiler.
Hz. Salih (a.s)'e karşı çıkan batıl taraftarları şu gerekçeleri öne sürüyorlardı. 1- Hz. Salih (a.s) bir insandı, başka insanlardan üstün bir tarafı yoktur. 2- Hz. Salih (a.s) Semud kavminin bir ferdiydi ve herhangi bir fazileti yoktu. Hz. Salih (a.s) alelade ve yapayalnız bir insandı, bir ordusu yoktu.[1284]
Batılın bu bahaneleri de boştur. İstedikleri evsaf da olsaydı, sözgelimi başka bir kavimden varlıklı biri olsaydı, yine karşı çıkmaya devam edeceklerdi. Allah onların psikolojik yapılarını bize haber vermiştir: "Sen Ehl-i kitaba her türlü mucizeyi getirsen, yine de onlar senin kıblene dönmezler."[1285]
Hz. Salih (a.s) ile mücadele eden batıl ehli ondan mucize istediler. Şöyle diyorlardı. "Eğer sen gerçekten Allah'ın elçisi isen bize bir mucize göster de görelim. Allah bu isteklerini kabul etti ve onlara dişi bir deve gönderdi. "Bir imtihan olarak onlara dişi deveyi göndereceğiz."[1286] Bu dişi deve belirli günlerde tek başına su içecektir Bunun su içtiği gün sizler sakın hayvanlarınıza su içirmeyin ve su içtiği kuyu, çeşme veya dereye ne kendiniz, gelin ne de hayvanlarınızı getirin. Bu mucizeyi bizzat kendileri istemişti. [1287] "Derken o dişi deveyi kestiler.'[1288]
Allah'ın deveyi onlara göndermesi sadece bir mucize ve imtihandı. Allah inanmayacaklarını bildiği halde mazeretlerini ortadan kaldırmak için deveyi göndermişti. "Mezkur devenin nasıl geldiği konusunda herhangi bir ayrıntı verilmemiştir. İddia edildiği gibi kayanın yanlması neticesinde ortaya çıktığına dair kesin bir delil yoktur. Allah'ın onu "ol" emriyle yaratmış olabildiği gîbi, mevcut develere benzemeyen bazı özelliklere de haiz olmuş olabilir. Kur'ân onun mucize olduğundan bahsettiği için normal develer gibi olmadığı kesindir."[1289]
Hak-batıl mücadelesi yönünden mucizenin geliş biçimi çok önemli olsaydı, Allah onu beyan edecekti. Konumuz açısından önemli olan şudur: Batıl ehli, çok açık mucizelere rağmen, yanlışta ısrar etmektedirler. Onların bu özelliklerini şu âyet açıklamaktadır. "Yemin olsun, sen kitab ehline her türlü mucizeyi getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler."[1290] Sizinle onlar arasında bir berzah vardır. Sularınız aynı yatakta akmaz. Onlara güneş ve aydan daha açık delilleri gösterseniz de yine sizlere inanmazlar. Siz de öylesiniz; tüm yöntemlerine başvursalar, hile yapsalar siz de onların yoluna girmezsiniz.[1291]
Batıl ehli, mucize ve delilleri asla kabul etmez, ondan yüz çevirirler. "Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler."[1292] veya "Gözümüz büyülendi," [1293] deyip işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Her zaman mucizelerden yararlanan bir kesim olduğu gibi ona büyü diyenler de olmuştur.
Hz. Salih (a.s)'in mücadelesi neticesinde toplumun ikiye ayrıldığını görüyoruz. "Onlar iki zümre olup birbirleriyle tartışıp maya (mücadeleye) başladılar.'[1294] Biri hak tarafını tuttu, diğeri ise batılda kalmaya devam etti. Hz. Salih (a.s)'e inanmayanlar, başlarına gelen musibetler ile kötü durumlarının faturasını hep hak taraftarlarına çıkarıyorlardı. Şöyle diyorlardı. "Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık. "[1295] Oysa, yeryüzü ve denizlerdeki tüm kötülükler onların yüzündendi. Onlardan kaynaklanıyordu. Batılın bu yersiz ithamı her zaman için söz konusu olmaktadır. Toplumun krizlerini, geri kalışını, işlenen tüm kötülükleri hep hak taraftarlarına yüklemek isterler.
Hz. Salih (a.s)'in toplumunda görülen ve batılın her zaman başvurduğu taktiklerden birisi de komplolardır. Hz.Salih (a.s) ve onun ailesine karşı böyle bir komplo düzenlenmiştir. Batıl ehli, delil ve ilmi yöntemlerle hakkın karşısına çıkamayınca, çareyi komplo, öldürme ve benzer iğrenç yollarda aradılar.
"O şehirde dokuz elebaş vardı ki bunlar yeryüzünde fesad çıkarıyor ve iyilik etmiyorlardı. Allah'ın adıyla yeminleşerek dediler ki: "Gece baskını yapıp, Salih'i ve ailesini öldürelim. Sonra velisine biz o ailenin helakinde hazır değildik. Gerçekten biz, doğru söyleyenleriz" diyelim."[1296]
Bu iki âyet, batıl taraftarlarının iç yüzünü, hak taraftarları için düzenledikleri komplo ve hileleri ortaya çıkarmaktadır. Batıl taraftarları yeryüzünde meydana gelen tüm kötülüğün müsebbibidirler. Peygamberi öldürmeye giden çete grubunun Allah'ın adıyla yemin etmeleri de enteresandır. Allah'ın elçisini, Allah adını veya Allah'tan müsaade alarak öldürmeye kalkışmak, batılın düşmüş olduğu komik durumları sergilemektedir. Onların bu desiselerini de âyetin "Biz, hazır değildik" bölümü ifade etmektedir. Yalancılık onların en büyük meziyetleridir. Korkak oldukları için yaptıklarını gizlemektedirler.
Netice ne oldu? Batılda ısrar edenlere Allah'ın verdiği ceza, Hz. Salih kavmini de yakaladı. Gökdelenleri, yığınlarca malları, bahçe ve barkları onları kurtaramadı. Hepsi yerle bir oldu ve azab kendilerini yakalayıp helak etti.[1297] Fakat hak taraftarları kurtuldu. "Salih ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile o günün azabından kurtardık."[1298]
Netice olarak şunu demek mümkün: Hz. Salih (a.s)'in toplumuna karşı verdiği hak mücadelesinde hak taraftarlar için önemli dersler vardır. Mücadelede aslolan ücretin alınmamasıdır. Batılın hak taraftarlarının toplumdaki itibarlarını kullanmaya çalışıp bu sayede onları mücadeleden soğutmaya çalışmaları, batılın delil ve mucizeden ziyade kaba kuvvet ve zorbalığı tercih etmeleri, art niyetleri için İslâmı değerlerden bile yararlanmayı ihmal etmemeleri, batılın her zaman başvurdğu yöntemlerden bazılarıdır. [1299]
Nesebi, on ikinci babada Hz. Nuh (a.s)'a yetişir. Kuvvetli görüşe göre Hz. İbrahim (a.s)'ın babasının ismi Azer'dir.[1300] Ömrünün büyük kısmı tevhid mücadelesiyle geçmiş olan Hz. İbrahim, Kur'ân'da "tek ümmet" olarak anılmıştır.[1301] Onun mücadelesi başta babası Azer olmak üzere ondan sonra da Babil kralı Nemrut ile geçmiştir.[1302]
Pulculuğun yaygın olduğu toplumda Allah'ın emriyle mücadeleyi başlattı, ilk mücadeleyi babasından başlattı. Put ustası olmasına rağmen incitmeden ve mücadelenin adabını bozmadan onunla mücadele etti.
"Hani babasına ve kavmine "neye tapıyorsunuz?" dedi. "Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz, "dediler. İbrahim "peki" dedi. "Yalvardığımzda sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?" dedi." [1303] "Şöyle cevab verdiler: "Hayır! biz babalarımızı böyle yapar bulduk.'[1304]
Kendinden önceki peygamberlerde olduğu gibi Hz. İbrahim (a.s)' in de karşısına en yakınları ve taklid engellerinin çıktığını görüyoruz. Hz. Nuh (a.s)'un karşısına da oğlu dikilmişti. Hz. İbrahim (a.s) karşısında babasını görüyor. Bu Kur'ân'ın "O, ölüden diriyi ve diriden de ölüyü çıkarır. [1305] İlâhî mucizesinin bir tecellisidir ki Allah mü'minin bedeninden kâfiri, kâfir babadan da mü'min çocuğu yaratabilir."[1306]
Hz. İbrahim (a.s)'in putpereset toplumuyla yaptığı mücadele de yerine göre iki ayrı yönteme başvurduğunu görüyoruz.
1- Nasihat ve irşadı esas alan yumuşak mücadele yöntemi,
2- Münkeri izale eden izzet ve salabeti esas alan kıyam, karşı koyma ve güce başvurma yöntemi.
Hz. İbrahim (a.s)'in mücadelesinde yerine göre her iki yönteme de başvurmuştur. Putları yapmakla meşhur babasına nezaket ifade eden "Babacığım" diye hitab etmesi, "Babacığım, hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi."[1307] "Babacığım şeytana kulak verme.'[1308]"Babacığım! Allah tarafından sana azab dokunup da şeytana şeytanın yakını olmandan korkuyorum'[1309] demesi. Keza, nezaket ifade eden bu daveti karşısında babasının "Ey İbrahim sen benim tanrılarımdan yüzmü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen andolsun ki seni taşlarım."[1310] şeklinde karşılık vermesine rağmen, babasına "Selam sana, sana Rabbimden mağfiret dileyeceğim",[1311] demesi, şiddet yerine yumuşak yolu tercih etmesi mücadele de yumuşak yöntemin kullanılabileceğini göstermektedir.
Bunların yanısıra Hz. İbrahim (a.s)'in yerine göre mücadelesinde salabet ve kuvvete başvurduğunu görmekteyiz. "İbrahim, babası Azer'e: Bir takım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum. "[1312]
Hz. İbrahim (a.s)'in babasına karşı takındığı sert duruma dikkat çeken Alusî şunları demektedir: "Hz. İbrahim (a.s)'in böyle bir yönteme başvurması, Hz. Musa (a.s)'nın Firavun karşısında takındığı yumuşak [1313] tutumla çelişmemektedir. Hz. İbrahim (a.s)'in takındığı bu tavır eziyet verme veya rahatsız etmenin haram olan türü değildir. Hz. Musa (a.s)'nın, Firavun'a karşı takındığı yumuşakça tavır gibi yerine göre yumuşak hareket etmek yarar sağlar. Hz. Musa (a.s)'nın tavrını sadece bir "edeb kuralı" olarak değerlendirmemek gerek. Çünkü yerine göre kuvvete başvurmak daha yararlı olmaktadır. Her zaman nezaket kuralı işlemeyebilir, yerine göre mücadele için "onlarla en güzel biçimde mücadele et, [1314] denilmişken; gerektiğinde "onlara karşı sert davran, [1315] emri de verilmiştir."[1316] Hz. İbrahim (a.s) nezaket ve yumuşak mücadeleyle beraber tehdit ve kuvvete de başvurduğunu görüyoruz. O hikmetli yolu tercih etmiştir. Nitekim Kur'ân da aynı yöntemi emretmiştir. "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır. Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.' [1317] ayeti de yerine göre, ilmi ve bilimsel yöntemi, yerine göre öğüt ve gerekirse de kuvvet kullanmayı emretmektedir. Bazen öyle durum olur ki sadece kuvvet geçerli olur.[1318]
Hz. İbrahim (a.s)'in mücadelesinde sertliğe başvurduğunu gösteren bazı âyetler şunlardır:
"İbrahim, babası Azer'e bir takım putları tanrılar mı ediniyorsunuz? "Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum,"demişti." [1319] "Sonunda İbrahim onları (putlarını) paramparça etti Yalnız onların büyüğünü bıraktı, belki ona müracaat ederler diye."[1320] "Size de Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz putlara da "yuh" olsun. Siz akıllanmaz mısınız?" [1321] "İyi bilin ki onlar (putlar) benim düşmammdır.' [1322] deyip putlarına savaş ilan etmişti ve fiili müdahele edeceğine de yemin ediyordu. "Allah'a yemin ederim ki siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım.'[1323]
Hak mücadelesinde en güzeli ortaya koyan Resûlullah (s.a.s)'ın hayatında aynı yöntemi görüyoruz: Mekke döneminde Ka'be'nin içinde 360 put olduğu halde namaz kıldığı sabittir. [1324] Medine'ye hicret ettikten sonra aynı putları tek tek izale ettiği de bir gerçektir.[1325]
Resûlullah (s.a.s) Medine döneminde, İslâm ve müslümanlar aleyhinde menfi propaganda yapan Yahudi Ka'b b. Eşrefi öldürtmüştü.[1326] Resûlullah (s.a.s) onun menfi faaliyetlerine engel olmak gayesiyle "Ka'b b. Eşref Allah ve Resulüne eziyyet veriyor, kim onu öldürecek?" deyince, Muhammed b. Mesleme işi üzerine alıp infazı gerçekleştirdi. Bu olay, İslam’la savaşanların etkisiz hale getirilebileceklerini göstermektedir.[1327] "Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafiklara karşı cihad et. Onlara karşı sert davran.'[1328] Bu âyet, dinde caydırıcılık ve kuvvetin kullanılabileni ceğine delildir.[1329]
Hz. İbrahim (a.s) de mücadelesinde yerine göre yumuşak ve irşadı yerine göre de salabet ve kuvvete başvurmuştur. O Rabbinden aldığı vahiyle hareket ediyordu. Hazık tabib gibi hasta ve hastalığa göre teşhis koyuyordu. Tavsiye ile moral bulan hastalar olduğu gibi, operasyonu ve organ alınmasını gerektiren hastalıklar da vardır.
Mücadelede bu yöntemin takip edilmesi, neticeye gitmek açısından önemlidir. Hz. İbrahim'in putları kırması da mücadelede bizlere ışık tutmaktadır. "Toplumda sahiplerinin dahi farkında olmadıkları bazı küçük ve büyük boşluklardan yararlanarak onlarla mücadele sürecine girebiliriz, inanç ve davranışlardaki hataları yüzlerine vurarak bu kimseleri zayıf konuma düşürebiliriz. Bu girişimimiz sonucunda karşımızdakiler şu iki tavırdan birini alacaklardır: Ya hatalarını görerek hakikati kabul ' edecekler ya da inat ve büyüklük taslayarak hatalannda israr edecekler. Bu ikinci tavır onların başkaları nezdinde saygınlıklarını yitirmelerine yol açacak."[1330]
Batıl, değişmeyen yöntemini Hz. İbrahim (a.s)'e karşı da uygulamıştır. Hz. İbrahim (a.s) hiç kimseye zarar vermemiş, kimsenin hakkını zimmetine geçirmemiş, ahlâk dışı hareket ve davranışta bulunmamıştı. Buna rağmen, Nemrut onu fitne çıkarmakla itham ediyordu. O'na, "Benden başkasına ibadet etmene imkân tanımam. Herşey benim elimde ve yetkimdedir. Herkes bana uymakta ve ibadet etmektedir. Nasıl olur da onların birliğini bozmaya kalkışırsın?" diyordu. Hz. İbrahim bu iddiaların hiçbirini kabul etmedi. "Sen yalancısın. Sen Rab değilsin. Benim Rabbim öldürür, diriltir, hayat verir" şeklinde cevap veriyordu. Nemrut buna tahammül edemedi, ilmî ve aklî yöntemlerle ona cevab veremedi. Batılın her zaman ki yöntemini ortaya koydu: "Eğer iş yapacaksanız yakın onu da tanrılarınıza yardım edin.[1331] Ya onun Rabliğini onaylıyacaktı ya da yanacaktı. O yanmayı kabul etti. Onu yakmak için seferberlik ilan edildi. Öyle ki hasta kadınlar iyileşmek için Nemrud'un ateşi için odun taşımayı nezrediyorlardı.[1332] "Onu yakın dediler.' [1333] Âyeti, kararın yalnızca Nemrut tarafından değil de bir konsey tarafından verildiğini göstermektedir."[1334]
Hz. İbrahim-Nemrud mücadelesinde dikkat edilmesi gereken incelik, Hz. İbrahim'i ateşe attıran Nemrud'un Allah'a inanmış olmasıydı. Nemrud gök, yer ve bütün kâinatın yöneticisi ve yaratıcısının kendisi olduğunu ileri sürmüyordu. Dünyada ve evrende herşeye hakim olduğunu da söylemiyordu. İddiası şuydu: Ur veya Irak ülkesi ve halkının mutlak hakimi benim. Buranın rakibsiz hükümdarıyım, ağzımdan çıkan her söz birer kanundur. Üzerime başka kimsenin iktidarı ve hakimiyeti yoktur. Bu itibarla beni tanrı ve hükümdar olarak kabul etmeyen Irak'ın her vatandaşı asi ve günahkardır.[1335]
Nemrud gibi, Firavun ve Ebu Cehil de Allah'ı inkâr etmiyorlardı. Fakat Allah'a hüküm ve otoritede ortak koşuyorlardı.
Hülâsa, peygamberler atası olarak bilinen ve 200 yıl[1336] yaşayan Hz. İbrahim'in hak-batıl mücadelesinde yeri büyüktür. Putçulukta meşhur olmuş bir toplumda yaşadığı için mücadelesinin büyük bir bölümü tevhidi yaymakla geçti. Karşısına ilkin babası çıktı. Babalık hakkına riâyet edip onu rencide etmemeye özen gösterdiği gibi, ulu'lazm peygamber olduğunu da unutmamış ve hakkı söylemekten geri kalmamıştı. Yerine göre sertlik ve güç kullanmış yerine göre de hilm ve yumuşaklık göstermiştir. Mücadelede tevhide çağırdığı için hicrete zorlanmış ve Nemrud konseyi tarafından yakılmakla cezalandırılmıştı. Fakat ihlas ve samimiyeti, içine atıldığı ateşi güllük ve gülistanlığa dönüştürdü. [1337]
Baba cihetiyle 4'üncüde Hz. İbrahim (a.s)'e ulaşan Hz. Şuayb'ın annesi Lut'un kızıdır.[1338] Peygamberler hatibi [1339] olarak da bilinen Hz. Şuayb (a.s)'in hak-batıl mücadelesindeki yeri büyüktür. Mücadelesinin odak noktası ise Hicaz bölgesiydi.[1340]
Hz. Şuayb (a.s)'ın mücadelesi tevhide davetle beraber, diğer peygamberlere oranla, daha fazla tefecilik ve liberalizimle idi. "Medyen 'e kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik) dedi ki; Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü tartıyı tam yapın insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltildikten sonra bozgunculuk yapmayın.'[1341]
Hz. Şuayb (a.s) toplumunu tevhide davet edip onları ekonomik hayatta düşmüş oldukları sapmadan kurtarmaya çalışıyordu. Maddecilik onları perişan etmiş, helal-haram demeden birbirlerinin haklarını gasbediyorlardı. Hiçbir din ve kanunun bu gaddar hayatlarına müdahele etmesini istemiyorlardı. Kur'ân'ın deyimiyle "Onlar insanlardan kendileri için ölçtükleri zaman tam ölçerler, kendileri onlar için ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksiltirler.'[1342]
Hz. Şuayb (a.s)'ın bu mücadelesine dolandırıcı ve tekelcilerin müsaade etmesi mümkün değildi. "Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki; Ey Şuayb, şeni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz. (Şuayb, istemesek de mi?) dedi.[1343]
Batıl, hakkın yaşamasına asla dayanamamaktadır. Hak, batıla ilişmese de aynıdır. Batıl hakkı kovalamaya ve boğmaya çalışmaktadır. Hz. Şuayb (a.s) kavmine şöyle diyordu. "Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanır bir grup da inanmazsa, Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin."[1344] Batıl, bu teklifi de reddediyordu. Hakkın varlığına asla dayanamıyordu. Batıl, hak taraftarlarını dinlerini bırakmadan onlardan asla razı olmaz.[1345]
Hz. Şuayb (a.s) batılın isteğini asla kabul etmedi. Ayetin "ve istemesek de mi?' [1346] bölümü onu gösteriyodu. Bizi istemediğiniz gibi biz de sizi istemiyoruz. Bizi zorlasanız da olmaz bu. Sizinle diyalog, uzlaşma asla yoktur.
Tarihin hiçbir döneminde batılın yöntemi değişmemiştir. Batıl önce hak taraftarlarını davadan alıkoymaya çalışır. Bunun için de tüm imkânları seferber eder. Hak taraftarları bu teklif karşısında direnirse yöntem değiştirir. Tehdit ve zorlamaya başvurur, her türlü insanlık dışı yöntemlere gider.
Hz. Şuayb (a.s) toplumu maddenin verdiği sarhoşluktan olacaktır ki, hak taraftarlarını tehdit ediyor ve faaliyet yapmalarına engel oluyorlardı. "Tehdit ederek insanları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın."[1347]
Tekelciler, dolandırıcılar, çıkarlarını korumak isteyenler dinin hayatlarına karışmamasını istediler. "Dediler ki "Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor?'[1348] Onlar aynı zamanda seküler devlet anlayışına da sahiptiler. İbadetle, mal ve ekonominin ayrı şeyler olduğunu iddia ediyorlardı. Harcama ve ekonomide mutlak liberalizmi yani serbest hareket etmeyi savunuyorlardı.
Batıl, kuvvet ve zorbayı esas aldığı için, Hz. Şuayb kavmi onun zayıf durumunu istismar ediyorlardı. "İçimizde seni cidden zayıf görüyoruz, eğer kabilen olmasaydı seni mutlaka taşlayarak öldürürdük." [1349] Allah'ın gücünden değil, aşiret ve çevreden çekmiyorlardı. Hz. Şuayb en büyük destek ve gücün Allah olduğunu söylüyordu. Nitekim ibrahim (a.s) de yalnızdı. Fakat ateş, ona birşey yapamamıştı. Allah beraber olduktan sonra tüm dünya düşman olsa ne zarar verebilir?
Hz. Şuayb (a.s) ile beraber kabilesinin bulunması, düşmanı korkutuyordu. Bu da bize mücadelede maddî desteğin önemini ortaya koymaktadır. Resûlullah (s.a.s)'ın mücadelesinde de bu hususu görüyoruz. Ebu Talib'in himayesine girmişti. Taiften dönüşte de Mut'im b. Atiy'in himayesine girmişti. Habeşistan'dan dönen sahabeler de müşriklerin himayesinde dönmüşlerdi. Keza Ebubekir, İbn Dağne'nin himayesini kabul etmişti. Bu himayeyi İslâm akidesinden taviz verme şeklinde almamak gerekir. Zira Resûlullah (s.a.s) amcasına: "Amca taviz vermem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, yine davamdan asla vazgeçmem. Ya muvaffak olurum veya bu yolda kendimi feda ederim, demişti."[1350]
Mücadelede gayr-ı müslimlerin himayesi söz konusu iken, müslümanlardan destek ve himaye almak tartışma götürmez. Hz. Şuayb (a.s)'ın bu durumu mücadelede kamuoyunun desteğini almanın önemini ortaya koymaktadır. Sünnetullah, batılda ısrar eden Hz. Şuayb kavmi için de işledi: "Onları karanlık günün azabı yakaladı. Bu azap o günün büyük azabıydı.'[1351]
Netice olarak, Hz. Şuayb'ın (a.s) hak-batıl mücadelesinde ortaya koyduğu ilahi yöntem bizlere de önemli derecede yol göstermektedir. Yaşadığı toplumun ekonomik çöküntüsünü ilahi yöntemle düzeltmeye çalıştı. Bu bize hak-batıl mücadelesinde haram kazanç ile mücadelenin gerekliliğini ortaya koymaktadır. İktidarları dolandırıcılığa dayalı kesimlere hakkın kabulü oldukça ağır gelmektedir. Mücadelede halk desteğinin önemi de açıktır. Mücadelede mesajın uygulanması başarı açısından gereklidir. [1352]
Ululazm peygamberlerden olan Hz. Musa'nın babası İmrân annesi de Yukabid'dir.[1353]
Mücadelesinin büyük bölümü Firavunla geçti. Firavun, kahinlerden aldığı bilgilere dayanarak, bir peygamberin geleceğini ve saltanatının onun tarafından tehdit edileceğini öğrenmişti. Bundan dolayı doğan erkek çocukları öldürüyor, kızları da sağ bırakıyordu.[1354]
Yeryüzünü hiçbir zaman hak ehlinden hali bırakmayan Allah, Firavun azgınlığına karşı, onun sarayında dikenler arasında yetişen gül misali Hz. Musa'yı gönderdi. Allah birşeyi dilerse ona giden sebepleri de halkeder. Hz. Musa (a.s) Firavun'ın sarayında büyüdüğü gibi, Resûlullah (s.a.s) de Ebu Talib'in himayesinde büyümüştü.
Firavun, düşmanını yetiştiriyordu. Geleceği korkusundan binlerce bebek öldürtmüştü. Fakat kaderin önüne kim çıkabilirdi ki? Hatta saraya götürdüğü gün bile binlerce çocuğu öldürtmüştü. Saltanatına son verileceğinin farkında değildi. Allah, kaderin sırrını kimsenin bilemiyeceğini öğretmek istemişti. Halk arasında, Firavun, Hz. Musa'nın babası, karısı da onun süt annesi olarak biliniyorlardı.[1355]
Allah Teâla, kardeşi Harun'la beraber onu Firavun'la mücadeleye gönderdi. "Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün, beni anmayı ihmal etmeyin. Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o aklını başına alır veya korkar."[1356] Allah'ın kendilerine bu biçimde emir vermesi batıl ile mücadele konusunda çok önemlidir. Allah kendisini ilah ilan eden Firavun'a gidilmesini ve ona yumuşak söz söylemelerini emrediyor. Yumuşaklık hakka davetin şiarıdır. Çünkü peygamberlerin davetlerinde gaye hidâyettir. Yumuşaklık fayda vermez ve davet edilen azgınlık gösterirse, salabete gidilebilir. "İçlerinden zulmedenleri bir yana ehli kitabla ancak en güzel yoldan mücadele edin.'[1357] Hz. Musa (a.s) lisanıyla şöyle buyrulmuştur. [1358] "Hakikaten bize vahyolundu ki yalanlayan ve yüz çevirenlere azab edilecektir.'[1359] Allah, Firavun'ın daveti reddedeceğini bildiği halde ona gidilmesini emretmiştir. Çünkü hakka davette esbaba sarılmak gereklidir. İnsanlardan hesab sormak ise Allah'a aittir.[1360]
Hz. Musa (a.s) Firavun'ın sarayında büyümüştü. O'na hizmeti dokunmuştu. Buna karşılık Hz. Musa'nın da onu hakka davet etmesi gerekecekti. Allah, ona âyetleriyle gidilmesini emretmiştir. [1361] Mücadelede en büyük destek Allah'ın âyetleridir, vahiydir. Batıl karşısında vahiyden daha tesirli hiçbir malzeme yoktur. Zamanının en büyük Tağut'una ilkin Allah'ın âyetleriyle gidilmesi emredilmiştir. Günah ve tuğyana bakılmaksızın, mücadelenin yapılması gerekmektedir. 400 yıla yakın hükümranlık süren Firavunla mücadele edilmesi emrolunmuştur.[1362]
"Firavun ilk defa böyle bir davetle karşılaşıyordu. Onun için kendisine yumuşak davranilması emredildi. Bu sayede düşünme imkânı da doğmuş oluyordu. "Ben Rabbim diyene davet böyle olursa, acaba ben kulum diyene nasıl olmalı?"[1363]
Mücadelede Allah'tan yardım istemek, dua etmek önemlidir. Nitekim Hz. Musa (a.s) Firavun'a gidince şöyle dua etmiştir: "Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver, işimi kolaylaştır. Dilimden şu bağı çöz ki sözümü anlasınlar."[1364]
Keza, mücadelenin ferdi değil cemaat halinde olması gerektiğini de Hz. Musa (a.s)'nın şu duasından anlıyoruz. "Bana ailemden bir de yardımcı ver; kardeşim Harun 'u, onun sayesinde arkamı kuvvetlendir."[1365] Hz. Musa (a.s) hak mücalesinde kendisine yardımcı olacak birini isteyince Allah duasını kabul etti ve yardımcı olarak kardeşi Harun'u verdi.[1366]
Hz. Musa ve Harun'un Firavun'a götürdükleri mesajın içeriği de çok önemlidir.
"Deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğullarını hemen bizimle birlikte gönder, onlara eziyyet etme, biz senin Rabbinden bir âyet getirdik. Kurtuluş hidâyete uyanlarındır. Hakikaten bize vahyolundu ki yalanlayan ve yüz çevirenlere azab edilecek. Firavun: Rabbiniz de kimmiş? Ey Musa! dedi. O da, bizim Rabbimiz herşeye hilkatim veren sonra da doğru yolu gösterendir, dedi.'[1367]
Firavun ilkin kendisinden başka bir Rabbin bulunduğunu duyuyordu. Onun için şaşkın şaşkın sordu. "Benden başka Rab mı olur?" dercesine kim olabileceğini soruyordu. Hz. Musa, ona halka yaptığı zulümden vazgeçmesini söyledi. Kendileriyle diyalog kurmalarına izin vermesini ve kurtuluşun da bunda olduğunu kendisine bildirdiler.
Tüm peygamberler gidecekleri insanlara Allah'ın azab ve mükafatından bahsetmişlerdir, inkâr edip yüz çevirenlere azab, itaat edenlere de cennetin nimetlerinden haber vermişlerdir.[1368]
Batıl taraftarları özellikle otoriteyi ellerinde bulunduranlar tüm imkân ve yetkilerini hakka karşı kullanırlar. Firavun, Hz. Musa'ya (a.s) küçüklükte yaptıklarını hatırlatmak suretiyle onu haktan caydırmak istiyordu: "Firavun dedi biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi, hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?'[1369] Hz. Musa (a.s) da yaptıklarının asla iyilik kabul edilemeyeceğini, çünkü temelinde İsrailoğullarını köleleştirme isteğinden kaynaklandığını söyledi.[1370]
Tüm batıl taraftarlarının karekterini yansıtan ortak bir eylemini, Firavun da ortaya koydu:
"Benden başkasını tanrı edinirsen andolsun ki seni zindanlıklardan ederim, dedi. Musa, sana apaçık birşey getirmiş olsam da mı ? dedi."[1371] Ona mucize getireceğini söyledi. Firavun getir dedi "Bunun üzerine Musa asasını atıverdi, bir de ne görsünler asa apaçık koca bir yılan oldu. Elini de koynundan çıkardı, o da seyredenlere beybeyaz görünen bir şey oluvermiş.' [1372] Firavun'un sihirbazları ondan daha insaflıymışlardı ki gerçek karşısında secdeye kapanıp, "Âlemlerin Rabbine Musa ve Harun'un Rabbine iman etik" dediler. Firavun dedi ki "ben size izin vermeden ona iman etiniz ha! Demek ki size sihri öğreten büyüğünüzmüş o! Ama şimdi bileceksiniz andolsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım." "Zararı yok" dediler. "Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz. Biz ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız."[1373] Onlar, Firavun'dan alacakları bir ödül veya ücretten dolayı meydana çıkmışlardı. Kısa bir zaman zarfında gerçeği görüp hakka teslim olmaktan başka çare bulmadılar. Ücretler ve ödüller her zaman vicdanları öldüremez ve dilleri susturamaz.
dikkat çeken diğer bir konu da Firavun'un imanı basit bir günlük çıkar meselesi haline getirmek istemesiydi. O herşeyin para ve madde ile olabileceğine inanıyordu. Onlara çok ağır tehditler savurdu, iman etmeyi resmi izne bağlamak istiyordu. Firavun imanın kalb ve akıl işi olduğunu gördü. Kısa bir müddet zarfında elde edilen sağlam bir inançla artık ona meydan okuyorlardı. "Firavun 'un kavminden ileri gelenler dediler ki, Musa'yı ve kavmini senin tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacağız? Firavun "Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız, elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz, dedi."[1374]
İmam Hasan el-Bennâ (1368-1948) âyet hakkında şu yorumda bulunur: Ayette, her zaman için hakim otoritenin hak taraftarları üzerine nasıl gittiklerini ve onlara ne tür eziyet ve işkence verdiklerini ve hak taraftarlarına nasıl va'dlar yağdırdıklarını ve dolasıyla zulümlerini nasıl meşru göstermeye çalıştıklarını haber vermektedir. Sihirbazların, ona "yapacağını yap" [1375] demeleri de, mü'minlerin hak yolda herşeylerini feda ettiklerini göstermektedir. "Ey İsrail Oğulları! sizi düşmanlarınızdan kurtardık."[1376] âyeti de neticede hakkın nasıl kazandığını ve mazlumların nasıl kurtulduklarını haber vermektedir."[1377]
Sihirbazların bu tavrı, en zor şartlarda bile imanın susturulamayacağını göstermektedir. Bu olaydan hak mücadelesinde en ağır şartlara, ambargo ve yasaklara aldırış etmeden imanda sebat etmenin gerekliliğini öğreniyoruz.
Hz. Musa (a.s)'nın asası hak davayı temsil ederken ücretle çalışan Firavun'ın sihirbazlarının ip ve değnekleri de batıl davaların araç gereçlerini temsil etmektedir.
Batıl davalar, her zaman için sönmeye mahkum mumları andırmaktadırlar. Mumların varlığı güneşin doğmasına bağlıdır. Birçok otorite Firavun'un sihirbazları gibi, insanların gözlerini boyamak suretiyle hakkın üstünü örtmek istemektedir. Zaman zaman hakkın erken yayılmasının önünde Firavun'ın dehşet verici uygulama ve baskınları bulunmaktadır.
Batıl'ın hak karşısında ortaya koyduğu taktiklerden birisi de Firavun da olduğu gibi, hak taraftarlarını dinde reform yapma, din değiştirme ve fitne fesat çıkarmakla itham etmeleridir. "Firavun "bırakın beni "dedi. "Musa'yı öldüreyim. Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum."[1378]
Kendini ilah ilan eden birisi, ululazm bir peygamberi din değiştirmekle ve fitne uyandırmakla itham etmektedir. "Tarihin her döneminde otorite ve idare sahipleri kendi güçlerine güvenerek halk arasına dehşet ve korku yaymaya çalışmışlardır. Firavun da Hz. Musa (a.s) ve beraberinde bulunan mü'minleri bu tür tehditlerle korkutmaya çalışmıştır."[1379]
Sihirbazların Firavun karşısında almış oldukları pozisyon insanlık tarihinde hakkın zaferi için varolan zirvelerden bir tanesidir. Şahıslarıyla yeryüzünde güçlü olmasalar da bu böyledir. Bunun zafer olmasının sebebi, onlar orada batılın tüm taşkınlık ve azgınlığın üzerine çıkararak tağutları mahvetmek ve yeryüzünden silmek için istedikleri "hak" kelimesini ilan ettiler. Şimdi bunların hangisi daha büyük, daha yüce? Asıl olan, insanı değerler mizanında daha yüce olanıdır. Onlar mı yoksa onları hurma ağacının gövdelerinden asarak öldüren Firavun mu yüce olan?[1380]
Hz. Musa (a.s)'nın mücadele verdiği batılın öncülerinden birisi de kapitalazmin kurucusu sayılan Karun'dur. "Karun, Musa'nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki güçlü kuvvetli bir topluluk taşıyordu.'[1381]
Karun'a bunca servetin verilmesi, maddi değerlerin fazilet ve üstünlükte ölçü olmadığını göstermektedir. Allah'ın kendisine vermiş olduğu mal için şöyle diyordu. "O, servet bana ancak kendimdeki bilgim sayesinde verildi.'[1382] Bu anlayış tamamıyla günümüzde kapitalist doktrin felsefesini ortaya koymaktadır. Herşeyi dindışı bir anlayışla ele alırlar.
Karun dünyalığıyla mü'minlerin gözünü kamaştırmak istiyordu, îmanları tam oturmayanlar ondan etkilenerek şöyle demeye başladılar. "Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı."[1383] İlimle imanı bir arada götürenler ise Karun'un yaptığının bir oyun olduğunun farkına varıp şöyle dediler: "Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükafatı daha üstündür.[1384]
Her yerde olduğu gibi burada ilim sahipleri, Karun'un varacağı neticeyi tahmin etmişlerdi ve asla Karuni anlaşıya aldanmamışlardı. "Mükafata gelince inanan ve saih kimsenin sahtekarlık ve ifsad yoluyla multimilyoner olmaktansa açlıktan kıvranmanın daha hayırlı olduğu düşüncesiyle ulaştığı vicdan huzuru gibi ilahi bir karşılığı tazammun eder."[1385]
Karun misali günümüzde de varlıklı birçok batıl taraftan sahip bulundukları imkânlarla hakkın önüne set çekmektedirler. Karun Hz. Musa (a.s)'nın özellikle mali sorumluluklarla ilgili tüm davetlerini red ederek, "Sen bize yeni bir din getirmişsin. Senin elinden mecalimiz kalmadı. Bizden hergün yeni yeni haraçlar alıyorsun", diyerek onun davetini reddetmişti.[1386]
Batıl öncülerinin akibeti gibi Allah onu sarayı ile birlikte yere geçirdi.[1387] Firavun'un akibeti de ondan farksız değildi. Çünkü ikisi de batılda kalmada ısrar etmişti. Boğulmak üzere iken iman etmek istedi. Fakat Allah'ın emri kesindir: "Şimdi mi iman ? Daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.'[1388]
Ye's ve ölüm emmarelerinin belirmeye başladığı bir sırada imanın geçersiz olduğu ortaya çıktı. Batıl, birçok yerde zulüm ve katliama bulaştıktan ve hakkın galibiyetini kesin olarak öğrendikten sonra, hakka teslim olduklarını kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Feraset ehli mü'minlerin cevabı da "Hayır siz önceden isyan etmiş ve bozgunculardan idiniz" şeklindedir. Batıl öncüsü, gürûhuyla denizde boğulurken "Hak" taraftarları kurtuldu.[1389]
Hak mücadelesinde, Hz. Musa (a.s.) ve taraftarlarının ortaya koymuş oldukları mücadeleden şu neticeleri çıkarmamız mümkündür. Her peygamber kendi zamanında yaygın mücadele biçimini seçmiş. Hz. Musa (a.s) sihirbazlığa karşı asa mucizesini göstermiş, böylelikle batıla karşı kendi yöntemleriyle cevap vermiştir. Her zaman için batıla cevap verecek ve ona karşı koyabilecek hakkın taraftarları bulunmuştur. Allah dilerse Firavun sarayında bile hak öncülerini halkedebilir. Mücadelede yumuşaklık esastır. En azılı insanlara bile "hak davası" götürülmeli ve mücadelede en büyük malzeme ve azık vahiy olmalıdır. Batıl öncüleri saltanatlarını korumak için milyonlarca insanı yok etmekten geri kalmazlar. Hak, güneş gibidir, batıl ise hakkın yokluğundan dolayı çıkan bulutlar gibidir. Güneş doğunca bulutlar çözülür gider. İman yakin derecesinde yerleşince onu hiçbir güç sarsamaz. Batıl taraftarları hak ehlini dinde reform ve anarşi çıkarmakla itham ederler. Batıl, en sonda ya Firavun gibi denizde boğulacak ya da Karun gibi yere batacaktır. [1390]
Hz. İsa (a.s) Allah'ın kulu, kelimi ve İsrailoğullarının son peygamberidir. Kur'ân'da "mesih" lakabıyla anılır. [1391] Ululazm peygamberlendendir. Henüz beşikte iken batıl inançlan redderek hakkı söylemiştir. Yaratılışı hakkındaki yersiz spekülasyonlara mucize kabilinde şöyle cevap verdi: "Ben Allah'ın kuluyum. O bana Kitabı verdi ve beni peygamber yaptı.'[1392] Bununla hıristiyanların "Allah'ın oğludur" şeklindeki iftiralarına da cevab vermiş oldu. Resûlullah (s.a.s) bir hadisleriyle onu beşikte iken konuşan üç kişinin başında zikretmiştir.[1393]
Hz. İsa (a.s), içinde her türlü batıl inanç ve hurafenin bulunduğu Yahudi bir toplumda mücadele verdi. İnsanların kalbleri katılaşmış, din tahrif edilmiş ve hak yoldan sapmışlardı. Allah Teâla, onları doğru yola davet etmek, tahrif ettiklerini düzeltmek için Hz. İsa (a.s)'yı gönderdi. "O, mücadelesinde en çok ülema-i su' ve kahinlerden eziyyet gördü. Din konusunda onlarla çetin mücadeleler verdi. Yahudi ileri gelenleri din adamlarıyla toplanıp Hz. İsa (a.s)'nın dinlerini değiştirdiklerinden yakındılar ve öldürülmesine dair karar aldılar. Allah onu tuzaklarından kurtardı."[1394]
Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Musa (a.s)'in mücadelede zorba liderlerle giriştikleri sıcak mücadele yerine, Hz. İsa (a.s)'nın mücadelesini ruhban ve ulema-i sû karşısında odaklandığını görüyoruz. Zamanındaki ulema-i sû'u şöyle tenkid etmiştir: "Fıkıh alimleri ile şeriat sahipleri, Hz. Musa'nın koltuğuna oturmuşlardır. Onun için onların sizlere söylediklerini dinleyin. Fakat onlar gibi işler yapmayın. Zira onlar dediklerini yapmıyorlar. Ey sahtekar fakihler ve Firisler (bilginler), yazıklar olsun size! Siz göklerin hakimiyetinin kapılarını insanlara kapatıyorsunuz. Bu kapıya ne kendiniz giriyor ne girmiş olanlara izin veriyorsunuz. Ey kör yol göstericiler, siz sivrisineği süzgeçten geçiriyorsunuz, ama deveyi yutuyorsunuz. Ey hilekar fakihler, yazıklar olsun size siz üstü beyazla boyanmış mezarlar gibisiniz. Dışardan güzel görünüyor, ama içinde ölülerin kemikleri ve diğer pislikler vardır.[1395] Ey Ulema-i sû! Dünyayı baştacı edip ahireti ayaklarınız altına aldınız. Sözleriniz yaldızlı ama yaptıklarınız zehirlidir."[1396]
Hıristiyan inancında Hz. İsa (a.s) için verilmeye çalışılan mistik, mücadelesiz ve abid bir görünümün aksine; onun mücadeleci, hakkın üstünlüğü için hayatını seferber eden bîr yapıda görüyoruz. "Sanmayın ki ben dünyaya sulh yapmaya gelmişimdir. Ben sulh değil kılıç sallamaya gelmişimdir. Ben buraya insanı babasından, kızı annesinden, gelini kaynanasından koparmaya gelmişimdir."[1397]
Allah peygamberinin bu sözlerini akrabalık bağlarını koparmak anlamıyla değerlendirmemek gerek. Çünkü "Beni anneme saygılı kıldı, beni bedbaht bir zorba yapmadı.'[1398] âyeti onun bu konudaki duyarlılığını ortaya koymaktadır.
Hz. İsa (a.s) batıla karşı mücadele için yardımcı ve taraftarlarını tesbit etmiştir. "İsa onlardaki inkarcılığı sezince Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir? dedi. Havariler: "Biz. Allah yolunun yardımcılarıyız, Allah'a inandık, şahit ol ki bizler müslümanlanz." cevabını verdiler."[1399] Ayette geçen "havariler"den gaye, Hz. İsa (a.s)'nın ashabıdır. Onları bizat kendisi yetiştirmişti. Ona iman edip terbiyesinden geçtiler. Sayılan 12 idi.[1400]
Hz. İsa (a.s) hak davasını yüklenecek ve onun için mücadele verecek şahsiyetleri eğitiyordu. Onlardan kimlerin din, dava ve İslâm için yardımcılar olacağını, kimlerin dini hizmet edeceğini, onu koruyacağını soruyordu. "Hz. İsa (a.s) bununla İslâm'a hizmet edecekleri ortaya çıkarmak istiyordu. Nitekim bunun benzerini Resûlullah (s.a.s) da hac mevsimlerinde göstermiştir. "Davamı tebliğ etmemde bana kim yardımcı olacak? Kureyş İslâmı tebliğ etmeme engel oluyor." Zübeyr b. Avvam da Resûlullah (s.a.s)'m havarisi idi."[1401]
Ensarlık ve havarilik sıfatları sadece peygamberlerin bulunduğu zamana özgü sıfatlar değildir. Kim ne zaman Allah'ın dinine yardım ederse o Ensar ve Havaridendir.[1402]
Netice olarak Hz.İsa'nm (a.s) mücadelesinden birçok yönden istifade edebiliriz. Şöyle ki; onun mücadelesi, yönetim ve zorbalardan ziyade din adına ortaya çıkan din tacirlerine karşı idi. Mücadelesi, içerideki batıl akide ve hurafeleri red etmekle başlamış ve saha genişletilmiştir. Mücadelenin bireysel olmaktan çok cemaat halinde ifa edilmesi, neticeye sağlıklı ulaşma bakımından daha yararlıdır. [1403]
Ashab, sahabinin çoğulu olup arkadaşlar anlamına gelir. Kehf ise büyük ve geniş mağara demektir. Tamlama olarak, "mağara ardadaşları" veya "mağarada uyuyanlar" anlamına gelir.[1404]
Alusî, Beyzavi ve İbn Kesir, olayın cereyan ettiği mağaranın eski Yunan kenti "Efes"te olduğuna kanaat getirmişler ise de[1405] çağdaş müfessir İbn Aşur, adı geçen mağaranın Tarsus yakınlarında olduğunu beyan etmektedir.[1406]
Sayıları hakkında ise çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Hem yerleri hem de sayıları Allah'a havale etmek en iyisidir. [1407] Bu tür bilgilerin bilinmesinde herhangi bir yarar olsaydı Allah ihtilafa mahal bırakmayacak biçimde bizlere beyan ederdi. [1408] Önemli olan kıssanın vermiş olduğu mesajdır.
Kur'ân onlardan; "inanmış yiğit gençlerden oluşmuş bir topluluk" olarak bahseder. "Hakiketen onlar Rablerine inanmış (yiğit) gençlerdi. Biz de onların hidâyetini artırdık.'[1409]
İmparator Decius, eski Yunan şehri Efes'e gelir ve putperestliği yenileyerek şehir halkına bilhassa hiristiyan olanlara putlar için kurbanlar takdim etmelerini emreder. Birçok hiristiyan dinlerinden döner. Bir kısmı da dinlerinde kalıp ondan vazgeçmeyip hükümet adamlarının zulüm ve baskılarına katlanırlar. Bu esnada imparatora saraya yakın çevrelerden ve sarayda ikamet eden yedi[1410] genç getirilir. Bu gençler gizlice hıristiyanlığı kabullenmek ve putlara kurban takdimini reddetmekle itham olunmuşlardır. Bir müddet zarfında gençler şehri terkedip "Anchilus" isminde yakın bir dağın mağarasına sığınırlar."[1411]
Kasîmî, gençlere Hz. İsa'nın havarilerine benzer bazı davetçilerin gelip onları tevhide çağırdıklarını ve davetlerini kabullendikten sonra işkenceden mağaraya sığındıklarını savunur.[1412]
Şehir halkı, yöneticilerin bayramlarına katılır, putlara ta'zimde bulunur ve onlara kurbanlar takdim ederlerdi. Bu durum gençleri rahatsız ediyordu. Onlar gördükleri manzara ile tatmin olmuyorlardı. Çareyi onlardan uzaklaşmada buldular." [1413] Gençlerin yaptığını, küfür ve şirkten hicret etme eylemi olarak da değerlendirebiliriz.
Kur'ân, gençlerin kıyamından bahsetmektedir. "Onların kalplerini metin kıldık, o yiğitler (hükümdara) kargı kıyam edip "Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, biz ondan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.'[1414] âyetinin "onların kalplerini metin kıldık" ile başlaması korkuyu defedip cesaretle bir şeyin üzerine gitmeyi çağrıştırmaktadır. Bundan dolayı yiğit gençlerin bir haksızlık veya küfre kıyam etmeleri sözkonusudur.[1415]
Arapçada, hakta sebat edip' direnme, "kâme" şeklinde yani "karşı koydu" olarak ifade edilir.[1416] Şu hadiste de "kâme" fiili aynı anlamda kullanılmıştır. "Şehitlerin efendisi Abdulmuttalibin oğlu Hamza'dır. Ondan sonra zalim bir idareciye karşı kıyam edip ona iyiliği emredip kötülükten sakındırdığı için öldürülen kişi gelir."[1417]
Bundan hareketle yiğit gençlerin ilhad ve zulme karşı direniş ve kıyam ettiklerini söylemek mümkündür. "Allah onlara güç ve cesaret verdi. Hükümdara şöyle demişlerdi. "Ey hükümdar! Biz körü körüne ve zorla Müslüman olmamışız, cahil de değiliz. Vicdanımızın sesine kulak verip bilerek iman ettik. Allah birdir. Başka ilahlar edinmemiz mümkün değildir. Toplumumuzun taklıdle körü körüne putlara ibadet etmesi bizi ilgilendirmez. Biz bu inançtan asla vazgeçmeyiz. Binaenaleyh sana tabi olmamız mümkün değildir. Bildiğini yap. Hükümdar onlara kesin birşey söylemeyip işi ertesi güne bırakınca, onlar aralannda istişare edip inzivaya çekilmeye karar verdiler."[1418] Ayetin [1419] "kıyam ettiler" bölümünün insanların putların ibadetine zorlandığı, Allah'a ibadetin yasaklandığı, karşı çıkanların da işkence ve ölüm ile cezalandırıldıkları bir meclis veya konsey önünde söylendiği göstermektedir. Gençler meclise olan muhalefetlerini belirttikten sonra orayı terketmişlerdir."[1420]
Yiğit gençlerin kıyam esnasında İslâm inancını öz olarak anlattıkları da "Bizim Rabbîmiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına ilah diyemeyiz; dersek o halde saçma söylemiş oluruz.'[1421] âyetinden anlaşılmaktadır.
Hak için kıyam eden mü'minler bu putperest ve zalim devlet ve bu hayasız başıboş toplumda bu dar ve kapalı muhitte işte böyle boğucu ve karanlık bir vasatta bir grup insana Hz. İsa peygamberin daveti sızmış ve onların anlayışlı akıllarını, korkan kalplerini ve vicdanlarını fethederek ele geçirmiş onlara sahip olmuş, düşünce kalb ve nefislerinin her yerini doldurmuştu. Bu kimselere bunlar iman ve akide, kuvvet ve lezzet yakîn ölmüş onlarsız yaşayamaz hale gelmişlerdi. İşte mücahade buradan ilk olarak nefislerinde başlamıştı. Zaten mücahedeler her zaman önce nefislerde başlar. Simde onlar böyle hükümete ve topluma aykın bir cihete yöneldiler. Çünkü hükümet putperesttir. Başka birşey kabul etmez."[1422]
Bunlar körükörüne ve hissi bir eyleme girmemişlerdi. Onlar, şirk ve putperestliğin saçma ve insan fıtratıyla bağdaşmadığının farkına varmışlardı. Bu yiğitlerin mücadelesi, "imanla maddecilik arasında bir mücadele, yahut sebeblere itimatla bu sebebleri yaratana itimat arasında bir savaştır. Bu yiğit gençler imanı maddeye, ebedi olanı geçiciye, kimsesiz fakir fakat mü'min olarak yaşamayı; zengin, rütbe ve makam sahibi fakat kâfir olarak yaşamaktan üstün tuttular. Akrabalardan dostlardan ve vatandan uzak olarak yaşıyacaklardı."[1423]
Kısacası, Ashabu'l-Kehf kıssası, iman, gençlik ve sebat, cihad ve fedakarlığın kıssasıdır ki bu insanlık tarihinde akide ve hakkın tarihinde tekerrür edegelen bir şeydir."[1424]
Ashabü'l-Kehf kıssası okunup bırakılacak bir hikaye değildir. Batıla karşı mücadele de mü'minlere ışık tutacak yüzlerce ibret ve dersi içermektedir. Bu kıssa silahsız, imkânsız ve iktidarsız bir avuç gencin her türlü kuvvet ve iktidara sahip zalim ve inançsız otorite ve insan yığınlarına karşı sağlamış oldukları zaferi anlatmaktadır. Önemli olan, binlerce yıl önce vukubulmuş bu kıyamın, küfür ve ilhad toplumlarında nasıl hareket edeceğimizi göstermesidir. Mü'min, zalim ve mulhid idarecilere hakkı nasıl dile getirecek, en zor şartlarda imanını nasıl koruyacak ve inancın mücadelesini nasıl verecektir? Kıssa bu konulara ışık tutmaktadır. Çünkü, yiğit gençlerin yaşadığı ortam bugün için de mevcuttur. İmanı korumak bir ateş parçasını elde tutmaktan daha zor olmuştur.
Kıssada, yiğit gençlerin inzivaya çekildikleri muhakkaktır. "Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklaran uzaklaştınız, O halde mağaraya sığının."[1425] Ayette mücadelede alınması gereken iki azıktan bahsedilmektedir. 1- Uzlet 2- Halvet
1- Uzlet: Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşamadır.[1426]
Ashabu'l-Kehf in kıssasından hareket ederek mutlak anlamda yani her yer ve zamanda uzlete çekilmenin gerekli olduğunu söylemek mümkün değildir. Şöyle demek en uygunudur. Kıssanın kahramanları olan yiğit gençlere ittiba etmek gerekir. Mü'min dininden dolayı işkenceye maruz bırakılıp, şirke girme konusunda zorlanırsa uzleti tercih edecektir. Kıssada geçen genç yiğitler, mü'minlerden değil kâfirlerden uzaklaşmışlardı.[1427] Aslolan mü'minin bulunduğu cemiyette tüm zorluk ve işkencelere katlanıp mücadelesini sürdürme sidir. Kıssanın kahramanları da böyle yapmışlardı. Bulundukları toplumda İslâmi faaliyetlere katılmışlar, imanlarım taklitten tahkik derecesine ulaştırmışlar ve gerektiği zaman da en zalim idareciye hakkı söylemişlerdi. [1428] Diğer taraftan mücadelenin faydasız olduğu kesinleşir, ölüm tehlikesi söz konusu ise uzlete gidilir.
Selef, cihad ve mücahedeyi uzlete tercih etmişlerdi. Burada bir misal vermekle yetineceğiz. Abdullah b. Mübarek (v.I81/ 797) Harem-i Şerifte uzlete çekilen ahiret kardeşi Fudayl b. İyaz'a (187/802) şu şiiri içeren bir mektub yazmıştı. "Ey haremeyn abidi! Gerçeği buseydin ibadetle oynadığının farkına varacaktın. Ey göz yaşlarıyla yanaklarını ıslatan! Biz de boğazlarımızı kanlarımızla ıslatıyoruz." Fudayl mektubu okuyunca gözyaşlarını tutamamış ve mektubu öpmüştü.[1429]
Fudayl'ın ibadet ettiği yer bir rek'at namazı yüzbin rek'ata bedel olan [1430] Mescid-i Haram'dır. Buna rağmen müslümanlar mücadeleye muhtaç iseler orada zaman geçirip cemiyet ve mücadeleden uzaklaşmak Abdullah b. Mübarek'in dediği gibi sadece oyalama olur.
"Halk arasına katılıp onlardan gelecek eziyyetlere katlanan mü'min, onlar arasına katılmayıp uzleti tercih eden mü'minden daha hayırlıdır."[1431] hadisi de, en faziletli olanın, sabır ve mücadele esnasında halktan gelecek eziyyetlere katlanmak olduğunu ifade etmektedir. Zahid ve mutasavvıflar uzleti, ihtilata tercih ederken, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel gibi fakihler de ihtilatı tercih etmişlerdir. Uzlet veya ihtilatın hükmü insanlara göre değişmektedir. Bazıları için uzlet tercih edilirken diğer bazıları için de ihtilat daha hayırlıdır, ibadetten faydalanan kesim (avam) için de uzlet tercih edilirken, âlimler için ihtilat daha uygundur. Resûlullah (s.a.s) Halid b. Velid ve Amr b. As'a idari görev verirken, Ebu Zerr'i zayıf gördüğü için ona görev vermemiş ve ona şöyle demiştir. Ya Eba Zer! Ben kendim için istediğimi sana da istiyorum, iki kişiye de olsa idareci olma."[1432] "Ne zaman yeryüzü mü'minlere dar gelir, bütün kapılar yüzlerine kapanır, din ve imanları yok olmakla karşı karşıya kalırsa uzleti tercih edebilirler."[1433]
2- Halvet: Ashabu'l-Kehf in kıssasının verdiği diğer bir ders de onların halvet hayatını yaşamalarıdır. Halvet, ıssız ve hiç kimsenin olmadığı yerde Allah ile beraber olma halidir.[1434] "Mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın."[1435] Resûlullah (s.a.s) da mücadele alanına çıkmadan böyle bir merhaleden geçmişti. Hz. Aişe (r.a) anlatıyor: "Vahyin inmeye başladığı ilk dönemde Resûlullah (s.a.s) Hira mağarasına gider, orada günlerce ibadet ederdi. Halvete girmek kendisine sevdirilmişti." [1436] "Resûlullah (s.a.s)'a halvetten daha sevimli birşey yoktu." [1437] Resûlullah (s.a.s) halvet esnasında, insanların içinde bulundukları durumu, putlara tapanları, zalimleri ve sıla-ı rahimi kesenlerin akibetini düşünürdü.[1438]
Resûlullah (s.a.s)'ın bu halveti Allah'ın kudret eliyle gerçekleştirilen bir eğitim süreciydi. O büyük görev için bir hazırlık aşamasıydı. Bu insanların hayatında etkili bir rol almak isteyen herkes için gereklidir.[1439]
Uzlet ve halvet batıla karşı mücadele verecek her davetçinin alması gereken azıklardır. Bu dikkatların dağılmayacağı bir yerde olabildiği gibi, "Onlar ayakta dururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler' [1440] ayetine göre de her durumda olabilir.
Ashabu'l-Kehf kıssasından mücadele için yararlanacağımız konulardan birisi de kalb ve zihni, dünyevi gailelerden kurtarmak ve onları tefekkür ile takviye etmektir. Her tarafın ilhad ve şirke boğulduğu bir dünyada mücadeleye hazırlıksız gitmek başarıyı geciktirir.
Netice olarak, Hak-batıl mücadelesinde Ashabu'l-Kehf kıssası büyük ders ve ibretler içermektedir. Küfür, zulüm ve şirkin her tarafı kapladığı ortamlarda nasıl mücadele edileceği konusunda önemli mesajlar verir. En zor şartlarda bile batıla karşı koyan mü'minler eksilmemiştir. Mücadele vermenin fayda yerine zarar verdiği durumlarda bir hazırlık devresi olarak, uzlet ve halvet tercih edilmelidir. Özellikle faydalı olacak kişilerin halk arasına katılmayı uzlete tercih etmeleri daha uygun görülmüştür. [1441]
Hak kavramının kapsamım incelerken, Resûlullah (s.a.s)'ın isimlerinden birinin de "hak" olduğunu vurgulamıştık. Kendisi hak, hak olan vahiyle eğitilmiş ve insanlara hakkı götürmüş ve öğretmiştir.
Hak ile bu kadar ilgisi olan bir zatın hak ile geçirmiş olduğu bir ömrü ayrıntılarıyla anlatmak ciltleri dolduracak niteliktedir.
Resûlullah (s.a.s)'ın batıla karşı en büyük mücadelesi hakkı öğretmesidir. Hz. Ali'nin (r.a) de dediği gibi hakkı bilmeyen onu savunamaz ve onun için mücadele edemez. Resûlullah (s.a.s), ashabdan her şartta hakkı söyliyeceklerine dair bey'at alırdı. [1442] Bu terbiyenin neticesi olacak ki Ebubekir, (r.a) ölüm döşeğinde bile kendinden sonra gelecek zata özellikle hakkı tavsiye etmiştir. "Ya Ömer! Seni müslümanların idaresinin başına teklif ediyorum. Allah'tan kork, hakka sarıl. Kim hakka sarılırsa onun hayır kefesi ağır gelecektir. Bunda herhangi bir kuşku yoktur. Keza kim de batıla uyarsa onun günah kefesi ağır geleçektir.[1443]
Resûlullah (s.a.s)'ın dönemi, hakkın en etkin ve güçlü, batılın da en zelil ve zayıf olduğu dönemdir. İnsanlığa hak ile batılı öğreten Resûlullah (s.a.s) olmuştur, insanlık onun sayesinde hak ile tanıştı ve batıldan nefret etmeye başladı. Hak hiçbir zaman onun dilinden eksik olmamış, dualarında Allah'tan kendisini hakta sabit ve muvaffak kılmasını isterdi." [1444] Kendisine hak ile batılı ayıran Furkan nazil olmuş, hak ile batıl saflarını ayıran Bedir savaşını yapmıştı. Bedir, baki olan hak ile fani olan batılı birbirinden ayırdı. O, kalbleri kuşatan bir furkan idi. Allah'a olan ibadet ile onun dışındakilere yapılan ibadeti birbirinden ayırdı.[1445]
Resûlullah (s.a.s), Mekke'de tek başına iken de hakkı tebliğ etmekten asla geri kalmamıştı. Oysa o zaman Mekke herşeyi ile batıla dayalı bir cahiliyye dönemini yaşıyordu. O ise putlardan uzak duruyor, ceddi Hz. İbrahim (a.s) gibi tek başına batıla karşı mücadele veriyordu. Hak mücadelesi yönüyle Resûlullah (s.a.s)'ın hayatını iki merhalede incelemek mümkün.
a) Hira mağarasındaki inziva ile başlayıp, Erkam b. Erkam'ın evindeki cemaatlaşma ile süren, Mekke'deki tebliğe dayalı mücadele dönemi,
b) Hakkı açıkça ilan edip batıl ile arasının açıldığı Medine'deki sıcak mücadele dönemi.[1446]
Kısacası onun tüm hayatı mücadeleden ibaretti. Bu konuda İbn Kayyım şunlan der: "Resûlullah (s.a.s) batıla karşı cihad (mücadele) konusunda en yüksek zirvede idi. Kalble, davetle, lisanla, el, at ve kılıç ile bunun en güzelini ortaya koydu. Tüm zamanını buna ayırmıştı. Allah ona risaleti verir vermez, mücadele etme emrini de verdi. "Şayet dileseydik elbette her topluma bir uyarıcı gönderirdik. (Fakat evrensel uyancılık görevini sana verdik) O halde kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'ân'la) iyonlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad ver.'[1447] Bu sûre Mekke'de nazil olmuştur. Buna rağmen kâfirlerle cihadı emretmektedir. Bu cihad hüccet, tebliğ cihadıydı. Cihadın en büyük çeşitlerinden birisi de zor yerde hakkı söylemektir. Bu cihadda da en büyük pay Resûlullah (s.a.s)'ındır."[1448]
Resûlullah (s.a.s) hayatlarında hakkın üstünlüğünü gerçekleştirdi. "La ilahe illallah"ı yeryüzüne yaydı. "Resûlullah (s.a.s)'ın isimlerinden sirisi de "el-Mahî"dir. Bunun anlamı, batılın her türlüsünü ortadan kaldıran, demektir.[1449]
Şah Veliyyullah Dehlevî (v.U76/1762) Resûlullah (s.a.s)'ın batılı izale etmesini şöyle izah eder. "Allah, dejenere olmuş bir toplumu tekrar eski kıvamına kavuşturup, insanlara iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir toplum haline getirmeyi istedi. Bunun gerçekleşmesi için de Kayser ve Kisra'nın hükümranlıklarınımn ortadan kalkması gerekiyordu. Çünkü onlar her tarafa hükmediyorlardı. Allah bunu takdir etti. Resûlullah (s.a.s) Kisra'nın yıkılıp bir daha vücuda gelmeyeceğini haber verdi. "Kisra yıkıldıktan sonra bir daha geri dönmeyecektir."[1450] Böylelikle Allah'ın iradesi, Resûlullah (s.a.s)'ın hak risaleti aracılığıyla tüm dünyadaki batıl hükümranlığına son vermiş oldu."[1451]
Resûlullah, (s.a.s) hakkı yayma konusunda çok duyarlı idi. Bundan dolayı da hakkın gerçekleşmesinin gecikmesi onu hayli üzüyordu. Tüm faaliyet ve fedakarlığına rağmen toplumun hakikattan yüz çevirip, batılda kalmasından rahatsız oluyordu. "(Resulüm) onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyaçaksın."[1452] "Bu yeni Kitab'a inanmazlarsa arkalarından üzüntüyle nerdeyse kendini harap edeceksin.'[1453]
Bu durumlar karşısında Allah Teâla ona sabır tavsiyesinde bulunmuş ve tebliğine devam etmesini istemişti.[1454]
"O halde (Resulüm) öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin." [1455] "Gerçekten onlar kendilerine hak geldiğinde onu yalanlamışlardı. Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir.'[1456] "Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canın sıkıldığını andolsun biliyoruz. Sen şimdi Rabbini hamd ile teşbih et." [1457] Resûlullah (s.a.s) beşer olması hasebiyle hakka karşı çıkanlara üzülüyor, hamiyet ve gayreti kabarıyordu. Bu durum karşısında Allah yukarıda geçen âyetlerle ibadet yapmasını emretti. Çünkü İslâm akidesine olduğu gibi sarılmak ve olduğu gibi açıkça ortaya koymak İslâm davasının gereğidir.[1458]
Resûlullah (s.a.s), hak mücadelesinde her türlü eziyeti görmüş ve asla mücadelesinde bir an olsun ne geri kalmış ne de gevşemişti. Kendisine hak davasından vaz geçme teklifini götüren amcası Ebu Talib'e şu anlamlı cevabı vermişti: "Amca! Allah'a yemin ederim ki, bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar yine de ondan vazgeçmem. Ya Allah beni muvaffak kılar ya da o uğurda giderim." Amcasının bu yersiz teklifine üzülürek ağlayıp yanından kalktı. Bunun üzerine amcası kendisine "Evladım kalk, dilediğini söyle, Allah'a yemin ederim ki seni rahatsız edecek bîrşeye asla fırsat vermem" dedi.[1459]
Resûlullah, (s.a.s) batıla karşı verdiği mücadelede maddi hazırlıklara önem verdiği gibi mânevi hazırlıkları da ihmal etmemişti. Bedir savaşında orduyu denetliyor ve elleriyle düzeni sağlıyordu. Daha sonra Ebubekir'le (r.a) beraber çardağına çekilerek bulunduğu yerden orduyu sevk ve idare ediyordu. Bu esnada, ordunun zaferi için Allah'a yalvarıyordu. iki orduyu karşılaştırıp düşman kuvvetlerini sayıca fazla görünce Allah'a tekrar dua edip mutlak güç ve kuvvet sahibinin Allah olduğuna dikkat çekti ve şöyle dedi: "Allah'ım, bu topluluğa zeval gelirse yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz. Allah'ım, bana verdiğin va'di gerçekleştir. Allah'ım, yardımım bağışla." Abası yere düşünceye kadar ellerini semaya kaldırıp dua etti. Bu esnada Ebubekir, Resûlullah (s.a.s)'ın bunca dua ve niyazını dikkatle izliyor ve ona teselli vermeye çalışıyordu.[1460] Resûlullah (s.a.s), mücadelesinde hep İslâm'ın geleceğini düşünmüş ve ona göre hareket etmişti.
Netice olarak şunu demek mümkün: Resûlullah (s.a.s), batıla karşı Kur'ân'ı olduğu gibi uygulamıştır. Hayatı Kur'ân'ın uygulanmış biçimiydi. İnsanlığa hak ve batılın ne olduğunu ve onun için nasıl mücadele verileceğini kendisi öğretmişti. Resûlullah (s.a.s) mücadelesinde insan faktörü ve mücadele ortamına dikkat etmiştir. Mekke'de gizlilik ve eğitimi esas alırken Medine'de hakkın yayılması ve batılın durdurulması için gerekenleri yapmış ve pratik bir mücadeleyi ortaya koymuştur. Bu aşamada barış ortamı içinde yaşamış, meydan okuma gibi yöntemlere başvurmamıştır. Mücadelede özellikle sayı araç ve gereç yönünde az oldukları zaman gayrimüslim Ebu Talib ve Mut'im b. Adiy'in yardımlarını reddetmemiştir. Resûlullah (s.a.s.) mücadelenin her aşamasında, baskı ve işkencelerden etkilenerek ümitsizliğe düşmedi. Bilakis karşılaştığı zorluklar onun için terbiye kaynağı oldu. Mücadelesinde sünnetullaha uymayı asla ihmal etmedi. Tedbir hazırlık ve strateji için gereken her önlemi aldı. Meşakkati, rahat, cehdsiz bir mücadele va'detmemiştir. Ümetini mücadele için hazırlarken sürekli temkinli olmuştur, Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun. [1461]
Hz. Adem (a.s) şeytan mücadelesiyle başlayan peygamberlerin mücadele süreci son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile noktalandı. Bu süreçte mücadelenin en güzelini müşahede ettik. Kuşkusuz ki Resülulah'ın mücadelesi tüm peygamberlerin mücadelesini özetler niteliktedir. Buna rağmen ululazm peygamberler başta olmak üzere, toplu mücadele yöntemine örnek oluşturduğu için Ashabu'l-Kehf ve dokuz peygamberin mücadelesinden netice ve dersler çıkarmaya çalıştık.
Sayıyı dokuz ile sınırlandırmamaz, diğer peygamberlerin mücadelesinden sarf-i nazar ettiğimiz şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira, her peygamberin mücadelesi ayrı bir çalışmayı gerektirecek boyuttadır. Bu nedenle konuyu sınırlı tutmamız gerekiyordu. Onun için Ashabu'l-Kehf ile beraber on sayısıyla sınırlandırdık.
Konunun çok dağılacağı endişesini taşımasaydık, Yusuf un (a.s) zindanda verdiği mücadele, Süleyman'ın (a.s) Belkis ile verdiği mücadele, Lut'un (a.s) ahlâkî dejenereye uğramış bir toplumda verdiği mücadele ile diğer peygmberlerin verdikleri mücadelelerden sayısız ibret ve ders çıkarmak mümkün olacaktı. Fakat tüm peygamberlerin mücadelesi vahiyde birleşince, fark olarak zaman ve ortam unsurları kalmaktadır. Bu iki unsura da Resûlullah (s.a.s)'ın mücadelesini verirken kısa da olsa değinmiş olduk. Çünkü Resûlullah (s.a.s)'ın mücadelesi tüm peygamberlerin mücadelesini özetler mahiyettedir.
Süleyman en-Nedvi, (v.1354/1935) Hatibi Bağdadi'den (403/1071) şunları nakleder: "Resûlullah (s.a.s) doğunca gaibten şöyle bir ses duyuldu: Peygamberime tüm dünyayı gezdirin. Okyanusların derinliklerine daldırın ki tüm kâinatı tanımış olsun. Sonra da onu insan, kuşlar ve canlılar alemine götürün. Ona Hz. Adem'in ahlâkından, Hz. Şifin ma'rifetinden, Hz. Nuh'un cesaretinden, Hz. İbrahim'in dostluğundan, Hz. İsmail'in hitabesinden, Hz. İshak'ın teslimiyetinden, Hz. Salih'in belagatından, Hz. Lut'un hikmetinden, Hz. Musa'nın salabetinden, Hz. Eyyüb'ün sabrından, Hz. Yunus'un taatından, Hz. Yuşa'nın cehdinden, Hz. Davud'un deruni sesinden, Hz. Danyal'ın sevgisinden, Hz. İlyas'ın vakarından, Hz. Yahya'nın iffetinden, Hz. İsa'nın zühdünden verin. Onu tüm peygamberlerin ahlâk çeşmesine batırın."[1462]
Resûlullah (s.a.s)'tan sonra da mücadele her yönüyle devam etti. Yeryüzünde tek mü'min kalsa bile devam edeceğini önceden vurgulamıştık. Mü'min'in mücadele edeceği insan kalmasa bile, b nefis, hevâ ve şeytan ile sürekli mücadele halindedir. Şeytan, insanoğlu ile kıyamete dek mücadele edeceğini Allah'tan isteyince, Allah Teâla bu isteğini kabul etti. "İblis, bana insanların tekrar dirilecekleri günü kadar mühlet ver." Allah; "sen, mühlet verilenlerdensin," buyurdu.'[1463]
Batıl ile yapılacak mücadelenin kıyamete kadar devam edeceğini şu hadis haber vermektedir: "Cihad, kıyamete kadar devam edecektir."[1464] Batıla karşı mücadele verecek cemaatın da bulunacağını Resûlullah (s.a.s) haber vermiştir: "Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar hakta sebat etmeye devam edecektir. Onlara, muhalifleri zarar veremeyecektir."[1465]
Resûlullah (s.a.s)'tan sonra batıla karşı yapılacak mücadele Ashab, Tabiiin ve onlardan sonra gelecek rabbani âlim ve mücahidlere kalmıştı. Onlar da mücadeleyi kaldığı yerden devam ettirdiler.
Ebubekir (r.a) kendi döneminde batıla karşı ilk ciddi mücadeleyi, mürtedlere karşı gerçekleştirdi. Resûlullah (s.a.s)'ın vefatından hemen sonra bir çok kabile dinden döndü."[1466] "Allah bu dinin korunmasını üzerine aldığına göre, mürtedlere karşı savaşacak olan kesim de bulunacaktır. Bu gerçek, tarihin her döneminde görülmüştür. "Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki (O) onları sever, onlar da O 'nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kafirelere karşı onurlu ve şiddetlidirler."[1467] Ayet, ümmet içinde riddet edeceklere karşı dine yardım edecek bir cemaatın çıkacağından bahsetmektedir. Onlar mürtedlere karşı koyacaklardır. Ebubekir (r.a) ve beraberinde bulunanların mürtedlere karşı verdikleri mücadele de bu âyetin kapsamına girmektedir. Ali'nin (r.a) haricilere karşı verdiği mücadele de aynıdır.[1468] Dinden çıkanlarla İslâm azalmamış aksine onların yerine başkaları İslâmla müşerref olmuştur.
Mürtedlere karşı mücadelede Ebubekir'den (r.a) daha üstün biri olmamıştı.[1469] Buhari'nin (v.194/870) hadis şeyhlerinden Ali b. el-Medini Ebubekir'in İslâm'a olan hizmetini şöyle ifade eder: "Allah, riddet döneminde Ebubekri, mihnet yıllarında da Ahmed b. Hanbel'i göndermekle bu dini aziz kılmıştır."[1470]
"Resûlullah (s.a.s)'tan sonra, Medine'de Mescid-i Nebi, Mekke'de mescidi Haram ve Küfe de Cuvasa Mescidi cemaatı dışında müslüman kimse kalmamıştı. Buna rağmen Allah bu dine nusret edecek zatları gönderdi."[1471] Ali (r.a) da Ebubekir (r.a)'in riddet karşısındaki salabetini şöyle ifade eder: "Ya Ebabekir, kendine iyi bak, kılıcını çek, Allah'a yemin ederim ki sana birşey olacaksa, senden sonra İslâm kolay kolay toparlanmaz.[1472]
Onun mücadele konusundaki kararlılığını; "Allah'a yemin olsun, vahşi hayvanların beni parçalayacaklarını bilsem de Usame konusunda Resûlullah (s.a.s)'ın emrini yerine getireceğim. Bu bölgede benden başka hiç kimse kalmassa bile, Resûlullah (s.a.s)'ın emrini uygulamaktan vazgeçmem" sözü ifade etmektedir.[1473]
Dinin korunması Allah'ın garantisinde olduğuna göre, Firavun'a karşı Hz. Musa'yı (a.s), Nemrud'a karşı Hz. İbrahim'i (a.s), Ebu Cehil'e karşı Hz. Muhammed'i (s.a.s.) ve Museylemetu'l-Kezzab'a karşı da Ebubekir'i göndermiştir. Bu kıyamete kadar devam edecektir. Nitekim ondan sonra, Haricilere karşı Ali (r.a.), bidatçılara karşı İmam Eş'ari ve Ahmed b. Hanbel'i, Yunan felsefesi ve batinilere karşı imam Gazzali'yi, Haçlılara karşı Selahaddinî Eyyubi'yi halketmiştir.
Ebubekir (r.a) döneminde görülen riddet hareketlerinden sonra dinin toparlanacağını kimse tahmin edemezdi. Fakat Allah'ın şu garantisini unutmamak gerekirdi: "Din, Süreyya yıldızına bile gitse, Allah onu avucuna alacak insanları yaratacaktır."[1474]
Asn Saadetten sonra hak-batıl mücadelesinin kısaca serüveni şöyledir: "H. 30 yıllarında yahudi asıllı münafık Abdullah b. Sebe'nin başlattığı hareket de batılın bir çeşitiydi. Keza H. 262 yılında Irak'ta Muhtar es-Sekafi (v. 687/1288) öncülüğünde görülen Keysaniyye hareketi, H. 145 yılında İsmailiyye hareketi, H. 260 da Nusayriye hareketi, H. 255 yılında İsmailiyye hareketi, H. 255 yılında Ali b. Muhammed öncülüğündeki Zengi hareketi de batıl için birer örnek teşkil etmektedirler. Bu konuda İbn Cevzî şunları der: Resûlullah (s.a.s) krallık ve ilhada son verince putperest, mecusi, mulhid ve Yunan filozofları kendi aralannda toplananarak şöyle düşündüler: (Hâşâ) Tüm peygamberler yalanlar uydurup toplumlarını aldatmışlardır. Bizler için ise en büyük musibet Araplar arasından Muhammed (s.a.s)'in çıkması ve onları aldatmış olmasıdır. Kavmi onun için her türlü fedâkârlıkta bulunup, mal ve canlarını onun yoluna adadı. Asırlar süren hükümranlığımıza son verdi.
Bugün ise müslümanların bir kısmı mal toplamakla, bir kısmı eğlenmekle, bir kısmı da gökdelenler yükseltmekle meşguldür. Âlimleri ise birbirlerini lanetlemekle ve birbirlerini tekfir etmekle vakitlerini geçirmektedirler. Basiretleri körelmiştir. Bize düşen dinlerine son vermektir. Bu oldukça zor olduğu için aralarına katılmaktan başka çaremiz yoktur. Yani kaleyi içinden fethetmek gerek. Buna en müsait olan kesim de Rafizilerdir. Onlara katılmaktan daha kolay yol yoktur, diyerek aralarına karışmışlardır.
Fatimiler (H. 257) döneminde de Haşşaşiye hareketi görüldü. Haçlı seferleri ise H. 5'inci asırdan H. 8'nci asra kadar devam etti. Bu asırda İslâm toplumu karanlık ve felaketlerle dolu bir imtihan geçirdi. Endülüs'ün düşmesi ve müslümanların dağılması aynı döneme rastlar. "Batıl, H. 439 yıllarında haçlı ittifakı altında İslama saldırdı. Reha, Antalya, Trablus ve Kudüs'te müslümanları asimile etti. Genç, yaşlı, çocuk, kadın demeden 70 bin muslüman şehid edildi. Atları kan sellerinden yürüyemez oldu. Bu olaylar batılın, İslam memleketlerini İşgal etmesine bir örnek oluşturmaktadır."[1475]
"Tatar istilası da acımasızdı. Abbasileri tarihten sildi. Bağdat'ı yakıp yıktı. Dicle 40 gün müslümanların kanıyla karışık aktı. Tatarlar, sokakta yakaladıkları eliboş müslümanları şöyle şartlandırmışlardı. "Gidiyorum, seni öldürmek için döneceğim, burdan ayrılma." Zavallı müslümanın da şaşkınlıktan, orada kalmaktan başka hiçbir çaresi yoktu. Tatar gelir müslümanı yerde görür ve öldürürdü.
Batılın böyle azdığı dönemlerde bile müslümanlar hakkın galip geleceği konusunda asla şüpheye düşmemişlerdi. Batıl ne kadar güçlü olsa bile onun hak davalarından üstün olduğunu akıllarından geçirmemişlerdi. Batıl için zaman ve ortam farkı yoktur. O fırsatı kollar. Hiçbir söz ve ahit de dinlemez. Kanun ve hak da bilmez. [1476] "Nasıl akitleri olabilir ki fırsat bulup galip gelselerdi, size karşı ne akrabalık bağlarına ne de muahede hükümlerine çıldırırlardı.'[1477]
Batıl, bu özelliğini tarihin her asrında ortaya koymuşltur. "Hz. Nuh (a.s)'a, Hz. Hud (a.s)'a Hz. Salih (a.s)'e Hz. İbrahim (a.s)'e, Hz. Şuayb (a.s)'a, Hz. Musa (a.s)'ya, Hz. İsa (a.s)'ya ve en son olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)'e neler yapmadılar ki; sonra günümüzde de yapmadık neler bıraktılar. Allah en güzelini buyurmuş, onlar fırsatı buldular mı hiçbir sözleşme teminatı riâyet etmezler.[1478] Tatarların bu katliamında ölenlerin sayısı hakkında ihtilaf vardır; kimi 800.000, kimisi 1 milyon, kimisi de 2 milyon diyor. Batılın zalim kılıcı Bağdatta 40 gün devamla müslümanları biçmeye devam etti. Başta büyük âlimler ve devlet ricali kılıçtan geçirildi. Batıl temsilcileri istedikleri kişileri çocuk ve eşleriyle çağırır, mezarlığa götürülür; aile reisleri, çocuklarının gözü önünde koyun gibi kesilir, kız ve cariyelerden istediklerini alırlardı. Kırk günün sonunda Bağdat'ta hayatta kalanların sayısı çok az idi. Cesetlerden tepeler oluşmuştu. Ölü kokusundan geçilemezdi. Veba, taun ve bulaşıcı hastalıklar her tarafı kapladı. Bağdat'ta eman verildiği haberi duyulunca insanlar toprak altından, kuyulardan ve mahzenlerden çıkmaya başladılar. Çıkanların da ölülerden farkları yoktu. Anne evladını, kardeş kardeşini tanımıyordu.[1479]
Bu dönemde de batıla karşı koymak için Kitz, Zahir, Bebris ve İzz b. Abdüsselam gibi şahsiyetler zuhur etti. Sultamı'l-Ulema olarak anılan İzz b. Abdüsselam (v.660/1262) ümmeti batıla karşı uyandırıyor ve mücadele ruhunu aşılıyordu. Savaş esnasında hep şöyle derdi: "Ey İslâm! Ah İslâm! Allah'ım, bizleri moğollar karşısında muzaffer kıl! Tarih ilk kez moğolların hak karşısında mağlub olduğuna şahit oluyordu."[1480]
Batıl, zaman zaman hak karşısında azgınlık göstermişse de, hakkın tokatı hemen tepesine inmiş ve beynini dağıtmıştır. "Zaman zaman İslâm'dan kayıplar olmuş ise de Allah gidenlerin yerini fazlasıyla doldurmuştur. Sözgelimi, Abbasiler döneminde müslümanlara ve İslâm'a karşı savaşanların nesli toplu olarak İslâm'a girmişlerdir. Bugün Rusya'da bulunan müslümanlar onların neslindendir. Doğu Hindistan adalarının Cava halkından 62 milyona yakını da aynı soydan gelmektedir."[1481]
Osmanlılar döneminde müslümanlar rahat bir nefes aldı. Dağınık saflar birleşti. Fetihler kazanıldı, İslâm alemi tek bir yumruk oldu. Son asırda ise batıl değişik bir cehre ile ortaya çıktı. Bahailik, koministlik, masonluk, Kadiyanilik, laisizm gibi isimlerle karşımıza çıktı.[1482]
Netice olarak şunu demek mümkün; Resûlullah (s.a.s)'tan modern çağa kadar hak-batıl mücadelesi amansız biçimde devam etti. En zor şartlar da bile Allah Teâla batıla karşı koyacak erler halketmiştir. Hak taraftarları asla ye'se kapılmamışlar ve hakları üstünlüğünden ve batılın da zail ve geçici olduğundan şüpheye kapılmamışlardır. [1483]
Yaşadığımız modern çağ hak-batıl mücadelesinin kızıştığı bir dönemdir. Geçmiş çağlarda yapılan hak-batıl mücadelesi gaye ve hedef itibariyle bugün yapılan mücadeleden farklı değilse de araç ve yöntem itirabariyle değişiklik arzetmektedir. Kur'ân her asırda batılın gayesinden şöyle bahseder: "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler."[1484] "Ey iman edenler, kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar.'[1485] Geçmiş dönemlerde batıl, mücadelesini sözle, mızrak, kılıç ve benzeri aletlerle yaparken bugün bunların yerini top, füze, kimyasal maddeler, modern iletişim araçları, medya, basın vs. almıştır. Bu bakımdan, hakkın da batılın da yayılması daha kolay hale gelmiştir.
Modern asrımızda batıl, birçok yönden dal budak salmıştır. Batılın bunca faaliyeti karşısında hak hamili müslümanın eli kolu bağlı durması ve seyirci konumuna düşmesi inancıyla bağdaşmaz. "Müşrikler nasıl topyekün sizinle savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekin savaşın,' [1486] Müşriklere karşı mal, can ve dillerinizle mücadele veriniz.[1487]
Bugün batılın hakka karşı topyekün bir mücadele içerisinde olduğunu kimse inkâr edemez. Batıl modern silahları, medyayı, eğitimi, teknolojik araçları hep hakkın karşısında kullanmaya çalışmaktadır.
Hak taraftarlarının da kendilerini koruyabilmesi, en az onlar kadar güçlü olmaya bağlıdır. Hakka karşı mücadele veren batıl güçleri 6 cephede toplamak mümkündür.
1- Misyonerlik cephesi,
2- Oryantalist cephesi,
3- Siyonizm cephesi,
4- Dünya emperyalizmi,
5- Kominist ve Sosyalist cephe,
6- Onların yerli işbirlikçileri.[1488]
Modern çağda İslâma karşı mücadele veren tüm cephelerin ortak hedefi, hakka karşı savaşmak ve onu ortadan kaldırmaktır. Kur'ân batıl taraftarlarını bir cephe olarak nitelendirir. "İnanmayanlar birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu yerine getirmeseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat çıkar.'[1489]
"Doğrusu zalimler birbirlerinin dostudur." [1490] Batıl bireysel olarak mücadele etmez. Bir bütünlük içinde hareket ederler. Hak da öyle mücadele vermeli batıla karşı birlikteliğini sağlamalıdır. Aksi takdirde yeryüzünde büyük bir fitnenin oluşmasına neden olurlar.[1491]
Batıl kitlesinin İslâm aleyhinde gerçekleştirmek istedikleri hedefleri şöyle sıralamak mümkündür.
1- Müslümanları İslâm'dan koparmak, müslümanları yahudileştirme veya hiristiyanlaştırmak. Durum zorlaşınca da onları, İslâm'dan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.
2- İslâm'a karşı cepheler oluşturmak. Bunun için de bazı kuklalar yetiştirmek,
3- İslâmi faaliyetlerin önüne geçmek,
4- Özellikle eğitim kurumlarını ele geçirmek,
5- Medyayı kontrollerine geçirmek,
6- Müslümanlar arasına, ihtilaflar ve çeşitli entrikalar sokmak, birliklerini bozmak,
7- Kur'ân'ın Allah katından indirildiğine dair şüpheler yaymak,
8- Resûlullah (s.a.s)'ın şahsiyetini lekelemeye çalışmak,
9- Müslümanların şahsiyetlerini rencide etmeye çalışmak,
10- Müslümanların tarihini lekelemeye uğraşmak,
11- İslâm'ın kılıçla yayıldığı imajını vermek,
12- İslâm'ın Araplara indiğini ve onlara has olduğunu işlemeye çalışmak,
13- İslâm'ın zaman aşımına uğradığını, dolayısıyla da çağa hitab edemeyeceğini ve çağdışı kaldığını işlemek,
14- Dinin vicdan işi olduğunu, dünya ve idareyle herhangi bir ilgisinin bulunmadığım savunmak,
15- Batının, her konuda güçlü olduğunu, İslâm'ın da çağın gerisinde kaldığını empoze etmek,
16- Kur'ân dili olan Arapçayı kaldırmak, onu gericilik unsuru addetmek,
17- Tüm bu hedeflerin neticesinde de müslümanların maddi ve mânevi zenginliklerini, hürriyetlerini, değerlerini sömürmek.[1492]
Yirminci asrın başlarında batılın önemli hedeflerinde biri olan parçalama planıyla müslüman toprakları şu şekilde bölündü ve paylaşıldı.
İngiltere; Malezya, Hindistan, Haliç Sahilleri, Arap Emirlikleri, Mısır, Uganda, Somali, Eritre, Tanzanya, Nijerya, Kıbrıs, Gana, Irak, Ürdün'ün kuzey kesimi ve Filistin'i;
Fransa; Hindistan'ın Çin sınırını, Mali, Teşad, Nijer, Senegal, Cibuti, Malagas, Moritanya, Mağrib, Cezayir, Tunus, Ganya, Suriye ve Lübnan'ı, italya; Libya, Somali'nin bir bölümü ve Eri^e'yi, Rusya; Doğu Türkistan, Aral Gölü Havza, Kırım ve Kafkasya'yı.
İspanya; Filipinlerin Moro adalarını, Marakaşı'
Hollanda; Endonezya'yı, Portekiz, Mozanbik'i, Belçika 'da Orta Afrika ülkelerinden Kongo'yu işgal etti.[1493]
Modern çağın batıl öncüleri yeri gelince de hedeflerini açıklamaktan geri kalmamışlardır. Bu cümleden, İngilizlerin sömürgeden sorumlu bakanı Gladiston, mecliste eline Kur'ân'ı Kerim'i alarak şöyle demiştir: "Bu Kur'ân müslümanların elinde olduğu müddetçe ne doğuya hükmedebiliriz ne de rahat ederiz."[1494] Gladiston, Kur'ân'ı tanısaydı kuşkusuz o hamakata düşmeyecekti. Zira Kur'ân'ın korunması insanlara bırakılmarmştır. "Kuşkusuz ki Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik elbette onu biz koruyacağız,'[1495] Onun selefleri Müseylemetü'l-Kezzab, Umeyye b. Halef, Esvedi Ansi gibiler de aynı maksatla ortaya çıkmışlardı. Ama Allah va'dini gerçekleştirdi. Kur'ân olduğu gibi mucizeliğini koruyor, o muarızlardan hiçbiri bugün ortalıkta bulunmamaktadır. İslâm'ın ezeli düşmanı İngilizlerin müstemleke nazırına Türkiye'den de gereken cevap verilmiştir. Olay Bediuzzaman Said Nursi'nin tarihçe-i hayatında şöyle anlatılır. "Bediuzzaman Van'da bulunduğu zamanda vali Tahir Paşa He bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa İslâmiyeti alakadar eden hususlara dikkat ederdi. Van'da ikameti esnasında Alem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Birgün Tahir Paşa bir gazeteninin müthiş haberini ona göstermiş. Haber şu idi. İngiliz meclisi mebusanından müstemleke nazırı elinde Kur'ân'ı göstererek söylediği bir nutukta, "Bu Kur'ân müslümanların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız bu Kur'ân'ı onlann elinden kaldırmalıyız, yahut müslümanlan Kur'ân'dan soğutmalıyız" diye haberde bulunmuş. İşte bu müthiş haber onda (Üstad da) tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı, istidadı, şimşek gibi alevli duygular ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas cesaret ve şecaat gibi harika inayet ve seciyeye mazhar olan Bediuzzaman bu havadis üzerine "Kur'ân'ın sönmez ve sömürülemez mânevi bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim", diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyandı ve bu şekilde çalıştı."[1496]
Bu peydan okuyuş modern çağda batıl ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin canlı bir örneğidir. Merhum Üstad, bir asra yakın mücadelesi, sabır, azim, çile, cesaret ve hikmet dolu ömürleriyle bunu ispatladı. Kur'ân'ın sahipsiz olmadığını ve batılın cevapsız kalmayacağını tüm dünyaya göstermiş oldu.
Batılın muhtelif fraksiyonları, mücadele edilmesi gereken tek rakibin İslâm ve müslümanlar olduğunu açıkça söylemekten geri kalmamışlardır. İşte bunlardan sadece ikisi: Amerika'nın tanınmış diplomatlarından Birleşmiş Milletlerdeki eski temsilcisi ve halen George Town Üniversitesi Siyasi Bilimler profesörü Bayan Jonner Kirlepofick ve Amerika eski Başkan Yardımcısı Bayan Don gibi sorumluluk mevkiinde bulunan kişilerin; "Batının yeni düşmanı, Nazizmin ve Kominizmin yerini alan îslâm Fundementalizmi'dir[1497] itirafı, bu düşmanlığın resmi bir ifadesidir. Bu aynı zamanda insan hakları havarilerinin ne derece samimi ve riyakar olduklarının da bir belgesidir. Onlara göre düşünmeyen, onlara göre hareket etmeyen kısacası onların çıkarı aleyhine olan her düşünce ve hareket fundemantalist bir harekettir. En doğrusunu Allah buyurmuştur; "Mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler, oysa onlar sizden değillerdir."[1498] İngilizler Mısır'da hüküm sürdürdükleri zaman misyonerler, müslümanları hıristiyanlaştırmak konusunda zorlandıklarını dile getirirler. Bunun karşısında yetkili Lord Cemer, misyonerleri toplayarak şu tavsiyede bulunur: "Sizi zor durumda bıraktığımı mı düşünüyorsunuz? Çarşı ve sokaklardaki müslüman çocuklar, Londra'da kurduğum dini kolejden mezun olacaklar, sizin tüm hederlerinizi gerçekleştirecektir."[1499]
Batıla göre mücadelenin bitmesi için tek neden var, o da müslümanların dinlerini terketmeleridir. "Güçleri yeterse sizleri dininizden döndürünceye kadar sizlerle savaşmaya devam edeceklerdir.'[1500]
Batıl, müslümanları hıristiyanlaştırmak veya yahudileştirmenin çok güç olduğunu anlayınca, faaliyetlerini onları İslâm'dan uzaklaştırma yönüne çevirmiştir. Yukarıdaki âyette de buna dikkat çekilmekte ve "sizi dininizden çevirinceye dek" denilmektedir.
Batılın en büyük hedefi; müslüman İslâm'da kalmasın da ne olursa olsun mantığıdır. Helalı-haramı bilmeyen, hiçbir hedef ve gayesi olmayan, dinlere eşit mesafede bakan bir insan tipini ortaya çıkarmaktır.
Çağdaş batılın büyük fraksiyonlarından kominizm, niçin mücadele verdiğini şöyle açıklamaktadır. "Dinle savaşmalıyız, bu mücadele her türlü maddeciliğin ve doğal olarak marksizmin ABC'sidir. Ancak Marksizim ABC de donmuş kalmış maddecilik değildir. Marksizm daha da ileri giderek şöyle der: Dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz. Bunu yapmak için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklamalıyız.
Dinle mücadele, soyut ideolojik öğütler çerçevesinde kalmaz. Dinle savaş, kökenini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıf hareketinin uygulanmasıyla bağlanmalıdır. Din neden etkisini en çok geri kalmış şehir proletaryası ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri, "cahil oldukları için", diye cevap verirler. "O zaman kahrolsun din yaşasın dinsizlik."[1501]
Marksizm, İslâm ile batıl dinleri aynı kefeye koyarak büyük bir yanılgı içine düşmüştür. "Din afyondur" sloganından hareket ederek, milyonlarca insanı yok etmiştir. On kişiden ikisini komunist bırakmak için 8'inin yok edilmesini mubah görmüştür.[1502]
İslam, Marksizm iddiasının tam aksine cemaat, cami ve kültür faaliyetlerinden uzak kalmamak için köyleri değil, büyük yerleşim merkezlerini tercih etmektedir. Kur'ân, cehaletin hakim olduğu köylerden kültür merkezlerine, şehir ve büyük kentlere gitmeyi nimetler cümlesinden addetmiştir. "Doğrusu Rabbim bana lütfetti, çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi."[1503] Görüldüğü gibi Yusuf (a.s) ailesinin ıssız çöllerden kurtuluşunu, kendisinin zindan çıkışıyla beraber zikretmiştir. Zindan ile çöl arasında bîr benzerlik kurmuştur. Resûlullah (s.a.s) da "Merkezlerden uzak köylerde oturmayın. Böyle yerlerde yaşamak kabirlerde yaşamaya benzer,"[1504] diyerek ilim ve kültür yerlerinin tercih edilmesini emretmiştir.
Geleneklere dayalı bir imanı bile makbul görmeyen bir dinin en büyük düşmanı cehalettir. Cahil kimsenin imanını koruması çok güçtür. İslâm nazarında cahil, Allah'ı tanımayandır. Bu şehirli olabildiği gibi köylü de olabilir. Allah, bize şeytan ve onun şerrinden korunduğumuz gibi cahillerden de korunmamızı ve kendisine sığınmamızı emretmiştir. "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım."[1505] Ayet cehaletten sığınmayı, şeytandan sığınmaya eşit tutmuştur. "Seylan'dan Allah'a sığın.' [1506] Birinci âyet cahillerden diğeri de şeytandan Allah'a sığınmayı emretmiştir. Lenin'in kasdettiği olsa olsa düşünmeyi yasaklayan ve "önce iman et, sonra düşün" diyen hıristiyanlık için geçerli olabilir. Şu bir realitedir ki Marksizm tek bîr dine değil maneviyatçı, spirtüalist her düşünceye karşıdır. Bununla beraber Marksizme en büyük engel İslâm'dır. Kominist ülke medyasında sık sık gazetelerde şu başlıkları görmek mümkündür. "İslâm'ı yok etmeden kominizmin ayakta durması mümkün değildir."[1507]
Dindarları tutuculuk, baskı ve cehaletle itham eden kominizmin ne kadar samimi olduğuna yaşanmış şu olay önemli ölçüde fikir verir kanısındayız. 'Kruşçev döneminde kominist partinin 50'nci kongresinde Kruşçev ayağa kalkıp Stalin'i eleştirmeye ve onun kan dökücü bir suçlu olduğunu, aşağılık ve adî birisi olduğunu söylemeye başlamış. Onun tekrarlanmaması gereken bir yanılgı olduğunu söyledi. Stalin'in insanların tüylerini ürperten korkunç cinayetler işlediğini anlattı. Tam bu sırada kim olduğu bilinmeyen birisi Kruşçev'e yazılı bir soru gönderdi ve şunları soruyordu: Sen kominist partinin ileri gelen bir üyesi idin. Bütün bu cinayetleri gözünle gördün. Neden bunlara ses çıkarmadın? Kruşçev bu soruyu okudu, hazır cevap birisi idi ve şöyle dedi. "İşte şimdi suskunluğumun nedenini de öğrenmiş bulunuyorum. Ben de senin gibi korktuğum için dudaklarımı açıp kıpırdatamıyordum."[1508]
Dîn konusunda Siyonizmin de kominizmden önemli bir farkı yoktur. Siyon liderlerinin hedeflerini gösteren dördüncü protokol şöyledir. "Bize düşen müslümanların kafasından Allah inancını söküp atmaktır. Din inancı yerine, egoist, materyalist fikirleri aşılamalıyız. Yedinci protokol da şöyledir: Yapmamız gereken hususlardan birisi de müslümanların gözünden İslâm âlimlerinin saygınlığını düşürmektir."[1509]
Batılın iki kanadı olan Kominizm ve Siyonizm arasında şu fark ortaya çıkmaktadır. Kominizm başta İslâm olmak üzere tüm dinlere düşmandır; Siyonizm ise sadece İslâm'a düşmandır.
Batılın değişmez özelliğidir. Adem'den (a.s) beri her fırsatta hak ehlini ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Bu huyları hiçbir dönemde değişmemiştir. Tatarlar döneminde müslümanların başına getirdikleri tüyler ürpertici faciaları aktarmıştık. Modern çağda da bundan geri kalmamışlardır. Merhum S.Kutub yaptıklarını şöyle canlandırır: "Hindistan'la Pakistan birbirinden ayrıldıkları zaman, Hindu putperestlerin müslümanlara yaptıkları, Tatarların vahşetinden aşağı değildi. Hindistan'dan tehcir edilen 8 milyon müslümandan sadece 3 milyonu Pakistan'a ulaşabildi. Geri kalan 5 milyonu Hindistan hükümeti tarafından kurbanlık koyunlar gibi kesildiler ve cesetlerini de vahşi hayvanlara yem yaptılar. Bu çirkin fecaaat nakledildikleri trenlerde işlenmişti. Müslümanlar arasında 50 bin müslüman memur vardı. Müslüman kervanı Hindistan-Pakistan arasındaki Hayber geçidine 50 bin kişiyle girmiş fakat tünel çıkışında parçalanmış olarak çıkmışlardı. Hind vahşileri treni geçitte durdurmuş ve 50 bin memuru paramparça etmişti.
Rusya ve Çin'de koministlerin müslümanların başlarına getirdikleri, Tatarlarınkinden aşağı değildi. Çin'de müslüman liderlerden biri getirilir, ona caddede çukur kazıldı ve içine atıldı, daha sonra zorla insan pislikleri getirildi ve kuyudaki müslümanın üzerine atıldı. Bu şenaat üç gün devam etti ve adam kuyu da boğuldu.
Kominizin Yugoslavya'da da müslümanlara Tatarların yaptıklarının daha kötüsünü yaptı. Müslümanlar pastırma makinalarına sokuluyor ve diğer taraftan hamur gibi çıkıyorlardı.
Bu durum sadece Arap yarımadasına özgü değildi. Bağdat'a da has değildi. Gerçek olan şudur ki nerede mü'min kitleler varsa ve nerede mulhidler, ateistler olmuşsa yukarıda zikri geçen durumlar da bulunacaktır."[1510]
En doğrusu, Rabbimizin buyurduğudur. "Doğrusu zalimler birbirlerinin dostudur.'[1511] "İnanmayanlar birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad çıkar."[1512]Ayette söz edilen fitneden maksat batılın birbirine sahip çıkması gibi mü'minlerin de çıkmaması halinde, hak ehlinin za'fa düşeceğidir. Ne hazindir ki bazı yerlerde hak dini temsil eden müslümanlar, batıl taraftarlarıyla birleşip müslümanlara karşı çarpışmışlar ve neticede büyük fitneler meydana gelmiştir. Sözgelimi harb-ı umumide müslümanlar, batılıların yanında müslümanlar karşısında yer almasalardı birçok İslâm ülkesi işgal edilemezdi.[1513]
Müslümanların durumu bu iken batıl ehli İslama karşı elinden geleni esirgememektedir. Paris'te, Jean Paul Sarter önderliğinde yapılan tüm faaliyet ve yardım sandıklarının üzerinde şu cümle dikkatleri çekiyordu. "Müslümanlarla çarpışmak için yardım edin."[1514] Allah, batıl taraftarlarının ne maksatla harcamalarda bulunduklarım şu âyetiyle açıklamıştır.. "Şüphesiz ki inkâr edenler mallarını, Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar."[1515] Bu harcamanın kapsamına savaş araç-gereçleri girdiği gibi, her türlü eğitim harcamaları, basın yayın ve kültürel çalışmalar da girer.
Batıl, hakka engel olma ve kendi misyonunu yayma gayesiyle dünyanın dört bir yanında özellikle İslâm ülkelerinde faaliyet göstermektedir. Bazı rakamlar vermek gerekirse şu korkunç tabloyla karşılaşırız:
Misyonerlik faaliyetleri bulunanların sayısı: 140.000,
Kiliselere bağlı enstitülerin adedi: 20.000
Kiliselere bağlı üniversitelirin adedi: 500
Afrika'da misyonerlik adına faaliyet gören ilkokul ve çocuk parkları: 10.677
Huzurevleri: 680
Eczacı sayısı: 10.050
Radyo istasyonu: 14 [1516]
Eğitim vasıtasıyla mücadele faaliyetleri batılın emellerini gerçekleştiren en büyük faktördür. Sözgelimi, yabancı özel okullar konusunu, batının (A.B.D.) misyonerlik faaliyetlerinden tecrid etmek mümkün değildir. Yabancı okullar misyonerliğin faaliyet sahalarından birisi. Fakat bence en önemlisidir. Misyoner faaliyetleri de batının en geniş manasıyla emperyalist emellerinin dışında mütalaa edilemez. Bu gerçeklere dayanan düşünce tarzı içinde yabancı özel okullar batı emperyalizminin öncü kuvvetleri durumunda görünmektedirler.[1517] "Haçlıların ortadoğudan silah zoruyla çıkarılmalarına rağmen tüccar, papa, prens, ortadoğuyu bırakmadı. Tüccarlar bir takım ticari antlaşmalarla yerlerini muhafaza ettiler. Papa silahsız bir orduyu, rahipler ordusunu ortadoğuya gönderdi."[1518]
Netice olarak modern çağda devam eden hak-batıl mücadelesi için şunları diyebiliriz: Asrımızda mücadele her yerde olan gücüyle devam etmektedir. Batıl, sıcak-soğuk savaş ayırımını yapmadan her yerde kendini hissettirmeye çalışmaktadır. Mücadele yöntemi ve araç gereçleri değişmiş ise de hedef ve gaye değişmemiştir. Batıl hükümranlığını sürdürebilmek için en modern cihaz ve vasıtaları kullanmaktadır. Hak erlerinin ona karşı koyabilmeleri için sünnetullah gereği mânevi güç kadar, maddi gücü de ihmal etmemeli ve hazırlıklı olarak batıla karşı mücadele vermeleri gerekmektedir. [1519]
"Kur'ân'da Hak-batıl Mücadelesi" konulu çalışmamızda şu önemli sonuçları elde ettik. Mücadelenin kapsamı incelendikten sonra bizde de hayatın bir mücadeleden ibaret olduğu kanaati oluştu.
Hak ve batıl Kur'ân'da en çok geçen kavramlardandır. Hak, bütün iyilik, hayır ve güzellikleri içerdiği gibi, batıl da tüm kötülükleri kapsamaktadır, iyilik, güzellik ve hayrı hak kadar ifade edebilen diğer bir kavramın bulunmadığını, keza kötülük ve çirkinliği de batıl kadar ifade eden başka bir kavramın bulunmadığını tesbit ettik.
Hak-batıl mücadelesi de kâinatta değişmeyen ilahi yasalardandır. Bu mücadele ile kâinata hareketlilik gelmekte, zalime dur denilmekte, dengeler sağlanmakta, hayat anlam kazanmakta ve yaratılışın sırrı ortaya çıkmaktadır. İnsan ister istemez hak veya batıldan birinin yanında yer almakta ve mücadeleye katılmaktadır.
Hak ve batılın dışında üçüncü bir seçenek olmadığı için, insan ikisinden birinin yanında yer almak durumundadır. Hak, insanın yaratılışına uygun bir yöntemdir. Yer ve göğün kendisiyle ayakta durdukları ölçüdür.
Hak fıtrattır, insan onu kabul eder biçimde yaratılmıştır, insanların batıla düşmeleri ise arizi bazı faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bunların başında hakkı bilmeme, hakkın hareketsiz kalıp batılın bundan yararlanması, hakkın batıl suretinde veya batılın hak suretinde sunulmasından kaynaklanmaktadır.
Tarihte hak çizgisinin dışına kayan birçok hareket ve fikir, hakkın batıl suretinde veya batılın hak suretinde takdim edilmesinden kaynaklanmaktaydı. Bundan dolayı hak ve batılı bilmek kulluğun gereği ihtilafların büyük ölçüde kalkması ve iki dünyada mutlu olmanın anahtarıdır. Hak-batıl mücadelesinde başarı elde etmenin birçok koşulu bulunmaktadır. Bunlar yerine getirilmeden başarının olması imtihan sırrına aykırı düşmektedir. Hak ile beraber olmak, imtihanda Allah'ın rızasına muvafık düştüğünden, ilahi yardımların gelmesine vesile olmaktadır. Vacibin kendisiyle tamamlandığı şeyin de vacib olması kuralından hareketle, batılın içine düşmemek ve hak ile beraber olmak için hakkı bilmek dini bir zaruret ve vecibedir.
Hakkı tayin etmek insanı aşan bir olgu olduğundan, bu hak sadece Allah'a aittir. Dolayısıyla hakkı bilmenin kaynağı vahiydir. Hak insanın iki dünyasını aydınlatan nur ve bir nevi hayat programıdır. Onsuz kalmak insanı saplantılara götürür.
Tarihin hiçbir dönemi Hak-Batıl mücadelesinden hali kalmamıştır. Hakkın öncülüğünü başta peygamberler veya onların varisleri üstlenmişlerdir. Hakkın uygulanış biçimi ve tanımında insanların ihtilafa düşmemeleri için Allah elçilerini göndermiş, onlarda hakkı aldıkları gibi uygulamış ve insanlara öğretmişlerdir.
Hakkın başarısı için mücadelede sünnetullah'a yani değişmez ilahi yasalara uymak zorunludur. Uhud savaşında olduğu gibi, bu yasalara uyulmadığı için üstünlük geçici olarak batıl tarafına geçebilmiştir.
Hak güneştir, batıl ise geçici ve sun'i bulutlar mesabesindedir. Bu bulutların dağılması, insan irade ve düşüncesi üzerindeki prangalar çözüldüğü takdirde, dün olduğu gibi bugün ve yarın da en gür sadanın hak ve haklının alacağı muhakkaktır.
Hakkı gösteren ve ona götüren yalnız Allah'tır. [1520]
1- Abduh, Muhammed (v.1323/1905) ve'l-Asr Süresinin Tefsiri,Çev. Yusuf Ziyaeddin Ersoy, Ankara, 1960
2- Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mü'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Kur'ânı'l-Kerim, Beyrut, 1988
3- Aclunî, İsmail b. Muhammed (v.1162/1748) Keşfu'l-Hafa, Beyrut, 1351
4- Alusî, Mahmut Şakir (v.1270/1854) Ruhu'l Meani, Beyrut ts.
5- Amîrî, İmaduddin, Yahya b. Ebi Bekir ; Behçetu'l-Mehafil ve Buğyetu'l-Emasil, Beyrut, ts.
6- Arcun, Muhammed Sadık, el-Mevsuafi Semahati'l-İslâm, Beyrut, 1984
6- Arcun, Muhammedu'n Resûlullah (s.a.s), Beyrut, 1995
6- Arcun, el-Kur'ânu'l-Azim Hidâyetühü ve İ'cazühü, Beyrut, 1989
7- Asım Efendi, (v.1233/1819) Kamus Tercemesi, İst., 1305
8- Askalani, Ahmed b. Ali İbn Hacer, (v. 852/1448) Fethu'l-Bari Şerhu Sahihi'l-Buhari, Beyrut 1989
9- Ata, Abdulkadir Ahmed; et-Tasavvufu'l-İslâmi, Beyrut, 1987
10- Ateş, Süleyman; Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsin, İst. 1989
11- Atîyye, İzzet Ali, el-Bidalü Tatavvuruhu ve Mevkifu'l-İslâmi minhâ, Beyrut, 1980
12- Azimabadi, Ebu Tayyib Muhammed Şemsu'l-Hak Avnu'l-Ma'bud Şerhu Süneni Ebi Davud Beyrut, 1979
13- Azzam, Abdullah, İber ve Besair li'l Cidadi'l-İsmali fi'l-Asrı'l-Hadis, Yemen, 1990
14- Benna, Ahmed Abdurrahman, el-Fethurrabbani, Tertibu Müsnedi Ahmed b.-Hanbel, Beyrut, ts
15- Benna, Hasan,( v.1368/1948) Mecmuatu Resail, Mısır, 1989
16- Behiyy, Muhammed; ed-Dinu ve'd-Devle, Beyrut, 1971
17- Beyzavî, Nureddin Abdullah b. Ömer el-Kadi, (v.1096/1687) Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, Beyrut, 1990
18- Bilmen, Ömer Nasuhi, (1991/1871) Hukuki tslâmiyye ve îstilahat Kamusu, tst. 1985
19- Buharî, Ebu Ebdillah Muhammed b. İsmail (v.256/870) el-Camiu's-Sahih, lst.,1981
20- Cadulmevla, Muhammed Ahmed, Kısasu'l' Kur'ân, Şam, 1992
21- Ca'lud, Mihsan b. Abdülah b. Muhammed; el-Müvalatu ve'l-Muadatufi'ş-Şeriati'l-İslâmiyye, Riyad, 1989
22- Cassas, Ebu Bekir Ahmed er-Razî; (v.370/992) Ahkamu'l-Kur'ân, Beyrut, 1993
23- Casim, b. Muhammed b. Muhelhil; Tariku'd-Da'veti'l-îslâmiyye, Kuveyt, 1992
24- Cebri, Abdulmuteal, es-Siretu'n-Nebeviyye ve Evhamu'l-Müsteşrikin, Mısır,
25- Cum'a, Ahmed Halil; el-Mübeşşerun bi'n-Nar, Beyrut, 1993
26- Cürcani, Seyyid Şerif (v. 816/1413) et-Ta'rifat, Beyrut, 1990
27- Damağani, Hüseyin b. Muhammed (v.VIII yy) Kamusu'l-Kur'ân, Beyrut, 1985
28- Dehlevi, Şahveliyyullah (v.1176/1762) Hüccetullahi'l-Baliğa, Beyrut, 1990
29- Derveze, Muhammed İzzet, Siyeru'r-Resul, Mısır, 1965
30- Derviş, Muhiddin, Î'rabu'l-Kur'ân, Beyrut, 1992
31- Dinçer, Nihat, Yabancı Özel Okullar, İst., ts.
32- Düreyd, Ebubekir Muhammed b. Hüseyin (321/933) Cemheretu'l-Luğa, tan. Remzi Münir, Beyrut, ts
33- Ebu Ceyb, Said, el-Kamusu'l-Fıkhi, Şam, 1988
34- Ebu Davut, Süleyman b. Eş'as es-Sicistani (v.275/888) Sünen, ist. ,1981
35- Ebu Halil, Şevki, Hurubu'r-Riddeti, Şam, 1984
36- Ebu Şehbe, Muhammed b. Muhammed,Difaun ani's-Sünne, Beyrut 1991
36- Ebu Şehbe, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut 1988
37- Ebu Zehra, Muhammed; Hatemu'l-Nebiyyin, Beyrut, ts.
38- Elbani, Muhammed Nasiruddin, Silsiletu'l-Ehadisi's-Sahiha, Beyrut, 1991
39- Elmai, Zahir b. Avad, Kur'ân'da Tartışma Metodu, çev. Ercan Elbinsoy, îst.,1984
40- Enîs, Hz. İbrahim, Abdulalim Muntasir, el-Mu'cemu'l-Vasit, Beyrut, ts.
41- Erbîli, Muhammed Emin (v.1332/1913) Kalblerin Nuru. Tasavvuf, çev. Abdulcelil Candan, Konya, 1982
42- Eren, Hasan, Türkçe Sözlük, T.D.K. Ank., 1988
43- Ersoy, Mehmet Akif, Kur'ân'ı Kerim'den Ayetler, İst., 1976
44- Fadlullah, Hüseyin, Kavram ve Eylem, çev. Muaammer Tan, İst.,1992
45- Faîz, Ahmed, Tariku'd-Da've fi Zilali'l-Kur'ân, Beyrut, 1987
46- Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad (183/799) Meanı'l-Kur'ân, Beyrut, 1983
47- Feyyaz, Muhammed Cabir; el-Emsalüfi'l-Kur'ân, U.S.A., 1981
48- Flruzabadi, Mecduddin Muhamed b. Yakub (v.817/1414) el-Kamusu'l-Muhit, Beyrut, 1993
48- Flruzabadi, Besairu Zevi'l Besair, fi Letaifi Kitabi'l-Aziz, Beyrut,
49- Gadban Muhammed Münir, el-Menhecü'l-Hareki, li's-Sireti'n-Nebeviyye, Ürdün, 1990
49- Gadban el'Mesiretü'l-îslâmiyye li't-Tarih, Mısır ts.
50- Gapudy, Roger, Entegrizm, çev. Kamil Çileçöp, İst. 1992
51- Gazzali, Ebu Hamid, Muhammed b. Muhammed (505/1111) îhyau Ulumu'd-Din, (îthafu Sadeti'l-Müttekin ile beraber) Beyrut, 1989
52- Gazali Muhammed (1417/1996) Fikhu's-Sire, Şam 1989 Hukuku'l-İnsan Beyne Tealimi'l-İslâm ve'l Ümemi'l-Muttehide, Mısır, 1993
52- Gazali, Teemülatunfi'd-Dini ve'l-Hayat, Mısır, 1984
52- Gazali, Nazaratün fi'l-Kur'ân, Mısır, ts
52- Gazali, Min Mealimi'l Hak, Mısır ,1963
52- Gazali, Keyfe Neteamelü Mea'l-Kur'ân, A.B.D., 1992
52- Gazali, ez-Zehfu'l-Ahmer, Mısır, 1976
52- Gazali, Sayhatu't-Tahzir min Duati't-Tansir, Mısır, 1991
53- Habenneke, el-Meydani, Abdurrahman Hasan, Kevaşifu ve Züyuf fi'l-Mezahibi'l Fikriyye el-Muasire, Şam, 1991
53- Habenneke, Besair li'l-Müslimi'l-Muasır, Şam, 1988
53- Habenneke, el-Akidetu'l-İslâmiyye, Beyrut, 1992
53- Habenneke, Ecnihatu'l-Mekri's-Selase, Beyrut, 1990
54- Hafız, İmad Zübeyr; el-Kısasu'l-Kur'âni, Beyrut, 1990
55- Hanefi, Muhammed Hz.İbrahim, Dirasetünfi'l-Kur'ân'il-Kerim, Mısır, ts.
56- Halidi, Salah Abdulfettah; Seyyid Kutub Mine'l-Milad ile'l-İstişhad, Beyrut 1991
57- Hammada, Hamza; el-Menhecü'l-İslâmi fi'l-Cerhi ve't-Ta'dil, Mısır, 1982
58- Hanbelî, Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed b. Muflih el-Makdisi(v.763/1361) el-Adabu's-Şer'iyye ve'l-Minehu'l-Mer'iyye, Mısır ts.
59- Havva, Said; el-Esasüfi't-Tefsir, Mısır, 1985
60- Heysemı Nureddin Ali b. Ebi Bekir (807/1428) Mecmeuz-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, Beyrut, 1982
61- Hicazı, Mahmud; et-Tefsiru'l-Vadıh, Mısır, 1979
62- Hüseyin, Yusuf Hz. Musa Abdulfettah es-Said; el-İfsahfi'l'Luğa, Tahran, 1404
63- İbn Abdîlberr, Yusuf b. Abdulkadir el-Kurtubi, (v.463/1071) Camiu Beyanı'l-İlm ve Fadlihi, Mısır, 1346
64- Îbn Arabî, Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed b. Abdiilah et-Tai, Şeyhu'l-Ekber Muhiddin (v.685/1240) el-Vasaya, Beyrut, 1988
65- Îbnu'l-Arabî, Ebubekir Muhammed b. Abdiilah b. Ahmed el-Mearifi (v.543/1148) Ahkamu'l-Kur'ân, Mısır, ts.
66- Îbn Aşur, Muhammed Tahir Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir, Libya, ts.
67- İbn Atiyye, Ebu Muhammed Abdulhak b. Galib (v.546/1151) el-Muharreru'l-Veciz fi Tefsiri'l-Kitabi'l-Aziz, Beyrut, 1993
68- Îbn Cevzî, Ebu Ferec, Abdurrahman b. Ali (v.579/1200) Telbis-u İblis, Beyrut, 1989-Saydu'l-Hatır, Mısır, 1988
68- Îbn Cevzî,Nuzhetu'l-A'yun fi İlmi'l-Vucuhi ve'n-Nezair, Beyrut, 1985
68- Îbn Cevzî, Zadu'l-Mesir fi ilmi't-Tefsir, Beyrut, 1987
68- Îbn Cevzî, Zemmu 'l-Heva, Beyrut, 1993
69- Îbn Düreyd, Ebubekir Muhammed b. Hüseyin (v.331/933) Kiîabu Cemheriti'l-Luğa, Beyrut,1987
70- Îbn Esîr, Mecduddin Ebi Saadet el-Mübarek b. Muhammed el-Cezeri, (v.606/1209) el-Bidaye ve'n-Nihaye fi Garibi'l-Hadis, Beyrut, ts.
71- Îbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalani (v.852A448) Fethu'l-Bari Şerhu Sahihi'l-Buhari, Beyrut, 1989
72- Îbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed (v.808/1405) Mukaddime, Bağdat, ts.
73- Îbn Hîşam, Ebu Muhammed Abdulmelik (218/833) es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır, ts
74- Îbn Kayyım, el-Cevzîyye Şemseddin Ebi Abdillah Muhammed b. Ebi Bekir ez-Zeri, ed-Dımeşki,(591/1291)
74- Îbn Kayyım, el-Emsalü fi'l-Kur'ân, Beyrut, 1983
74- Îbn Kayyım, Havi'l-Ervah ila Biladi'l-Efrah, Beyrut, 1991
74- Îbn Kayyım, Zadü'l-Mead fi Hedyi Hayrı'l-İbad, Beyrut, 1991
74- Îbn Kayyım, Medaricu's-Salikin, Beyrut, ts
74- Îbn Kayyım, et-Tefsiru'l-Kayyım, Neş: M, Uveys en-Nedvi, Beyrut, ts
74- Îbn Kayyım, Tariku'l-Hicreteyn, Beyrut, ts.
74- Îbn Kayyım, el-Fevaid, Beyrut, 1973
75- Îbn Kesîr, Ebu Fida İsmail b. Ömer 5774/1372) Tefsiru'l-Kur'ânı'l-Azim, Beyrut, 1992
75- Îbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1990
76- Îbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim (276/889) Te'vilu Müşkili'l-Kur'ân, Mısır, 1973
77- Îbn Mace, Ebu Abdiilah muhammed b. Yezid el Kazvini, (275/888) es-Sünen, İst., 1981
78- Îbn Manzur, Ebu Fazl, Muhammed b. Mukrim el-îfrik, (711/1311) Lisanu'l-Arab, Beyrut, 1985
79- Îbn Teymîyye, Şeyhu'lİslâm Ahmed b. Abdulhakim (v.228/1328) Mecmuu'l-Fetava, Mısır, 1972
79- Îbn Teymîyye, et-Tefsiru'l-Kebir, Tah. Abdurrahman Umeyra Beyrut, ts.
79- Îbn Teymîyye, Muhezzebu îktiadi' s-Sırati'l-Müstakim Muhalefetü As-habi'l-Cahim, ihtisar eden : Abdurrahman Abdulcebbar îst., 1996
80- Îbn Vezîr, Muhammed b Hz.îbrahim b. Ali b. Murteda b. Hadi b.Yahya el-Hüseyni es-San'ani (v.840/1436) Îşaru'l-Hak ale'l-Halk, Beyrut, 1987
81- Kadiri, Abdullah Ahmed;
81- Kadiri, el-Cihadufi Sebilillah, Cidde 1985
82- Kandehlevî, Muhammed Yusuf (1385/1965) Hayatu's-Sahabe, Beyrut, 1986
83- Kardavi, Yusuf el-Hillul İslâmi ve Medresetü Hasan el-Benna, Mısır, ts.
83- Kardavi, Terbiyetu'l-İslâmiyye ve Medresetü Hasan el-Benna, Mısır, 1982
83- Kardavi, Devru'l'Kıyemfi'l-îktisadi'l-İslâmi, Mısır, 1995
83- Kardavi, el-lmanu ve'l-Hayat, Beyrut,1985
83- Kardavi, İnsan ve Hak Mefhuma, çev. Mustafa ateş İst.1986
83- Kardavi, el-Helaluve'l-Haramüfi'l-İslâm, Beyrut, 1985
83- Kardavi, Fi'l-Fıkhi'l-Evveliyat, Mısır, 1995
83- Kardavi, el-Aklu ve'l-İlmu fi'l-Kur'ân, Mısır, 1996
83- Kardavi, el-Meiyyetu'l-Ülya fı'l-İslâm, Mısır, ts.
84- Kârî, Ali, (v.1014/1606) min Mirkati'l-Mefatih Şerhu Mişkati'l Mesabih, Beyrut ts
84- Kârî, Ali, Şerhu Fıkhi'l-EIcber, Beyrut,1984
85- Karni, Abdulah b. Muhamed, Davabitu't-Tekfir inde Ehlis's-Sünneni ve'l-Cemaa, Beyrut, 1992
86- Kasimi, Şeyh Cemaleddin (v.1866/1914) Mehasinu 't-Te 'vil, Mısır, ts-Delailu 't-Tevhid, Beyrut, 1991
87- Kaftaro, Ahmed, Siretu Resûlillah, Şam ts.
88- Kehhale, Ömer Rıza, Mü'cemu'l-Müellifin, Beyrut 1993
89- Keskin, Abdulbaki; Doğu-Batı ve 21, yy. Üçgeninde İslâm, Ank.1994
90- Keylanî, İsmail; Faslu'd-Din Ani'd-Devle, Beyrut, 1987
91- Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'ân, Beyrut, ts.
92- Kuşeyri, Abdulkerim Hevezan b. Abdulmelik b. Talha b. Muhammed (v.465/I073) Letaifu'l-lşarat, Mısır, 1981
93- Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, çev. M. Beşir Eryarsoy, İst 1986
93- Kutub, Vakiune'l-Muasır, Cidde 1986
93- Kutub, Îslâmi Açıdan Tarihe Bakışımız, çev. Talib özdeş, İst., 1990 KUTUB Seyyid,
93- Kutub, Fi Züali'l-Kur'ân, Beyrut, 1993
94- Lelkai, Ebu'l-Kasım Heybetullah b. Hasan b. Mansur Tabe-ri,(418/1027) Şerhu Usuli İ'tikadi Ehli's-Sünneti Ve'l Cemaa, Riyad, 1994
95- Lenin, (V.I) Marks, Engels; Marksizm, çev. Vahap Erdoğan, Sol Yay. îst.,1990
95- Lenin, Din Üzerine Konuşmalar, çev. Seçkin Selvicioğlu, Ank., 1990
96- Maturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud (v.333/944) Kitabu't-Tevhid, İst.f 1979
97- Mevdudi, Ebu'l-A'la (v.1307/1976)
97- Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'ân, çev. M.Han Keyhani,Yusuf Karaca ve Diğerleri, İst., 1986
97- Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, çev. N. Ahmed Esrar, tst., 1984
97- Mevdudi, Resail Mesail, çev. Mahmud Osmanoğlu, A. Hamid Chocan, İst, 1990
97- Mevdudi, er-Riba, Beyrut, ts.
98- Mîras, Kamil, Sahihu Buharı Muhtasari Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank., 1993
99- Mübarekfuri, Ebu Ali Abdurrahman b. Abdurrahman (v.1353/1954) Tuhfetu'l-Ahvezi hi Şerhi Camii't-Tirmizi, Mısır, ts.
100- Muhammed Hz. Salih Mustafa, Tefsiru, Sureti'r-Ra'd, Riyad, 1988
100- Muhammed Tefsiru Sureti Fussilet, Riyad, 1988
101- Münavî, Şemseddin Muhammed Zeyneddin Abdurrauf (v.1031/1681) Feydu'l-Kedir, Şerhu Camii's-Sağir, Beyrut, 1992
102- Müslim, Ebu Hüseyin Müslim b. Haccac, en-Nisaburi (269-874) es-Sahih, İst., 1981
103- Mısrî, Cuma Abdullah Muhammed; Hadiru'l-Alemi'l-îslâmi, Amman, 1989
104- Neccar, Abdulvehhab, Kısasu'l-Enbiya, Beyrut, 1990
105- Nedvî, Ebu'l-Hasan; Din ile Maddecilik Arasında Ezeli Savaş, çev. Hüseyin Küçükkalay İst. 1975
105- Nedvî, es-Siretu'n-Nebeviyye, Cidde, 1977
106- Nedvî, Seyyid Süleyman (1373/1953) Asr-ı Saadet Tebligat ve Ta'limat, çev. Ali Gencali, İst., ts.
106- Nedvî er-Risaletu'l-Muhammediyye, Ta'rib: Muhammed Nazım, Mısır, 1395
107- Nesaî, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Hz.Şuayb (279/892) Sünen, Beyrut, 1986
108- Nesefî, Abdullah Ahmed b. Mahmud (701/1301) Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't-Te'vil, İst.,ts
109- Nursî, Bediuzzaman Said, (1379/1960) Tarihçe-i Hayat, Ank. 1958-Divan-ı Harb-i Örfi, İst. 1990
Mektubat, İst., 1964
110- Rabbani, Ahmed Faruk Serhendi, (v.971/1560) Mektubat, İst., 1969
111- Rafî, Muhammed ed-Da'vetü ve'd-Duat, Beyrut, 1993
112- Rağıb, İsfehani, Ebu'l-Kasım Hüseyin, b. Muhammed (504/1145) el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'ân, Beyrut ts.
113- Raşid, Muhammed Ahmed el-Muntelak, Beyrut, 1993
114- Raşid, Evaık, Beyrut, 1993
115- Razi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Hüseyin b. Hasan b. Ali et-Temimi el-Bekri Fahruddin (v.606/1209)
116- Razi, Mefatihu'l-Ğayb, Tahran, ts.
117- Rıza, Adnan Ali, Devru'l-Menheci'r-Rabbani fi'd-Da'veti'l-İslâmi, Riyad, ts.
118- Rıza, Muhammed Reşid (1354/1935) Tefsiru 'l-Menar, Beyrut, ts. el-Vahyu'l-Muhammedi, Mısır, ts.
119- Sabık, Seyyid, Anasiru'l-Kuvvetifi'l-İslâm, Beyrut, 1986
120- Sabunî, Muhammed Ali; en-Nübüvvetü ve'l-Enbiya, Şam 1985
120- Sabunî,Revaiül Beyan fi Tefsiri Ayatı'l-Ahkam, Şam, 1971
121- Sa'di, Abdurrahman; el-Kavaidu'l-Hisan li Tefsiri'l-Kur'ân, Riyad, 1982
122- Sami Şemseddin, Kamusi Türki, İstanbul, 1316 SAVt, Ahmed b. Muhammed (v.1241/1825)
122- Sami Haşiyetu's-Savi ale'l Celaleyn, Mısır, ts.
123- Sealebî, Ebu Mansur Abdilmelik Muhammed (429/1037) el-îkübas mine'l Kur'âm'l-Kerim, Mısır 1992
124- Semerrai, Numan Abdurrezak Mebahis fi't-Tarihi'l-İslâmi, Riyad, 1992
125- Sırma, İhsan Süreyya, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerler, İst., 1983
126- Sîbai, Mustafa, Hakeza Allemeîniye'l-Hayat, Beyrut, 1978
127- Schımmel Anne Maria, Muhammed ikbal,, çev. Senail Özkan, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1985
128- Suyutî, Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekir (v.911/1505) ed-Dürrü'l-Mensur, Beyrut 1992
128- Suyutî, el-İklil Fi'stinbati't-Tenzil, Beyrut, 1988
128- Suyutî, Mu'tereku'l-Ekran fi. Î'cazi'l-Kur'ân, Beyrut, ts.
128- Suyutî, er-Riyadu'l-Enife fi Şerhi Esmai'l-Hüsna, Beyrut, 1985
128- Suyutî, Savnu'l-Mantık anı'l-Kelam, Beyrut, ts.
129- Şamî, Hz.Salih Ahmed Min Meini's-Sire, Beyrut,1992
130- Şarbâsl, Ahmed; Mevsuatü lehü'l-Esmaü'l-Hüsna, Beyrut, ts
131- Şenklti, Muhammed Emin; Advau'l-Beyan fi Izahı'l-Kur'ân'i bi'l-Kur'ân, Beyrut, 1984
132- Şenkîti, Muhammed Habibullah b. Abdillah b. Ahmed (1363/1943) Zadü'l-Müslim, Mısır, ts.
133- Şeyhzade, Muhammed b. Mustafa el-Kuvecî el-Hanefî, (v.900/1543) Haşiyetu Şeyhzade ale'l-Beyzavi, İst.,1988
134- Şiblî, Mevlana,; Asr-ı Saadet, çev. Ömer Rıza Doğrul, İst.,1973
135- Tabbara, Abdulfettah; Ruhu'd-Dini'l-İslâmi, Beyrut 1988
136- Tabatabai, Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'ân, Tahran, 1973
137- Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir b. Yezid (v.310/922) Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kurtan, Beyrut, 1988
138- Tantavi, Cevheri, (1358/1940) Tefsiru'l-Cevahir, Mısır, 1350
139- Tarihi, Abdullah b. Hz.îbrahim b. Ali b. Kesir b. Galib, el-İstianetü bi Gayrı'l-Müsliminfi'l-Fıkhı'l-İslâmi, Riyad H.1410
140- Tebrîzi, Muhammed b. Abdilah el Hatıb (516/1122) Mişkatü'l-Mesabih, thk: M. Nasiruddin Elbani, Beyrut, 1985
141- Tehanevî, Muhammed Ali b. Ali b. Kadi (v. 115 8/1745) Keşşafü Îstilahati'l-Fünun, İst., 1984
142- Ülyani, Ali b. Nafi Ehemmiyetü'l'Cihad, Riyad, 1985
143- Vahîduddîn Han Kur'ân'ın Öngördüğü İnsan, çev., Hz.İbrahim Şahin İst.,1985
144- Yasin, Casim b. Muhamed el-Muhelhil, Tarikud'Da'veti'l-İslâmiyye, Kuveyt 1992
145- Yasîn, Muhamed Naim, el-İmanü Erkanühü ve Hakikatühü ve Nevakidühü, Mısır ,1991
146- Yazır, Muhammed Hamdi Elmahlı, (v. 1361/1942) Hak DiniKur'ân Dili, İst.,1979
147- Yeken, Fethi; et-Teğeyyüratü'd-Devliyye, Beyrut, 199
148- Zebidi, Ebu Feyz Seyyid Muhammed el-Murteza (893/1488) İthafü Sadeti'l'Müttakin bi Şerhi İhya-i Ulumi'd-Din, Beyrut, 1989
149- Zebidi, Tacü'l-Arus min Cevahiri'l-Kamur, Beyrut, 1966
150- Zeccac, Ebu İshad Hz. İbrahim Sırri,(3h7923) Meani'l-Kur'ân ve İ'rabuhu, Tah. Abdulcelil Abduh, Beyrut, 1988
151- Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Mahmud b. Ömer Carullah (v.538/1143) Keşşaf, Beyrut ts.-Esasü'l-Belağa, Beyrut, 1992
152- Zendanî, Abdülmecid Üzeyr; et-Tevhid, Beyrut, 1990
153- Zeydan, Abdülkerim, es'Sünenu'l-İlâhîyye, Beyrut, 1993-Usulu'd-Da've, Beyrut, 1987
154- Zuhayli, Muhammed; et-İtidalü fi't-Tedyyün, Beyrut, 1992
155- Zuhaylî, Vehbe; et-Tefsiru'l-Münir, Beyrut, 1991,
155- Zuhaylî, el-Fikhu 'l-İslâmi ve Edillehütü, Beyrut, 1987
155- Zuhaylî, Asaru'l-Harbi fi'l-Fıkhi'l-İslâmi, Beyrut, 1992[1521]
[1] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 11-12.
[2] Müslim, Enbiya: 62
[3] Furkan: 25/l.
[4] Maide: 5/48.
[5] Nisa: 4/170.
[6] Hicr: 15/85.
[7] Şura: 42 /24.
[8] İmad, Züheyr Hafız, el-Kısasu'1-Kur'aniyye, Beyrut, 1990, s. 14
[9] Enbiya: 21/17-18.
[10] Mevdudî, Ebu'1-A’la, Tefhimıı'l-Kur'an, Çev. Yusuf Karaca, Nazife Şişman v.d., İst., 1986, III, 275.
[11] Yunus: 11/119-120.
[12] el-Ferrâ', Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad, Meâm'l-Kur'an, Beyrut, 1983,11,31
[13] Şemseddin, Ebi Abdillah Muhammed b. Müflih el-Makdisi el-Hanbeli, el-Ada-.bus-Şer'iyye, Mısır ts. s. 41
[14] Al-i İmran: 3/60.
[15] Münavî, Şemseddin Muhammed Zeyneddin Abdurrauf, Feyzü'l-Kadir, Şerhu Camii's-Sağir, Beyrut, 1972, V.I46
[16] Hac: 22/40.
[17] Şuara: 26/84.
[18] Cassas, Ebu Bekir Ahmed er-Razi, Ahkarau'l-Kur'an, Beyrut, 1993,111,507.
[19] İbn Kayyım, Şemseddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekir Ez-Zer'i ed-Dimeşkî, Medaricu's-Salikinr-Beyrut ts. 111,134
[20] Gazalî, Muhammed, Hukuku'l-İnsan Beyne Tealimi'l-İslam ve İlan el-Ümemi'l-Müttehide, Mısır, 1993, s.168
[21] İsra: 17/9.
[22] Al-i İmran: 3/66.
[23] Mülk: 67/14.
[24] Nahl: 16/17.
[25] Yunus: 10/34.
[26] Beled: 90/10.
[27] Enfal: 80/42.
[28] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 13-17.
[29] Yunus: 10/32.
[30] Ahzab: 33/4.
[31] Yusuf: 12/108.
[32] Alûsî, Mahmud Şakir, Ruhu'l-Meani, Beyrut ts., XIII, 66
[33] Kasimî, Cemaluddin, Mehasinu't-Te'vil, IX, 3611
[34] Abdulbaki, Muhamnıed Fuad, el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'i-Kur'am'l-Kerim, Mısir, 1988, s.264
[35] Nisa: 4/82.
[36] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 18-20.
[37] İbn Manzûr, Ebu Fazl Muhammed b. Mukrim el-İfrikî, Lisanu'kArab, X,5I-52, Hak mad., Beyrut, 1990
[38] Kasas: 28/63.
[39] Zümer: 39/21.
[40] İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, X,51-52
[41] Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İst, 1979, IV, 26-75 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 22.
[42] M.Fuad Abdulbaki, Mü'cemu'l-Müfehres, Bkz.Hak mad. s.264-269
[43] İbn Teymiyye, Şeyhülislam Ahmed b. Abdulhakim, Mühçzzebu İktidai Sirati'l Müstakim Muhalefetu Ashabi'l Cahim, ist., 1996, s.29
[44] Zeydan, Abdulkerim, es-Sünenu'l-İlahiyye, s.41
[45] Cürcânî, Ta'rifat, s. 102 .Tehânevî Muhammed Ali b. Ali Kadi, Keşşafü İstila-hati'l-Fünun, İst., 1984 ,1,330
[46] Rıza, Muhammed Reşid, Tefsiru'l-Kur'an'il-Hakim (Menar), Beyrut ts., I,364
[47] Kardavî, Yusuf, İnsan ve Hak Mefhumu, çev. Mustafa Ateş, İst., 1968, s.6
[48] Meydanî, Abdurrahman Habenneka, Besair li'l Müslimi’l Muasır, Şam, 1988, s.48
[49] Kuşeyrî, Abdulkerim Hevazen b. Abdulmelik b. Talha b. Muhammed, Letaifu'l-İşarat, Mısır, 1981,11,95
[50] Firuzâbâdî, el-Kamus'l-Muhit, s.1129
[51] Yunus: 10/5.
[52] Sabık, Seyyid, Anasiru'l-Kuvveti fi'l-İslam, Beyrut, 1986, s.22
[53] İbn Esir, Mecduddin Ebi Saadet el-Mübarek b. Muhammed el-Cezerî, en-Nihaye fi Garibi'l Hadis, Beyrut ts., 1,413
[54] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1,280
[55] Yasin, Muhammed b.Naim,el-İman , Mısır, 1991, s.3
[56] Asım Efendi, Kamus Tercefnesi'., İst., 1305,111,811; Rağib, Müfredat, s.125
[57] Kuşeyrî, Letaifu'l-İşarat, 11,365
[58] İbn Aşur Muhammed Tahir' Tefsirut't-Tahrir ve't-Tenvir, Libya ts. XVIII,90 36. İbn Cevzi, Nuzhetu’l A'yuni'n Nevazir fi İlmi'l Vucuhi'n-Nezair, Beyrut, 1985, s.266
[59] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 22-25.
[60] Litaifu'1-İşarât, II,95; Meydanı, el-Akide el-İslamiyye, Şam, 1992, V,140,Hak Dini Kuran Dili, IV,2675; İbn Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun s.266
[61] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 25.
[62] Yazır a,g,e., IV,4675
[63] Yunus: 10/32.
[64] Kehf: 18/44.
[65] Hac: 22/62.
[66] Mü'minûn: 23/71.
[67] Meydanı, el-Akidetu'l-İslamiyye , s.140
[68] Buharî, Tehaccud, 1
[69] Îbnu'l-Arabî, Ebubekir Muhammed b. Abdillah b. Ahmed el-Mearifî,Ahkamu'l-Kur'an, Mısır ts., 111/1052
[70] En'amı: 6/62.
[71] Razî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Hüseyin b. Hasen b. Ali et-Temimi el-Bekrî, Fahruddin, Mefatihu'1-Gayb, Tahran İs., XIII,19
[72] Beyzavî, Nureddin Abdullah b. Ömer el-Kadi, Envaru't-Tenzil, Beyrut, 1990, 111,152
[73] Şarbasî, Ahraed, Mevsuatü Lehu'l Esmau'l-Hüsnâ, Beyrut, 1981,1,278
[74] Şarbasî, a.g.e., n,202
[75] Hakka: 22/6.
[76] Kehf: 18/44.
[77] Besâir, s.49
[78] Hicr: 15/85.
[79] Bakara: 2/164.
[80] Ankebut: 29/44.
[81] Şenkitî, Muhamed Emin, Advau'l-Beyan fi tzahi'l Kur'an'i bi'I-Kur'an, Beyrut, 1984, VÖ,264-26; Meydanı, Besâir, s.47
[82] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV.2675 (sadeleştirilerek)
[83] İbn Kayyım, Miftahü Dari'-Saade , Beyrut, ts., s:201
[84] En'am: 6/73.
[85] Enfal: 8/78.
[86] Yunus: 10/82.
[87] Nisa: 4/170.
[88] Tevbe: 9/33.
[89] Rıza, Menar, X,39I
[90] Meydanı, Besair, s.52
[91] Mü'min: 40/20.
[92] Mü'min: 40/28.
[93] Fatır: 35/5.
[94] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 25-30.
[95] Damağânî, Kamus'1-Kur'an, s.139; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1,45; İbn Cevzî Ebu Ferec Abdurrahman, Zadu'l-Mesir fi İlmi't-Tefsir, Beyrut, 1987, V,75; Kurtu-bî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensarî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, X,315; Muhammed, İbrahim Hafnevi, Dirasatün fi'1-Kur'an'ıl-Kerim, Mısır ts., s.31
[96] Razî.Mefatihu'l-Ğayb, XXVH,13
[97] Zuhruf: 43/2.
[98] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Teııvir, XXV,196
[99] En'am: 6/5.
[100] Alusî, Ruhu'l-Meani, VII,92
[101] Kasas: 28/48.
[102] İbn Atiyye, Ebu Muhamed Abdulhafc b.Ğalib, el-Muherreru'l-Veciz, Beyrut, 1993, IV,290
[103] İsra: 17/105.
[104] Kuşeyrî, Letaifu'l İşarât, 11,372
[105] Rağıb, Müfredat, s.378
[106] Furkan: 25/1.
[107] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, IX,326
[108] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, Beyrut, 1993, V.2547
[109] Hakka: 69/51.
[110] Kardavî, el-Aklu ve'l llmu fi'1-Kur'an, Mısır, 1996, s.121
[111] İbn Kayyım, Medaricu's-Salikin, Beyrut ts. II, 403
[112] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, XXIV,106
[113] Kardavî, İnsan ve Hak Mefhumu, s.42-45
[114] Bakara: 2/213.
[115] Furkan: 25/33.
[116] Gazzalî, Muhammed, Nazaratun fi'l-Kur'an, Mısır ts., s. 23
[117] Fussilet: 41/53. Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 30-33.
[118] Damağânî, Kamus'l-Kur'an, s.141; Suyutî, Celaltıddin Abdurrahman b. Ebi Bekir, Mu'tereku'l-Erkan fi İ'cazi'l-Kur'an, Mısır ts., 11,71 -72; Derviş Muhammed, İ'rabu'1-Kur'an, Beyrut, 1992, X,609
[119] Tevbe: 9/33.
[120] Nisa: 4/170.
[121] Suyutî, er-Riyadu'1-Enife fi Şerhi Esmai'l-Hüsnâ, Beyrut, 1985, s.431
[122] Yunus: 10/108.
[123] Zuhruf: 43/29.
[124] En'am: 6/5.
[125] Bakara: 2/42.
[126] Bakara: 2/109.
[127] Maide: 5/83.
[128] Kurtubîrel-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, Beyrut, ts 1,243
[129] İbn Atiyye, el-Muharrerul-Veciz, 1/196
[130] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 111,1795
[131] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 33-35.
[132] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yıın, s..268; Rıza, Menar, 1,442; İbn Atiyye, el-Muharre-ru'1-Veciz, IV.471; Damağânî, Kamusu'l-Kur'an , s.140
[133] Karî, Ali, Şerhu Fıkhi'l-Ekber, Beyrut, 1948, s.5
[134] Nahl: 16/2.
[135] Finızâbâdî, Besair, 11,484
[136] İbn Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun, s. 267
[137] Mü'minûn: 23/70.
[138] Kasas: 28/75.
[139] Ankebut: 29/68.
[140] Saffat: 37/37.
[141] İbn Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun,, s.268
[142] Ra'd: 13/14.
[143] Savı, Ahmed b. Muhamed, Haşiyetu's-Savî alel Ceialeyn , Mısır ts., 11,268
[144] Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Mahmud b. Ömer Carııllar^Ke^af, Beyrut.ts., 11,522
[145] Saffat: 37/471.
[146] İbn Atiyye, el-Muharreru'l-Veciz, IV,471
[147] Saffat: 37/35.
[148] İsra: 17/105.
[149] Rıza, Menar, 1,442
[150] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 35-37.
[151] Al-i İmran: 3/19.
[152] İbn Cevzî, Zadu'l-Mesir, VI,78; Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s. 139 ;
[153] İsra: 17/81.
[154] Kuşeyrî, Letaif, 11,365
[155] Enfal: 7/8.
[156] İbn Cevzî, Nüzhetü'l- A'yun, s.266; Suyuti, Mu'terekü'l-Akran, 11,71 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 37.
[157] Cürcânî, Ta'rifat, s.144
[158] Tehânevî, Keşşaftı Istilahati'l-Funun, 1,330
[159] Mevdudî, Tefhim, 7/225
[160] Yunus: 10/53.
[161] En'am: 6/73.
[162] Lokman: 31/32.
[163] Damağânî, Kamusul-Kur'an, s. 140
[164] Yasin, Muhammed Naim, el-İman, s.3
[165] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 38-39.
[166] Tehânevî, Keşşaf, 1,1015
[167] Hadid: 57/25.
[168] Enbiya: 21/112.
[169] A'raf: 7/89.
[170] Zuhaylî, Muhammed Vehbe, et-Tefsiru'1-Münir, Beyrut, 1991, XVII, 145
[171] Nur: 24/25.
[172] Sa'd: 38/22.
[173] İbn Cevzî, Nüzhetıt'l-A'yun, 267; Damağânî,Kamusu'l-Kur'an, s.140
[174] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 39.
[175] Mevdudî, Tefhim, Vü,225; İbnCevzî, Zadu'l-Mesir, VI,78; Rağıb, el-Müfredat, s. 125
[176] Secde: 32/13.
[177] Mü'min:40/6.
[178] Ahkaf: 46/118.
[179] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s.267; Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s.140 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 40.
[180] Kardavî, el-Helalü ve'l Haramu fı'1-İslam , Beyrut, 1988, s. İ5
[181] Bakara: 2/176.
[182] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s.268
[183] En'am: 6/119.
[184] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 40-41.
[185] Şeyhzade Muhammed bMustafa el-Küveci, Şeyhzade Ale'l Beyzavi, 1,100
[186] Fatiha: 1/4.
[187] Hakka: 69/1.
[188] Firuzâbâdî, Besair, IV.486
[189] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, XIII, 5311; Bkz. Alusî; Ruhu'l-Meani, XIX,39
[190] Kutub, Seyyid, fi Zilal, VI.3677
[191] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 41-42.
[192] Suyuti, Mu'terekü'l-Akran, 1,257
[193] Yazır, a.g.e., 111,1874
[194] İbn Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun, s. 268
[195] Kaf: 50/19.
[196] Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Münir, XXVI/296 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 42.
[197] Cürcânî, Ta'rifat, s.61
[198] Bakara: 2/71.
[199] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s.268; İbn Aşur.el-Tahrir ve't-Tenvir, 1,556 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 42-43.
[200] Fatır: 35/15.
[201] Kuşeyrî, Letaifu'l-Işarat, 11,198
[202] Hud: 11/79.
[203] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s. 141; Ibn Cevzî, NüzhetiTl-A'yun, s.268 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 43.
[204] İsra: 17/26.
[205] Kurtubî, el-Camiu Ahkami'l-Kur'an, X,247
[206] Mearic: 70/24-25.
[207] Zariyal: 51/19.
[208] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s.141
[209] Bakara: 2/282.
[210] Damağânî, a.g.e., s. 140
[211] İbn Esir, en-Nihaye fi Ulumi'l-Hadis., 1,413; Ebu Ceyb Said, el-Kamusu'1-Fıkhi, Şam, 1988, s.94
[212] Bakara: 2/180.
[213] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 44.
[214] Bakara: 2/147.
[215] Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Münir, 11,28 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 44-45.
[216] Bakara: 2/61.
[217] Al-i İmran: 3/112.
[218] İbn Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun, s. 262
[219] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 45.
[220] İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab. X,49
[221] Yunus: 10/32.
[222] Alusî, Ruhu'l-Meani, XI, 113
[223] Hüseyin, el-Mizan, Tahran,1973, X,84
[224] Tabatabaî, a.g.e., X,84 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 45-46.
[225] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yım, s.269; Ersoy M.Akif, Kur'an'dan Ayetler, ist. 1976, s. 146; Kuşeyrî, Letaif, 11,365; İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir,. XVIII,90; İbn Manzur, Lisanu'1-Arab, X,49
[226] Kasimî, Mehasinu't-Te'vil, 11,86
[227] Ersoy, M.Akif, a.g.e. s. 146
[228] Yunus: 11/30.
[229] Hac: 22/6.
[230] Hicr: 14/85.
[231] İbn Cevzî, Ntızhetu'l-A'yun, s.269
[232] En'am: 6/62.
[233] İbn Manzûr, Lisanu'-l-Arab, X,50 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 46-47.
[234] Bkz. İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, X.51;Bkz. Firuzabadi, Besair, II,484;Bkz. İbn Düreyd, Cemhere, 1,151 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 47.
[235] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 48.
[236] Rağıb, Müfredat, s.508
[237] Bakara: 2/257.
[238] İbn Kayyım, Emsalu'l-Kur'an, Beyrut, 1983, s.197 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 48.
[239] RağitvMüfredat, s.160
[240] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s.167 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 48.
[241] Cürcânî, Ta'rifat, s. 161
[242] Damağânî, a.g.e., S..319 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 48-49.
[243] Cürcânî, a.g.e., s.143
[244] Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili, 1,274
[245] Damağânî, a.g.e., S..282 .
[246] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 49.
[247] Rağıb , Müfredat, s.418
[248] İbn Aiiyye, el-Muharreru'1-Veciz, 1,75 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 49.
[249] H.Yusuf Musa, RFettah es-Saidi, el-İfsah, 11,1262
[250] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, S..203 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 49-50.
[251] Kuşeyrî, Letaifu'l-İşarat, 1/619.
[252] Cürcânî, Ta'rifat, s.181
[253] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, IX,326
[254] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 50.
[255] Enfal: 8/7. Yunus:10/82; Şura: 42/24.
[256] Zemahşerî, Esasu'l-Belağa, Beyrut, 1992, s.136; Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Münir, IX,259; Firuzâbâdî, Besair, 11/485; Rağıb , Müfredat, s. 126
[257] Tevbe: 9/14-15.
[258] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, III.1612
[259] Tantavi, Cevheri, Tefsirul-Cevahir, Mısır, 1350, VI.95
[260] İbn Aşur, en-Tenvir ve't Tahrir, XJ134
[261] Kuşeyrî, Letaifu'l-lşarat, 11,12
[262] Bkz. el-Mübarekfurî, Ebu Ali Abdurrahman b. Abdurrahman,er-Rehiku'l-Mahtum, Beyrut, 1988, s.156-166
[263] Şibli, Mevlana, Asr-ı Saadet, Çev. Ömer Rıza Doğrul, ist 1973,1,533
[264] Nahl: 16/125.
[265] Mevdudî,Tefhimu'l-Kur'an, 111,63
[266] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 51-54.
[267] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 54.
[268] M.Fuad Abdulbaki,Mu'cemu'l-Müfehres, Bkz.Emine mad., s.140
[269] Rum: 30/47.
[270] Enfal: 8/19.
[271] Alusî, Ruhu'l-Meani, 1,108
[272] Hucurat: 49/13.
[273] Al-i İmran: 3/200.
[274] Al-i-İmran: 3/200.
[275] Zeydan.es-Sünenn'1-tlahiyye, s.59.
[276] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 1,553.
[277] Al-i İmran: 3/75.
[278] Razî,Mefatihu'l-Ğayb, XIII,228 .
[279] Zeydan,es-Siinenü'l-Üahiyye, s. 59.
[280] Zeydan, es-Sünenu'1-Ilahiye, s.59-60
[281] Ğadban, Muhammed Münir, el-Mesire el-tslamiyye li'Tarh, Mısır ts.,-s.l63
[282] Cürcânî, Ta'rifat, s. 143
[283] Al-i İmran: 3/200.
[284] Zeydan, es-Siinenu'1-îlahiyye, s.70
[285] Al-î İmran: 3/140.
[286] Razî, Mefatihul-Ğayb , IX,14
[287] Enfal: 8/45.
[288] İbn Aciyye, el-Muharrerü'l-Veciz, 11,336
[289] İbn Kesir, Ebu Fida İsmail b. Ömer,Tefsiru Kur'an'il Azim, Beyrut, 1988,11,516
[290] Muhamed: 47/7.
[291] Maide: 5/2.
[292] Tevbe: 9/38.
[293] Saf: 61/4.
[294] Al-i İmran: 3/104.
[295] Zeydan, es-Sünenu'1-İlahiyye, s.63
[296] Al-i İmran, 3/104.
[297] Zeydan, a.g.e.,s.63 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 54-59.
[298] Nisa: 4/71.
[299] İbn Aliyye, el-Muharrenı'l-Veciz, 11/77
[300] Enfal: 8/60.
[301] Nisa: 4/102.
[302] Zeydan, es-Sünen el-İlahiyye, s.73
[303] Bakara: 2/216.
[304] Kurtubî, el-Camiu li Ahkanti'l-Kur'an 111,38-39
[305] Kurtubî, a.g.e.,64
[306] Enfal: 8/65.
[307] Zeydan, es-Sünenü'î-İlahiyye, s.56
[308] Enfal: 8/43.
[309] Zeydan, es-Sünenu'l-İlahiyye, s.58
[310] Enfal: 8/36.
[311] Tevbe: 9/111.
[312] Tevbe: 9/41.
[313] Muhammed: 47/7.
[314] Razî, Mefatihu'1-Ğayb, XXVIH/48
[315] Zeydan, es-Sünenu'1-İlahiyye, s.61
[316] Yunus: 10/88.
[317] Kadiri Abdullah Ahmed, el-Cihadu fi Sebilillah, Cidde, 1985,1,487
[318] Enfal: 8/60.
[319] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 59-63.
[320] Bakara: 2/147.
[321] Yunus: 10/35.
[322] Tabatabaî, el-Mizan, X/58
[323] En'am: 6/57. Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 63-64.
[324] İbrahim: 14/19.
[325] Enbiya: 21/18.
[326] Sebe': 34/48.
[327] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, IV, 2372
[328] Keftaro, Ahmed, Siyretü Resülillah, Şam ts., s.72
[329] Mü'minûn: 23/71.
[330] Kutub, Seyyid, fi Zilal, 1/7 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 64-65.
[331] Yunus: 10/92.
[332] Bakara: 2/257.
[333] Derviş, Muhittin, IVabıı'l-Kur'ün'ül-Kerim, Beyrut, 1992,1/390
[334] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, III/1782
[335] Buharı, Enbiya, 48; Müslim, Fedail, 148
[336] İbn Kayyım; Tariku'l-Hicreteyn, Beyruc Es., s.226
[337] Maide: 5/98.
[338] Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Mimir, M/167
[339] Sebe: 34/24.
[340] En'am: 6/153.
[341]el-Bennâ, Ahmed Abdurrahman, el-Fethurrabbani, Şerhu Müsned, 1,141; Dehlevî, Ahmed b. Abdurrahman, Hüccetullahi'l-Baliğa, Beyrut, 1,486
[342] Meydam, Besair, s.46
[343] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 66-68.
[344] Müzzemmil, 73-5
[345] Haşr: 59/21.
[346] Kutub, Seyyid, fi Zilal, VI.3745
[347] Kuşeyrî, Letaif, III/642
[348] Gazzalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, thya, (İthaf ile beraber), Beyrut 1989,1,734
[349] Mevdudî, Tefhim, VI.457
[350] Suyutî, ed-Durra'i-Mensur, Beyrut, 1994, VI.442
[351] İnşirah: 95/2-3.
[352] Kasimî, Mehasin, Mısır ts., XVII/6189
[353] Mevdudî, Tefhim, VII,157 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 68-70.
[354] Enbiya: 21/24.
[355] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, XVI,48
[356] Mü'minûn: 23/70.
[357] Sebel: 34/13.
[358] Yusuf: 12/103.
[359] En'am: 6/116.
[360] Hud: 11/17.
[361] Yunus: 10/55.
[362] Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Münir, XI1I,8I
[363] Hud: 11/40.
[364] Yunus: 10/83.
[365] İbn Atiyye, el-Muharreru'1-Veciz, 111,172
[366] Tirmizi, Kıyamet, 16
[367] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 70-71.
[368] Fatır: 35/19.
[369] Maide: 5/100.
[370] Fatır: 35/21.
[371] Ahzab: 33/4.
[372] Sibai, Mustafa, Hakeza Allemetniye'l-Hayat, Şam ts., 1,129
[373] Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Miinir, VII,225
[374] Havva.Said, el-Esassu fı'tjefsir, Mısır, 1985, V,2553
[375] Zamahşeri, Keşşaf, 11,345
[376] Kalem: 68/8-9.
[377] M.Derveze, Siyeru'r-Resül, Mısır, 1965,1,216
[378] En'am: 6/52.
[379] Sami Salih Ahmed, Min Meini's-Sire, Beyrut, 1992, s.103
[380] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 72-73.
[381] Tehânevî, Keşşafu İstilahati'l-Fünun, 1,320
[382] Fussilat: 41/42.
[383] Fatır: 35/43.
[384] Mustafa Muhammed Salih, Tefsiru Süreti'r-Ra'd, Riyad,1980, s.45
[385] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 73-75.
[386] Bilmen Ö. Nasuhi, Hukuki Islmiyye ve İstilahati Fikhiyye Kamusu, Ist.,1985, s.12
[387] Zuhaylî, el-Fikhu'1-İslami, IV,5
[388] Sa'di, Ebu Ceyb, el-Kamusu'l-Fıkhi, Şam,1988, s.94
[389] Zuhayli, a.g.e., IV, 16 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 75.
[390] Abdulkadir, Ahmet Ata, et-Tasavvufu'Mslamİ, Beyrut,1987, s.274
[391] Alusî, Ruhu'l-Meani, 1,247
[392] Şarbasî, Lehü'l-Esmaıı'l-Hüsna, 1,282 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 75-76.
[393] Kardavî, İnsan ve Hak Mefhumu, s.5
[394] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 76.
[395] Kardavî,a.g.e., s.5 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 76.
[396] Rıza, Menar, V,412-413
[397] Hadid: 57/25.
[398] Ebu Zehra, Muhammed, Hatemu'n-Nebiyyin, Beyrut ts 1,418
[399] Gazzalî, Muhammed, Hukuku'l-tnsan Beyne Tealimi'Mslam ve'1-Ümemi'l-Miittehide, Mısır,1993, s.57
[400] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 76-78.
[401] Enbiya: 21/24.
[402] Yunus: 10/39.
[403] Tevbe: 9/6.
[404] Razî, Mefatihu'1-Ğayb , XV,228-229
[405] Behiy.Muhammed, ed-Din-u ve'd-Devle, Beyrut,1971, s.475
[406] Furkan: 25/43.
[407] Kasas: 28/50.
[408] A'raf: 7/179.
[409] Mülk: 67/10.
[410] Bakara: 2/120.
[411] Neml: 27/14.
[412] Mü'minûn: 23/47.
[413] En'am: 6/52.
[414] Bakara: 2/109.
[415] Gazzalî, Muhammed, Teemmulatü'n fi'd-Dini ve'1-Hayat, Mısır,1948, s.113
[416] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, XVIII,91
[417] Keftaro, Siretü Resülillah, s.68
[418] Kardavî, İnsan ve Hak Mefhumu, s.81
[419] Mü'minûn: 23/47.
[420] Kardavî, el-Aklu ve'l-İlmu fi'1-Kur'anı'l-Kerim, s. 112
[421] İbn Kayyım, Hidayetu'l-Hıyar, Beyrut,1990, s.37
[422] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 79-83.
[423] En'am: 6/148.
[424] Casiye: 45/32.
[425] Nisa: 4/157.
[426] Hac: 22/3; Al-i İmran: 3/66.
[427] En'am: 6/144.
[428] En'am: 6/140.
[429] Hac: 22/71.
[430] Hac: 22/71.
[431] Al-i İmran: 3/154; Ahzab: 33/33.
[432] Amir, Behçetü'l-Mehafıl, Beyrut ts.', 11,280
[433] Sebe': 34/6.
[434] Kuşeyri,Letaif, 111,176
[435] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, V.2894
[436] Hac: 22/54.
[437] İsra: 17/107.
[438] Kardavi, Fi Fıkhi'l-Evveliyat, Mısır, 1995, s.61
[439] Kardavi, a.g.e., s.216
[440] Mülk: 67/10.
[441] İbn Cevzi, Telbis-u İblis, Beyrut, 1987, s.81; Tantavi, Tefsiru'l-Cevahir, Mısır, H.I350, V,38
[442] Bakara: 2/212.
[443] Al-i İmran: 3/71.
[444] Bakara: 2/146.
[445] Hicr: 15/36.
[446] İsra: 17/102.
[447] Araf: 7/175.
[448] Kardavi, el-Aklu vel-İlmu fi'1-Kur'an, Mısır,1996, s.108
[449] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 84-88.
[450] İsra: 17/105.
[451] Furkan: 24/1.
[452] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, 111,150
[453] Alusî, Ruhul-Meani, 111,77
[454] Hadid, 57/25; Kasimî, Mehasin, IV,750
[455] Rıza, Menar, 111,160
[456] Enfal: 8/29.
[457] Rıza, el-Vahyu'1-Muhammedi, Beyrut, 1960, s. 140
[458] Kardavi, İnsan ve Hak Mefhumu, s.29
[459] Ahmed bin. Hanbel, VI,256
[460] İbn Teymiye, el-Farku Beyne Evliyair-Rahman ve Evliyaiş-Şeytan, Bejput 1397, s.66
[461] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 11,2830 (Sadeleştirilerek)
[462] el-Kadiri, Ahmed, el-Cihad, 1,413
[463] İbn Teymiyye, ef-Tefsiru'1-Kebir, Tah.: Abdurrahman Umeyra, Beyrut t., 1,423
[464] Gazzali, İhya,( İthaf ile bareber), IX,450
[465] Zebidî, İthafu Sadeti'l-Muttakiıı, Beyrut, 1989, VIII,451
[466] İbn Teymiye, et-Tefsiru'1-Kebir, V,7
[467] Tabatabaî, Mizan, IX,48
[468] Hammada, Hamza, el-Menahicu'l-İslami fil Cerhi ve't-Ta'dil, Mısır, 1982,s.348
[469] Bakara: 2/213.
[470] Kıyame: 75/13-14.
[471] Mevdudi, Tefhim, VI.491
[472] Şems: 91/7-8.
[473] Müslim, Cennet, 63
[474] Hadid: 57/25.
[475] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, VI,3496
[476] Miinavî, Feyzü'l-Kadir, Beyrut, 1972,1,256
[477] Münavî, a.g.e., 1,385
[478] Ankebut: 29/69.
[479] İbn Atiyye, el-Muharreru'l-Veciz, IV.326
[480] Müslim, Müsafirun, 200
[481] Kardavi, el-Merceiyyetü'1-Ülyâ fi'-İslâm, Mısır ts. s.162
[482] Enfal: 8/32.
[483] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 89-95.
[484] Tevbe: 9/118.
[485] Saf: 61/14.
[486] İbn Arabi, el-Vesâyâ, Beyrut,l988, s.80
[487] Rabbânî, Mektûbat, îst.1969,1,430
[488] Kurtubî, el-Camİu li Ahkami'l-Kur'an, IV, 170
[489] Fatır: 95/24.
[490] Ra'd: 13/7.
[491] İsra: 17/15.
[492] Buhari, (Fethu'1-Bari ile ) Beyrut, 1989,VI,632
[493] Ebu Davud, Melâhim, I
[494] Tebrizî, Mişkatu'l-Mesabih, Beyrut, 1985,1,82
[495] Elbanî, Nasuriddin, Silsiletu'l-Ehadisi's-Sahiha, Beyrut, 1991, V,7
[496] Fatır: 35/32.
[497] Elbanî:,a.g.e., V,7
[498] Araf: 7/181.
[499] tantavî, Cevahir, Mısır, II.1350 , 7/13
[500] A'raf: 7/159.
[501] Raşid, Muhammed Ahmed, el-Muntelak, Beyrut, 1993, s.63
[502] Bakara: 2/251.
[503] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, 11,502
[504] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 1,270-271
[505] Şenkitî, Zadu'I-Müslim, Mısır ts. V,195
[506] Buhari, (Fethu'1-Bari üe) VI,632
[507] Ebu Şehbe, Difaun ani's-Sünne, Beyrut, 1991, s.382
[508] Yasin: 36/20.
[509] Zuhaylî, Tefsir, XXII,307
[510] Sa'lebî, el-İktibas Minel-Kur'anı'l-Kerim, Mısır, 1992, s.261
[511] Bakara: 2/83.
[512] Sebe: 34/13.
[513] Bakara: 2/109.
[514] Bakara: 2/243.
[515] Hud: 1l/1.
[516] A'raf: 7/102.
[517] Yunus: 10/32.
[518] Beled: 90/10.
[519] Ahzab: 33/4.
[520] Raşid, Muhammed Ahmed,el-Evaik, Beyrut, 1993, s.238
[521] Ankebut: 29/69.
[522] İbn Atiyye, el-Muharreru'1-Veciz, IV.326
[523] Cum'a, Ahmed Halil, el-Mubeşşerune bi'n-Nar, Beyrut,1993, s.185
[524] Müsüm, Sahihu Müslim bi Şerhi'n-Nevevi, Beyrut ts. 11,91
[525] Muhammed b. Lütfı Sabbah, Min Hedyi'n-Nübüvve, Beyrat, 1994, s.477
[526] Vehiduddin Han, Kur'an'ın Öngördüğü İnsan, Çev. ibrahim Şahin, îst.1985, s.19
[527] er"Raid Dergisi, Şevval, 1415, Sayı, 18-19 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 95-101.
[528] Asr: 103/3.
[529] Enfal: 18/45.
[530] Buhari, Cihad, 112
[531] İbn Atiyye; el-Muharreru'l-Veciz, 11,536
[532] Ahmed Faiz, Tariku'd-Da've, 1,353
[533] Al-i İmran: 3/146
[534] Bakara: 2/21.
[535] Al-i İmran: 3/140.
[536] Müslim, Cuma, 20
[537] Ebu Şehbe, es-Siretu'n-Nebeviyye fi Dav'il-Kur'an, Beyrut, 1988,1,302
[538] Faiz, Ahmed, Tarİku'd-Da've, s.357
[539] Münavî, Feyzü'i-Kedir, IV,121
[540] Müberekfurî, Tuhfetu'l-Ahvezi Şerhu't-Tirmizi, Mısır ts. VI,296; Münavî, Fayzul-Kedir, IV.121
[541] Nesaî, Sünen, Bey'at,3
[542] Cum'a,A.Halil,el-Mübeşşerun, 1,130
[543] Münavî,Feyzü'l-Kedir,IV121
[544] İbn Cevzî, Seydu'l-Hatır, Mısır, s.l 18
[545] Gazali, M., el-t'tikad fı't-Tedeyyün, Beyrut, s. 188
[546] el-Hanbelî, el-Adabu's-Şer'yye, Mısır, 1,207
[547] el-Halidî, Salah Abdulfettah, Seyyid Kutub, Beyrut, s.474
[548] Ra'd: 13/17.
[549] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 101-107.
[550] Al-i İmran: 3/92.
[551] Tevbe: 9/111
[552] Kuşeyrî, Letaif, I, 258
[553] Kuşeyrî, a.g.e., 1,258
[554] Mümtehine: 60/4.
[555] Nahl: 16/120.
[556] Yasin: 36/6.
[557] Raşid, M.Ahmed, el-Muntelak, s.170-171
[558] Sabık, Seyyid, Anasiri'l-Kuvve, Beyrut,s.33
[559] Al-i İmran: 3,186.
[560] Bakara: 2/120.
[561] Rıza, Menar, 1,445
[562] Bakara: 2/214.
[563] Rıza, Menar, 11,299
[564] Nisa: 4/95.
[565] Tevbe: 9/111.
[566] Abdulbaki, M. Fuad, Mu'cemu'l-Müfehres, Mal Maddesi, s.856
[567] Sibaî, Mustafa, Hakeza, s.193
[568] Hadid: 57/25.
[569] Hucurat: 49/15.
[570] İbn Mace, Mukaddime, II, Ahmed b. Hanbel, 253-256
[571] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 107-112.
[572] Rağıb, el-Müfredat, s.446-447; el-Mu'cemu'1-Vesit, Heyet, Beyrut ts. s.812
[573] İbn Cevzi, Telbis-u îblis, s.50
[574] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Terivir, 1,471
[575] Bakara: 2/42.
[576] Al-i İmran: 3/71.
[577] İbn Cevzi, Telbis-u iblis, s.50
[578] İbn Manzur, Lisanu'1-Arab, Decl Maddesi, 11,236; Ebü'l-Hasaıı Nedvi, Din ile Maddecilik Arasında Ezeli Savaş, İst. 1975, s.10
[579] Bakara: 2/42.
[580] Rıza, Menar, 1,292
[581] Yazır, Tefsir, IV.2513 (Sadeleştirilerek)
[582] Yazır, a.g.e., 1,336
[583] En'am: 6/137.
[584] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, 1,47
[585] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 112-115.
[586] İbn Aşur.et-Tahrir ve't-Tenvir., 11,66
[587] Nesai, Sünen, Beyat
[588] Münavî, Feyzu' Kadir,II,30
[589] Ahmed b. Hanbel, Müshed, 11,494
[590] İbn Mace, Filen, 20
[591] Bediuzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, ist. 1990, s. 36
[592] Yazir, Tefsir, 1,561
[593] Bakara: 2/140.
[594] Kasimî, Mehasin, 11,276
[595] Bakara: 2/159.
[596] Al-i İmran: 3/187.
[597] Buhari, İlim; 42
[598] Tantavî, M.Said, Resailu Mescidi'l-Camia, Beyrut, İ985,s.456
[599] Zuhaylî, el-Tefsiru'l-Münir, 11,52
[600] el-Karî, Ali, Min Mirkati'l-Mefatih, Beyrut ts. 1,234
[601] Kari a.g.e., 1,234
[602] Alusî, Ruhurl-Meani,IV,156
[603] Rıza, Menâr, IV.280
[604] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 115-118.
[605] A'la: 87/9.
[606] Sa'dî, ei-Kavaidu'1-Hisan li Tefsiri'l-Kur'an, Rİyad,1982, s.96
[607] Kasimî, Mehasin, IX,3694
[608] Mü'min: 40/28.
[609] Buhari, İlim, 42
[610] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, 11,70
[611] İbn Aşur, a.g.e., 11,70
[612] İbn Arabi, el-Vesaya, s.29
[613] İbn Vezir, İsrau'l-Hak ala'1-Halk, Beyrut, 1987, s.84
[614] Yunus: 10/39.
[615] Kadiri, el-Cihad, 1,188
[616] Kadiri,a.g.e. 1,164
[617] Nursi, Said, Mektubat, Ist.,1964, s.445 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 118-121.
[618] Mevdudi, Tefhim, VII.265
[619] Kasimî, Mehasin, XVII, 6250
[620] Rıza, Menar, 1,37
[621] Al-i İmran: 3/110.
[622] Alusî, Menar IV,28
[623] Kutub, Muhammed, İslami Açıdan Tarihe Bakışımız, Çev. Talib Özdeş, İst.,1990, s.142
[624] Mevdudi, Tefhim, VII,225
[625] Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Çev. N. Ahmed Esrar, İst.1984,11,366
[626] Asr: 103/3.
[627] Abduh, Yusuf, Ve'i-Asr Süresinin Tefsiri, Çev. Yusuf Ziyaeddin Ersoy, Ank. 1960, s.35-36 (Sadeleştirilerek)
[628] Ersoy, M.Akif, Kur'an'dan Nakışlar, s. 146
[629] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IX, 6080
[630] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, VI.3971
[631] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 121-124.
[632] İbrahim: 14/22.
[633] Hicazî, et-Tefsiru'1-Vadıh, Mısır, 1979, Cüz 13 111,70
[634] Buhari, Fedailu'I-Kur'an, s.10; Ibn Kesir, Tefsiru Kur'am'1-Azim, 1,480
[635] Miras, Kamil, Sahih-i Buhari, Muhtasarı ve Şerhi, Ank. 1993, X,39
[636] Münavî, Feyzü'l-Kedir, 1,529
[637] Şamî, S.Ahmed, Min Meini's-Sire, s.56
[638] Cum'a, el-Mübcşşerun, 1,154
[639] İbn Cevzî, Telbis-u İblis, s.51
[640] Meryem: 19/43.
[641] Askalanî, Fethu'1-Bari, Beyrut,1989,I,226
[642] Askalanî, a.g.e., 1,218
[643] Neml: 27/22.
[644] Hicazî, et-Tefsiru'1-Viidıh, Cüz 29,11,27
[645] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 124-128.
[646] İbn Manzûr, Lisanu'1-Arab, Bkz. Betele mad.; İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir I,470,XI,56
[647] İbn Cevzî, Zadu'l-Mesir, V,79
[648] İbn Manzûr, Lisanul-Arab, İlgili mad. XI,57
[649] Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, 1,679
[650] İbn Dureyd, Cemheretü'1-Luğa, tah. Remzi, Münir Ba'İebekki, Beyrut,ts.I,388
[651] İbn Cevzî, Nuzhetu'I-A'yun, s.195
[652] İbn Cevzî, a.g.e., s.195
[653] Kardavî, İnsan ve Hak Mefhumu, s.6; Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, IV.315
[654] Rağıb, el-Müfredat, s.126
[655] Fimzâbâdî, Besair, IV,486
[656] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, 1,340
[657] Cürcânî, Ta'rifat, s.57
[658] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 131-132.
[659] Meydanı, Besair, s.48
[660] Kuşeyrî, Letaif, 11,365
[661] İbn Teymiye, Myhezzebu İktidai Sirati'l-Müstakim Muhalefetti Ashabı'l Cehim, İst.,1996, s.29
[662] Zeydan, es-Sünen, s.45
[663] Finızâbâdî, Besair, 11,252
[664] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 11,1261
[665] Meydanî, Besair, s.48
[666] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 132-133.
[667] M. Fuad Abdulbaki, el-Mu'cemu'l Müfehres, Bkz. Betele mad. s.156
[668] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 133.
[669] Hac: 22/62.
[670] İbn Kesir, Tefsinı Kur'an'ıl-Azim, 111,384
[671] Askalanî, Ahmedb. Ali b.Hacer, Fethu'1-Bari, X,658
[672] İbnu'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an, Mısır ts, 111,105! 7- Şerbasi, Mevsuatu Lehü'l-Esniaü'l-Hüsna, 11,202
[673] Alusî, Rııh'ul-Meani, 1,247
[674] Kuşeyrî, Leiaif, 11,365; Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, IV,315 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 133-134.
[675] İbn Cevzî, Îğasetül-Lehfan Min Mesayid's-Şeytan, Beyrut ts. I, 243
[676] Sa'd: 38/27.
[677] Yunus: 10/5.
[678] Bakara: 2/42.
[679] Ra'd:13/17.
[680] İbn Kayyım, İğasetül-Lehfan Min Mesayidi-s-Şeytan, 1,242
[681] Zeydan, es-Sünen, s.45
[682] Firuzâbâdî, Besair, IV ,486
[683] Fussilat: 41/42.
[684] Hicr:15/9.
[685] Razî, Mefatihul-Ğayb, XVII,131
[686] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 134-135.
[687] İbn Cevzî,Zadu'l-Mesir, V,78
[688] Nahl:16/81.
[689] İsra:17/81.
[690] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, S.197 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 135.
[691] Kuşeyrî, Letaif, 11,3651: Firuzâbâdî, Besair, 11,213 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 135.
[692] Fussilat: 41/42.
[693] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s.72, Finızâbâdî, Besair, 11,252
[694] Casiye: 45,27.
[695] Damağânî, Kamusu'l-Kur'aıı;s. 72; İbn Cevzî, Nüzhetu'l-A'yun, s.196 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 135-136.
[696] Firuzâbâdî, Besair, 11,252; İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s.197; Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 136.
[697] Beyzavî, Envaru't-Tenzil, 11,414
[698] Ankebut: 29/52.
[699] Firuzâbâdî, Besair, 11,253
[700] İbn Cevzî,Zadu'l-Mesir, V,78
[701] İsra: 17/81.
[702] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'i-Kur'an, X,314
[703] Kasimî, Mehasin, X,3976; Suyutî, el-İklil, fıstinbati't-Ten.zil, Beyrut,1985,s.l68
Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 136-137.
[704] Firuzâbâdî, Besair, 11,253
[705] Bakara: 2/264.
[706] Muhammed: 47/33.
[707] Firuzâbâdî, Besair, 11,253; Damağânî,Kamusu'l-Kıır'an, s.72; İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s.197
[708] Şarbasî,Mevsualu Lehü'l-Esmai'l-Hüsna, 11,202 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 137.
[709] Bakara: 2/188.
[710] İbn Aşur, et-Tenvir ve't-Tahrir, 11,190
[711] Yunus: 10/32.
[712] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, VIII,377
[713] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 11,1341
[714] Rıza, Mcnar, 11,195; İbn Esir, en-Nihaye, 1,136
[715] İbn Cevzî, Nuzhetu'l-A'yun, s,195
[716] Îbnu'l-Arabî, Ahkamu'l-Kur'an, 111,1051
[717] Münavî, Feyzu'l-Kadir, V,23
[718] Münavî, a.g.e., V,22
[719] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 137-138.
[720] Rağıb, Müfredat, s 379
[721] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s.357
[722] Cürcânî, Ta'rifat, s.179
[723] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 139.
[724] Hüseyin, Yusuf Musa, A.Fettah es-Saidi, el-İfsah. Tahran, 1404,11,1288
[725] Yunus: 10/32. Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 139.
[726] H.Yusuf Musa, A.Fettah es-Saidi, a.g.e., II, 1288
[727] Rağıb, Müfredat, s. 147
[728] Damağânî, Kamusu’l-Kur'an, s. 157 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 139.
[729] Rağıb, Müfredat, s. 505 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 139.
[730] Rağıb,a.g.e., s.544
[731] Damağânî, Kamusu'l-Kur'an, s.477 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 140.
[732] H.Y.Musa, A.F. Es-Said, el-İfsah, 11,188,
[733] Beyzavî, Envaru't-Tenzil, IV,488
[734] Şura: 42/16.
[735] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 140.
[736] Fussilet: 41/43.
[737] Bakara: 2/118.
[738] Tur: 52/53.
[739] Rıza, Menar, 1/440
[740] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 1,105
[741] A.Muteal, M.el-Cebri, es-Siretu'n-Nebeviyye ve Evhamu'l-Müsteşrikin, Mısır, 1988, s.57
[742] Yunus: 10/32.
[743] Kutub, Muhammed, İslamı Açıdan Tarihe Bakışımız, Çev. Talib Özdeş, ist., .1990 s.158
[744] Şuara: 26/110-111.
[745] Hud: 11/27.
[746] A'raf: 7/76.
[747] A'raf: 7/88.
[748] A'raf: 7/82.
[749] Enbiya: 21/68.
[750] A'raf: 7/127.
[751] Saf: 61/6.
[752] Al-i İmran: 3/73.
[753] Furkan: 25/7.
[754] Duhan: 44/13-14
[755] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 140-144.
[756] Bkz. el-Kamî, Abdullah b. Muhammed, Davabitu't-Tekfir inde Ehli'Sünneti ve'l Cemaa, Beyrut,1992, s.97-193
[757] Derviş, İ'rabu'l-Kur'ân, 1,390
[758] Gazzalî, İhya, IX,165, (İthafla beraber)
[759] Al-i İmran: 3/113.
[760] Kuşeyrî, Letaif, 1,271
[761] Bkz. Abdullah b. İbrahim b. Ali, et-Tarihu el-Istianetü bi Gayril-Müslimin,fîl-Fıkhı' İslami, Riyad,I 411, s.131-165
[762] Maide: 5/82.
[763] Kuşeyri Letaif, 1,442-443
[764] Ebu Şehbe, Muhamırıed.es-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut,1988,1,349
[765] Nisa: 4/145.
[766] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 144-147.
[767] Tevbe: 9/32.
[768] Maide: 5/82.
[769] Bakara: 2/205.
[770] Şuara: 26/22.
[771] Mü'minûn: 18/47.
[772] Şuara: 26/22.
[773] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, V,259O
[774] Nisa: 4/76.
[775] Nisa: 4/60.
[776] Kutub, Muhammed, İslami Açıdan Tarihe Bakışımız, s. 146
[777] Kutub, Muhammed, a.g.e., s.125
[778] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 147-149.
[779] Nur: 24/19
[780] Kuşeyrî, Letaif, 11,600
[781] Hud: 11/116
[782] En'am: 6/112
[783] Kadirî, el-Cihad , 1/395
[784] İbn Kayyım, İgasetu'l-Lehfan min Mesayidi's-Şeytan, 1,130 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 150.
[785] Cin: 72/14-15
[786] Yusuf: 13/306
[787] Hud: 11/113
[788] Muhammed: 47/2
[789] Nesefî, Abdullah Ahraed b. Mahmud, Medariku'd-Tenzil ve Hakaiku't-Te'vil tst.,ts. IV.149
[790] Cuma, Ahmed Halil, el-Mübeşşerun bi'n-Nar, Beyrut, !993,1,185
[791] Raşid, Muhammed Ahmed.el-Muntelek, Beyrut,'l993,II,238
[792] el-Lelkaî, Ebu'l-Kasım Heybetııllah b. Hasan b.-Mansur Taberî, Şerhu Usuli Ehli's-Sünneti ve'1-Cemaa , Riyad,1994,11,155
[793] Mumtehine: 60/4
[794] Maide: 5/80
[795] Bakara: 2/256
[796] Mihsan, Calud, el-Müvalatu ve'1-Muaadatü fi'ş-Şeriati'1-îslamiyye, Riyad,1987, 1,166
[797] Nisa: 4/140
[798] Taberî, Ebıı Ca'fer Muhammed K Cerir b. Yezid, Camiu'I-Beyan, Beyrut, 1988, 5,140
[799] Kesâî, es-Siinen, Bey'at, 36
[800] Bakara: 2/145
[801] Rıza, Menar, 11,18
[802] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 151-153.
[803] Al-î İmran: 3A96-197
[804] Rıza, Menar, 11,162
[805] Mübarekfurî, er-Rahik'l-Mahtum, s.277
[806] Rum: 30/47
[807] Kardavî, insan ve Hak Mefhumu, s.95
[808] Muhammed: 47/7
[809] Rum: 30/47
[810] Bakara: 2/270
[811] Buharı, Cihad, 94; Müslim, Fiten,82
[812] Keylanî, ismail, Faslu'd-Dini Anı'd-Devle, Beyrut,1410, s.268
[813] Al-i İmran: 3/10
[814] Kutub, Muhamed, îslami Açıdan Tarihe Bakışımız, s.151,152
[815] Bakara: 2/189
[816] Alusî, Ruhu'l-Meani, 11,74
[817] Enbiya: 1/18
[818] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, IV,2372
[819] En'am: 6/44
[820] Kardavî, insan ve Hak Mefhumu, s.91
[821] Sabık, Seyyid,Anasiru'I-Kuvveti, s..26
[822] Rıza: Menar,. IV, 142
[823] Bakara: 2/214
[824] Buharı, îlm,45; Müslim, imara, 149
[825] Faiz, Ahmed, Tariku'd-Da've Fi Zilal'iUKur'an , Beyrut, 1983, s.36
[826] Kamer: 54/10
[827] Şenkitî, Advau'l-Beyan, VII,718
[828] Al-î İmran: 3/140
[829] Al-i İmran: 3/152
[830] Ebu Zehra, Hatemım-Nebiyyin, 11,864
[831] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 154-161.
[832] Şarbasî, Mevsuatü lehü'l-Esmau'l-Hüsnâ, 1,278
[833] Ibn Teymiye, Mühezzebü Iktidai Sıratı'l-Müstakim, s.29
[834] Ibn Ceviî, Zadu'l-Mesir, VI.78
[835] Muhammed: 47/3
[836] Şarbasî, Mevsuatü lehü'l Esmaü'l-Hüsna, 1,278
[837] A. Abdulkadir A.Ata, et-Tesavvufu'1-IsIami, s.274
[838] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 111,1521
[839] İsra: 17/81
[840] Kasimî, Delailu't-Tevhid, Beyrut,1991, s.416
[841] Kuşeyrî, Letaif, 11,28
[842] Bkz. Ebu Zehr.. Hatemu'n-Nebiyyin, 11,744, Beyrut ts.
[843] Ebu Zehra, Hatemu'n-Nebiyyin, 11,835
[844] Enfal: 8/7
[845] Hac: 22/41
[846] Neml: 27/34
[847] Bkz. Kutub, Muhammed, Islami Açıdan Tarihe Bakışımız, s.151-153
[848] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 165-168.
[849] Saf: 61/9
[850] Ra'd: 13/17
[851] Kutub, Seyyid, Fi Züal, IV,2054
[852] Ra'd: 13/16
[853] Şarbasî, Mevsuatü lehü'l-Esmaü'l-Hüsna, 11,277
[854] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 168-169.
[855] İsra: 17/81
[856] Tabatabaî, el-Mizan, XIII,77
[857] İbrahim: 14/26
[858] Şura: 42/23
[859] Zemahşerî, Keşşaf, 111,468
[860] Enbiya: 21/18
[861] Tevbe: 9/40
[862] Kuşeyrî, Letaif, 11,8
[863] Kasas: 28/58
[864] İsra: 17/16
[865] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 169-170.
[866] Nahl: 16/125
[867] İsra: 17/53
[868] Bakara: 3/83
[869] İbni Kesir, Tefsiru Kur'an'il Azim, IV/229
[870] Kehf: 18/29
[871] Zuhaylî, el-Tefsiru'1-Münir, XV,245
[872] Annemaria Schimmel, M. İkbal, terc. Senail Özkan, Kültür Bak. Yay., 1985, s.18
[873] Keftaro.SiyretüResülillah, s.261
[874] Bakara: 2/190
[875] Nu'man A.Rezzak Samarrai, Mebahis fı't-Tarihi'l-İslami, Riyad, 1992, s.110
[876] el-Bennâ, Abdurrahman, el-Fethu'r-Rabbani, Beyrut ts. XIV,46
[877] Ebu Zehra, Hatemu'n-Nebiyyin, 11,700
[878] Ebu Zehra, a.g.e., II,.7OO Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 170-173.
[879] A'raf: 7/58
[880] A'raf: 7/88
[881] Enbiya: 21/68
[882] A'raf: 7/123-124
[883] Hac: 22/8-9
[884] Kuşeyrî, Letaif, 11,529
[885] Tabatabaî, el-Mizan, XIV,349
[886] Enfal: 8/36
[887] Şenkitî, Advau'l-Beyan, VII,70
[888] Şura: 42/16
[889] Rum: 30/58
[890] Zuhaylî, et-Tefsiru'l-Münir, XXI,121
[891] Ğadban, el-Mesiretü'l-İslamiyye , s.53
[892] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 173-175.
[893] Emin, Ahmed, el-Ahlak, Beyrut, 1974, s. 12
[894] Kalem: 64/4.
[895] Mü'min: 40/38-44.
[896] Mevdudî, Tefhim, 5/147.
[897] Kuşeyrî, Letaif, 111,308
[898] Şuara: 26/161-162.
[899] İbn Teymiye, et-Tefsiru'l-Kebir, Beyrut, ts. V,393
[900] Tâhâ: 20/72.
[901] Nahl: 16/125.
[902] Alusî, Ruhu'l-Meani, XIV,254-255
[903] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 175-177.
[904] Furkan: 25/63
[905] İbn Kesir, et-Tefsiru'l Kur'am'1-Azim, 111,536 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 177-178.
[906] İbrahim: 14/6.
[907] Enbiya: 21/68.
[908] Buruc: 85/4-8.
[909] Hicazı, Mahmud, et-Tefsiru'l-Vadıh, Mısır ts., III, Cüz 30, s.40
[910] Yeken, Fethi, et-Teğeyyuratu'd-Düvelîyye, Beyrut, 1993, s.54
[911] Arcun, Muhammed Sadık, el-Mevsua fi Samahati'l-Islami, Beyrut,1984,11,1225
[912] Tevbe: 9/8.
[913] Mü'min: 40/25.
[914] Rıza, Menar, XI,366
[915] Yunus: 10/76.
[916] A'raf: 7/109.
[917] Furkan: 24/5.
[918] Nur: 24/11.
[919] Meryem: 16/73.
[920] Gazali, M. Fıkhu's-Sire, s. 100
[921] Bakara: 2/11
[923] En'am: 6/52.
[924] S.A. eş-Şami, Min Meini's-Sire, s.103
[925] İbn Aıiyye, el-Muharreru'l-Veciz, 11,537 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 178-181.
[926] Duhan: 44/44-46.
[927] İbn Hişam, Sire, Mısır, ts., 111,387
[928] Kurtubî, el-Cami li Ahkami'l-Kur'an, XVI,150
[929] Müddesir: 74/29-30
[930] Kurtubi, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, XIX,79
[931] Tekasür: 102/1-2.
[932] Şeyhzâde, Muhammed b. Muştafa,Şeyhzade Ale'l-Beyzayi, IV,594
[933] S.A. eş-Şami, min Meini's-Sire, s.60
[934] Neml: 27/14.
[935] Razî, Mefatihu'1-Ğayb, XXXII,161
[936] A.H. Cmn'a, el-Mübeşşerun, 1,80
[937] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 182-184.
[938] el-Âbâdî, Avnu'l-Ma'bud Şerhü Süneni Ebi Davut, Beyrut, 1979,1,326
[939] Mü'min: 40/51.
[940] Bakara: 2/257.
[941] Tevbe: 9/26.
[942] Samarraî, Mebahis fi't-Tefsiri'l-İslami,li't-Tarih, Riyad,1993, s.106
[943] Enbiya: 21/18.
[944] İbrahim: 14/27.
[945] İbn Kayyım, et-Tefsiru'1-Kayyim, neş. M. Uyevs en-Nedvî, Beyrut ts. 333
[946] Hud:11/49.
[947] Faiz, Ahmed, Tariku'd-Da've, s.355
[948] Zemahşerî, Keşşaf, IV,222
[949] Razî, Mefatihu'l-Ğayb, XXVII,168
[950] Enfal: 8/62.
[951] Han, Vehiduddin, Kur'an'm Öngördüğü İnsan, İst. 1993, s.106
[952] Al-î İmran: 3/192.
[953] Al-î İmran: 3/195.
[954] Al-î İmran: 3/196.
[955] Al-î İmran: 3/200.
[956] Sibaî, Hâkezâ, 1/32-33
[957] A.Kadirî, el-Cihad, 1,124-125
[958] H. en-Nedvî, es-Sire en-Nebeviyye, Cidde, 1979, s. 142
[959] Kandehlevi, Yusuf, HayatuVSahabe, Beyrut, 1986,111,532-682
[960] Şuara: 25/66.
[961] Enbiya: 21/69.
[962] Azzam, Abdullah, İber veBesair lil-Cihadi fi'l-Asrı'l-Şadis, Yemen, 1990, s.121-217
[963] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 184-188.
[964] Bakara: 2/257.
[965] Nisa: 4/120.
[966] Nisa: 4/38.
[967] A'raf: 7/30.
[968] Mücadele: 58/19.
[969] Fussilet: 41/15-16.
[970] Fussilet: 41/17.
[971] Neml: 20/52.
[972] Hud: 11/60.
[973] Hud: 11/67.
[974] Sebel, 22/82
[975] Mü'minûn: 40/82.
[976] Şura: 24/42.
[977] Razî.Mcfatihu'l-Ğayb, XXVII,168
[978] Yunus:10/81.
[979] Rıza, Menar, XI,458
[980] Faiz, Tariku'd-Da've, s.93
[981] Kardavî, hısan ve Hak Mefhumu, s.85
[982] Zeydan, es-Sünenu'1-îlahiye, s.10
[983] Hicr: 16/96
[984] Heysemi, Nureddin Ali b. Ebi Bekr, Mecmeü'z-Zevaid ve Menbeu'l-Fevaid, VII,46; İbn Hişam Ebu Muhammed b. Abdulmelik, es-Siretu'n-Nebeviyye, Mısır ts. 11,50; Razî, Mefatihu'i-Ğayb , X,62; ibn Kesir, Tefsiru Kur'an'ıl-Azim, 11,559; Zuhaylî, et-Tefsiru'1-Münir, XIV, s.73
[985] Fetih: 48/22-23. Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 189-191.
[986] Haşr: 59/21.
[987] Ankebut: 29/43.
[988] Suyutî, Savnu'l-Mantık anıl-Kelam, Beyrut ts., s.324
[989] Alusî, Ruhu'l-Meani, 1/163
[990] İsra: 17/89.
[991] Furkan: 25/33.
[992] M. Cabir, Feyyaz.el-Emsile fi'1-Kur'an, U.S.A. 1981, s.263
[993] Ra'd: 13/17.
[994] İbn Kayyım, el-Emsalü fi'1-Kur'an, Beyrut, 1983, s.175
[995] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV,2975
[996] Zemahşerî, Keşşaf, 11,523
[997] Savî, Haşiye Ale'l-Celaleyn, Mısır, ts., 11,270
[998] Zuhaylî, et-Tefsiru'I-Münir , XIII, 145
[999] Zeccac, Ebu tshak ibrahim Sırri, Meani'l-Kur'an ve I'rabuhu, Tah. Abdulceiil Ab-duh, Beyrut, 1988,111,45; Zamehşerî, H,503,Ateş Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, ist. 1989, IV.467
[1000] Hud:11/24.
[1001] İbn Kayyım, el-Emsal, s.187
[1002] İbrahim: 14/24.
[1003] İbrahim: 14/26.
[1004] Nur: 24/39.
[1005] Kuşeyrî, Letaif, 11,615
[1006] Nur: 24/40.
[1007] İbn Cevzî, el-Emsal, s.191-195
[1008] Müddessir: 74/49-51.
[1009] İbn Kayyım, el-Emsal, s.212; Beyzavî, Envaru't-Tenzil, IV,349
[1010] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 192-197.
[1011] Kehf: 18/54.
[1012] İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed, Mukaddime, Bağdat ts., s. 271
[1013] Tabbare, Aziz Abdulfettah, Ruhu'd-Dini'l-İslami, Beyrut,1988, s.280
[1014] Nisa: 4/76.
[1015] Alusî, Ruhu'l-Meani, 11,13; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 11,869-870
[1016] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 201-202.
[1017] İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, Bkz. Cedele mad. XI,I05; Şemseddin Sami, Kamusu Türki İst., 1316, s.1289
[1018] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 202.
[1019] Kurtubî, el-Camiu li Ahkamil-Kur'an, IX,28
[1020] Firuzâbâdî, Besair, 11,273
[1021] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII,4772
[1022] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 202-203.
[1023] A.Kadirî,el-Cihad, 1,614
[1024] Mü'minûn: 23/17.
[1025] Bakara: 2/257.
[1026] Kardavî, el-İman ve'l-Hayat, Beyrut, 1985, s.75
[1027] Zeydan, es-Sünen, s.45
[1028] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 203-205.
[1029] Al-i İmran: 3/19.
[1030] İbn Haldun, Mukaddime, s. 271
[1031] A'raf: 7/20.
[1032] A'raf: 7/22.
[1033] M. Gadban, el-Mesire, s..27
[1034] En'am: 6/112.
[1035] Fatır: 35/24.
[1036] En'am: 6/90.
[1037] Mümtehine: 60/4.
[1038] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, 1X,28
[1039] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 205-207.
[1040] Nisa: 4/76.
[1041] Kutub S., Fi Zilal, 1/143
[1042] Buharî, Cihad, 24
[1043] En'am: 6/11.
[1044] Hac: 22/46.
[1045] Rıza, Menar, IV, 142 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 207-208.
[1046] H.Eren; Türkçe Sözlük, T.D.K. Ank. 1995, II,995
[1047] Nisa: 4/76.
[1048] İbnManzûr,Lisanu'l-Arab, Bkz. Tağut mad. XV,9
[1049] Rıza, Menar, 111,37
[1050] Buharî, Cihad,24
[1051] Yusuf: 12/76.
[1052] Kasimî, Mehasin, IX,3576
[1053] Yazir, Hak Dirii Kur'an Dili, IV,2901
[1054] Lenin, Din Üzerine Konuşmalar, çev: Seçkin Kelvicızoğlu, Ank.,1990, s.61
[1055] Lenin, a.g.e. s.67
[1056] Lenin, a.g.e. s.77
[1057] Lenin, a.g.e. s.79
[1058] V.İ. Lenin Marks Engels, Marksizm Çev. Vahap Erdoğdu, Sel Yay. 1990, s.21
[1059] Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, çev:M.Beşir Eryarsoy, İst. 1986, s.50
[1060] Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, s. 125
[1061] M.Rafi, ed-Da've ve'd-Duat, Beyrut, 1993, s.209
[1062] Bkz., H.Eren, Türkçe Sözlük T.D.K. 11,964
[1063] Kutub, Muhammed, İslami,Açıdan Tarihe Bakışımız, s.151
[1064] Zendani, Abdulmecid Üzeyr.Tevhid, Bağdat, 1990, s.200
[1065] Samarraî, Nu'man A.Rezzak, Mebahis fı't-Tefsiri'l-İslami li't-Tarih, Riyad 1993 s.105
[1066] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 208-213.
[1067] Ra'd: 13/7.
[1068] En'am: 6/112.
[1069] İsra: 17/76-77.
[1070] Mü'minûn: 23/115.
[1071] Şems: 91/8.
[1072] Tin: 95/4.
[1073] Buruc: 85/8.
[1074] Bkz., Samarraî, Mebahis fi't-Tarih, s. 108
[1075] Bkz., Ebu Şehbe, es-Sire, 1,467
[1076] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 213-216.
[1077] Bakara: 2/113.
[1078] Nedvî, Süleyman, Asr-ı Saadet Tebligat ve Ta'limat, Tere. Ali Genceli, İst., 1985, IV,252-252
[1079] Arcun, M.Sadık, Muhammedü'n-Resülullah, Beyrut, 1995,1,182
[1080] Kutub, Muhammed,İslami Açıdan Tarihe Bakışımız, s. 156
[1081] Kardavî, Davru'l-Kiyemi fı'l-İktisadi'l-İslami, Mısır, 1995, s.21
[1082] Bkz. Mevdudî, er-Riba, Beyrut ts., s.43
[1083] Garudy, Roger,Entegrizm, çev. Kamil Büğe Çileçöp, ist., 1992, s.117 ..
[1084] İbrahim: 14/21-22.
[1085] Kutub, Seyyid,Fi Zilal, IV,2097; Kasimî, Mehasin, X,3724
[1086] Suyutî, el-İklil fi 'istinba'ti-Tenzil, Beyrut, 1985, s.155-156
[1087] Mü'min: 48-49.
[1088] Sa'd: 38/59-60.
[1089] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 216-220.
[1090] Hucurat: 49/9.
[1091] İzzet, Ali Atiyye, el-Bi'detu Tadavvuruha ve Mevkifu'l İslami Minha, Beyrut, 1980, s.433
[1092] Bkz. Mevdudî, Tefhim, V,408-409
[1093] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, Beyrut, 1993,11,198
[1094] Nesâî, Sünen, Tahrim,29
[1095] Bkz. Münavî, Fevdü'l-Kadir, 1,300
[1096] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 221-223.
[1097] Yusuf: 12/53.
[1098] Nazial: 79/40.
[1099] Hac: 22/78.
[1100] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, XII,99
[1101] Erbilî Muhammed Emin, Kalblerin Nuru Tasavvuf, Tere. A.Celil Candan,Konya, 1983, s.116
[1102] Îbn Cevzî, Zemmu'l-Heva, Beyrut, 1993, s. 18
[1103] Münavî, Feyzü'l-Kedir, IV.511
[1104] Bkz. Müslim, İmaret, 33
[1105] Müslim, imaret, 108
[1106] İbn Kayyım, Medaricu's-Salikin, Beyrut ts. 11,7
[1107] İbn Cevzî, Zemmu'l-Heva, Beyrut, 1993, s.18-19
[1108] Furkan: 25/43.
[1109] Kuşeyrî, Letaif, 11,637
[1110] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 223-226.
[1111] A'raf: 7/14-15.
[1112] Mevdudî, Tefhim, 11,19
[1113] Nisa: 4/60.
[1114] Nisa: 4/120.
[1115] A'raf: 7/20.
[1116] A'raf: 7/22.
[1117] Enfal: 8/48.
[1118] İsra: 17/64.
[1119] Lokman: 21/31.
[1120] En'am: 6/121.
[1121] Maide: 5/91.
[1122] A'raf: 7/20.
[1123] Nesâî, Sünen, Cihad, 22
[1124] En'am: 6/112.
[1125] Nas: 114/5-6.
[1126] A.Kadirî, el-Cihad, 1,395
[1127] Nahl: 16/63.
[1128] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 111,1261
[1129] İbn Kesir.Tefsiru Kur'an'il Azim, 11,106 (Hadis kaynaklarında aslına ulaşamadık.)
[1130] Zuhaylî, et-Tefsim'l-Münir, XIII,10
[1131] İbn Cevzî, Telbis-i İblis, s.51
[1132] İbn Cevzî, a.g.e. s.50
[1133] Müslim, Cennet, 63
[1134] A'raf: 7/17.
[1135] İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, Te'vilu Müşküi'l-Kur'an, Mısır 1973, s.384
[1136] İbn kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1990,1,65
[1137] İbn Cevzî, Saydu'l-Hatır, s. 162
[1138] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 226-230.
[1139] İsra: 17/84.
[1140] Sa'd: 38/82-83.
[1141] Enfal: 8/6.
[1142] Al-î İmran: 3/71.
[1143] En'am: 6/5.
[1144] Kehf: 15/56.
[1145] Zebidî, İthafu Sadati'l-Muttakin, 11,83
[1146] Tevbe: 9/2.
[1147] Hadid: 57/26.
[1148] İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetava, 28/263-264 (Hadis Kaynaklarında aslına ulaşamadık.)
[1149] Hac: 22/40.
[1150] Bakara: 2/251.
[1151] Bakara: 2/193
[1152] A. Kadirî, el-Cihad, 1/28
[1153] A. Kadirî, a.g.e., I /65
[1154] En'am: 6/112.
[1155] Bkz. îbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, 1,502-503
[1156] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 230-234.
[1157] Nisa: 4/64.
[1158] A.Kadirî, el-Cihad, I, 65
[1159] İbn Kudame, el-Muğni, Beyrut,1984, X,320
[1160] Tehânevî, Keş§af-u Istilahat-ı Fünun, 1,342
[1161] Bakara: 2/258.
[1162] Bakara: 2/II,111.
[1163] Hud: 11/32.
[1164] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, 111,286
[1165] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 234-236.
[1166] Muhammed: 47/4.
[1167] Gazzalî, Muhammed, Min Mealimi'l-Hak, Mısır,1963, s.34
[1168] Beydavi, Envaru't-Tenzil, 1,9
[1169] Muhammed: 47/31.
[1170] Al-î İmran: 3/186.
[1171] Tevbe: 9/14.
[1172] En'am: 6/12.
[1173] Alusî, Ruhu'l-Meani, XIII/4
[1174] Mevdudî, Resail ve Mesail, (Fetvalar çev:M. Osmanoğlu H.Chocan, Ist.,1992, IV,330
[1175] Muhammed: 47/4.
[1176] Muhammed, Kutub, İslami Açıdan Tarihe Bakışımız, s.143
[1177] Tirmizi, Zühd, s.57
[1178] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 236-238.
[1179] Fırkan: 25/31.
[1180] Zeydan, es-Süncnü'l-İlahiyye, s.46
[1181] Hud: 11/118.
[1182] Yusuf: 12/103.
[1183] Bkz. A. Tabbara, er-Ruhud'dini'l-İslami, Beyrut,1988, s.281
[1184] Hac: 22/40.
[1185] Gazali, Muhammed, Keyfe Neteamelü Mea'l-Kur'an, A.B.D. 1992, s.129-130
[1186] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 239-241.
[1187] A'raf: 7/1417
[1188] Bkz. Alusî, Ruhu'l-Meani, VIII.93
[1189] En'am: 8/112.
[1190] Bakara: 2/120.
[1191] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 1,108
[1192] Bakara: 2/217.
[1193] Kutub, Seyyid,a.g.e, 1,227
[1194] Tevbe: 9/32.
[1195] Buharî, İ'tisam, 13, Müslim, İmaret, s.171
[1196] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 241-243.
[1197] Hud: 11/31.
[1198] En'am: 6/10.
[1199] Hud: 11/20.
[1200] Zuhruf: 43/3-4.
[1201] Mumtehine: 60/4.
[1202] Enbiya: 21/73.
[1203] İbrahim: 14/5.
[1204] Nisa: 4/165
[1205] En'am: 6/90.
[1206] Hafız, Zübyr İmad, el-Kısasü'1-Kur'aniyye, Beyrut,1990, s.14
[1207] Rum: 30/47.
[1208] Nahl: 16/36.
[1209] Mü'minûn: 23/27.
[1210] A'raf: 7/117.
[1211] Yunus: 10/78.
[1212] Şuara: 26/109.
[1213] Saffat: 37/171-173.
[1214] İbn Kayım.el-Fevaid, Beyrut, 1973, s.42 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 243-249.
[1215] M.Salih, Ali Mustafa, Tefsiru Süreti'r-Ra'd, Riyad,1988, s.27
[1216] A'raf: 7/14-15.
[1217] Kuşeyrî, Letaif, 1/522
[1218] Bakara: 2/36.
[1219] Bakara: 2/38.
[1220] Cadü'l-Mevlâ, Kısasu'l-Kur'an, Şam 1992, s.15
[1221] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 1/72
[1222] Bakara: 2/36.
[1223] Ğadban, el-Mesire el-Islamiyye li't-Tarih, Mısır ts, s.27
[1224] Buhari", Bed'u'l Vahy, 3
[1225] Bkz. Alusî, Ruhul-Meani, VII/4
[1226] Gadban, el-Mesire el-İslamiyye li't-Tarih, s.38
[1227] Sa'd: 38/75-76.
[1228] Neccar, Abdulvehhab, Kısasu'l-Enbiya, Beyrut,1990, s.26
[1229] Nahl: 16/17.
[1230] Al-î İmran: 3/66.
[1231] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 249-252.
[1232] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, s. 62
[1233] Ankebut: 29/14.
[1234] Hud: 11/40.
[1235] Beyzavî, Envaru't-Tenzil. 11,263
[1236] Kuşeyrî, Letaif, 11,137
[1237] Hud: 11/25-26.
[1238] Hud: 11/27.
[1239] A'raf: 7/12.
[1240] Fadlallah, M.Hüseyin, Tere. Muharrem Tan, İst.,1992, s.133
[1241] A'raf: 7/60.
[1242] A'raf: 7/61.
[1243] Nuh: 71/24.
[1244] Nuh: 71,26-27.
[1245] Bkz. Buhari, Vitir,7, Askalanî, Fethu'l-Bari, 11,621
[1246] Sabunî, Muhamed Ali, en-Nübüvvetii ve'l Enbiya, Şam, 1985, s.150
[1247] Hud: 11/36.
[1248] Nuh: 71/5.
[1249] Nuh: 71/9.
[1250] Hud: 11/31.
[1251] Hud: 11/38.
[1252] Bakara: 2/194.
[1253] Alusî.Ruhu'l-Meani, XII,51
[1254] Hud: 11/46.
[1255] A'raf: 7/58.
[1256] Razî, Mefatihu'l-Ğayb, XVIII, s.7
[1257] Hafız, el-Kısasu'l-Kur'aniyye, s.46
[1258] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 252-259.
[1259] Bkz. Neccar, Kisasu'l-Kur'an, s.79; Sabunî, en-Nübüvve, s.237
[1260] Araf: 7/65-67.
[1261] Kutub, Fi Zilal, 111,1308
[1262] Hud: 11/54.
[1263] Cadu'l-Mevla, Kısasu'l-Kur'an, s..29
[1264] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, s.83
[1265] A'raf: 7/70.
[1266] Nedvî Süleyman, Tere, Ali Genceli, Asr-ı Saadette Tebligat, IV,295
[1267] Bakara: 2/170.
[1268] Fussilet: 41/15.
[1269] Fecr: 89/15.
[1270] Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 1,413
[1271] Hud: 11/59.
[1272] Şuara: 26/128-131.
[1273] Şuara: 26/136.
[1274] Mevdudî, Tefhim, IV,43
[1275] Neccar, Kısasu'l-Kur'an, s.89
[1276] Bkz. Mevdudî, Tefhim, IV,43 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 259-262.
[1277] Bkz. Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 1,414
[1278] Hud: 11/61.
[1279] Hud: 11/61-62.
[1280] Bkz. Şuara: 26/145.
[1281] Kuşeyrî, Letaif, 111,18
[1282] Sabunî, Muhammed Ali, Revaiu'lBeyan,Tefsiru Ayati'l-Ahkam, Şam, 1977, 1,152
[1283] Hud: 11/61.
[1284] Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 1,416
[1285] Bakara: 2/145.
[1286] Kamer: 54/27.
[1287] Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 1,417-418
[1288] A'raf: 7/77.
[1289] Neccar, Kısasu'l-Enbiya , s.94
[1290] Bakara: 2/145.
[1291] Kuşeyrî, Letaif, 1,135
[1292] Kamer: 54/2.
[1293] Hicr: 15/15.
[1294] Neml: 27/48.
[1295] Neml: 27/47.
[1296] Neml: 27/48-49.
[1297] Neml: 27/58.
[1298] Hud: 11/66.
[1299] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 262-267.
[1300] Meydanı, el-Akidetu'l-İslamiyye, Beyrut,1992, s.374; İbn Kesir el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1990, I,141;Tefsiru'l-Kur'an'il-Azim, 11,249; İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, 7/310
[1301] Nahl: 16/120.
[1302] Cadu'l-Mevla, Kısasu'l-Kur'an, s.37
[1303] Şuara: 26/70-75.
[1304] Şuara: 26/70-74.
[1305] Al-î İmran: 3/27
[1306] Bkz. Beyzavi, Envaru't-Tenzil, 1,247
[1307] Meryem: 19/42.
[1308] Meryem: 19/43.
[1309] Meryem: 19/44.
[1310] Meryem: 19/46.
[1311] Meryem: 19/47.
[1312] En'am: 6/74.
[1313] Tâhâ: 20/44.
[1314] Nahl: 16/125.
[1315] Tahrim: 66/9.
[1316] Alusî, Ruhu'l-Meani, VII, 195-196
[1317] Nahl: 16/125.
[1318] Bkz., Alusî, a.g.e., XIV,254
[1319] En'am: 6/74.
[1320] Enbiya: 21/58.
[1321] Enbiya: 21/67.
[1322] Şuara: 26/77.
[1323] Enbiya: 21/57.
[1324] Buharî, Salat, 109
[1325] Alusî, Ruhul-Meani, XV,144
[1326] Buharî, Meğazi, 5
[1327] Bkz. Askalanî, Fethu'l-Bari, VII.431
[1328] Tahrim: 66/9.
[1329] Kurtubî, el-Camiu li Ahkami'l-Kur'an, XVIII,201
[1330] Fadlallah, Kur'an ve Eylem, s.139
[1331] Enbiya: 21/68.
[1332] Cadu'l-Mevla, Kısasu'l-Kur'an, s.46
[1333] Enbiya: 21/68.
[1334] İbn Aşur, et-Tenvir ve't-Tahrir, XVII,105
[1335] Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 1,425
[1336] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1,174
[1337] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 268-273.
[1338] Sabunî, en-Nübüvvetü ve'l-Enbiya, s.272
[1339] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1,185
[1340] Neccar, Kisasu'l-Enbiya, s.189
[1341] A'raf: 7/85.
[1342] Muttaffifin: 83/3.
[1343] A'raf: 7/88.
[1344] A'raf: 7/89.
[1345] Bkz. Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 111,1306
[1346] A'raf: 7/88.
[1347] A'raf: 7/86.
[1348] Hud: 11/87.
[1349] Hud: 11/91.
[1350] Bkz.' Zeydan, Abdulkerim, Usulu'd-Da've, Beyrut,1987, s.460-461
[1351] Şuara: 26/189.
[1352] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 274-277.
[1353] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1,237, Cadu'l-Mevla, Kısasu'l-Kur'an, s.117
[1354] Kasas: 28/4.
[1355] Kuşeyrî, Letaif, 2/456
[1356] Tâhâ: 20/42-44.
[1357] Ankebut: 29/46.
[1358] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, XVI,227
[1359] Tâhâ: 20/48.
[1360] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, IV.2336
[1361] Tâhâ: 20/42.
[1362] Sabunî, en-Nübüvve ve'l-Enbiya , s.178
[1363] Kuşeyri, Letaif, 11,461
[1364] Tâhâ: 20/25-29.
[1365] Tâhâ: 20/29-31.
[1366] Tâhâ: 20/36.
[1367] Tâhâ: 20/47-51.
[1368] Kuşeyrî, Letaif, 11,46
[1369] Şuara: 26/18.
[1370] Şuara: 26/22.
[1371] Şuara: 26/30.
[1372] Şuara: 26/31-33.
[1373] Şuara: 26/51.
[1374] A'raf: 7/127.
[1375] Tâhâ: 20/72.
[1376] Tâhâ: 20/80.
[1377] el-Bennâ, Hasan, Resail, Mısır, 1989, s.65-66
[1378] Mü'min: 40/26.
[1379] Zuhaylî, et-Tefsiru’l-Münir, XIX,55
[1380] Kutub, Muhammed, İslami Açıdan Tarihe Bakışımız, s.163
[1381] Kasas: 28/76.
[1382] Kasas: 28/78.
[1383] Kasas: 28/79.
[1384] Kasas: 28/80.
[1385] Mevdudî, Tefhim, 4/189
[1386] Cadu'l-Mevîa, Kısasu'l-Kur'an, s. 103
[1387] Kasas: 28/79.
[1388] Yunus: 10/91.
[1389] Şuara: 26/65-66.
[1390] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 277-285.
[1391] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, s.379
[1392] Meryem: 19/30.
[1393] Buhari, Enbiya, 48, Müslim, Birr,8
[1394] Sabunî, en-Nübüvvetu ve'l-Enbiya, s.208-209
[1395] Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, 1,558-559
[1396] Bkz.Ibn Kesir; el-Bidaye ve'n-Nihaye, 11,91
[1397] Mevdudî, a.g.e., 1,555
[1398] Meryem: 19/32.
[1399] Al-î İmran: 3/52.
[1400] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, s.440.
[1401] İbn Kesir, Tefsiru Kur'anı'l-Azim, 1,573
[1402] İbn Arabî, el-Vesâyâ, s.80
[1403] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 285-287.
[1404] Bkz. Mevdudî, Tefhim, 111,140; el-Hicazi, el-Tefsiru'l-Vadıh, 111,(14. Cüz},s.55; Nedvî, Ebu'l Hasan Ali Haseni, Din ile Maddecilik Arasında Ebedi Savaş, Tere. Hüseyin Küçükkalay, Konya, 1975, s.20
[1405] Bkz. Beyzavî, Envaru't-Tenzil, 111,8; İbn Kesir, Tefsinı Kur'anı'l-Azim, 111,121. Alusî, Ruhu'l-Meani, XV,216
[1406] İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, XV,261
[1407] İbn Aşur, ag.e., XV,293
[1408] Bkz. Razî, Mefatihu'l-Ğayb, XXI,107
[1409] Kehf: 18/12.
[1410] Sayıları hakkında kesin bir rakam verilmemiştir.
[1411] Nedvî, Din ile Madde Arasında Ezeli Savaş, s.22-23
[1412] Kasims, Mehasin, XI,4027
[1413] Cadu'l-Mevla, Muhammed Ahmet!, Kısasu'l-Kur'an, s.,240
[1414] Kehf: 18/14.
[1415] Bkz. İbn Aşur, et-Tahrir ve't-Tenvir, XV,272
[1416] İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, XVII,500
[1417] Münavî, Feyzü'l-Kadir, IV,121
[1418] Cadu'l-Mevla, Kısasu'l-Kur'an, s.242
[1419] Kehf: 18/14.
[1420] Tabatabaî, el-Mizan, XUI,252
[1421] Kehf: 18/14.
[1422] Nedvî, Din ile Madde Arasında Ezeli Savaş , s.45
[1423] Nedvî, a.g.e., s.55
[1424] Nedvî, a.g.e., s.56
[1425] Kehf: 18/16.
[1426] S. Eren, Türkçe Sözlük, 11,1520
[1427] Kasimî, Mehasin, X,4030
[1428] Cadu'l-Mevla, Kısasu'l-Kur'an, s.242
[1429] İbn Kesir, Tefsiru Kur'anı'l-Azim, 1,704
[1430] Müslim, 505,Tirmizi, Salat 126, Münavî, Feyzü'l-Kadir, IV,227
[1431] İbn Mace, Fiten,33, Tirmizi, Kıyamet, 55
[1432] Münavî, Feyzü'l-Kadir, VI.255
[1433] Nedvî, Din ve Maddecilik Arasında Ezeli Savaş, s.47
[1434] Cürcanî, Ta'rifat, s.113
[1435] Kehf: 18/16.
[1436] Buharî, Bedu'lVahy, 3
[1437] İbn Hişam, Siyer, 1,234
[1438] Sami, Min Meini's-Sire, s.25
[1439] Mübarekfüri, er-Rahiku'l-Mahtum, s. 63
[1440] Al-î İmran: 3/II,191
[1441] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 288-294.
[1442] Nesâî, Bey'at, 63
[1443] Hanbeli, Şetnseddin, el-Adabüs'ş-Şer'iyye, Mısır ts. 1,41
[1444] Buharî, Ezan, 8, Müslim, Musafirin, 200
[1445] Gadban, el-Menhecü'l-Hereki li's-Sireti'n-Nebeviyye, 1,238
[1446] Casim, b. Muhammed b. Muhalini el-Yasin, Tariku'd-Da'veti'l-İslamiyye, Kuveyt, 1992, s.24
[1447] Furkan: 25/51-52.
[1448] İbn Kayyım, Zadu'l-Mead, Beyrut, 1991,11,5
[1449] el-Amîrî, Behcetu'l-Mehafi., Beyrut ts. 11,178
[1450] Buharî, Eyman, 31, Müslim, Fiten, 76
[1451] Dehlevî, Hücceüıüahi'I Baliğe, 1,345
[1452] Şuara: 26/3.
[1453] Kehf: 18/6.
[1454] Gaşiye: 88/21-22.
[1455] En'am: 6/5.
[1456] Kasas: 28/66.
[1457] Hicr: 16/96-97.
[1458] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, IV.2155
[1459] İbn Hişam, Siyer, 1,265
[1460] Nedvî, Ebu'l-Hasan, es-Siretü'n-Nebeviyye, Cidde, 1977, s.183
[1461] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 295-299.
[1462] Nedvî, Süleyman, er-Risaletü'l-Muhammediyye, Tere. Muhammed Nazım Nedvî, Mısır, 1395 Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 299-301.
[1463] A'raf,:7/14-15.
[1464] Ebu Davut, Cihad, 33
[1465] Buharî,İl'tisam, 10, Müslim, İman, 347
[1466] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Beyrut, 1990, VII,311
[1467] Maide: 5/54.
[1468] İbn Atiyye, el-Mııharreru'l-Veciz, 11,208
[1469] Tantavi, el-Cevahir, 111,194
[1470] Emin, Ahmed,Duha'l-İslam, Beyrut ts. 1,193
[1471] İbn Aşur, et-Tahrir ve’tTenvir, VI,236
[1472] Şevki, Ebu Halil, Hurubu'r-Ridde, Şam, 1984 s.28
[1473] Şevki, a.g.e. 2.
[1474] Müslim, Fedailu's-Sahabe, s.23
[1475] Adnan, Ali Rıda, Davru'l-Menheci'r-Rabbani fİ'd-Da'veti'l-İslami, Riyad ts. s.329-330
[1476] Bkz.Mısri Cum'a Abdullah, Hadiru'l Alemi'l-Islami, Amman, 1989, s. 66
[1477] Tevbe: 9/8.
[1478] Bkz. Kutub, Seyyid, Fi Zilal, III/1608
[1479] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, XIII,200-201
[1480] Bkz.Kutub, Muhammed,Vakiune'l-Muasır, Cidde, 1986, s.211
[1481] Tantavi, Cevahiru'l-Kur'an, 111,194
[1482] Adnan, Ali Rıda, Devru'l-Menheci'r-Rabbani.fi'd-Da'vetil îslamiyye, s.330
[1483] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 301-307.
[1484] Tevbe: 9/32.
[1485] Al-i İmran: 3/118.
[1486] Tevbe: 9/36.
[1487] Ahrned, b. Hanbel, Münavî, Feyzu'l-Kadir, 111,344
[1488] Bkz. Meydanı, Ecnihetü'l-MekriVSelase, Şam, 1986, s.13; Ülyani Ali b. Nafı', Ehemmiyetü'l-Cihad, Riyad,1985, s.302
[1489] Enfal: 8/73.
[1490] Casiye: 45/19.
[1491] Bkz, Kutub, Seyyid, Fi Zilal, 111,1560
[1492] Meydanı, Ecnihetu'l-Mekri's-Selase, Şam, 1986 s. 176-177
[1493] Mısri, Hadiru'l-Alemi'l-İslami, s.91-92
[1494] Rıza, Adnan Ali, Devru'l-Menheci'r-Rabbani, s.332
[1495] Hicr: 15/9.
[1496] Nursi, Bediuzzaman-Said, Tarihçe-i Hayat, Anl, 1958, s.18
[1497] Keskin, Adnan, Doğu-Batı ve 21. Yüzyıl Üçgeninde İslam, Ank., 1994, s. 147
[1498] Tevbe: 9/56.
[1499] Kutub, Muhammed, Vakiuna'l-Muasır, s.,216
[1500] Bakara: 2/217.
[1501] Lenin, Din Üzerine Konuşmalar, s.27-28
[1502] Bkz. Kardavî, el-Hillu'l-İslami Faridetiin Daruriyye, Mısır ts., s.124; Gazali Muhammed, ez-Zahfu'l-Ahmer, Mısır, 1976, s.81
[1503] Yusuf: 12/100.
[1504] Bkz. Münavî, Feyzü'l-Kedir, VI.401
[1505] Bakara: 2/67.
[1506] A'raf: 7/200.
[1507] Rıza, Adnan Ali, Devrü'l-Menheci'r-Rabbani, s.336
[1508] Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, 11,281
[1509] Meydanı, Kevaşif ve Zuyuf, Şam, 1991, s.435-436
[1510] Kutub, Seyyid, Fi Zilal, III,1609-16I0
[1511] Casiye-: 45/19.
[1512] Enfal: 8/73.
[1513] Tantavi, Cevahir, V,84
[1514] Rıza, Adnan Ali, Devru'l-Menheci'r-Rabbani, s.336
[1515] Enfal: 8/36.
[1516] Gazalî, Muhammed, Sayhatu't-Tahzir min Duati't-Tansir, Mısır 1991, s. 124
[1517] Dinçer, Nihat, Yabancı Özel Okullar, İst.is. s.9 .
[1518] Dinçer, a.g.e. s.10
[1519] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 307-318.
[1520] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 319-320.
[1521] Dr. Abdulcelil Candan, Kur’an’da Hak-Batıl Mücadelesi 2 Kaynak Yayınevi, Ankara, 2000: 321-335.