KUR’AN’DA HİDAYET. 2

Abdullah Cîvadî Âmülî 2

Önsöz. 2

1. Hidayet Genel Çerçeve. 4

Teşhis. 4

Hidâyetin Analitik Özelliklerînin Tanınması 5

Hidâyet 5

Hidâyet Kur'an'dır; Kur'an Da Hidâyet 5

Hidâyet Ve Etki Alanı 7

Doğada Hidâyet 7

Fıtratta Hidâyet 8

Hîdayet: Genel Çerçeve Hidâyet Edici, Zatıyla Muhtedî Ve Hâdi Olmalıdır 8

Gerçek Hidâyet Ve Bağımlı Hidâyet 10

İnsanın Tekvînî Ve Teşrîî Hidâyeti 10

HİDÂYET VE DALÂLET. 14

Arkşıtı "Dalalet" Olan Hidayet 15

Yüce Allah'a Dayanan Saptırma (Îdlal.) 17

Tekvini Hidâyet Ve Saptırmanın (İdlal)  Yüce Allah'a Mahsüsiyeti 19

Dalâlet,  Hidâyetten Yoksun Oluştur 20

Hidâye Ve Saptırmanın (İdlal) Tezahürleri 20

Açıklama. 22

Hidâyet Ve Saptırma (İdlal’nın Mazharları Üzerinde Sınırlılık. 23

İhtida Ve Dalâletin Zuhur Ettiği Yer, İnsanın Kalbidir 24

KUR'AN'DA İNSAN HİDÂYETİNİN KEYFİYETİ 25

Kur'an'da Tefekkür Ve Aposteriori Bilgî Açisindan İnsan Hidâyetinin Keyfiyeti 27

HİDÂYET VE DALÂLETE İLİŞKİN İTİRAZLAR.. 28

Mantığa Birinci İtiraz. 28

İkinci itiraz. 29

Üçüncü İtiraz. 29

Dördüncü İtiraz. 29

Beşinci İtiraz. 29

Altına İtiraz. 30

Yedinci İtiraz. 30

Sekizinci İtiraz. 31

Dokuzuncu itiraz. 35

Onuncu İtiraz. 35

On Birinci İtiraz. 36

BİLGİ PROBLEMİ BAKIMINDAN HİDÂYET. 37

Hatırlama Vb Apriori Bilgi Açısından Kur'an'ı Kerlm'de İnsan Hidâyetinin Niteliği 37

İnsanda Fikrî Ve Şuhüdî Hidâyetin Mutabakatı 41

Birinci Tanık. 41

İkinci Tanık. 42

Bir Hatırlatma. 44

İnsan Yayınları Kitaplığı 45


KUR’AN’DA HİDAYET

 

Abdullah Cevadî Âmülî

 

Fakih ve ayetullah olan Amuli, h. 1312 (1033) yılında Amul şehrinde dünyaya geldi. Babası, Amut'un ünlü âlim ve vaizierindendir. İlköğrenimini tamamladıklan sonra dini eğitim almak amacıyla ilim meclislerine intisab etti. Bu aşamadaki eğitimi onu fıkıh, usul ve hadis alanında yüksek bir mevkiye getirdi.

H. 1330 yılında Tahran'a gitti. Orada, dönemin üstad-ı adamlarından addedilen Şeyh Muhammed Takiy el-Amulî'nin yanında kaldı. Onun aracılığıyla Mervî medresesin­de yüksek ve aktî ilimler tedris etti. Bu, 1335 yılına kadar devam elti. Bu aşamada el-Manzume, el-İşarat've el-Esfar adlı eserleri Ayelullah Şâranî, Ayelullah İlahî Kumşeîy gibi büyük âlimlerden okudu.

Hicri 1335 yılında ilim meclislerinin çoğalmasından dolayı Kum şehrine gilti. Burada Ayelullah Muhammed Hüseyin Burucerdî'nin yanında kaldı ve 13 yıl Ayelullah Damad'dan tıkıh tahsil etli. İmam Humeynî'nin yanında da yedi yıl uslil-u fıkıh okudu. Allâme 'Labatabaî'nin hikmet-i müteâliye, İrfan, hadis ve tetsir alanlarındaki özel dersleri­ne katıldı ve onun yanında el-Esfarkitabını tamamen oku­du.

Amulî'nin elinizdeki eserinden başka, Kur'ân'da Hidayet, Cemal ve Celal Aynasında Kadın adlı iki eseri de yayınları­mız arasından çıkacaktır. [1]

Önsöz

Bismillahirrahmanîrrahîm

1- Bilindiği Üzere Yüce Kur'an, tüm insanlığın hidâyeti ama­cıyla nazil olmuştur ve bu bağlamda hangi zaman diliminde ya da coğrafya üzerinde yaşarsa yaşasın herkes onun bir klavuz konu­mundaki yol gösterici ışığından faydalanmak durumundadır. Do­layısıyla farklı bir kültürün ya da uygarlığın uzantısı olmak, Kur'an maarifini anlama veya onun tamamen ilahî feyzine vasıl olma açı­sından kat'i surette hiç bir topluma ayrıcalık getirmez; yani özetle­yecek olursak Kur'an'm hakikatine ulaşma veya nimetlerinden fay­dalanma yönünde Arap ya da Acem olmak kesinlikle bağlayıcı bir unsur teşkil etmemektedir. "Alemlere uyarıcı-korkutucu olması İçin Furkan'ı kullarına indiren ne yücedir. [2] Evet o Kitâb-ı Kerim'den kimi kolaylıkla, kimi de daha da kolayca istifade eder: "And olsun biz Kur'an'ı öğüt alınabilmesi (zikir)için kolaylaş­tırdık. Yok mu öğüt alan?"  [3]

2- Bir kitabın, içeriği ve değindiği meseleler açısından evren­sel bir kimliğe bürünebilmesinin temel şartı, ifadelerinin herkesin anlayabileceği bir dile yazılmış olmasıdır. Aksi takdirde o dilin ye­tersiz veya bazı kültürlere yabancı olduğu şeklinde bahaneler ileri sürülecek, dolayısıyla insanlara sunduğu mutluluk süreci herkes tarafından katedilmeyecektir ve bu süreç, yani Hakka vâsıl olmanın yolu önümüze serilmişken en ufak bîr dalgınlığımızda bizi hak yo­lundan çekip başka yönlere sürüklemek  isteyenler ortaya çıkacaktır.

3- Beşeriyetin geniş dünyasını uyum içinde tutan tek dil, insan­ların ortak kültürü olan, her bireyin sırası geldikçe nasibini alıp bil­gilendiği, hiç bir bireyin kendisine yabancı olduğu bahanesini ileri süremeyeceği ve sağlam temellerine tarihin yıpratıcı etkilerinin eri­şemeyeceği fıtrat dilidir. Fıtratı yaratan Allah onun her türlü zarar­dan korunmasını da sağlamıştır:

"O halde yüzünü hanif (Allahı birleyen) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiç bir değiştirme yoktur, işte dimdik uyakta duran din budur..." [4]

Kuran-ı Kerim kültürünün ortak oluşunun işaretini 'Beyaz'a, Siyah'a ve Kızıl'a gönderildim' sloganıyla bütün dünyada ünlenen âlemin peygam­beri Hz. Muhammed b. Abdullah (sav)'ın kutsal dergahında, Selmân-ı Fârsî'nin, Süheyb-i Rûmî'nin Bilal-i Habeşî'nin, Üveys-i Karanî ve Ammâr-ı Arabi'nin imrenilecek toplanışında gözlemlemek mümkür. Çünkü gerçek birliğin (vahdet) tam tecelli olan va­hiy mertebesinde suretin kesreti özün birliğine mahkumdur. Dil, ırk, ülke, adetler ve gelenekler ve diğer çeşitli dış etkenlerin çoklu­ğu, Allah erlerinin ruhlarının bileşimi olan iç fıtratın birliğine yenik düşmek durumundadır.

Renk ırk, dil v diğer sonlu-geçici arazlara soyluluk atfedenler, renklerdeki farklılıktan başka ayırdedici nitelikleri olmayan cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar gibidirler. Ancak vahiy meleğinin kabul ettiği fıtratı koruyup onun yolunda hareket ederek hedefe ulaşmış muttaki âlimlerin ihsanı ayırt edici vasıfları vardır. [5] Zira her kişinin değeri, yaptığı güzel şeylere göredir ve kullara değer biçme ,herkesin gizliliklerine aşina olan yaratıcının yetkisindedir.” Yaratıcı hiç bilmezmi ? O latiftir, habirdir [6] Milliyetçi kölelerin ve Allah'a tapan özgürlerin değerlendirilmesi konusunda da şöyle buyurur:

“...Dağlardan da beyaz, kırmızı, deği­şik renklerde ve koyu siyah yollar (açtık) insanlardan, debelenmek­te olan canlılardan ve hayvanlardan da renkleri böyle değişik olan­lar vardır. Kulları içinden Allah'tan ancak âlimler içleri titreyerek korkar. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve bağışlayıcıdır." [7] Alimce korku, birliğin kaynağı olan fıtrattan doğmuştur, bakırların yumuşaklığı ile zehirlerin öldürücülüğünün birbirinden ayrı olduğu doğanın rengârenk yansımalarına aşık olanlarınkinden değil!

4- Her ne kadar insanlar ilâhi fıtrat adlı ortak bir kültüre sahip iseler de zeka seviyesi yönünden aynı değillerdir, aksine "insanlar tıpkı altın ve gümüş madenleri gibi madenlerdir." Bu açıdan cihan­şümul bir kitabın, sonunda hiç bir araştırmacının konunun değer­siz olduğu bahanesi ile kendini müstağni görmemesi ve hiç bir ek­sik düşüncelinin onun karmaşıklığı bahanesiyle kendini mahrum görmemesi için fıtrata değin bilgileri farklı yöntemlerle çeşitli dü­zeylerde gözler önüne sermesi gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim, bundan dolayı salt hikmet, öğüt, çağrı ve en güzel mücadele yoluy­la kendi armağanını göstermekle kalmamış, "Rabbinin yoluna hik­metle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücade­le et.." [8] aynı zamanda anoîoji metoduyla da, , neticede Örneklemeye tutunmanın gölgesinde yükselerek öğütten pay al­mak, mücadelede en güzel yöntemi kullanarak hikmetle dolmak, daha sonra ma'kul'den meşhud'a bir köprü kurup hüsul'den hu--zur'a bir yol bularak gayb'den şuhûd'a giriş izni almak, ilim'den 'ayn'a gelip etminan makamından Allah'u Teâla ile buluşma (lika-ullah ) ereğine ulaşmak, oradan da "ah! Azık az sefer uzak, yol uzun!" inlemesiyle ve "Rabbim! senin hakkında şaşkınlığımı artır", şeklinde şühûd-i maksad ve hayret-i memduh ile, Allah'dan Allah ile Allah'a doğru sonsuz seyiri devam ettirmek ve "sana kemâliyle ulaşmayı bize bağışla! Kalb gözlerimizi onun sana olan bakışının ziyasıyla süsle ki kalbin gözleri nurun kaplamasıyla yanıp-tutuşsun da yüceliğin cevherine ersin ve ruhlarımız senin kutsallığının izzeti­ne tutunsun!" (münâcât-i şa'banîye) diye buyuran masum imam­larla (a) uyumlu olmak bir anlamındaki bilgilerin çoğunu da indir­meye çalışmıştır. Mantık ilminde bilindiği gibi analoji hadd ve resmden ayrı bir şeydir. Zira ne onda tanımlanan şeyin özleri ne de özün arazları başka bir yerden alınmıştır. Belki bu birtakım benzer örneklerle açıklanabilir. İnsan nefsi tanımlanırken şöyle denilir:

Bedendeki nefis, gemideki kaptan gibidir. Bu nefsin bedenden kur­tulduğu bir aşamada onun bedenden ayrılığını ifade etmek için bir alan oluşturan işte bu örneklemden (temsil) başka birşey değildir. Meseleye daha ilmi bir yaklaşımla, "rakibtu'l - bahre ve'n -kesera's -sefinetu" (denize bindim ve gemi kırıldı) örneğini getirebiliriz.

Kısaca Kur'an-ı Kerîm, kesin istidlal metodları bir yana dursun, örnek yöntemini izlemeyi de bazısına delil, bazısına tanık, kimi için kılavuz ve kimi için de ufuk açıcı olması açısından herkesin önüne koymuştur; "Andolsun, biz bu Kur'an'da belki öğüt alıp düşünür­ler diye, insanlar için her bir örnekten verdik[9]Ama yine de örnek sınırında karmamak için uyanık olmak, aslında ör­nek gösterilen geniş ilim merhalesinden akıl makamına gitmek ge­rekmektedir. Zira Hz. Ebİ İbrahim b. Musa b. Ca'fer (s.a) (imam Musa Kazım), Hİşam b. Hakem'e şöyle buyurmuştur:

Ey Hişam! şüphesiz akıl, ilimle birliktedir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "işte bu örnekler, biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimler­den başkası bunlara akı! erdirmez" [10]. Eğer ilmin nuru yola yardımcı olmaz ise örnekler, sarp geçitler gibi yolun önünde set olacaktır. Bu çetin geçitleri aşarak aklın zirvesine erişmek, daha sonra da ilim kürsüsünden şuhüd merkezine uçarak tek basma ila­hi kutsallığın yüceliğine ulaşmak, ancak ilim çerâgıyla mümkün­dür, başka hiçbir şeyle değil. Zira ''rengin belirlediği her şeyden ba­ğımsızdır." (Usûl-i Kâfi, Akıl ve Cehalet Babı, 12. Hadis)

5- İlahi vahiyde hedef, fıtratı terbiye etmek ve eğitmek, "onlara, aklın hazinelerini göstermek" (Nechü'l-Belâğa, 1.Hutbe) olduğu için, salim bîr fıtrata sahip olanlar, ondan yararlanır ve onun tevhî-dî sesini işitmekten sevinç gözyaşları dökerler. Fakat fıtratı bozul­muş günahkârlar, o ilahi sesten mahrum, sözümona maddî kazanç-larla mağrur, ilahi İlim nuruna iştiyak duymak yerine beşeri ilmin örtüsü altında sarhoş ve başıboş bir şekilde yeniden dirilişe dek ya­şam sürerler. Zira Allah'ın resulü şöyle buyurmaktadır: "insanlar, uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar"

Işıl ışıl parlayan fıtrat mumunu söndüren tek şey kalbin kapısı­nı kapatan günah unsurudur. Kalbin kapanmasıyla da ne sapıklık­tan kurtulmak için bir yol kalır ne de ilahi nura vasıl olmak için bir kapı:

"Öyle olmasa, Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yok­sa birtakım kalpler üzerinde kilitler mi vurulmuş?" [11]. Fıtrat doğrultusunda olanlar, ilahi vahyin yüce katında mutlu­durlar:

"Kendilerine Kitab verdiklerimiz Ehl-i Kitap sana indiri­lenden dolayı sevinirler" [12]ve günahkar bir edayla fıtratın şuasını söndürenler de o sınırlı beşeri bilgiyle sevinçlidirler:

"Resulullah kendilerine apaçık belgeler getirdiği zaman onlar yanlarında­ki ilimden dolayı sevinip böbürlendiler de alay ettikleri şey, kendi­lerini sarıp kuşatıverdi" (Şafir (mümin) 83)

Nefs tezkiyesi ışığında kurtuluşa erenler, "Kur'an okunduğu za­man, hemen onu dinleyin ve susun"[13] buyruğuna zekice kulak verirler. Zira orada bütün organları göz ve kulak olacaktır. Oysa nefsin entrikası bu entrikayı arzu mezarlığında gizleyerek za­rar ve ziyana uğramış olanlar, "Doğrusu ben, senin onları bağışla­man için her davet edişimde onlar parmaklarını kulaklarına tıkadı­lar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip direttiler" [14], kanıtıyla ilahi sözü dinlemeye yanaş­mazlar.

6- Kur'an-ı Kerim'den doğru yararlanmak için sadece önceki günahları terketmek yetmez, buna ek olarak Kur'an'ı iyi düşünerek

okuma, "insanlar için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu ku­rup) oturacağım" [15], âyet-i kerimesiyle de sabit olduğu üzere, daima dosdoğru yolun yolcularına pusuda olan şeytanın sin­si saldırısından kaçınmak gerekir:

"Kur'an okuduğun zaman ko­vulmuş şeytandan Allah'a sığın" [16] Allah yolunun yolcuları için şeytandan korunmak gerekli ve muhlislerin ülkesinde şeytan için (fetihe galibiyete) bir yol bulunmadığı için, ilahi yakınlığa eri­şenlere (mukarrebin) de Allah'tan Allah'a sığınmak zorunludur. Şeytan, melek gibi akli soyutlanma sahasına giremediği, kuruntu ve hayal soyutlanmasından başka bir şeyi kullanamadığı için, akıldan soyutlanma (tecerrad-ı akli) bölgesinde vesvese verme imkanına sahip değildir. Bu bakımdan da salt hulüs (arınmışlık) sahiplerine Hakk'ın celaliyle yanma tehlikesinden öte bir tehlike yoktur. Zira onun cemâline sığınmanın çaresi, 'euzu bike minke'(senden sana sığınırım!)dır (Tefsir-i Kur'an, Sadru'l -Müteellihin, cilt l,s. 10).

7- Bu önsözün sonunda en sağlam vahiy takipçilerinden birisi olan merhum Ebu Ali Ibn Sina'dan da kısaca bahsedeceğiz. Ibn Si­na, sübhan olan Allah'ın hikmeti ve hakim olmasının açılımını ya­parken Hazret, ilim ve fiil hususunda, "Bizim Rabbimiz,her şeye yaratılışını veren, sonra da hidâyet edendir" [17] diye buyu­ran Kur'an-ı Kerim'e dayanarak şöyle demektedir:

"Vacibu'l-Vücud da her varlığın varoluş sebebidir. Her varlığa varlığın kemâlini vermiştir. O, her varlığın var oluşunda ve beka­sında muhtaç olduğu şeydir. Ve bu iki şeyde varlığa, ihtiyaç duy­madığı şeyleri de vermiştir. Kur'an, "Rabbena .." derken bu anlama gönderme yapmıştır. Hidâyet, her varlığın varoluş veya bekasında gereksinim duymadığı bir kemâl'dir. Ama yaratılış her varlığın varoluş ve bekasında ihtiyaç duyduğu kemâl'dir. "Ki beni yaratan ve hidâyet veren O'dur"[18], ayeti de bunu ifade eder. Nite­kim filozoflar, bir şeyin varoluşunda ve bekasında ihtiyaç hissettiği şeyi "Birinci Kemal" (Kemalu'l-Evvel ) ve varlığını sürdürmesinde ihtiyaç hissetmediği şeyi ise "ikinci Kemal" (Kemalü's-Sâni) olarak adlandırmaktadırlar (Ta'likat-i Esfar, s. 21,22).

Yani sübhan olan Allah hem şeyler'e (eşya) eylemsellik özünü ve zâti formlarını bağışlamış, hem de onlara ikincil kemallerle tek­vini (yaratılışsal) kılavuzluk yapmıştır. Bu Kur'an'dan faydalanma sorununa ayrıca merhum Sadru'l-Müteellihin (Molla Sadra) da de­ğinmektedir. (Esfar, 6, 369 )

Umulur ki Allahu Teâla, İlâhi fıtratı koruma konusunda herkesi başarılı kılar, İdeal fıtri akim semavi vahiy ışığında yeşermesini bü­tün insanlara lütfeder, "Sahibiniz (Peygamber (sav), şaşırıp-sapmadı ve azmadı" [19], âyetinin önderliği altında yol ve hedefi tanıma mutluluğunu tüm dünya Müslüman'larına bahşeder, ba-kıyyetu'llah'ın tecelli sahasını imamet (önderlik) geçitinin yolcula­rını hazırlık eğitimiyle hazırlar da hem alevlenen insanlık karşıtı, anti beşer savaşın körüklediği her türlü ateş söner, "Onlar ne za­man savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse, Allah onu söndür­müştür" [20] ve hem de ilâhî ışığın berraklaşması, art ni­yetlilerin hastalıklı dillerinin zararından korunur, "Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile[21]Nihayet beşeri yaşam sahası ilâhi nur'la aydınlanır, " Yeryüzü, Rabbinin nuruyla parıldadı"[22].

Hamd, âlemlerin rabbi Allah'adır,

Abdullah Cevâdi Âmûlî

Kum-Şubat 1984. [23]

 

1. Hidayet Genel Çerçeve

Teşhis

Herşeyt En iyî Tanıma Yolu, o nesnenin cevheri üze­rinde derinlemesine düşünmek ya da varoluşsal değerleri­ni mütala'a etmektir. Bu takdirde o şeyin kendine has bü­tün özellikleri açıga çıkarak ve bu doğrultuda karanlık hiç bir nokta kalmayacaktır. Fakat bir şey eğer araçlar ve etkileriyle (işaret) veya yanındakiler ve doğası uyuşanlar ile tanınırsa, ya incelikle tanınma­yacak, ya da tözsel nedenleri yoluyla tanımada olduğu kadar tam anlamıyla açık  ve kesin olmayacaktır.

Bu metodu, söz emiri muvahhidlerin önderi Alî b. Ebî Tâîib (a.s)'in dilinden dinleyelim: " Arafu'llahe bi'llahi ve'1-adlİ ve'l- ih­sanı" Usûl-i Kâfi, 'innehu ia ya'rifu illa bihi' babı) yani Allah'ı yine Allah'ın zatıyla tanıyın; Peygamberi, risaleti ve mesajı ile tanıyın ve velâyet-i emr'i yine "innellahe ye'muru bi'1-adli ve'l- İhsâni "(Şüp­hesiz Allah adaleti ve iyilikle davranmayı emreder” [24] aye­tinin yansıması olan iyililği, adaleti ve iyi amel işlemeyi emretmesiyle tanıyın. Demek oluyor ki en iyi teşhis yöntemi bir varlığın bizzat kendisini gözlemleyerek yine kendisine varmaktır. Çünkü Yusuf un kardeşleri, onun cemâlini gözlemleyerek zatına vakıf olup onu, kendisi üzerinde yoğunlaşarak tanıdılar ve "sen gerçekten Yusuf musun, sensin öyle mi dediler. Ben Yusufum dedİ" [25]. Yâ­ni Yusuf’u müşahede ederek onu tamdılar ve "sen'den o Yusuf olan muhatabın zatına ulaşıp o olduğunu anladılar. Onun kendi­sinden başka ona giden bir yol bulamadıkları gibi başkasından ona doğru bir yolda bulamadılar. Bunun için Mansur b. Hazm, altıncı imam Hz. Ca'fer b. Muhammed es-Sadık (a)'a şöyle bir beyanda bulunmuştur: Ben bir grupla tartıştım ve onlara dedim ki; İnnella-he ecellu ve ekremu min en ya'rifu bi-halkıhi beli'l-ibadu yu'rifune bi'llahi fe-kale rahmetullahi" (Usul-i Kafi, 'innehu la ya'rifu illa bi-hi babı). Demek İstiyor ki, Allah, yarattığıyla tanınmaktan -bilin­mekten- çok üstündür. Tam tersine kullar, Allah'ı tanımakla tanı­nırlar. Zira birşey varlık değerleriyle tanınmışsa onun tanınıp-bilinmesinde hiç bir kapalı nokta kalmaz. Bu bakımdan bir şeye tanı koymada izlenecek en sağlıklı yöntem, kendisini oluşturan unsurla­rın üzerinde taşınmadığı durumlarda bunların sebeplerinin irde­lenmesi, nesne ile yukarıda bahsedilen faktörlerin entegre bir ko­num arzettiği durumlarda ise bizatihi nesnenin kendi üzerinde de­rinlemesine bir analiz yapılmasıdır. [26]

Hidâyetin Analitik Özelliklerînin Tanınması

 

Bu yüzden bilgi sorunları ve varlıkla ilgili konular felsefede en zor akli konulardan sayılırlar.

Hidâyeti tanımak için belirtilen iki yöntem vardır:

 Birisi hidâyetin, hidâyeti yaratanın varlık değerlerini tanımak suretiyle tanınmasıdır. Diğeri ise hidâyetin onun kendi zatı üzerinde yoğun­laşarak tanınmasıdır. Birinci yol,her ne kadar daha derin ve daha yararlı ise de ele alınacak boyutları bu makaleye sığmaz. Gerçi konu geldiğinde ondan örnekler verilecektir. Hidâyetin özünü müşahade edip ona zatı konusunda derinleşerek vakıf olmak olan ikinci yo! ise bu makalede irdelenecektir. [27]

 

Hidâyet

 

Bir "kategori" içinde değerlendirilebilen ve cins ve ayrım terki­biyle bölümlenip bir mahiyet birimini oluşturan, "mahiyet" köken­li bir kavram değildir. Aksine hidâyet "kategori" kapsmına girmek­ten "cins" ve "ayrım" terkibinden uzak, tıpkı bilgi gibi varlığın bir biçimi olarak ortaya çıkan bir kavramdır. Çünkü "o nedir" sorusu­na "o kendisidir", " o mudur" sorusuna da "O'dur" cevabı verile­cektir. Hidâyet kavramının çözümlemesinden sonra,, görüş ufku ve çaba gibi varlık kavramlarından bilgi ve armoni (ahenk), ilim ve devinim, bilgi ve vi'sal, anlayış ve nail oluş, kurtuluş vb. dışında birş'ey elde edilmemektedir, zira bu fenomenlerin hepsi, varlık kö­keninden olup mahiyet sınırının dışındadır. Çünkü hidâyet ve ha­kikat tıpkı varetme ve varolmanın gerçeği gibi işraki ve kategorici bağıntı çevrelerinin farklılığı ile birbirinden ayrışan bir gerçeklikten öte değildir. Nitekim evrenin varoluşunu en iyi tanıma, ona varlık bahşedeni tanıdıktan sonra, evrenin varlık gerçeğini gözlemleme ve onun varlığı üzerinde derinlemesine düşünmedir. Hidâyeti tanıma için en iyi yol ise kendinde hidâyet edici ve hidâyet yaratıcının bil­gisinden sonra hidâyetin, hidâyetten başka bir öze sahip olmayan ve salt (mutlak) hidâyetten ayrı birşeyi alanına sokmayan ben ger­çeğini gözlemlemedir. Zira ilim gerçeğinde cehl'e yer yoktur ve va­roluş gerçeğinde yokluğa bir geçit olmayaktır. [28]

 

Hidâyet Kur'an'dır; Kur'an Da Hidâyet

 

Hidâyetten öte birşey olmayan, salt hidâyet olan ve kapsamında hiç bir delalete yer vermeyen, nur'un karanlığı, yaşamın da ölümü kaldıramayışı gibi temelde sapkınlığı kabu! etmeyen şey, Kur'an-ı Kerim'dir. Evrenin yaratıcısı (Allah) onun hakkında şöyle demek­tedir:

"Bu, Rabbinizden olan basiretdir; iman edecek bir topluluk için de bir hidâyet ve bir rahmettir" [29]. Kur'an bu âyet ve diğer [30] gibi) ayetlerde aynı şekilde hidâyet ve gerçeklik adı altında tanıtılmıştır. [31] Âyette ise öz, vârolussal bir realite olan nur ismiyle tanıtılmıştır; "Ve fakat biz onu bir nur kıldık; onunla dilediğimizi hidâyet'e erdiririz.' Bilindiği üzere şek, şüphe ve yakın anlamlı benzeri olgular, delaletin birer dışavurumudurlar ve Nûr'un met­ninde kat'î surette bu tür bîr sapmaya geçit verilmemiştir. "Bu, kendisinde şüph olmayan bir kitaptır" [32]Yani ne Kur'an'ın içeriğinde şüpheye, ne faili kaynağında tereddüte ne de nihai kaynağında şek'e yer verilmiştir.

Her türlü delalet ve yanlışlıktan uzak olduğu için de şöyle buyurulur:

"Batıl, onun önünden ve arkasından da gelemez (çünkü kul­larına) Hakim ve Hamid'ten (Allah) indirilmedir" [33]. Şühûd âleminin aslının akıl faktörüyie içice bir konum arzetmesin-den ötürü, her nevi düşüklük ve yoksunluktan korunmaktadır:

"Gerçek şu ki, biz senin üzerine 'oldukça ağır' bir söz bırakaca­ğız." [34] Ayrıca insanın fıtratı ile evren arasındaki mevcut uyum, bu konunun insan yaradılışına altından kalkılama­yacak kadar ağır bir yük getirmediğinin ve çözülmesi mümkün ol­mayan kompleks bîr sorun teşkil.etmediğinin en iyi belirleyicisi konumundadır.. "Andolsun biz Kur'an'ı öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan" [35]. Her türlü bilgisizlik ve şüphe bulanıklığından uzak olup Kemal'e ulaşma yolunda ilerle­yenlerin velisi ve koruyucusu konumundadır.

"......tertemiz sahifeleri okumaktadır; onların içinde dosdoğru 'yazılı-hükümler' vardır" [36]. Daha iyisini bulmaya ve onun bir benzerini ge­tirmeye hiç kimsenin gücü yetmez, yüce makamdan gelmiştir, onu getirenler değerli ve muttaki meleklerdir:

"O (Kur'an), 'şerefli-üstün' sahifelerdedir. Yüceltilmiş, tertemiz kılınmış yazıcıların ellerinde, ( ki onlar} üstün, değerli, 'iyilik ve dürüstlük' sembolüdürler" [37]. Onu alan ise Peygamber'in hak'tan başka birşey tanımayan ve Hak'tan gayri birşey bilmeyen tertemiz kalpleridir. "Onu uyarıcı-korkutuculardan olmak için, senin kalbine Ruhu'l-Emin indirdî" [38], "Onun gördüğünü gönül yalanla­madı", "göz kayıp şaşmadı ve (sınırı) taşmadı." [39]. Özetle O'nun öznel başlangıcı, öyle bir Allah'tır ki hak'tan başka birşey söylemez;

"Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir" [40]. Bilakis hak, onun zat'ından iner; "(bu), Rabb'inden gelen hak'tır" [41]. Emirü'l-Mü'minin (a.s)nin yüce deyi­miyle:

"Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah kitabıyla insanlar onu görmeksizin tecelli etti" (Nehcü'l-Belağa,155, Hutbe). Hidâyet kavramının en mükemmel şekliyle adeta bîr özolarak yoğunlaştığı Kur'an-ı Kerim'in iş bu hidâyetinin insanla özdeşleşmesi hâlinde ise mesele üzerinde en ufak bir sapmanın ya da korku, endişe tü­ründe duyguların vuku bulması söz konusu dahi olmayacaktır, imam Sescâd, Nechcul Belaga'da konuyla ilgili olarak şöyle bir be­yanda bulunmaktadır: Beşeriyet, ister zahiri nedenlere dayalı isterse küfürden mütevellid bâtını bir ölüme mâruz kalsın ve insana has mâkul yaşantısının dışına çıksın, bizzat hidâyetin metni olan Kur'an benimle olduğu sürece asla korkuya kapılmam. Çünkü kor­ku, sapkınlığın sonucudur. Bu yolun sâlîkleri ise korku duymaz, tersine daima yolunu katetmekle meşgul olurlar.

Bununla birlikte Kur'an hidâyetin özü ve hidâyet de bizzat Kur'an olduğu için, hidâyetin gerçekliğinin araştırma ve analizini, tüm maarifin açıklayıcısı konumunda olan Kur'an-ı Kerim'in çok açık olan, aynı zamanda da kendini açıklayan izahıyla sona erdir­mek gerekir:

"Biz, bu kitabı sana herşeyin açıklayıcısı olarak indir­dik" [42], ve Kur'an, sonsuz bilgi denizi, " ve bahranla yudriku ka'ruhu" (ve derinliği akıllara sığmayan bir deniz) (Nehcü'l-Belağa, 198. Hutbe) ve Hz Seccad (a)ın "Ayâtu'l-Kur'ani hazainun feküllema futihat hizanete yenbeği leke en tunzaru ma fiha"

 (Kur'an ayetleri, hâzineler gibidir. Hazineyi her açtığında içinde ne olduğuna bakmalısın!) diye buyurduğu gibi ilâhi ilimlerin bitmez hazineleri olduğu için Kur'anî hidâyet hakkındaki konuyu çeşitli aşama ve düzeylerde ele almak mümkündür. Nitekim Emirü'l-Mü'minîn (a) şöyle buyurur:

"Bil ki cennetin dereceleri, Kur'an'm ayetleri kadardır. Kıyamet günü gerçekleştiğinde, Kur'an okuyana " Oku ve yüksel!" denir. Cennette Peygamber ve sadıklardan sonra Kur'an okuyanınkinden daha yüksek bir derece olmaz" (Vâfi, 'Kur'an'a sarılma babı')

Bu geçişten Kur'anî hidâyet çevresinde gerekenlerin hepsinin söylenmediği ve bu tür makalelerle de bitmeyeceği bilakis onu ta­mamlama yolunun, aynı şekilde geleceğin araştırmacıları için de açık olduğu anlaşılmaktadır.

Ca'fer es Sâdık (a) "Kur'an güneş ve ay mercibesindedir." (Tefsirü'l-Beyan, s. 31) buyurur. Fakat öncekilerin değerli çalışmalarıy­la yetini lemez ve de gelecektekilerin verimli çabalar içinde olacakla­rını ümid ederek araştırma sorumluluğunu üstlenmemek olmaz. Aksine bu tür yazıların öncekilerin araştırmalarıyla sonrakilerin tetkikleri arasında bir ilişki çemberi olması beklentisi ile çabala­maktan çekinmemek, daha sonrada onun gelişmesini gelecek araş­tırmacılara bırakmak gerekir. " önceki, sonrakine ne bıraktı" "Kur'an bizden öncekilere geçerli (cari) olduğu gibi bizden sonra­kilere de geçerlidi " (Tefsirü'l-Beyân s. 31). [43]

 

Hidâyet Ve Etki Alanı

 

Varlığı, mahiyeti (öz, cevher, töz) ile aynı olmayan her'varlık, varoluşsal aslı, "Bizatihi varlık" a muhtaç olduğu gibi tekamülün­de, yani kemâle ulaşma yolunda ve hedefte, -yani kemalin kendi­sinde "Bizatihi kamil olan"a muhtaçtır. Mümkün varlığı sabit ke­mâline doğru yönlendiren "Bizatihi varlık" ve "Mutlak Kâmil", onun hidâyetini üstlenir (Ta'likat-i İbn-i Sina, s. 21). Buna göre hidâyet, bir şeyin kemâlini ve ona ulaşmada izlenecek yolu belirle­mekten ibarettir. Bu yüzden kemâli zatı ile aynı olmayan her varlık hidâyete muhtaç olacak ve ister kemâl ile yaratılmış olsun, ister te­kamül yolunu kat edip kuvveden- fiile çıkarak ona ulaşmış olsun, kendine uygun bir kemâle ulaşmada Mükemmeî"e muhtaç ola­caktır (Esfar, 6, 334). Binaenaleyh hidâyetin alanı, bütün imkan dünyasıdır. Dolayısıyla ister mükemmel ve hidâyet edilmiş bir şe­kilde müteal başlangıçtan sâdır olmuş sabit ve soyut bir varlık ol­sun, ister zamanın ufku ve deviniminde yaratılmış hareketli, somut bir varlık olsun, hem başlangıcı hemde sonucu aynı olan varlık, "Bizden herkesin belli bir makamı vardır" [44] buyruğuyla hidâyete muhtaçdır; ayrıca eksiklikten başlayıp fiil ve kemâl ile bi­ten varlıklar da ona muhtaç olacaklardır. Bunun için hem o, "Ka­mil olarak yaratılmış soyut, teşbihinde "Sen yücesin (ya Rab); senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bi­lensin, hakimsin" [45], der hem de "Adem'e bütün isimleri öğretti" [46] âyetinde olduğu gibi ilim ve bilgilerin hepsin­den hissesini alan mütekâmil dua ve tövbesinde "Rabbimiz! biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mu­hakkak zarar edenlerden oluruz" [47] der. Kısacası hem niteli­ği hakkında "Ondan önce söz söylemezler ve onlar, O'nun buyru­ğunu yaparlar" [48] buyurulan o soyut varlık olsun, soyut­lanmaya doğru giden ve "Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin" [49] şeklinde emredilene bu somut varlık olsun, her ikisi-nînin de hidâyete gereksinimi vardır. Zira birşeyin varlığının, zatı ile aynı olmaması ve onun, kendi fıtrî temelinde varlık-veren baş­langıca muhtaç olup da kemâl ve kemâle erişme yolunda kendi özüne müstağni olması mümkün değildir. Çünkü hem özü itiba­riyle yoksulun, yine özü itibariyle varsıla dönüşmesi olanaksızdır, hem de salt kaderin imkansızlığı son derece arıkça görülmektedir. Hidâyet, varoluş biçimi olduğu için varlıklar gibi sabit veya akışkan olarak ikiye ayrılır. Varlıklardan bazısının hidâyeti, varoluşsal temelleri gibi sabit ve aşama aşama ilerlemekten uzaktır. Varlıklar­dan bazılarının hidâyeti ise varlık temelleri gibi akışkan ve kademe­lidir. Şu halde hidâyetin etki alanını, bizzat mümkün varlık mesa­hası olarak bilmek ve "Rabbimiz, herşeye yaratılışını (varlık ve biçi­mini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten)dir" [50] âyet-i kerimesini daha geniş ve etraflı bir mânâda anlamak gerekmektedir. Dolayısıyla görevimiz onun mümkünler varlık sahasına yönelik tümelliğiyie kalıcılığını koru­mak ve ayetteki "yaratılış" kelimesini, "Bilin ki yaratma ve emir O'nundur" [51] ayetindeki "emir"in karşılığı olarak kabul "Allah her şeyin yaratıcısıdır" [52] âyetinde olduğu gibi ge­niş bir mefhumda anlaşılmalıdır. Çünkü hidâyetin etki alanı da ya­ratılış gibi geniş ve kapsamlıdır. Meleklerin yerine getirmekle gö­revli olduğu bir risaleti vardır. Risaletin hedefsiz, yolsuz ve hidâyetsiz olamayacağı ise apaçık ortadadır. Her ne kadar onların (melek­ler) risaletleri, varlıkları ile birlikte olsa da; "....Melekleri.......elçiler yapan..." [53].

Hidâyetin etki alanının vüsa'tından, hidâyetin kıyamet duraklarına, bazılarının cehenneme şevki ile diğerlerinin cennetle şevkine doğru mutlak akışını anlamak mümkündür. [54]

 

Doğada Hidâyet

 

Hidâyetin âleme dahil olan herşey için zorunluluk arzetmesi, nesnel gerçekliği bulunan varlıkların ona olan ihtiyacım daha da artırmaktadır. Ayrıca varlıkların fiziksel yapılarının zayıflığı ile hidayte olan gereksinimleri arasında tam anlamıyla doğru bir orantı vardır ve bu da hidâyetin gizemini en güzel şekliyle gözler önüne sermektedir.

Kur'an'ı Kerim, doğal varlıklardan herbiri için özel bir yol, ken­dine özgü bir hedef ve sonuçta özel bir hidâyetin olduğunu söyle­mektedir. Aşağıda bu konuya dalâlet eden âyetler verilmiştir:

"Görmedin mi? Allah gökten bir su indirdi, onu yerin içindeki kaynaklara geçirdi, sonra onunla çeşitli renklerde ekin çıkarıyor. Sonra (ekin) kuru, onu sararmış görürsün. Sonra Allah onu bir çöp yapar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için bir ibret vardır" [55] Bu ayette, özel bir hidâyeti olan yağmurların hareketi, su kaynaklarında toplanışı, bitkilerdeki cezbesi vs. ortaya konmuştur.

"Rabbin bal arısına şöyle vahyetti:

"Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edinin!" sonra her çeşit meyvelerden yerde Rabbinin yollarında boyun eğerek yürü!

"Onun karınların­dan, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar ki onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir millet için ibret vardır" [56]. Bu âyette bal arısının ev yapımında, çiçeklerden ve meyve­lerden öz almada, yaratanının belirlediği yolu katetmede ve sonuç­ta kendine has hidâyetini ifade eden bal üretimindeki kendine özgü süreç gündeme getirilmiştir. Asıl ilginç olan şudur ki, bal üretimi yolunda doğru çabayı Allah'ın yolu, yani Allah'ın balarısını yönelt­tiği ve hidâyet amacına ulaşmak için ona gösterdiği yol olarak bilmesidir.

Aynı şekilde doğal hareket, yol ve hedefe ihtiyacı olan diğer canlı varlıklar gibi insanın da tabiî ve maddi hereketler bazındaki hidâyeti de Kur'an'da ele alınmıştır. "(Allah) yeryüzünde sarsılmayasınız diye köklü dağlar, yolunuzu şaşırmayasmız diye nehirler ve yollar meydana getirdi" [57].

"O, yeri sizin için beşik kıldı ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar yaptı." [58]

"O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı." [59]

Yukarıda zikredilen âyetlerde doğal boyut bünyesinde barınan insanın maddî hareketleri hidâyet olarak adlandırılmıştır; ister bu âyetlerde verilen iç güdüsel nitelikli davranışlarda bulunsun isterse sebep-sonuç bağıntısı daha sonra gözlemlenebilecek bir takım tep­kiler versin, İnsanın hareketinin tüm aksamının bir yol ve hedefe yani hidâyete ihtiyacı vardır.

Özetle tabiat alanında her türlü hareket hidâyetle içice olup özel bir yoldan özel bir hedefe rehberlik edilecektir. Hiç bir doğal varlık cansız ve donuk oimayıp, hiç bir hareket de hedefsiz olmayacaktır. Neticede tabiat ortamı, hidâyete tabi olup genel bir hidâyetin kap­samında olacaktır. "O yaratan ve düzene koyandır. Ölçüleri belir­leyip, yolunun gösterendir." [60]; ister yeryüzündeki varlıklar olsun, ister gökyüzündeki yıldızlar hemen hepsi harekete mahkum ve sonunda hidâyete tabidir. [61]

 

Fıtratta Hidâyet

 

İnsan, imkan dünyasının diğer varlıkları gibi hem kendi varlığı­nın özünde-başkasına muhtaçtır, hem varotuşsal kemallerinde hem de onlara ulaşma yolunda hidâyet ediciye (Hadi, yol gösterici) muhtaçtır. Bu makalenin konusunun ekseni de Kuran'an da insa­nın hidâyetidir. Eğer hidâyetin öteki katmanlarına herhangi bir te­mas edildiyse, konunun zeminini hazırlamak amacıyla olmuştur yoksa o konularla ilgili meseleler kendine özel yerlere bırakılmıştır. İnsan, yaşamı anlayış ve eylemlerine bağlı olarak ortaya çıkan canlı bir varlıktır. Yani ilmî (bilgisi) eyleminin düzenlenmesinde etkili olup, pratiği idrakinin artmasında etkilidir. Düşünceleri, etkinlikle­rinden asl bağımsız olmaz. Pratiği de düşüncesinden ayrı değildir. Hidâyeti bilginin ve eylemin kılavuzluklarında meydana gelir. Dü­şüncenin artması ve amelin akışı ile, idrak ve çabasıyla uyumlu bir amil olan onun hayatı olgunlaşacaktır. Her insanın yaşam ölçüsü, hepsinde başkasına gereksimli olduğu bilgi filim) derecesi ve eylem mertebesiyle doğru orantılıdır. Her ne kadar uygulamada yanılgıya düşüp batılı hak zannederek onu izler ve delil getirirken hedef ve işini hak olarak kabul ederse de insan, fıtri olarak hakkı ister ve onun peşinden gider. [62]

 

Hîdayet: Genel Çerçeve Hidâyet Edici, Zatıyla Muhtedî Ve Hâdi Olmalıdır

 

İyi düşünüldüğünde insanın temel itibarıyla varlığına kaynak teşkil eden ama kendisinin böyle bir bağışlayıcıya ihtiyacı bulun­mayan ya da kemâle erebilmesi için insana yol gösteren fakat kat'i surette tekamüle veya kılavuzluğa gereksinim duymayan başka bir unsurun varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır ve bu durumda kemâl, O'nun zâtının ayni olup, her tür hidâyetinde yine O'nun kendisin­den sâdir olması gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim, âyetlerin bazısın­da hidâyeti Allah'a ait bir hak oiarak kabul eder; bazı âyetlerde ise Allah'ın hakkı olduğuna ve ondan başkasının olamayacağına dai­r sınırlama getirir:

1- "De ki: Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur" [63] yani hidâyet, sadece Allah'ın hidâyetidir. Ondan başkası asla hidâyet değil, aksine hidâyet adında delalettir.

2- "İşte sizin gerçek Rabbiniz Allah budur. Gerçek'ten sonra sa­pıklıktan başka ne var ?" [64], salt hak, ancak ve ancak Al­lah ve hidâyet, haktan başkasını değil hakkı takip etmek olunca, bâ­tıl ve bâtılı izlemek delalettir. Şu halde hidâyet, sadece Allah'a aittir. Allah'tan başkasını izlemek delalettir.

3- "Şüphesiz Allah katında din, islam'dır,", "Kim, islam'dan başka bir din ararsa ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybe­denlerden olacaktır" [65]. Yani Allah'ın katında, mutluluk verici tek yasa İslamdır. İslam dininden başka hiç bir din geçerli değildir.

4- "O halde nereye gidiyorsunuz ?" [66] yani islam'ı ve Kur'an'ı terkederek asla hedefe ulaşamazsınız. Çünkü hidâyetin yo­lu, bizzat Allah'ın sözüdür. Şu halde nereye gitmektesiniz ? Diğer âyetler de insanın hidâyetini Allah'ın yolunu izlemeye münhasır olarak kabul etmektedir.

Fakat hidâyetin yaratıcının elinde olduğuna ve O'nun dışında hiç bir varlığın, insanın hidâyetine layık ve kadir olmadığına dâir âyet, aşağıda verilmiştir:

"De ki : 'Sizin ortaklarınızdan hakka götürecek (hidâyet) var mı ? De ki: Allah hakka götürür. Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı ? O halde neyiniz var ? Nasıl yargıda bulunuyorsunuz ?" [67] Bu âyet-i kerime'de hakka hidâyet eden kimse ile hidâyet eden kimse ile hidâyet edilmeden muhtedi olmayan kimsenin kar­şılaştırılması verilmiştir. Yani birincisi, bir başkasının hidâyetine muhtaç değildir. Başkasından yardım almadan zatıyla (özü itibariy­le) hidâyet edicidir ve başkalarını hidâyet edebilir. Oysa ikincisi hi­dâyete ermek için başkasının hidâyetine muhtaçtır ve başkasının yardımı ve kılavuzluğu olmaksızın muhtedi olamayacaktır. Âyetin içeriği, başkasına muhtaç olmayan bir kimsenin hidâyet etme hakkı olduğu ve onu izlemek gerektiğidir. Yani töz, zat itibariyle muhtedi (hidâyet bulmuş) ve zat itibariyle başkalarının hadisi olmalıdır. Çünkü başkasına gereksinim duyan ve özüyle muhtedi olmayan kimse, başkalarını hidâyet etme hakkına sahip değildir ve başkası­nın hadi'si olamaz yânî İzinden gidilemez. Zira kendisi hidâyetin kemâlinden yoksun iken başkalarının kemâline sebebiyet vermesi mümkün değildir. Zira varlığı zatının aynı olmayan ve varlığının temelinde başkasına muhtaç olan her varlık, kemâllerinde de baş­kasına muhtaç olacaktır ve zatının (töz) aslı başkasının bir sonucu (ma'lul) olan varlığın, varlık kemâllerinden biri olan İhtida da (hi­dâyet etme) başkasına bir ihtiyacı olmaması ve zatıyla başkalarının da hadi'si olabilmesi için zatıyla muhtedi olması mümkün değildir. Bu durumda hidâyet hakkı, hem zatıyla muhtedi yani bütün işleri dosdoğru yol üzerinde olan "..inne "rabbi ala sıratın müstakimin" (gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir) [68], hem de başkalarının klavuzluğuna özüyle gereksinimsiz ve hidâyet kapsa­mına giren hiçbir fiilde başkasına ihtiyacı olmayan ve zatıyla heri olan Allah'ın yetkisindedir, çünkü O, hem sâlîkin özelliklerini bilir, hem de yol ve hedefin hususiyetlerine vâkıftır, insan, özü bakımın­dan (zatıyla)hak olan fıtratı talep eder; zatıyla muhtedi değildir.

Bundan dolayı Allah'tan başka hiç bir varlık başkalarına hidâyet yetkisine sahip değildir yani herkesin yapması gereken şey, sadece onun izinden gitmek ve İtaat etmektir.

Hz. imam Seccâd (a) buyurur ki: "Muhtaç'ın muhtaç'tan bir şey istemesi, düşünceden yoksunluk ve akıldan"(Sahife-i Seccadiye, 28.dua) gerçek hidâyet, zatıyla hadi'ye münhasır olduğu gibi, eğer birisi muhtedi olmak isterse, zatıyla muhtedi'yi takip etmesi gere­kir. Ve bu şekil dışında davranırsa delalete düçar olacaktır.

"Allah kime hidâyet ederse, işte doğru yolu bulan o'dur. Kimi de sapıklıkta bırakırsa artık onlar için O'ndan başka veliler bula­mazsın. Kıyamet günü onları, yüz koyun, kör dilsiz ve sağır bir halde süreriz. Varacakları yer cehennemdir. Ateş dindikçe onlara çılgın alevî artırırırız." [69],

"Allah kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur; kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun İçin yol gösteren bir dost bulamazsınız" [70]. Allah'ın hidâyet ettiği kimse, hidâyet bulmuştur ve Allah'ın hidâyet etmediği kimseye gelince onun hidâyeti için hiç bir çıkış noktası bulunmayacaktır. Her ne kadar o, batılı hak zannedip batılı haktan daha iyi bilsede. "İnkâr edenler için, 'bunlar inananlardan daha doğru yoldadır'diyorlar" [71]

Not:

Allah'a münhasır olan hidâyetten amaç, hedefe ulaştırmak ve teşri olarak 'şeriat' koyma yetkisi tekvînî hidâyettir. Yoksa yol gös­terme adına hükümleri açıklama ve tebliğ anlamındaki hidâyet, mühtedi'den başkasından da sâdir olabilir ve hak ile amel etmeyen kimse, hakkı ve onunla amel etmenin meziyetlerini başkalarına an­latabilir. (El-Mizan, 10,57)

"Siz, Kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendi­nizi unutuyor musunuz ?" [72]

"Yapmayacağınız şeyi söyle­mek, Allah katında en sevilmeyen şeydir." [73] Tekvînî hidâyet ile teşriî hidâyet arasındaki fark, daha sonra açıklanacaktır.

 

Gerçek Hidâyet Ve Bağımlı Hidâyet

 

Hidâyetin aslı, diğer öz ve asil varlık kemalleri gibi, kat'î surette Allah'ın yetkisindedir. Fakat ilahi meşiyyetin (irade) yollan olan ilahi nebiler ve velilere bağlanarak, ister tekvini hidâyet ister teşriî hidâyet şeklinde olsun başkaları da hidâyet edilebilir. Yani her iki yönde de feyizin geçitinde yer alınabilir. Ayrıca velayet açısından tekvini hidâyette de feyize aracı olunabilir. Asıl hidâyet ile bağımlı hidâyet arasındaki fark, bu konuda bulunan olumsuzlama (nefy) ve olumlama (isbat) anlamı olabilir. Zira bazı âyetlerde İnsanların hi­dâyeti Nebi Ekrem'e (sav) nisbet edilmiştir.

"Şüphesiz sen, doğru yola götürüyorsun." [74]. Çünkü Peygamber'in (s) kendisi doğru yol üzerindedir, itikadı, ahlaki ve amelî bütün işleri doğru bir merkeze yer edinmiştir. "Kuşkusuz sen, gönderilmiş elçilerdensin, dosdoğru bir yol üzerinde" [75] Bu yüzden başkalarını hidâyet etme hakkına sahiptir. Bazı âyetlerde ise bireylerin hidâyeti, Peygamber'den (s) alınmıştır. "Ya­ni sen, her sevdiğini hidâyet edemezsin, fakat Allah istediğini hidâ­yet eder". Asıi hidâyet ve bağımlı hidâyete hamlederek olumlu ve olumsuz arasında bu ikisinin tanığı (delili) şudur:

Başkalarının hi­dâyetini Peygamber'e (s) bağlayan söz konusu âyette önce hidâyeti Allah'a dayandırmıştır, sonra da Peygamber'in hidâyete dönük yo­lunu aynı zamanda yaratılışın düzeni kendi yetkisinde olan ve ken­disine doğru başkalaşım ve oluşumda olan Allah'ın doğru yülu (Sırat-i müstakim) olarak kabul etmektedir. "Fakat biz onu, kulları­mızdan dilediğimizi doğru yola ilettiğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz sen, doğru ) »la götürüyorsun-göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah'ın yoluna. İyi bilin ki bütün işler sonunda Allah'a varır" [76]

Özetle Yunus suresi 35. Âyette, zatıyla muhtedi olan Allah'a bağlanmanın gereği işlenmiş ve zatıyla muhtedi'nin dışında her türlü bağlanma, merdud (reddedilmiş) olarak telakki edilmiştir. Meryem suresi 43. Âyette, Hz. İbrahim Halil'e bağlılık işlenmiştir.

Buyurulur ki:

"Babacığım, bana sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy seni düzgün bir yola ileteyim".

Hidâyetin yalnızca Allah'a ait olması meselesine dönecek olur­sak, gerçek anlamda hidâyete erme yalnızca Allah'a mahsus olan asil hidâyetle olmaktadır. Birine tabi olarak hidâyete erme (bağımlı hidâyet) ise, bu konuda Allah'tan kendilerine bir risalet tebliğ edi­len Allah'ın peygamberleri velilerine uyma anlamındaki bağımlı hidâyetle olur. Bu iki meselenin de delili Meryem suresinin ilgili âyetinde görülmektedir:

Yani ilim bana geldiği, bana nasib olduğu ve sana nasib olmadığı için bana uy, beni izle! Zira ibrahim'e (s)e uyma ve onu izlemenin ruhu, Allah tarafından ona nasib edileı, ilimle itaate bağlıdır. (Nedenselliği ifade eden "hükmün sıfata in­dirgenmesi' gibi). Buna göre âlemin ihtidalarının tamamı, Hak Teala'nın zatî ihtida'sına tâbidir, ilahi nebiler ve velilerin hidâyetleri­nin tamamı, Allah'ın zâtı ve aslî hidâyetine tâbidir. Muhtemelen gelecek konularda Peygamber ve imamların hidâyetlerinin bağımlı (tâbi) değil, arazî bir hidâyet olduğu kanıtlanacaktır. Çünkü imkân alemindeki tüm varlıkların ihtidası, bağımlı değil arazî, hakiki değil mecazidir ve "bağımlı" ile mecazi arasındaki fark, gayet açıktır. "(Savaşta) onları sîz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; (Ey Muhammed)attığın zaman (remy) sen atmadın,fakat Allah attı" [77]. Remy'in isbat ve olumsuzlanması, Peygamberi Ek­rem (a) tarafından asil ve bağımlı, zatî ve arazî, hakiki ve mecazî şeklinde iki boyutla izah edilerek mevcut çelişkiler giderilmektedir. Aynı şekilde kimi âyetlerde olumlanan (isbat) kimi âyetlerde ise selb edilen hidâyet meselesine gelince, olumlanan hidâyet, bağımlı (tabi) ya da arazî olan, olumsuzlanan ise asil ya da gerçek olandır. Burada olumlanam teşriî hidâyete olumsuzlananı ise tekvînî hidâ­yete hamletmek mümkün değildir. Çünkü yüce peygamber (a) de her iki hidâyette feyz aracı olup, hakkın lütfunun merkezi konu­mundadır. Çünkü olumlamayı, doğru yola, hidâyet'e, olumlamayı da hedefe ulaştırmak şeklinde affetmek mümkün değildir; zira yüce risâlet makamı, bütün bir feyzin vasıtasıdır ve ister yol gös­terme isterse hedefe ulaştırma anlamındaki hidâyet mevzu bahis ol­sun, hidâyetin tüm kademelerinde ilâhî rahmetin odak noktası du­rumundadır. [78]

 

İnsanın Tekvînî Ve Teşrîî Hidâyeti

 

Tekvini hidâyet, ilahi bilgilerin anlaşılıp gözlemlenmesi, yolun katedilmesi ve amaca uygun olarak nihai hedefe ulaşmanın meyda­na gelmesi için yaratıcının, verimli olsun diye susuz fidanın köküne suyu ulaştırdığı ve çiçeklensin diye seher yelini oluşan goncanın ke­narından geçirdiği gibi, insanın ilmi güçlerin özel görüşten ve ameli güçlerini, Özel çaba ve gayretten yararlanmasıdır. "Bulutları sürükleyen rüzgarın estiricisi Allah'tır. Biz bulutlan ölü bir yöreye göndererek onlar aracılığı ile ölü toprağı diriltiriz" [79]

"Kuru yerlere suyu gönderip, onunla ekinleri çıkardığımızı görmezler mi ?" [80]. Rüzgarların misyonu, O'nun hidâyetiyle bulutla­rı sürüklemek ve suy kurak topraklara sevketmektir. Nitekim ber­rak gökyüzünün yıldızları, kurtuluş kıyısına ermesi ve güvenli çadı­ra giden bir yol olması için denizciler ve göçebelere kılavuz  kılın­mıştır.

"O ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu şaşırmayasınız diye size yıldızları kılavuz yaptı." [81]

"(Bu düzmece tanrılar mı daha iyi) yoksa karaların ve denizlerin karanlıkları için­de size yolunuzu bulduran, müjde habercisi olarak rüzgarları gön­deren (Allah)mı ?" [82] Göğün kanatlılarını ve yerin devin­genlerini amaçlarına âşinâ kılmakta onları hedefe ulaştıracak araç­larla donatmaktadır.

"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatlan ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudurlar. Biz hiç bir şeyi kitabın dışında bırakmadık. Sonra bun­lar, Rablerinin huzuruna getirilirler" [83].

Teşriî hidâyet, aşkın yaratıcının mutluluk verici yasayı insanın seçimine (yetkisine) bırakması, kendi seçimiyle bir yol seçmesi ve o yolun sonuna ulaşması için erdemleri, emir ve maskaralıkları ya­saklamakla onu bilgilendirmesidir. Tekvini hidâyet ise Hadi yani Allahu Teala'nın bizzat kendi fiiliyle ilgilidir. Bu yüzden onun üze­rinde hiç bir karşıtlığa yol yoktur ve hiçbir varlık ona başkaldırıda bulunamaz. "Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güç­lü olandır, Halim olandır" [84]. Oysa teşriî hidâyet, kendi iradeysiyle son derece yetki ve serbestlik içinde, ısmarlama yapmadan onu yerine getiren muhtedinin (hidâyet bulan, hidâyet edilen) yani insanın edimine bağlıdır. Bu nedenle karşıtlık ve başkaldırı olması mümkündür. "Semud kavmine gelince onlara doğru yolu göster­dik; fakat onlar körlüğü doğruyola tercih ettiler" [85], "biz ona yolu gösterdik. Artık ister şükreder, isterse nankör olur." [86]. Aynı şekilde evrenin tekvînî hidâyeti Allah'ın hakkıdır, başka hiçbir varlığın yetkisinde değildir. "Hamd, alemlerin rabbi Al­lah'adır[87],

"Allah, herşeyin yaratıcısıdır. O, herşeyin gözeticisidir[88]. Bu gerçek de mutlak anlamda Allah'dan gel­mektedir. Çünkü " bu, Rabbinden gelen gerçektir [89],

"O (Allah),merhametligi üzerine görev yazdı" [90]. Yani ev­renin tekvînî hidâyeti, başkasınat değil Allah'a aittir ve kesinlikle O'ndan başkasından sâdır olmayacaktır. Çünkü "O, merhametliği üzerine görev yazdı". Ve bu da O'ndan gelen bir zorunluluktur, O'nun üzerine yüklenen bir zorunluluk değil. Büyük hakim teolog İbn-i Sîna'nın yaptığı ayırımla "O'nun üzerine vâcib olamaz, ancak O'ndan vâcib olabilir".

Aynı şekilde insanın teşriî hidâyeti de, Allah'a özeldir ve mu­hakkak surette Allah'dan sâdır olacaktır, O Hz. Bari'den başkasın­dan sadır olamaz. Çünkü bütün mümkünler aleminin Rab'liği (ter­biye ediciliği, rububiyyeti) Allah'a özel ve O'nun makamına aittir, insan da bu genel ve sürekli kuralın dışına çıkmayacaktır. Zaten düşünen ve iradeli (muhtar) bir varlık olan insanın eğitimi, yasa koymadan ve ilmi program düzenlemeden olanaksızdır. Buna göre beşerin teşrii hidâyeti zorunlu bir iştir. Orta ve doğru yolu göster­mek, Allah'ın tekelindedir. Kimi yollar eğri olup, orta yol ve itidale riayet edilmez, kimi yollar da sapkınlıktır. Eğer Allah'ın mutlak ira­desi devreye girerse hepinizi doğru yoia iletir de hiç kimse sapmaz. Ancak düşünen ve iradeli olan İnsanın kemali (olgunluğu) zor ve-baskı ile temin edilmez, bilakis kemal yolunu kendi güzel iradesiyle seçmelidir. [91]

 

Hz. Peygamber'in Risalett, Kur'an-ı Kerim Bünye­sinde İnsanın Hidâyeti

 

İster eski olsun ister yeni, ister bireyden çıkmış olsun ister grup­tan; ister görüşierin ittifakıyla olsun ister çoğunluğu ile ilâhi olma­yan tüm kanunlar cahiliyye'dir. Çünkü yasa yapma (teşri) hakkı, sadece ve sadece Allah'a özgü bir haktır.

"Yoksa istedikleri, cahiliye düzeni midir ? Kesin inançlılara göre Allah'ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç ?" [92] Bu ayet-i kerimede ilâhi olmayan her hüküm, cahiliye sa­yılmıştır. Zira "gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ?" [93] Şu halde her tür cahiliye pisliğinden arınmış olan insanın hidâ­yeti, onun mesajını getirenlerin çehresinde dışa vuran ilahi vahiy ve risalet olmadan asla gerçekleşmeyecektir. Yani insanm hidâyeti, ne ilahi hidâyetten başka bir şeyden ortaya çıkabilir ve ne de ilâhi teşriî hidâyet, risaletsîz yerine gelebilir. "Apaçık delil kendilerine gelince­ye kadar kitap ehlinden ve müşriklerden inkarcılar küfürden ayrıla­cak değillerdi. Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeler oku­yan bir elçidir. O sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır" [94].

Însan aklı ise kendine gerekli olan (insana) hidâyet ihti­yacının temininde müstakil olarak yeterli gelmemektedir:

"Bu Peygamberler'i müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki bu Peygamberler'den sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir delilleri kalmasın. Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir" [95]. Akı, teorik ve pratik ilimlerin tümünde gerekli yetiye sahip olarak olup, O'nun hayat-verici yasasını hazırlamada kâfi gelseydi Allah'ın delili peygamberler göndermeden de tamam­lanabilirdi. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in, onlara gönderilen risaleleri hüccetin kıyamında bir etken olarak tasdik etmesi ve o olmaksızın hücceti tamamlanmış saymamasından ötürü insanların Allah'a ih­tiyaçları olmadığı hatta böyle bir gereksinime haklan dahi bulun­madığı şeklinde çıkarımlar yapmaları, insan aklının ve ansal gücün bu meselede müstakil olarak yeterli gelmediğin en iyi göstergesidir. Dolayısıyla insanın hidâyetinde temel faktör vahiydir; yani akıl bir lamba, vahiy ise bir yol mesâbesîdir ve bu sayede vahyin arzettigi zaruret ile ona uzanan yol birbirinden ayirdedilebilmektedir. Kur'an, insan akıl ve bilgisini yeterli'görüp ilahi vahiyden yüz çevi­ren, maddi ilimde donup kalmayı ilahi ilmin akışına tercih eden ve doğanın durağanlığım doğa ötesine doğru araştırıcılığa önceleyen bir grubu şöyle yermiştir: "Peygamberleri onlara apaçık belgelerle gelince, kendilerinden olan bilgiden gururlandılar da, alaya aldıkla­rı şey kendilerini sanp-kuşatıverdi"[96]. Çünkü değerli nebiler (a) halkası en iyi meziyetler ve ilahi bağışlarla doğa havza­sından insan neslinin kurtuluşu için gönderilmişlerdir. "Hepsini doğru yola (hidâyet) ilettik; Hepsi de iyilerdendi; Hepsini de âlem­lere üstün kıldık; bunlar kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir" [97]. Peygamberlerin yürüdük­leri çizginin açıklığa kavuşturulmasından sonra, peygamberlerin hepsi, üzerinde gözetmen olan son Peygamber'e (a) bir emir ulaşır:

"İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de kî; 'Ben şu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret is­temiyorum, o bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir-şey değildir" [98]. Buradan da anlaşılacağı üzere son Pey­gamber Nebi Ekrem (a), geçmiş peygamberlerin şahıslarına değil, bizzat doğru yola ve ilâhi hidâyete uymaktadır. Şu halde onun ön­deri, geçmiş peygamberler değillerdir. Ayrıca onun önder ve kılavuzu da önceki hidâyete erenler değil, bizzat ilahi hidâyettir ve za­mansa! öncelik, tözse! önceliğe gereksinim doğurmamak tadır.

İnsan hidâyetinin Allah'la ilişkisinin tek etkeni, ilahi vahiy ol­duğu için bir kimse peygamberleri kabul etmez ve risalet ilkesini inkar ederse, bir zorunluluk olan Allah'ın hidâyetini kabul etmemiş ve'sonuçta Allah'ı benimsememiş demektir. "Onlar 'Allah, hiç bîr insana birşey indirmemiştir' derken, Allah'ı gereği gibi tanıyama­mışlardır. Onlara de ki: 'Musa'nın insanlar için ışık ve hidâyet ola­rak getirdiği kitabı kim indirdi ? Ki siz onu kağıt parçalarına dö­nüştürerek işinize geleni açıklıyor ve çoğunu gizii tutuyorsunuz. Si­ze ne kendinizin ve ne de atalarınızın bildiği bir çok gerçekler öğre­tildi. Sen 'Allah' de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oyna-yadursunlar" [99]. Bu hayati buyrukta, bütün peygamberle­ri inkar etmekle onlardan birisini inkar etmek arasında bir ayırım yoktur. Çünkü hepsinin sözü, birdir. Zira peygamberlerini yalanla­mış olan "Hicr" bölgesinin halkı hakkında Allah şöyle buyurmuştur:

"Hicr vadisinin halkı da gerçekten peygamberleri yalanlamişlardı" [100]. Hicr topraklarının halkı, bütün Peygamberleri tekzip etmişlerdir. Halbuki onlar bütün peygamberleri görmemiş­ler ve onları yalanlamamışlardı. Özetle bütün peygamberlerin hidâyetinin seyir çizgisi bir gerçeklik olup onlardan bazısına imân, bazılarına ise küfür etmek, hepsine küfretmekle eşdeğerdir. Zira bir basit ışığın parçalanması ve çoğaltılması mümkün olmayacaktır; Parçalanma olanağı yoktur ki onların bir kısmını kabul etmekle imânın cüzlerinden bir cüz meydana gelmiş olsun. Tam tersine bir ışık kümesini kabul etmemekle o basit ışığın tamamı inkar edilmiş olur. [101]

 

Hâtemu'l-Enbiya'nın (S) Hidâyetinin Özelllkleri

 

Hz. Hâtem-i Enbiyanın (s yüce makamının, Allah ve masum imamlardan (a) başka hiçkimsenin künhüne eremediği kimi özellîklevi varsa da o hazretin risaletİnîn, insanın hidâyetiyle doğrudan bağıntılı olan bir kısım özelliklerine de işaret edilecektir.

1- İnsanın hidâyeti hususunda asla hevâ ve tutku ile söz söyle­mez; Bilakis söyledikleri, hem ilahi hem de tamamen vahiydir. "O hevadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilen bir vahiy­dir" [102] O hazretin yalnız sözlerinin anlamlan ile o anla­maların Kur'an 'a özgü lafızları vahiy değil aynı zamanda onun ko­nuşma ve söyleyiş tarzı da vahiydir. Nitekim [103] ve [104] âyetlerinde anlatılan da budur. "Attığın zaman da sen atmadın, sadece Allah attı. Kuşkusuz sana biat edenler, Allaha biat etmekte­dirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir". Aynı şekilde onun konuşma tarzı da vahyin konuşmasıdır. "Konuştuğun zaman sen konuşmadın, ama Allah sana vahyetti". Evet hem mânâ hem lafız hem de söyleyiş şekli Allah'tandır. "Ancak onlar görmezler", zira bir kesim, sevgili Peygamber'e bakıyor, fakat onun risaietini göre-miyordu. Çünkü görmekten yoksun bir bakıştı. "Onları sana bakar gibi görürsün fakat görmezIer"[105], "Ona can güvenliği sağla ki Allah'ın sözünü işitebilsin" [106] O halde lafız ve mânâsı ya­nında onun işitilen söyleyiş tarzı da Allah'ın etkinliğinin dışavuru­mu makamında yine ona aittir.

2- Hiçbir ilahi vahyi asla gizlemez ve onun hakkında söyleme­me cimriliği göstermez yani söyledikleri vahiy olduğu, vahiyden başkasını söylemediği ve konuşması da vahiyden başkası olmadığı gibi, O Hazerete vahyedilen tüm konuları söyler, hiçbir şeyî'söylememe cimriliği yapmaz ve onların hepsini açıklar. "O, gayb hak­kında töhmet altında tutulamaz" [107]. Hiç bir nimet, ilahi vahyin lütuflarmdan daha üstün olmadığı için ve Allah Resulü (s), "Ben, Arabm en fasihiyim şu var ki ben Kureyştenim" kisvesinde ;

"Ben, 'zad' ile konuşanların en fasihiyim", örtüsünde (zal, ze ve za harflerini ayırdetmek gibi, 'zad'ın söylenişindeki çetrefilliğe rağ­men), kendi gaybi yol azıklarının tümünü esirgemesiz bir bağışla insanlığın iradesine sunduğu için "güzellerin güzeli, alemlerin rabbi Allah'tır; sonra da ben; insanoğlunun en güzeliyim" buyurmuş­tur. Sonra o, gaybi gerçeklerden hiç bir şeyi gizleyip saklamadı. Çünkü buna yetkisi yoktu. Bu arada imam Sadık'(a)'ın "Allah Re­sulü (s) insanlarla ancak akılları oranında konuştu."(Usul-i Kafi, Akıl babı) şeklinde buyurmasına gelince o; cimrilik göstermek ve bir gerçeği gizlemek anlamında değil, tam tersine orta halli kullar ve insanların çoğunluğunun O Hazretin bügece sözlerinin künhüne eremeyecekleri anlamındadır. Yoksa onlardan O Hazretin kıy­metli canı değerinde sayılan biricik insan, onun açıklamalarının iç yüzüne dair bilgilenmektedir ve O Hazret de insanların genelinin akıl erdiremediği ve erdiremeyeceği derin konulan, cam mertebe­sindeki bir kimseye izah etmiştir. Çünkü ilim şehrinde ne varsa on­ların hazinesi şehrin kapısına açıktır (Şehr-i Usul-i Kafi; Molla Sad­ra). Nasıl ki özel bir köşenin kapısı olması değil de bir uçtan bir uca gökyüzü sahnesi kapı ise - "gökyüzü açılır ve pek çok kapılar olu-şur" [108], ilim şehrinde de durum aynı şekildedir.

3- Vahiy inmeden önce insanların hidâyeti için dilini asla hare­ket ettirmez; "(Allah 'dan önce} söz söyIemeyen" [109]. Melekler gibi Allah'ın izni olmadan ve vahiy ulaşmadan konuşmaz: "Onu (valiyi) çabucak ezberlemek için dilini hareket ettirme" [110]. Kur'arûn tüm bilgilerine özlü olarak vâkıf olduğu halde, sadece hevâ ve heves ekseninde söz etmemekle kalmaz üstelik onun konuşması aynıyla ilahi vahiydir; Hiç bir ilahi vahyi gizlememekle  kalmaz, aynı zamanda vahyin aslı hususunda güvenilir bir resul olduğu gibi onunla konuşma, onu sunma ve bildirme anında da güvenilir bir elçidir, ne geciktirir ne de çabuklaştırır. Bilakis her konuyu uygun ve gerektiği yerde açıklar; yani vahyin hem aslı hem de biçimi konusunda emindir.

Bu bağlamda ilâhi vahyin her türlü artma veya eksilme türünde âfetlerden korunmuş olduğu da açıklık kazanmaktadır. Çünkü ; "Biz Kur'an'ı hak olarak indirdik ve hak ile inmiştir" [111]. Yani Kur'an'ın öznesel kaynağı salt hak olan Allah'tır: "Benim Rabbim ne yanılır ne unutur" [112].

Ve onun vahiy habercisi feyiz akağı da emin, cömert ve güzel ahlaklı resul olacaktır: "(Orada ken­disine) itaat edilir, üstelik güvenilir" [113],

"Değerli ve çok iyi taşıyıcıların ellerindedir" [114]. Onun sonraki kaynağı, her tür kirden arı ve unutkanlık tehlikesinden de masum olan Peygamber'in temiz kalbidir.

"Sana Kur'an'ı biz okutacağız ve asla unutmayacaksın"[115],

"Onu uyarıcılardan biri olasın diye se­nin kalbine 'güvenilir ruh' (Cebrail) indirdi" [116] Kur'an'm insanlara tebliğ ve bildirme alanı, şeytanın karışması fela­ketinden korunmuştur. Gâyib âlemin bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz. Sadece seçtiği peygamberlerine açar. Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler, korucular salar. Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını bilirler. "O onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmış, her şeyi bir bir saymıştır"[117]. Zira onunu tebliğinin bütün aşamalarında, hiç bir kuruntu, vesvese, hile içten ve dıştan yalanın girmemesi ve vahyin indiği kaynaktan inmiş olan bu gerçekliğin özü, en küçük bozulmaya uğramadan insaniann kulağına ulaşması için meleklerin gözetimi ile birlikte perde arkasında önden ve arka­dan bir gözcü yer almıştır. Faraza ilahi vahyin güven bölgesine en küçük bir halel gelse de vahyin özü insanlara ulaşmasa, üstelik in­sanlara vahiy adı altında başka birşey söylense; iftira düzen karşıt, en acılı ceza ile cezalandırılacak ve hiç kimse onu kollama gücünü kendinde bulamayacaktır. Neden ki, insanlığın hidâyet akışında, ikiyüzlülüğün hiç bîr çeşidini kabul etmeyen acımasızlık ve bağışlamazlık bir zorunluluktur. "Bize karşı ona bazı sözler katmış olsay­dı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparır­dık. Hİç biriniz de onu koruyamazdınız" [118].

Her ne kadar bîr sabahlık yalancı peygamberlere peygamberlik iddiasında bulunma fırsatı verilmiş ve yine bu yalancılara risalet id­diasında bulunma süresi tanınmışsa da ivedi olarak hemen o gü­nün akşamı "Helak olanın açık bir delille helak olması için" [119]

42) ayeti aracılığı ile cezalandırılmışlardı  Ancak bu kısa süre de onlara , peygamber değil, yalancı olduklarından dolayı tanınmıştır. Onların sözleri hak ve icaz özelliklerini barındırmamaktaydı ve risalet iddialarının sonuna onay mührü vurulmamıştı. Ayetin vurgu­lamak istediği nokta şudur: Bir peygamber eğer nübüvvetin korun­masına ve toplumda onay almasına rağmen bir tahrife yeltenirse, öyle bir cezaya çarptırılacaktır ki, hiç kimse onu korumaya güç ye­tiremeyeçektir.

Bu sebeble vahyedilen tüm ayetleri, hakkın sohbeti ile, elbette hak örtüsü ile Allah Resulü'nün (s) mübarek kulağına ulaştığı gibi:

"Bunlar, Allah'ın ayetleridir. Bunları sana hak olarak okuyoruz"[120]. Aynı şekilde Allah'ın insanlar üzerindeki hücceti ta­mamlayıp, Allah'a karşı hiç kimsenin hücceti kalmaması için "De ki yetkin delil, Allah'ın tekelindedir"[121], hak elbisesi ve kainat kadehinde Peygamber-i Ekrem(s) aracılığıyla insanların bil­gisine ulaşır. "Onlara O'nun âyetlerini okumaktadır"[122] Kur'an hidâyeti, hak ile birlikte veya hakikat örtüsü ile nazil olduğu için, hidâyete erecek insan,xonu hak ile birlikte ve hakikat elbisesin­de okur, anlamlarını anlar, bilgilerini benimser, hikmetlerini idrak eder ve hükümlerini eyleme geçirirse, yükseliş yayı ile yüksek ke­mâllere erer. İmam Sadık da (a) "Kur'an'ı hıfzeden, onunla yaza­rak amel eden oldukça üstün değerlilik, iyilik ve dürüstlük sembo­lüdür" (Vafi, Kur'an hafızının erdemi babı) der. Çünkü uzayan ipin özelliği gereği, bir kimse o ip doğrultusunda hareket ederse ip sahibine varır.Kur'an bilgileri için bir son sözkonusu olmadığı için, Kur'an hamillerinin ve Kur'an'ın hüküm ile hikmetlerine arif olanr ların durması için de sınır olmayacaktır. Nitekim Emirü'1-Mümi-nin (a) şöyle buyurmuştur: "Bil ki, cennetin mucizeleri Kur'an âyetleri ölçüsündedir. Kıyamet günü gerçekleştiğinde Kur'an oku­yana 'oku ve yüksel!' denilir. Cennette peygamberler ve sıddıklar-dan sonra o Kur'an okuyanmkinden daha yüksek bir derece ol­maz..."{Vafi, 'Kur'an'a Sarılma ve onunla amel etme babı'). Peygamberler ve sıddiklar da Kur'an'ın gerçeklerini başkalarından da­ha iyi, daha mükemmel anladıkları ve bu doğrultuda amel ettikleri için en yüksek derecelere sahip olmuşlardır. Biraz önce cennetin derecelerinin Kur'an ayetleri ölçüsünde olduğu serdedildi. Bundan amaç, nicel miktarın ifade ölçüşü ve matematiksel ölçü değil, bila­kis Kur'an maarifinin karşılığı olacak mânevi derecelerdir ve bun­lar arasında matematiksel yorum yapılmayacak durumda olanlar mevcuttur; Zira riyazet'le elde edilen şey, matematik ile açıklana­maz. Çünkü nicelik için özel bir aşamada yol soyutlaması sözkonu­su değildir ve miktar için maddeden arınmışhk evresine geçiş yok­tur.

Dolayısıyla arif bir insanın Kur'an'ın hakikatine vasıl olamaya­cağı ya da cennette Kur'an'ın hidâyet etmediği herhangi bir derece­nin varlığından sözetmek mümkün değildir; Aksi halde iahi kitap­ların en mükemmeli özelliğine sahip olmazdı, zira mütekâmil bir insan için varolan, ama Kur'an hükümlerine mutabık bir amel ya da onun tüm maarifinin anlaşılmasıyla bile bunlardan bazılarının hâsıl olmayacağı ayrıca etken faktörü getiricisinin hatımiyyet taşı­maması olan bazı makamlar bulunduğu varsayılmıştır; Bu varsa­yım yapılırken ise Kur'an'ın hem bütün makamları kapsayarak on­lara hidâyet ettiği hem de Hatemul Enbiya tarafından getirildiği gözönünde bulundurulmuştur. [123]

HİDÂYET VE DALÂLET

 

Hidâyetin Teşhisi Ve Bunun Yöntemleri bahsinde de belirtildiği üzere, birşeyi tanımanın en iyi yolu, onu iç kurucu öğeleri veya dış dinamikleri ile tanımamızdır. Bir şeyin sebebi varsa, onu tanımada en iyi yol, o sebebin analiz edil­mesidir; Zira sebebin illetine işaret, sonuca (malul) işaret olmakta­dır. Üstelik sonucu, illet yolundan başka bir yolla tanıyabilmek mümkün değildir.   "Sebeblerin tözleri ancak sebebleriyle bilinir" (Esfar, 3, 396)

Zıddmı ya da başka bir karşıtını tanıma yolu ile bir şeyin teşhi­sinin yapılması, gerçek bir tanıma olmayıp onun üzerine kanıt ge­tirmede de etkili değildir. "Şeyler, karşıtları ile bilinir" şeklinde bu ifade, kanıtlamacı değil bir cedelci {diyalektik, eytişimsel) sözdür; Bir başka deyişlef eytişimsel tanımalarda, zıddın bilinmesi yardı­mıyla, onun zıddmı tanıma yoluna gidilebilir. Ancak bu diyalektik tanımlamada esas alman kıstasın "varolan" birşeyin zıddı olması zorunluluğu vardır.' Bu noktadan hareketle karşıtın bilinmesi edi-

Tabii'yât-i Şifa, ikinci makale, dördüncü bölümü, S. 48. minde faydalanılan cedelci tanımalarda, karşıtın bilinmesi eylemin­de, bilinmesinden yararlanılan karşıtın, yokluk kökenli (ademi) de­ğil varlık kökenli (ontolojik) bir karşıtı olması gerekir. Çünkü var­lık fenomeninden, öteki varlık fenomeninden, başka bir varlık fe­nomenini ya da yokluk fenomeninin tanımlanmasına ulaşılabilir. Fakat o zıt, yokluk fenomeni (olgu, emr) ise onun bilinmesi, varlık fenomenini tanıma yoluyla olacaktır. Zira yokluk olgusunu, bir varlık olgusundan yararlanmadan tanımak mümkün değildir; Kal­dı ki onun bilinmesini, varlık olgusunu tanıma aracı olarak ele al­makla olsun! Zira yokluk ve yokluğa ilişkin mefhumu, varlığın yok­luğundan ve varlık görüngüsünün yokluğundan alıp çıkarmaktayız.

 Bu itibarla hidâyeti anlamada bir yokluk fenomeni olan delaleti bilmeye gereksinim olamaz, tersine dalâleti tanıma, hidâyeti tanı­ma yardımıyla mümkündür. Ama delâleti tanımada hidâyetin bil­gisinden destek almadan önce bir noktaya dikkat etmek gerekir. O da şudur: Hidâyetin ve dalâletin karşıtlık sınırı neresidir ? Acaba hi­dâyetin mutlak surette tüm boyutları ve kapsadığı anlamlan itiba­rıyla delalet şeklinde bir karşıtı mı vardır, yoksa hidâyetin, içlerin­den bazıları için karşıtın kesinlikle doğru bir varsayım olmadığı, kesinlikle dalâlete zıt olarak alınamayan ve sadece bir kısmı için karşıtın doğru bir savunum olduğu bazı derece ya da bölümleri mi mevcuttur. [124]

 

Karşıtı, ‘Dalâlet; Olmayan Hidâyet     

 

Hidâyetin mahiyet kökenli değil, varoluşsal bir nitelik taşıma­sından ötürü yapılan analizler neticesinde hidâyetin yaratma, ihti­danın ise bir varoluş biçimi olarak karşımıza çıkmasından ötürü (hidâyeti) 'Vahdet" ve "rahmet" şeklinde iki başlık altında toplama gereği doğmaktadır. (Biri, genel hidâyet, öteki özel hidâyet. Mutlak vahdet ve mutlak rahmet; şartlı vahdet ve şartlı rahmet gibi; Varlık'ın geniş feyzi ve O'nun sınırlı feyizleri gibi.)

Yani feyizin temeli, vahdetle aynı ve feyzin aslı da rahmetle bir olduğu gibi, varlıkla özdeş olan mutlak vahdet için asla bir karşıt bulunmayacaktır. Zira mutlak vahdetin karşıtı, yokluk ve meleke­sinin karşıtı olan gazab değil kendi zıddı olan yokluktur.

Buna karşın sınırlı vahdet için, her ikisi de mutlak vahdetin bö­lümlerinden sayılan kesret adında bir karşıt mevcuttur; Zİra mut­lak varlık, mutlak vahdetle aynı olup sadece varlık şeklinde kısımla­ra ayrılır. Sınırlı ve özel rahmet için de her ikisi mutlak rahmetin bölümlerinden sayılan gazab adında bir karşıt vardır. Feyzin kökeni, mutlak rahmetle bir olup o da özel rahmet ve gazab rahmet: şeklinde kısımlara ayrılır. Aynı şekilde mutlak hidâyetin de karşıtı olmayıp dalâlet adında bir şeyde, onun karşıtı olamayacaktır çünkü onun karşıtı mukayeseli "Bi­zim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yola hidâyet edendir" [125] ve nisbi yokluk değil salt yokluktur., ilkesi gereği, dalâlet için hiç bir yerde alan kal­mayacaktır. Çünkü mutlak hidâyet kuşatıcıdır ve mutlak rahmet gibi her tür nisbi hidâyeti ve mukayeseli delâleti de kapsamı altına alır. Aynı şeküde mutlak rahmet de her tür mukayeseli rahmet ve mukayeseli gazabı kuşatmaktadır; zira her an bütün mümkünat (mümkün varlıklar) istek ve dilekte bulunmaktadır: "Göktekiler ve yerdekiler, O'ndan isterler" [126], ve aşkın kaynak (Mebde-i Müteali) tarafından bir an değil her an ihtiyaçlara cevap verilir ve giderilir:

" O, her gün (her an) yeni bir işle meşguldür" [127]. Onun mümkün varlığa kayıtsız kaldığı muvakkat ve işa­ret edilebilecek bir an yoktur; zira ihtiyacın bitmesi, irtibatın kesil­mesi demektir. Bağ ve bağıntının odağı olan bir varlıktan, bağın ke­silmesinin ise onun zevali ve yokluğu ile bir olacağı çok açıktır. Yoksa varlığın feyiz anı, yaratıklara feyzi sürekli olan tarafından ke­silmesi sözkonusu değildir. Zira "O, Rahmeti üzerine görev yazdı" [128]. O halde mutlak vahdetin, mutlak rahmeti olmadığı gibi mutlak hidâyetin bir zıddı yoktur. Demek ki bizzat kuşatıcı tekvini hidâyet olan mutlak hidâyet, ancak özünün tanınması sayesinde teşhis edilebilecektir. Her yeti sahibi, gerçekliğe ulaştığı her alanda kendine özgü hidâyeti bulmuştur, kendine yaraşır kemâle nail olan her güç kendine has bîr takım hedeflere ulaşmışlardır ve onun izahıda mukayeseli hidâyet ve dalâletle yapılmaktadır. Özetle bu tür tekvînî hidâyetin delâleti isimli bir karşıtı yoktur. Aynı za­manda her tür dalâlette kendi çapında hidâyettir:

"Onu çılgın ate­şin azabına hidâyet eder (sürükler)" [129],

"Onları cehennemin yoluna hidâyet edin (yöneltip-götürün)" [130]. Bu Hâdi'si (hidâyet edicisi) Allah'u Teâla olan genel hidâyettir ve onun karşıtı olarak Allah'a nisbet edilen bir dalâlet, doğru bir varsayım değildir. [131]

 

Arkşıtı "Dalalet" Olan Hidayet  

 

Mutluluk verici yasanın göstergesi ve toplumun pratik hikmeti­nin açıklaması olan teşrii hidâyetin, bazen zararlı yasanın göstergesi ve talihsizce bir plan şeklinde ortaya çıkan, bazen de bu yararlı ya­sayı gizleme ve bu hayat bağışlayıcı pratik hikmeti saklama şeklinde kendini gösteren-dalâlet adında bir karşıtı vardır. Sonu, mutluluk ve kemâl olan dosdoğru yol, hidâyet olup, sonu talihsizlik ve kıtlık olan yol, dalâlettir. "Onlar, doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık yolu görünce, hemen ona koylurlar" [132].

Kısa bir tahlille tekrar ifade edecek olursak dalâlet; hidâyete er­me imkanının bulunduğu bir zeminde hidâyetin yokluğudur. Özetle kemâle erme kapasitesinin bulunduğu bir alanda meydana gelen eksiklik de denilebilir. Bununla birlikte dalâlet ve hidâyetin karşıtlığı, yokluk ve melekenin karşıtlık ilkesi türündendir; Ayrıca Yokluğun anlamını melekenin mevcudiyetinde gizli mefhum yar­dımıyla tanımak gerekmektedir. Zira yokluk kavramının ne iç ku­rucu öğesi vardır, ne de dış dinamiği. Çünkü yokluğun manası, içkurucu öğelerinin olmayışı ve dış dinamiklerinin bulunmayışı ola­cak, aynı zamanda da doğrudan bilinebilecek bir varlık dayanağına asla sahip olamayacaktır. Bu sorun, gelecek konu dahilinde aydnlanacaktır. Dalâlet ve sapıklık, ilim, güç vb.'nin olmayışının bir so­nucu olduğu için, ilim ve gücün özü olan, her tür bilgisizlik ve unutkanlıktan an ve pintilik ile cimrilikten uzak olan kaynaktan ortaya çıkması düşünülemez; Şu halde teşrii hidâyetin karşıtı olan teşrii dalâlet, Yaratıcı'ya özgü kutsallığın yapısından uzak ve ola­naksız olacaktır; Yani Allahu Teala'nın bir kimseyi daha başında saptırması ve onu hidâyetten mahrum etmesi olacak şey değildir. Zira başlangıca yönelik saptırma ve delâlete yönelme, insana karşı zulümdür ve âlemlerin Rabbi olan Hakim Allah, asla zulmetmez: " Rabbin hiç kimseye zulmetmez" [133]. ilk yaratılışa dönük bu zulüm ve saptırma, O'nun saygın Rabliğinin hikmeti ile uyuşmaz:

"De ki, Rabbim adaletle davranmayı emretti"[134],

"Şüphesiz, Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmaz­lıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir; umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz" [135],

"Şüphesiz, Allah çirkince hayasızlıkları emretmez, bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz ?" [136],

"De ki, bu be­nim yolumdur, bir basiret üzere Allah'a davet ederim ,ben ve bana uyanlar da’ [137] ,

"Biz ona yolu gösterdik, (artık o) ya şükredici olur ya da nankör" [138],

"Biz ona iki yol-ild amaç gös­terdik" [139],

"Beşer (İnsan) için bir uyarıp-korkutmadır" [140],

"Bu, benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O'nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın" [141].

Kendisi bizzat hidâyetin kaynağı (öz) olan Kur'an'i Kerim'in heryerinde apaçık bir şekilde ortaya konulan şudur: Allah herkese teşrii hidâyetle klavuzluk etmiş, hiç kimseyi hidâyetin feyzinden nasipsiz bırakmamış ve bırakmayacaktır; Hücceti tamamlamadan hiç kimseyi kesinlikle cezalandırmaz ve toplumu asla ilâhi yasadan mahrum bırakmaz; Yani hiç bir fert veya toplumu kanunsuz koy­maz [142], ve kendi yasasında hiçbir eksiklik ve kusura da yol vermez. İnsanların hidâyeti için Peygamber olarak gönderdiği rehber de her türlü dalâlet kusurundan korunmuş ve sapıklık ayıbın­dan arınmıştır. "Kayan yıldız hakkı için, arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı ne de azıttı" [143]. Sizin için gönderilen, sizi kendi peşinde hedefe doğru hidâyet eden Peygamber, yolu bildiği için ne sapıklık ve delalet tuzağına düşmüştür; Hedefe vakıf olduğu ve amaca azmettiği için de ne hedefsizliğe ne de şaşırmışlığa kapılmış­tır. Bilakis, ihtilaf ve muhalefetin giremediği dosdoğru bir üzerinde yer almıştır:

"Sen elbette dosdoğru bir yol üzerinde gönderilmiş peygamberlerdensin" [144]

Kısacası Kur'an'ı Kerim kesinlikle teşriî delâleti Aîlahu Teala'dan uzak bilmiş, onu, çagm ve kendi takipçilerinin savaş ya da mücadele yöntemleri doğrultusunda uyduruk, cahili yasalarla in­sanları saptıran tağutlarının aldatma (vesvese) planı olarak kabul etmiştir:

"İşte (firavun) bu şekilde kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun egdiIer" [145],

"Firavun, soydaşlarını sapıklığa sürükledi ve onları doğru yola iletmedi" [146],

"Birçoklarını saptırdılar ve düz yolu şaşırdılar" [147]

Sonuç olarak teşrii dalâlet, teşrü hidâyetin karşıtıdır. Bu karşıt­lık da yolduk ve meleke karşıtlığıdır. Bunun anlamı, saadet verici din ile yasayı insanlardan saklamak, onu gizlemek, doğru yolu de­ğişik göstermek, hedefleri saptırmak ve amacı değiştirmektir, tüm bu saydıklarımız ve Allahu Teala'yı inkar etme anlamına gelmekte­dir. Şu halde teşriî dalâlet asla Allah'a nisbet edilemez. Üstelik ilahi hidâyetler her zaman insana nasib edilmektedir ve bu yüzden de onları dalâlet tehlikesinden koruması mümkün değildir:

"Allah şaşırmayasmız diye hükmünü böyle açıklıyor. Allah her şeyi bilir" [148].

Kur'an'ı Kerim'de saptırma (idlal), Allah'u Teala'ya nisbet edil­miş olsa da bu teşriî ya da başlangıca yönelik (ibtidai) anlamda de­ğil; tam tersine, tekvînî bir saptırmadır ve başlangıçla ilgili olmayıp ceza veya karşılık anlamındadır. Şu ana kadar yasanlara bakılarak gelecekte olması muhtemel hadiseler gözönüne alındığında iki sonuca ulaşmaktayız:

 Birincisi teşriî saptırmanın sübhân olan Al­lah'tan gelmesinin imkansız olduğu, ikincisi ise Kur'an'da saptırma adı altında Allah'a atfedilen şeyin, teşrii değil tekvini olduğudur. Bu da hüccetin tamamlanmasıyla birlikte insanın iradesine giren sa­pıklığın mukabilinde ortaya çıkan karşılık ve ceza mânâsını taşı­maktadır. Tekvini saptırmanın (idlal) teşriî saptırma ile karıştırıl­ması ise müşriklerin kendi putperestliklerini ilâhi hidâyet olarak anlamalarına ve şöyle konuşmalarına sebeb olmuştur:

"Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O'na ortak koşar ve ne de birşeyi ya­saklardık" [149]. Yani Allah, bizim birleyen muvahhid ol­mamızı ve Rabliği birlemede (tevhid) ortak koşmamamızı isteseydi biz müşrik olmazdık, atalarımız da şirk koşmazlardı;

Ve biz de hiç bir şeyi o dilemesi olmadan haram kılmazdık. Bizlerin ve aynı şe­kilde atalarımızın müşrik olmalarından...” [150]. Bura­dan da anlaşılıyor ki bunların hepsi Allah'ın istemesinin bir sonu­cudur. Çünkü Allah'ın gücü her şeye yeter ve O'nun iradesi, dağıl­ma kabul etmez. O'nun bu özelliği ise bizzat hidâyettir. O halde bi­zim bütün şirklerimiz ve haramlaştırmalarımız ihtida olup iîahi yol göstericinin konumuna geçme mesabesindedir.

Bu karıştırmanın çıkış sebebi de şudur:

Allah, teşriî olarak her tür şirk ve bid'attan (dine aykırı yeni inanç) nehyetmiş ayrıca teşriî iradesiyle herkesten tevhid'i ve vahiy azığı karşısında itaati istemiş­tir. Bu teşriî nehiy ve irade, ifade edildiği gibi, muhalefete açık olup teşriî irade (dileme) ile dışta, itaatin gerçekleşmesi arasında hiç bir bağlayıcılık yoktur; Buna karşın tekvin olarak hidâyetin başarısını onlardan almış ama onların başlangıca dönük delaletin etkisiyle ihtida'nın nurâniyetini onlara vermemiştir. Bu da bizzat, ceza ve ka­ranlık şeklinde müşriklerle sapmışlara engel olmuş ve olacak tekvîni saptırmadır.

Kur'an'ı Kerim ilk dalâleti her vesile ile seçme iradesine sahip olan insana nisbet etmekte ve ilk saptırmayı da kesinlikle sübhan olan Allah'a dayandırmamaktadır:

"Allah, insanların bir kesiminidoğru yola iletti, bir kesimi de sapıklığı hak etti"[151].

"Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" [152],

Allah kimini doğru yola iletti, bir kesimi de sapıklığı haketti" [153]. Bu tür durumlarda ilk saptırmayı, on­ların kendilerinin kötü seçimi olarak değerlendirmiş ve onu Sübhan olan Allah'a nisbet etmemiştir; Bilakis hidâyeti Allah'a dayan­dırmıştır. Gelgelelim sapmışlar, zararlı bir ticaret sözleşmesi ile ilâ­hi hidâyeti şeytani ve nefsâni dalâletle değişmişlerdir:

"Onlar hidâyet karşılığında sapıklığı (dalâlet) satmaları kimselerdir. Bu yüzden yaptıkları ticaretten kazanç elde edememişlerdir" [154].

 

Yüce Allah'a Dayanan Saptırma (Îdlal.)

 

Geçen açıklamalar ve tetkikler neticesinde genel kapsamlı ve yaygın hidâyetin aslında bir zıddının olmadığı, hiç bir saptırmanın da (İdlal) onun karşıtı olamayacağı, aksine ister dünyevî, ister uhrevî zeminde, ister madde âleminde, ister mânâ (soyut, mücerred) imkan dünyasında yer alan herşeyin Allah'u Teala'ınm tekvini hi­dâyeti üzerine kurulu olduğu açıklığa kavuşmuş bulunmaktadır.

Aynı şekilde ortaya çıktığı üzere, teşrîî hidâyetin teşrîî saptırma (idlal), yani zararlı ve talihsizce kanun koyuculuk adında bir karşıtı olsa da Allah'ın kötülüğe çağırması veya iyilikten sakındırması ya da birey ve topluma zarar verecek türden yasalar vaz etmesi şeklin­deki teşrîî, idlâli, Kur'an-ı Kerim'e atfetmek veya varmış gibi farzlderek buna binâen hareket etmek mümkün değildir; Bilakis Kur'an bu tür yapma kanunları cahiliye olarak kabul etmekte, onu ilahi vahyin kapsamından uzak tutmakta ve birçok durumda kendi hü­kümlerinin sebeb ve hikmetlerini toplumun ıslâhı şeklinde telakki etmektedir. Sübhan olan Allah'a dayanan tek saptırma, tekvînî sap­tırmadır. O da ilk saptırma ve başlangıca yönelik ibtidâî saptırma değil, irade ve seçimiyle insanın kendisinin başlangıçtaki dalâlet ve sapkınlığı üzerine düzenlenen ceza ve karşılık anlamındaki saptırmadır. Yani bir birey, içsel (deriınî) akıldan ve dışsal (birûnî) Peygamber'den bütün hidâyet olanaklarını taşıyarak amaçlı olarak in­hiraf yolunu dosdoğru bir sürece tercih eder ve ilahî kitaba sırt çe­virirse Allah onu acı bir ceza olarak sapıklığa iletir. Yâni hidâyete ermenin (ihtida) nurâniligini, hikmet bilgilerinin ve hükümlere uymanın geniş başarısını ona vermez; Bu hengâmede onu kendi haline terkeder ve ona hiçbir yardım ya da destek ulaştırmaz.; Aynı zamanda da sapıklık yollarını devam ettirir, onları ilahi doğru yola tercih eder ve sonunda cehennem azabıyla hüküm giydirin "Onlar yoldan sapınca Allah kalplerini saptırmıştı"[155]. Saptıkları za­man Allah onları sapmakla cezalandırdı. Zira bu saptırma (ezaga), kendi istekleriyle seçtikleri sapmanın karşılığıdır. "(Allah) birçoklarını sapıklığa düşürür ve bir çoklarını da hidâyete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür" [156]. Bu ayette fâsiklann saptırılmaları Allah'a dayandırılmıştır. Yani Allah'ın bir bireyi sap­tıracağı tek yer, o bireyin kötü seçimiyle fışkı adalete yeğleyip sa­pıklık yolunu seçtiği yerdir: "İşte Allah, aşın giden, şüpheci kimse­leri böyle saptırır" [157]. Bu âyeti kerimede Allah'ın saptır­ması, aşırılık ve tereddütün acı karşılığı olarak işlenmiştir. Bunun bir diğer örneği şu âyettir:

"Allah bîr toplumu doğru yola ilettikten sonra nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerim sa­pıklığa düşürmez" [158]. Yani Allah bir topluluğu hidâyete iletip takva yolunu tamamiyle açıklamadıkça saptırmaz. Eğer birisi gerçeğin ortaya çıkmasından sonra yanlış (batıl) yolu kasıth olarak katederse o yolda ilerleme aşamasında Allah, onu saptırın "İşte Al­lah kafirleri böyle saptırır" [159]. Zira

"Doğruluk ile sapık­lık birbirinden kesinlikle ayrümıştır" [160]. Gerçeğin açık­lanmasına ve doğrunun ortaya çıkmasına rağmen bir kinişe kasten batıl yolu seçerse, içinde bir dönüşüm gerçekleşmediği sürece doğ­ru yolu bulma konusundaki başarı nimetinden yoksun kalacaktır. Bu sıçrayışta da Allah'ın lütfü ikinci kez kendini gösterecektir. Çünkü onun yansıması da aynı şekilde olacaktır: "Fakat eğer kargaşaya dönerseniz, biz de sizi tekrar cezalandırırız"[161] "Yok eğer aynı şeyi bir daha yaparsanız biz de size aynı akıbeti tattırırız " [162],

"Bir toplum, tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konu­munu değişirmez" [163],

"Bir toplum, sahip olduğu iyi bir ni­teliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti de­ğiştirmez" [164]. Bu âyetlerdeki değişim ve dönüşümlerin hemen hepsinin ekseni, nefsâni sıçrayış ve içsel değişmenin ta kendi­sidir; Yani insanın nefsi iyiliğe (salah) eğilim gösterirse ilâhi lütfun gölgesinde eksiklik ve kusurdan kurtulma ile kemâle ulaşma başarı­sı ona nasib olur. Bu münasebetle sübhan olan Allah, bir kimseyi başlangıçta hidâyet etmek yerine asla saptırmaz. Zira rahman olan Allah'ın işinin esası, eksik ve kusur sahiplerini kemâle erdirmek, ol­gunlaştırmak kâmili kemâlin nihâî aşamalarına kolayca ulaştırmak yönündedir. Bu yüzden herkesi içine alan tekvînî hidâyet ve bütün insanları kapsayan teşrîî hidâyetin yanında, Allah yolunun yolcula­rına özgü üçüncü bir hidâyet daha sözkonusudur. Birisi, gerçek (hak) açığa çıktıktan ve yanlış (batıl) dışa vurulduktan sonra ilâhi peygamberlerin yolunu seçer ve o yolu katederse, onun sürüp de­vam etmesi ve bu hidâyetin olgunlaşması konusunda ilâhi tekvînî Özel feyz, o kimseye yardımcı olur; Yolu onun için daha aydınlık kılar, yolu katetme imkanlarını daha bir hazır hâle getirir ve tekâ­mülün önündeki her tür engeli bertaraf eder. "(...) Onu en kolay başarıya ulaştırırız" [165],

"Allah doğru yolda olanların sapmazhklarını pekiştirir" [166]

"Hidâyeti bulanlara gelince, Al­lah onların hidâyetlerini artırır ve o'nlara takvasını öğretir" [167],

"Allah, rızası peşinde koşanları bir kitap sayesinde selamet yollarına erdirir" [168],

"(Allah), kendisine yöneleni doğru yola iletir" [169]. Kim bir kaç kez Allah'a dönüş yapar, bu Allah'a dönüş nöbeti kendisi için meleke haline gelirse, tevbe adında özel bir durum kendini gösterir ve tevbe edenlerden olursa (veya bütün bağları koparmanın ve allah'a dönüşün sonuçlanması­nın etkisiyle tevbe edenlerden olursa), başkalarının erişemediği özel tekvini feyzden nasiplenir. "Allah, dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir" [170]. Kur'an'ı Kerim'de her ne kadar ilâhi hidâyet ve dalâlet Allah'ın meşiyyetinin (dilemesi) gereği olarak açıklanmış ve onun dağılımı Allah'ın ira­desine bağlanmışsa da Kur'an ilahî bir nur (ışık) olduğu ve konula­rında hiç bir kapalılık sözkonusu olmadığı için bu sözü şöyle izah etmektedir:

Özel tekvînî hidâyet, kendi güzel seçimiyle doğru yolu benimseyen, hidâyet arayan insana nasib olmaktadır. Özel tekvînî dalâlet kendi bilgi ve iradesiyle sapıklık yolunu seçen dalâleti huy edinmiş insanı bulur. "Hevâ ve hevesini tanrı edinen, Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak şaşırttığı kimseyi gördün mü ?" [171]

Buna göre hidâyet ve dalâleti mutlak anlamda olumlama ve olumsuzlama (isbat ve nefy)  boyutuyla  ilahi  iradeye bağlı  sayan  ayetler, başka ayetlerinde yardımıyla  Allahu  Teala,nın  meşiyetinin  ölçütünü  de  ortaya                       

 koymaktadır:

 "Allah, dilediğini saptırır, diledi­ğini da doğru yola iletir. O üstün iradelidir ve her işi yerindedir" [172],

"Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir" [173]. Ve delaleti sapmışları üzerine saglamlaştırdıgı gibi hidâyetin feyzini de onlardan uzak tutmaktadır: " Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez"  [174],

"Allah, fasıklar (yoldan çıkmışlar) güruhunu doğru yola iletmez" [175], ,

"Al­lah kafirler topluluğunu doğru yola iletmez" [176]. Bu du­rumların hepsinde küfür, fısk, zulüm vb. konular akılda tutularak, bu şekil sıfatların' yerine gelmesinden ve onların bireylerle toplu­luklara uymasından sonra, dalâlet onlara yaraşır ve hidâyet onlara uzaktır buyurulmaktadır. [177]

 

Tekvini Hidâyet Ve Saptırmanın (İdlal)  Yüce Allah'a Mahsüsiyeti

 

Hidâyet, bir yaratma (varetme) biçimi ve varlığa ilişkin özel bir feyz olduğundan, saptırma onu terketmekten ibaret olup varlık düzeni ve bundan birşeyin ayrılması, özellikle salt varlık'ın yani Yaratıcı'nın yetkisinde olduğundan genel ve kapsamlı tekvini hidâyet ve özei tekvini hidâyetin her ikisi Rahman olan Allah'a aittir; Zira sözü edilen durumlardaki tekvini saptırma da Sübhan olan Allah'a mahsustur, ve hiç bir varlık kendi başına onun üzerinde bir nüfuza sahip değildir. Teşrîî hidâyet de Allah'ın hakkıdır. Fakat bir kişi ca­hilce hükümler ortaya koyabilir, ya da ilahi meşru yasaya rağmen bir yasa vazederek bu eylemle bir kesimi teşrîî saptırma dahilinde saptırabilir. Ancak tekvînî hidâyet gibi tekvînî saptırmanın da Al­lah'a özgülüğü vardır ve eğer Allahu Teala bir insanı tekvînî hidâ­yetle hidâyete iletirse onu hiç kimse dalâlete sevkedemez, aynı şe­kilde bir kimseyi tekvînî dalâletle saptırırsa da hiç kimse onu hidâ­yete iletmeye güç yetiremez:

"Allah kimi doğru yola iletirse, o doğ­ru yolu bulur. O kimi saptırırsa sen ona, doğru yola iletici bir ön­der bulamazsın"[178],

"Allah kimi doğru yolu iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa işte onlar, hüsrana uyanlardandir" [179],

"Allah kime de doğru yolu gösterirse; artık onu şa­şırtan olmaz. Allah galip ve öç alan değil mi ?" [180].

"Al­lah'ın saptırdığı kulu hiç kimse doğru yola iletmez" [181]

"Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren olma [182],

"Allah'ın saptırdığını siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz ?" [183],

"Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir ?" [184].

Bu ve buna benzer âyetlerde tekvînî hidâyet ve tekvînî saptırma Allah'a özel sayılmakta ve hiç bir şey Bari Teala'nın irade nüfuzuna engel olarak kabul edilmemektedir. Kur'an'da tekvînî hi­dâyet ve idlal (saptırma) hareketi Allah'tan başkasına atfediliyorsa eğer, ileride açıklanacağı üzere bu, fiilin Allah'ın mazharlanndan bir kesimine dayandırılması adı altında olmaktadır.

Özetle arınmış insanlardan bir kesim kendilerine yaraşır çabala­rının sonucunda özel tekvînî hidâyetin feyzinden yararlanır ve Resulullah (s) da dahil olmak üzere hiçbir etken onlar üzerinde bir nüfuza sahip olmazken, "Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiç bir şeyle zarar vermezler" [185], aynı şekilde bozulmuş-sapmış insan teklerinden bir kesim de düşünsel ve edim­sel olumsuzluklar sebebiyle özel tekvînî hidâyetin feyzinden mah­rum ve kendi haline terkedilir. İşte bu da tekvini saptırma olacak ve artık onların hidâyeti için hiç bir yol bulunmayacaktır. "Kendileri­ni uyarıp korkutsan da onlar için birdir; onlar iman etmezler" [186]. Her iki durumda da seçme hakkı ve serbestisinin korun­duğu ortadadır. Yani birinci grup (onlara selam olsun, Masumlar), günah konusunda, son derece, seçme hakkı, imkan ve güç ile bir­likte pislikten hicret adı altında ondan kaçınırlar; Ve ikinci grup (kafirler, münafıklar) ise itaat konusunda, son derece, seçme hakkı, imkan ve güç ile birlikte onun feyzinden kaçacak yer ararlar. (Nezle olan kişinin misk kokusundan kaçması gibi).

"Sanki onlar, arslandan korkup-kaçan ürkmüş yaban eşekleri gibidirler" [187],

"Onlar, bunu arkalarına attılar." [188].

 

Dalâlet,  Hidâyetten Yoksun Oluştur

 

Hidâyet mutluluk iyilikv olgulardan söz açılan bütün du­rumlarda Rahman olan Allah'ın varlıksal feyizlendirmesi gündeme gelir ve dalâlet, talihsizlik, kötülük vb meselelerde Sübhan olan Al­lah'ın varlıksal feyizlendirmesinin terkinden başka birşey sözkonusu olmayacaktır. Bu meselenin genel kuralı Fatır suresi, 2. Âyette şöyle ifade edilmiştir: " Allah insanlar için rahmetinden her neyi açacak olsa artık onu kısıp-tutacak olan yoktur; her neyi de kısıp-tutarsa, artık onu da ondan sonra salıverecek olan yoktur. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." Bu âyette Allah fey­zinin genel akışı, hiç bir etkenin kapatma gücüne sahip olmadığı rahmette açılma adı altında işlenmiştir, ilahi feyze ters olan şey, bir varoluşsal iş olarak değil feyzin sönmesi ve rahmetin kapanması şeklinde ortaya konulmuştur. Çünkü ilahi rahmet bir yere ulaşmamışsa orada hiç birşey bulunmayacaktır ve varlıkla birlikte varlık'a ilişkin kemâllerin bulunmayışı, dalâlet, talihsizlik, kötülük gibi yokluk kavramlarının silinmesinin kaynağı olacaktır. Baştan sona bütün imkân dünyası, Allah'ın askerleri olduğundan "göklerin ve yerin orduları Allah'ındır"[189],Hiçbir varlık O'nun izni olma­dan bir işi gerçekleştiremeyecektir. Çünkü maddi-manevi bütün hazineler Allah'ın tekelindedir ve onların anahtarları da O'nun elindedir. "Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, ancak müna­fıklar kavramıyorlar" [190],

"Göklerin ve yerin anahtar­ları O'nundur. O dilediğine rızkı genişletip yayar ve kısar da" [191]. Bu nedenle ne ilahi hazinelerden ayrı bir feyz hazinesi vardır, ne var olan bu hazineler, başkalarının yetkisindedir; ne de başkala­rı, ilahi iradenin nüfuz bölgesinde artırma ve eksiltmeye gidebile­cek bir serbestiye sahiptirler. Bu konu, "Hidâyet ve Dalâletin Mazharları'nm Açıklanması" bahsinde aydınlatılacaktır. Kısacası dalâlet, varoluşsal bir işin gerçekleşmesi değil hidâyetten yoksun­luktur. Allah'ın şu sözü, bu tartışmaya getirilebilecek açık ve gerçek bir kanıttır:

"Ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir du­rumda bırakıverir" [192]. Allah'ın saptırması (idlal) ve sap­mışların dalâleti, feyzin ulaştırıl maması, işin kişinin kendine bıra­kılması ve o kişinin sönüşü ve düşüşü ile aynı anlamı taşımaktadır. [193]

 

Hidâye Ve Saptırmanın (İdlal) Tezahürleri

 

Hidâyet, yaratma ve varlık kemâline erdirme ve idlal O'nun terketmesinden ibaret olduğundan; varlık ve kemal gerçeği mertebele­re sahip olduğu, yaratma ve tamamlama (İkmal) da çeşitli dereceler taşıdığı ve her mertebede özel hikmetler barındığı, her derece özel etki taşıdığı için; o mertebelerden bir kısmının aracı olmadan özle­rinin kaynağı olan feyzi bulmaları ve derecelerden bir kısmının da aracı ile feyizlenmesi sebebiyle, aracılı hidâyetlerin aracıhklanyla hidâyet feyzinin başkalarına ulaştığı ve etkileri ancak feyiz aracılığı derecesinde olan birkaç mazhan veya mazharlan vardır. Eğer Kur'an'da melekler veya şeytanlar hidâyet edici ve ya saptırıcı ola­rak işleniyorsa bu onların yaratıcının güzel isimlerinin (Esmaü'l-hüsna) hidâyet ve saptırmada ki (İdlal) mazharları (Hadi, hidâyet edici ve Mudil: saptırıcı) olmalarından başka birşey değildir ve ola­maz. Zira Rabliğin birlenmesi kuralına göre yaratılış düzeninin zer­relerinden hiç biri, ne bağımsız olarak herhangi bir kimsenin yetki­sindedir, ne katılımcı olarak ne de yardımcı olarak; Diğer bir ifade ile hiç bir varlık tek başına, hiç bir şeyin mâliki değildir; Allah'ın mâlikiyetinde de ortaklığı yoktur, aynı zamanda Hazreti Bari Te-ala'nın malikliğinin yardımcısı olamaz. Bu üçlü kombinasyonun tümü, Sebe sûresinin 22. Âyet-i kerimesinde olumsuzlanmıştır:

"De ki; 'Allah dışında ilah olduklarını sandığınız putları imdada çağırm bakalım. Onlar ne göklerde ne de yeryüzünde zerre kadar birşeye sahip değildirler. Gökler ile yeryüzü üzerinde hiçbir ortaklıkla­rı olmadığı gibi onların her biri Allah'ın yardımcısı da değildir". Bu sebeble hiç bir varlık hidâyet feyzinde bir role sahip değildir; aynı zamanda Allah da bağımsız şekilde ya da O'nunla ortaklaşarak O'nun yardımcısı ve destekçisi olarak o konuda bir katkısı yoktur. Melekler, hidâyet feyzinin taşıyıcıları olduklarına göre onların hi­dâyetlerinin Hakk'ın hidâyetinin dışa vururnu olduğunu söylemek gerekir. Çünkü şeytanların saptırması da bunun dışında olmaya­caktır. Melek ve şeytanın her biri kendi özel rîsaletini yerine getir­mektedir. "Melekleri elçiler kılan (Allah'a hamd olsun)" [194]. Meleklerin tümü, Allah tarafından vazedilen özel tekvini hidâyeti özel yere ulaştırmaları çin her birine görev tayin edilmiş olan elçi­leridir. "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize me lekleriyle beraber rahmetini gönderen Allah'dır" [195]; "Şüphesi?. Allah ve Melekleri Peygamber'i överler." [196]. Meleklerin müminler üzerine salavâtı, onların hidâyet elçilerinin bizzat pratiğe yansımasıdır. " 'Şüphesiz Rabbimiz Allah'dır' deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner"[197]. Yukarıdaki durumlarda meleklerin ödevi, doğru yolu bulmada, amacı tanımada, katetme ve elde etmede kendi çapında bizzat tekvini hidâyet olan hatırı sayılır bir paya sahip bulunan özel rahmeli getirmektir ve onların mütekamil (olgun, mükemmel) insan­ların hidâyete irmesinde çok yararlı bir risaleden vardır. Tefsir-i Safi'de "işte onların kalbine (Allah) imanı yazmış ve onları kendin­den bir ruh ile desteklemiştir" [198], âyet-i kerimesiyle il­gili olarak şunlar söylenmiştir:

"İmam Kazım(a)'dan aktarılmıştır: Allah Tebarek ve Teala, Mümini kendisinden bir ruh ile destekle­miştir, ihsanda bulunup takva sahibi olduğu sürece, yanında yer alır; günah işleyip haddi aştığı sırada da ondan uzaklaşır. İyi davranışlar sergilemesi durumunda sevinçten coşarak onun yanında olur ve kötülük yaptığı zaman da yeryüzünden çeker gider. Bu yüzden, ey Allah'ın kullan! nefislerinizi düzeltmek suretiyle o'nun nimet­lerini hak edin ki, nefislerinizin yakîni artsın, güzel ve degerü şeyle­ri kazmasınız. Allah, hayırla (iyilik) yüzyüze geldiğinde iyilik yapana; Şerle karşılaştığında ondan uzaklaşana merhamet eder."

Bütün melekler, Allah'ın her biri kendine özgü görevini bir an­laşma gîbî ifa etmek üzere gönderilen elçileri olduğu gibi, şeytanla­rın da ilahi memurlar olup Hazret-i Hakk'in, her biri kendine özel kurallara itaat eden elçileridir. Tekvin bölgesinde anlaşmazlık ve aykırılığa asla yer yoktur. Onların insan konumundaki görevi Kur'anda detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Yaratıcıya itaat eden her insana düşmandırlar; Onların düşmanlığı, insanların nefislerine vesvese vermek, tılsım ve süsleme ile gerçeği yanlış, güzeli çirkin göstermek veya tersi bir şekilde düşünce biçimlerini etkilemek, on­ların çaba ve gayretleri üzerinde etki bırakmak ya da oniarın er­demlere karşı eğilim ve isteklerini azaltmak vb üzerine kurulmuş­tur. Bütün bu durumlarda ve başka konumlarda insanın seçme iradesi korunmuştur. Zira içten aklın ve dıştan Peygamberlerin (a) vahiy azığının karşılıklı etkileşimi, doğru yoiun belirlenmesinde ve uygun hedefe ulaşmada son derece dikkate değerdir.

işbu nedenden dolayıdır ki şeytanların kemâle istidatlı insanlar üzerindeki nüfuzu, ancak vesvese ve hile ölçüsünde olabilir ve on­lara yönelik hiç bir sulta ve velayetleri yoktur. Onların huzur ve mutluluğu zor bir iş değildir. Zira mü'min, onların hilelerine iyi­den iyiye vakıf olup vaatlerini teperse, bir dereceye kadar onların hırslarını keser; üstelik onları kendine tabi kılar. Buna karşın şey­tanların bâtıl vaatlerine aldanan, peşinden giden ve İlahi Kitabı gözardı edip dünyadan başka bir şey düşünmeyen insanlar için nefis­lerinde akıl aldıkları ve velayet şeklinde ansal ya da edimsel güçleri­ne müdahalede bulunan birer veli ve önder olurlar. Lakin, bu vela­yet, tamamen erdem meleklerinin velayetinden kasıtlı olarak çıkıp rahmet meleklerinden uzaklaşmakla şeytanların dostluğunu kabul­lenen ve onları kendilerine veli edinen yoldan çıkmış insanların kendi kötü seçimiyle gerçekleşmektedir. Tabi onlardan kurtulmak aynı zorlukta mümkündür. Şeytanların isteğe bağlı velayeti ve ter­cihli önderliği, asla hevâ ile olan muhalefet üzerindeki irade ve gü­cü ve Mevla'ya itaati yoldan çıkmış insanlardan atmamıştır atması da mümkün değildir. Çünkü ister mü'min olsun, ister kafir her in­san yaşadığı sürece düşünen, iradeli bir varlıktır. Seçme hürriyetine sahip olan birisi asla ona zorlanamaz. Zira insanın türsel formu, seçme hakkı ve serbestisi olan bir gerçekliktir. İradeli ve seçim gü­cü olan bir varlığın kendi türünü muhafaza ederek özgürlüğe kapıl­ması ve ödev, itaat ya da isyan alanından çıkması muhaldir. Çünkü mümkün ve gereksinmeli bir varlık, herşeyden sıyrılıp bağımsız olamaz.

Melekler ve şeytanlar hakkında söylenen özetle şudur

Bunlar­dan hiçbiri hidâyet veya saptırmada bağımsız değil 'tam tersine Al­lah'ın güzel isimlerinden (Esma-i hüsna) Hadi ve Mudil (saptı-ran)'m birer yansımasıdır. Bu yüzden risalet ve aracılıktan bnşka bir etkileri yoktur. Zira bunların etkisi, sevgi ve yardım düzleminde bulunsa dahi seçme hakkının işlevselliğinin kalkmasına, iradenin olumsuzlanmasına ve özgür türün köle türüne dönmesine sebeb olamaz. Çünkü melekler ile şeytanların velayeti, yaratılış ve yaşam olarak insanın kendi seçimiyle gündeme gelmektedir. Öyle ki insa­nın serbest yaşamının son anına değin, karşı çıkma ve reddetme imkanı vardır. Burada ileri sürdüğümüz iki savunumun temel da­yanağı, Kur'an'ı Kerim'in melekler üzerinde olduğu gibi aynı za­manda da şeytanlar hakkındaki tabiridir. Şeytanlar, hak elçileridir ve risalet ödevlerini yerine getirmekten başka hiçbir rolleri yoktur. Onların risaleti, bazı insanlara vesvese bağlamında, bazısına da ve­layet bağlanımdadır. Bu iki olgu, tamamiyle Kur'an'ın şeytanı açık bir düşman olarak zikretmesi türünden bir düşmanlıktır. Şu halde şeytan bağımsız, ortak (şerik) veya yardımcı şeklinde Rahman'ın karşısında değil aksine O'nun elçisi konumundadır yani yoldan çı­kan insan üzerinde tam anlamıyla yetkiye sahip olan bir veli (otori­te) değil, tersine seçme yetisi olan insanın yaratılış ve yaşayış olarak kendi seçimi doğrultusundadır. Bu bağlamda hem öznel (faili) kay­nağın tam serbestliği, hem de mümkün kaynağın, yani insanın ira­de ve serbestisi korunmuş olmaktadır. Bu yüzden de yaşadığı süre­ce mükellef durumundadır. "Biz gerçekten şeytanları, inanmayan­ların dostları (önder) kıldık" [199]. "Görmedin mi, biz gerçek­ten şeytanları küfre sapanların üzerine gönderdik onları tahrik edip kışkırtıyorlar [200]. Bu âyetlerde şeytanların risaleti ve on­ların velayeti, yaratıcının nüfuzu altında işlenmiştir. Velayet ve risâletin böyle kılınması, hiçbir şekilde iman etmek istemeyen, üste­lik ilahi dostların (evliya) velayetinden başkaldırıp şeytanları ken­dilerine önder seçmeye çabalayan yoldan sapmışları acı bir karşılık (ceza) olarak yakalar. "Çünkü onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları veli­ler edinmişlerdi" [201],

"Şeytanların kimlere inmekte oldukla­rını size haber vereyim mi ? Onlar gerçeği tersyüz eden, günaha düşkün olan her yalancıya iner"[202]

Yukarıda verilen âyetlerin irdelenrnesiyle şu iki sonuca varıl­makta ve aydınlanmaktadır:

1) Şeytan, Rahman'ın karşısında değil, tersine diğer tekvini (kozmolojik) varlıklar gibi evirip-çevirmeye tâbidir. Ve onun tüm gücüyle nüfuzu, ceza ya da imtihan amacıyla müminlerin velayetini, risâletini ve düşmanlığını veren Allah'a ait­tir. Diğer kural ise şudur:

2) Şeytanın velayeti, ona önderlik oyu veren, isyan ettiği sürece önceki oyuna sâdık kalan ve kötü seçimiyle onu kendisine veli tayin eden irade sahibi sapmış insanın bu eyle­minin bir sonucudur. "Çünkü onlar şeytanları veliler edinmişlerdi" [203]. işbu nedenle gerçeğin ve amellerin neticelerinin açığa çıktığı gün .şeytan şöyle demektedir: "iş hükme bağlanıp bitince; Şeytan der ki:

Doğrusu Allah, size gerçek olan va'di va'detti; Ben de size vaadde bulundum, fakat sîze yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu; Yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, sîz kendinizi kınayın. Ben sizi kur­taracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimle­re acıklı bir azab vardır" [204]. O gün, hakk olanca açıklığı ile ortaya çıkar, "işte bu hak olan gündür" [205], ve gizli ka­paklı hiç bir sözü gizleyemezler, "Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler"  [206] Böylece şeytanın nüfuzunun, çağrı ve vaad düz­leminde olduğu, bundan öte bir şey olmadığı tamamen açıklık ka­zanmaktadır.

İnsanlar şeytanı önder ve kılavuz edindikleri için Allah'da onu onların üzerine görevlendirmiştir. Fakat "işte onlar eğrilip sapınca Allah'da onların kalplerini eğriltip saptırmış oldu" [207] ayetinde de buyurulduğu üzere, kendileri karar vermiştir. Bu bakımdan Şey­tan; bütün havlamaları, atlayıp-sıçramaları ve saldırmaları eğiticisi­nin kontrolünde olan bir eğitmen köpeği gibidir, o eğitmen köpe­ğin hareket yetisi, adalet ve hikmet temelli olup nüfuz ve sultası da h'akkâniyyet ölçütünde olmaktadır. "Hiç şüphesiz, (...) gerisin geri (küfre) irtidat eden (dönenleri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır" [208],

"Onun zorlayıcı gücü ancak onu veli edinenlerle onunla O'na ortak koşanlar üzerindedir"[209].

Saptırma babında ortaya çıkan ve böyle mazharları olan bir var­lık, varlık dünyasının mükemmel düzeni için yararlıdır; Zira vesve­se ve günah yolu kapanmış olsaydı, doğru yoldan, (Sirat-ı müstakim) yürümek zorunlu olur ve doğru, gerçek formüllere itaatin zo­runlu olmasıyla birlikte nebilerin gönderilmesi ve ilahi kitapların yollanması için bir alan ya da amaç olmazdı. Bu yüzden göreli kö­tülük ve nisbi zararlı olan şeytanın varlığı, evren genelinde hayır (iyilik) dir. Zira cehennemin aslı ya da kıyâsı şerr ve nisbi zararlı ol­duğu halde onun varlığı varlık düzeninin toplamında rahmettir:

Bunun için Rahman Sûre'sinde de ilahi zincir üzerinde yer alan bir nimet olarak gündeme getirilmiştir. Çünkü göreli azablar, mutlak rahmeti içerir, nisbî sapmalar ise genel ve bütüncül hidâyeti kap­sarlar. Mutlak rahmeti gördüğünden Hakim Rıdvan Gudde şöyle buyurmuştur:

" Bir saç, başımızdan ancak iradeyle hareket eder, o irade de O'nun iradesi gölgesindedir. Vaat, cehennem de olsa cennet te üzülme, seni sevgilinin (dost) diyarından çıkarmazlar". [210]

 

Açıklama

 

İdlal'in anlamına dikkat edilmesi, boyutları üzerinde düşünül­mesi, mazharlanna etraflıca hakim olunması ve yaratıhlış düzenin­de insan gibi seçme yetiii düşünen bir varlık dairesine yöneük zo­runluluğuna dikkatle eğilinmesi durumunda, şeytanın varlığının insan üzerindeki sultası ve ona verilen mühlet ilkesi ile ilgili bir ta­kım sorunlar ortadan kalkmaktadır. Daha iyi bilgilenmek ve konu­nun ayrıntılarına inebilmek açısından, Merhum Sadru'l Mütekeel-lihin'in "Şerh-i Usul-i Kafi" sine (meşiyyet ve irade babı 6. Hadis s. 394, 395) ve  "Tefsiru'l-Mizân" a (8. 34-35) müracaat edilmelidir. Özeti şudur: "el-Milel ve'n-Nihal' in sahibi Şehristânî (1,16, 'ikinci önsöz'de), şöyle der:

"İnsanlar arasında meydana gelen ilk şüphe kaynağı, Yaratıcı'nın buyruğu karşısında büyüklerime olan iblis'in şüphesi idi. Daha sonra o şüphe bir kaç dala ayrıldı ve insanların zihinlerinde yayıldı da neticede aynı ekoller ve sapık bid'atlar orta­ya çıktı. O şüpheler İncil ile Tevrat'ta da yazılıdır ve iblis ile Melekler arasında geçen bir münazara şeklinde vârid olmuştur". İmam Râzi, İblise ilişkin itirazları naklettikten sonra Her ki: "insanlardan öncekiler ve sonrakiler biraraya gelseler bile bu şüpheler konusun­da ilahi cevap dışında bir sığmak bulamazlar". Merhum Sadru'l Müteellihin: "(…) ve Fahru-d Din-i Râzî'nin amacı, arkadaşlarının fâil-i muhtar ve fiiller konusunda tahsisin olumsuzlanmasma iliş­kin görüşlerden oluşan ekolünü isbatlamaktır". Yani cebir ve tercihsiz tercihi meşrulaştırma ekolünü isbatlamak ya da sınırsız ira­deyi izah etmektir. Üstad Allâme Hazretleri Tebâtebâî, meseleye kapsamlıca ele aldıktan sonra şunları söylemektedir:

"(..) Yapılan açıklamalar(..) bu şüphelerin giderilmesi için yeterlidir (..) ve önce­kilerle ve sonrakilerin biraraya gelmesine ihtiyaç duyulmaksızm o geçen açıklamaların kuvveti yeterlidir. Sonra İmam'ın iddiası üze­rinde birleşmeleri de onlara fayda vermez. Sonuçta mesele, hiç de onun zannettiği gibi değildir" (El-Mizan, 8,44).

"Allah yaptığından sorumlu tutulamaz, onlar ise sorguya çeki­leceklerdir" [211], âyet-i kerimesinin anlamının ne sınırsız iradenin isbatı, ne tercihsiz tercihin dayanağı ve ne de cebr'in kanıtı olduğuna bilakis sorunun; ya eylemi yapanın kim olduğunu göste­ren faili (öznel) illet hakkında, ya da eylemin salikinin ne olduğunu belirten ereksel illet ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir. Aşkın (müteal) Allah, kendinde (bizzat) fail, ilk kaynak ve birinci neden olduğundan, öznel (faili) neden hakkındaki soru, O'nun hakkında sözkonusu değildir. Zira Aşkın Allah, kendinde amaç, tözsel hedef ve nihai erek olduğundan, O'nun hakkında amaçsal illet ve saikin belirlenmesi üzerine soru sorulması anlamsızdır. Bu konunun ay­rıntısı, kendi özel yerine bırakılıyor. [212]

 

Hidâyet Ve Saptırma (İdlal’nın Mazharları Üzerinde Sınırlılık

 

Her şeyin sınırlı bir varlığa veya özel bîr zuhur edişe sahip oldu­ğu bir düzende hidâyet ile idlâl için de bir takım özel sınırların vaherşeyi bir ölçüye göre yarattık." [213]. Bu çerçevede bütün şeyler belirli bir sınıra sahiptir. Zira onların her biri, sonlu bir varlık veya sınırlı bir oluştadır. Tabi olarak varlığın sonluluğu ve oluşun sınırlılığı da belirli bir sınıra sahip olmayı gerektirir.

Daha aşağı şeyieri ölçüp değerlendirme de bir merhale ya da kıstas konumunda olan ilahi değerler ya da hazineler bile belirli bir sınıra sahiptirler:

"Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz"[214]. ifadede hazine­lerin çoğul gelmesi, onların çokluğunun göstergesidir. Çokluk da bizzat sınırlılığın delilidir. Çünkü o bol hazinelerden her biri bir ötekinden ayrıdır. Buna göre imkân dünyasında geneı ve kuşatıcı bir ölçü mevcuttur ve her ikisi birden kaza ile kader bölgesini oluş­turup, kaza makamı ve gaybî hazine mertebesini içine almaktadır­lar. İmkan dünyasının varlıklarından her birinin söylemi şudur: "lev denevru enmileten le'hterektu" (bir parmak daha yaklaşsaydım yanardım) yani nasıl bitkisel yetiler hayvansal yetiler alanına giremezlerse, hayvansal güçde insanî yüce makama adım atamaz ve kuruntu; aklın yasak bölgesine vâsıl oiamaz ise aynı şekilde hidâyet ve idlâi'in de mazharîari, aşamayacakları sınırlı uzama sahiptirler. Ancak hidâyetin mazharlarının makamı, idlâi'in mazharlarının mertebesinin üstündedir; Zira idlâi'in mazharlarının risalet alanı, arınmış bölgeye kadar   olup asla muhlislere müdahalede buluna­mamaktadır: "İblis: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlasa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım, ded."  [215], 83). Buna karşın hidâyetin mazharlarının risalet alanı, muhlisler bölgesini de kapsar ve onlardan bir çoğunu kendi örtüsü altında bulundurur. Fakat hidâyet yolunun muhlislerinden O'na yönelik herhangi bir sınır bulunmamaktadır. Zira ilk çıkış noktası ve mutlak hâdinin mazhart bizzat kendisidir; Bu durumda da başka bir hâdiden feyz alması söz konusu olamamaktadır. Dolayısıyla insan-ı kâmil, O'nun kemâline herhangi bir engel teşki! et­memektedir, ayrıca yardımına ihtiyaç duyduğu belirli bir başka varlık da mevcut degiidir. Tam tersine hiçbir engelle karşılaşmaksızın ya da belirli (sınırlı) bir varlığın yardımına gereksinim duyma­dan doğrudan feyzi özünde Hâdi'den alır. Zürare Hazretleri, imam Sâdık'A (a) "Sana feda olayım (ey imam!) vahiy indirildiği zaman Allah Resulüne gelen bu sıkıntı da neyin nesi ?" şeklinde sorduğu zaman, O; "Bu tek Allah ile O'nun arasında hiç kimse olmadığı ve Allah-u Teala'nın ona tecelli ettiği andır, sonra o yüce makam, nü­büvvetin ta kendisidir, ey Zürare!" dedi ve imam Sâdık (a) Hazret­leri huşu haline girdi" (Tevhid-i Saduk).

Tam bu noktada başka bir konu daha ortaya çıkmaktadır: Ken­disi ilk oluş veya ilk mazhar olan ilk feyiz için hidâyete aracı melek bulunmadığı ve O'nun varlık kemâlinde hiç bir şey, bağ ya da engel teşkil etmediği için yükseliş yayında da O'ndan daha yüksek veya O'nunla aynı olduğu farzedilen bir makam veya mertebe bulunursa O'nun her aynası kendi kemalinin son makamına ulaşmamış de­mek gerekecektir, iniş yayı gibi yükseliş yayında da insan-ı kâmil 'den daha yüce bir makam olmadığından Cennetu'1-lika (Allah'la Görüşme Cenneti), O'nun zatından ve gerçekliğinden dışarıda de­ğildir; ayrıca buraya vârid olmak, kabın içindekinin ya da derece sahibinin o nisbette istikran anlamına gelmez. Aksi taklid O'nun makamından daha üstün ya da O'nunkine eşit bir başka makamın daha olması gerekirdi. Bü nedenle Likullah (Allah'la görüşme) ma­kamı, Allah'ın çehresinden (Vechullah) ayrı olmayıp, kavram fark­lılığından başka birşey sözkonusu değildir. Bizzat Vechullah olan o gerçeklik, Allah'ın kutsal zatından doğrudan sâdır olup yine doğru­dan son noktaya dönüş yapan Cennetü'1-Lika ile aynı gerçekliktir, "ilkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) doneceksiniz"[216]. Bu yü­ce makama sahip olan, en büyük şefaati de elinde bulunduracaktır. "Gecenin bir kısmında uyanarak sırf sana mahsus nafile olmak üzere teheccüd ibadetini yap ki, belki Rabbin seni "övülmüş makam"a erdirir [217]. Övülmüş makam için kayıt konmamasın­dan ötürü onun mutlak olduğu anlaşılmaktadır, yani herkes onu över ve ondan payını alır. Kıyamette herkesin faydalanacağı bu en büyük şefaat (el-Mizan, 8, 187) Allah Resulüdür. [218]

 

İhtida Ve Dalâletin Zuhur Ettiği Yer, İnsanın Kalbidir

 

Seçme yetisi ile ansal gücü bulunan ve neticede ya hidâyete eren ya da yoldan sapan insanın ihtida (hidâyete ermesi} veya dalâleti­nin odak noktası, onun gerçekliğini oluşturan; faydalanmasında ya da mahrum kalmasında tam bir etki gösteren yine onun kalbidir; Zira diğer organlar ve uzuvlar, ona itaat eden ve alınyazısını belirle­me yetkisine sahip olmayan araç-gereçler mesabesindediler. Mukeyyed olan her varlık, kendi mutlakma mahkum olup kemâli ve noksanı, kendisine oranla daha yüce ve mutlak otan varlığa daya­nır. Kur'an'ı Kerim'de özel tekvînî hidâyet, müminin kalbinin nasi­bi olarak yer verilmiştir:

"Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür" [219]. Tekvînî hidâyetle yolu, göğsün açılması ve kalbin varlığının genişlemesi olacaktır. Çünkü kalbi gü­nahkar olan bir yoldan çıkmışın cezası;

"Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkardır" [220]. Göğsünün kapanması ve kalbinin varlığının daralması olacaktır. Bu nedenle ilk güruh hak­kında şöyle buyurulur:

"Allah kimi doğru yola (hidâyet) iletmek is­terse onun kalbini İslama açar" [221], ve ikinci güruh hak­kında da buyrulur ki: "Kimi de saptırmak (idlal) isterse göğe çıkı­yormuş gibi kalbini iyice daraltır"(). Varlığın veya olu­şun terkedilip belirlenmesinin varlık ya da mevcudiyet kaynağının yetkisinde olması nedeniyle tekvînî hidâyete layık olan kalp, varlı­ğın geniş feyzinden veya oluşsal terkedilmeden nasibini alır. "Onla­rın kazanmakta oldukları, kalpleri üzerinde pas tutmuş tur "[222] âyeti doğrultusunda öyle bir varlığa veya öyle bir oluşa uygun olmayan kalb, doğanın darboğazında yer alır, biteviye bir göğüs daralmasına ve geçim darlığına tutulur. Göğsün açılmasının işareti, bizzat göğsü açılmış olan bir masumun dilinden:

"Ebedilik yurduna yönelmek, aldanış yurdundan da yüz çevirmek, ve ölme­den önce ölmeye hazırlanmak" şeklinde ifade edilir. Göğsü açılan insan, hem hidâyete ermiş (muhtedi) dir, hem de başkalarım hidâyet edebilir. "Biz, senin için göğsünü yarıp- genişletmedik mi ?" [223],

"(Bu Kur'an), kendisiyle uyarıp-korkutman ve mü­minlere öğüt olmak üzere sana indirilen bir kitaptır. Öyleyse bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasm " [224]. Zira bir varlı­ğın varoluşsal genişliğinin temel şartı, başkalarını da kapsamasıdır. Küçük cihadda göğsün açılması (genişlemesi) gerekir; Bu yüzden "Firavuna git, çünkü o azmış bulunmaktadır", emrini aldıktan son­ra "Rabbım benim göğsümü aç"[225],

"(Allah) dedi ki: Ey Musa istediğin sana verilmiştir" [226] cevabı, gereksinimin gi­derilmesi ve göğsün açılması eyleminin vuku buluşunda etken fak­törü teşkil etmektedir. Büyük cihadda ise işaret edildiği gibi göğsün açılması daha büyük bir lüzum arzetmektedir. Göğüs açılımından payını alan hidâyet ermiş bir insan içinse hiçbir şey engel teşkil ede­meyecektir; çünkü onun varoluşsal genişliği, bütün terslikleri kuşa­tarak çözmektedir. "Haberiniz olsun: Kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle tatmin bulur " [227]. Fakat göğüs darlığı ile sınırı varlık çıkmazına maruz kalan doğaya gönül bağlamış bîr insan, hangi merhalede olursa olsun baskı ve sıkıntı içinde kalacak, bağlardan serbesti ve kurtuluş lezzetini ise asla tadamayacaktır; üstelik "Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir ge­çim vardır" [228]. Bu durumda kalan insan, hem ölümden sonra hem de cehennemde sıkıntıya maruz kalacaktır: "Elleri bo­yunlarına bağlı olarak, onun sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-dururlar" [229]. Bu yüzden kalbin sapkınlığı ve göğüs darlığı, dünya ile ahiret sıkıntısından başka birşey getirmez. "Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik ç-kertir"  [230].

"O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç birpislik kılar" [231]. Bu bakımdan her biri beraberinde derûni baskı ve azabıda getiren küfre bulanmış düşünceler, bozuk dav­ranış kalıplan ve şirke karışık hareketler, insanı kurtarmazlar. Üste­lik her taraftan ona saldırır, her yandan ona hücum ederler:

"Ama kim küfre göğüs açarsa, onların üzerine Allah'tan bir gazap vardır [232]. Bu insanlar; gerçeğin ortaya çıktığı gün, "ona her yan­dan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de" [233]. Şeklinde vü­cuda gelirler ve baskı-sıkıntı etkeninin özelliği ne kurtarır ne de öl­dürür olmasıdır. " Sonra onun içinde o, ne ölür ne de yaşar" [234]. Bu nedenle hayatın genişliği ve oluşun bırakılması, her türlü bağdan kurtulma ve her nevi zorluktan bağımsız olmayı gerektirir. "Kim o, izi kendi fazlından (ebedi olarak ) kalınacak bir yurda yelestiridi, burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bite bir bıkkınlık da dokunmaz" [235].

"Onun uğultusunu bile duy­mazlar. Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedi kalıcıdırlar" [236]. Özetle takvâlı mü'min, nura galip gelen ve aydınlık binitine binendir. "Allah kimin göğsünü islama yarıpaçmışsa artık o, Rabbinden olan bir nûr üzerindedir, değil mi?" [237]. Kalbi ölü yoldan çıkmış kâfir ise pisliğe ve karanlığa yenik düşendir. "Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir." [238]. "Ala nurin" tabiri ile "er -ricse alellezine layuminun" tabirinin farklılığı düşünülmeye değerdir. Zira biri nu­run zirvesidir, öteki pisliğin dibidir; Biri nurun kaynağı, diğeri pis­likten doğar, birisi "nerede olursam beni kutlu kıldı" [239], diğeri "O onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez." [240] Biri; "Ona selam olsun doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak yeniden kaldırılacağı gün de" [241], biri "Bu dünya haya­tında biz onların arkasına İanet düşürdük, kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilmiş olanlardır" [242], biri, "Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır" [243], gözüyle dünyaya bakar, öteki ise "üzerinden geçerler de onlar ona sırtlarım çevirip -giderler" [244], âyetine gözü kapalıdır. [245]

 

KUR'AN'DA İNSAN HİDÂYETİNİN KEYFİYETİ

 

Faîlî (Öznel) Ve Alıcı (Kabîlî) yâni kısacası amaçsal kay­nağı açısından hidâyetin genel çizgileri aydınlandıktan sonra onun gerçekleşme biçimi ile insandaki dışavurumunun nite­liği olan formel kaynağının açıklamasına gelmektedir. İnsan, düşü­nen ve istidlal yolunu kullanan canlı bir varlıktır ve bu bağlamda insan hidâyetinin niteliği, onun hayati temellerinin hidâyet olması ile bağlantılıdır. Hayat ise bilgi veya çabadan ya da her ikisinin top­lamından, yani anlayış ve eylemden ibaret değil aynı zamanda ha­yat, ilim ve yetinin uyum içinde bulunduğu, insanda ortaya çıkan gerçeklik ve özel bir varlık biçimidir. Bu nedenle kuramsal mesele­leri idrak etmekle birlikte pratik konuları da düşünür ve sözkonusu bilgi doğrultusunda çaba sarfeder. insanın bilgisi (ilm), ediminde de etkilidir, edimi, sadece bilgisinden esinlenir ve bilgisiz olarak bir işi yapması asla mümkün değildir. Bu sebeble hayatın gerçekliği, eylemle uyumlu bilginin kaynağı ve bilgiden ilham alan eylemin kaynağı olmaktadır. Bu ve o kaynak ise insanda nefs-i natıka (düşühüp konuşan öz) ve Ruh-i ilahiyi (ilahi ruh) oluşturur. Bu ilimle amel uyumunu ve çabayla bilgi birlikteliğini güçlü bir şekilde taşı­ması, insanın hayatının bolluğunu gösterir ve bu uyumu güçlü bir şekilde taşımamak ise onun yaşamının çoraklığını gösterir. Hayatın zayıflığı ve çoraklığı, ya bilgi gücünün olmayışıyla ilintilidir, ya ey­lem yetisinin olmayışıyla ya da bilgi ve eylemin uyuşum için gerekli dengeyi sağlamaması ile bağıntılıdır. Bunun için Kur'an kültürün­de yalnızca hidâyet bulan (muhtedi) insan canlıdır, dalâletteki ise ölüdür; Zira mâkul bir hayattan, ifade edildiği anlamda yararlanan sadece muhtedidir. Diri insanın en iyi hidâyet yöntemi onun haya­tına yön vermek, anlayış ve edim uyumunu aşılamaktır. Burdan hareketle Kur'an'ın çağrısı, hidâyete değin en iyi yol ve en güzel yordamı taşıma yönündedir. "Şüphe yok ki, bu Kur'an en iyi yola iletir ve salih amellerde bulunan müminlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir" [246]. Öyle anlaşılıyor ki Kur'an'ı Kerim insanın hayatını oluşturan insani ruhu, hem faydalı meşeleri ve bilgece konulan iyice anlasın diye en ideal yönteme yö­neltmektedir, hem de rahatça katedebilmesi için hikmetin pratik yolunu onun önüne sermekte, aynı zamanda da bu ortak uyum alanını temin etmektedir. Bu yüzden salt bilgi referansları eksik bir metoddur, salt eylem referansları da eksik hidâyettir. En iyi yön­tem, bilgi ile eylemsel kılavuzluğun birlikte gerçekleşmesi ve çaba öncülüğünün düşünsel yol gösterici-ışığmda tahakkuk etmesidir. Çünkü ilmi referanslarda en iyi medöd, teorik meşelerinin pratik konuların içerisinde izah edilmesi ve pratik hikmetin gölgesinde açıklanmasıdır; Bu iki düzlemin, birbirinden kopuk olması düşü­nülemez. Aynı şekilde bilimsel konulara vâkıf olup, pratik çabadan da uzak durulmaması gerekmektedir. Pratik çaba düşünsel görüşe kapalı olmamalıdır. Temel espri, şudur: Bilgi ile eylem doğa dünya­sında ve süfli alemde" birbirinden ayrı ya da zaman zaman biri diğe­ri olmadan benzer durumlarda yer alırlarsa da, doğa ötesinde ve cennet âleminde onların ilişkileri sıkı, hatta birbiriyle özdeş olacaktır. Şu âlemde yolcu olan insanın bilgi ve eylemi, yolculuğun so­nunda âlim ve Kâdir'in gerçekliği formunda Allah'ın, kutsal ölçü olan salt Alim ve Kadir'in tam bir mazhan olarak ortaya çıkacak şe­kilde uyumlu olması gerekmektedir. Bunun için Peygamber-i Ek­rem'in (s.a.v) risaleti üç temel ilkede özetlenmiştir:

1- "Onlara O'nun âyetlerini okur",

2- "Onları arındırıp-temiz­ler",

3- "Onlara kitap ve hikmeti öğretir" [247]. Tatlılıkla içi­ce tilavet (okuma) olayı öncelikle ifade edilmiş, hemen ardından insanın hidâyetinin niteliği, onu eğitip-hidâyet etme ve aldatma başlığı altında işlenmiştir. Tabi ki öğretmenin genel anlamda çerçe­vesini arıtma mânâsına geldiği ve arıtmanın da bir tür öğretme ol­duğu son derece açıktır. Fakat burada bu ikisinden kasıt, her biri­nin birbirinden ayrı olan özel anlamlandır. Öğretme ile arıtmanın niteliğini ayrı ayrı tahlil etmezden önce ilahî öğretilerde bu iki sat­hın uyumunun getirilerine kısaca işaret edilmesi çok yerinde ola­caktır. Bir ekol sadece düşünce ve sosyal bilgi yoluyla kendine özgü bir dizi kurallar gösterirse bilgiden salt öze (ayn) geçmedikçe, ku­laktan kucağa çekilmedikçe ve aposteriori idrak, irfâni şuhûd şek­linde zuhur etmedikçe, güçlü imânı cazibeye sahip olamaz, kalbi eğilimleri peşinden sürükleyemez. Çünkü bir meşreb yalnızca şu­hûd ve apriori bilgi yöntemiyle kendine özgü sunuyu gösterirse, aposteriori bilgiye dönüşmesi ve akli kanıtlar yerine yerleştirilerek apriori veriler mantıki kıyaslar biçiminde kendini göstermedikçe başkalarını çağırma ve onları doğru yola iletme (hidâyet) yolu, o meşreb için zor ve çağrılanların benimsenmesi içinse çok güç ola­caktır. Fakat bir ekol apriori gözlemler yanında gözlenenlerin güçlü bir tercümanı olan akli delillere de sahip ise, başkalarını davet yolu ile ekolü açık, davet edilenin yola gelmesi de kolaydır. Zira apriori bulgular ne kadar kıymetli olsalar da onların başkalarına intikâli ol­dukça zordur. Aposteriori anlayışlar değerli de olsalar, içsel cazibe­nin ve gizli eğilimlerin etkeni olmaları mümkündür. Salt düşünme ve fikir yürütme, onun imânî çekiciliği için güçlü ve yeterli değildir, ayrıca kalbin şuhûdunun da başkasına intikâli kolay değildir. Kur'an ın risaleti hem imani cazibe hem de kesin delilin (hüccet) tamamlanması, aprîori'in aposterioria değişmesi ve meşhudun mefhuma dönüşmesi üzerinedir. Bunun için hem müsbet bilimle­rin meziyetlerine sahiptir hem de şuhûdi bilimlerin nimetlerini içe­rir. Takipçilerini her iki yola da çağırır. Kur'an hem dünyanın gö­rünmezini (gayb) görebilen hem onu, anlam formunda ve lafız ka­lıbında şehâdet (görünen) âlemine aktarabilen, işitsel ve görse! öğ­retme yoluyla yükseliş yayını katedebilen görünenler âleminin sa­kinlerini görünmezler âlemine ulaştırabien ve şu beyti söyleyebilen insanı, İnsan-ı kamil olarak kabul eder:

"Melekut bağının kuşuyum 'toprak' âleminin değil Birkaç günlüğüne kafese kapattılar bedenimi". Aynı şekilde akıl âleminden duygu âlemine inebilen, imkan dünyasının başlangıcı akıl ve gerçekleştireni ise "rahmetten geldi­ler, rahmete giderler" i akleden olduğu için misal âlemini geçtikten sonra akıl dünyasına yolculuk yapabilen, tabiat sevgisini (dünya­dan olduğu için) olabildiğince her günahın başı olarak görebilen ve şunu terennüm edebileni de kâmil sayar:

"Sana arşın burçlarından ıslık çalarlar Bilmem ki bu tuzağa ne diye düştün".

Ve yine Emir-ül müminin, Ali b. Ebî Tâlib'e (a) ayağınızın (bu­lunduğu yerden yaratıcının arşına kadar uzaklığın ne kadar olduğu sorulduğunda söyleyenin ihlasla "lailahe illahlah" derse; sadece her bağdan kurtulmaz, aynı zamanda her belirlenimden de kurtulur şeklinde buyurduğunu bilebilen ve şu beyti hatırlayan insanı kâmil adl eder:

"Mavi göğün altında, rengin belirlediği herşeyden bağımsız olanın himmetinin kölesiyim."

Özetleyecek olursak hidâyet bulan insanın kemâli, hem maarifi görmek, hem onları anlamak hem de başkalarına anlatmaktır. Bu ihtida kemali, Kur'an ı Kerim'in müjdelediği ve "Hiç kuşkusuz bu Kur'an, insanları en doğru yola iletir" [248], şeklinde buyurduğu tam bir hidâyetin mahsulüdür. Zira hem ilahi nurun kanıtlamaa yöntemidir, hem de ilahi nurun irfâni seyridir. Kur'an her ikisini de içerir.

"Ve eğer ruh( can) aleminden bir nur gelirse

Cezbenin feyzi ya da aksine kanıt ile

Gönlü Hakk'ın nuruyla sırdaş olur

Geldiği zaman geri döner

Cezbe ile veya kesin kanıt ile

Kesin imana bir yol bulur

Kötülerin siccin'inden bir dönüş yapar

İyilerin illiyyin'ine bir yol bulur".

Bu iki nurun farkı, sansal (husuli) kanıt ile apriori (huzuri) şuhûd'un değerlendirilmesinde aydınlanacak mutlak Hâkim'in, Salt Ariften ayrıcalığı iyice ortaya çıkacak ve insân-ı kâmil'in kapsayıcılığı da açıklık kazanacaktır. Çünkü insan hayatının kemâli, hem kuramsal (nazari) ve dünya görüşüne ilişkin hikmet meseleleri doğru idrak etmek, hem de pratik ve ideolojik hikmet konularını doğru anlamak ve hem de gönül yoluyla gerçekleri görmekte dü­ğümlenmektedir. Kur'an da en iyi yol azığını, en iyi hidâyet meto­du olarak insana bağışlamaktadır. Bunun için bir dünya görüşü so­runu ve kuramsal hikmet konularından biri olan tevhîdî delillendirme ile şirki olumsuzlamayı, ideolojik bir mesele şeklinde alıp pratik hikmet konularının bir parçası olan zulmün çirkinliğinden yararlanarak içice sunar:

"Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, bü­yük bir zulümdür" [249]. Her ne kadar şirkten akiî olarak geri durma üzerine bir takım kanıtlar ikame etse de, kuramsal gö­rüş, bilinen bilgi için pratik bilinen ile bu âyette zulmün çirkinliği olayını, çıkarsamanın orta sınırı mesabesinde yerleştirmektedir. Çünkü rubûbî tevhid üzerine delil getirme de Halil ibrahim (a.s) nin dilinden şöyle söyler:

"Yıldız batınca, batanları sevmem dedi  "[250]. Gerçi Rubûbî tevhidin zorunluluğu için, orta sınır­ları aposteriori (husuli) mefhumların parçası olan deliller getirse de, bu âyet-i kerimede bizzat fıtrat yolu ve kalb şühûdu olan sevgi ve gönül eğiliminin orta sının olarak alınmıştır. Akla yatkın sevgi, akli şühûdun neticesi veya onun özüdür. Burada aposteriori ilimi özsel ile bağlayıp onu delil formunda ortaya çıkarmıştır. Son derece açık olan diğer bir mesele de mantıksal kıyasın asla apriori (huzuri) şuhûd ile sentez olamayacağıdır. Fakat onda kullanılan mefhumlar bazan, bu âyette sevenin şuhûd'unun, sevilenin huzurunun göster­gesi olan sevgi kavramı gibi apriori (huzuri) bilgiden değişmiş ve şuhûdi bilgiden dönüşmüş olduklarını göstermektedir. Özetle ku­ramsal meselelerin özlerinin pratik konuların sırasıyla sonra da bilgi şurubunun şuhûdi (bilgi) bal özüyle Kur'an'ı Kerim bahçesinin mahsulü olan Tûbâ ağacının meyvesinin baştan aşağı birbirine ka­rıştırılarak yogurulmasıdır. Bu yüzden Kur'an'ın amacı kendi lafız­larına özgü değil, bilakis bu boyutların hepsine yöneliktir. Kur'an'ı sırmalı elbiseye denk nakışlı giysi içinde Kur'an'ı bilgilere denk bigiler içeren bir sûre getirmek hiç kimsenin haddi değildir. Çünkü gönül ehlinin gözlemlerini akıl ehlinin kavramlarıyla karıştıran ve "Hayır, gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz" i, "Andolsun ki cehenne­mi göreceksiniz" [251] ile birleştiren bir kitap düzenlemek kimsenin harcı değildir. [252]

 

Kur'an'da Tefekkür Ve Aposteriori Bilgî Açisindan İnsan Hidâyetinin Keyfiyeti

 

Önceden de ifade edildiği üzere insan hidâyetinin biçimi, onun düşünsel ve edimsel önderliğinden ibarettir; Zira insan, canlı ve et­kin düşünen bir varlıktır, insanın hidâyetini daha iyi tanımlayabil­mek açısından düşünsel hidâyet ile edimsel hidâyetin ayrı ayrı ele alınıp, bunların her birinin hükmünün kendine ait yerlerde analiz­lerinin yapılması gerekmektedir. Hemen ardından insanın düşün­sel hidâyeti gündeme gelecektir. "Onlara kitabı ve hikmeti öğretir"

[253]. Ya düşünme ve bilgiden sözeden veya delil getirme formülünü veren ya da bizzat hüccet (kesin delü) getiren veya geçmiş peygamberlerin delillendirmelerini aktarmakla meşgul olan Kur'an, baştan sona bilgi yüklüdür. Hiçbir insanın bil­gisiz konuşmasına veya gerekli kifaî şartlan taşımadan bir işe yel­tenmesine asla müsaade etmez; Tam tersine insanın hayatının mih­verini daima bilgi ve düşünceye yönelterek onun inanç, ahlak ve davranış kalıplarını bilgince yeşertir. Bununla ilgili bir kısım örnek­ler aşağıda verilmiştir: "Cafer-i Sadık (a): "Allah, Kitabından iki âyetle 'bilinceye kadar konuşmama' ve 'bilmediklerini reddetme' konusunda kullarını sınırladı" (Kafi, Bilmeden Konuşmaktan Nehyetme Babı).

1- İnsan, bütün tasdiklerini, kabullerini, bağıntı ve dayanakları­nı bilgi temeline oturtmakla görevlidir:

"Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler diye bir kitapta onlardan söz alınmamış mıydı " [254]

2- İnsan, tüm yalanlamalarını, red ve inkarlarını bilgi esasına dayandırmakla ödevlidir:

"Tersine onlar bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar" [255]. Bu âyet-i kerimede bilgi birikimi olmadan Al­lah'ın vahyini yalanlayanlar verilmişlerdir.

3- İnsan, topyekün taklitlerini ve itaatlerini ilim ve bilgi yörün­gesine yerleştirmekle vazifelidir:

"Kimi insanlar doğru bîr bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışırlar ve her şarlatan şeytana uyarlar. Bu şeytana ilişkin kesinleşmiş hüküm mucibince kim onun peşinden giderse kendisini doğru yoldan saptırarak alevli ateşin azabında sürükler" [256]. Bu âyet araştırmasız taklid ve bilgi­sizce uymayı merdud kabul edip, âsî şeytana uyma olarak saymak­tadır ve asi şeytana itaatin karşılığı, alevli ateş azabıdır.

4- "İinsanlar arasında öylesi var ki, doğru bîr bilgiye dayanmak­sızın, yol göstereni ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hak­kında tartışmaya girişir. Bu tartışma sırasında küstahça gerdan kırar. Amaç, başkalarım Allah yolundan saptırmaktır. Böylesini dün­yada rezil edeceğimiz gibi kıyamet günü de ona kavurucu azabı tat-tırınz" [257]. Bu âyette, bilgisiz öncülük ve vahiysiz hidâyet çirkin sayılarak onu, başkalarını saptırmanın esası kabul etmekte­dir; Zira bilgisiz ve vahiysiz bir önderlik, saptırma (idlal) olacaktır. İlahi kitapsız ve bilgisiz bir hidâyet, aldatmayı gerektirir. Buna göre hem itaat hem de rehberlik ve önderlik bilgi temelinde olmalıdır. Bu olguların hepsi isra sûresinin ilgili ayetinde verilmiştir:

"Bilme­diğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp var ya, bunların hepsi konusunda sorguya çekiieceksiniz"[258]. Kur'an, bizzat teslim edilen ilim ise, onun tüm boyutları ilmidir; Dolayısıyla bilgi­lenme yöntemini, yani hangi yöntemle cahil insanın âlim olacağım ve hangi metotla bilinmeyen konunun bilineceğini açıklamış olma­sı gerekir. Kendisinin en iyi yollar olarak bildiği ve "Hiç kuşkusuz bu Kur'an insanları en doğru yola iletir" (İsra) şeklinde çağrı yaptı­ğı yolu, kısacası Kur'an'ı Kerim'e göre doğru düşünme usulünün ne olduğunu izah etmesi gerekmektedir. Ama Kur'an'ın hiç bir ye­rinde bilinmeyene vakıf olma yöntemi ve onu ortaya çıkarma me­todundan sözedilmemiştir. Ancak onu insanın fıtrî aklına yönelte­rek ve bütün zihinlerde yerleşik olanı açıklamakla yetinmiştir. Zira sadece kuramsal düşünme metodu varolsaydı ve bilgilenme çok kompleks bir takım işlemi gerektirseydi, tüm bilgileri açıklayan Kur'an bunu asla görmezlikten gelmez, bilakis açıklama yoluna gi­derdi:

"Biz Kitab'ı sana, her şeyin açıklayıcısı olarak indir­dik. " [259]. Düşünme ve bilinmeyene vakıf olma yolu, olsa ol­sa insan yaratılışı ile içice olan, zamanın zulmü elinde olmayan, çağların ve şehirlerin değişmesiyle değişmeyen, dil ve irkin farklılaşmasıyla fıtri ve özde açık bir olgudur. Bu fıtri yöntem, (Allah arındırılmış nefsini kutsasın), Üstat Allâme Tebâtebâî'nin de ifade ettiği gibi (el-Mizan, 5, 273-292) şudur: Kuşkusuz varlığımızın dı­şında bilmediğimiz, bize malum olmayan fakat bilinmesi muhal ol­mayan birtakım gerçeklikler bulunmaktadır; Onları kavramak istediğimiz takdirde ise öncelikle en iyi bildiklerimiz üzerinde açık bir düzenleme ve iyi bir sıralama ile meseleye ilmi bir yol boyutu ka­zandırarak zaruriyet arzeden noktalara vakıf olmamız, ardından da ortaya çıkan açık sonuçlardan yararlanmak suretiyle diğer bilinme­yenlerin teşhisi yoluna gitmemiz gerekmektedir. Aynı şekilde söz­gelimi A, B'dir ve her B, C'dir veya A, B olursa C, D olur: A, B'dir şu halde C, D'dir. Bu bakımdan bazı önermeler açık, bazı şekil ve formlar da açık özde sonuçlardır. Bir malum nesne, özde açık ol­masaydı ya da bazı maddelerin özde açık olması varsayımı ile ma­lumun meçhulle ilişki yolu ve açık, bilinen nesneye vakıf olma şekli teorik olarak meçhul olsaydı o zaman düşünme, istidlal ve kanıtla­ma olayı asla mümkün olmazdı. Çünkü özde belli olana ait bazı şeylerin gerekliliği, zorunlu ve kaçınılmaz olmasaydı, yani bilinenle bilinmeyen arasında sabit mânâda bir ilgi bulunmasaydı, birine bir başkasıyla vakıf olmak kesinlikle mümkün olamazdı. Bu yüzden bi­linenin bilinmeyenle ilişki yolu vardır ve tözde doğrudur; Ayrıca yoldan sapma imkanı da böyle bir durumda söz konusu olamaz. Neticede herzaman ne ihtilaf olasılığı vardır, ne de o yol ile saliki arasında bir muhalefet düşünülebilir. Özde doğru olan birşey özde masumdur ve onun masumluğu, tüm bu sakıncalara engeldir. Yol, masum olmasaydı bilgilerde kesinlik asla bulunamazdı. Bu, bizzat yanıltmacanın kaynağı olan bütün düşünce ve görüşlerdeki kuşku ile eşittir. O halde doğru düşünme için masum olan ve bölgesel ih­tilafla muhalefetin asla giremediği bir yol mevcuttur. O yolun salik-leri, doğru yol üzerinde seyrettikleri sürece birbiriyle çatışmak hali­ne girmezler. Zaman zaman aralarında muhalefet kendini gösteri­yorsa da bu, yolu terkettikleri ve yanlış yoldan gittikleri içindir; Yoksa, doğru bir yol, bütün bağlan korumak şartıyla ihtilaf ve mu­halefet belasından uzak, aynı zamanda da her tür görüş ayrılığın­dan korunmuştur. Zira birşey, asla kendi özüyle, kendi kendisiyle çelişmez. Doğru yol için çokluk (kesret), doğru bir varsayım değil­dir ki, iki tane olsun ve her biri bir diğerinin muhalifi olarak varsayılsın. Özde bilinen (malum, bizzat) ile onun bilinmeyen (meçhul) gerekleri arasındaki özel bağıntı, sayışız ve çokluk kabul eden bir şey değildir ki, bir özde bilinen birbirine zıt birkaç şeyle zorunlu bağıntı içinde olsun ya da olmasın; Bu ve benzeri meselelerin yani ilk usule dönen şeylerin toplamı doğru düşünme yöntemi olan aposteriori (husuli) bilgi için kendinden başka bir yol bulunmayan mantık adını almaktadır. Tam bu noktada mantığa yapılan itirazla­rın çözümlenmesi ve eleştirisine geçilmesi gerekmektedir (El-Mizan, 5, 273-292). Bu vesileyle Kur'an'ın aposteriori hidâyetlerle in­sanı tanıştırdığı düşünme biçiminin ne olduğu aydınlanmış olacak­tır. [260]

 

HİDÂYET VE DALÂLETE İLİŞKİN İTİRAZLAR

 

Mantığa Birinci İtiraz

 

Mantık Eğer Hedef İçin doğru bir yol olsaydı, mantık bilginleri arasında ihtilaf olmazdı. Ancak onlar arasında itilaf vardır. O halde mantık doğru bir yol değildir.

Öncelikle bu itirazın metni, kendi sonuç veren şartlarında en küçük çözülme meydana geldiğinde sonuç vermeyecek istisnai bir kıyas formundadır. Bu da bizzat mantık metadolojisinin doğrulu­ğuna bir delil teşkil eder.

ikinci olarak aklî meselelerde ne kuram sahiplerinin söz birliği onların doğruluğunun belgesidir, ne de yanlışlığının kanıtıdır. Çünkü ne görüş birliği (icma), kuramsal gerçeklerde bir değer ve saygınlık ifade eder, ne de tevatür bir kıymet taşır. Çünkü icmanın etki alanı, araştırmaya dönük teorik meseleler değil, kulluk ve ame­le ilişkin sorunlardır. Tevatürün etki bölgesi ise zannî ve düşünsel değil, duygusal olaylardır. Sadece kendine özgü sebeb yolu ile bilinen (malum) olması gereken birşey de başkalarının sözüyle aydın­lanmaz,

Üçüncüsü bu itiraz, "öze ilişkin olan yerine ilinek, e (araz) iliş­kin olanı alma" ahzi ma bi'1-araz li-mekani ma bi'zzat) babından bir mugalatadır (demogoji, yanıltmaca). Zira öz itibariyle hatadan uzak olan şey mantık yoludur, o yolu tercih eden değil. Yani bir mantıkçı düşünür, yolu tanı görmeyebilir veya yanlış bir şekilde ilerleyebilir, aynı zamanda yanılması da mümkündür. Bizzat doğru yolun özü olan, sadece masum sâliktir. Nitekim ismet ve teharet timsali Eh-i Beyt (a.s) böyledirler. Yani Ehl-i Beyt İmamları, adalet kıstasları oldukları gibi doğru yoldurlar. Bunun için başkalarının inançları, ahlak ve edimler kıstasına göre ölçülmelidir. Özetle man­tık, düşünme için düşünürün doğru yararlanması gereken dosdoğ­ru bir yoldur. Yararlanma biçiminin doğruluk ve yanlışlığı, araçla­rının doğru ve tam olması ile bîr bağıntı taşımaz. Zira çoğu kere araç ve vasıta doğrudur ama onu kullanan bilgisizdir. [261]

 

İkinci itiraz

 

Mantık yasaları, dedenimden sonra aşama aşama gelişmiştir ve dış gerçekler asla tedvin yasalarına bağlı olmaz. Gerçeğe ulaşmak mantığa uyarlı ise ondan habersiz olan veya onu kullanmayanın gerçeğe ulaşamaması gerekir. Halbuki bu böyle değildir. [262]

Cevap

İlkin itirazın şekli "istisnaî" bir kıyas şeklindedir. Sonrası man­tığın derlenmesi, onun yasalarını oluşturmak anlamında değil ter­sine onun fıtri yasalarını tümüyle düzenlemektir. O halde mantığın özü insan tekinin gizemindedir, her insan fıtratını yeşerttiği ölçüde o fıtri yasalardan nasibini alır ve gerçeğe ulaşır.

Üçüncü İtiraz

Mantık usulü, temiz imamların (a.s) evine bağlanmak için vardır ya da insanların Allah'ın kitabını ve masumların sünnetini izle­meye olan istemleri için yayılmıştır. Sonuçta Müslümanların on­dan kaçınması gerekir.

Cevap

Öncelikle bu itirazın biçimi, hüküm çıkarma koşullarından bi­risinin düşmesiyle veya ortadan kalkmasıyla kesinlikle sonuç ver­meyen "iktiranı" ya da "istisnaî" bir kıyas formu olarak ayrılabilir. İkinci olarak bir yöntemden kötü yönde faydalanma, o yöntemin yanlışlığına kanıt olamaz. Tıpkı bâtılı yaymada kalemi, mazlumu öldürmede kılıcı veya insanları Allah'tı Teala'nın rızasının dışına yöneltmek için Allah'ın dinini suistimal etmek gibi:

"(...)Kitabı kendi elleriyle yazıp sonra da bu Allah kalındandır diyenlere." [263].

 

Dördüncü İtiraz

 

Akılcı yöntem, bazen taraftarını Kitap ve Sünnetin apaçık tersi olana sürüklemektedir. Nitekim filozofun görüşünde fazlalıklar görülür.

Cevap

Birincisi itirazın usîubu istisnaî kıyâs görünümündedir, ikincisi ise zaman zaman tersine sürükleyen şey, ne istidlalin herhangi bir biçimidir, ne de onun;

Özde bilinenler ise birincil maddeleridir. Tam tersine ne açık ne de açıklayıcı olan kuramsal maddeler ara­sında diğer taraftan teorik ve karmaşık maddeler arasında bir mu­galata ya da karıştırma yoktur; Zaman zaman muhalif olan ise bi­rincisi değil ikincisidir. [264]

 

Beşinci İtiraz

 

Mantık, delil maddesinden değil, istidlalin biçiminden sorum­ludur ve sonuç verenleri ile vermeyen formlarından ayrılması için vardır. Demek ki delil gerektiren birtakım ilkeler ve ilimlerin husu­sunda Masumlara (a) başvurulacağı muhakkaktır.

Cevap

İtikâdi bilgilerde kesinlik gerektiği zaman Masumlar'in (a) aşa­ğıdaki üçlü olgunun kesin olarak toplandığı sözlerine bakılabilir.

Birincisi, o sözün kesinlikle masum (a)'dan çıkmış olması. İkin­cisi, takiyye vb değil, gerçeği ifade etmek için olduğuna dair çıkış yönü. Üçüncüsü, olası ve muhtemel değil, açık ve seçik olması ge­reken, asaletu ademi'n-nakle (Naklin olmayışının asıl oluşu), asale-tu'l-Hak ( mutlaklığm asıl oluşu) ve asaletu'l-umum (genelin olu­şu) gibi aklî ilkelere ve diğer lafzı ilkelerle getirdiği dalâleti. Bu üçlü durumların kesin bir şekilde birarada bulunması, vahid veya müstefid ya da aynı şekilde açık veya seçik olmayacak mütevatir bir ha­berde kurulu ise zannî delillere başvurulması düşünülemez. Buna karşın bir konunun temeli, amelî kulluk üzerine kurulu ise geçerli zannî delillere dayanmak mümkündür.

Akli maddelerden kesinlik çıkmaz denilirse, bu sözün araştırma ve ciddiyetten uzak olması bir yana, bizzat çözümlemeden sonra mantıksal kıyas biçiminde ortaya çıkan bir akli öncül olduğunun unutulması gerekir. [265]

Altına İtiraz

İnsanların gereksinim duydukları herşey, Kur'an'ı 'Kerim'de ko­runmuş halde mevcuttur ve Ehl-i ls'met'in (a) rivayetlerinde miras bırakılmıştır. O halde kafirlerin ve mülhidlerin elinin bulaştığı de­lillere bir ihtiyaç yoktur.

Cevap

Bu sözün mantıksal kıyas şeklinde düzenlenmiş ve kesin mad­deler kullanılmış olması bir tarafa sözü edilen mantık usulü de Kur'an ve Sünnet'te aktarılan haznelenmis konulardandır ve onlara ulaşmak için serbestçe tahkikat yapmaktan başka yol yoktur. İkinci olarak Kitap ve Sünnetin gereksinimsiz oluşu, onlara başvurmak is­teyen birinin gereksinimsiz oluşundan farklıdır. Kur'an, tüm ger­çekleri içerdiği için diğer ilim dallarına ihtiyaç yoktur diyen kimse­nin hikayesi, "insan bedeni bütün hastalık ve ilaç kayıtlarını içinde barındığı için tabiî, içtimaî ilimlere gereksinme sözkonusu değildir, bilakis tıp, insan bedenini araştırmada yeterlidir" diyen kimsenin durumuna benzer. Halbuki doktorun yaptığı, deneysel araştırma ve incelemeden başka bir şey değildir. Ya da bu, "insani temelin tüm bilgileri kapsaması gerektiğinden bilimleri öğrenmeye ihtiyaç yoktur" diyen birinin kendi kendini aldatmasına benzer. Özet ola­rak bu demogojinin kaynağı, mantıksal kıyasta orta terimin tekrar edilmeyişidir. Zira Kitap ve Sünnet her şeyden müstağnidir; Kitap ve Sünnetten istifade etmek isteyen insan içinse böyle bir gereksinimsizlikten söz edilemez. Çünkü O, ilimleri araştırma ilkelerini ve onlardan yararlanmayı öğrenmeye muhtaçtır. Üçüncü olarak Kitap ve Sünnet, insanları akılcı doğru yollar konusunda araştırmaya ve en iyi yolu seçmeye çağırmaktadır. "Müjdele kullarım]. Onlar ki sö­zü dinler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar akıl sahipleridir" [266]

Evet, Kitap ve Sünnet, kendilerine kesin çizgilerle ters olan bir şeyi izlemekten nehyeder. Zira, Kitap ve Sünnetin muhtevası bizzat kesin kanıtın Ölçütlerindendir; Kesin delilden kaçmak ise asla mümkün değildir, çünkü ona rağmen başka bir kesin delilin ika­mesi, olanaksızdır. Doğru maddelere ulaşmak ve onları yanlıştan ayırmak amacıyla akli öncüllerin çözümlemesinde doğan ihtiyaç, müteşâbih'e uymaktan kaçınıp muhkem ayetlerin yörüngesinden uzaklaşılmaması için bu ayetleri müteşabih'ten ayırma işleminde ortaya çıkan ihtiyaca benzemektedir. Aynı şekilde sayılan az olma­yan uydurma ve düzmece hadislerden doğrularını teşhis ederken ortaya çıkan ihtiyaç da bunun gibidir. Dördüncü olarak doğru ve doğruluk zaten istenen olduklarından, biraraya toplanan her kesin delil ile birlikte geçerli olacak ve onu söyleyenlerle onu aktaranlar arasında fark görülmeyecektir. Özel söyleyenin onayda, redde, yö­nelmede veya geri durmada şaibesiz katılımı kesinlikle taassub olamaz. Bunun için Emiru'l-Mü'minin (a) şöyle buyurmuştur: "Doğ­ruyu bilmediıı ki onu yapanı bilesin ve batılı bilmedin ki onu yapa­nı bilesin"(Nechü'l Belâga), ve buyurmuştur ki: "Söyleyene bakma, söylediğine bak! "(Nechü'l Belaga, s. 157, el-Hikmetu Dalieti'l Mü­mini 'hikmet müminin kalbidir' s. 158). Hz. İsa Mesih'ten (a) şöyle nakledilmiştir:

"Hakkı (doğru ve gerçek olan) batıl ehlinden de ol­sa al. Batılı (yanlış, kötü) hakk ehlinden de olsa alma !"(Mehasini Berki, s. 229) [267]

 

Yedinci İtiraz

 

Kur’an ve Sünnette istenen bir olgu olarak telakki edilen hidâ­yet (dini hükümlere göre hareket etme) yöntemi; Kur'an ve Sünne­tin zâhirleriyle yetinmek; mantıkçı ve akılcı metotla paralel olmak­tan sakınmaktan ibarettir. Zira onunla paralellik sürekli yok oluşu ve sonsuz bedbahlğı da beraberinde getirir.

Cevap

Bu sözlerin, kısa bir tahlilden sonra hem mantıksal kıyas for­mundan yararlanmış hem de öz itibariyle aklî önermelerden yar­dım almış olması bir yana, bu iddia edilen şeyle ilgili en özel delili teşkil ettikleri görülmektedir. Zira aklî erke sahip olmayan birinin derin sorunlara girme hakkı da olmayacaktır. Çünkü kudretli zeki insanları derinlemesine düşünmekten alıkoymak olası değildir. İn­san için keramet, bilgilere ve doğrulara nail olmaktan başka bir yol­la mümkün değildir.

Bunun için din bilginleri konuyu ilahi bir vasiyet ve ahd konu-başlıgında, ilgili uygun alanın araştırmacılarıyla ortaya koymuşlar­dır. Büyük ilahiyatçı filozof merhum Ebu Ali Sina (Ibni Sina), "işa­ret ve Tenbîhât" isimli yapıtının 'Tabiiyyat' bölümünün mukaddimeşinde şöyle der:

"Ve Vasiyetimi tekrarlıyorum ve bu işaretlerin sonunda şart koşulanlara sahip olmayan kişiye karşı bu cüzlerin içerdiği şeyler konusunda ciddi bir şekilde cimrilik edilmesine iliş­kin talebimi de yineliyorum".

Daha sonra 'Işârât' bölümünün sonunda: "(...} onu cahillerden, mübtezellerden, kendisine parlak bir zeka, birikim ve deneyim bahşedilmeyen ve sokak adamlarıyla düşüp kalkanlardan, bu filo­zofların mülhidlerinden ve ilkesizlerinden koru! Tabiatının duru­luğuna, hayatının doğruluğuna, çabucak vesvese karışan şeylerden kaçındığına ve hakka rıza ve sıdk gözüyle baktığına güvendiğin kimseler bulursan, o konuda senden istediklerini, önceden verdi­ğinle sonradan vereceğini açıklayarak aşamalı, bölümlemeli ve par­çalı olarak onlara ver! Onlara verdiklerin konusunda, seni örnek alarak yürüdüğün yolda yürüyeceklerine dair çıkışı olmayan ye­minlerle Allah adına onlarla ahidleş! Bu ilmi yayarsan ya da zayi edersen bu durumda seninle aramda Allah vardır. Ve Allah vekil olarak yeter!". Merhum a'raştırmacı Tûsî, 'Işârât' in son bölümü­nün şerhinde, İbni Sina'nın vasiyetini yorumlarken "Gerçek bilgi­lerden ve kesin ilimlerden istifade edebilen tek kesim", der:

"Kadir­şinas talebeler olup dört özelliği taşıyan kimselerdir: bu özellikler­den ikisi, onların ruhsal özellikleridir; Diğer ikisi, karşı tarafla kar­şılaşma esnasındadır. Birinci özeliik onların kuramsal akılları ile il­gilidir, zira onların konulan anlamadaki temel dayanaklarının ve­him gibi şeylerden arınmış olması gerekir, ikinci özellik, onların pratik akıllan ile ilintilidir. Onların pratik (ameli) yöntem ve tarz­ları doğru, aynı zamanda da her tür yersiz eğilimden uzak olmalı­dır. Üçüncü özellik, hak karşıtı tarafla ilgilidir. Bu ise kayma olasılı­ğı olan yerlerden uzak durmak ve kuruntu düşkünlerinin kendileri­ni attıkları şeyden geri durmaktır. Dördüncü özellik, hak tarafla il­gilidir. Bu da hakka rıza ve saygı gözüyle bakmaktır. Bu dört özel­likle birlikte akılcı felsefe (hikmet) ögretmenininde tam bir ihtiyatı gözetmesi son derece önem arzetmektedir.

İlahi hakim merhum Şeyhu'l-İşrak, sadece kendisinin sözüyle değil aynı zamanda merhum Sadru'l-Müteellihin'in, Mebde ve Mead (sh, 191)'deki itirafıyla "Bilgiler ve sezgiler ashabının gözlerinin nuru"olan Hikmetü'l-İşrak'ının sonunda şöyle der; "Kardeşlerim, sizlere Allah'ın emirlerini korumanızı ve yasaklarını terketmenizi, bütünüyle nurların nuru Mevlamız Allah'a yönelmenizi, söz ve ey­lem olarak sizi ilgilendirmeyeni terketmenizi ve hertürlü şeytansı vesveseyi söküp atmanızı vasiyeti ediyorum. Ailah, sîzin üzerinize halifemdir" (Hikmetu'l-işrak, yeni basım, s. 158).

Merhum Sadru'l- Müteelihin, diğer din bilginleri gibi, akli aşa­maları katetmenin niteliğini gösterdikten sonra layık olan araştır macılara der ki:

"(..) Bu karmaşık ilimleri elde etmeye girişmek, in­sanların çoğuna haramdır. Zira onları kavrama ve onların üstesin­den gelmek, Aziz Hakim Allah'ın kalındandır" (Esfar, 3, 426).

Merhum Seyyid Âmûlî, değerli Câmiu'l-Esrâr ve Menbau'1-Envâr isimli kitabında, arınıp temizlenmeden salt düşünce ve akılcı görüşle o kitaba başlama niyetini taşıyanların engellenmesiyle ilgili bir kısım vasiyetlerde bulunmuşlardır (s. 209) ve Camiu'l Esrar'ın içerisinde basılan "Risâletu Nakdi'n-Nukûdi fi Ma'rifeüti'l- Vucûd" isimli kitabının 670. sayfasında varlığın oluşu ve kesreti husu­sunda şöyle söylemektedir:

"Kuşkusuz bu tür sırlan açığa vurmak, edeb ve şeriata aykırıdır. Ancak ehline göre bu edebi terketmektir edeb! Nitekim denir ki:

"Hevâ sahibi için akıl sahiplerinin âdabı; Akıl sahibi katında sekr (sarhoşluk) ehlinin adabı gibidir."

Ve denir ki:

"Cahillere ilim veren, onu zayi etmiştir;

Hakedenden esirgeyen de ona zulmetmiştir."

Bununla birlikte benim durumum şöyle söyleyenlerinkine daha yakın, hatta aynıdır:

"Bana su verdiler ve susama! Dediler; Sulasaydılar." Hakim ve ariflerden birçoğunun yazılarında şu tavsiye günde­me gelmiştir: "Derin sözleri herkesin yanında konuşmayın. Zira İn­sanların hepsi aynı değildir. Çünkü "insanlar, altın ve'gümüş ma­denleri gibi madenlerdir." Çünkü bütün ilimler de aynı değildirlerdir. Bilakis ilimler de altın ve gümüş madenleri gibi hazinelerdir. Tabi makulun (akledilenin) mahsus'a (hissedilene) benzemesi ba­bından durum böyledir. Aksi halde insani ilimler nerede, madeni cansız varlıklar nerede ? Ruhsal gıda nerede, hayvansı maddeler ne­rede !". [268]

 

Sekizinci İtiraz

 

Salih seleflerin hayatı, felsefe ve irfan metoduna zıttır ve onların Kitap ile Sünnetten istifade etmekle, filozoflar gibi mantık ve akıl usulünü kullanmaya gereksinmeleri yoktur. Çünkü ariflerin yönte­mini yani riyazeti kullanmaktan da müstağnidirler. Abbâsi halifele­ri döneminde Yunan felsefesi Arapçaya tercüme edildiği zaman Kur'an’ın takipçileri olan islam kelâmdan, felsefi konuları Kur'an bilgilerine tatbik etme aşamasmdaydılar ve bu vesileyle Eş'ariler ve Mu'tezile diye iki fırkaya ayrılmışlardı. Daha sonra sırlan keşfetme ve Kur'an’ın gerçeklerini bilme savını ileri süren ve Ehl-i İsmet ve tehâret'e başvurmaya ihtiyaçlarının olmadığını zanneden sufiler ve arifler adında bir başka grup ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Masumla­rın (a) eteğine tutunan Şia fakihlerinden ayrıldılar ve olay, hicri' 13. asrın ortalarına kadar (yaklaşık yüz yıl önce) bu şekilde devam etti. o grub aldatmaya, gerçeği gizlemeye, Kur'an ve hadisin maksatlarını felsefi ve irfanı kavramlar doğrultusunda tevil etmeye başladılar. Neticede çoğu insanları yanılgıya düşürmüşler ve o ko­nulan meşru göstermişlerdir.

Cevap

Islamda bu tür ilimlerin ortaya çıkışını tarihlendirenler, bu tarihsel bakış açısının zayıflığından haber dardırlar. Yine onlar fırkala­rın ortaya çıkışının, düşünsel saflaşmaların ve bazılarının Kur'an'ı Kerim'e gereksinmelerinin olmadığını dışa vurmalarının itirazda belirtildiği şekilde olmadığını bilirler. Bunun yorumu, başka bir ye­re bırakılarak ilk etapta yan başlıklar ele alınacaktır. Öncelikle bu ifadede kelam ve felsefe arasında bir karşılaştırma sözkonusudur. Zira felsefi konular, salt gerçeklerden ibarettir. Oysa kelamda ger­çek konuların yanında itibari teorik konular da ele alınmışlardır. Diğer yandan felsefi kanıtlar kesin öncüllerden başka bîrşeyle oluşturulmazken kelamda kesin öncüllerden, mantıksal çıkarım yoluyla değil ön kabul yoluyla sonuca gidilir ve gerçekte kelam, medlul'u (delillendirilen) kabul edip ona baş eğdikten sonra delilin peşine düşmektedir. Felsefe ise bizzat kendi delilinin özel medlulüne ula-şan bağımsız ve serbest bir alandır. Kelâm ve felsefe arasında var olan bu derin farklılığa rağmen önceki kelamcılar, nasıl olur da fel­sefi konuları Kur'an'a uyarlama yoluna gidebilirler. Eskiden beri bir yandan kelamcılar diğer yandan filozoflar ve arifler arasında ilmî tartışmaların vuku bulmuş olması bir tarafa dursun, bu daya­naklar felsefenin İslam'a geçişinin Müslümanlar arasında kelam il­minin ortaya çıkmasına sebeb olduğunu söyleyen müsteşriklerden bir kesimin sözünden alınmış olması bile mümkündür. Böyle söy­leyenlerin, kelam ile felsefenin, hedefleri ve kelam ilminin ortaya çıkış nedenlerinin küllüne vâkıf olmadıkları çok açıktır.

Hepsinden daha şaşırtıcı olan, adı geçen tasarım sahibinin ke­lam ve felsefe arasındaki fark konusunda kelam iliminin hedefinin Mebde ve Mead'ı din olgusuna riayetle isbat etmek olduğunu fakat felsefenin hedefinin din unsuruna dikkat etmek olduğunu ama fel­sefenin amacının din unsuruna dikkat etmeksizin bunu yapmak ol­duğunu söylemesidir. Bunun delililini de mantıki ve akli yöntemin dini yönteme zıt, meşru yolla da çelişik eden kimsenin amacı­nın, önceden kabul edilen ya da meşhur öncüllerden oluşan ce-

del'in, kelâmı konuların delilleri ve kıyasları olduğunu söylemek is­tediğini bilirler. Çünkü kelâmca istidlal, öncelikle kabul edilen ve boyun eğilen meseleler içindir, fakat felsefi delillerle kıyaslar önce­den doğru olduğuna inanılan şeyler değil, gerçek olan şeylerin ispat edildiği birer burhandırlar. Bu ise kelâmı dini bir yöntem, felsefeyi ise dine karşıt kabul etmemizden farklıdır. Özetle söz konusu ke­lâm ilmi, akılcı ilme oranla nakilci ilme daha yakındır zira medlulü kabul etmek ve delilin ardına düşmek, konuyu bağımsızlık ve ser­bestlikten uzaklaştırarak, alanını daraltır. Buna karşın felsefe ve irfanla ilgili olarak söylemiş olduğu doğru ise, bu, felsefe ve irfanın yanlışlığının belgesi değil filozof ve arifin yanılgılarındandır. Zira ilini ehlinden bazılarının yanlışını o ilmin yanlışlığına delil olarak algılamak yanlıştır Eşariler, Mutezile ve lmamiyye ekolleri arasında revaç bulan ihtilaflara, tek İsiam'ı daha ilk çıkışında alt fırkaları her birinin asıl fırkaların sayısından daha az olmayan yetmiş fırkaya nasıl ayırdığına dikkat etmek gerekir. Keşke bütün bu ihtilafların kaynağının izlenen iimi yöntemden ya da dinin temellerinden isti­fade etme biçiminden ayrı bir şey olduğu aydınlığa kavuşmuş ol­saydı. Hiç kuşkusuz ihtilaflı konuların tümünde, o fırkalardan ba­zıları kesinlikle yanılgıya düşmüşlerdir. "İki çağrı, ayrılığa düştü­ğünde, ikisinden biri mutlaka sapıklıktır"(Nechü'l-Belağa, Kelimât-i Kısar bölümü). Acaba dine bağlananlardan bir kesimin ya­nılgısı, dinin aslının (maazallah) yanlış olduğuna dayanak olarak alınabilir mi ?, onların yanılgısı için diğerlerini sorumluluk altına sokmayacak özel bir izah mı vardır ? Kelâmcılann ihtilafları gibi, İslam da ihtilaflardan dışarıda kalmamıştır. Fıkhı vb. ihtilafların peşisıra çok sayıda fırkalarda ortaya çıkmıştır. Onların belirli bir sayıda kalmalarının nedeni ise tarihte kaydedilmiş bulunmaktadır. Fakat tasarımcıların revaçtaki bütün yollan katetmenin geçersiz (batıl) olduğu sonucuna vardığı şey, onun Yunan filozofu Eflâtun'a ait olan hatırlama yöntemine geri dönmesidir. O da şudur: İnsan, istek ve arzular bağından kurtulur, takva ile ruhsal erdemlerle süslenir ve bîr olgu hakkında kendi derûnuna bakarsa gerçek onun için aydınlanır. Bu yöntemi, bazı Yunan öncüleri, bir kısım Müslü­manlar ve batı filozoflarından bir topluluk benimsemişlerdir fakat bunların her biri bu yöntemi ayrı bir yönüyle izah etme yoluna git­mişlerdir.

Bir kesim onu şöyle anlatmıştır: insani ilimler, hepsinin fiili olarak insan için ortaya çıkmış ve insanla var olması anlamında fıt­rîdir. Yerel gafletler onları ayrıntılı olarak gözlemlemeye engel ol­maktadır ve gözlemle birlikte gaflet bertaraf olarak insan hatırla­maktadır; O halde yeni bir kazanım sözkonusu değildir. Tersine yokluktan sonra bir oluş ve var oluş değil, gizlilikten sonra ortaya çıkış sözkonusudur.

insani ilimlerin fıtrî oluşunu bazıları da şöyle izah etme yoluna gitmiştir: insan nefsi, tozlanmış bir ayna gibidir. Maddi uğraşlar­dan sıyrılarak kurtulduğu tozların altından evrenin gerçekleri onun üzerinde parlar. İlimler, onda fiili olarak varolamaz, bilakis potan­siyel olarak bulunurlar. Ruhun arınmasiyla birlikte insan nefsinin dışındaki şeyler, içine girmeye başlar. Bu, arifler, işrak filozofları ve başka milletlerden benzer insanların kullandığı bir metodudur.

Bir grub ise bilgilerin fıtri oluşunu ariflerin metodu gibi izah et­mektedirler. Lakin bazı çağdaş Müslümanlar ve ilgili bir takım in­sanlar gibi dini takip etme şartının kendilerinin arifler ve mutasav­vıflardan ayrılmasına sebeb olduğu zannıyla ona bir şart eklerler: "Takva ve şeriatı ilmî ve amelî olarak izlemek". Halbuki bu şartı" onlardan önce ariflerde savunmuşlardır. Sonra onların sözü, izle­menin biçimi ve tâbi olmanın anlamının belirlenmesinde var olan farkla, mutasavvıfların söylediklerinin tıpatıp aynıdır. Zira bunlar izlemeyi salt zihinlere özgü olarak bilirler. Ve bunların metodu, Mutasavvıflar ve Ahbârilerin ekolünün bir sentezi konumundadır. Fakat arifler zahirlerle amel etmeyi gerekli görmekle birlikte bu­nunla yetinmezler ve onunla amel etmeyi derûnî bilgilere ulaşmada geçiş yapılan bir düzlem olarak addederler. Bu konunun meşhur araştırmacılarından Merhum Seyyid Haydar Âmûlî şöyle der: "Bü­tün bunlara, sözgelimi şeyhin tanımı konusundaki şu görüşlere ta­nıklık eder:

Şeyh; nefsin âfetlerini, hastalıklarını, kusurlarını bilme­si, nefsin hastalığını tanıyıp tedavi gücüne hâiz olması ve nefis hazır olup tedavinin başlamasına müsait olduğunda onu bilfiil tedavi et­meye güç yetirmesi için şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerinde tekmil derecesine ulaşan insân-ı kâmil'dir. İlim ve ilimle nitelenen âlimin tanımındaki görüşleri de aynen böyledir, zira onlar aynı şekilde il­mi, kabuk, öz ve özün özü şeklinde sınıflandırırlar. Bununla da söz konusu mertebeleri ve o mertebelerin haklarına riâyet etmeyi arzu­larlar. Şu da onların önemli savunumlarından biridir: Kabuk, şeri­atın tarikatı ve tarikatın hakikati koruması gibi kendi özü olan ba­tın ilmini, fesattan koruyan her türlü zahir ilimdir. İnsan, kendi ha­lini ve tarikatını şefaatle korumazsa, hali fesada uğrar, tarikatı da hevâ, heves ve vesveseye dönüşür, Tarikatle hakikate ulaşamayan ve onu (hakikati) onunla (tarikatle) koruyamayanın hakikati fesada uğrar, zındıklık ve ilhada döner, öz, kuruntu ve zan kabuklarından arınmış, kutsal nur ile nurlanmış akıldır. Özün özüne gelince aklın kendisi ile desteklendiği, böylelikle mezhur kabuklardan arınarak kalbin idrakini aşan ve varlık alemiyle ilgili formel ilimle örtülü an­laşılmaktan uzak ilimleri idrak ettiği ilâhi nurun cevheridir. Allah'u Teala'nın "Ama bizden kendilerine güzellik geçmiş bulunanlar; işte onlar, ondan (cehennemden) uzaklaştırılmış olanlardır" [269], şeklindeki âyetine göre, bu durum sonun hayır olmasını sağ­layan geçmiş güzelliğinden ileri gelir(...) ilh" (Camiu'l-Esrar, s. 353). Nitekim ilahi filozoflar da İslamî amaçlan ve onun hükümle­riyle hikmetlerini muhafaza etmişlerdir. Büyük ilâhi hakim mer­hum Ebu AIi İbn-Sina buyurur ki:

"Cumhur'un onayladığı, yarar­landığı ve savunduğu şeylerin birçoğu kuşkusuz Hakk'tır. Onları il­letleri ve sebebleri konusundaki bilgisizlikleri nedeniyle olsa olsa sözümona filozoflar olarak görünme çabasındakîler reddederler. Biz bu hususta "Kitabu'1-Birr ve'l ism"i teklif ettik. O zaman bu konuların açıklamasını oradan düşünerek irdele! Bozulmuş (fasid) şehirler ve zalim şahısların tepesine inen ilâhi cezalara ilişkin anla­tılanları tasdik et! (...)llh" (ilahiyat-ı şifa, 10. Makale, 1. Fasıl).

Hatırlama ekolü ile kastedilen şey eğer ilim yolunun ona hasre­dilmesi ve hatırlamadan maksad da mantıkla akıl metodunun iptali değilse, bu doğru bir söyle olacaktır. Zira insan özde yaratılışında, zati apriori bulguları aposteriori (husuli) anlamlara dönüştürme gücü mevcuttur. Buna göre insan bilgili olarak yaratılmaktadır ve varlık evreninin bazı gerçekleri hakkında şuhûdî bilgisi vardır. Çünkü insan maddi bağlardan kurtulduğu, onlardan bir ölçüde sıyrıldığı zaman ancak bazı ilimiere vâkıf olur ve bunu hiç kimsede inkar edemez.

Hatırlama yönteminden amaç, eğer mantık ve akıl yolunun ip­tali ya da onun gereksizliği ise, o zaman açık öncüllerin sırası nefsin kemâlini gerektirmeyecek ve sonuçta ilim hâsıl olamayacaktır. Ya da pratik hatırlama yönteminin, nefsin çirkinliklerinden arınması veya erdemlerle süslenmesi anlamında insani mantıki ve akli istid­lallere gereksinmişiz olduğu şeklinde ileri sürülen bir tez kesinlikle ispatlanamayacaktır, zira birinci olarak insanî ilijnlerle bilgiler üze­rinde yapılan derin bir tahlil, insanın tasdiki ilimlerinin ,onun doğ­rudan hissedilen esaslar ya da hissedilenlerden çıkan, tetkik ve de­neyimin sabitleştirdiği düşünsel ilimlerine dayalı olduğunu göster­mektedir. Zira hissin olmaması, o bulunmayan hisle sonuçlanan bütün ilimlerin olmamasıyla aynı anlama gelmektedir.'[ister tasav-vurî olsun ister tasdiki, ister açık ilim isterse kavramsal ilim olsun. Eğer tüm ilimler insanın yaratılış dünyasında hazinelenmiş ya da nefsin arınması ve erdemlerle süslenmesi yoluyla tamamı kalb çeh­resine resmedilmişse hissi olmayanların bu yüce makama ulaşma­maları ve hissizlerin böyle bir etkilerinin bulunmaması gerekir. Eğer hissizlik hatırlama metoduna bir engel teşkil ediyorsa, o za­man hatırlama yönteminin zannedildiği gibi geniş ve güçlü bir de­ğerde olmadığı da açıkça ortaya çıkmaktadır.

İkincisi Hatırlama Yöntemi ise herkesin erişemeyeceği komp­leks bir yapı arzetmektedir. Buna rağmen bazıları onu başarırlar ve insanların geneli yaşamsal amaçlarını mantıki ya da aklî istidlaller yoluyla temin ederler; Bunun en iyi göstergesi, beşeri ilimlerin ve sanatların bir anda kavranamadıklanndnn dolayı inkar edilmesi de mümkün olmayan husülî düşünceler yolu ile ilerlernesidir. Hepsin­den önemlisi mantıksal istidlal yöntemi, parçalanmaz bir fıtrî gele­nektir ve dünyadaki varlık türlerinden biri olan insanın özel bir ta­kım gelenekle ya da yöntemle mücehhez olması, buna karşın yolu­nun batıl ve emeğinin sonuçsuz kalması, yani ondan yardım alın­dığı halde hedefe varılamamış olması mümkün değildir.

Üçüncü olarak, Hatırlamacıların bulmuş ve hala da bulmakta oldukları şeylerin tamamı, açık bir çözümlemeden sonra mantık ya da akıl geleneğine dönüşmektedir. Öyle ki onları izah etmede asgari mantık ihlali sözkonusu olduğunda bu asla kabule şâyân olama­maktadır. Ayrıca hatırlama yönteminin savunucuları, her zaman mantık ve akıl geleneğinden yararlanırlar ama ona dikkat etmezler ve bu mananın inkar edilmesinin mümkün olmadığını düşünmez­ler, zira bulunmuş delilö ile uyuşma­yan bir tasarı sunulduğunda bu kesinlikte doğru bir form olmaya­caktır. Bunu inkar etmek mümkün olmadığı gibi raslantı ve tesa­düfe yormak da mümkün değildir. Evet, düşünsel bir delilden önce hatırlama yöntemi ile bir gerçekliğe ulaşmak daha sonra izah edilip indirgenmesi için onu düşünce ve mantığa dönüştürmek müm­kündür fakat 'Hatırlama Yöntemi' insanı istidlalden müstağni kıl­maktadır. Gerçi hem düşünsel hem de akli yöntem doğrudur ve her ikiside bilgilere ulaşmada aynı role sahiptirler ayrıca hatırlama yönteminin daha ideal olduğu söylenebilir. Zira daima Masum­ların sözleriyle örtülmektedir. Mantık ve akıl yolunun tersine onun cevabı şudur:

Mantıksal kıstastan tiksinmek ya da düşünceler ve ilimlerin ölçü aletlerini kullanmakla sürekli ve genel tehlike ihti­mali ortadan kalkar ama bu beraberinde ikinci bir itirazı daha ge­tirmektedir: Kitap ve Sünnetin bütün konularını ve onların remiz kitlesi ondan asla sorumlu tutulamaz. Şu halde insanların din bilgi­lerini kolay olmayan yolda tahsil etmeleri gerekmez. Bilakis özde bilenler tertibi ve bilinmeyeni  kavramdan ibaret olan  aynı genel fıtrı  de ilahi yöntemlerle  ulaşırlar.

Ne ilginçtir ki Hatırlama Ekolü'nün savunucuları, bizzat bu iti­razı, şu ifadele ile istidlal yöntemine karşı olarak gündeme getir­mişlerdir: "Felsefe ve mantık yoluyla evrenin gerçeklerine ilişkin el­de edilen bilgi doğru değildir. Bu doğru olsa bile ancak Aristo veya îbn-i Sina gibi seçkin, bir avuç düşünürün üstesinden gelebileceği türden bir iştir. Felsefe ve mantık yoluyla evrenin gerçekliğine eriş­mek geniş halk kitlelerinin altından kalkabileceği bir mesele degidir. Şu halde çoğunluk nasıl olur da zor ve çekilmez bir yönteme zorlanabilir ?" Bu durumda söz konusu itiraz yine kendilerine geri dönmektedir. Çünkü Hatırlama Yönteminin tarzı (aynı zorluklara o da muhataptır), herkes için mümkün olmayan bilgi ve kavşaklar­dan birçoğunu zorunlu kılmaktadır. "Hatırlama Metodunda yi yönteminin bağlı­larına hitap etmektedir, zira tüm ilahî bilgilere vasıl olmak herkese zorunlu kılınmamıştır. "Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yükleme." [270].

İkinci olarak, daha önceden de ifade edilmiş oian üçüncü itiraz, aynı şekilde bu sözün kapsamına girmektedir; zira kendilerini mantıksal yönteme gereksinimsiz kabul eden bu kişiler, 'hatırlama' adı altında gösterdikleri bütün amaçlarında mantık metodundan yararlanmaktadırlar. Hatta mantık gerektirmeyen bu konuyu, iza­hında en küçük bir mantık hatası yapıldığı vakit, yararlı olmayacak istidlal yöntemiyle açıklama yoluna gitmektedirler.

Üçüncü Hatırlama Ekolünün değerlendirilmesindeki meseleye vârid olan bir diğer yanlışlık daha vardır. 'Hatırlama Ekolü' bu ekolün yanlılarının zannına göre, salih bir yöntemdir. Oysa, örne­ğin sevgili islam Peygamberi'nin (a) sahabelerinden Müslümanla­rın ilimleri, Kitap ve Sünnete bağlılıkları konusunda görüşbirliğin­de olduğu veya Ehl-i Sünnet'in zikredilen bu iki sınıflandırmayla tanıdığı bir kesim ve yine temiz imamların (a.s) arkadaşlarından aynı seçkin sıfatlarla vasıflandırılan bir grup ve Islami bilgilerde kendilerine göre yorum ayrılığı bulunduğunu savunan Ebu Hamza, Zürare, Ebân, Ebu Halid, Hişâm b. Salim, Hişâm b. Hakem, Mü-minu't-Tak, Safvan b. Yahya, Safuan b. Cemal gibi görüş ayrılığı vardır ve düştükleri yanılgının boyutları hiç de küçümsenecek öl­çüde değildir. O halde selbî, icâbi yada tezad vb ihtilaflarda, ihtilaflı iki taraftan birisi yanlıştır. Aynı şekilde Küleynî (Muhammed b.Ya-kub), Şeyh Saduk, Şeyhu't-Tâife, Şeyh Müfîd ve Seyyid Murtaza (Allah onlardan razı olsun) gibi öncü fıkıhçı ve hadisçiler de karşı­lıklı değilleyici (selbî), evetleyici (icabı) ya da karşıt olumlu (tezad) ayrılıklara düşmüş ve düşmektedirler. Ayrıca 'Hatırlama Eko­lü'nün, mantıksal düşünmeye nisbetle herhangi bir üstünlüğü yok­tur; Bu yüzden bilgi ve düşüncelerin ölçütlerine başvurmak gerekir, ayrıca bu da bizzat mantıksal bir düşünüştür.

Dördüncü olarak istidlal özetle şudur:

Masumlar'ın (a.s) yo­rumları (zayl) hüccet alınırsa hata meydana gelmez ve bunun da gereği, önceden belirtildiği üzere kesinlikle Masumlardan (a.s) alı­nan konulara sarılmaktır. Kesinlikle temiz zatlara ait olan birşey , herkesçe kabul görür ve şüpheye yer kalmaz. Fakat neticede o da mantıksal bir yönteme döner. Zira akıl der ki, bunu Masum (a.s) buyurmuştur, Masum'un (a.s) buyurduğu her şey haktır, Öyleyse bu doğrudur. Bu, sonucu kesin mantıksal metoddur. Ama bir konu sâdır olup olmadığı yönüyle, veya sâdır oluş şekliyle ya da dalâleti itibariyle zanni olan bir haberden faydaianmışsa, amelî hükümelerin ve teabüdî kaidelerin dışında, muteber sayılmayacaktır. Çünkü aktarmacı delillerin zannî içeriğinin tersi olan kesin bilgi ortaya çı­kınca kuşku da ortadan kalkmış olacaktır. Zira bu durumda ya saf bir karineye bitişik ya da ondan ayrı konuma gelecektir. Birinci du­rumda asla şüphe oluşmazken, ikinci durumda şüphenin meydana gelmesiyle birlikte onun muteberliğini sağlayan herhangi bir delil kalmayacaktır çünkü kesin delil tamamen onun hilâfınadır.

Özetle Selef-i Sâlihin yolu, ne düşünsel ve mantıksal yöntemden uzak durmak ne de görüş ayrılığı ya da düşünce ihtilafından korun­ma yönünde çaba sarfetmektir. Delil olarak Merhum Şeyh Müfid tarafından Merhum Şeyh Sâduk'un, "Risale-i Tashihi'l-İtikad"ı zikredilebilir. O metin ve şerhte sadece öncekiler arasında tanınmış simalardan olmayıp, aynı zamanda islam ümmeti arasında da eşsiz birer âlim ve bulunmaz birer sâlih olan bu iki ilim ve takva âbidesi şahsiyet arasında açık bir görüş ayrılığı vardır. Bu iki büyük kişiliğin ihtilafa düştükleri konulardan bir kısmına işaret edilecek olursa;

1-  Allah'ın sıfatları konusunda Merhum Sâduk'un görüşü şöy­ledir:

"Biz Allah'ı ancak zatî sıfatlarla sıfatl andırabilir iz" Merhum Şeyh Müfıd'in ki ise şöyledir: ''Sıfatlar, zatî ve fiili sıfatlar şeklinde iki kısma ayrılır; Akıl kaidesinin göstergesi, zati sıfat ile fiili sıfat arasındaki ayırımdadır." (Risâle-i Tashihi'l-İtikad, s. 32)

2- Merhum Şeyh Sâduk'un "Levh ve Kalem" hakkındaki görü­şü, bu ikisinin melek olduğu yönündedir. Merhum Şeyh Müfid'in görüşü, eleştiri ve tahlilden sonra şu noktaya gelmektedir: " Levh ve Kalem'in iki melek olduğu görüşünde olanlara gelince onlar, bu­nunla haddi aşmış ve haktan uzaklaşmışlardır. Zira melekler, ne levhalar ne de kalemler olarak isimlendirilebilir ayrıca lügatte de Levh ve Kalem, hiçbir meleğin ya da beşerin ismi olarak bilinmez." (Risale-i Tashihu'l-Itikad, s. 28).

3- Merhum Sâduk'un nefisler konusundaki görüşü şu merkez­dedir: "Onlar, ruhlardır, Yaratıcı'nın ilk yaratığidır. Ve kalmak için yaratıldılar. Yeryüzünde gariptirler ve bedenlere hapsolm uşlardır". Merhum Şeyh Müfid'in bu konudaki düşüncesi ise şöyledir: "Ebu Cafer'in araştırmasız, sezgi ekolüne dayalı nefis ve ruh hakkındaki sözü., her ne kadar haberlerle sınırlı kalsa ve anlamlarından sözetmese de onun için sülûkunu zorlaştıracak bir yola girmesinden da­ha saglıkh olurdu." (Risâle-i Tashihi'l-İtikad, s. 10)

4- Merhum Şeyh Sâduk'un Sırat hakkındaki görüşü, onun köp­rü olduğu şeklindedir. Merhum Müfid'in ki ise: Sırat bizzat dinî yoldur. Bu bakımdan temiz imamların (a) velayeti, Sırat şeklinde adlandırılmıştır. Sırat, kıldan ince kılıçtan keskindir şeklinde riva­yet edilmişse bunda amaç, kıyamet sıratının zorluğunun kıldan in­ce kılıçtan keskin bir şey üzerinde hareket etmenin zorluğuna ya­pılmış bîr teşbihdir (Risâle-i Tashihi'l-itikad, s. 50).

5- Merhum Sâduk'un kıyamet akabeleri hakkındaki görüşü, onların her biri emir olsun nehy olsun ilahi farizalardan birinin is­miyle anılan geçilmesi zor geçitler olduğu şeklindedir. Merhum Müfid'in. görüşü ise şudur: "Akabeler amellerden,   amelleri sorgu­lamaktan ve o sorgulamaya uygun davranmaktan ibarettir. Yoksa onlardan amaç, önü kesen dağlar değil, ancak akabelere benzetilen amellerdir..."(Risale-i Tashihi'l-İtikad, s. 52)

Kısacası bu iki büyük şahsiyet ve neticede selef-i sâlihin bu iki düşünce arasındaki görüş ayrılığı, kısa bir izahla çözümlenebilecek veya söz çekişmesine dönebilecek bir seviyede değildir. Çünkü o Risale'nin ve aynı şekilde Merhum Şeyh Tûsî'nin, Merhum Seyyid Murtaza ve Merhum Müfid'in görüşlerine yazdığı eleştirinin etraflıca incelenmesi, onların fikrî temellerinden haberdar olan akıl sa­hiplerine kapalı değildir. Birbiriyle ihtilaflı olmayan, bilakis hepsi genel ilkeler ile bilgiler üzerinde birbiriyle uyumlu olan tek kesim, Allah'ın peygamberleri ve velileridir. "Peygamberler, kardeştir. On­ların dinleri bîr, anneleri ayrıdır", "Kendinden öncekileri doğö ise önceden ifade edildiği üzere şöyledir; On­da ne ihtilafa, ne görüş ayrılığına ne de bağlılarının muhalefetine yer vardır; Çünkü hak, birden çok değildir ve Vahdetin özünde çokluğa yer olamaz. Dolayısıyla Kesret ve çokluğun olmamasıyla da ihtilaf alanı meydana gelmez. [271]

 

Dokuzuncu itiraz

 

Allahu Teala bizleri emir, nehiy, vaat, tehdit, kıssa, hikmet, öğüt ve en güzel mücadele türünden bildiğimiz yöntemlerle muhatap kılmıştır. Bunlar, anlaşılması mantık ve felsefenin ögrenilmesine kafirlerle müşriklerin diğer miraslarına ya da zalimlerin yöntemle­rine bağlı olmayan ayrıca Allah'ın bizleri onların velayetinden, on­lara meyletmekten, bir de onların yol ve yöntemlerini almaktan nehyettiği durumlardır. Şu halde Allah'a ve Peygamberlere iman eden bir insanın, dini beyanların zahirlerini alıp onları tevil etme­den veya onların dışına taşmadan normal bir anlayışla telakki etti­ği üzerinde karar kılmaktan başka görevi yoktur. Bu, Haşviye, Müşebbihe' ve Ahbârîler'den" bir grubun görüşüdür.

Cevap

Bu sözler, mantıksal yöntemle mantığa karşı serdedilmesi bir yana amacı araçtan ayırdetmemiştir. Zira mantığı öğrenme zorun­luluğundan amaç, onun öğrenilmesinin Islami hükümler gibi her Müslümana farz olması değildir. Bilakis amaç şudur: Biri istidlal metoduna veya îslami düşünme yöntemine iyice vakıf olmak ister­se aynı zamanda mantığın yasalarından haberdar olmak durumundadır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'in'edebi incelikleriyle belagat ve fesa­hat noktalarından yararlanmak edebi kaideler ve Arap dilinin özel­liklerine de muttali olmayı gerektirir. Arap edebiyatının cahiliye mirası olduğu bahanesiyle ondan mahrum kalınarak ya da mantık­sal kaidelerin düşünen her insan için fıtrî bir yöntem olduğu gözardı edilerek, Kur'an ile Sünnetin zarif ve edebi noktalarına ulaşılma-

* Allah'ı zat ve sıfatları yönünden yaratılmışlara benzeten ekol (çev.) "Haberi hüccet sayan Molla Emin-i Esterâbâdî'nin kurucusu olduğu ekol, bk, Ulema ve Dinî Otorite (çev.)sı beklenemez. Bu açıdan insanlar, çeşitli dillerle mutabık bir görüş aş-verişinde bulunurlar çünkü mutabakat sağlayıcı tek yöntem, kitap ve sünneti öğrenme tarzının da aynı mihver üzerinde yeraldı-ğı mantıksal bîr yöntemdir. Bu düşünsel metod, bir ırka özel olma­yıp, belirli bir dile zamana veya amaca da mahsus değildir. Bu açı­dan mesele küfür ve imân meselesi değildir. Çünkü yöntem düşün­cedir, düşünsel maddeler ve sonuçlan değil. Fakat itirazda dile geti­rilen, yani dinî zahirleri normal anlamına taşımak, onun üzerinde karar kılmak ve onu aşmamak gerektiği, anlam ile delil arasında gi­dip gelen bir yanılgıdır. Zira gereken, bilakis zahiri anlamların da anlaşılmasıdır. Sözgelimi "bilgi"den onun karşıtı olan cehalet, "güçlülük" ten (kudret) onun karşıtı olan "acziyet" kavramı vs. an­laşılır. Fakat Allah'ın bilgisinin delille ispatı sözkonusu olduğunda, bizim için varolan bir delil gibi, ne Kitap ve Sünnetten bir delil ona tanıklık eder ne de buna dair aklî bir burhan ikâme edilmiştir. Bila­kis burhan ile Kur'an, Allah'ın bilgisinin bir kanıtını ve diğer kemâl sıfatlarını doğrulamaktadırlar ki onların diğer delillere nazaran bir­çok üstünlüğü mevcuttur. Bu öyle bir bilgidir ki zat ile aynıdır, on­dan hiçbir zerre gizli değildir. Ona hata ve yanılgı yolu tamamen kapalıdır. Aynı şekilde birbiriyle özdeş olan diğer ezeli sıfatlar için­de bu geçerlidir, çünkü onların hepsi zat ile aynı olup O'na bir ek­leme teşkil etmemektedir. "Her sıfatın (yani zaid'in) mevsuftan başka bir şeye şehâdet etmesi ve her mevsufun da sıfattan başka bir şeye şehadet etmesi dolayısıyla: zat ile aynıdır"(Nechü'l Belâğa, Hutbe, 1).

 

Onuncu İtiraz

 

Aklî öncüllerin kesin hücciyetlerine getirilebilecek tek delilin "Aklın yargılarını izlemek zorunludur" şeklinde ifade edilen yine bir akii öncül olduğu, başka bir ifadeyle aklın yargısının doğrulu­ğuna kanıtın aklın bizzat kendisinin olduğu sanılmaktadır. Oysa bu açık bir döngüdür. O halde ihtilaflı meselelerde Masum'un (a) sö­züne başvurmaktan başka çare yoktur.

Cevap

Bu itirazın önceki itirazlar gibi mantıksal metot üzerine kurulu olması bir yana, ondan çıkan sonuç genel, sürekli ve sabit bir ko­numdadır ve o da şudur:

"Eski mantık batıldır" sözünden amaç, değişken tikel (cüz'i) bir durum ise yani mantıksal kıyaslardan ba­zısı, sözgelimi formlardan (suret) bir kısmında batıl ise, bu zorlama insani bir yere götürmez ve böylesi bir olaydan kimse hiçbir şekilde istifade edemez. Netice itibariyle ortaya çıkarılmış olan bir "sabit kural" aynı şekilde geçerliliğini korur.

Mantıksal yöntemin geçerliliği ile ilgili bu geniş konunun özeti şudur:

 Kur'an'ı Kerim beşeri düşünceleri fıtrî'yolu kullanmaya ve doğal olarak bildikleri üzerinde yol almaya yönlendirir. O fıtrî yol, "bizatihi malum" olandan meçhule ulaşmaktır. Kesin ve gerçek so­nuçlara erişmek içinse, bu uygun Öncüllerden yani gerçek ve kesin öncüllerden istifade etmek gerekir, ideolojik, mutluluk-mutsuzluk, kar-zarar gibi meselelerin ele alınması için ise meşhur ve doğruluğu önceden kabul edilen öncüllerden yararlanılır. "Burhân"adı verilen birinci ve "Cedel"adı verilen ikinci metoda karşılık "zannî" mesele­lerin ele alınmasında yararlanılan ve "zanna dayalı" öncüllerin kul­lanıldığı diğer bîr metot daha vardır ki buna da "Mev'iza" (öğüt, nasihat) denilmektedir. Bu üç yöntem görünüşte Allah-u Tehâ-la'nın Peygamber-i Ekrem'i (s) uygulamaya memur kıldığı ve "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütie çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et" [272], diye buyurduğu yöntemlerdir. Yani hem herkesin hidâyeti hem de her bireyin ve her sınıfın ön­derlik biçimi Kur'an'ı Kerim'de gelmiştir. [273]

 

On Birinci İtiraz

 

Mantık ve akıl metodları düşünen tüm insanların yetkisi dahi­lindedir ve dindar yada günahkar insanlar her yönden birbirine eşit kabul edilir. Zira mantık yolu, mümin ve kafir arasında bir fark gö­zetmez ve düşünsel ölçüt, adil ve zalim arasında ayrıcalığa yer vermez. Haibuki Kur'an'ı Kerim'in yolu, faydalı ilmi ve yararlı hatırla­mayı takvâlı kabul etmekte, ondan yararlanmayı dindarlara has bil­mekte, münkirlere ise herhangi bir pay vermemektedir. "Allah'a yönelenlerden başkası ibret olmaz" (Gafir,13).Yani birkaç kez Al­lah'a dönenlerden ve tevbe ederek Aşkın Kaynak'a nâi] olanlardan başkası ibaretten faydalanamaz. "Kim Allah'dan korkup sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir" [274], "Bizi anmaktan yüz çe­viren ve sadece dünya hayatını isteyenlerden yüz çevir. Onların bil­gilerinin erişebileceği sınır budur. Hiç kuşkusuz senin Rabbin ki­min yolundan saptığını bildiği için kimin doğru yolda olduğunu da bilir" [275]. Bu âyetlerde ilimlerden ve bilgilerden fayda­lanma, özellikle temiz ve dindar olanlara nasib edilmiştir. Islâmi rivayetler de aynı şekilde bu özel kılınışı ifade ederek faydalı ilmin ancak salih amelle edinilebileceğine tanıklık eder. imam Sâdık (a): "Amel (eylem), "ilm"e yakınlaştırılmıstır, kim bilirse amel eder, kim de amel ederse bilir ve ilim, ameli davet eder; İster ona, icabet eder, ister yüz çevirirsin" (Kâfî, llim'den yararlanma babı).

Cevap

Kitap ve Sünnetin ilimden yararlanmada takvaya önemli ölçü­de değer verdiğinde şüphe yoktur. Lakin bu, muttaki olmayan kişi­lerin sahih ilimlerden hiçbir nasiplerinin bulunmayacağı bilgilere ulaşmanın tek yolunun bizzat takva ve salih amelden geçtiği şeklin­de bir sınırlandırma derecesinde değildir; Zira Kur'an'ı Kerim'de günahkarlar ve kafirler ile ilgili sayısız kanıtlar vardır. Bilgileri idrak etmenin temel rüknü, takva ve salih amel olduğu takdirde bu ka­nıtların tümü işlevsiz kalacaktır. Çünkü ehl-i takva olmayanlar de­lillerden yararlanamazlar ve kanıtın içeriğine erişemezler. Onun neyi murad ettiğine vakıf olamazlarsa da hüccet tamamlanmış ol­mayacaktır. Kafir ve günahkar oldukları sürece bir şey anlayamaya­cak, birşey anlayamayan kimse onunla kanıt getirmeyecek ve onun üstesinden gelemeyecektir. Yönelim ve tevbe ile muttaki oldukları zaman kanıta gerek kalmayacaktır; O halde her iki durumda da ka­firleri hidâyet etmek amacıyla istidlalde bulunmak ya da kanıt ge­tirmek sonuçsuz kalacaktır. Kur'an, yararsız sözlerden münezzeh­tir. Çünkü Masumlar'ın (a) zındıklar ve mülhidlerle ilgili kanıtlan da çok fazladır. Konuların anlaşılmasının dindarlarla sınırlandırıl­ması durumunda çekinceliler ve diğer endişesiz kişilerin işi daima sekteye uğrayacaktır. Evet hem husûlî bilgileri daha iyi anlamada, hem mantıksal düşünceleri doğru düşünmede, hem de Melekutî sırları müşahade etmede, özgürlüğe erişebilmek için, "etkileme" uygun bir yöntemdir. Başkalarının bulma başarısını bile göstere­medikleri gerçeklikler âlemini temiz, arınmış kişilerin gördükleri­nin aydınlanması için biraz sonra ayrı bir konu ortaya konacaktır. [276].

Sanatçılığın kendisi, açık ateşi görmektir

Yoksa gönü! sözü ateş üzerinde duman değil. [277]

 

BİLGİ PROBLEMİ BAKIMINDAN HİDÂYET

 

Hatırlama Vb Apriori Bilgi Açısından Kur'an'ı Kerlm'de İnsan Hidâyetinin Niteliği

 

İnsan yaşamı, ilim ve amelin her biri bir başka gelişme alanı oluşturacak şekilde uyumlu ve içice bulunduğu özel bir varlık biçimidir. İnsan, doğru bilgiyi tahsil ederse salih amele muvaf­fak olur. Kur'an'i Kerim insanın hidâyetini her iki yönde de en gü­zel şekilde temin eder. "Hiç kuşkusuz bu Kur'an en doğru yola ile­tir (hidâyet eder)" [278]. İnsanın hidâyeti olayı, düşünme ve hu­sûsî bilgi boyutuyla olanaklar ölçüsünde açıklanmıştır ve fakat onun hatırlanma ve şuhûdî bilgi boyutuyla hidâyeti meselesi şöyle­dir: Kur'an'ı Kerim birçok âyetlerde insanı doğru yolu (Sirat-ı Müstakim) izlemeye ve en kayda değerleri nefs-i emmareyi sindir­mek, nefs-i mülheme'den esinlenmek, kışkırtıcı (müsevvele) nefsi bastırmak, nefs-i levvamenin öğüt verici serzenişlerine kulak kesil­mek, nefs-i mutmainne sokağına adım atmak ve nihayet "Ey huzu­ra inen nefis! (Nefsi mutmainne) razı edici ve razı edilmiş olarak

Rabbine dön. iyi kullarım arasına katıi. Cennetime gir" [279]. Yüce haremde sükuna ermek olan salih amele davet eder, yön­lendirir ve der ki tüm işlerinde ifrat aceleciliğinden ve tefrit ağırlı­ğından kaçın. "Yürüyüşünde tabi ol! (Ölçülü hareket et) " [280]. Onun ebedî yoi azığını, günahtan sakınmak, tutarsızlık­tan kaçınmak ve en iyiyi terketmekten uzak durmak olarak kabul eder. "Yanınıza yol azığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı azık takvadır. Ey akıl sahipleri benden korkun" [281]. Ona insanın özelli­ğinin, akıllılığında olduğunu, tüm şüphelerden arınmış akıldan ya­rarlanmanın, nefsin lezzetinden kaçınmak, kalp yolunu katetmek olduğu için takva ile mümkün olduğunu ve Salikin amelî dindar­lıkla Sevgili'ye erişebileceğini hatırlatır.

Dedim ki güçsüz bedenime ne zaman şefkat göstereceksin

Dedi ki ortada engel olarak can (ruh) kalmadığı zaman.

Takva azığını edinmekle hakikatin keşfini vaadeder ve der ki; "Eğer Allah'tan korkarsanız O, sizi iyiyi kötüden ayirdedebilecek bir kriter bağışlar" [282]. Nihaî gerçeklerin aydınlanma koşu­lunu takva oiarak öngörür yani nefsi arındırma, insanın nuranileşmeşini de beraberinde getirir ve nurun ışığında hakkı batıldan ayırdedebilir, doğrunun yanlıştan üstün olduğunu görerek güzelliği çirkinlikten ayırabilir. Zira buyurur ki:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir.."[283].

Aynı şekilde Allah'ı anmaktan yüz çevirmek ve onun varlığın­dan gaflet etmek, hayatın sekteye uğramasına sebep olarak sıkıntılı yaşamı da beraberinde getirir:

"Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkmtıiı bir hayatı olacaktır" [284]. Derûnî körlüğe etken olur ve o insan, kıyamette bâtını kör olarak zuhur eder. "Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz" [285]. Zira " Bu dünyada gerçekler karşısında kör olan kimse âhirette de kör olur" [286]. Yine Allah'ı anmak, onun varlığını hissetmek ve ona itaatsizlikten sakınmaya dikkat etmek, göğün açılmasıyla mânevi hayatın genişlemesine sebeb olur ve kalbin genişlemesinide beraberinde getirir; öyle ki takva sahibi insan hiç bir zorluğa düş­mez, bilakis her zaman için kolaylık bölgesine nüfuz etme yolu ona açık kalır. Aynı zamanda zorluklar kapısı ve ezici güçlükleri bastır­ma yolları da ona kapalı kalmaz; Yani kısacası çaresizliğin etmenle­rine daha az düçar olur. Başına bir felaket geldiğinde ummadığı bir yerden huzur ve rahatlama vesilesi bulur. Şehadet aleminin azıkları gibi gayb âleminin azıklarından da "hesaba katmadığı bir yönden" [287] istifade eder. Çünkü zahirî ve bâtını rızık olayı "Açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetini genişletip tamamlamıştır" [288], çok ince bir olgu ve çok latif bir imgedir. "Allah kullarına karşı lütuf sahibi olandır; Dilediğini rızıklandırır" [289]. An­cak Allah'ın lütfuyla düzenlenebildi özel bir zerafetle dağıtılır. Ne­tice de Allah'ın muttaki kulları için "Katımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz..." [290], penceresinden en iyi yönde halledileme­yecek hiç bir müşkül olmayacaktır. Bilakis "Dilediğinde bildirir Zira ilmî ve ameli takvanın bereketiyie furkan yani hak ve batıl ara­sında ayırdedici gerçeklik, ona zaten verilmiştir. Onun takva şuası olduğu sürece furkan, alanı olacaktır. Sorunlar başım sardığı ölçü­de ilmi vukufu artar, şüphe, vehim ve zan içinse onun şühûd bölge­sine açılan hiç bir geçit yoktur. "O'nu gördüğümden beri hak hu­susunda şüpheye düşmedim" (Nechu'l Belaga, Kelimât-i Kisar ba­bı) Kısacası furkan'ın genişliği, insanın takvasının genişliği; zayıf, orta, yüksek, genel, özel ya da çok özel ise furkan'mın ölçüsü de bununla doğru orantılı olacak, takvası ise bilinen bütün sınırları geçtiği takdirde şuhûdî ilmi de tüm perdeleri aşacaktır: "Rabbim bilgimi artır" [291]. Filozofun takvası ile arifin takvası, arifin furkanı ile fiîozofunki kadar farklıdır. Kuşeyri, yukarıdaki âyetin tefsirinde (cilt, 2, s. 314) şöyle der:

"Furkan geniş ilim ve üstün il­ham türünden kendisiyle hak ile batılın ayrıldığı şeydir. Bu durum­da âlimlerin furkanı, onların buhranlarının bir sonucudur; Arifle­rin furkanı ise, kendi irfanlarının vehbı neticeleridir. Sonuç olarak âlimler, bizzat kendi gayretleriyle âlimdirler; arifler de Rablerinin cömertliğinin bir lütfü ve gereği olarak ariftirler."

Nefsin takvası, cehalet kusurundan ve gaflet ayıbından kurtul­mak va kemâi-i ilim ve sıhhat-ı şuhûd'a ermek ile aynıdır. Allah, felahın adresi olarak kendisini gösterir:

"Allah'dan korkup sakının, umulur kî kurtulur, felaha erersiniz" [292]. Bunun için Kur'an'ı Kerim herşeyden önce onun üzerine yemin etmiş, nefsin felahı ve onun zararından kaçınmaya yöneltmek amacıyla onbir kanıt ve beyyine-mesabesinde onbir defa kasemde bulunmuş so­nunda da şöyle buyurmuştur:

"Onlar arındırıp temizleyen gerçek­ten felah bulmuştur ve onu (isyanla, günahla) örtüp-saran da elbet­te yıkıma uğramıştır" [293] Buna göre görüş sahibinin tak­vası ile gönül sahibinin takvası arasında görüş, düşünüş, bakış ve görme arasında varolduğu gibi bir takım farklılık sözkonusudur. Birisi ibrahim Halil (a) gibi görür; "Böylece ibrahim'e -kesin bil­giyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin Melekutunu gös­teriyordu. " [294]. Bir başkası da bir çatlağa bakar, bir sesi dinler ve bir esin alır ümidiyle Melekuta bakmaya teşvik edili. "Onlar, göklerin ve yerin bağimh olduğu egemenliğe ve sünnete (melekut) bakmıyorlar mı ?" [295]. Çünkü gayb şehâdet, dünya ve ahiret ise kumalar, yani doğu ve batı mesabesindedir. Bir tarafa gösterilen eğilime paralel olarak diğer tarafa olan şevk azalır. Neticede gayb ve âhiret âleminin yolunu dünya-zedeler (dünyaya kapılanlar) unuturlar; Dünyanın dindarları ise gayb mailinin yol­cuları olurlar. Bu açık karşıtlık, hatırlama ve şuhûd yolu ile en mutabık hidâyet olarak Kur'an'da görülür. Zira "Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir" [296], âyetinin parlak tablosu karşısında "Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır" [297], âyetinin öfkeli feryadı duyulur. O der ki: Muttakilerin meydanı geniş, dindarların yolu açık, özgürlerin mahallesi güvenli, sefa eh­linin sahnesi saf, vefa ehlinin manzarası güzel, mânâ ehlinin manzarası yemyeşil, fedakarların yapısı endamlıdır. Fedakar kulların kalbi, "Kalblerin değiştiricisi"nîn sevgisiyle dopdoludur: "İman edenlerin sevgisi ise daha güçlüdür" [298],

"Kalbimi senin sevginle dopdolu kıl"(Kumeyl Duası), "Kalbimi senin sevginle dol­dur" (Ebu Hamza Simali'nin duası), "Bana herşeyden kopup tam anlamıyla (sadece) sana bağlanmayı nasip et!"(Münâcât-i Şa'baniye). Bu feryadda gösteriyor ki, günahkarların meydanı dar, mücrimlerin yolu kapalı, kötülerin mahallesi güvensiz, yoldan çık­mışların sahnesi tozlu, cefa ehlinin manzarası çirkin, dünya ehlinin manzarası pejmürde, pintilerin yapısı pislikle dolu, taş yürekililerin kalpleri ağır ve ihtiraslar taş gibi katıdır; "Fakat kalpleri iyice katılaştı" [299],

"Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır" [300],

"Allahı anmak konusunda kalpleri katılaşanlara yazıklar olsun!" [301]. Aıfrıı şekilde "Allah'tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir kriter verir" [302]. Takva kevserinin taşkın pınarı karşısında, dünya ehlinin derinleşen kuyusu işlenmiştir:

"Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki bunlar namazı bıraktılar, nefislerine uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler. Ancak tevbe eden, iman eden ve iyi davranışta bulunanlar hariç" [303]. Birisi takva, kalp ve ferah yoludur, "sapkınlık yoldan çıkmaya ve hedefsizliğe sebeb olur" diye feryad eder; Birisi, salih amel kazandırır der; Öteki ise kötü amei, kaybettirir ve bağlar der.Yine "Allah'tan korkun, Allah size gerekli olanı öğretir "[304]. Takva denen Rıdvan bah­çesinin karşısında, sapkınlığın, tuğyanın ve asiliğin yakıcı çölü yer alır. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaş­tıracağım. Onlar bütün mucizeleri gorselerde iman etmezler. Doğ­ru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görür­lerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalan­lamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir" [305]. Biri, "İman edin, dindar olun, Allah size öğretir" diyor. Tabi ki öğreticisi Allah olan bir ilmin her türlü cehaletten uzak, her nevi hatadan beri, her çeşit yanıltmaca kirinden an ve her tür yan­lışlık pisliğinden münezzeh olacağı ortadadır. Bir başkasıda der ki, Allah ilahi bilgileri anlama yeteneğini asilerden çekip alır, bilgileri kavrama yeteneğini müstekbirlere vermez, onlar kasıtlı sapkınlık­larının etkisiyle her türlü ilahi göstergeleri görmezden gelir ve O'na iman etmezler. Sonu kemâl ve saadet olan her yolu reddederler, her kötü yolu kabul edip onu yol edinirler; Tüm bu mahrumiyetlerin sebebi, onların ilahi âyetleri yalanlama şeklinde dışa vurup gönül­lerinin gafletle dolu oluşunun sonucu olarak ortaya çıkan kötü amelleridir. Zira nefsin doğal güdüsünü hoşnut etmede ifrat, değersiz âlemle meşgul eder ve temiz âlemin esintisi, onun bur­nuna ulaşamaz. "Toprak nerede! Rablerin Rabbi nerede!"(Eyne't-turâbu ve rabbu'l-erbab). Kalp tabiat dünyasına olan ilgiyi azaltır ve yüce âleme yükselme gücüne sahip olamaz. Üstelik "Sanki göğe çıkıyormuş gibi.." [306]. Arı gönüllülerin tersine kararsızlık ve ızdırap içindedir. "O'na ancak güzel sözler yükselir, onları da O'na salih amel ulaştırır" [307]. Fakat tevhid takvasını oluş­turmayan ve şirk tuzağına düşen insan, sadece yükselmemekle kal­maz aynı zamanda "Kim Allah'a şirk koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir" [308]. Zahirde yükselişte olsalar bile gerçekte doğadaki düşüş ve alçalıştır. Hem Islami ilim­lerin anlamlarını burhanla anlamış ve hem de onların gerçeklik­lerini irfanla keşfetmiş' olan büyük ilahiyatçı filozof Molla Sadra'nın tabiriyle (Tefsir-i Sadru'I- Müteellihin, 1, 10) şakilerin kalbleri, göğe doğru büyüse de başı aşağıya doğru yönelmiş ve toprağa batmış olan ağaç gibidir. Sonra Kur'an şöyle der:

" Suçluları Rablerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğecekleri zamanı bîr görsen" [309]. Çünkü İmam Sadık'm (a) beyanına göre "Kişinin aslı, kalbidir". Bir kimsenin kalbi, tabiata doğru eğilim gösterirse onun değeri kalbine giren meta kadardır. Zira " herkesin değeri, yaptığı iyi şeyler ölçüsündedir" bir taraftan da "Varoluş (kalbi) yolculuğunda kişide bulunan şey onun ödülüdür." Her­kesin değeri, kendi varoluşsal konağında yani kalbinde bulunduğu kadardır. Çünkü her insan varoluşsal konağında ortaya çıkan şeyin ipoteği altındadır. Bu iki alınış ve iki mânâ arasında görüş ve mânâ ehline göre derece farklılığı vardır. Huve (O) zamiri, birinci alınışta eşya metaya gider ve "cezaihi"'nin zamiri, "men"e gönderme yapılır. Fakat ikinci almışta "huve" zamiri, "men"e gider ve "cezaihi"nin zamiri O'nun ameline rücu eder. Sonunda acımasız tabiatın gasp taşına dönüşen kalp köşkü, viran olmaya mahkumdur. Çünkü "Evdeki gasp taşı,harap olmaya mahkumdur" (Nehcu'l Belağa). Şu halde cezbe ve şehvette ifrata giden, asla bir yere varamayacaktır. Bilakis idrak, tahrik ve tecelliye değin tüm olum­lama ve olumsuzlama (icab ve selb) yetilerini geriye dönüş arınma şeklinde ıslah etmesi durumunda ise bilgilerin tam bir gelişme alanı haline gelecektir. Onun düzelmesîde felsefi yöntemle böyledir.

Salt gerçeklik ve alt kemâl olan Kaynak'm ispatlanmasından sonra O'nun varlığının feyizleri, üç derece altında toplanabilir:

"Tam soyut âlem", "Misâl âlemi", "Doğa âlemi". Sonra varlığın asaleti (birinci ilke) ve onun teşkikine (şüphe) göre varlık metnin­de dört gerçek durum vardır. (O dört durumun bağıntısına da teşkik denir.)

1- Varlığın birliği (vahdet-i vücud), kabule ayrılık oluşturacak şekilde bir parça (veya alıntı) değil, hakikidir.

2- Onun kesreti (çokluk)'de varlığın şahsi birliğim kabulde gündeme gelecek şekilde mecazi değil, hakikidir.

3- O birliğin bu çokluktaki sereyanı mecazî değil hakikidir ve hakiki birlik, çokluk ile aynıdır. Sözde, varlığın birliği ve varlığın çokluğu şeklinde gündeme geldiği gibi hakiki birliğin bir şeye, hakiki çokluğun da başka bir şeye ait olması sözkonusu değildir.

4- Bu hakiki çokluğun o hakiki birliğe dönüşü de mecazî değil, hakiki olacaktır. Zira çokluğun tek amili, çoğalmış olan tek gerçek­liktir ve şüphede (teşkik) varlığın gerçeklik dereceleri çeşitlidir.

Kimi zayıftır kimi de güçlü. Gerçekte zayıfa oranla o güçlüden üs­tündür ve zayıfın güçlüden üstün olması sözkonusu değildir. Çün­kü tarafların şüphede ayırıcı özelliği, boylamsal değil, enlemsel niteliktedir; Zira boylamsal şüphede bir tarafın üstünlüğü vardır. Ve enlemde zayıf güçlüden üstün konumdadır; Çünkü kendisiyle üstün olunan şey, boylamsal silsilede sadece güçlüde vardır. (Ikincİ ilke). Aynı şekilde varlığın asaleti ve şüphesi de kesindir. Aracı var­lıklar gibi nefsî varlıklardaki zayıftan güçlüye ve onun güçlülüğüne olan seyir de kesindir. Yani kuvveden fiile geçiş, sadece enlemsel kategoriler yatağında meydana gelmez, aynı zamanda nefsi varlık­ların töz ve mesafesi yönünde de gerçekleşir (Üçüncü ilke). Misyon da nefsin bulunduğu yönden cevheri hareket yoluyla bizzat varlıksal kemâllere nail olur. Çünkü cevheri hareketin özelliği, çok devingen olan fiilî aşama gerçekleştikten sonra O'nun fiili mesabesinde olması ve O'nunla birlik meydana getirmesidir. Şu halde üçlü derecelerden birinde nail olduğu varlık aynı varoluşsal merhale ile özdeşleşir. (Esfar, III, 338) Neticede hem devingen güç­lerde hem de anlayış güçlerinde idrakinin ilim ve ameliyle özdeşleşecegi, kudretiyle aynileşeceği bir aşamaya ulaşır (Dördüncü ilke). Varlık dizisinin doğruluğunun gereği şudur: Üst merhale, alt mer­halenin faili, illeti ve feyiz aracıdır. Zira yükseliş yayında alt mer­tebe, üst mertebenin hazırlanışının illetidir. Varlığın derecelerinin doğruluğu ve yücenin alçak üzerindeki etkisi, görüş ehlinden nor­mal zihinlerde kendim gösteren illiyet ve maluliyet (nedensellik) esasına dayanır, fakat bu nedensellik, özel bir lütufla kendini gös­terirse, görüş sahiplerinden tek bir kişinin bile düşünemeyeceği gibi yüce ve alçak hepten Hak Tealâ'nın failiyetinin ortaya çıkış aşamaları olacaktır. Burada da Bir'den ancak bir çıkar, (el Vahidu la yesduru an hu illa'l-vahid) ilkesinin muhtevası başka bir ilkenin yani fiilî tevhidin muhtevası ile bu iki ilke arasında bir çelişme ol­madan zuhur edecektir (Beşinci ilke). ('Şifa', ilahiyat Bölümü, 8. Makale, Esfar faslı, 8, 223).

Bu ve diğer kompleks usullere göre İnsanî nefsin seyri, Allahu Teala'nın, varoluşsal aşamaları katetmeye dayanan ilmî ve amelî hidâyeti iledir ve bu uzun seferde asla bîr şey yitirmemektedir; Aksine geçen varlıkların tamamına da mertebe artışıyla aynı zamanda sahip olur. Zira hareket, özelliklede cevheri hareket sadece talep ve usulden ibarettir. Ne bir şeyin olmayışı veya başka bir şeyi elde et­me, diğer bir deyişle cevherî hareket ne hicret, ne terk, ne de firak visal bir âhenktir, bilakis bu visal ile aynıdır. Bunun ii varoluşsal bir birlik meydana getirirler. Misâl âlemi aşamasına ulaştıklarında ise; hem tabiatta geçenlere, kendi misal huzmesi ölçüsünde vâkıf olurlar, hem de tabiat alemine etki edebilir bir konuma gelirler. Tam-soyut (teeer-rüd) alem aşamasına varıldığında ise hem tabiat ve misal olmak üzere iki alemde meydana gelenlerden haberdar, hem de onlar üzerinde etkili, daha yerinde bir ifadeyle Aîlah'u Tealâ'nın feyiz mecrası olurlar. Çünkü norma! bireylerin nefisleri, bedenleri çer­çevesinde de bu duruma sahiptir. Yani onların beden bölgesinde geçenler, nefislerinin gücünün bilgi ve amelleri ile içiçedir ve bir işin beden çerçevesinde nefis bilgisi olmadan gerçekleşmesi müm­kün değildir.

Kur'an'ı Kerim burhân'ı (kesin deiil) teyid ettiği gibi sahih ir­fanı da desteklemekte ve sözkonusu yolculukta yolcunun bizzat yolla özdeş olduğu nefsin cevherî seyrini kılavuz'bilgilere ulaş­manın en iyi yolu olarak kabul etmektedir. Zira her harekette hareketin özel olması bakımından hareket, mesafe ve ölçüsü, yani zaman arasında gerçek bir birlik vardır ve onların birbirinden ayrıl­ması, sadece zihn'n çözümlemesindedir. Zira mesafenin hareket ol­madan, gerçekleşmesi sözkonusu değildir; zamanın, zamanın ken­disine bağlı olduğu şey ( müezemmin) ve hareket olmadan varolmasıda söz konusu olamaz. Bilakis her şeyin hareket mesafesi, özel zamanı gibi akım ve geçiş aracılığıyla kuvveden fiile geçer. Yani zaman, hareket ve mesafe dışta birleşirler. Her maddi varlığın ömrü, hareket ve hareket biçimi ölçüsündedir. Mesafe de koklamak ya da koku almak anlamındadır, sanıldığı gibi başlangıç ve son arasın­da bir fasıla değil. Çünkü kılavuzlar, yolun toprağını koklayarak hedefin yakınlık veya uzaklık ölçüsünü teşhis ederler. Bu bakımdan başlangıç ve son arasındaki yol ya da fasılaya, mesafe denirdi. (Kâmûs-i Fîrûzâ Badı). Cevheri harekette hareket, mesafe ve zamanın birarada oluşları bir tarafa, bizzat hareketle özdeş olan devingen de onlarla birlik oluşturarak tümü birden dışta bir varlık olarak yer alırlar. Buna göre nefsin kendi değişimiyle kuvveden fiile geçen zat dereceleri onun zatı ile özdeş olup ömrü de yer küresi gibi bir cismin güneş türünden bir başka cismin etrafındaki hareketi ölçüsünde değil o cevheri seyri ile eşdeğerdir. En iyi ömür, en iyi cevheri seyre sahip olmaktır ve en iyi seyir, imkan dün­yasının zirvesine erişmek, tüm gerçekleri görmek ve o'nu müşahade etmede hiçbir sapmaya düşmemektir:

"Sonra yaklaştı, derken daha da yaklaştı. Öyleki Peygamber'le araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu. O anda Allah dilediği mesajı Kul'una vahyetti. O'nun gönlü gözünün gördüğünü yalanlamadı. Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında o'nunla tartışmaya mı girişiyor­sunuz? O Cebrail'i bir başka inişinde de görmüştü. En uçtaki ağacın (Sidretü'l-münteha'nın) yanında. Yanıbaşmda Cennetü'i-Meva vardı. O sırada ağacı yaman birşey bürümüştü. Muhammed'in gözü ne yana kaydı ve ne de,öteye geçti" [310]

Öylesi bir hareket ve yükselmenin özü olan bu şekilde ki bereketli bir ömür, öteki ömürlerin kıstası konumundadır; Bunun için Allah'u Tealâ, dininin karşıtlarının karanlık, körlük ve sapkın­lık içerisinde bocaladıkları ile ilgili olarak Hz. muhammed'in değerli ömrüne yemin etmektedir:

"Ey Muhammed, senin ömrüne andolsun ki onlar sarhoşlukları içinde debeleniyorlardı" [311]. Çünkü en iyi seyir veya değerli tek seyir, nefsin bu seferde ilerlemek ve ruhanî âleminin kokusunu almak suretiyle hareketle birlikte, cevheri olmayan hareketlerde ve maddi cevheri hareketlerde her zaman için varolan eksik yönlerini bu rûhânî seyirde birbiri ardına fiil durumuna geçirip maddi dereceleri değişime uğrayan zati sey­ridir. Yani diğer tüm hareketlerin herpsinde hareketin sonuna kadar varolma zorunluluğu olan ve hiçbiri ortadan kalkmayan

1-Devingen,

2- Mesafe,

3- Zaman,

4- Kuvve,

5- Fiil,

6- Harekete geçiren (muharrik) şeklindeki altı hâiden, bu özel cevheri harekette devingen, hedefe vardığında geriye sadece iki hâl kalır. O iki hâlin ilişkisi de ifade edildiği gibi vecih (yüz) ile zi'1-vecih (yüz sahibi)nin ilişkisidir. Zira bu bizatihi bereketli seyirde kuvve ve zaman or­tadan kalktığı, ayrıca mesafede katedildiği için ondan geriye birşey kalmamıştır. Devingen, fiil olan hedefle aynileşir ki onun için harekete geçiren yüz olmaktan başka bir hareket sözkonusu değil­dir. Çünkü nefislerin zati seyirlerinin sonu, tam olarak Allah'ın yüzü olmaktır. Emirü'l-Müminin Ali (a), deliller (hüccet) konusunda "Onlar Allah'ın yüzüdür" der imam Rıza(a)'dan da "Hz Ali (a), Allah'ın yüzüdür" şeklinde söylediği rivayet edilmiştir. Bu arada nefsin seyri ve onun sürekli zorunluluğu konusunda en iyi yönlendirme ile ondan ayrılmamaya teşviki Kur'an-ı Kerim yapar ve şöyle der:

"Ey Mü'minler siz kendinizden sorumlusunuz, eğer siz doğru yolda olursanız, sapıklar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O size yapmış olduklarınızın iç­yüzünü biIdirecektir" [312]. Yani Mü'minler, kendi can­larınıza bakın ve ilahi yoldan çıkmayın... Bu'nedenle Hz. Üstad Allâme Tebâtebâî, nefsin tekvini ve ameli hidâyeti konularını sözkonusu âyet-i kerimenin zeylinde ele alarak ayrıntılı olarak velayet meselesini, yukarıdaki âyet ve "Sizin dostunuz (veli) ancak Allah, onun Resulü ve namaz kılan, zekat veren, rükua varan mü'minlerdir" [313], âyetine gönderme yaparak tesbit etmektedir. (El-Mîzân, 5, 292). Zira yararlı tek zâtı seyir, amelî hidâyet ve nefsin tezkiyesi adı altındaki içsel değişimdir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyur­maktadır:

"Uğrumuzda cihâd edenleri, kesinlikle bize ulaştıran yollara erdiririz. Hiç kuşkusuz Allah iyi işler yapanlarla beraberdir" [314]. Kur'an bu amelî hidâyet ve nefsin arıtılmasını Allah yolunun anahtarı olarak kabul eder; "O kesin olayla (yakin) karşılaşacağın ana kadar Rabbine kulluk et" [315]. Bu âyette ibadet, yüce yakin makamına ulaşmak için gerekli zemindir. Hiç bir nimet ya da davranış, yakınden daha üstün değildir. Emirü'l-Müminin Ali (a) şöyle der;

"Ey insanlar! Allah'tan yakîni isteyin, afiyet konusunda ona yönelin, çünkü nimetin en değerlisi, afiyettir ve kalpte sürekli olanın en hayırlısı yakîndir" (Mehâsin-i Berki, s. 248). Âbid insan bütün durumlarda yakin özelliğine ulaşır ve yakin ile müşahede arasındaki Melekut âlemi, kesintisiz bir bağ oluş­turur: "Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemii egemenlik mekanizmasını (Melekutunu) gösteriyorduk ki, o kesin (yakînen) inançlılardan olsun" [316]. Çünkü yakın ve müşahede cehen­nemle de irtibat halindedir; Kur'an'da buyurulur ki: "Hayır, ger­çeği kesin bir bilgi (üme'l-yakin) İle bilseydiniz, andolsun kî cehen­nemi görecektiniz Andolsun ki onu gözünüzle kesin olarak (ayne'l-yakîn) göreceksiniz" [317]. Ayrıca Allah'a yaklaşan, yüce yakın makamına ulaşan, ebrar aşamasından geçen ve bizzat yaklaş­tıran merhalesine gelen insan, ebrar'm nefisler kitabına tanık olacaktır. "Fakat iyilerin (ebrar) kitabı illiyyindedir. İlliyyin nedir bilir misin? Mühürlenmiş bir kitaptır o. Yakınlaştırılmış olanlar (mukarrebûn) onu görürler" [318]. Zira her yüce, değersize şahîddir ve her değersiz, yüceye görünecektir. Çünkü her mutlak, tüm mukayyedlere şahittir ve her mukayyedde kendi mutlakına görünür, ilim ve şuhûd, varlık veya oluşun mutlakıyet or­tamında, kudret ve izhâr ile özdeştir. Bunun için insan ve mütekamil, önceden ifade edildiği gibi Alim ve Kadir'in tam birer mazharı olurlar. Bu bereketli ve uzun yolun klavuzu ise şudur: Şey­tanlar ademoğullarının kalbleri etrafında dönüp dolaşmasaydı, on­lar mutlaka göklerin ve yerin melekutunu görürlerdi". Allah Resûlu'nden (sav) de şöyle rivayet edilmiştir: "Sözünüzde çoğaltma ve kalblerinizde karıştırma olmasaydı gördüğümü görür işittiğimi işitirdirdiniz" (El-Mîzân, 5, 273-292). [319]

 

İnsanda Fikrî Ve Şuhüdî Hidâyetin Mutabakatı

 

Her ne kadar fikri hidâyet ve burhan yolu gerekli ve şuhûdî hidâyetle irfan da istenilen kemal ise de zikirsiz fikir ve müşahedesiz anlayış, gerçek müşahede değil görüntü bilgisi mesabesindedir. İrfan yönünde hareket etmeyen ya da marifet giy­sisini kuşanmayan bir filozof, nasıl dünyayı görüntüleyen cam olabilir ve Ebû Alî Sînâ'nm:

"Bedenden sıyrılabilsek, kendi zatimizi (öz, cevher) mütalaa ile hakîki mevcucat'a, hakiki cemâlât'a ve hakiki lezzetlere uygun aklî bir âleme dönüşüp bütün bunlara ma'kul'un ma'kul'e olan bağlılığı ile bağlanarak sınırsız lezzet ve güzelliği bulabiliriz" (İlahiyyat-ı Şifa, 8. Makalenin sonu), şeklin­deki önemli deyişiyle, âlem nasıl akli olabilir? Hikmetin tüm an­lamıyla Hakim nasıl "hikmet" haline gelebilir? Halbuki "Hikmet, insanın aynî âlemi andıran aklî bîr alem dönüşmesidir." Buna göre irfansız burhan da gelişmeyecektir çünkü burhansız bir irfanın değeri olamaz, zira mahv'tan (yokluk) sehv'e (diriliş, ayıklama) geçen ve ayn'dan ilm'e geçiş yapan arif, elinde ayrık hayal bulgu­larını bitişik hayal bulgularından ayirdedecek ve ayrık akıl müşahedelerini bitişik yalancı akıl düşlerinden ayıracak bir kıstas olmazsa, sürekli kararsız nefsânî dokuda kalarak birşey gördüğünü zannedecektir: "Onlar, iyi işler yaptıklarını zannederler" [320]. Burhanın gelişmesinde irfanın etkisinin anlaşılması ve doğru irfanm boş zandan teşhis edilmesinde burhanın zorunluluğunun ortaya çıkması için burada her biri burhan yoluna hizmetkar ve ir­fan beldesine aşina olan iki tanıktan fikrî hidâyet ile zikri hidâyetin mutabakatı konusunda bir takım aktarmaların yapılması yerinde olacaktır. [321]

 

Birinci Tanık

 

Ünlü filozof, meşhur arif Ebû Hamid Muhammed-i İsfahanı, "Kavaidu't-Tevhîd" adlı değerli eserinde şöyle der: "...Açıklama: burada örtülü bir şekilde değinmemiz gereken önemli bir konu vardır: İlim ve düşünce ehline {Eshâb-i Nazar ve Eshâb-i Ta'lîm) göre kendisiyle doğruyu yanlıştan ayırdedebileceğimiz ve neyin hak neyin batıl olduğunu bilebileceğimiz bir bilgi (ilim) vardır. Oysa mücahede ehlinden olan sâliklerde sözkonusu işlevi üstlenecek bir alet yoktur. Buna şöyle bir itiraz yöneltilebilir: "Bizim bilgilerimiz sezgiseldir. (Vicdanî) zorunlu sezgisel ilimlerin elde edilmesinde aletsel bir beceriye gereksinim duyulmadığı gibi bilgiler bizde zevk ve vicdan yoluyla hasıl olmaktadır." Biz bu itiraza şöyle cevap veririz: "Bazı sâliklerin sezgiyle ulaştıkları şey diğerlerininkiyle çelişmektedir. Bu sebeble bazıları diğerlerinin anlayış ve bilgilerini inkar eder. Bu böyie anlaşıldığında ise biz şöyle deriz: "Bir âlet ilmi olan mantığın düzenli ve sağlam ilimlerlerle arasındaki ilişki gibi, sezgisel ilimlerin, sezgisel marifetlere nisbetle hepsi âletsel ayırdedici özellikte olan nazari ilimlere dönüşmesi için müşahede eh­linden olan sâliklerin bulandırıcı karartıcı bağları koparmak ve ah­lakı güzelleştirerek düzene koymak için yapılan "Kalp tasfiyesinden sonra ilk etapta nazarî ilimleri tahsil etmeleri gerekir. Eğer sâlik fikri ve akli araştırma yoluyla ulaşamadığı bazı noktalar­da şaşkınlığa düşerek duraklarsa, oau başka bir yolla elde eder ve orada kendisine fikir ya da nazar yardımıyla hasıl olan bu ilimler sayesinde kazanılmış melekelerle hakkın vechini idrak eder. Bu durum tüm makam ve menzillerde kendisini irşad edecek kâmil bir şeyh olmadığı zaman böyledir. İlh". "Kadaidu't-Tevhid"in bizzat burhan ve irfanın ortak duyumu mesabesindeki güçlü sarihi Sâinuddin Alî b. Muhammed b. Türk, "Temhîdu'l-Kavâid" adlı eserinde sözkonusu metni şerhederek şöyle demektedir:

"Eğer denilirse kî: Sâliklerin marifet ve keşifleri konusunda birbirlerine muhalefet etmelerinin sebebi kendilerinde bulunan istidat kuv­vetinden ve zayıflığından kaynaklanır. Onlardan istidat bakımın­dan zayıf olan bir kimse sadece bir mânâ idrak eder ve işbu mânânın bu konuda nihâî olduğunu düşünür. Orada kalır, onun ilerisine geçemez ve ona sarsılmaz bir şekilde bağlanır. Kuvvetli ise, idrakinin zayıfa göre en son nokta olan şeyi kuşatması, onu aşması ve ondan daha üstte ya da daha kâmil olana vâsıl olması sebebiyle zayıfın orada durmasına razı olmayarak, onun konuyu orada bağ­lamasını kabul etmez. Ancak o, kesin olarak inanılan şeyi değil, sadece onunla yetinmesini, onun kendisini yine onunla sınır­lamasını reddeder". Bunun doğru olduğu varsayımı üzerine biz şöyle deriz: Eğer istidat bakımından zayıf olan kimse ayırdedici bir araza sahip olsaydı onun başına bu durum gelmez ve orada takılıp kalmazdı. Bilakis ayırdedici ölçütüne dayandığında orada bulunan noksanlıklar kendisine ayan olur, eksik olanlarla tamamen yetin­mez ve onlardan daha yücesini, daha mükemmelini isterdi".

Kısacası mantık hikmet için hangi zorunluluk ve gerekliliği taşıyorsa hikmet de irfan için aynı durumu arz eder zira ihtilaf varoldukça ve teoriler ya da görüşler karşı karşıya geldikçe kendisi hatadan masum veya inipçıkma ya da ihtilaftan masun olan bir kıstasın varlığı zorunludur. Fikir adamlarının görüşleri gibi nazar velilerinin müşahedeleri arasında da farklılık olduğu açık ihtilaflı ya da çelişkili konularda mutlaka bir taraf doğru, diğer taraf yanlış ol­duğu için temel ölçütten başka bir çıkar yol yoktur. O ölçüt ya ken­disi özde ölçüttür ya da özde ölçütle tamamlanan konumundadır. Hikmet özde ölçütle yani sonuçlandırma formunun kendinde açık olması bakımından mantıkla ve salt açık ya da salt ilk'ie başka bir değişle ilk madde bakımından iki karşıttan birden uzak durma il­kesi ile sonuçlanır. Aynı şekilde irfan da hatadan korunmuş bir mizan ile sonuçlanmalıdır; Kısacası düşünsel ve aposteriori mizan ya da aynî ve şuhûdi mizan. "Kavaidu't-Tevhid"in metninde geçen, irfanın burhana ihtiyacının mükemmel ve mürşid bir şeyhin olmaması meselesi, aynı şekilde özde kıstasla sonuçlanması gereken aynî ve şuhûdi kıstasla da ilgilidir; Yani o mürşid velî, ya masum­dur ya da bizzat sirât-ı müstakim ile özdeş ve amellerin ölçütü olan masum ile kopmaz bir bağ ve çözülmez bir ilişki İçindedir. Bu nok­ta da sözkonusu metnin şerhinde işlenmiştir: İlk olarak şuhûd velilerinin arasındaki ihtilaf, herkesin doğru olarak kabul edeceği ve doğru olarak bakacağı teşkîkî bir ihtilafla sınırlı değildir. Sonuç­ta bazısı zayıf, bazısı güçlü kalmaktadır. Aynı şekilde bazısı da doğ­ru görür, bazısı yanlış kabul eder. Sonra onların İhtiiafı bazen feş-kîkîdir (şüpheye dayalı), bazen de metinde söz konusu edildiği üzere görüş ayrılığı ve tenakuz'a; ikinci olarak da şuhûd davacılarının İhtilafının teşkikten başka birşey olmayacağının ve tenakuza ilişkin ihtilafın ariflerin müşahede bölgesine giremeyeceğinin kabulü ya da böyle bir faraziye sözkonusudur. Zayıf görüşlü arif, şuhûdun derecesini belirlediği bir ölçüte sahip olsaydı, kendi şuhûdunun zayıflığını anlar, aynı zayıf derecede dur­mak, değişmezlik ve durağanlık yerine daha yüksek derecelere hareket etmek, akmak ve coşmak yolunu seçerek asla o anki makamı ile yetinmezdi. Buna göre gerçek arifler için açıkça ispat­lanmış hikmetten başka bir çözüm yolu yoktur ve burhansız arifler için mücadele denizinde boğulma tehlikesi vardır.:

" Elini çıkar­dığın da nerdeyse onu bile görmez" [322]

 

İkinci Tanık

 

İkinci tanık, burhanın seçkin Önderi ve irfan bahçesinin rıdvanı Sadru'l-Müteellihîn'dir. O, şuhûdi ilim hakkında "Keşfi olmayanın İlmî yoktur sözü ne güzel sözdür", demesine rağmen filozofun düşünce ürününü arifin müşâhadesİnin tohumu kabul eder, arif olmayan bizzat, anbardan mezraya gitmeyen, yetişmeyen bir tohumdur ve anlayış perdesinin arkasından şuhûd sahnesinin ön yüzüne geçmeyen, 'aşkı artan kimse ...Ve aşina olmaktan uzak bir

karartıdır; ayrıca bilgenin düşüncesinin neticesini de somut bir gölge olarak bilir, fakat irfanın özünü güneşin karşısında belirgin bir müşahede olarak görür; Bilgeyi "Sanki onlar uzak bir verden çağrılıyorlar"[323], çölüne sürer ve arifi, "Ben kullanma yakınım, (..) karşılık veririm" [324], "Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz" [325], "Kendi canlarınızda da nice deliller vardır, görmüyor musunuz ?[326]; Güven vadisine yerleştirir. Şuhûdî İlmin husûlî (aposteriori) düşünceye üstünlüğünü ise şöyle açıklar

Her Peygamber bir velîdir. Fakat her velî peygamber değildir. Her velî bir füozof (hakim)dir. Ancak bu metod bakımından degi! marifet bakımındandır. Tüm bunlarla birlikte tersi doğru değildir."( Mefâtîhu'1-Gayb, s. 619) Burhanın büyüklüğü,'hikmet makamının yüksekliği ve aklî istidlal mer­tebesinin zirve oluşu hususunda şunları söyler: "Bazı ariflerin zik-rettiği gibi sözün hakikati şudur: Kalb eşyadaki Hak'tan gelen ger­çekliğin kendisinde tecelli etmesine müsaittir, ancak onun eşya aralığına, ayna örneğinde zikredilen sebcbier birer engel olarak girerler; Bunlar kalbin aynası ile, Allah'ın kıyamete kadar hük­medeceği şeylerin yazılı olduğu ve bilgilerin hakikatinin kendi ay­nasından kalblerin aynasına yansıdığı "Levh-i Mahfuz" arasındaki bir örtü gibidirler. Bu örtü bazen harici amellerle, bazen de ulvî sebeblerle ortadan kalkar. Tıpkı rüzgarın esmesiyle köklerin sökül­mesi gibi Allah'ın lütuflarının rüzgarının esmesi ile birlikte kalb gözünün üzerindeki Örtüler de kalkar; İşte o anda Levh-i Mah-fûz'da gizlenmiş olan şeyler açığa çıkar;. İlham ve iktisâb birbir­lerinden bizatihi ilim olmaları, ilme mahal olmaları ya da İlmin sebebi olmaları bakımından değil, ancak örtünün ortadan kalkması cihetiyle birbirinden ayrılırlar; Burhan yolunu tercih eden âlimler ise bunun varlığını inkar etmemiş, ancak bu yöntemin zorluklarla dolu olduğu düşüncesini taşımışlardır. Bununla ilgili olarak Resûlullâh (s) şöyle buyurmuştur: "Mü'minin kalbi, kaynayan bir kayadan daha şiddetlidir". Yine buyurur ki: "Mü'minin kalbi O'nu  (halden hale) döndüren Rahman'ın iki parmağı arasındadır". Müşahede esnasında karışını çözülür, akıl karışır, beden hastalanır. Eğer nefis tezkiyesi marifet ve İlimlerin hakikatlerini öğrenmesiyle birlikte yürütülmezse kalb fâsıd fantazilere duçar olarak tıkanır, zira burada ömrü boyunca tek bir fantaziye saplanıp kalan nice sufi vardır. Sûfî her ne kadar daha önceden ilimleri güzelce öğrenmiş olsa da bu fantazüerden kaynaklanan karıştırma onun zihnî dün­yasını allak bullak etmiştir. Bilgi edinmede ilmî yöntemi kullanmak en sağlam ve amaca en yakın olanıdır. Onlar kendi metotlannı,in-sanın fıkıh öğrenmeyi terketmesiyle eşdeğerde gördüler. Peygam­berin (s) bir eğitim ve etüd sözkonusu olmaksızın vahyin ilhanlıyla Fakilı olduğunu var saymışlardır. Bunlar fıkıh ilmine yalnızca riyazetle ulaşılabileceğini düşünmüşlerdir; Kim bunun bîr şekilde gerçekleşeceğini zannederse nefsine zulmetmiş, ömrünü heba etmiş olur. Bu şekilde hareket eden kimse, hazine bulmak umuduyla nor­mal kazanç ve istikrar yolunu terkeden kimse gibidir. Her ne kadar bu mümkün olsa da oldukça zordur. O (âlimler) dediler ki:

Ön­celikle yapılması gereken şey âlimlerin ortaya koyduğu ilimleri tah­sil etmek, onların söylediklerini anlamak gerekir. Daha sonra diğer âlimlerin ulaşamadığı şeyleri edinmeyi beklemekte bir salanca yok­tur. O zaman belki bunlar mücahede yolu ile insana ayanolur". Mebsut'un bu sözünü Sadru'l Müteehhüin (Molla Sadra) onu onayladığını gösterecek şekilde Esfar'da (c.3, s. 162) nakleder:

"Bu meseleye gelince, Kur'an icazet buyurduğu üzere ve delillerin her­hangi bir safsata kuruluyla onu birbirine karıştırmadan güçlendir­diği şekilde hadislerin hudûsunu, yok olanların yok olup gittiğini, cisimlerin hüviyyet ve tabiatlarının an be an yenilendiğini anlayıp, bunlar hakkında doğru hükümler verdiğin zaman keşif ve aklî şuhûd âlemine ulaştıracak uygun ve sağlam yollar bulursun".

Özetle burhan, sahih irfan için aklî bir zorunluluktur ve onsuz doğru görülenin yanlış görünenden ayırdedilmesi çok zordur;

 Bu ancak kendisi zahir ile özdeş olan bir masum için mümkündür

Aksi halde gerçeği uzaktan müşahede etmek mümkün değildir ve Hakke'l-yakîn olan merhalede hata sözkonusu olamaz. Zira malum, hariste bulunandan ayrı değildir ki, bazen mutabık olsun bazen ters; Salt aklî burhan Sadru'i Müteellihin'e göre ilâhi nurun yanında peygamberle özel bir yere sahip olacak şekilde bir öneme hâizdir. O 'Usûl-ü Kâfî'nin şerhi olan 'El-Hticcet' adlı kitabın ön­sözünde (s. 478) "Nakledilen şeriat ile akledilen gerçek arasında bir tezatlık yoktur". Konusunu izah ettikten ve "Akıl, hastalıklardan beri bir bakış (göz) gibidir. Kur'an ise güneş gibidir" sözünü sarfeder; Yani vahiysiz akıl güneşsiz bir yeri görmeyen göz gibidir. Ak* lın eylemleri olmaksızın vahiy kör (ama) için faydası olmayan bir güneş gibidir. Ayrıca O "şeriatle birlikte akıl nur üstüne nur gibidir", deyişine yer verdikten sonra bir yandan aklî burhan İle ilâhi keşif arasındaki farkı ele alır ve şöyle der: "Fiilî mucizenin çoğunluk insanların nefisleri üzerindeki etkisi fiillî mucizelerin et­kisinden fazladır ve Hz. Musa'ya iman edenlerin bir çoğu o haz-retin Samîrî'nin el çabukluğu müşahadesine dayalı fiilî mucizesi sonucunda geri dönüş yaptılar." (Bu sözü ayrıntılı olarak 'Şerh-i Usûl-i Kâfi' (s. 108-109) nin 'El-Akl ve'l-Cal' kitabından 19. hadisin şerhinde izah etmişlerdir.) Zira mucize ve keramet sahibi peygamberler ve ilahi velilerin, Allah'ın bizzat peygamberler ve velilerin nefisleri üzerindeki hüccetleri olduğunu sözlerine ek­lemektedirler. Bilahare de "Bu İbrahim'e, kavmine karşı ver­diğimiz hüccetimizdİr (îsbatlı-delü)- Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir."[327] âyetine işaret etmektedir. Bu nurlu hüccet

"işte Allahi'ın hidâyet verdikleri bunlardır; Öyleyse sen de onların bu hidâyetlerine”  [328], âyeti ve

"De ki: bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da" [329] âyet-i kerimesinde işaret edilen hidâyettir. [330]

Bir Hatırlatma

Gerçek irfanla birlikte bulunan aklî burhan hakkında söylenen, sağlam bir sözdür. Fakat "Bu, ibrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir", âyeti hususunda ifade edilen şey, amaç eğer, aklî burhan ise, burada bir taraftan Sadru'l-Müteellihin ile dîger ilahi fiiozof ve kelamcılar arasında öte taraftan, Üstad Allame Tebâtebâî ile bu gönül yolunun diğer ehli arasında muhtemel bir ihtilaf gündeme geldiği için düşünmeye ve irdelemeye değerdir; Zira diğerleri "Fakat (yıldız) kayboluverince; 'ben kaybolup-gidenleri sevmem'demişti" [331] âyetini aklî bir düşünme ve burhan şeklinde tefsir etmişlerdir. Bir kesim yıldızın oluşumu ve güneşin alanı yoluyla; bir kesim on­ların mahiyet imkanları yolu ile, bir kesim de onların hidâyet ve değişiminin cevheri hareketin güçlü eliyle tamamlanması aracılığıyla izah etmiştir. Ancak Üstad Allame Tebâtebâî, Hz. ib­rahim'in burhanları arasında derin bir tahlilde bulunmuş ve

"Benim Rabbim diriltir ve öldürür" [332], âyetinin aklî burhanı ve aynı şekilde

"Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir!" [333], âyetinin fikrî istid­lalini fıtrî ve derûnt çaba yolu ile zati sevgiliyi aramayla meşgul ol­maya gizli muhabbetten ayırmış ve bu ilahi hücceti, düşüncenin sebebi değil fıtratın bir açıklaması olarak anlamıştır. Onun öl­çütünü, ilk planda muhabbetin bir zarureti, ikinci planda ise onun ölmez sevgiliye değin zarureti olarak kabul etmektedir. Şurası çok açıktır ki hiçbir mantıkî burhan ya da husuli düşüncede muhabbet, çaba, istek, dostluk, cezbe, atılım ve derûnî fiilden başka keşfedici unsurlar orta terim olarak yer alamaz. Yukarıdaki ayet-i kerimede dikkati çeken, düşünce yolu değil, kalp yoludur. Evet, yıldızların parlayıp kayboluşlarından oluş, hareket veya imkan yoluyla düşün­sel kıyas üzerine bir orta terim oluşturmak, bütün o yolları düzen­leyip katetmek mümkündür. Fakat kalbin çelikten yapılı tavanı ile değil, delilin odundan yapılı tabanı ile, ruhun sağlam özü ile değil, delilin odundan yapılı tabanı ile, ruhun sağlam özü ile değil, düşüncenin dayanaksız esasıyla; fıtratın özü ile değil, düşüncenin köprüsü ile; kalbî şuhûd ile değil, zihinsel anlayışla, veraset ilmi ile değil, çabalama ilmi ile; irfan gülsuyu ile değil burhan gülü ile; ör­tülü kanıt ile değil açık kanıt ile; gönlü yanmışların harmanı ile değil, gönül sahibi düşünürlerin çimenliği ile; gece yarısı virdi ile değil sabah dersi ile. Zira Hz. Hasan b. Ali el-Askeri (a) şöyle buyurmuştur:

"Likaullah (Allah'a kavuşma) makamına erişmek, iyi giden biniti, gece uyanıklığı olan ruhani bir seyirdir". Hülasa muhabbete yaraşan, ne kelamciların "hudüs"ünün yardımı, ne fel­sefecilerin "özsel (mahiyet bakımından) imkan"ınm gücü, ne Mol­la Sadra'nm "cevheri hareket için kapasitesi, ne bir "düzen"in ne de "düzen delili1' ni geliştirenlerin gücüdür. Belki de muhabbete yaraşan:

Sevgilimin kaşının tek bir tanesi mühendis olunca

Sevgi sarayının neşesi henüz tamamlandı.

Çabanın ölçüsü sevgilimin elinde olduğu yerde Sevgili meftan ve meczub bir şekilde şöyle demektedir;

"Yüzümü gökleri ve yeri yoktan vareden Allah'a çevirdim. Ben ona ortak koşanlardan değilim" [334]. İnsan gaybın çekici elini görmek eğiliminde olduğu için meczub şöyle söyler:

"Ben görmediğim Rabb'e kulluk etmem" (Ihticâc-i Tabersî, 1. 5. 76,77). Kader'in ipi:

"Biz her şeyi bir kader ile'yarattık" [335], âyetinin sahibi olan Allah'ın elinde olduğu için Allah'ın zatına yakın olanın dili (Hz. Ali) şöyle haykırıyordu:

"Örtü kaldırılsa bile kesin bilgim de (yakîn) bir artış olmaz". Özetle muhabbetin olduğu yerde düşünceye yer yoktur. Kur'an'ı Kerim'in hizmetinde yer almak şartıyla sahih irfanı tadıp anlayan kimselere ne mutlu! İmam Cafer'e (a) "Nasıl oluyor da in­sanlar görmedikleri Allah'a ibadet ediyorlar?" diye sordukları zaman imam şöyle cevap verdi: "Kalbler onu imanın nuruyla görür, akıllar O'nu uyanık bir şekilde, apaçık isbat ederler. Gözler onu en güzel bir tarzda görürler"(fhticac-i Tabersî c.II, s.76-77). Hiçbir nimet onun marifeti onun güzel isimlerine eş değer ol­mayacağı için "Kime hikmet verilmişse, O'na büyük hayır verilmiş­tir" [336]. Dünyada varolan nimet Allah tarafından veril­miştir:

 "Nimet olarak size ulaşan her şey Allah'tandır" [337]. Allah'ın kullarına bizzat öğrettiği övgü (sena)'dan daha güzeli ol­madığı için "Kur'an'da Hidâyet" kitabıma Müminlerin Emiri'ni4n (a) "Allah'ın Kitabının girişi ve cennet ehlinin dualarının sonu" dediği, "Elhamdülillah" ile son veriyorum: Onların dualarının sonu, "Hamd" alemlerin Rabbı olan Allah'adır. [338]

 

İnsan Yayınları Kitaplığı

 

Kaynak Eserler Dizisi

1. Tefhımu'l - Kur'an  - Mevdudi

2.  İslam Ve İlim-S. H. Nasr

3. İslamıc Scıence Seyyid Hüseyin Nasr

4.  Medâricü's Salıkin (3 C) İbn. K. El-Cevziyye

5. İslam Düşüncesi Tarihi (4 C.) M. M. Şerif

6 Müslüman Halklar Ansiklopedisi (3 C.) R. V. Weeks

7. Değişim Sürecinde İslam J. Esposito

8. Afrıkalılar -Ali Mazrui

9. Balkanlar'da İslam Aleksandre Popovic

10.  Sovyet Müslümanları Shirin Akiner İslam Klasikleri Dizisi

11.  İlâhî Aşk-İbn Arabi

12. El-Hısbe-Tenteymiyye

13. Sabredenler Ve Şükredenler - El Cevziyye

14. Usul-I Din - İbn Hazm

15. Nurlar Risalesi (İ. Hm.] İbn Arobî

16.  İlimlerin Özü -Nev'i Efendi İrfan Dizisi

17.  Şem Ve Pervane Mehmet Kanar

18. Gönül Ve Aşk - M. N. Tura

19. O'nun Güzel İsimleri m. Nusret Tura

20.  RÂh-ı Aşk - M. Nusret Tura

21. Mektuplar - M. Nusret Tura

22. Su Üstüne Yazi YazmaK Muhyiddin Şekûr

23. Nefs-i Mutmaînne A. Hüseyin Desigayb

24. Dostlar Sofrası Nasif-ı Hüresrev

25. Emr-i Maruf Nehy-i Münker Murtazo Mutaharrî

26. Sohbetler - A. M. Hüdoyî Düşünce Dizisi

27. İslam Ve Modern İnsanın Çıkmazı - S. H. Nasr

28. Evrenin Yatışmaz Yapısı Abdülkerim Suruş

29. Müslüman Psıkologların Ç.Kmazı-M. B. Bedri

30. Sömürge Ülkelerinde Fıkır Savaşı - Malik Binnebi

31. Mağlupların Zaferi Erol Özbilgen

32. Çevresizsiniz - Deniz Gürsel

33. İlerlemeye Farklı Bir Bakış Lord Northbourne

34. Onbirincİ Saat - Martin Lings

35. Kirlenmenin Boyutları Ersin Gürdoğan

36. İslam Ve Batı - Perviz Manzur

37. Şehirlerin Ruhu-G. Haydar

38. Dİnin SOsyal Gerçekliği Peter L. Berger

39 Din Ve Psikoloji Cari Gustav Jung

40. Felsefe-I Ûlâ Şemseddin Günoltay

41. Aklın Aynası - Tttus Burckhardt

42. İSlâm MAneviyatı Ve Batı Michef Valsan

43. Bir Kutsal Bilim İhtiyacı S. Hüseyin Nasr

44. GElenek Ve Modernlik Arasında - M. Armağan

45.  Mİstik Düşünce Ve Yeni Fizik Michae! Talbot

46.  İSlâm'da SEmbolik Dil Sadık Kılıç

47.  KUtsalın Peşinde S.H. Nasr - K. O'Briene

48. MAkaleler (1) S. H. Nasr

49.  Bİlincin Evrimi - T. Roşzak

50.  Modern Dünyada Din Lord Northbor'ne

51.  İslâm Felsefesi Tarihine Bir Katki - Muhammed İkbal

52. Kur'ân Okumaları Muhammed Arkoun İnceleme'Ar aştırma Dizisi

53.  Bireysel Ve Toplumsal Değişmenin Yasaları Cevdet Said

54.  İslam'ın Yayılış Tarihine Giriş - Ebulfazl İzzeti

55.  Gazalî'nın İktisat Felsefesi Sabrj Orman

56.  İnsanın Kökeni Nedir? Maurice Bucaille

57. Hz. Muhammed'in Hayatı Martin Lings

58. Afrika Dramı - İmadüddin Halil

59. Bir İslam Peygamberi: Hz. İsalm. Ataurrahim

60. İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş S.Hüseyin Nasr

61. Dinlerin Dejenerasyonu Kürşat Demirci

62. Tarıhselcılığın Sefaleti Kari R. Popper

63. İslam Tarihi-i. Halil İslam'ın Uluslararası İlişkiler Kuramı A.  A. Ebu Süleyman

64. Ekonomi Ve Ahlak N. Haydar Nakvi Üç Müslüman Bilge S. H. Nasr

65. Modernızmın İslam Dünyasına Girişi M. M. Hüseyin İslam Medeniyetinin Geleceği - Z. Serdar

66. Gazali Hakikat Araştırması Sabri Orman

67. Pozitivizmin Türkiye'ye Girişi Murtaza Korlaelçi

68. Tevhid-İsmail R. Faruki

69. İslam'da Evrimci Yaratılış Teorisi - Mehmet Bayraktar

70. İslam'da Düşünce Ve Hayat S. H. Nasr

71. Afrika'da Sufı Direniş B.  G. Martin

72. Batı Düşüncesinde Dönüm Noktast - Fritjof Capra

73. İslam Maneviyatı Ve

74. Taoculuğa Toplu Bakış Rene Guenon

75. Oryantalistler Ve İslamıyatçılar R. Olsan-C. Kureyşi-A. Hüseyni

76. İbn Teymıyye'de Tasavvuf Tıblavi M. Sa'd

77. Modern Çağ Ve İslamı Düsünüşün Problemleri S. N. Atlas

78. Modern Dünyada Geleneksel İslam S. H. Nasr

79. İslam Bilimi Tartısmaları Mustafa Armağan

80. Molla Sadra S. H. Nosr

81. Sömürgecilik Ve Eğitim P. G. Altbach-G. P. Kelly Vahdet-I Vücud Ve İbn Arabî-İ. F. Ertuğrul

İslam'da Bilim Ve Medeniyet S. H. Nasr

82. Oryantalizm, Kapitalizm Ve İslam - B. S. Turner

83. Bir Kadın Sufı: Rabıa Ma Rg A Ret Smith

84. İslam Ve İnsanlığın Kaderi Gai Eaton

85. Bilgi Felsefesi Alparslan Açıkgenç

86. Cevdet Paşa'nın Toplum Ve Devlet Görüşü Ümit Meriç Yazan

87. Uluslar Ve Ulusçuluk Ernesf Gelfner

88. İnsan Ve Tfknolojı-Edisyon

89. İbn Arabi'de Varlık Düşüncesi- F.Kam-M. A. Ayni

99.  İslam Sanati Ve Maneviyati - S. H. Nasr

100. İslamı İlimlere Giriş Hasan Hanefî

101. Jung Psikolojisi Ve Tasavvuf Spiegelmarı-İ. Han-Fernandez

102. Modern Tıbbın Ötesi Derleme

103. Psikiyatrı Ve Kutsall.K Needlemann-Ingleby-Skynner

104. Çağdaş Arap Düşüncesi Albert Hourani

105. Laiklik, Siyaset Ve Değişim Davut Dursun

106. Ortadoğu Neresi Davut Dursun

107. Çevre Sorunları İbrahim Uslu

108. İhvân-I Safâ'da Müzik Düşüncesi - Yalçın Çetinkaya

109. Ortadoğu'da Modernleşme A. Hourani, E. Kuran, Vd.

110.  İslâmî İktisadın Felsefesi Murtaza Mufanhan

111. İslâm Ve Antropoloji Ekber S. Ahmed

112. Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme- K. Canatan

113  İslâm'da Otorite- H- Dabasî

114. Mevzu Hadisler-A. Ebu Gudde

115.  Divan Ed. Dinî Ve. Sosyal Konulu Rubailer Ali İhsan Öbek

116. Ehl-i Sünnet Ve Şia'da Siyasi Düşüncenin Temelleri M. M. Camiî

117.  Küçük Felsefe Tarihi Mustafa Rahmi

118. Avrupa'da Müslüman Azınlıklar - Kadir Canafan

119.  Birarada Yaşama Modeli Lenet Ozfürk

120.  İkbal Ve Kur'ânî Hikmet Muhammed Münevver

121.  Transandal Sosyoloji Ken Vviiber

122. Abdülgani Nablusî Bekrî Alaaddin

123. Kapitalizmin Doğuşu David S. Landes

124.  Hilafet - Fehmi Şinnâvî

125.  Sufi Gözüyle Kadın Süleyman Uludağ

126.  Oryantalizmin Soruları A. Parlakışık

127.  Kur'an'da Keramet A. Cevâdî Amûlî

128.  Nassın Uygulanışı Şeyh Senûsî Alternatif Dizi

130. Alternatif Tıp Andrew Stanway

131. Yeni Bir Psikoloji Robert E. Ornstein

132.  Ekonominin Çöküşü Alvin Toffier

133.  Elektroniğin Büyüsü Lan Reinecke Edebiyat (Anlatı) Dizisi

134. Malcolm X - Alex Haley

135.  Mekke'ye Giden Yol Muhammed Esed

136. Ruhun Uyanışı - İbn Tufeyl

137. Zeyn'ın Düğünü Tayyib Salih

138.  Sokaktakiler Necib Mahfuz

139.  Hicaz'dan Endülüs'e Ersin Gürdoğan

140.  Yücelcıler 1947 Mehmet Ardıcı'nın Anıları

141.  Nıl'ın Üç Çocuğu Necib Mahfuz

142. Güvercin Gerdanlığı İbn Hazm

143. Mavisini Yitirmiş Yaşamak Ali Çolak

144.  Üç Noktanın Söylediği A. Turan Alkan

145.  Şehir Fotoğrafları Beşir Ayvazoğlu

146.  Müstesna Güzeller 'İskender Pala İletişini Dizisi

147.  Görsel İktidar Yalçın Akdoğan

148.  Kelimelerin Büyülü Dünyası -John C. Condon Kur'an'da Keramet Abdullah Cevadî Amûlî



[1] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 4.

[2] Furkan: 25/

[3] Enfal: 8/9,21

[4] Rum: 30/30     

[5] Enfal: 8/9,21.

[6] Mülk: 67/14.

[7] Fatır: 35/27-28.

[8] Nahl: 16/125

[9] Zümer: 39/27

[10] Ankebut: 29/43

[11] Muhammed: 47/24

[12] Ra'd: 13/36

[13] A'raf: 7/204

[14] Nuh: 71/7

[15] A'raf: 7/16

[16] Nahl: 16/98.

[17] Taha: 20/50

[18] Şuar: 26/78

[19] Necm: 53/2

[20] Maide: 5/64

[21]  Saf: 61/8

[22] Zümer: 61/69

[23] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınlarlı: 7-13.

[24] Nahl: 16/ 90

[25] Yusuf: 12/ 90

[26] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 15-16.

[27] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 16-17.

[28] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 17.

[29] A'raf: 7/ 203

[30] Nahl: 16/64, 89 Casiye: 45/20 Şûra: 42/52

 

[32] Bakara: 2/ 2

[33] Fussiıet: 41/42

[34] Müzzemmil: 73/5.

[35] Kamer: 54/17

[36] Beyine: 98/2-3

[37] Abese: 80/13-16:

[38] Şuara: 26/193,194

[39] Necm: 53/11,17

[40] Ahzab: 33/4

[41] Al-i İmran: 3/60

[42] Nahl: 16/89

[43] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları:17-20.

[44] Saffat: 37/164

[45] Bakara: 2/32

[46] Bakara: 2/31

[47] A'raf: 7/23

[48] Enbiya: 21/27

[49] Hucurat: 49/1

[50] Taha: 20/50

[51] A'raf: 7/54

[52] Zümer: 39/ 62

[53] Fatır: 35/1

[54] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 29-22.

[55] Zü­mer: 39/21.

[56] Nahl: 16/68-69

[57] Nahl: 16/15

[58] Zuhruf: 43/10

[59] Taha: 20/53

[60] A'la: 87/2,3

[61] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 22-24.

[62] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 24-27.

[63] Bakara: 2/120

[64] Yunus: 10/32

[65] Ali- İmran: 3/19, 85

[66] Tekvir: 81/26

[67] Yu­nus: 10/35

[68] Hud: 11/56

[69] İsra: 17/97

[70] Kehf: 18/17

[71] Nisa: 4/51

[72] Bakara: 2/44

[73] Saf: 61/3

[74] Şura: 42/52

[75] Yasin: 36/3-4.

[76] Şura: 42/52-53.

[77] Enfal: 8/ 17

[78] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 28-30.

[79] Fatır: 35/9 

[80] Secde: 32/ 27

[81] En'am: 6/ 97,

[82] Nemi:  27/63.

[83] En'am: 6/ 38

[84] Feth: 48/ 17

[85] Fussilet: 41/17

[86] İnsan: 63/3

[87] Fatiha: 1/ 2

[88] Zümer: 39/62

[89] Al-i İmran: 3/ 6

[90] En'am: 6/12

[91] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 30-32.

[92] Maid: 5/50

[93] Yunus: 10/32

[94] Beyine: 98/1-3

[95] Nisa: 4/ 165

[96] Mü'min: 23/ 8

[97] En'am: 6/ 84-88

[98] En'am: 6/ 90

[99] En'am: 6/ 91

[100] Hicr:15/ 80

[101] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 32-34.

[102] Necm  : 53/ 3-4

[103] Enfal: 8/ 17

[104] Feth: 48/ 10

[105] Araf: 7/198

[106] Tevbe: 9/ 6 Tevbe

[107] Tekvir: 81/ 24

[108] Nebe: 78/ 19

[109] Enbiya: 21/ 267

[110] Kı­yamet: 75/ 16

[111] İsra: 17/ 105

[112] Taha: 20/ 52

[113] Tekvir: 81/ 21

[114] Abese: 80/ 15-16

[115]  A'la: 87/ 6

[116] Şuara: 26/ 193-194

[117] Cin: 72/ 26-28

[118] Hakka: 69/ 44-47

[119] Enfal: 8/ 37

[120] Bakara: 2/ 252

[121] En'am: 149

[122] Cum'a: 62/  2

[123] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 34-39.

[124] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 41-42.

[125] Taha: 20/ 50

[126] Rahman: 55/ 29

[127] Rahman: 55/ 29

[128] En'am: 6 /12

[129] Hacc: 22/ 4

[130] Saffat: 37/ 23

[131] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 42-44.

[132] Ar af: 7/146

[133] Kehf: 18/ 49

[134] A'raf: 7/29

[135] Nahl: 16/90

[136] A'raf: 7 /28

[137] Yusuf: 12/108

[138] İnsan: 76/3

[139] Beled: 90/10

[140] Müddesir: 74/36

[141] En'am:  6/153

[142] Nahl: 16/36

[143] Necm: 53/1,2

[144] Yasin: 36/3,4

[145] Zuhruf: 43/54

[146] Taha: 20/79

[147] Maide: 5/77

[148] Nisa: 4 /176

[149] En'am: 6/148

[150] En'am: 6/128,129..

[151] Araf: 7 /30

[152] En'am: 6/77

[153] Nahl: 16/36

[154] Bakara: 2/16 Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 44-48.

[155] Saff: 61/5

[156] Bakara: 2/26

[157] Mü'min: 40/34

[158] Tevbe: 9 / 15

[159] Mü'min: 40/74

[160] Bakara: 2/256

[161] İsra:  8

[162] En fal: 8 /19

[163] Rad: 13/11

[164] Enfal: 8 /53

[165] Leyi: 92/ 7

[166] Meryem: 19/76

[167] Muhammed: 47/17

[168] Mâide: 5/16

[169] Ra'd: 13/27

[170] Şura: 42/13

[171] Casiye: 54 / 23

[172] İbrahim: 14 / 4

[173] Nahl: 16 / 16

[174] En'am: 6 /144

[175] Tevbe: 9 / 80

[176] Bakara: 2 / 264

[177] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 48-51.

[178] Kehf: 18 / 17

[179] Araf: 7 / 178

[180] Zümer: 39 / 37

[181] Araf: 7 / 186

[182] Mü'min: 40 /33

[183] Nisa: 4 / 88

[184] Rum: 30 / 29

[185] Nisa: 4 /113

[186] Ya­sin: 36 /10

[187] Müddesir: 74 / 50,51

[188] Al-i İmran: 3 / 187. Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 51-53.

[189] Fetih:  48 / 4

[190] Münafıktın: 63 / 7

[191] Şura: 42 / 12

[192] Araf: 7 / 186

[193] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 53-54.

[194] Fatır: 35 / 1

[195] Ahzab: 33 / 43

[196] Ahzab: 33 / 56

[197] Fussilet: 41 / 30

[198] Mücadele: 58 / 22

[199] A'raf: 7 / 27

[200] Meryem: 19 / 83

[201] A'raf: 7/30

[202] Şuara:  26/223-222

[203] A'raf: 7/30

[204] İbrahim: 14 / 22

[205] Nebe: 78/39

[206] Nisa: 4/42.

[207] Saff: 61/f 5

[208] Muhammed: 47 / 25

[209] Nahl: 16/100

[210] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 54-60.

[211] Enbiya: 21 / 23

[212] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 60-61.

[213] Kamer: 54 / 49

[214] Hicr:15 / 21

[215] Sad: 38 / 82

[216] Araf: 7 / 29

[217] İsra: 17 / 79

[218] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 61-64.

[219] Tegabun: 64 / 11

[220] Bakara: 2 / 283

[221] En'am : 6 /125 

[222] Mu taffıfın: 83 / 14

[223] İnşirah: 94 / 1

[224] A'raf: 7 / 2

[225] Taha: 20 / 24-25

[226] Taha: 20 / 36

[227] Ra'd: 13 / 28

[228] Taha: 20 / 24

[229] Furkan: 25 / 13

[230] En'am: 6 / 125

[231] Yunus: 10 / 100

[232] Nahl: 16 / 106

[233] İbrahim: 14 / 17

[234] A'Ia: 87/  13

[235]  Fatır: 35 / 35

[236] Enbiya: 21 / 102

[237] Zümer: 39 / 22

[238] En'am: 6 / 125

[239] Meryem: 19 / 31

[240] Nahl: 16 /  76

[241] Meryem: 19 / 15

[242] Kasas: 28 / 429

[243] Bakara: 2 / 115

[244] Yusuf: 12 / 105

[245] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 64-66.

[246] İsra: 17 / 9   

[247] Cum'a: 62 / 2

[248] İsra: 17 / 9

[249] Lokman: 31/13

[250] En'am: 6/ 76

[251] Tekasür: 102/5-6

[252] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 67-72.

[253] A'Ii İmran: 3/164 Cum'a : 62 / 2

[254] A'raf: 7/169

[255] Yunus: 10/39

[256] Hacc: 22/3-4

[257] Hacc: 22/8-9

[258] İsra: 17/36

[259] Nahl: 16/89

[260] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 72-76.

[261] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 77-78.

[262] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 78.

[263] Ba­kara: 2 /  79. Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 78-79.

[264] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 79.

[265] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 79-89.

[266] Zümer: 39 / 17-18

[267] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 80-82.

[268] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları:82-85.

[269] Enbiya: 21 /101

[270] Talak: 65 /  7

[271] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 85-96.

[272] Nahl: 16/125

[273] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 96-97.

[274] Talak: 65 /2

[275] Necm: 53/29-30

[276] Tekasür: 102 /  5-6

[277] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 98- 100.

[278] İsra: 17/9

[279] Fecr: 89 /27-30

[280] Lokman:  31/19

[281] Bakara: 2/I97

[282] Enfal: 8/29

[283] Talak: 65/2-3

[284] Taha: 20/124

[285] Taha: 20/124

[286] İsra: 17/72

[287] Talak: 65/3

[288] Lok­man: 31/20

[289] Şûara: 26/19

[290] Kehf: 18/65

[291] Taha: 20/l14

[292] Al-i İmran: 3/130

[293] Şems: 91/9-10

[294] En'am: 6/75

[295] Araf: 7/185

[296] Talak: 65/2

[297] Taha: 20/124

[298] Bakara: 2 /165

[299] En'am: 6/43

[300] Bakara: 2 /74

[301] Zümeir: 39/22

[302] Enfal: 8 / 29

[303] Meryem: 19 / 59-60

[304] Bakara: 2 / 282

[305] Araf: 7/146

[306] En'am: 6/125

[307] Fatır: 35/10

[308] Hacc: 22/31

[309] Secde: 32 /12

[310] Necm: 53 / 8-17

[311] Hicr: 15 / 72

[312] Maide: 5 / 105

[313] Maide: 5 / 55

[314] Ankebût: 29 / 69

[315] Hicr: 15 /  99   

[316] En'am: 6 / 75

[317] Tekasür: 102/5-7

[318] Mutaffifin: 83/18-21

[319] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 101-113.

[320] Kehf: 18/104

[321] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 113.

[322] Nur: 24/40. Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 114-116.

[323] Fussüet: 41/ 44

[324] Bakara: 2/186

[325] Vakıa:56/ 85

[326] Zariyat:51/ 21

[327] En'am,: 6/83

[328] En'am: 6/90

[329] Yusuf: 12/108,

[330] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 116-119.

[331] En'am: 6/76

[332] Bakara: 2/258

[333] Bakara: 2/258

[334] En'am:6/79

[335] Kamer: 54/49

[336] Bakara: 2/269

[337] Nahl: 16/53

[338] Abdullah Cevadî Âmülî, Kura’an’da Hidayet, İnsan Yayınları: 120-122.