KUR’AN-I KERİM’DEN AYETLER.. 4

Eseri Takdim.. 4

Önsöz. 4

1- FATîHA SÛRESİ 5

Meâli 5

Tefsîrî 5

ÎNSÎRAH SÛRESÎ 8

Meali 8

Tefsîrî 8

KEVSER SÜRESİ 10

Meali 10

Tefsirî 10

Kevser Sûresinin Tefsirine Ek: 11

DUHA SÛRESİ 13

Meali 13

Tefsiri 13

ABESE SURESİNDEN 14

Meali 14

Tefsiri 14

NÂZÎÂT SURESÎNBEN 15

Meali 15

Tefsiri 15

MUTAFFİFÎN SÜRESİNDEN 16

Meali 16

Tefsiri 16

TÂ-HÂ SÛRESİNDEN 16

Meali 16

Tefsîrî 16

ANKEBÜT SÛEESİNDEN 17

Meali 17

Tefsiri 17

HUCURAT SÛRESİNDEN 18

Meali 18

Tefsiri 18

BAKARA SURESİNDEN 18

Meali 18

Tefsîrî 18

ENFÂL ŞUBESİNDEN 19

Meali 19

Tefsiri 19

SAFF SÜRESİNDEN 21

Meali 21

Tefsîri 21

RAD SÜRESİNDEN 22

Meali 22

Tefsiri 22

HÜCURAT SÜRESNDEN 23

Meali 23

Tefsîri 23

ŞUARÂ SÛRESİNDEN 23

Meâli 23

Tefsîrî 23

ENFÂL SÜRESİNDEN 24

Meali 24

Tefsiri 24

NÎSÂ SÛRESİNDEN 25

Meali 25

Tefsiri 25

NAHL SÛRESİNDEN 26

Meali 26

Tefsîrî 26

FUSSILET SÛRESİ 27

Mealî 27

Tefsîrî 27

MÜ’MİN SÛRESÎ 27

Meâlî 27

Tefsiri 27

BAKARA SÜRESİNDEN 28

Meali 28

Tefsîri 28

YÛSUF SURESİNDEN 28

Meali 28

Tefsiri 29

A’RAF SÜRESİNDEN 29

Mealî 29

Tefsiri 29

ÂLİ ÎMRÂN SÛRESİNDEN 30

Meali 30

Tefsîrî 30

ENFÂL SÛRESİNDEN 31

Meali 31

Tefsiri 31

MÜCADELE SÜRESİNDEN 31

Meali 31

Tefsîrî 31

MÂİDE SÛRESİ 32

Meâli 32

Tefsîri 32

ALİ ÎMRÂN SÛRESİNDEN 33

Meali 33

Tefsiri 33

HAC SÛRESİNDEN 34

Meali 34

Tefsirî 34

ENFÂL SÛRESİ BAYEZİT    KÜRSÜSÜNDE 35

MEAL Ve TEFSİRİ 35

Tefsîrî 35

ALİ ÎMRAN SÜRESİ 37

MEV'İZE 37

FATİH CAMİİ ŞERİFİNDE. 37

Meali 37

Tefsiri 38

NEML SÜRESİNDEN 44

Meâli 44

AL-Î İMRAN SÜRESİNDEN 45

Meali 45

Tefsiri 46

Bir Ek 46

ENFÂL SÛRESÎNDEN 47

Meâlî 47

Tefsîrî 47

ANKEBUT SÜRESÎNDEN 49

MEV'İZE. 49

SÜLEYMANÎYE KtİRSÜSÜNDE 49

Meali 49

Tefsîrî 49

FETİH SÛRESÎNDEN 52

Meali 52

Tefsiri 52

HÎCR SÜRESİNDEN 52

Meali 52

Tefsîrî 52

ASR SÛRESİ 54

Meali 54

Tefsiri 54

Asır nedir?. 54

Hüsran nedir?. 55

İman nedir?. 55

A'mali saliha nedir?. 56

Tevası nedir?. 56

Hakkı tavsiye: 56

Sabır nedir?. 56

HACC SÜRESİNDEN 59

Meali 59

Tefsırî 59

SAFF SÜRESİNDEN 61

Meali 61

Tefsiri 61


KUR’AN-I KERİM’DEN AYETLER

 

Eseri Takdim

 

Mehmet Akif, sağlam cesiyesi ve tertemiz vicdaniyle “Takvâ”nın ışığında bir ömür boyu inandığı gibi yaşayan ender şairle­rimizden birisidir.

O birçokları gibi zevk ve eğlence yerlerinde israfa dalıp, sa­natı için de olsa şahsiyetini sıfıra indiren bir “Sefâhet” şairi ol­mamış, o hayatının bütün safhalarını, devrelerini millî ve islâmi bir yolda sarfeden “Safahat” şairi olmuştur.

O günlerde sarsılmaz bir imanla hizmete koşan şairimiz, istik­lâl savağımızın henüz neticeye ulaşamadığı, hatta devlet merkezi­nin Kayseri'ye nakledilmesi bile düşünüldüğü günlerde Maarif Ve­kâleti tarafından açılan müsabakaya 721 şair iştirak ettiği halde Mehmet Akif iştirak etmemiş “Memleketin ve milletin kurtulaca-,    ğını söylemek para ile olmaz.” demişti.                                    

O devrin Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından 2-Şubat-1337-1921 tarihinde yazılan bir mektupla; bu hususta nasıl isterse - öyle hareket edileceği garantisi verildikten ve müsabakaya girmesi rica edildikten sonradır ki şairimiz hepimizin ezberinde olan şiiri­ni yazmıştı.

T.B.M. Meclsinde bulunanların  dört defa  ayakta  dinledikleri, sonra da “Safâhat”ına almadığı “O benim değil, memleketimindir, milletimindir.” dediği ve “Sahibine ne kadarda, ne güzelde ya­kıştı.” denilen bu şiir İstiklâl Marşımız olarak kabul ediliyordu.

Bu muhteşem manzara karşısında yalnız bir kişi ayağa kalk­mamış, oturduğu sırada Kur'aıı-ı Kerîm'in aydınlığı ile dolu başını iki elinin arasına almış sanki hiç bir hizmet yapamamış mahcup bir insan gibi düşünüyordu. Bu büyük insan, bu büyük tevazu sa­hibi,  bu büyük  şair  yine Mehmet  Akif'ten başka birisi  değildi.

Âkif'in bu çok değerli eserini tetkik edenler “Safahat” şairini, diğer bütün cepheleriyle tanımak fırsatını bulmuş olacak­lardır.

Rahmetlinin vaktiyle “Sırat-ı Müstakim ve Sebil-ür-Reşad” dergilerinde neşrettiği “Kur'an-ı Kerîm'den âyetler ve tef­sirleri ile Vaazları, nesir yazıları bir heyet tarafından asılları ile karşılaştırıldıktan sonra; şairimizin manevi aleme göçüşünün kır­kıncı yıldönümünde büyük ve tertemiz ruhuna ithaf edilmek üzere yeniden neşredilmektedir.

Genç okuyucularımızın belkide anlayamıyacağı kelimeler olur diye eserin sonuna bir de sözlük ilave edilmiştir.

“Nakışlar Yayınevi” bu hizmetinden dolayı yardımı “Allah”dan, takdiri onu sevenlerden ve anlayabilenlerden ümit eder. [1]

 

Önsöz

 

Mehmet Akif Ersoy bütün ömrünü, bütün varlığım Kur'an'a bağlayan bir adamdı. Kur'an onun hem semavî kitabı idi, hem ah­lâki ve ruhanî ülküsü idi. Onun için bütün yaşayışını Kur'an'a uydurmuştu.

Hasreti Peygamberin ölümünden epey bir zaman sonra, O'na yetişemiyen nesle mensup birkaç kişi, eşi Hazreti Ayşe'ye Peygam­berin hal ve şanını sormuşlardı. Kısaca cevap vermişti:

“Hal ve şanı Kur'anın tıpkısı idi!

Yani Kur'an'ı bildiren adam. Kur'an'ı yaşatan, Kur'an bakımın­dan; olduğu gibi görünen ve yine Kur'an bakımından göründüğü gibi olan bir adamdı...

Mehmet Akif de aynı yolu tutan, ayni seciyeyi yaşatan ger­çek insanlar zümresindendi. Kur'an, onun ülküsü idi. Ve kendisi bu ülküyü gerçekleştirmeyi gaye edinen bir şahsiyetti.

Maksadı, geçmişin geleneklerine uyarak yaşamak rnı idi? Ha­yır!

Çünkü yaptığım bilerek, anlayarak, inanarak ve isteyerek ya­pan bir adamdı!

Dünyada değer vermediği bir şey varsa gelenekti'. Ve en çok hor. gördüğü şey aklı, mantığı, zamanın gereklerini, beşerin ilerleme­mesini inkâr eden gelenek ve görenekti. Şiirleri bunun en kesin de­lilidir.

Kendisi her bakımdan müsbet bir adamdı. San'atkâr bir ilmi ve fen adamı idi. Fakat ilim ve fen adamı olmak dinî inanca ve bu inancın verdiği inşiraha yabancı kalmak demek değildi, belki bu in­şirahı, ummanlarm tahlili gibi, derinden duymaktı.

Akif de bu inşirahı derinden duyan bir ömür yaşadı.

Hayatının her ıztırabını bu inşirah ile yendi.

Hayatının her imtihanını, bu inşirah sayesinde başarı ile geçti. Hayata atıldığı zaman hemen hemen kimsesizdi. Fakat bu inşirah ona yoldaş oldu. Bu yoldaş O'nu Ömründe yalnız bırakmadı. Baş­kaları onu yalnız sandıkları zaman Hazreti Peygamberin “Refiki A'lâ” diye anlattığı “En yüce yoldaş” onunla beraberdi. Kendisi bu sayede yalnızlıktan kurtulmakla kalmadı, arkadaşlarının en yük-seğiyie hemhal oldu, onunla dertleşti, sevişti, onun verdiği ilham­larla gönlünü zenginleştirdi ve ruhuna aşıladığı feyizlerle olgunlaş­tı, derinleşti.

Hayatında yazdığı ve neşrettiği îlk şiir, “Kur'an'a Hitab” dı ve bu hitap Onun genç ruhundan semaya yükselen, sonra bütün Öm­rünce Onun ruhuna sağnak sağnak feyiz yağdıran bir “rahmet” di.

Gençliğinde ve olgunluğunda ona daima Kur'an rehber oldu. Ve onun için gençliğini temiz yaşadı ve olgunluk çağında bir ahlâk timsali oldu.

Hayatının en büyük macerası, İstanbul'dan kalkarak, Millî Mücadeleye katılmak üzere yola çıkması idi.

Onun gibi inzivayı seven, kesretten kaçınarak vahdette huzur arayan, onun gibi söz söylemekten bile çekinen ve kendi ruhuna dalarak engin düşünmeyi seven bir adamın böyle büyük bir müca­dele ile ne alâkası olabilirdi?

Fakat ona daima mücadele ve mücahede ruhunu aşılayan bir kaynak vardı ki, baştan başa ezberinde idi, onu gece gündüz okur­du. Bu kaynak Kur'an'dı.

Akif de onun telkinine güvenerek ve onun iyi işler işleyenlere verdiği müjdelere dayanarak yola çıktı. Yola çıktığı gün zaferin alnında parladığım hissederek İstanbul'dan Ankara'ya doğru yürü­dü ve İstanbul'dan Alemdağına kadar yürüye yürüye manevî zaferi kucakladı.

Milli Mücadelenin son bularak Türk milletinin taçlanmasından sonra Mısır'a çekildiği zaman bütün zevki Kur'an'ı daha iyi yaşa­mak ve Kur'an'ın bütününü hafızasında ve ruhunda canlandırmak­tı. Buna o derece muvaffak olmuştu ki; namazlarını hatim indire­rek kılıyor ve Allah'ın kitabına sarılarak Allah'ın huzuruna yükseliyordu. Bu onun Miracı idi!.

Hayatını “Allahın kitabına” bu derece vakfetmiş olan Akif'in Kur'an'dan aldığı ilhamlar ve Kur'an'dan sunduğu öğütler, toplan­mağa ve işlenmeğe değer bir eser teşki1 ediyordu. Ben bu eseri pe­rişan sayfalar halinde kalarak unutulmağa mahkûm olmaktan kur­tarmak istedim ve onun için eski mecmuaları karıştırarak bu eseri topladım.

Akif'in Kur'an'dan aldığı ilhamlara dayanarak millete vermek istediği öğütlerin her birinde bir hikmet dersi vardır ve her birinde Akif'in çağlayan ruhu kendini hissettirmektedir.

Üstadın bu eserini toplarken onun ruhunu taziz için ben de bir­kaç eserimi, fakat Kur'an'dan mülhem olduğum birkaç eseri, onun ruhuna ithaf etmeği vazife saydım. Ben, her şeyden önce üstadın ruhuna bir Fatiha hediye etmek istedim ve onun için eseri onun ruhunu şad edecek bir Fatiha ile açtım.

Her okurun bu Fatihaya iştirak etmesini dileyerek esere baş­lıyorum.

Lâleli, 20/11/943 Ömer Rıza Doğrul[2]

 

1- FATîHA SÛRESİ [3]

 

Meâli

 

Rahman ve Rahim olan Allatan adiyle,

Bütün hamd, O Allah'a yaraşır ki bütün âlemlerin rabbidir. (Mev'ut olan kemale erişmek üzere terbiye edenidir).

Rahmandır. (Rahmet kaynağı O, ve ezelden beri rahmetini esir-gemiyen ALlah O), Rahimdir. (Bağışlayıcı rahmet sahibi O. Rahme­tini ebede kadar sağnak sağnak yağdıran O,) Hesap gününün sahi­bidir, (Mes'ul olan kullarını yaptıklarının kargılığını görmek üzere kurulacak olan hesap gününün âmiri O).

(Biz, yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet. Nimetine eren, gazabına uğramiyan, azıp sapmayanların dosdoğru yoluna kavuştur ve bu yoldan ayırma! Yarabbi). Âmin, [4]

 

Tefsîrî

 

Fatiha; yedi âyetten ibaret olan bir sûredir. Her müsliman, namaz kıldıkça namazının her rek'atında bu sûreyi okur. Geçmiş­lerini andıkça hayat âleminden göçen sevgilerini hatırladıkça onlarm ruhuna bu sûreyi hediye eder. Dua ettikçe, dualarını ve niyaz­larını bu sûreyi okuyarak bitirir. Bu yüzden bu sûrenin müslümanın hayatında çok geniş bir mevkii ve nüfuzu vardır. Bu sûreyi okuyan her müslüman, çok büyük maksatları gözetir, bu maksat­ları gerçekleştirmek yolunu tutan bir kimse olduğunu anlatmak ve belirtmek ister.

Sûrenin ilk âyeti ile Allah'ı anıyoruz ve öğüyoruz. Andığımız ve öğdüğümüz Allah'ın şanını anlatıyoruz Onun için şöyle diyoruz:

“Öğülmek, hamd olunmak ve şükredilmek, sıfatları en yüksek sıfat; lütuf lan, ihsanları sonsuz olan Allah'a, bütün kemal sıfatlarıyle vasıflanan, bütün eksikliklerden ve aksaklıklardan birinin de kendisine yamanmasına imkân bu!unmayan yücelerden yüce yaradana yaraşır.”

Bizim bu şekilde andığımız Allah “Rabbülâlemin” dir. Yani bütün âlemlerin rabbidir. Rab; terbiye eden, verdiği terbiyeye göre bir gayeye ulaştıran Allah'tır. Ve bu Allah bütün âlemlerin, bütün varlıkların rabbidir. Hepsini yaratan, hepsinin terbiyesini veren ve bu terbiyeye göre her birine yetişmek ve gelişmek, bir gayeye var­mak ve bir kemâle erişmek kabiliyetlerini veren O'dur.

Hamd, O Allah'a yaraşır ki, bütün âlemlerin rabbidir.

Bütün varlıklar, onun eseridir ve onu öğen her kul, bütün var­lıkları yarattığını bilerek ve yaratılan bütün varlıkların kendi var­lığını da desteklediğini duyarak ona hamd eder. O, yalnız insanı yaratmış olsaydı, varlık âlemi, bütün genişliğiyle Ona dar gelirdi. Halbuki Cenab-ı Hak, onun varlığını beslemeğe, yetiştirmeğe ve geliştirmeğe yardım edecek, onun ırkını üretecek, onun yaşayışını şenlendirecek, ona vâdedilen her kemali gerçekleştirecek maddî ve manevî her ihtiyacı karşılamış ve onun bütün hamdine, bütün şük­rüne lâyık olduğunu, başka hiç bir varlığın bu liyakati onunla paylaşamıyacağını belirtmiştir.

işte biz, bu Allah'a hamd ederiz. Bu Allah, bütün âlemlerin rabbidir. Bütün varlıkları var edendir.

Bütün varlıkları var ettiğini anlayarak öğdüğümüz yüce Allah “Rahman” dır. Rahmet kaynağıdır. Yarattığı her varlık dünyaya doğar doğmaz, rahmet kaynaklarının kendisini kucakladığını görür. Onu beslemeğe yarayacak her şey, peşinden yaratılmıştır.  Güneş ona bol bol aydınlık verir, toprak sinesinin bütün verimlerini ona sunar, hava göğsünü sıhhat seyyaleleriyle doldurur. Elhası1 yaşa­mak, beslenmek, kuvvetlenmek, neşvünema bulmak için her neye muhtaçsa, hepsinin de dünyaya gelmesinden önce yaratılmış ve hazırlanmış olduğunu görür ve bunların hepsinden istifade ederek yaşar. Allah'ın “Rahman” ohışımdaki manâ budur. Rahman, ya­şamak için istifade edilecek her şeyi yaratmakla rahmetini bütün kullarına veren ve hiç birini de mahrum etmeyen esirgeyici Allahtır Allah'ın, Rab olmak sıfatiyle terbiyesi mahrumiyete değil, rah­mete dayanır. Ve Onun rahmeti boldur, geniştir, özlüdür ve verim­lidir. Bolluğu ile doyurur, genişliği ile geliştirir, özlülüğü ile sağ­lamlaştırır ve verimliliği ile hızlandırır. Allah'ın bu rahmeti eze­lîdir, umumîdir ve her kulun emrine amadedir.

Fakat o yücelerden yüce varlık yalnız “Rahmanı” değildir. Üs­telik “Rahim” dir. Yani yarattıklarının dünyada yaşamalarını sağ­layacak, varlıklarını doğrultacak, yaşama yolunda yürümelerinin he­defini gerçekleştirecek rahmetini verdiği gibi, kullarının çalışarak, çabalayarak kazandıkları muvaffakiyetleri de mükâfatlandıran rahmet kaynağı Odur. Kulları onun terbiyesini alır, onun nimetle­rinden istifade ederek yaşar ve yaşayışlarını doğrultarak onun ter­biyesini verimleştirir. O da bu verimleri bereketlendirir. Onun ya­ratıcılığı kahır ve ceberut tanrılığı değildir. Rahmet ve ihsan ya­ratıcılığıdır. Onun gazabına uğrayanlar, rahmet ve ihsanını kazan­dıran yoldan saparak bu kötü âkibete uğrarlar. Fakat rahmet ve ihsan yolunu tutanlar, Allah'ın rahmet ve ihsanını bütün kullarına, bütün yarattıklarına teşmil edenler, nail oldukları nimetlerin dai­ma arttığını görürler. Allah'ın rahîm olması, rahmetin mükâfat ve bereketini arttırması ile tecelli eder ve bu rahmeti kazanmak, in­sanın çalışma ve gayretine bağlıdır.

“Din gününün sahibi O.,”

Din günü, hesap günü, mükâfat günü, ceza günü; yani her in­sanın, yapmış olduğu her şeyin, her iyiliğin ve her kötülüğün kar­şılığını göreceği günün mutlak âmiri ve sahibi O'dur. O yüce Al­lah'tır. Âmirdir ve sahiptir. Çünkü hesap sorar ve hesap vermez. Hesap vermezliği kahır ve ceberutunu değil merhamet ve ihsanını belirtmek içindir.

Çünkü O, suçluyu bağışlar, suçsuzu ağırlar. Rahmeti her he­saptan üstündür. Ve mutlak amirliği adalet kaydından fazla rah­met ve ihsanına bağlıdır.

O'nun her günü bir din günü, bir hesap günüdür, ceza ve mü­kâfat günüdür. Ve her gün, her fert yaptıklarının karşılığını hemen görür. Sıhhatinde, servetinde, şöhretinde, elhasıl yaptığı kötülük veya iyiliğin tesirine göre yaşayışının her sahasında onun mukabili ile karşılaşır. Farkına varmazsa sebebi iç gözünün körlüğüdür. îyilik eden her kimse, yaptığı iyiliğin karşılığını vicdaniyle izaniyle his­sedeceği gibi onun feyz ve bereketini yaşayışında da fark eder. Fert için bu böyle olduğu gibi milletler için de böyledir. Onlar da yaptıkları iyiliklerin ve kötülüklerin karşılığını hemen görürler ve ona göre ya bahtiyar yaşarlar, yahut bedbaht olurlar. Bütün insanlık da böyledir. O da yaptıklarının karşılığını görür ve ona göre ceza veya mükâfat ile karşılaşır.

Fakat dünya hayatının her gününe ait bu hesaptan ayrı bir he­sap günü daha vardır. Ve orada hesaplar topyekûn görülür.

Mademki her insan mes'uldür ve insan, mes'uliyeti idrâk et­mekle, mes'uliyetin icaplarına saygı göstermekle insandır, o halde bu mes'uliyetin hesabını vermesi de mukadderdir.

Onun için Cenab-ı Hak evvelâ bütün âlemlere şâmil olan rabba-niyetini, rahmet ve muhabbetinin bolluğunu ve genişliğini anlattık­tan sonra başıboş gezmediğimizi, fakat mes'ul olduğumuzu ve he­saba çekileceğimizi anlatmış, mes'uliyet ve hesap yükünü taşıdığı­mızı unutmayarak rahmetlerine, nimetlerine lâyık olmağa çalışma­mızı, huzuruna temiz bir defterle, sağlam ve şerefli bir hesapla çık­mamızı istemiştir.

Rabbaniyetini (besleyip büyütücülüğünü), rahmâniyetini, he­sap gününe malikiyetini anlaarak böylece andığımız ve öğdüğümüs Allah'a karşı daha sonra gönlümüzün en samimi ve en yüksek di­leğini anlatarak diyoruz ki :

“İlahi! Biz yalnız sana ibadet ederiz.”

ibadet, Allah'ın yüceliğini duyarak, rahmetinin genişliğini ve nimetlerinin bolluğunu görerek ona karşı şükran hislerimizi ifade­dir.

Bu bir kutsal vazifedir. Ve biz bu vazifeyi başarmakla bizi ya­radan ve bize her şeyi ihsan eden Allah'a karşı duygularımızı belirtmiş olduktan başka, ruhlarımızı tasfiye etmiş, taşıdığı­mız mes'uliyetin gereklerine daha kolaylıkla uymağa, vazifelerimizi daha fazla severek yapmağa, iyilikten daha fazla hoşlanmağa, kö­tülükten daha fasla tiksinmeğe alışmış oluruz. İbadetle Allah'a kargı şükranımızı ifade ederek, nankörlüğün her çeşidinden ko­runduğumuz gibi, bu sayede ahlâkımızı da doğrultur, fazilet hissi­mizi de besler ve geliştiririz. Fakat ibadetimizin biricik hedefi, yal­nız Cenab-ı Hak'tır. Biz yalnız Ona yönelir ve yalnız Ona kulluk ederiz. Başka hiç bir varlığı Ona eş veya ortak saymayız. Başka hiç bir varlığı yüceltenleyiz, başka hiç bir varlığa Ona yakışan payeleri veremeyiz, ibadetimiz yalnız Ona yöneliktir ve ondan gayrisine asla baş eğmeyiz. Çünkü başkasına baş eğmek insanlık şerefini alçaltır ve insanlığı o tapılmağa lâyık görülen şeyden veya varlıktan daha ger ve alçak bîr mevkie düşürür. Buna asla razı olmadığımız, insanlığımızın şerefini alçaltmak değil daima yükseltmek için çalış­tığımızdan dolayı, biz yalnız Allah'a ibadet ederiz. Hiç bir kula, hiç bir şeye, yaratılmış olduğunu bildiğimiz herhangi bir varlığa baş eğmeyiz Bilâkis o yaratılmış olan şey neye yararsa, ondan o yolda istifade ederiz. Fakat ruhumuzu o varlığın karşısında alçaltarak ve o varlığa kudsiyet veya tanrılık yapmayarak onu kendimizden üstün saymayız. Her ne değerde olursa olsun maddaye tapmayız. Çünkü madde, bizim kullandığımız, işlediğimiz, neye yararsa o yolda ihti­yaçlarımızın emrinde bulundurduğumuz şeydir. Aklımız ve gücü­müz ondan üstündür. Ondan üstün olduğu için onu kullanmakta ve işlemektedir.

Bu böyle olduğu için, ibadetimizin biricik hedefi, Allah'ın rızasıdır. Allah'tan gayrisine kulluk etmeyi zillet ve esaret sayarız ve yalnız Allah'a ibadet ile hürriyete kavuşur, insanlığımızın bütün asalet ve şerefini duyar ve hayatta en yüksek gayeleri gözetiriz.

Onun için niyazımız şudur:

“Biz yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.”

İbadetimizin hedefi, yalnız zatı kibriya olduğu gibi, O zat-ı kibriyadan bütün dileğimiz de bizden yardımını esirgememesidir.

Allah'ın rahmet ve nimetlerinden faydalanmak yolunda Onun bize ihsan ettiği dimağ; kalb, ve vicdan kuvvetlerine, manevî ve maddî her gücümüze güvenerek çalışıp çabalarken bu kuvvetleri sağlanılamayı, bu kuvvetleri lâyıkîyîe işletmek imkânını vermeyi, bu kuvvet kaynaklarının sonsuz hazinelerini verimlileştirmeyi Allah'­tan niyaz ederiz, bu yolda yardımı yalnız Ondan dileriz.

Her yardımı Allah'tan dilemek iki hakikati tazammun eder. Birincisi: Yapılması icabeden her iyi ve faydalı işe teşebbüs etmek, bu gibi işleri başarmak için gereken her gayreti sarfetmek.

İkincisi: Bu işleri gayesine vardırmak için Allah'tan yardım dilemek ve sarfolunan gayretlerin boşa gitmemesi için Ona yalvar­maktır.

Yani biz, evvelâ kendi gücümüzü, maddî ve manevî bütün kuv­vetlerimizi seferber eder, sonra bütün bu kuvvetlerin yaratıcı çalış­malarını verimlileştirmek için Allah'a yalvarırız.

Allah'ı bu tarzda anan, öğen ve yalnız Ona ibadet eden, yalnız Ondan yardım dileyenlerin, bütün gaye ve hedefi ise dosdoğru yola iletilmektir. Onun için daha sonra:

“Bizi dosdoğru yola ilet diyoruz.

Dosdoğru yol! Bu dünyada, en büyük gaye budur. Çünkü bu yol hak yoludur, fazilet yoludur, ilerleme yoludur, bir kelime ile, Kur'an yoludur.

İnsan kafasının en yüksek tasavvurları güzele, doğruya ve iyiye giden tasavvurlardır. Fakat bunların iğinde en Önemli olanı Allah'ın kitabının yönettiği tasavvurlardır.

Çünkü yalnız güzelin cazibesi bir fitnedir.

Ve yalnız iyi, bir iğfal ve riya perdesi olabilir.

Doğru ise, güzelin de, iyinin de temelidir.

Asıl doğru olan ise Allah'ın kitabıdır.

Güzel, insanı aldatır: iyi, riya ile karışır ve o zaman güzel, çirkin; ve iyi, kötü olur. Güzel, bir gayya ve iyi, bir ağ teşkil eder. Ancak doğru, güzeli çirkinlikten ve iyiyi riyadan kurtarır. Güzelin açabileceği gayyaları kapatır ve iyinin kuracağı ağları parçalar. Güzel ve iyi; ancak doğru sayesinde bir gaye ve bir hedef sahibi olur, mânâ ve değer kazanır.

Güzelin ve iyinin doğru ile imtizaç etmesi sayesinde kudsiyet kelimesiyle ifade ettiğimiz vahdet husule gelir, yani kudsiyet, bu kesretin denkleşerek birleşmesidir ve insanlık bu birleşik mânâ sayesinde kemalini bulur.

Doğruyu, deneye deneye seçeriz ve öğreniriz. Onda amelîlik eksik değildir. Hayat olaylarım denemek, hayat tecrübelerinden is­tifade etmek, hayat yolunda yürümek ve ilerlemek, onun sayesinde mümkündür.. Onun sayesinde iyiyi ve güzeli ayırd edebiliriz. Yani güzele mahza güzel olduğu için güzel, iyiye yalnız iyi olduğu için iyi demek kolaydır. Fakat doğruda, amelî ve hayatî bir değer de vardır ve bu amelî değerin o nazarî değerlere karışması sayesinde vücut bulan vahdetle güzel de, iyi de mücerret birer değer olmak­tan çıkarak hayatî bir değer kazanır, nefes alır ve yaşar. Nefes alamayan ve yaşamayan bir güzel veya iyinin yaşayanlar için örnek olmasına imkân var mı? Güzel ve iyi, yaşamalı ki yaşayanlar için örnek sayılabilsin. Bunları yaşatan, onlara nefes veren ise “doğru’’ dur. Onun için Allah'ın kitabı, doğruyu, güzelden de, iyiden de üs­tün görür. Çünkü her şey onun nefesiyle yaşayarak hayatiyet ka­zandığı gibi ahlâkiyet de kazanır. Ve yine onun sayesinde de haya­tiyet ve ahlâkiyet kazanan mefhumlar, hep birlikte kudsiyet sevi­yesine yükselir.

Bizim.. Allah'tan en büyük niyazımız doğru, hem de dosdoğru yol, dosdoğrunun çizdiği hayat yoludur. Hidayet budur ve bu yolda yürümektir.

Bizim için diğru, varlığımızın manevî temelidir ve hedefidir. Yaşayışımızda dosdoğru yolu tutmakla; bu yolun sonuna varmak, yokuşun  şahikasına tırmanmak ve şahikalarda yaşamak isteriz.

Bu yol, Allah'ın bütün güzide kullarının yoludur. Ve Allah'ın kitabı bunu şu şekilde anlatır:

“Senin nimetlerin erenlerin yolu!”

Allah'ın nimetlerine erenlerin, Allah'ın insanları insan edeli Onu nimetine kimler ermişse hepsinin yolu, doğruluk yoludur. Ha­yat yolunu deneyerek onun “doğru”ya dayandığını görüp anlayan ve bu yolda yürüyen kimseler hangi millete, hangi devre mensup olurlarsa olsunlar, örnek tanınmaları için kâfidir. Yeter ki doğruluk vasfının gereklerini hayatlaruıda gerçekleştirmiş, örnek sayılmağa liyakat kazanmış olsunlar.

Bu son derece geniş bir görüştür ve dünle, bugünle, yarınla bağlı değildir. Belki hepsini kavrayan ve birden ifade eden bir gö­rüştür. Bizim yolumuz da, dosdoğru insanların yoludur. Ve bunla­rın doğru yolu tuttukları hangi şekilde tezahür ederse etsin, biz doğruluğun o tezahüründe onları Örnek tanırız. Doğrulukları ilim yolunda mı belirmiştir, onlar, ilim yolunda örneğimizdir ve onların yolunda yürüyerek o ilmi benimseriz. Yahut onların doğrulukları ahlâk yolunda mı kendini göstermiştir, biz de onları o yolda kılavuz sayarak o fazileti kucaklarız. Siyaset yolunda ise o siyaset yolun­dan istifade ederiz. San'at veya sanayi yolunda ise yine öyle. Reh­berimiz daima doğruluktur ve doğruluğa götüren her şeyi benim­semek ilk vazifemizdir ve bütün emelimizdir.

Allah'tan en büyük, hattâ biricik dileğimiz dosdoğru yola, Al­lah'ın nimetlerine eren kimselerin yoluna iletilmektir.

Bu yolda yürürken korunacağımız bir şey vardır:

“Gazaba uğrayanların, azıp, sapanların yolu”.

Birtakım gösterişlere kapılarak doğruyu eğriden ayıramayanarın akıbeti; gazaba uğrayanların, azıp, sapanların yoluna düşmek ve bu yola düşmenin bütün neticeleriyle karşılaşmaktır. Onun için dosdoğru yolu tutarken daima akıl ve muhakememizi, tecrübemizi, bütün maddî ve manevî gücümüzü kullanarak hareket eder, doğrulu ğa sarılmağa kör bir görenek mahiyeti vermekten korunur, onun yeni feyizlerle tazelenmesini, yeni tecrübelerle beslenmesini, yeni "ufukların havasını teneffüs ederek gençleşmesini gözetiriz.

Kur'anın hareket etmekle yaşadığımız ve yaşattığımız dinî ülküleri yeryüzünün tereddilerinden korur; hurafe, taassup, batıl itikat adı verilen tereddilerin içimize yol bulamamasını temin ede­riz.

Gazaptan korunmanın, azıp, sapıtmaktan kurtulmanın çaresi budur. Ve onun için biz, bir taraftan Allah'ın nimetine eren kim­selerin yolunu tutmağa ve o yolun yolcusu, hattâ kılavuzu olmağa dikkat etmekle beraber yalanın, eğrinin, bâtılın, gerinin “doğru” kılığına girerek bizi şaşırtmaması ve saptırmaması için bütün korun­ma imkânlarına baş vurur ve bu sayede hurafelere, taassuba sü­rüklenmekten kendimizi muhafaza ederiz.

Onun iğin dosdoğru yola iletilmeyi Allah'tan istemekle ve Al­lah'ın nimetine eren kullarını örnek tanımakla beraber, gazaba uğ­ramamak ve azıp, sapmamak için de Allah'ın yardımını dileriz. Bu yolda bütün gücümüzü kullanırız.

Fatiha sûresini okumakla anlatmak istediğimiz budur. Bunu okumakla ve Kur'ana uymakla, Onun gereğince hareket etmekle, hayatımıza en dürüst istikameti vermiş, yaşayışımızı bu yola doğru ilerletecek, bu gayeye doğru adım atmanın bütün bahtiyarlığiyle zenginleştirecek, insanlığımızın bütün asalet ve şerefini yaşatacak mânâ ve değeri kazanmış oluruz. Bütün duamız, bütün niyazımız bu gayenin gerçekleşmesi ve Kur'an'm ilâhî bütün insanlığın hayatını kucaklayarak onu saadet ve refaha kavuşturmasıdır.

Biz de bu sûreyi, merhum üstad Mehmet Akif'in ve bütün mü’minlerin ruhuna ithaf ederek onun meal ve tefsirlerine İnşirah sü­resiyle bağlıyoruz.

21/X/1943 Ömer Kıza Doğrul [5]

 

ÎNSÎRAH SÛRESÎ [6]

 

Meali

 

“Biz senin göğsünü genişletmedik mi? Belini çatırdatan yükünü indirmedik mi? Sonra, ismini yükseklere çıkarmadık mı? Öyle ise bilmiş ol ki; güçlüğün yanında kolaylık var. Evet güçlüğün yanında şüphesiz, kolaylık var. Onun için mücadelenin birini bitirince birine atıl. Bir de yahuz Allah'tan iste.”  [7]

 

Tefsîrî

 

İnşirah sûresi ekseriyetin kavline göre Mekkîdir. Duha sûresi­nin ekidir diyenler bile olmuştur.

Malûmdur ki (Şerh) açmak, genişletmek manasınadır. Göğsün büyüklüğü, vücudun kuvvetini gösterdiği için Araplarca pek mak­bul idi. Hakikat, geniş göğüs kalb ile ciğerin rahat rahat işlemesini temin ederek vücudu kuvvetli tutar. Kuvvetli kimse ise kendine hü­cum edenleri ezeceği için huzur içinde yaşar. O sebepten göğsün ya­rılması ferahlık, genişlik demek olur.

Aleyhisselâtü vesselam efendimiz kavmini sapıklık, küfür ve inat içinde gördükçe içi son derecede daralır, onları hangi yoldan irşat edeceğini düşünürdü. Cenab-ı Hak nebiyy-i muhteremine aramakta olduğu yolu vahiy ile gösterince; kalbindeki sıkıntı birdenbire ferah­ladı, göğsü genişledi.

İkinci âyetteki Vizr, maddî yük değil, manevî yüktür. Ancak ruha verdiği eza hakikî yükün vereceği yorgunluktan daha acıklı olduğu için bu kadar şiddetli bir surette tasvir buyurulmuş.

Evet; Şirk'in, vahşetin, cehaletin en sefil durumundaki bir kav­mi; daha sonra diğer birçok milletler tevhide insaniyete, irfana doğru gekip götüren, onları Cehennem uçurumlarının kenarından alarak cavidanî (temiz) hayat sahasına çıkaran Resulü Ekremin göğsü ne kadar genişlemiş, arkasından ne dehşetli bir yük inmiş olacağı meydandadır.

“Ref'i zikir” den (ismini yükseklere çıkarmaktan) murad-ı ilâ­hî ise, şehadetlerde, ezanlarda, hutbelerde kelâmullahm birçok yer­lerinde Hazreti Peygamberin Allah ile birlikte anılmasıdır. Bir isim, daha ne kadar yükselebilir?

“Güçlüğün yanında kolaylık vardır,” kavli celili yaratıcının ne büyük bir kanununa, ne kat'î bir düsturuna tercüman oluyor. “Üşür” süz (güçlüksüz) Yüsr (genişlik ve kolaylık) olmayacak; lâkin usr'ün zorluğun yanında mutlaka yüsür kolaylık bulunacak. Zemahşeri di­yor ki “Âyet-i kerimede (Me'a) kelimesi irat buyurulmuş. Zira yüs'r üsr'e o kadar yakınki âdeta aralarında hiç fasıla yok, ta ikisi be­raber.”

Bu hayat âleminde insanlar türlü türlü sıkıntılar çeker, türlü türlü musibetlere düşerler. Şayet ümitsizliğe düşüp çalışmayı bıra­kacakları için mahvolup giderler. Yok, o sıkıntıdan kurtulmak, o felâ­keti yenmek için uğraşırlarsa sonunda muvaffak olurlar, iş, himmeti büyük, azmi sağlam tutmaktadır. Yüs'r Usr'ün yanı başındadır, haki­katini lisanı haktan duyanlar için kemal-ı itminan ile çalışmaktan başka ne kalır? Allah'ın bu müeyyet tatmini, Kur'an'ın bu müehhet temini beşeriyet için ne kıymetli bir tesellidir!

Zaten Hakkın yardımından ümidini kesmek yeise, düşmek ha­ramdır. Sa'ye, mücadeleye, azme sarılmak müslümanhğm ruhudur. ‘’Onlar ki bizim yolumuzda çalışıp çabalarlar, mutlaka yollarımızı bu­lurlar”, [8] “Allah'ın rahmetinden sakın ümidi kesmeyin. Allah'ın rahmetinden kim ümidini keser, meğer ki şaşkınlardan ola”[9] gibi daha birçok emirler, nehıyler gözümüzün önünde dururken bu ruhtan uzaklaşanlara yazıklar olsun!

Aleyhisselâtü vesselam efendimiz Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber iken, ne kadar güçlüklere, ne kadar felâketlere maruz kaldı! Ezalar, cefalar, tehditler, ölümler içinde tek başına nasıl uğraştı! Sonradan etrafına toplanan arkadaşlarından da ne büyü“Onlar k fe­dakârlıklar gördü! Lâkin o muvakkat Usr ne sürekli bir Yüsr'e inkilâp etti!

Mücahedenin birini bitirince birine atıl” mealindeki âyet-i kerime ile Allahü zülcelâl Resulü güzinine diyor ki:

Madem Usr'un sonu Yüsr'dür; gerek kendine, gerek ümmetine faydalı olacak ibadetinden, mücahedelerinden birini bitirince diğeri­ne atıl, bu uğurda yorul. Zira bu yorgunluk rahatın ta kendisidir [10]. Peygamber efendimiz bu sûreyi ilk okuduğu sırada, dünya sa­pıklık içinde yüzüyor, ahlâksızlık ortalığı sarmış bulunuyordu. Hele Peygamber efendimizin içinde yaşadığı muhit, bir bataklıktan fark­sızdı. Çünkü bu muhit içinde yaşayan cemiyet, fazilete düşmandı. Bu cemiyetin fertleri, fazileti boğmak için birbiriyle yarışa girmiş gibi idiler. Onun için cemiyet iffet, nezahet, fazilet namına ne varsa, hep­sini hor gören, mukaddesat namına bir şey tanımayan sefil bir ce­miyetti. Fıtratın ana olarak yarattığı kadın, bu cemiyetin içinde, yal­nız bir zevk ve sefahet vasıtası idi. Kumar âfeti, bu cemiyeti kasıp kavuruyordu. O kadar ki, cemiyetin taptığı ilâhlar bile birer kumar­bazdılar. Çünkü vazifeleri talihten haber vermekti. Bu haberi ver­mekte isabet ederlerse saygı, isabet etmezlerse hakaret görürlerdi.

Bu cemiyet ticareti ihtikâr, serveti İnhisar haline getirmişti. Yüreği katılaşmış, maneviyatı maddeleşmiş, ruhu taş kesilmiş bir ce­miyetti. Taptığı taşlar, ruhunun da taşlaştığını açığa vuran en bü­yük belirti idi. Maddeyi her şeyden üstün tutan ve onun karşısında eğilen, tapman, onun şerefine kurban kesen bir insanın taş yürekli olduğunu ispat için başka bir delil aramağa ihtiyaç var mı ki?

Put, ister altından ister bakırdan dökülsün, ister taşlardan ve­ya ağaçlardan yontulsun, ona tapanların; o maddeyi bütün varlıkla­rına hâkim kıldıklarını ve ondan üstün bir şey tanımadıklarını gös­termiş olmaz mı? Fakat yüreklerin ve ruhların taşlaşmış olduğunu gösteren putperestliğin hâkimiyeti de, mutlak değildi. Çünkü bu putlara tapanlar, muratlarına ermezlerse ve putların müdahalesiyle "bir talihsizlikten kurtulmazlarsa, bu putlara saldırmaktan geri kalım yor ve bir putu bırakıp başkasına bağlanıyorlardı.

Muhitin kendi mukaddesatına karşı saygısı da bu merkezde idi. Peygamber efendimiz, bu seviyede olan insan topluluğu arasında zuhur etti. Bunların haline baktıkça, bu vahşî kitlelerden bir insan cemiyeti çıkarmaktan, ara sıra ümidim kesiyor ve göğsü daralıyor-du. Fakat göğsünün daralmasına rağmen bir tek adamı yola ge­tirmek ve tek tek adamlardan bîr cemiyet, hattâ küçük bir cemaat kurmak bile onun göğsünü açıyor, ona istikbal hesabına büyük ümitler veriyordu.

Göğsünün bu şekilde açılmasını kime borçlu idi? O'na, o geniş göğsü veren Rabbma. însanları tek tek yola getirerek, terbiye ederek, yığın yığın kü­meleri irşat etmeğe girişmek, insan kudretinin dayanamıyacağı yükü sırtlanmaktı. Bu yük o kadar ağırdı ki, Peygamberlerin bile belini patırdatıyordu. Çünkü yapılacak iş, biter tükenir bir iş değil: Bir cemiyeti tek tek hidayete erdirmek, hidayetin aydınlığına kavuştur­mak; her ferdin gönlünde bir hidayet kaynağı fışkırtmak için bir insanın ömrü değil, nesillerin ömrü bile kâfi gelemezdi. Bunu düşü­nen Peygamberin göğüs darlığına uğramamasına imkân mı vardı? Çünkü manzara korkunçtu, milyon insan, ne zaman ve nasıl yola gelecekti?

Bizim gibi bir beşer olan Peygamber böyle nü düşünüyor, bu yüzden üzülüyor ve göğüs darlığına mı uğruyordu?

Mevlâ, onun göğüs darlığını ferahlığa çevirecek, onun sırtına milyon milyon yüklenen yükü, sırtından kaldıracaktı. Çünkü onun sesi gök gürlemesî gibi ufuklarda gürleyecek, insanlar küme küme onun sesiyle uyanacak, ufuklarda doğan yeni güneşle aydınlanacak ve bu güneşin feyziyle gönüller yeni bir bahara kavuşacak, yeni bir hayat yaşayacak!

Peygamber asla üzülmemeliydi, O'nun göğsü daralmamalıydı Çünkü harikulade bir kudretin feyyaz eli, onun göğsünü açtığı gibi sayısız insanların da göğsünü açacak ve bu açılan göğüslerde hida­yet aydınlığı parlayacaktı.

Peygamber, insanları tek tek irşat etmeği altından kalkılmaz bir yük sayarak, bu yükün altında esilmek ihtimalinden mi endişe edecekti? Asla endişe etmesin. Çünkü onun şahsında yasayan iman ve ahlâk örneği, çarçabuk sevilecek ve sevildikçe herkes ona imre­necek, herkes onu özleyecek, yavaş yavaş o büyük mesuliyet yükü, O'nun sırtından inerek mü'minlerin vicdanında yer alacak, bu saye­de bütün güçlükler ortadan kalkacak, insanlığın maneviyatında do­ğan yeni hidayet güneşi sayesinde dünya, başka bir dünya olacak ve Peygamberin nam ve gam yükseldikçe yükselecek bütün dünyayı kaplayacaktı...

Peygamberin göğsü daraldıysa da asla yeise kapılmadı ve vazi­fesini başara başara göğsü açıldı. Peygamber belini çatırdatan yük­ler taşıdıysa da bu yükleri sırtından atmayı düşünmedi, balki her şeye dayandı ve Allah'ın yardımiyle o yüklerin altından kalktı.

Vazifeyi başarmanın, yükünü kaldırmanın hakkı olarak adı yük­seldi ve asırlar geçtikçe şahikadan şahikaya erişti.

Göğsü daraltan, beli büken güçlüklerden sonra muhakkak ki ferahlıklar ve genişlikler vardır.

Bunaltıcı ve boğucu buhranlardan sonra, bunlara dayanmak ve bunların hakkından gelmek için uğraşmanın mukabilinde sonsuz mükâfatlar, refahlar ve izzetler vardır.

Fakat iş bununla da bitmiyor. Kur'an'ın dili Peygambere diyor ki:

“Sen ki Ya Muhammed, bütün bunları kendi hayatında, kendi savaşında, taşıdığın yükün göğsünü daraltmasında ve belini çatırdatmasmda şahsen denenmiş olan bir insansın! Sen ki; hayatın ve mukadderatın bütün tecrübeleriyle karşılaşarak Peygamberlik vazi­felerini hakkiyle başarmış bir Peygambersin! Sakın durma. Bu savaştan ve bu başarıdan vakit buldukça, bütün bu muvaffakiyetleri sana ihsan eden yüce yaradanına dön, O'nun lütuf ve inayetine şükr için secdeye kapan, O'nun yolunda çaîış, uğraş ve yalnız O'nu hoşnut edecek işlerle O'na yaklaş, yanaş!”

İnşirah sûresinin bütün bu anlattıkları mücerret birer hikmet dersi değil, birer tarihî hakikattir. Peygamber efendimizin hayatın­da bütün bu haller ve hadiseler geçmiş, Peygamber, putperestliğin en inatçı mukavemeti karşısında göğüs darlıklarına uğramış, taşı­dığı yük altında ezilecek hale gelmiş, fakat hepsine dayanmış, hep­sine katlanmış ve neticede göğsü genişlemiş, bütün bir cemiyeti hi­dayete kavuşturmuş, bu hidayet yayıldıkça yayılmış, dünyayı kap­lamış, Peygamberin adı da, sanı da, yükseldikçe yükselmiştir. Pey­gamber hiç bir vakit darlık ve güçlük karşısında yenilmemiş, irkilmemiş, her darlık ve güçlükten ferahlık ve genişlik çıkarmak için çalışmış çabalamış ve Allah'ın yardımiyle muvaffak olmuştur. Fakat iş muvaffakiyeti kazanmakla bitmemiş, Peygamber bu muvaffaki­yetin şükranını ödemekle yeni muvaffakiyetler kazanmayı sağlamış, bunları kaşanmak için Allah'a güvenmiş, böylece hayatının her anını mücahede içinde geçirmiştir.

Peygamber efendimizi örnek alacak olursak bu büyük dersten, insanın yenilmez bir kuvvet olduğunu anlıyoruz. însan her sapıklığı, her güçlükü, her buhranı yenmek kudretiyle mücehhezdir. Bu kud­reti kullanmayı bilen, kullanan ve onu kullanırken Allah'a güvenen her insan mutlaka muvaffak olur, mutlaka darlıktan kurtulur, mutlaka feraha kavuşur ve emeline nail olur.

İnşirah sûresini yalnız okumak ve anlamak dahi insana ferahlık verir. insanın manevî kuvvetleri uyuşmuşsa, bu görüş onları hemen uyandırır. İnsanın çalışma kudreti gevşemişse, bu duyuş ona yeni bir hız verir, ona yeni bir mücadele kudreti aşılar.

Bu sûre baştan başa inşirahtır. Genişlik ve ferahlık veren bir aydınlıktır. Ruhları, vicdanları, ufukları nura garkeden bahtiyar­lıktır. Ne mutlu bu inşirahı duyanlara!

Ömer Kıza Doğrul[11]

 

KEVSER SÜRESİ [12]

 

Meali

 

“Biz sana son derece çok verdik. Öyle ise Rabbin için namaz lal, kurban kes. Asıl ebter sana buğz edenin kendisidir.” [13]

 

Tefsirî

 

Sure-i Kevser üç âyet olup Mekkîdir. Sebeb-i nüzulü şudur:

As bin Vail, Ukbe ebi Mu'ıt, Ebû Leheb gibi Kureyş müstehzi­leri ne zaman Aleyhisselâtü vesselam efendimizin oğlunu irtihal etmiş görürlerse “Muhammed Ebter kaldı,” yani nammı andıracak bir evlât bırakmadı, derlerdi. Hem bunu Hazreti Peygamber için büyük bir kusur sayarlardı da halkı İslâm dinine katılmaktan alıkoymak maksadiyle daima ileri sürerlerdi.

Bundan başka müslümanların bidayetteki.zaafı, fakirlikleri ve azlıkları birer küçümseme vesilesi idi. Evet, bunları dinin hak olma­dığına delil sayarlar; “ilâhî bir din, servetlerin, kuvvetlerin sinesin­den fışkırır” derlerdi. Zaten cehaletin hüküm sürdüğü zamanların, zeminlerin hepsinde beyinsiz kimseler hakka, hakikate karşı aynı

tavrı takınmıştır.

Bu dedikodular müslümanları, hususiyle dine yeni girenleri in­citiyordu. Bu sûre-i celile erbab-ı imanı ferahlandırmak, Ashabı küfrün ve tuğyanın dilini kesmek için nazil oldu.

“Biz sana kevseri verdik” Kevser, kelimesi kesretten mübalağa sigasıdır, çokluğun gayesine varan şey demektir. (Oğlu seferden ge­len bir Arap karısına, “Çocuğun ne getirdi?” demişler, “Kevser, ya­ni pek çok” demiş.)

Kevser kelimesinden maksadın ne olduğunda pek çok ihtilâf hâ­sıl olmuş. Kimi “Aleyhisselâtü vesselam efendimizin kıyamete ka­dar payidar olan Ashap ve etbaıdır fi)” demiş. Kimi “Kur'ân” kimi “İslâm” kimi “tevhit” kimi “ilim” kimi “hikmet” kimi “dünya ve ahiret” nimetleri olmak üzere tefsir etmiştir.

İbhi Abbas'a “Kevser cennetteki nehir değil mi?” demişler. “O nehir de Cenab-ı Hakkın Peygamberimize verdiği çoğun içindedir.” cevabım vermiş.

“Asıl ebter sana buğz edenin kendisidir.”

Ebter ismi, nesli kesilmiş mânasına kullanılıyor. Aleyhisselâtü vesselam efendimize buğz edenler onun şahs-ı mübarekine karşı bir şey söylemiyorlardı. Zira nübüvvetten evvelki tarihi de gösteriyor ki; şahsı herkes nazarında muhterem, herkes nazarında sevimli idi. Bu herifler Cenab-ı Peygamberin zatına değil, dinine buğz ediyor­lardı. Onun için küfür ve inat zulmetlerinde kaynayıp gittiler. Tam mânâsiyle ebter oldular. Çünkü bu âlemde hayırlı bir ad bırakmadı­lar. Aleyhisselâtü vesselam efendimiz ise arkalarında ebedî bir din, namütenahi bir zürriyet, yani koca bir ümmet bıraktılar. (Sallallahü aleyhi ve sellem.) [14]

 

Kevser Sûresinin Tefsirine Ek:

 

“Ya Muhammed! Biz sana kevseri verdik.”

Bu hitap Allah'tan geliyor ve büyük bir müjde veriyor. Müjde, öyle bir kimseye veriliyor ki henüz kimsesiz denecek derecede yal­nızdır ve davası namına henüz büyük bir muvaffakiyet kazanmamış olan Peygamber efendimizdir. Onun bu sıradaki durumu, görünüşe göre, istikbal namına büyük bir şey va'd etmiyordu. Arabistan çe­şit çeşit putperestlikler, gayesiz ve sonsuz hurafeler içinde yüzüyor­du. Buna karşı bîr damlacık hidayet, bir damlacık doğruluk, bir damlacık insanlık ve bir damlacık ışık vardı ve bütün bunlar kısır bir çölün ortasına atılmış bir tohumdan ibaretti. Bu tohum da gö­rünüşe göre, o kısır çölün göbeğinde çürümeğe mahkûmdu. Bir tohumun çöl kısırlığı içinde kök salmasına,,filizlenmesine ve yeşil bir vaha yaratmak üzere serpilip ufukları, kaplamasının yeşil gölgele­rinde bütün bir âlemi barındırmasına imkân var mı? Çöl bu. Ve el­bette ki onun kısırlığı her verimli tohumu öldürecekti!

Hazreti Peygamber ilk mü'minlerle birlikte İslâm dînîni yay­mağa çalıştığı sırada vasiyet bu merkezde idi. Ve görünüşe göre,

Arabistanı saran putperestlik ve bütün dünyayı kaplayan sapıklık, çöl ortasında doğan bu ışık damlasını da boğacaktı.

Herkes vasiyeti böyle görüyor ve herkes yeni doğan hidayeti, çölün kısır kumlarına atılmış bir tohum sanıyordu.

Fakat Allah'tan gelen ses :

“Ya Muhammedi Bi'z sana kevseri verdik,” diyordu.

Yani: O bereketli tohumu verdik ki çölün ortasında bile yeşerir ve coşkun ekinler verir.

Sana o kevseri verdik ki; o kısır çölü bile baştanbaşa gülistana eçvirir, onu gürbüz bir hidayetin en canlı kaynağı yapar.

Allah'tan gelen ses, bunları söylüyor. Fakat bir kimse anlanııyordu. Çünkü çöl içinde yeni bir hayat kaynağının fışkırmış oldu­ğunu hisseden yok gibi idi. Çölün yoksulluğu ve kısırlığı bütün gö­nülleri kaplamıştı. Gerçi Arap şehirleri ticaret yüzünden az çok re­fah içinde yaşıyordu, fakat bunlar da bu refahı içki, kumar ve zina değirmeninde öğütüyorlardı. Çöl halkı ise, çölün mahrumiyetleriyle savaşa savaşa ruhunun bütün kaynaklarını tüketmiş bir halde idi. Muhit, hidayet ışıkları beslemekten âciz, yoksul ve sefil bir muhit idi.

Gerçi bu yoksul muhit içinde bir Peygamber zuhur etmişti. Fa­kat onun da ergeç bir varmış, bir yokmuş olacağı sanılıyordu. Çünkü muhatabı bir çöldü. Çünkü muhatabının kafası da, kalbi de, muhi­tinden farkı olmayan bir yoksulluktu. Daha önce, Hud gibi Salih gibi Peygamberler bu çöl halkına hitap etmişler, bu halkı yola ge­tirmek için uğraşmışlardı, fakat derin bir iz bırakmadan gelip geç­mişler ve Araplar sefalet ve sefahetlerinin kurbanı olmağa devam etmişlerdi. Acaba bu yeni teşebbüs de eskilerine benzeyecek mî idi?..

Allah'tan gelen ses:

“Hayır,” diyor ve bu yeni risalete “kevser” ihsan olunduğunu bildiriyordu.

Kevser, o sudur ki; bir çöl içinde de aksa onun kısırlığını ve yoksulluğunu feyiz ve berekete çevirir!

Kevser, o cennet ırmağıdır ki; her nereye uğrasa orada bir gü­listan yaratır.

Kevser o berekettir ki; gönülde doğmasiyle gönüller dirilir ve fazilet kaynağı olur!.

Kevser o şaraptır ki; onu içen Mest-i elest olur ve elest bezminin inan andını yeniden yaşar, o andın ilhamlarını gerçekleştirmeği va­zife sayar.

Kevser, insan ruhunun ezelden ebede kadar Allah'ını tanıyışının ve ona güvenişinin yarattığı bir coşkun nehirdir ki insanlığın bütün özü o nehrin akışında yağar. Hayatın faniliği o nehrin akışı içinde ebediyet kazanır.

Bu coşkun sel, bu ebedî kaynak, bu tükenmez bereket ve dün­yanın en kısır muhitine en gürbüz verimliliği bahşeden bu mübarek su. Peygamberimize ihsan olunmuştu. Onun risaletî çöl içinde bir nehir gibi kaynıyor ve bu nehir yeni bir hayat âlemi yaratıyordu.

Bu nehrin kaynağı, Peygamberin getirdiği hidayetti ve Allah'tan gelen ses bunu müjdeliyor, çölün ortasında manevî bir kaynağın fışkırmış olduğunu bildiriyordu.

Bu kaynak durmadan akacaktı ve hiç bir engel onun akışını durduramıyacaktı. Çünkü bu bir ilâhî ihsandı ve ilâhî vahyin dili bunu müjdelemekte idi.

Kudreti fatıranm bu ihsanını kim çevirebilirdi? Ve onun fışkırt­tığı kaynağı kim durdurabilirdi?

Bu yüksek ihsana karşı Peygambere  düşen vazife, Allah'ına şükretmek, bu eşsiz inayeti hamd ve sena ile karşılamaktı. Onun için Allah'tan gelen ses: “Öyle ise Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!”

Buyuruyor.

Ey Peygamber- diyor, o müthiş çölü bir hidayet gülistanına çe­vireceği muhakkak olan Allah'ına karşı secdeye kapanarak şükret, niyaz et, ve kurban keserek bu müjdeyi kutla! Bu müjdeyi bir bay­ram say da onu kurban keserek tes'it et!

Belki başkaları bu muazzam nehrin aktığını sezmiyorlardı, fa­kat Peygamber ile O'na inananlar nehrin aktığını gönüllerinde his­sediyor ve gönüllerinde bir gülsen peyda olduğunu, bir iman vahası yaşadığım, vicdanlarında yeni ve taze bir hayat kaynadığını idrâk ediyor. Allah'ın bu büyük nimetini sevine sevine takdis ve tes'it ediyorlardı. Çünkü hallerine bakarak istikballerini seziyor ve yalnız bir çölü değil, bir dünyayı kurtaracaklarından emin oluyorlardı.

Bütün dünyaya betbereket getiren, dünyanın vicdanını çöl kı­sırlığından kurtaran ve o vicdan içinde yeni bir hidayet kaynağı coş­turan Peygambere, birtakım düşmanlar, “ebter” mi diyorlar, asıl ebter onlardı. Çünkü Peygamberin adı, sânı, her gün yükseliyor, zürriyeti her gün çoğalıyor, hidayeti, her gün daha fazla parlıyor. Düş­manları ise kısır kaldılar ve unutuldular. Çünkü Peygambere ihsan olunan kevser, hâlâ çağlıyor ve yeni yeni vahalar yaratıyor. Çünkü Peygambere ihsan olunan kevser, hâlâ akıyor ve sonuna kadar dur­madan akacak!... Onun eseri daima yaşayacak ve ona düşman ke­silenler daima ebter kalacak.

Kevser sûresinin belirttiği ve yaşattığı bu mucizeyi, ve bu mucizeyi yaşatan tarihî hakikati kaydettikten sonra yine bu sûrenin, zamanımızda ileri sürüldüğünü gördüğümüz birtakım iddialara ce­vap verdiğini de anlatmak istiyoruz.

Bazı kimseler İslâm dininin çöl içinde doğduğu için çölün yok­sulluğuna ve kısırlığına uygun bir iptidailik arzetmesi icap ettiğini iddia ediyorlar.

“Kevser” sûresi, bu asırda ileri sürülen bu iddialara on dört

asır evvel verilmiş bir cevaptır.

Çünkü bu sûre, İslâm dininin “Kevser” olduğunu söylemekle onun çöl gibi kısır ve yoksul değil, fakat feyiz, bereket ve bolluk dini; şarıl şarıl akan nehirler, boy boy uzanan yeşillikler, gülistan­lar; sağnak sağnak yağan rahmetler ve sonsuz verimler dini oldu­ğunu anlatıyor.

Evet, bu din çölde doğmuştur. Bu din, kumların içinden fışkır­mıştır. Fakat kumlara da en zengin toprakların verimini verdir­miş tir.

Bu dinin, bu bakımdan da “Kevser” olduğunu ispat için onun doğduğu günden bugüne kadar ne derece işlendiğine işaret etmek yetmez mi?

Başta Resûl-i kibriya efendimiz olduğu halde eshabı güzin, tabi­în, tebai tabiîn, eimme-i müctehidin, müfessîrîn, muhaddisîn, fukahay-ı amilîn, velhasıl saymakla bitmez tükenmez kafile kafile, mah­şer mahşer ilim ve fikir adamları bu dine hizmet etmişler, bu dinin bereketini yaymışlar, bu dinin istidadındaki sonsuz genişliğe dayanarak, bu dinin özündeki kudrete güvenerek onu safha safha incele­mişler, ve dünyaya, bütün medeniyet âleminin neşrede ede bir türlü sonuna varamadığı ve varamayacağı muazzam bir manevî miras bırakmışlardır.

Acaba hangi din, İslâm dini gibi milyonlarca ilim adamının ye­tişmesine saik olmuş ve milyonlarca ilim adamını kendine hadim kılmıştır.

Kur'an'ın, yazılmasına saik olduğu eserleri bir araya toplamak mümkün olsaydı karşımızda Mısır ehramları gibi bir muazzam âbide, belki Himalaya gibi bir dağ silsilesi vücuda gelirdi.

Acaba bunun bir eşi başka bir yerde görülmüş müdür? Ve acaba bunun sebebi nedir?

Bunu “Kevser” kelimesinde aramalıyız. Çünkü kevserin tazammun ettiği bereket, şarıl şarıl akan nehirlerin bolluğu, Kur'an’ın ilim sahasındaki feyzindede göze çarpar. Kevser, bir ilim kaynağı idi. Ve bütün dünya bu ilim kaynağından kana kana içti. Hâlâ da içiyor, ya­rın da, öbür gün de içecek ve bu pınar daima kaynayacak, hiç   bir vakit eksilmeyecek, belki her zaman artacaktır. Çünkü menbaı “Kevser” dir. Yani Zat-ı Kibriyanın; Peygamberi olan Fahri âlem. efendimize bereketi eksilmez, feyzi tükenmez ihsanıdır.

Müslümanlığa “çöl dini” diyenler, onun “Kevser” olduğunu an­lamamış ve görmemiş kimselerdir. Fakat her asrı binlerce eser vü­cuda getiren, on dört asrın yarattığı âbideler, doldurduğu kütüpha­neler, bugün yalnız şarkı değil, garbı da beslemektedir, bu da bu feyiz ve bereketi inkâr eden kimselerin ilimle, irfanla alâkasızlıkla­rını belirtmektedir.

Fakat hakikat açıktır ve müslümanlık “Çöl dini” değil “Kevser” dinidir. Bolluk ve bereket dinidir. Hidayet bolluğu, ilim bolluğu, in­sanlık bolluğu hep Ondadır. Ve bu mucize daimidir, ebedidir.

Bu kevser mü'minîerin ruhunda ilelebet coşacaktır ve bu kevser, çöllerden, gülistanlar yaratmağa devam edecektir!

Biz mü'minler, bu kevseri, bu nehrin şarıltılarını, bu kaynağın diriltici cûşiini içimizde hissediyor muyuz? Yoksa içimiz çölleşti ve kısırlaştı mı?

Fakat çölleşti ve kısırlaştıysa da onu diriltecek kaynak elimiz­dedir.

Ve bu kevseri gönlümüzde kaynatmak her birimiz için mümkün­dür.

Hele bu sûreyi anlayarak okuyun, hele birkaç kere tekrar edin, hele Peygamberin hayatına bakarak bu sûrenin mânasını kavrama­ğa çalışın. Hele onun bu sûre ile, bu sûrenin feyzi ile baştan başa çöl olan bir âlemi, bir gülistana çevirdiğini göz önüne getirin, mu­hakkak ki siz de bir şeyler hissetmeğe başlarsınız. Muhakkak ki siz de Allahın bu ihsanından hissedar olursunuz.

Hele siz bu sûrenin feyzini rehber edin de bakın, nelere ermez, neleri başarmazsınız?!...

Yeter ki kevserin lezzetini tadın ve onun verdiği neş'e ile çalışın ve çalıştıkça ilerleyin!

Neticeyi denemek kolaydır. Çünkü kevserin feyzi ve bereketi derhal kendini gösterir.

Ömer Rıza Doğrul [15]

 

DUHA SÛRESİ [16]

 

Meali

 

“Gündüze de, durgun geceye de yemin ederim ki; Rabbin seni bırakmadı; senden muhabbetini kesmedi; âkibet senin için evvelin­den daha hayırlıdır; hem sana Rabbin öyle verecek ki; artık hoşnut olacaksın. O seni öksüz bulup ta barındırmadı mı? Şaşırmış bulup ta yol göstermedi mi? Yoksul bulup ta zengin etmedi mi? Öyle ise öksüzü sen de sakın incitme; soranı, isteyeni reddetme, Allah'ın nimetini ise her zaman ikrar et.”  [17]

 

Tefsiri

 

Muhtelif rivayetler şu noktada birleşiyorlar ki:

Bu sure-i şerifenin nüzulüne sebep,  Aleyhisselâtü vesselam efendimize inmekte olan vahyin bir aralık kesilmesidir. Bunışn üzerine “Allah Muhammed'i bıraktı, gazabına uğrattı,” zannedenler, yahut öyle diyenler bulundu. Şimdi bizim için zan, yahut inat şevkiyle bu sözü söyleyenlerin kimler olduğunu tahkike lüzum yoktur. Muhakkak bir şey varsa o da sure-i şerifenin üslûbu semavisinden anlaşılan şu haki­kattir ki: Cenab-ı Hak birer birer saymış olduğu şu nimetleri bu suretle tekit ederek nebiyyi muhterem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin ruhu müştakına itminan vermek*; hakkında sebkeden o nimetlerin sırf fadlı ilâhî eseri olduğunu düşündürüp geçmişte ken­disinden inayetini esirgemeyen kerimü lâyezalin gelecekte de esirgemiyeceğini istidlal ettirmek murat ediliyor.

Üstadı muhterem Şeyh Muhammet Abduh diyor ki:

Sure-i şerifenin tertibinde hitabı vakîden müşriklerin, yahut başkalarının maksut olabileceğini gösterir hiç bir işaret yoktur. Za­ten müşrikler vahyin seyrekleştiğini nereden bilecekler ki tutsunlar da dedikodu yapsınlar? işin hakikati Aleyhisselâtü vesselam efendi­mizin vahiydeki zevki lâhutiye olan iştiyaktır. Tabiîdir ki iştiyak, helecanı; helecan ise mutlaka korkuyu doğurur. Zira hazreti Pey­gamber de insandır; kendisini sair insanlardan ayıran imtiyaz yal­nız vahiydir. Nitekim “De ki: Ben yalnız sizin gibi bir beşerim. Ama, bana vahy olunuyor” mealindeki birçok âyetler bu hakikati sarahatan söyler.

Demek, Cenab-ı Hak Peygamberini, başkalarının kederine, ya­hut sürûruna karşı değil, onun kendi iştiyakından, kendi helecanın­dan dolayı teskin ediyor, vahiydeki fetretin (kesiklik) öyle hatırına gelen sebeplerden olmadığını yemin ile temin ediyor.

Âlem-i hakikatteki eşyadan, yahut kâinatın durumlarından bi­rine yemin etmek Kur'an'da carî olan âdet-i ilâhiye muktezasıdır. Bundaki maksat o nama kasem olunan şeye ezelde mevdu olan hik­meti ihtar etmek; insanlar onda bir nevî şer tevehhüm etmişlerse hata eylemekte olduklarını, zira fenalığın, şerrin o gibi şeylerde olmayıp onları kullananların, yahut o surette inananların kendile­rinde olduğunu anlatmaktır.

“Akibet senin için evvelinden daha hayırlı olacak” Mealindeki âyeti kerime sonradan gelecek vahiylerin evvelkilerinden daha hayırlı olacağını; çünkü dînin kemali, nimeti ilâhiyenin tamamı onlar saye­sinde kabil olabileceğini tebşir ediyor. Yoksa Aleyhisselâtü vesselam efendimiz için âhiretin dünyadan daha iyi olması pek aşikârdır. Onun için âhirete âhiret, “ûlâya” da dünya mânâsı vermek o kadar mü­layim gelmiyor. Hakikat, vahyin başlangıcı ile sonları arasındaki

fark ne büyüktür. “İkra bismi rabbike...” âyetlerindeki bütünlük nerede, sonları inen âyatı celiledeki, o, akaide, ahkâma ait tafsil nerede?

Hazreti Peygamberin yetim olup evvelâ dedesi Abdülmuttalib'in, sonra amcası Ebu Talib'in himayesi altında yaşadığı malûmdur. Bu­rada tafsile lüzum görmüyoruz.

Gelelim “O seni öksüz bulup ta barsndırmadı mı” âyet-i kerime­sine, Aleyhüsselâtü vesselam efendimiz daha çocukluğunda iken muvahhit idi. (Allanın birliğine inanırdı) ahlâkın en temizine malik idi; hiç bir puta tapmadı, hiç bir fenalık yapmadı. O derece ki: Kav­mi arasında doğruluğun timsali tanınır, herkes tarafından “El Emin) diye anılırdı. Müşriklikten, yahut nefsine mağlûbiyetinden ileri ge­lecek Onun zatı keriminden dünyalar kadar uzak durur, civar-ı tahirine yaklaşmaktan korkardı. Gönderildiği milletçe şahsı, muhterem görülsün de sözü dinlensin, gösterdiği yola gidilsin, diye Cenab-ı Hak onu daha çocukluğunda iken müşriklik, ahlâksızlık gibi iki lekeden temizlemişti.

Demek, âyet-i kerimedeki dalâl bu mânâya asla gelemez. Ancak dalâlin diğer birtakım nevileri vardır ki biri de insan için karşısma çıkan yollardan hangisini tutmak lâzım geleceğinde mütehayyir kal­maktır (şaşırmaktır).

' Evet, Aleyhüsselâtü vesselem efendimiz daha Peygamber olmaz­dan evvel kavmi arasındaki müşriklerin dinine bakıyor, putlarını görüyordu. Diğer taraftan her ikisi de tevhit dini olan Nasranilik ile yahudilik vardı. Acaba gerek kendi, gerek kavmi için bu iki dinden birini seçmek iyi olur mu idi? Lâkin ümmî olduğundan kitap okuyup bu iki dinin ahkâmını tetkik edemiyordu. Şu da var ki, yahudilerle Nasranilerin hali müşriklerinkinden pek farklı değildi. Onların da akideleri şirk ile, amelleri fesat ile karışmış idi. Sonra, Cenab-ı Pey­gamberi, asıl dalâlin, yani hayretin büyüğü, arapların haline baktığı zaman istilâ ediyordu:

İtikat bozukluğu seyyiesi olarak evham içinde, hurafeler içinde çalkalanıp duran bu kavim birbirinin kanını içtikçe, tefrikadan tefrikaya düştükçe, bir taraftan Habeşilerle Acemlerin, diğer taraftan Romalıların boyunduruğu altına girip helak uçuru­muna yuvarlanmağa mahkûm idi.

Evet, bunları kurtarmak lâzımdı. Lâkin akidelerini düzeltmek, cahiliyet âdetlerinin tahakkümünü kaldırmak için ne yapmalı idi? Hangi yoldan gitmeli idi? işte Aleyhisselâtü vesselam efendimizi şa­şırtan bu idi. Bir de, vakıa Cenab-ı Peygamber daha çocukluğunda iken muvahhit idi. Allahü zülcelâlin bütün âlemi yarattığını, O'ndan başkasının ibadete  asla  müstahak olmadığım  anlamış  idi.   Lâkin yaşadığı müşriklik muhiti içinde, vahy-i ilâhî olmaksızın, halika nasıl ibadet edileceğim, onu nasıl tenzih etmek, hangi vasıf ile vasıflan­dırmak lâzım geleceğini kendiliğinden nasıl bulabilirdi?

İşte Cenab-ı Haktan vahiy ininceye kadar Aleyhisselâtü vesse­lam efendimizin hali bu idi. Vahyin gelmesinden sonra ise kavmini, sonra bütün cihanı kurtarmak, yaratanını tenzih etmek için tutacağı yolu öğrenerek dalâlden, yani hayretten kurtuldu. Görülüyor ki “O seni şaşırmış bulup ta yol göstermedi mi?” âyetîndeki dal vasfı Hazreti Peygamber için zül değil, bilâkis şereftir.

“Soranı, isteyeni reddetme” âyet-i celilesindeki “sail” kelimesini müfessirlerin çoğu dilenci mânâsına almış iken, merhum Muhammet Abduh doğrudan doğruya “Bilmediğini soran” ibaresiyle tefsir edi­yor, delil olarak da diyor ki:

“Eğer sail lafzı sadaka isteyen mânâ­sına olsaydı (seni şaşırmış bulup ta yol göstermedi mi?) kavli şeri­fine mukabil irat buyurulmazdı; belki (seni yoksul bulup ta zengin etmedi mi) âyetine mütenazır olurdu. Bununla beraber bu ikinci âyete de mukabil olmak asla sahih olamaz. Zira Cenab-ı Peygamber aail, yani fakir idi, lâkin hiç bir zaman sail olmamıştı.” [18]

 

ABESE SURESİNDEN [19]

 

Meali

 

“Yansnar a'ma geldi diye, yüzünü hem ekşitti, hem çevirdi. Ne­reden biliyorsun? O belki salâh bulacak; yahut senden işiteceğini düşünecek de bu düşünmek kendisine faide verecek. Kimin güvendiği var da ağır davranıyorsa yüzünü ona dönüyorsun; halbuki onun sa­lâh bulmamasında sence bir şey yok. Diğer taraftan, kimin kalbinde Allah korkusu var da sana koşa koşa geliyorsa ona aldırmıyorsun.” [20]

 

Tefsiri

 

Bu sûre Hatice (radıyallalıü anha) validemizin yeğeni İbni Um Mektum hakkında nazil oldu. İbni Um Mektum'un ismi: kavli meşhure göre, Kays oğlu Amr, Um Mektum ise validesinin lakabıdır.

Kays oğlu Amr â'mâ idi; bazıları anadan Öyle dağdu diyorlar; bazıları da sonradan âmâ olduğunu rivayet ediyorlar. Kendisi ilk muhacirlerdendir.

Aleyhisselâtü vesselam Efendimiz henüz Mekke'de idi. Bir gün Kureyşin Utbe, Şeybe, Ebu Cehil, Abbas, Ümeyye, Velit gibi   ileri gelenleri huzur-u Peygamberide bulunuyor: O da bunları imâna getirmek için uğraşıp duruyordu. Çünkü bunlarla beraber birçok kişi daha müslüman olur, ümidini besliyordu. Kays oğlu Amr, Hazreti Peygamberin tam bunlarla meşgul olduğu bir sırada gelerek, .Efendi­mizin sözünü kesmiş: “Ya Resulallah. Allah'ın sana Öğrettiği şey­lerden bana da öğret.” demiş; hattâ karşısındakinin meşguliyetinden haberi olmadığı için bu sözü birkaç kere söylemiş idi. Öyle bir za­manda sözünün kesilmesi Aleyhissellâtü vesselam efendimizin hoşuna gitmediğinden mübarek yüzünde tabiî olarak infial eseri görül­dü; bundan başka Kays oğluna arkasını da çevirdi. Âyetlerin sebebi nüzulü bu vak'adır.

Cenab-ı Hak nebiyyi muhteremine itab suretinde ihtar ediyor ki; bu zavallı adamın kudretsizliği, yoksulluğu sebebiyle sözünü din­lememek, kendisinden yüz çevirmek doğru değildir. Evet, kendisi fakir, gözü alil; lâkin kalbi zengin, içi uyanık. Senden işiteceği hik­meti can kulağiyle dinleyerek zaptedecek; o sayede cismini bütün menahiden (yasak edilen şeylerden) sakınacak; ruhunu her türlü mülevves hatıralardan temiz tutacak. Yahut o hikmeti hatırlamak gelecekse de, measiden (suçlardan, günahlardan) azade kalmasını temin eylemek suretiyle, biçarenin işine yarayacak.

Beriki servet, kudret sahiplerine gelince: Bunların çoğunda o uyanık, o Hak tanır kalb yok. Başkalarının müslüman olmasına sebep olacaklar diye, yani sırf mevkileri hatırı için kendilerine doğru dönmek lâyık olamaz, insanın kudreti, hakikatte kalbinin uyanık olmasiyle, bir de hak kendini gösterince ona karşı inat etmiyerek inkıyat etmesiyledir. Yoksa, para, mal, hasep, nesep, kabile, aşiret, hadem, haşem, taç, taht gibi esbabı azamet bugün var, yarın yok, birtakım iğreti şeylerdir.

Görülüyor ki, bu âyatı kerime ile Cenabı Hak ümmete edep öğretiyor. Hem öyle bir surette ki:

Eğer biz, o âdaba sarılmış ol­saydık, bugün milletlerin en büyüğü olurduk. Bugün de bize düşen vazife yine bu edeb ve fazileti benimsemek ve bu şekilde harekete dikkat etmektir. [21]

 

NÂZÎÂT SURESÎNBEN [22]

 

Meali

 

“Senden kıyametin (Saatin) ne zaman kopacağım soruyorlar. Bunu düşünmekten sana ne? Onu bilmek ancak Allah'ın işidir. Sen yalnız, ondan korkana tehlikeleri anlatmakla memursun. Onlar kıya­meti gördükleri zaman, dünyada bir sabah, yahut bir akşam kalmış­lar, sanacaklar.”  [23]

 

Tefsiri

 

(En nazi'at) sûre-i Celilesinin sonundaki bu âyetler kendilerin­den evvel gelen âyetler gibi Mekkîdir. Sebebi nüzulü de şudur: Kureyş inatçıları ikide birde “Haşir ne zaman vukua gelecek? Kıyamet ne vakit kopacak?” diye Aleyhisselâtü vesselam efendimizi sıkıyorlar­dı. Bu sual Cenab-ı Peygamber için bir ukde (düğüm) oluyordu; halletmek arzusu bir türlü içinden çıkmıyordu. Karşısındakini doğru yola sevketmek, hakikati kabule ikna eylemek iştiyakında olanlar için pek tabiî olan şu arzu Nebiyyi muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize göre de öyle idi.

İşte Cenab-ı Hak Resulünü böyle tahakkuku mümkün olmaya­cak temennilerden nehiy ediyor. (Bunları düşünerek vakit geçirme­meyi tavsiye ediyor). Evet, bu nehiy (Bunu düşünmekten sana ne?) âyet-i celilesinde görüldüğü veçhile istifhamı inkârı suretinde irat buyurulmuştur.

Yani seninle hiç bir bağı bulunmayan, anlaşılmasma sence bir ihtiyaç olmayan bu meseleyi neden kendine ukde (kafanı meşgul eden bir düğüm) edip duruyorsun? Bu ebedî bir sırdır ki; halli îlm-i îlâhiye dayanır. Senin vazifen kıyameti düşünüp korkanları o müt­hiş günün şiddetinden haberdar ederek uyandırmak; yaşadıkları müddetçe salâh içinde, [24] yaşatmak suretiyle o yevmi hesaba [25] hazırlamaktır. İkide birde bu suali soran erbabı inada [26] gelince, onları kendi haline bırak. Zira onlar bu fâni cihanın arkasından ikinci bir cihan-ı bakî [27] geleceğini, dinen velvelei hayatın [28] yeniden uya­nacağını bir türlü kafalarına sığdıramıyorlar. Onun için, sen de sırf seni, sıkmak maksadiyle ileri sürdükleri bu suali kendine dert etme. Bununla uğraşma!

Onlar, kıyamet gününü gördükleri vakit zihinlerindeki suveri zamaniye [29] büsbütün silinecek de yaratıldıkları demden ba's  [30] oldukları zamana kadar geçen müddeti tam bir gün kadar bile ta­savvur edemeyecekler. Bu zan ise ya evvelce onların böyle bir âtiye hazırlanmış olmamalarından; yahut gözleri önündeki dehşetin kar­şısında medhuş kalmalarından ileri gelecek.

Birinci âyetteki (Saat) insanların yeniden dirildikleri zamandır ki, o da yevmi' kıyamettir. Zaten (Saate, kıyamete ait bilgi, Allah nezdindedir,) gibi diğer birçok âyetler de hep aynı mânâya gelmiştir. (Eyyane Mürsaha) Saatin yani kıyametin irsası ne zamandır de­mek oluyor. İrsa: ikamet, istikrar, husul, vuku mânâlarmadır, (Duhaha) daki zamirin (Aşiyye) ye rücuu su iki kesri zamanının yani sabah ile akşamın aynı güne ait olduğunu göstermek içindir. Demek ki, zanlarına göre bir günü bile tamamiyle geçirememişler de o gü­nün ancak sabahı, yahut akşamı kadar bulunmuşlar. [31]

 

MUTAFFİFÎN SÜRESİNDEN [32]

 

Meali

 

“Vay o eksik ölçenlerin, yanlış tartanların haline ki: Başkala­rından alırken dolu dolu alırlar da vermek için ölçer, yahut tartar­ken aldatırlar! Acaba bunlar büyük bir gün için, evet insanların Huzuru Rabbiil âleminde duracağı bir gün için tekrar dirileceklerini hiç akıllarına getirmezler mi?”  [33]

 

Tefsiri

 

Mutaffifin sûresi Mekkîdir. Bazıları, Medenîdir diyorlar, ikinci iddiada bulunanlar şöyle söylüyorlar. Aleyhisselâtü vesselam efen­dimiz Medine'ye hicret buyurdukları zaman şehrin ahalisi ölçüp tart­mak hususunda pek insafsızca gidiyorlardı. Sûre, bunlar, yani Medineliler hakkmda nazil oldu.

Muradı İlâhi, Allahu âlem [34] şöyle olacak: Günün birinde insan­ların Huzuru Rabbül âlemine çıkacağını yakinen bilmek şöyle dur­sun, bu hakikati bir zan, bir tahmin, bir ihtimal olarak hatıra getir­mek bile bu gibi rezaili irtikâba mânidir. Öyle iken başkalarını aldatıyoruz da kazanıyoruz inanciyle hakikatte alabildiğine aldananlar, alabildiğine ziyan edenler nasıl oluyor da bu hüsrana düşüyorlar".' Yoksa âhiret hissinden bunlar büsbütün mü mahrum ?

Arabînin biri Halife Abdülmelike:

“Allah, Mutaffifler [35] hak­kında ne söylüyor işittin mi?” demiş. Demek istemiş ki “teraziyi, ölçüyü biraz eksik tutanlara kargı Cenab-ı Hak o kadar elim bir âkibet hazırlarsa, ya sen ki; kuvvetine ceberrutuna dayanarak hal­kın malını, mülkünü ölçüsüz, hesapsız olmak şartiyle boğazına geçiriyorsun, acaba yarın mahşerde halin ne olacak? Vay asıl senin başına!” [36]

 

TÂ-HÂ SÛRESİNDEN [37]

 

Meali

 

“Firavuna gidiniz, o çünkü azdı. Kendisine yumuşak söz söyle­yiniz; belki aklını başına alır, yahut içine korku gelir.”  [38]

 

Tefsîrî

 

Tâ-hâ sûre-i şerifesinden naklettiğimiz bu âyetlerdeki hitap Musa ile Hanın (Aleyhisselâm) adır. Harun daha beliğ olduğu için, Allah'ın buyruğunu tebliğ ederken kendisine refik (yardımcı) edil­mesini, Hazreti Musa, Cenab-ı Haktan istemiş idi.

Kur'an'daki kıssaların her birinde büyük büyük ibretler vardır. Dikkatle bakarsak şu ikinci âyette iki büyük nükte görürüz: Allah el­bette firavn'un tuğyandan vaz geçmeyeceğini, aklını asla başına al­mayacağını bilirdi. Böyle iken Peygamberlerine “Belki...” diye bir ümit veriyor. Siz vazifenizi azimle, kuvveti kalb ile, itminan ile ifa­ya bakılız. Evet, Resulün vazifesi yalnız tebliğdir. Siz bu tebliğin mübin [39] olması için çalışınız. Karşınızdaki yola gelecek, yahut gelmiyecek, onu düşünmeyiniz. Bunu düşünürseniz yeis içinde kalırsı­nız ki, o zaman vazifei risaleti [40] hakkiyle eda edemezsiniz, diyor.

Demek ki hakkı, hakikati müdafaa edenler, bütün dünya firavun kesilse, hiç fütur getirmeyecekler. [41]

İkinci nükte-Firavun küfrün, inadın, sapıklığın canlı bir tim­sali idi. Musa ile Harun ise birer Peygamberdi. Ilâhiyet davasına kalkışan firavn'u yola getirmek için Cenab-ı Hak bu iki vücudu mübareki bin hücceti kahire [42] ile gönderdi. Öyle iken “Sert davranmayınız, yumuşak söyleyiniz, rifk ile muamelede bulununuz” em­rini veriyor. Maksadı ilâhî şüphesiz bize yol göstermektir. Evet biz müdafaa edeceğimiz fikre karşı ufacık bir itiraz serdolunsa, yumu­şak söylemek şöyle dursun, en sert, en acı hücumlarla bile kanaat et­meyiz de ağız dolusu söğeriz! Bazan en temiz bir hakikati en murdar küfürlerle kabul ettirmek isteriz! En temiz, en meş'ru bir maksada böyle en mülevves, en rezil bir vasıta ile varmaya yelteniriz- Sö­ğüşler, döğüşler ancak sefil maksat takip eden rezillere yakışır, On­lar birer silâh olabilir.

Kur'an'ın bize verdiği bu güzel derse dikkat edersek elde ede­ceğimiz istifadeler çok büyük olur ve her şeyden fazla azmimiz keskinleşir ve terbiyemiz yükselir. [43]

 

ANKEBÜT SÛEESİNDEN [44]

 

Meali

 

“O kimseler ki Bizim uğrumuzda çalışmışlardır, elbette kendi­lerine yollarımızı göstereceğiz; zaten hiç şüphe yoktur ki; Allah iyilerle beraberdir. [45]

 

Tefsiri

 

Bu âyeti 'kerime Ankebût sûresinin sonundadır.

Burada mücahede mutlaktır: bir mef'ul ile mukayyet olarak irad buyurulmamıştır. Bir kayıt varsa da o da Allah için, yani hayır için olmasıdır.

Sonra (Allah yolunda mücahede edenlerin Allah yolunu bula­cakları,) suretindeki vadi ilâhî, kat'îdir! Demek hayır için uğra­şanlara, Allah için çalışanlara tevfik hazırdır.

İhsan, (Isaet) in zıddıdır. Isaet kötülük etmek, ihsan iyilik et­mek demektir. Muhsin iyi adam, iyilik eden adamdır. Âyet-i kerime Allah'ın iyilerle beraber olduğunu da gayet kat'î bir lisanla tebliğ ediyor.

Âyet-i kerime bize şunu bildiriyor ki, hangi hayırlı maksatla olursa olsun çalışanlar, çabalayanlar; lâkin Allah için çalışıp çaba­layanlar, hidayet yolunu, feyz yolunu, saadet yolunu mutlak bula­caklardır.

Evet, Allahü Zülcelâl feyyazı kerimdir, [46] Şanı azîmi için -Hâ­şâ- buhl O mutasavver [47] değildir. Ancak bir kerre Onun feyzini ka­bul edebilecek istidadı hazırlamalı, yani çalışmalı; sonra da feyyazın feyzini esirgemiyeceğinden emin olarak hiç fütur getirmemelidir. İşte, tevekkül diye pek azımızın anladığı; yahut çoğumuzun anlamak istemediği mahiyet budur; yoksa “Armut, piş; ağzıma düş!” gibi miskin temennilerin, tevekkülle hiç münasebeti olamaz. Tevekkül demek, insan için mesainin, mücahedatının evvelce iki üç sıkıntı gö­zükse bile, mutlaka sonunda tevfika mazhar olacağına karşı gevşe­mez bir ümit, sarsılmaz bir itminan beslemek demektir.

Hayatı mücahede içinde geçenler için mev'ut olmadık nimet; mânâsız bir tevekkül ile âtıl yaşayanların ise mahkûm olmıyacağı zillet yoktur. Fatırı Hakimin kavanini ebedidir, asla değişmez. Al­lah o kanunların hiç birinin, hiç bir noktasını hiç bir mü'minin keyfi, hattâ bütün müslümanların hatırı şerifi için tadil etmez!..

Şuun, hadisat, Kur'an'daki hakikatleri, o bizim bir türlü inan­mak istemediğimiz hakikatleri olanca dehgetiyle ihtar edip durmak­ta iken nasıl oluyor da bir türlü gözümüzü açmıyoruz? Nasıl oluyor da meskenetler, ataletler, gayretsizlikler içinde sürüklenip duruyo­ruz? Efradı üç yüz, üç yüz elli milyona varan cemaatı müsliminin nedir bugünkü hali? İslâm sa'y dini, mücahede mesleki, şan ve şev­ket, şeref ve azamet rehberi iken; o dini mübine intisap davasını güden biz zavallılar, dünyanın muhtelif iklimlerinde âtıl, bâtıl, mis­kin, zelil, muhakkar, mahkûm, iğrenç birtakım yığınlar, canlı İaşe yığınları teşkil ediyoruz! Lahavle velâ kuvvete illâ billâh! Bütün bunlardan kurtulmanın bir tek çaresi vardır. O da durmadan çalış­mak, daima iyilik için çalışmaktır. Çünkü ancak bu sayede yaşamak ve gayeye ermek mümkündür. [48]                         

 

HUCURAT SÛRESİNDEN [49]

 

Meali

 

“Ey insanlar, bilmiş olunuz ki, Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık; sonra, tanışabikneniz için her birinizi asıllara, kabilelere ayırdık; Allahtan en ziyade korkanınız İdm ise, işte Allah yanında en büyüğünüz odur; Allah sizin içinizi, dışınızı bilir.” [50]

 

Tefsiri

 

Beş vakit namazını Aleyhisselâtü vesselam Efendimizin arkasın­da kılar, bu tertibi hiç bozmaz, bir siyah köle varmış. Günün birinde Efendimiz bu köleyi nıescidde göremiyerek, nerede olduğunu sor­muş. “Hummadan yatıyor.” cevabını alınca, yoklamak için yanına kadar gitmiş. Aradan üç gün geçtikten sonra Resulü Muhterem Efendimiz Hazretleri kölenin halini sordurup son nefese geldiğini öğrenince tekrar bulunduğu eve uğramış. Hastanın vefatını müteakip cenazesini kendileri yıkamış, kendileri defin buyurmuş.

Gerek muhacirin, gerek ansar bu vak'ayı pek büyük bir şey olarak telâkki etmişler. îşte onun üzerine sûre-i Hucurata mensup olan bu âyet-i kerime nazil olmuş.

Erkek ile kadından maksat Âdem ile Havva'dır. Herkesin doğ­rudan doğruya kendi anası, babasıdır, diyen müfessirler de vardır.

(Şuub) Şa'bm cemidir. Şaab kelimesini kütük lafziyle tercüme edebiliriz ki silsile hususunda arapların saydığı altı tabakanın müntehasidır. Bu tabakalar aşağıdan yukarıya doğru şu isimleri alır: Fasile, Fahz, Batn, Amare, Kabile, ga'b. Şa'b hepsinin aslıdır. Ya­ni kabile Şa'bdan, Amare kabileden, Batın Amareden, Fahz Batma­dan, Fasile Fahzdan, çıkıyor. Bunu bir misal ile göstermek lâzım ge­lirse denir ki: Abbas Fasiledir; Haşini Falızdır; Kusay Batındır. Kureyş Amaredir. Kinane Kabiledir. Huzeyme Şa'bdır.

Âyet-i kerime sarahaten gösteriyor ki: insanların asıllara, kabi­lelere ayrılması, nesepleri yekdiğerine karışmamak, her şahsın hü­viyeti malûm ohnak içindir; yoksa babalarla, dedelerle tefahur için (öğünmekiçin) değildir!.

Hasebin, nesebin hiç bir kıymeti olmadığını bildiren hadisler pek çoktur. Haccetül vedadaki ihtar-ı Peygamberi, ümmetin kıyamete kadar hatırından çıkmamalıdır.

(Allahtan en ziyade korkanınız İsimse, işte Allah yanında en büyüğünüz, en iyiniz odur,) tebliği ilâhîsi Kur'anda; bunu tefsir eden hadis-i şeriflerin birçoğu meydanda iken hâlâ tanınmış bir ada­mın ahfadından olmayı övünç vesilesi bilenler var!

Ulemayı islâmiyenin en büyüklerinden olan Kınalı zade Ali efendi merhum diyor ki:

“İnsan, hattâ Peygamber sülâlesinden olsa, asalet davasiyle meydanı tefahüre atılmamalıdır. Zira bu davayı is­pat edebildiği takdirde bir şey kazanamıyacak; çünkü bütün şan ve şeref ceddi muhteremine ait olup kendisi yabancı mevkiinde kala­cak. Asaletini ispat edemediği surette ise, fazla olarak bir de ya­lancılık reziletini yüklenecek.”

Ekâbiri ümmetten Mevlânâ Şah Nakşibende:

“Silsilei nesebiniz nereye varır?” demişler. “Silsilei nesebile kimse bir yere varamaz!” cevabını almışlar. [51]

 

BAKARA SURESİNDEN [52]

 

Meali

 

“Allah yolunda öldürülenler (Şehit olanlar) için ölü demeyiniz; bilâkis onlar diridir, lâkin siz farkında değilsiniz.”  [53]

 

Tefsîrî

 

Bu âyet-i kerime sûrei Bakareye mensuptur. Âl-i İmran sûre­sine ait bir âyet-î celîlede ise (Bilâkis onlar diridir, Nezdi ilâhide merzuk oluyorlar,) denilmektedir.

Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra payidar olacağı erbabı ima­na göre muhakkak ise de, şehitlerin ruhu için daha yüksek, daha mümtaz bir hayat olması tabiidir. Şühedaya mev'ut olan bu ha­yatın, bu rızkın nasıl bir hayat, nasıl bir rızk olması lâzım geleceği hakkındaki sözler müteaddittir. Şeyh Muhammet Abduh'a göre, bu hayat bir hayatı gaybiyyedir ki, ervahı şüheda ona mazhariyetle başka ruhlardan seçilecek; o hayat ile merzuk, o hayat ile mütena'im olacak. Ancak, ne o hayatın hakikati, ne de o rızkın mahiyeti biline-nıiyeceği için, bahsedilemez. Bunlar âlemi gaybe ait o esrarı ilâhi-yedendir ki; var olduğuna inanılır, ötesi Allahü zülcelâ-le bırakılır.

Hakikat, Hak yolunda, Allah yolunda fedayı can edenler elbette temiz ruhlara vaadedilmiş. olan güzel hayata yüz bin kere lâyıktırlar. Dünya âhiretin bir tarlası değil mi? Burada ne ekilirse Ötede o biçitmiyecek mi? O halde, Allah yolunda ölenlerin; yani bu top­rağa hayatını ekip kanıyla sulayanların ferdayı cezada biçecekleri mahsul, sermedî bir hayatı nuranurdan başka ne olabilir?

Yığın yığın efradı beşer, hayatı kendilerince bir gaye bilerek onu elden bırakmamak için, çok zamanlar, insaniyetin alnını ka­rartacak kadar rezil yaşayışlara katlanır dururken; ne mutlu, o yüksek fıtralara, o pâk yaratıklara ki, pek muazzez, pek mukaddes bir gaye uğrunda hayatlarını naçiz bir vasıta gibi feda ediyorlar.

Sırasi gelince hayatı istihfaf edemiyenler, [54] şühedaya mevut olan safayi cavidaniyi bulmak şöyle dursun, yaşadıkları müddetçe kabil değil saadet yüzü göremezler. Servetler, sâğmanlar, refahi-yetler insan için hakikî bir mesudiyet temin edemiyor. Bir fert ya­hut bir cemaat için yaşamak, nasıl olursa olsun yaşamak iştiyakı yegâne emel sırasına geçerse, sefil, rezil, namussuz bir hayat şanlı bir ölüme tercih edilirse; o ferdin, yahut o cemaatın kıyamete ka­dar alnı esaret, zillet damgasından kurtulamaz.

Eski şan ve şevketinden uzak düşeli secayayı kerimesinin [55] birçoğunu kaybeden; hayır, yanlış söylüyorum, o secayayı kerimeye veda edeli şevketi kadimesinden uzak düşen âlemi islâmda hâlâ bu seciyeyi, bu hayatı hiçe saymak, Allah yolunda feda edîvermek seciyesini dini mübinin bir emaneti kübrası gibi sinesinde taşıyan cemaatlar, meğer eksik değil imiş. Allah'a yüz bin kere hamdler, senalar olsun ki; müslümanların yüreğinde ruhu şehamet henüz ölmemiş. Biz bu ruhu öldürmemek için ne lazımsa esirgememeliyiz. Zira bütün varlığımız bu ruh ile kaimdir.

İşte zırhlıları ile denizden gülleler; tayyarelerîyle bulutlardan ateşler yağdıran, müstahkem mevkiler arkasından gece gündüz kurşunlar püsküren yüz binlerce düşmana karşı yalın kılıç, yalın sine ile çıkan şanlı mücahitlerimiz meydanda duruyor. Biz bunlar için muvaffakiyet, sair cemaatı islâmiye için de bu durumdan ibret temenni ederiz. [56]

 

ENFÂL ŞUBESİNDEN [57]

 

Meali

 

“Hem Allah'a, hem O'nun Peygamberine muti olunuz, birbirînizle uğraşmayınız, yoksa korkaklaşır, kuvvetten düşersiniz; bir de sabrediniz, zira şüphe yoktur ki Allah sabredenlerle beraberdir. [58]

 

Tefsiri

 

Müslümanlar apaçık ziyandan kurtulmak isterlerse; yani dün­yada sefil, ahirette rezil olmayalım derlerse, kendileri için, sûre-ı Enfale mensup olan şu âyeti celileyi düsturu hareket edinmekten başka çare yoktur.

Şimdiye kadar gelip geçen İslâm milletlerinin tarihi üzerinde kısacık bir nazar gezdirecek olursak, yüce kitabımızın açıkladığı şu hakikati teyit edecek namütenahi sayfalar, hem pek acı, pek kanlı sayfalar görürüz!

Evet, hiç bir cemaat-i islâmiye yoktur ki;'Allah'a itaat etsin; Peygamberin gösterdiği yolda gitsin; efradı arasında birlik olsun da o yine şevketinden, azametinden mahrum kalsın. Sonra hiç bir cemaatı islâmiye yoktur ki, ilâhî emirleri dinlemesin; Resulü muh­teremin tebligatına kulak vermesin; fertleri birbirine düşsün de o yine izmihlal uçurumlarına yuvarlanmasın.

Müslümanların kaynayıp gittiği uçurumlar hep tefrika yüzün­den açılmış; o tefrikayı ise bütün azgınlıklar, evamiri ilâhiyeye alâ­kasızlıklar meydana getirmiştir.

îslâm dini insanları yalnız ahirete hazırlamaz; onlara dünyada insanca yaşamanın nasıl olacağını, hem nasıl kabil olabileceğini gösterir. Va'zeylediği kanunlar ise kavanini fıtratın aynıdır. Bu âlemi hilkat durdukça bir noktasının bile değişmesine imkân yoktur.

“Tenazu” birbiriyle uğraşmak; tefrikalar, ihtilâflar içinde çal­kanmak manasınadır. Efradı birbiriyle boğuşan millet harice karşı mevcudyetini muhafaza edebilecek maddî kuvvetler tedarikine ne vakit, ne imkân bulamayacağı gibi âlemde hiç bir şeyle telâfisi kabil olamayan kuvve-i maneviyeden mahrum olur ki; bu en müthiş bir hüsrandır. îşte (Birbirinizle uğraşmayınız. Yoksa korkaklaşır, kuvvetten de düşersiniz.) nehyi ilâhisi en sarih, en kat'î bir tarzda gösteriyor ki; birlikten ayrılan, birbiriyle uğraşan milletler evvelâ şecaat, metanet, itimad-ı nefs gibi seciyelerden cüda düşü­yor; sonra da satvetine, istiklâline veda ediyor.

Âyet-i kerimedeki (Rih) kuvvet, devlet, azamet mânâlannadır. Büyük tefsirciler kelimeyi hep o suretle tefsir buyurmuşlardır.

Yaşamak isteyen millet için birliğin lüzumu, evvelden beri açıkça bilinen şeylerdendir. Öyle efradı birbirine kaynamış, heyeti mecmuası bir bunyanı mersus [59] vücuda getirmiş olan cemaatler düşman topuyle, tüfeğiyle kolay kolay devrilmezler. (Kale, içinden fetholunur) sözü ne büyük bir hakikattir.

Âyet-i celiledeki sabır her türlü güçlüğe göğüs germek; hiç bir düşman, hiç bir tehlike karşısında metaneti elden bırakmamak mâ­nâlarınadır; yoksa miskin miskin oturmak, alçaklığa, mahkûmiye­te katlanıp durmak demek değildir. Tevekkül gibi sabır da bazıları tarafından yanlış telâkki edilmekte olduğu için şu ihtara lüzum gördük.

Merhum üstad Mehmet Akif bu âyeti 1328 (1912) yılının 17 Mayıs günü kaleme almış, daha sonra 1334 (1918) yılının Aralık ayında aynı âyetten ilham alarak şu şiiri yazmıştır:

Sen! ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır;

Milletler için işte kıyamet o zamandır.

Mazilere in, malışer-i edvarı bütün gez:

Kanun-i ilâhî, göreceksin ki, değişmez.

Tarih, o bizim eştiğimiz kanlı harabe,

Saklar sayısız lâhd ile milyonla kitabe.

Taşlar ki biner parçadır üstünde zeminin,

Ma'nay-i perişanı birer nakş-i cebinin,

Eczasını birleştirebildinse elinle,

Gel, şimdi o elfâz-i perakendeyi dinle:

“Her hufre bir ümmet, şu yatanlar bütün akvam;

Encama bu ahengi veren ayni serencâm!”

Ey zair-i avare, işittin ya! Demek ki:

Birmiş bütün ümmetlerin esbab-ı helaki

Lâkin, bilemem, doğru mudur eylemek işhâd,

Mazileri, mazideki milletleri? Heyhat!

Bir nesle ki eyyamı asırlarca vekayi,

Etmek ne demek, vaktini Tarih ile zayi?

Boştur, hele ibret diye a'makı tecessüs,

Âyât-ı ilâhî dolu âfâk ile enfüs.

Bunlarda tecelli eden âsârâ bakanlar,

Ümmetler için rûh-i beka nerdedir, anlar.

Bilmem neye bel bağlıyarak hayr umuyorduk,

Bizler ki o âyâta bütün göz yumuyorduk?

Dünyada nasihat mi olur şarka müessir?

Binlerce musibet, yine hâib, yine hâsir!

Ey millet-i merhume, güneş battı... Uyansan!

Hâlâ mı, hükümetleri, dünyaları sarsan,

Seylâbelerin sesleri, âfâkın enini

A'sâra süren uykun için gelmede ninni?

Efradı hemen milyar olur bir sürü akvam,

Te'min-i beka namına eyler durur ikdam.

Bambaşka iken her bîrinin ırkı, lisanı,

Ahlâkı, telâkkileri, iklîmi, cihanı,

Yekpare kesilmiş tutulan gaye için de

Vahdetten eser yok bir avuç halkın içinde

Post üstüne hem kavgaların hepsi nihayet;

Hâlâ mı boğuşmak? Bu ne gaflet, ne rezalet!

“Hürriyeti aldık!” dediler, gaybe inandık;

“Eyvah, bu baziçede bizler yine yandık!”

Cem'iyete bir fırka dedik, tefrika çıktı;

Sapsağlam iken milletin erkânını yıktı.

“Turan ili” namiyle bir efsane edindik; “Efsane, fakat gaye!” diyip az mı didindik?

Kaç yurda veda' etmedik artık bu uğurda? Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda! [60]

 

SAFF SÜRESİNDEN [61]

 

Meali

 

“Ey iman eden kimseler, yapamayacağınız bir şeyi niçin söy­lüyorsunuz? Sizin böyle yapamayacağınız işi söylemeniz İndellah ne kadar çirkin oluyor! Allah o kimseleri sever ki: parçaları birbirine kaynamış yekpare binayı andırır saflar halinde, Allah yolunda sa­vaşırlar. [62]

 

Tefsîri

 

Bu âyet-i kerime Saf sûresine mensuptur. Sebebi nüzulü bazı­larınca şöyledir: Müslümanlar, daha savaş farz olmazdan evvel, (Nezdi ilâhide en makbul âmel hangisidir? Bilsek de o uğurda ma­lımızı, canımızı feda ediversek) demişler. Yahut, Cenab-ı Hak Bedir şehitlerinin nail olduğu sevabı haber verince (Bir cihat olursa biz de olanca gücümüzü sarfederiz,) ahdinde bulunmuşlar; (Uhut) gazasında ise sözlerini yerine getirmedikleri için böyle bir itaba (azarlama)  müstahak olmuşlar.

Bazılarınca da böyledir: Adamın biri muharebede öldürmemiş, saplamamış, vurmamış, sebat göstermemiş iken (Öldürdüm, sap­ladım, vurdum, sebat ettim,) dermiş. Binaenaleyh tekdir ona raci imiş.

Birtakımlarına göre, Suheybin öldürdüğü müşrikin katlini kendisine mal etmek isteyen adam hakkında; diğerlerinin reyince de münafıklar için inzal buyrulmuş.

(Makt) bir adamdan çirkin bir iş zuhurunu görüp o adama buğz eylemektir. Araplar (Şu heriften ne kadar hoşlanmam bilir misin!) yerinde olarak (Fulanun ma amkatehu indî!) derler. Bu ibaredeki “makt” kelimesi lafzen taaccüp sîgası üzerine geldiği gibi Zemahşeriîye göre âyet-i kerimedeki (Kebura makten) de manen, yani sığası üzerine gelmek şartiyle fiili taaccüptür.

Hakikat, azıcık düşünülürse görülür ki, sözünü tutmamak, ah­dini yerine getirmemek kadar sevimsiz, bununla beraber öldürücü bir itiyat olamaz. Efradı bu noksanlıkla malûl olan camaat için helakten kurtuluş yoktur, iki yüz laf yarım işin yerini tutmaz-diyen Firdevsî ne açık bir hikmet söylemiştir İ.

Hazreti Osman'ın hilâfeti zamanında valilerden biri ilk defa olarak hutbe irat etmek üzere, minbere çıkmış; lâkin bir türlü (Elhamdülillah) ın arkasını getirememiş; nihayet: (Ey cemaati müslimin, görüyorsunuz, ben öyle natuk bir adam değilim. Yalnız, kavval (lafçı) bir emirden ziyade faal bir emire muhtaç olduğunu­zu unutmayınız) diyerek minberdeıı inmiş. Bunu işiten meşhur Ehnef (Vallahi şu minbere bu kadar beliğ bir hatip çıktığını görmedim,) demiş.

Acaba müslümanlan birbirine bağlayan bağ ne derecelerde muhkem olmalıdır ki; düşmanlarına karşı bünyanı mersus (sağlam bina) denecek kadar metin saflar vücuda getirebilsinler? Şu tarihî vak'a işte o rabıtayı bize gösteriyor:

Huzeyfetül Adevî diyor ki:

Yermuk vak'ası günü kimi yaralı yatan, kimi ölmüş yere serirmıiş müslüman cesetler arasında amcamın oğlunu arıyordum. Yanımda azıcık su vardı. Şayet henüz ölmemişse hem bir iki yudum içiririm, hem de yüzünü gözünü silerim, diyordum. Nihayet kendi­sini baygm bir halde buldum. (Su ister misin?) dedim. Gözleriyle (Evet) cevabını verdi. Lâkin bu sırada öte taraftan bir inilti işitil­di. Amcazadem suyu ona götürmemi işaret etti. Gittim baktım ki Hişam .bin Âs imiş. Tam ağzına bir iki yudum su vereceğim anda biraz arkadan bir inilti daha duyuldu. Bu sefer de Hişam suyu iç­mekten imtina ederek, gözleriyle ona götür dedi. Ben- o son nefesin geldiği yere gittim, lâkin biçareyi ölmüş buldum. Hemen koşarak Hişam'ın yanına geldim, baktım ki ölmüş; amcazademe koştum. O da ölmüş.) [63]

Huzeyvet-ül-Adevî der ki:

“Harb-i Yarmûkün,

Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün,

İkindi üstü biraz.gevşeyince, sanki, Kıtal,

Silâhı attım elimden, su yüklenip derhal,

Mücâhidin arasından açıldım imdada,

Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrada,

Ne ma'rekeydi ki, çepçevre, göğsü kandı yerin!

Hudâya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,

Şehidi çoksa da, gazisi hiç mi yok?.. Derken,

Derin bi rinleme duydum... Fakat, bu ses nerden?

Sırayla okşadığım sineler bütün bî-rûh...

Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecruh.

Dedim: “Biraz su getirdim, içer misin, versem?”

Gözüyle: “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,

Enîne başladı. Baktım; nigâh-i merhameti,

“Götür!” deyip bana iymâda ses gelen ciheti,

O yükselen sese koştum ki: Âs'm oğlu Hişâm,

Ne yapsam içmiyecek, boştu, anladım, ibram;

Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları:

Su istiyordu garibin dönüp duran nazarı,

İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kışa “ah!”

Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan, agâh!

 Hişam'ı gör ki, o hâlinde kaşlariyle bana,

“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana.

” Epey zaman aradım ah eden o muhtazan...

Yetiştim, oh, kavuşmuştu Hakka son nazarı!

Hişam'ı bari bulaydım, dedim, hemen döndüm;

Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!

Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümîd...

Koşup hizasına geldim: o kahraman da şehîd.”

Şarkın ki mefahir dolu, mâzî-i kemâli,

Yârab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli-

Şîrazesi kopmuş gibi, manzûme-i îman,

Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perişan,

“Vahdet” mi şiâriydi? Görün şimdi gelin de:

Her parçası bir mel'abe eyyâmm elinde!

Târihine mev'ud-i ezelken “Ebediyyet”,

Ey, tefrika zehriye şaşırmış giden ümmet!            

“Nisyân” a çıkan yolda mı kaldım yine güm-râh?

Iü-havle velâ-kuvvete illâ-bil-lâh![64]

 

RAD SÜRESİNDEN [65]

 

Meali

 

“İnsanın önünde, arkasında dolaşan melekler vardır ki Allah'ın erarîle onu sîyanette bulunurlar: şu muhakkaktır ki, bir kavım ken­disinde olan güzide seciyeleri bozmadıkça Allah onun saadetini boz­maz; bir kerre de Cenab-i Hak bir kavmin felâketini isterse, define çare olmıyacağı gibi, kendileri için ondan başka sahip de yoktur.”  [66]

 

Tefsiri

 

Ayet-i celile sûre-i Ra'd'e mensuptur. Âyetteki (Mua'kkibat) melekler kafileleridir. Bazıları, melâikei sıyanetin, hattâ bütün ec-sami latifenin vücudunu inkâr ediyorlar. Şayet bunlar âlemi hilkati baştan başa dolaşmış; fıtratın bütün zevahirine, bütün serairine mahrem olabilmiş iseler ona diyeceğimiz yok! Heyhat, beşerin na­zarı ittılâma her an yeni bir cihan açılır dururken, idrakimizin iha­tası haricinde, hem şu gördüğümüz hilkati kesifenin fevkinde bir silsile! mahlûkat daha olacağı acaba hangi delile istinaden inkâr edilebilir?

Gelelim âyet-i kerimenin diğer kısmına. Cenab-ı Hakkın gerek fertler, gerek cemaatler üzerinde carî birtakım kavanini ezeliyesi vardır ki, bir hikmeti belîğa üzerine mevzu olan o kanunlar asla değişmez, işte (Bir Millet kendisinde olan güzîde seciyeleri bozma­dıkça Allah ta onun saadetini bozmaz.) suretindeki tebliğ-i beliğe de kıyamete kadar mer'iyetini muhafaza edecek bir yaratılış ka­nunudur.

Kur'an'ın muhkem âyetleri bize gösteriyor ki milletlerin arşı izzetten esfelüssafilini mahkûmiyete [67] yunvarlanması; nihayet mevcudiyetlerine başkaları tarafından hatime çekilmesi hep o ka­nunların çizmiş olduğu fıtrat yolunu bırakmalarmdan ileri gelmiş­tir. Yoksa, o yolu takip edenler, hududu ilâhiyenin haricine çıkmayanlar için böyle bir akıbet tasavvur olunamaz. Zaten tarihin te­kerrürden başka bir şey olmaması da kavanini fıtratın istisna ka­bul eylememesindendir.

Uzaklara gitmeğe hacet yok! îşte efradı üç yüz elli milyona varan ümmeti islâmiye gözümüzün önünde duruyor. Küçük bir ce­maat iken harikalar gösteren, cihana hâkim  olan bu ümmet,  şu çokluğuyle beraber, şimdi cihanın mahkûmu bulunuyor! Bu ne musibettir! Bu ne felâkettir- Acaba bu düşüşün sebebi, bu inhitatın illeti ne olabilir? Cenab-ı Hakkın bize karşı birçok vaatleri vardı. Acaba onlar hakkında imanımızı mı değiştireceğiz? Neûzübillah. Acaba rahmeti ilâhiyeden ümidi kesecek de (Aldanmışız) mı diye­ceğiz? Maazallah.

Biz bu felâketlerin, bu hüsranların sebeblerini hep kendimizde aramalı; hep kendi nefsimizi muhasebe altına almalıyız. O zaman görürüz ki, biz, her ne çekersek kendi amelimizin cezasıdır. Evet, sehameti, himmeti, saiyi, sıtkı, istikameti, iffeti, ittihadı, teavünü, asabiyeti, gayreti, faaliyeti bırakmanın mukabili zillet ve mahkûmiyettir.[68]

Âyet-i celilenin (Cenab-ı Hak bir kavmin felâketini isterse) kısmına gelince, Cenab-ı Hak bir kavmin felâketini isterse demek, yukarıdan beri verilen izahata göre, o kavm kendi muamelâtiyle, kendi harekâtiyle felâkete istihkak gösterirse demektir.  [69]

 

HÜCURAT SÜRESNDEN [70]

 

Meali

 

“Mü'minler birbirinin kardeşinden başka, bir şey değildirler; onun için iki kardeşinizin arasını bulunuz, Allah'tan da korkunuz ki rahmetine nail olabilesiniz. [71]

 

Tefsîri

 

Âyet-i celile sûre-i Hucurate mensuptur. Zemahşeri diyor ki, (Beyne ihvâtiküm) kardeşlerinizin arası, yahut (Beyne ihvâniküm) arkadaşlarınızın arası suretinde kırâatlar olmakla beraber kalime tesniye sigasiyle de olsa kâfidir. Zira aralarında dargınlık zuhur eden kimseler, en aşağı iki kişi olur. Azlığı barıştırmak lâzım olun­ca, çokluğun arasını bulmak elbette daha ziyade lâzımdır. Çünkü iki adamın bozuşması yüzünden husule gelecek fenalık hiç bir za­man cemaatın yekdiğerine darılmasından meydana gelecek fesada benzemez. (Ehaveyn-İki kardeş) den murat Evs ile Hazrec kabi­leleridir, diyenler de vardır.

Evet, hakikî müslümanlar birbirine kardeş nazariyle bakarlar. Zaten aradaki rabıta bu kuvvette olmazsa müslümanhk kuru bir unvandan ibaret demektir. Azıcık dikkat olunursa görülür ki, İslâm dininin hemen bütün ahkâmı uhuvvet, vahdet [72] esasını tahkim eylemektedir. Namazlar, haclar, zekâtlar, şehadetler, oruçlar, aynı kıbleye teveccühler, [73] hep müslümanları birbirine bağlayacak va­sıtalardır.

Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri (Müslümanların haline aldırmıyan müslüman değildir,) buyuruyor­lar. Şu hadîs-i şerife göre, hakikî müslümanlarm miktarını anla­yabilmek için, nüfusu hazıradan ne dehşetli bir yekûn indirmek lâzım gelecek!

Bizler (hiç bir müslümanın vücuduna bir diken batmaz kî onun acısını kendimde duymuş olmayayım) diyen bir Peygamberin üm­metiyiz ve bunu hiç bir vakit unutmamalıyız.

Çünki birliğimiz bu sayede kuvvet bulur ve birliğimizin kuvve­ti varlığımızı kat kat sağlamlar. [74]

 

ŞUARÂ SÛRESİNDEN [75]

 

Meâli

 

“Şairlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki; onlar her vadîde dolaşıyorlar. Hem yapmadıkları şeyleri söy­lüyorlar. Yalnız, iman ederek âmâlî salihada bulunanlarla Allah'ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten sonra intikam alan­lar için söz yoktur. Zulüm edenler ise nasıl bir akıbete uğradıkla­rını anlayacaklardır. [76]

 

Tefsîrî

 

Bu âyet-i kerime sûre-i Şu'arânın sonundadır. Hakikat, her vadiye dalıp çıkan; yalancılıktan başka serma-yei san'atı olmayan; mevzuu tükendikçe ötekinin, berikinin namu­suna hücum eden; herkesin harimi esrarını [77] açmak için dilini maymuncuk gibi kullanan; bir mazmun, bir kâfiye uğrunda bin hakikati, bin hikmeti kurban ediveren; bir nükte hatırı için, hatıra gelmeyecek rezilliğe ağuş açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki, bunlar o herzevekillerin kustukları hezeyan­ları nimet kabul eder gibi iddia ederler de gezdikleri yerlere saçıp dururlar!.

İşte gerek bu mahiyetteki şairler, gerek onların yardakçıları, mensup oldukları millet için birer musibettirler. Evet, bunların sayısı, hüsranı içtimainin en sağlam ayarıdır.

Din namına, ahlâk namına, Aıllah korkusu namına kalbinde hiç bir his taşımayan; zulme, haksızlığa karşı ansamimirruh [78] cuşa, huruşa gelmiyen şairler hangi cemaatte mebzul ise, Allah o cema­atin belâsını verecek değil, vermiş demektir!.

Öyle ya, evvelâ bir milletin ruhu, edebiyatında, eş'annda gö­rülür. İçtimaî ruhu yüksek olan bir milletin sinesinde bu gibi se­filler, türese de üreyemez. Saniyen efradı milletin içtimaî seviyesi­ni yükseltmek; bununla beraber, sağlam fikirleri beliğ bir beyanın tesiri sihriyle kalblerde his haline getirmek ancak sairlerin vazife­sidir. Bu vazifenin ihmali, milletin çöküşüdür.

İslâm dini şiirin temizini makbul, murdarını medhul görür. Aleyhisselâtü vesselam Efendimiz Hazretleri eshab-ı kiram içindeki şairlerin neşaidini dinledikten başka, devri cahiliyette yetişmiş söz erlerini de şiirlerinin kıymetine göre takdir buyuruyorlardı. Hama­setteki (buluş) mevkü erişilemeyecek kadar yüksek olan Antara, kendilerinin anilgiyap [79] mazhari istihsanı olan bir şairi bahtiyar idi.

Hazreti Ömerin hafızasındaki şiirler biter, tükenir gibi değildi. Hatta Hazreti Ibni Abbas (Hz. Ali derecesinde kudreti ilmiyesi, Ömer kadar mahfuzatı şiiriyesi olan adam görmedim,) derdi.

(întisar) intikam almak manasınadır ki, burada hem hususî, hem umumîdir. Yani şair hücuma, taarruza uğrayan kendi masum şahsiyetinin intikamını alacağı gibi, zulüm gören ebnayı milletini [80] de aeyfi lisaniyle [81] müdafaa edecektir.

(Zülüm edenlerse, nasıl bir âkibete uğradıklarını görecekler­dir) nazmü celili kelâmullahuı [82] en heybetli, en şedid parçalarındandır. Teessüf olunur ki; onu, aslındaki ruhu şiddete dair bir fikir verebilecek surette nakletmek kabil değildir. Hazreti Ebubekir ahid-namesinin sonunda bu âyet-i celileyi irat eylemiştir. Cevdet paşa merhum Kısası Enbiyasında ahtnameyi tercüme etmiştir. [83]

 

ENFÂL SÜRESİNDEN [84]

 

Meali

 

“Ey iman eden kimseler, Allah ile Peygamberin size hayat ve­recek davetine icabet ediniz; hem iyi biliniz ki Allah insanın kendisi île kalbi arasına girer; şu da malumunuz olsun ki; sizler, onun huzurunda toplanacaksınız.”  [85]

 

Tefsiri

 

Âyet-i kerime Enfal sûresine mensuptur.

Müslümanlara hayat verecek daveti, ilme, cihada, yahut şa­hadete hasretmek doğru değildir. Zira Evamiri ilâhiyenin kâffesi ya doğrudan doğruya, yahut dolayisiyle bizi ölümden kurtaracak; hakikî, taze bir hayat ile yaşatacak mahiyettedir.

Edasına mecbur olduğumuz farzlardan namaz gibi, oruç gibi, faydası yalnız o emri yerine getirenlerin şahsına münhasır görü­nen, bedenî ibadetlerde bile bütün cemiyet için büyük menfaatler vardır. Evet, ebran ümmetin huzur-u kâmil içinde kılınan namazları şöyle dursun; fertlerin yalnız erkânı zaruriyeye riayet ederek ifa edecekleri dini hareketler bile, tabiîdir ki, kendilerini fuhuştan, münkerattan, rezailden kısmen olsun alıkoyar. Şu hesaba göre efradı namaz kılan milletin ahlakı umûmîsi mazbut olur. Sonra, efradı milletin muayyen zamanlarda aynı mabetlere giderek hep birden ayni kıbleye dönmeleri; Cenabı Hakka aynı lisanı huşu, ayni içten­likle yalvarmaları bunların arasındaki rabıtayı alabildiğine kuv­vetlendirir.

Şu basit hikmetleri sayıp dökmekten maksadımız îlahî emir­lerin hepsinde gerek fertlerimiz, gerek cemaatlerimiz için başka yollardan tedariki, telâfisi kabil olmıyacak kadar büyük kurtuluş, nasibi olduğunu söylemektir.

Şimdi ayeti kerimeden riyazi bir kat'iyetle şu hakikat anla­şılıyor ki: biz müslümanların, dünyada mevcudiyetimizi kurtara­cak, ukbada selâmetimizi temin edecek; hasılı bize her manasiyle hayat verecek olan bu hükümlere sarılmamız bize en şerefli ve en yüksek yaşayışı gerçekleştirecektir.

Üç yüz elli milyonluk insan yığını nasıl oluyor da sağlam bir hayat eseri gösteremiyor? Nasıl oluyor da her gün binlerce efra­dının hakkı mevcudiyetine hatime çekiliyor? Bunu bilmiyecek ne var! İslâm ki; dîni fıtrîdir; onun yüksek hükümlerine isyan, fıt­ratın layetegayyer [86] kanunlarına karşı isyandır. Bunun cezası ise dünyada rezalet ukbada hüsrandır.

Ey müslümanlar! Allah sîze (İlim öğrenin ,kuvvet hazırlayın, çalışın, adaleti düstur ittihaz edin, birbirinize bağlanın,) diyor. Siz bil'akis cehle revaç verir, meskenete düşer, atalete kapılır, zulmü âdet edinir; birbirinizin gözünü oymağa kalkışır, haktan yüz çevi­rir, namütenahi fırkalara ayrılırsanız bunlar sizi izmihlal uçuru­muna doğru götürür. Ancak bunlardan sakınmak sayesinde fela­ha kavuşmak ve hayatta muvaffak, olmak mümkündür. [87]

 

NÎSÂ SÛRESİNDEN [88]

 

Meali

 

 “Bilmiş olunuz ki: Allah emanetleri ehline vermenizi, bîr de insanlar beyninde hükmederken adi ile hüküm etmenizi size emr ediyor; Allahın size verdiği şu nasihat, ne güzel bir nasihat­tir! Şüpheniz olmasınki, Allah hem işidir, hem görür. [89]

 

Tefsiri

 

Ayeti celile sûrei Nisaya mensuptur. Zımahşeri diyor ki:

“Bu hitap bütün emanetler hakkında bütün insanlara varit olan umumî bir hitaptır. Bir kavle göre Kâbe-ı Muazzama'mn perdedarı Osman bin Talha için nazil olmuştur. Şöyle ki:

Aleyhisselâtü vesselam efendimiz fetih günü Mekke'ye girince, Osman Kâbenin kapısını kapadı; anahtarını vermek istemedi. “Muhammedin gerçekten Peygamber olduğunu bilseydim o zaman verirdim.” de­di. Bunun üzerine Hazreti Ali, Osman'n bileğini büküp anah­tarı aldı, Kâbenin kapışısını açtı. Resulü Ekrem Efendimiz içeri girip İki rekat namaz kıldı, çıktı. O zaman Abbas anahtarın ken­disine verilmesini; şikayet, sidanet, yani sakalık, perdedarlık va­zifelerinin kendi tarafından ifasına müsaade olunmasını istedi. İşte onun üzerine bu ayeti kerime nazil oldu. Artık Aleyhisselatü vesselam efendimiz anahtarı Osman bin Talha'ya vermesini; bir de kendisinden özür dilemesini Hazreti Ali'ye emretti. Ali aldığı emri yerine getirince “Demin kolumu incittin. Anahtarı zorla elim­den aldın. Şimdi de gelmiş, gönlümü alacaksın öyle mi?” azarına hedef oldu. Bu sözü eşiten Ali “Allah senin, hakkında Kur'an indir­di.” diyerek âyeti celileyi okudu. Osman, Kelâmı ilâhiyi din­ledikten sonra hemen imana geldi. Bunun üzerine vazife-i sidanet'in ilelebet evlâdı Osman'a verildiği Cenabı Hak tarafından Haz­reti Peygambere vahiy buyuruldu.

Bazlama göre de hitap, vazifelerini hakkıyle eda etmedikleri halde iş başında bulunanlara aittir.

Görülüyor ki âyeti celilde iki büyük emir var; biri emanetle­rin erbabına tevdn; diğeri de adaletin hakkiyle tatbiki.

(Emanet) hak, vedia, vazife gibi bir çok manalara gelir. Haki­kat, kimsenin hakknı deriğ etmemek, her ferde ehliyetine göre va­zife tayin eylemek, iğleri erbabının eline vermek bir cemaatin selâ­meti için o derecelerde zaruridir ki, bu zarureti kabulde azıcık dü­şünmek bile haramdır.

(Adil) ise bütün faziletleri, bütün güzellikleri toplayan bir esastır. Hiç bir zaman hatırdan çıkmamalıdır ki, işleri ehline ver-nüyen, bütün muamelâtında adaleti düsturi hareket tanımıyan mil­letler için yasamak ihtimali yoktur. (Memleket kılıç ile alınır; lakin adalet ile muhafaza olunur) sözünü Timurlenk gibi zalim bir cihan­girin ağzından işitmek ne büyük ibrettir!..

Evet, işe göre adam bulmalı; adama göre iş vermeli. Zira ne kadar müşkül olursa olsun, bir vazife tasavvur edilemez ki, ehli aransın da bulunmasın; kezalik kabiliyeti ne derece noksan olursa olsun. Hiç bir adam gösterilemez ki, onun da görebileceği bir iş mevcut olmasın. Ne yalnz azmin büyüklüğü her meselenin halline kâfidir; ne de kabiliyetin küçüklüğü büsbütün ihmali gerektirir.

Yukarıdan beri söylenen sözler gayet basit bir takım hakikat­lerdir. Biz bunu itiraf ederiz. Şu kadar var ki, çöküp giden nice ni­ce milletler hep bu gibi basit hakikatların ihmali yüzünden helak olmuşlardır. [90]

 

NAHL SÛRESİNDEN [91]

 

Meali

 

 “Allah'ın yoluna insanları hikmetle, güzel güzel nasi­hatle davet et, bîr de onlarla mubahase ederken en iyi yo! hangi­si ise onu tut; senin Rabbin yok mu, işte O, yolundan sapanı da bilir, hidayeti kabul edenleri de bilir.” [92]

 

Tefsîrî

 

Ayeti kerime surei Nahlin son sahifasındadır. Şüphe yoktur ki, Aleyhisselatü vesselam Efendimize teveccüh eden bu hitabı  süphani  o  Peygamberi  güzinin ümmetine  de te­veccüh eder. Ayetteki   (Sebi =Yol)   dan maksat bütün hakikat­leri, bütün faziletleri toplayan müslümanlıktır.

Gayet fıtri bir din olan; daha doğrusu fıtratın kendisinden başka bir şey olmayan islâmı kabul etmiyenler, ya o dini ilâhinin ruhundaki sırrı mübini ve sırımdaki ruhu güzini göremiyorlar; ya­hut gördükleri halde, nefsani bir yığın sebeplerin tesiri altında kalarak görmek istemiyorlar.

îmdi ,islâmın asıl esasmı, yahut füruundan bir kısmım ka­bul etmiyenlere karşı bu Emri İlâhiye tevfiki hareket olunmaz da ber mutad şiddetli davranılırsa, bu şiddetle, pek ma'kûs, pek menhus tesirler husule getirilmiş olur. Evet, dini anlayamadıkları için fikirlerine mülayim bulamıyanlar böyle bir harekete karşı islâmın büsbütün düşmanı kesilirler. Hakayiki diniyeden, inatları se­bebiyle yüz çevirenler ise, o haşin muameleleri görür görmez, dine de, erbabı dine de ilanı harbe kalkışırlar.

Zaten hiddetler, şiddetler, tazyikler, cebirler hep aczin meşi­mesinden düşen bir sürü mahluklardır ki, beşeriyet mustar kalma­dıkça bunları ağuşu kabulüne alamaz; alsa da, mümkün değil, se­vemez. İnsanlar rifk ister, mülayimet  ister.

iknaiyatta getirilecek delâilin hem hakim, hem halim bir ağızdan çıkmasını bekler.

Resulü muhterem Efendimiz Hazretleri mucizelerin en bahi­rini, şiddetlerin en kahirini göstermek iktidarında iken, bakınız insanları Allah yoluna getirmek için hangi tariki ihtiyar etmekle memur.

Kemalin dediği gibi (Fikre galebe yine fikrin şanındandır.) Aykırı hayut zıt fikirleri devirecek kudreti kendilerinde göremiyenler; sebili hakkı bulabilmek için bir hayli mücahede geçirmiş olmıyanlar mevkii irşada çıkıp da ibadullahı [93] izlale kalkışma­malıdır. Vaizlik, nasihlik, mürşitlik gayet müşkil vazifelerdendir.

Sözlerini dinletebilip de efkârı arkalarından getiremiyenler cemaati kabili hitap olmamakla töhmetliyerek’in içinden sıyrılıveriyorlar; asıl kabiliyetsizlik ile, aczin kendilerinde olduğunu hiç hatırlarına getirmiyorlar.

Ömründe medrese, mektep görmemiş; üç beş uydurma hadis ile sekiz on şeni masaldan başka sermayei marifet edinememiş ümumî vaizlar kürsilere tasarruf edelidenberi milleti merhume dini uma­cı hey'etinde, hazreti Peygamberi de - Haşa - yeniçeri ağası fıtra­tında tahayyül etmeğe başladı! Islâmm o pâk, o nezih, o ilâhi si­ması bir çoğumuzun hayalinden silindi gitti!

Hiç, esasen imanı olmıyanları cehennemle korkutmak; yahut, o pek acip bir kılığa soktukları cennetle avutmak mümkün olur mu?

Ne gariptir ki, derse çıkacak hoca efendiden icazetnameden başka sıkı bir imtihan geçirmiş olmasını isteriz de vaiz kürsisine tırmanacak mürşidi kâmilden hiçte ehliyetname sormayız! Halbuki iş aksine olmak lâzımıgelirdi. Öyleya, okutacağı dersi hakkiyle bilmiyen müderris esasen ders vermeye kalkışamaz. Zira karşısındaki talebe temyiz iktidarında olduğu için hocasının aczine yarım saat bi­le dayanamaz. Vaizlerin mevkii ise böyle müşkil değil; çünkü ce­maatin bir kısmı din namına söylenen her sözü dinlemek itiyadındadır!.

Übedayı ulemadan Ziya Paşa merhum “Bizde gayet mühim iki vazife vardır ki, bile bile en ehliyetsiz ellere tevdi olunur: Biri Na­hiye Müdürlüğü, diğeri çocuk lalalığı.” diyor ki, biz buna bir de vaizliği ilâve etmek iğin hiç düşünmeğe hacet görmüyoruz.

Vaizlik, mürşitlik edecek adamın yalnız sebili hakkı [94] tanı­ması kâfi değildir; o caddeye çıkan yolların nerelerden sapmak ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir. Bir de yanlış yol tutanlara (dalâlettesin!) demekle iş bitmez. Oraya nasıl düşmüş; kurtuluş sahasına nasıl çıkacak, buralarını tamamiyle tayin etmeli, sonra bi­çarelerin eline yapışmalıdır Hele tekfir, tehdit makamında ele alı­nacak silâhlardan değildir. Zira bunun ika edeceği mevti maneviyi duyacak hisler pek azaldı. Onun için (Sus! kâfir oldun...) nidası top gibi patlasa yine kuru sıkı telakki olunacak! [95]

 

FUSSILET SÛRESİ [96]

 

Mealî

 

 “İyilikle kötülük bir olamaz, kötülüğü en büyük iyilik hangisi ise onunla karşılayarak defet; böyle yaparsan aranızda düş­manlık bulunan adam âdeta sadık dost olur.” [97]

 

Tefsîrî

 

Ayeti kerime, Secde suresine mensuptur.

Zimahşeri diyor ki (îyilikle kötülük nefsülemirde ayrı ayrı şeylerdir. Senin önüne iki iyilik çıktığı zaman, nisbetle daha büyük olanım ihtiyar et de düşmanlarının birinden gelen fenalığı onunla def eyle. Meselâ böyle bir fenalığa karşı akla gelecek iyilik onu af et­mendir; lâkin en büyük iyilik fazla olarak kendisine' iyilikte bulunmandır: seni zem edeni medh etmen; ciğerpareni öldüren ada­mın oğlunu ölümden kurtarman gibi.”

Celâleyn de ise (Hiye ahsen) kavli celili gazaba karşı sabır; cehle karşı hilim; fenalığa karşı af ile tefsir olunmuştur. Zaten bunu takip eden ayeti kerimede, fenalığı af ettikten başka fazla olarak bir de iyilikte bulunmak büyüklüğü ancak sabır denilen seciyei mübarekeden geniş mikyasta nasip alanlarla, insanlıktan büyük payı bulunanların kârı olduğu açıktır. Şu halde biz (Celâleyn) in gösterdiği miktara da razıyız. Evet, ahlâkı umumiyenin düştü­ğü bir zamanda insanlardan o kadar büyük fedakârlıklar, o ka­dar necip hareketler beklemek, hiç bir şey yapılmamasına riza göstermek demektir. Ancak hoş görülebilecek kusurları af etmek­ten başka büsbütün izam ile ağır surette mukabeleye kalkışmayı; İslâm kardeşliğini unutarak ebedi bir düşmandan intikam alır gibi davranmayı ne insanlık namına doğru görürüz; ne de millet men­faati hesabına.

Af île, safh ile muamelede bulunarak düşmanı canı, yârıcân etmek kabil iken, ufacık bir hataya ağır ağır mukabelelerde bu­lunmak yüzünden kardeşlerin ebediyen birbirine hasım olması re­va mıdır?

Millet fertlerine mürşitlik etmesi lâzımgelen, hem de kendile­rini o mevkide gösteren zümre, yani mütefekkir tabaka, sözleriyle, yazılariyle, hareketleriyle halkı yanlış bir yola götürmekten çekin­meli ve halka rehber olmağa çalışmalıdırlar. [98]

 

MÜ’MİN SÛRESÎ [99]

 

Meâlî

 

“Yoksa, yer yüzünde dolanmadılar mı ki, kendilerinden evvel gelenlerin akıbetleri nasıl olduğunu göreler? işte yer yüzün­de kuvvetçe, asan medeniyetçe kendilerine faik iken günahları yü­zünden Allah ötekileri helâk etti; hem onları Allahm azabından bir kurtaran da olmadı.” [100]

 

Tefsiri                                                                                                                  

 

Ayeti celile El'mumin suresine mensup olmakla beraber [101] me­alini anlatan ayeti kerimeye Kitabullahı 'n böyle bir çok yerinde tesadüf olunur.

Hakikat, insan kafa gezdirmemek şartiyle gezer; uğradığı yer­lerde, ağzını değil, gözünü açarsa pek büyük İbretler görür. Hele[102] biz  şarkılar için devri alem seyahatine pek o kadar zira memleketimizin her köşesinde büyük büyük santanatlar, koca koca milletler kaynamış; toprağımızın neresine eşsek bakıyoruz ki, orada başlı başına yatıyor!

Vaktiyle yerin yüzünü bizden çok hem kıyas kabul etmeyecek kadar kuvvetlerini, santanatlarına, medeniyetlerini, samanlarına, servetlerine kıyamete kadar şahadet edebilecek eserler bırakan bu milletler acaba hangi zerzerenin, hangi tufanın, hangi kıyametin teysiriyle geçmişler? Hangi inkılabı elimin kurbanı bi günahı olarak bu alemden gitmeşler?

Haliyle varit olacak bu suali hal etmek için tarihi karıştırırsak anlıyoruz ki, bütünl o felaketler, çöküşler, o yok oluşlar Peygamberin gösterdiği doğru yolda gitmemekten ileri gelmiş.

Peygamberler, Allahü zülcelal tarafından insanlara hem dünyada, hem ukbada mesudiyetlerini  mesuliyetlerini üzerlerine  aldıkları birer nizam tebliğ ediyorlar. Bu alemi hilkatte cari olan Kavanini İlahiyeyi kendilerine bildiriyorlar. İşte bu kanunların müktezasına tefhiki haraket ederseniz dünyada iyi bir hayat ile yaşar; Ukbada ise ebedi nimetlere mahsar olursunuz. Yok, Allahın emirlerini dinlemezsiniz her iki dünyadada belalızı bulursunuz diyorlar.

Milletler bu iyi tebliğatı dinledikçe; fıtratın ezeli, ebedi, kanunlarına itaatten ayrılmadıkça ; maddi manevi her türlü feyzi her türlü terakkiyi elde ediyorlar. Bilakis, o tebliğatın gerçekliğine ,semaviyetine inanmıyacak; o kanunların katiyetinden, istisna kabul eylemiyeceğinden zuhul edecek bir hale gelince hüsran bataklıklarına inip gidiyorlar.

Hem o yalnız ilahi emirlerin yalnız ilahi olduğuna iman etmek bir cemaati kurtarmıyor; onlara hakkiyle sarılmak, onların gösterdiği yoldan sapmamak icap ediyor. İsyanlar, tuğyanlar, fitneler, tefrikalar, sefahetler, tembellikler, anlaşmazlıklar, cehaletler musallat oldukları milletleri izmihlal uçurumana mutlaka sürüklüyor.Artık bu belalar ister imansızlık yüzünden neş’et etsin, isterse esasa inanıldığı halde amale karşı ileri gelsin, ayni kayıtsızlıktan ve dikkatsizlikten acı neticeyi hazırlamaktan kabil değil geri kalmıyor…

Öyleyse bizde gözümüzü açalım.tarihi öyle masal dinler gibi dinlemeleyelim. Kendimiz için her vak’adan ibretler hisseler almıya çalışalım. Gezdiğimiz, uğradığımız memleketlerin yalnız havasiyle suyu hakkında malumat edinmekle kalmayarak daha büyük hakikatlari de öğrenmeye gayret edelim.

 

BAKARA SÜRESİNDEN [103]

 

Meali

 

 “Hem onlara: “Allah ne göndermiş ise ona uyunuz” denildiği zaman, (Biz daha iyi, atalarımızı müdavim bulduğumuz şeylere uyarız) derler; pek âla! ya ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru yolu seçememiş ise, yine mi uyacaklar?” [104]

 

Tefsîri

 

Ayeti kerime sureyi Bakaraya mensuptur. Bununla beraber, ay­ni meali tebliğ eden diğer ayetler de vardır.

Tercüme ettiğimiz nazmi celilin üslubu hakimine dikkat olunur­sa görülür ki: Körükörüne taklit edenleri, yani görenek denilen o “Akaidi batıla hülâsasının” kuyruğuna yapışıp gidenleri; Allahü Zülcelâlin lisanı Kur'an ile, lisanı fıtratiyle tebliğ eylediği hakikat­lere karşı gözlerini yumup kulaklarını tıkayanları, Cenabı Hak, ve­lev azar ile olsun, hitabına laik görmüyor da onların halini hikâye suretinde beyan buyuruyor.

Anlayana bundan büyük ibret, gorenekçiler için de bu kadar ağır hakaret olamaz.

Hakikat, gerek dine, gerek dünyaya ait işlerde Evamiri îlâhiyeyi dinlememek; kendi aklının kendi vicdanının hükmünü ibtal ile başkalarının evhamına tapınmak kadar sağma bir hareket muta­savver midir?

Din işini taklit ile kaim bilmenin günâhıdır ki, nesilden nesile birer ikişer bid'at, üçer beşer hurafe miras Ola ola bu gün akai­dimiz, tâaümız, muamelâtımız adeta hurafat mecmuası, bid'at yı­ğını haline gelmiş.! Dînin aslını kolay kolay tahattur bile edemiyo­ruz!

Bu gün bir bid'ati seyyieyi dinden çıkarıp atmak, dinin en bü­yük temellerinden birini yıkmak demektir; Belki ondan ziyade ga­leyanı mucip olur!

Görenek dinimizi tahrip ettiği kadar dünyamızı da etmiştir. Zaten işte tarih meydanda duruyor. Milleti islâmiye, islâmiyeti asıl safvetile muhafaza ettikçe durmadan yükselmiş bir gürü bid'atle bulandırılınca hüsrandan hüsrana düşmüş.

Ne gariptir ki, şarkta, garpta, şimalde, cenupta, hasılı dün­yanın her tarafında, milletin avam kısmı (Atalarımızdan böyle gör­dük) velvelei itirazını her nidayı irşada karşı en müthiş, en müs­tahkem bir siper gibi yükseltir durursa; mütefekkir olması icap eden aydın tabakası atalarından gördüğü. iyi şeyleri de mutlaka atmak, hüviyeti milliyelerini tepeden tırnağa kadar değiştirmek sev­dasına düşerler!

Halbuki, yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı al­mak; eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak gerektir.

Dini taklit, dünyası taklit, âdatı taklit, kıyafeti taklit, selâmı taklit, kelâmı taklit, hülâsa her şeyi taklit olan bir milletin efradı da insan taklidi demektir ki, kabil değil, hakiki bir hey'eti içtima­iye vücuda getiremez; binaenaleyn yaşayamaz. Onun için önce mu­kallitlikten ve göreneklere tapmaktan kurtulmak lâzımdır. [105]

 

YÛSUF SURESİNDEN [106]

 

Meali

 

“Hem göklerde, hem yer yüzünde ne kadar ibretler vardırki, yanı başından, baslarını Öte tarafa çevirirler de öyle geçerler! [107]

 

Tefsiri

 

Âyeti kerîme sûresi Yusuf'un son sahifasındadır. Biz müslümanlar Cenabı Hakkın varlığını, birliğini, ezeliyetini, ebediyetim, kesin bir iman ile tanımak için; yerleri gökleri, enfüsi, afaki dol­duran âyati ilâhiyeyi nazan ibretle temaşa etmeliyiz; onların her birinde tecelli eden azameti başkalarının gözüyle değil, kendi gö­zümüzle görmeliyiz.

(Göklerde ve yerde neler var bakınız; Göklerde ve yerde ne­ler bulunduğuna, Allanın neler yarattığına bakmıyorlar mı ?.. Âyet­lerimizden biri de ölü olan toprağı diriltmektir; gökleri ve yeri ya­ratmak Allahın ayetlerindendir) gibi nazarımızda âlemi hilltati, in­sanlığın yaradılışını namütenahi bir ibret silsilesi gösterecek âyeti kerîme o kadar çoktur ki, birer birer irada kalkışacak olsak, Kitabullh’ın hemen hemen yarıya yakın miktarını nakl etmemiz lâzımgelir.

Bir zamandanberi, biz müsîümanlar, Cenabı Hakkın âfakı azametiyle olanca mehabetiyle, olanca vüzuhiyle. parlayan âyati bülen-dini pek lakayt, pek sersem bir nazarla görmeğe alıştığımız gibi; Kitabullah’ın yukarıda bir kısmına işaret ettiğimin o müthiş, o ibret verici harikalarını da ayni basiretsizlikle, ayni tedbirsiz­likle geçivermek itiyadı tehlikesine pek korkunç bir surette çar­pıldık!

Âlemi islâm, asırlardan beridir, göklerin, yerlerin dilinden bir şey anlamaz oldu! Halbuki, her zerrenin kalbinde bir manzumei şemsiye mündemiç olduğunu gören; cemadların bile bir devrei te­kâmül geçirdiğini cemadatın lisanından duyan urefası, uleması var­dı. Desti kudretin kitabı kâinata yazdığı sahifaları artık okuyama­dıktan başka; gece gündüz okuduğumuz kitabı münzel de nere­deyse hiç bize sö'ylemiyecek bir hale gelecek.

Garbin büyüklerinden biri:

(Müslümanlık iki asır içinde âle­mi insaniyete sayısız hey'etşinas yetiştirmiş iken, kilisenin hakim olduğu on iki asır zarfında biz bir hey'etşinas bile çıkaramadık!) diyor.

Nasıl oldu da o şanlı, o irfanlı mazi bize veda edip gitti? Ya biz bu inhitatın Önüne düşüp sonuna kadar gidecek miyiz? Çocu­ğumuzun sermayei hafızası olan şu âyeti kerîmeden olsun ibret alarak gözümüzü açmıyacak mıyız? Halbuki Allahın bu ayetleri bi­zi ilmin her vadisinde, her şubesinde en ileri adımları atmağa sevk edecek kuvvet ve kudrettedir ve bize gerekleşen de bu şerefli mev­kie bir an evvel yükselmektir... [108]

 

A’RAF SÜRESİNDEN [109]

 

Mealî

 

“Ey ademoğulları, her namaz yeri için temiz libasınızı giyininiz; bir de yiyiniz, içiniz, yalnız israf etmeyiniz; iyi bilinizlrî Allah müs­rifleri sevmez.” [110]

 

Tefsiri

 

A'raf suresine mensup olan bu âyeti kerîmenin nüzuline sebep olmak üzere diyorlar ki, (Bazıları Beytullahı çıplak tavaf eder­ler; sonra “Günaha girerken üzerimizde bulunan elbise ile Allanın huzuruna çıkamayız.” diye sırtlarmdaki esvabı mescidin dışna bıra­kırlardı. Beni Âmir kabilesi de hac günlerinde ağızlarına yağlı ye­mek koymaz; hemen ölmiyecek kadar hir şey yerlerdi, Müslüman­lar onları taklit etmek istediler. îşte bu emir ile nehiy ondan icap etti.)

Allanın kitabına, Peygamberimizin sünnetine, müslümanlığı doğrudan doğruya Aleyhisselâtü vesselam efendimizden alan eshabının siretine, elhasıl sahabeyi kendilerine numune kabul eden se­lefi şalinin maişetine bakacak... lâkin dikkat ile bakacak olursak pek aşikâr bir surette görürüzkî, dinimiz ifratın, tefritin her ne­vinden, her gelelinden, azadedir, bütün ahkâmında, bütün evamirinde kemali itidalden başka bir esas gözetmemiştir.

Hakikat,  müslümanlarm erkekleri için,  şıklık namına,  cihaz katırı gibi donanmak, yahut seyyar bir tuhafiye camekânı kılığı­na girmek ne kadar gülünç ise; din namına, züht namına da, eski püskü paçavralar içme gömülerek hem müslümanlan, hem müslü-manlığı rezil etmek o kadar alçak bir harekettir.

Hazreti Ömer'in eshab arasındaki mevkiini hepimiz biliriz. Aleyhisselâtü vesselam efendimizden sonra Peygamber gelmesine imkân olsaydı; Ömer gelecekti. İste bu sahabıyi muazzam günün birinde Medine'yi dolaşırken, sokağın kenarına çekilmiş bir adam gördü ki, sırtına isteyerek gayet çirkin bir paçavra yığını geçirmiş; zelil bir vaziyet ile boynunu yan tarafa eğmiş; masivayı gör­mekten rahatsız olacakmış gibi gözlerini de kapamış, duruyor! Hali­fe bunu görür görmez: (Böyle miskin tavırlarla dinimizi öldürme, hey Allahm kahrına uğrayası!) diyerek, elindeki kırbacı herifin omuzuna indirdi.

Zaten Aleyhisselâtü vesselam, efendimiz de kudreti varken el­bisesine itina etmeyen, bir sahabîye (Cenabı Hak, sana "verdiği ni­metin asarını senin sırtında görmekten hoşlanır.)  buyurmuştu.

Vakıa âyeti kerimede (Mescit) kaydı vardır ki bundan mescit haricinde elbiseye itina edinmeyecek gibi bir mana çıkabilir. Ancak alt taraftaki (Allahın kullarına helâl kıldığı ziyneti, kim yasak et­ti) mealindeki ayet işin öyle olmadığını sarahaten gösteriyor.

İsraf etmemek şartiyle yiyip içmek mes'elesine gelince, dün­yada bu kadar sıhhi bir kanun olamaz. Bu âyeti kerime ile (Mi'de, dert kaynağıdır. Perhiz, dermanların başıdır.) hadisi şerifi tıbbın hülâsasıdır. Nitekim Harunu Reşit zamanında yetişen gayri müslim bir tabip (Müslümanlık Calinus'a (bize) bir iş bırakmamış!) de­miştir. [111]

 

ÂLİ ÎMRÂN SÛRESİNDEN [112]

 

Meali

 

“Hepiniz birden Allahın Kitabına sım sıkı tutununuz; birbiri­nizden ayrılmayınız; Cenabı Hakkın üzerinizdeki nimetini hatırlayı­nız: Hani, bir zamanlar birbirinize düşman idiniz, O sizin kalblerinizi birleştirdi de O'nun lutfu sayesinde kardeş oldunuz; hani, bir zamanlar cehennem uçurumunun kenarında idiniz, O sizi oradan kurtardı; işte, doğru yolu bulaşınız diye Allah âyetlerini size böy­lece bildiriyor.” [113]

 

Tefsîrî

 

Ayeti celile Âl-i İmran sûresindendir.

“Allahın kitabı, gökyüzünden yeryüzüne uzanan Allahın ba­ğıdır.” gibi sahih hadislere bakılınca âyeti kerîmedeki Habibullahın Kur'an olduğu anlaşılır. Bundan maksad İslâmdır, diyenler de ol­muştur. Zaten bu iki tevcih birbirinden ayrı değildir ki! Öyleya, Kur'an islâmın kitabı, İslâm ise o kitabın meali müstetabıdır” [114].

Müslümanların hem dünyada perişan, hem ukbada mahkumi hüsran olmamaları için, her ne surette, her ne mahiyette olursa olsun, tefrikayı  [115]   intaç edecek  bütün  hareketlerden  bizi  nehy eden âyet yalnız şu tefsir ettiğimizdir, zannına düşmiyelim. Bir çok âyeti şerife ile namütenahi ahadisi münife, hep ya ayni gayei vah­dete [116] sevk edecek birer emri, yahut o gayeden uzaklaşmamak hakkında birer yasağı içine alıyor.

Ne hacet. Bu evamirin, bu nevahinin [117] hiç biri olmasa, edasiyle memur olduğumuz faraiz, ta Çin surlarına yaslanmış bir Mo­ğol ile Şar balkanı eteklerinde dolaşan bir Arnavut arasında en sağlam bir uhuvvet rabıtası vücude getirecek mahiyeti haiz değil mi?

Tarihi İslama azıcık vukufu olanlar Ansarın Muhacirine [118] kar­şı ne büyük fedakârlıklar gösterdiğini bilirler. Evet, semahatın, [119] insaniyetin bu derecesi o vakte kadar vukua değil, hatıra bile gel­memişti! Halbuki, zamanı cahiliyette bunlar birbirinin hasmı cam idiler. Muhtelif kabileler arasmdaki kanlı muharebeler bitmek, tü­kenmek bilir takımından değil idi. Nitekim Evs ile Hazrae tam yüz yirmi yıl birbirini boğazlamıştı. İşte asırlarca süren bu müthiş mu­hasamata hatimeyi [120] müslümanlık verdi. Kabail [121] yekdiğerine karşı hasmı can iken feyzi İslâm ile birdenbire yan can oldu. Artık bu takarrür eden sulhun, teessüs eden uhuvvetin sayei saadetinde pek bahtiyar bir hayata nail olan Ceziretül Arap sakinleri putpe­restlik levsinden sıyrılarak sahai nuranuru tevhide yükselmek suretiyle hayatı bakiyelerini de temin eylediler.

İşte âyeti kerîmede bir üslubu imtinan [122] ile beyan buyrulan; her zaman yade alınması emir olunan nimet, bu nimeti uzamadır [123].

Bu nimet, bu birlik nimeti, dünyada en büyük nimettir. Çünkü, ayrılık bîr cehennem uçurumudur ve bu cehennem uçurumun­dan kurtulmak sayesinde yaşamak mümkündür. [124]

 

ENFÂL SÛRESİNDEN [125]

 

Meali

 

“Bir de, belânın öylesinden sakınınız ki, o hiç bir zaman yal­nız içinizden zalimlere isabet etmez; sonra, bilmiş olunuz ki, Allahın azabı yamandır.” [126]

 

Tefsiri

 

Bu âyeti kerîme mealindeki âyeti ke­rimenin altındadır; ikisi de surei Enfale mensuptur. (Beladan sakı­nınız) demek, o belayı getirecek sebeplerden sakınınız... demektir ki, bu sebeplerin en başlıcası fitne lafzının medlulüdür.

Şimdi, bu iki âyeti celileden şu hakikat sarahaten anlaşılıyor kî, her bîri müslümanlar için ebedi bir hayat olan ilâhi emirler yerine getirilmeyecek; geldiği zaman kurunun yanında yaşı da yakıp kül eden salgın musibetleri önlemenin çaresine bakılmıyacak olursa helak muhakkaktır.

Ne yapalım, kanuni îlâhî böyle: kurunun yanında yaş da yanıyor. Beş on kişinin uyandırdığı fitne yangını binlerce, yüz bin­lerce, milyonlarca hanumanın külünü havaya savurmaktan geri kalmıyor. Evet, bir namerdin hırsına koca bir memleket kurban olu­yor; bir münafığın yüzünden cemaatler, cemiyetler tar-ı-mar olup gidiyor. Hakîm şair Ziya Paşa merhumun dediği gibi, Kahharı Zülcelâl,

Pek âla! böyle bir, iki, beş, on, yirmi, elli, yüz... hatta bin, hatta bir kaç bin suçlunun cezayı amelini geride kalan milyon­larca bigünaha çekdirmek Adaleti İlâhiyeye sığar mı? Bu suali uk-dei hatr etmek bile haramdır. Çünkü, Hallâki Hakîm bu âlemi hil­kat için, hiç bir zaman değişmiyecek, bir takım kanunlar vaz' etmiş; o kanunların mahiyetini, ebediyetini bütün mükellef olan insanla­ra bildirmiş; hem onların bizim hayatımıza, bizim selâmetimize ta­alluk eden kısmını iyice anlayabilmemiz için gayet basit, gayet vazih bir surette tertip eylemiş; sonra, yine bizim selâmetimiz nezdi rahmanisinde pek matlup olduğu için (Sakın bu kanunların gös­terdiği yoldan ayrılmayınız, zira mahvolursunuz.) ihtarını daima tekrarda bulunmuş... Artık biz kalkar da Allahın o emrine kulak vermez; Allahın gösterdiği yolu tutmaz; bilakis bizi helak uçurum­larına doğru götürmek istiyen fesatçıların bile bile arkasına düşer­sek; Adaleti İlâhiye için bizi te'dip etmemek kabil olur mu?

(Zalimlere dayanmayınız, yoksa yanarsınız) tehdidi gibi erba­bı zulme yaklaşmayı, nehy eden, (Fasıkilara uymayınız...) ihtarı gibi basiret, ihtiyat tavsiyesinde bulunan âyeti kerîme ne kadar çoktur!

Onun için kuru ile beraber yaşın da yanmasına sebep olan felâketleri önlemek üzere el birliği ile hareket icab eder. Çünkü, • milli korunmanın esası, milletin el birliğidir. Ve bu el birliği mil­leti, her şeyden önce bir takım zalimlerin oyuncağı olmaktan, za­limlere oyuncak olmak dolayısiyle felâkete müstahak olmaktan ko­rur ve kurtarır. [127]

 

MÜCADELE SÜRESİNDEN [128]

 

Meali

 

“İyî biliniz ki, Allah ile Onun Peygamberine kargı gelenler yok mu, iste onlar en zelil mahluklar sırasındadır. Ben de, Peygamber­lerim de mutlak onları mağlup edeceğiz, diye Allah ezelde yazdı; Allah ise muradından, kabil değil, döndürülemiyen bir Sadiri Zülcelâldir.[129]

 

Tefsîrî

 

Mücadile sûresine mensup olan şu iki âyeti celile Kitabullah'ın en müdhiş parçalarındandır. Ancak, aslındaki ruhi şiddete dair ufa­cık bir fikir verecek kadar olsun, tefsirine muktedir olamadık. Yoksa, edebiyatla uğraşmak sayesinde arabm selikai beyanına ül­fet peyda edenler için, bu müeyyet, bu müekket tehdid-i ilâhi kar­şısında tirtir titrememek kabil olamaz.

Evet, nazarımızı maziye doğru çevirirsek: Cenabı Hakkın gös­terdiği yolu tutmıyan, Peygamberlerin sözüne kulak vermiyen mil­letlerin, sonunda, ne ağır bir zillete mahkûm olduklarını, ne acıklı bir sefalet içinde çalkanıp gittiklerini görürüz.

Hayır hayır! Mazileri karıştırmaya, uzaklara gitmiye hacet yok. Yaşadığımız devirler de bize sonsuz ibret levhaları gösterip duruyor: Hani müslümanlarm eski şevketi eski saadeti? Hani on­ların eski samanı, eski izzeti?

Bu diyar, bir zamanlar dünyanın dayanağı iken, ne zillettir ki, bugün âdeta sığınma mevkiinde bulunuyor! Bir zamanlar kuvvet ve kudretimizin ünü cihanı titretirken, ne rezalettir ki, şimdi Bulgarlar bile bizi korkutmak ümidine düşüyor! [130]

Eğer aklımızı başımıza almazsak; eğer kitabımıza dört elle sarılmazsak; eğer aramızdaki nifaklara, şikaklara son vermezsek; eğer müslümanlıkta tembelliğin, meskenetin haram olduğunu anla­mak istemezsek; eğer bu dinî mübinin cehil ile payidar olamıyacağına kalbimizin bütün samimiyetiyle iman etmezsek; eğer bütün kuvvetimizle düşmanlarımızdan daha kuvvetli olmaya çalışmazsak; eğer memleketimize batının rezaleti yerine fennini, san'atını soka­mazsak... ne olacağız bilirmisîniz? Allah korusun milletlerin maska­rası, müslümanlığın yüz karası!

Evet, alınları o bozgunluk damgasile kararan millet, ne kadar çalışsa, bir daha asude bir çehre ile insaniyetin huzuruna çıkamı­yor. Biz pek kat'i, pek sarih olan bu tehdidi ilâhinin başkaları hak­kında tahakkukunu gördük. Kitabullahm en açık mucizelerinden bi­ri şudur ki, başkaları dediğimiz o zavallı millet (Yahudiler) eski hatalarını tamir, eski günahlarını temizlemek için sonradan alabil­diğine çalışmış, alabildiğine uğraşmış iken, kabil değil, mahkûm olduğu hüsranı müebbedden kurtulamadı; hem imkânı yok kurtulamıyacak.

Hüner, bu vaziyete düşmeden, kalkınmak ve vakit geçirmeden, hüküm giymeden toplanarak hal ve istikbâli kurtarmaktır. [131]

 

MÂİDE SÛRESİ [132]

 

Meâli

 

“Ey iman edenler, başkalarının hesabını sizden sormazlar; siz kendinize bakınız.” [133]

 

Tefsîri

 

Mealini naklettiğimiz hitabı İlâhi doğrudan doğruya biz müslümanlara ait iken, yazıklar olsun ki, hiç birimiz o emri yerine ge­tirmiyor; en kıymetli zamanlarımız, o, nefsimizi murakabe altında bulundurmakla geçecek saatlerimiz, günlerimiz, hattâ ömürlerimiz hep başkalarının hatasını araştırmakla, başkalarının fenalığını sa­yıp dökmekle heder olup gidiyor.

Gerek İslâm cemiyetinin, gerek o cemiyetten bir ferdin hayri için teklif edilen işlere karşı: (Neme lâzım! ne üstüme vazife!) “miskin cevapları” atalar sözü gibi aynen tekrar ediyoruz; cen­netlik vücudumuzu azıcık yormak şöyle dursun, ağzımızı bile aç­mıyoruz da mesele Zeydin, Amr in hareketlerini muhazeye gelin­ce olanca faaliyetimizi, olanca kuvvetimizi sarf etmekten asla geri durmuyoruz!

Yeryüzünün dörtte üç bölüğünü kaplıyan müslümanların yine dörtte üç bölüğü hiç bir eseri hayat göstermiyor. Bu biçarelerin hayat âlemine, şuunu âleme (dünya işlerine) afal afal bakan göz­leri (Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim!) mealini ne açık bir beyan ile anlatıp duruyor. Geride kalan azlığın fırıl fırıl dönen nazarları ise başkalarının noksanlanyle (kusurlariyle, ek­siklikleriyle) uğraşmaktan baş alıp da bir kerecik olsun kendi muhitine, kendi şahsına, dönmüyor! Hülâsa, ekseriyet tefritin ekalli­yeti ifratın kurbanı olup gidiyor.

Müslümanlık fıtrî din, îlâhî din, hem en son ilahiî din olmak itibariyle bir i'tidal dini iken nasıl oluyor da bizler hiç mu'tedil bir hattihareket takip edemiyoruz? Bunun cevabı pek kolaydır: Çünkü müslüman ismi altındaki cemaatin çoğu islâmın aslından ve dosdoğru şeklinden alabildiğine gafil. Dünyada, ukbada bizi insanların en mes'udu sırasına geçirmeyi kâfil olan böyle bir dini, cehaletimize kurban ettik; hala da ediyoruz. Yazıklar olsun.

İslâmiyeti şimdiki haline getirince artık hiç birimiz de uya­nıklıktan eser kalmadı; Ahlâki fazılanın(değeri yüksek ahlâkın) ismini bile unutmak alçaklığına düştük. Evet, haydi maziden ibret almıyoruz; çünki gözümüzle görmedik. Haydi zamanımızda, fakat başka iklimlerde yaşayan dindaşlarımızın felâketine bakarak ken­dimize gelmiyoruz; çünkü zavallıların kaynayıp gittiği adem gir­dapları bizim denizlerimizden uzakta bulunuyor. Lakin şu bizim kendi gözümüzün önünde geçen, kendi bağımızın üstünde dönen facialardan olsun ibret almak yok mu?

Müslümanlar pek iyi bilmelidirler ki, bizi dört taraftan çevi­ren felakette her ferdin, evet, istisnasız her ferdin bir mes'uliyet hissesi vardır. Eğer herkes gerek kendi nefsine, gerek halikına, ge­rek dindarlarına, vatandaşlarına karşı ifa ile mükellef bulunduğu vazifeleri ihmal etmiş olmasaydı bu musibetler, bu belâlar kabil değil başımıza gelmeyecekti

Başkalarını ayıplamakla kimse vicdanı huzurunda mes'ul ol­maktan, mahkûm olmaklan kurtulamaz. Biz dört sene evveline ge­linceye kadar geçen zamanı susup oturmakla; şu dört seneyi de otu­rup muttasıl söylemekle heder ettik. Fertlerinin bütün azası atalete mahkûm kalarak yalnız çenesi işliyen bir millet elbette yaşayamaz.

Biz başka milletlerden o kadar geri kalmışız ki, aradaki mesa­feyi uçar gibi geçebilmek için her ferd üzerindeki vazifeden başka bir de fedakârlık hissiyle mütehassis olacak îdi. Heyhat, bizler o vazifeyi bile tamamen ihmal ettik. Büyük, küçük bütün ferdlerin vazifesi suçlamaya ve inada münhasır kaldı.

Memleketin en hamiyetli, en dirayetli, en doğru düşünen, en doğru söyliyen mahdut bir kaç evladına münhasır kalmak şartiyle muahaze ve intikad millî selâmetin yegâne çaresi olabilirse de bu hak taammüm ettiği (umumileştiği) gibi o deva salgın bir hasta­lık kadar büyük yaralar açar. Nitekim açtı. Şimdi millet hayatını kökünden sarsan içtimai hastalıklar içinde en dehşetlisi, içine düş­tüğümüz tembellik hastalığıdır. Atalar “Söz ayağa düşmesin!” der­ler, hem bu sukuttan pek korkarlarmiş. Ancak onlar bir çok mü­tefekkir kafaları da ayak sırasında görürlermiş. O şiddet pek fazla idi; lakin hafifliğin bu kadarı da ayni akıbeti husule getirir. Ni­tekim getirdi. Şimdi yapılacak şey bundan böyle olsun, ağzımızı değil, gözümüzü açarak, kusurlarımızı yakından görerek onları ikmâ­le; Allaha, ibadullaha (Allanın kullarına) kargı mükellef olduğu­muz vazifelerimizi hakkiyle ifaya çalışmaktır. Ümitsizliğin manası yoktur. [134]

 

ALİ ÎMRÂN SÛRESİNDEN [135]

 

Meali

 

“Ey iman eden kimseler, sebat gösteriniz, hem düşmanlarınız­dan fazla sebat gösteriniz; daima muharebeye hazır bulununuz; bununla beraber, AİIahtan her zaman korkunuz ki, felah bulası­nız.” [136].

 

Tefsiri

 

Bu âyeti celile ÂI-i îmran söresinin sonundadır (Isbîru) ve (Sabiru) emirlerinin ne olduğunu iyice anlıyabilmemiz için sabrın gerçek mahiyetini düşünmemiz icap ediyor.

İnsan için en büyük fazilet, sabırdır. Ahlâkî kuvvetlerin hiç biri bu pek değerli kuvvet ile boy ölçüşemez. Onun için Kitabullahta sabır kadar çok zikredilen sabır kadar sık emir olunan bir seciye daha yoktur. Sahabei kiram [137] (Radıyallahü anhüm)dan hiç bi­rinin Surei Asrı okumadan arkadaşına veda etmediği malumdur. Bunun hikmeti de insanın hüsrandan yakayı kurtarabilmesi için Hakka, sabra dört el ile sarılmaktan başka çare olmadığını birbirine ihtar etmekti.

İyi amma sabır nedir? Biz müslümanlar sabır dediğimiz mukaddes kelimenin delâlet ettiğine sahip olmak şöyle dursun, ma­nasına vakıf bile değiliz! Evet, sabır lafzı anıldığı gibi zihnimizi alçaklığa, düşkünlüğe yakm bir mefhum kaplar. Bize göre mutlak surette (katlanmak) demektir. Neye katlanmak? Her şeye... Da­ha doğrusu katlanılmıyacak şeylere! Meselâ: Zelil olmaya, hakaret görmeğe, döğülmeye, söğülmeğe; hulasa, insanlık şerefimizi lekeliyecek musibetlerin hepsine!..

Aman yarabbi! Kur'an-ı Kerîm ne söylüyor, biz ne anlıyoruz! Sabır katlanmak değil göğüs germek demektir. Neye göğüs ger­mek? Evet, sonunda katlanılmıyacak acılara katlanmak iztirarına [138] mahkûm olmamak için, önceden her türlü güçlüğe, her türlü zahmete mertcesine, insancasma göğüs germek.

Allah yolunda, hak yolunda, din uğrunda, millet uğrunda ra­hatını, uykusunu, malını, canını feda edivermek yok mu? İşte sa­bır budur. Yoksa, bu fedakârlıkların semtine yaklaşmıyarak miskin miskin oturmak; sonra da hissesine düşecek rezilliği (Kader böyle imiş! tahammül etmeli.) diye hazma çalışmak hiç bir zaman sabır ile izah  edilemez [139].

Ne hacet! Zimahşeri gibi müfessirlerin büyükleri sabra: te­kâlifi diniyeyi [140] hakkiyle eda etmek manasını veriyorlar. Öyleya, teklif külfei; maddesinden geldiği için dinin bütün tekâlifi ufak, bü­yük birer fedakârlık ihtiyarım istihzam eder. Lakin bir kerre, o fedakârlığın kabulü yüzünden elde edilecek saadeti; bir kerre de terki dolayısiyle baş gösterecek felaketi düşünmeli!

Islâmm en birinci teklifi ilim değil midir? Pek âlâ! ilim tah­sili için az fedakârlık, yani az sabır mı ister! Lakin evvelâ ilmin, gerek bugünkü hayatı fanide temin eylediği menfaatleri, gerek ya­rınki ömrü cavidanide [141] vereceği mevkii düşünürsek; sonra, ce­haletin hem dünyada, hem ukbada ne büyük bir hecalet, ne yaman bir rezalet olduğunu gözümüzün önüne getirsek: Dinin o teklifini mahzi külfet [142] olsa bile yine bin can ile kabul etmemiz lâzımgelmez mi?

İşte sabır demek ulumu nafıayı [143] tahsil için her türlü sıkın­tıya tahammül etmek demektir; yoksa cehaletin sürükleyip geti­receği pislik içinde boğulup gitmek değildir!..

Son zamanlarda müslümanliğı ya büsbütün ortadan kaldırmak, yahut ötesini beri ederek din namına bir şeyler yapmak istiyenler türedi. Biz bu adamların söylediklerini işittik; yazdıklarını oku­duk. (Dini kaldırmalı!) diyenlerin dünyadan:

(Dinde teceddüt hu­sule getirmeli) fikrini besliyenlerinde dinden alabildiğine gafil olduklarına iman ettik.

Evet ,bu adamlar milyonlarca halkın hissiyatına, harekâtına hakim olan ruhu ezelîyi görmiyecek kadar gaflet göstermeselerdi; dini kaldırmanın ne lüzumunu, ne de imkânım tasavvur edemez­lerdi. Kezalik dinin hüviyeti hakikasına dair azıcık malûmat edinmiş olsalardı; dine yenilik sokmak şöyle dursun, onun en eski, ya­ni en sahih şekline dönmek intiyacı nıübrimini [144] gözleriyle gö­rürlerdi.

İşte onların bu gafleti, bu cehaleti de hep demindenberi anlat­mak istediğimiz seciyei mübarekei sabrın yokluğundandır. Öyleya demek ki, bu adamlar ne milleti tetkik edecek, ne de dini anlıyacak kadar fedakârlık göstermemişler!

Bir zamandan beridir, dillerde (Karakter) sözü dolaşıp gidi­yor. Azim, sebat, seciye, metanet gibi sözler ile tercüme edilen bu kelimenin tam mukabili sabırdır. Öyle ise artık bu ümmete Alman, İngiliz, Fransız milletlerinin ahlakiyle mütehallik [145] ol­mayı tavsiyeden vaz geçelim de ona maaliyi islâmiyeyi [146] öğretmeye çalışalım.

En büyük, en metin ahlâk, hakiki Müslümanlarda; en müeyyet desatiri ahlakiye [147] ise hakiki müslümanlıktadır. (Ve inneke Ieala hülûkin azim) [148] tarzındaki tekrimi llâhiyeye mazhar olan Resuli muhterem Efendimiz secayayi fazılanın [149] bir timsali fev-kelhayali idi. [150] O zatı akdes'in [151] mektebi terbiyetine yetişen eshabi kiramın da nasıl kâmil, nasıl mükemmel birer insan olduk­ları hepimizin malumudur. Bu hakikatlan yalnız bizim kitaplar yazmıyor; frenklerin oldukça insaflıları da itiraf ediyor; (Gündüzün bütün mal, mülkünü kapısına gelen muhtaçlara veren Hz. Muhammed (s.a.v.) akşama tek hurmadan başka yiyeceği kalmamıştı.

Onu da en son gelen fakire tasadduk ederek geceyi Ayşe (Rd.)  \e birlikte aç olarak geçirdi.) diyorlar.

Mevzumuza dönelim: Âyeti celile bizi sabra davet ediyor; hem de düşmanlarımızın göstereceğine kat kat faik bir sabra davet ediyor. Biz şimdiye kadar Kur'andaki o emri ilâhîyi dinlemiş, muktezasınc hareket etmiş olsaydık, bu gün mazimizi hasretle yâd et­mez, namusu dini, namusu milliyi düşmanın murdar ayaklarına çiğnetmezdik; işte (Rabitu: harbe hazır bulununuz), (Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız.) tarzındaki açık kati emirlere kulak vermediğimiz için bütün âlemi İslâm bir sahnei kital oldu.

Evet, kuvvet hazırlamak hayli fedakârlık ihtiyarına mütevak­kıf idi, hâlâ da öyledir. Lâkin o kuvveti elde etmek için ne kadar külfetler, ne kadar zahmetler varsa biz hepsini iktiham edecek, [152] hepsine göğüs gerecek idik. Zira Kur'an-ı Kerîm'in emrettiği sabır işte o idi. Yoksa vatanı islâmın şu elim felaketi karşısında ku­laklarımızı sarkıtıp oturmak değil! [153]

 

HAC SÛRESİNDEN [154]

 

Meali

 

“Zulme daldıkları için helak ettiğimiz ne yurdlar var ki, üs­tü altına gelmiş yatıyor; ne kuyular var ki, başında, ne yüksek kalalar var ki, içinde kimseler yok! Acaba bunlar yer yüzünde hiç dolaşmıyor mu ki düşünecek kalbleri, yahut görecek gözleri olsun? Şu hakikat iyi bilinmelidir kî, gözler kör olmaz; lakin asıl göğüslerdeki kalbler kör olur.” [155]

 

Tefsirî

 

Bu âyeti kerîme bir tehdidi mehip ile başlıyan Hac suresine mensuptur.

Kur'ân-ı Kerîm'in duygusuzlukla, görgüsüzlükle ittiham ettiği kimseler doğrudan doğruya Mekke müşrikleri ise de; göçmüş mil­letlerin dasitanı izmihlalini [156], çökmüş memleketlerin lisanı ha­linden işidip ibret almak ihtiyacı her devrin insanları için pek ta­biîdir. Zira tarihin bir tekerrüri daimîden ibaret olduğuna, çünkü kanunu fıtratın asla değişmediğine yakin derecesinde bir itminan edinebilmek için, ayni hareketlerin ayni akıbetler husule getirdi­ğini görmek, fakat gözle görmek, hem pek çok defalar görmek lâzımgelir. Bu ise ancak (Siyru filarz)[157] fermam İlâhisine imtisal ile  kabil  olabilir.

Lakin heyhat! zamanımızdaki müslümanlar, hatta dünyayı dolaşsalar, göreceklerinden ne Öğrenecekler ki, Asri saadette yaşa­yan müşrikler gibi, biçarelerin asıl kalb gözleri alabildiğine kör! işittiklerinden ne belliyecekler ki, zavallıların asıl can kulakları ala­bildiğine sağır!

Hakikat öyle! isterse her adım başında bin ibret levha, is­terse her zerrei mevcudun [158] yüreğinden bin dehşetengiz sayha [159] yükselsin... Nazarlar için seçilmez bir karaltıdan başka görgü, ka­falar için anlaşılmaz bir gürültüden başka duygu yok!

Yarabbi, şu en elim hüsranlar, en vahim buhranlar içinde çal­kanıp duran islâmm intibahı için [160] tamiki nazar tetkiki haber devresi [161] ebediyyen gelmiyecek de bu ümmetin uyanması sabahı mahşere mi [162]  kalacak?

Ey cemaati müslimin! artık Allah için olsun uyanınız; kalb gözünü, can kulağını böyle sımsıkı kapamayınız! Bir millet ne ha­le geliyor da topraklara seriliyor; bir vatan nasıl oluyor da ayak­lar altında kalıyor; bunu görünüz, anlayınız! Hâlâ mı duygusuz­luk? Hâlâ mı görgüsüzlük? Etmeyiniz! Sonra, şu başımızdaki fe­lâket yok mu, işte ondan beterine, hem Allah göstermesin, bin kat beterine maruz kalacağız! O zaman, hayatı milletten eser kal-mıyacak; o zaman namusu İslâm büsbütün mahvolacak; o zaman haremsarayi tevhidi [163]. en murdar ayaklar çiğneyecek; o zaman, islâmm o ma'sum nasiyesi küfrün mülevves eliyle yerlerde sürük­lenecek !

Haydi biz, duygusuz mahluklar, bu zilletlerin, bu rezaletlerin hepsine katlanalım; (Üç buçuk günlük hayatın ne değeri var!) diye kendimize teselli verelim de cemadatın bile dayanamıyacağı heybetler, hüsranlar içinde geberip gidelim! lakin çocuklarımızı, to­runlarımızı düşünmiyecek miyiz? Her halkası bir batından teşek­kül edecek o canlı silsilei sefaletin kıyamete kadar la'netine hedef olmaya da katlanacak mıyız?

Haydi buna da aldırmıyahm, buna da katlanalım! Heyhat! su (üç günlük!) hayatın arkasında bitmez tükenmez bir hayat var ki, bu gidişle o, bizim için namütenahi bir devreî azaptan başka bir şey olmıyacak! Acaba orada ne yapacağız? Dünyada iken, na­musu milleti bile bile heder eden biz sefiller Huzuru İlâhiye hangi yüzümüzle çıkacağız?

Ey cemaati müslimin! görüyorsunuz ki, duracak zaman değil: Çünkü zaman durmuyor! Haydi bakalım, apaçık ziyandan kurtu­larak yaşamak, islâmı da yaşatmak istiyorsan durmayınız! [164]

 

ENFÂL SÛRESİ BAYEZİT    KÜRSÜSÜNDE [165]

 

MEAL Ve TEFSİRİ

 

(Ya eyyühe-lezine âmenu) Ey cemaati müslimin, ey Allah'ın dinine iman edenler! (îstecibu) icabet ediniz: (Iillahi) Allaha, A-lahın dâvetine; (Velirrasûli) Allah'ın rasûline, o rasûli muhtere­min dâvetine. (Iza deaküm lima yuhyîküm) Evet, onların sizin için hayatı mahz olan dâvetine. Allah'ın, rasûlinin hakkınızda mah-zı hayat olacak bir çok evamiri var; onları îfa ederseniz gerek bugünkü hayatı faniyenizde, gerek yarınki hayatı sermediyenizde mes'ut olur, rahatla, saadetle yaşarsınız. (Va'lemu ennellahe yehulü beynelmer'i ve kalbihî) sonra bilmiş olunuz ki, Cenabı Hak, insan kalbi ile kendi arasına girer; yani mahlukunun bütün esra­rına muttali olur. (Ve ennehû ileyhi tuhserûn) Şunu da biliniz ki, yine merciiniz (dönüşünüz) Allahü Zülcelâldir.

 (Vetteku fitneten) O musibetten, o fitneden sakınınız kî, (La tüsîbenellezine zalemû minküm hasseten) O belâ, o felâket hiç bir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez; belki umumunuza birden müstevli olur. (Va'lemu innellahe şedidül'ikâb.) Bir de göz­lerinizi açınız; iyi biliniz ki, Allah'ın ikâbı (cezası) şedittir, müdhiştir. [166]

 

Tefsîrî [167]

 

Bu iki âyet surei Enfâldedir. Allahü Zülcelâl buyuruyor ki, Benim bütün evamirimde; evet, gerek size Kur'an ile bildirdiğim, gerek Peygamberimin lisaniyle, sünnetiyle tebliğ ettiğim emirlerin hepsinde sizin için hayat vardır. Hem nasıl hayat? Bütün mânâsiyle bir hayat. Müfessirîni izam [168] buradaki (Hayat) ı yalnız maneviyata hasretmiyorlar; maddiyata da temil ile âyeti ona gö­re tefsir ediyorla'.. Zaten maneviyât ile maddiyat birbirinden ay­rılamaz Bedensiz ruh olmaz, ruhsuz beden olmadığı gibi. Demek, Evamiri îlâhiyenin [169] kâffesinin zımnında bizim için, biz müslümanlar için, hayat var. Terkinde ise yok oluş muhakkak.

Artık düşünmiye hacet var mı? İşte görüyoruz. Âlemi İslâmın başına gelen musibetler, bu âyetin ne kadar kat'i ne kadar sarih, ne kadar doğru olduğunu gösterdi!. Şimdiye kadar muzmahıl olan ne kadar ekvamı islamiye varsa hep ahkam Ilâhiyeyi ifa etmemek yüzünden mahfoldular Vakıa Cenabı Hak (Malikülmülküm) [170] diyor: Bu âlemde istediği gibi tasarruf eder: dilediğinden alır, di­lediğine verir; istediğini izaz eyler, istediğini tezlil [171] eder. Şüp­he yok. Fakat hiç bir kavim gösterilemez ki, kendisi, zilleti, esa­reti, mahkûmiyeti haketmeden inkiraza gitmiş olsun; hiç bir mil­let görülemez ki, mülküne sahip olmak istidadını kaybetmeden va­tanı elinden çıkmış bulunsun. Cenabı Hakkın bir takım kavanini, kavauini ezeliyesi vardır. Evet, o kanunlar, hem ezelîdir, hem ebe­dîdir. Hiç de değişmez. Cenabı Hak bütün hakkiyiki [172] bu ka­nunlarında birer birer göstermiş; müteaddit yerlerde; müteaddit şekillerde bildirmiştir.

Geziniz dünyayı;  arza, semaya bakınız;  muhtelif kıtalardaki harabeleri görünüz;  sizden evvel geçmiş milletlerin tarihini okuyunuz... Göreceksiniz ki, hepsi ayni sebebler, ayni şartlar altında terakki etmişler, yine ayni esbap, ayni şerait tahtında mahvol­muşlar. Çünkü ayni sebepler, daima ayni neticeleri tevlid eder.

Evamiri ilâhiye dendi mi, hepsinin zımmmda hayat var. Hat­ta yerine getirilmesi ilk bakışta sırf âhirete ait zannolunan bir ta­kım ibadetlerimiz var ki, onları da tetkik edersek görürüz ki, her birinde bu dünya için de pek çok faydalar vardır. Meselâ: Namaz, müslümanlara farzdır. însan günde beş defa yaratıcısıyle kendi arasındaki rabıtayı tecdit ediyor. Dünyaya da talluku büyük, faidesi çok. Çünkü insanları bir çok kötülüklerden menediyor; sonra aynı dine tabi milyonlarca beşeri aynı zamanda, yüzler aynı kâbe-ye, aynı kıbleye müteveccih olmak şartiyle aynı kubbeler altında toluyor. Çünkü islâm, dini tevhiddir, çünkü İslâm ekmeli edyandır [173]. Dini İslâm kadar Allah'ın kullarını tevhit etmiş (bir­leştirmiş) birbirine ısındırmış bir din yoktur.

Bilirsiniz ki, Hazreti Peygamberin bî'setinden [174] evvel (Evs) ileıHazrac) kabileleri arasında tam yüz yirmi sene ihtilâl, kıtal devam etmişti; Hicaz havalisi mezbaha haline gelmişti. İslâm gel­di; nifakı, şikakı kaldırdı.

İslâm'ın tayin etmiş olduğu ibadât ile ahkâm, ferdler arasın­da ittihadı temin içindir. Böyle iken maalesef görüyoruz ki, müslümanlar kadar tefrika içinde kalmış; teşettüt içinde [175] bunal­mış bir millet yok! Demin söyledim, Allah'ın bütün emirlerinde hayat var. Evamiri Îlâhiyenin işte en birincisi ittihattır (birlik ol­maktır) .

Cenabı Hak diyorki, (Hepiniz birden Allah'ın ipine, Kur'ân'a sanlınız; yani ahkâmı Kur'aniyeden ayrılmayınız. Sakın tefrikaya düşmeyiniz; sonra mahvolursunuz. Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırınıza getiriniz. Biliyorsunuzya: hani aranızda niza'lar, ihtilâf­lar vardı, birbirinize düşman îdiniz; îslâm sayesinde Cenabı Hak kalblerinizi tevhit etti: kardeş oldunuz. Yani tâ cehennem uçu­rumunun kenarına kadar gelmiş idiniz. Allah sizi oradan kurtardı..) Filhakika ırkı, lisanı, muhiti, âdetleri, elhasıl her şeyi yekdi­ğerine aykırı olan bu kadar akvamı, müslümanlık kardaş yapmış, hepsini kaynaştırnuş ve bir arada yaşatmıştı. Bu yüzden muhtelif kavimler arasında ihtilâftan eser görülmüyor.

Cenabı Hak (Velâ teferreku) buyuruyor: tefrikaya düşmeyin, fırkalara ayrılmayın, diyor.

“İyi amma, bütün milletlerde bir çok fırkalar var. Dünyala­rı da pek iyi gidiyor. Terakki edip duruyorlar. Bu fırkalar hiç de onların izmihlaline sebep olmuyor...

“Evet, lakin onlar (Fırka) yi (Tefrika) manasında telakki etmiyorlar. Onların fırka hayatını size - lateşbih - şöyle temsil ede­yim: Tıpkı bizdeki mezahip gibi, ben hanefi'yim, sen saf insin, sana itiraz ediyor muyum? ikimiz de aynı Halika ibadet ediyoruz. İkimizin de Kur'an'ımız, Peygamberimiz aynı... İşte onlar da yekdiğerine karşı bu nazarla bakıyorlar. Biz de ise böyle mi? Heyhat! Fırkacılık nefrikacihkta karar kılıyor. Birbirimize düşman kesiliyoruz. Her fırka diğer fırkayı vatanın düş­manı tanıyor, o nazarla bakıyor. Maksat memleketin selâmetidir; filân fırka selâmeti şu yoldan harekette görmüş; bizim fırka da bu tarafa gitmekte, diyor... İşte bu tefrikalar, hep o yüzden oldu. Nihayet memleket uçurumun, helak uçurumunun tâ kenarına kadar geldi. Yuvarlanmasına pek cüzî bir şey kaldı. Şu son nefeste ol­sun aklımızı başımıza almazsak, yine böyle gidersek -Maazallah-ümitler bitecek. Ey cemaatı müslimîn. artık gözünüzü açınız, aklı­nızı başınıza toplayınız;

Biz gerçi dinî emirleri ifa ediyoruz; fakat onlardaki maksadı fevt ediyoruz; Meselâ bugün şu camide toplandık; aynı kubbenin altında, aynı imamın arkasında namaz kıldık, fakat camiden çı­kınca yine birbirimize yabancı kalıyoruz. Acaba bu namazlardan Halikın maksadı ne idi? Bize birbirimizi tanıtmak; müslümanlar-dan bir cemaat, bir cemiyet meydana getirmek. Çünkü din cema­atle kaimdir. Cemaatsın din yaşamaz. Dinsiz cemaat belki yaşar! islam'ın cemaata olan ihtiyacı cemaatın İslama olan ihtiyacından ziyadedir. Aleyhisselâtü vesselam efendimiz öyle buyuruyor. Dinin bütün ahkâmmdaki ruh: cemaate, vahdete sevk etmektir. Biz bu­gün, ne oluyor bilmiyorum, en müteşettit millet olduk. Zahir ahval­lerine bakarsın, yekpare bir kütle. Fakat hakikati halde kalbleri perişan. Güya ki, (Tahsöbehüm cemian ve kulubühüm şettâ.) [176] tarifi İlâhisi bizim hakkımızda! i'tisam bihablullah [177] bu mu?

Sonra felaketimizin başlıca esbabından .biri de lâfçılığımız ol­du. (Ya eyyülhellezîne amenu lime tekulune mala jtefalün Kebure nıakten mdallahi en tekûlû mala tef ahin.) Ey erbabı iman yapmı-yacağımz şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bu, hareketiniz mdallah fev­kalade mebguzdur [178]; Rizayi Hâhiyeye külliyen muhaliftir, haramdır. (Kebure makten ındallahi en tekıılu mala tef afön. înnellahe yuhibbüllezine yukâtilune fi sebîühî saffen kenenehiim bunyamra mersûs.) Allah o kullarından razı olur, o kullarını sever ki, dedikle­rini fiilen yaparlar; işi sözde bırakmazlar; sonra, onun sebili ilâ­hisinde cihad ederler. Hem nasıl cihat ederler? Hasmın karşısında bütün eczası yekdiğerine perçin edilmiş yekpare bir bina gibi durur­lar da öyle yiğiteesine cihad ederler.

Acaba biz ne yaptık? Dört beş sene evveline gelinciye kadar geçen zamanımız sükût ile geçti. Şu son dört buçuk, beş seneyi de muttasıl söylemekle geçirdik! Bir millet ki, bütün vücudu durur da yalnız çenesi işler, elbette yaşamaz. Şunu bilmeli ki .milletlerin haya­tında tavakkuf yoktur. Bir millet ne kadar ileri giderse gitsin; ne kadar yükseklere çıkarsa çıksın; olduğu yerde durdu mu mahvo­lur. Çünkü bütün insaniyet alabildiğine pek uzaklardaki bir nokta­ya, bir gayeye doğru koşup gidiyor. Beşeriyet coşkun bir sel gibi ummanı terakkiye atılmak için alabildiğine akıyor. Bu selin önüne durulamaz, îşte biz de ya boğulacağız, ya o sel ile beraber gidece­ğiz. Görüyorsunuz ki, bütün akvamı insaniye ileriye gidiyor, yal­nız biz duruyoruz. Bundan on sene, yirmi sene, hatta daha evvel bu felaketi kesdirenler, görenler vardı. Söylediler, kulak vermedik, Adam sende! dedik! Ne ise şimdi (Maza mâ mâza) [179] diyelim. Geçen geçmiştir.

Fakat şu kalan hayatı olsun kurtaralım. Olan oldu,, diye yeis getirmek, dört ucunu salıvermek akıllı iş değildir. Zaten müslü-manlıkta bu yoktur. (!La tey'esû min ravhillah) = İnayeti İlâhi­den me'yus olmayınız; Sakm ümidinizi kesmeyiniz. (La taknetu min rahmetÜlah) [180] yeis haramdır. Öyle ise bundan sonrası için ne yapmak lâzımgelirse yapalım, ve el birliğiyle yapalım.

Peygamber efendimiz hazretlerine biri  sordu:   (İslâm  nedir,

Yaresulallah?...)

“(El, İslâmü mısnülhluk)  = İslâm, hüsnü ahlaktan [181]  iba­rettir, buyurdular, yine sordu:

“Ya Resulallah, hüsnü hulk nedir?

Buyurdular ki:

sana darılan, seninle rabıtayı kesen adamla barışmandır; seni mahrum bırakana bilmukabele vermendir; sana zu­lüm edeni hoş görüp afvetmendir...

Artık bundan böyle ahlâklı olmıya çalışalım. Çünkü ahlâksız bir cemaat yaşamaz.  “Geçen geçmiştir” diyelim, tefrikalara hatime verelim. Çünkü akıbetini gördük. İyi bilmeliyiz ki, felaketi hazırada hepimizin, evet, bılâ istisna hepimizin    bir hissei mesuliyeti vardır. Hiç kimse kendisini temize gıkarmasın.  Şimdi herkes vic­danına kargı felaketi haziradan mesul olduğunu; umumun mesu­liyeti meyanında kendisinde hissedar olduğunu itiraf ederse o za­man iş başkalagır; o zaman el birliğiyle hastalığın çaresine bakı­lır. Hükümet, millet, ordu... bizden bir çok fedakârlıklar bekliyor. Biz bu fedakârlığı dinimizi, vatanımızı, kendimizi muhafaza için ihtiyar edeceğiz. Âlimler ilmiyle, zenginler servetiyle, fakirler güç­leri yettiği kadariyle, eli silâh tutanlar kuvvetiyle çalışacak.  Bu bir borçtur. Bundan kaçmak haramdır, dine hıyanettir. Her şeyi hükümetten beklememeli.

Çünkü nıüslümanlığm son ümidi olan bu hükümet, artık ha­yata veda etmek üzere. Düşman merkezi hilafetten beş altı saat ötede duruyor [182]. Şimdiye kadar onlar nasıl çalıktılar, biz ne kadar lakayt kaldık, hepimiz biliyoruz. Bununla beraber daha ümitler büsbütün kesihnemiştir. Daha İslâm için hayat mevcuttur. Çalışmalı, hükümeti, orduyu takviye etmeli. [183]

 

ALİ ÎMRAN SÜRESİ [184]

 

MEV'İZE [185]

 

FATİH CAMİİ ŞERİFİNDE

 

Meali

 

(Ya Muhammedi) dedi ki: Ey mülkün sahibi olan Allahim! Sen mülkü dilediğine verirsin, Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz kılarsın, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır, yalnız Senin elindedir. Sen, hiç şüphe yok ki herşeye kadirsin! [186]

 

Tefsiri

 

İlahi, emrinin avare bir mahkûmudur âlem

Meşiyyet Sende, her şey Sende... hiç bîr şey değil âdem!

Fakat, halâ vücud isbat eder, kendince, hey sersem!

Bugün, üç beş karış toprakta varlıktan vururken dem;

Yarın toprak kesilmiş varlığından fışkırır matem!

îlâhi, (malik-el-mülküm) diyorsun... doğru, âmenna.

Hakikî bir tasarruf var mıdır insan için? Asla!

Eğer almışsa bir millet, edip bir mülkü istilâ;

Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bî-perva

Alan Sensin, veren Sensin, Senin hükmündedir dünya.

Hâni, en asil akvamı alçaltırsın istersen;

Dilersen en zelil eşhasa izzetler verirsin Sen!

Bu heybetler, bu hüsranlar bütün Senden, bütün Senden 1

Nasıl tâ Arşa yükselmez ki me'yusane bin şîven ?

Ne yerler dinliyor, Yârab, ne gökler, ruhum inlerken!

Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş!

 Diyorduk: (Bir buçuk milyar!) Meğer tek bir nefer yokmuş

 Bu hissiz toprağın üstünde mazlûmîne yer yokmuş!

 Adalet şöyle dursun, böyle bir şeyden haber yokmuş!

 Bütün boşlukmuş insanlık: ne istersen, meğer yokmuş!

Dâhi, altı yüz bin müslüman birden boğazlandı...

 Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı!

 Ne masum ihtiyarlar süngüler  altında  kıvrandı!

Ne bîkes hanumanlar işte, yangın verdiler yandı!

 Şu küllenmis yığınlar hep birer insan, birer candı!

Sabah-ül-hayr-i hürriyet, îlâbi, leyl-i yûn oldu;

 Karanlık bir hezimet her taraftan runemun oldu-

Şehamet gitti; gayret söndü; kudretler zebun oldu!

O mevcamevc sancaklar ne müthiş ser-nigûn oldu!

Sükutun dehşetinden kalb-i rahmet, belki hûn oldu!

Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta âfakı.

Yazık: Şarkın semasından Hilâlin geçti işrakı!

Zaman artık salibin devr-i istilâsı, ilhakı.

 Fakat, yerlerde kalmış hakların ferdayı ihkaki.

 Ne doğmaz günmüş ey âcizlerin kudretli Hallâkı!

İlâhi, şer-i masumun şu topraklardı son yurdu...

Nasıl te'yid-i kahrın en rezil akvama vurdurdu?

Evet, milletlerin en kahbesinden, üç leim ordu,

 Gelip tâ sinemizden vurdu, seyret hem nasıl vurdu:

Ki istikbal için çarpan yürekler ansızın durdu!

Tecelli etmedin bir kerre, Allahım, Cemalinle

Şu üç yüz elli milyon ruhu Öldürdün Celâlinle!

Oturmuş eğlenirlerken senin –hâşâ-zevalinle,

Nedir ilhadı imhalin o samit infialinle?

Nedir İslâmı tenkilin bu müstacel nekâlinle?

Sus ey divane, durmaz kâinatın seyri mu'tadı

Ne sandın? fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryadı?

 Bugün sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı!

Evet, sen kendi ikdamınla kaldır git de bidadı.

Cihan kanuni sa'yin bak nasıl bir hisle mün'kadı

Ne yaptın? (Leyse lilinsani illâ ma sea) [187] vardı.

însan için ne bu dünyada, ne öteki dünyada kendi çalışmala­rının veriminden, kendi kazancından başka bir şey yok. insan ne ekerse onu biçiyor. Ekmeden biçmek olmuyor. îşte bu, fıtratın bir kanutm, Allah'ın bir kanunu, hem de Kur'an ile tebliğ edilmiş bir kanunudur.

Demek, o deminki feryatların hepsi beyhude imiş! Öyleya, ki­me duyuracaksın? (Yer pek, gök yüksek!). Acizin figanına karşı bütün kâinat hissiz, bütün mevcudat duygusuz! ya sen ne istiyordun? Baksana hem aczinden dem vuruyorsun; hem, koca kâi­natı keyfine râm etmek ümidine düşüyorsun!

Âlem, feza dediğimiz şu ucu bucağı olnııyan boşluk içinde dönüp duruyor; Allah'ın ezelde çizmiş olduğu hattı hareketi ta'kip edip gidiyor. Hiç bir zerre kendi seyrinden, faaliyetinden geri dur­muyor. Yer yürüyor; gök yürüyor; dağ yürüyor; taş yürüyor. Hiç biri âtıl değil, hepsi çalışıyor! Şu camit gördüğümüz, şu cansız dediğimiz toprak yaradılışındanberi acaba bîr lahza ol­sun boş kalmış mı? Heyhat! hergün, her saat, her saniye bitmez, tükenmez inkılâplar geçiriyor: bulutlara su veriyor; bulutlardan su alıyor; sırtında otlar, ekinler, ağaçlar yetiştiriyor; karnında madenler besliyor, tabakalar vücude getiriyor. Ya topraktan do­ğan bu mahluk duruyor mu? Asla! onlar da analar gibi muttasıl çalışıyor. Muttasıl bir devirden diğer devre, bir halden başka bir

hale geçiyor.

Yer, yani bizim dünyamız böyle. Ya gök? O bizim dünyamız gibi milyarlarca dünyayı göğsünde taşıyan âlem nasıl acaba? Nasıl olacak! O da tıpkı yer gibi. Evet, bizim pek azım görebildiğimiz, alt tarafını da tahmin ile bulduğumuz namütenahi âlemlerin hepsi yaratıldıkları zamandan itibaren faaliyete girmişler; Allanın dile­diğine kadar o faaliyeti muhafaza edip gidecekler.

Biz tutmuş da mahlukattan bahsediyoruz. Halik yok mu, Ha­lik, işte O da keyfiyetini, suretini tasavvur edemiyeceğimiz bir faaliyetle kâinatı idare edip duruyor!  Allahü Zülcelâl her an bu kâinata hayat veriyor; her an bir şan, bir hadise vücuda getiri­yor. Hallaki azimüşşan kısa, lakin bizim tahayyül edemi yeceğimiz kadar kısa bir an için faaliyeti bıraksa bütün varlıklar alt üst olur. Cenabı Hak, âlemi yalnız bir kerre yoktan var etmedi. Onun halkı daimidir. Evet, Allahü Zülcelalin iki muhtelif tecellisi var ki, biri mevcudatı yok etmekte; diğeri ise var etmekte. Ancak bu iki tecelli arasındaki zaman mesafesi bizim aklımızla Ölçülemiyecek kadar kısa da onun için ne oluyor, ne bitiyor, farkında olmu­yoruz.

Şimdi, mademki yer çalışıyor;  gök  çalışıyor;  yerleri,  gökleri yaradan  Allahü  azimüşşan,  yaratmaktan   biran  uzak   durmuyor; sen  nasıl   âtıl,   batıl-oturuyor   da   hayat  umuyorsun?   işte   bütün kâinatı gördüm;   hiç   bir  yerde,   hiç   bir  zerrede  sükûn  var  mı? Atalet var mı? Öyle ise sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın na­ili meram olmak hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslüman­lık galiba? Belki. Öyleya, müslümanlar Allah'ın sevgili kullarıdır! îyi amma işte görüyorsun ki, bu âlemde, bu âlemi fitratta, bu âle­mi tabiatta hiç sükûn yok. Müslümanlık ise fıtratın dinidir. Belki fıtratın kendisidir. Dini İslâm hatenıi edyandır  (Dinlerin sonuncu­sudur)  Bu itibarla en mükemmel  dindir.  Cenabı Allah Kur'anda sarahaten bize bildiriyor ki, Bu din, dini fıtridir; dini hakikîdir; dini tabiîdir. Lâkin insanların çoğu bilmiyorlar, çoğu gafildirîerde o pâk dinin içine kendilerinden bir takım fıtrata mugayir ahkâm karıştırmak istiyorlar.

Hepimiz biliyoruz, ilk doğuş sıralarında İslâm ne halde idi. Hicazın bîr köşesinde parlıyan o nur yirmi beş sene içinde dün­yaları tuttu. Misli görülmemiş olan bu süratin hikmeti ne idi? Şüphesiz dini hakiki olması, dini fıtrî olması. Hatta şu hakikat bu günkü garp, hükemasının indinde bile müsellemdir. Onlar da böy­le söylüyorlar. Müsteşrıklar içinde bir çok namuslu adamlar var. Diyorlar ki, (Bakıyoruz, müslümanlar her tarafta âtıl, her tarafta gafil; çalışmıyorlar. Fakat Afrika'da, Çin'de müslümanhk alabildi­ğine ilerliyor. Bizim misyonerlerimiz bu kadar çalıştıkları halde yine muvaffak olamıyorlar. Düşündük, tasındık, tetkik ettik, ni­hayet anladık ki, müslümanhk gayet fıtrî bir din imiş).

Fakat diğerleri öyle söylemiyorlar: (Müslümanlık, insaniyete, medeniyete aykırı bir dindir, diyorlar. Şahit istemez. Hakikat mey­danda. Bu gün yer yüzünde 350 milyon müslüman var. Bunlar muhtelif kıt'alarda küme küme oturuyorlar. Hepsi mahkûm, hepsi esir, hepsi cahil. Üç buçuk yabancı büyük bir ülkedeki bu kadar milyon müslümanı esaret altında tutuyor... Bu, ne haldir? Dört bu­çuk Felemenk Cavada yirmi milyon müslümanı istediği gibi kullanıyor; içlerinden biri ses çıkarmıyor... Eğer dininiz hayırlı bir din olsaydı, haliniz böyle olmazdı!..)

Acaba hangisinin dediği doğru? Malumya bir dinin lehinde, aleyhinde söylemek için evvelâ onu tetkik lâzım. Yoksa yalnız o dine mensup olanların haline bakmak kâfi değil. Erbabı insaf Kur'-anı, hadisi tetkik ediyor. Bu günkü müslümanların müslümanlıkla alakasını gayet gevşek buluyor. Vakıa öyle: Müslümanlık namına bizde ancak bir kaç gösteriş kalmış. Alt tarafı bilerek, bilmiyerek kabul olunmuş bir yığın bid'at!

Ey cemaati müslimin! Bu din, irfan dini idi; halbuki biz bu gün milletlerin en cahiliyiz! Bu din, şehamet dini idi; gayret dini idi; biz ise şu zamanda milletlerin en miskiniyiz! eğer dini islâmın ruhunda -Maazallah- bu gün gözüken fenalıklardan bir danesi ol­saydı, müslümanhk bize kadar gelebilir mi idi? Elbet o büyük ema­net çoktan kaybolur giderdi. Biz müslümanlar, ben öyle görüyo­rum, Allah ile pek laubaliyiz! zannediyoruz ki, Cenabı Hak oturdu­ğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için îlâhi kanunlarını de­ğiştirir... Zavallı bizler! beyhude yere feryat edip duruyoruz! Za­ten Allah gökte, yerde değil; her yerde hazar, her yerde nazır. Bize şah damarlarımızdan daha yakın.

“Pek âlâ. Bu dualar nedir? hani bir az evvel (Selâten tün-cina) okuduk. Bunların aslı yok mu? Tesiri yok mu?

Hay hay, var. Fakat düşünmeliyiz: Dua nedir? Allah'a dö­nüştür. Yani Allah'ın emirlerine. Cenabı Hakkın gerek Kur'aniyle, gerek Peygamberinin lisaniyle, sünnetiyle, tebliğ ettiği emirler da­iresinde hareket etmemek yüzünden mutazarrır olan insanlar tek­rar Allah'a rucu ederse, Allah'ın gösterdiği yolu tutarsa dua mak­bul olur. Başka türlü kabulüne imkân yok. Allah niçin islamı gön­derdi? Çünkü beşeriyetin saadeti, matlubu îlâhi idi. Bundan evvel de bir çok edyan vardı. Fakat o zamanlar beşeriyet henüz çocuk­luk çağında idi. İnsaniyet henüz kemale ermemişti. Beşeriyet bir çok devirler, bir çok inkiîaplar geçirdi. Her devre göre din gönder­mek lâzımgeldi. Nihayet Cenabı Hak Hatemül edyan (Dinlerin so­nuncusu) olmak üzere bu dini gönderdi ki, ahkâmına tabi olanlar, hem dünyada, hem ahirette sermedi nimetlere mazhar olsunlar. Evet, Allah bu dini mübini bu maksatla gönderdi. İslâm, sa'y di­nidir, amel dinidir, mücahede dinidir. Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîm'de nerede namaz kılınız buyurmugsa mutlaka arkasından zekât veri­niz! diye emretmiştir. Pek âlâ! Zekâtı kim verir? Elbet serveti olan. Servet ne ile kazanılır? Tabiî çalışmakla. O halde en büyük ibadeti yerine getirmek için bile saiy lâzım. Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerinde bize ittihat ile, mücahede ile emir buyruluyor. Kitabullah, hadis hep bizi ittifaka, mücahedeye, cihada davet ediyor. Bu emirler nasıl, ne ile yerine gelecek? Şüphesiz hep saiy ile. Eğer islâmîyetin bidayetindekiler, sonrakiler gibi, bizler gibi olsalardı; o muvaffakiyetler, o harikalar vücut bulabilir miydi ? Ne idi o gay­retler, ne idi o himmetler? Her tarafa gittiler, fevç fevç eshabi ki­ram bütün dünyayı dolaştılar, oturmadılar, durmadılar, çalıştılar. O sayede neler, neler yaptılar!

Sonra, ne oldu da bu hale geldi âlemi islâm? Çin'de Hind'de, nıağripte, masrikte, şimalde, cenupta, her yerde görüyorsunuz: Müs­lümanlar durgunluk içinde, gevşeklik içinde, uyuşuk bir halde! birbirlerini tanımazlar, birbirlerini sevmezler, şu cemaatin içinde hiç birimiz bilmeyiz ki, dünyanın neresinde ne kadar müslüman var? Sonra o müslümanlarm âdetleri, ahlâkı nedir; hattâ lisanı nedir? Yazıklar olsun bize ki, birbirimizi tanımak istediğimiz zaman bile yine frenklere, frenk kitaplarına müracaat mecburiyetinde kalıyo­ruz! Bu ne büyük zillettir? Anlamalı!

Hani müslümanlık bir kardeşlik husule getirecekti? nerede? Bu gün müslümanlar  kadar  dağınık ve  ayrı  bir millet  var mı? Her tarafta müslümanlık cehalet, müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor.

 îşte sömürgecilerin  idaresindeki müslümanlar î Hind'de yüzlerce milyon nüfus var.  Bir kısmı mecusi,  bir kısmı müslüman. îkisi de aynı ırktan, ikisi de aynı muhit içinde yaşıyor­lar, sömürgeciler ne yapıyor bunlara? Müslümanlara diyorlar ki, Kurban bayramında öküz kesin. Halbuki mecusilerce öküz mukad­des bir hayvan. Bizim müslümanlar da yabancıların fesadına kapı­larak mecusilere inat muttasıl öküz kurban  ediyorlar,  Mecusiler bunu görünce küplere biniyorlar! Yine ayni yabancı tutuyor, mecusileri çizdirip camilere domuz kafası attırıyor. Böyle, böyle nıecu-sileri müslümanlara, müslümanlan mecusilere tutuşduruyor. Sonra yok yere birbirine düşman kesilen her iki taraf hükümete,  yani yabancılara müracaat ediyor; o da koşup mecusinin de hakkından geliyor, müslümanm da! Bir aralık Efgan emiri Habibullah han Hîndistana gitmiş; hali gördükten sonra müslümanlara demiş ki,-Yahu! ne yapıyorsunuz? kurban... evet hanefilerce vacip. Fakat mutlak öküz mü olmak lâzım? Keçi, deve, koyun kesseniz olmaz mı ? Neye böyle budalalık edip de yabancıların ekmeğine yağ sürü­yorsunuz?

Emir mecusilere de gitmiş, işin iç yüzünü anlatmış. Bir dere­ceye kadar iki fırkanın arasını bulmuş.

Çin'e git. Orada da aynı! Neden? hep cehil yüzünden. Hiç baş­ka bir şeyden değil. Çünkü Hristiyanhk ilim ile payidar olamaz; müslümanlık ise cehil ile baka bulamaz,  öyledir:  Hıristiyanlığın ilme karşı yüzü yoktur, tahammülü yoktur; müsîümanlık da ceha­lete, kabil değil dayanamaz.

Hepimiz biliyoruz ki, müslümanhğın asrı saadete yakın olan zamanlarında şeref, şan, şevket alabildiğine ileri idi. O zaman ilim­ce, fence, o kadar ileride idik ki, cahil frenkler tahsil için tâ Av­rupa'dan kalkıp Bağdad'a gelirler: ulemayı islâmdan ders alırlardı. Endülüs medreselerinde bir çok krallar, bir çok papazlar vaktiyle okumuşlardı. Öyledir. İrfan yurdu idi orası. Sonra cehalet yavaş yavaş yayıldı. Nihayet, biz de bu hale geldik! Eğer elbirliğiyle bu cehaletin izalesine çalışmazsak; mahvımız muhakkaktır. Yoksa ya­rını tedbirlerle iş bitmez.

Hazreti Mevlânanm şöyle bir hikâyesi var: Fakirin birinin ha­rap bir evi varmış; çoluğunu, çocuğunu onun içinde barmdırırmış. Adamcağız her sabah işine giderken, eve dermiş ki, “Ey eski yur­dum, sakın bana haber vermeden yıkılıp da çoluğumu çocuüumu mahvetmiyesin!” Bir gün gelir, bakarki ev yıkılmış, üç çocuğunu da ezmiş. Yıkık yurdun harabeleri üzerine çıkar, baykuş gibi ötmeğe başlar:

“Bana haber vermeden neye yıkıldın da hanumammı sön­dürdün? Ben sana her sabah yalvarmamış mıydım? Bu kadar ve­fasızlık olur mu?

Ev de ona der ki:

Beni azarlama, ben sana şimdiye kadar bin­lerce kerre bu akıbeti anlattım. Benim artık ayakta duracak halim kalmadı, demek istedim, lâkin ne vakit ağzımı açtımsa sen hemen bir avuç çamur tıkadın. Dıvarlarmıdaki çatlaklar hep birer lisan idi. Fakat bir türlü hakikati anlatamadı. Beni halime bırakmadın ki, sana halimi söyliyeyim!.

“Delik, deşik evinin, bir zavallı hane-harap,

Görür de halini, her gün eder şu yolda hitap:

“Yıkılma ha! Beni evvelce etmeden agâh;

Çoluk, çocuk biteriz sonra hep, maazallah!”

Bu hasbıhal ile yıllar gelir, geçer.. Derken

Gelir bakar ki bir akşam; o aşıyan-ı kühen

Yıkılmış,  altına almış  zavallı aileyi!

Görünce karşıdan âdemceğiz bu haileyi

Yığınla  taş  kesilen  yurdunun harabesine

Döner de der ki:

 “Meğer” aldanırmışım, desene!

Ne oldu bunca niyazım, ey âşinay-i kadım?

Çocuklarını olacakken ben oldum işte yetim!

Sakın yıkılma haber vermeden demez miydim?

Bu muydu senden, azalim, bu muydu ümmidim?

Hukuku, ahdi gözetmek   nedir, sakın bilme!

Yazık, yazık sana sarf ettiğim emeklerime!..”

O taş yığınları bir hâtifî lisan olarak;

Zavallı âdeme der: 

 “Haksız  infiali   bırak!

Geçip de karşıma feryad eder misin şimdi?

Haber mi vermedim, amma kulak veren kimdi!

Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan,

Birer zebân-i tazallüm uzattım, ey nadan!

Fakat çamurla kapardın da her gün ağzımı sen,

Ziyade söyleyemezdim, susardım artık ben!..”

(Safahat: Fatih kurs isinden)

Bizim vaziyetimiz de aynıdır. Binamızın neresi Çatladıysa ya­mamaya baktık: bir avuç çamur tıkadık; Esasa, temele hiç bak­madık. Nihayet bir gün geldi ki: ansızın yıkıldı. Teşekkür olunur ki, kâmiten yıkılmadı. Fakat yine gaflet gösterirsek alt tarafı da yıkılacaktır.

“Ne yapayım?

Yapılacak şey zaman fevt etmeyip çalışmaktır; aramızdan nifakı, şikakı kaldırmak, birbirimize sarılıp el birliğiyle çalışmaktı?. Yoksa hiç bir taraftan yardım beklemiyelim. Bir zamanlar Avru­pa'dan sefirler gelirlerdi; Cuma selâmlığında padişahın üzengisini öpmek şerefine nail olmak için aylarca İstanbul'da dolaşırlardı. Bu gün ise înglltere hariciye nazarı meclisi mebusunda bizim le­himize bir kelimei tayyibe sarf edecek mi; yahut Fransa başvekili bize karşı olan huşunetini biraz olsun tadil edecek mi diye dört gözle bakıp ümitleniyoruz! Evvel ne idik, şimdi neyiz, anlamalı! Fakat beyhude intizar! bu gün cihan, kuvvetten, servetten başka bir şeye boyun eğmez. Onların nazarında haklı, en zengindir, en kavidir. Âcizin feryadını kimse dinlemez. Hakkına kani değil ki, feryadını dinlesin!

Mısır müftüsü merhum Şeyh Mehmet Abduh hikâye ediyor. Kendisi bir aralık îngiltereye gitmiş. İngiliz hükemasından meşhur Spenser, Mısır'dan nıüslümanların büyük bir adamı geldiğini haber almış. Gidip görmek istemiş. Lâkin kendisi hâsta imiş. Onun için şeyhi çağırmış. Şeyh Abduh da kalkıp gitmiş. Spenser, Abduh'a çok iltifat etmiş biraz görüştükten sonra sormuş :

“Bizim garbı nasıl buldun?

Abduh, demiş ki:

“Efendim garbı bana sormayınız. Onu ben sizden öğrenmek isterim. Siz bana Şarkı sorarsanız anlatırım, O vakit Spenser kemali teessürle şu sözleri söylemiş:

“Burada insaniyet ma'alesef hiç kalmadı. Beşeriyet, medenî beşeriyet his-den, insaftan büsbütün sıyrıldı. Ben kuvvetliyim; sen ezilip gidi­yorsun, çünkü zayıfsın... Âtiyi pek fena görüyorum. Biz böyle is­temedikti.  Fakat böyle oluyor.”

Avrupa medeniyeti bir medeniyeti fazıla, bir hakikî medeni­yeti insaniye değil. Fakat ne yapılır? Önüne durulamaz. Makine kesilmiş herifler; uğraşıyorlar, çabalıyorlar, sonsuz teknik geliş­meye mazhar oluyorlar. Sonra da gelip bizi eziyorlar, parçalıyor­lar.

Bin nasihattan bir musibet daha müessirdir, derler. Haydi ve­rilen nasihatleri dinlemedik... Lâkin uğradığımız musibetler bini bile geçti.  Onun için bari bundan böyle olsun zararımızı telâfiye çalışalım.

Evet çalışalım. Fakat nasıl çalışalım? Bu, gayet mühim "bîr me­seledir. Bundan yüz sene kadar evvel ayni felâket bir milletin ba­şına daha gelmişti. O millet de harp etmiş; pek büyük rahnelere uğramıştı. Sonra aydınları toplandılar; ne yapalım, şu musibetten yakayı nasıl kurtaralım? diye müşavere ettiler. Hakimleri, siya­sileri, içtimaiyatçıları her biri birer fikir dermeyan etti. Kimisi: dü­veli muazzamadan birinin himayesine girelim, kimisi: ittifak yapa­lım, kimisi ordumuzu isîâh edelim; kimisi ticareti bahriyemizi ileri götürelim, dedi. içlerinde ihtiyar bir adam vardı. Söz ona geldi. Sen ne dersin? Dediler. “Mahalle mektepleri yapalım!” dedi. Hepsi gül­düler. Hey sersem, mahalle mektepleri mi bu felâkete çare bula­cak?!., diye eğlendiler. Fakat o adam söylediği sözü bilerek, düşü­nerek söylemiş olduğu için kalkıp maksadını izah etti. Efradı ara­sında maarifi iptidaiye taammüm etmiyen [188]  milletin ne ordusu, ne donanması, ne ticareti, ne serveti olamıyacağmı saatlerce an­lattı. Fikrini de kabul ettirdi. Çünkü başlarına gelen felâketin, mağ­lubiyetin, sırf kendi terbiyei ilmiyelerinin, kendi irfanlarının kar­şılarındaki düşmandan daha aşağı bir seviyede olmasından neşet ettiğini deîaliyle gösterdi. Bunun üzerine el birliğiyle çalıştılar ve muvaffak oldular.

Maarif, maarif!.. Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak istersek her şeyden evvel maarife sarılmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle, ahiret de maarifle... Hepsi, her şey maarifle kaim. Bizim elinin cehalete tahammülü yok, cahiller eline geçince mah­volur.

Kur'an'da, hadisi Peygamberi'de namütenahi hakikatler. On­lar nasıl meydana çıkar? İlimle, irfanla. Bundan üç dört yüz sene evvel hakkiyle anlaşılamıyan âyeti celiledeu bu gün namütenahi hü­kümler zuhur ediyor. Meçhul hakikatler, bugün inkişaf ediyor. Eğer Kur'an şu gördüğümüz milletlerin birisinin elinde olsaydı; görür­dünüz, neler keşfederler ve nasıl bütün dünyayı müslüman yapar­lardı. Kendi batıl, muharref (Aslı değiştirilmiş.) dinlerini neşir için nasıl çalışıyorlar. Sonra biz ne yapıyoruz? Onların, nasraniyeti. incili müdafaa için, terviç için sarf ettikleri himmetin onda birini biz sarf etsek bugün müslümanlar bu halde kalmazdı.

Biz, Müslümanlık deyince dinin şekli salihini [189], devrieshab-taki şeklini kasdediyoruz. Şu medeniyet dünyası, bırakalım Pey­gamberi, acaba Ebubekir gibi, acaba Ömer gibi, Osman, Ali gibi, yahut diğer eshabi kiram [190] gibi adam yetiştirdi mi? Yetiştirebildi mi? Pek âlâ, onlar o siyaseti nerede öğrendiler? İslâmdan önce hepsi dönüş içinde idiler. Dünyanın en ücra bir köşesinde otu­ruyorlardı. Onları dini İslâm terbiye etti. Evet, dini islâm, dini islâmın şekli sahihi.

Bu gün dinin şekli sahihine rucu nasıl olur? Evet o da maa­rifle,  ilimle olur.  Cehaletle olmaz.

Bir takmaları diyor ki:

Bir zamanlar dinler iş görebilirdi; Me­selâ: Nasraniyet, bundan bin, iki bin sene evvel insaniyet için bel­ki müfit olabilirdi; fakat artık bu gün muzirdir. Sizin müslümanlığınız da böyle. Bundan bin üç yüz sene evvel işe yarayabilirdi; fakat bugün manii terakkidir. [191]

Buna cevap çok: Evet, sizin Hıristiyanlığınız hakikaten manii terakkidir. Nitekim siz hıristiyanlığa veda etmeden terakki edeme­diniz. Biz ise aksine: müslümanlığa veda ettikten sonra gerilemiye başladık. Gitgide bu günkü hale geldik.

Müslümanlığın ahkâmı, fıtratın ahkâmıdır. Hiç değişmez. Fik­ri beşerin terakkisi âlemi fıtratta yeni bir çok hakikatler buldu­ğu gibi ayni terakki ile dini Muhammedi içinde, yeni yeni bir çok incelikler görülür, anlaşılır. Ne ile görülür, ne ile anlaşılır? îlim ile, irfan île. Bütün içtimaiyatçılar arıyorlar, tarıyorlar, bizim çökü­şümüzü inkirazımızı [192] hep irfansızlığımızda, ilimsizliğimizde bu­luyorlar.

Evlâdımıza evvelâ Millî terbiye vermeli; sonra asrın ulumu nafıasını, [193] fünunu  sahihasını öğretmeliyiz. Hem terbiyeye ailelerden başlamalıyız, bunun için de evvelâ kendimizi terbiye etme­liyiz.

Birbirimize karşı münasebetsiz hareketleri,  kabalığı,  haşinliği

bırakmalıyız. Ayyaş bîr herifin halkı meşrubatı külliyeden menet­mesi, heveslerinden vaz geçmiyen bir vaizin halkı tekvaya davet etmesi ne kadar gülünç olur, ne kadar maskara olur! Evvelâ ken­dimiz terbiye olmalıyız, sonra evlâdımıza din hakkında bir fikri sahih vererek okutmalıyız. Nitekim bizden yüz sene evvel ayni akı­beti geçiren millet okumak sayesinde bu gün bütün dünya siyasetine hakim oldu.

Müslümanlık bize dünya hesabına iyi bir hayat vaad ediyordu. Neye vermedi? İşte hep bizim cehaletimiz yüzünden. Şimdiye kadar birbirimizi anlamadık, halâ da anlamıyoruz. İşte bu hal, şu menhus felâketi başımıza getirdi. Çünkü müslümanların hepsi cahil. Hepi­miz kışkırtmalara kapılıyoruz. Asırlar geçti biz halâ bir araya ge­lip de bir iş göremedik. Bilâkis ayrı ayrı hareket ederek memleke­tin her tarafında şurişler, fesatlar çıkardık. Hükümet, ordu bu fit­neleri bastırmakla yoruldu, bitap düştü. Herifler beynimize bindiler. Donanma için herkes bağırdı: Bir iki gemi alalım. Almazsak Balkan hükümetleri ittifak edecekler. Bir kaç gemi bu ittifaka ma­ni olur. Yunanlılar olsun ittifaka giremez...

Âdâm sende! dedik; hiç Bulgarlar Yunanlılarla bir yere gelir mi? Evet senin mantığına bakarsak gelmemek icap edecek... Lâ­kin geldi! Hem bu gelişinden başımıza bu kadar felâket geldi.

Ahvalden her kime şikâyet etsek; cevap hazır: Ah ben ne ya­pabilirim? Ben dinimin evamirine itaat ediyorum. Namazımı kılı­yorum, istiğfar... bol bol. Zekât... onu da işte hiylei seriye ile fi­lan yoluna koyduk. Hac... vakıa gidemedim, fakat bizim hizmetçiyi bedel gönderdim. Gitti, geldi. Allah kabul etsin. Evin kapısını ge­çende en koyu yeşile boyattım. Vaktim oldukça müslümanların haline acıyorum. Eh kader böyle imiş. Ölümlü dünya...

İşte bizim sofular böyle söylüyor. Bu doğru mu? Haydi ölüm­lü dünya böyle gidecek; ya ahirette ne olacak? Elbet bu sıkıntı­ların mükâfatını göreceğiz, yani cennete gideceğiz. Belki. Fakat Allah böyle söylemiyor, Kur'an böyle bir şeyden haber vermiyor, hele hadis hiç böyle demiyor.

Bakınız Kur'an ne diyor:

(Cenabı Hak sizi sıkı imtihanlara çekmedikçe, siz de sabır ve sebat göstermedikçe cennete gireriz mi zannediyorsunuz? Yanlış.) Sonra Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (îman olmadıkça cennete giremez­siniz...) Malûm. Fakat alt tarafı var:

(Birbirinizi sevmedikçe de mü'nıin olamazsınız.) lâkin ben bütün müslümanları seviyorum. Kalbimde din kardeşlerime kargı hiç buğz, nefret yok. îyi amma mu­habbet, şefkat gibi şeyler hep kalbî işlerdendir. Vücuduna hüküm olunmak için hariçte asarı, tecelliyatı görülmek lâzım. Yalnız his­siyatı kalbiyle kâfi olsaydı, Cenabı Hak bu namazları, bu oruçları, bu ibadetleri emretnıezdı. Kalben beni tanıyın, bu kadarı kâfi! der­di. Halbuki böyle değil. Allah bile ahvali kalbiyemizi, ahvali vicdaniyemizi haricî şekiller ve amellerle görmek istiyor... O Allah ki, gizli aşikâr her şeyi bilir.

Naklettiğimiz hadîsi şerif gösteriyor ki: Biz müslümaniar ih­vanı dinimizi [194] sevmezsek imanımız tam olmaz. îmanımız tam olmayınca da cennet yok! Demek dünya olmadığı gibi, ahiret te yok. Hem burada hüsran, hem orada hüsran, işte neuzibillah hüs­ranı mübin [195] budur.

Müslümanlar böyle perişan mı yaşayacaklardı? Hani mü'minler kardeş idi? hani müslümanlar hasma kargı bünyani marsus [196] olacaklardı? Aleyhisselâtü vesselam efendimiz; Buyuruyor ki; (Dünyadaki müslümanların hepsi bir vücudun azayı muhtelifesi gibidir. Birisine bir elem isabet etti mi, diğerleri de duyacaklar.) Aleyhisselâtü vesselam efendimiz:

(Dünyanın öbür ucundaki bir müslümana diken batsa ben onun acısını kalbimde duyarım.) buyu­ruyor.

îşte dini İslâm nazarında medeniyet bu, başka değil. Biz ce­haletimiz yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale ge-' tirdi. İslâm meskenet dini oldu.

Kanaati, tevekkülü, sabrı, hepsini yanlış anladık. Siyreti Re-suli, siyreti eshabı [197] gözetmez olduk. Eshabı kiram nasıl çalı­şıyorlardı? Dini yükseltmek için ne kadar mücahedede bulu­nuyorlardı ? Hazreti Ömerin islâradaki mevkii malûm: îkinci halife, Hazreti Peygamberin o kadar iltifatına mazhar olmuş ki,: (Benden sonra Peygamber gelseydi Ömer gelirdi) buyurmuş­lar, îşte o hazret bir gün Medine'de dolaşırken bakmış: bir adam yırtık pırtık elbise içinde, boynunu bir tarafa bükmüş,, süklüm, püklüm duruyor. Hemen kamçıyı herifin omuzuna indirmiş; demiş, ki: (Miskin herif! Bizim dinimizi böyle Ölü şekline koyma. Allah se­ni kahretsin.) Bu din meskenet dini değil, yoksulluk dini değil. Hele tevekkül... hiç bizim anladığımız mahiyette mi? Tevekkül, Kur'an'ın gösterdiği, hadisin gösterdiği tevekkül, bütün esbaba sarıldıktas sonra olan tevekküldür. Ne güzeldir Sa'dinin şu hikâyesi:

Adamcağızın biri geceyi kırda geçirmek mecburiyetinde kalmış. Lakin yırtıcı hayvanlardan korktuğu için büyük bir ağaca çıkmış. Bakmış, ağacın dibinde kötürüm bir tilki yatıyor. Bu sakat tilki acaba ne yiyor, ne içiyor? diye merak etmiş. Bir aralık uzaktan bir arslan gözükmüş. Ağzında bîr ceylan varmış. Arslan ağacın di­bine gelmiş, ceylanı parçalamış; yiyeceği kadar yimiş, savuşmuş. Derken, tilki de sürüne sürüne gitmiş, ceylanın bakiyeyi vücudu­nu [198] yemiş; inine çekilmiş.

Ya, demek ki, Cenabı Hak amelmanda bir mahlûkun bile rız­kını ayağına gönderiyor, işte kötürüm bir tilki! fakat yine aç kalmıyor. Öyle ise ben de artık oraya buraya baş vurmakdansa bir köşeye çekilip mütevekkil olayım... Herif ağaçtan iner, biraz gider, yolun üzerinde bir mağara bulur, içine girer. Bir gün bek­ler, iki gün bekler, gelen giden yok. Üçüncü gün açlık biçarenin iliğine, damarına kadar işlemiş: bitap düşmüş, uyumuş. Rüyasında biri gelmiş; demiş ki:

(Ey budala, kalk! ne yatıyorsun? vücudun sapsağlam iken bu meskenet ne? nasıl oluyor da kendini sakat bir tilki menziline indiriyorsun? Git arslan olda bakiyei şikârınla [199] başkaları geçinsin!)

Kalenderin biri köyden sabahleyin fırlar,

Arar nasibini; avdette kırda akşamlar.

Fakat güneş batarak, ortalık karardıkça,

Görürki: yerde yatılmaz, hemen çıkar ağaca

Herif ağaçta iken bir iniltidir, işidir……6

Bakar ki: bir kötürüm tilkinin yanık sesidir

Zavallı pösteki olmuş, bacak yok işliyecek;

Boğazsa işlemek ister... Ne yapsın... înliyecek!

Biraz geçince, kavi dişlerinde bir ceylan,

îner yakınındaki vadiye kargıdan arslan.

Yukarda çıkmaz olur, şimdi yolcunun nefesi

Tabiatiyle durur hastanın da inlemesi!

Yiyip şikârını arslan dalınca ormanına;

Sürüklenir, yanaşır tilki sofranın yanına;

Doyar efendisinin artığiyle, sonra yatar.

Herif düşünmeğe başlar, eder de hale nazar:

(Cenab-i Hak ne kadar merhametli görmeli ki:

Acım! demekle amelmanda bir topal tilki,

Ayağna gönderiyor rızkın en mükemmelini..,

O halde çekmeli insan çalışmadan elini

 Değer mi koşmaya akşam, sabah, yalan dünya?

 Dolaşmıyan dolaşandan akıllı... Gördün ya:

 Horul horul uyuyor kahpe tilki, senden tok!

Tevekkül etmeli öyleyse şimdiden tezi yok.

Yazık bu âna kadar çektğim sıkıntılara!..)

Sabah olunca, herif dağ başında bir mağara

Tasarlayıp, ebedî i'tikâfa niyyet eder

Birinci gün bakınır: yok nebir gelir ne gider

İkinci gün basar açlık, erir erir süzülür;

Üçüncü gün uyuşuk bir sinek olur büzülür.

Ölüm mü, uyku mu her neyse akıbet uzanır;

Fakat işittiği bir sesle silkinir, uyanır:

(Dolaş da yırtıcı arslan kesil behey miskin!

Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?

Elin, kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak,

Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.)

(Safahat,  dördüncü kitap,  Fatih kürsüsünde)

Sonra yanlış anladığımız hakikatlerin biri de: Sabır. Biz zan­nediyoruz ki, sabır zillete tahammüldür. Halbuki sabır, katlanmak değil, hayatın güçlüklerine göğüs germektir. Kur'an diyor ki, sab­rediniz, hem de sabırda düşmanlarınızla müsabaka ediniz. Onlardan fazla güçlüklere göğüs geriniz.

Kur'an'ın bu hakikatlerini ne ile anlıyacağız? îlim ile, irfan ile. Biz anlamadan gidiyoruz. Bari çocuklarımız anlasın:

Demekki bu günkü felaketimizin sebeblerini birbirimizi tutmamada bulduk. Tetrikanın esası ise cehalet imiş.

Ey ceamaati müslimin! Biliyorsunuz ki: bu gün harp var, [200] ha­li harpteyiz, kardeşlerimiz, evlatlarımız düşman karşısında canla­rını feda ediyorlar. Hükümetin müzayıkasi ise malûm. Herkes elin­den geldiği kadar gazilerimize yardımda bulunmalı. Zenginler çok vermeğe kıyamadı. Fukara az vermekten sıkıldı... Onun için şim­diye kadar hiç bir şey olmadı. îaneye az çok herkes iştirak etme­lidir. On para da verilir, on lira da verilir. Hiç kimse diriğ etmesin. Namusu islâmi muhafaza etmek için herkes elinden gelen fedakâr­lığı yapsın. Duracak, düşünecek zamanda değiliz. [201]

 

NEML SÜRESİNDEN [202]

 

Meâli

 

“İşte sana onların kendi yolsuzlukları yüzünden ıssız kalan yurtları!”

Geçenler varsa İslâmın şu çiğnenmiş diyarından;

Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezarından;

Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzârından

Bu matem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubarndan

Hurûş etmekte, son ümmidinin son inkisarından!

Evet, son inkisarmdan ki yoktur cebrin imkânı

Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i iıâzânı!

Nasıl, ey yolcu, bin lanet gelip ezmez ki vicdanı;

Dudaklar, çak çak olmuş” içerken zehr-i hüsranı,

Uzaktan baktı- koşmak nerde!- milyonlarca yârânı.

Bu ıssız âşıyanlar bir zaman gayet muazzezdi!

Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi!

Şu kurbağalar seken vadide ceylânlar koşup gezdi!

Şu coşmuş, ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi!

Fakat, bir bâd-i nekbet ansızın hep kırdı, hep ezdi!

Vefasız yurd! Öz evlâdın için olsun, vefa yok mu?

Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir zıya yok mu?

İlâhi, kimsesizlikten bunaldım âşinâ yok mu?

Vatansız, hanümansız bir garibim... mülteca yok mu?

Bütün yokluk mu her yer? Bari bîr “yok!” der sada yok mu?

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!

Ne yapıp ye'sinıi kahreyliyeyim, bilmem kî?

Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!..

Ah! Karşımda Vatan namına bir kabristan

Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,

 Nereden bağladı yükselmeye, bak, nerde ucu!

 Bu ne hicran-ı müebbed, bu ne husran-ı mübin...

 Ezilir rûh-i sema, parçalanır kalb-i zemin!

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:

Dipçik altmda ezilmiş., paralanmış kafalar!

Bereden reng-i hüviyyetlerî ugmuş yüzler!

Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler!

Medeniyyet” denen alçaklığa lanetler eder

Gibi yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler!

Süngüden kalbura dönmüş nice binlerle beden!

Nice balşar, nice kollar ki cüda cisminden!

Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat!

Sonra, namusuna kurban edilen bunca .hayat!

Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!

Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler!

Teki  binlerce  kesik  gövdeye  aid kümeler:

Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkaz-i beşer!

Bakalım, yavrusu uğrar mı, diyîp, karnından,

Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nisvan!

İşte bunlar o felâketzederlerdir ki, düşün,

Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!

Müslümanlıkları bîçarelerin öyle büyük

Bir cinayet ki: cezalar ona nisbetle küçük!

Ey, bu toprakta birer na's-i perişan bırakıp

Yükselen, mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp;

Sanmayın; şevk-ı şehadetle coşan bir kan var..

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!

Tükürün: belki biraz duygu gelir arımıza!

Tükürün cebhe-i lâkaydine Şarkın, tükürün!

Kuşkulansın, görelim, gayreti halkm, tükürün!

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!

Tükürün Ehl-i Salibin o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyyet demlen maskara mahlûku görün

Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!

Hele i'lânı zamanında şu mel'un harbin,

“Bize efkâr-ı umumiyyesi lâzım Garbin

O da Allahı bırakmakla olur” herzesini

Halka îman gibi telkin ile, dînin sesini

Susturan abdalın idrakine bol bol tükürün!..

Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün...

Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsaid lâzım!

Artık ey yolcu bırak... Ben, yalınız ağlıyayım! [203]

 

AL-Î İMRAN SÜRESİNDEN [204]

 

Meali

 

Bir kere de azmettin mi artık Allaha dayan! [205]

 

Tefsiri

 

Alahu Zülcelâl, Nebiyyi Muhteremi Aleyhisselâtü vesselam efendimize buyuruyor ki: Dünyaya ait işlerde iyi düğün, taşın; ashabınla müşaverede bulun. Bir kere de kararını verdin mi, azmi ele aldın mı, artık hemen Allah'a tevekkül eyle, o işi yapmaya bak...

Azim ve tevekkül,., işte müslümanlığın iki büyük rüknü (iki büyük temeli). Bunlar olmadıkça İslâm için istikrar imkânı yok­tur. Şurası da unutulmamalıdır ki: Ne yalnız başına azim; ne de azim olmaksızın tevekkül hiç bir zaman kâfi değildir.

Müslümanların vaktiyle gösterdikleri harikalar hep bu iki te­mele sarılmaları sayesinde idi. Evet, seksen seneyi geçmeyen, mil­letlerin hayatına göre pek kısa addolunmak lâzım gelen bir zaman zarfında, memleketin bir ucu Pirene dağlarına, diğer ucu Çin sur­larına dayanmıştı ki bu müthiş muvaffakiyetin sırrı: Müslümanların sarsılmaz bir azim, yıkılmaz bir tevekkül ile mücehhez, kahraman yürekli kimselerden teşekkül etmiş olmasından başka bir şey değildi.

Tevekkülü bir nakisa, daha doğrusu bir rezillik addederek bu­günkü müslümanları onunla itham etmek kadar sersemlik olmaz. Çünkü, evvelâ tevekkül gayet büyük bir seciyedir;  saniyen bizler, o seciyeye veda edeli pek çok oldu! Şurasını da söyleyelim ki: biz tevekkülün gerçek manasını murad ediyoruz. O da meşru bir gayeye; meşru bir maksada doğru yürürken hiç fütur getirmemek; tevfiki ilâhinin tecellisinden emin olarak muttasıl ilerlemektir.

Görülüyor ki tevekkül ile atalet (uyuşukluk, tembellik) iki müntehadır. Zaten Cenabı Hakkın emrettiği tevekkül de budur, (ya­ni ataletin zıddıdır) Şeyh Mehmet Abduh'un dediği gibi kaza ve kader akidesi cebrîlik şenaatinden tecerrüd ederse azim, cür'et, istihkarı hayat, şecaat gibi değerli meziyetlerin hepsi bu akidenin etrafında pervane gibi dönmeye başlar. Estaizübillâh: “O mümin­lere Allah nezdinde büyük ecir var ki: Bir takım kimseler kendilerine “düşmanlarınız sizin için kuvvetlerini topladılar, onlardan korkmalısınız” dedikleri zaman bu sözler imanlarını artırır da “Allahın yardımı bize yeter, o ne güzel muhafızdır” derler. Âyeti ce-lilesi tevekkülün  nasıl  olmak  icab edeceğini  gösteriyor.

Ey, bu ilahi lutfe mazhar olan, seçkin geçmiş! Acaba mezar­larınızın yarıklarından bakıp da geriye bıraktıklarınızın bugünkü halini görmüyor musunuz! Ah! Onlar sizin tuttuğunuz yolu bırak­tılar; Girivei dalâle (sapıklık çıkmazına) saptılar; fırkacılık, taraf­girlik kavgaları içinde tarîmar olup duruyorlar! Öyle bir acze, Öy­le bir meskenete, öyle bir zillete düştüler ki: yürekler dayanmaz, ciğerler pare pare olur!

Toprağınızda bir bakiyyei ruh [206] yokmudur ki çıksın da ölmüş kalpleri uyandırsın; dalâle sapmış fikirleri yola getirsin. Yarabbi! Bize her şeyi olduğu gibi göster. [207]

 

Bir Ek [208]

 

“Allaha dayanmak mı? Asırlarca dayandık!

 Düştükse bu hüsrana, Onun nârına yandık!

Yetmez mi çocukluktaki efsâneye hürmet?

 Hâla mı reşid olmadı, hâlâ mı bu ümmet?

 Dersen İd: ufuklarda bir aydınlık uyansın;

 Maziye ateş vermeli, baştan başa yansın!

 Şaşkınlık olur köhne telakkileri ihya;

 Sevdâ-yî terakki, koşuyor, baksana dünya.

 Elverdi masal dinlediğim bunca zamandır;

 Ben kanmıyorum, git de sen aptalları kandır!”

Allaha değil, tapdığın evhama dayandın;

Yandınsa eğer, hakk-ı sarihindi ki yandın.

Mefluç ederek azmini bir felc-i iradî,

Yattın, kötürümler gibi, yattın mütemâdi!

Mâdem ki didinmez, edemez, uğraşamazsın;

îksir-i beka içsen, emin ol, yaşamazsın.

Mevcud ise bir hakk-ı hayât ortada, şayet,

Mutlak değil, elbette, vazifeyle mukayyed.

Takyîd-i îlâhî ki: bilâ-kayd ona münkad,

Kalbinde cihanlar daraban eyleyen eb'âd.

Lâ-kayd olamazdın, biraz insâfın olaydı.

 Duydukça bütün sine-i hilkatten o kaydı.

“Allaha dayandım!” diye. sen çıkma yataktan

... Ma'nây-i tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!

 Ecdadını, zannetme, asırlarca uyurdu;

 Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

 Üç kıt'ada, yer yer, kanayan izleri şâhid.

 Dinlenmedi bir gün o büyük nesli mücâhid.

 Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet!”

 Mirâs-ı diyanetle yasar mıydı bu millet?

 Çoktan kürenin meş'al-i tevhîdi sönerdi;

 Kur'an duramaz, nezd-i İlâhiye dönerdi.

Dünya koşuyor!” Söz mü? Beraber koşacaktın;

Heyhat, bütün azmi sen arkanda bıraktın!

Madem ki uyandın o medid uykularından,

Bir parçacık olsun, hadi, hiç yoksa, kımıldan.

Ensendekiler “leş” diye çiğner seni sonra;

Ba'sin de kalır tâ gelecek nefha-i Sûra! Çiğner ya, tabi, ne düşünsün de bıraksın?

Bir parça kımıldan, diyorum mahvolacaksın!

Dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;

Davranmıyacak kimse bu meydâna atılmaz.

Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;

 Maziyi, fakat yıkmaya kalkışma bu yolda.

 Ahlâfa döner, korkarım, eslâfa hücumu:

 Mazisi yıkık milletin atîsi olur mu?                 

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha:

Bir kupkuru çöl var; ne ışık var, ne de vaha![209]

İstanbul, 13 Kasım - 1919 -1335[210]

 

ENFÂL SÛRESÎNDEN [211]

 

Meâlî

 

“Allaha, Allahın Peygamberine >itaat ediniz; bir de sakın birbirinize düşmeyiniz; sonra korkak kesilirsiniz, [212]

Şevketiniz de  elinizden  gider

 

Tefsîrî

 

 

İslâm Devleti bir zamanlar boyca ta mağribi aksadan Çin hu­dudundaki Tonkin eyâletine, önce şimaldeki Kazandan başlayarak Çin Şeddinin altındaki Serendibe kadar uzayan koca bir âlemi hi­mayesine, gölgesine almış idi. Bu geniş hududun içindeki ülkeler, kaleler, memleketler bütün müsiümanlarla meskûn idi. Müslüman­ların buralarda her türlü tagallübten asude bir saltanatları, bîr şevketleri vardı. Hükümetin başına büyük büyük padişahlar geçe­rek, az bir parçası istisna edilmek gartiyle, bütün bu araziyi iste­dikleri gibi idare ederlerdi. Askerleri hiç bir zaman hezimet yüzü görmez, sancakları hiç bîr yerde toprağa serilmez, sözleri hiç bir kimse tarafından geri çevriîmezdi. Metin kaleleri, müstahkem burç­ları, müselsel dağlar gibi omuz omuza vermiş gider; ovalar, tepe­ler müslümanlarm eliyle yetişen her türlü ekinlerle, ağaçlarla, or­manlarla, otlarla örtülmüş bulunurdu. Bayındırlığın en sağlam te­melleri üzerine kurulmuş, son derece mamur, son derece muntazam olan şehirleri ahalisinin sanayii ile, bedayii ile, yetişdirdiği üle-mâsiyle, hükemasiyle bütün dünyaya kargı ilâni mübahat ederdi.

İşte şarkta İbni Sina, Farabi, Razi, garpte İbni Bace, İbni Ruşd, İbni Tufeyl ayarında bir gok hükema yetiştiği gibi bu iki münteha arasındaki kıt'alarda hikmet, tıb, heyet, hendese ve sair ilimlerde derinleştikçe derinleşmiş, rüsuh kazanmış erbabı fenden geçilmezdi. Ülûmü şer'iyeyi kaale almıyoruz, çünkü o milletin müş­terek malı idi.

Bir Abbasî halifenin sözüne karşı Çin'in en büyük fağfuru bo­yun eğer. Avrupa'nın en büyük imparatoru titrerdi. Gazneli Mah­mut, Melikşahi Selçuki, Salâhaddini Eyyûbî, garkta Timurlenk, garpte Fatih Sultan Mehmet, Sultan Selim, Sultan Süleyman gibi padişahlar yetişmiştir ki, bugün bu adamlar maziye karışmış ol­makla beraber, zaman ebediyen onların hatırasını, onların eserle­rini mahvedemiyecektir.

Müslüman donanmasının Akdeniz'de, Şap denizinde, Hind okya­nusunda her türlü rekabetten uzak bir satveti vardı ki yakın za­manlara kadar devam etmişti. Din bakımından kendilerine muha­lefette bulunanlar, kuvvetlerine kargı baş eğdikleri gibi huzuru fa­ziletlerinde de hürmete mecbur idi.

Bugünkü nıüslümanlar yine o müslümanlardır, oturdukları memleketler babalarından kalan yine o memleketlerdir. Sayıları üçyüz milyondan aşağı değil. Bu milletin efradı kalplerinde kök­leşmiş olan dinî itikadlar icabınca komşuları bulundukları millet­lerden daha şecaatli, ölüme karşı gitmek hususunda daha istekli olduktan başka hayatı istihfaf etmek, hayatın batıl bir yığın alâ­yişine ehemmiyet vermemek gibi meziyetlerde herkesten ilerde­dir.

Ellerindeki Kur'an itikadlan burhan mukabilinde kabul etmek için muhkem bir çok âyat ile âmir olduğu gibi zanlara kapılanları, vehimlere boyun eğenleri tezyif eylemekte, bütün milleti en temiz ahlâka ve en değerli vasıflara davet etmektedir. Binaenaleyh müslümanlar dinlerindeki metin esaslar itibariyle kafaca en aydın, en uyanık insanlık faziletlerine en istidadlı, ahlâk bakımından en ileri bir millettir. Şan ve şeref hissi içlerinde kökleşmiş olduğundan ve bütün âlemin fevkinde bîr makama yükselecekleri ellerindeki Ki­tabı mübinin en doğru müjdelerinden biri bulunduğundan başka­larının nüfuzu altına girmeğe kat'iyyen razı olamazlar ve böyle bir nüfuzu ecnebiye inkiyad etmek hiç birinin hayalinden geçmez! îsterse o nüfuz son derece giddetli yahut son derecede hafif olsun. Bundan başka itikad bağı bütün müslümanları bir uhuvvet dahi­linde sim sıkı birleştirdiği için her fert kendi milletine mensup bîr taifenin yabancı boyunduruğu altına geçmesini kendi için bir su­kut, kendi için bir esaret suretinde telâkki eder.

Din sayesinde ulaştıkları irfan ruhlarına kök şahniş bulunma­sı, şan ve şevketlerinin gençlik çağında ilim ve fenden nasipleri gayet yüksek olması sebebiyle müslümanlar kendilerini ilim ka­biliyeti bakımından, her milletden ilerde görürler.

Lâkin bütün bu hakikatlere rağmen müslümanlar durakladı­lar. Daha doğrusu bir zamanlar âlemin üstadı iken, bugün maa­rifte, sanayide geri kaldılar. Memleketleri parçalanmağa, ecnebile­rin eline düğmeğe bağladı. Halbuki kendilerine muhalif olan mil­letlerin nüfuzuna boyun eğmemek dinleri muktezası, daha doğru­su yabancıların esaretini silkip atmak, bu hususta her satvete, her şevkete karşı durmak dinlerinin en büyük rüknü idi. (Dünya­da mevcut milletlerin, devletlerin hepsi ister ki, bütün âlem din­de, cinsiyette kendine tabî olsun. Biz öyle bir harekette bulunmuyo­ruz; Avrupalılar hem bu maksadı takib ediyorlar, hem de sonra bunu taassub sayarak bize isnad ediyorlar. Halbuki mezmum olan bir taassub varsa o da muhalif dinde bulunanların hukukunu pa-yımal etmek, yahut onlara ezada bulunmak, yahut onlan tebdili dine icbar eylemektir. Müslümanlık bunların kâffesini menetmiştir.)

Acaba müslümanlar ancak Allah'ın işe yarar kullarının arza varis olacağı hakkındaki vaadi ilâhisini mi unuttular? Yahut şuunu islâmiyenin günün birinde bütün şuunu âleme galip olacağından gafil mi oldular? Yahut Cenabı Hakkın iylâyı kelimesi uğrunda cennete mukabil mallarını, canlarını sattıklarından vaz mı geçtiler? Hayır, hayır, İslâm imanı halâ müslümanların ruhuna hâkimdir ve inüslümanların ilme, fenne kargı kusurları, kuvvet ve kudret sahibi olmayı ihmal etmeleri bir takım sebeplerden neşet ediyor ki en büyüğü hükümete talip olanlar arasındaki ihtilâftır.

Müslümanlara hakim olan reislerin çokluğu bir kabiledeki re­islerin, bir kavimdeki sultanların çokluğu demektir. Her birinin maksadı, her birinin gayei hareketi başka başka olan bu reisler, bu sultanlar idarelerinin altında bulunan halkı birbirine hasım gös­tererek, sonra birbirine galebe çalmak için vesileler hazırlamakla meşgul ederler. Bir kısım, diğerini makhur eder. Dahilî mücâdele­lere pek benzeyen bu muharebeler, fizikî ilimlerin terakkisi şöyle dursun, müslümanların vaktiyle ihraz ettikleri nasibei irfandan bi­le zühulünü icab eder. Nihayet şu meydandaki zaruretler, ihtiyaçlar hadis olur. Daha sonra kuvvete zaaf, intizama halel gelir, birlik parçalanmaya mahkum olur. Reisler bir taraftan, dış siyasetlere, diğer taraftan birbiriyle uğraşırlarken yabancıların taarruzundan kimsenin haberi bile olmaz. îşte muharebe meydanlarını kesip almış, karşılarına duracak hiç bir rakip bırakmamış oldukları bir zamanda, müslüman üme­rasının yüzünden millet böyle zararlara uğradı. Sonraları bu re-islerin kalplerinde hırs, tamah iyice kökleştiği için artık heva ve heves adamları oldular, asıl bir gayeye doğru giden yollan büs­bütün bırakarak emaretin yalnız ismiyle, saltanatın yalnız elka-biyle kanaat etmeye ve bu beyhude unvanların icab ettiği sathî nü­mayişler, israflar, nazu naimîer içinde yaşamaya başladılar. Bu­nunla da kalmayarak ellerindeki fersude metam, bakasız nimetin devamı için diyanet, cinsiyet hususunda muhalifleri bulunan ecne­bilere dehalet ettiler de onları kendi milletlerine karşı silâh gibi kul­lanmaya kalkıştılar.

İşte Endülüs müslümanlarmı mahveden, Timurlenk'in Hint'-deki saltanatını kökünden yıkarak, o enkaz üzerine yabancılara hükümet kurduran bunlardır. Bütün memaîiki islâmiye bir yığın sefihin hevesatına bazice oldu, onların bir sürü batıl emelleri koca bîr âlemi zaaf ve meskenet uçurumlarına doğru sürükledi. Bunla­rın yapmış oldukları fenalık ne büyüktür!

Yalnız nefsanî zevklerini düşünen, yalnız hevesleriyle meşgul olan bu sefihler, milleti birleştiren bağları kırarak cemiyeti tefri­kalara düşürdüler; ulûmu fünunun seyrini kestiler; sanat, ticaret ve ziraat gibi faydalı işleri fetret husule getirdiler. Lâkin Allah, dünyaya hırsın, şahsî menfaatlere düşkünlüğün belâsını versin! Bu hırsın, bu tehalükün ne büyük zararlarını çekmekte, ne yaman akı­betlerini görmekdeyiz!

Herifler keîâmu Allahı arkaya attılar; en büyük feraizden olan bir farzı inkâr ettiler; düşman, memleketlerinin kapısında bekle­yip dururken, kendi aralarında ihtilâfa başladılar. Halbuki el birli­ğiyle o müşterek düşmanı def etmek için aralarındaki her türlü ayrılıkları bırakarak birleşmeleri icab ediyordu.

Acaba hırs ve tamada bu kadar ileri gitmeleri, bir takım umu­ru hasisede birbiriyle müsabakaya kalkışmaları kendileri için ne fayda getirdi? Evet. olanca faide dünyada bulundukça ömre sü­ren biri hasretten, öldükten sonrada ebedi bir hüsran ile sermedi bir nedametten, bir de arkada kalarak, hiç bir zaman silinmeyecek bir kötü şöhretten ibaret!

Hakkın izzetine ,adlin azametine yemin ederim ki müsîümanlar kendi haline bırakılsa vahdete saik olan sağlam itik-atîariyle, iç­lerindeki ilim adamlarının irşadları sayesinde ruhları az zaman zar­fında birbirine kaynar, ve süratle birleşirler, lâkin yazıklar olsun ki içlerine bütün saadeti Emir yahut Sultan unvanında arayan bu müfsidler girdi! Evet herifler Emir yahut Sultan namını alsınlarda  isterse  emri  nehyin tatbikine bulunmayan bir köye emir olsunlar[213]

İşte müslamanların yüzünü maküs bir kıbleye çeviren bu sefihler milleti bu hale getirdi; kimse kimseyi tanımaz, üç kişi aynı gayaya yöneltmez oldu.

Daima ittifak üzere bulunmak, ve el birliğinden ayrılmamak diyaneti Muhammediyenin en sağlam dayanağadır,bu akide Müslümanlarca o akaidi evveliye cümlesindendir ki herkes bilir kimse ne bir hocadan sormaya ne bir kitaptan aramaya hacet görmez.

Milleti islamiyenin bugünkü hali erbabı hamiyeti kan ağlatıyor. Arada efsafını saydığımız kan dökücüler olmasaydı, şarttaki Müslüman garpteki dindaşi ile, şimaldaki cenuptaki ile birleşerek umumu birden aynı nidayı lavete “lebbeyk” der koşardı.

Müslümanlar hukuklarını siyanet için uyanıklıktan başka bir şeye muhtaç değildir. Evet efkar uyanmalı ki herkes milletin hukuku nasıl müdafaa olunacağını bilsin: bu maksadı temin için icabında kardeşleriyle birlikte kıyam

etsin: milletin başına gelen felaketlerin tefrikadan ve ayrılıktan olduğunu iyice anlasın da ona göre çalışsın.

Zaman artık tefrika zamanı değildir; ittifak zamanıdır, birlik zamanıdır. Elinize geçen fırsatları fevt etmeyiniz, canlandırın. Matem ölüyü diriltmez; esef geçmişi geri getirmez; keder musibeti def etmez. Selametin anahtarı varsa yoksa iştir. Hülasa yükselmek için doğruluktan, iyi niyetten başka merdiven yoktur. Korku, helaki tacilden başka bir işe yaramaz ve bakımsızlık ölüm sebeplerindendir.

Kur’an ölmemiştir, ebedi bir hayatta mahzardır. Ona müracaat edin, onu hakem edinin. Memuldür ki İslam emirlerini kendilerinden evvel geçenlerin halinden ibret alır da çareler büsbütün kalkmadan menfaatları telafiye çalışır. Memuldür ki bu cihanı tefrikayı vahdete sevk edecek sayha en şevketli, en kuvvetli kıt’anın gayretli sinesinden feveren eder.

Şüphe etmeyiz ki böyle mukaddes, böyle mübarek bir işte, ilim adamlarının pek büyük muaveneti, pek büyük himmeti olur.

ANKEBUT SÜRESÎNDEN [214]

 

MEV'İZE

 

SÜLEYMANÎYE KtİRSÜSÜNDE [215]

 

Meali

 

Allah buyuruyor ki:

(Vellezine) o kimseler ki (cahedu) müca­hede ederler, çalışırlar, çabalarlar... (Fina) bizim uğrumuzda. Allahu zülcelâl öyle söylüyor: Benim uğrumda çalışanlar, benim için çalışan, çabalayan, mücahedede bulunanlar... ne olacak? (leneh-diyyehum) biz onları mutlaka mazharı hidayet edeceğiz; hiç şüp­he yok, edeceğiz. (Subulena) kendi sübûl-ilâhîmîze, kendi yolları­mıza. Yani benim için çalışanları, benim uğrumda mücahede eden­leri ben mutlaka mazharı tevfîk edeceğim. Hem (lenehdiyyenhum) sigası tekddiir: Mutlak edeceğim, şüphe yok, o mücahit kullarımı hiç bir zaman mahrumiyet içinde öldürmiyeceğim. (ve innellaha maa-1 muhsinin) ey müslümanlar, bunu bilmiş olunuz ki: Allah iyilerle berabedir. “Muhsin” yalnız, ihsan eden, para veren demek değildir; iyi demektir, iyilik eden demektir. Yani “mûsikin” kötü­lük edenin zıddı. [216]

 

Tefsîrî

 

İşte âyeti celiledeki ilahî vaad kesindir, sarihdir. Şüpheye asla mahal yok. Cenabı Hakkın vaadi ilâhisi döneklik kabul etmez;. Kur'-ân'ın bir çok yerlerinde musarrah. Cenabı hakkın vaa­dinde hiç hulf (döneklik) yoktur. Allah'ın vaadi, vaadi lûtfu hiç hulf kabul etmez; vaîdi, yani vaadi kahrı böyle değil; dilerse, belki affeder; fakat vaadini herhalde yerine getirir.

Pek âlâ! Madem öyledir, madem âyeti kerime: Hak yolunda çalışanların Allahu zülcelâl tarafından hiç bir zaman mahrum bırakılmıyacağını bildiriyor; o halde nedir müslümanların bu hali? 350 milyon mu, 400 milyon mu, cihanda bu kadar müslüman var; garkta var, garpte var... şimalde var, cenupta var... hepsi yokluk içinde yaşıyorlar. Nereye gitti Cenabı Hakkın vaadi suphanîsi? (lenehdiyyehum subulena) ne oldu? Hemen hemen müslümanlar bu vaadi ilâhinin tahakkukundan ümidi kesecekler. Hattâ bir kısmı kesdiler! Nedir âlemi islâmin başında dönen bu felâketler?

Hani sen Allah vaadinden dönmez diyordun? Pek âlâ, Allah ne buyuruyor. Bizim uğrumuzda mücahede edenleri biz mazhan tevfik edeceğiz. Şimdi şu 350, yahut 400 milyon müslümanin hep­sinin vicdanına dehaletle sorarım: Hangisi böyle bir mücahedede bulundu? Müslümanlık yalnız kelimei şahadet ile, yalnız beş vakit namazla, yalnız ibadeti bedeniyet ile değildir. Ben bu sözü aklım­dan, cebimden söylemiyorum; bakınız, peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz ne buyuruyor: “Bir adam ki müslümanların derdiyle dertlenmez; müslümanların felâketinden müteessir olmaz; onların imdadına koşmaz; o adam hiç bir vakit müslüman

olamaz.” Müslümanlık yalnız lafız île değildir. Sorarım: şarktaki müslüman garptekinin imdadına koştu mu? Şimaldeki müslüman, cenuptaki dîn kardeşinin halinden müteessir oldu mu? Hayır, val­lahi olmadı. Öyle ise âlemi İslâm felâket üstüne felâket göreceğine, birinden kurtulur kurtulmaz başkasına uğrayacağına şüphe etmesin!

Geçende de söyledim. Biz müslümanlar birbirimizi, birbirimizin ahlâkını, âdatını frenk kitaplarından öğreniyoruz; birbirimizden an­cak bu vasıta ile haberdar olabiliyoruz. Demek frenklerin himmeti olmasa bir iklimdeki müslümanlar öbür iklimdeki müslümanlar için yok hükmünde kalacak! Bakınız şu bizdeki himmetsizliğe, şu biz­deki gayretsizliğe! Sonra da utanmadan, sıkılmadan Allah'tan tev­fik istiyoruz? Acaba böyle bir talep için yüzümüz var mı? Biz diyoruz ki: Müslümanız, o halde Allah bize tevfik vermelidir. De­mek sen müslümanlığınla Allah'ı minnet altında bırakmak istiyor­sun? Ne kadar cür'et, ne kadar hamakat! Bak Allahu zülcelâl ne buyuruyor: Estaizubillah (yemunnune aleyke en eslemu) ya Muhammed, geliyorlar, bir takımları: “Müslümanız!” diye seni min­net altında bırakmak istiyorlar. Öyle mi? (Kul la tem-unnu aleyye islamekum) habibim, onlara de ki: hey sersemler, “biz müslüman olduk” diye bana minnet yüklemeye kalkışmayınız.   (Belillahu yemunnu aleykum) bilâkis siz, Allah'a karşı minnettarsınız. Zira bu nimeti, bu nimeti islâmı size vermiş. Öyle ya! Bir nimeti veren mi minnet altında kalır, yoksa o nimete mazhar olan mı?

Yeise düşmeye kimin hakkı var? Kim ne yapmış ki mükâ­fatını bekliyor? Hangimiz ne yaptı? Karşımızdaki milletler, vazi­fe hissinden başka bir de fedakârlık hissiyle mütehassis oldular” Gece gündüz çalıştılar, hem de canlarını feda ederek çalıştılar. Bizde hani say, hani mücahede, hani azim? Hiç biri yok; hiç bir şey yok! Dünya durmuyor, beşeriyet durmuyor, bütün milletler alabildiğine gidiyor! Biz uyurken onlar uyanıkdıîar! Biz otururken onlar geceli gündüzlü çalışıyordular.

Başımıza gelen bu felâketler evvelce görülmez bir şey mi idi? Vallahi değildi. Vallahi hepimiz biliyorduk. O kadar bağırdık, ça­ğırdık; din gidiyor, vatan gidiyor, dedik... kim dinledi? Hiç biri­miz aman gitmesin, tutalım, diye el uzattık mı? Uzatmadık. Fe­lâketi hazıradan hepimiz mes'ulüz; Evet, hem indallah, hem in-dennas mes'ulüz. [217] İçimizde mesul olmıyacak ferd yok. Başka­larını kötülemek ile kendimizi kurtarmış olmayız. Cenabı Hak: Başkalarını muahezeden ne çıkar? Kendinize bakınız, diyor.

Herkes kendini, nefsini muaheze etsin; herkes kendi nefsini-murakabe altında bulundursun. Herkes kendinden mes'ul. Doğru­su hiç birimiz vazifesini hakkiyle ifa edemedi. Eğer herkes çalış­saydı, vazifesini ifa etseydi, vatan böyle perişan mı olurdu? Biz aklın hükmünü tatil ettik; Allahm emrini tutmadık... Zaten akıl i!e din başka başka şeyler değil ki. İlmihalde bile öyle denmiyor mu? “Efali mükellefin” âkil baliğ olanlar için değil midir? İlâ­hi teklifler bütün aklı başında olanlaradır. Aleyhisselâtü Vesse­lam efendimiz buyuruyorlar ki: “İnsanın dini aklından ibarettir; aklı olmayanın dini de yoktur.” Hadisi sahih bu! Diğer bir hadis de şöyledir. “Bir adamın müslümanlığını sakın ceffelkalem beğenivermeyiniz; Evvelâ derecei aklını yoklayınız, bakalım.” Daha bir kaç hadisi şerif var ki, ibarei şerifesini aynen nakledemiyeceğim. Meallerini söyleyeyim. “Kıyamet günü herkesin nezdi ilâhideki mer­tebesi akh mıkdannda olacaktır.” Halk, ameli hayırda bulunur; (hayırlı işler yapar). Lâkin Cenabı Hak sevabı kullarının aklına göre verir.”

İyi ama akla bu kadar hürmet eden? Çünkü erbabı akim imaniyle senin imanın bîr mi ya? Sen, ben babamızdan gördük; ya­ni hazır dine konduk. Akıl sahipleri ise böyle değil; kafalarında hergün binlerce  kıyamet kopuyor.  Şüpheler zavallıların imanına birbiri ardı sıra hücum ediyor. Uğraşıyor, birisini deviriyor, biri daha peyda oluyor. Onu da yıkıyor, üçüncüsü çıkıyor. Hasılı bi­çarenin ömrü mücahede ile geçiyor, herif alnının teriyle müslüman oluyor. Tabiidir ki ferdayı kıyamette onun, Allah indindeki, pey­gamberimiz indindeki mevkii senden, benden çok yüksek olacak. Hiç benim imanım ile meselâ Gazalinin, imanı bir olur mu? Elbet olmaz. Ben hazıra konmuşum. O hazret ise, Ömrünü mücahede ile geçirmiş!

Vaziyet bu merkezde olduğu halde biz hakikati dos doğru göreceğimize, felâketimizin asıl sebeplerini bularak kendimizi kur­tarmağa bakacağımıza, kabahati şuna buna yüklemekle, şunu bu­nu muaheze etmekle meşgul oluyoruz, vaktimizi boşu boşuna is­raf ediyoruz. Arada koskoca Rumeli'yi kaybettik. Bu ne müthiş kayıptır. Fakat biz halâ sen, ben diyip duruyoruz. Ne oldu bize? Bizde his kalmamış, bizde duygu kalmamış mı? Hani herifin kıçına vurmuşlar, aşağı mahallede davul çalıyorlar demiş; sonra kafasına vurmuşlar, davul galiba bizim mahalleye geldi demiş. Biz de şimdi tıpkı böyleyiz! Yangın bacamızı sardı, biz halâ uyu­yoruz! Sadi'nin ne güzel bir hikâyesi var:

“Bir gece kervan halkına karışmış, gayet vasi bir çölden ge­çiyordum. Pek yorgun olduğum için bir kenarda yattım, uyudum. Deveci geldi: Kalk, dedi, kervan geçti, gitti. Sen ne yapıyorsun? Benim de senin gibi uykum var; Ben de senin gibi yorgunum. Kaç gecedir gözüme uyku girdiği yok. Fakat nasıl yatarım? Çöl tehlikeli. Sağda, solda, arkada namütenahi mehalik var. Kalk, gözünü aç, bak: Yolda kervandan eser var mı?,.

“Sonra  kalktım,  koşarak  kervana  yetiştim...” Nihayet  hazreti Sa'di diyor ki:

“Yolda uyuyanlar gözlerini açtıkları zaman kervanı göçmüş bulurlar;  yolda kimseyi görmezler!” [218].

Hikâyeyi bizim halimize tatbik edersek görürüz ki:

Kervan: Milletler, çöl de:

Bu mazii atalettir. Madem ki dünyada bulunu­yoruz, bu çölü geçip gitmek mecburiyetindeyiz. Sıkıntıya katlana­cağız. Katlanmazsak arkadan gelenler yolda uyuyanları ezer, ge­çerler. Kanunu hayat böyledir:

Duranlar için hakkı hayat yok. Beşeriyet durmuyor. Durursan muhakkak ezilirsin!

Tarihten misal aramaya hacet var mı? Dünkü çobanlar adam oldular da bizi ezdiler. Bu herifler otuz sene evvel sayı bilmezlerdi! Otuza kadar, o da parmakla, güç sayabilirlerdi! Hesabı yüze kadar biri de çıkaramazdı!  Fakat bugün bakın ne hale geldiler!

Askeri; askerimizi perişan etti, siyasîleri siyasîlerimizi bastırdı. Mu­allimleri bizim muallimlerimizden fazla yararlık gösterdi. Mağlup olan yalnız ordumuz değil. Evet, sen bu memlekette hangi mevki­de isen, kendi memleketinde senin mevkiini işgal eden düşman sana gelip. Bakın, bunlar otuz sene içinde bu hale geldiler. Dün bir vilâyet iken bugün kral oldular: tabi oldukları devleti çiğ­nediler, geçtiler. Çünkü çalıştılar. O sayede insaniyete katıldılar. Biz ise etrafı görmedik, uyumak istedik, onun için çiğnendik.

Bizde vazife hissi yok. Onlar ise vazifelerin ifa ettikten baş­ka fedakârlık da gösterdiler. Benim evvelce Edirne vilâyeti dahi­linde memuriyetim vardı. Ara sıra Bulgaristan'a geçerdim; köy­lerde heriflerin ne kadar çalıştıklarını gözümle gördüm. Hatta bir kere köyün birinde çarıklı, kepeli bir bulgar gördüm. Çoban zan­nettim, lâkin azıcık konuştuktan sonra herifi pek yaman buldum. Sonra bir münasebetle Darülfünun mezunu olduğunu öğrendim. Bakmiz yüksek tahsilli bir herif çoban kıyafetine giriyor da, köy­lüleri irşad ediyor!

İşte düşmanlarımız böyle çalıştılar. Biz ne yaptık? Hiç bir şey. Bundan sonra da yapmazsak, yaşamak yok.

Bizi kurtaracak yegâne çare-geçende de söylemiştim- ma­ariftir; sağlam maariftir, hakikî maariftir. Memlekete bunu so­karsak kurtuluruz, fakat maarif halâ memlekete girmedi. Avam kısmı hiç okumuyor, yazmıyor. Okuyup yazanlar ise ne dünyaya, ne ahirete yarar bir yığın nazariyat ile uğraşıyorlar. Eğer el bir­liğiyle çalışırlarsa eminim ki kurtulacağız, yoksa kurtulmak im­kânı yok.

Evet, din de maarifle kaim, dünya da. Dünyanın maarifle ka­im olduğu kolaylıkla anlaşılır. Fakat din nasıl maarifle kaim ola­bilir? O da pek tabiî. Çünkü insaniyet durmuyor. Günden güne ilerleyip gidiyor. Müslümanlıktan evvel bir çok dinler vardı. Bu­gün onlar kaldırılmıştır. Fakat nazil oldukları zaman o vakit ki insanlar iğin kâfi idi. Sonra devirler değişti. İnsanlar terakki etti. Onun için her din yerini kendisinden daha mükemmel bir dine bıraktı, çekildi. Ta müslümanlığa kadar hal böyle idi. Müslümanlık hatemülüedyandır (dinlerin sonuncusudur). Bundan sonra bir di­ni ilâhi daha gelmiyecektir.

Pek âlâ! Nasıl olur da müslümanlık kıyamete kadar gelip gi­decek insanların ihtiyacına kâfi gelebilecek? Elbet. Çünkü Allah'­ın kitabında, Resulallah'ın sözlerinde her devrede yaşayacak in­sanların ihtiyacını temine kâfi hakikatler var. Yalnız o hakikat­ler ilimle meydana çıkar. Kuran, Ayetullah değil mi? Arz da se­ma da birer Ayetullah'dır. Bizim gibi geri milletler topraktan sade ekin alır; bir az daha gayret ederse su çıkarır. Medenî milletler ise maden çıkarır. Biz sudan yalnız değirmen yapıyoruz. Onlar elektrik istihsal ediyor. Biz buluttan yağmur topluyoruz; onlar yıldırım bile avlıyor!

Maddiyat böyle olduğu gibi maneviyat da böyle. Milletler na­sıl bu yaratılış aleminden, bizden çok, hem kıyas kabul etmiyecek kadar çok müstefid oluyorlarsa âlim bir müslüman da Kitabullahtan, ahadisi nebeviyeden, şimdiki cahil müslümanlara nisbetle sonsuz hakikatlar çıkarabilir. Yoksa vaktiyle icabı kadar tefair yazılmış, elverir diyemiyeceğiz. Gelişmiş devletler geceleri de çalışmış, Allah kendilerinden razı olsun, bir çok eserler vücude getirmişler, fakat dememişler ki: bu eserlerimiz kıyamete kadar size elverir. Siz artık çalışmayın da, yalnız bizim kitapları okuyu­nuz!..

Bilâkis demişler ki: 

Siz de çalışacaksınız. Hem bunları okuyacaksınız, hem de kendi fikrinizi ilâve ederek, zamanınıza göre yeni yeni eserler vücude getireceksiniz.  Böyle  böyle  sonuna ka­dar gidecek.

Halk hayrını, şerrini bilmiyor. Çünkü büsbütün cahil. Biz okur yazar tabaka da zavallıları büsbütün makûs yollara sevk edip du­ruyoruz! Dört senedir ayaklanan, nihayet başımıza bu felâketi ge­tirenlerin çıkarmış oldukları isyanların sebebi neydi?

Hep cehaletleri! kışkırttılar. Onlar da ne yapsın, hakikati hali fark edemedikleri için, her fesada kapıldılar. İşte Arnavutlar! Bakınız ne hale geldiler! Bizi de ne hale getirdiler! Bu da pek tabiidir. Böyle gidersek Allah korusun diğer milletler de ayni ha­le gelecek. Herkes felâketi görsün, akıbeti düşünün de ona göre çalışın. Artık nifakları, şıkakları gömelim. Eski yaraları bir da­ha deşiniyelîm. Örttüğümüz mezarları tekrar eşmiyelim. İstikbal­den ümidi kesmiyelim. Meyus olmıyalım. Zira yeis haramdır; zira yeis en büyük ölümdür. [219]

 

FETİH SÛRESÎNDEN [220]

 

Meali

 

Öyle bîr Hakimi Ezelîdir ki: İslâm bütün dinlere galip çıkarmak için, peygamberini hem irşad, hem dini hakla telkin va­zifesiyle göndermiştir. Buna şahit ise, Allah yeter.  [221]

 

Tefsiri

 

Hak dini olan İslâmın istisnasız bütün dinlere galip gelece­ğini, bir gün gelip, yer yüzünde mutlak hakim kesileceğini, Hazretı Allah, bize bu âyeti celilede vaad ediyor, hem vaad ile de kalmıyor, bu vaadin kat'iyetine, zatı kibriyasını şahit gösteriyor.

Ne büyük vaad, ne muazzam teyidî

Müfessirierden bazıları bu âyeti kerimenin yalnız gönderildi­ği zamana bakarak daha Mekkenin fethiyle bu vaadi ilâhînin ta­hakkuk etmiş olduğuna kani oluyorlarsa da bizim bu kanaate iş­tirakimiz ancak dini hakkın galebesini, lâkin kat'î, kahır bir ga­lebesini görmekle kabil olabilir.

Demek: vaadi ilâhî henüz tahakkuk etmemiştir.  Demek:  islamın mazisinden daha çok parlak bir istikbali

olduğuna iman ede­rek ona göre çalışmak en büyük vazifedir. Yoksa hem bir taraftan “Allah vaadinde asla

düneklik yapmaz,  asla caymaz”  mealindeki âyetleri dilden düşürmemek, hem diğer taraftan böyle en katî vaadi ilâhînin tahakkukundan meyus olmak, küfrün ve imansızlığın pek garip şekli olur.

Bir cebirbicinin dediği gibi “Bu din ya vahiddir, yahut sıfır­dır. Kesir olmasının ihtimali yoktur.” Dinin vahid olduğuna iman edenler, böyle ikide bir de İsrailoğulları gibi:

“Yoksa sizler ki­tabın bir kısmına karşı mümin de bir kısmına karşı kâfir misi­niz?” itabına hedef olmamalıdırlar.

Müslümanlara ve gerçek müminlere dügen vazife, evvelâ Al­lah'ın vaadine kat'iyetle inanmak, sonra bu vaadin bir an evvel gerçekleşmesi için ellerinden gelen her hizmeti başarmak, her şey­den önce başkaları için fazilet örneği olmak, gayret ve ciddiyet numunesi olmak, elhasıl Kur'anın emrettiği bütün güzide ahlâkı yaşatmak ve hayatlarında canlandırmaktır.

Gerçek müminler bu şekilde hareket ederlerse hak dinin, her batıla galebe çalmasına yardım etmiş ve dünyanın en hayırlı ve en şerefli milleti olmak gibi gıbteye değer bir mevki kazanmış olurlar.

Yani müslümanlarm bu şekilde hareket etmeleri, evvelâ kendi istifadelerini sağlayacak, onları yükseltecek, onları şan şeref ve refah   içinde  yaşatacaktır.

Fakat müslümanlar cehalet yüzünden, hurafelere bağlanmak yüzünden bu şekilde hareket etmezlerse Allah'ın vaadi yerine gel­mez mi?

Hâşâ! Allahın vaadi bugün kendilerine müslüman diyen kim­selerle mukayyed değildir, gayet bugün kendilerine müslüman di­yen kimseler bu yolda yürümezler ve insanlık için fazilet örneği ve hidayet rehberi olmağa çalışmazlarsa bundan yalnız kendileri zarar görürler. Fakat hak dini, kendi hedef ve gayesini gerçek­leştirecek bambaşka ve yepyeni unsurlar bulur ve onlara aşıladığı hidayet ve faziletle, dilediği gayeye varır. Çünkü Cenabı Hak “Nurunu bütünlemek ister” ve onu mutlaka bütünliyecektir. Onun nurunu, mutlaka bütünleyeceğine dair olan vaadi ilâhîsi, hak di­ni bütün dinlere galip çıkaracağına dair olan vaadi ilâhîsini hem teyid ediyor, hem bu işin bir emri vaki olduğunu belirtiyor. Onun için bu işin ne zaman olacağını beklemeğe yer yoktur. Çünkü bu iş oluyor. Nur bütünleşiyor, hak galebe çalıyor ve bu iş sonuna kadar böyle devam edecek. Görmeyenler varsa, kusuru basıret­lerinde arasınlar. [222]

 

HÎCR SÜRESİNDEN [223]

 

Meali

 

 “Kur'an'ı Biz indirdik, Biz;onu muhafaza edecekler de elbet yine biziz. [224]

 

Tefsîrî

 

“Müslümanların istikbali yoktur; müslümanlık günün birinde yıkılıp gidecektir” diyenler, eğer o tasavvur ettikleri elim akı­beti sevine sevine karşılayacak bir takım sefil kimselerse: kendi­lerine hiç. bir şey demeyiz. Yok öyle değil de, bu sözler hakikî din­daşlarımızın hasbıhali giryanı ise: onlara da “yukarıki âyeti celileyi tekrar tekrar okuyun” deriz.

Görüyorsunuz ki: Allahu zülcelâl Kur'an'ın ebediyetini en kuvvetli tekidlerle vaad buyuruyor. Vaadi ilâhide hülf tasavvuru kabil midir? Pek âlâ! Kur'an'ı muhafaza islâmı; islâmı muhafaza ise nıüslümanları muhafaza demek değil midir? Müslümanların yokluğunu tasavvur edersek kur'an'ın yer yüzünde yaşamasına imkân düşünebilir miyiz?

O halde yeise sapmağa yer var mı? Bilâkis yapılacak iş müslümanlara gayret, şehamet, emel, azim, faaliyet ruhu aşılamaktır.

Yeis, imandaki zaafı,  daha doğrusu hiçliği gösterir.

İmanı sağlam bir mümin böyle bir vaadi ezelî karşısında nasıl olur da Allah'dan ümidini kesebilir? Eğer bizim o kahraman eslâfımız en büyük imtihanlar karşısında yeise uğrayan kimselerden olsaydılar, taşıdıkları din emaneti, elbette bugün başka ellerde bu­lunurdu.

Bize yakışan, asırlardanberi elimizi kolumuzu kıskıvrak bağ­layan mel'un yeisi kahredip kendimizi kurtarmak için el ele, başbaşa vererek çalışmaktır. “Biz bu dini ilâhiyi, yaşatacağız. Bu dini ilâhi bizi ebediyen yaşatacaktır.” diyelim de bu iman ile, bu itmi'nan ile geceli gündüzlü uğraşalım.

Aydın geçinenlerimiz halkı tenbellikle, cehaletle, miskincesine bir kanaatle, büsbütün çığırından çıkmış bir tevekkülle itham ediyorlarken kendilerinin de serapa ümitsizlikle hasta olduklarını hiç düşünmüyorlar! İnsaf edilirse, yeisden fena meskenet sebebi olur mu?

Yeis mi meskenetten doğdu, yoksa meskenet mi yeisden pey­da oldu? Sureti kafiyede kesdirilmezse de asırlardanberi cemi­yetin ruhunu kemiren, iliklerini kurutan içtimaî hastalığın yeis­ten, azimsizlikten ibaret olduğu pek sarih olarak görülür.

Milletin, memleketin âtisi olmadığı için kendini beyhude üzme­yerek vaktini hoşça geçirmenin yoluna bakmak... Dünyada bun­dan daha sefil bir düşünüş bulunamaz. Her şeyden önce bu dü­şünceyi kökünden kazımak icapeder. Çünkü yaşamanın, ilk şartı budur. Bizim Kur'an'ımız, ebedî olduğunu nasıl ilân ediyorsa ayni ebedî  ruhu içimizde  taşıyarak  yaşamalıyız.

Merhum üstad Mehmet Akif bu yazıyı 1, Ağustos 1329-1913'de yazdıktan sonra ayni mevzua dair şu manzumeyi de yazarak yine “Yeis” ile mücadele etmiştir:

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...

Bilmem ki, ölüm var mıdır ondan daha alçak!

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle:

İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.

Ey dipdiri meyyit “îki el bir baş içindir”,

Davransana... Eller de senin, baş ta senindir!

His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin ne için böyle süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın ?

Esbabı elinden atarak ye'se yapıştın!

Karşında zıya yoksa, sağından, ya solundan

Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.

Âlemde zıya kalmasa, halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın

Varken, hani herkes gibi azminde sebatın?

Ye's Öyle bataktır ki: düşersen boğulursun!

Ümmide  sarıl  sımsıkı,   seyret  ne   olursun!

Azmiyle   ümidiyle   yaşar   hep   yaşayanlar;

Me'yus olanın ruhunu,  vicdanını  bağlar

Lanetleme bir ukde-i hâtir ki:  çözülmez...

En  korkulu  cani  gibi   ye'sin   yüzü  gülmez!

Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile şirkin;

Mâdâm ki ondan daha mel'un, daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i iman,

Nevmid olarak  rahmet-i  mev'ud-i Hudadan,

Hüsrana rıza verme... Çalış Azmi bırakma 

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...

Sesler de:   “Vatan tehlikedeymiş...   Batıyormu ş!”

Lâkin, hani, milyonları örten  şu yığından,

Tek kol da “yapışsam...”  demiyor bir tarafından!

Sahibsiz olan memleketin  batması  haktır;

Sen sahib  olursan  bu  vatan  batmıyacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...

Uğraş ki telafi edecek bunca zarar var.

Feryad ile kurtulması me'mul ise haykır!

Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

“İş  bitti...   Sebatın sonu  yoktur!”   deme;   yılma.

Ey millet-i merhume, sakın ye'se kapılma [225].

 

ASR SÛRESİ [226]

 

Meali

 

“Asra kasem ederim kî, insan i muhakkak ziyandadır. Ancak imanı olan kimselerle amali salihada bulunanlar, bîr de bir­birlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler ziyanda değildir.[227]

 

Tefsiri

 

Tercih edilen kavle göre bu sûre mekkîdir (Hazreti Peygam­bere Mekke'de bulunduğu devirde nazil olmuştur). Öyle rivayet ederler ki, imam Şafiî:

“Kur'an namına yalnız bu sûre inmiş ol­saydı insanlara elverirdi, insanlar yalnız bu sureyi teemmül etmiş (derin derin düşünmüş) olsalardı onlara kâfi gelirdi” dermiş. Mu­hakkaktır ki Ashabı kiramın (Hazreti Peygamberin güzide arka­daşlarının) ikisi bir yere gelince bu sureyi biri diğerine okumadan, diğeri de ona selâm vermeden ayrılmazlarmış! Ashabın bu âdeti, teberrük içindir (surenin yüzü suyu hürmetine nail olmak içindir) zannında bulunanlar yanılıyorlar. Zira bu sûrei güzini okumaktan maksat içindeki manaları, hususiyle hakkı, sabrı tav­siyede bulunmayı karşısındakine hatırlatmaktır. Taki arkadaşın­dan ayrılmazdan evvel onda bir hayırlı vasiyet, nasihat varsa onu kendisine celbetmiş olsun.

Hilkat alemindeki eşyadan, yahut şüunu kâinattan birine yeminetmek, Kitabullah'da cari olan âdet muktezasıdır. Bundaki mak­sat ise insanlara o cayi kasem (o yemin vesilesi) olan şeye ezeldenberi mevdu olan (emanet edilen) hikmeti hatırlatmak, şayet insanlar onda bir nevi şer tevehhüm etmişlerse, hata etmekte ol­duklarını; fenalığın, şerrin o eşyada olmayıp o eşyayı kullananla­rın, yahut O' surette itikad edenlerin kendilerinde bulunduğunu anlatmaktadır.

Öyle dinler vardı ki, onlara sarılanlar gerek bu kâinatın, ge­rek onun ihtiva ettiği varlıkların kevnü fesad (değişen bozulan nesne) olduğunu, onun için hakikî bahtiyarlık peşinde koşanlar için bunu hor görmek, bugünün nimetlerinden, zevklerinden, eğlen­celerinden kaçmak, nefislerini bu kevnü fesad âleminin üstünde bir âleme ayırmak ve hasretmek gerekleşeeeğini zannederlerdi.

Kur'an, onların bu hususta tamamiyle yanıldıklarını açıktan açığa bildiriyor. Allah'ın kitabında varid olan kasemler, (yemin­ler) o gibi zanda bulunanların hatalarını kendilerine bildirmek için ihtiyar olunmuş usul cümlesindendir. Yani bu eşya, hiknıedi ilâhiyeye mazhariyet bakımından öyle bir mertebede bulunuyor ki Cenabı Hak onunla yemin ediyor, güya ki Cenabı Hakkın tazimi­ne arzi istihkak ediyor. Artık her şeyin halikı olan ve bütün varlıkların varlığı, kendi vücudu ezelîsi ile kaim bulunan hallakı azi-nıin (ulu yaradanın) tazimine mazhariyet kadar büyük şeref ola­bilir mi? [228]

 

Asır nedir?

 

Asır, zamanm malûm olan bir parçasıdır ki; o da konuşan kim­senin başkalariyle beraber yaşadığı müddettir. İster bu müddet senelerin sayısiyle takdir olunsun da meselâ yüz sene densin, is­terse miktarı hiç tayin olunmasın. Yahut öğle ile akşam arasın­daki bildiğimiz vakittir. Burada her ikisinin ihtiyarı, doğru olabi­lir. İnsanlar evvelkine sövüp saymayı âdet etmişlerdir- Evet, her­kes bulunduğu asırdan şikayetçidir. Sırası geldikçe bu asır, ce­halet asrıdır, alçaklık, mürüvvetsizlik asrıdır, menfaatperestlik, ahlâksızlık asrıdır, der. Hayra dair murad ettiği şeylerin hepsini de kendisinden asırlarca evvel geçmiş olan zamana isnad eder. Onun için Cenabı Hak “asr” namına yemin etmek suretiyle bu itikadın

kalplerden silinmesini, insanlar tarafnıdan hor görülen bir mahiy-yetin tazime lâyık sayılmasını murad ediyor.

ikinci manaya göre sie asır gerek Kureyşe, gerek sair kabi­lelere mensub olan işsiz bir takım araplarm Haremde, yahut diğer mahallerde toplanıp gıybet (dedikoduculuk, fesatlık) gibi, ötekini berikini maskaraya almak gibi hiç faydası olmayan şeylerle uğ­raştıkları zaman olduğu için, zihinlerde bu zamanın fena bir za­man olduğu, serden başka bir işe yaramadığı zannı iyice yer et­mişti, işte Cenabı Hak bu fenalığın zamanda olmayıp kendilerin­de olduğunu, yoksa o zamanm yerleri, gökleri yaratan halika, cayi kasem olacak derecelerde şeref sahibi bulunduğunu, onun için bu vakti, o vaktin sanma yakışacak surette yaşamak, ulvî işlerle geçirmek, kötü işler yüzünden uğrayacakları ziyandan bu suretle kurtulmak lâzım geleceğini beyan buyuruyor. [229]

 

Hüsran nedir?

 

Asır kelimesi iki manadan hangisine alınırsa alınsın, burada ki yemin, Cenabı Hakkın bize irad, etmiş olduğu bir hakikati be­lirtmek için varid olmuştur ki, o hakikat de insanın hüsran için­de bulunmasıdır. Bu bir haberdir ki, tekide muhtaçdır. Zira hal­kın bir çocuğunun zannına göre bu Surede istisna edilen a'malin, ahvalin haricinde Öyle işler vardır ki, hiç de hüsranı mucip de­ğildir. Hattâ bunların inanışına göre iman saadeti denilen, fazi­let denilen kayıtlardan vareste kalmak; fikir hürriyeti, fiil hür­riyeti namı altında hiç bir fenalıktan, hiç bir fuhuştan geri kal­mamak, ukbada helaki mucib olsa bile, dünyada nefsin hiç bir hazzını diriğ etmemek ile olurmuş. Yine bu inanışa göre milletler içinde öyleleri varmış ki, ferdleri heveslerine kapılmak, ihtirasları­na esir olmakla beraber servet kazanmağa devam ettikçe, kuv­vet ve kudret sahibi olmak için her çareye baş vurdukça mes'ud olmaktan geri kalmıyorlarmış!.. îster bu adamlar îman etsinler, ister etmesinler, ister doğru dürüst işler işlesinler, ister işlemesin­ler, ister birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye etsinler ister etmesinler, müsavi imiş!..

Bu zannı besleyenlerin sayısı her vakit ve her yerde sayılama­yacak derecede çoktur.

Fakat Kur'an-ı kerimin telâkkisine göre bu hattı hareket, hüs­randır (ziyandır). “Husr” lûgatda dalâl, helak, noksan manalarına gelir. Yapmış olduğu işin insana getirdiği her şer, husr'dur. Hüs­ran ve hasaret de bu manayadır. Zira insan o işiyle bir faide pe­şinde koşuyordu. Halbuki netice böyle zuhur etmiyerek yaptığı iş kendisini istediğinden mahrum bıraktığı, bilâkis çekindiğini başına . getirdiği için hüsrana uğruyor. Yani maksadı yolunda dalâle (sa­pıklığa) uğramış, nefsinin arzusunu tatmin hususunda noksanlık göstermiş, fakat peşinde koşarken yorgunluğa uğramış oluyor. Sana elem veren, seni mahrum bırakan, canının sıkıntıya uğramasına, kalbinin ıztırap duymasına sebep olan her şey aradığın zevk için bir noksandır.

Sen kalbe huzur verecek, maişetini refaha kavuşturacak bir iş işler de bilâkis ıztıraba düşersen, kastında dalâla, sa'yinde hüsra­na uğramış olursun. Âyetdeki hüsran ise mutlaktır. Dünyevî ve­ya uhrevî kaydiyle mukayyed değildir. Surede anlatılan vasıflan taşımıyan her mükellef için gerek bu fanî hayatta, gerek onu takib edecek bakî hayatta hüsrandan bir hisse vardır. Zira yukar­da söylediğimiz gibi sure Mekkîdir. Mekkî surelerdeki hitap ise bir çok âyetlerde umumîdir. [230]

 

İman nedir?

 

Bu sûredeki iman da mutlakdır  ve hiç bir şey ile mukay­yed değildir.  Bununla beraber muhatapların  anladığı  manadadır, îmanı,  umuma karşı hitaba  en mülayim  şekilde  tarif için şöyle demelidir:  İman, nefsin hayır ile şerrin,  fazilet ile  reziletin  ara­sındaki farkı yakinen anlaması, bu varlık  âlemi üzerinde  hayra razı  olan,  lâkin şerre razı olmayan, fazileti isteyen, lâkin  rezileti istemeyen mutlak bir vücudun gizli olduğunu yine o itminan ile bilmesi; mahlûkatı arasından dilediğim esrarı ilâhisinden bazısına mahrem ederek bu mümtaz insanları,  sair insanlara doğru yolu göstermek,  kalplere fasid  heveslerin ve ihtirasların  nasıl  girebi­leceğini,  akıllara sağlam delillerin her yol  ile erişebileceğini  bil­dirmek vazifesi ile mükellef tutmuş olması da o vacibül vücudun rahmet eserlerinden olduğuna itikad etmesidir. Ta kî beşer, o sahih delillere yönelsin, o yol ile kendisine telkin olunan hakikatları iyi  karşılayarak  kabul etsin,  kalbinde fasid heveslere karşı açık duran menfezleri kapasın, o gibi fasid ihtirasların ilerde bek­lenilecek sirayetine karşı da katî, ebedî bir azim ile müdafaada bulunsun.

Yoksa iman, umumiyetle sanıldığı gibi aklın, vicdanın dahli bulunmaksızın sırf taklitten ibaret olduğu halde kabul olunan, mü-cerred mahiyet değildir. Bu çeşit iman, peygamberlerin peygam­berliğini gerçek saymış bir çok milletleri çöküş kurtaramamıştır.

Asıl imandan maksat, ruhun itminanına, ruhî kuvvetlerin itikadları benimsemesine bağlı olan inandır. “Müminler ancak o kim­selerdir ki; Allaha ve peygamberine inanmış, sonra hiç bir veçhiyle şüpheye düşmemiş, Allah yoîmıda ınallariyle, canlariyle sa­vaşmışlardır, îşte gerçek kimseler banlardır.” âyeti bu hakikati apaçık anlatıyor. însanlarm, dünya ve âhirette ziyandan kurtu­luşu  bu imana  bağlıdır.

İnsanların babalarından işiterek öğrendiği, bir müslüman ço­cuğunun manasını, mahiyetini anlamaksizn diline doladığı, hami­yet şevkiyle müdafaasına kalkıştığı imana gelince, bunun Allah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Çünkü, herhangi dine mensup bir kimse, bu şekilde yetişir. Allah nezdinde kabul olunan iman, ancak ruhun o itminanıdır ki, ruh onun sayesinde, ulvî bir cevherin içi­ne sindiğini hisseder. Kalbin o itikadıdır ki kalp içindeki mevkiini yine kalp takdir eder. Ruhu, hakikî hayata kavuşturan, ruhu, ke­male yükseltecek her şeyi hazırlayan iman; bu türlü imandır. îman olmadığı" halde iman dedikleri şey ise, ruhları tahrib eden, insan­ları felâkete sürükleyen bir baş belâsından başka bir şey değildir. [231]

 

A'mali saliha nedir?

 

Sûredeki a'mali salihaya gelince aklî selimin reddetmediği o hayırlı işlerdir ki, herkese faydası dokunur, herkesin menfaatiyle hem ahenk olarak yapılır. Bunların bir kısmı, bütün mahlûkatına her türlü hayır ve iyiliği lütfeden Allah'a karşı arz-ı şükranı ifade eder. Dinin emrettiği ibadetler gibi. Bir kısmı da hayır yolunda malını feda etmek, muhtaç olanlara yardım etmek; yahut verilen hükümlerde adaleti gözetmek, her hangi bir kimsenin zulme uğra­masına imkân vermemek gibi bir takım iyi hareketlerdir. Bir kıs­mı da emanet gibi, iffet gibi, insaf gibi, ihlas ve muhabbet gibi güzide sıfatların asıl kaynağından sadır olan faziletlerdir.

Demek ki ister bedene bağlı bir zahirî hareket şeklinde tecelli eden, ister ruha ait bir batını vasıf şeklinde göze çarpan her şey, amali saliha cümlesin dendir. Nefis, mücahede ile, a'male alıştırırsa, a'mali benimser ve bunları itiyad eder. Dinin emrettiği hü­kümler, bu a'nıâl çevresi içindedir. Onun için kendilerine peygam­ber gönderilmeyen milletlerin, akıl yoluylaeşfettikleri faziletler de bu a'mâl sırasına girer. A'mali saliha'nımyle esasları vardır ki, bütün insanlarca kabul edilmiş ve hepsi tarafından tanınmıştır ve onun için bunlar üzerinde ihtilâf vuku bulmaz. Bu yüzden bu esas­lar Kur'anda “maruf” diye bahis mevzuu edilir ve zıtlarına denilir. Yani, “maruf” olan esaslar aklî selimin kabul ettik­leri, “münker” olanlar da onun red ve inkâr ile karşıladıklarıdır. [232]

 

Tevası nedir?

 

Tevası, iki şahısdan birinin diğerine bir şeyi tavsiyede bulun­masıdır. Surei şerife, müminlerin birbirlerine hakkı tavsiye ettik­lerinden bahsediyor. Hak, batılın karşıtıdır. Manası hemen her­kesçe malûm olmakla beraber, insanların çoğu bu manayı cüziya-ta hamlederek yanılırlar. Meselâ iğlerinden biri kalkarak batıl ol­duğu ap aşikâr olan bir batılı, hak suretinde telâkki etmek ister. Eğer suredeki hak kelimesi tavsiye eden adamın telâkkisine bağlı olmak lâzım gelseydi o zaman mana şöyle olurdu: “Her biri ar­kadaşına hak olduğuna inandığı şeyi tavsiye eder ve o tavsiye et­tiği şeyi kabul etmesini ister”. Halbuki birinin hak olarak tanı­dığını ve tavsiye ettiğini bir başkasının ayni şekilde tanıması ve onun hak olduğuna kail olması beklenmiyeceğine göre o takdirde tevası, münakaşa ve mücadeleye yol açar. Âyet-i kelmenin iste­diği bu değildir. Onun istediği, iki şahısdan her birinin diğerinde, hak olduğuna inanmış olduğu şeyi araştırmayı tavsiye etmesi, onu hakkın delillerini bulmağa, ve asıl hakka varmak için çalışıp çabalamağa teşvik etmesidir. Şayet hakkı tavsiye eden adam, mu­hatabının yaptığı araştırmada sapıttığını görürse delil ikame ede­rek onu doğru yola çevirecek, onun istidlalde taksirini anlarsa onu ikaz edecek, işlerin iç yüzüne nüfuz etmeksizin dış yüzünde kaldı­ğını his ederse iç yüze nüfuz etmesini sağlayacaktır. Fakat bu vazife yalnız bir tarafa ait değildir, iki taraf da birbirine karşı ay­ni vazifelerle mükelleftirler, ve tevasının manası budur. [233]

 

Hakkı tavsiye:

 

Birbirine hakkı tavsiye etmek a'mali saliha çevresi içindedir. Onun ayrıca adiyle, saniyle zikrolunmasından maksat, hakkın ga­nini yükseltmek, onun başlı basma bir kurtuluş esası olduğunu anlatmaktır.

Hakkı tavsiye eden bir adamın kendi vasiyeti ile amel etme­se de bu vazifeyi yapmakla kurtulmuş olacağını ve kurtuluşun yal­nız tevasiya bağlı olduğunu sanması yanlıştır. Çünkü “hakkı tav­siye eden kimse”den maksat, “hak üzere olan ve hakkı tavsiye eden” dir. Zaten başkasına bir şeyi tavsiye eden kimsenin, o şey­den en büyük payı almış olması gerektir. Yoksa bir işi lâyıkiyle yapmayan ve lâyıkiyle yaptığı bir tarafından belli olmayan kimse nasıl olur da başkalarını o işi yapmağa davet eder, yahut davet etse de muvaffak olabilir? Kendileri münfcer olan şeylerden çe­kinmedikleri halde insanları “maruf” olan (makbul ve makûl olan) şeylere sevk etmek isteyenlerin, muvaffak olmaları şöyle dursun, insanları vardırmak istedikleri gayeden büsbütün tiksindirirler. Kur'an-ı Kerîm ise ziyandan kurtuluşu evvelâ herkesin hak üze­rinde olmasına, sonra o hakkı tavsiye etmesine bağlamaktadır ve işin doğrusu da budur. [234]

 

Sabır nedir?

 

Sabır ise bütün seçilmiş ahlâkın ana kaynağıdır. Kur'an-i Ke-rîm'de yetmiş yerde zikrolunması, değerinin büyüklüğünü gösteren bir delil olarak irad edilir. Fakat bu sayıyı ileri sürmek okadar bü­yük bir fayda temin etmez. Bize lâzım olan nokta, Âyet-i Kerîme'-nin bu fazileti öğerek sabırlı kimselerin mutlaka muvaffak ola­caklarını, mutlaka murada ereceklerini müjdelemesidir.

Sabır, ruhun o kudret kaynağıdır ki hak yolunda dayanılma­sı güç olan bütün mihnetlere katlanmak, nefsin hoşlanmadığı bü­tün meşakkatlere göğüs germek ancak onun sayesinde mümkün­dür. Bütün beşerî meziyetlerin kemali, bu meziyete bağlıdır. Bu seciyeden mahrum olmak, yahut bu kudret kaynağından istifade edememek, bir insan için en büyük felâkettir. Fertleri, bu bakım­dan zaafa uğramış olan bir milletin, her şeyi zayıf olur ve bütün kuvvet kaynakları tükenir.  Bunu  bir  misal  ile İzah  edelim:

Milletlerin birine bakıyoruz,  onu ilim bakımından geri  görü­yoruz.  Sebebi nedir? Cehalet ile  pençeleşmekten ve onu yenerek ilim ile aydınlatmak için uğraşmaktan yüz çevirmektir, îlim sa­hibi olmak ise uzun uzadiye çalışmağa, bir çok sıkıntılara göğüs germeğe bağlıdır. Bu çalışmayı ve bu gayreti göze alamıyanlar, yani cehalete karşı savaş açmağa dayanamıyanlar, mukallitklikia iktifa  ediyor ve  karanlık içinde yaşıyorlar.  Bunlar “sabır”  fazi­letinden mahrum insanlardır. Bunlar ilim yolunda hiç bir meşak­kate göğüs germemiş, hiç bir gayret sarf etmemiş oldukları hal­de geçmişlerin gayretlerine kuru saygı göstermekle, onların gece gündüz çalışmış olduklarını anmakla kendi hareketsizliklerinin, gay­retsizliklerinin kusurunu  örtmüş olacaklarını sanıyorlar.  Halbuki bunlar, geçmişlerine karşı hakikî saygı beslemiş olsaydılar, onları kendilerine rehber sayarlar, onların tuttukları yolu tutarlar, araş­tırma yolunda katlandıkları yorgunlukların bir kısmına olsun kat­lanırlar,  elhasıl  onlar  gibi  çalışırlar, çabalarlar, onların varama­dıkları şahikalara tırmanırlar ve böylece sabır dediğimiz o yüksek meziyeti haiz kimseler olduklarını isbat ederlerdi. Milletleri bırakarak fertlere bakalım:

Fertler içinde öyleleri vardır ki, bir şeyler öğrenmek için ça­lışır ve öğrenir. Fakat öğrendiğini başkalarına öğretmeğe takat getirmez. Yani sabr edemez. Böylesi hakkında verilecek hüküm onun sabır faziletinden mahrum olduğudur.               

Yahut bir talebe, mektebine bir sene veya iki sene devam eder, sonra tahsil güçlükleri yüz gösterir, dersi bırakır, yahut oku­duğunu anlamak hususunda gevsek davranır, yahut babası tahsil masrafını kısmak ister, oğlunu kendisi için daha kârlı saydığı baş­ka bir işe sürükler, oğlu da ilim peşinde koşmaktan vaz geçerek cehalet yoluna dalar. Bunların hepsi sabır ve sebat faziletinin zaa­fından ileri gelen kötülüklerdir.

Tamahkar adamın bütün iş gücü malını tutmak elinden çıkarmamaktır. Böylesi, bir çok hayırlı işler karşısında kaldığı halde hepsinden yüz çevirir ve hiç birine de yardım etmek iste­mez. Böylece vatanına ve milletine zulmetmiş, milletini hor gör­müş olur. Bu adamın elini bağlıyan sebebi araştıracak olursak “sabr” ın zaafderhal

göze çarpar. Çünkü bu adam vahimesinde dolaşıp, günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdid eden zaruretin korkunç hayaline karşı duracak derecede bir sabra, bir metanete malik olsaydı, kendini bu hırstan kurtarır ve milletine mutlaka faydalı olurdu.

İsrafa dadanan bir adam, keyfi uğrunda bir çok şeyler heder eder. Hevesine baş eğen bir adam, türlü türlü kepazeliklere dalar, nihayet günün birinde varı yoğu biter, hali fenalaşır eskiden sahibi olduğu halde sefalete uğrar. Bütün bunlara uğrama­sının sebebi, nefsanî hava ve heveslerine mukavemet göstermeme­si, yani sabr edememesi, kendini uçurumlara yuvarlanmaktan alıkoyamamışdır  bu adam nefsani temayüllerine karşı sabır ve me­tanet göstermiş olsaydı hem serveti elinden gitmez, hem kendisi de bu felâkete düşmezdi.

Elhasıl bütün rezillikleri saymak, hepsinin asıl sebeplerini araş­tırmak istemiş olsak, ya sabrın zaafında, yahut yokluğunda ka­rar kılarız. Bütün faziletleri de sayacak ve faziletlere kan ve can veren kaynağı araştıracak olursak yine sabr a varırız.

Mevkii bu derece yüksek olan bir fazilet, Âyet-i Kerîme'de anılmağa liyakat kazanmaz mı?

Hak, ilmin medarı hayatıdır, itminan onunla hasıl olur. Ve akıl, onunla yakın sahasına varır. Sabır bütün faziletleri faali­yete geçirir, bütün kötülükleri def eder ve bütün iyiliklere var­lık verir. Bu kadar kıymetli iki esas, insanların başarabilecekleri en değerli işler arasında, herhalde en fazla anılmağa lâyıktır. Çün­kü herkesin dikkatini bunların üzerinde toplamak, ve herkesi bil­hassa bu iki esasa tutunmağa teşvik etmek bu sayede mümkün olur.

Şimdiye kadar verdiğimiz bu izahat, Sûrei Celilede bahis mev­zuu olan bütün esasları kısaca belirtmiş, ve insanlar içinde hüs­randan kimlerin kurtulmuş olduğunu açığa vurmuştur.

Bizim beyan etmiş olduğumuz manaya gere iman, insan ru­hunun o tavrıdır ki; insan, bulunduğu fena halden kurtulmak için o tavra  (o tekamüle)  yükselmiştir.

İnsanların nefsi, şehvetlere düşkünlük bakımından, hayvanlar gibidir. Bir farkı, geçmişdeki bir zevkini hatırlamak, göz önüne getirmek, gelecekte duyacağı bir hazzı tasavvur edebilmektir. Bu yüzden ülfet etmiş olduğu lezzetleri elde etmek, istikbalde onları kat kat sağlamak için gösterdiği hırs, hayvanların hırslariyle Ölçülmiyecek derecededir. Her nefis, heveslerinin ve hırslarının gö­zettiği zevki elde etmek için kuvvetlerini kullanır. Beşerin her fer­di kendisi için lezzetli, yahut faydalı tahayyül ettiği her geyi el­de etmek, nahoş, yahut nıuzur saydığı bir şeyi mahvetmekten başkabir şey düşünmezse, bundan büyük bir fenalık tasavvur oluna­bilir mi? Çünkü bu takdirde arzu ettiği bir şeyi başkasının elinde görünce onu gasb için hücum edecek, yahut kendisi için muzır saydığı şeyi ortadan kaldırmak için saldıracak.

Bir saldırganın tecavüzünü Önlemek için, hücuma uğrayan şahsın kuvvetinden başka bir engel yok. İçlerinden biri de hay­rın, yahut şerrin, faziletin yahut reziletin aslına astarına inanmı­yor. Herkesin nazarında hazzı; hoş veya faydalı gördüğü şeyden ibaret. Ama o şey başkası için fena, yahut muzur olmuş, kendisin­ce müsavi.

Beşeriyetin hayır ile şerri ayırt edemediği devri tasvir eden bu vaziyet, hayır ile şerri ayırt edememenin ne büyük bir mahru­miyet, ve ne büyük bir felâket olduğunu apaçık belirtmiyor mu? Bu vaziyetin en büyük hüsran olduğu aşikâr değil midir?

Hayr ile şerri ayırt etmek esasma, şuuru lâhak olmayan her ferdin dalâletten, kötülükten hissedar olması pek tabii olduğu gibi bu ferdin diğer fertlerle olan muamelelerinde haksız davranaca­ğı da muhakkaktır. Ama bu fert hayr ile şerri ayırt edebilirse vaziyet değişir. Başkasına vereceği ezanın kendisine de ezâ geti­receğini anlar. Git gide bu yüzden vicdan azabı duymağa bağlar. Fakat hayr ile şerri ayırt etmek kâfi değildir. Beşeri kurta­racak kuvvet, her bir hareket ve her bir amel kendisine müntehi olan O fevkalhayal kudrete, o saltanatı kahireye iman etmektir. Çünkü ona iman etmeyen, masivanm ona müsahher olduğunu an­lamayan insanın gözü kör, basireti aksak, vehmi büyük ve gü­vendiği her şey sarsaktır. Böylesi, karşısında gördüğü kuvvetlerin her birini, var oluşunun kaynağı sanır, onun kendi hayatı üzerin­de müessir olduğuna kapılır, sebebini anlamadığı bir ger kendisi­ne isabet ederse o karşılaştığı kuvvetlerden birini sebeb olarak tahayyül eder, yahut emeği olmaksızın kendisine bir hayr isabet edecek olursa vehimleri o hayr için körü körüne bir kaynak icad eder. Bu yüzden nazarında ilâhlar çoğalır, her şeyin sebebini araş­tırmak ve bulmak yolu yüzüne kapanır ve bunun neticesi olarak hayatına ait bütün islerde güvenilmeğe lâyık olmayan şeylere gü­venir durur. Bu ise putperestliğin alabildiğine inkişaf etmesine, beşer aklının bu yüzden bozuldukça bozulmasına ve insanlığın 'hüs­randan hüsrana uğramasına sebebiyet verir.

Fakat gördüğümüz bütün kuvvetlerin bir kuvvetten sadır ol­duğuna, o kuvvetin de bîr iradenin idare etmekte olduğu nizama tabi olduğuna iman eden kimse, karşılaşacağı hayrın, yahut şer­rin sebebine vakıf oluncaya kadar araştırmalarda bulunmak ister, yahut işi mukadder esbaba vardırmak her akıl için vacib olduğuna itikad eden insan, şüphe yok ki, bu sapıklığın şerrinden emin kalır ve kâinatta mevcut olan eşyanın hepsi de gözüne müsavi gö­rünür, cümlesinin bir Allaha ait olup bu hususta hiç birinin diğe­rine karşı bir imtiyazı olmayacağını, arada bir fark varsa husu­siyetler itibariyle olacağını yakineıı anlar, bu sayede kalbi her bakımdan sükûnete kavuşur, birliğine inandığı Allah'a karşı itima­dı artarak a'mel ve efalinde Onun ezelî kanununu aşmaz, esbab ve müsebbibatm tabi olduğu nizamdan ibret alarak huzur ve it­minan içinde yağar, kudreti ilâh'iye hakkında anlayabileceği mer­tebeyi anladıktan sonra hiç bir şeyden korkmaz olur.

Bu yüksek hikmetin insanlar arasında doğru yollan göste­recek, şek ve şüphe perdelerim açacak müjdeciler ve peygamberler zuhurunu icab ettireceğine inanmıyan, o güzîde varlıkların pey­gamberliğini teyid eden delillere karşı göz yuman insan, bu mür­şitlerin irşadından istifade olunmaksızın elde edilmesi güç, yahut büsbütün imkânsız bir takım bilgilerden, hakikatlerden mahrum kalır, hayatî meselelerin bir çoğunu anlayamaz, efalinin çoğunda doğru yolu göremez, hayra çalışmak isterken şerre düşer, men­faat ümid ettiği yerden zarar görür. Acaba bundan büyük bir zi­yan olur mu?

Fakat Allah'a karşı imanını, şu bizim beyan ettiğimiz tarz­daki imanını kaybeden adamın giriftar olacağı hüsranın ilk de­rekesi, kudret ve azemeti -bütün varlık âlemini sarmış olan Kadiri Mutlaka tam itimattan doğan azim kuvvetinden mahrum olması­dır. Mahrum olacağı nimetin en hafif derecesi de güçlüklerle kar-

şılaştığı zaman ruhun en büyük desteğinden uzak düşmesidir. Uğ­rayacağı ziyanın en naçiz mertebesi ise türlü türlü hava ve he­vesler arasında şaşkın kalarak yöneleceği doğru yolu gösterecek bir rehber bulamaması, içinden çıkamayacağı karanlıklara düş­mesidir.

Hangi mahrumiyet bundan  daha büyük olur? Fakat bu mahrumiyet fertlere has değildir.  Çünkü milletler de fertler gibi bu mahrumiyete uğrarlar.

A'mali saliha   (yararlı işler), en çok, sağlam imana 'bağlıdır. Bununla beraber halk içinde şu zannı da besleyenler var:  Güya, iman, ef'ale tesiri olmayan, içte kalan bir hayali, bir mücerred ma­hiyeti ifade eder bir kelimedir! Yahut bir şahsın kendini diğerin­den ayırt etmek üzere edinmiş olduğu itikaddır. Bir müslümamn muvahhid olduğuna, Hazreti Muhammed'in ümmetinden bulundu­ğuna itikad ederek sair dinlere bağlı olan kimselerden kendini ayır­dığı gibi! Yahut bir dine mensup olup herkes gibi o dine ait ol­duğu sanılan her şeye itikad etmekle beraber kendini o dinin muktezasınca harekete mecbur görmemesi gibi! Böyle bir iman, sahibi­ni  hüsrandan  kurtaramaz!   Şüphe  yok   ki   hüsrandan  kurtulmak için a'meli salîh (yararlı iş ve hareket) Iazımdır. Bu yararlı iş ve hareketlerin ne olduğunu yukarda anlattık. Bunları ihmal edenle­re, gerek dünyada, gerek ahirette yüklenecek ziyan kadar büyük ziyan  tasavvur  olunamaz.   Hüsrana bu  manayı  yerdikten  sonra, o imanı kaybedenlerin ve yararlı iş ve hareketleri terk edenlerin de hüsran içinde oldukları açığa çıkar. Çünkü Âyet-i Kerîme mü-min'lerden olmayan ve yararlı işler işlemeyenlerin  hüsran içinde olduklarını,   apaçık  bildiriyor.

Bunun ise hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun, han­gi hal üzere bulunursa bulunsun, bütün beşere şamil olduğunda şüphe yoktur.

Surei celilede milletlerin de, fertlerin de ziyandan kurtuluşunu temin edecek iki esas (iman ve a'mali saliha) zikrolunduktan son­ra iki esas daha varid olmuştur ki, bunların her biri fertlerin el birliğiyle gerçekleşir. Bunlar, birbirine hakkı tavsiye etmek, bir­birine sabrı tavsiye etmek! Tek fert, bunları tek bağına eda ede­mez. Çünkü “birbirine tavsiye” ancak müteaddit şahıslar tarafın­dan yapılabilir. O halde sayıları ne kadar çok olursa olsun, mil­letin fertlerinden her biri tanıdığı sair fertlere hakkı talep ve il­tizam ile, her işte sabr ve metanet dairesinde hareket ile vasiyette bulunmadıkça hüsrandan kurtuluş yoktur. Eğer tek bir şahıs bu vazifeyi ifa eder de başkasına vasiyette bulunur,  lâkin başkaları onun ifa ettiği bu vazifeden geri durursa cümlesine behemehal dün­yada hüsran gelecektir. Zira bir milletin en büyük kısmı haktan, ve herkesi hakka çağırmaktan yüz çevirir ve kalplerdeki sabır ve metanet zaafa uğrarsa,  şüphe yok  ki, o millet  batılın  istilâsına uğrar,  o milletin azmi korleşir,  hali fenaîaşir ve böylece kendisi izmihlal uçurumunu boylamış olur. Dünyada bu böyledir, Âhirete gelince,  orada ziyan,  yalnız vazifesini yapamayana,  yahut kendi­sine hak' ve sabır tavsiye olunduğu halde  bu tavsiyeyi dinleme­yene ve kabul etmeyene ait olur. Eğer tavsiyede/bulunan adam, sözünün dinlenmesi için muhtaç olduğa vasıtaları elde etmez de muhatabının kabulünün imkansızlığı kendisinin nasihat husu­sunda tuttuğu yoldan ileri gelirse, yani o nasihatlan başka bir suretle anlattığı takdirde kabul etmesi ümid

olunursa o zaman ahiretteki hüsrandan onun da hissedar olması lâzım gelir.

Kötülüklerin alabildiğine yayıldığını gördükleri halde ağılla­rını açmayan, kötülüklerin önünü almak için hiç bir harekette bulunmıyan bir millet hangi kurtuluşa lâyık olabilir. Kötülükler ise fertlerin bozulmasına ve milletlerin çökmesine sebep olur.

Birbirine hakkı tavsiyeye,  birbirine sabra tavsiyeye iki  esas dahil oluyor ki, biri marufu emir, diğeri münkeri nehiydir. (Maru­fu emir, iyiyi, doğruyu, güzeli istemek, münkeri nehy kötüyü, ba­tılı, çirkini yasak etmek). Zira hak ile vasiyette,  hakka davette bulunan adam batıldan nehiyetmedikçe bu vazifeyi tamamiyle ifa etmiş sayılmaz. A'mali salihanin (yararlı işlerin) güçlüklerine sabr ile tavsiyede bulunan adam a'mali rezillenin  (rezil ve kötü işlerin) kötülüklerini, güzel işlerin bırakılmasından husule gelecek neti­celeri anlamadıkça ve göstermedikçe maksada varamaz. Fertlerin­den  herbiri  elinden  geldiği  derecede  bu  farzı   eda  etmeyen  bir millet için dünya ve âhirette ziyandan kurtulmağa imkân yoktur. Hüsrandan (ziyandan) kurtulmak isteyen her millete şu farzı eda etmek vacibdir O da: 

Hayrı tavsiye etmek, gerden  korun­mak, yahut birbirine hakkı, birbirine sabrı tavsiye etmek.

Şayet bir millet ahlâkça uğradığı alçalmalar yüzünden hayr namına, hak namına vuku bulan tavsiyeleri kötümsüyor, yahut herkesi hayra davet etmek hususunda gevşeklik göstermeyi tercih ediyorsa bu hal o milleti dünyada zillet, esaret ve izmihlale, ahirette azaba sürükler.

Bîr millet bu yolda gevşeklik gösterdiği halde onun ıslâh ediIemiyeceğine inanarak  ortalıktaki fenalığa yalnız  kalben  bûzzetmek

suretiyle, dünyadaki hüsrandan olmasa bile, uhrevi hüsran­dan kurtulacağına kail olmak, hiç bir kimse için caiz olmaz. Gerçi bugünkü müslümanlardan bir kısmı, bilhassa din âlimleri buna zahib olmaktadır. Fakat bu zehaplarında pek büyük hata ediyorlar. Çünkü bunların vazifesi kendilerinden yüz çevrilse de, başka ne yapılsa da, halkı irşad etmek ve ziyandan kurtulmanın yolunu gös­termektir. Onun için bu vazifeyi başarmaktan kaçınmağa imkân yoktur. Şu var ki gerek ulemâya, gerek ulemadan görünenlere bu vazifeyi eda için halin, zamanın bütün icaplarını, her milletin hu­susiyetlerini nazarı dikkate almaları, söz söylemenin usulünü öğrenmeleri, söz söyleyebilmeleri için milletlerin tarihini, milletleri yük­selten ve alçaltan amllerin mahiyetini öğrenmeleri, ahlâk ilmine, ruhiyat ilmine vakıf olmaları, elhasıl batıl fikirler akıllara nasıl yol bulur, akıl ile hakkın arası nasıl bulunur, insanlar serden na­sıl korunur, hayra nasıl cezbedilir gibi bütün incelikleri bellemele­ri ve ona göre insanlara hitab etmeleri lâzımdır. Bunları öğrenme­den halka karşı söz söylemeğe teşebbüs ettikleri takdirde halka bir şey öğretemiyeeckleri için halkın vebalini yüklenmiş olurlar. Bunların âciz olduklarını söylemeleri de bir fayda temin etmez. Zira bunlar dedikodu ile, elfaz münakaşası ile o kadar vakit kay­bediyorlar ki, kayıb ettikleri bu vakit, müsbet ilimleri tahsil et­melerine fazlasîyle kâfi gelir. Bunlar da eski büyükler gibi ilim tahsiline çalışırlarsa Allah da onlara yardım eder. Halbuki böyle yapacaklarına lüzumsuz bir takım tahayyüllere dalarak vakit kay­bediyor, sonra acz iddia etmekle vebalden kurtulmayı umuyorlar. Bunlar mazeretlerinin kabul olunmasını değil, başlarına bir be­lânın gelmesini beklemelidirler.

Bu belâdan kurtulmak isteyenler, gösterdiğimiz tarzda çalışmalı, uğraşmalı ve bu surenin anlattığı dört esasa sarılmalıdırlar. Çün­kü bu dört esas, insanların bahtiyarlığını temine kâfidir [235].

 

HACC SÜRESİNDEN [236]

 

Meali

 

Yer yüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki (harabeler karşısında) ibret alacak kalpleri, (geçmişin encamını )duyacak kulakları ol­sun. Hiç şüphe yok ki kör olan gözler değil, sinelerdeki yürekler kör.  [237]

 

Tefsırî

 

Allahu zulcelâl bir çok milletleri yok etti, bir çok kabileleri yer yüzünden kaldırdı ye bir çok memleketleri alt üst etti. Fakat bir taraftan adli-ilâhisi bir milletin yerine diğer bir millet getirmekte, her an başka başka insanlar yaratmaktadır. Cenabı Hakk'ın gerçi rahmeti gazabına galiptir, fakat her bir amel için bir karşılık koy­muş,  kemali  hikmeti  ile  her  hadiseye  bir  sebep  tayin  etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm “rabbin bir kimseye zulüm etmez” der ve bu bir kat'î hakikattir. Onun için Allah'ın her hükmünde mutlaka bir hik­met vardır. Ve o hikmeti araştırmak, en dürüst ve en verimli ha­rekettir.

Cenabı Hak, insanlara, dünyanın her tarafını gezerek selef ve halef hakkında sadır olan hükümlerini  araştırıp  anlamalarını ve, ibret alarak doğru yolu tutmalarını, dünya ve âhirette hayır ve saadetten en büyük nasibi almalarını emrediyor. Onun için Âyet-i Kerîme'de “de ki, yer yüzünde gezip dolaşın da, (peygamberleri) yalanlayanların akıbetini görün” deniliyor.

Kimin düşünür kafası, görür gözü muhakeme eder aklı olur da dünya hadiselerini inceler, milletlerin başlarından geçenleri dü­şünür, eskiden gelen giden milletlerin tarihine dalar ve Cenab-ı Hakkın kitabında beyan buyurduğu vak'alardan ibret alırsa, her şüpheden azade olarak şu hakikate hükmeder: Her milletin başına gelen belâ ve musibet, o milletin aşkınhği, taşkınlığı, doğru yoldan sapması, ilâhi kanunları tanımaması, veya bu kanunları kendi ihtiraslarına göre tevil etmesi ve böylece kendi kendine zul­metmesi yüzündendir. Kendine bu şekilde zulmedenler, dünyada zillet, âhirette azap çekmeğe kendilerini mahkûm etmiş olurlar.

Kanunu ilâhi insanların, cemiyetlerin, umumî menfaatlere ait işlerde birleşik davranmalarını; cemiyetin bütününü alâkalandı­ran işlerde sarsılmaz bir bütün teşkil etmelerini, kuvvet kazanmak için ellerinden gelen her şeyi yapmalarını emrediyor ve bu emrin yerine getirilmesi mukabilinde bu dünyada refah içinde yüzen bah­tiyar bir hayatı ve âhirette sonsuz bir mükâfatı vaad ediyor. Böy­le yapmayıp da fertleri ve fırkaları birbiriyle didişen; birbiriyle didişmek ve boğuşmak yüzünden zaafa uğrayan milletlerin bu ha­lini de dünyada bedbaht yaşamağa ve başka milletlerin esaretine düşmeğe sebep kılıyor. Onun için gerek eski milletlerin başından geçenlere gerek bugünkü milletlerin haline bakan bir insan, basi­ret körlüğü ile malûl değilse, “hepiniz birden elele veriniz” emri ilâhisindeki sırrı, “ayrılmayınız, didişmeyiniz, yoksa korkaklaşırsınız, devletiniz de elinizden gider.” nehyi ilâhisindeki hikmeti der­hal idrak eder ve başka türlü her hareketten muhakkak ki ko­runur.

Cenabı Hak, kendilerine güvenmek doğru olmayan adamlara  inanmayı, bel bağlamayı, asayişin bozulmasına, halin fenalaşması­na sebep kılmıştır. Bir kimse tutmuş olduğu işi, başa çıkarabil­mek için faraza öyle bir adama güvense ki kendisiyle hiç bir mü­nasebeti yok. Aralarında hiç bir bağlantı, hiç bir sağlam alâka ol­madığı gibi, kendisine güvenilen o adam da karşısındakinin iyili­ğine çalışmak için hiç bir saik bulunmuyor. Şüphe yok ki böyle bir adamm  tuttuğu iş ziyan ile neticelenir.

Bu bölye olduğuna göre, bundan gaflet etmek ve bu hakikate aykırı bir yol tutmak reva mıdır? Onun için Kur'an bizi bu yolda irşad eder ve “düşmanınızı yar ve sırdaş edinmeyin” der.

Her ferdin, mensup olduğu milletin fertleri arasındaki mevki-

ine göre ifası üzerine farz olan bir vazife vardır ki bu dünyada mes'ut bir hayat sürmek, âhirette de kendisine iyi bir yer hazır­lamak iğin o vazifeyi başarması, elzemdir. Şayet bu fert, bu vazi­feyi yapacağına bir takım sefahatlere dalar ve sefahatin zevki için­de kendini kaybederse yalnız kendine zarar vermekle kalmaz, üs­telik en büyük vebal altında kalır. Çünkü zararı nefsine münha­sır kalmaz da kötülüklerinin tesirinden cıvarındakiler de mütessir olur. Onun uğramış olduğu ahlâk bozukluğu, onun doğru yoldan sapıtkanlığı hemşehrilerinin de, vatandaşlarının da başını ateşe ya­kar.

Sefahate  dalarak  şahsî vazifelerini ve insanlık  vazifelerini unutanların hali göz önündedir. Bunları görmemek için kör olma­lı. Cenabı Hakkm bize bunların ahvalini beyan eylediği vak'alarda ise, en büyük ibretler vardır. Cenabı Hak diyor ki:

“Nice ülkeleri sefahate dalarak nankörlük etmeleri yüzünden helak ettik. Onla­rın helakinden sonra yurtlarında barınabilenler, çok kısa bir za­man barınabildiler ve Biz onların varisi olduk. Bunların içinde se­fahate dadanmış olanları azabımıza giriftar ettiğimiz zaman, ban­lar bize yalvarıp yakarmağa başladılar. Buna karşı deriz ki: Bugün bize yalvarmayımz, çünkü Bizden yardım göremezsiniz. Sebe­bi, sizin yer yüzünde nahak yere şımarmanız ve eğlenmenizdir.” İşte bu, zevk ve sefahate dalarak vazifelerini yapmayanların akıbetidir.

İnsanın bilgiden nasibi pek naçizdir. O kadar ki bilgisi ile ken­dine has olan menfaatleri bile kavrayamaz. Ne istifadelerinin asıl kaynaklarını bulabilir ki bunları ele alsın, ne de felâketlerinin giz­lendiği yeri keşfedebilir ki bunlardan sakınsın. İnsan zayıf yara­tıldığı için Cenabı Hak ona  kardeşleriyle ve  arkadaşlariyle elele vermeyi emrediyor,  onu el birliği yapmağa teşvik ediyor.  Ferdîn şahsî ve  hususî  menfaatleri  hakkında  aklın  vereceği  hüküm  bu tarzda olursa bütün bir milletin işlerini ele alan kimseler hakkın­daki hükmün ne olması icab ettiği kendiliğinden ortaya çıkar. Onun için Cenabı Hak, peygamberine de, arkadaşlariyle danışmayı emr­etmiştir. Müminleri de öğerken, “onlar her işlerini birbirleriyle da­nışarak yaparlar” demiştir. Her açık göz, bu dosdoğru yolu muhakkak ki görür. Ve her uyanık basiret muhakkak ki bu dürüst mes­lekten ayrılmaz.

Bir memleketin, bir milletin işlerini ele alan kimseler, her şey­den önce onun müdafaasını sağlamak zorundadırlar.  Çünkü müdafaasız  kalan  her memleket,  mutlaka  kendisine  saldıracak bir düşmanla karşılaşır. Bu yüzden bir memleketin işlerini  ele  alan­ların ilk ve en mühim, en hayatî vazifeleri, her düşmanlığı, her tecavüzü püskürtmek için kesin tedbirler almaktır. Yoksa memle­ketlerini de, kendilerini de helake mahkûm ederler. Kur'ân-ı Ke­rîm bunu bize bildirerek:

“Düşmanlarınıza karşı elinizden gelen her kuvveti hazırlayınız” der. Böylece hem kuvvet hazırlamayı emreder, hem o hazırlanacak kuvvetin derecesini takatin son haddi­ne vardırdıktan başka bu kuvvetin zaman icaplarına ve kendisin­den  korkulan  düşmanın  kuvvetine  uygun  ve  üstün  olmasını da ister.

Her hak sahibine hakkını vermek, her şeyi yerli yerine koymak, her işi erbabının eline vermek, memleketi milleti koruyacak, mem­leketin kuvvetini arttıracak, nüfuzunu sağalamlandıracak, asayişi bütünleştirecek, milleti türlü türlü içtimaî hastalıklardan koruya­cak en kuvvetli tedbirlerdendir. Onun için Kur'ân-ı Kerîm “Her mevkii ehline veriniz ve hükmettikçe, adatet gereğince hükmediniz.” der. Adalet, her işi ehline vermekle mümkün olur. Her iş: “Her i ehline vermekle tecelli eden adalet, en geniş emniyeti ve en sağlam is­tikrarı doğurur. Adalet, emniyet ve istikrar ise bir milleti saadet ve refaha kavuşturur.

Yer yüzünü dolaşanlar, milletlerin tarihim okuyanlar bir az basiret sahibi iseler, görürler ki, bir memleketin alt üst olması, bir hâkimiyetin yıkılması bir millet arasında ayrılıkların baş gös­termesinden, bu ayrılıkların keskinleşmesinden, yahut işlerin güvenilmeğe değer ehliyetli kimselere verilmesinden, yahut meşve­retten istinkâf ile istibdada temayül gösterilmesinden, yahut mem­leketi müdafaa için gerekleşen tedbirlerin alınmamasından ileri gelmektedir. Demindenberi nakledegeldiğimiz Kur'ân âyetleri ise, bütün bunlardan korunmayı emretmekte ve böylece müminlerin gözlerini en büyük haklkatlara açmaktadır.

Şayet bu âyetleri okuyanlar içinde bunların birer kat'î haki­kat ifade etmekte olduğunu akıllarına sığdıramıyanlar varsa, yer yüzünde gezip dolaşsınlar, gelmiş geçmiş bütün milletlerin tarihini okusunlar. Bütün görgülerinin ve incelemelerinin neticesinde vara­cakları hakikatlar, Kur'ân-ı Kerîm'in anlatmış olduğu hakikatlarm tıpkısı olacaktır. Fakat bu hakikatları idrak etmek için duyan bir kalp, işiten kulak ve gören göz sahibi olmak gerektir. Çünkü, -ayet-i Kerîme'de beyan olunduğu gibi, gözler kör olmaz da, sinelerdeki kalpler kör olursa, hiç bir görgü, hiç bir tecrübe kâr et­mez. Ve kalplerini körleştiren kimseler, ebedî hükmü giymişdirler [238] .

 

SAFF SÜRESİNDEN [239]

 

Meali

 

Ey iman eden kimseler ne için yapmadığınız şeyleri söylüyor­sunuz... [240]

 

Tefsiri

 

İnsan için en fena, en bayağı bir sıfat varsa o da yapmadığını söylemek, tutmadığı bir yola başkalarını sürüklemeğe çalışmak, kendi için ayıp görmediği bir kusuru başkalarında görünce onları ayıplamağa kalkışmaktır. Böylesi evvelâ cahildir, sonra değersizli­ğini açığa vurmaktadır, sonra fena maksatlı ve alçak ruhlu olduğu­nu göstermektedir.

Cahildir. Çünkü esasen ilmi, irfanı olmadığı halde böyle bir iddiada bulunursa halk o iddia ettiği ilmin, fazhn bir eserini göre­meyeceği, yani bu adam umumun faydasına hizmet eder bir eser meydana getirmemiş, bir hakikat keşfetmemiş, bir müşkülü halledememiş olmakla beraber boş iddialarına inanıldığım sanmakla ken­dini aldatıyor ve sözü Özüne uymadığı için halkın nazarında düştük­çe düştüğünü anlayamıyor. Böyleleri büsbütün aykırı bir yol tuttuk­ları halde halkı başka bir yola sürüklemek ümidine düşerlerse büsbü­tün aldanırlar. Çünkü söz, hem doğru, hem eğn olabilir. Ve bu yüz­den bir sözü dinleyen kimse, o sözü kabul etmek hususunda tered­düde düşebilir. Fakat iş ve hareket böyle değildir. Bunlar göze gö­rünen, neticesi anlaşılan şeyler olduğu, için başkaları üzerinde de te­siri hemen görülür ve bir örnek olarak kabul edilebilir.

Kendisinde bulunan bir noksanı başkalarında görünce ayıpla­mağa kendi kusurlarını başkalarının gözüne büsbütün belirtmektir. Meselâ bir başkasının kirli olduğunu söyleyerek onu zemmeden kim­se, kendi de kirli ise, kendini zemmetmiş ve kendi değersizüğini açı­ğa vurmuş olmaz mı?

Bunların fena maksatlı ve alçak kimseler oldukları, fazilete ya­naşmamalarından, bilâkis ellerinden geldiği kadar ondan uzaklaşma­larından belli değil mi? Fiil ve hareket ile teeyyüd etmeyen söz, en rezil bir vasıfdır. Fakat ne yazık ki her sözünü fiili ile isbat eden adam, pek azdır.

Hususî toplantılarda rast geldiğimiz kimselerden başlayarak umumî toplantılarda karşılaştığımız kimseler içinde bu çeşit illete uğramış olanlar az mı? Öyle adamlara rast geliyorsunuz ki görü­nüşe göre aklî naklî bir çok ilimleri tahsil etmiş, yüksek yüksek kitaplar okumuş, her şeyin iç yüzünü anlamış, tahsil ile meşgul olduğu zamanlarda zekâsının parlaklığı, hafızasının kuvveti ile şöh­ret kazanmış olduğunu söyler durur. Fakat kendisim bir az yok-ladınız mı, varlığı ile yokluğu müsavi bir adam karşısında bulun­duğunuzu görerek hayretten hayrete düşüyorsunuz.

Yine bu çeşit kimseler içinde öylelerine rast gelirsiniz ki âm­me menfaatleri hakkında kendisiyle hasbıhale girişecek olursanız, her işi en hurda teferruatına kadar incelediğini; âmmenin' istifa­desini temin etmek ve her tarzda korumak için baş vurulacak bü­tün çarelere akıl erdirdiğini ve bunları saatlerce izah ettiğini görür­sünüz. Fakat bu işlerden biri onun eline verilecek olursa, bakarsı­nız ki herif hayırdan alabildiğine uzak, şerre son derece yakındır. Kendi heveslerinden başka bir şey düşünmemektedir ve bunu ken­disi için bir hak saymaktadır. Bununla beraber iş yine söze düştü mü katiyyen usanmıyor, diü, eski talâkatini kaybetmiyor ve şayet biri itiraz edecek olursa mahvına yürümek istiyor.

Yine bunların içinde öyleleri vardır ki insanların başına gelen bütün felâketlerin hırs, haset, tafrika, şahsî menfaatlere bütün varlığıyle tapınmak, umumî menfaatlere karşı mübalatsızlık göster­mek gibi sebeplerden ileri geldiğini anlatır. Günde bin kişi ile konuşabilseniz hepsinin de ayni hakikatları anlattıklarını ve bütün bu felâket sebepleriyle mücadeleden geri kalmamayı bir vazife saydık­larını söylemekten de çekinmediklerini görürsünüz. Lâkin bu mu­havere sırasında öteden biri gelerek karşınızdaki adamdan ufacık bir hakkını en terbiyeli lisanla istiyecek olsa, göreceğiniz manzara o adamın gayzmdan yılan gibi kıvnm kıvrım kıvrandığıdır. Yahut bun­ların birinden, bir arkadaşın basma gelen bir felâkete karşı koy­mak, yahut bir biçareye yardımda bulunmak için bir şey istenecek olursa, bu daveti kabul etmemek için bin türlü mazeret ileri sü­rerler. Yahut bu daveti açıkça reddederler. Ve böylece dillerinin bü­tün talâkati ile müdafaa ettikleri fikirleri, fiil ve hareketleriyle in­kâr ederler.

Bunların içinde Öyleleri vardır ki adaletten dem vurur ve her­kesi insafa davet eder. Lâkin kendi şahsî menfaatine uygun gelmiyen bir hakkı ayaklan altında çiğnemekten çekinmez.

Yine bunlar içinde öyleleri vardır ki zalimleri, mürtekipleri, idaresi bozuk olanları muahaze eder dururlar. Lâkin bakarsınız ki; başkalarında gördükleri kusurların hepsi kendilerindedir ve bunlar başkalarında kusur olarak gördükleri her şeyi kendilerine gelince, meziyet görüveriyor.

Bu çeşit adamlar dünyada iyi nedir, kötü nedir, doğru nedir, eğri nedir, bilmeyen; bunların yalnız vaktiyle' duyup belledikleri isimlerini öğrenerek manasını anlamayan kimselerdir. Hakikatte bunlar, cahil, pespaye, insanlık şerefinden mahrum bir sürü sefil mahlûklardır ki, vücutları cemiyet için bir zül dür. Bunlar hayvan­lık derekesinden bir parmak yükselememişlerdir. Çünkü en kat'î hakikatları dahi itiraf etmezler. Dünyada iyi namına, hayvanlık his­lerini okşayacak fanı zevklerden başka bir şey tanımazlar. Kötü namına da kendilerine muvakkat bir zaman için acı veren şeylerden başka bir şey bilmezler. O acılardan kurtuldular mı, onları büs­bütün unuturlar. Başkalarının ayni acılardan iztirap çektiklerini görürlerse, vaktiyle çekmiş oldukları acıyı hatırlayarak zerre ka­dar teessür göstermezler. Bunların nazarında bir şeyin güzelliği veya çirkinliği kendilerine nisbetle başka, diğerlerine nisbetle yine başkadır.

Bunların bu tavır ve hareketlerinin neticesinden masun kala­caklarını sanmak beyhudedir. Lâkın bizim istediğimiz bu değildir, istediğimiz büyük, küçük bütün memleket evlâtlarının, dilleriyle öğdükleri faziletleri, meziyetleri benimsemeleri ve ona göre hareket etmeleri, söyledikleri her sözün muktezasınca iş görerek en doğru yolda yürüdüklerini belirtmeleri ve herkese numune olmalarıdır.

Yoksa Allah'ın en sevmediği yolu tutmuş .olurlar ki bu yolun sonu felâket uçurumudur. [241]

 



[1] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  11/12.

[2] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  13/15.

[3] Fatîha Suresi, Kur'an'ın birinci süresidir. Mekkede nazil olmuş­tur. Yedi ayettir.

[4] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  17.

[5] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  18/24.

[6] İnşirah suresi Kur'an'ın. 94 üncü süresidir. Mekke'de nazil olmugtur. Sekiz ayettir.

[7] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  25.

[8] Ankebut: 29/69.

[9] Yusuf: 12/87.

[10] İnşirah suresinin tefsirine Ek. Surenin meali: “Ya Muhanıroed! Biz senin göğsünü açmadık rai? Ve senin bellim çatırda-tan yükü sırtından alıp indirmedik mi? "Ve senin adını, yükseltmedik mi? Bil ki darlık ve güçlük ve birlikte genişlik ve kolaylık vardır. Muhakkak kî darlık ve güçlük iie birlîkte genişlik ve kolaylık vardır. Öyleyse boş kalınca  uğraş ve yalnız Kabbine yönelip yanaş!”

[11] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  25-30.

[12] Kur’an-ı Kerimin 108’ inci  süresidir. Mekke'de  nazil olmuştur. Üç ayettir. Merhum Akif bu surenin tefsirini 12 nisan 1328 - 1912'de yazmıştır.

[13] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  31.

[14] Dostları, taraftarları ve onlardan sonra gelen Nesiller.Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 31-32.

[15] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  32-36.

[16] Duha: 93/93 üncü süresidir. Merhum üstad Mehmet Akif bu surenin tefsirini 1 Mart 1328 - 1912'de yaz­mıştır.

[17] Kur’an-ı Kerim’den  Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  37.

[18] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  37-40.

[19] Abese: 80/42 ayettir. Mekke'de nazil olmuştur. Burada surenin ilk on ayeti tefsir olunmaktadır.

[20] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  41.

[21] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  41-42.

[22] Naziat: 79/46 ayet­tir. Burada tefsir olunan ayetler 42-46 inci ayetleridir.Merhum üstad bu tefsiri 29 Mart 1328 - 1912'de yazmıştır,

[23] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  43.

[24] En güzel ve en temiz ahlâk içinde.

[25] Hesap gününe  (Fatiha suresinin üçüncü âyetine bak.)

[26] İnatçılara.

[27] Sonsuz bir hayat âlemi.

[28] Hayat velvelesi,  hayat gürültüsü.

[29] Zaman ve mekân içinde yaşamanın zihinde bıraktığı  suretler.

[30] Ölümden sonra dirildikleri.

[31] Âyet-i kerime, kıyamet gününün ne zaman kopacağını düşünerek boş yere uğraşmayı değil. Kıyamet  günü  için  hazırlanmayı, türlü  türlü  iyi­liklerle, doğru dürüst işlerle, o büyük günü karşılamayı ihtar ettikten başka İslâmiyetin ne zaman geniş bir zafer kazanacağını, ne zaman müşrikliği or­tadan kaldıracağını düşünerek, bu zafer ve inkılâp için çalışmayanlara da ge­niş ihtarlarda bulunuyor ve müşrikler içinde bu mesut zaferle istihza edenle­rin de bir gün neye uğrayacaklarına işaret ediyor.

Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 43-44.

[32] Mutaffifin, Kur1 anın 83 üncü süresidir. Mekke'de nazil olmuştur. 36 âyettir. Burada surenin başındaki altı âyet tefsir ediliyor.

Merhum Akif bu tefsiri 5 Nisan 1328 - 1912'de yazmıştır.

[33] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  45.

[34] Allah en iyi bilendir.

[35] Eksik tartanlar, eksik ölçenler.

[36] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  45-46.

[37] Tâhâ sûresi  Kur'an'ın  20 inci süresidir. Mekke'de nazil olmuştur. 135 âyettir. Burada sûrenin 43. ve 44. âyetleri tefsir edilmektedir.

Merhum Akif bu tefsiri 19 Nisan 1328-1912'de yazmıştır.

[38] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  47.

[39] Açık ve vazıh olması.

[40] Peygamberlik vazifesini, irgaö vazifesini.

[41] Asla gevşemiyecekler.

[42] Su götürmez deliller, ezici burhanlar.

[43] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  47-48.

[44] Kur'anın 29 uncu süresidir. Mekke'de nazil olmuştur. 69 âyettir. Bu­rada tefsir olunan âyet sûrenin aonuncu âyetidir.

Merhum Akif bu tefsiri 26 Nisan 1323 - 1912'de yazmıştır.

[45] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  49.

[46] İhsanı çok geniş ve çolt verimli olan Allahtır.

[47] Hasislik.

[48] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  49-50.

[49] Kur'an’ın 49’ üncü süresidir. Medine'de nazil olmuştur. 18 âyettir. Burada bu sûrenin on üçüncü  âyeti tefsir olunmaktadır.

[50] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  51.

[51] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  51-52.

[52] Kur'anı kerimin ikinci süresidir. Medine'de nazil olmuştur. 286 âyet­tir. Burada şehitler hakkındaki âyet tefsir olunmaktadır.

Merhum üstad Akif bu tefsiri 10 Mayıs 1328 - 1912'de yazmıştır.

[53] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  53.

[54] Hor göremiyenler.

[55] Çok değerli meziyetlerinin.

[56] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  53-54.

[57] Kur'anın sekizinci süresidir. Medine'de nazil olmuştu.75 âyettir. Burada sûrenin 46 inci âyeti tefsir olunmaktadır.

Merhum Akif bu tefsiri 17 Mayıs 1328-1912'de yazmıştır.

[58] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  55.

[59] Kaynaşmış bir bina.

[60] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 55-57.

[61] Kur'anın 61 inci süresidir. Medine'de nazil olmuştur. 14 âyettir. Bu­rada 2-4 âyetleri tefsir ediliyor.Merhum Akif bu tefsiri 24 Mayıs 1328 - 1912'de yazmıştır.

[62] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  58.

[63] Merhum üstat Mehmet Âkİf bu yazıyı 24 Mayıs 1328 - 1912'de yazmig daha sonra 12 Kasım 1340 - 1924'de bu yazının sonunda kaydettiği tarihî vakayı şu. manzume ile ebedîlegtirmiştir. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 58-59.

[64] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 60.

[65] Kur'anın 13  üncü   süresidir. Mekke'de  nazil  olmuştur.  43   âyettir. Burada surenin 11 inci âyeti tefsir edilmiştir.

[66] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 61.

[67] Şan, şeref yükseklerinden zilletin en kuyu bataklığına.

[68] Bahis mevzuu olan devir Balkan harbi sıralarıdır.

[69] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 61-62.

[70] Kur'anın 49’ uncu süresidir. Medine'de nazil olmuştur. 18 âyettir. Burada 10’ uncu âyeti tefsir olunmaktadır.

Merhum Akif bu yazıyı 7 Mayıs 1912'ds yazmıştır.

[71] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 63.

[72] Kardeşlik ve birlik.

[73] Yönelmeler.

[74] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 63-64.

[75] Kur'an-ı Kerîmin 26’ıncı süresidir. Mekke'de nazil olmuştur. 227 ayettir. Burada 224’ üncü ayetten bağlayarak 4’ ncü âyet tefsir  olunmaktadır.

[76] Safahat.Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 65.

[77] En gizli cephelerini.

[78] Ruhunun bütün samimiyetiyle.

[79] Gıyaben.

[80] Millet evlâtlarının.

[81] Dil kılıcıyle.

[82] Allah'ın kitabını. 66

[83] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 65-66.

[84] Kur'anın sekizinci süresidir. Medine'de nazil olmuştur. 75 âyettir. Burada 24 üncü âyeti tefsir olunmaktadır.

[85] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 67.

[86] Asla değişmez

[87] Safahat Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 67/68.

[88] Nisa:  4/176 ayettir. Burada 58 inci  âyet tefsir  olunmaktadır.

[89] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 69.

[90] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 69.

[91] Nahl: 16/128 ayettir. Burada 125 inci ayeti tefsir olunmaktadır.

[92] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 69/70.

[93] Allahın kullarını.

[94] Hak yolunu.

[95] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 71-73.

[96] Fussilet: 41/54 ayettir. Burada 34 üncü ayet tefsir olunmaktadır.

[97] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 74.

[98] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 74/75.

[99] Mümin: 40/85’ inci ayettir. Burada 21’ inci  ayeti tefsir olunmaktadır.

[100] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 76.

[101] (Dün­yayı dolaşınız; evvelce gelip giden milletlerin izlerini araştırınız; onların evvelâ ikbal, sonra izmihlalleri esbabını tetkik ediniz...)

[102] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 76-77.

[103] Bakara: 2/286 ayettir. Medine'de nazil olmuştur. Burada 286 inci âyet tefsir olunmaktadır.

[104] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 78.

[105] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 78-79.

[106] Yûsuf Süreği: Kur'an'ın 12 inci  süresidir.  Mekke'de nazil  olmugtur. 111’ nci âyettir. Burada 105 inci âyeti tefsir olunmaktadır.

[107] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 80.

[108] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 80-81.

[109] Â'râf: 7/206 ayettir. Burada 31’ inci ayeti tefsir edilmektedir.

[110] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 82.

[111] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 82-83.

[112] Al-i Îmrân: 3/200 âyettir. Burada 103  üncü âyeti  tefsir  edilmektedir.

[113] Merhum üstad Akif bu yazıyı13 Eylül1328-1912 de yazmıgtır. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  84.

[114] Güzel ve iyi me'alidir.

[115] Ayrılık.

[116] Birlik ülküsüne.

[117] Bu buyrukların, bu yasakların.

[118] Muhacirin, Peygamberin Mekke'den  hicret eden  arkadaşları, Ansar Medineti arkadaşlarıdır.

[119] Cömertlik, geniş yüreklilik.

[120] Düşmanlıklara son.

[121] Kabileler.

[122] Minnet ve şükran ifade eden üslub İle.

[123] En büyük nimet.

[124] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 84-85.

[125] Enfâl: 81/75  âyettir. Bura­da 25 inci âyet tefsir edilmiştir.

[126] Merhum üstad Akif bu tefsiri 20 Eylül 1828-1912 de yazmigtır. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi 86.

[127] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  86-87.

[128] Kur'an-i Kerîm'în 58 inci süresidir. 22 âyettir. Burada 20-21 âyetler tefsir edilmiştir.

[129] Merhum istad Mehmet Akif bu tefsri 27 Eylül 1328-1932 de yazmıştır. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, NakışlaYayınevi: 88.

[130] Bu sıra Balkan harbi sıralandır.

[131] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  88-89.

[132] Maide: 5/120 âyettir. Burada 105 inci âyet kısmen tefsir olunmaktadır.

[133] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  90.

[134] Safahat.

Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  90-91.

[135] Âl-i İmrân: 3/200 âyet­tir. Burada 200 üncü âyet tefsir edilmiştir.

[136] Merhum üatad bu tefsiri 6 Aralık 1328-1912 de yazmıştır. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 92.

[137] Hazreti   Peygamberin   arkadaşları.

[138] Zorluğuna.

[139] Uygun dügürtilemez.

[140] Dinî mükellefiyetleri.

[141] Ebedî hayatta.

[142] Baştan başa külfet ve zahmet.

[143] Faydalı ilimleri. Sahih ve müsbet ilimler!.

[144] En doğru §ekle dönmek için duyulan kesin ihtiyacı.

[145] Alılâklaşmak.

[146] İslâm yüksekliklerini.

[147] Ahlâki prensipler.

[148] Meali: Sen en değerli ve, en iyi ahlak üzeresin.

[149] En değerli ve iyi ahlakın.

[150] Hayal üstünü.

[151] En mukaddes zatın.

[152] Zorlayıp geçecek.

[153] Ustad Balkan harbi sıralarından bahsediyor. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 92-95.

[154] Hac: 22/78 âyettir. Bu­rada  45-46  inci âyetler tefsir edilmiştir.

[155] Merhum üstad bu tefsiri 13 Aralık 1328-1912 de yazmıştır. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 96.

[156] Ortadan kalktığını, yok olduğunu.

[157] Meali: “Yer yüzünde gezip dolaşın

[158] Varlık zerresinin.

[159] Dehşet verici kükreme.

[160] Uyanması için.

[161] Derüileştirici görüş,  inceleyici görüg.

[162] Kıyame sabahı.

[163] Allahın birliği itikadı.

[164] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  96-98.

[165] Enfal: 8/75 âyettir. Burada 24-25 âyetler tefair olunmaktadır.

[166] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  99-100.

[167] Merhum Mehmet Akif bu vaazı'nı 30.1.1328 -1912 pazar günü vermiştir.

[168] Büyük müfessirler.

[169] Allah'ın emirlerinin.

[170] Bütün Mülkün sahibiyim.

[171] Bezil eder.

[172] Hakikatleri.

[173] Tevhid: birlik; Ekmeîi Edyan: dinlerin en kâmili.

[174] Peygamber   olarak   gönderilmesinden.

[175] Dağınıklık içinde.

[176] Onları, birleşik ve bütün sanırsın, fakat kalpleri ayrıdır.

[177] Allah'ın kitabına bağlılık.

[178] Allah nezdinde köttilenmigtir.

[179] Geçen geçti.

[180] İlahın rahmetinden ümidi kesmeyiniz.

[181] Güzel ahlaklı olmaktır.

[182] Balkan harbi sırasında.

[183] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 100-104.

[184] Âl-i İmrân: 3/200 âyettir. Burada 26’ inci âyet tefsir olunmuştur.

[185] Merhum Mehmet Akif bu vaazını 25 Aralık  1328-1912 Cuma irünüTermigtr.

[186] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 105.

[187] İnsana kendi çalışmasının veriminden, kazancından başka bir şey yak!

[188] İlk öğretim yayılmayan.

[189] Asıl doğru şeklini.

[190] Peygamber  arkadaşları.

[191] İlerlemeye engeldir.

[192] Alçalmamızı, varlığımızı kaybetmemizi

[193] Müsbet ilimlerini, yararlı fenlerini

[194] Din kardeşlerimizi.

[195] Apaçık hüsran,  katmerli ziyan.

[196] Tuğlaları birbirine perçinlenmiş duvar.

[197] Peygamberin yürüyüşü, gidişi;  arkadaşlarının yolu.

[198] Gövdesinin artığını.

[199] Avının artığiyle.

[200] Merhum "fırstad Balkan harbinden bahsediyor.

[201] Safahat.Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  105-118.

[202] Nemi Sûresi Kur'an-ı kerimin 27’ inci sûresi ve 93  âyettir. Burada 51’ inci âyet kısmen tefsir edilmiştir.

[203] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 119-121.

[204] Âl-i İmrân: 3/200 ayettir. Bu­rada 159 uncu âyet kısmen tefsir olunmuştur.

[205] Merhum üstad bu tefsiri 8 Ağustos 1328 -1912 de yazmıştı ve o sıra Balkan Harbinin faciaları tesiri   altında idi.

Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  122.

[206] Ruh artığı.

[207] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  122-123.

[208] Merhum üstad Mehmed Akif bu yazıyı 8 Ağustos 1328 - 1912'de yaz­dıktan sonra 1335 -1919 senesinin 13 Kasım 1335 yılında ayni âyeti kerimeyi nazım dili ile yazdı ve geçen büyük harbin mütarekesi sırasında uyuşan si­nirleri uyandırmak istedi.

[209] Safahat. “Gölgeler”

[210] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  123-124.

[211] Enfâl : 8/75 âyettir. Burada 46. inci âyet tefsir olunmaktadır.

[212] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  125.

[213] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  125-129.

[214] Ankebût: 29/69 âyettir. Bu­rada 69 uncu âyet tefsir olunmaktadır.

[215] Merhum Mehmet Akif bu vaazını Balkan hezimeti Üzerine Süley-maniye'de vermiştir. 7  Şubat  1328 -1912

[216] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  130.

[217] Hem Allah nezdinde, hem İnsanlar Hezelinde.

[218] Merhum üstad bu hikâyeyi safahatının birinci kitabında nazmen irad eder:

[219] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 130-135.

[220] Fetih: 48/29  âyettir. Burada 28.inci âyet tefsir olunmaktadır.

[221] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 136.

[222] Bu yazının  ilk yansı merhum üstad AKifin,  diğer yansı  benimdir.Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 136-137.

[223] Hicr: 15/99 âyettir. Burada 9. uncu âyeti tefsir olunmaktadır.

[224] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  138.

[225] Safahat, ikinci kitap. Hakkın Sesleri. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 138-140.

[226] Asr: 103/3  âyettir.  Burada “Ürenin tamamı tefsir olunmaktadır.

[227] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  141.

[228] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  141-142.

[229] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  142-143.

[230] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  143-144.

[231] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  144-145.

[232] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  145.

[233] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 146-147.

[234] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  146-147.

[235] Merhum istad  Mehmet Akif  bu yazıyı Mısır müftisi Şeyh  Mehmed  Abduh'un Tefsirine istinaden  yazmış olduğunu tasrih eder.

Merhum üstad, Asım adlı eserinde bu surei cemileden şu şekilde bahseder;«Hani Ashab-ı  Kiram, ayrılalım derlerken

Mutlaka surei  “Vel Asr”i  okurmuş, bu neden?Çünkü  meknun  o  büyük  Su'rede  esrari  felah:Başda imani hakikî geliyor, sonra salâh sonra  laik, sonra sebat, işte kuzum insanlık. Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsran artık. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 147-153.

[236] Hacc: 22/78   âyettir. Burada 46 mcı âyet tefsir olunmaktadır.

[237] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  154.

[238] Merhum üstad Mehmet Akif 30 Temmuz 325 (1909) de yazdığı bu yazıyı, merhum Mısır müftüsü Şeyh Mehmet Abdu'nun bir yazısından ikti­bas etmiştir.  Biz de bu yazıyı  tadil ederek aldık. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 154-157.

[239] Saff  Sûresi kur'an-ı kerimin 6 'ınci sûresi ve 14 âyettir. Burada 2’ inci âyet tefsir olunmuktadır.

[240] Safahat.Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 158.

[241] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi:  158-160.