Kemâlât-ı Zâtiyyesî Ve Tefsîrdekî Mesleği:
Kudreti İlmiyyesî Ve Tefsirdeki Mesleğî:
Me'müriyetlerî Ve Hususi Ahvâli:
Seyahatları Ve Hükümdarlar Nezdindekî Mevkii:
299- Nizâmü'd-Dîn En-Nîsâbûrî:
Kudret-i İlmıyyesi Ve Tefsirdeki Mesleği:
Onuncu Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
301- Muhammed Muhyi'd-Dîn-i Nîksârî:
315- Mehmed Muhyî'd- Dîn Vefâî:
318- İsâmü'd-Dîn-i Esferâyînî:
323- Fenârî- Zâde Muhyî'd- Dîn:
325- Şeyh Bedrü'd-Dîn El-Gazzî:
332- Nûrü'd-Dîn-Zâde Muslihü'd-Dîn:
333- Nürü'd-Dîn Ahmed Kakamânî:
Kudret-i İlmiyyesi Ve Yüksek Şeref Ve Şânı:
Kaazi Tefsiri İle Ebu's-Suûd Tefsiri Arasında Bir Mukaayese:
Ebu's-Suûd Tefsirinden Îkî Numune:
Ebu's-Suüd Efendî'nîn Müellefâfı:
341-Tatar Pazarcıklı Mehmed Efendi:
Onbirinci Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
353- Şeyhü'l-İslâm Mehmed Efendi:
Mezhebi Ve Kudret-i İlmiyyesi:
365- Vardarlı Şeyh-Zâde Mehmed:
369- Abdü'l-Hakîm Es-Siyâlkütî:
374- Minkaarî-Zâde Yahya Efendi:
On Îkînci Tabakayı Teşkîl Eden Müfessirler
388- Menteşî-Zâde Abdü'r-Rahîm Efendi
393- Saçaklı-Zâde Mehmed Efendi:
394- Mestci-Zâde Abdullah Efendi:
397- Câru'llah Veliyyü'd-Dîn Efendi:
403- Yüsuf-Zâde Abdu'llâh Efendi:
406- Mehmed Hazık Efendi İbn-i Ebî Bekr:
407 — Bükâi-Zâde Veliyyü'd-Dîn:
410- Karatepelî Hüseyin Efendi:
On Üçüncü Tabakayı Teşkil Eden Müfessirler
413- Eşref-Zade Abdu'l-Kaadir:
Fıkıh Ve Akide İ'tibâriyle Mezhebi:
433- Âlüsî-Zade Mahmud Efendi:
Fıkıh Ve Îtikad Cîhetiyle Mezhebi:
437- Osman Necati Veya (Recaî):
On Dördüncü Tabakayı Teşkîl Eden Mufessirler
443- Sıddık Hasan Bahâdır Hân:
452- Manastırlı İsmail Hakkı Efendi:
460- Elmalı'lı Mehmed Hamdi Efendi:
Üstazları Ve Îlmî, Resmî Hizmetleri:
Ahlâkı, Seciyesi, Hareket-i Fikriyyesi:
Kırîmî Seyyid Ahmed b. Abdullah, ulemâdan bir zâttır. (879)'da vefat etmiştir. Kabri Fâtih civarında Molla Kestel mescidi yanındadır. Rahmetu'llâhi aleyh.
Ahmed Kırîmî, kudretli bir ilim sahibidir. Sultan Fâtih'in teveccühlerine mazhar bulunmuştu. Tefsîr-i Beyzâvî'ye unvanlı bir haşiyesi vardır. Bir nüshası Üsküdar'da Atik Valide Kütüphanesinde mevcuttur.
Müellefâtı: Ve sâire...[1]
Muhyi'd-Dîn Muhammed b. Süleyman b. Saîd, büyük bir Türk âlimidir. Esasen Bergamalıdır. İbn-i Hâcib'in Kafiye kitabiyle çok iştigal ettiği için "Kâfiyeci" nisbetini almıştır. (788)'de doğmuş, (879) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Muhyi'd-Dîn, bir müddet vatanında ilim ve irfan tahsil edip ba'dehu ma'lûmâtmı tevsî' için seyahate çıkmış, Acemistan'a, Tataristan'a rıhlet etmiş, daha sonra Kahire'ye giderek orada tekemmül etmiştir. Şemsü'd-Dîn Fenârî'den, Mecma' şârihi İbn-i Ferişte'den, Hâfizü'd-Dîn Muhammed el-Bezzâzî'den, Teftâzânî'nin tilmizi Burhan Hayder'den ilim tahsil etmiş, kendisinden de İmam Süyûtî gibi bir nice efâdıl müstefîd olmuştur. Mısır'da Ibn-i Hümâm'dan sonra "Şeyhûniyye" medresesi müderrisliğine ta'yîn edilmişti.[2]
Hanefiyyü'l-mezheb olan Kâfiyeci, her ilme vâkıf idi, tefsirde, hadisde, usûl-i fıkıhda büyük bir kudret sahibi idi. Lûgatta, belagatta, mantık ile felsefede, hey'ette de mühim bir melekeye mâlik bulunuyordu. .
İmam Süyûtî diyor ki: Üstâzımız allâme Kâfiyeci üstazların üstâzı idi, kendisine on dört sene mülâzemet ettim, ziyaretine her gittiğimde kendisinden evvelce işitmediğim başka başka tahkikler, acibeler işitirdim. Hattâ birgün bana: terkibini sordu, bu zât, bizi çocuk mesabesinde tutuyor, bize bu gibi basit bir terkibi soruyor, demek istedim, derken bu terkipde yüz on bahis vardır, demesin mi? Öyle ise bunları anlamadıkça bu meclisden çıkıp gitmem, dedim, mecmuasını çıkarıp verdi, ben de onları yazdım.
Bu büyük üstâzm tefsire dâir büyük bir eseri yoktur, yalnız (856) târihinde ikmâline muvaffak olduğu nâmında usûl-i tefsire müteallik, iki bab ile bir hatimeden müteşekkil, muhtasar bir eseri vardır.
Muhterem müellif, bu eseriyle iftihar ediyor, kendisinden evvel bu usul dâiresinde başkalarının kitap yazmamış olduğuna zâhib bulunuyordu. Halbuki (794) târihinde vefat etmiş olan Bedrü'd-Dîn ez-Zerkeşî'nin: unvanlı bir eseri vardı ki, bu hususda daha mükemmel bulunuyordu. Hattâ Kâtip Çelebi diyor ki: Eğer Teysir sahibi bu kitabı görmüş olsa idi kendi eserinden utanırdı.
Fakat her eser, kendine göre bir kıymeti, bir mümtâziyeti hâiz olacağından sahibi için az çok iftihara vesile teşkil edebilir. İstihyâya mahal olmasa gerek.
Velhâsıl üstaz Kâfiyeci, sahîh bir akîde sahibi idi, Söfiyye hakkında hüsn-i i'tikaadı vardı, hadis ulemâsına mahabbet ederdi, sabûr, âbid, zâhid, doğru sözlü bir zât idi.
Müellefâtı: Bu nıütebahhir zât, birçok kitaplar te'lîf etmiştir. Hattâ İmam Süyûtî, kaydetmek için bunların isimlerini kendisinden sormuş, "Müellefâtımın isimlerini şimdi ben de hatırlayamıyacağım." cevâbını almıştır. Bir kısmı şunlardır: Ve sâire.[3]
Muhammed Şah Fenârî'nin oğludur. (885) târihinde Bursa'da vefat edip Zeynîler nam mahaldeki câmi-i şerifin minaresi yanında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.
Hasan Çelebi, muktedir, tefsire vâkıf bir âlimdir. Molla Tûsî talebesindendir. Mısır'da tahsilini ikmâl ettikten sonra vatanı olan Bursa'ya avdet etmiş ve sahn müderrisi olmuştur. Seyyid-i Şerifin Keşşaf üzerine yazmış olduğu haşiyeye haşiye yazarak tefsirdeki vukufunu göstermiştir. Tasavvufa da âşinâ idi. Ve saire.[4]
Sirârü'd- Dîn Muhammed b. Abdullah-el-Mahzûmî er-Rüfâî, asrının Şeyhü'l-İslâm'ı olan büyük bir âlimdir. (793)'de Vâsit'da doğmuş, (885) târihinde Bağdad'da vefat etmiştir.
Sirâcü'd-Dîn, yüksek tanınmış bir zâttır. İsminde bir tefsiri vardır. Keşfü'z-zunûn'a göre (630) Ma vefat eden Sâlihiyye müderrisi Muâfâ İbn-i İsmail el-Mevsilî'nin de bu namda bir tefsiri vardır.
Müellefâtı: Hadise dâirdir. Eş'ârı da mevcuttur. [5]
Husrev Mehmed Efendi, yüksek bir Türk âlimidir.Tokat civarındaki Türkmenlerden kabîlesindendir. terkibinin gösterdiği (885) târihinde İstanbul'da vefat etmiş, na'şı Bursa'ya nakledilmiştir. Medfûn olduğu vakıf medrese hazîresi bilâhare maatteessüf satılmış, bereket versin ki alan zât, bu büyük âlimin kabrini muhafaza etmekte, ziyaret edilmesine mâni' olmamaktadır. Rahmetu'llâhi aleyh.
Babasının Rûmiyyü'1-asl olup bilâhare İslâm olduğuna dâir olan bir rivayet teeyyüd etmemektedir. ismindeki eserinin sonunda: diye yazıyor ki, bu, babasının da, dedesinin de esasen Müslüman olduğunu gösterir.
Molla Hüsrev, yüksek bir âlimdir, zamanının en büyük fakîhidir. Burhânü'd-Dîn el-Herevî'den ilim ahzetmiş, Edirne'de müderrislik yapmış, Sultan Fâtih'in büyük hürmetlerine mazhar olmuş, İstanbul'un feth edildiğini müteakip Hızır Bey'den sonra İstanbul kadılığına ve Ayasofya müderrisliğine ta'yîn edilmiş, Bursa'da bir medrese yaptırıp orada da müderrislikte bulunmuştur. Fâtih kendisiyle iftihar eder, vüzerâsına hitaben: "Bakınız! Bu, zamanın Ebu Hanîfe’sidir." derdi.
Hanefiyyü'l-mezhep olan Molla Hüsrev; mehîb, vakur, mütevazı', halûk bir zât idi, birçok hizmetçileri olduğu halde mütâlâahânesinde kendi işlerini bizzat kendisi görürdü,
Tefsîr-i Kaazî üzerine bir haşiyesi var ki haşiyelerin ahseni, belki de ercahı sayılmakdadır.[6] Kavl-i Şerifine kadardır.
Buna (1016) da vefat etmiş olan Muhammed b. Abdü'l-Melik Bağdadî Hanefî, Bakare Sûresinin tamâmına kadar bir zeyl yazmıştır.
Müellefâtı: Bir nüshası Atıf Efendi Kütüphanesinde (340) numarada mevcuttur. matbû'dur. matbû' dur. Hatt-ı destiyle muharrer olup (878)'de Fâtih' e ihdâ etmiş olduğu bir nüshası Köprülü Kütüphânesindedir. Matbû'dur. Kendi yazisiyle bir nüshası Yenicami Kütüphanesinde mevcuttur. Tesmiye, ahbâr-ı nübüvvet, fıkıh, usul, belagat, mantık hakkında olmak üzere altı mebhasi câmi' dir.[7]
Ebu'I-Ganâim Abdu'r-Rezzâk b. Cemâlü'd-Dîn es-Semerkandî, mutasavvifeden bir âlimdir. Kâşî, Kaaşânî diye de yâd olunur. (887)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[8]
Şeyh Kemâlü'd-Dîn, tasavvufda ve sâir ilimlerde mütehassıs, mübarek bir zâttır. Tefsirinin mukaddimesindeki beyanâtına nazaran Şeyh Nûrü'd-Dîn Abdu's-Samed b. Alî en-Nazarî nâmında bir zât, kendisine mücâhededen evvel ilim tahsiline muvâzabet, fuhûl-i ulemâya intisâb etmesini tavsiye etmiş olmakla Şemsü'1-Hakk ve’l mille Saîdü'l-Kebşî'ye intisâb edip ondan tefsir, hadis ilimlerini ahzetmiş ve bir aralık Kehf Sûresine beş nehc üzere bir tefsir yazmış, ba'dehu tarikata sülük ederek kendi hâline göre hakaayık-ı te'vîle dâir muhtasar bir tefsir yazıp bitirmiştir. Bilâhare mücâhede ve riyazetini ikmâl ederek ehibbâ ve asdikaasiyle mülâkaata başlayınca onların taleplerine mebnî, ihtiyarlığı çağında metâib-i hayâtı iktihâm ederek daha geniş bîr tefsir yazmaya başlamış, her Âyet-i Celîlenin evvelâ lûgatlarını teşrih etmiş, saniyen i'rab vecihlerini yazmış, sâlisen maânî ve beyâna müteallik nüktelerini göstermiş, râbian zahir i'tibâriyle tefsirini bildirmiş, hâmisen hakaayık-ı te'vile dâir meşruhatta bulunmuştur.
Zevâhir-i tefsir hususunda Zemahşerî'nin Keşşafını ta'kîb etmiş, fakat Kelâmu'llah'ın manâsım kendi i'tikaadına tatbik hususundaki mezhebine mürâatda bulunmamıştır.
Kâşânî, bu tefsirine: Nâmını vermiştir. Bu, mutasavvifâne bir tarzda yazılan tefsirlerin en güzîdelerindendir. Âyetlerin asıl matlûb olan zahirî ma'nâlarına riâyetin lüzumunu birçok yerlerde beyân ederek o veçhile tevcîhatta bulunmuş, hem de bu zâh'rî ma'nâlara muhalif olmamak üzere birtakım işârât ve letâif serd eylemiştir.
Meselâ:[9] Nazm-ı Şerif indeki beyanâtı şu mealdedir: "Ey zümre-i sâlikin! Kalb ülkesine giriniz ki, o tecellûyât-ı sıfat makaamıdır. Çünkü o semâ-yı ruha nisbetle bir Arz mesâbesindedir ki, Allâhu Teâlâ onu kazâsında sizin için ta'yin buyurmuştur."[10] Âyet-i Kerîmesinin te'vîl kısmındaki beyanâtı da meâlen şu veçhiledir :
"Allah yolunda katledilenler iki sınıftır. Biri cihâd-ı asgar ile, Allah'ın rızâsını taleb için nefsi bezl suretiyle katledilenlerdir. Nitekim zahir olan da budur. Diğeri de cihâd-ı ekber ile, kesr-i nefs ile, hevâyi izâle ile maktul olanlardır. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz bâzı gazalarından avdetini müteakip: buyurmuşlardır. Bu iki sınıfın ikisi de ölü değildir. Belki Rablarının nezdinde hakikî bir hayât ile diridirler. Tabiatların kirlerinden mücerred, Hazret-i Kuds'de mukarreb, ma'nevî rızıklardan, yâni maârif ve hakaayıktan ve istişrâk-ı envardan merzukdurlar. Veya sûri Cennette dirilerin merzuk oldukları gibi merzuk olmaktadırlar. Veyâhud her ikisinde de merzuk bulunmaktadırlar .Çünkü cennetlerin mertebeleri vardır.Bâzıları ma'nevî, bazıları da süridir ve bunlardan her birinin de —maârif ve ulûm, mekâsib ve a'mâl hasebiyle— muhtelif dereceleri vardır. İmdi ma'nevî olanlar, cennât-ı zât ile cennet-i sıfattır. Sûri olanlar da cennet-i ef'âldir."
Velhâsıl bu, güzel bir tefsirdir. İkmâl edilip edilmediği anlaşılamamıştır. Bunun birinci yazma bir cildi, Fâtih Kütüphanesinde (198) numarada, ve Üsküdar'da Üçüncü Sultan Murad validesi Nûr-Bânû Kütüphânesinde (24) numarada mevcuttur.[11] Bu cilt, Âyet-i Kerîmesinde nihayet bulmuştur.
Müellefâtı: Bu, Kâşânî'nin muhtasar tefsiridir. Her nasılsa Muhyi'd-Dîn-i Arabi'ye nisbet edilmiş, diye hem müstakıllen, hem de Tefsîr-i Hâzin'in kenarında tab’ edilmiştir. Tefsîr-i menar sahibi Şeyh Rızâ diyor ki: İşâre adı verdikleri şeylerde Bâtıniyye'nin sözleriyle Söfiyye'nin sözleri nâsa müştebih bir halde bulunmaktadır. Şeyh-i Ekber'e nisbet edilen tefsir de bu cümledendir. Bu, meşhur Kâşânî-i Bâtınî'nin eseridir. Bunda öyle nezeât vardır ki, ondan Allah'ın dîni de, Kitâb-ı Azîzi de teberrî eder.
Doğrusu Kâşânî'nin Bâtmiyye'den olduğu bizce meçhuldür. Matbû dur. matbu’ dur. matbu’ dur. Ve sâire.[12]
Muslihü'd-Dîn Mustafa b. İbrahim, muktedir bir âlimdir, İbn-i Temcîd diye müştehirdir, (890) 'da vefat etmiştir. Bahmetu'llâhi aleyh.
İbn-i Temcîd, kudretli bir zâttır, salâh-ı hâl ile ma'rufdur. Bir müddet Sultan Fâtih'e muallimlikte bulunmuştur. Tefsîr-i Kaazî üzerine üç ciltlik bir haşiyesi vardır. Bunu Keşşaf haşiyelerinden telhis etmiştir. Kaazî tefsirinin gaamız, müşkil noktalarını tavzih ve tenvîr etmektedir, İsmail Konevî'nin haşiyesi kenarında tab' edilmiştir. Bu zâtın Arabî, Fârisî eş'ârı da vardır.[13]
Şemsü'd-Dîn Ahmed b. İsmail, Osmanlı Şeyhü'l-İslâmlarının dördüncüsüdür. "Esferâyin" karyelerinden olan "Gürân" da doğmuş, (893)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Yüksekkaldırım'da yaptırmış olduğu câmi-i şerîfin hazîresinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[14]
Molla Gürânî, evvelâ kendi memleketinde ilim tahsil etmiş, sonra bilgilerini artırmak için o zamanlar İslâm âleminin en yüksek âlimlerini sinesinde yaşatan Mısır'a giderek orada kırâet, tefsîr, hadîs okumuş, birçok meşâhirden istifâde etmiş, İbn-i Hacer-i Askalânî'den icazet almıştır.
İlim ve irfan aşkıyle memleketini bırakarak Kahire'ye gitmiş olan Molla Gürânî, artık yüksek âlimler sırasına geçmiş, Kahire'de tedrise başlamıştı. Hicaz'dan avdet ederken Kahire'ye uğrayan ve "Molla Yegân Efendi" diye meşhur bulunan Muhammed b. Armağan, Gürânî ile görüşmüş, onun fazl u kemâlini pek takdir etmiş, bu kudretli âlimi Rum diyarında parlak bir devlet ve saltanatın payitahtı olan Edirne'ye alıp getirmişti.
İkinci Sultan Murad, kendisini ziyarete gelen Molla Yegân Efendi'ye hitaben: "Hedâyâ mesnundur, bakalım sen bize ziyaret ettiğin yerlerden ne hediye getirdin?" diye iltifatta bulunmuş, Molla Yegân da: "Bize Molla Gürânî nâmında zurnanın nâdirlerinden sayılacak yüksek bir ilim ve irfan sahibini armağan olarak getirdim." diyerek o bî-nazîr fâzılı kadir-şinâs hükümdara takdim etmişti.
Molla Gürânî bir müddet Bursa'da bulunmuş, tekrar Mısır'a gitmiş, daha sonra yine diyâr-ı Rûm'a gelip istanbul'da tavattun etmiştir.[15]
Molla Gürânî, pek muktedir bir âlim idi. Tefsirde, hadisde, fıkıhda, usulde zamanının ferîdi idi. Hanefî mezhebine sâlik idi. Zühd ü takvâsiyle, yüksek seciyesiyle, vekar ve mehabetiyle, salâbet ve necdetiyle temayüz etmişti. Gecelerini Kur'ân-ı Kerîm tilâvetiyle ihya ederdi. Vazifelerini îfâ hususunda hakkaaniyetten ayrılmaz, hiçbir te'sîre tâbi' olmazdı. Padişah'a bile inhina göstermez, yalnız musâfaha ile iktifa ederdi. Bayramlardan başka da'vet vuku1 bulmadıkça Hükümdarı ziyarete gitmezdi. Vücûde getirmiş olduğu kıymetli eserleriyle nasıl bir allâme olduğunu isbât etmişti, bâ-husûs pek münakkah, müdekkikaane bir tefsîr yazmıştır. Bu tefsir bir kısım dakik mes'eleleri hâvî, kelâma, fıkha, siyere dâir bâzı mühim ma'lûmâtı, mutâlââtı câmi'dir. Zemahşerî ile Beyzâvî'nin tefsirleri hakkında tenkitleri, muâhazeleri muhtevidir. Parlak bîr zekânın, kudretli bir kalemin eseri olan bu tefsir, vaktiyle bâzı Osmanlı Hükümdarları tarafından yazdırılarak Buhârâ Hanlığına ve sâireye birer nüsha ihdâ edilmiştir. Pek güzel, müzehheb iki nüshası Murad Molla Kütüphanesinde mevcuttur. Böyle mükemmel bir tefsirin şimdiye kadar tab' edilmemiş olması ilim nâmına acınılacak bir haldir. İki ciltten müteşekkil olan bu tefsirin ismi:[16]
Sultan Murad, Molla Gürânî'nin ilim ve fazlına büyük bir meclûbiyet göstermişti. Kendisini Bursa'da Kaplıca ve Yıldırım medreselerine müderris ta'yîn etti, Manisa sancağında bulunan Şehzade Mehmed, tab'an celâdetli bir çocuk olduğundan tahsil ve terbiyesine ta'yîn edilen hocalarının sözlerini dinlemez, derslerine çalışmazdı. Sultan Murad, bu âteşin tabiatlı Şehzadesinin ta'lîm ve terbiyesini büyük bir salâhiyetle Molla Gürânî'ye havale etti. Bu heybetli âlim, elindeki sopasiyle Şehzadenin gözünü yıldırdı, kendisini okutmaya pek kolay muvaffak oldu. Bilâhare Fâtih, tahta cülus edince hocasına olan ma'nevî borçlarını ödemek için kendisine vezâret teklif etti, fakat Molla Gürânî, o makama başkalarının daha lâyık olacağını söyliyerek bu teklifi kabul etmedi, nihayet (855)'de kazaskerliği kabul ile iktifa etti.
Molla Gürânî, kendi istikaametine, ve üstâziyet hakkına güvenerek bâzı cihetleri, irâde istihsal etmeksizin müstahak olanlara tevcih ediyordu. Bu büyük üstâzın îcâb-ı hâle pek de muvafık görülmeyen bu kadar geniş salâhiyeti Padişahın hoşuna gitmemeğe başlamıştı, ecdadının Bursa'daki efkaafını i'mar ve ihya bahanesiyle Molla Gürânî'yi Bursa evkaafına nazır ta'yin ederek kazaskerlikten uzaklaştırdı. Büyük âlim bu vazifesini de güzelce ifâya çalışıyordu, bir gün kendisine takdim edilen bir irâdeyi Şer'-i Şerife muhalif gördüğü için parçalayıp attı, bunu getiren mâbeyn çavuşunu da gösterdiği gayri lâyık bir hareketinden dolayı güzelce bir dövdü. Artık Fâtih Sultan daha ziyâde münfail olmuş, üstâzının bu vazifesine de nihayet vermişti. Molla Gürânî de eski me'vâsı olan Kahire'ye tekrar can atmış, Mısır Sultanı Kayıtbay'ın büyük iltifatlariyle karşılanmıştı.
Fakat Fâtih, yaptığına nadim oldu, üstâzına mektuplar göndererek İstanbul'a dönmesini rica etti, Molla Gürânî de "Benimle Fâtih arasındaki rabıta, baba ile oğul arasındaki rabıta gibidir, bu kaabil-i inkıta' değildir." diyerek Kayıtbay'a veda' etti, bir lıayli hediyeler ile (862) senesinde İstanbul'a geldi, bu defa uhdesine evvelâ Bursa kadılığı, sonrada (885) târihinde müfti'l-enamhk mansıbı tevcih edildi, vefatına kadar sekiz sene bu makamda kaldı.
Molla Gürânî. son zamanlarında pek nahif düşmüş, hastalanmıştı. Vefat edeceği sene yaz mevsimini İstanbul hâricinde bir sayfiyede geçirmiş, kışa doğru İstanbul'daki hanesine nakl edilmişti. Artık son günlerini yaşıyordu, kendisinden kırâet taallüm etmiş olan hafız efendiler etrafında toplanmışlardı, Davut-Paşa da ziyaretine gelmişti. Molla Gürânî gözlerini açtı, yanıbaşında ağlayıp duran Davud Paşa'yı tatyîb etti, ve onunla Padişah'a selâm gönderdi, "Öldüğüm zaman cenaze namazımı bizzat Fâtih kıldırsın, borçlarımı da versin." dedi, "Hâ bir de benim na’şımı sürükliyerek kabre indirsinler." diye vasiyet etti. İkindi vakti olmuştu, müezzin minarede yüksek bir ses ile (Allâhu Ekber) derken o muhterem âlim de hazîn, lâtif bir lisân ile (La ilahe illâ'llâh) diyerek ruhunu Ma'bûd-ı Kadîm'ine teslîm etti. Bütün arzuları yerine getirildi, yalnız hürmetsizlik olmasın diye na'şı sürüklenerek değil, bir hasır üzerine konulup çekilerek kabrine kadar götürüldü, defn edildi. Bu gün de artık bir ilim ve kemal güneşi gurûb etmişti. Rahmetu'llâhi teâlâ aleyh.
Müellefâtı: Cem'ül-cevâmi' şerhidir. İlm-i kırâete dâirdir. Bu eser, Sahihü'l-Buhârî'nin mütevassıt hacimde bir şerhidir. Mukaddimesinde Resul-i Ekrem'in sîreti ile İmam Buhârî'nin menâkıbı yazılmıştır. Birçok yerlerinde Şârih Kirmânî ile İbn-i Hacer'e i'tirâz edilmiş, lugatların muşkilatı izah olunmuş, râvîlerin iltibasa mahal olan yerlerde isimleri yazılmıştır. Aruza dâir Fâtih nâmına yazılmış altı yüz beyitli bir manzûmedir.[17]
Zeyl: Terceme-i hâlini yazmış bulunduğumuz Molla Gürânî'ye: "Gürâni-i Kadim" denilir. Bir de “Gürânî-i Müteahhır” vardır ki, ismi Şeyh Abdü'l-Muhsin b. Süleyman el-Gürânî'dir. Resûl-i Ekrem Efendimiz'in Ravza-i Mutahharalarında müderris bulunuyordu. nâmiyle A'raf Sûre'sine kadar yazmış olduğu tefsîr-i şerîfi Dördüncü Sultan Murad'a ihdâ etmişti "Keşfü'z-zunûn". Es'ad Efendi Kütüphanesinde Muhammed El-Vânî nâmına 104 numarada nâmında bir tefsir mukayyed olduğu gibi Dârü'l-kütübi'l-Mısrıyye'de de "Şeyh Muhammed b. Mustafa el-Gürânî el-Vânî" nâmına unvanlı bir tefsirin ikinci cüz'ü (162) numarada mevcut gösterilmektedir.[18]
Şeyh Nûrü'd-Dîn Seyyid Muîn b. Seyyid Safiyyü'd-Dîn, ulemâdan bir zâttır. (894) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir. Rahmetu'l-lâhi aleyh.
Şeyh Nûrü'd-Dîn unvâniyle bir tefsir yazmış, bunu Mekke-i Mükerreme'de (870) târihinde ikmâl etmiştir. Bu tefsir, muhtasar ve oldukça münakkah bulunmaktadır. Mukaddimesinde müellifinin ifâdesine nazaran i'tizal ve felsefeden musaffa bir halde yazılmıştır, birçok tefsirlerin ihtiva ettiği şeyler, bu tefsirde maânî-i sahîha ile yazılmış bir halde görülebilecektir.
Maahâzâ bu kitabda birçok âyetler pek kısaca tefsir edilmiştir, bu cihetle büyük bir ehemmiyeti hâiz değildir. Bunun 980 sahifeden müteşekkil yazma bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde (126) numarada mevcuttur.[19]
Ebû Abdi'llâh, Muhammed b. Yûsuf b. Ömer el-Hüsnî, et-Telemsânî, meşhur bir zâttır. "Senûsî-i Eş'arı" diye ma'rufdur. (832)'de doğmuş, (895)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Muhammed Senûsî, asrında Telemsan'ın büyük bir âlimi idi. Zahirî ve bâtını ilimlere muttali', hele tefsirde, kelâmda, hadisde, fıkıhda bi-hakkın mütehassıs idi. Murakabe ve mücâhede sahibi bulunuyordu, menâkıbına dâir nâmiyle bir eser yazılmıştır.
Müellefâtı; Sâd Süresiyle ondan sonraki sûrelere aittir.Nâ-tamamdır.Sahîh-i Müslim şerhidir, matbû'dur. akaaide âit, matbû' bir eserdir, buna "Akide-i suğrâ", “Senûsiye-i suğrâ"da denir. Almanca ve Fransızca tercemeleri de matbû' dur. Buna "El-Kübre's-Senûsî" de denir.El-Kübra's-Senûsî'nin şerhidir, ikisi de basılmıştır, matbû'dur. matbû' dur. matbû' dur. Metin de kendisinindir. Ve saire.[20]
Mevlânâ Nûrü'd-Dîn Abdü'r-Rahmân, büyük bir âlim ve edibdir. Babası ulemâdan Şemsü'd-Dîn Ahmed'dir ki, nesebi İmam Muhammed eş-Şeybânî'ye müntehi olmaktadır. Câmî' nin babası veya dedesi Isfehan'dan Horasan'ın. Cam kasabasına gelmiş, daha sonra Herat'a intikal etmiştir. Câmî (817)'de Cam kasabası yakınındaki bir karyede doğmuş, (898) senesi Herat'ta vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh. Vefatına" şöyle bir târih yazılmıştır:[21]
Vefatına dâir Alîşîrnevâî'nin yazdığı mersiyeden bir beyt:[22]
Câmî, Şark'ın yetiştirdiği en yüksek âlimlerden, şâirlerden biridir. Güzel ahlâkiyle, şiir ve edebdeki kudretiyle, muaşeret âdabına hüsn-i riâyetiyle temayüz etmiş, nakli ve aklî ilimler ile mücehhez olduktan sonra tasavvuf, zühd ve takva sahalarında da büyük terakkilere nail olmuştur.
Câmî, Herat'da Cüneydü'l-Usûlî'den ders okumuş, sonra Seyyid-i Şerif’in talebesinden Hoca Aliyyü's-Semerkandî'nin derslerine devam etmiş, daha sonra Teftâzânî'nin tilmizlerinden Şihâbü'd-Dîn'in halka-i tedrisine dâhil bulunmuştur. Bir aralık da Semarkand'da Kaadî Mûsâ er-Rûmi'nin derslerini dinlemiştir.
Şeyh Bahâü'd-Dîn Nakşibendî'nin halîfesi Sa'dü'd-Dîn Kâşgarî'denr Hoca Ubeydu'llâh Ahrâr Taşkendi'den ve Hoca Muhammed Parsâ'dan da tarikat ve tasavvuf dersi alarak Söfiyyeye iltihâk etmiştir.
Kaadî Mûsâ er-Rûmî dermiş ki: "Semerkand'a, binası kurulduğu târihdenberi Câmî gibi Cevdet-i tab'a mâlik bir zât gelmemiştir."
Câmî, Herat'da iken meşhur Alî el-Kuşcu ile mübâhasede bulunmuş, Tecrîd sarihi bulunan o koca allâmeye galebe çalmıştır. Bu pek yüksek allâme, talebesine şöyle dermiş: "Ben anladım ki, bu âlim zatta bir nefes-i kudsî mevcut bulunuyor.
Câmî, bir gece rü'yâ görmüş, büyüklerden bir zât kendisine: Seni irşâd edecek bir dost edin.’ diye hitab etmişti, bu işaret üzerine Semerkand'dan Horasan'a gidip Şeyh Ubedu'llâh'ın hizmetinde bulunmuş, ondan aldığı feyz ile Söfiyyenin a'yânı sırasına geçmiştir.[23]
Câmî, yüksek bir azm ü himmet sahibi olan bu dırahşan sîmâ, büyük bir tefsir yazmaya başlamış, Âyât-i Kur'âniyye'nin hakaayık ve dekaayıkını mümkün olduğu kadar mükemmel bir surette tahrir ve tavzih arzusunda bulunmuştur. Bu azm ile başladığı tefsirinin mukaddimesinde şöyle diyor: "Kalbimi tehyîc edip duruyordu ki, bir tefsir tertip edeyim de Kur'ân-ı Kerîm’in lâfız ve mânâsının vücûhunu cami olsun, bunlardaki bütün dakikaları, latifeleri izhâr etsin, büleganın nüktelerini muhtevi, urefânın işârâtını müştemil bulunsun…”
Hayfâ ki bu kudretli müfessir, bu emeline nail olamamış, te'life başladığı tefsirini ancak[24] Nazm-ı Celîline kadar yazmıştır.
Ufak bir cilt teşkil eden bu mübarek tefsîr bir lisân-ı tasavvuf ve irfanla yazılmış, îcâb eden tatbîkaat-ı lisâniyyeyi, edebî beyanâtı muhtevi bulunmuştur.[25]
Câmî merhum, birçok seyahatlarda bulunmuş, Herat'a, Semerkand'e, Horasan'a gitmiş, (877)'de Hicaz'a azimet ederek Mekke-i Mükerreme'de, Medîne-i Münevvere'de bir müddet kalmıştır. Medîne-i Münevvere'ye teveccühleri esnasında mu'cizât-ı Nebeviyyeyi müştemil bir kaside tanzim etmiştir ki, matlaı şudur:
Câmî, bu seyâhatları esnasında Bağdad'ı, Kerbelâ'yı ziyaret etmiş, Bağdad'da Rafîzîler ile mübâhasede bulunarak kendilerini ilzam eylemiştir. Kerbelâ'ya eriştiklerinde şu matlaı hâvî bir gazel yazmıştır:
Cami, Dimeşk'ı, Haleb'i ve sair Şam havalisini dolaşmış, Tibriz'e uğramış, bir aralık da Konya'ya kadar gelerek Hazret-i Mevlânâ' nın kabrini ziyarette bulunmuştur. Mevlânâ hakkındaki şu manzumesi meşhurdur:
Câmî, birçok hükümdarların, ekâbirin hürmetlerine mazhar olmuştu. Ezcümle Timur saltanatının vârislerinden olan Sultan Ebû Saîd'in fevkalâde ihtiramına nail olduğu gibi Sultan Hüseyn Baykara'nın ve vezîri Alîşîrnevâî'nin de pek çok teveccühlerine nail bulunmuştu.
Câmî, Sultan Fâtih ile de muhabere ve mükâtebede bulunmuş, Fâtih'in daveti üzerine İstanbul'a müteveccihen hareket ederek Konya'ya kadar gelmiş ise de bu sırada Sultan Fâtih vefat ettiğinden kendisini gelip ziyaret edememiştir.
Ebu'1-Feth Sultan Mehmed hakkında yazmış olduğu bir kaside lisânımıza terceme edilmiştir.
Müelllefatı: Sofiye mezhebine dair, matbu’ bir eserdir. Bu son yedi kitap, “Heft Örnek" ünvâniyle Hamse-i Nizami tarzında yazılmıştır. Gülistan'a bir nazire olmak üzere yazılmış lâtîf, dil-nişîn bir eserdir. Fakat Gülistan'ın bî-nazîr olan revnak ve taraveti yanında pek solgun bir halde kalmıştır. Câmî' nin bütün eş'ârını cami', pek mükemmel bir ta'lik yazı ile muharrer ve pek nefis surette müzehhep bir külliyyât-ı eş'ârı, Fâtih Kütüphanesinde mevcuttur.[26]
Şeyh Muhammed Cemâli, Çelebi Halîfe demekle meşhurdur, Aslen Karaman'lıdır, Amasya'da tevellüd etmiştir. Cemâlü'd-Dîn Akserâyî'nin neslindendir. Hac yolunda (899)'da veya (912)'de vefatı vuku' bulmuştur. Rahmetu'llahi aleyh.
Çelebi Halîfe, Halvetiyye mesâyihinden muhterem bir âlimdir. Şeyh Alâü'd-Dîn, Halveti hulefâsından Karaman'da mukim Şeyh Abdu'llâh'ın yanında sülûke girmiştir. Sonra Tokat'a gidip Şeyh İbn-i Tâhir'e intisâb etmiştir. İkinci Sultan Bâyezid'in da'veti üzerine İstanbul'a gelip Koca Mustafa. Paşa dergâhında tarikat neşr etmiştir. Sultan Bâyezid, kendisini muridlerinden kırk zât ile Ka'be-i Mükerreme'ye göndermişti. Hakkında çok teveccühü var idi, Cem Sultan mes'elesinden dolayı duasını İstirham ederdi.
Müettefâtı: Ve saire. Eş'ârı da vardır.[27]
Muhammed b. Necîb, Afyonkarahisar'lı âlim bir zâttır. H. 900’de vefat etmiştir.
Muhammed b. Necîb, kıymetli bir Türk âlimidir. Unvâniyle bir tefsir yazmıştır. Bunun bir nüshası Kütüphâne-i Umûmî'de (368) aded-i umûmî ve (110) sıra numarasiyle mukayyettir. adında sâir eserleri de vardır.[28]
Hüsâmü'd-Din Alî, Mevlânâ İdrıs Bitlîsî'nin babasıdır. (900)'de vatanında vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[29]
Hüsâmü'd-Dîn, âlim, müfessir, Tarîkat-ı nûr-ı bahşâ'ya mensup bir zâttır.İsminde iki ciltten müteşekkil "bir tefsiri vardır ki, bir nüshası Edirne'de Sultan Selim Kütüphanesinde mevcuttur. Gülşen-i Râz'a Fârisî bir şerh yazmış, Kâşânî'nin "Istılahât-ı Sofiyye" sini de şerh etmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[30]
'Bâyezîd Halîfe, fuzalâdan bir zâttır. (900) 'de Edirne'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[31]
Bâyezîd Halîfe, Cemal Halvetî'nin hulefâsından muhterem bir âlimdir. Edirne'de halka pek beliğ bir lisân ile va'z u nasîhatta bulunurdu. Nâmında bir Fatiha tefsiri yazmıştır. Fusûlü'l-hikem şerhi, Nusus şerhi, Tûr-ı Sînâ ve sâire de âsârı cümlesindendir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye.[32]
Hasen b. Muhammed b. Hüseyn, pek mübarek bir müfessirdir, "Nizâmü'1-A'rec" ve "Kummî" diye ma'ruftur. Kum ahâlisindendir. Târîh-i vefatı kat'iyyetle ta'yîn edilmiyor, dokuzuncu asrın nihayetlerinde ber-hayât olduğu anlaşılıyor. Nîsâbur'da vefat etmiştir. (730) 'da vefat ettiğine dâir olan bir rivayet doğru değildir. Ravzü'l-cinân'da kaydedildiğine nazazaran dereceten Celâlü'd-Dîn-i Devvânî'ye, Kastalânî'ye karîbd'ir.[33]
Nizâmü'd-Dîn, bir allâmedir, birçok ilimlere, fenlere vâkıftır. Kıymetli eserleri vardır. Unvanlı bir tefsir de yazmıştır. Kendisinin ifâdesine nazaran: îmam Fahrü'd-Dîn'in tefsirini pek cem'iyyetli, ismini müsemmâsına mutabık gördüğü için bunu esâs ittihâz etmiş, onun letâif ve fevâidini almış, maksadı ihlâl etmeksizin zevâidini terk eylemiştir. Buna Keşşaf da. ve sâir tefsirlerde bulunan mühim mes'eleleri de zammetmiş, mu'teber kırâet vecihlerini yazmış, Keşşafın muşkil noktalarını halle çalışmıştır.
Bu mübarek tefsirin evvelinde Kur'ân'ın ve kaari-i Kur'ân'ın faziletlerine, Kelâmu'llâh'ın kıdemine, âyetlerden hükümlerin nasıl istinbât olunduğuna ve saire dâir müteaddit mukaddimeler vardır. Bu tefsirde münderic hadisler, mu'teber kitaplardan, Tefsîr-i kebîr ile Keşşaf’dan alınmış, fakat Keşşaf'daki sûrelerin fazâiline âit olan hadîslerin kısm-ı a'zamı bırakılmıştır. Esbâb-ı nüzule âit ma'lûmat, Câmiü'l-usul'den, Miftah'dan, Tefsîr-i kebîr ile Keşşafdan alınmış, ahkâma müteallik mes'eleler Râ-fiî'nin Şerhü'l-vecîz'inden iktibas olunmuş, te'vîlâta dâir husûsat da Necmü'd-Dîn Dâye'den alınıvermiştir.
Nizâmü'd-Dîn, tefsirinde Ehl-i Sünnet tarıkından ayrılmamış, müçtehidlerin fürûa dâir akvâlini delilleri ile beraber zikrederek bir tarafa taassup göstermemiştir.
Ulûm-ı edebiyye bütün nevi'leriyle, ulûm-ı usûliyye bütün feri'leriyle, ulûm-ı hikemiyye olanca kısımlariyle Kitâbu'llâh'ın ma'nâlarını fehme vesîle olduğu için bunları tefsirinde zikre lüzum görmüş, veciz bir tefsir yazmak cihetini iltizâm etmemiştir.
Bu muazzam eseri, İmâm Alî'nin hilâfeti kadar bir müddette, yâni dört seneye yakın bir zamanda yazdığını, eğer birtakım üzüntülere, manialara raa'ruz kalmamış olsa idi, bunu Hazret-i Sıddîk'ın hilâfeti kadar bir müddetde ikmâl edebileceğini söylemektedir ki, bu feyizli mesaîyi takdir etmemek elden gelmez.
Bu tefsirin her sahifesinde bir samîmiyyet ve rûhâniyyet tecellî etmektedir. Bunun fevkalâde yazma, müzehheb bir nüshası Râgıb Paşa Kütüphanesinde, yine böyle fevkalâde bir nüshası da Murad Molla Kütüphanesinde (240) numarada mevcuttur. Yazılarındaki, tezhiblerindeki, ciltlerindeki mükemmeliyet, insanı gaşyetmekte âbâ ü ecdadımızın ne yüksek ilmî, bediî bir zevka, bir varlığa mâlik olduklarını isbât edip durmaktadır.
Bu tefsîr-i şerif ahîren Tefsîr-i Taberî'nin kenarında tab' edilmiştir.
Müellefâtı: Tûsî'nin gayet mûcez ve muakkad olan unvanlı riyâzâta. âit bir eserini îzâh etmektedir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Buğyetü'l-vuât, Mu'cemü'l-matbuât.[34]
Muhyi'd-Dîn b. Tâcü'd-Dîn İbrahim, Kastamonulu bir âlimdir. (901) de vefat etmiştir. Eyüp Sultan civarında Ali Kuşçu kurbunda medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[35]
Hatip-Zâde, babasından, Mevlânâ Alî Tûsî île Mevlânâ Hızır Bey'den ilim ve irfan tahsil etmiş, muktedir bir âlimdir. İznik'te ve İstanbul'da Sahn-ı Semân medresesinde müderris bulunmuştur. Her nasılsa Fâtih'in iğbirarını celbedip Sahn müderrisliğinden azledilmişti. Molla Gürânî merhum: Fâtih'e nasihat vermiş, ulemânın hatırlarına riâyetin lüzumunu bildirmiş, Hatip-Zâde de bu müderrisliğe tekrar iade edilmişti. Fâtih bu zâtı kendisine hoca ittihâz etmiş, kendisiyle müsahabetlerde bulunmuştu, Hatip-Zâde, nahvet-i ilmiyyesi sebebiyle Hoca-Zâde ile müsâhabe-i ilmiyyede bulunmak temayülünü göstermiş, fakat bu hareketi Fâtih'in tekrar infialini celbetmiş, sen onunla mubâhase yapabilir misin? diyerek adem-i ilmine îmâda bulunmuş, buna rağmen Hatip-Zâde, bu mubâhaseye muktedir olduğunu iddia etmişti.
Hatip-Zâde, şedîdü'l-lisân, kaviyyü'l-muhâvere bir zât idi. Vükelâya ve hattâ Sultan Bâyezid'e bile azamet gösterir, selâm verirken inhina göstermez; resmî günlerde Pâdişâhın bile elini öpmeyi şeref-i ilme münâfî görürdü. Fâtih'in huzurunda ulemâ ile yaptığı bir mubâhasede mağlûb bir vaziyete düştüğü halde kendisini müdâfaaya devam, etmiş ve hattâ bu hususta bir risale yazıp Fâtih'e takdim eylemiş olduğundan Fâtih'in nazarından büsbütün düşmüştü. Seyyid-i Şerîf'in Keşşafa yazdığı haşiyenin evâiline hâşiye=ta'lîkası vardır. Bundan başka hâşiye-i Tecrîd'e ta'lîka ve şerh-i Vikaaye'ye haşiye yazmıştır.
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri, Şekaayık-ı Nu'mâniye.[36]
Muhammed b. İbrahim, ulemâdan bir zâttır. Şekaayık-ı Nu'mâniye sahibinin pederi Muslihi'd-Dîn'in dayısı imiş. (901)'de vefat etmiştir. İstanbul'da Şeyh Vefa kurbunda medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.Sultan Bâyazîd'in teveccühlerine nail bulunmuştu.[37]
Muhammed Niksârî, muktedir Türk âlimlerindendir. Tokat'lı Hüsam Çelebi'den ve Yûsuf Bâlî b. Muhammed Fenârî'den ve Mevlânâ Bukâî'den telemmüz etmiştir. Kastamonu'da müderris bulunmuş, mütenevvi' ilimlere vâkıf idi. Ayasofya ve Fâtih camilerinde tefsir okutmuş, va'z u nasihatte bulunmuştur.
Ayasofya'da takrir ettiği tefsîr-i şerifi hatmedince: Ey cemâat! Ben bu tefsiri bitirinceye kadar yaşamamı Cenâb-ı Hak'tan isterdim, şimdi tefsîri bitirdim, artık bu hatim mukabilinde bana da hüsn-'i hatime vermesini Hak Teâlâ'dan dilerim, demiş, ve az sonra hasta olup âhirete irtihâl etmiştir. Sûre-i Duhân'a, ve Sûre-i İhlâs'a Türkçe tefsir yazmıştır. Sâir eserleri de vardır. Sûre-i Duhân'a yazdığı tefsir asrı ulemâsınca istihsân edilmiştir. Tefsîr-i Kaazî'nin müşkil noktalarını halledecek mütâlâaları vardır.Sadrü'ş-Şerîa'nın Vikaaye şerhine de haşiye yazmıştır;
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye.[38]
Vaiz Hüseyn b. Alî, mübarek bir zâttır. (903) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[39]
Hüseyn Vaiz, tefsire, ahlâka, siyere, nücûma dâir vâsi' ma'lûmat sahibi bir âlimdir. Nâmiyle Fârisî bir tefsîri vardır.
Bunu evvelâ (982)'de vefat etmiş olan Ebû Bekr el-Fazl Muhammed b. İdris el-Bitlîsî, sonra da (1256) târihinde vefat eden Ferruh İsmail Efendi Türkçe'ye çevirmiştir. Ferruh Efendi'nin tercemesine (Mevâkib) nâmı verilmiştir.
Hüseyn Vaiz: bir de Emir Alişir nâmına unvâniyle Fârisî bir tefsir yazmaya başlamış, fakat bunu itmam edememiştir. Bu tefsir, Sûre-i Bakare ile Sûre-i Âl-i İmrân'ı muhtevidir. Bu nun mukaddimesinde tefsir ve te'vîlin mâhiyetine ve tefsire müteallik yirmi iki ilim ve fenne dair nâfi' ma'lûmat vardır.
Bu tefsirin bir nüshası (1268) sahifeden ibaret olarak Hamidiye Kütüphanesinde (118) numarada mevcuttur.
İsmail Hakkı merhum, Rûhu'l-beyân'ında Zâtın tefsirinden arasıra bâzı şeyler iktibas etmiştir. Başka âsârı da. Vardır.Va'z u nasihatinde büyük bir te'sîr var idi.Bu cihetle Vaiz lâkabîyle iştihar etmişti. Fenn-i inşâya da bi-hakkın âşinâ idi.
Me'hazlar: Keşfu'z-zunûn, Sefînetü'ş-şuarâ', Lûgat-i târihiyye ve coğrâfiyye.[40]
Celâlü'd-Dîn Muhammed b. Es'ad es-Sıddîkî eş-Şâfiî, meşhur bir âlimdir. Kâzerun mülhakaatından (Devvân) karyesinde (830) târihinde doğmuş, bilâhare diyâr-ı Rûm'a, Horasan'a, Mâverâü'n-Nehr'e rıhlet etmiş, (907) veya (918) târihinde vefat eylemiştir. Kabrinin Devvân'da. bulunduğu mervîdir. Rahmetu'llâhi aleyh.[41]
Muhammed Devvânî, her ilimde ve bilhassa aklî ilimlerde bir mütehassıs idi. Mahbûbî Lârî'den, Hasen el-Bakkal ve sâireden ilim ahzetmiş, Fâris ikliminde kadılık yapmış, vaktinin büyük bir kısmını Şiraz'da, geçirmiş yüksek bir mütefekkirdir. Lâfziyle başlayan sûrelere ayrı ayrı tefsirler yazmıştır ki, hepsine birden nâmı verilir.
Müellefâtı: İngilizceye çevrilmiştir. Eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-Fevâidü'l-behiyye, Kaamûsü'l-a'lam.[42]
Muhammed b. Mübarek el-Kazvînî, ulemâdan bir zâttır. Babası etibbâdan bulunuyordu. Aslen İran'daki Kazvin Şehri ahâlîsindendir. (908) de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[43]
Hakim Şâh, Celâlü'd-Din-i Devvânî'nin tilmizlerindendir. Mekke-î Mükerreme'yi ziyaret edip orada mücavir kalmıştı. Müeyyed-Zâde'nin tavsiyesi üzerine Sultan Bâyezîd tarafından İstanbul'a da'vet edilmiştir. İkinci Sultan Bâyezîd devri ulemâsından dır. Sultan Süleyman devr-i saltanatında vefat etmiş olduğunu Keşfü'z-zunûn kaydediyor. Tefsir, kelâm, fıkıh, mantık, tıb, edebiyyat hususlarında büyük bir vukuf sahibi olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır.
Müellefâtı: Fetih Sûresinden âhir-i Kur'ân'a kadardır ki pek kıymetli, bedîü't-terkip görülmektedir. Fâtiha-i Şerîf'e den hatimesine kadar âyetleri, sûreleri rabtedip aralarındaki irtibatı göstermek için müstakil bir kitap yazmış olduğu da rivayet olunuyor. Tıbba dâirdir. Osmanlı şâirlerini ilâve etmiştir.
Me'hazlar: Keşfiuz-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye.[44]
Ebu'1-Fazl Abdu'r- Rahmân Celâlü'd-Dîn b. Kemâlü'd-Dîn el-Hudayri meşhur büyük bir âlimdir. (849) 'da Kahire'de doğmuştur. Babası Kahire kadısı bulunuyordu. Kendisi henüz beş yaşında iken yetim kalmıştır. Ecdadı Mısır'ın (Süyût) kasabasında ikaamet etmiş oldukları için oraya nisbet edilmiştir. (911) târihinde Kahire'de vefat edip Karâfe kapısı hâricinde nâmına izafe edilen makbereye defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[45]
İmam Süyûtî, daha sekiz yaşında Kur'ân-ı Mübîn'i hıfz etmiş, bâzı metinler ezberlemiş, ba'dehu Alemü'd-Dîn Bülkînî, Allâme Muhyi'd-Dîn Kâfiyeci gibi meşâhirden ilim ve irfan tahsil ederek (866) da icazet almış, Şerefü'1-Menâvî'ye, et-Takıyyü'ş-Şümmünî'ye mülâzemette bulunmuştur.
Şâfiiyyü'l-mezheb olan Süyûtî, İslâm âleminin yüksek âlimlerine mülâki olup malûmatını artırmak için seyahata çıkmış, Dimyat'a, İskenderiye'ye, Şam'a, Hicaz'a, Yemen'e, Hind'e, Magrib'e, Sudan-ı garbî'deki Tükrûr'a —Eâlî'ye— gitmiş, asrının maârifini, şuûnunu yakından ta'kîbe çalışmıştır.[46]
İmam Süyûtî, zamanının teferrüd etmiş bir allâmesi idi, şöhretçe bütün muasırlarına galebe etmiş, vücûde getirdiği kıymetli eserleriyle nâmını herkesten ziyâde ibkaaya muvaffak olmuştur. Bilhassa tefsir, hadis, fıkıh, nahiv, belagat, lügat, târih ilimlerinde bir mütebahhir idi. Eslâfın ulûm ve fünûnunu ahlâfa devretmek için hıfzetmiş, sonradan geleceklere tahsil yollarını kolaylaştırmış, fevkalâde çalışkan, feyizli bir âlim bulunmuştur.
Mısır'da (Şeyhûniye) medresesinde müderris idi. Senelerce tedris ile ve (871)'den i'tibâren iftâ ile meşgul olmuştu. Ahkâm-ı Şer'iyyede, hadiste, Arabî ilimlerde ictihâd-ı mutlak derecesini ihraz etmiş olduğunu iddia eder, akran ve emsaline tefevvuk ettiğini tahdîs-i ni'met kabilinden olarak söyler, kendisiyle mubâhase ve' münâkaşada bulunacaklara karşı şiddetli bir lisan kullanırdı. Bu cihetle aleyhinde bir cereyan meydana gelmiş, Şeyhûniyye'deki yüksek hizmetine Tombay tarafından nihayet verilmişti. Bunun üzerine inzivaya çekilerek muhalled eserlerini vücûde getirmiştir.
İmam Süyûtî'nin imha ettiği yazılarından başka dört yüz kadar eseri vardır. Müsteşriki ardan bâzılarının ifâdesine nazaran bu eserlerin miktarı 415 veya 560'dır. Bu eserlerin mühim bir kısmı matbû' dur. Bu eserlerden bir çoğunun münderecâtı, eslâfıh eserlerini aynen veya hulasaten iktibas etmek, ilâveler yapmak suretiyle vücûde gelmiştir. Maahâzâ çok kere me'hazlere işaret edilmiş, ve nakil tarikiyle yazıldığı gösterilmiştir. Binâenaleyh bunlar intihale haml edilemez.[47]
Süyûtî merhum, tefsir sahasında da büyük bir azim ve kudret göstermiş, tefsire dâir müteaddit, kıymetli eserler vücûde getirmiştir. İlk te'lîf ettiği eser, istiâze ile Besmele şerhidir. Celâlü'd-Dîn Ahmed el-Mahallî'nin itmamına muvaffak olamadığı muhtasar, müfîd tefsiri de aynı tarz üzere ikmâl etmiştir ki, "Tefsîr-i Celâleyn" unvâniyle ma'ruftur.
Bu muhterem müfessir, kendi ifâdesine nazaran, unvâniyle bir tefsir-i şerif yazmış, tefsir kitaplarından aldığı ahâdîs ve âsân bütün senedleriyle zikrederek birçok müeelledât vücûde getirmiştir. Fakat bilâhare bunu okuyacak kimselerden ekserisinin himmetlerindeki kusuru gördüğünden ihtisarına lüzum hissetmiş, senedleri tayy, yalnız
me'hazları zikretmek suretiyle, unvâniyle bi'n-nisbe muhtasar bir tefsir tertip etmiştir ki, bu da beş ciltten müteşekkildir.
Bu mübarek tefsirde her sûrenin âyetleri tamamen yazılmamıştır, belki haklarında hadîse, âsâra dâir bir şey mevcûd olan âyetler alınmış, onlara müteallik her ne rivayet varsa nakledilmiştir.
İşbu Ed-Dürrü'1-mensûr kısmen Tefsîr-i Taberî tarzında yazılmış, fakat Taberî tefsîrindeki rivayetlerin tercih ve tashihine, tenkid ve muhakemesine âit bulunan tetkîkat ve tahkikattan hâlî bulunmuştur.
Ed-Dürrü'1-mensûr dirayet tarikiyle alakadar değildir. Rivayet tarîkına büyük bir inkişaf vermiştir. Âyât-ı celîle hakkındaki rivayetlere muttali' olmak isteyen, rivayet tarikiyle tefsir yazmak arzusunda bulunan zevat' için Ed-Dürrü'1-mensûr, pek zengin bir me'haz teşkil eder.
Süyûtî merhum, tefsîr-i Kaazî üzerine yazmış olduğu pek kıymetli hâşiyesiyle de tefsire büyük bir hizmette bulunmuştur.
Müellefatı: Kaazi haşiyesidir. Merv şehrinde neş’et eden meşhur alimleri bildirir. Mısır’ın asar-ı atikasına ait bir tarihdir. Ulum-ı lugat hakkındadır. Mu’cemü’l büldan’ın muhtasarıdır. Sünen-i Nesei şerhidir. Mevaıza dairdir. Makaametü’n-Nesei diye ma’ruftur. Manzumdur. Ve saire.
306-Ni’metu’llah Nahcivani:
Mevlânâ Ni'metu'llâh b. Mahmûd, Şeyh Alvân denmekle ma'ruf, büyük bir zâttır. Azerbaycan'ın "Nahcivân" beldesinde doğmuş, bilâhare gelip tavattun etmiş olduğu Akşehir'de (920) senesi vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Ni'metu'llâh Nabcivânî, Şakaayık-i Nu'mâniyye'de denildiği veçhile "Ulûm-i Rabbâniyyede mütebahhir, esrâr-ı İlâhiyye deryalarına garik" bir ariftir. Gençliğinden i'tibâren asrının âlimlerinden ilim ve irfan tahsiline başlayarak zâhîrî ilimleri öğrenmiş sonra Söfiyye tarîkına intisâb ederek inzivaya çekilmiş, ma'nevî ilimler ile de zâtını tezyine muvaffak olmuştur. (904) târihinde Tibriz'den çıkarak diyâr-ı Rûm'a rıhlet etmiş, (905)'de Akşehir'e gelip orada ikaametle neşr-i fazilete başlamış, halkı tenvir ve irşada çalışmıştır.
Bu muhterem mürşid, fıkhen Hanefî mezhebine tâbi', zühd ü takva ile muttasıftır. Tarikat i'tibâriyle de Nakşibendiyedendir. Kendi zevk ve şuhûduna, kendi ilhâmât ve mükâşefâtına dayanarak vâcid ve mevcuda dâir bî-ma'nâ tefevvühatta bulunan mütesallif mutasavvifeden müteberrîdir. Eserlerinden muteşerri', ma'nevî füyûzâta nail, nezih ahlâk ile muttasıf, muktedir bir zât olduğu anlaşıimaktadır.
Ni'metu'llâh Nahcivânî, tefsirlere müracaat etmeksizin tasavvuf neşvesiyle lâtif, bedî' bir tefsir yazmıştır ki, ismi dir. Bu tefsir, te'vil ve tasavvuf bakımından pek güzide bir eserdir. Bunun mukaddimesinde maarif ve hakaayıka, mükâşefât ve müşâhedâta ve alelıtlak evâmir ve nevâhîye, vahy ve ilhama, nübüvvet ve velayete, ve saireye dâir bâzı malûmat verilmiş, sonra her sûrenin evvelinde o sûrenin mutazammın olduğu esrar ve letâife mücmelen işaret olunmuş, daha sonra âyetler, mücmel, fakat pek mükemmel bir irtibat ve insicam dâiresinde zahirî ve batini ma'nâlarına göre tevcîh edilmiştir. Sûrelerin sonunda da ihtiva ettiği âyetlerden yapılacak istifâdeye, alınacak intibah dersine dâir pek arifane, mutasavvifâne sözler vardır.
Bu mübarek tefsirden bir nümûne olmak üzere Mü'ninûn sûresinin son âyet-i celîlesi hakkındaki beyanâtı nakledeceğiz :
Ey Peygamberlerin en mükemmeli! Sana uyanların, yoluna gidenlerin hepsine talîm için kendilerine tenbîh ve tezkîr içinde de ki : Ey beni hıfzında, civarında terbiye eden benim varlığımdan ibaret olan günâhımı benim basiret gözümden setreyle. ve kendi hüviyyetimi Senin hüvıyyetinde nefy ve ifna hususunda bana rahm et, yâ Rabbî! ve Sen’in zâtınla, esma ve sıfatının muktezâsmca sın ki, Sen'den başka rahîm olanlar, Sen'in İsimlerinin gölgelerinden, vasıflarının akislerinden başka değildirler. Hâsılı hepsi de Seninledir. Sen'dendir, Sen'de (fânî)'dirler. Sana (müteveccih)'dirler. Sen'den başka ne rahim, ne de Sen'den başka bir mürebbî vardır.
Sonra da bu mübarek sûrenin tefsiri şöyle bir mev'ıza ile nihayet buluyor : Ey ubûdiyyet ve ihlâs makaamında tahkik sahibi olan Muhammediyy! Hak Teâlâ'nın sana Nebiyy-i zî-şânının lisâniyle işittirmiş olduğu bu kelimelere (her zaman) bâ-husûs yalnız kaldığın anlarda, namazlarının nihayetlerinde sâdık bir azm ile, bir sem'-i kabul ve rızâ ile devam etmelisin. Tâ ki kalbinde yerleşip kalabilsin, sırrında, sinende müstekar bir hâle gelsin, bir derecede ki lisânın tercüman olmaksızın hâlin bunları söylesin, sana ne zaman bu yüksek mertebede tahakkuk ve temekkün hâsıl olursa fenâ-fi'llâh, bekaa-bi'llâh mertebesine yükselirsin. Bu hâl ise senin rüsûm-ı hüviyetin muzmahil olmadıkça, levâzim-ı mâhiyyetin dağılmadıkça tamâm olmaz. Bir tarzda ki senin teayyünâtın re'sen sukut eder, nâsûtî olan teşahhusâtın bil-külliyye fena bulur, artık bu zaman kazanacağın şeyi kazanmış, ereceğin şeye ermiş olursun. Allâhu Teâlâ'dan öteye ise ne bir maksat, ne de bir müntehâ mevcuttur.
Velhâsıl: Bu mübarek tefsirde idrâkinden âciz bulunduğumuz birçok hakaayık ve dekaayık münderiçtir.
Müellefâtı: Matbu' iki cilttir. Bunun (901)'de müellifinin el yazısı ile yazılmış bir nüshası Enderûn-i Hümâyun'da Üçüncü Sultan Ahmed Kütübhânesinde mevcuttur. Ve saire
Me'hazlar: Şakayık-ı Nu’maniyye, El-Fevait mukaddimesi, Osmanlı Müelliferi, Keşfü'z-zunûn.[48]
İsmâil Kemâlü'd-Dîn b. Bâlî el-Karamânî, değerli, bir âlimdir. (920) de vefat etmiştir. Edirnekapı'sı hâricinde Emir Buhârî tekkesinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[49]
İsmâil Karamani, bilgili bir zâttır. Ahmed Hayâlî' den, Molla Husrev'den ve daha başka zevattan ilim tahsîl etmiş, Edirne'de müderrislik yapmış, bilâhare İstanbul'da Medâris-i Semâniyye'den birinin müderrisliği uhdesine tevcih edilmiştir. Hanefî fukahâsındandır.
Müellefâtı; Bu son eseri, Sultan Bâyezid zamanında yazmıştır. Târihi dır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-Fevâidü'l-behiyye, Osmanlı müellifleri.[50]
Mevlâna Abdu'r-Rahmân b. el-Müeyyed Alî, Amasya'lı, fuzalâdan bir zâttır. (860)'da doğmuş, (922)'de vefat etmiştir. Kabri, Sultan Eyyûb Türbesi baş tarafındadır. Rahmetullâhi aleyh.[51]
Müeyyed-Zâde, kudretli bir âlim idi, aynı zamanda şâir ve hattat bulunuyordu. İran'a giderek Celâl-i Devvânî'den icazet almıştı. Şöyle ki: Bu zât Amasya Sancağında Şehzade Bâyezit ile pek dostâne bir halde yaşıyordu. Sultan Fâtih'e gamz edilerek katline ferman sâdır olmuştu. Keyfiyyetten haberdâr olan Bâyezit, bu mübarek zâtı (881) senesi Çerkeslerin idaresinde bulunan Haleb'e gönderdi. Orada Zemahşerî'nin Mufassalı'nı okudu, ma'fûmâtını tevsî' için Mevlânâ Celâlü'd-Dîn Devvâni'nin derslerinde bulunmak üzere Şîraz taraflarına çıkıp gitti, yedi sene bu zâttan, tefsir, hadîs ve sâir ilimleri okudu. Kendisinden icazet aldı. Sultan Bâyezid'in culûsu üzerine Anadolu'ya döndü, (880)'de Amasya'ya dâhil oldu, kırk gün sonra İstanbul'a gelerek kudret-i ilmiyyesini ulemâya müderrislikte, kadılıkta bulundu, Rumeli Kazaskeri de oldu. Sultan Selim ile Çaldıran seferinde bulundu, daha sonra Sultan Selim bu zatı, Rumeli kadılığından azletmiştir. Mahlası (Fatihi)’dir. Selim Bayezid'e Farsça, Sultan Selim'e de Arapça birer kaside takdim etmişti.
Bir beyti:
Çâk olan dest-i cefâ ile girîbânımdır.
İlişen har-ı gam u mihnete dâmânımdır.
Müellefâtı: Mukaddimesinde Sultan Bâyezid'in ismini zikretmiştir.[52] âyet-i celîlesi hakkında bir risalesi de vardır.
Sultan Korkud'a ihdâ etmişti.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniyye.[53]
Şeyh Cemâlü'd-Dîn İshâk, Karamanlı muhterem bir zâttır. (923)'de ve Keşfü'z-zunûn'a göre (930 veya 933)'de; Sicill-i Osnıâniyyeye göre (940)'da vefat etmiştir. Sütlüce'de türbesi vardır. Rahmetullâhi aleyh, vefatına târih düşmüştür.[54]
Cemal Halîfe, âlim, tasavvufa âşinâ bir zâttır. Mevlânâ Kestelî'den istifâde etmiş, Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî'nin hulefâsından Karaman'lı Habîb Halvetî'den tarikat ahzetmiş, tasavvuf öğrenmiştir. Pir Paşa'nın yaptırdığı tekkede şeyh olup va'z ile tefsir ile meşgul olurdu. Yazısı güzel olmakla Fâtih Sultan'a Kâfiye yazıp ithaf etmiştir. Şakaayık sahibi diyor ki:"Ben bu zâtı maraz-ı mevtinde ziyarete gittim, kendisinden nasihat diledim, buyurdu ki: Erbâb-ı irfan ve ashabı ikan, zamanımızda mesâlik-i Söfiyyeye salık olmamak gerektir. Zira şimdiki hâle göre mutasavvifeden ahvâl ve taallüm-i tasarrufu bilir kimse kalmamıştır, Tevhîd ile ilhad biribirine müteşâbih nesnelerdir. Onları biribirinden temyiz etmek değme kimsenin hâli değildir, imdi sen kendi tarîkinde sâbit-kadem olmak eslemdir. Amma şöyle ki, tarik-ı tasavvufa mahabbet hâtir-ı âtırına galebe eylerse, meşâyih-i ızamdam şir'at-ı şerîatte sabit kadem olur bir şir’ati kavi kimse ihtiyar edip ol makule azizin zeyl-i sohbetine teşebbüs ve habl-i metîn-i şeref-i mukaarenetine iltica, eyle." Bundan iki gün sonra vefat etmiştir.
Müellefâtı: Mücâdele sûresinden nihâyet-i Kur'ân'a kadardır. Ayetleri onar veçhile tevcih etmiştir. cem'iyyetli, faydalı bir haşiyedir. Şeyhü'l-İslâm Mûsâ Kâzım Efendi tarafından terceme edilmiştir. Sâir eserleri ve Arapça kasideleri de vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı Müellifleri, Sicill-i Osmani, Şakaayık tercemesi.[55]
Ebû Yahya, Zekeriyyâ b. Muhammed b. Zekeriyyâ es-Seniki el-Mısrî, meşâhirden bir zâttır. Mısır'ın şarkında "Senîke" denilen bir mahalde (824) târihinde doğmuş, Kahire'de yetişmiş, (906)'da gözlerine a'mâ ârız olmuş (926) ıda vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[56]
Şâfiiyyü'l-mezheb olan Zekeriyyâ el-Ensârî, tefsir, hadîs, fıkıh, usul kırâet, tasavvuf, belagat, lügat, hendese, hey'et, tıb ilimlerinde bir üstâz idi. Huffâz-ı hadîsden bulunup Şeyhü'l-İslâm unvanını ihraz etmişti. Hafız b. Hacer'den Muhyi'd-Din-i Kâfiyeçi'den, Îbnü'l-Hümâm ile Alemü'l-Bülkînî'den, Şeref Menâvî ile sâir eâzımdan ilim ahzetmistir. Bidâyeten ihtiyaç içinde yaşarken bilâhare ilim ve irfanına hürmeten kendisine takdîm edilen hedâyâ ve atâyâ ile büyük bir servete mâlik olmuş, bununla nefis kitaplar cem'ine imkân bulmuş, kendisine intisâb edenleri ilminden, malından müstefîd etmiştir.
Sultan Kayıtbay'ın ilhâhiyle on sene kadar kadılık yapmış, Kazı'l-Kuzât olmuş, fakat Sultan'ın bâzı hususlarda hakdan udûl ettiğini görünce yazdığı mektuplariyle kendisini hakka da'vet, zulümden men'e gayret gösterdiğinden dolayı azledilmiş, vefatına değin münhasıran ilim ile iştigale devam etmiştir.
Kaazî Beyzâvî'nin tefsirine unvâniyle bir ciltlik bir ta'lîkaası vardır, Envârü't-tenzil'de sûrelerin fazâiline dâir münderiç bâzı ahâdîs-i mevzûaya tenbih etmiştir.
Bir de: adında bir muhtasar eseri vardır ki, bunda muhtelif ve gayr-i muhtelif müteşâbih âyetler zikredilmiş ve Kur'ân-ı Mübîn'in suâl ve cevaplarından bâzı numuneler gösterilmiştir. Bu eser matbû' dur.
Müellefâtı; Bunun bir nüshası Dârü'l-Kütübi'l-Mısrıyye'de (176) numarada mevcuttur. fıkh-ı Şafiî'ye dâirdir. fıkh-ı Şafiî'ye aittir. metin, usulden olup Zerkeşî'ye aittir. Fıkıhtandır. Belagata dâirdir. Vakıf ve ibtidaya dâirdir. Matbû'dur. Belagata dâirdir. Bütün bu eserler matbu’dur.
Me’hazlar: Tabakaatü’s-Sübki, Keşfü'z-zunün, El-A’lam Mu’cemü’l matbuat.[57]
Zeynü'd-Dîn,Abdu'r-Rahmân b.Muhammedb.Abdu'r-Rahmân, Kudüslü bir âlimdir. Alî b. Uleym-i Mukaddesî'ye mensuptur. (860)'da Kudüs'de doğmuş, (928)'de Kudüs'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[58]
Ebü'1-Yümn, Hanbeliyyü'l-mezheb, zekî, fatîn, müverrih bir zât idi. Birçok zevattan tahsil yapmış, bâ-husûs Şihâbü'd-Dîn Ahmed el-Amîrî'nin ve Takıyyü'd-Dîn İsmail el-Mukaddesî'nin meclislerine mülâzemet etmiş, Kudüs'de Kaazı'l-Kuzât olmuştur.
Mürllefâtı: iki cilttir. Bu eser matbu'dur, Fransızca'ya terceme edilmiştir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-Matbûât.[59]
Amasya'lı Akbilek Yahşi Halife, mübarek bir zâttır. (930)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[60]
Yahşi Halîfe, ilk tahsilini memleketinde yapmış, sonra Arabistan'a giderek İmam Süyûtî, Şeyhü'l-İslâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Şemsü'd-Dîn Muhammed es-Sehâvî gibi meşâhirden tahsilini ikmâl etmiş, daha sonra vatanına dönerek kırk sene kadar tedris ile uğraşmıştır. Değerli, fakîh bir âlimdir. Birçok tefsirler hıfzında imiş, va'z esnasında birçok hakaayık dermeyân edermiş. Resûl-i Ekrem Hazretlerini birçok defa rü'yâsında görmek şerefine nail olmuştur. Adında bir tefsiri vardır. Adında da bir eseri varmış. Bu eser, Keşfü'z-zunûn'da ( Şeyh Yûsuf b. Ya'kub el-Halvetî) ye nisbet edilmektedir.
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri, Şakaayık tercemesi — Mecdi Efendi.[61]
Ahmed Şemsü'd-Dîn, Kemâl Paşa-Zâde Süleyman Bey'in oğludur. Tokat'ta (veya Edirne'de) doğmuş, (940) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı'sı hâricinde Mehmed Çelebi zaviyesi denilen mahaldedir. İhtizârı hâlinde söylediği: cümle-i duâiyyesi vefatına târih düşmüştür. Cümlesi de bir târih teşkil etmektedir.
"Vay gitti Kemal'i bu asrın" mısraı da ayrıca bir târihtir.[62]
İbn-i Kemâl' in ceddi, Osmanlı ümerâsından idi, babası da o meslekte idi. Binâenaleyh kendisi de bidâyeten o mesleğe sülük etmiş, İkinci Bâyezid zamanında birçok seferlere iştirak eylemiş, askerlikte büyük bir iktidar göstermişti.
Fakat otuz akçe ile Filibe müderrisi olan Molla Lûtfî'nin bir gün Evrenos-Zâde Ahmed Bey'e takaddüm ettiğini görünce ilmin ne derece şerefli bir şey olduğunu, âlimlerin ne kadar yüksek bir mevki' sahibi olduklarını düşünerek ilmiye mesleğine intisâb etti. Asrının ne kudretli âlimlerinden ve bilhassa Hatib-Zâde'den, Mevlânâ Muarref-Zâde'den, Kestelî gibi fuzalâdan ders aldı, en büyük âlimler ile müsâhib olmağa başladı, iltimâa müntehi olan zekâsı az bir müddet içinde kemâliyle inkişâf ederek kendisini ilimce pek parlak, pek ulvî bir mertebeye yükseltti .[63]
Asrının en dırahşan bir simâ-yı ilm-ü irfanı kesilen İbn-i Kemâl, ilmiyyenin âdeti veçhiyle evvelâ tedrise başladı, Edirne'de Alî Paşa medresesinde, Üsküp'te İshak Paşa medresesinde, yine Edirne'de Çelebi ve Üç Şerefeli medreselerinde, İstanbul'da Semâniye medreselerinden birinde, tekrar Edirne'de Bâyezit medresesinde müderrislik yaptı, sonra da Edirne kadılığına ve bilâhare (922)'de Anadolu kazaskerliğine ta'yîn edildi. Sultan Selim ile beraber Mısır seferinde ve sâir seferlerde bulundu. Mısır'da büyük âlimler, ile musahabelerde, münazaralarda bulunarak fazl u kemâlini isbât etti, artık şeref ve şanı pek yükselmişti. Maahâza bir müddet de ma'zûl kaldı, fakat Sultan Süleyman devrinde Şeyhu'l-İslâm Alî Çelebi Efendi'nin (932)'de vefatı üzerine meşihat mansıbını ihraz etmiş, şeref ve şanı bir kat daha yükselmiştir.
Zamanının en büyük âlimi olan İbn-i Kemâl, iftâ makaamını bî-hak-kın ihraz etmiş, şer'î mes'eleleri hail u fasl hususunda fevkalâde bir iktidar göstermiş olduğundan (Müfti's-sekaleyn) unvanını almış, vefatına kadar o makamda kalmıştır.[64]
İbn-i Kemâl, vücudlarına birkaç asırda bir tesadüf olunabilecek pek mütefekkir, mütebahhir âlimlerden biridir. Nazarları ilmi mes'elelerin en derinliklerine nüfuz ederdi. Kendisi en muktedir âlimlerin eserlerini intikaada tâbi' tutmaktan, en müşkil mebhasleri münâkaşa sahasına koymaktan büyük bir zevk duyardı. Bu cihetledir ki, pek kıymetdar olan ye büyük tetkîkaata müstenit bulunan eserlerinde bu azametli hissiyyâtın talâtumu dâima göze çarpar durur.
Vâkıâ ruhunu dâima tehyîc eden, fikrini her an faaliyete getiren lâtîf, heyecanlı bir ilim ve irfan temevvücâtı, bu zekâ hârikasını pek tenkitkâr bir hâle getirmişti. En büyük, en meşhur âlimlerin eserlerine haşiyeler yazar, onları intikaada çalışır, hiç kimsenin hatırına gelmiyecek ince nükteler faydalar keşfederdi.
Allâme Ebu'l-Hasenât Muhammed Abdu'1-Hay el-Lûknevi. İbn-i Kemâl'in bu garip ruhî halatını güzelce anlamış olduğundan unvanlı eserinde diyor ki: "İbn-i Kemâl'in musannefâtından olun adlı kitabını mütâlâa ettim., muhakkik, müdekkık bir zât, Sadrü'ş-Şerîa'nın (Vikaaye)'siyle şerhine i'tirazlâr, iradlar serdedip durmuş, bu hususta kendisini pek haris buldum, fakat bunların ekserisi gayr-ı vârid, bu i'tirazlâr, ne Vikaaye ile şerhinin iştiharına, ne de kendilerine i'timâd edilmesine noksan vermiştir. İbn-i Kemal'in Islah ve İzâh'ı ise bu iki kitabın nail olduğu iştihar derecesine erememiştir. Hak olan şudur ki: Bir kitabın istifâde erbabı yanında kabule, fuzalâ nazarında i'timâda mazhar olmasının medarı, müellifinin fazileti miktarına göre değildir, bu, ancak Rabbu'l-Alemîn'in bir fazlıdır. Bunun medarı, niyyettir, amellerin hükmü niyyete göredir.”
Abdu'1-Hay el-Lûknevî sözüne devam ederek diyor ki: "Reddü'l-Muhtar'da Tabakaatü't-Temîmî'den naklen deniliyor ki; (Allâme Ahmed b. Süleyman, her ilimde yed-i tûlâ sahibi idî, hiçbir fen yokdur ki. ona dâir bir veya müteaddit kitabı bulunmasın. Te'lîfâtının kesreti, ittilâının vüs'ati itibariyle Celâlü'd-Dîn-i Süyûtî gibidir; diyâr-ı Mısriyye'de Süyûtî ne ise diyâr-ı Rum'da da İbn-i Kemal odur. Bence İbn-i Kemal, Süyûtî'den daha ziyâde dikkat-i nazara, hüsn-i fehme mâliktir, her ikisi de asrının zîneti idi.) Fakat ben derim ki: İbn-i Kemâl her ne kadar edebiyyâta, usûle ittıla’ cihetiyle Süyûtî'ye müsavi olsa da hadîs ilimlerinde ona müsâvî olamaz, Süyûtî bu ilimler bakımından daha vâsi' bir nazara, daha ince bir fikre mâlikti, zannımca Süyûtî'den sonra kendisinin bir misli daha gelmemiştir. İbn-i Kemal ise hadîs ilminde bızâası azdır. Netekim müellefâtını mütâlâa edenlerce hafi değildir. O halde aralarında semâ ile arz derecesinde tefâvüt vardır."
Filvaki' İbn-i Kemâl, dirayet i'tibâriyle Süyûtî'ye müsâvî, belki ondan daha ince fikre ve nazara, muhakemeye mâlik ise de rivayet i'tibâriyle onun derecesini hâiz görülemez. Bu hususta Lûknevî haklıdır. İbn-i Kemâl'in Hadîs-i erbain risalesi ve Meşâriku'l-envâr şerhiyle Süyutî'nin binlerce ahâdîs-i şerîfeyi cami’, muhalled eserleri mukaayese edilirse aralarındaki fark tebarüz eder.[65]
Hanefiyyü'l-mezheb olan İbn-i Kemâl'in bütün müellefâtında tecellî eden parlak iktidarı, tefsirinde de mütecellî olmaktadır. Münakkah bir üslûb ile yazmış olduğu tefsîr-i şerifi, nisbeten Kaazî tefsiri kadardır. Bu tefsirde âyetlerin ma'nâları yazılmış, aralarındaki münâsebetler gösterilmiş, lisâna âit kaaideler lüzumu derecesinde îzâh edilmiş, târihe müteallik hususlar hakkında kâfi miktar ma'lûmat verilmiştir,
İbn-i Kemal'in ilmindeki vüs'at ve kuvvetten münbais olan intikad fikri, tefsirinde de kendini göstermekten geri kalmamıştır. Keşşaf gibi, Envârü't-tenzîl gibi bir kısım meşhur tefsirlerdeki bâzı tevcihlere, te'villere İbn-i Kemal'in tefsirinde sarahaten veya zımnen i'tirâz edilmiş, bu hususta daha sahîh olan tevcih ve te'vîlin neden ibaret olduğuna işaret olunmuştur.
Pek güzel olan bu tefsir kitabı ne yazık, ki tamam değildir, Sâffât Sûresine kadar yazılmıştır. İbn-i Kemal, bu kıymetli tefsirini ikmâl etmeden irtihâl etmiştir.
Eslâfın böyle nâ-tamam kalan, eserlerinin büyük bir kısmı, ahlâf tarafından itmam edilmiş, tekmileler yazılmıştır. İbn-i Kemal tefsirinin ikmâline himmet edilmemiş olması teessüfe şayandır. Bu mübarek tefsirin yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinin bir çoğunda mevcuttur.
İbn-i Kemal'in Tefsîr-i keşşaf üzerine de ta'lîkası vardır ki, eserlerinin en güzellerinden sayılır.Bunda da Seyyid-i Şerîf'in haşiyesine birçok i'tirazlarda bulunmuştur.[66]
İbn-i Kemâl, büyük bir âlim olmakla beraber muktedir bir müverrih, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâirdir. Mensur yazıları açık, münakkahtır. Manzumeleri de kendine has, sâde bir üslûbu hâizdir. Şiirde mahlas kullanmazdı.
İbn-i Kemâl ile Ebu's-Suûd Efendi arasında mukaayese yapanlar, her ikisini de fıkha, kelâma, usûle ıttıla' i'tibâriyle birer mütebahhir görmekle beraber İbn-i Kemâl'in tasavvuf, hikmet, târih, Türkçe eş'ar i'tibâriyle rüchânına; Ebü's-Suûd'un da edebiyyat, azamet-i üslûb, aheng-i beyân, Arabca eş'ar cihetiyle faîkıyyetine kaail" olmaktadırlar.
Bu iki allâmenin Şeyh Muhyi'd-Dîn-i Arabi'ye dâir vermiş oldukları fetvalarda aralarındaki tasavvuf farkının tecellîsi meşhurdur.
İbn-i Kemal'in Sultan Selim hakkında meşhur bir mersiyyesi vardır. Mısır seferinden dönüşte İbn-i Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamurlar, Sultan Selinı'in elbisesine dokunmuştu. O büyük Sultan: "Ulemânın atı ayağından sıçrayan çamur, benim için zînet ve mefharete medardır, bu elbisem vefatımdan sonra sandukamın üzerine konulsun." demişti, işte ilim ve ma'rifetin kadrini bu derece i'lâ eden o büyük cihangir hakkında İ bn-i Kemal, şu beyitleri hâvi mersiyyesiyle teessürlerini izhâr etmişti:
"Azimde nev-civan ve hazımda pîr
Sâhibü's-seyf, sâhibü't-tedbîr
Şems-i asr idi, asırda şemsin
Zılli memdûd olur, zamanı kasır
Hayf Sultan Selîm'e hayf, diriğ,
Hem kalem ağlasın ana hem tîğ"
Müellefâtı: İbn-i Kemal'in eserleri üç yüzden fazla tahmin ediliyor. Bir kısmı şunlardır: usûl-i fıkha âit matbu' bir eserdir. Buna şerh te yazmıştır. ferâize mütealliktir. Belâgatedâirdir. Bunlar kelâma aittir. Fetva mecmuasıdır. Arabi' den Fârisî'ye terceme edilmiştir. Fârisîce müteradif lâfızlar arasındaki farkı gösterir. Gülistan'a naziredir. Matbu’dur. Tıb ile alakadar olup basılmıştır. Matbu’dur.
Me'hazlar: Eş-Şakaayıku'n-Numâniyye, El-Fevâidü'l-behiyye, Keş-fuz-zunûn.[67]
Hatîb, Ebu'1-Fazl el-Karşî es-Sıddîkî, müdekkık bir âlimdir (940) da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[68]
Ebu'1-Fazl, tefsire, Arabiyyâta lâyıkıyle vâkıf, mütefekkir bir zâttır. Tefsîr- i Beyzâvî üzerine yazmış olduğu haşiye, muhtasar, müfîd bir eserdir. Bunda Kaazî'nin bâzı noktalarına ilişir, müşkil ifâdelerini halleder, âlimâne mütâlâalarda bulunur, bâzan Kaazî ile Zemahşerî'nin ibareleri arasında mukayeseler yapar, ince nüktelere işaret eyler. Kaazî'nin ibaresi dolayısiyle diyor ki: "Mülk, âlem-i şehâdettir, Melekût da mugayyebattır. Ceberut ise lmâm-ı Gazâlî'ye göre âlem-i maânîdir, umûr-ı ilmiyyedir, Fütuhat sahibi Şeyh Kâmil'e göre de âlem-i nüfûstur. Ceberuttan maksat "âlem-i ukuldür" de denilmiştir... Evlâ olan dan murad, esrâr-ı Ulûhiyyettir. Yâni zât ve sıfât-ı mukaddeseye müteallik umurdur." denilmesidir.
Me'haz: Keşfü'z-zunûn.[69]
Şeyh Mehmed b.Şeyh Bedrü'd-Dîn Mahmûd, Muğla'lı bir âlimdir. (940)'da Bursa'da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[70]
Mehmed Muğlavî, fâzıl, mütefennin bir zâttır. Kütahya'da, Bursa'da tedris ile meşgul olmuştur. Adlı bir eseri vardır ki, bunda yedi matla' ile onbir tabaka üzere bir mukadime îrâd etmiştir. Adlı bir eseri de vardır. Nâmındaki bir eseri de müteaddit fenlere i'tirazları muhtevîdir. Başka eserleri de vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[71]
Hacı Hasan-Zâde Muhyi'd-Dîn, Bahkesir'li bir âlimdir. (941)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[72]
Mehmed Câmî, fâzıl, şâir bir zâttır. Tahsilini Bursa'da ikmâl etmiş, Mahmud Paşa delaletiyle Sultan Fâtih'e takdim edilerek Bursa'ya kadı ta'yîn edilmişti. Sonra kazasker de olmuştur. Tefsîr-i Kaazî üzerine En'âm Sûresine kadar haşiye yazmıştır. Fıkha dâir adlı iki ciltlik bir eseri de vardır. Eş'ârında Vahîd, Câmî tahallüs ederdi. Şiirinden bir nümûne : "Râh-ı gamında olalı gönlüm revân sana Terkeyledi alâkasını gitti can sana."
Me'hazlar: Osmanlı Müellifleri.[73]
Muhyi'd-Dîn Mehmed, ulemâdan bir zâttır, ( 942)'de İznik'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[74]
Muhyi'd-Dîn Karabâğî, değerli, çalışkan bir âlimdir, İznik'de müderris bulunuyordu. Keşşafa, Tefsîr-i Kaazî'ye, Telvîh ile Hidâye'ye ta'likaati vardır. Adında muhâdarâta dâir bir eseri de vardır ki diye meşhurdur. Yirmi üç makaaleden müteşekkil, tefsirlerden, Miftah şerhlerinden ve şiir mecmualarından muktebes birtakım letâif-i edebiyyeyi ve sâireyi câmi' dir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri,[75]
İbrahim b. Muhammed Arabşah es-Semerkandî, meşhur âlimlerdendir. Ebû İshak Esferâyîn'in zürriyetindendir. Babası ve dedesi Esferâyîn'de kadı bulunmuşlardı. (943)'de vefat etmiştir. (951)'de vefat ettiği de mervîdir. Rahmetu'llâhi aleyh.[76]
İbrahim İsâmü'd-Dîn, mütebahhir, müşârün-bi'1-benân bir âlim idi. Abdü'r-Rahmân Câmî'nin tilmizlerindendir. Son zamanlarında Buhârâ'dan Semerkand'e rıhlet etmişti. Birçok faydalı eserleri vardır. Bâ-husûs Kaazî tefsiri üzerine yazmış olduğu haşiye pek derin tahkîkaatı câmî' dir. Bu haşiye, Kur'ân-ı Kerîm'in evvelinden A'raf Sûresinin âhirine ve Kebe' Sûresinin başından Kur'ân-ı Mübî'nin sonuna kadardır. Bunu Sultan Süleyman'a ihdâ etmişti.
Müellefâtı: Telhisü’l- miftah’ın şerhidir. şerhidir. sarf, nahiv, beyâna mütealliktir. Tefsir haşiyesinden mâadası nıatbû' dur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn Mu'cemü'l-matbûât.[77]
Şeyhü'l-İslâm Sa'dullâh Efendi, kudretli bir alimdir Kastamonu civârında Daday'da doğmuş, babasiyle İstanbul'a gelmiş, babası Murad Paşa câmi-i şerifinde imam olmuştu. Sa'dullâh'Efendi (945) târihinde vefat etmiştir. Eyüp Sultan civarında medfundur. (Bekaaya geçti Sa'du'llâh sânî) mısraı vefatına târihtir. Rahmetu'llâhi aleyh.[78]
Sa'di Çelebi, kudretli, müdekkık bir âlimdir, ilk tahsilini babasından görmüş, sonra Mevlânâ Muhammed Samsûnî'den tahsilini ikmâl etmiş, İstanbul'da, Edirne'de müderrislik yapmış, İstanbul kadısı olmuş, İbn-i Kemal'in vefatı üzerine de Şeyhü'l-İslâm'lık makaamına nail olarak vefatına kadar beş sene bu makamda kalmıştır. Hafızası fevkalâde kuvvetli, târihe ve şiire meraklı bir zât idi. Tefsîr-i Beyzâvî üzerine pek makbul bir haşiye yazmıştır ki, Hûd Sûresinden âhir-i Kur'ân'a kadardır. Bu haşiye lâtîf tahkîkaati, nefis mebâhisi câmi'dir. Keşşaf haşiyelerinden telhis edilmiş, bunlara başka tasarrufât ve mütâlâat da ilâve olunmuştur. Bu haşiye, ulemâ arasında i'timâda şâyân görülerek üzerine birçok ta'lîkalar yazılmıştır. Bu zâtın mahdumu Pır Mehmed dahi haşiyelerden bâzı şeyler toplayarak bu haşiyeye ilhak etmiştir. .
Müellefâtı: Eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: Keşfü’z-zunûn, Devhatü'l-meşâyıh.[79]
Hayrü'd-Dîn Hızır b. Mahmûd b. Ömer Atûfî, muktedir bir âlimdir. Merzifon'da doğmuş (948) yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Hazret-i Hâlid civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[80]
Atûfî, mütefennin, fâzıl bir zâttır. İkinci Sultan Bâyezid tarafından Saray-ı Hümâyûn muallimliğine ta'yîn edilmişti. Bilâhare cevâmi-i şerîfede tefsîr-i şerif tedrisiyle iştigale başlamış, daha sonra inzivaya çekilerek te'lîfât ile meşgul olmuştur.
Müellefâtı: En'âm Sûresinden bâzı âyetlerin tefsirini hâvidir. El yazısiyle bir nüshası Üsküdar'da Selim-Ağa Kütüphanesinde mevcuttur. Tıbb-ı Nebevî'den bahistir. Vesaire.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[81]
Muhyi'd-Dîn Mehmed b. Muslihü'd-Dîn Mustafa, fuzalâdan İzmit'li bir zâttır. (951)'de vefat etmiştir. Kabri İstanbul'da Emir Buhârî kurbunda Hoca Hayreddin mescidi hazîresindedir. Rahmetu'llâhi aleyh.[82]
Şeyh-Zâde, muktedir, sâlih bir âlimdir. Tahsilini İstanbul'da Efdal-Zâde' den ikmâl etmiş, müderris olmuş, tarîkate intisâb ederek Emir Ahmed Buhârî hulefâsından Muslihü'd-Dîn Efendi'den istihlâfda bulunmuştur.
Kaazî'ye yazmış olduğu haşiye, pek vazıh, mühim noktaları tenvîre kâfî mu'teber bir eserdir, beş ve dört cilt olarak Kahire'de, İstanbul'da tab' edilmiştir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[83]
Ebü'l-Hasen, Muhammed b. Muhammed Abdu'r-Rahmân ea-Sıddîkî, Mısır'lı bir âlimdir. (899)'da doğmuş, (952)'de vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.[84]
Ebü'l-Hasen el-Bekrî, fukahâdan bir müfessirdir. İsminde bir tefsiri vardır. Fıkıhtan ile de âsârı cümlesindendir. Eş'ârı da vardır. Bu tefsirin bir nüshası İstanbul'da Selim-Ağa Kütüphanesinde (73) numaradadır. Bir nüshası da Koca Râgıb Kütüphanesinde (45) numaradadır.
Me'haz: El-A'lam.[85]
Muh'yi'd-Dîn Muhammed Şâh b. Alî b. Yûsuf, Mevlânâ Fenârî'nin hafididir. (954)'de vefat etmiştir. Eyüpsultan civarında medfundur.[86]
Fenârî-Zâde fuzalâdan, şuarâdan bir zâttır. (948)'de Şeyhü'l-İslâm olmuş, (952)'de kendi arzusiyle tekaüde sevkedilmiştir. Nâ-tamam bir tefsîr-i şerifi, Sadru'ş-Şerîa hakkında risalesi ve Şerh-i Miftah üzerine haşiyesi ve şâir âsârı vardır. Harem-i Şerîf'de mücavir iken Tefsîr-i Şerîf dersiyle meşgul olmuştur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[87]
Bedrü'd-Din Mahmûd Efendi, Aydın'lı bir âlimdir, (956)'da vefat etmiştir.[88]
Bedrü'd-Din Efendi, fâzıl, müfessir, nıuhaddis bir zâttır, İstanbul'da Sofu Paşa medresesinde tedris ve te'lîf ile meşgul olmuştur. Nâmında bir eseri vardır. Osmanlı 'müellifleri, Sicill-i Osmâni.[89] .
Bedrü'd-Dîn Muhammed b. Radiyyü'd-Dîn Muhammed el-Âmirî, değerli bir alimdir. (1960)'da ve bazı zevata göre (984)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[90]
Bedrü’d-Din Gazi, alim,edib,şair,bir zattır.Mezhebce Şafidir. Biri mensur, ikisi manzum olmak üzere üç tefsir yazmıştır. Bir manzum tefsiri yüz seksen bin beyitten müteşekkil olup üç cilt üzere mürettebdir Birçok alimler Kur’an-ı Kerîm'i nazmen tefsir etmeği savab görmemişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in elfâz-ı mübârekesini ve ma'nâsını nazm suretiyle muhafaza ve eda çok kere mümkün olamaz.
Me'haz: Keşfü'z-zunûn.[91]
Mehmed b.Abdü'l-Vehhâb, fuzalâdan bir zâttır.(975)'de vefat etmiştir. İbn-i Kemal'in kabri civarında medfundur. Rahmetu’llâhi aleyh.[92]
Abdü'1-Kerîm-Zâde, İstanbullu, âlim, değerli bir müelliftir. Kazaskerlik rütbesini hâizdi. Kaazî tefsirine bir haşiyesi vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm' in evvelinden Tâhâ Sûresinin âhirine kadardır. Bundan başka Tecrîd'e haşiyesi, Makaamât-ı Harîrî'ye naziresi, Leylâ veMecnun manzumesi ve şâir eş'ârı da vardır. Şiirlerinde "Hayalî" tehallüs ederdi.
Me'hazlar: Keşfü’z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[93]
İbrahim Kemâlü'd-Dîn, Amasyalı bir âlimdir. (975)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[94]
Kara-Dede diye şöhret bulaa Kemâlü'd-Dîn, fâzıl bir zâttır-.Yedi sene Kefe'de müftülük yapmıştır. Kaazî tefsirine haşıyesi vardır. Tabakaatü’n Nuhât, Menâkıb-ı Evliya, Siyâsetnâme adlı üç eseri daha vardır. Son eseri, Şeyhü'l-İslâm Arif Efendi tarafından Türkçe'ye terceme edilmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[95]
Mustafa b. Pîr Mehmed, Aydın'h (Tireli) bir âlimdir. (904) 'de doğmuş, (977) veya (968)'de vefat ederek Edirnekapısı haricindeki Emîr Buharı zaviyesi naziresine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh. Cenaze namazını Fâtih câmİ-i şerifinde Ebu's-Suud Efendi kıidırmıştır. Söfiyye tarîkatine intisabı menkuldür.[96]
Bostan-Zâde muktedir, edebiyata vâkıf bir zâttır. îlm-i kırâette bîr nâdire-i zaman idi. Birçok ilimler ile mücehhez idi. Bursa'da, İstanbul'da müderris olmuş, kadılıklarda bulunmuş, Kazaskerlik makaamını ihraz etmişti, İbn-i Kemal merhumun tilmizlerinden idi. Kaazî'nin En'âm sûresine ait tefsirine haşiyesi vardır. Bu haşiye Sultan Süleyman'ın teveccüh ve iltifatına vesile olmuştur. Bundan başka Sadrü'ş-Şerîa haşiyesi, Islah ve İzah haşiyesi, Cüz'-i lâ-yetecezzâ, Kaza ve Kader risaleleri ve Necâtü'l-ahbâb ve Tuhfetü zevi'l-elbâb adlı eserleri de vardır. Son eseri kimyaya dâir bir mukaddime ile üç babdan müteşekkil muhtasar bir kitapdır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniyye zeyli Atâî.[97]
Muhamnıed Şemsü'd-Dîn b. Ahmed el-Kaahirî, kudretli âlimlerden bir ttır. (977)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[98]
Hatîb Şerbînî, Şafiî fukahâsından müfessir, fâzıl bir âlimdir. Ahmed el-Bürlüsî'den En-Nûrü'1-Mahallî ile Şemsü'r-Remlî'den ve sâireden ilim ahzetmiş, daha üstazları hayatta iken tedrise, iftâya başlamış, kendisinden birçok kimseler faydalanmıştır. Bütün Mısır'lılar kendisinin zühd ü salâhına, ilim ve fazlına kaaildiler.El-Minhâc ile Et-Tenbîh'e iki büyük şerh yazmış, daha kendisi hayatta iken herkes bunları yazmıya, okumaya devam etmiştir.[99]
Hatîb Şerbînî (961)'de Medîne-i Münevvere'de bulunmuş, avdetinde bâzı esdikaasının taleplerine mebnî unvanlı tefsirini yazmıştır, İlim tedvini hususunda eslâfa iktidâ lüzumunu gösterir bir badîs-i şerife imtisal ve tûl-i ahd fütura uğrıyan taliplere yeni bir şevk ve neşve vermek için teedîd-i âsâra lüzum görüleceğini dermeyân ederek bu mübarek tefsiri mutavassıt bir halde yazmağa başlayıp ikmâl etmiştir.
Bu tefsirde ercah olan kaviller iltizâm edilmiş, gayr-i marzî kavillerin zikriyle tatvîl-i makaale meydan verilmemiştir.
Bu tefsirde hilâfiyyâta, i'tikaada müteallik bâzı mühim mes'eleler tahlil edilmiş, gerek rivayet ve gerek dirayet tarikiyle faydalı ma'lûmât verilmiş, bu suretle bu güzide eser zengin bir hâle getirilmiştir. Keşşaf'dan, Kaazî'den, Râzî'den, Hâzin'den istifâde edilmiştir.
Bu tefsirin 1496 sahifeden müteşekkil, nefis yazılı, müzehhep bir nüshası İstanbul'da Veli Efendi Kütüphanesinde (146) numaradadır. Bilâhare Kahire'de dört cilt olarak tab' edilmiştir.
Müellefâtı: matbu' iki cilttir. Bütün bu eserler matbû'dur.
Me'hazlar: Şezerâtü'z-zeheb, El-A'lâm.[100]
Mevlâ Muslihü'd-Dîn Muhammed b. Salâh el-Ensârî, meşhur bir âlimdir. Hind ile Şîraz arasında bulunan "Lar" ülkesinde dünyâya gelmiş, (979)'da Diyarbekir'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[101]
Mevlânâ Lârî, yüksek bilgili bir zâttır. Celâlü'd-Dîn-i Devvâni'nin tilmizlerinden Mîr Kemâlü'd-Dîn Hüseyin'den ve Mir Gıyas'tan ve sair meşâhirden. ilim ve irfan tahsil etmiştir. Bilâhare Hindistan'a giderek Hümâyun Şâh'ın iltifat ve ikramına nail olmuş, bu zâtın vefatından sonra Hicaz'a giderek ba'de'l-hac diyâr-ı Rûm'a azimet etmiş, nihayet İstanbul'a gelerek Ebu's-Suûd Efendi ile ve sair ulemâ ile görüşerek fazl u kemâlini göstermiştir. Daha sonra Diyarbekir'e giderek orada vali bulunan İskender Paşa'ya intisâb ile evlâdının hocası olmuş ve uhdesine Hüsrev Paşa medresesi müderrisliği ruûsu tevcih olmuştur. Nakli ve aklî ilimlerde bi-hakkın temayüz etmiş olduğuna âsâri şahittir. Şiiri de vardır. Ebu's-Suûd Efendi'nin meşhur kasîde-i mîmiyyesine nazire yapmış ise de pek muvaffak olamamıştır. Matlaı şöyledir:
Müellefâh: Bakare ve Âl-i İmrân sûrelerine âit olup dakik mebâhis ile doludur. Abdul-Gafûr diye meşhurdur. Hilkat-ı âlemden kendi zamanına kadar Farsça yazılmıştır
Me'hazlar: Şakaayık-ı Nu'mâniyye zeylı. El-Ikdü'l-manzum fî-zikr-i efâzilî'r-Rum, Kaamusü'l-alâm.[102]
Mevlâ Alî b. Emru'llâh, İbnü'l-Hinâî diye ma'rûf bir âlimdir. (916) târihinde İsparta'da doğmuş, (979)'da Edirne'de vefat etmiştir. Nazır mezarlığı diye meşhur makbereye defnedilmiştir. Rahmettu’llâhi aleyh. Osmanlı müellifleri'nde yazıldığına nazaran babasının ismi Abdu'1-Kaa’dir Humeydî'dir ki, Fâtih'in muallimi iken Mahmûd Paşa'nın siâyetiyle bu vazifeden uzaklaştırılmıştır.[103]
Kınalı-Zâde, yüksek bir âlimdir. Edirne'de, Kütahya'da, Bursa'da, İstanbul'da müderris olmuş, Edirne ve Şam kadılığında bulunmuş, Anadolu Sadâretine yükselmiştir.
Bu zât, mütefekkir bir Türk müellifidir. Keşşafa, Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyeleri vardır. İmâm-ı A'zam'dan İbn-i Kemal'e kadar da yazmıştır. Tecrîd'e ve Mevâkıf'a, Hasan Çelebi'ye haşiyeleri vardır. Dürer ve Gurer'e de nâ-tamâm haşiyeleri vardır. Münşeatı ve güzel eş'ârı da vardır. Hele adındaki kitabı pek meşhurdur. Bu eserinde ahlâk-ı celâli ile ahlâk-ı fâhirî ve muhsinîyi cem’ etmiş, daha birtakım malûmat ile bu eserini tezyin etmiştir ki, emsaline her veçhile faiktır. Bu eseri Şam'da Emîrü'l-Ümerâsı bulunan Alî Paşa için bir senede te'lîf etmiş, kendi nâmına izafe eylemiştir. Matbû'dur. Münşeatı ve üç lisanda eş'ârı vardır. İki kit'ası:[104]
Me'hazlar: Keşfu’z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık zeyli Atâî.[105]
Nûrü'd-Dîn-Zâde Muslihüd'-Dîn, Sofya'lı Bâlî Efendi hulefâsından olup Filibelidir. Zahiri ve bâtını ma'mûr zevattandır. Rıhletleri (Hayrü'l-amel) terkibinin delâleti olan (98l)’dedir, Dersaâdet'de Edirnekapı'sı haricindeki tekyesinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh. Kanunî Sultan Süleyman maiyyetinde (Zigetvar) seferinde bulunmuştur.
Müellefâtı: Eserleri gayri matbu' olup şunlardır : (Sûre-i En'âm)a kadar tefsîr-i şerifleriyle ayrıca Tefsir-i Fatiha ve Ve sâiredir. tasavvuf ve hikmet, ahlâk ve suluktan bahis bir eserdir. (481)'de irtihâl eden meşâhir-i mutasavvife ve ulemâdan Şeyhü'l-İslâm lâkabiyle mülâkkap (Abdullah Ensârî-i Herevî)'nin olup bir hayli zevat tarafından şerholunmuştur.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri.[106]
Ahmed b.Mahmûd el-Asam, Lârende'li fâzıl bir zâttır. (981)'de Karaman'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[107]
Ahmed Karamani, kudretli bir âlimdir. Tarîkat-ı Halvetiye'den müstahleftir. Tefsîr-i Beyzâvî üzerine unvâniyle bir haşiyesi vardır ki, Bakare ve Âl-i îmrân sûrelerine kadardır. Bundan başka Alâü'd-Dîn Alî b. Yahya el-Karamânî'nin adiyle Sûre-i Mücâdele'ye kadar yazmış olduğu dört ciltlik tefsir kitabına tekmilesi vardır. Bir de adiyle Türkçe bir eser yazmıştır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[108]
Zeynü'd-Dîn Mehmed b. Pîr Alî Muhyi'd-Dîn, mübarek bir âlimdir. (929)'da Balıkesir'de doğmuş, (981) senesinde Aydm'a tâbi* "Birki" kasabasında vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[109]
Birgilî merhum, ilim ile takvayı cem' etmiş, zahiren ve bâtmen mükemmel bir hâle gelmiş, metîn, vekar ve temkin ile muttasıf bir fâzıldır. Ahî-Zâde Muhyi'd-Dîn'den ve sâir zevattan ilim tahsîl etmiş, bilâhare Şeyh Abdullah el-Karamânî'ye intisâb ederek Bayramiyye tarîkına dâhil olmuş, daha sonra şeyhinin emir ve tavsiyesiyle müderris olarak yine ilim sahasına atılmış, ilim ve irfan neşrine, va'z ve nasîhata devam etmiştir.
Birgilî merhum, Kanunî Sultan Süleyman zamanında Kazasker Abdu'r-Rahman Efendi'ye mülâzemet ederek bir aralık Edirne'de Kassâm-ı askerî olmuş, fakat zühd ve takvaya müncezib olan ruhu bu vazifeden sıkılmış, muayyen müddetini bitirir bitirmez tarîkate intisâb etmiş ve dediğimiz veçhile tedrise ve halkı tenvire çalışmıştır.
İkinci Sultan Selim'in muallimi Atâu'llâh Efendi, menşei olan Birki'de yaptırdığı medresenin müderrisliğini, pek sevdiği bu muhterem fâzılın uhdesine tefviz etmişti. Bu cihetle kendisinden istifâde etmek için her taraftan yüzlerce talebe-i ulûm, Birki'ye akın etmiş, bu feyizli âlimin etrafını hâle gibi ihata ederek neşrettiği ilim ve irfan ziyalarından müstefîd olmakta bulunmuştu.
Bu müteverrî1, hayır-hâh âlim, son zamanlarında istanbul'a gelip Vezir Mehmed Paşa ile görüşmüş, muhitin ahvâlinden şikâyette bulunmuş, zalemeyi tenkil, mezâlimi def ve teb'îd için kendisine müessir nasihatler vermiştir. Ücretle Kur'ân tilâvetinin, ilim ta'lîm edilmesinin adem-i cevazına, bu hususta yapılan vasıyyetlerin butlanına kaail idi. Bu babda zamanının ulemâsiyle mubâhase yapmış, Ebu's-Suûd Efendi gibi ekâbire karşı i'tirazlarda, tenkidkârâne mütâlâalarda bulunmuştur.
Bu faziletli âlim, Sûre-i Bakare'nin yarım cüz'üne kadar bir tefsir yazmış, tam bir tefsir yazmaya muvaffak olamamıştır. Yazmış olduğu mahdud sahifelere nazaran tefsiri, lisâniyyat i'tibâriyle kıymetli bir eserdir. Bunda dakik mazmunlardan, lâtif işaretlerden, derin görüşlerden daha ziyâde nahiv ve sarfa ait kaaideler göze çarpmaktadır. Kaazî tefsirinden daha muhtasardır, öyle bâzılarının iddia ettiği gibi Kaazî tefsirine tefevvuk edecek bir tarzda değildir.
Müellefâtı: Nâ-tamam. Bir yazma nüshası Fâtih Kütüphanesinde (230) numarada mevcuttur. tefsire, hadîse, fıkha dâirdir. Bunlar ahlâka dâir pek güzel eserlerdir. matbû'dur. akaaide dâir olup Mahmûd Es'ad Efendi tarafından terceme ve tab' edilmiştir.
Me'hazlar: El-Ikdül-manzûm fi-zikr-i efâzili’r-Rum.[110]
Şeyhü 1-İslâm, Ebu's-Suûd Mehmed b. Muhyi'd-Dîn Mehmed b. Mustafa el-İmâdî, meşhur bir allâmedir. Babası Yavsı Mehmed Efendi nâmında âlim, sâlih bir zât olduğu gibi anası da Mevlânâ Alâü'd-Dîn Kuşcu'nun kardeşi kızıdır.
Ebu's-Suûd Efendi (896)'da İstanbul'da Müderris Köyü denilen mahalde doğmuştur. Abdu’l-Kaadir el-Hindi'nin adlı eserine göre Ebu's-Suûd bu târihte İskilip kasabasında dünyâya gelmiştir. Eyüp civarında. medfun olanlara dâir yazılmış bir risaleye nazaran da Ebu's-Suûd'un pederleri nâmına yapılan ve muahharen Sivas Tekkesi nâmiyle anılan dergâhta tevellüd etmiştir. Ebu's-Suûd Efendi, İstanbul'da yetişmiş, Sütlüce semtinde oturmuş, (982) târihinde vefat etmiştir. Uzun boylu, uzunca yüzlü, vecih, mehîb, zâhid bir zât idi, huzurunda herkes söze kaadir olamazdı. Kabri Ebû Eyyûbü'l-Ensârî civarındadır. ibareleri vefatına târihtir. Rahmetullâhi aleyh.
Mahdumları Şehzade medresesi müderrisi Ahmed Efendi ile Mehmed Çelebi ve Mustafa Efendi'dir. Biraderi de Şeyh Nasru'llah Efendi idi.[111]
Ebu's-Suûd merhum, ilk tahsilini babası Yavsı Mehmed Efendi'den görmüş, onun ihtimâmiyle pek yüksek bir tahsile nail olmuştur.
Yavsı Mehmed Efendi, İskilip'te doğmuş, Ak-Şemse'd-Dîn'in halîfesi İbrahim Tennûrî'den tarikat ahzetmiş, sâir ilimleri de Alî Kuşcu'dan okumuş, Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'likalar, Vâridât-ı kübrâ'ya şerh yazmış, ahvâl-i sülük hakkında bir risale kaleme almış, değerli bir âlim olduğundan oğlunun tahsıline pek ziyâde i'tinâ göstermiştir.
Ebu's-Suûd Efendi, Müeyyed-Zâde gibi, İbn-i Kemal Paşa gibi büyük üstazlardan ders almış, istifâde etmiş, kendisi de gide gide en kudretli âlimler sırasına geçmiştir. İkinci Sultan Bâyezid tarafından kendisine yüz otuz akça Çelebi ulufesi verilmiş, Şeyhü'l-İslâm İbn-i Kemal Paşa tarafından yirmi sekiz akça ile Çankırı medresesine müderris ta'yîn edilmiş ise de buraya gitmesi nasîb olmamış, otuz akça ile (922)'de İnegöl medresesine gitmiştir. Müteakiben Davud Paşa, Mahmud Paşa, Kekbûze'de Mustafa Paşa medreselerine ta'yîn edilmiş, (932)'de Bursa'da Sultâniye payesine, (939)'da Bursa kadılığına, bir sene sonra İstanbul kadılığına, (944) 'de Rumeli Sadâretine nail olmuş, nihayet (953)'de de Meşihat makaamını ihraz edip vefatına kadar otuz sene bu makamda kalmıştır. Devri, bir ilim ve fazilet devri olmakla mütemâviz bulunmaktadır.[112]
Ebu's-Suûd Efendi, asırların emsalini nadiren yetiştirebildiği eâzım-ı ulemâdan biridir. El-Fevâidü'I-behiyye'de denildiği üzere: O bir şeyh-i kebîr, bir âlim-î nihrîr idi. Onun ne Acem'de bir misli, ne Arap'ta bir nazîri vardır. Zamanında riyâset-i Hanefiyye kendisine müntehi olmuştur. Usûl ve furû'da kâmil bir kuvvet, şâmil bir kudret sahibi idi. Bâzı mes'elelerde içtihad eder, tahricde bulunur, delilleri tercih eylerdi. Tefsirde de büyük bir ihtisasa mâlik idi. Zemahşerî'nin Fetih Sûresi tefsirine adiyle bir haşiye yazmıştır. unvâniyle de pek mükemmel bir tefsir vücûde getirmiştir. Bu eser, Ebu's-Suûd'un ne büyük bir allâme olduğuna şahittir. Bu tefsirin târîh-i ikmâline cümlesi târih düşmüştür. Ebu's-Suûd da hâiz olduğu belagat ve fesahatten dolayı unvanını almıştır.
Ebu's-Suûd merhum, bu tefsiri kısmen yazıp mahdûmiyle Sultan Süleyman'a göndermiş, Sultan Süleyman, bunu kapıya kadar istikbal ederek kabul etmiş, Ebu's-Suûd'un meşîhate ait maaşı olan iki yüz akçaya üçyüz akça zammeylemiş, bir sene sonra da tefsir ikmâl edilmekle müfessirin maaşına yük akça daha zammedilmiştir.
Ebu's-Suûd Efendi, zamanındaki Osmanlı hükümdarların iltifatlarına, teşviklerine nail olmuş, devletin kanunlarını Şer'-i Şerif dâiresinde tanzime çalışmış, ilim ü irfanın intişârına hizmet etmiş, günden güne mütezâyid bir şeref ü şân içinde yaşamış, bu sayede o kıymetli tefsirini yazabilmiştir.
Keşşaf ile Kaazî tefsirinden, sonra hiçbir zâtın tefsiri Ebu's-Suûd tefsiri kadar, i'tibar ve iştihara mazhar olmamıştır, deniliyor.
Filhakika bu gibi eserlerin yazılmış olmasında iltifat ve teşvikin büyük bir hissesi vardır. Meselâ gerek Keşşaf ve gerek Envârü't-tenzîl bu iltifatın bir semeresidir.
Ma'lûm olduğu üzere Zemahşeri, zamanında binlerce erbâb-ı ilmin teveccühlerini kazanmış, teşviklerine mazhar olmuş, bahusus Mekke-i Mükerreme Emîri bulunan Şerif Ebu'l-Hasen Alî b. Hamza b. Vehhâs'ın pek ziyâde mahabbet ve teveccühüne nâil bulunmuştu. Hattâ Allâme bir aralık vatanı olan Harzem'e avdet edince Şerif Hazretleri kendisine pek mütehassir kalmış, tefsir hususunda ma'lûmâtından istifâdeye ihtiyaç hissetmiş, birçok sahraları, çölleri tayyederek, Harzeme kadar gidip Zemahşerî ile görüşmek arzusuna bile düşmüştü.
Kaazî ise Şiraz'da vezîr-i zamanın teveccüh ve himayesini kazanmış, parlak bir ilim hayâtına nail olmuş, en yüksek ilmî mansıbları ihraz etmiş, refâhiyyet ve saadet içinde yaşayarak tefsirini ve sâir kıymetli eserlerini yazabilecek esbaba, cem'iyyet-i hâtıra muvaffak bulunmuştur.
Ebu's-Suûd Efendi'ye gelince: Bu da iklimleri feth eden ve aynı zamanda ilim ve fennin inkişâfına da büyük büyük hizmetlerde bulunan, Payitahtını, memleketini birçok ilim ve san'at müesseseleriyle tezyine çalışan Kanunî zamanında yetişmiş, o âlî-himmet Hükümdâr'ın teveccühüne, himayesine mazhar olmuş, ilm ü irfanın hâmisi olan o büyük Padişâh'ın talep ve teşvikiyle bu kıymetdar tefsirini yazıp ikmâl edebilmiştir.
Velhâsıl, bu haller gösteriyor ki: bir yerde ilim ve ma'rifetin yükselmesi, muazzam eserlerin vücûde gelebilmesi için gerek halkın ve gerek ekâbirin rağbet ve himayesine büyük bir ihtiyaç vardır. Bu rağbet ve himayeden mahrûmiyyet hâlinde ise meâlî ibrazına müstaid birçok zekâlar, daha inkişaf etmeden mahvolur, bulundukları ufukları aydınlatabilecek bir nice dimağlar, daha parlamadan söner gider.
"Ma'rifet iltifata tâbî' dir. Müşterisiz meta' zâyi'dir."[113]
Ebu's-Suûd Efendi, tefsirine ne gibi bir maksatla başlamış, bu hususta nasıl bir meslek ta'kîb etmiş olduğunu tefsirinin mukaddimesinde şu veçhile anlatmaktadır :
"Kur'ân-ı Kerîm'in gavâmızını tefsire, müşkilât ve mu'dılâtını tavzih ve teysîre ötedenberi her asırda ve her yerde ecüle-i ulemâ tesaddî etmiş, bunlar tetkîkat lüccesine dalarak nice ferîdeler, fâideler tahrir mesleğine getirmiş, kıymetli kitaplar tasnîf eylemişlerdir.
Amma Mütekaddimîn'in muhakkikleri keııdilerine Seyyidü'l-enâm aleyhi eşrefüs-salâti ve's-selâm Efendimizden baliğ olduğu veçhile âyetlerin ma'nâlarını temhîd, mebnâlarını teşyîd, maksatlarını tebyîn, hükümlerini tertîb ile iktifa etmişlerdir. Müteehhirîn'in müdekkikleri ise bunlar ile beraber âyetlerin ihtiva ettiği lâtif mezâyâyı, bedî' esrar ve işârâtı da izhar ve i'lâm kasdında bulunmuşlardır, tâ ki nâs, Kur'ân'ın i'câz delillerini görsünler, fazlının şevâhidini ve sâir semavî kitablardan imtiyazını müşahede etsinler. Artık bu hususta mehâsin ve fevâidi cami' olmak üzre birçok güzide kitaplar tedvin etmişlerdir ki, bunlardan her biri a'yân-ı ümmetin gözlerini aydınlatacak, fâideli mazmunlariyle âzân-ı ezhâm tezyin edecek lâtif lâtif mefhumları mutazammın bulunmuşlardır. Hele Keşşaf ile Envârü't-tenzıl ise bu hususta büyük bir şan ve şerefle teferrüd etmektedir. Çünkü bunlardan her biri, çehre-i i'câzın incilâsı için bir âyîne bulunmuştur. Bunların sanki sahifeleri, müşâbehâtın güzel bir mir'atı dır, satırları da inci dânelerinden dizilmiş, murassa1 bir gerdanlıktır. Geçmiş günlerde, maziye karışmak aylar ve yıllarda bu iki kitabın mütâlâa ve mümâresesiyle iştigalim, bunların müzâkere ve müdâreseleriyle tevaggulum zamanında dâima hatırımdan geçerdi ki, bu iki kitabın dürer-i fevâidini bir dakik silke alayım, gurer-i ferâidini güzel vir üslûb ile tertîb edeyim,sair kitaplarda görmüş olduğum cevâhir-i hakaayıkı, zevâhir-i dekaayikı da bunlara ilâve eyleyeyim.
Maahâzâ inâyet-i Rabbâniyye ve hidâyet-i Subhâniyye neticesi olmak üzere kaasır fikrime sânih olan ve her zekî, âkil kimsenin meyi ve teveccühünü celbedecek bulunan birtakım avdrif ve meârifi, garâib-i regaibi de Kitâbu'llâh'ın celâlet-i sânına lâyık olacak lâtif bir tertîb ile, bedî' bir üslûb ile 'bi-tarîkı’t-tersî' bunların arasına ilâve kılayım,' hazâin-i Kur'âniyyede meknuz ve meknûn bulunan birtakım hafi hakaayık ve rumuzu da, nüfûsu tatmin, uyûnu tenvir edecek surette ibraz ederek min-tarafi'l-lâh haiz-i hilâfet olan Şenşâhri Cihan Sultan Süleyman'ın hazîne-i âmiresine ihdâda bulunayım.
Heyhat ki, aczim azmime mâni' oluyor, maksadın izzet ve azametinden dolayı tereddütler içinde yaşıyordum, dağ etekleri nerede, tepeleri nerede! Süreyya ile sera arası nekadar ırak! Ankaayı dâme düşürmek nekadar uzak! Eflâkin burçlarından Cevzâyı tutup bağlamak nekadar muhal!.
Aradan zamanlar geçtî, etvâr ve şuûn değişti, bir müddet nâsın masâlihini tedbîre mubtelâ oldum, iştigaalâtım teraküm etti, alaık ve avâık her taraftan hücum gösterdi; muharebelerde, seferlerde, beldelerde dolaşıp duruyordum, bununla beraber bir fırsat zuhurunu bekliyordum ki, refâhiyyet ve itmi'nân ile, huzûr-ı kalb ve ferâğ-ı bâl ile mâ-fâtî telâfiye, gaye-i a'mâlimi tahsile çalışayım. Hayfâ ki, ben bu hayâlde iken ahval büsbütün tehavvül etti, hatırıma gelmeyen şeyler başıma geldi, evvelkisinden daha meşakkatli işlere düştüm, müşkilât-ı enamı, beyne’n-nâs tekevvün eden muhasamatı halil ü fasla me'mûr oldum? yağmurdan kaçarken sellere tutulmuşa döndüm, baktım ki, fırsat sür'atle geçiyor, ihtiyarlık basmış, ecel yaklaşmış, hayat güneşi ufûle yüz tutmuş bulunuyor, artık meşâğılımın çokluğuna bakmaksızın arzu ettiğim kitabı yazmaya karar verdim ve tevfîkaat-ı İlâhiyye ile itmam edince tesmiyye edeyim, üzerime teveccüh eden meşâgıl ve mekârihin kesretine rağmen sehv ve hatâdan, zeyğ u zelelden sıyânet buyurmasını Rabbü'l-Azamet ve Celâl, Hâliku'l-mülk ve'l-melekût olan Allahu Teâla'dan tazarru' ve niyaz ederek maksada başladım"
Filhakika Ebu's-Suûd merhum, son zamanlarında gençlere lâyık bir faaliyetle kaleme sarılmış, nâmını bütün dünyâda ibkaa edebilecek derecede muşa'şa', münakkah bir tefsir yazmağa muvaffak olmuştur.
Merhum bu hususta Keşşaf ile Envârü't- tenzîl' i esas tutmuş, bunların bütün mehâsin ve bedâyiini bir araya toplamış, bunları yeni yeni mütâlâalarla, işaretli nüktelerle bir kat daha yükseltmiştir.
Ebu's-Suûd Efendi, bu iki tefsiri me'haz edinmiş, bâzan bunların ibarelerini aynen bile almış olmakla beraber birçok yerlerde Zemahşerî'nin, Kaazî'nin beyanâtını temrîz ve tenkîd etmiş, bunların tefsirlerinde okadar izah edilmemiş olan bir nice mühim mes'eleleri ta'mîk ve tavzihde bulunmuştur.
Eu büyük müfessir, son asırlarda guruba varmış gibi görünen ilim ve irfan güneşinin tekrar inkişâfına güzel bir hizmet etmiş, Türk âleminin yüzünü güldürmüş, ma'rifet ve fazilet çehresini yeni şeref hâlesiyle tezyin eylemiştir.
Ebu's-Suûd Efendi'nin bu tefsirine (1041)'de vefat eden Şeyh Ahmed er-Rûmî el-Akhisârî'nin (Sûre-i Rum'dan Sûre-i Duhân'a) kadar bâzı ta'lîkaatı olduğu gibi nısfına kadar mahalline de Şeyh Radiyyü'd-Dîn b. Yûsuf el-Makdisî'nin ta'lîkaatı vardır. Şeyh Radiyyü'd-Dîn, Zemahşerî ile Kaazî’nin sözlerini naklederken: diyor, Fâzıl-ı Şehir Ebu's-Suûd hakkında da diyerek bunların arasında muhakeme yürütüyor. Bu tefsirin dibacesini de (1003) târihinde vefat eden Zeyrek-Zâde Mehmed Efendi şerhetmiştir.
Keşşaf ile Kaazi tefsirlerine pek çok haşiyeler, talikalar yazılmıştır. Ebu's-Suûd tefsiri ise ilmî faaliyetin eksildiği bir zamana müsadif olduğu, zâten kendisi de vazıh bir tarzda yazılıp izahattan kısmen müstağni bulunduğu ve bi'n-nisbe mufassal olup tedrise pek elverişli bulunmadığı cihetle üzerine pek çok haşiye ve ta'lîka yazılmamıştır.
Maamâfih Keşşaf ile Envârü't-tenzîl haşiyeleri çok kerre Ebu's-Suûd tefsirine de hizmet edebileceğinden bunun için de ayrıca haşiye yazılmasına ihtiyâç görülmemiş demektir. Tefsirinin iki nüshası Haremeyn-i Şerîfeyne gönderilip istinsahı için talebe-i ulûma izin verilmişti.[114]
Bu iki tefsir arasında bir mukaayese yapılacak olursa birtakım bakımdan Kaazî tefsirinin, diğer birtakım bakımdan da Ebu's-Suûd tefsirinin fâikıyyeti görülmüş olur. Ezcümle:
1- Kaazî tefsiri, târihî bir kıdeme mâliktir, kendisinden sonra yazılan tefsirler için bir me'haz sırasında bulunmuştur, Bu tefsirde dirayet i'tibâriyle büyük bir mehâret gösterilmiş, pek ince nüktelere,' latifelere işaret olunmuş, selâset ve munakkahiyyet cihetiyle de pek ziyâde i'tinâ gösterilmiştir.
2- Kaazî tefsirinde Keşşaf güzelce telhis edilmiş, Zemahşerî'nin i'tizâlini gösteren noktalar Ehl-i Sünnet mezhebi üzere tashih ve tevcîh edilerek hakkın tecellîsine hizmet olunmuştur,
3- Kaazî tefsiri, islâm ulemâsının daha mutekâsif bulunduğu bir devreye müsadif bulunmuş, binlerce ulemânın hadde-i tetkikinden geçmiş, üzerine birçok haşiyeler yazılmış, âmmenin kabulüne mazhar olmuştur.
4- Kaazî tefsiri, kırâet vecihleriyle daha ziyâde alâkadardır. Bir kısım mütesavvifâne, hakimane beyanâtı muhtevidir. Bu tefsir, pek mûcez ve müfîd olduğu cihetle ilim müesseselerinde tedrise elverişli bulunmuş, bunun münderecâtından Ebu's-Suûd merhum da pek ziyâde istifâde etmiştir.
İşte bu gibi hususlardan dolayı Kaazî tefsiri, Ebu's-Suûd tefsirine fâiktir.
1- Ebu's-Suûd tefsirine gelince: Bu, Kaazî tefsirinden mufassaldır, münderecâti daha mütenevvi', mütâlâası daha nâfi'dir. Târihen muahhar olduğu cihetle Keşşaf ile Envârü't-tenzîl' in muhteveyâtını, —kendilerinden istiğna hâsıl olacak bir surette— câmi'dir. Bundan başka bir hayli fevâid ve mutâlââtı da zamîmeten hâvidir.
2- Ebu's-Suûd, dirâyet hususunda büyük bir muvaffakiyet göstermekle beraber rivayet tarîkini da Kaazî'den ziyâde iltizâm etmiş, tefsirini birçok ahâdîs-i şerife île tezyine çalışmış, i'tikaadî, fıkhî, târihî mesâil ve vakaayi' ile de daha ziyâde alâkadar olmuştur.
3- Ebu's-Suûd da Kaazî gibi Keşşafın i'tizâle temas eden noktalarını ıslaha çalışmış, Keşşafın te'vîlâtına muhalif bir te'vil ve tevcih tarzı ihtiyar etmiştir. Fakat bu vadide Ebu's-Suûd merhumun ihtiyar ettiği te'vlâât ve tevcîhât tarîki, Kaazî'nın iltizâm ettiği tarikten daha kuvvetli, daha müdekkıkaane düşmüştür.
4- Ebu's-Suûd tefsirinde nahvî, edebî tahlîlât daha ziyâdedir. Âyetlerin aralarındaki münâsebet ve insicam gösterilmiştir. Bu tefsirin yazılışındaki belagat, tertîbindeki ahenk, üslûbundaki ulviyyet, beyânâtındaki nezâhet insanı teshir edecek derecededir. Bununla beraber ibareleri vazıh olduğundan mütâlâası kolay, haşiyelerin rehberliğine gayr-ı muhtaçtır.
5- Ebu's-Suûd tefsiri, Kaazî tefsiri hakkında yapılan bir kısım tenkidlerden sonra yazılmış, Kaazînın uğradığı muâhazelerden âzâde bir tarzda bulunmuş, Kaazî'nin müsamaha gösterdiği bâzı yerlerde Ebu's- Suûd merhum mütâlâalar serdiyle hakikatin yüzünden hafâ perdesini kaldırmıştır.
6- Kaazî, Şafiî mezhebinde, Eş'arî i'tikaadındadır. Ebu's-Suûd ise Hanefî mezhebinde, Mâtürîdî i'tikaadındadır. Bu cihetle fıkha, akaaide müteallik mesâil-i hılâfiyyede Ebu's-Suûd müntesib olduğu tarîki takviye etmiş, o dâirede âyât-ı celîleyi tefsîr ederek lâzım gelen mütâlâalarda bulunmuştur.
Binâenaleyh bu gibi hususlardan dolayı da Ebu's-Suûd tefsiri bizce Kaazî tefsirine tefevvuk etmektedir.
Hulâsa-i kelâm, Kaazî Beyzâvî'nin tefsiri, pek güzel, pek müfîd, fevkalâde mühim olmakla beraber mütâlâa erbabını Ebu's-Suûd tefsirinden müstağni edemez, fakat Ebu's-Suûd merhumun tefsiri, Kaazî tefsîrinden müstağnî edebilir.
Feyyâz-ı Kerîm Hazretleri her ikisine de bol bol rahmet etsin. Amîn,[115]
Birinci nümûne: Ma'lûmdur ki, Tebûk Gazvesi esnasında Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'e, bâzı kimseler, bi'1-mürâcaa birtakım ma'zeretler dermeyân ederek gazaya iştirakten istisna edilmelerini dilemişler, Nebiyy-i Efham Efendimiz de buna müsâade buyurmuştu. Bu hâdise üzerine:[116] âyet-i kerîmesi nazil oldu.
Resûl-i Ekrem'in bu müsâadeleri olsa olsa "terk-i evlâ" kabilinden bir şey idi, eğer müsâade verilmeyip te bunların inkişâf-ı ahvâline intizar olunmuş olsaydı daha muvafık olurdu. Böyle "terk-i evlâ" kabilinden olan bir şey ise hatâdan ma'dûd, muâtebeyi mûcib bir hareket sayılamaz. Maahâzâ bu müsâadenin bir içtihada müstenid olması da melhuzdur. Ciddî veya vâhî ma'zeretler dermeyân ederek cihâda iştirakten kaçınan kimselerin mevcûdiyyeti, İslâm Ordusunun kuvvetini artıramaz, bilâkis ma'neviyyâtını za'fa düşürebilirdi. Bu halde bunların orduda bulunmalarından ise bulunmamaları daha münâsip görülmüş olabilirdi. Bu bir ictihad neticesidir. Böyle bir ictihad, isabete karin olmasa da muâtebeyi müstelzim olmaz, bilâkis sahibi hakkında —Bezl-i mechudda bulunmuş olduğu için— sevaba vesile olur.
Halbuki Zemahşeri. tefsirinde bu hususlardan zühul etmiş, Resûl-i Ekrem hakkında Kur'ân-ı Hakîm'in işaret ettiği âdâb-ı hıtabdan, nezâhet-i beyandan gaflet göstermiş, Nazm-ı Şerifini : "Hatâ ettin, ne fena yaptın" tarzında tevcîh etmiştir ki, böyle bîr ifâde Zemahşerî gibi belîğ bir allâme için büyük bir nakısa teşkil etmektedir. Bunun içindir ki, İmam Sübkî gibi müteverri' âlimler, Keşşaf'ı tedristen imtina' etmişlerdi.
Bu böyle iken Kaazî Beyzâvî de Zemahşeri'ye tâbi' olmuş, onun tarz-ı tefsirini almış, o da öyle bir edebî nakısa irtikâb etmiştir.
Muhaşşî Şihâb diyor ki : "Kaazî için lazım idi ki, bu misilli yerlerde Zemahşeri'ye mütâbeat etmesin"
Evet. Kaazî, bu âyet-i kerimeyi tefsîr ederken diyor ki: nazm-ı şerifi, Hazret-i Peygamber'in izin hususundaki hatâsından kinayedir. Çünkü afiv, hatânın revâdifindendir. kavl-i münîfi de kinaye tarikiyle iş'âr ve kendisinden dolayı muâtebe olunan hatâyı beyandır. Ma'nâ şöyledir: "Senden istizan ettikleri ve birtakım yalanlar ile teallül gösterdikleri zaman, onlara oturmaları, cihaddan tehalüf etmeleri için neden izin verdin, tevakkuf etmeli değil mi idin? Tâ ki doğru yere intizarda bulunanlar sence tebeyyün etmiş, yalancıları da bilmiş olaydın,"
Hâsılı Kaazî, bu âyet-i kerîmenin tefsirinde kendisi gibi mütefekkir, edîb bir nıüfessirden beklenilen hakimane tetkîkaatı îfâ, nezâhet-i beyânı muhafaza edememiştir.
Şimdi bir kere de Ebu's-Suûd tefsirine bakalım: Koca fâzıl, nekadar nezîhü'l-beyândır. Diyor ki:
"Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz cihâda iştirak etmemek üzere istizanda bulunanların istitâatları bulunmamasına dâir dermeyân ettikleri ma'zeretlere mebnî kendilerine izin vermiş, hakîkat-ı hâlin incilâ ve inkişâfına değin teennide bulunmamıştı. Bu ise evlâ ve efdali terkten başka değildi. İşte: Nazm-ı Şerifi Resûl-i Ekrem'den sudur eden bu (Terk-i evlâ) 'in afv-i İlâhîye mazhar olduğunu sarahaten göstermektedir.
Nazm-ı Kerimi de afiv ile işâret olunan terk-i evlâyı mübeyyindir. "Onlar birtakım teallüllerde bulundukları zaman tehallüflerine ne için hemen izin verdin" ma'nâsını müfiddir. Maahâzâ bu Hitâb-ı İlâhî, nübüvvet umurunun kavi esbaba menût olmasının maslahata muvafık olacağına ve mütehalliflerin maa'l-yemîn serdettikleri özürlerin vâhî olduğuna, sıdkı zahir olmayan özürlerin izin için sebeb olmağa gayri lâyık bulunduğuna işareti de mutazammındır.
Nazm-ı Münîfine gelince: Bu da evlâyı beyandan ve Resûl-i Ekrem'i afdal ve evlâ olan umura tergibten ibarettir."
Ebu's-Suûd merhum, âyet-i kerîmenin nükât ve mezâyâsı hakkında daha birçok mutâleât dermeyân ettikten sonra diyor ki :
“Bu âyet-i celîlede Hitâb-ı İlâhînin beşâret-i afv ile başlayıp da itabı mühim bir şey ile başlamaması Resûlu'llâh'a murââtı, hüsn-i mükâlemeyi, lûtf-ı müracaatı mutazammındır. Netekim akıl ve zekâ ashabına hafi değildir."
Muhterem müfessir daha sonra "Süfyân b. Uyeyne" nin Zemahşerî aleyhine dermeyân ettiği pek müdakkıkaane bir mütâlâayı nakl ile âyet-i cel ilenin tefsirine nihayet veriyor.
Şakaayık-i Nu'mâniye sahibi Taşköprülü-Zâde Ebu'1-Hayr Isâmü'd-Dîn Efendi, Ebu's-Suûd Efendi'nin bu âyet-i kerîme tefsirinde şân-ı nübüvvete ihtiramı mutazammın olarak dermeyân ettiği beliğ nükâta. muttali' olunca şu kıt'asiyle senâkârâne duygularını izhâr etmiştir:[117]
Ayet-i kerimesi İlâhî ni'metlerin gayrı mütenâhî olduğunu nâtıktır. Fahrü'd-Dîn-i Râzî gibi bâzı mütefekkir müfessirler, Cenâb-ı Allah'ın bilhassa beşeriyyet hakkında mütecellî olan mütenevvi', sayılması gayr-i kaabil ni'metlerinden bir kısmını bir levha hâlinde enzâr-ı intibaha vaz' edecek beyanatta bulunmuşlardır. Fakat bu bâbda Ebu's-Suûd merhum pek güzel bir hikmet ve belagat levhası meydana koymuştur.
Zemahşerî, bu âyet-i celîlenin tefsirinde yalnız şu kadar bir şey söylüyor : "Cenâb-ı Allah'ın nimetlerini hasren beyân edemezsiniz, ta'dâdına ve nihayetine vusule muktedir olamazsınız. Bu, ni'met-i İlâhiyyeyi icmâlen ta'dâd etmek istenildiği takdirdedir. Tafsiline gelince buna zâten Cenâb-ı Hak'tan başka kimse kaadir ve âlim olamaz."
Kaazî de bu mealde olarak şöyle demektedir: "Allâhu Teâlâ'nın ni'metlerini hasredemezsiniz, efradını değil, envâmı bile saymağa muktedir olamazsınız. Çünkü bu, gayri mütenâhîdir.
Müfredin izafet hâlinde istiğrak ifâde ettiğine bu âyet delildir. —Yâni Lâfza-i Celâl’e muzâf olan ni'metten maksad, Cenâb-ı Hakk'ın bütün nimetleridir— İnsan, şükründen gaafil bulunmak suretiyle niam-i İlâhiyyeye karşı pek zâlimdir. Yâhud ni'metten mahrûmiyyete ma'ruz bırakmak cihetiyle nefsi hakkında pek zulûmkârdır. Ve insan, şedîdü'l-küfrandır. —Nail olduğu ni'metleri inkâr eder durur.—
Şöyle de denilmiştir ki: İnsan, şiddet hâlinde zulümdür, şikâyette, ceza' ve feza'da bulunur, ni'met zamanında da keffârdır, cem' eder, men' eder. —Yâni ni'metleri kendisi için toplar, fakat başkalarından esirger durur.—
Şimdi bir kere de Ebu's-Suûd merhumu dinleyelim: Niam-i îlâhiyyenin keyfiyyet ve kemiyyet i'tibâriyle, yâni gerek kıymet ve gerek adet cihetiyle nekadar büyük olduğunu tefsirinde ne hakimane, ne belîgaane bir sûrette tasvir ediyor, ezcümle diyor ki:
"Ey İnsanlar! Allâhu Teâlâ'nın ni'metlerini, sizlere in'am buyurduğu şeyleri saymak isteseniz onları icmâlen olsun hasra, sayıp bitirmeye kaadir olamazsınız. Çünkü bunlar gayri mütenâhîdir.
Evet. Bu böyledir. İnsanlardan her hangi bir ferd olursa olsun, velevki son derece fakir, derd ü belâya müptelâ olsun, teemmül edince görürsün ki, bu ferd, sayılması kaabil olmayacak mertebelerde ni'metlere müstağrak bulunmaktadır, âdeta imkân dâiresinden hâriç denilecek derecelerde lûtuflara her an mazhar olmaktadır.
Eğer bunda şüphen var ise farzet ki, bir ferd, bütün yer yüzüne mâlik bulunuyor, emir ve fermanına en büyük milletleri itaat ettirmiş, her istediğine nail olmuş, âlemin hazînelerini bilâ-müzâhim elde edebilmiş, hattâ öyle de takdir et ki, ülkesindeki taşlar, topraklar kıymetli yakutlardan, nefis inci dânelerinden ibaret. Sonra da farzeyle ki, bu fert, ölecek bir hâle gelmiş, böyle bir sırada her nasılsa —mâ-bihi'1-hayâtı olacak— bir katre sudan veya bir lokma taamdan mahrum, bulunuyor. Şimdi bu halde hararetini giderecek bir katre su veya hayâtını kurtaracak bir lokma taam mukaabilinde bütün şu emlâk ü emvalini feda etmez mi? Yoksa helakini ihtiyar eder de bu emlâk ü emvalin fâidesiz yere bilâ-bedel elinden çıkmasına razı mı olur?
Hayır, hayır. bütün bu servet ve samanını feda eder de mâ-bihi'1-ha-yâtı olan o bir katre suyu veya bir lokma taamı alır ve bu alış verişinde asla aldanmış sayılmaz.
Demek oluyor ki, bu halde o bir katre su, o bir lokma taam bütün dünyâdan binlerce derece hayırlı imiş. Halbuki insan bunları istediği zaman kolaylıkla elde etmeğe nail olup duruyor. Ne büyük ni'met!
Yâhud şöyle de farzet ki, o ferd, nefesi tıkanarak teneffüsten mahrum kalmış, her taraftan üzerine ölüm gelmekte, şimdi bu ferd bir nefes mukaabilinde şu elindeki bütün emval ve emlâkini feda etmez mi? Evet. Feda eder, eyi de etmiş olur. Bu halde bir nefes, bütün dünyâ mallarından hayırlı olmuş olmuyor mu? Halbuki insan gece ve gündüz, her an ve dakika, uyurken uyanıkken hiçbir bedel mukaabilinde olmaksızın bol bol nefes alıp veriyor, bu herkesçe zahir bir hakikattir. Ne kıymetli bir ni'met...
Daha ziyâde hakîkat-ı hâle vukuf kesbetmek istersen düşün ki: insan, kendi mümkün mâhiyyetinin muktezâsına nazaran vücûd ve vücûde tâbi' olan kemâlât-ı lâika ve melekât-ı râikaya istihkaktan pek uzak bulunmaktadır, bir surette ki, eğer kendisiyle inâyet-i İlâhiyye arasındaki alâka kesilecek olsa insan, asla karar edemeyip kendisi için adem çukurundan, helak vadisinden başka dinlenecek bir yer bulamaz. Lâkin Hak Teâlâ'nın cânib-i akdesinden insanın zâtına, vücûduna ve sâir ruhanî, nefsânî, cismânî sıfatlarına müteallik beyan dâiresinden hâriç, alîm olan Halıktan başkası için bilinmesi gayri kaabil bir nice mütenevvi' feyizler, her an, her saniye feyezan edip duruyor da insan bu sayede varlığını muhafaza edebiliyor.
Biraz izah edelim: İnsan, ibtidâen vücûde müstahak olmadığı gibi bekaaen de müstehak değildir. Bu, ancak mebde-i evvel olan Zât-ı Bârî'nin bir ihsanıdır. Nasıl ki, İnsanın ilk önce vücûde gelmesi, kendisine bütün adem-i aslînin yolları kapanmadıkça düşünülemez, insanın vücût üzerine bekaası da kendisine adem-i târînin bütün yolları münsed olmadıkça tasavvur olunamaz. Çünkü devam ve istimrar, Vâcibü'1-vücûdun hasâisindendir.
Şu da ma'lûmdur ki: İnsanın varlığının tevakkuf ettiği ilel ve şerait, umûr-ı vücûdiyyeden olduğuna göre mütenâhîdir. Zîrâ taht-ı vücûde giren şeylerin mutenahi olması vâcibtir. Fakat insanın varlığında methali bulunan umûr-ı ademiyye böyle değildir, bunlar gayrı mütenâhîdir. Bir şeyin varlığı için gayri mütenâhî maniaların bulunmasında istihale yoktur. Müstehil olan nihayetsiz maniaların taht-ı vücûde duhûlüdür. Artık böyle birçok maniaların irtifâı, yâni bunların her an vücûde getirilmesi nefse'1-emirde mümkün iken vücûde getirilmeyip te öyle adem üzere kalmaları hakîkaten gayri mütenâhî ni'metlerdir. Bu, böyle olduğu gibi insanın varlığını te'mîn eden yakın ve uzak ilel ve şeraitin ve insanın vücûduna tâbi' kemâlât ve melekâtın ibtidâen ve bekaaen varlıkları da böyle gayr-i mütenâhî ni'metlerden başka değildir.
Artık tevazzuh ediyor ki, insan üzerine her an muhtelif cihetlerden gayri mütenâhî ni'metler feyezan edip duruyor.
Yâ Rabbî! Sen'i tenzih ederim. İlâhî! Sen'in Saltanatın ne büyüktür! Gözler nazarlariyle Sen'i mülâhaza edemez, akıllar düşünceleriyle Sen'i mütâlâada bulunamaz. Şân-i Ulûhiyyetin bir şeye benzemez, ihsanın nihayet bulmaz, bizler ise Sen'i bilmekte mütehayyirleriz, merâsim-i şükranını îfâda âcizleriz, turuk-ı ma'rifetine hidâyet et, hukuk-ı ni'metini edaya muvaffak buyurmanı Sen'den niyaz eyleriz. Sen'in senanı sayıp bitiremeyiz, Sen'den başka ma'bud yoktur, Sen'den mağfiret dileriz ve Sana rücû' ederiz."
Ebu's-Suûd Efendi'nin bu mealdeki mütâlâati hakikaten pek güzeldir. Müfessir Âlûsî-Zâde bu âyet-i kerimenin tefsırinde evvela Fahrü’d- Din-i Râzî'nin pek hakimane olan beyanâtını naklediyor, sonra da Mevlânâ Ebu's-Suûd'un son mütâlââtını naklederek şöyle diyor: "Bundan tebarüz ediyor ki, Ebu's-Suûd, bu makaamın tahkıkında İmam'ı arkada bırakmıştır. Eğer Râzi bunu işiticek olsaydı elbette bunun zikrinde Ebu’s-Suûd'a iktidâ eder ve ona ihtidayı nimetler sayardı." Ne güzel takdir![118]
Ebu's-Suûd Efendi, aynı zamanda kudretli bir edîb, bir şâir idi. Babası kendisine edebî fenleri ta'lîm etmişti, Arabistan'da bulunmadığı halde pek mükemmel Arapça konuşur, Arapça yazar, belagat ve fesâhatına bülegaa-yı Arabi da hayran bırakırdı. Arabî, Fârisî, Türkî eş'ârı, vardır, bilhassa Arapça manzumeleri pek güzel, pek belîğânedir.
Matlaiyle başlayan kasîde-i mîmiyyesi pek meşhurdur. Pek parlak edebî asardan sayılan bu kasideyi Arap üdebâsından Garsü'd-Dîn Ahmed el-Helebî ve Şemsü'd-Dîn Muhammed el-Helebî şerh etmişlerdir.
Târihi müellifi, fusahâyı Araptan, Kutbü'd-Dîn Muhammed el-Mekkî bu eserinde diyor ki: "Sultan Süleyman'ın cenaze namazını Ebu's-Suûd Efendi kıldırmıştır.Bu Sultan hakkında şâirler her lisanda meşhur, mutantan mersiyeler yazmışlardır, bunların en büyüğü, en güzeli ise müftî-i müşârün-ileyhin mersiyesidir.” ki, şu beyitlerle başlar:[119]
İşbü müverrih Kutbü'd-Dîn, Mekke-i Mükerreme'de Kanunî'nin inşâ ettirdiği dört medreseden Medrese-i Hanefiyye'de (975) târihinde müderris olup orada Ebu's-Suûd tefsirinden bir miktar tedriste bulunmuş olduğunu da kaydediyor. Vefatı (988) târihine müsadiftir. Mezkûr kitabını şâir Bakî Efendi Türkçeye terceme etmiştir.[120]
İstanbul kütüphanelerinde pek nefis, müzehheb yazma nüshaları vardır. Hem müstakıllen hem de Tefsîr-i kebîr'in kenarında tab' edilmiştir. Keşşafın Sûre-i Fethine aittir. Merhûm'un vefatından sonra toplanmış olduğundan pek mu'teber değildir. Bâzı kararları, fetvaları muhtevi küçük bir risaledir.
Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye,Tekmiletü'ş-şakaayık li'l-Atâî, El-Ikdü’l-manzûm fî-zikri efâzıli'r-Rûm, Devhatü'l-meşâyıh, Kaamûsu'l-A'lâm, Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî.[121]
Âtiyye b. Alî b. Hasen es-Sülemî el-Mekkî, fâzıl bir zâttır. (983)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[122]
Atiyye b. Alî, Zeynü'd-Dîn lakabını haiz olup asrında Mekke-i Mükerreme'nin âlimi ve fakîhi bulunuyordu.Üç ciltlik bir tefsiri ve sair âsâri vardır.
Me'haz: El-A'lâm.[123]
Amasya'lı Yûsuf b. Hüsâmü'd-Dîn, ulemâdan bir zâttır. (986) 'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Sarıgürz, el-yevm Sarıgüzel denilen mahalledeki mescid yanında medfundur. Babası Halveti meşâyıhındandır.[124]
Yûsuf Sinânü'd-Dîn, fâzıl, edîb bir üstazdır. Gelibolu'da, Edirne'de, İstanbul'da müderris olmuş, Halep, Bursa kadılığında bulunmuş, Sultan Süleyman'ın bir seferine iştirak etmiş, Hacca gitmiş, Ebu's-Suûd Efendi tefsirini 973 senesi Şa'bânında ikmâl etmekle bu vesile ile birçok müderrislerin vazifeleri artırılmış, bu arada bu zâtın vazifelerine de otuz akça terakki ihsan olunmuştur. Rivayete nazaran Ebu's-Suûd Efendi'nin vefâ"tında kendisine meşihat teklif edilmiş ise de kabul etmemiştir. Kaazî tefsirine En'âm Sûresinin evvelinden Kehif Sûresinin âhirine kadar güzel bir haşiyesi ve Mülk, Müddessir, Kamer Sûrelerine de ta'lîkaları vardır. Bunları ikinci Sultan Selime ihdâ etmişti. Hidâye, Miftah, Mevâkıf şerhlerine ta'lîkaatı ve bâzı risaleleri de vardır. Anadoluhisarın'da iki mescid yaptırmıştır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunun, Şakaayık zeyli Atâî.[125]
Ahmed Çelebi, Nişancı Müverrih Mehmed Paşa'nın oğludur. Vefatı (986) târihine müsadiftir. Rahmetu'llâhi aleyh.[126]
Ramazan-Zâde, âlim, şâir bir zât idi. Mekke-i Mükerreme'ye kadı ta'yîn edilmişti. Avdetinde yolda vefat etmişti. Kaazî tefsirine A'raf Sûresine kadar ta'lîkaatı vardır.Asârı cümlesindendir.[127]
Me'haz: Osmanlı müellifleri.
Alâiye'li fâzıl bir zâttır. (994) 'de vefat etmiştir, İstanbul'da Eğrikapı civarında bina etmiş olduğu mescid naziresinde medfundur, Rahmetu'llâhi aleyh.[128]
Molla Ivaz, kudretli bir ilim sahibidir. Müteaddid medreselerde ve bilhassa üç kere fasıla ile Sahn medreselerinde müderris olmuş, bu cihetle zurafâdan biri "Bekiz sahnı ivaz dokuz dolandı" demiştir. Bursa'da, İstanbul'da kadılık etmişti. Bilâhare Rumeli Kazaskeri bulunuyordu. Şakaayık Zeyli Atâî'de yazıldığına göre: "Pek muktedir, garîbü'l-fikirdi. Cuybâr-ı âsârı mağşûş-ı efkâr ile biriktirdi, Nasreddin Hoca letâifine benzer vakıaları ve kendine has acîb, garîb muameleleri var idi." Yazıları pek garip bir şekilde bulunduğundan kendi el yazısı ile yazılmış eserlerini güzelce okumak herkese nasîb olacak bir halde değilmiş. Kaazî tefsirine yazmış olduğu otuz ciltlik bir haşiye, kendisinin nekadar geniş bilgili bir âlim olduğuna şahittir. Hidâye'ye, Telvîh'a, Şerh-i Mevâkıf ile Şerh-i Miftâh'a haşiyeleri de vardır.
Kaazî haşiyesinde pek nıüdekkıkaane, arifane mütâlâalarda bulunmuştur. Bu haşiyenin üçüncü cildi Nisa' Sûresinden Mâide Sûresine kadar (916) sahifeden müteşekkil olup bir nüshası Mollo Murad Kütüphanesinde (134) numarada mevcuttur. Bu cildde (Hak) mefhûmuna dâir pek güzel ma'lûmat vardır. Bunu hulasaten kaydediyoruz:
(Hak), sabit, inkârı gayri caiz olan şeydir. A'yân-ı sabiteye, sâib fiillere, sâdık kavillere de şâmildir.
Hak, hukukun müfredidir. (Hakka) mefhûmu haktan ehastır. "Bu, benim hakkamdır" denir. Bir şeyin hakîkatına da hakka denilir.
(Hakikat) ise bir şeyin nefsinden, mâhiyetinden, hüviyetinden ibarettir. Mecazın hilâfına da hakikat nâmı verilir.
Hak, vakıa mutabık hüküm ma'nâsına da gelir. Sıdk gibi. Şu kadar var ki, bazen sıdk, hükmün vakıa —hârice— mutabakatıdır; hak ise vâkıın hükme mutabakatıdır, denilerek araları tefrik edilir. (Maamâfih sıdk ta'bîri akvalde daha şâyi'dir.)
Hak ta'bîri; Kur'ân, vahy, tevhîd, İslâm, adl, hikmet, te'yîd, nusret, vücûb, saadet, emr-i azîm, garaz-ı sahîh ma'nâlarında da müsta'meldir,
Hak, Allâhu Teâlâ'nın isimlerindendir. Bu takdirde Hak, Rubûbiyyeti sabit demek olur. Ve bilcümle hak, bâtıl mukaabilidir.
Ey tâlib-i hak! Bil ki, kendisinden haber verilen her hangi bir şey, ya mutlaka, haktır, ya mutlaka bâtıldır, veya min vechin hak, min vechin bâtıldır. Şöyle ki: Bizatihi vâcib olan, mutlaka haktır, (ki, bu, Zât-ı İlâhîden başka değildir). Bizatihi mümteni' olan da mutlaka bâtıldır. (Birin üçe müsâvî olması, Zât-ı Bârî'nin şeriki bulunması gibi.) Bi-zâtihi mümkün, bi-gayrihi vâcib olan şeyler de min vechin bâtıl, min vechin haktır. Bütün mümkinât ve mahlûkat gibi. Bunlardan her biri kendi zâtına nazaran bâtıldır, vücûddan mahrumdur; fakat başkasından, (yâni Vâcibü'l-Vücûd olan Zât-ı Bârî'den) müstefîd olarak vücûde nail olması veçhile de haktır. Bunun içindir ki[129] buyrulmuştur.
Bu, ezelen ve ebeden böyledir.
Bir de hak, ma'kule, akla müsadif ve mutabık olana ıtlak olunur. Buna kendi zâtı haysiyyetiyle mevcûd ve kendisini olduğu gibi idrâk eden akla nisbeti hasebiyle de hak nâmı verilir. Artık hak olmak hususunda ehakku'l-mevcûdât şüphe yok ki, ancak Allâhu Teâlâ'dır. Ehakku'l-maârif de ancak ma'rimetu'llâhtır. Çünkü bu, kendi zâtında haktır, yâni ma'lûma ezelen ve ebeden mutabıktır. Bu mutabakatı li-zâtihîdir, li-gayrihî değildir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Şakaayık zeyli Atâî.[130]
Baba-Zâde Mehmed Efendi, Lârende'li bir zâttır. (995)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Hazret-i Eyyûb civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[131]
Baba-Zâde müderrislerden bir âlimdir. "Tefsîr-i Lârendevî" nâmında bir tefsiri ile Hidâye'ye ta'lîkaatı vardır,
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[132]
Mehmed b. Ömer, Tatar Pazarcıklı Kurt lâkabiyle ma'rûf bir zâttır. (996) 'da memleketinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[133]
Mehmed Efendi, âlim, Halvetiyye tarıkına mensuptur. Kadirga'da. Sokullu Mehmed Paşa dergâhında şeyh bulunmuştu. Sûre-i Mülk'e tefsiri, Vikaaye tercemesi ve Şir'atü'l-İslâm'a nâmında bir şerhi vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[134]
Mehmed b. Bedrü'd-Dîn, Saruhan sancağına tâbi' Akhisarlı bir âlimdir. (1000) târihlerine doğru Medîne-i Münevvere'de vefat etmiş, Bakî’ makberesine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[135]
Münşî Mehmed Efendi, âlim, fâzıl bir zâttır. Bir müddet kadılıkta bulunmuş, bir müddet Mısır'da kalmıştır. Tefsîr-i Celâleyn gibi vecîz bir tefsiri vardır. Yalnız Hafs kırâete göre yazmıştır. Adı dir. Bunu Üçüncü Sultan Murad'a ihdâ ederek (982) 'de Şeyhü'l-Harem en-Nebevî hizmetine nail olmuş, vefatına kadar Medîne-i Münevvere'de mücavir bulunmuştur. Bir nüshası Sultan Hamîd-i Evvel Kütüphanesinde (117) numarada mevcuttur. Başka kütüphanelerde de nüshaları vardır.
Bu zâtın ve sâire adiyle başka eserleri de vardır.
Me'haz: Keş'fü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[136]
Şeyh Muhammed Emîn, muhterem bir zâttır. "Emir Pâdişâh el-Bu-hâri" diye meşhurdur. Mekke-i Mükerreme'de mücavir bulunmuştur. Doğum ve ölüm tarihleri ma'lûm değildir. Onuncu asırda yaşamış olduğu tahmin ediliyor. Rahmetu'llâhi aleyh.[137]
Emîr Pâdişâh, mutasavvıf eden, faziletli, kudretli bir âlimdir. Eserlerinde bir rûhâniyet müncelî olmaktadır. Fetih Sûre-i Celîlesine güzel bir tefsiri vardır. Bir hayli letâifi hâvidir. Kaazî tefsirine En'âm Sûresine kadar ta'lîkası da vardır.Bu iki eserin yazma nüshaları İstanbul ve Mısır kütüphanelerinde mevcuttur.[138]
Me'haz: Keşfü'z-zunûn.
Muhammed b. Safiyyü'd-Dîn Abdü'r-Rahmân b. Muhammed el-İcî es-Safevî, onuncu Hicrî asırda yaşamış muktedir nıüfessirlerdeıı bir zâttır. Takriben (866) târihinde doğmuştur. Vefat târihi malûm değildir. Keşfü'z-zunûn'un zeyline nazaran Şafiî olan bu zât (906) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir.[139]
Muînü'd-Dîn, nâmında bir tefsir yazmıştır. Kendi ifâdesine nazaran bu tefsiri bidâyeten babasa Abdü'r-Rahmân el-İcî yazmaya başlamış, Sûre-i En'âm'dan bâzı şeyler yazmış, sonra bunu yazmıya sen memursun, demiş olmakla Muînü'd-Dîn (904) senesi Ravza-i Mutahhara'da bunu yazmağa başlamış, (906) senesinde ikmâl etmiştir ki, aradan iki sene üç ay geçmiş, kendisi de bu târihte kırk yaşında bulunmuştur.
Bu zât diyor ki: Birçok tefsir kitaplarının ihtiva ettiği şeyleri —onların bir kısmında bulunmıyan lâtif mazmunlar ile beraber— benim bu tefsirimde de görürsünüz, siz ekseri Zemahşerî'yi ve onun izini ta'kî'b eden sâir müfessirleri bulursunuz ki, lâfzı veya ma'nevî münâsebetlerini fehmedemedikleri için Resûl-i Ekrem'den Ashâb-ı Kiram'dan menkul olan ma'nâlardan sarf-i nazar ederler veya bunları temrîz sîgasıyle yazarlar. Benim bu tefsirdeki mesleğim ise kendisine Kitâb-ı İlâhî nazil olmuş olan zattan sabit olan ma'nâlara i'timâd etmektir. Biz bu tefsirde zikrettiğimiz şeyleri tam bir tetebbu' ve ıttıla'dan sonra nakletmiş bulunuyoruz. Rivayet hususunda Şeyh Îmâdü'd-Dîn b. Kesîr'in nakline i'timâd etmekteyim. Çünkü o, rivayetlerin sıhhat ve adem-i sıhhatini tefahhusda bulunmuştur. Bu zâtın tefsîriyle Muhyi's-Sünne Bagavî'nin tefsiri arasında muhalefet bulunca da sâir mütehassıs ulemânın kitaplarını tetebbu' ederek onların tercih ettiklerini iltizâm ettim. Maahâzâ Bagavî'ye nazaran İbn-i Kesîr'e biraz daha i'timâd ederim. Çünkü o müteehhırdir, rivayetlerin sıhhat ve adem-i sıhhatini araştırmıştır. Muhyi's-Sünne ise tefsirinde bu hususa taarruz etmez, belki za'fı, hattâ mevzûiyyeti ittifak ile sabit olan bâzı ma'nâları, hikâyeleri bile zikreder.
Tefsîrimizdeki hadîslere gelince, bunların ekserisi Sıhâh'dan (Kütüb-i Sitte'den) alınmıştır. Zikrettiğimiz ma'nâlar ise Seleften sabit olan şeylerdir,denilmiştir" ta'bîriyle naklettiklerimizin ekserîsi ise müteehhırînin muhtereâtından zaferyâb olduğumuz şeylerdir, İ'râb hususunda ise azher olanı ihtiyar ettim, bâzan iki veya daha ziyâde vecih zikredişim ise bir nükteye mebnîdir. İfâdeyi tenkîha çalıştım. Me'hazlarım ise şunlardır: El-Meâlim, El-Vasît, Tefsîr-i İbn-i Kesîr, Tefsîr en-Nesefî, Keşşaf, Keşşaf şerhi Keşf, Tayyibî ile Tefâzânî'nin haşiyeleri, Tefsîr-i Beyzâvî.
Âyât-ı celîleden ekserisinin tefsiri hususunda eşkâli defe veya ma'nâları tahkîka vecîz bir ibare ile remzettim veya ona lâtif, dakik bir işaretle îmâda bulundum. Bir kısmını da haşiyede îzâha çalıştım.
Bu Tefsîr-i şerifin yazma bir nüshası (70) numara ile Birinci Sultan Hamid Kütüphanesinde ve (47 ve 297) numaralar ile de Kütüphâne-i Umûmîde mevcuttur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn; İzâhü’l-meknûn fi'z-zeyli alâ Keşfi’z-zunün an-esâmi'l-kütübi ve’l-fünûn.[140]
Şeyhü'l-İslâm Zekeriyyâ Efendi, fuzalâdan bir zâttır. (920)'de Ankara'da doğmuş, bilâhare İstanbul'da yetişmiş, otuz yaşında iken Mısır'a ve bilâhare Hicaz'a gitmiş, (1001) târihinde füc'eten vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[141]
Zekeriyyâ Efendi, muktedir bir âlimdir. Tefsirde, ve bilhassa fıkıhta mütehassıs idi. Arab-Zâde ile Ma'lûl Emir Efendi'den ilim arızetmiş, Bursa'da Hamzabey, Cüneydbey, Kaplıca medreselerinde müderris bulunmuş, bilâhare Sahn-ı Semâniye müderrisliğine, Halep, Bursa, İstanbul kadılıklarına ve daha sonra Anadolu Kazaskerliğine nail olmuştu. Bir müddet mütekaid kalmış, ba'dehu iki defa Rumeli Kazaskerliğini ve (999)'da fetva makaamını ihraz etmiş, bu makamda bir sene beş ay kalmıştır. Sultan Süleyman ile İran seferine iştirak etmişti, İstanbul'da bîr medrese ile bir dârü'l-hadîs bina etmiştir. Kabri bu darü'l-hadîs kurbundadır.
Müellefâtî: Sûre-i A'râfa aittir. Şiirde "Meylî" tahallus ederdi.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Devhatü'l-meşayıh, Osmanlı müellifleri.[142]
Mehmed Bedrü'd-Dîn Münşi, Akhisar ahâlîsinden fâzıl bir zâttır. (1001) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh. Münşî Bedrü'd-Dîn değerli bir âlimdir. unvanlı, Celâleyn gibi muhtasar bir tefsiri vardır. Bunu (981) târihinde Sultan Murad nâmına te'lîfe başlamış, bunun eser-i yümnü olarak (982) târihinde Harem-i Nebevi meşîhatine nâiliyyetle teşerrüf etmiştir.
Bu tefsirde yalnız Hafs kırâetine iktisâr edilmiştir. Bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde (117) numarada mevcuttur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm.[143]
Feyzî İbnü'l-Mübârek, Hind'in en meşhur âlim ve şairlerindendir. “Melikü'ş-şuarâ" unvanını almıştır. Hindistan'da "Dekken" veya "Agra" denilen beldede (954) târihinde doğmuş, (1004) 'de vefat etmiştir.
Ebü'1-Fazl, kendisinin değil, biraderinin künyesidir. O da fazilet ve yüksek mansıb sahibi idi. Feyzî, onu bir kasîdesiyle methetmiş, yaşça kendisinin, malûmatça kardeşinin büyüklüğünü söylemiştir.[144]
Feyzî-i Hindî, Şeyh Feyzî nâmiyle de yâd olunur, büyük bir ilim sahibi idi. Hatîb Ebü'1-Fazl Kâzerûnî ile Seyyid Safî Refîü'd-Dîn-i Safevi’nîn tilmizi idi. Tefsir, fıkıh, hey'et, tıb ilimlerine vâkıf, târih-şinâs, musikîye âşinâ, felsefede mütehassıs, edîb bir zât bulunuyordu. Aynı zamanda selîmü'1-kalb idi, aleyhinde bulunanların bile lehinde bulunurdu. Sû-i i'tikaadına dâir olan rivayetler, teeyyüd etmemektedir. Bilâkis akidesinin safvetine dîvânındaki eş'ârı şehâdet etmektedir. Şer'-i Şerîfı —husamâsının aksini iddiasına rağmen— felsefeye takdim ederdi. beyitleriyle başlıyan Tevhîd-i Bârî'si, pek mükemmel ve pek meşhurdur.
Feyzî, Arabça'ya, Farsça'ya hâkim olduğu gibi "Sanskri" lisânına da âşinâ idi. Müslümanların arasında Hindûların felsefesine, edebiyatına ilk vâkıf olan bu zâttır, deniliyor. Sankri lisânından tercemeleri vardır.[145]
Şeyh Feyzî, Arab lisânına olan hâkimiyetini, edebî kudretini ve Arab lisânının vüs'atını isbât için olmalıdır ki unvâniyle baştanbaşa noktasız bir tefsir yazmıştır. Bu, muhtasar ve oldukça müfid bir eserdir. Fakat lisan i'tibâriyle bir hârikadır, noktasız harfler ile bu kadar beliğ yazılmış bir eser "sihr-i halâl" sayılmıya lâyıktır. Nitekim kendisi de bunu şu kıt'asiyle anlatmak istemiştir.
Bu tefsirin mukaddimesinde (Sâtıa) unvanları altında birçok ilmî mevzû'lara temas edilmiş, birçok hakaayık-ı tefsîriyyeye işaret olunmuştur. Bu eserin yalnız mukaddimesini okumak, bunun bir ilim hârikası, bir kudret bedîası olduğunu anlamağa kifayet eder.
Bu tefsirde her sûrenin başında o sûrenin muhteveyâtı hakkında muhtasar, müfîd bir surette ma'lûmât verilmektedir ki, hayrete şayandır. Âyetler, âyetlerdeki kelimeler kısa kısa ta'birler ile tefsir edilmiş, pek güzel tevcihler yapılmıştır, üç nümûne:
Yâni: Rahman ile Rahim lâfızlarının masdardır. Bu da ehli için işin iyisini dinlemektir. Bu iki lâfzın medlulü: Geniş merhametli, umum hakkında merhametkâr zâttır ki, merhametleri suretlerle sîretleri ihâla etmiş, keremleri bütün levhalara, ruhlara şâmil bulunmuştur. Rahman lâfzı medlul i'tibâriyle eamdır. —Hem dünyâdaki hem de âhiretteki Rahmet-i İlâhiyyeye şâmildir— Cenâb-ı Allah'ın alemi, —ism-i hâssı— gibi olduğu cihetle Rahman lâfz-ı şerifi takdim buyurulmuştur.
Yâni: Hamd lâfzı, medh lâfzının maklûbudur. Delâlet ettikleri ma'nâ birdir. Maamâfih medhin medlulü şümullüdür. Çünkü, mesela: İnci methedilir. Fakat inciye hamd olunmaz.
Yâni: Rab, âlemleri kemâle erdiren ve bütün mahlûkaatı halden hâle ıslah eden ve onların mâliki veya meliki bulunan zattır. Bunun medlulü, bir işi defeât ile ikmal demektir. Adl lâfzı gibi medih de mübalâğa için Allâhu Teâlâ'nın ismi olmuştur. Âlem ise Allâhu Teâlâ'nın rabt ve zabt ettiği bütün mükevvenâtın ismi, mâsivâu'llâh'ın unvanıdır.
Velhâsıl: hakikaten ilhâm-ı İlahînin parlak bir tecellîsidir. (1002) târihinde ikmâl edilmiştir.
Kâtib Çelebi diyor ki: "Bu kitap, tefsirler arasında, münferitdir. Kur'ân-ı Kerîm'i evvelinden âhırına kadar mühmel harfler ile tefsir etmiştir,"
Fakat bilâhara bu teferrüd zail olmuş, (1305) târihinde vefat eden Hamzavî Efendi de böyle noktasız bir tefsir vücûde getirmiştir.
Feyzî-i Hindi'nin tefsiri tasavvufi işaretleri hâvî, daha fazla edebî kuvveti hâiz bulunduğu cihetle daha kapalı bir halde bulunmuş, Hamzavî Efendi'nin adlı eseri ise bi'n-nisbe daha sâde görülmüştür. Maamâfih bizce Savâtıü'l-ilham daha müreccahtır.
Feyzî-i Hindi diyor ki: Bu atiyye-i gaybî ben fakire mahsus bulunmuştur. Bu tefsirin itmamına[146] Kazm-ı celîli târih düşmüştür. İhlâs Sûresinin harfleri de ebced hesabiyle ayrıca bir târih teşkil etmektedir.
Feyzinin bâzı hasımları,bu tefsiri bir bid'at saymışlar, böyle tekellüf eseri olan noktasız bir tefsir, şer'a muhaliftir, demişler, Feyzî de : "Kelime-i Tevhid serâpâ noktasızdır" diye cevap vermiştir.
Bu tefsirin güzel bir ta'lîk ile yazılmış ve fevkalâde bir surette tezhîb edilmiş (750) sayfadan müteşekkil bir nüshası Hamidiye Kütüphânesinde (88) numarada mevcuttur. Bu tefsir bilâhare Hind'de tab' edilmiştir. Elfâzını hal için bir lügatçe de ilâve edilmiştir.
Feyzî-i Hindî'nin pederi Şeyh Mübarek de ulemâdan bir zâttır. Tefsîr-i kebîr tarzında unvanlı dört cildlik bir tefsiri vardır. Muhtelif mezâhib erbâbiyle ve bahusus Mehdeviyye tâifesiyle görüşmekten çekinmediği için sû-i i'tikaad ile ittihâm edilmişti. Kendisine teklif edilen devlet menâsıbından hiç birini kabul etmemiştir.[147]
Feyzî-i Hindî, yüksek bir edibtir, fıtraten şâirdir. Sabavetindenberi şiirle uğraşmıştır. Arabiyat ile çok meşgul olduğu cihetle eş'ârında sanayi' ve bedâyi' ziyâde görülmektedir. Güzel gazelleri, mesnevileri, kasideleri vardır. Maamâfih kasideleri sair eş'ârına nisbetle dûn bir mertebededir. Mesnevi ve gazel vadisinde başkalarına tefevvuk etmiştir. Bahusus sözlerindeki çûş u hurûş i'tibâriyle müteferrid bir şâir sayılmaktadır. Şiirlerinde "Feyzî”' mahlasını kullanırdı, hayâtının son günlerine doğru "Feyyazi" diye de tehallusde bulunmuştur.
Fevzi'nin muasırlarından bâzıları onun şiirdeki kudretini inkâr etmek istemişlerdi. Halbuki Feyzî'nin sinesi hem ulûm ve fünûnun, felsefe ve hikmetin bir hazînesi idi, hem de en güzel, en lâtif şiir sânihalarının bir merkezi bulunuyordu. Muasırlarının kemâlâtı ise yalnız şiir ve inşâya münhasırdı.
Feyzî'nin manzumelerinde lâtif bir ahenk, mutasavvifâne bir edâ, âşikaane, feylesofâne bir tarz-i beyân tecellî edip durmaktadır. Hele fahriyye sahasındaki coşkun beyanâtı bahar manzarası kadar letâfetlidir. Meselâ şu fahriyyesi ne kadar lâtiftir:[148]
Feyzî'nin bu fahriyyesine rağmen Tevhîd-i Bârî'sindeki şu beyanâtı da ne kadar mütevâziâne, ne kadar zarîfânedir:
[149]Feyzî'nin şiirleri, teşbîhâtm azlığı, istiarelerin güzelliği ile de temayüz etmektedir. Kendisinin felsefî mütâlâaları, çok kere şiir kisvesiyle mütecellî olur.
Eski şâîrlerce mültezem bir kaaide vardır ki, o da kudemânın şiirlerinden bir numuneyi meşk ittihâz ederek onu tanzîre ve o vadide manzumeler söylemeğe çalışmaktır. Feyzî-i Hindî'nin de, Hindistan'ın Lahor şehrine tâbi' "Raven" kasabasında doğmuş ve bilâhare Gaznevîlerin sarayına intisâb etmiş olan Ebü'l-Ferec Ravenî'nin eş'ârını tetebbu' ve meşk ittihâz eylediği şiirlerinden anlaşılmaktadır. Nitekim bu hususta şöyle demiştir :
[150]Maahâzâ Feyzî, en basit hâdiselerden müteheyyic olarak şiir söylemeğe başlar, manzumelerine suret verir, tehayyül ettiği şeyleri evvelâ zihninde tecessüm ettirir, sonra nazım libâsiyle hârice çıkarır.
Şu da ma'lûmdur ki, hakîm, mütefennin olan şâirlerin âşıkaane yazıları, yalnız aşk ve mahabbetin te'sîri altında yazı yazmış olan şâirlerin manzumeleri kadar müessir, söz-şikâr olamaz. Bu bakımdan Feyzî' nin âşıkaane manzumeleri kemal derecesinde görülmeyebilir.
Tab'an müstağni, âlî-cenâb, müdâheneden berî olan Feyzî, ma'nevî bir terbiyenin te'sîriyle pek arifane, mutasavvifâne manzumeler vücûde getirmiştir. Hele şu manzumesi, kendisini tekfîre yeltenenleri ve ölümüne fena târihler düşürmüş olanları mahcub etmiş olsa gerektir.[151]
Fevzi'nin hazîn mersiyeleri de vardır.Üç yaşında iken vefat etmiş olan mahdumu hakkında söylediği mersiyyenin şu beyti ne hazindir:
Feyzî-i Hindî, zamanının birçok şâirleriyle görüşmüş, ezcümle Urfî, Zuhûrî, Melik Kummî ile çok düşüp kalkmış, Ekber Şah sarayının melikü'ş-şuarâsı olmuştu. Urfî'nin eş'ârına büyük bir kıymet verirdi. Hattâ Urfî İran'dan Hind'e geldiği zaman ilk evvel Feyzî'nin hanesinde müsâfir kalmıştı. Bilâhare araları açıldığı rivayet olunuyor. Fakat Feyzî'nin Urfî'ye hased ettiğine, aralarında hunrîzâne bir mâcerânın vukuuna dâir olan rivayetler doğru görülmüyor.
Feyzî-i Hindî ile (999)'da Lâhor'da vefat etmiş olan Cemâlü'd-Dîn Muhamnıed Urfî'nin şiirleri Türk edebiyatında pek müessir olmuştur. Ziya Paşa, Harâbât'ının mukaddimesinde bu iki zat hakkında şöyle bir nıukaayese yapıyor:
"Feyzi ile Urfî hem inandır
Feyzide belagat ve taravet
Feyzide mevâiz âteşindir
Amma aranırsa evleviyyet
Feyzi mu'cem iken serâpâ
Buldu o yegâne-i fazilet
Ser cümle-i âhirü’z-zamandır
Urfi'de azûbet ve halâvet
Urfi'de kasideler metindir
Feyzî'de kalır yine fazîlet
Tefsirine nokta koymaz asla
Şakirdi yed'i ile şehâdet"
Feyzî'nin, bir şakirdi tarafından zehirlenerek vefat ettiği mervîdir. Kıymetli bir kütüphanesi var idi, bundaki kitapların ekserisi müelliflerinin el yazısı ile yazılmış nüshalardı. Hanesi de ehl-i ilim için dâima açık bulunurdu.
Asârı: Fevzi'nin yüz bir kadar müellefâtı olduğu söyleniyor. Ma'rûf olanları şunlardır: tefsirdir, ahlâka dâir noktasız yazılmış bir risaledir, (985)'de itmam edilmiştir, matbû'dur.
Fevzi'nin mektuplarını, risalelerini cami' bir eserdir. Heşîre-zâdesi ve şakirdi Nû-rü'd-Dîn Muhammed tarafından tertîb edilmiştir. Bu mektuplar sâde bir üslûptadır, birtakım ma'nâsız lâfızlarla terkiplerden beridir. Feyzî, bu hususta ilk inkılâbı vücûde getirmiş sayılmaktadır.
On bin beyitten fazla eş'ardan müteşekkil ve "Tebâşîr-i Subh" unvanını hâizdir. Feyzî bu dîvânı tertîb ettiği zaman henüz kırk yaşını biraz tecâvüz etmişti. Tevhide, fahriyyeye, mersiyyeye, tasavvuf ve ahlâka mütedair mevzû'ları hâvî bir mecmuadır. bu beş eser Nizâmî'nin Hamse'sini taklîden yazılmış mesnevilerdir. Neldîman veya Naldâman Mehabrata'dan mütercem bir mecmuadır.
Sanskrit lisânından Fârisîye terceme edilmiştir. Son eser hesaba dâir dir.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Şi'rü’l-Acem = Şibli Nu'mânî'nin Mecmua-yı âsâr — Arif Efendi'nin, Lügat-ı târihiyye ve Coğrâfiyye, su'l-a'lâm, Hârâbat.[152]
Mehmed b. İbrahim, fâzıl bir zâttır. Takrîben (1005) târihinde vefat etmiştir. Rahmetullâhi aleyh.[153]
Mehmed Efendi, âlim, sâhib-i kalem bir zât idi. (994) târihinde Sûre-i Yûsuf'a Türkçe bir tefsir yazmıştır ki, matbû'dur. Bu eserinde (Sûre-i Hûd) ile (Sûre-i İbrahim) için de birer tefsir yazmış olduğu mezkûrdur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[154]
Molla Ahmed Şemsü'd-Dîn, fâzıl bir zâttır. (1009)'da vefat etmiştir. Vefâ'da medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[155]
Şemsü'd-Dîn Efendi, âlim bir zât olup Kazaskerlikte bulunmuştur. Tefsîr'i Beyzâvî'ye haşiyesi, Hidâye ile Telvîh'e, Miftâh'a, Mevâkıf a da ta'lîkaları vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri,[156]
Şeyhü'l-İslâm Sun'u'llâh b. Ca'fer, fâzıl bir zâttır. Babası İskilipli olup Kanunî devri ricalinden bulunmuştur. Kendisi (960)'da doğmuş, (1021)'de vefat etmiştir. (İlâhî, eyle Sun'u'llâha Rahmet) mısraı vefatına târihtir. Kırkçeşme civarında Hüsam Bey mescidi naziresinde nıedfundur. Rahmetu’llâhi aleyh.[157]
Sun'u'llâh Efendi, olgun bir âlimdir. Ebu's-Suûd Efendi'den ders okumuştur. Beşiktaş'ta Hayreddin Paşa medresesine, ba'dehu Sultan Murad Han validesi medresesine müderris ta'yîn edilmiş, (998) 'den i'tibâren Bursa, Edirne, İstanbul kadılıklarında ve Anadolu Kazaskerliğinde bulunmuş, daha sonra dört def'a fasıla ile meşihat makaamını ihraz etmiştir. Ahir-i ömründe mütekaaid iken farîze-i haccı ifâ edip İstanbul'a avdetini müteakip irtihâl eylemiştir. Tefsîr-i Keşşaf evâiline haşiyesi, bâzı mu'teber kitaplara ta'lîkaları vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Devhatü'l-meşâyıh.[158]
Molla Alî b. Muhammed b. Sultan el-Herevî, meşhur bir âlimdir. Lâkabı: Nûrü'd-Dîn'dir. (1014) târihinde Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir. "Muallâ" kabristanında medfundur. Rahmetu’llâhi aleyh.[159]
Aliyyü'l-Kaarî, Hanefî fukahâsından muktedir bir zâttır. Kendi beldesinde tahsilini yaptıktan sonra bilgisini artırmak için seyyahâta çıkmış, bir müddet Mısır'da kalmış, Mekke-i Mükerreme'ye giderek orada Ustaz Ebü'l-Hasen el-Bekri'den ve Şihab Ahmed b. Hacer el-Heytemî'den müstefîd olmuştur. Mekke-i Mükerreme'de tavattun ettiği için kendisine (Aliyyü'l-Kaarî el-Mekkî) de denir. Tefsirde, hadiste, fıkıhta ve sair ilimlerde büyük bir ihtisas sahibi idi. Meşhur kurrâdan ve hattatlardan sayılırdı. Her sene bir Mushaf-ı Şerif yazıp hediyesiyle bir senelik maişetini te'mîn ederdi. Tasavvuftan da büyük bir zevk almış olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır.
Şafiî fukahâsından bâzılarının Hanefiyye hakkındaki bâzı tenkîdimsi sözlerine reddiye yazmak mecbûriyyetinde kalmış, İbn-i Hacer-i Heytemî'ye karşı bâzı i'tirazlarda bulunmuştur. İbn-i Teymiyye ile İbn-i Kayyim Cevziyyeyi de müdâfaa ederdi. Hattâ "Şerhü'ş-şemâil'inde diyor ki : "Her kim (Menâzülü's-sâirîn) şerhini ve (Medâricü’s-sâlikîn)i mütâlâa ederse bu iki zatın Ehl-i Sünnet büyüklerinden ve bu ümmetin velîlerinden olduğu kendince tebeyyün eder.”
Aliyyü'l-Kaarî, daha hayatda iken ilim ve fazliyle, zühd ü takvâsiyle büyük bir şöhret ve mahabbet kazanmıştı. Mekke-i Mükerreme'de vefat ettiğini haber alan Ezher ulemâsı, Kahire'de dört bin zâttan müteşekkil bir camâatla ani'l-gıyâb üzerine cenaze namazı kılmışlardı.[160]
Aliyyü'l-Kaarî, sâir eserlerinde olduğu gibi tefsirinde de büyük bir muvaffakiyet göstermiş; sâde, lâtif bir üslûb ile güzel bir eser vücûde getirmiştir. Bu eserin mukaddimesinde diyor ki: Ben bunu alimlerin ibarelerini, ariflerin işaretlerini cami' ve mûcez" olmak üzere yazdım. Nihâyetinde de diyor ki: Bu tefsirde şeriat ve hakikatin iki nev'inden olan tarîkate münâfî bir şey yoktur, çünkü Hulûliyyenin, İttihâdiyyenin sözlerinden münezzehtir.
Filhakika bu, mücmel, mûcez bir tefsirdir. Ayetleri kısa, fakat açık bir ibare ile îzâh eder, arasıra tasavvuf nesvesiyle ruha ulviyyet, kalbe feyiz ve inşirah verecek bir hayli işârât ve letâif iradına çalışır. Bu hususta Ebu'l-Kaasım Kuşeyrî ile Ruzbihân Baklî'den pek çok ilham almıştır.
Aliyyü'l-Kaarî, tefsirinde Ebu'l-Kaasım'ı üstaz diye, Ruzbihân'ı da "Arif âşık" diye yâd eder.
[161]Nazm-ı Celîlinin tefsirinde diyor ki:"Kur'ân'ın Arab-ı urebâya mensüb olması aslının kadîm bir kelâm-ı nefsî-i İlâhî olup hudustan, hulûl-i fenadan münezzeh olmasına münâfî değildir. Netekim ehl-i bid'atten olan Mu'tezilenin muhalefetine rağmen Ehl-i Sünnet'in itikaadı bu veçhiledir. Mes'elenin hulâsası bu kelâm-ı insi, kelâm-ı nefsî-i kudsînin bir mazharıdır."
[162]Ayet-i kerîmesinin tefsiri sırasında da Tefsîr-i Sülemî'den naklen şöyle diyor : "Abd odur ki, seyyidinden başkasını görmez; abd odur ki, seyyidin'in ahlâkiyle mütehallık olur. Resûl-i Ekrem Sallâ’llahu aleyhi ve sellem de kendi huzûzâtından fâni, Allah'ın hukukunu îfâ ile kaaim, ve böylece Allah için hâlis olduğu için Allâhu Teâlâ kendisini abdi olmakla tesmiye buyurmuştur."
Müellefâtı: tefsirdir. Bunun bin dört yüz sahifelik yazma, nefîs ve müzehheb bir nüshası Fâtih Kütüphanesinde (229) numarada mevcuttur. kırk hadîs-i kudsîden müteşekkildir. Nevevi’nin Hadis-i erbaîn risalesine şerhdir. Lübabü’l-menasik şerhdir. Tesfir ile haşiyeden mâadası matbû'dur. Nâmiyle yazma sair eserleri de vardır.
Me'hazlar: El-Fevâidü'l-behiyye, Cilâü'l-ayneyn, Keşfü'z-zunun, El-A'lâm, Mu'cemü’l-matbûât, Kaamüsü’l-alâm.[163]
Abü'n-Nâfi' b. Ömer, Hamat .ahâlîsinden fâzıl bir zâttır. Trablus-Şam'da ikaamet edip (1016)'da "îdlib" de vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[164]
Abdü'n-Nâfi' Hamevî, ma'lûmatlı, şâir, hicve mail bir zât idi. Sûre-i İhlâs'a tefsiri vardır. Bir de akaaide dâir adında manzum bir eseri vardır.
Me'haz: El-A’lam.[165]
Hoca Sa'dü'd-Dîn Efendi-Zâde Şerif Mehmed Efendi, fâzıl bir zâttır. (975)'de Bursa'da doğmuş, (1024)'de taundan vefat etmiştir. Kabri Sultan Selim'de ceddi İsmâil Efendi camii hazîresindedir. Rahmetu’llâhi aleyh.[166]
Şerif Mehmed Efendi, Osmanlı ricâl-i ilmiyyesinden muhterem bir fâzıldır. Tahsilini ikmâl ile müderris olmuş, Mekke kadılığına ta'yîn edilmiş ise de bir sene sonra isti'fâ etmiş (1004)'de İstanbul kadılığına, Anadolu Kazaskerliğine ta'yîn edilmiş, (1007)'de meşihat makaamım ihraz edip (1010)'da infisâli vuku' bulmuş, bilâhare tekrar yedi sene kadar meşihat makaamında bulunmuştur ki, mecmu' müddeti sekiz sene, on bir ay, beş gündür. Vefatında yerine kardeşi Es'ad Efendi Şeyhü'l-İslâm olmuştur. Nâmiyle bir tefsir kitabı yazmıştır. adh bir mecmuası, adlı da bir eseri vardır. Babasının 'ne zeyil yazmak istemiş de ikmâline muvaffak olamamıştır. Arabî, Fârisî, Türkçe şiirleri vardır. Bir kıt'ası [167]
Me'hazlar: Devhatü'l-Meşâyih, Osmanlı müellifleri,[168]
Şeyh Behâü'd-Dîn Muhammed b. Hüseyn b. Abdu's-Samed el-Hârisî, meşhur bir zâttır. (953) 'de Ba'lebek'de doğmuştur. Aslen Şam'lıdır. Babası Suriye'de Cebel-i Âmil denilen mahalde doğmuştu. Bu cihetle Âmil'e nisbet edilmektedir. Hâris-i Hemedânî'ye nisbetle Hârisî diye de yâd olunur.
Bâzı rivayetlere göre Kazvin'de dünyâya gelmiştir. İran'daki (Âmil) şehrine mensubtur. (1031) târihinde İsfahan'da vefat etmiştir. Na'şi Meşhed'de İmam Rızâ Hazretlerinin türbesi civarına defnedilmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[169]
Behâü'd-Dîn Ânıilî, çocukluğunda babasiyle beraber Acem diyârına rıhlet ile Kazvin'de ikaamet etmişti. Orada tahsilini ikmâl ederek yüksek âlimler sırasına geçmiş, sonra İsfahan'a gitmiş, orada Safevî hükümdarlarından Şah Abbâs'ın hürmet ve ikramına mazhar olarak uhdesine reî-sü'1-ulemâlık payesi tevcih olunmuş, ba'dehu Hicaz'a, Mısır'a gitmiş, Kahire'nin ulemâsiyle görüşmüş, bir aralık da Kuds-i Şerife giderek Mescid-i Aksa civarında ikaamette bulunmuş, daha sonra Haleb'e gitmiş, oradan da İsfahan'a avdet eylemiştir. Bu seyehatları Şeyh Sa'dî merhumu taklîd edercesine otuz sene kadar devam etmişti. Ekseri siyah kisvesine bürünür, münzeviyâne yaşar, kendisini tanıtmak istemezdi;[170]
Benâü'd-Dîn el-Amilî, İmâmiyyeden kudretli bir âlimdir, muhitinde ilmî riyaset kendisine müntehî olmuştu, münevver, mütefekkir, açık ifadeli bir muharrir, bir edîb idi. Birçok ilimlerde ve bilhassa edebiyyatta büyük bir iktidar sahibi olduğu gibi riyaziyatta da mütahassis bulunuyordu. Mısır'da Kahire âlimlerinin takdirleriyle karşılanmıştır. Hattâ Mısır'ın yüksek âlimlerinden, ediplerinden olan Şihâbü'd-Dîn Hafâcî, unvanlı edebî eserinde bu zattan bir lisân-i sitayişle bahsediyor, Arabî ve Fârisî eş'ârının mühezzeb bir halde bulunduğunu, Fârisî şiirlerinin daha güzel, ve daha çok olduğunu söylüyor, eş'ârından bir kısım parçalar naklediyor, şunu da ilâveten diyor ki : "Behâü'd-Dîn, Şâh Abbâs’ın teveccühüne nail olarak reîsü'l-ulemâlık mansıbını ihraz etmiş ise de onun zendikasına, ilhâdına tâbi' değildi, belki' yalnız Alevî bulunuyordu. Rüşdüne, din hususundaki sedâdına dâir olan sîti, her tarafa intişâr etmiştir, Üstaz Muhammed b. Ebü'l-Hasen el-Bekri hakkındaki kasidesi de hüsn-i akidesine delildir.” Bu kasidenin matlaı şudur:
Sefînetü'ş-şuarâ'da deniliyor ki: "Âmili merhum, Ehl-i Sünnet ve cemaattandır. Zamanın icâbına mebnî mezhebini Şiîler arasında gizlemiş idi. Bu meşhurdur" Maahâzâ bu âlim zâtın İmâmiyyeden olduğuna birçok yazıları şahittir.[171]
Behâü'd-Dîn-i Âmili, tefsir ilminde de bir kudret göstermiş, tefsire dâir bâzı şeyler yazmış, hattâ Tefsîr-i Kaazîye bir haşiye de vücûde getirmiştir. Hattâ diye kendisine birtakım eserler de isnâd edilmektedir. Fakat biz kendisinin bu eserleri vücûde getirmiş olduğuna dâir müracaat edebildiğimiz kütübhânelerde bir şeye müsadif olmadık, bilâkis sâir zevat tarafından bu unvanlar ile kitaplar yazılmış olduğunu kütüphanelerinde ve Keş-fü'z-zunûn'da görüyoruz.
Maahâzâ Amilî'nin kalemindeki belagat ve selâset, karîhasandaki vüs'at ve iktidar tefsire dâir olan yazılarında da tecellî etmektedir. Şu kadar var ki, bu zât, rivayet tarîkından ziyâde dirayet tarîkında muvaffakıyyet göstermiş, rivayet nokta-i nazarından, pek isabet gösterememiştir. Hattâ kendi mezhebine hizmet için mutaassıbâne sayılacak bir kısım külfetli mütâlâalarda bulunmuş, ilm-i hadîs bakımından zayıf, mevzu’ görülecek hadisler ile yazılarını doldurmuş, naklettiği şeylerin akıl ve mantıka, Şer'-i Şerifin yüksek hikmetine muvafık olup olmadığını düşünmek zahmetine pek okadar katlanmamıştır.[172]
Behâü'd-Dîn-i Âmili, yüksek bir edibtir. Edebî kudreti yazılarında tecellî etmektedir. Arabca, Farsça bir hayli manzumeleri vardır. Şiire ne veçhile başlamış olduğunu şöylece anlatmaktadır : "Ben Kazvin'de iken bir aralık pek ağır bir göz ağrısına tutuldum.Günlerim geçiyor,ne Kur'an tilâvet edebiliyor,nede bir kitap okuyabiliyordum. Bu ağrı, beni ibâdet ve tâuttan, tedris ve tezkirden men’ edip duruyordu. Halbuki boş oturmak benim âdetim değildi, böyle haneme kapanıp kalmış olmaktan pek sıkılmıştım, fikrimi oyalamak için eş’ardan daha münâsip bir şey bulamadım, eş'ar ise benim şiarım değildi. Böyle iken fikrime hangi vâdîde cevelân vereceğimi düşünüyordum, derken dostlarımdan bâzıları, Herat'’ı manzum olarak lâyıkı veçhile tavsif etmemi benden istediler, ben de (Zahire) adını verdiğim yüz beyittik ercûzemi tanzim ettim."
Behâü'd-Dîn, bu mealdeki sözlerini manzumesinin mukaddimesinde nazmen beliğ bir tarzda yazıyor, şu beyt ile de Herat'ı tavsife başlıyor:
Muhterem üstâz, seyahatta iken eski yaranını hatırlamış, onlara karşı duyduğu iştiyakı şu kıt’asiyle tasvire çalışmıştır:[173]
Onlara Arabî ve Fârisî beyitlerden müteşekkil, nasihat yollu yazmış olduğu manzumesine de şu beyt ile nihayet vermiştir:
Behâü'd-Dîn'in pederi de ulemâdan, şuarâdan bir zât idi. Meşhur Kasîde-i Bür'e'ye bir naziresi vardır ki, matlaı şudu:
Müellefatı: Yazma birer nüshası Veli Efendi, Nûruosmâniye ve Es'ad Efendi Kütüphanelerinde sırasiyle (410, 482, 221) numaralarda mevcuttur.
Hânedân-ı nübüvvetten mervî olan kırk hadîsi hâvidir. bu eser nevâdirden, edebî mevzu'lardan, hoş-âyende beyitler ile kıt'alardan bâzı ulemâ ile hükümdarların menâkıbından, mekârim-i ahlâktan bahseder. Hazret-i Alî'nin Hazret-i Hasan'a yapmış olduğu uzun bir vasiyyeti de muhtevidir. matbû'dur. Bu bir kasidedir. Bunu Ahmed el-Menînî şerhetmiştir.. matbû'dur, ilmî ve edebî matbu' bir mecmuadır. birtakım nevâdir ve letâiften, mevâiz ve es'ardan müteşekkildir, matbû'dur. matbû'dur. müteaddit şerhleri vardır, matbû'dur. Almanca tercemesiyle beraber de tab' edilmiştir. Ve saire.
Me'hazlar: Keşkül mukaddimesi, Şerh-i Ahmed el-Menînî mukaddimesi, Reyhânetü'l-elibbâ, Keşfü'z-zunûn, Sefînetü'ş-şuarâ, El-A'lâm: Kaamûs-ı terâcim, Mu'cemü'l-matbûât.[174]
Mer'î b. Yûsuf b. Ebî Bekr el-Kermî, kudretli bir âlimdir. Nâbülüs kurbunda "Tûr-ı, Kerm" karyesine mensuptur, orada doğmuş, (1033) târihinde Kahire'de vefat etmiştir. Ralımetu'llâhi aleyh.[175]
Mer'î, mütedâvil ilimlere vâkıf, dolgun bir muhaddis, bir fakîh idi. Mısır'a giderek orada Şeyh Ahmed Hicâzî'den ve Ahmed Guneymî'den ve daha başka Mısır ulemâsından ilim ahzetmiş, Câmiü'1-Ezher'den tedrise başlamış, Sultan Camiinde meşihat cihetine nail olmuştur.
Hanbeliyyu'l-mezheb olan bu zât ömrünü iftâ ile, tedris ve te'lif ile geçirmiştir. Yetmiş kadar musannefâtı vardır.
Müellefâtı: Tefsirdir.Henbelî fıkhına dâir muhtasar bir metindir. bu da fıkha dâirdir. acâib-i kevne dâirdir. ahkâma dâir bir kısım ahâdîs-i matbû'dur. şerîfeyi câmi'dir ve matbû'dur. matbû'dur.Fransızca tercemesi Kahire'de tab' edilmiştir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Hulâsatü'l-eser, Mu'cemü'l-matbûât.[176]
Muhammed Emin b, Sadrü'd-Dîn, ulemâdan bir zâttır. Buhârâ nahiyelerinden Şirvan'a mensuptur. Âmid'de ikaamet ederdi, bilâhare İstanbul'da tavattun ve (1036) da vefat etmiştir. Kabri Üsküdar'dadır. Rahmetu'llâhi aleyh.[177]
Muhammed Emîn Efendi, dolgun bir ilim sahibidir. Kendisini İstanbul'a Nasuh Paşa celbetmişti. Halhalı gibi büyük âlimlerden, ilim ahzetmiş bulunuyordu. İstanbul'a geldiği zaman Kadı-Zâde Rûmî, huzuruna giderek kendisine muhtelif ilimlerden otuz sualde bulunacağını söylemiş, yastığına yaslanıp duran bu büyük âlim de: "Va'llâhi suallerine cevap vermedikçe yanımı yastığımdan kaldırmayacağım" demiş, îrâdedilen suallere hiç tereddüd, telâş göstermeksizin cevap vermiş, Kadı-Zâde de bunları kabul ederek yazmıştır. Sûre-i Feth'e tefsiri, Kaazî tefsirine[178] Nazm-ı Celîline kadar haşiyesi vardır. Şerh-i Şemsiyye'ye haşiyesi, Gazâlî'nin Kavâidü'l-akaaid'ine şerhi de vardır. Birinci Sultan Ahmed nâmına adedine müsavi olmak üzere (53) fenden bahis ismiyle bir eser de te'lîf etmiştir. Başka eserleri de vardir. Muhakkıkların âhırı sayılmaktadır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunun, Osmanlı müellifleri, El-A'lâm, Et-Tahrîrü'l-vecîz, Hulâsatül-eser.[179]
Şeyh İsmâil Ankarâvî, Rusûhî Dede diye meşhur bir zâttır. (1042) vefat etmiştir. Galata Mevlevîhânesi hazîresinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[180]
Rusûhî-Dede, âlim, tasavvufla mümtaz bir fâzıldır. Ankara'da Bayramiyye tarîki meşâyıhınden iken bilâhare Mevlevi tarîkına intisapla Galata Mevlevîhânesi şeyhi olmuştur. Müfessir, edîp, şâir bir zât idi. Şeyh Galib merhum kendisini bir kasîdesiyle methetmiştir ki, matlaı şudur:
Ey Kâşif-i esrâr-ı nihân, Hazret-i Şârih! Rû-pûs tecellî-i ayan Hazret-i Şârih!
Rusûhî-Dede, Mesnevi Şerifin altı cildini Türkçe şerhetmiş, (1035) 'de Mesnevinin yedinci bir cildini elde ederek onu da şerh eylemiştir.
Bu yedinci cilt :
Bâzı zevat, bu cildin Hazret-i Mevlânâ'ya âidiyyetini kabul etmemektedir. Rusûhî merhum, bunların i'tirazlarına — Kâtip Çelebi'nin dediği gibi— ecvibe-i belîga-i müşbia ile cevap vermiş, bu cildin de Mevlânâ'ya âidiyyetini yirmi kadar delil ile isbâta çalışmış, bu ciltte de enfâs-ı Mevlânâ'nın mevcûdiyyetine kaani' bulunmuştur. Bu deliller, bu cilde mahsus şerhinin mukaddimesinde mezkûrdur. Bu cild dahi sâir ciltler gibi manzum olarak terceme edilmiştir.
İsmâil Ankaravî, bunlardan başka Mesnevî'deki âyetleri, hadîsleri, Arabî beyitleri, müşkil bâzı lâfızları adındaki bir eseriyle ayrıca şerhetmiştir. Bu eserini, Mevlânâ'yı ziyaret ettiği zaman, Veled Arif Çelebi'nin işaretine mebnî kaleme almıştır.[181]
İsmâil Ankaravî, unvâniyle Türkçe bir Fâtiha-i Şerîfe tefsiri" yazmıştır ki, birçok hakîkatları, latifeleri cami', rûhânî bir eserdir. Bu tefsirinin bir sahifesinde şu beyti yazıyor:[182]
Sonra da şöyle diyor: "Ekser-i Âyât-ı Kurbânı bu siyak üzre vâki’ olmuştur ki, her bar ki bir va'di beyâna getüre, anın akabinde bendelerine tenbih ve tehdidten ötürü bir vaîdi dahi zuhura yetürür. Tâ mü'minler hemîşe bu lütuf ve unf vâsıtasiyle anın ubûdiyyetine müteveccih olalar ve dahi: hadîsinin mûcebince havfla recâ meyânında sülük eyleyip i'tidâl mertebesini bulalar ve bu iki rüknü cem' etmekle kaide-i îmânı müstahkem kılalar."
Bu zâtın gözlerine —Mesnevî'nin üçüncü cildini bitirir bitirmez— bir perde arız olmuş, okuyamaz, yazamaz bir halde pek müteessirâne bir vakit geçirmiş, gözleri açıldığı takdirde dâima Kur'ân ile, hadîs ile, kelimât-ı evliya ile meşgul olacağını nezretmiş, nihayet bir sâhib-i himmetin eliyle gözlerinden o perde izâle edilmiş, artık bir şükrâne olmak için bu tefsirini yazmıştır ki, ismi de buna delâlet etmektedir. Bu tefsirinde şu güzel manzumesi de münderictir :[183]
Müellefâtı; Kırk kadardır. Bir kısmı şunlardır:
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Semâhâne-i edeb, Osmanlı müellifleri.[184]
Mehmed b. Mûsâ. fâzıl, bahhâs bir zâttır. (1046)'da vefat etmiştir. Rumelihisarı'nda medfundur. Rakmetu'llâhi aleyh.[185]
Bosnalı Mehmed Efendi, âlim, kadılık mesleğine sâlik bir zât idi. Halep Mollalığından infisâlini müteakip İstanbul'da irtihâl etmiştir. Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi, Cami üzerine haşiyesi, Isâm üzerine i'tirâzâtı vardır. Abdu'r-Raûf Menâvî'nin adlı eserini terceme ederek Birinci Sultan Murad'a takdim etmişti, Bir nüshası Köprülü Kütüphanesinde mevcuttur.
Me'haz : Osmanh müellifleri.[186]
Şeyh Abdü'l-Mecîd, fuzalâdan bir zâttır. (1049) 'da vefat etmiştir. Eyyûbü'l-Ensârî kurbünde Nişancı dergâhında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[187]
Abdü'l-Mecîd, Halvetiyye tarîki ricalinden muhterem bir sîmâdır. Üçüncü Sultan Mehmed'in da'veti üzerine İstanbul'a gelmiş, va'z ile, irşâd ile meşgul olmuştur. Eş'ârında "Şeyhî" tehallus ederdi.
Müllefâtı: Birinci cildin ortasına kadardır. Ve sâire.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[188]
Ferecu'llah b. Muhammed b. Derviş, fuzalâdan bir zâttır. Basra ile Huzistan arasında bulunan (Huveyze) beldesinde doğmuş, takriben (1050)'de vefat etmiştir.[189]
Ferecu'llâh, İmâmiyye'den müfessir, müverrih, edip bir âlimdir. Tefsire, usûle, kelama, târihe, hey'ete dâir eserleri, ve manzum yazıları vardır.
Müellefâtı: Usûle dâirdir. Mantık: ile kelâma mütealliktir. büyükçe bir eserdir, iki büyük cilttir, Behâü'd-Dîn'in eserine şerhtir Ve saire,
Me'haz: El-A'lâm min ravzati’l-cinan.[190]
Sadrü'd-Dîn Muhammed b. İbrahim, "Molla Sadr" diye meşhur bir âlimdir. (1050)'de veya (1070) târihinde Şiraz'da vefat etmiştir.[191]
Sadrü'd-Dîn, mütefennin, feylesof bir Şîa âlimidir. Emîr Muhammed Bâkırü'd-Dâmâd ile Behâü'd-Dîn-i Âmilî'nin tilmizlerinden idi. Tefsire, ilâhiyyâta, felsefeye dâir birçok şeyler yazmıştır. Keşfü'z-zunûn sahibi bu zâtın hüviyetinde şüphe etmiş, bununla (896) 'da vefat etmiş olan Mîr Allâme, Sadrü'd-Dîn-i Şîrâzî'yi bir sanmıştır.
Müellefâtı: matbu' bir tefsirdir. matbu'dur, bâzı âyetler île sûrelerin matbu' bir tefsiridir, biri rübûbiyyete, diğeri de ilmü'n-nefse âit olmak üzere iki kısımdır, matbû'dur. vücûd ve a'râza, tabîiyyâta, ilâhiyyâta, nefse âit olmak üzere dört kısma ayrılmış, matbu' bir eserdir. hak ve yakın tarîkına âit bir risaledir. Mütekellimîn, Hükemâ ve Sofiyye mesleği üzere yazılmıştır. Felsefeye dâirdir, sekiz risaleyi müştemildir. Bütün bu eserler Hind'de, İran'da tab' edilmiştir.
Me'hazlar: Ravzâtü'l-cennât, Mu’cemu'l-matbûât, Keşfü'z-zunûn.[192]
Abdü'r-Rahmân b. Muhammed b. Muhammed b. Îmâdü'd-Dîn, (978) de Dimeşk'da doğmuş, (1051) târihinde Dimeşk'da vefat etmiş bir âlimdir. Rahmetu’llâhi aleyh.[193]
İmâdî, Dimeşk'da yetişmiş, orada Müftü olmuş kudretli bir ilim sahibidir. (1014)'de Hicaz'a gitmiş, o esnada menâsik-i hacca âit olan eserini cem' etmiştir. Tefsire, ve sâireye dâir de eserleri vardır. Mezheben Hanefî idi.
Müellefâtı: Tefsirdir, Hanefi fıkhı üzre yazılmıştır. terâcim-i ahvâle dâirdir. Eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, El-A'lâm, Hulâsatü'l-eser.[194]
Muslihü'd-Dîn Efendi ulemâdan bir zâttır. (1051)'de vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[195]
Muslihü'd-Dîn Efendi, değerli, dolgun bir âlimdir. Nâmiyle bir tefsiri vardır. nâmiyle de bir eseri vardır ki, bir nüshası Kütüphâne-i Umûmî'de mevcuttur.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[196]
Şah Muhammed b. Ahmed, Manastır'lı bir âlimdir. (1052)'de Manastır'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[197]
Şah Muhammed, vücûde getirdiği asarına nazaran müfessîr, fakîh, fâzıl bir zâttır. Keşfü'z-zunûn'un zeyli'da beyân edildiğine göre bu zâtın nâmında bir tefsiri vardır ki, Te'vîlât-ı Necmiyye'nin Türkçe bir hulâsasidır. Bir nüshası Hâlis Efendi Kütüphanesinde mevcuttur. Kezâlik: ve adlı fıkha dâir iki mühim eseri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[198]
Mehmed Efendi İbn-i Şeyh Alî, Vardar Yenicesi'nden fâzıl bir zâttır. (1057) tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Sultan Selim civarında Koğacı-Dede mescidi naziresinde medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[199]
Vardar'h Mehmed Efendi, âlim, fakîh, muharrir bir zât idi. Bursa'da kadılık yapmıştır. Sûre-i Mâide'ye kadar Tefsîr-i Kebîr tarzında bir tefsîri vardır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'lîkasi, Dürer'e haşiyesi, münşeatı da vardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri.[200]
îşî Mehmed Efendi, Tire'li bir âlimdir. (1061) târihinde Sicill-i Os-.nî'ye göre (1016)'da İstanbul'da vefat etmiştir. Edirnekapı'sı hâricinde Emîr-i Buhârî zaviyesinde medfûndur. Rahmeiu'UâH aleyh.[201]
İşî Efendi, fâzıl bir zâttır. (990)'da İstanbul'a gelerek müderris olmuş, bir aralık inzivaya çekilerek te'lîfât ile iştigale başlamış, ba'dehu uhdesine Tire'de İbn-i Melek medresesi müderrisliği tevcîh edilmiştir. Bir iş için İstanbul'a gelmekle irtihâli vuku' bulmuştur.
Müellefâtı: Kur'ân'ın nısfına kadardır,îlm-i kelâma dâirdir.Ve sâire. Eş'ârı da vardır. Bir beyti:
Rûşen eyler ehl-i derdin dîde-i ümmîdini
Kopsa nageh cünbiş pay-i semendinden gubar.
Me'hazlar: Keşfü’z-zunün, Osmanlı müellifleri, Sicil-i Osmâni.[202]
Nûru'llâh, Abdu'r-Rahhn Şirvânî'nin hafidir. Bursa'da (1065)'de vefat etmiştir. Rahmetu’llahi aleyh.[203]
Nıru’llah Efendi, ulemadan bir zattır. Bursa’da müderris bulunuyordu. Tefsir-i Beyzavi’ye ta’likaatı, Telhis’e, Fıkh-ı Ekberê şerhleri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[204]
Muhammed b. İbrahim el-Mısri, fâzıl bir zâttır. (1066)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh,[205]
İbnü's-Sâiğ, âlim, şâir, Arabî, Fârisî ve Türkçe lisanlarına vâkıf idi Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi vardır. Ekmel'in Hidâye. şerhine de hâşiye yazmıştır. Adında bir eseri daha vardır.
Me'haz: El-A'lâm,[206]
Abdü'l-Hakîm b. Şemsü'd-Dîn el-Hindî, meşhur bir fâzıldır. (1067) de vefat etmiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[207]
Abdü'l-Hakîm, yüksek bir âlim idi. Bütün hayâtını ilim ve ma'rife tahsis etmiş bulunuyordu, Hind'de Hazm Şâh-i Cihan nezdinde reîsü'1-ulemâ' idi. Zamanında Hind ulemâsından hiçbiri Siyalkûtî kadar şan ve şöhrete nail olamamıştır. Tefsirdeki iktidarına, Tefsîr-i Kaazî için yazmış olduğu haşiye şehâdet eder. Bu, derin tetkikleri, izahları hâiz bir haşiyedir. Yazık ki nâ-tamamdır.
Müellefâtı: Mantıktandır. Tasavvurât ve tasdîkaata dâirdir. Bütün bu eserler basılmıştır.
Me'hazlar: El-A'lâm, Hülâsatü'l-eser.[208]
Hızır b. Mehmed Efendi, Amasya'lı bir âlimdir. (1086)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[209]
Hızır Efendi, fâzıl, fakîh bir zât idi. Vefatına kadar Amasya müftüsü bulunuyordu. Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi ve adında manzum bir eseri vardır ki, Telhîs'in bir hulâsasıdır. (1060)'da yazmıştır. Bu eser üzerine nâmiyle bir şerhi ve sâir âsârı da vardır.
Me'hazlar: Osmanh müellifleri, Keşfü'z-zunûn.[210]
Ahmed b. Muhammed b. Ömer el-Hafâcî el-Mısrî, kudretli bir âlimdir. Hafâce kabilesine mansuptur. (977)'de Mısır'da doğmuş, (1069) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[211]
Şihâb, pek muktedir bir fâzıldır. Asrında büyük şöhret kazanmış, ilim ve irfan ile temayüz eylemişti. Takrir, tahrîr i'tibâriyle müteferrid idi.
Dayısı Ebû Bekri'ş-Şinvânî'den ulûm-ı Arabiyyeyi tahsil etmiş, belagat, mantık ilimlerini ve sâireyi de Ahmed Alkamî ile Muhammed Sâlihî eş-Şâmî'den, ilm-i tıbbı da Dâvûdü'l-Basîr'den ahzeylemiştir. Ba'dehu İstanbul'a rıhlet edip birçok fuzalâya, müsaimiflere mulâkî olmuş, kendilerinden icazet almış, Rumelide ve bilhassa Üsküp ile Selanik'te kadılık yaparak büyük bir servet sahibi olmuş, bilâhare uhdesine Mısır kadılığı tevcîh edilmiş, bundan azledilmekle tekrar Diyâr-ı Rûm'a dönmüş, bu esnada Dımeşk'a uğrayarak bir kaç gün kalmış, buranın fuzalâsını bir eserinde medhetmiştir. Daha sonra Mısır'a nefyedilerek orada vefatına kadar bir kadılıkta bulunmuştur. Hanefiyyü'l-mezheb idi
Tefsire, hadîse ve bilhassa lisân-ı Araba derin bir vukuf sahibi olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Hele Tefsîr-i Kaazî'ye yazdığı hâşiyesiyle Şifâ-i Şerife yazdığı şerhi pek fâideli, pek kıymetli birer eserdir.
Müellefâtı: Beyzâvî haşiyesi olup sekiz ciltten müteşekkildir, dört cilttir, ilmî fâideleri, edebî latifeleri muhtevidir, terâcim-i ahvâle dâirdir, bu eserler mat-bû'durlar. Terâcime dâir bir cilttir. Rakik eş'arı da vardır.
Me'hazlar: El-A'lam-, El-Fevâidü'l-behiyye, Hulâsatü’l-eser.[212]
Burhânü'd-Dîn, İbrahîm b. Muhammed, Saîd-i Mısır'dan "Meymûn” denilen mahalle mensup bir zâttır. (991)'de doğmuş, (1079)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[213]
Burhânü'd-Dîn tefsir ve hadîs ilimlerinde mütahassıs idi. Tefsîr-i Beyzâvî'ye haşiyesi vardır.
Me'haz: El-A'lâm.[214]
Abdu'llah Efendi-Zâde Abdu'r-Rahman Efendi, Manisa'lı bir âlimdir. (1080)'de Manisa'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[215]
Abdu'r-Rahmân Efendi meşâyihten âlim bir zâttır. Tefsîr-i Kaazî'ye ta'lîkaatı vardır. Manzûme-i Şâhidî'ye şerh olmak üzere de adında bir eseri mevcuttur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[216]
Şeyhü'l-İslâm Yahya Efendi, Alâiye'li Minkaarî-Zâde Ömer Efendi'nin oğludur. (1088) târihinde vefat etmiştir. Üsküdar'da Açıktürbe'de yaptırmış olduğu medrese ittisalinde medfûndur. "Menzil-i Minkaarî-Zâde Cennet-i me’vâ ola" mısraı vefatında târihtir. Rahmetu'llâhi aleyh.[217]
Yahya Efendi, faziletli bir zâttır. Müteaddid medreselerde müderris olmuş, (1058)'de Mekke-i Mükerreme kadılığına, üç defa Mısır kadılığına ta'yîn edilmiş, (1069)'da İstanbul kadısı, (1072)'de Rumeli kazaskeri bulunmuştur. Bilâhare (1073)'de Meşihat makaamını ihraz etmiş ise de bu makamda devamına, mübtelâ olduğu felç illeti mâni olduğundan (1084)'de tekaüde sevkolunmuştu. Meşihat müddeti on buçuk seneden ziyâdedir. Hayır-hâh bir zât imiş.
Müellefâtı: Tecvide dâirdir.
Me'hazlar: Devhatü'l-meşâyıh, Osmanlı müellifleri.[218]
Abdü'l-Halîm Efendi, Şeyh Nasûh Efendi'nin oğludur. Sandıklı kazasına mensuptur. Seksen beş yaşında olarak (1089)'da vefat etmiştir. Edirnekapısı hâricinde medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[219]
Abdü'l-Halîm Efendi, fuzalâdan bir zâttır. Şam Mollalığında bulunmuştur. Bakare ile Âl-i Imrân sûrelerine ve Nebe' sûresinden Hucurât sûresine kadar haşiyeleri vardır. Fıkıhtan Dürer'e nâmiyle bir hâşiye, Miftâh'a da yazmıştır. adiyle bir eseri de vardır. Molla Câmî'ye ve Mutavvel'in Kasır bahsine kadar haşiyeleri de yardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî.[220]
Muhammed b. Murtazâ, ulemâdan bir zâttır. (Feyz) lâkabiyle ma'rûftur. (1091)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[221]
Feyz Kâşânî, müfessir bir zâttır. Unvanlı bir tefsiri vardır. Bu tefsîrin kenarında yine bu zâtın eseri olan münderiçtir. (1274)'de İran'da tab' edilmiştir. Diğer matbu’ eserleri de şunlardır : Bu son eser nâmiyle ma'ruftur. Nasâyıha dâir muhavere tarikiyle yazılmıştır.
Me'haz: El-Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye.[222]
Kadı, Ahmed Efendi, Silifkeli bir zâttır. (1091)'de Bursa'da vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[223]
Kadı Ahmed Efendi, muhterem bir âlimdir. Sûre-i Furkan'a mufassal bir tefsir yazmıştır, Binâ'ya şerhi ve sâir eserleri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[224]
Ahmed b. Abdu'llah, ulemâdan bir zâttır. (1096) târihinde ber-hayât bulunuyordu.[225]
Ahmed Nâsıh, fâzıl bir vaiz idi. Bağdad'da Abdü'1-Kaâdir-i Geylânî Hazretlerinin câmi-i şerifinde va'z ederdi. Vezîr İbrahîm Paşa'nın tavsiyesi üzerine unvâniyle bir tefsir yazmıştır. Bunu bir senede ikmâl etmiştir. Bu, haddizatında Türkçe bir mealden ibarettir. Kendi ifâdesine nazaran Envârü't-tenzîl ile Meâlimü't-tenzîri, îrşâdü'l-akli's-selîm'i, Mevâhib-i ledünniye'yi, Şihâb hâşiyesi'ni me'hâz ittihâz etmiştir. Eserin ismi, mübaşeret târihi olan (1005) senesini gösterir. Hitâmına da şöyle bir târih söylenmiştir:
Habbezâ tercemân-i Kur'an kim
Tâlib-i râh-ı hak olanlar için
Çıktı müsveddeden bi-hamdi’llâh
Dedi ,pîri hûd âna târih
Müşkil-i elfâzı eyledi vazıh
Mürşid-i kâmil ve dahi nâsıh
Şâhid-i hüsn üstüne lâih
Budur âsâr-ı Ahmed Salih
Bu tefsirin bir nüshası, müellifinin hatt-ı destiyle muharrer olarak Nûruosmaniye Kütüphanesinde mevcuttur. Bu tefsir muahharen (1294) târihinde tab' edilmiştir.
Bu zât, tefsirinin mukaddimesindeki beyânına nazaran Yâkub-i Çerhî'nin Fârisiyyü'l-ibâre olan (Tebâreke ve Amme) cüzleri tefsirini de Türkçeye çevirmiştir.
Me'hazlar: Zübedü'l-âsâr mukaddimesi, Osmanlı müellifleri.[226]
Alî Alâü'd-Dîn, Arabkir'li bir alimdir. Çömez Kadı ve Karabaş Velî diye ma'rûftur. (1097)'de hacdan avdet ederken Mısır'a yakın Galan karyesinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[227]
Alâü'd-Dîn, fâzıl, tasavvuf âşinâ bir zâttır. Ekâbir-i Şa'bâniyye'den bulunuyordu. İstanbul'da ikaamet ederdi. Tâ'hâ sûre-i Celîlesine tefsiri vardır. Bundan başka; unvâniyle sair eserleri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[228]
Abdü'l-Kerîm İbn-i Şeyh Veliyyü'd-Dîn, Karahisâr-i Şarkî'li bir zâttır. (1100)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[229]
Şeyh Abdü'l-Kerîm, fâzıl, âlim bir vaiz idi. Lâleli kurbunda Ahmed Ağa Câmi-i şerifinde va'z ederdi. Tahsilini babasından ve zamanının fuzalâsından ikmâl etmişti. Sûre-i Yûsuf'a bir tefsiri vardır. Sair eserlerinin bir kısmı da şunlardır: Zikru'llâh'ın fazâiline dâirdir.
Asarının büyük bir kısmı hatt-ı destiyle muharrer olarak Kütüphâne-i Umûmî'de mevcuttur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[230]
Remzi Efendi, Antakya'lı bir zâtın oğludur. (1100) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[231]
Remzi Efendi, değerli bir âlimdir. Vefatında İstanbul Kadısı bulunuyordu. İsminde Tefsîr-i Beyzâvî'ye bir haşiyesi vardır.Nâmiyle bir eseri de vardır ki, Kur'ân'a, hadîse, bâzı meşâhir ile büldâna âit muarreb kelimeleri şerh ve îzâh eder. Bir nüshası Es'ad Efendi Kütüphânesindedir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[232]
Mevlevi Abdü'1-Bâki, fuzalâdan müfessir bir zâttır. (1033)'de ber-hayât bulunuyordu.[233]
Abdül-Kaadir Tibrizî, Keşşaf ile Envârü't-tenzîl'i başlıca me'haz ittihâz ederek güzel bir tefsir yazmıştır. Dâima Zemahşerî ile Kaazî'nin beyanâtını tefsirinde zikrediyor, sonra birçok ilaveler, muhakemeler yapıyor. Sofiyye hazarâtının işârât-ı Kur'âniyye hakkındaki sözlerini iktibastan geri durmuyor.
Bu zât, kendi hâlini ve tefsirini ne veçhile yazıp itmam ettiğini bu kıymetli eserinin dibacesinde şu veçhile anlatıyor:
"Ben birçok âlimlere mülâki ve kendilerinden müstefîd oldum, sonra sülük tarîkına sâlik olup tarikat ehlinden feyz almaya çalıştım. Bu zâtlar, Sultânü'l-Ârifîn Şemsü'd-Dîn Muhammed Tibrizî ile Sultânü'l-Âşıkîn Hazret-i Mevlânâ'nın menâkıbına dâir birçok şeyler naklettiler, bunlar pek hoşuma gitti, bir zaman zahirî ilimlerden el çekerek münzeviyâne bir halde yaşadım, âdeta ilmî müktesebâtım nisyâna mahkûm olacak bir hâle geldi, bu hâlime teessüf etmeğe başladım, bulunduğum beldede ise ilimler münderis olmuş, ilim sahipleri maîşet derdine düşmüş bulunuyordu.
Ben vaktiyle kaazî tefsirini mütâlâaya dalmış, onu pek muğlâk, pek mûcez bulmuştum. İnkişâf ve ibtisâr maksadiyle Keşşafı da mütâlâaya başladım. Bu iki tefsir arasındaki bütün ihtilâfları, mezheb ihtilâfından münbais gördüm. Çünkü Zemahşerî Mu'teziliyyü'l-mezheb, Kaazî ise Eş'- âriyye'dendir. Sonra Zemahşerî fıkhan Hanefiyü'l-mezheb, Kaazî ise Şâfiiyye'dendir.
Binâenaleyh usûl ve furûa müteallik, mezheb ihtilâfından münbais mevzi'lerin mâ-adâsında denilebilir ki: Keşşaf, Kaazî tefsirinin bir şerhi mesabesindedir.
Ben de tefsire dâir bir çok şeyler yazdım. Bunların arasında ihtilâfâtı gösterdim. Fakat yazdığım şeyler, müsvedde olarak perişan bir halde kalmıştı. Tâ ki maârif-perver bir zât olan Bağdad Valisi Müşîr-i muazzam Hafız Ahmed Paşa, bana dâir bâzı malûmat edinmiş olduğundan hakkımda inayet ibzal buyurdu. Perîşân eserimin itmam edilmesini bana tavsiye etti, ben de bu sayede bu eseri itmama kıyam ettim, bunun itmamına muvaffakıyyet, Sultan Murad'ın Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye'yi tecdide muvaffak olduğu zamana müsadif olmakla bu ittifak, Vezîr-i müşârün-ileyh'in pek hoşuna gitti, bununla Devlet-i Aliyye'nin devamına istibşarda bulundu."
Bu tefsirin itmam edilmesi (1033) târihine müsadiftir.
Bu kıymetli eserin pek güzîde, yazma, müzehheb bir nüshası (1274) büyük sahifeden müteşekkil olarak Hamidiye Kütüphanesinde (59) numarada mevcuttur.
Me'haz: (Tefsîr-i Tibrîzî-i Mevlevi) mukaddimesi.[234]
Alî Çelebi b. Husrev, fuzalâdan bir zâttır.(1108) 'de vefat etmiştir. Eyyûb-ı Ensârî civarında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[235]
Alî Çelebi, değerli bir âlimdir. Melâmiyye-i Bayrâmiyye tarîkına mensuptur. Kâtip - Çelebi bu zât hakkında: diyor. Üçüncü Sultân Mehmed zamanında İstanbul'a gelip Sütlice'de ikâamet etmiştir. Nâmında bir tefsiri vardır ki, bir mukaddime, bir hatime ile müteaddid bablardan müteşekkildir. Bir nüshası Revân Odası Kütüphanesinde mevcuttur. Bundan başka nâmiyle sair eserleri de vardır.
Zeyl: Bizim kütüphanelerde yaptığımız tetlukaata göre asıl Yusuf b. Hilâl b. Abdullah es-Safedî'nin: Nâmında bir tefsiri vardır ki, nefîs te'villeri, lâtîf hükümleri, nâdir temsilleri câmi'dir Bunu Ebû Bekir Nusret nâmında bir zât (669) senesinde Şam'da telhis etmiş, bilâhara Mısır'a intikal edip orada da bâzı ıslâhatta bulunmuş, nihayet Kahire'de (686) târihinde Câmi-i Hâkim'de son tebyîzına muvaffak olmuştur.
Bu zâtın ifâdesine nazaran: Asıl tefsîr, nâs arasında i'tibâra mazhar olmamıştır. Buna sebep de müellifi bulunan Yûsuf Safedî'nin bâzı maddelerde içtihada kıyam etmiş olmasıdır, fakat teemmül nazariyle bakılırsa bu müellifin mezîd-i dikkat sahibi, asrının İmâmı olduğuna hükmedilir. Bu tefsirin bir nüshası Şehîd Alî Paşa Kütüphanesinde (157) numarada mevcuttur.
Bu tefsirin hulâsası (690) sahîfeden müteşekkildir. Birçok âyetlerin tefsirleri pek muhtasarcadır. Maamâfih birçok dakik mütâlâaları, ilmî ve tasavvuf! ifâdeleri de muhtevidir. Her halde müellifinin bir mahsûs sahibi olduğunu göstermektedir.
Bir sahifesinde deniliyor ki: "Arap, her hayra hüdâ, her şerre de dalâlet nâmını verir.”
Diğer bir sahifesinde de deniliyor ki: "Allâhu Teâlâ kendisinin Gaffar olduğunu beyan buyuruyor. Çünkü kul tekrar tekrar günah işleyip de her defasında tevbe edince (Tevvâb) nâmını alır, Hak Teâlâ da her tevbeyi kabul buyurduğu için vasfın tekerrüründen dolayı (Gaffar) bulunmuş olur."
Bu eserin bir nüshası Hamidiye Kütüphanesinde (.192) numaradadır.
Me'hazlar: Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri.[236]
Şeyh İsmail Efendi, Ustrumca'lı bir fâzıldır. Takriben (1110)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[237]
Ustrumca'lı Şeyh İsmâîl, ulemâdan bir zâttır. Tefsîr-i Mevâkip tarzında Türkçe bir tefsiri vardır ki diye ma'ruftur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[238]
Erzurum'lu Şeyhü'l-İslâm Feyzu'llâh Efendi, fâzıl bir zâttır. (1115) târihinde Yeniçeriler tarafından katledilmiştir. Maktul Şeyhü'l-İslâmların üçüncüsüdür.[239]
Feyzu'llâh Efendi, zekî, mümtaz bir ilim sahibi idi. (Câmiü'r-riyâseteyn) unvanını hâiz bulunuyordu. Vânî Efendi (1074)'de Hâce-i Padişahı olunca Feyzu'llâh Efendi'yi Erzurum'dan İstanbul'a da'vet ederek kendisine dâmâd etmişti. Feyzu'llâh Efendi, dört sene sonra Hicaz'a gitmiş, avdetinde kayin-pederinin delaletiyle Pâdişâh'ın huzuruna kabul edilmiş, Şehzade muallimi ta'yin edilip (1081)'de müderris olmuştur. Daha sonra İstanbul Payesini ve (1097)'de Rumeli Kazaskerliğini ihraz etmiş, (1098)'de Nakîbü'l-eşrâf olmuş, Dördüncü Sultan Mehmed'in hal'inden sonra Yeniçerilerin isyanı üzerine (1099)'da Meşihat makaamına yükselmiş, ve diğer bir isyan neticesinde de Erzurum'a nefyedilmiştir. İkinci Sultan Mustafa'nın cülusunda muallimi olduğundan İstanbul'a da'vet edilerek uhdesine ikinci defa olarak Meşîhat-i İslâmiyye tevcih olunmuş, artık şeref ve şânı pek ziyâde artmış, iki oğlunu Kazasker, bir oğlunu da Hoca ta'yîn ettirmiş, Fethu'llah nâmmdaki büyük oğlunu da bâ-irâde-i Seniyye kendisine halef ta'yîn ettirerek uhdesine Meşihat payesi verdirmişti. Kendisinin Şeyhü'l-İslâmlığı, şehâdeti târihine kadar sekiz sene, sekiz buçuk aydır.[240]
Feyzu'llâh Efendi, fazl u kemâline, ve Hâce-i Pâdişâhı bulunduğuna mebnî büyük bir şöhret ve kudret sahibi bulunmuştu. Kendi evlâdını, kendi akraba ve yaranını büyük me'mûriyetlere ta'yîn ettiriyordu. Bu hâl halkın iğbirarını celbetmişti. Sadr-ı A'zam Daltaban Mustafa Paşa ile: de aralarında münâferet zuhur etmiş, Daltaban Mustafa Paşa i'dam edilmişti. Nihayet (1115)'de bir Yeniçeri isyanı yüzgösterdi, ulufelerini vaktinde alamamış birtakım Ocaklılar ve sâire İstanbul'da toplandılar, Edirne'de bulunan İkinci Sultan Mustafa'ya bir hey'et vâsıtasiyle bir mahzar gönderdiler, bu mahzarda Pâdişâh'ın İstanbul'a dönmesi, Şeyhü'l-İslâm'ın azli isteniyordu. Keyfiyyetten haberdâr olan Feyzu'llâh Efendi, bir takrîb ile bu hey'eti tevkif ettirdi, mahzarı da Pâdişâ'h'a takdim etmeyip imha etti. Bundan haberdâr olan Pâdişâh, Şeyhü'1-İslâm'ı oğullariyle beraber Erzurum'a nefyetti. Bunun üzerine Yeniçeriler Edirne üzerine yürüdüler, Sultan Mustafa'yı hal' ettiler, Şeyhü'1-İslâm'ın da kendilerine teslim edilmesini istediler, artık Üçüncü Sultan Ahmed tahta iclâs edilmiş, Şeyhü'l-İslâm da Erzurum'a gitmek üzere bulunduğu Varna'dan Edirne'ye celbedilerek hapsolunmuştu. Yeniçeriler bu zâtı mahbesten alarak kendisine üç gün pek fena zahmet verdiler, burnunu, kulaklarını, dudaklarını kestiler, nihayet şehîd edip na'şını sürükliyerek Tunca nehrine attılar. Muharebelerde din düşmanlarına karşı bile tatbiki şer'an caiz olmayan "Mesule" cezasını büyük bir İslâm âlimi hakkında tatbik etmeden hicâb etmediler.
Bu elim vak'a, mütebassir olanlar için bir ibret levhası teşkil etmişti.
Evet bu faciâyi târihiyye, fâni teveccühlere, kudretlere mağrur olan muhterislere, efkâr-ı umûmiyyeye riâyetten kendilerini müstağni gören ıkbâl-perestlere, zâtı faziletlerini, mevkilerini, maddî menfaatlara âlet eden harislere bir ibret dersi teşkil etmiştir. Bu hâileyi vücûde getiren kıyam erbabının cür'etleri ise teessüfe pek şâyân bir keyfiyyettir. Lâ-akal altmış yetmiş milyonluk bir Milletin Hükümdarını, Şeyhü'l-İslâmını, bir avuç türedi alayının hal ve mahvetmeğe kâfi gelmesi, mensûb oldukları cem'iyyet hayâtında intizâmın, sağlam teşkilâtın, uyanık bir idare tarzının bulunmamış olduğuna açık bir delildir. Ferdlerine kıymet vermeyen, efkâr-ı umûmiyyesini hiçe saymaktan çekinmeyen, kendi haklarını güzelce isti'mâle muktedir bulunmayan, adalet ve hakkaniyyet düsturlarına riâyet etmeyen her hangi bir milletin sahne-i hayâtında bu gibi fecî' hâdiselerin sık sık vukuuna intizâr etmek lâzım gelir.
Âsârı: Muhtelif letâif i hâvidir.
Erzurum'da bir medrese, bir cami', bir dârü'l-kurrâ, Şam'da bir dârü'1-hadîs, Medîne-i Münevvere'de bir medrese, İstanbul'da bir medrese, bir kütüphane yaptırmıştır.
Me’hazlar: Devhatü'l-Meşâyih, Kâmil Paşa Târîh-i siyâsîsi, Osmanlı müellifleri.[241]
Abdü'1-Hay Efendi, Edirne'de medfûn Saçlı İbrahim Sofu Efendi'nin mahdumudur. (1117)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[242]
Abdül-Hay Efendi, Celvetiyye tarîkına mensûb, muhterem, fâzıl, natûk bir zâttır. Edirne'de Selimiye Vaizi ve tekkesi Şeyhi olmuş, (1097)'de Kadırka'da Mehmed Paşa tekkesi Şeyhi olup bilâhara Yeni Camiye Vâız ta'yîn edilmiş, (1103)'de de Hüdâî Efendi dergâhında şeccâde-nişîn bulunmuştur. İsminde retih sûre-i celîlesine dâir bir tefsiri vardır. Bir nüshası Beşir Ağa Kütüphanesinde mevcuttur, İlâhiyyâtı ve Kasîde-i Bür'eye nazmen tercemesi de vardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî[243]
Kara" Halîl Efendi, Boyabat'lı bir âlimdir. (1123) târihinde vefat etmiştir. Eyyûb-i Ensârî civarında esbak Sadr-ı A'zam Siyavuş Paşa türbesi hâricinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[244]
Halîl Efendi, fâzıl bir zât idi. Şeyhü'l-İslâm Abdullah Vassâf Efendi'nin hocası ve kayin-pederi idi. İkisi bir yerde medfûndurlar. Sûre-i Mülk'e bir tefsiri, Fenârî'ye, Hikmetü'l-ayn'e, Tavâli'a haşiyeleri ve sair eserleri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[245]
Şeyhü'l-İslâm Abdü'r-Rahîm Efendi, Bursa'lı mahkeme kâtibi Mehmed Efendi'nin oğludur. (1128)'de vefat etmiştir. Edirne'de medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[246]
Abdü'r-Rahîm Efendi, âlim, fakîh bir zâttır. Tahsilini Bursa'da yapmış, İstanbul'a gelip Şeyhü'l-İslâm Minkaari-Zâde Yahya Efendi'ye intisâb etmiş, Yenişehir'de, Edirne'de Kadılık yapmış, (1105)'de İkinci Sultan Mustafa'nın cülusunda Şeyhü'l-İslâm Feyzu'llâh Efendi'nin himayesine mazhar olup Kanun hilâfına olarak Üsküdar Kadılığına, üç ay sonra da Mısır Mevleviyyetine nail olmuştur. Bilâhare İstanbul Payesini, Anadolu ve Rumeli Sadâretlerini, (1127)'de de Meşihat makaamınI ihrâz etmiştir. Müddet-i fetvası bir sene sekiz aydır.
Müellefâtı: Matbû'dur. Ve saire.
Me'hazlar: İlmiyye salnamesi, Osmanlı müellifleri.[247]
Mehmed Nasuhî, Üsküdar'lı bir zâttır. (1130)'da vefat etmiştir. Türbesi Üsküdar'dadır. Rahmetu'llâhi aleyh.[248]
Şeyh Nasuhî. muhterem bir âlimdir. Şa'bâniyye tarîkinin (Nasûhiyye) şu'besini te'sîs etmiştir. Bir (Tefsîr-i Şerîf) i vardır ki, on küçük ciltten müteşekkil, tefsirlerden müntehab ve bâzı ilâveleri muhtevidir. Üsküdar'da Nasuhî dergâhı Kütüphanesinde mevcuttur. Bundan başka ve sâire nâmiyle eserleri de vardır. Mecmûatü'l-ahâdîs, Ebû Eyyûbi'l-Ensârî'den rivayet edilen hadîsleri câmi'dir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[249]
Mestci-Zâde Halil Efendi, Konya'lı bir âlimdir. (1230)'da Manisa'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[250]
Halil Efendi, Manisa'da neşr-i ulûm ile, iftâ ile meşgul olmuş bir fâzıldır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye, Tehzîb'e haşiyeleri ve sair eserleri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[251]
Ahmed b. Ebî Saîd b. Abdu'llâh b. Abdu'r-Rezzak el-Hîndî, büyük bir âlimdir. Aslen Mekkî'dir. (1047)'de Hind'in "Emeytî"beldesinde doğmuş,(1130)'da Dehli'de vefat edip na'şı Emeyte'ye nakledilmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[252]
Molla Ciyven, yüksek ilim ve irfan sahibi Hanefiyyü'l-mezheb bir zâttır. Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetmiş, tahsilini birçok zevattan ve bilhassa Molla Lûtfu'llâh, el-Kûrûnî'den ikmâle muvaffak olmuş, Sultan Âlemgir tarafından büyük bir ta'zîm ile kabul edilerek kendisine hocalıkta bulunmuştur. Büyük bir hafızaya mâlikti, uzun bir kasideyi bir okuyuşta ezber edebilirdi, okuduğu derslere ait kitapların ibarelerini sahife sahife ezber takrir ederdi.
Müellefâtı: Matbû'dur. Mevlevi Rahim Bahş tarafından güzel haşiyeler ve zeyiller ile beraber tekrar tab' edilmiştir. Usûl-i fıkha dâir olup (1105)'de te'lîf edilmiş, matbû'dur.
Me'hazlar: Sebhatü't-Mercan, Mu'cemü'l-matbûat.[253]
İsmail Hakkı Efendi, İstanbul'da Aksaray mahallesi ahâlisinden ve sulehâdan Mustafa nâmında bir zâtın oğludur. Bu zât, büyük yangını müteakip Rumeli'de kâin "Aydos" kasabasına gidip orada yerleşmişti. İşte İsmâil Hakkı Efendi, bu Kasaba'da (1063) târihinde doğmuş, (1137)'de Bursa'da vefat etmiştir. Nâmına mensup dergâhın ittisâlindeki câmi-i şerîf hazîresinde medfundur. Rahmetu’llâhi aleyh.
"Kebş-i ruhum Hakkk'a Kurbân eyledim." mısraı, vefatına târihtir. Mezar taşında yazılı olan şu beyt de vefatı târihini göstermektedir:
Tahrir kıldım hâdiyen!
Hak hak diye azm
Sâl-i vefatı târihin
Eyledi Hakkı Efendi Cennet'e[254]
İsmail Hakkı merhum, hakîkatan büyük bir âlim, bir müfessir, yüksek bir mutasavvıf, pek faziletli bir kalem sahibidir. Aynı zaman ahlâkini tehzîbe, vicdanını tasfiyeye çalışmış, tarikatten feyz almış, tebcile şâyân bir mürşiddir. On iki yaşında iken Edirneye giderek orada Abdü'1-Baki Efendi zaviyesinde ilk tahsilini yapmış, sonra İstanbul'a gelerek Atpazârî Şeyh Osman Efendi'ye intisâb etmiş, ondan tarikat dersi alarak halvetiyye hulefâsından olmuştur. Daha yirmi yaşında iken Bursa'da tarîkat-i aliyyeyi neşre me'mûr edilmişti. Sonra on sene kadar da Üsküb'de tarikatı neşre me'mûr bulunmuş, ba'dehu Bursa'ya avdet etmiştir. Bir aralık Magosa'ya nefyedilmiş olan şeyhi Osman Efendi'yi gidip ziyarette bulunmuş, daha sonra Sultan Mustafa devrinde iki defa gazaya iştirak etmiş, iki defa da Hicaz'a gitmiş, üç sene kadar da ailesiyle beraber gidip Şam'da kalmıştır. Bir aralık da Mısır'a giderek oranın âlimleriyle görüşmüş, onlardan da istifâde etmiştir. Şam'dan avdetinde üç sene kadar Üsküdar'da oturmuş, orada Ahmediyye câmi-i şerifinde va'z ve nasîhata devam etmiş, Vahdet-i Vücûda dâir bâzı gamız mes'elelerden bahsettiği cihetle bir müddet de Tekfur dağında ikaamete me'mûr olmuştu. Bilâhara affedilerek yine Üsküdar'a gelmiş, nihayet Bursa'ya avdet ederek orada vefatına kadar kalmıştır.
İsmail Hakkı merhum, muasırlarından birçok kimselerin ta'n u teşnîine uğramış, zamanının bir hayli sadmelerine ma'rûz kalmıştır. Bu muhterem âlimin bu hazîn ser-güzeşti bâzı şikâyet-âmiz yazılarından anlaşılmaktadır. Bahusus Malkara ahâlîsinin kendi hakkında yapmış oldukları hürmetsizliği Taşköprülü-Zâde'nin Âdâb risalesine yazdığı şerhinde:
Bir kavim nasü felah bulur ki, kendilerine öğüt verir bir musâhib buldukları halde onu tos vurur bir boynuz sanarlar.) cümlesiyle anlatmıştır.[255]
İsmâil Hakkı Efendi merhum, vahiy müddetine müsâvî olmak üzere yirmi üç sene içinde unvanlı tefsirini yazıp bitirmiştir. Bu tefsir, pek kıymetli ve İslâm âleminin her tarafında münteşir bulunmuştur. Bu eserde en büyük müfessirlerin, âlimlerin, mutasavvıfların sözleri münderiçtir. Bahusus Kaazî ile Ebu's-Suûd tefsirleri başlıca me'hazlardandır. Bu cihetle pek zengin olan Rûhu'l-beyân, birçok tefsirlerin mütâlâasından insanı müstağni edebilir. Rûhul-beyân, birçok tefsir kitaplarında bulunmayan bir hayli ma'lûmâtı ihtiva etmektedir. Bu eser, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin ma'nâlarını îzâh için usûlü dâiresinde yazılmış bir tefsir kitabı olduğu gibi aynı zamanda pek mükemmel bir mev'-ıza kitabı da bulunmuştur. Zâten müellifi de en ziyâde bu gaayeyi ta'kîb etmiştir. Bunun içindir ki, bu eserin sahifelerinde tefsir ile pek de alâkası olmayan birtakım hikâyelere, ibretli vak'alara, tasavvufî manzumelere de yer verilmiştir.
İslâm edebiyatının her kısmına büyük bir vukufu olan muhterem müfessir, her sırası geldikçe öyle güzel, münâsip Arabî ve Fârisî beyitlerle, kıt'alarla sözlerini tezyin ediyor ki, insan onun bu hüsn-i intihabına hayran olmaktan kendisini alamıyor. Tasavvufa dâir Te'vîlât-ı Necmiyye'den ve sâir Söfiyye kitaplanndan iktibas etmiş olduğu yazılar arasında da inşam bi-hakkın zevk-yâb edecek pek ulvî, ruhanî parçalar vardır.
Maahâzâ bu mübarek tefsir kitabında bir kısım zayıf hadîsler, zâid denilecek yazılar, esassız görülecek hikâyeler de yer bulmuştur. Eğer bu feyizli, cem'iyyetli eser, bunlardan hâlî bulunmuş olsaydı, elbette kıymeti bir kat daha artar, bâzı kimselerin tenkidine hedef olmaz ve adetâ kendi tarzında emsalsiz bir tefsir kitabı olurdu.
Müellefâtı: İsmail Hakkı merhumun vefat edeceği sene bizzat yazmış olduğu terceme-i hâline nazaran yüzde ziyâde te'lîfâtı vardır. Bir kısmı şunlardır: Büyük üç ciltlik matbu' bir tefsirdir. Kaazî tefsirine aittir. İki cilttir, Yazıcı-Zâde' nin Muhammediyye'si şerhidir. Taavvuftandır. Büyük günahlara dâir. uzunca yazılmış arifâne mektuplardan ibarettir.
Me'hazlar: Hadâiku'l-cevâmi' kendisinin yazmış olduğu terceme-i hâli — Matbaa-i Osmâniyye'de tab edilmiş olan Rûhu'l-beyân'ın evvelindedir — Pend-i Attar şerhi, Lûgat-ı târihiyye ve coğrâfiyye.[256]
Mehmed b. Ebî Bekr, Maraş'h bir âlimdir. (1145)'de vefat etmiştir. Maraş'ta medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[257]
Saçaklı-Zâde mütefennin bir zâttır. Tefsîr-i Tibyân müellifi Mehmed Efendi'den ve Dârende'li Hamza Efendi'den ve bilâhare Şam'a giderek Abdu'1-Gani Nabülüsî'den ilim tahsil etmiştir. Otuz kadar eseri vardır.
Müellefâtı: Bakare Sûresine aittir, matbû'dur, ve saire.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Mu'cemü'l-matbûât,[258]
Mestci-Zâde, İstanbul'lu bir zâttır. (1148) de vefat etmiştir. Fâtihte Nişancı câmi-i şerifi karşısında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[259]
Mestci'Zâde, kudretli bir âlimdir. Eserleri buna şehâdet etmektedir.—Sûre-i- Yûnus'a kadar—Cümle-i âsârındandır. Son eseri matbû' dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[260]
Muhammed b.Selâmeb,İbrahim,pek zekî bir zâttır.(1149)'da Mekke-i Mükerreme'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[261]
Muhammed b. Selâme, Kahire'de tahsilini yapmış, yetişmiş bir âlimdir, denmekle ma'ruftur. Müfessir, şâir bir fâzıl idi. On ciltten müteşekkil manzum bir tefsiri vardır. Bu tefsirin bir cildi Dâmâd İbrâhim Paşa Kütüphanesinde (77) numaradadır.
Me'haz: El-A'lâm.[262]
Mehmed Emîn Efendi, Aziz Mahmûd Hüdâyî Efendi'nin kerîme-zadesi Seyyid Abdü'1-Hay Efendi' nin oğludur. (1149)'da vefat etmiştir, Rahmetu'llâhi aleyh.[263]
Mehmed Emin Efendi, muktedir bir âlimdir. Kaazî Beyzâvî'nin Fatiha tefsirine haşiyesi vardır. Bir nüshası Atik Valide Sultan câmi-i şerifi kıble cihetindeki Kütüphanede mevcuttur. Ikdü'l-cuman'ın birinci cildini de terceme etmiştir. Bir nüshası Yıldız Kütüphânesindedir. Dürer haşiyesi ve sâir âsârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[264]
Veliyyü'd-Din Efendi, ulemâdan bir zâttır. Yenişehir Feneri'nde doğmuştur. Mekke-i Mükerreme'de yedi sene mücavir bulunduğundan "Câru'llâh" lâkabını almıştır. (1151)’ de vefat edip Fâtih civarında Karakolhâne arkasındaki binâ-gerdesi olan medrese ve kütüphanesi naziresinde medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[265]
Câru'llâh Efendi, fâzıl, âlim bir zâttır. Tefsîr-i Kaazî'ye haşiyesi vardır. Î'râbü'l-Kur'ân, El-Furkan ve sâire nâmiyle birtakım eserleri de vardır. El-Furkan, Kur'ân-ı Kerîm'in kirâetinden, i'râbından, Kur'ân'ın terâcim-i ahvâlinden bahistir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[266]
İzü'd-Dîn Ahmed Efendi, Bursa'lı bir zâttır. (1152) târihinde İstanbul'da misafir bulunurken vefat etmekle Tophanede Kaadiriyye hazîresine defnedilmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[267]
İzzü'd-Dîn Efendi, urefâdan ve Kaadirî hulefâsındandır. Nusus şârihi Mustafa Efendi'den ilim tahsil etmiş, babasından da Kaadiriyye tarîkini ahzederek Bursa'da İncirli dergâhına şeyh olmuştur. Tennûrî-Zâde Mustafa Efendi'nin adındaki eserinde bu zâtın menâkıbı mezkûrdur.
Müellefâtî: Dört cilt tefsirdir. Bir mev'ızadır. Şiirinde “İzzi" tehallus ederdi.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[268]
Mevc-Zâde Abdu'r-Rahmân, Bursa'lı bir âlimdir. (1161)'de vefat etmiştir. Bursa'da Zindan Kapusu Caddesinde bina etmiş olduğu Yeni medresede medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[269]
Abdu'r-Rahmân Efendi, fâzıl, zü'1-cenâheyn bir zâttır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'lîkaatı, Miftâhu'l-gayb'a şerhi, hesaptan Behâiyye'ye şerhi Mîr Ebu'l-Feth'e haşiyesi vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[270]
Ahmed Ebü'n-Nâkı' b. Muhammed b, İshak el-Hanefî, asrının pek muktedir bir üstadıdır. Tokat sancağı nahiyelerinden Kaazâbâd (Kazovâ)'da doğmuş, (1163)'de İstanbul'da vefat etmiştir. Cerrahpaşa Caddesindeki bir hazîrede medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[271]
Kaazâbâdî, kudretli bir âlimdir. Evvelâ Kazâbad'da tahsile başlamış, sonra Tokat'a giderek orada Alî Yûsuf, Osman, Zorlu-Zâde Erzurumlu Hasan Efendilerden tahsilini ikmâle devam etmiş, nihayet aslen Antep'li olup muahharen Sivas'ta tavattun ve (1111) târihinde vefat etmiş olan Allâme Muhammed et-Tefsîrî'nin derslerinde hazır olarak kendisinden icazet almıştır.
Kaazâbâdî (1115) târihinde İstanbul'a rıhlet ederek Süleymâniye civarında bir medresede ıkaamet ve Süleymâniye câmi-i şerifinde tedrise mübaşeret etmiş, (1121)'de resmen müderris olmuş, müderrislikteki derecesi altmışlıya vâsıl olunca kendisine Saray'da bir tedris vazifesi tevcîh edilmiş, (1146)'da Selanik, (1153)'de Mısır, (1157)'de Mekke-i Mükerreme Kadılığına ta'yîn olunmuştur.
Müellefâti: Bu iki eser, Kaazî'nin Fatiha ve Nebe' Sûreleri tefsirine aittir. Tavzîh'in Mukaddeme-i erbaasına aittir. Mehmed Birgivî'nin âdaba dâir yazmış olduğu bir risalenin şerhidir. İsbât-i Vâcib risalesinin şerhine aittir, istiareye müteallıktır.Bunlar, şerh-i akaaid okuturken yaptığı takrirlerdir ki, bunları tilmizlerinden Abdü'l-Vehhâb el-Âmidî zabt ve cem' etmiştir.
Me'hazlar: Mecmûatü't-terâcîm. (Şeyhü'l-İslâm Arif Hikmet Bey'in bir yazma eseridir ki, bir nüshası Emîrî Efendi Kütüphanesinde mevcuttur, Et-Tahrîrü'l' vecîz.[272]
Mevlânâ Mehmed b. Velî b. Resul, Kırşehir'i bir âlimdir. Vatanında ilk tahsilini yapmış, sonra İstanbul'a gelerek tahsilini ikmâl etmiş, daha sonra İzmir'e giderek. orada tedris ile meşgul olmuş, uhdesine müftülük de tevcih olunmuştur. (1165)'de vefat etmiştir. "Ulu Mezarlık" denilen makberede medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[273]
İzmîrî Mehmed Efendi, çalışkan, değerli bir fâzıldır. Mir'at mühaşşîsi şöhretiyle ma'ruftur. Mirza Fâzıl'dan ve sâir meşâhirden ilim ahzetmiştir. Kaazî Beyzâvî tefsirine,[274] âyet-i kerîmesine kadar bir büyük cilt teşkil eden bir haşiyesi vardır. Mütebakisine de devam ettiği, yazmış olduğu muhtasar bir terceme-i hâlinde münderic ise de nereye kadar yazmağa muvaffak olduğu anlaşılamamıştır.
Müellefâtı: İlâhiyyattan, tabîiyyât ile mantıktan bahistir. Eş'arî ile Mâtürîdîler arasındaki altmış kadar ihtilaflı nıes'elenin halline dâirdir. Ve sâire. Son eser nıatbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[275]
Lübbî Mehmed Efendi, Lübbî Hafız denmekle ma'ruf bir zâttır. (1166) da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[276]
Lübbî Mehmed Efendi, geniş ma'lûmatlı, fâzıl bir âlimdir. Adında tefsire dâir bir eseri vardır. Bundan başka bir kısım eserleri de şunlardır:
Bu son eseri birinci Sultan Mahmud zamanında Beşir Ağa'nın iltimâsiyle yazmıştır. Bunun yazma, nefis bir nüshası Nuruosmâniye Kütüphanesinde mevcuttur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[277]
Abdu'llâh Hilmi Efendi, Amasya'lı Şeyhü'l-kurrâ' Yûsuf Efendi-Zâde Mehmed Efendi'nin mahdumudur. (1085)'de Amasya'da doğmuş, (1167) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Topkapı hâricinde Maltepe Caddesinde kabristanın sağ tarafı ortasında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[278]
Yûsuf-Zade Abdu'llâh Efendi, yüksek, mütefekkir bir âlimdir. Vücuh-ı kırâeti babasından, Arabî ilimleri musâhib Mustafa Pasa hocası Fazıl İbrahim Efendi'den, akli ilimleri de Alî b. Süleyman el-Mansûri'den ve Kara Halil Efendi'den tahsil etmiştir. (1148)'de Çorlu'lu Alî Paşa'nın sadâretinde Sarâ-yı Hümâyûn Hocalığına ta'yîn edilmiş, ba'dehû evkaatını te'lîfât ile iştigale hasretmiştir.
Bu muhterem zât, hac farizasını edâ için Hicaz'a gittiğinde Hicaz, Mısır ve Şam ulemâsı kendisinin tefsir, hadis, kırâet ilimlerindeki ihtisasına meftun olmuş, kendisinden icazet almışlardır. Elli sene camilerde, medreselerde ilim neşrine çalışmıştır. Hilmî mahlâsiyle üç lisan üzere es'ârı vardır.
Müellefâtı: Otuz cilttir. Kendi el yazısiyle birtakımı Fâtih Kütüphanesindedir. Birer takımı da Hamidiye ile Veli Efendi Kütüphanelerinde ve Siroz Kütüphanesinde mevcuttur. Pek kıymetli bir eserdir. Bunun te'lîfi üzerine zamanının Hükümdarından pek çok takdirlere mazhar olmuştur. Şimdiye kadar tab’ edilmemiş olması teessüfe şayandır. Sahîh-i Müslim'in nısfına kadar yedi ciltlik bir şerhtir. Bir takımı Hamidiye Kütüphânesindedir.
Her Arabî lügat, Fârisî ile şerh edilmiştir. Bir nüshası Nûruosmâniye Kütüphânesindedir. Başka âsârı da vardır.
Mehazlar: Osmanlı müellifleri, Et-Tahrîrü'l-vecîz.[279]
Muhâmmed b. Mustafa, muhterem bir âlimdir. (1113)'de Konya mülhakaatından Hadim kasabasında doğmuştur. Büyük babası Buhârâ'lıdır. Kendisi (1176)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[280]
Hâdimî merhum, değerli, mübarek bir zât idi. Hanefiyyü'l-mezheb, Nakşibendî tarîkına mensûb idi. Babasından ve Tarsuslu Mehmed b. Ahmed'den hadîs ahzetmiş, İstanbul'a gelerek Kazâbâdî Ahmed Efendi'den icazet almıştı. Taraf-ı Sultanîden vâki1 olan da'vet üzerine ikinci defa olarak İstanbul'a gelip Ayasofya câmi-i şerifinde Fâtiha-i Şerife tefsirini takrir etmiş, âmmenin takdirlerine mazhar olmuştur. Feyizli bir müelliftir. Birçok kimselere icazet vermiştir.
Müellefâtı; On iki fenne tatbîkan Besmele-i Şerîfeyi tefsir etmiştir. Besmele-i Şerîfe hakkında bir risaledir. İlm-i usûle dâirdir. Ve sâire.
Me'hazlar: Osmanh müellifleri, Mu'cemü'l-matbûât, Et-Tahrirü'l-veciz fi-mâ-yebteğîhi'l-müstecîz (Li-Muhammed Zâhid b. el-Hasen el-Kevserî).[281]
Veliyyu'llâh, Azîmü'd.-Dîn Ahmed b. Abdü'r-Rahîm, Hindistan'ın en yüksek âlimlerinden bir zâttır. (1114)'de doğmuş, (1176)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[282]
Şah Veliyyu'llâh, muktedir bir âlim, derin bir mütefekkir, ilâhî bir şâirdir. Tefsirde, hadiste, hikmet-i teşrî'de yüksek bir vukuf sahibidir. Kendisi Hindistan'ın müceddit, müctehid bir âlimi sayılmaktadır. Kendisi de unvanlı bir eserinde : "Vaktaki hikmet devresini bitirdim, Hak Teâlâ bana müceddidiyyet hil'atini giydirdi, ve anladım ki, şeriatta, re'y, tahrif; kaza hususunda ise mekremettir" diyor.
Bu muhterem âlimin tevellüdü, Moğol saltanatının Hindistan'daki en parlak devresine müsadifti. Maahâzâ Hindistan'ın her tarafında bid'atlar türemiş, Müslümanların ilim sahasındaki mesaîleri yalnız mantığa, felsefeye münhasır kalmış, İslâm ulûmunun künhüne vâkıf olan zatlar azalmış, Şiîlik olanca hıziyle her tarafa yayılmakta bulunmuştu. Çünkü Moğol Hükümeti, Sultân Hümâyun devrinden beri Şiîliğin hâmisi kesilmişti. Moğol sarayları İranlı ümerâ ve a'yân ile dolmuş, Ehl-i Sünnet himayeden mahrum kalmıştı.
İşte Veliyyu'llâh, böyle bir zamanda yetişmiş, ilk tahsilini babasından yapmış, sonra tarîkat-i Müceddidiyye'nin vârisi bulunan Allâme Şeyh Efdalü'd-Dîn Sırr-i Hindî'den hadîs okumuş, (1142)'de Hicaz'a gidip iki sene kadar Arabistan'da ikaametle Ebû Tâhir Medenî'den de hadîs ahzetmiş, nihayet büyük bir mürşid, münevver bir rehber olarak Hint muhitini tenvire başlamış, tefsir, hadîs, akaaid ilimlerini her tarafa neşrederek Şiîlikle mücâdeleye devam etmiş, Kitâbu'llâh ile Sünnet'in hakaayıkını, esrarını halka tefhime çalışmış, Şiîliği Hindistan'da inhizâma uğratmıştır.
Şah Veliyyu'llâh, adındaki eserinde Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyyeyi müdâfaa eder, hakkında hüsn-i şehâdette bulunur ve der ki: "Bu zâtın bâzı mes'elelerde Cumhura muhalefeti, kendi ictihâdından kendisince sabit delillerden neş'et etmiştir. Bunu ma'zur görmek, hakkında keff-i lisân etmek, kendisini hayr ile yâdetmek lâzım gelir."
Veliyyu'llâh Dihlevî, İbn-i Sina'nın meşhur "Rûhiyye" kasidesine reddiyye olmak üzere (116) beyitten müteşekkil bir manzume vücûde getirmiş, Arap lisânına olan derin vukufunu, edebiyyat i'tibâriyle hâiz olduğu iktidarını bu vesîle ile de ibraz etmiştir. Bu manzume, şu beyitler ile başlamaktadır:
Müellefâtı: Tefsir kitabıdır. (Fârisîce Kur'ân-ı Mübîn tercemesi.) Bunu Mevlânâ Muhammed Cemâlü'd-Dîn-i Hindî Dihlevî, Mevlânâ Muhammed Hayrü'd-Dîn Han Hindi kalemiyle Türkçe'ye terceme ettirmiştir. "Tefsîr-i Cemâli" nâmiyle Mısır'da iki cilt olarak tab' edilmiştir. Tefsire âit pek az şeyleri muhtevidir. Matbu' bir risaledir. Matbû' dur, hikmet ve felsefeye dâir matbu' bir eserdir.
Nakşibendiyye, Ceylâniyye, Çeştiyye ve Müceddidiyye tariklerine dâir matbu' bir eserdir. matbû'dur. matbu’dur. Ahlâka, tasavvufa, hikmet-i teşrîa, birtakım dînî mesâil ve hakaayıka mütedair kıymetli ve matbu' bir eserdir. Bu iki eser de matbû'dur.Ehl-i Sünnet mezhebine mutabık, muhtasar ve müfîd bir eserdir.Bunu Sıddîk Han şerhetmiştir. Matbû'dur. Terceme-i hâline dâirdir. Bundan başka Muhammed Âşık el-Yarhevî tarafından yazılmış bir terceme-i hâli daha vardır ki, onun adı dir.
Zeyl: Şah Veliyyu'llâh'dan sonra tilmizleri ve bilhassa Şah Abdu'l-Azîz, Şah Refîü'd-Dîn, Şah Abdu'l-Kaadir nâmmdaki mahdumları da Hindistan'da İslâm ulûmunu, Ehl-i -Sünnet mezhebini neşre devam etmişlerdir.
1- Abdü'1-Azîz, (1159)'da doğmuş, (1239)'da vefat etmiştir. Fârisî'ce bir tefsir île hadîse ve muhaddisîne dâir adlı bir eser yazmış, ve Şia'yı red için nâmiyle bir eser de te'lîf etmiştir. Usûl-i hadîse dâir nâmında bir mecmuası da vardır.2- Refîü'd-Dîn, (1249)'da vefat etmiştir. Zamanında Farsça ve Acemce yerine Urdu lisânı resmen kabul edildiğinden bu lisân ile bir Kur'ân-ı Kerîm tercemesi vücûda getirmiştir.Bu terceme Hindistan'da âmmenin kabulüne mazhar olmuştur.
3- Şah Abdü'l-Kaadir, (1242)'de vefat etmiştir. Fakîh, muhaddis bir zâttır. Urdu lisânîyle nâmiyle bir tefsir yazmıştır. Ve yine bu lisan ile bir Kur'an tercemesi tahrîr etmiştir.
Me'hazlar: Gilâü’l-ayneyn, Ebcedü'l-ulûm, Mu'cemül-mat'buat[283]
Kara Bekir Efendi-Zâde Mehmed Hazık Efendi, yüksek bir âlimdir. Erzurum'da doğmuş, yetişmiş, (1177) senesi Ramazân-ı Şerifinde vefat etmiştir. Vefatına Ma'rifet-nâme sahibi İbrâhîm Hakkı Efendi merhum şöyle bir tarih yazmıştır:
Hakkı denildi fevtine târih
Hakk'a yöneldi Hazık Efendi"[284]
Hazık Efendi, zamanının kudretli âlimlerindendir. Takriben iki buçuk asır mukaddem Erzurum'da ulemâ azalmış, ilim zevale yüz tutmuş iken Karabağ tarafından Ak Bekir ve Kara Bekir Efendiler nâmında iki zât Erzurum'a gelmiş,'Ak Bekir Efendi tarîkat-i Aliyye'yi neşr ile, Kara Bekir Efendi de ta'lîm ve tedris ile iltigal ederek muhitlerini tenvire muvaffak olmuşlardır.
İşte Hazık Efendi, bu Kara Bekir Efendinin oğludur. Tahsili usûlü dâiresinde bitirmiş, nefâset-i mîmâriyyesiyle birçok seyyahların nazarlarını celbetmekte olan ve çifte menâr denilen "Hâtuniyye medresesinde müderris olmuş, senelerce ilm ü irfan neşrine devam etmiştir. İbrâhîm Hakkı merhumun da Fârisî hocasıdır. ' .
Hazık Efendi, Sâdât-ı kiramdan olduğu cihetle Erzurum Nakîbü'1-Eşraflığına ve (1170) (târihinde de Erzurum Müftülüğüne ta'yîn edilmiştir. Tefsîr-i Kaazî üzerine ta'lîkaatı ve mürettep Dîvân-ı eş'ârı vardır. Bu dîvân, (1318) târihinde Erzurum Nakîbü'l-eşrâfı ve Ahmediyye medresesi müderrisi Amucam Abdürrezzak İlnıî Efendi tarafından İstanbul'da tab' ettirilmiştir. Bu Dîvânın İstanbul kütüphanelerinden bâzısında yazma nüshaları da vardır ki, matbûunda bulunmayan bâzı manzumeleri de muhtevidir.[285]
Hazık Efendi merhum, hem kuvvetli bir âlim, hem de değerli, mahir bir edîb, bir şâirdir. Dîvânında latif, zarif parçalara tesadüf olunmaktatadır.
Yeter Jengâver oldu ma'siyyetle kalb-i nûrânî
Yeter çirkâb-ı isyan eyledi âlûde dâmânî"
matlaiyle başlıyan Mi'râciyyesi pek ârifânedir.Erzurumlu Feyzullâh Efendi-Zâde Şeyhü'l-İslâm Mustafa Efendi hakkında :
"Bir zaman olmuş idim kûşe-nişîn-i âlâm
Beni lal etmiş idi cevr-i sipehr hodgâm
Şöyle dembeste idim, redde mecalim yogidi
Âşinâdan birisi verse de nâgâh selâm"
beyitleriyle başlıyan kasidesi de Nef’îyâne bir üslûbu hâizdir . Çıldır valisi Hacı Ahmed Paşa hakkında yazmış olduğu :
"Hod-prestân zu'm ile allâme-i devrân olur
Mekteb-i irfana gelse tıfl-i ebcet-hân olur
Sîne sâf olmak gerek endîşe-i ağyardan
Sanma kîl ü kaal-i resmi, mâye-i irfan olur."
beyitleriyle başlıyan kasidesi de rengin hayalleri, hakimane mazmunları muhtevi bulunmaktadır.
Bir kısım da parlak, âhenkdâr gazelleri vardır. Bâzı beyitleriyle "Bülbül" redifli bir gazeli, Ziya Paşa merhumun Harâbât'ında münderiçtir.
"Gülüstânı, serâser kapladı âvâzm ey bülbül!
Nedendir oldu nâle rûz u şeb dem-sâzın ey bülbül."
matlaiyle başlıyan bu gazel, hakîkaten pek lâtiftir.
Hazık Efendi merhum ile Erzurum valisi Çeteci Abdullah Paşa'nın müşâereleri meşhurdur. Rivayete nazaran Hazık Efendi, birgün paşayı zihnen meşgul bulur, sebebini sorunca paşa:
“Rekk-i fass~ı niğîn bir nâm için bin zahm-ı neşter yer” gibi bir mısra hatırıma, geldi, fakat ikinci bir mısra' bulamadım, demekle Hazık Efendi ;
'Düşenler kayd-ı nâma çarh elinden hayli hançer yer." mısraını bilbedâhe söyler.
Hâmî-i Âmidî, ma'lûm olduğu üzere muktedir bir şâirdir. Bâzı valilere dîvân efendiliğinde 'bulunmuştur. Bir aralık Erzurum'a uğramış, vali Çeteci Abdullah Paşa hakkında yazmış olduğu bir kasideyi paşanın huzurunda Hazık Efendi bulunduğu halde inşâda başlamış, bu kasidenin muhteveyâtından olan :
“İ'timâdın yok ise vur mehek-i tecrübeye
İşte levh, işte kalem, işte kütüp, işte fuhûl.”
beytini okurken: "İşte fuhûl" diye Hazık Efendi'ye elleriyle işarette bulunmuştur,
Hazık Efendi'nin:
"Kimdir, bu rüzgârda âsûde hâl olan.
Târih-i sergüzeşt-i selef ezberimdedir."
beyti durûb-ı emsal sırasına geçmiştir. Bu mütefekkir zâtın:
Nâşinâs-ı vas'-ı nâ-hemvâr olan asudedir
Hurde-bîn-i tavr-i yârân olmasaydım, kâşki
Vahşet efzâ-yı cünûn oldu bana hüsn-i hıred
Rehrev-i vâdi-i irfan olmasaydım- kâşki."
beyitleri de kendisinin hassas bir tabiata mâlik olduğunu gösterir.
Bir teessüf: Hazık Efendi merhumun kabri, Erzurum'da Erzincan kapısı makberesinde bir ziyâretgâh idi. Bu zâtın yanında Erzurum'un meşhur ulemâsından üç zâtın kabirleri de bulunuyordu.
Bunlardan biri, aslen Süleymaniye'li olup Erzurum'da ikaameti ihtiyar etmiş bulunan Maksûd Efendi nâmında bir zâttır ki, Tefsîr-i Raazî'ye Âl-i İmrân sûresine kadar haşiye ve Kelime-i Tevhîd ile Şâfiye'ye şerh yazmış bir âlimdir.
İkincisi Erzurum nakîbü'l-eşrâfı ve Ahmediyye medresesi müderrisi ve pederim Hacı Ahmed Hamdi Efendi merhumun dayısı Gıdâli-Zâde Şeyh Mehmed Efendi'dir ki, vak'a-nüvis Es'ad Efendi, sefaretle İran’a giderken Erzurum'da bu zâtın okutmakta olduğu Kaazî tefsirini dinlemiş, taşralarda bu kadar kuvvetli bir âlimin bulunduğunu bir lisân-ı takdir ile yâd ederek hakkında senâ-hân olmuştur. Bu zât aynı zamanda meşhur Erzurum valisi Es'ad Muhlis Paşa'ya hiç derse bakmamak sartiyle muhtelif ilimlerden ders okutmuştur. Konağındaki havuz başında her yaz takrir ettiği Mesnevî-i Şerifi dinlemek için birçok zevat hazır bulunurdu.
Üçüncüsü de Erzurum'da İbrâhinı Paşa medresesi müderrisi olup birçok tilmiz yetiştirmiş ve İbrahim Paşa câmi-i şerifinde Rûhu'l-beyân'ı takip ederek yapmakta olduğu va'z ve nasîhatiyle Erzurum ahâlîsini senelerce irşâd ve tenvire muvaffak olmuş bulunan Solak-Zâde Ahmed Efendi merhumdur ki, vefatı (1314) târihine müsadiftir.
Bu dört zâtın mezar taşlarında birer oldukları yazılmış, vücutları gibi kabirleri de Erzurum için bir şeref sayılmakta bulunmuştu.
Ne yazık ki, son zamanlarda bu kabirler tamamen kaldırılmış, yerleri bî-nâm ve nişan kalmıştır.
Ma'lûmdur ki, bir belde için, belki bir ülke için büyük bir âlimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha ziyâde bir ziynet teşkil eder.
Meâlîye nıuhib olan milletler, kendi aralarında yetişmiş olan ulemâ ve üdebâya karşı pek büyük, pek ciddî bir hürmetle mütehassis bulunur, onların kabirleri üzerine titrer dururlar.
İlim ve irfana meftun olan cemiyetler, herhangi bir âlimin, bir edibin —velev bir kere olsun— üzerinde oturmuş olduğu bir sandalyeyi bile müzelerinde saklıyarak onun hâtırasına hürmet gösterirler, bu vesile ile de memleket evlâdını ilim ve hüner tahsiline teşvik etmiş bulunurlar.
Artık herhangi maddî bir müessese vücûda getirmek arzusiyle bir beldenin, bir milletin mâ-bihi'l-iftiharı olacak zevatın kabirlerini alt-üst etmek, onların muazzez hâtıralarını imhaya çalışmak, bilmem muvafık görülebilir mi!
Evet, çok yazık ki bizde birçok muhterem zevatın, meşâhirin kabirleri de, eserleri de muhafaza edilmediğinden mahvolup gitmektedir. Eşref merhumun şu beytini hatırlamamak kaabil değildir :
"Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı kim
İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı,"
Me'hazlar: Şuarâ-yı Âmid, Osmanlı müellifleri, Silki'd-dürer fi a’yâni'l-karni's-sânî aşer.[286]
Veliyyü’d-Dîn Efendi, Bükâî Halil Efendi'nin oğludur.(1183)'deİstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh:[287]
Bükâî-Zâde, Kürsü şeyhlerinden fâzıl bir zâttır. Sûre-i İhlâs'a tefsir yazmış,nâmiyle de eserler vücûde getirmiştir. Me'haz: Osmanlı müellifleri.[288]
Abdu'l-Gâfûr Lebîb, Diyarbekir'li bir âlimdir. (1185)'de memleketinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[289]
Lebîb Âmidî fâzıl bir zâttır. Tefsîr-i Beyzâvî'ye ta'lîkaatı vardır. Bundan başka usûle, siyâsete dâir birer risalesi ve dîvân-ı eş'ârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[290]
Seyyid Mehmed Said Efendi, Karahisar'lı Sadr-i esbak Hasan Paşa'nın oğludur. (1190) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhî aleyh.[291]
Mehmed Said Efendi, fuzalâdan bir zâttır. İstanbul Kadısı bulunuyordu. Sûre-i Zilzâl’e tefsiri ve Kelime-i Tehlîl'e şerhi vardır. Âdâb-ı Gelenbevî'ye olan şerhi ulemâ beyninde "Hasan Paşa-Zâde" ismiyle ma'ruf ve matbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[292]
Hüseyin b. Mustafa,Aydın köylerinden Karatepe'li bir âlimdir. (1191)'de vefat etmiştir. Karatepe'de medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[293]
Hüseyin Efendi, fâzıl bir zâttır. Bir müddet müftülükte bulunmuştur. Tefsîr-i Kaazî'nin bir kısmına haşiyesi, îstiâre risalesine şerhi ve sâir âsârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[294]
Ebü'1-Fidâ, Hafız İsmail b. Mehmed b. Mustafa, ma'ruf bir âlimdir. Konya'da doğmuş, (1195) târihinde Dımışk'ta vefat etmiştir. Kabri Sâlihiyye'de Zü'1-kifl aleyhi's-selâm'ın makaamı kurbundadır. Rahmetu'llahi aleyh.'[295]
Konevî İsmail Efendi İbn-i Mehmed b. Mustafa, âlim, fâzıl, Hanefiyyü'l-mezheb bir zâttır. Konya'da doğmuş, Şeyh Mustafa el-Konevî'den, İmam Halil Sofi Konevî'den, Muslihü'd-Dîn Mustafa el-Mar'aşî'den ders okumuş, İstanbul medreselerinde tedriste bulunmuş, Sultan Mustafa ile Abdü'1-Hamîd-i Evvel'in ihtiramlarına mazhar olmuştur. Birinci Sultan Hamîd'in imâmı bulunmakta idi. Tefsîr-i Beyzâvî üzerine yedi ciltlik bir haşiyesi vardır ki, pek vazıh, faydalı bir eserdir. Kenarında İbn-i Temcîd haşiyesi olduğu halde tab' edilmiştir. Merhum bu eserini (1194)'de ikmâl etmiştir. Hac'dan avdetinde Dımışk'da (1195) târihinde vefat edip Sâlihiyye kabristanına defnedilmiştir.
Müellefâtı: Bu risaleler, KılıçAli Paşa Kütüphanesinde bir mecmuada münderiçtir. Fâtih Kütüphanesinde İbrahim Efendi kısmında (32, 11) numarada mevcuttur. Sadrü'ş-Şerîa'nın Mukaddimât-ı erbaa'sı hakkında bir haşiyesi de vardır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, El-A1âm, Silkü'd-dürer.[296]
Lûtfu'llah b. Mehmed, fuzalâdan bir zâttır. "Göğsü gür” denmekle ma'ruftur. (1202) târihinde Halep'te vefat etmiştir. Rahmetu’llahi aleyh.[297]
Lûtfu'llah Efendi, değerli bir âlimdir. Nâmiyle bir ciltlik münakkah bir tefsir yazmıştır. Bir nüshası Galata Mevlevîhânesinde mevcuttur. Namlariyle de bir kaç eseri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[298]
Abdu'l-Kaadir Necîb, Bursalı Îzzü'd-Dîn Efendi'nin oğludur. (1202) târihinde vefat etmiştir. Bursa'da ceddinin yapmış olduğu İncir'li diye anılan "Eşrefiyye dergâhı" hazîresinde medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[299]
Abdu'l-Kaadir Efendi, fâzıl bir zâttır. Kaadiri tarîkına mensuptur. Nâmiyle Arapça bir tefsir yazmıştır. Bir nüshası Bursa'da İncir'li Dergâhı Kütüphanesinde mevcuttur. Mevlidü'n-Nebî manzûmesiyle Dîvân-ı eş'ârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[300]
Süleyman Sa'dü'd-Dîn Efendi, fâzıl bir zâttır. (1131)'de doğmuş, (1202) 'de mevlidi olan İstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[301]
Müstakim-Zâde, âlim, edîb, şâir, Nakşibendi hulefâsından bir zât idi. Fâtîha-i Şerife için bir tefsîr yazmıştır. Kırk kadar ahâdîs-i şerîfeyi de noktasız harfler ile şerh etmiştir. Bir münâcâtı:
"Yâ Rab! Kalemim sû-yi fenadan sakla
Tahrîrimi ta'n-ı süfelıâdan sakla
Tevfikın edip hande gidersem bana rehber
Şehrah-ı şeriatta hatâdan sakla."
Müellefâtı: Radiya'llâhu anh. Altı cilttir,
Osmanlı Şeyhü'l-İslâmlarının terâcim-i ahvâlini câmi'dir. Bu esere Antepli Münib Efendi ile Muhassa'-l-Zâde Süleyman Faik Bey ve Mektûbî-Zâde Abdü'1-Âzîz Bey birer zeyl yazmışlardır. Ve sâire.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Kaamûsü'l-a'lâm.[302]
Mustafa Nesîb Efendi, Bursa'lı fâzıl bir zâttır. (1202)'de Bursa'da vefat etmiştir. Bursa'da Ahmed Gazzî dergâhında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[303]
Nesîb Efendi, değerli bir âlimdir. Kaazî tefsirine talikası vardır.(Aşk-nâme) isminde bir manzumesi de vardır. Mehaz: Osmanlı müellifleri.[304]
Alîm Mehmed b. Hamza, Aydın'lı bir zâttır. (1204)'de vefat etmiştir. Rakmetu'llâhi aleyh.[305]
Âlim Mehmed Efendi, mütefennin bir fâzıldır. İstanbul ulemâsından Pala-Bıyık diye ma'rûf olan zâtın üstâzı idi. Aydın'da müftülük yapmıştır. Adiyle tefsire dâir bir eseri vardır. Bunun bir nüshası Kütüphâne-i Umûmî'de (249) aded-i umûmî ve (11) sıra numarada mevcuttur. Ahkâm-ı Cum’aya, ahkâm-ı şehide, ahâdîs-i mevzûaya dâir de bir risalesi vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[306]
Süleyman b. Ömer b. Mansûr el-Uceylî el-Ezherî, mübarek bir âlimdir.(Cemel) diye ma'ruf bulunmaktadır. Mısır'ın garb cihetindeki karyeden denilen karyede doğmuş, Kahire'ye intikal etmiş, orada (1204) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[307]
Süleyman Cemel, muhterem, fâzıl, Şâfiiyyü'l-mezheb bîr zâttır. Şeyh Hafnî'ye mülâzemet ederek ondan fıkıh okumuş, Halvetiyye tarîkini ahdetmiş, asrının şâir fuzalâsından da müstefîd olmuştur, Zühd ve iffetle müştehır idi. Eşrefiyye'de ve Meşhed-i Hüseynî'de tefsir, hadîs, fıkıh okutmuş, başına birçok talebe toplanmıştı. Celâleyn tefsirine yazmış olduğu haşiyesi vazıh, faydalı bir eserdir.
Müellefâtı: Dört cild olarak matbû'dur. Fıkh-ı Şafiî'den Şerhü'l-menhec'in beş ciltlik matbu' bir hâşiyesidir.
Fıkhı-ı Şafiî'den matbu'bir eserdir. Busayrî'nin Kasîde-i hemziyyesini îzâh eder, matbu' bir eserdir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbûât.[308]
İsmail Müfid Efendi, İstanbullu bir alimdir.(1217)’de vefat etmştir. Davud Paşa Cami-i şerifi aleyh.[309]
Müfîd Efendi, tedris ve te'lîf ile meşgul, İstanbul Payesini hâiz değerli bir âlim idi. Birçok kıymetli eserler te'lîf ve terceme etmiştir.
Müellefâtı: Nevevî'nin şerhi. Ve saire. Eş’arı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri[310]
Şeyhü'l-İslâm Mehmed Efendi, Kilâr Hassa Ağalarından iken bilâhare Mekke-i Miikerreme'de mücâverette bulunmuş olan Halil Efendi'nin oğludur. Mekke-i Mükerreme'de tevellüd ettiği için (Mekkî) diye yâd olunmuştur. (1212) târihinde vefat etmiştir. Merkadı Fâtih'te Behâî Efendi türbesindedir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Mehmed Mekkî Efendi, âlim, fâzıl bir zât idi. Gayet mütevâzi', kanaatkar, halîm ve selîm, hayrat ve hasenata mail bulunurdu. Müderrislikte, Şam ve Medîne-i Münevvere Kadılığında Anadolu ve Rumeli Kazaskerliğinde bulunmuş, (1203)'de Meşihat makaamını ihraz etmiş, bir aralık bilâ-sebeb azledilip ba'dehu tekrar uhdesine meşihat tevcih edilmiş, (1205) târihinde ihtiyarlığına mebnî, yine azlolunmuştu. Azlini müteakip sâhilhânelerinde âsûde bir hayat geçirmiştir. Müddet-i Meşîhati birinci Sultan Abdü'l-Hamîd devrinde 3 ay on dört gündür. Üçüncü Selim zamanında da bir sene dört ay mıkdârıdır.
Mekkî Efendi'nin Meşîhat'tan azline, Rumeli pâyelilerden Tatarcık Abdu'llah Efendi sebeb olmuş, bilâhare Abdu'llah Efendi Mekkî Efendi'nin ziyaretine gidince Mekkî Efendi, musahabe esnasında yalısının eskiliğinden hahisle geceleri sivri sineklerden ve husûsiyle tatarcıktan hiç rahatı olmadığını söyliyerek hakkındaki ihanete telmihte bulunmuştur. Tefsîr-i Kaazî'nin evâiline bir haşiyesi, Kasîde-i Bür'e'ye şerhi, hamd ve şükre müteallik bir risalesi, Sıfâtu'llâh hakkında bir te'lîfi ve daha başka eserleri ve Dîvân-ı eş'ârı vardır. Nakşibendî tarîkına mensubtu. Fetva emânetinin nazâretinde bulunmak üzere bir miktar para vakfetmiştir.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, İlmiyye Salnamesi, Devhatü'l-meşâyıh.[311]
Mustafa Efendi, Manastır civarında Filorina'lı bir âlimdir. (1244)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[312]
Bu zât, fâzıl bir müelliftir. Kaazî tefsirinin Sûre-i Nebe' kısmına ait bir haşiyesi vardır. Ayet-i kerîmesine dâir de bir tefsir yazmıştır. Bununla adındaki bir eserini ikinci Sultan Mahmûd'a ithaf ederek taltiflerine mazhar olmuştu. Şifâ-i şerife şerh yazmış, daha başka eserler de te'lîf etmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[313]
Abdü'l-Lâtîf Efendi, Bursa'lı fâzıl bir zâttır. (1247)'de vefat etmiştir. Rahmetu'îlâhi aleyh.[314]
Gazzî-Zâde Abdü'l-Lâtif Efendi, âlim, Halvetiyye-i Mısriyye tarîkına mensûb, meşâyihten muhterem bir zât olup Bursa'da yetişmiştir. Birtakım kıymetli âsârı vardır.[315] Bunların bir kısmı Bursa'da Orhan Gazi câmi-i şerîfindeki kütüphanede mevcuttur.
Mûellefâtı:Bursa'da vefat eden meşâhire dâirdir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[316]
Muhammed b. Alî b. Muhammed b. Abdu'llah, meşhur bir âlimdir. (1172) târihinde Yemen'in "Hicret-i Şevkân" denilen nahiyesinde doğmuş, San'a'da neşv ü nema bulmuş, (1250) târihinde San'a'da vefat etmiştir. Kendisine Muhammedü's-San'ânî, Muhammedü'l-Yemânî de denir. Rahmetu'llâhi aleyh.[317]
Muhammed eş-Şevkânî, Yemen'de zamanının en muktedir, en çalışkan bir âlimi idi. Kıraatte, tefsirde, hadiste, ilm-i edeb'te, târihte büyük bir ihtisas sahibi bulunuyordu. Pek çok kitaplar okumuş, ezberlemiş ve pek çok âlimlerden istifâde etmiş, kendisinden de birçok kimseler müstefîd olmuşlardı. Ez-cümle babası Alî eş-Şevkânî'den Hasen b. Abdu'llah el-Heyl ile Abdu'r-Rahmân el-Medenî'den, Ahmed b. Muhammed el-Harâzî ile Abdu'llah b. İsmail en-Nehemî'den ve sâireden ilim ahzetmiş, kendisinden de mahdumu Alî eş-Şevkânî ile Hüseyn b. Muhsin el-Ensârî ve Abdü'l-Hak b. Fazl el-Hindî gibi zâtlar teallümde bulunmuşlardır. Yevmiye on üç ders okuttuğu, ve yirmi yaşından i'tibâren San'a'da müracaat edenlere fetva verdiği mervîdir.[318]
Muhammed eş-Şevkânî, evvelce fıkıh i'tibâriyle Zeydiyye mezhebine sâlik idi. Zeydiyye fıkhını okumuş, Zeydiyye mezhebine göre fetva vermiş, o mezhebin en büyük imamları sırasına geçmişti. Fakat bilâhare ilm-i hadîs ile tevaggul etmiş, ma'lûmâtını daha ziyâde artırmaya muvaffak olarak kendisinde ictihad salâhiyyeti görmeye başlamıştır. Binâenaleyh Zeydiyye mezhebini taklide nihayet vermiş, hattâ bütün mezâhibe karşı cephe almış, muhtelif mezheplere ait mes'elelerin bir kısmını intikaada tâbi' tutmuştur. Kendi kanââtına göre taklid haramdır, unvanlı eseriyle bu kanâatini müdâfaa etmiştir.
Mehmed eş-Şevkânî, böyle içtihada kıyam ederek kendi kadîm mezhebini terk ettiği için muasırlarının birçok hücumlarına uğradı, aralarında bir hayli münazaralar, münâkaşalar vuku' buldu. Hattâ San'a'da bu yüzden büyük bir fitne kopmak derecesine gelmişti. Ehl-i Beyt'in mezhebini yıkmakla ittiham olunuyordu. Halbuki Ehl-i Beyte fevkalâde muhib ve hürmetkar idi, onların fazâili hakkında yazmış olduğu buna şahittir.
Akide cihetine gelince, bu zât, kendisinin selefiyye tarîkına sâlik olduğunu iddia etmektedir. Kur'ân-ı Mübîn'de, Sünen-i Nebeviyye'de vârid olan Sıfât-ı İlâhiyye'yi hiçbir te'vil ve tahrife tâbi' tutmaksızın zahirî ma'nâlarina hamlederdi. Bu hususta adında bir risalesi vardır, Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye'den çok mülhem olmuştur. Eserlerinde onu medh ve müdâfaa etmiştir. Adındaki risalesi, İbn-i Teymiyye'nin terceme-i ahvâline dâirdir.[319]
Muhammed eş-Şevkânî, müfessirlerin on üçüncü tabakasına mensuptur. Fakat- tefsirinde üçüncü ve dördüncü tabakaya mensup bir kısım müfessirlerin mesleğini ta'kîb etmiş, İbn-i Cerîr, İbn-i Kesîr tefsirlerinin âdeta bir numunesini vücûde getirmiştir. Bu tefsirin ismi dir. Bu tefsir kitabı, isminden de anlaşılacağı veçhile, hem rivayet, hem de dirayet tarîkına göre yazılmış, cem'iyyetli bir eserdir.
Bu eserin mukaddimesindeki beyanâta nazaran: Kur'ân-ı Kerîm'i yalnız rivayet tarikiyle tamamen tefsir etmek kaabil değildir. Çünkü her âyet-ı kerîmenin tefsiri hakkında mutlaka bir hadîs, bir eser mevcud değildir. Maahâzâ bir âyet-i celîlenin ihtiva ettiği meânîden biri hakkında bir hadîs-i şerif nıevcûd olsa da o âyet-i celîleyi lisan kavâidine tevfikan diğer ma'nâları i'tibâriyle de tefsir etmekte bir mahzur yoktur. Bu, re'ye müstenid bir tefsir değil, lûgata, lisan ehlinin isti'mâline müstenit bir tefsir olacağından şer'an memnu' bulunmaz. Bunun içindir ki, birçok âlimler dirayet tarikiyle tefsirler yazmışlardır. Rivayet tarikiyle de, dirayet tarikiyle de yazılan tefsirlerin birçoğunda isabet vardır. Fakat tam bir tefsir' yazılabilmesi için her iki tarîki cem' etmek lâzımdır.
İşte Şevkânî merhum, bu kanaatta bulunduğundan tefsirini ona göre yazmış, evvelâ âyetlerin ma'nâlarını lügat i'tibâriyle îzâh etmiş, vücûh-i kırâeti de beyân eylemiştir. Sonra da bu hususta vârid olan ahâdîs-i şerîfeyi, Ashâb-ı Kirâm'ın akvâlini, Tabiîn ile onların tâbi'lerinden mervî olan tefsir vecihlerini bir intizam dâiresinde yazmıştır.
Bu tefsirde en ziyâde Süyûtî merhumun me'haz ittihâz edilmiş, bundan başka Ahmed b. Muhammed en-Nahhâs ile İbn-i Atiyye-i kadîm ve İbn-i Atiyye-i müteahhir, Kurtubî tefsirlerinden istifâde olunmuştur.
Şevkânî merhum, bâzı merviyyâtın zayıf olup olmadığına, bir kısım tefsir vecihlerinden hangisinin müreccah bulunduğuna ve fıkha, kelâma âit bâzı mesâile arasıra işaret etmekte, Fahr-i Râzî tefsirine ve sâireye bakılmasını da tavsiye eylemektedir. Bununla beraber merviyyâtında pek mutabassırâne, münekkidâne hareket etmediği de anlaşılıyor. Maahâzâ bu eser, hey'et-i umûmiyyesi i'tibâriyle ehemmiyetli, faydalı bulunmaktadır. Merhum bunu (1223) târihinde yazmıya başlamış, birinci cüz'ünü (1224) senesi yevmü'n-nahrinde bitirmiştir. (1349) târihinde Mısır'da nefis bir tarzda tab' edilmiştir.
Müellefâtı: Muhammed Şevkânî'nin (114) kadar eseri olduğu söyleniyor. Bir kısmı şunlardır: İbn-i Teymiyye'nin ına şerhtir, sekiz cilt olarak basılmıştır. fıkha dairdir. Bütün bu eserler matbu’dur. fetva mecmuasıdır.
Me'hazlar: Fethü-l-Kadîr mukaddimesi, Cilâü'l-ayneyn, Mu'cemü'l-matbûât.[320]
Muhammet! Emîn b. Ömer b. Abdü'1-Azîz, meşhur bir âlimdir. (1198)'de Dımışk'da doğmuş, (1252)'de vefat etmiştir. Dımışk'da Bâbu's-sağir makberesinde medfûndur. Rahmetu'lJâhi aleyh.[321]
İbn-i Âbidîn diye ma'rûf 'olan Muhammed Emîn, yüksek bir âlim, bir fakîhtir. Daha pek genç iken ilmiyye mesleğine sâlik olup Şeyhü'l-Kurrâ' Saîd el-Hamevî'den Kur'ân teallüm etmiş, Meydâniyye ile Cezeriyye ve Şâtıbiyye'yi ezberlemiş, sonra nahiv, sarf ve fıkh-ı Şafiî ile iştigale başlamış, daha sonra Seyyid Muhammed Şâkir es-Sâlimî'nin derslerinde hazır bulunmuş, ondan tefsire, hadîse, fıkha, ma'kulâta dâir birçok şeyler okumuş, ve onun tavsiyesiyle mezheb-i Hanefî'ye intikal eylemiştir. Daha birçok meşâhirden de müstefîd olmuş, icazet almıştır. Âlim, sâlih, afif, müteverri' bir zât idi.
Müellefâtı:[322]
Reîsü'l-Kurrâ' Abdu'llah b. Mehmed Salih, fâzıl bir zâttır. İstanbul'da Eyübsultan mahallesinde ikaamet ederdi. Eyübsultan imamı ve Sultan Ahmed câmi-i şerifi vaizi idi. 80 yaşında olarak (1252)'de vefat etmiştir. Hazret-î Hâlid'in kadem cihetindeki pencere kenarında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[323]
Abdu'llah Efendi, âlim, kırâette mütehassıs bir zât idi. Gelenbevî İsmâil Efendi'den, Şeyhü'l-İslâm Hamîdî-Zâde Mustafa Efendi'den teallümde bulunmuştur. Terceme-i hâli, mahdumu Mehmed Emin Efendi'nin asarından olan adındaki eserde mezkûrdur.
Müellefâtı: Şâtıbî'nin kasidesine şerhtir. (Ebû Eyyûb-i Ensâri'nin civarında medfun bulunan zevatın menâkıbı hakkında bir eser), Ve sâiredir.
Me'hazlar: Osmanh müellifleri, Sicil-i Osmânî[324]
İbrahim Efendi, Kayseriye ulemâsmdandır. (1253)'de vefat etmiştir. Kabri Hâdim'dedir; Rahmetu'llâhi aleyh.[325]
İbrâhim Efendi, çalışkan, mütefennin bir zât idi. Nebe' cüz'üne tefsiri vardır. Muhtelif fenlerden bahis, otuz bir risaleyi hâvi matbu' bir mecmuasiyle kavâid-i külliyyeyi muhtevi gayr-ı matbu' bir mecmuası da vardır.
Me'haz: Osmanh müellifleri.[326]
Şeyhü'I-İslâm Tâhir Efendi, kuzattan Ömer Efendi'nin oğludur. (1160)'da doğmuş, (1254)'de vefat etmiştir. Eyyübsultan'da Bostan İskelesi civarında medfûndur. Rahmetu'llâhi aleyh.[327]
Tâhir Efendi, âlim, fâzıl, afif, zühd ve takva ile mevsuf bir zâttır. (1196) târihinde ruus imtihanına, dâhil olarak müderrisliğe nâil olmuş, ba'dehu Rumeli'de, Anadolu'da kadılık yapmış, daha sonra İstanbul kadılığını, Anadolu Sadâretini ihraz etmiş, (1240)'da uhdesine Meşihat vazîfesi tevdi' edilmiştir. (1241)'de Yeniçeriliğin lağvı için fetva vermiş, bu hizmetine bir mükâfat olarak kendisine Sultan Mahmud tarafından bir elmas yüzük verilmiştir, ihtiyarlığına mebnî (1243) târihinde meşihattan aftedilmistir. Kendisi ehl-i tarîk idi, İstanbul'da Altınermer civarında bir Kaadiriyye dergâhı yaptırmıştı.
Müellefâtı: On iki tarik üzerine yazılmış bir risaledir
Me’hazlar: İlmiyye Salnamesi, Osmanlı müellifleri.[328]
Ferruh İsmail Efendi, Kırımlı fâzıl bir zâttır. (1256)'da vefat etmiştir. Ortaköy'de Yahya Efendi dergâhına muttasıl mezarlıkta medfundur. Burası bilâhare Yıldız Sarayı bahçesine ilâve edilmiştir.[329]
Ferruh Efendi, âlim, edîb, şâir, mütefekkir bir zât idi. (Mevâkib) nâmiyle Türkçe, muhtasar bir tefsiri vardır. Mesnevî'nin yedinci cildini de Nahîfî'ye bir zeyl olarak nazmen terceme etmiştir. Mevâkib, matbû'dur. Bunun Ferruh Efendi hatt-ı destiyle muharrer bir nüshası Kütüphane-i Umûmî'de mevcuttur.
Me'haz: Osmanh müeUifleri.[330]
Mehmed Sâid Efendi, Nakşibendî tarîkına mensub bir zâttır. (1257)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[331]
Saîd Efendi, ilim sahibi bir zât olup Hacı Bektâş-ı Velî dergâhı meşîhatına ta'yîn edilmişti. Sûre-i Ve'1-Âdiyât ile Sûre-i Ve'd-Duhâ'ya tefsirleri ve Risâle-i tasavvufiyye ile Künûzü'l-hakaayık adında iki eseri vardır. Bunlar Beşiktaş'ta Yahya Efendi Kütüphanesinde mevcutturlar.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[332]
Molla Halil İbn-i Molla Hüseyin, fâzıl bir zâttır. Mevliden dir. (1257)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh,[333]
Molla Halil, değerli bir âlimdir, Siirt'te ilim neşretmiştir. Adında bir tefsir yazmıştır. Bundan başka Kehif sûresine kadar bir tefsir daha yazmıştır. Sâir eserleri de vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[334]
Seyyid Abdü's-Selâm Mardin'li bir âlimdir. (1259)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[335]
Abdü's-Selâm Efendi, derin bilgili bir zâttır. İstanbul'da, Mısır'da ve sair yerlerde ilim tahsil etmiş, Mardin'de müftü bulunmuştur. Adlı eseri hurûf-ı mühmele ile yazılmıştır. Bunu Bağdad Valisi Ali Rıza Paşa'ya ithaf etmişti. Adiyle de iki eseri vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[336]
Şeyh Muhammed Osman b. Muhammed b. Ebî Bekr el-Mîrganî el-Hüsnî, muhterem bir zâttır. (1208)'de Tâif'te Es-Selâme karyesinde doğmuş, (1268)'de Tâif'te vefat etmekle na'şı Mekke-i Mükerreme'ye nakledilerek Muallâ'da defnedilmistir. Rahmetu'llâhi aleyh.[337]
Muhammed e1-Mîrganî, fâzıl, Hanefiyyü'l-mezheb bir mürşittir. On yaşında iken babası vefat etmiş, amcası Seyyid Yâsin'den tefsir, hadîs, fıkıh gibi ilimleri tahsil eylemiş, bilâhare Söfiyye tarîkına sülük ederek Nakşibendî, Kaadirî, Şâzelî, Cündî, Mirganî tariklerine intisabta bulunmuştur. Mirganiyye tarikatı ceddi Seyyid Abdu'llâh'ın tarîki idi. Kendisi bu tarikatı Hicaz havâlisinde, Saîd-i Mısır'da, Sudan'da neşre muvaffak olmuştur.
Müellefâtı: İki cüz' olarak Bulak'da tab' edilmiştir. Terceme-i hâli bu tefsirin dibacesinde mevcuttur. matbu' bir mevlid-i şerif manzumesidir. Salâvat mecmuasıdır. Târîkat-ı hatmiyye evradını câmi'dir. Manzum bir eserdir.
Bütün bu eserler tab' edilmiştir.
Me'haz: Mu' cemü'l-matbûât.[338]
Halil Efendi, Burdur nevâhîsinden Gölhisar nahiyesine tâbi' Kızıllar köyünden bir âlimdir. (1269)'da vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[339]
Halil Efendi, kıymetli bir ilim sahibi idi. Tefsîr-i Kaazî ile Mutavvel'e ta'lîkaatı, sair âsârı da vardır.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[340]
Ebu's-Senâ, Şihâbü'd-Dîn Mahmud Efendi, Reîsü'l-müderrisîn Abdullah Efendi'nin oğludur. (1217) senesinde Bağdad'da doğmuştur. Nesebi, babası tarafından Hazret-i Hüseyn'e, anası cihetinden de Abdü'l-Kaadir-i Geylânî'ye ve nihayet Hazret-i Hasan'a müntehi olmaktadır.
(Âlûs) Fırat nehri üzerinde bulunan bir adacıktır. Delîm Livasındaki Atan'a bağlı bir köydür ki, Bağdad'dan beş merhale uzaktadır. Âlûsî ailesini te'sîs eden zât, Hülâgû vak'asında Bağdad'ı terk ederek bu köye sığınmıştı. Bilâhare evlâd ve ahfadı takriben bin târihlerinde tekrar Bağdad'a gelip yerleşmişlerdir. Âlûsîler, bir ilim âilesîdir. Bu hanedandan birçok meşâhir yetişmiştir. İşte bunlardan biri de Şihâbü'd-Dîn Mahmud Efendi'dir, Bu zât (1270)'de vefat ederek Ma'ruf-ı Kerhî hazretlerinin kabri civarına defnedilmiş tir. Rahmetu'llâhi aleyh.
Vefatı ilim ve irfan âleminde büyük bir teessür uyandırmış bulunan Mahmud Efendi hakkında birçok mersiyeler yazılmış, ezcümle Şihâb-ı Mevsılî yazdığı bir mersiyede şöyle demiştir :[341]
İrtihâline şöyle de bir târih söylenmiştir :[342]
Alûsî-Zâde Mahmud Efendi, Irak'ın yetiştirmiş olduğu pek yüksek âlimlerden biridir. Bağdad'da babası Abdu'llah Efendi'den, Şeyh Alî Süveydî'den, Şeyh Alâü'd-Dîn'den, Şeyh Hâlid Nakşibendî'den ve daha birçok meşâhirden ilim ve irfan tahsil etmiş, Hâlid-i Nakşibendî'den tarikat-i Aliyyeyi de ahzeylemiştir. İstanbul'da bulunduğu zaman Şeyhü'l-İslâm Arif Hikmet Bey'den teberrüken icazet aldığı da mervîdir.
Bu yüksek sîmâ, zekâsı, fetâneti, karihasının vüsatî, sür'atli intikaali, kuvvetli hafızası, tatlı ifâdesi, güzel yazısiyle bir nâdire-i dehr idi. Sevimli sîmâsiyle, memduh vakaariyle, hayır ve ihsana olan tehâlükiyle temayüz etmişti. Kendisi demiştir ki: "Hafızam, kendisine tevdi' ettiğim her hangi bir şey hakkında bana asla hıyanet etmedi, fikrim de kendisini her hangi bir mu'dıl mes'elenin halli için da'vet ettimse bana icabetten çekinmedi"
Bu kudretli âlim, daha pek genç iken te'lif ve tedrise başlamış, nıüteaddid medreselerde müderrislik etmiş, Dârü's-Saltanati'l-aliyye müderrisi unvanını almış, (1248)'de Bağdad'da Hanefî mezhebi üzerine iftâya me'mur olmuş, (1263)'de bu vazifeden ayrılmıştır.
Gündüzleri tedris ile, iftâ ile uğraşır, akşamdan sonra bir müddet ahibbâsiyle sohbette bulunur, sabaha karşı da eserlerini büyük bir sür'atle yazardı. Bir haldeki bir gece içinde vücûde gelen müsveddelerini sabahleyin kâtipleri on saat zarfında pek de tebyîz edemezlerdi.
Alûsî-Zâde, aynı zamanda pek muktedir bir müfessirdir. Unvanlı eseri dokuz ciltten müteşekkil pek kıymetli bir tefsir kitabıdır. Bunu (34) yaşında iken yazmağa başlamış, on sekiz, on dokuz sene içinde bitirmiştir.
Bu tefsir hakkında zamanın ulemâ ve üdebâsından birçok zevatın takrizleri vardır. Ezcümle Bağdad'ın en olgun ediplerinden Muhammed ez-Zehâvî, yazmış olduğu bir takrizde şöyle demiştir:[343]
Şîa-i İmâmiyye ulemâsından Seyyid Kâzım nâmındaki bir zât da yazmış olduğu pek takdirkâr takrizde, Âlûsî merhum ile mülakat şerefine nail olduğunu anlattıktan sonra diyor ki:[344]
Alûsî-Zâde, fıkhan Şâfiiyyü'l-mezhebtir. Fıkıh ilminde de büyük bir ihtisas sahibidir. Maahâzâ birçok mes'elelerde Hanefî mezhebine ittibâ’ etmiş, bu mezheb dâiresinde fetva vermiştir. Son günlerinde içtihada temayül göstermiş olduğu da söylenmektedir.
İ'tikad cihetine gelince, bu bakımdan selef mezhebine tâbi’dir. Kendisinin Selefiyye'den olduğunu iddia etmektedir. Hattâ bir eserinde oğullarına hitaben şu mealde vasiyette bulunmuştur:
"Oğullarım! Akaaid hususunda Selef akidesini (Hizam ediniz, çünkü bu eslem bîr yoldur. Sâdât-i Sofiyye hakkında da hüsn-i zandan ayrılmayınız. Onların hakkında sakın ta'n ve teşnîa cür'et etmeyiniz. Böyle bir cür'et, Allah'a kasem ederim ki, bir felâkettir. Siz onların zahirleri Şer'-i Şerife muhalif görülen sözlerini dinlemekten kulaklarınızı men' ediniz. Fakat zannetmeyiniz ki, bu zümre, bu sözleriyle o butlanı aşikâr olan zahirî ma'nâları kasdetmişlerdir. Onların sahaları bu gibi hezeyanların cevelânından beridir"
Âlûsî merhum, Vahhâbîlik şaibesinden beridir. Kendisine böyle bir isnadta bulunmak doğru görülemez. Hanbelî mezhebinde bulunup Vahhâbîlerce birer istinadgah sayılan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye, İbn-i Kudâme, İbn-i Kayyim Cevziyye ve saire hakkında hürmetkar bir vaziyette bulunması böyle bir zehaba sebeb olmuş olmalıdır. Fakat bu zehab yanlıştır. Bu muhterem âlimin eserlerini ve bilhassa tefsirinin mukaddimesini ve tefsirinde talâk-ı selâse hakkındaki ihtilâfâta dâir yazmış olduğu yazıları mütâlâa edenler, böyle bir zehaba düşmüş olmazlar. Vakıa Âlûsî merhum, bu zevata karşı hürmetkardır fakat kendi kanâatına ve müctehidlerin icmâına muhalif olan mes'elelerde bu zevata karşı muarız bulunur, onları tenkitten hiç de çekinmez, Eş'arî ve Mâtürîdî mezheplerine muzaheretten geri durmaz.[345]
Âlûsî merhum, tefsirinde rivayet tarîkına, dirayet tarîkından daha ziyâde alâka göstermiş, birçok âyetleri rivayet yoliyle îzâha çalışmıştır.
Maamâfih gerek rivayet ve gerek dirayet i'tibâriyle büyük bir kudret ve tetebbu' sahibi olduğu şüphesizdir. Tefsirinde başlıca şu cihetler göze çarpmaktadır:
1- Mukaddimede tefsir ve te'vîlin ma'nâsına, tefsirin istinâd ettiği ilimlere, Kur'ân-i Kerîm'in cem'ine, i'câzına, kelâmu'llâh olduğuna dâir pek faydalı ma'lûmât,
Kur'ân-ı Mubîn'in hakaayıkını anlamıyanlara, hakikat erbabının sezdiği ma'nâlara, işaretlere zihinleri eremiyenlere hitaben şöyle deniliyor:[346]
2- Sûrelerin arasındaki tenâsüb ve insicam gösterilmiş; sûrelerin, âyetlerin fazâili hakkındaki bir kısım ahâdîs-i şerife yazılmış, bunların bâzı hassalarına işaret olunmuştur.
3- Âyetlerin kırâetine âit vecihler yazılmış, lisan, belagat bakımından pek âlimâne tahliller yapılmış, Zemahşerî gibi, Ebû Hayyân gibi müfessirlerin bu husustaki beyanât ve mütâlââtı iktibas edilmiştir.
4- Bâzı âyetlerin tefsirinde pek büyük tetkîkat yapılmış, ezcümle "istiva" mes'elesi, Hazret-i Hızır'ın hayâtı mes'elesi hakkında nâfi' ma'lûmât ve muhâkemât mevcut bulunmuştur.
5- Bâzı müfessirierin bir kısım mütâlâât ve muhâkemâtı tenkid edilmiştir. Ezcümle Fahrü'd-Dîn-i Râzî'nin:[347] nazm-ı kerîmiyle :[348] Kavl-i Celîline müteallık olan mütâlâaları tenkîd edilmektedir.
6- Hey'ete, tabîiyyâta, felsefeye müteallik, pek okadar mufassal ma'lûmât verilmemiştir. Hattâ tefsirin mukaddimesinde: Bâzı müfessirierin tefsirlerini felsefiyyât ile doldurmuş olduklarına ta'rîz bile edilmiştir. Maahâzâ bu tefsir kitabı, bu gibi ilimlere, fenlere âit bir kısım nâfi' malûmattan büsbütün hâlî de değildir. Hattâ bâzı yerlerde, ez-cümle :
Kelimesini îzah sırasında İbn-i Sina'nın sözleri aynen nakledilmiştir.
7- Âyât-ı Celîlenin tazammun ettiği bedîalardan, latifelerden birçoklarına tasavvufî bir neşve ile işaret olunmuştur. Eser sahibinin tasavvuftan da pek ziyâde zevk-yâb bulunduğu anlaşılmaktadır. Maamâfih güzel i'tikaadı, İslâm ilimlerindeki iktidarı, kendisini dâima açık, Şer'-i Şerîf'e mutabık bir yola sevkediyor, mütesavvifâne olan yazılarında da —kendilerini erbâb-ı tasavvuftan göstermek isteyen birtakım mütefelsif kimselerin irtikâb ettikleri— ma'nâsız te'vîlât ve tesvîlâttan eser görülmemektedir.
8- Âlûsî merhum, bu tefsirinde Keşşaftan, Kaazî'den,Ebû Hayyân'dan, Ebu's-Suûd'dan, Dürrü'l-mensûr'dan, İbn-i Teymiyye'nin eserlerinden, Fütûhât-ı Mekkiyye'den pek çok istifâde etmiş ve mülhem olmuştur. Merhum; munsıf, hüsn-i zanna mâlik bir zâttır. Muhyi'd-Dîn-i Arabî gibi, İbn-i Teymiyye gibi zevat aleyhinde bulunmuyor, bilâkis bunların i'tirâzâta uğramış olan bâzı sözlerini ilmî bir surette te'vil ve tevcihe çalışıyor. Fakat kendi kanâatine uygun olmıyan şeyleri de tasrih ve tenkidden geri durmamaktadır. Şiî ulemâsına karşı da pek müdekkikaane reddiyeleri, cevapları vardır.
9- Âlûsî-Zâde'nin cihan târihine büyük bir vukuf sahibi olduğu tefsirinden anlaşılmamaktadır. "Zülkarneyn" ile İskender-i Kebîr"in bir zât olduğunu kabule mütemayildir. Halbuki Zülkarneyn'in Kur'ân ile sabit olan evsâfı, İskender-i Kebîr'de görülmemektedir. Biz bu mes'eleyi bir makaalemizde mufassalan îzâh etmiş bulunuyoruz.
10- Tefsirin münderecâtı pek o kadar tasnife tâbi' tutulmamıştır. Eğer bu cihete de lâyıkı veçhile riâyet edilmiş olsa idi, eserin mütâlâası daha kolaylaşır, zenginliği daha ziyâde göze çarpardı.
Velhâsıl: Parlak bir zekânın, geniş bir ilmîn, büyük bir çalışmamı mahsûlü olan ve her veçhile tebcile lâyık bulunan bu tefsîr-î şerif, mütâlâa erbabını birçok tefsirlere müracaattan müstağni kılacak derecede nâfi' malûmatı câmi’dir.[349]
Alûsî merhum, edîb, şâir bir zâttır. Hele nesri pek selîs, lâtif bir üslûba, bir âhenge mâliktir. Yazıları yüksek Arab ediblerine mahsus bir fesahat ve belâgati hâiz bulunmaktadır. Harîrî'nin Makaamât'ını andırır bâzı yazıları da vardır.
Eş'ârına gelince, bunlar da güzel şeylerdir, içlerinde hikmet ve tasavvufa dâir güzide manzumeler bulunmaktadır. Bir eserinde münderi olup kendisine âit olduğu anlaşılan şu kıt'a da bu cümledendir:
[350]Seyehâtı esnasında Irak'ın hazin yâdiyle terennüm ettiği bâzı manzumeleri vardır ki, onlar da güzelce parçalardır.
Merhum, kalemine müsâade etmiş olsa imiş hiciv vadisinde de büyük bir mehâret gösterebilecekmiş. Seyehâti esnasında kendileriyle görüşüp de sohbetlerinden, bilgilerinden memnun kalmadığı bâzı kimseler hakkında ve İstanbul'da Reşit Paşa'yı konağında ziyaret etmesine engel olan bâzı şahıslar hakkında "Neşvetü'ş-şumûl" de yazmış olduğu yazılar bunu göstermektedir.[351]
Âlûsî-Zâde Mahmud Efendi, yazmakta olduğu tefsirin evvelce bîr kısmını Sultan Mahmûd'un Kütüphanesine ihdâ etmiş, ba'dehû yazdığı üç cildi de Sultan Mecid'e ithaf eylemiş, mütebaki iki cildini de (1267) târihinde ikmâl ederek bizzat İstanbul'a getirmiştir.
Bu muhterem zât: Nâmiyle yazmış olduğu bir eserinde İstanbul'a gitmesine zahiren tefsirinin sebep olduğunu, hakîkat-ı halde ise —söylemesini pek de istemediği— başka şeylerin saik bulunduğunu anlatıyor, iftiraya uğramış olduğunu, lisanların ve kalemlerin şerh ve beyânından âciz kalacağı bir zaruret yüzünden bu seferi ihtiyar eylediğini yazıyor ve nihayet şöyle diyor:[352]
Alûsî-Zâde bu seyehâtini Neşvetü'ş-şumûl'de anlatırken uğradığı yerlerde görüştüğü zatlardan ve sâireden "bahsediyor. Ve ez-cümle Erzurum'a vusulünü şu mealde anlatıyor: "Erzurum'a vâsıl olunca biraz nefes aldım, Müşir Ahmed Samdi Paşa'nın hüsn-i kabulüne mazhar oldum. Cennet-Zâde Abdullah Efendi'nin konağında misâfir kaldım. Memleketin ulemâsından, a'yânından birçok iltifatlar gördüm. Kaazî tefsirinden veya Rûhu'l-meâni’den bir miktar ders takrir etmemi istediler. Yol zahmetinden, yorgunluktan bahsederek hakaayik-ı Kur'âniyyeyi layıkı veçhile tahrîr edemiyeceğimi söyledim. Fakat araya koydukları Ahmed Hamdi Paşa'nın ricası üzerine Tefsîr-i Kaazî'den on gün ders takririne mecbur oldum. Bu derslerimiz Sûre-i Nebe'den dört âyet-i celîleye munhasır bulunmuştu. Müderrislerden Receb ve Ömer Efendiler de muhâtab mevkiinde bulunuyorlardı. Âlim ve fâzıl olan hu iki zâta arzularına mebnî icazet verdim. İcazetnameyi kendim okudum. Bu esnada vatan düşüncesiyle adetâ kendimden geçmiş idim. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Bana bakarak ağlıyanlar çoğalmıştı. Merasim sonunda vali tarafından bize hil’atler giydirildi. Bu icazet için bir ziyafet tertip edilmişti. Zannetmem ki Dârü's-Selâm'dan başka bir yerde bunun bir misli yapılır olsun."
Âlûsî-Zâde İstanbul'a geldiği zaman Arif Hikmet Bey merhum Şey-hü'1-İslâm bulunuyormuş, ziyareti için konağına gitmiş, huzuruna girince ellerini öpmek istemiş, fakat Arif Hikmet Bey: "Yapma selâm ver, selâm vermek efdaldir" demiş ve hakkında iltifatta bulunmuştur.
Bilâhare aralarında müteşâbihâta dâir ilmî bir musahabe cereyan etmiş, Arif Bey merhum, İbn-i Teymiyye'nin cihete, cismiyyete kaail olmakla müttehem olduğunu ve bâzı mes'elelerde Eimme-i erbaaya muhalefet etmiş bulunduğunu söylemiş, Âlûsî-Zâde de İbn-i Teymiyye hakkında hüsn-i şehâdette bulunmuş, onun Mücessime'den olmadığını ve o mes'elelerde onun ilk muhalif bulunmadığını dermeyân etmiştir.
Âlûsî merhum, hâmil olduğu bir resmî tahrirâtı takdîm etmek üzere o zaman Sadârette bulunan Reşid Paşa ile ve Müsteşarı Fuad Efendi (Paşa) ile de görüşmüş, bu iki zâtın iktidarına, nezâketine medûb olmuş, Bâb-ı Alî'den çıkarken :
Bu mazmun, Cevdet Paşa'nın pek hoşuna gittiğinden bunu iki kıt'asiyle tazmîn etmiştir, birisi şudur:[353]
Müellefâtı: Dokuz cild matbu' tefsirdir. Bunun dokuz cild yazma nüshaları Sultan Abdü'l-Mecid tarafından (1268) târihinde Koca Râgıb Kütüphanesine vakfedilmiştir. (185 -193) numaralarda mukayyettir. Bir seyehatnâme demektir muharririnin (1269) târihinde İstanbul'dan Bağdad'a avdetini hâkidir.Bu, şairane bir tarzda yazılmış bir eserdir. Âlûsî- Zâde dayısının medresesinde müderris bulunuyormuş, araları açılmış, medreseden kendisini uzaklaştırmak için bahane aramışlar, İbn-i Hacer'e sebbetti diye iftiraya kıyam ederek keyfiyeti valiye kadar arz etmişler. Nihayet medreseyi terketmiş, fakat yeni yapılan bir medresenin müderrisliği —a'dâsına rağmen— uhdesine tevcih edilmek suretiyle kalbi tatyîb edilmiştir. İşte bu eser bunları hâkidir. bu bir vasiyyetnâmedir. Evlâdına yapmış olduğu bu vasiyyetnâmeden Âlûsî merhumun meşreb ve mezhebi güzelce anlaşılmaktadır.
Bu nasîhatnâme ile evvelki üç eserin bir arada güzelce yazılmış, tezhîb edilmiş ve müellifi tarafından mukaabele olunmuş bir nüshası, Alî Emîrî Efendi Kütüphanesinde (2564) numarada mevcuttur. Bu nüshanın kenarında ve âhirinde müellifin el yazısiyle mühr-i zatîsi de görülmektedir.
Alûsî-Zâde'nin İstanbul'a seyehatını, Şeyhü'l-İslâm Arif Hikmet Bey ile ve sair bâzı ulemâ ile aralarında cereyan eden ilmî mubâhaseleri ve bâzı meşâhirin terâcim-i ahvâlini muhtevîdir. Ve nâmiyle matbû'dur. Yirmi dokuz suâle cevap olmak üzere yazılmış matbu’ bir eserdir, İlk suâl, vahdet-i vücûda dâirdir. Alûsî merhum, bu. eserinde Sofiyye'nin bu babdaki sözlerini güzelce beyan ve kendisinin buna kaail olmadığına işaret etmiştir.
Lâhurîlerin ricaları üzerine yazılmış matbu’ bir eserdir. Bütün Ashâb-ı Kiram hakkında nıahabbet ve ihtiramın lüzumunu, aralarında zuhura gelmiş olan bâzı vak'aların birer ictihad neticesi bulunduğunu isbât etmektedir.
Abdu'1-Kaadir-i Geylânî'nin bir kasidesini şerh etmektedir. Matbû'dur. Hâlid-i Nakşibendî hakkındaki Arapça bir mersiyyenin matbu' bir şerhidir.
Harîrî'nin ismindeki eserinin şerhidir. Abdu'1-Bâki Mevsılî'nin İmâm Alî Hazretleri hakkında yazmış olduğu kasidenin matbu' bir şerhidir. Katru'n-Nedâ'nın şerhidir. Bu eseri, Âlûsî Mahmud Efendi itmam etmeden vefat etmekle mahdumu Hayrü'd-Dîn Ebü'l-Berekât Nu'man Efendi ikmâl etmiştir. Matbû'dur. Bu, hayalî bir hikâyedir, Harîrî' nin Makaamât'ını andırmaktadır. Buna adı da veriliyor.
Me'hazlar: Hadîkatü'l-vürûd erîcü'n-neddi ve'l-ûd fi-tercemeti Şihabü'd-Dîn Mahmûd, Cilâü'l-ayneyn,Terâcim-i meşâhiri'ş-Şark, Mu'cemül-matbuâti'l Arabiyye.[354]
Ebû Bekr b. Ahmed b. Dâvûd, ulemâdan bir zâttır. Dimeşk'ta tavattun etmiş, orada (1280) târihinde vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[355]
Molla Ebû Bekr, fakîh, tasavvufa âşînâ bir âlimdir. Mezhebce Şâfiîdir. Birçok te'lîfâtı vardır. Unvanlı eserleri bu cümledendir.
Me'haz: El-A'lâm,[356]
Şeyh Ebû Bekr b. Muhammed b. Abdullah el-Bennânî el-Fâsî er-Ribâtî mübarek bir zâttır. "Ribâtü'1-Feth" de doğmuş, bir müddet Fas'da ikaamet etmiş, (1284)'de mevlidinde vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[357]
Şeyh Ebû Bekr, ehl-i tasavvuftan fâzıl bir âlimdir. Tasavvufa dâir altmışdan ziyâde müellefâtı vardır. Bir kısmı şunlardır:
işârât tarikiyle yazılmıştır. Tasavvufa dâir matbu' bir eserdir. Hikem-i Alâiyye şerhidir.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l matbûât,[358]
Hâmid Efendi, Karsh bir âlimdir. (1291) târihinde vatanında vefat etmiştir. Rahmetu'Hâhi aleyh.[359]
Hâmid Efendi, fâzıl, şâir bir zâttır. Kars'ta müderris bulunuyordu. Abese Sûresine tefsiri, Izhâr'a şerhi ve Dîvân-ı eş'ârı vardır. Her beyti bir ilme işareti mutazammın olan beliğ bir kasidesi de vardır.
Me'haz : Osmanlı müellifleri.[360]
Eskişehir'de Alyu karyeli ulemâdan Ali Efendi'nin oğludur. (1226) târihinde doğmuş, müderris Ak Köylü Mehmed Efendi'den okumuş, sonra Kayseri'ye gidip Hoca Kaasım Efendi'den tefsir ve hadîs ilimlerini tahsil etmiş, ba'dehu İstanbul'a gelip müderris olmuştur. (1293) 'de vefat etmiştir. Kâracaahmed mezarlığında medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[361]
Osman Necâtî, fâal bir simadır. Nebe’ sûresinden ahir-i Kur’ân’a kadar olan sûrelere nâmiyle Türkçe, mufaasal bir tefsîr yazmıştır.
Me'hazlar: Osmanlı müellifleri, Sicil-i Osmani[362]
Şeyhü'l-İslâm Ahmed Muhtar Bey, Mekke-i Mükerreme pâyeli Mahmud Bey'in oğludur. Mahmud Bey de Sadr-ı esbak Koca Yûsuf Paşa'nın mahdumudur. Muhtar Bey (1222)'de doğmuş, (1300)'de vefat etmiştir. Üsküdar'da İnâdiye tekkesinde Şeyh Seyyid Hâşim Üsküdârî'nin civarında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[363]
Mîr Ahmed Muhtar, fâzıl bir zâttır. Şehrî Hafız Ahmed Efendi'den icâzet almış, meşhur Evliya Hoca ile Arap Hoca'dan da ayrıca tefsîr, hadîs, hikmet okumuş, Hızır Ağa-Zâde Saîd Bey'den de Fârisî tahsil etmiştir. (1278)'de İstanbul Kadılığına, (1286)'da Meclis-i Tetkîkat A'zâlığına, (1288)'de de Meşihata ta'yîn edilmiş, (1289)'da Meşihattan infikâk edip (1295)'de tekrar o makaamı ihraz etmiştir. Birinci meşihatı bir sene, iki ay, üç gün; ikincisi de yedi ay, dört gündür.
(Tuhfetü'l-muhtâr) nâmiyle Tefsîr-i Celâleyn'e bir haşiyesi vardır ki, Cemel haşiyesinin bir hulâsasıdır. Bundan başka Bânet Suâd kasidesine ve Şeyh Reslân-ı Dimeşkî'nin tasavvuftan olan bir risalesine şerhleri de vardır.
Me'hazlar: İlmiyye salnamesi, Osmanlı müellifleri.[364]
Mevlâ, Muhammed Senâu'llâh Pânîbitî, on üçüncü asır âlimlerindendir. Hanefiyyü'l-mezheb, Nakşibendî tarîkına mensûb idi. Vefâtı (1216) tarihindedir.[365]
Muhammed Senâu'llâh, Hint'li fâzıl bir zâttır. Unvanlı tefsir kitabı bir ciltten ibaret olmak üzere Hint de tab' edilmiştir.
Me'hazlar: Mu’cemü’l matbûât, Keşfü'z-zunûn'un zeyli.[366]
Mevlevi Ebü'1-Vefâ Senâu'llâh el-Emritserî, Hint'li bir âlimdir. Mevlâ Fâzıl diye ma'ruftur. On üçüncü asır ricalinden olduğunu tahmin ediyoruz. Tevellüdüne, irtihâline dâir bir kayıt göremedik.[367]
Ebü'1-Vefâ: Nâmiyle bir tefsir kitabı yazmıştır. Bu eser (1320) târihinde Debîr-i Hint diye ma'ruf matbaada bir cilt olarak tab' edilmiştir. Bu eserde âyât-ı Kur'âniyyeden birçokları muâdilleri veya kendilerinden mufassal ve aynı mealde bulunan veya o ma'nâyı bir veçhile mutazammın olan diğer âyetler ile tefsir edilmekte ve bâzı kelimelerin ma'nâlarını beyân ve rabıtlarını te'mîn için de araya pek kısa ibareler ilâve olunmaktadır. Maahâzâ bâzı âyetler de diğer âyetlerle tefsir edilmemiş, olduğu gibi bırakılmış veya kısa muhtasar bir ibare ile îzah edilerek makabline irtibatı te'mîn olunmuştur. İki nümûne:
1- (El-Cüz': 19-194)[368]
2- (El-Cüz: 2-64)[369]
Bu tefsîr-i şerif, kendi tarzında istifâdeye şâyân, lâtîf, müfîd bir eserdir. Mukaddimesinde tefsir ilmine dâir bâzı faydalı ma'lûmat da vardır.
Me'haz: Mezkûr Tefsîr-i şerif.[370]
Hoca Zade Abdullah Enverî, ma'ruf bir âlimdir. (1241) 'de Kilis kasabasında doğmuş, (1303)'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[371]
Abdullah Efendi, âlim, fâzıl bir zâttır, İlm-i kırâette, mantıkta bir üstâz idi. Kaazî Beyzâvî tefsirine haşiyesi vardır. Bunu son zamanlarında te'lîfe başlamış olduğu için ikmâl edememiştir.
Yazmış olduğu Tasdîkat haşiyesini (1272)'de İstanbul'a gelip Sultan Abdü'l-Mecid'e takdim etmişti, bilâhare (1275)'de de Tasdîkat haşiyesini vilâyet vâsıtasiyle takdim etmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[372]
Mahmud b. Muhammed Nesîb Hamza el-Hüseyn el-Hamzâvî, meşhur bir âlimdir. (1236)'da Dimeşk'da doğmuş, orada yetişmiş ve (1305) târihinde vefat etmiştir. Ecdâdından Hamza el-Hurrânî'ye nisbet edilmektedir. Mensûb olduğu hanedan, Benî Hamza, Beytü'n-Nakîb denmekle ma'ruftur. Bu aileden müteaddid Nakîbü'l-eşrâf gelmiştir.[373]
Mahmud Hamza Efendi, fakîh, edîb, şâir bir zâttır. İlk tahsilini babasından görmüş, sonra Şeyh Saîd Halebî'den nahiv, fıkıh, usûl okumuş, Şeyh Abdü'r-Rahmân el-Küzberî'den hadîs, Şeyh Hâmid el-Attâr'dan tefsir ahzetmiş, daha başka zevattan müstefîd olarak hepsinden icazet almıştır. Yazı hususunda garip bir meleke sahibi idi. Bir pirinç tanesinin üçte ikisi üzerine Fâtiha-i Şerîfe'yi yazardı. Sayda maraklı idi. Silâh atmak hususunda da mehâreti var idi.
(1260)'da Niyâbet-i Şer'iyye'de bulunmuş, Mevâlî silkine dahil olduktan sonra İstanbul'a gelmiş. Anadolu'da dolaşmış, ba'dehu Dımeşk'a avdet eylemiştir. Şam müftüsü bulunuyordu. Hüsn-i ahlâkiyle, güzel idaresiyle, ilim ve faziletiyle herkesin mahabbetini, hürmetini kazanmıştı. Cevdet Paşa kendisinden müstefîd olmuştur.[374]
Mahmud Hamza Efendi, kudretli bir müfessirdir. Feyzî-i Hindî'yi taklîd etmiş, onun gibi tefsir sahasında bir bedîa vücûda getirmiş, âyât-ı celîleyi bütün noktasız harflerle tefsir etmiştir. Bu tefsirin ismi dır. Bu, bir tefsir kitabı olmaktan ziyâde müellifinin edebî kudretini gösterir bir san'at ve mehâret nümûnesidir. Bâzı zevata göre bu eser, Feyzî-i Hindi’nin ından daha sâde, daha külfetsiz bir tarzda yazılmıştır. Fakat bizce Sevâtıü'l-ilhâm bi'n-nisbe daha mükemmeldir, daha âlimânedir.
Hamza Efendi, bu tefsirini İstanbul'a getirip Sultan Mecid'e ref' etmiştir. Bu eser bir cild olarak tab' edilmiştir. Bundan bir nümûne :[375]
Müellefatı: İki ciltdir. Manzum bir ciltdir. Bütün eserleri matbu’dur.
[376]Me'hazlar : El-Alâm., Mu'cemül-matbûât, Terâcim-i meşâhiri'ş-Şark.[377]
Ebu't-Tayyîb Sıddîk Hasen b. Alî el-Hüseyn, el-Buhârî, el-Kannûcî, takdire şâyân bir fâzıldır. Aslen Buhârâ'lıdır. (1248)'de "Kannûc"ta doğmuş, (1307) târihinde Hindistan'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[378]
Sıddîk Hân, değerli bir âlimdir, ilmî, siyâsî riyaseti cami' çalışkan bir zâttır. İlim ve ulemâ uğrunda servetini sarf etmiş âlîcenâb bir Emirdir. Evvelâ beldesi civarındaki ekâbirden ilim ahzetmiş, sonra Dehli'ye giderek oradaki ulemâdan ve bilhassa Şeyh Sadrü'd-Dîn'den tahsilde bulunmuş, bir müddet sonra Hindistan'ın ortalarında nîm müstekıl bir İslâm hükümetinin merkezi olan Buhûpal şehrine gitmiş, daha sonra hac farizasını îfâ için Hicaz'a azamet ederek Yemen'de Muhammed Şevkânî'nin bir tilmizinden müstefîd olmuş, sekiz ay kadar da Harem-i Şerif’te ikaamet edip ba'dehu yine Buhûpal’a avdet eylemiştir. Buhûpal hâkimesiyle evlendiği cihetle "Buhûpal Meliki veya Emîri" unvanını hâiz bulunmuştu. Bu hâkime ilim ve fazilet sahibi bir kadın olmalıdır ki, Sıddîk Hân'ın ilmî mevkiini takdir etmiş, onunla izdivacı bir şeref bilmiştir.
Sıddîk Behâdır Hân, tarzında te'lîf etmiş olduğu unvanlı büyük bir eserini, refikası olan bu Hâkime nâmına yazmış, bu kitabın mukaddimesinde bu kadir-şinâs Hâkimeyi bir kasîdesiyle sena etmiştir.
Ulûm ve fünûna karşı büyük bir tehalük sahibi olan Sıddîk Hân, muhîtinde birçok zaman tedris ile, kıymetli kitaplar te'lîfiyle meşgul olmuştur. Kendisini yakından tanıyanların beyânına nazaran sür'atle okur sür'atle yazar, sür'atle mütâlâa ve hıfzeder, münazaradan kaçınır, bid'at la mücâdele eder bir zattır. Müceddidlerden sayılır.İbn-i Teymiyye'yi, İbn-i Kayyim Cevziyye'yi müdâfaa eder, yazdığı kitaplarda bunlardan ilham alır, Kaazâ gibi, Zemahşerî gibi dirayet tarıkına fazla ehemmiyyet veren müfessirleri muâhazeye yeltenir, Beyzâvî gibi Cihan-şumûl bir şöhret ve iktidar sahibi bir müfessir hakkında: "Medsûsât-ı akliyyenin hâmîsi; müessesât-ı, nakliyyenin mâhîsidir." demekten kendini alamaz, Henefî İmamları hakkında: “Ehl-i re’y" diye ta'rîz etmekten geri durmaz,
Bu gibi cür'etlerinden dolayıdır ki, müdekkik, mütefekkir bir âlim olan Ebü'l-Hasenât Abdü'1-Hay el-Leknevî'nin unvanlı iki eseriyle tenkid ve tezyifine hedef olmuştur.
Sıddîk Hân birçok şeyler yazmıştır. Rivayete nazaran müellefâtının adedi (222) dir. Bunların bir kısmı Arapça, bir kısmı Fârisî'ce, büyük bir kısmı da Ordu lisâniyle yazılmıştır. Fakat bu eserlerinde alelekser Eslâfın âsâr ve akvâlini nakilden başka büyük bir dirayet ve tefekkür nişanesi göstermemiştir. Bununla beraber mesaîsi her veçhile takdire şayandır. Terceme-i hâline dâir bir kaç eser yazılmıştır.[379]
Sıddîk Bahâdır Hân, değerli bir müfessirdir. Unvanlı dört ciltten müteşekkil bir tefsîri vardır. Bu eserini rivayet ve dirayet tariklerine göre yazmış, bir hayli nâfi' ma'lûmât ile zengin bir hâle getirmiştir, İbareleri açık ve lüzumu derecede tavzih ve tafsîli câmi'dir. Takdire lâyık bir mesainin mahsûlü olan bu tefsirin, birçok ibareleri İbn-i Kesîr tefsirinden, Medârik'ten ve sâireden aynen muktebes gibidir. Sair tefsirlerden temayüz edecek hususî evsâfı hâiz değildir. Şu kadar var ki, müellifi Selefiyye mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok sahifelerinde Eş'arî mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re'y ve Ehl-i bid'at diye bâzı zevata —haksız yere ta'rizlerde bulunmuştur. Bunlar bir kusur ise de muhterem müellifin hüsn-i niyyetine bağışlanabilir.
Müellefatı: ümem-i salifenin tarihlerine aittir. Bu eserlerin hepsi de matbu’dur.
Me’hazlar: Cilâül-ayneyn, El-Al’lâm, Mu'cemül-matbûât.[380]
Çukadar-Zâde Hacı Keşfî Mustafa Efendi, Yozgat'lı bir âlimdir. (1308)'de İzmir'de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[381]
Keşfî Mustafa Efendi, fâzıl bir zâttır, İstanbul'da Kavala'lı Efendi'den icazet anzetmiş, İzmir'de, Tire'de kırk sene kadar neşr-i ulum ile iştigalde bulunmuştur. Kaazî tefsirine ta'likaati, Celal üzerine talikaatı ve Ahlâk-ı Adudiyye tercemesi vardır. Bu terceme (Keşfiyye) nâmiyle İzmir'de tab' edilmiştir.
Me'haz: Osmanh müellifleri.[382]
Râif Efendi, İstanbul'lu bir âlimdir. (1309) 'da vefat etmiştir. Eyüb-sultan'da Ummi Sinan dergâhında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[383]
Râif Efendi, faziletli bir zâttır. Birtakım âsârı vardır. Ezcümle bir tefsîr-i şerifi ve Sûre-i Yûnus'a mahsus ayrıca bir tefsiri vardır. Bunlar gayri matbû'dur. Şemâil-i Şerîf tercemesiyle, Makaasıdü't-tâlibîn, Mîzânü's-sülûk, Âdâbü'l-mesâcidi ve'1-cevâmi' adındaki eserleri de matbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[384]
Receb Efendi, Ferecik'li fâzıl bir zâttır.(1311)'de vefat etmiştir.Üsküdar'da Karacaahmet kabristanında medfundur. Rahmetu'llâhi aleyh.[385]
Receb Efendi, değerli bir âlimdir. İstanbul'da tahsilini bitirmiş, dersiam olmuştur. Sûre-i Nebe'e ve ondan sonraki sûrelere tefsir yazmıştır, İlm-i vaz'a dâir olan Risâle-i cedîde'yi de şerhetmiştir. Bunlar matbû'durlar.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[386]
Sabit Mehmed Efendi, Kayseri'li bir âlimdir, (1311) 'de memleketinde vefat etmiştir. Rahmetu’llahi aleyh.[387]
Sabit Efendi, fâzıl bir zâttır. Birtakım eserleri vardır. Ezcümle: isminde bir Fatiha"yı Şerife tefsîri vardır. İstanbul'da tab' edilmiştir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[388]
Sırrı Paşa, Osmanlı vüzerâsından fâzıl bir zâttır. Girid'in Kandiye kasabasında doğmuş, (1313) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[389]
Sırrı Paşa, medrese tahsilini ikmâl etmiş, kıymetli eserler vücûde getirmiş, âlim, edîb, şâir bir zattır. Mektupçulukta, mutasarrıflıkta, valilikte bulunmuştur. Son me'mûriyyeti Diyarbekir valiliğidir. Diyarbekir'den me'zûnen İstanbul'a avdetinden bir az sonra vefat etmiştir. Sultan Mahmud türbesi naziresinde medfundur. Kur'ân-ı Mübîn'in bâzı sûrelerine metin bir üslûb ile Türkçe tefsir yazmıştır. Bu eserler muhtasar, müfîd birer terceme ile îzahtan ibarettir. Bu muhterem zâtın güzîde şiirleri de vardır. Şu beyti de bu cümledendir:
"O nihal-i bâğ-ı işve sana da eder temayül
Ana gönül ne âh edersin buna rûzgâr derler."
Müellefâtı: Bunlar birer muhtasar tefsirdir. Ekânîm-i selâsenin butlanına, eldeki İncillerin muharrefiyyetine dâirdir. Ruh hakkındaki akvâli mübeyyindir. İbn-i Kemal'in Galatât risalesine bâzı mevâddın ilâvesinden husule gelmiş bir eserdir. Bunun hakkında Münif Paşa'nın muhakeme! Bir takrizi vardır. Muhtasar' bir eserdir. Resmî ve gayr-i resmî birtakım mektupları muhtevidir.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[390]
Esbak Edirne müftüsü Sudûrdan el-Hac Mehmed Fevzi b. Ahmed, fâzal bir zâttır. (1242)'de Tavas kaza merkezi Yârângüngüme kasabasında doğmuş; Edirne'de, İstanbul'da ikaamet etmiş, (1318) târihinde İstanbul'da vefat etmiştir. Fâtih Câmi-i şerifi naziresinde medfundur. Rahmetu’llahi aleyh,[391]
Mehmed Fevzi Efendi, çalışkan bir âlimdir. Evvelâ Hadimi Saîd Efendi'den, sonra da Manisa müftüsü Evliyâ-Zâde Ali Rızâ Efendi'den ilim ahzetmiş, (1256) ramazanında İzmir'de ve (1257) ramazanında İskenderiyye'de tefsir okutmuş, (1257) senesinde Hicaz'a gidip (1259) senesine kadar Mekke-i Mükerreme'de mücavir kalmış, Kâ'be-i Muazzama'da Rükn-i Yemânî karşısında Arapça tefsîr-i şerif takrir ve Aliyyü'l-Kaarî'nin Menâsik-i hacc'ını Türkçe tedris etmiş, ba'dehu Manisa'ya avdetle müteaddit ilimlerden icazet almış, (1263)'de Edirne'ye gidip orada yirmi sene ikaametle neşr-i ulûma çalışmış, iki def a icazet vermiş, orada üç medrese te'sîs etmiş ve bir müddet müftülüğünü de yapmış, daha sonra müftülükten isti'fâ ederek İstanbul'a gelmiş, vaktiyle bâzı niyabetlerde de bulunmuştur. Belîğâne va'zları, duaları meşhurdur. Tefsire ve sair ilimlere dâir altmıştan ziyâde müellefâtı vardır. Tefsirleri bazı suver-i Celileye ait Arapça, muhtasar ve mufassalca eserlerdir. Üç lisan üzere yazılmış bir kısım manzumeleri de vardır.
Müellefâtı: Akaaide aittir. Mantıka aittir.
Arapça bir na't-ı şeriftir. Kuds-i Şerifte Mescid-i Aksâ'da Sahratu'llâh ile Kubbetü'l-Mi'râc ve Kürsî-i Süleyman aleyhi's-selâm karşısında tanzîm edilmiştir. İhtiva ettiği kırk beyitten her biri Buhârî-i Şerifteki kırk hadîs-i şeriften birine işareti mutazammmdır. Matlaı' şudur:
Bu kasideye (Atiyye-i Kudsiyye) nâmiyle şerh de yazmıştır. Fârisî bir manzumedir. Her üç beyti Kur’ân-ı Mübîn'in bir sûresine işareti mutazammındır. Şu beyitler ile başlamaktadır. 1297 senesi ramazanında Mescid-i Aksâ'da takrîr edilen Arapça derslerden müteşekkil, basma bir tefsirdir. Ertesi sene ramazanında yine Mescid-i Aksâ'da verilen Arapça mev'ızalardan müteşekkildir. Matbû'dur.Fâtih câmi-i şerifinde (1300) senesi ramazanında takrîr edilen dersleri hâvi Arapça bir tefsirdir. İlm-i kelâmdan Kaazî Adud'un metni üzerine Arapça matbu' bir şerhtir. Ve sâire.
Me'hazlar: (Hakîkatü'l- Hürriyye) nâmındaki eseri, Osmanlı müellifleri.[392]
Muhammed Abduh b. Abduh b. Hasen Hayrullah şöhret sahibi olan büyük bir âlimdir. (1265) târihinde Mısır da “ Müdiriyetü'l-Bahriyye" köylerinden "Mahalle-i Nasr" veya "Aynuş-Şems denilen küçük bir köyde ziraatla meşgul, orta halli bir gelmiş, Ezherde yetişmiş,(1323) senesinde İskenderiyye’de vefat edip na'şı emsalsiz bir ihtifal ile Mısır'a nakledilmiştir.[393]Rahmutu’llahi aleyh.
Şeyh Muhammed Abduh, bidâyeten on sene kadar tahsilsiz kalmış, sonra kendi köyünde Kur'ân-ı Kerîm okuyarak iki sene içinde hafız olmuş, (1281) târihinde Tanta beldesinde tahsile başlamış ise de okunan derslerden zevk alamıyarak köyüne dönmüş, orada evlenerek ziraatla meşgul olmak istemiş, fakat takdîr-i İlâhî, istikbâlin bu büyük âlimini tekrar tahsil sahasına sevketmekle yine Tanta'ya gitmek üzere yola çıkmış, bu esnada akrabasından "Şeyh Derviş" adında bir zattan ahlâka, tasavvufa dâir bâzı şeyler öğrenmiş, bir kısım güzel fikirler almış, ba'dehu Tanta'ya giderek Câmi-i Ahmedî'de mebâdî-i ulûmu okumuş, daha sonra (1882)'de Kahire'ye gidip meşhur "Uleyş"ten Arabî ilimler ile edebiyata, mantığa, hikmete, fikh-ı'Mâlikî'ye dâir dersler almış, (1284) târihinde Mısır'a gelmiş olan meşhur (Cemâlü'd-Dîn-i Efganî)'nin derslerine de (1286) senesinden i'tibâren devama başlayarak bu son üstâzından da kelâma, usûl-i fıkha, mantığa, hikmete, kadîm ve cedîd hey'ete dâir bir çok şeyler okumuştur.
Bu kudretli âlim, bir aralık da menfiyyen Suriye'ye giderek Beyrut'ta ikaamet etmiş, (1301)'de Londra'ya giderek Mısır ve Sudan mes'eleleri hakkında İngiliz ricâl-i siyâsiyesiyle görüşmüş, (1303) senesinde de Paris'e gidip orada üstâzı Cemülü'd-Dîn-i Efganî ile birlikte "Urvetü'l-Vüskaa" ceridesini neşre çalışmış, bu ceridenin nüshaları Mısır'a ve Hind'e ithâl edilmediği için on sekiz nüshadan sonra devamında fayda görülemeyip ta'til edilmiş, ba'dehu Cemâlü'd-Dîn-i Efganî vâki' olan, da'vet üzerine İstanbul'a gelmiş, Muhammed Abduh da Tunus ve Cezayir tarikiyle tekrar Beyrut'a dönmüş, (1305)'de sâdır olan bir emr-i âlî ile menfasından Mısır'a gitmesine müsâade olunmuştur. Bir aralık İstanbul'u ziyaret etmiş, bir aralık da Sudan'a gitmiş, buradan avdetinde müptelâ olduğu seretan illetinin tedavisi için Avrupa'ya giderken hastalığı İskenderiyye'de iştidâd etmekle orada tevakkuf etmiş ve nihayet orada vefat etmiştir. Üstâzı Cemâlü'd-Dîn-i Efganî de bu hastalıktan vefat etmişti.[394]
Şeyh Muhammed Abduh, Mısır'da az zaman, içinde beyne'l-akrân temayüz ederek (1294) târihinde âlimiyyet derecesini resmen ihraz etmekle (1295) senesinde "Dârü'1-ulûm" ve "Medresetü'l-elsün" müesseselerinde edeb ve târih-i Arap müderrisi ta'yîn edilmişti. (1296)'da Mehmed Tevfîk Paşa Hidiv olunca bâzı kimselerin siâyetleri üzerine Cemâlü'd-Dîn-i Efganî'yi nefyetmek istemiş, Şeyh Abduh'un da vazifelerine nihayet vermiş olduğundan Cemâlü'd-Dîn Hindistan'a çıkıp gitmiş, Şeyh Abduh da köyüne giderek inzivaya çekilmişti Bilâhare Hidiv'in iğbirarı zail olmakla Şeyh Abduh Riyâz Paşa tarafından matbuat kalemi riyasetine ve Mısır'ın ilk ceridesi olan "El-Vakaaiü’l-Misriyye" gazetesi muharrirliğine ve sonra da tahrir hey'eti reisliğine ta'yîn edilmiş, bu ceridenin edebî ksmını vücûde getirmişti. (1299) senesinde zuhur eden Arâbî Paşa isyâniyle alâkadar ve Hidiv Tevfîk Paşa'nın azline dair fetva vermekle müttehem görülerek Suriye'ye nefyedilmişti.
Binâenaleyh altı sene kadar Beyrut'ta ikaamet edip orada medrese-i Sultâniyye müderrisliğini îfâ ve iki câmi-i şerifte de tefsir okutmağa devam etmiştir. Muahharen Gazî Ahmed Muhtar Paşa gibi bâzı ekâbirin şefaatlerine mebnî Hidiv Mehmed Tevfîk Paşa tarafından affedildiğinden tekrar Mısır'a dönerek evvelâ mehâkim-i ehliyye kadılığına, ba'dehu (1308)'de istinaf mahkemesi müsteşarlığına, (1317)'de Hanefî mezhebine müstenid olan Diyâr-ı Mısır müftülüğüne nasbedilmiştir. Bu esnada Câmi-i Ezher idare meclisi âzâlığmda bulunduğu gibi Meclis-i Şûrâ'da ve Meclis-i Evkaf ile Cem'iyyet-i Umûmiyye'de, Nezâret-i Hakkaaniyye ile Müessesât-ı Hayriyye'de de a'zâ sıfatiyle bulunmuştur,[395]
Şeyh Muhammed Abduh, Mısır'ın son zamanlarda yetiştirmiş olduğu yüksek bir ilim ve irfan timsâlidir. Birçok dinî ilimler ile bi-hakkm mücehhez bulunmuştu. Zamanında Câmi-i Ezher'de tedrîs edilmeyen tabîiyyât, riyâziyyât, ve felsefe gibi bir kısım ilimleri de husûsî bir surette teallüm etmişti. Hele lisâniyyâta büyük hizmetlerde bulunmuş, Mısır matbuatında ve resmî muharrerâtındaki yanlış yazıların önüne geçmek için tedbirler almış, lügat ile, lisânı ıslah meseleleriyle pek çok uğraşmıştır.
Bu zâtın fikri cevval, zekâsı parlak, ifâdeleri fasîh, sesi yüksek, hitabeleri pek muntazam idi. Bil-bedâhe söylediği sözler, en kudretli ediplerin yazıları kadar münsecem, âhenkdar bulunuyordu. Tefsire, kelâma, edebiyyâta, İslâm şuûnuna dâir yazdığı yazılar ise pek beliğdir; Arap lisânının metanet ve letafetini gösterir birer âbide gibi göze çarpmaktadır. Aynı zamanda intikaali serî', hafızası pek kuvvetli idi. Kırk yaşını mütecaviz bulunduğu bir zamanda Fransızcayı bir kaç ay içinde güzelce öğrenmiş, güzelce konuşmağa ve yazmağa başlamıştır.
Edebiyattan büyük bir zevk alır, ziyaretine gelen şâirlere manzumelerinden bâzı parçalar okutur, nüktelerden, latifelerden hoşlanırdı. Şiir ile iştiharı yoktur, fakat istediği vakit şiir de söyleyebilirdi. Hastalığı esnasında söylediği şu beyitler bu cümledendir :[396]
Mısır Müftüsü Muhammed Abduh merhumun vefatından birkaç saat önce ağlaya ağlaya inşâd ettiği beyitlerin rahmetli Sâbir tarafından Türkçe'ye manzum tercemesi:
"Gam etmezem denilse Muhammed sağaldımı
Yoksa yığıldı na'şına matem kurardan
Lâkin salâh-ı Dîn-i Mübîn'ken irâdemiz
Korkmaktayım ki yetsin amâim ziyanları
Çok arzu ki halk arayor nâiliyyetin
Hayfâ kî muzmahil edecek mevtim anları
Yâ Rab, mukadder âlem-i ervaha ric’atım
Ettinse, âhirîse hayâtın bu anları
Bir mürşid-i reşîd ile İslâm'a hayır ver
Tenvîr-i râh ede şeb-i muzlim zamanları.[397]
Şeyh Muhammed Abduh, tefsir sahasında bir yenilik vücûde getirmek istemiş, tilmizlerinin ifâdelerine nazaran, âmme ve hâssanın efkârından şekki izâle için dînî hâdiseler ile târihî hâdiseler arasını tevfîka çalışmış, tefsire müteallik beyanâtının İslâm makaasıdına intibakını te'mîne gayret etmiştir.
Merhûm'un tefsire âit not suretiyle tutulan ifâdeleri, vuzuh, üslûb, belagat i'tibâriyle hakîkaten birer şaheserdir. Zihinleri işgal eden, zamanımızda münâkaşa mevzuu teşkil eden mes'eleler hakkında ahlâkî, içtimaî, siyâsî bakımdan birçok fikirler, mütâlâalar serdetmiştir ki, bunlar daha evvel yazılmış olan tefsirlerde hemen hemen görülemez.
Meselâ:[398] Nazm-ı Celîlinin tefsiri sırasında müşaverenin siyâsî bir nokta-i nazardan ehemmiyyetini îzâha çalışmış, edvâr-ı İslâmiyyeyi nazar-ı mütalâaya almıştır.
[399]Ayet-i kerîmesinin îzâhı sırasında gerek lisâniyyât i'tibâriyle ve gerek teaddüd-i zevcâtın mâhiyyeti ve hikmet-i meşrûiyyeti i'tibâriyle bir hayli mütâlâatta bulunmuştur.
Sûre-i Celîlesinin tefsirinde de sair müfessirlerin kabul etmiyecekleri veçhile bâzı te'vîlât ve tevcıhâta lüzum görmüştür.
Hey'et-i mecmuası i'tibâriyle pek beliğ ve pek nâfi' ma'lûmâtı hâvi olan bu tefsir cüzleri, zamanının ulemâsı tarafından haklı ve haksız bâzı tenkitlere hedef olmuştur. Nitekim terceme-i hâline dâir yazılmış makaalelerden bâzılarında bu cihet tasrîh edilmiştir.[400]
Şeyh Muhammed Abduh, müteceddid, müetehid bir vaziyette bulunuyordu. Bir taraftan Şeyhü'l-İslâm İbn-i Teymiyye gibi eski âlimleri taklîd edercesine hareket eder, bid'at saydığı şeyler ile mücâdelede bulunur, kabirleri ziyaretin, taşlar ile teberrükün, Selefin tesâhül gösterdiği şeylere sarılmanın caiz olmadığını teşhire çalışır, bâzı mühim mes'elelerde Cumhûr'un içtihadına, beyanâtına muhalif fetvalar verirdi.
Hattâ Câmi-i Ezher ulemâsı arasında carî olan bir âdete göre müderrislerden biri vefat edince, daha defnedilmeden hakkında "Te'bîn" nâmiyle bir âyin yapılır, fazâiline dâir kasideler okunur, nutuklar verilirken, merhum bunun bir bid'at olduğunu dermeyân ederek men'ine muvaffak olmuştu. Gariptir ki, vefatında kendisine karşı bu âdeti ihya etmek isteyenler bulunmuştu. Fakat Ezher ulemâsından üstaz Abdu'l-Kerîm Selmân ortaya atılarak; "Merhûm'un hayâtında men' ettiği bir âdeti vefatında kendisine karşı nasıl yapabiliriz?" diyerek bunun yapılmasına meydan vermemişti.
Muhterem Muhammed Abduh, bir taraftan da medreseleri ıslâha kıyam eder, Câmi-i Ezher'de yeni programlar dâhilinde ders okunmasını te'mîne uğraşır, İslâm âleminin i'tilâsı ve sâir medreselerin terakkisi için en evvel Câmi-i Ezher'de ıslâhat yapılmasının lüzumunu dâimâ müdâfaada bulunurdu. Garpte gördüğü terakkiyâtı memleketinde görmek emeliyle bir hareket-i fikriyye vücûde getirmeye çalışır, dînî hakaayık ile asrın tecrübe ve müşahedeye müstenid ilimleri arasını te'lîf ve tevfîka gayret gösterir, bu maksatla tefsîre yeni bir cereyan vermek ister, gazetelere yazılar yazar, felsefe ile meşgul olur, Fransızca bâzı eserleri terceme eder, Müslim ve gayri müslim birçok rical ile temasta bulunur. Garbın terakkiyâtını bir örnek olarak ileri sürer, asrî düşüncelere uygun olduğunu göstermek veya zihinlere takrîb etmek için bâzı dinî hakaayıkı yeni bîr kisve ile aslından munharif görülecek bir şekilde tasvire çalışır dururdu. Ve kendisi bir İslâm âlimi olduğu halde siyâsete karışır, bu"yolda bir çok şeyler yazardı. Hattâ bunun bir neticesi olarak nefyedilmişti. Kendisi de bu hareketinden peşîmân olmuş olmalıdır ki, "Siyâsetten artık vazgeçtiğini, siyâsetin insanı ifsâd ettiğini" söylemeğe başlamıştı.
İşte merhumun bu gibi bâzı hareketlerini hoş görmeyenler, hakkında i'tirâzâta kalkışmış, aleyhinde bir cereyan vücûde getirmiş, hakkında sû-i zan besleyenler türemiştir.
Bu mu'teriz zatlar iki kısma ayrılabilir:
Birinci kısım, nâfi' ve gayrı nâfi' her teceddüde, her fikrî harekete karşı muhalif cephe alan ve kendi maddî menfaatlarını mikyas ittihâz ederek o bakımdan düşünen zavallı kimselerdir ki, bunların i'tirâzları her veçhile ehemmiyetten sakıttır.
İkinci kısım ise, hüsn-i niyyetle düşünen, dînî esasların velev cüz'î bir halde haleldar olması yüzünden istihdaf edilen terakkilerin, büsbütün sönüp gideceğine kaani' bulunan mütefekkir, dûr-endîş zevattır. Bunlar merhumun yazılarında, fikirlerinde bu gibi bâzı nakîsalar görmüş, bu yüzden haklı olarak bâzı tenkitlerde bulunmuşlardır. Bu'zatlar diyorlar ki: "İslâm Dînl'nin birtakım ahkâmı vardır ki, bunlar kat'iyyen sabit şeylerdir, bunların haklarındaki naslar, gayrı mütehavvil olan lisan kavâidine, usûl-î fıkha göre tahlil edilerek bunlardan maksûd olan ma'nâların nelerden ibaret olduğu kat'iyyetle teayyün etmiştir. Artık bu gibi hususlarda içtihada imkân yoktur. Eğer beşeriyyetin nâfi' ve gayrı nâfi' ve hakîkî ihtiyaçlardan mütevellid ve gayri mütevellid her yeni hareketine tevâfukunu te'mîn için bu gibi dînî naslar ile oynanır ise, artık muayyen bir dînin mâhiyyeti, esâsâtı ortadan kalkmış olur, onun hükümlerinden eser kalmaz.
Dinî hakikatleri zihinlere takrîb iddiasına gelince, bunda da düşünülecek cihetler vardır. Şöyle ki, meselâ: mu'cize-i kevniyye kabilinden olan bir hâdiseyi, herkesçe kabul edilsin diye bir hâdise-i tabîiyye gibi göstermeğe çalışmak, hiçbir veçhile takip edilen gayeye hizmet edemez. Çünkü harikulade şeylerin vücûduna bütün edyân erbabı mu'tekiddirler. Onlara karşı bir mu'cizenin mâhiyyetini âdî bir hâdise gibi tasvir etmek zaittir. Zâten bu mu'cizeleri Semavî kitaplar okadar vazıh, te'vîle gayr-i müsâid bir halde beyân etmektedir ki, bu babdaki te'vîlin hiçbir kıymeti olamaz. Hârikanın vücûduna kaail olmayanlar ise, edyâna karşı cephe almış kimseler demektir. Artık bunlara karşı hârikaların mâhiyyetini alelade birer hâdise gibi göstermek, onların da'vâlarını tasdikten ve kabul ettirilmesi matlub olan bir gayenin inkârı hakkındaki cereyanı takviyeden başka bir şeye yaramaz.
Hele birçok peygamberlerin ibraz etmiş oldukları bir kısım mu'cizât-ı kevniyyeyi tasdik edip de ulviyyet-i şân-ı enbiyâ arasında gün gibi parlıyan Hazret-i Muhammed (salla'lâhu aleyhi ve sellem)'in mu'cizelerini yalnız bir mu'cize-i kelâmiyyeden ibaret addederek sair mu'cizât-ı kevniyyesinı te'vîle, inkâra yeltenen kimseler, garip bir zihniyyetin esîri olmuş, tenakuzdan tenakuza düşmüş olmazlar mı?
Nusûsun musâit bulunduğu ve örf ve âdetin istilzam eylediği hususlarda ise hareket-i fikriyye için büyük bir saha vardır, bunu kimse inkâr edemez.
Binâenaleyh dînî esaslara mugaayir olmıyan yenilikler, lüzumu takdirinde pek a'lâ kabul edilebilir. Fakat bu hususta da teenni ile, mütebassırâne hareket edilmesi lâzımdır. Bir yenilik için hakîkî bir ihtiyaç var mıdır, var ise bu ne tarzda kabul ve tatbîk edilmelidir? Bütün bunlar evvelce güzel düşünülecek şeylerdir. Bir cemâatin, bir kavmin birden hazmedemiyeceği bir neceddüt hareketi, nekaahet hâlinde bulunan bir hastaya kuvvet vermek için hazmedemiyeceği miktarda kuvvetli şeyler yedirip içirmeğe benzer ki, bu aksü'l-amelden başka bir şeye yaramaz.
O halde, İslâm âlemine hizmet emeliyle bâzı teceddütlere lüzum gören ve bu uğurda çalışmak isteyen zevat, bunların bâzı mahzurları müstelzim olabileceğini de gözönünden uzak tutmamalıdır."[401]
Şeyh Muhammed Abduh, yüksek bir üstâz idi, yazılariyle dâima İslâmiyet'i müdâfaa ederdi. İslâm âleminin terakkisi, hürriyete nâiliyyeti kendisince bir gaye idi. Bu cihetle birçok mütefekkirler, edibler kendisine pek müteveccih bulunmakta idiler. Gerek muhitinde ve gerek Garb âleminde büyük bir mevki' sahibi bulunuyordu. Kendisi mütefekkir, hakîm, müceddid bir âlim olmak üzere tanınmıştı. Hattâ üstâzı Cemâlü'd-Dîn-i Efganî bile sâir tilmizlerine ve muhiblerine hitaben bu zâtı kasd ederek :
"Ben kitap te'lif etmeksizin dünyâdan çıkıp gidiyorum. Fakat size, bütün kitaplardan iğnâ edecek bir eser bıraktım." demiştir.
Merhumun senası hakkında birçok kasideler, makaaleler yazılmış, vefatı üzerine Arap, Türk, İran, Hind, Avrupa, Afrika, Amerika gazeteleri pek büyük teessürler izhâr etmiştir. Bu husustaki yazılar, ciltlerle kitap teşkil ediyor. Başka bir İslâm âlimi hakkında vefat eder etmez, Müslim ve gayr-i müslim birçok kimseler tarafından bu kadar senâkârâne şeyler yazıldığı görülmemiş gibidir,
Cambridge Medrese-i külliyesi Arabî ve Fârisî müderrisi müsteşriklerden meşhur "Mr. Brown" bu büyük âlimin vefatı üzerine yazdığı bir taziyetnâmesinde diyor ki: "Ben müddet-i ömrümde birçok beldeler, insanlar gördüm. Fakat bu merhumun bir mislini ne Şarkta, ne de Garbde görmedim. Kasem ederim ki, âlemde vahîd idi, verâ’ ve takvada, vahîd idi, İşlerin; dışlarına, içlerine ıtıla’ hususunda vahîd idi. Fesahat ve belagatta vahîd idi. Âlim, âmil, muhsîn, müteverri’, Allah yolunda mücâhid, ilme muhib, fukara ve mesâkine me’vâ idi."
Menâr gazetesi sahibi Muhammed Reşid Rızâ, merhumun âsâr ve ahbârını ve hakkındaki mersiyeleri cami unvanlı üç citlik bir eser vücûde getirmiştir, iki cildi matbû'dur.
Müellefâtı: Merhum Şeyh Muhammed Abduh, ilmî, idarî ve siyâsî vazifelerle çokça iştigâl ettiği ve birtakım hasımlariyle de uğraşıp durduğu için birçok te'lîfât vücûda getirmeğe müsait vakit bulamamıştır. Maamâfih şöyle bir kısım kıymetli eserleri de vardır:
Bakare, Âl-i İmrân, En-Nisâ' sûrelerine âit olup imlâ tarikiyle vucûde getirilmiştir.Aslı,Cemâlü'd-Dîn-i Efganî'nin Fârisîce eseridir,Fransa Hariciye Nâzırı "Hanotaux" nın İslâmiyet aleyhine olan sözlerini red için yazılmıştır. Bunu merhum şâir Akif Bey Türkçe'ye çevirmişti.
Me’hazlar: El-Menâr, Risâletü'l-vâridât, El-A'lam, El-Vasît fi'l-edebil-î Arabi ve târîhihî, Târîhül-üstâz el-İmam eş-Şeyh Muhammed Abduh.[402]
Alî Yekta Efendi İstanbullu bir zattır. (1327)'de vefat etmiştir. Eyüpsultan'da Kırkmerdivenlerde medfundur. Rahmetu'llahi aleyh.[403]
Yekta Efendi, ilmiyyeden fâzıl bir müelliftir. Bir kısım âsârı vardır. Bu cümledendir. Son üç eseri matbû'dur.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[404]
İsmail Hakkı Efendi, Manastır'da Sancaktar-Zâde denilen bir aileye mensuptur. (1330) târihinde İstanbul'da füc'eten vefat etmiştir. Fâtih câmi-i şerîfi naziresinde medfundur. Radhmetu'llahi aleyh.[405]
İsmail Hakkı Efendi, belîğ, natûk bir âlim idi. Tahsilini kısmen memleketinde görmüş, sonra İstanbul'a gelip meşhur İstanbul’lu Şevket Efendi'den ders okuyarak icazet almıştır. İstanbul kürsü şeyhlerinden bulunuyordu. Meşrûtiyeti müteakip A'yân Azâlığı'na ta'yîn edildi, Dârü'l-Fünûn İlahiyat şubesinde de tefsir müderrisi idi. Ayasofya kürsüsünde yapmış olduğu va'zların bir kısmiyle bâzı makaaleleri Sırât-ı Müstakim ceridesinde münderiçtir.
Müellefâtı: Sırât-ı Müstakim Cerîdesi'nde münderiçtir. Sûre-i Kadr'in Türkçe, muhtasar ve matbu' bir tefsiridir. Bâza va'zlarından müteşekkil matbu' bir eserdir. Bunlar akaaide müteallik, matbu' iki muhtasar eserdir. matbû'dur.
Dr. Dozy'ye matbu’ bir reddiyedir. Ve saire.
Me'haz: Osmanlı müellifleri.[406]
Muhammed b. Yûsuf b. İsâ el-Adevî el-Cezâirî, İbâziyye mezhebine sâlik bir âlimdir. (1236)'da Cezâir'de Vâdî-i Mîzâb'dan denilen beldede doğmuş ve (1332) târihinde orada vefat etmiştir. Lakabı olan "Et-Tafeyyiş" ta'bîri, Berberi lisânında üç kelimeden müteşekkil bir terkîb-i mezcîdir ki : "Tut, gel, ye" ma'nâlarını ifâde eder.[407]
Et-Tafeyyiş, tefsirde, fıkıhta, edebiyatta büyük kudret sahibi bir âlim idi. Memleketinin siyâsî işlerinde de büyük bir vatan-perverlik göstermiştir. Üç yüzden ziyâde te'lîfâtı bulunduğu mervîdir.
Müellefâtı: Matbu' yedi cilttir. tefsire dâir, matbu' ondort ciltlik bir eserdir. Yazma, nâ-tamâm bir tefsirdir. Hadîse ait, matbu' bir eserdir. Fıkha dâir iki cildi matbu' bir eserdir. İbâziyye fıkhına dâir büyük bir eserdir. Matbû'dur. Fıkha ve usûle dâir matbu' bir eserdir. Sâir âsârı ve eş'ârı da vardır.
Me'hazlar: El-A’lâm, Mu'cemü'l-matbûât.[408]
Cemâlü'd-Dîn b. Muhammed Saîd b. Kaasım el-Hallâk, ulemâdan bir zâttır. Hazret-i Hüseyn'in sülâlesindendir. (1283)'de Dımeşk'ta doğmuş, (1332) târihinde Dımeşk'ta vefat etmiştir. Rahmetu'llahi aleyh.[409]
Cemâlü'd-Dîn, dînî ve edebî ilimlerde yüksek bir mevki' sahibidir. Asrında Şam'ın İmâmı idi. l'tikadca Selefiyye'den idi. Taklide kaail olmazdı. Bir müddet hükümet tarafından Suriye havâlisinde nâsa ta'lîm ve tedrîs ile meşgul olmuştur. Bilâhare Mısır'a gitmiş, Medine-i Münevvere'yi ziyaret etmiş, avdet edince, bâzı kimseler tarafından "yeni bir mezheb" te'sîs etmekle ittihâm olunmuştu. Buna : "Mezheb-i Cemâli" deniliyordu. (1313)'de hükümet tarafından tevkif edilmiş ise de kendisine isnâd edilen töhmeti reddetmekle sebili tahliye edilmiş ve Dımeşk valisi tarafından özür dilenmiştir. Bu hâdiseden sonra hanesine kapanarak tasnîfâf ile ve havas ve avama tefsir ve sair ulûm-ı Şer'iyye tedrisi ile iştigal etmiştir.
Müellefâtı; Tefsire dâir on iki cilttir. İhyâü'l-ulûm'un bir hülâsasıdır. Muhammed b. Akil'in adındaki eserine reddiyedir.İnde'1-hâce mezâhib-i erbaadan hangi birine göre hüküm verilebileceğine dâir Osmanlı Şeyhü'l-İslâmları tarafından verilmiş olan fetvalara mütealliktir. Muhammed Abduh ile beraber kaleme almıştır. Tefsirdenbaşka bütün bu kitaplar matbu 'dur.
Me'hazlar: El-A'lâm, Mu'cemü'l-matbuât.[410]
Şeyhü'I-İslâm Mûsâ Kâzım b- İbrahim, ulemâdan bir zâttır. (1275) târihinde Erzurum vilâyetine tâbi' (Tortum) kasabasında doğmuş, (1337) târihinde Edirne'de vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[411]
Mûsâ Kâzım Efendi, muktedir bir âlimdi, ilk tahsilini memleketinde yapmış, daha genç iken biraderinin mutavattın bulunduğu Balıkesir'e giderek orada Selâhü'd-Dîn Alî eş-Şuûri Efendi'den ve sâir bâzı ulemâdan şerh-i akaaide kadar ders okumuş, ba'dehu İstanbul'a gelerek evvelâ Kazasker Eşref Efendi'nin dersine devam etmiş, onu müteakip da İstanbullu Hoca Hafız Şâkir Efendi'nin, şerh-i akaaidin sıfat bahsinden i'tibâren dersine devam ederek ondan (1306) 'da icazet almıştır. Bu tarihte ruûs imtihanını kazanarak tedrise başlamış, bilâhare kendisi de icazet vermiye muvaffak olmuştur.
Medresetü'l-Kuzât, Medresetü'l-Vâizîn, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Sultanî ve Dârü'l-Muâllimîn gibi ilim müesseselerinde dürer, mecelle, akaaid müderrisliğinde bulunmuştu. Ahmed Mithat merhuma tefsir, Muallim Nâcî merhuma da usûl-i fıkıhtan Mir'at okutmuştur. (1325)'de Bâb-ı Meşihat Tetkîk-i Müellefât Meclisi Baş Kitâbeti'ne ve aynı senede mezkûr Meclis Âzâlığı'na ta'yîn edilmişti. İ'lân-ı meşrûtiyyeti müteakip Maârif Nezâreti'nde teşekkül eden Meclis-i Kebîr-i İlmî Azâlığı'na ve Hey'et-i A'yâ'nın teşekkülü esnasında Meclis-i A'yân Âzâlığı'na ta'yîn edilmiştir. (1328) târihinde de Meşîhat-i İslâmiyye'yi ihraz edip (1330)'da infisâli vuku' bulmuştur. Bu makaamı tekrar ihraz etmiş ise de az sonra yine ayrılmıştır.
Bu kıymetdar âlim, hayâtını yalnız ilme hasredip de siyâsete pek dalmamış olsaydı ilim sahasında daha büyük muvaffakiyetler ibraz edebilirdi.[412]
Mûsâ Kâzım Efendi, bir müddet tefsir ile meşgul olmuştur. Hattâ kendisinin takrir ve Ahmed Mithat Efendi merhumun zabt ve tesbît etmiş olduğu Türkçe, selis ibareli bir tefsirden bahsolunmaktadır ki, Sûre-i En' âm'a kadar bulunuyormuş, bu eser ikmâl edilmeksizin nâ-tamam kalmış. Biz bunu görmedik, fakat i'lân-ı meşrûtiyetten sonra Bakare Sûre-i Celîlesinin bir kısmına kadar yazıp neşretmiş olduğu Türkçe bir tefsiri vardır ki, bu hadd-i zâtında güzel yazılmış, faydalı bir eserdir. Bu eserde evvelâ âyetlerin mealleri icmâlen yazılmış, ba'dehu kelimât-ı Kur'âniyye, başka Türkçe tefsirlerde görülmiyecek derecede bir i'râb ve kavâid tahliline tâbi' tutulmuş, bâzı faydalı izahlar, muhakemeler, münâkaşalar yapılmış, ara-sıra bâzı tasavvufi mütâlâalar dercedilmiş, sonra da bir kaç âyet-i kerîmenin meali bir fezleke hâlinde oldukça mufassal olarak tekrar yazılmıştır.
Herkes için pek de faydalı görülmiyecek olan bu tefsîr-i şerîf, ikmâl edilmiş olsa idi, nev'-i şahsına münhasır, güzide bir eser meydana gelmiş olurdu.
Müellefâtı: Nâ-tamamdır. Muhammed Cemâlü'd-Dîn Nuri'nin (950) de te'lîf etmiş olduğu Arapça risalenin Türkçe tercemesidir.Kısmen matbû'dur. Bir hayli mevzû'lara âit yazılarından müteşekkildir, matbû'dur.
Me’haz: İlmiyye salnamesi.[413]
Şeyh Tâbir b. Alî Salih es-Sem'ûnî el-Cezâiri, kudretli bir âlimdir. Aslen Cezâirli olan bu zât (1268)'de Dımeşk'da dünyâya gelmiş, (1338)'de yine Dımeşk'ta vefat etmiştir, Rahmetu’llâhi aleyh.[414]
Şeyh Tahir, mütefennin, müdekkık, behhâs bir zâttır. Dımeşk'da yüksek bir tahsil görerek Şark lisanlarının ekserisine vâkıf bulunmuştur. (1268) târihinde Dımeşk'ta mekâtip müfettişi bıüunuyordu. Orada "Dârü'1-Kütubi'z-Zâhire" yi vücûde getirmiş, Kudüs'te "Mektebe-i Hâlidiyye" yi te'sîs etmiştir. ''El-Mecmaul-llmi’l-Arabi" âzasından idi. (1325) senesinde Kahire'ye gitmiş, (1338) 'de Dımeşk'a avdet ederek üç ay sonra âhîrete irtihâl etmiştir.
Yazma, nefîs kitaplara çok meraklı idi. Kendisinin de bir çok eserleri vardır. Ezcümle muttali' olduğu, mütâlâa ettiği birçok matbû’ yazma, nâdîde kitaplara dâir malûmatı hâvî (Tezkire) leri vardır ki bunlar, eserlerinin en mühimmi sayılmaktadır.Terceme-i hâline dâir, Dımışk'lı Şeyh Saîd el-Bâlî tarafından başlıklı bir eser yazılmıştır.
Müellefâtı: yazma, büyük bir eserdir, Lûgata dâirdir, hadîs ıstılahlarına aittir nahve dâir bir kasidedir. Tabîiyyattandır, Türkçe'den terceme edilmiştir. Aruz ile kaafiyelere'dâirdir. Bütün bu eserler matbu'dur. Me'hazlar: EL Âlâm-, Mu'cemü'l-matbuat.[415]
Mısır'da yetişmiş bir âlimdir. (1345) tarihinde vefat etmiştir. Rahmetu’llahi aleyh.[416]
Abdül-Azîz Çâviş, değerli bir ilim sahibi idi. Seciyeli, mütefekkir kalemi kuvvetli bir muharrir bulunuyordu. İ'lân-ı meşrûtiyyeti müteakip İstanbul'a gelmiş, bâzı camilerde tefsir takrir etmiş, inkılâbı müteakip Ankara'da, Şer'iyye Vekâletinde Te'lîf İşleri A'zâlığı'nda bulunmuş, bir müddet sonra da Mısır'a avdet ederek orada bâzı ilmî ceridelere yazı yazmakla meşgul olmuştur.
[417]Âyet-i Celîlesine kadar yazmış olduğu bir tefsir vardır ki, bunu (Esrârül-Kur'ân) unvanı ile İstanbul'da Hilâl matbaasında tab' ettirmiştir. Bundan başka ve (Anglikan Kilisesine cevap) nâmiyle iki Arabça eseri vardır ki, bunları şâir Akif Bey Türkçe'ye terceme etmişti. Adında bir eseri daha vardır ki, Mısır'da (1321) tarihinde tab' edilmiştir.[418]
Abdü'1-Azîz Çâviş, bu tefsirini içtimaî maksatları istihdaf etmek üzere kaleme almıştır. Bu tefsirin (144) sahife teşkil eden mukaddimesinde mühim ve kıymetli mütâlâalar vardır. Usûl-ı tefsir mebhasleri için zengin bir me'haz teşkil etmektedir. Bu mukaddimede âyetlerin tenasübüne, Kur'ân-ı Kerîm'den fıtrî garezin ne olduğuna, Kur'ân île içtimaî siyâsete, Kur'ân ile kesb ve amele, Kur'ân'ın her zaman ve mekâna ve her ümmete sâlih ve kâfî olduğuna, Kur'ân-ı Kerîm’in tekâlif ve makaasıdına, Kur'ân ile Sünen-i İlâhiyyeye ve sâireye dâir bir hayli nâfi' malûmat vardır.
Bu tefsirde âyetlerin îzâhı hususunda ince lâfzı tahlîlât yoktur. Her âyet-i Celîlenin istihdaf ettiği ma'nâ güzelce tevzîh edilmiş, o âlî ma'nâ mufassal bir makaale şekline konulmuştur.
Bu tefsirin, Müslümanları uyandırmak maksadiyle yazılmış pek müessir, heyecanlı sahifeleri vardır ki, hakîkaten okunup düşünülmeğe lâyıktır. Eğer bu tefsîr-i şerif, itmam edilmiş olsaydı güzel bir eser vücûde gelmiş olurdu.
Maahâzâ muhterem Abdü'1-Azîz Çâviş, bâzı sahifelerde fazla bir cür'et göstererek kendi re'yine göre tefsire, ve müfessirlerin eslâfınıt tahtıeye kıyam etmiş, bu kadîm müfessirlere bilâ-istisnâ haksız yere hücumda bulunmuş, gûyâ bir müfessirin beyaz dediğine, diğer müfessir, "hayır sen doğru söylemedin, o siyahtır." dediğini anlatmak istemiştir. Fakat böyle bir iddia umûm müfessirlere nazaran doğru görülemez, adetâ kendisine büyük bir kıymet vermek maksadiyle sair müfessirlerin kıymetini tenkise çalışmış, yevmî cerîdelerdeki tenkidkâr bir lisân ile yazılmış makaaleler gibi sözler ile tefsirinin mukaddimesini kısmen işgal etmiştir.
Bu münekkid zât, son zamanlarda gayri müslimlerin, husûsiyle misyonerlerin İslâm Dîni'ne, îmân ehline musallat olduklarını gördüğünden bunlara karşı Müslümanların âciz, müdâfaaya gayri câzim bulunmalarını müfessirlerin hesabına bir seyyie olmak üzere kaydetmek istiyor ki, bu da tamamen doğru bir fikir değildir. Bu kusur, bütün Müslümanlara râci'dir, bunun sebebini başka şeylerde aramak lâzımdır.
Bugünkü cereyanlara tekaabül edecek müdafaa vâsıtalarını, tarzlarını tamamen eski âsâr içinde aramak muvafık olamaz. Vaktiyle İslâm ordularında bulunmuş kahraman mücâhitleri, bugünkü günde mevcûd olan tayyarelerden, diritnotlardan, makinalı tüfeklerden mahrum bulunmuş olduklarından dolayı tahtıeye kimsenin hakkı olamıyacağı gibi, eski âlimleri de şimdiki efkâra karşı lâzım gelen müdâfaâtı yapmamış olmalîîa itti-nâm etmek doğru görülemez. Bugünkü efkâra karşı lâzım gelen müdâfaaları yapmak, hazırlamak ise, bugünkü âlimlerin zimmetine terettüp eden bir vazifedir. Bugünkü yazılan tefsirlerde bu bakımdan bir hususiyet bulunması içtimaî ve fikrî tahavvüllerin bir neticesidir. Eğer o, tezyif edilmek istenilen muhterem müfessirîn-i sâlife, bugünkü asırda yaşamış olsa idiler, ihtimâl ki, muhterem Abdü'1-Azîz Çâviş'ten daha rengin bir kalem kullanır, içtimâi dertlerimize daha müessir devalar bulur, tavsiye ederlerdi.
Me'haz: Mu'cemü'l-matbûât.[419]
Seyyid Muhammed Reşîd Rızâ, meşhur ve muktedir âlimlerden, muharrirlerden bir zâttır. Trablus-Şam civarında "Kalemûn" beldesinde doğmuş, yetişmiş, sonra Mısır'a intikal edip (1354) târihinde Kahire’de vefat etmiştir. Rahmetu'llâhi aleyh.[420]
Şeyh Reşîd Rızâ, mütefekkir, çalışkan, edîb, şâir bir âlimdir. Kendisinin ifâdesine nazaran: Trablus'ta iken daha ilim ile iştigale başlamadan vakitlerini ibâdete hasrederek tasavvufa temayül etmiş, biraz tahsil gördükten sonra da havf ve terhîb cihetini, recâ ve tergîb cihetine takdim ederek ve veçhile îrâdettiği mev'ızalariyle halkı tenvire çalışmak istemiştir. Fakat bir aralık "Ceridetü'1-Vuska" nın birkaç nüshasını elde etmekle bunlardaki yazıların te'sîri altında kalmış, hayâtında yeni bir devre açılmış, Müslümanların içtimaî şuûniyle zihnen meşgul olmaya başlamıştır.
Reşîd Efendi, Cerîdetü'l-Vüska'nın müessislerinden Cemâlü'd-Dîn-i Efganî ile görüşmek istemiş ise de buna muvaffak olamayıp kendisiyle yalnız mektuplaşmış, nihayet Mısır'a giderek bu ceridenin diğer müessisi olan Şeyh Muhammed Abduh'a intisâb etmiş, (1315) târihinden i'tibâren Menar Ceridesini neşre başlamış, birtakım kadîm müellefâtın ve bilhassa "İncil-i Bernaba" nın tab' ve neşrine çalışmış, Mısır'da "Medresetü'd-da've ve'1-irşâdü'l-küliyye" nâzın ve cemiyyetinin vekili bulunmuştur.
Bu azimkar zât kemâlâtına meclûb olduğu Şeyh Muhammed Abduh'un takrir ettiği "Celâleyn" tefsirini ta'kîb ederek elde ettiği notları "El-Menâr" ceridesinde neşr etmiş, bu kıymetli üstâzının vefatından sonra da ondan iktibas etmiş olduğu ma'lûmâtı toplayarak kendi nâmına unvâniyle bir tefsir neşrine çalışmıştır.Bu tefsirin, Sûre-i Yûsuf'un bir kısmına kadar olan miktarı on iki cilt olmak üzere müellifi tarafından tab' edilmiş, mütebaki miktarı kalmıştır. On ikinci cildin tab'ı (1354) senesine müsadiftir.
Reşîd Rızâ merhum, kendisini Selefîlerden sayar, onların Sıfât-ı İlâhiyye hakkındaki akidelerini tercih eder ve derdi ki : "İmam Efarî de İbâne'sinden anlaşılacağı veçhile son zamanlarında Selef mesleğine, sülük ederek İmâm Ahmed b. Hanbel’e ittibâ' eylemiştir."
Reşîd Rızâ merhum, İslâm âleminin tealisine, esaretten halâsına hizmet etmek emeliyle birtakım yazılar yaznuş, bir aralık ta Vehhâbîler lehine bâzı makaleler neşretmiş, kendisinin lehine ve aleyhine de birçok yazılar, takdirler, ve tenkıdler intişâra başlamıştır. Vehhâbîlikle ittihâm olunduğundan şikâyet ederek diyor ki: "Bâzı mes’eleleri müdâfaa edenlere hemen (Vehhâbî) ismi veriliyor. Bu isim, muvahhid ma'nâsına da olsa buna adavet gösteriliyor.[421]
Şeyh Reşîd Rızâ, tefsir sahasında büyük bir teceddüd göstermiştir. Açık, belîğ bir ibare ile yazılmış olan tefsirinin mukaddimesindeki uzun bir mutâlâanâmesinden anlaşıldığına nazaran bu zâta göre: "Tefsirden en büyük gaye, İslâm Milletinin dünyevî, uhrevî hususlarda intibahını te'mîn, Müslümanların kuvvet ve şükûhuna, izzet ve hâkimiyyetine bâis olan esbabı irâe etmekten ibarettir.
Kur'ân-ı Hakîm'in hakikati ilimden, nurdan, hüdâ ve rahmetten, mev'ıza ve ibretten, huşu' ve hudûu ta'limden, âlemde muttarid olan Sünen-i İlâhiyyeyi beyandan ve sâireden ibaret bulunmaktadır.
Bu hakîkatları anlamaya kalplerini tercih etmeyen kimseler, Kur'ân'ın nüzûlündeki hikmeti idrâk etmiş olamazlar. Binâenaleyh müfessirlerce en büyük vazife, Kur'ân-ı Mübîn'in bu hakîkatlarını göstermek, bu sayede İslâm içtimâi hey'etinin maddî ve ma'nevî i'tilâsını te'mîne çalışmaktır. Halbuki birçok müfessirler, bu ciheti lâyıkıyle nazara almamışlardır. Bunların bir kısmı, kaari'lerini i'râb mebâhîsiyle, maânî nükteleriyle, beyân-ı ıstılahlariyle oyalandırmıştır. Bir kısmı da okuyucularını mütekellimlerin cedelleriyle, usulcülerin tahriçleriyle, mukallid fakîhlerin iştibâhiyle, mutasavvıfların te'villeriyle meşgul etmiştir. Bir kısım müfessirler de tefsirlerini birçok rivayetlerle, bu rivayetlere karışmış olan hurâfât-ı İsrâiliyye ile doldurmuştur. Diğer bir kısmı da tefsirlerinde riyâzî, tabiî ilimlere, zamanlarında revaç bulmuş olan Yunan hey'et-i felekiyyesine âit mes'elelere büyük bir yer vermiştir. Daha bir kısmı da bu usûlü taklîd ederek tefsirlerini asr-ı hâzırda pek ziyâde inkişâf etmiş olan ulûm ve fünûna müteallik meseleler ile doldurmaya çalışmış, meselâ: Bir âyet-i Celîledeki semâ, arz, veya nebat lâfzı vesilesiyle felekiyyâta, arazıyyâta, nebatata ve sâireye dâir sahifelerce ma'lûmat vermişlerdir. Bütün bunlar, Kur'ân-ı Mübîn'in nüzûlündeki hikmeti teşrihden uzak düşmüşlerdir. Filhakika bu saydığımız mevzu'lara dâir tefsirlerde ma'lûmat verilmesi de bâzan zarurî bulunur, bu müsellemdir, fakat bunların tefsirde asıl bir gaye imiş gibi uzun uzadıya yazılması tenzildeki hikmeti te'mîn edemez."
İşte bu veçhile mütâlâa serdeden Üstâz, Kur'ân'ın gayesine muvafık olmak üzere bir tefsir yazılmasına şiddetli ihtiyaç bulunduğunu nazara alarak kendi tefsirini —Şeyh Muhammed Abduh'dan mülhem ve muktebes olarak— yazmağa başlamıştır.
Bu zâtın tefsirinde başlıca şu mevzu'lar göze çarpmaktadır:
1- Sûrelerin evvelinde veya âhırında o sûrelerdeki âyât-ı Celîlenin ihtiva ettiği ahkâm, usûl ve kavâid hakkında güzelce hülâsalar yapılarak bunlar birer levha hâlinde mütâlâa edenlerin nazarları önüne konulmustur. Meselâ: Bakare Sûresinden "33" kaaide istihraç edilerek bu Sûre-î Celîlenin pek ulvî olan muhteviyatı göz önünde kemâliyle tecellî ettirilmistir.
2- Fatiha Sûresi hakkında Şeyh' Muhammed Abduh'un takrirleri esas ittihâz edilerek mufassalca bir tefsir yazılmış, bu Sûre-i Şerîfenin belagatına dâir bir Hrıstiyan muharririnin sözleri cerh edilerek kendisine âlimâne cevaplar verilmiş, ve Fâtihayı Şerîfenin zübde-i Kur'ân olduğu pek güzelce gösterilmiştir.
3- Son zamanlarda bâzı zihinleri işgal eden birtakım mümkirâne mütâlâalara karşı pek vâkıfâne cevaplar verilmektedir. Meselâ: Hazret-i İsâ'nın ölüleri ihya etmesine, Ashâb-ı Kehf'in hayâtına akılları eremiyen kimselere, Hindistan'da bâzı fakirlerin yerler altında aylarca medfûn olarak kaldıklarını, sonra da ber-hayât olarak meydana çıktıkları —zihne takrîb için— bir numune olarak gösterilmekte, ve bu hususta bir hayli mufassal mütâlâalar serdedilmektedir.
4- Hindistan'da son zamanlarda zuhur eden "Ahmediyye" mezhebinin butlanı, kendilerini Söfiyyeden addeden birtakım mudillerin Kur'ân âyetlerini yanlış tefsir etmeleri, ve hecâ harflerinin adetlerinden ma'nâlar çıkaranların, meselâ :[422] Nazm-ı Celîlindeki lâfzının harflerine nazaran Kıyametin (1407)'de vuku1 bulacağına kaail olanların deccallerden, muharriflerden oldukları beyân olunmaktadır.
5- Müslümanların hâzır haldeki şuûnu tetkik edilerek İslâmiyetin her veçhile terakkiye sâhib olduğu, bugünkü Müslümanların terakkîden mahrûmiyyetleri ise Kur'ân'ın teâlîmine riâyet etmemelerinden neş'et ettiği gösterilmiştir.
6- Kâinattaki Sünen-i İlâhiyye îzâh edilerek Müslümanlara kendilerini eski mecd ve şükûhlarına kavuşturacak olan yollar gösterilmiş, Müslümanların haklarındaki yabancı milletlerin nazarları, sû-i emelleri teşrih edilmiştir.
7- Bu tefsirde İslâm şuûnu, ferd i'tibâriyle değil, cemâat i'tibâriyle nazara alınarak umûmunun salâhı için ta'kîbi iktizâ eden yollar gösterilmiş, meselâ:[423] âyet-i kerîmesinin tefsirinde her hangi bir cemâatin muttakilerden sayılacağı birtakım içtimaî, siyâsî mütâlâalarla tasrîh edilmiştir.
8- Bu tefsirin birinci cildinde Kur'ân-ı Mübîn'in vücûh-ı i'câzına; dördüncü cildinde teaddüd-i zevcât mes'elesine ve bu müessese lehinde bâzı müsteşrıkların mütâlâalarına; beşinci cildinde usûl-i fıkıh mesailinden icmâa, cemaata, kıyâsa; dokuzuncu cildinde rü'yetu'llâh ile kelâm mes'elelerine, Resûl-i Ekrem (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) hakkındaki beşâir ile Bernaba İncili'ne, Kur'ân-ı Azîm'in tercemesine, eşrât-ı saat ile Mehdî'ye dâir pek mufassal, mühim beyanât vardır.
9- Bu tefsirde Mefâtîhu'l-gayb'dan Keşşaftan, Beyzâvî'den, Ebu's-Suûd ile Âlûsî tefsirlerinden bâzı şeyler nakledilmekte, İbn-i Kayyim'den de bâzı şeyler nakledilerek kendisine büyük bir merbûtiyyet gösterilmektedir. Maahâzâ bâzan da İbn-i Kayyime muhâljf mütâlâalar dermeyân edilmektedir. Ezcümle Bedir esirleri mes'elesinde İbn-i Kayyim, Hazret-i Sıddîk'ın re'yinin râcih olduğumu serlevhalı eserinde isbâta çalıştığı halde Şeyh Rızâ, bu tefsirinin onuncu cildinde Hazret-i Faruk'un re'yindeki rüchânı müdâfaaya çalışmıştır.
10- Şeyh Rızâ merhumun tefsire ve sâir dînî mevzu'lara dâir bir kısım yazılarında mu'cizât-ı keyniyyeye kaail olmadığını işrâb eden bâzı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemâdan bâzı zevatın ve bilhassa esbak Şeyhü'1-İslâm Mustafa Sabri Efendi'nin (El-kavlü'1-fasl) unvanlı eserinde tenkitlerini celbetmiştir.
Meselâ, Seyyid Rıza:[424]Ayet-i Celîlesini diye te'vîl etmiş, buna delil olarak ta ta'birlerinin ma'nâsına olduğunu dermeyân etmiştir. Buna cevaben deniliyor ki: Kamer'in inşikaakını, subhun veya fecrin inşikaakına kıyâs etmek doğru olamaz. Ta'birleri ma'nâsında müsta'mel ise de ta'birleri ma'nâsında kullanılmış değildir. Çünkü Kamer'in veya Şems'in tulûu zamânında inşikaakı gayri ma'kuldür. Fecr ile subhun inde't-tulû' inşikaakı ise bilâkis ma'kuldür. Nitekim denilir. Fakat veya denilmez.
Velhâsıl hey'et-i umûmiyyesı i'tibâriyle müstesna bir kıymeti hâizdir, tamâmının tab' ve nesri arzu olunur. Müellifinin ifâdesine nazaran bu tefsir, sahîh-i me'sûr ile sarîh-i ma'kul arasını cami’dır. Bu, Selefi eserî, medenî, asri, irşadı, içtimaî, siyâsî bir tefsirdir. Bu tefsir, İslâm hüccetlerini ikaame, İslâm'ın enamı ıslah hususundaki siyasetini beyân, içtimâiyyât hakkındaki İlâhî Sünnetleri tasrîh için yazılmıştır.
Me'hazlar: Mecelletü’l-Ezher,El-Kavlü’l-fasl, Mu'cemü’l-matbûat.[425]
Şeyh Tantâvî Cevheri, mütefekkir bir âlimdir. (1287)’de doğmuş, (1359)'da vefat etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.[426]
Tantâvî Cevheın, fâzıl, kâtip, şâir, hakîm bir zâttır. Kahire'de Dârü'l-ulûm medresesi müderrislerinden idi. Feylesofâne yazılariyle, ulûm ve fünûna müteallik makaaleleriyle, İslâm âleminin intibahına hadim eserleriyle Mısır'da iştihar etmiştir. Tefsire dâir de kıymetli yazıları vardır. Tantâvî merhum, yalnız Şark'ta değil, Garp'ta da tanınmış, şöhret kazanmış bir sîmâdır. Avrupa'lı meşhur muharrir ( Baron ) (Müfekkiru'l-İslâm) unvâniyle yazmış olduğu bir eserin dördüncü cildinde diyor ki: "Mısır'da üç müfekhir vardır. Bunlar Rifâa Bey ile Şeyh Muhammed Abduh ve Üstâz Tantavî Cevherî'dir.” Bu zâtın üslûbu bedî'dir, bî-nazîrdir, El-Cevâhir adındaki tefsiri İslâm gençleri için yeni bir ruhtur.[427]
Tantâvî Cevheri, serlevhasiyle müteaddit ciltlerden müteşekkil bir tefsir yazmış ve bunu tab' ve neşre muvaffak olmuştur. Bu tefsirinde âyât-ı Kur'âniyyeyi evvelâ muhtasar denilecek bir tarzda îzâh etmiş, sonra bâzı elfâz-ı Kur'âniyye münâsebetiyle tefsire müteallik olmayan mevzu'lar hakkında bir hayli ma'lûmât vermiştir. Meselâ: Cünûd-ı İlâhiyyeyi beyân vesilesiyle mikroplara dâir sahifelerce yazı yazmış, bunların resimlerini kitabına bir levha hâlinde dercetmiştir. Meâdine, nebatata, hayvanâta, ecrâm-ı semâviyyeye, târih-i ümeme dâir de birçok nâfi' ma'lûmât vermiştir. Zü'1-Karneyn'in seddine, ye'cûc ve me'cûce dâir de başka yerde görülmiyen bir tarzda îzâhatta bulunmuştur.
Bu zât, içtimaî, tabiî, târihî, siyâsî ilimlere vâkıf, feylesof-meşreb olduğundan âyât-ı Celîlenin tefsiri sadedinde bu ilimlere dâir mes'elelerden uzun uzadıya bahsetmeyi iltizâm eylemiştir. Birçok âyetler münâsebetiyle verdiği nıa'lûmât, bir tefsîr ve te'vil mâhiyetinde olmaktan ziyâde istidrâd kabilinden birer makaale, birer mütâlâa-nâme halindedir.
Velhâsıl tefsîr sahasında hiç kimsenin ta'kîb etmediği bir tarîki ihtiyar etmiş, kaari'lerini şuûn-ı keyniyyeden, ilmî hakikatlerden, ve sâireden haberdar etmek istemiştir.
Bu tefsire dâir Menâr ceridesinin otuzuncu cildinde Muhammed Reşîd Rızâ'nın bir tenkidi, Tantâvî'nin de buna bir cevâbı vardır.
Muhammed Rızâ'ya göre bu tefsir kitabına, hakaayık-ı tefsir hususunda i'timad edilemez. Bu kitapta tefsire dâir sâir mütedâvil tefsirlerden nakledilmiş muhtasar beyanât vardır. Mütebakisi tefsir ile alâkası olmayıp hadd-i zâtında nâfi' olan birtakım ilmî beyanattan ibarettir. Maahâzâ bunların bir çoğu en münâsip olan yerlerde yazılmayıp gelişigüzel yazılagelmiştir. Meselâ: Nahil, Ankebut sûrelerinin tefsiri sırasında yazılması lâzım gelen bir kısım ma'lûmât, Fatiha tefsiri sırasında yazılmıştır. Bir de bu eserdeki hadîsler, eserler herhangi bir kitaptan olursa olsun nakledilmiş, asıl hadîs eimmesinin kitapları iltizâm edilmemiştir. Bu cihetle bunda mevzu', zaîf, vâhî denilen şeyler de münderic bulunmuştur.
Hâsılı muharririnin asıl gayesi Allâhu Teâlâ'nın halk hususundaki acâip sun'unu hatırlatarak Müslümanları, siyâsetin, izzet ve kuvvetin istinadgâhı olan ilimleri tahsile teşvik etmekten ibarettir. Tantâvî merhuma gelince, bu zât da mesleğini şu veçhile bildirmektedir. Bu tefsir kitabında her Sûre-i Celîbenin âyetleri kısımlara ayrılmış, her kısımdaki âyetler kâfî derecede mülâhhasen tefsîr edilmiş, ahkâma dâir olan mahdut âyetler mufassalan îzah olunmuş, tefsîr-i me'sûr ciheti de beyân olunup firak-ı dâllenin akvâli ve memkut olan cedel ciheti ümmet-i merhumenin vaktini zayi' edeceği cihetle terk edilmiş, muhtelif akvâlin beyinleri bi-kaderi't-tâka te'lîf olunmuştur. İ'rab cihetine gelince, zamanımızda ukalâ-yı Müslimînin zevkına muvafık olup beyânına hacet görülen kısımdan mâadası zikredilmemiştir.
Bu veçhile her kısmın tefsiri yazıldıktan sonra bunların işaret etmekte oldukları sâdık hakaayık-ı ilmiyye bildirilmiş, ümmet-i İslâmiyyenin terakki etmesi için hurâfâtın nasıl tekzîb edileceği beyân olunmuştur.
Müellefatı: On iki cilttir. Alem ile ümemin nizamına dairdir. Bütün bu eserler matbû'dur.Cevâhirü't-tefsir'den alınarak Fatiha Sûre-i Celîlesi tefsiri ayrıca tab' edilmiş, bunda Tantâvi’ nin tefsirdeki mesleğine dâir ma'lûmât verilmiş, ve hakkında Avrupa muharrirlerinin bâzı yazıları dercedilmiştir.
Me'hazlar: Mu'cemü'l-matbuat, El-Menâr, Cilt 30, sahife 624, Fâti tefsiri zeyli.[428]
Mehmed Hamdi Efendi, Nu'mân b. Mehmed nâmında ulemâdan bir zâtın oğludur. (1295) târihinde Elmalı'da doğmuş, (1358) 1942 târihinde İstanbul'da vefat edip Erenköy'ünde Sahrâ-yı Cedit denilen mevki'de babasının kabri ittisaline defnedilmiştir. (Mağfûrun-leh) ta'bîri vefatı târihini göstermektedir. Rahmetu'llahi aleyh.
Ecdadı (Yazır) denilen bir köyde mutavattın, eski bir Türk kabilesine mensuptur. Bu cihetle soyadı (Yazır) idi.[429]
Hamdi Efendi, Elmalı'da ibtidâî ve rüşdî tahsilini gördükten sonra medreseye intisâb etmiş, daha pek genç iken İstanbul'a gelip Küçük Ayasofya medresesinde ikaamet ederek câmi-i şerîf derslerini ta'kîbe başlamıştır. Babasından, müderris Sofu İbrahim Efendi'den ve daha bâzı zatlardan ilim tahsil etmiş olduğu gibi, asıl müdevven, müretteb cami' derslerini de Kayserili müderris büyük Hamdi Efendi'den okuyarak ondan İstanbul'da icazet almıştır.
Üstâzı ile kendisinin isimleri müttehid olduğundan aralarında temyize medar olmak için üstâzına "Büyük Hamdi Efendi", kendisine de: "Küçük Hamdi Efendi" denilegelmiştir.
Küçük Hamdi Efendi, bidâyeten Meşihatı İslâmiye'de Mektûbî Kalemi'ne me'mûr olmuş, ruûs imtihanında ehliyyetini ibraz ederek uhdesine ders-i âmlık vazifesi tevdi' olunmuştur.
Meşrûtiyetin i'lânı üzerine memleketi nâmına meb'us intihab edilmiş, Kanûn-i Esâsî'nin ta'dîli hakkında kaleme aldığı mazbata vesilesiyle de ilmî, siyâsî kudretini ibraza muvaffak olmuştur.
Bu yüksek âlim, aynı zamanda Bâyezid ve Şehzade câmi-i şerifinde talebesine ders okuttuğu gibi Medrese tü'l-Kuzat'ta da Dürer müderrisliğini îfâ etmekte bulunuyordu. Bilâhare meb'usluktan ayrılmış, Medrese-tü'l-Vâizîn'de usûl-i fıkıh, Medrese-i Süleymâniye'de de mantık müderrisliğini îfâ etmiş, bir aralık da Mekteb-i Mülkiyye'de ahkâmü'l-evkaf muallimliğinde bulunmuştur.
Şer'î mahkemelerin adliyeye rabtı üzerine Bâb-ı Meşîhat'ta te'sîs edilen"Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyye" A'zâlığında ve Reis vekâletinde bulunmuş, Harb-i Umûmîyi müteakip ısrar ile vuku' bulan teklif üzerine Evkaf Nazırlığını ve daha sonra A'yân A'zâlığını deruhte etmiştir. Muahharen bu resmî makamlardan infisâli vuku' bulmakla uzlete çekilmiş, bütün bütün ilmî mütâlâalara, te'lîfât ile iştigaale dalmıştır.
Bu kıymetli âlim, meb'us ve nazır olmak suretiyle bir müddet siyâsî hayâta atılmış ise de hiçbir vakit siyâsî cereyanlara kapılarak ilim sahasından uzaklaşmamiştır. Hattâ inkılâbı-müteakip Ankara'ya celb ile yapılan muhakeme neticesinde kendisinin siyâsî şaibelerden beri, nezih bir sîmâ-i ilm ü irfan olduğu tebarüz etmiş, ve az sonra kendisine Kur'ân-ı Azîm'in tefsirini yazmak gibi en büyük, en mübeccel ilmî bir vazife tahmîl edilmiştir.[430]
Mehmed Hamdi Efendi, bir zekâ numunesi idi. Pek sevimli çehresinde parlayan fazilet âsârı, daha sabavetinde iken kendisinin mümtaz bir âlim olacağına delâlet etmekte idi.
Fi'1-hakîka istikbâlin büyük bir âlimi olacak olan bu gençte tecellî eden büyük bir isti'dât, arkadaşlarının da, üstâzlarının da nazarlarını kendisine celbetmekten hâlî kalmamıştı.Her gün ilim sahasında mühim bir kaabiliyyet, bir terakkî gösteriyordu.
Hilkaten pek sabîh olan bu yüksek sîmâ, daha pek genç iken Kur'ân-ı Kerîm'i tamamen hıfzederek kuvvetli hafızlar arasına karışmıştı. Güzel bir sadâ ile tilâvet ettiği Kur'ân âyetleri dinleyenlerin ruhlarını lâtîf duygular içinde bırakırdı. Hele husûsî bir cemaata hatm ile kıldırdığı teravih namazları, cemâatinin kalplerini rûhânî neşvelere gark eder dururdu.
Bu pek sevimli zâtın yazısı da pek güzel idi. Yazdığı levhalar, hele teberrük için kaleme aldığı müteaddit hilyeler pek nefis, pek bedî' bir tarzda bulunuyordu. Bu yazılar, şüphe yok ki kendisinin hat muallimi olan Hacı Arif ve Sâmî Efendilerin de takdirlerini celbetmeğe lâyıktı.
Mehmed Hamdi Efendi, ayni zamanda bir şâir idi. Bir hayli Türkçe manzumeleri bulunduğu gibi bâzı Arapça manzumeleri de mevcuttur. Ustazı merhum Büyük Hamdi Efendi hakkında yazmış olduğu Arapça mersiyye bu cümledendir.
"Mâzi hayâl, manzar- âti henüz adem
Hâl oynatır şuurumu, bilmem nedir bu dem
Bir ân imiş meali hitâb-ı vücûdumun
ömrüm, şu gam-küsârım olan satır-ı rnürtesem."
beyitlerini ihtiva eden bir tercî-i bendi, vaktiyle Ahenk gazetesinde (birçok tertip hatâlariyle beraber) neşredilmişti. .
Hamdi Efendi merhum, hâiz olduğu ilim ve felsefenin te'sîri altında vücûde getirilmiş bir hayli rengin, hakimane şiir parçalarına mâlik'idi. Fakat asıl ta'kîb ettiği ilim ve felsefe tarîki, kendisinin şiir ile muntazam surette iştigaaline mâni' olduğundan, şiir vadisinde büyük bir mümtâzıyet ihrazına muvaffak olamamıştır.
Bu pek kıymetli âlim, kendisinin asıl kudret-i ilmiyyesini tefsîr, kelâm, usûl, fıkıh, felsefe sahalarında ibraza muvaffak olmuştur. (Hak Dîni, Kur'ân Dili) unvaniyle yazmış olduğu muazzam tefsir hakkında ileride biraz tafsilât vereceğiz.
Bu büyük mütefekkirin ilm-i kelâmdaki, felsefedeki kudreti ise "Sebîlü'r-Reşât" cerîde-i ilmiyyesiyle neşredilmiş olan (İlhad ne büyük cehalettir) ser-levhalı makaaleleri ve sâir mütercem ve gayr-ı mütercem eserleri pek güzel göstermektedir.
Hele fıkıh ilminde büyük bir mütehassıs idi, bu mühim ilmi senelerce Medresetü'l-Kuzat'ta tedris etmiş, İslâm hukukunun vus'atini, teâlîsini, insanî ve içtimaî kıymetini büyük bir selâhiyetle tavzîha çalışmış, Medresetü'l-Kuzat'tan muktedir hâkimlerin yetişmesine mühim hizmetlerde bulunmuştu. Hattâ İslâm hukukiyle Garp hukuku arasında mukaayeseler yapabilmek, İslâm hukuku'nun vüs'at ve tefevvukunu tebarüz ettirebilmek için Fransızca'yı da az bir müddet içinde kâfî derecede öğrenmiş, bu suretle Garp hukukunu da mütâlaaya, tetkike koyulmuştu. Bu husustaki mesaîsini, ser-levhalı mütercem eserinin müakaddimesinde şu veçhile anlatmaktadır.
Sinin-i adide ulum-ı muhtelife-i İslamiyeye ve bilhassa on beş sene kadar bir müddet fıkh-ı şerif tedrisiyle tevaggul etmiş ve bu sırada Garbın esasat hukukiyesini tanımak ve Şeriat-ı İslamiyyenin kıymet-i insaniye ve ictimâiyyesiyle hukuk-ı Garbın mukayese-i ilmiyye ve bele-i medeniyyesine dâir bir fikir edinebilmek için Fransız lisânından da biraz bir şey bellemiş idim. Bu vâdî-i hukuku da dolşan mesâî-i âcizânem hukuk-ı esâsiyyeden felsefe-yi umûmiyyeye bir nazar imâle etmek ihtiyâcım gösterdi."
Mehmed Hamdi Efendi, ruhunda bütün ilimlere, fenlere karşı büyük bir tehalük ve isti'dâdin mevcûdiyyetini gördüğü cihetle, iştigaalini, yalnız dînî ve felsefî ilimlere hasretmemiş, belki riyaziyata, tabîiyâta, kimyaya, ictimâiyyâta ve sâireye müteallik ilimler ile de epeyce meşgul olmuştur.
Hâsılı merhum; bi-hakkın âlim, mütefennin, mütefekkir bir zât idi. Son zamanlarda bakımsızlık yüzünden ufûle yüz tutmuş olan medreselerin beşeriyyet muhitine ilim ve irfan ziyalarını neşr için en son olarak yetiştirmiş olduğu pek feyizli âlimlerden biri bulunuyordu. Merhumun vücûdu, bu kadîm ilim müesseselerinin mâzîde ne büyük âlimler, mütefekkirler yetiştirmiş olduğunu isbât edecek mâhiyettedir. Kendisi eslâfın bir hayrü'l-halefi idi, hayfâki kendisine de başkalarının halef olabilmesi pek şüpheli bulunmaktadır.[431]
Mehmed Hamdi Efendi merhum, târîh-i vefatı i'tibâriyle müfessirlerin on dördüncü tabakasına dâhildir. Tefsir târihi, kendisi için tetkik ve takdire şayan bîr sahîfe tahsis etmiş bulunmaktadır.
Türk âlimleri, ötedenberi Kur'ân-ı Mübîn'in tefsiri hususunda pek meşkûr hizmetlerde bulunmuşlardır. Fakat yazmış oldukları tefsirlerin en büyük, en mühim kısmı Arapçadır. Hamdi Efendi merhum ise tefsirini Türkçe olarak yazmış, bu cihetle daha büyük müşkilâtı ıktihâma muvaffak olmuştur. Hele âyât-ı celîlenin meallerini de ayrıca yazmış olması, bu müşkilâtın derecesini bir kat daha artırmıştır. Çünkü Arapça tefsir yazan zâtlar, diğer tefsirlerden, menba'lardan terceme zahmetine katlanmaksızın istedikleri kadar iktibaslarda bulunabilirler. Bununla beraber ayrıca bir meal yazmak mecburiyetinden de vareste bulunurlar. Türkçe olarak yazılacak bir tefsirde ise vaziyet başkadır. Bahusus belagatın i'câz mertebesinde bulunan Kur'ân-ı Hakîm'in âyetlerini —aslındaki cezâlet ve ulviyyeti mümkün mertebe gösterebilmek şartiyle— Türkçe'ye çevirmek tahmîn edilecek derecelerden daha güçtür. Bu bâbda hakkıyle muvaffakıyyete nail olmuş bir zât gösterilemez. Maahâzâ i'tirâf etmelidir ki, Hamdi Efendi merhum, bu bâbta nisbeten en ziyâde muvaffak olmuş, raa'nâyı lâfza feda etmeksizin tercemede sadeliği, vuzuhu kâfî derecede muhafaza edebilmiştir.
Merhum; pek munsıf, hakikati i'tiraftan zevk alır bir âlim olduğa cihetle yapacağı tercemelerin her veçhile mükemmel olacağını asla iddia etmemiştir. Bilâkis Kur'ân-ı Kerîm'in ne aynen ne de tanzîr suretiyle terceme edilemiyeceğini ve terceme denilen şeylerin nihayet birer mealdan ibaret olup bunlara hiçbir vakit Kur'ân hükmü verilemiyeceğini tefsirinin mukaddimesinde müdellel bir surette îzâha çalışmıştır. Hakikat da bundan başka değildir.
Merhûm'un yazmış olduğu tefsir kitabının münderecâtı pek kısa bir tarzda tahlîl edilecek olursa, ilk önce şu hususlar tebarüz eder :
1- Bu tefsirin mukaddimesi, kıymetli mütâlâaları, ilmî tetkikleri câmi'dir. Pek mütefekkirâne, munsifâne bir tarzda yazılmış olan bu mukaddimede Kur'ân-ı Kerîm'in bedîî ehemmiyetine, nâ-mütenâhî iltimââtına işaret olunmuş, tercemelerin mâhiyeti, tefsir ile te'vîlin farkı gösterilmiştir.
2- Bu tefsir kitabında Fâtiha-i Şerife Süresiyle Bakare Sûre-i Ce-Üleşinin tefsirleri pek mufassal yazılmış, bununla Türkçe mükemmel bir tefsir numunesi vücûde getirilmek gayesi istihdaf olunmuştur. Maamâfih bu eserin son ciltlerindeki sûrelerin tefsirleri de oldukça mufassal bir surette yazılmıştır. Diğer surelerde ise kısmen âyetlerin mealleri yazılmakla, kısmen de bu meallere ilâveten bâzı âyetlerin tefsirine işaret edilmekle iktifa edilmiştir.
3- Bu tefsir kitabında âyetlerin tefsirleri güzel bir sadelik içinde mühim bir tahlile tâbi' tutulmuş, tefsir hususunda en kuvvetli tevcihler kabul edilmiş, âyetlerin esbâb-ı nüzulü yazılmış, bunların arasındaki münâsebet ve insicam pek mükemmel bir tarzda gösterilmiştir. Bâzı kırâet vecihlerine de işaret olunmuştur. En ziyâde müracaat edilen tefsir kitapları ise Fahr-i Râzî, İbn-i Atiyye, Ebû Hayyân, Kaazî Beyzâvî, Ebu's-Suûd tefsirleridir.
4- Âyât-ı Celîlenin ihtiva ettiği hakikatlerden mülhem olan müfessir, bu kitabında ilmî, edebî; içtimaî, felsefî birçok mes'eleleri nazara almış, bahusus hukuka, ilm-i hey'ete, ilm-i tekvine dâir pek nâfi' şeyler yazmış, muazzam eserini bir hayli ma'lûmât ile zengin bir hâle getirmeğe çalışmıştır.
5- Bu kıymetli tefsir kitabında İslâm şuûnu da hakkıyle nazara alınmış, Müslümanların hâli ve istikbâli düşünülmüş, Müslümanlara fazilet ve terakki yolları gösterilmiş, yabancı milletlerin Müslümanlık hakkındaki düşüncelerine işaret olunmuştur. Bahusus İslâm ruhundaki şehâmet ve hâkimiyyet duygularını söndürmek için birtakım müsteşrikler tarafından cihat gibi, hâkimiyyet ve istiklâl gibi mühim İslâmî mes'eleler hakkında —zahiren İslâm lehine, hakikatta ise İslâm aleyhine olmak üzere— dermeyân edilegelen ve bu cihetle bâzı İslâm muharrirlerini galata düşürmüş olan bâzı mütâlâalar da pek mütefekkirâne bir tarzda tahlil ve tavzih edilmiştir. Bununla beraber Frenk müellifleri tarafından Müslümanlığa dâir yanlış veya tahrif yollu yazıldığı görülen bir kısım mevzu'lara âit de müdâfaalı notlar vücûde getirilmiştir.
6- Bu tefsir kitabında bâzı mühim mevzu'lara dâir verilen malûmat ve dermeyân edilen mütâlâalar biraz uzunca düşmüş bu cihetle kitabın sâir kısımlarında görülen sâdedik bir dereceye kadar ihlâl edilmiş gibi görülmekte ise de bu, alelekser mevzuların ehemmiyetinden, ilmî mâhiyetlerinden neş'et etmiştir.
Maahâzâ —evvelce de arzedildiği üzere— bu tefsir kitabının bâzı ciltlerinde tafsilât iltizâm edildiği halde diğer bazı ciltlerinde pek az ma'lûmat verilmekle iktifa edilmiştir. Eğer tefsirin umûm muhteveyâtı daha muntazam bir taksime tâbi' tutularak bu kıymetli kitabın münderecâtı birer münâsebetle ciltler arasında tevzî' edilmiş olsaydı mütâlâaları daha kolaylıkla, daha neşve ile te'mîn edilmiş olurdu. Bu ciheti bilâhare muhterem müfessir de faydalı görmekte bulunmuştu. Ancak şunu da nazara almalıdır ki, bu büyük tefsirin bir kısmının bir yandan yazılması, bir yandan da hemen tab' edilmesi pek kudretli müfessir için daha ziyâde tetkiklere, tertiplerde bulunmaya müsait bir vakit bırakmamıştı.
Şunu da ilâve edelim ki, merhum müfessir, bu güzide eserini yazarken son senelerinde ağır bir kalp hastalığı içinde kıvranıp duruyordu. Kendisini her ziyaret ettikçe, tefsirini ikmale muvaffak olamıyacağı endişesini izhâr ediyordu. Âcizleri de bu muhterem üstâzın ömür ve afiyetine dualar ederek hüsnüniyyetle başlamış olduğu bu hayırlı eseri ikmâle muvaffak olacağına dâir olan kanâatimi kendisine arz ediyordum. Ne kadar şükrana şayandır ki, bu mübarek eseri ikmâle muvaffak oldu, intişârını müşahede etti. Doğrusu bu eser, Türkçe'de nazîri bulunmıyan pek kıymetli bir tefsirdir, bizim için bir ilim ve irfan hazînesi sayılmağa her veçhile lâyıktır.[432]
Mehmecl Hamdi Efendi merhum; halûk, mütevazı', kıymet-şinâs idi. Hiçbir kimsenin ilmî kıymetini tenkise kalkışmazdı, hiçbir kimsenin meşkûr mesaîsini takdirden çekinmezdi. Eğer müteceddid, mütefekkir görülenlerden bâzı zevat hakkında tenkîdimsi bir mütâlâada bulunmuş ise bu da mücerred hâiz olduğu ilmî salâhiyetin kendisine tahmil ettiği bir vecîbeyi îfâ gayretinden ileri gelmiştir.
Binâenaleyh merhumun mağrur bir şahsiyet olduğunu iddia etmek asla doğru olamaz.O hiçbir vakit asrın mütefekkirlerine, selim düşünceli âlimlerine bir istihfaf nazariyle bakmış değildir. Bu munsif âlim, İslâm ruhuna mugayir olmıyan herhangi bir fikir hamlesine karşı münkirâne bir vaziyet almamıştır. Fakat kendilerini asrî zihniyetle, müstakil bir görüşle mücehhez sanan birtakım kimselerin teceddüd nâmına yaptıkları fikir hareketlerini, İslâmın mâhiyetine münâfî gördüğü halde alkışlıyamazdı. Maahâzâ bunlara karşı da bir düşman kesilmiş değildi. Belki bunların fikirlerindeki dalâlete acınır dururdu.
Mehmed Hamdi Efendi, son senelerinde münzeviyâne bir halde yaşıyordu. Fakat bu inziva, kendisinin alâkasını hayat âleminden kesmiş değildi, o inziva âleminde de bütün İslâm şuûnunu takip ederdi. İslâm muhîtine, İslâm esasları dâhilinde nezih bir fikir aşılamak gayretinde bulunurdu.
Hamdi Efendi merhum, "eskiye bağlı idi. Bütün İslâm mes'elelerini asrın idrâkine söyletmedi. Dînî düşünüşü ihya edemedi" diyenler bulunabilir. Fakat iyice düşünülürse bu sözlerin büyük bir kıymeti, bir ma'nâsı görülemez. Hangi âlim, hangi mütefekkir vardır ki, eski ile ilgisini büsbütün kesmiş bulunsun. Artık böyle bir kimsenin o eskiye âit ilim veya din müesseseleriyle ne münâsebeti kalabilir ki, onların nâmına söz söylemeğe hakkı bulunsun.
Mamâfih eski şeyler bütün bâtıl şeyler midir ki, onlardan alakayıkesmek bir meziyet olsun?.
Ya "İslâm mes'elelerini asrın idrâkine söyletmedi" sözünün ma'nâsı ne olabilir?. Asrın kabul edebilmesi için İslâm mes'elelerine başka bir mâhiyet mi vermeli! İslâm nâmına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı!. Dînî mes'elelerin sabit olan mâhiyetleri, asrın idrâki bahanesiyle tağyir edilemez, belki bu mes'eleler, asrın tefhim ve müdâfaa usulleri dâiresinde tahrîr ve telkin edilir. İşte Hamdi Efendi de bu veçhile hareket etmiştir.
Velhâsıl Hamdi Efendi merhum, mütevekkil, müteverri', metin seciyeli, kanâatinde musir bir zât idi. Derin düşüncelerden, tetkiklerden zevk alırdı. Kendisinin kıymetli bir âlim, hakîkî bir mütefekkir olduğu herkesçe müsellemdir. Bu cihetle herkes, kendisini sever, kendisini takdir ederdi. Merhum da bu mahabbetlere, bu takdirlere cidden lâyık idi, onun ulvî nazarları dâima İslâmiyetin i'tilâsına mün'atıf idi, o dâima İslâm şuûnunu düşünür, dâima İslâm cemiyetlerinin yükselmesi esbabını mülahaza ederdi. Merhum Hamdi Efendi, kendisine mütefekkir, müteceddid dedirtmek için sun'î, gayr-ı samîmi hareketlerde bulunanlardan hoşlanmazdı. İslâm milleti için her veçhile saâdetli neticeler verecek esbabı araştırırdı, Müslümanları İslâmiyetin ulvî mâhiyetinden bi-hakkın haberdâr etmeğe çalışırdı, İslâmın hüviyeti, hâziyyeti tamamen mahfuz kalmak şartiyle Müslümanlar arasında bir teceddüdün vücûda gelmesi lüzumunu pek hakîmâne bir halde îzah ve müdâfaa ederdi.
Müellefâtı: Merhum Hamdi Efendi'nin bir kısım müellefâti matbu' ise de bir kısmı da gayr-i matbû'dur. Bunların başlıcaları şunlardır :
(Hak Dîni-Kur'ân Dili) yukarıda bahis mevzuu ettiğimiz sekiz cildden müteşekkil, büyük bir tefsir kitabıdır. Fihristi de ayrıca bir cild teşkil etmektedir. Bu eser, Diyanet İşleri Reisliği bütçesinden verilen tahsisat ile on iki sene içinde yazılmış, (1935 -1939) seneleri zarfında Ebü'z-Ziyâ Matbaasında onbin takım olarak tab' edilmiş, ikibin takımı müellifine verilip mütebakisi meccânen tevzî' olunmuştur.
Fransız feylesoflarından "Paul Janet" ile "Gabriel Seay" in birlikte yazmış oldukları bir eserin Mâ ba'de't-tabîa ile Felsefe-i İlâhiyye kısmının tercemesidir. Mütercim tarafından mühim bir mukaddime ile kıymetli notlar ilâve edilerek (1341) 'de Matbaa-i Âmire'de tab' edilmiştir.
Hamdi Efendi merhum, ilmî ve resmî vazifelerinden ayrılmış olduğu bir sırada bu eseri tercemeye başlamış, bu terceme ile ne gibi bir gaye ta'kîb etmiş olduğunu bunun mukaddimesinde îzâh etmiş, o esnadaki vaziyetini de şu veçhile anlatmıştır :
"Kütüb-i munakkaha-ii müdevvenenin lisânımıza terceme ve naklinden pek ziyâde bahsedilen şu zamanda, bunun bir nevî başlangıç oluvermesini temenni etmekten gönlümü alamadım.Senelerdenberi devam eden mesâî-i ilmiyyesi tatil edilmiş ve o mesaînin müktesep bir ücret-i vataniyyesi demek olan kifâf-ı maişeti tevkif olunmuş ve bu, cihetle hayât-ı husûsiyyesi ye’s-âver bir hâle gelmiş bulunan bir ferdin bu iştigali bir küstahlık ve bu temennisi bir hayal sayılmak lâzım gelirse de ibtilâ-yı ilmînin böyle bir tecellisini ma'zur görmemek, ve icrâ-yı vazifede rızâ-yı Hak'tan başka gaye gözetmiyen bir kalb-i muztaribe Hazret-i Müsebbibü'l-Esbâbın inâyet-i mutlakasından kat'-ı ümit ettirmek de doğru değildir."
Mülkiye mektebinde tedris etmiş olduğu derslerden müteşekkil ve kısmen matbû'dur.
İngiliz feylesoflarından "Alexander Bain" ın bu isimdeki kitabının tercemesidir, gayri matbû'dur.
(Makaleler ve Manzumeler). Bunların bir kısmı Beyânü'1-Hak, Sebîlü'r-Reşâd gibi bâzı ilmî mecmualar ile neşredilmiş, bir kısmı da henüz neşredilmemiştir.
Hamdi Efendi, bu meşhur eseri de Diyanet İşleri Riyaseti nâmına tercemeye başlamış ise de daha birçok şey terceme etmeden vefat etmiştir. Hayâtının son seneleri hastalıklar içinde geçtiği halde mütâlâadan, tahrirden geri kalmıyan merhum, biraz daha yaşamış olsaydı, bu mühim eseri de tamamen tercemeye muvaffak olacaktı. Bu eseri terceme ederken notlar ilâvesine lüzum görüyor, bâzı noktalarda eser sahibinden ayrılmak ihtiyâcını hissediyordu. Maahâzâ tevâlî eden hastalığı yüzünden bu tercemeyi ikmâle muvaffak olamıyacağını da daima söyleyip duruyordu.
Vefatı İslâm âlemi için telâfîsiz bir ziya' olan bu büyük âlimi, ilim hârihi dâima hürmetle yâd edecektir.[433]
Mehmed Vehbi Efendi, ulemâdan Çelik Hüseyin Efendi'nin oğludur. (1280) târihinde doğmuştur. Konya vilâyetine merbut —el-yevm Karaman kazasına mülhak— Hadim nahiyesinin "Fonkol" karyesindendir.[434]
Vehbi Efendi, muktedir, çalışkan bir âlimdir. İlk tahsilini karyesi mektebinde Anbarlı-Zâde Mehmed Efendi'den görmüş, ba'dehu Tomak-Zâde Mehmed Efendi'den ve Hadim medresesinde Hafız Ahmed Efendi'den ders okumuş, nihayet Konya'da Müftî-i Kadınhanı Hacı Hüseyin Efendi'nin dersine devam edip ondan icazet almış, sair meşâhirden de istifâde etmiştir.
(1308)'de tedrise başlamış, birkaç defa icazet vermeğe muvaffak olmuş, (1317)'de Konya valisi Sadr-ı esbak Ferid Paşa'nın ihya etmiş olduğu Mahmudiye medresesine müderris ta'yîn edilmiş, bir müddet de Konya Hukuk mektebinde vesâyâ muallimi bulunmuştur.
Meşrûtiyetin i'lânı üzerine meb'us intihap edilmiş, bilâhare Kuvâ-yı Milliyye'ye hizmet ederek Konya Vali Muavinliğinde bulunmuş, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ne iltihak etmiş, bir aralık Meclis Reis Vekilliğini, daha sonra da Şer'iyye Vekâleti'ni deruhde eylemiş, bu vazifelerden ayrıldıktan sonra da yalnız ilmî tetebbuât ve te'lîfât ile iştigale devam etmekte bulunmuştur.
Bu değerli âlim, bir aralık, unvâniyle Türkçe on beş ciltten müteşekkil bir Tefsîr-i Şerîf yazmaya başlamış, bunu (1331) senesinde ikmâl etmiş, (1343) senesinde tab' ve neşre muvaffak olmuştur ve saire adlı başka matbu' eserleri de vardır.
Mehmed Vehbi Efendi, az - çok okur yazar her Müslümanın istifâde edebileceği bir tarzda güzel bir Türkçe tefsir yazmıştır. Bu tefsirde âyetlerin evvelce Türkçe mealleri yazılmış, sonra da bu mealler daha vâsi1 birer ibare ile bir nevi' tekrar edilmiştir. Maahâzâ birçok âyetlerin esbâb-ı nüzulü yazılmış; âyetlerin, sûrelerin aralarındaki insicam ve tenasüp gösterilmiş, âyât-ı Celîleden birçoklarının ihtiva ettiği nüktelere; fâidelere işaret olunmuş, açık bir tarzda birçok faydalı şeyler de ilâve edilmiştir. Fakat âyetler ve âyetleri teşkil eden mübarek kelimeler ayrıca tahlil ve tavzîh edilmemiştir.
Bu tefsir kitabında başlıca me'hazlar Fahrü'd-Dîn-i Râzî ile Kaazî'nin Ve Ebu's-Suûd île Hâzin'in tefsirleridir.
Me'haz : Hulâsatü'l-Beyân'ın son cildindeki terceme-i hâl.[435]
Şeyh Ebû Abdil-Mu'tî Muhammed b. Ömer b. Arabî, ulemâdan bir zâttır. Iklîmen Câvî Bentemî, beldece de Tenâvî'dir. On dördüncü asr-ı Hicrî fuzalâsından bulunmaktadır.[436]
Asrımızın değerli müfessirlerinden olan Ebû Abdi'l-Mu'tî, birçok ilmî eserler vücûda getirmiş, muhitinin ilim ve irfanına meşkûr hizmetlerde bulunmuştur. Otuz sekiz kadar matbu' eseri vardır. Bir kısmı şunlardır:
1- Bu eser (1305)'de Kahire'de tab' edilmiştir, bir adı da dir. Kenarında da Ahmed Vâhidî'nin unvanlı tefsiri münderiçtîr.
2- 1299'da Mısır'da tab' edilmiştir.
3- İbn-i Tevhîd'e dâir olup müteaddit defa tab' edilmiştir.
4- Şafiî fıkhına âit bir haşiyedir. 1314'de Bulak'da tab' edilmiştir.
5- Gazâlî'nin Bidâyetü'l-hidâye'sine matbu' bir şerhtir.
Me'haz: Mu'cemü'l-matbûâti'l-Arabiyye.[437]
Abdü'l-Fettah Halîfe, içinde bulunduğumuz on dördüncü asr-ı Hicrî'de Mısır'ın yetiştirmiş olduğu güzîde âlimlerden bîridir.[438]
Şeyh Abdü'l-Fettah, kudretli bir müfessirdir, değerli bir muharrir, bir hatîbdir. Müslümanların içtimaî ahvâlini derin bir nüfûz-ı nazarla tetkike muktedir, seciyyeli, gayretli, hayırhah bir fâzıldır. Yazılarında İslâm cem'iyyetini intibaha da'vet eden acı, ibret-bahş, müteessir bir ruhun nevhâtından ma'dut parçalar vardır. Tefsire dâir Mısır'da "El-İslâm" cerîdesiyle neşrettiği belîğ, vazıh yazıları ve sâir bir kısım dînî makaleleri bunu göstermektedir.
Bu zâtın tefsire dâir müteferrik surette neşrettiği yazıları hakîkaten pek kıymetlidir. Bunlardan başka matbu': ve tefsirleri de vardır.
Bu muhterem âlim, Mısır'da Maârif Nezâreti müfettişlerinden ve "Dârü'l-ulûm" müderrislerinden bulunmaktadır. Mısır'da unvanlı dînî bir müessesenin de vekilidir.
Me'haz : Cerîdetü'l-İslam.[439]
Üstaz İbrâhim el-Cibâlî, el-yevm Mısır ulemâsından muktedir bir zâttır.[440]
İbrâhim el-Cibâlî, mütefekkir, güzide bir fâzıldır. Mısır'da (Kibârül-ulemâ) hey'eti âzâsındandır. Tefsire dâir kıymetli, belîgaane yazıları vardır. Serlevhalı eseri (1355) senesinde "Mecelletü'l-Ezher" de müteferrik surette neşredilmiştir. Şeyh Muhammed Abduh'un eserleri tarzında belîgaane yazılmış olan bu Tefsîr-i Şerifde âyetlere dâir oldukça îzâhat verilmiş, Kur'ân-i Mübin'in hakaayıkı güzelce teşrih edilmiş, bir kısım ilmî, lûgavî tahliller vücûda getirilmiştir. Mübarek Kur'ân âyetleri arasındaki insicam ve münâsebet de gösterilmiştir. Bu fasîh, kudretli zâtın isminde matbu' bir eseri daha vardır.
Me'hazlar: Mecmûatü'l-İslâm, Mecelletü'l-Ezher.[441]
[1] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/602.
[2] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/602-603.
[3] El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zunûn, El-A’lâm, Mevzûâtü'l-ulûm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/602-604.
[4] Keşfü'z-zunûn, Osmanlı müellifleri, Sicill-i Osmânî. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/604.
[5] Keşfü'z-zunûn, El-Alâm. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/604-605.
[6] Bakara: 2/142.
[7] Şakaayık-ı Nu'mâniye, El-Fevâidü'l-behiyye, Keşfü'z-zunûn, Mu'cemü'l-matbûat, Osmanlı müellifleri. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/605-606.
[8] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/606.
[9] Sûre: 5 (Mâide), âyet: 21
[10] Al-i İmran: 3/169
[11] En'âm: 6/160-165
[12] Keşfü’z-zunûn, Lûgat-ı târıhiyye ve coğrâfiyye, Kaamûsül-a’lâm, Tefsîr-i menâr mukaddimesi. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/606-608.
[13] : Tâcü't-tevârih, Keşfü'z-zunûn, Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/608.
[14] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/609.
[15] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/609.
[16] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/609-610.
[17] Şakaayık-ı Nu'mâniye, Keşfü'z-zunûn, Kâmil Paşa târihi, Osmanlı müellifleri.
[18] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/610-612.
[19] Keşfü'z-zunûn. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/612.
[20] El-A'lam, Mu’cemü'l-matbûât. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/612-613.
[21] Sure:3 (Al-i İmran)ayet:97
[22] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/613-614.
[23] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/614.
[24] Bakara: 2/40.
[25] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/614-615.
[26] El-Fevâidü'l-behiyye, Reşehât, Keşfü'z-zunûn, Lûgat-ı târihiyye ve coğrâfiye, Kaamûsü'l-a'lâm, Şakaayık-ı Nu'mâniye. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/615-617.
[27] Osmanlı müellifleri, Şakaayık-ı Nu'mâniye. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/617.
[28] Osmanlı müellifleri. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/617-618.
[29] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[30] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[31] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[32] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/618.
[33] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/619.
[34] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/619-620.
[35] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/621.
[36] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/621.
[37] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/621-622.
[38] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/622.
[39] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/622.
[40] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/622-623.
[41] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/623.
[42] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/623.
[43] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624.
[44] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624.
[45] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624.
[46] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/624-625.
[47] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/625.
[48] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/625-627.
[49] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630.
[50] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630.
[51] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630.
[52] Sûre: 2 (Bakare), âyet: 197.
[53] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/630-631.
[54] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/631.
[55] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/631-632.
[56] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/632.
[57] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/632-633.
[58] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[59] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[60] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[61] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/634.
[62] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/635.
[63] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/635.
[64] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/635-636.
[65] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/636-637.
[66] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/637.
[67] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/637-639.
[68] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/639.
[69] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/639.
[70] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/639.
[71] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[72] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[73] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[74] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640.
[75] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/640-641.
[76] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/641.
[77] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/641.
[78] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/641-642.
[79] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/642.
[80] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/642.
[81] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/642-643.
[82] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/643.
[83] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/643.
[84] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/643.
[85] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[86] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[87] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[88] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[89] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/644.
[90] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[91] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[92] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[93] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[94] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645.
[95] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/645-646.
[96] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646.
[97] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646.
[98] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646.
[99] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/646-647.
[100] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/647.
[101] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/647.
[102] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/648.
[103] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/648.
[104] Bîd âba demiş ti, feyzinden dâima 5erbet-i ziilâl içeriz. Âb dp bide dedi : Biz de senin saye-i devletinde hoş geçeriz.
[105] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/649.
[106] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/649-650.
[107] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650.
[108] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650.
[109] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650.
[110] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/650-651.
[111] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/652.
[112] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/652-653.
[113] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/653-654.
[114] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/654-657.
[115] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/657-658.
[116] Sûre : 9 (Tevbe), âyet : 43.
[117] Meali: Bütün faziletleri hâiz olan, hakikatleri aydınlatmayı deruhte etmiş bulunan bir zâta canım feda, -bir zâta ki, Cibrî-l Emin, tab'-ı nisanım te'yîd etmiş te o sayede esrardan nice belirsiz şeyleri aydınlatmış, ve Nebiyy-i Ekrem'in kadr u şerefini kemâl-i edeble müdâfaaya çalışmıştır. Artık-Peygamber-i zî-şân'a kıyamet günü korkudan emin bir halde mülâki olacaktır.
Ey Muhterem zât! Seninle bu nezih millet-i îslâmiyye tenevvür etli. Artık şüphe yok ki, sen, yedi seyyare yıldızı arasında sekizinci oldun.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/658-660.
[118] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/661-664.
[119] Meali: Yıldırım gürültüsü mü, yoksa Sûr-ı İsrâfil nefhası mı?. Ki, yeryüzü kıyamet sayhalariyle doldu, bundan bütün nâsa azim bir hâile isabet etti, bundan bütün halk, Tur'daki helak hâdisesini tattı.
[120] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/664-665.
[121] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/665.
[122] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/665.
[123] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/665.
[124] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[125] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[126] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[127] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/666.
[128] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/667.
[129] Sûre: 28 (Kasas), âyet
[130] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/667-668.
[131] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/668.
[132] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/668.
[133] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/668.
[134] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[135] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[136] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[137] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/669.
[138] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/670.
[139] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/670.
[140] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/670-671.
[141] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/672.
[142] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/672.
[143] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/672-673.
[144] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/673.
[145] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/673.
[146] Süre: 6 (En'am) ;ayet:59
[147] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/674-676.
[148] Meali: Yerin her tüyü tam bir kulak kesilmiş, benim susmam ise yüz çûş u hurûşa bedel bulunmuştur. Bahçeye serpilmiş olan şu güller, benim tarafımdan bahara bîr yadigârdır.
[149] Meali : Feyzî, Feyzî! diye yâd olunmakta utanmalıyım, çünkü senin feyzinden yalnız bir ad ile iktifa etmiş bulunuyorum.
Gerçi şeref i'tibâriyle Irak bağının lâlesi değilim, fakat Hint Sahrasında hindibadan —Bakletü'l-mübâreke denilen nebattan— da kıymetsiz değilim ya.
[150] Meali : Şiirden elde edilmesi mümkün olan bir zevki, ben Ebü'I-Ferec'in şiirinden tutup elde ettim.
[151] Meali : Biz Kuds âleminin tâiriyîz, nevayı tanımayız, melekût diyarının kuşuyuz, iyi anlamayız.
Biz varlık deliliyiz, bize nefiy yakışmaz, bizden «evet» öğren, biz «yok» demeği bilmeyiz.
Biz hakikatları keşifte kalbden ders öğrenenleriz, biz feylesofların yaptıkları delil tertibine âşinâ değiliz,
Biz cidal sahipleriyle Tevhid nüktesini konuşmayız, biz Hakk'ın birliğinde nasılı, niçini fehmetmeyiz.
[152] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/676-680.
[153] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/680.
[154] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/680.
[155] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[156] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[157] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[158] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[159] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/681.
[160] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/682.
[161] Sûre: 12 (Yûsuf), âyet : 2
[162] Sûre : 18 (Kehf). Ayet : 1
[163] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/682-684.
[164] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684.
[165] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684.
[166] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684.
[167] Meali: Hak Teâlâ âlimdir, sen hakîkaten göklerde takvimci de olacak olsan yine haddizatında ahkâmı bilemezsin. Gaybe muttali' olan ancak hakim olan Vâcibü'I-Vucudtur, eğer sen müneccim olacak olursan sözün yalandan ibaret olur.
[168] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/684-685.
[169] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/685.
[170] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/685.
[171] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/686.
[172] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/686-687.
[173] Meali; Ey rüzgâr! Dostların yurtlarına uğradığın zaman, o eşiklerin topraklarını benim nâmıma öp. Eğer onlar Behaî'den soracak olurlarsa de ki: O, size olan iştiyakından dolayı eridi de eridi...
[174] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/687-688.
[175] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/689.
[176] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/689.
[177] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/389.
[178] Sûre: 2 (Bakare), âyet : 1, 2.
[179] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/689-690.
[180] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/690.
[181] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/690-691.
[182] Yâni, her ne kadar ibâdet ve tâatta bulunsan da buna güvenerek Hakk'ın heybetinden emin olma, ve her ne kadar günahkâr olsan da Allâhu Teâlâ'nın kereminden me’ yus bulunma.
[183] Meali: Görmez bir kişi iken görür oldum, tâ ki Hak Teâlâ'nın tecellîsine Sînâ kesildim. Nice vakitler ye's ile lâl olmuştum, Allah'a hamdolsun ki şimdi söylemeye başladım. Gam ve gussa içinde inler bir halde kalmış idim, şimdi ise neşve ve meserret yolunda koşup durmaktayım.
Ma'şûku perdesiz bir halde görmek caiz bulunmakta, bana görün, tecellî et diye tekrar talebe koyuldum.
Allah'a hamdolsun ki bu maksûd gülünü bu Cihan bahçesinde kokular oluverdim. Ey Rusûhî! Çünkü maksad husule geldi, ben de gam eserini gönül levhasından yıkayıverip kurtuldum.
[184] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/691-692.
[185] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/692.
[186] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/692-693.
[187] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[188] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[189] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[190] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/693.
[191] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/694.
[192] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/694.
[193] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/694.
[194] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[195] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[196] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[197] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695.
[198] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/695-696.
[199] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696.
[200] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696.
[201] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696.
[202] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/696-697.
[203] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[204] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[205] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[206] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[207] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697.
[208] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/697-698.
[209] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698.
[210] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698.
[211] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698.
[212] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/698-699.
[213] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/699.
[214] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/699.
[215] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[216] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[217] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[218] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[219] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/700.
[220] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[221] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[222] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[223] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[224] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/701.
[225] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702.
[226] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702.
[227] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702.
[228] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/702-703.
[229] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[230] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[231] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[232] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/703.
[233] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/704.
[234] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/704-705.
[235] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/706.
[236] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/706-707.
[237] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707.
[238] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707.
[239] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707.
[240] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/707-708.
[241] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/708-709.
[242] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/709.
[243] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/709.
[244] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[245] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[246] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[247] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/710.
[248] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[249] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[250] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[251] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[252] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711.
[253] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/711-712.
[254] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/712.
[255] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/712-713.
[256] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/713-714.
[257] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/714.
[258] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/714-715.
[259] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[260] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[261] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[262] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715.
[263] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/715-716.
[264] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716.
[265] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716.
[266] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716.
[267] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/718.
[268] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/716-717.
[269] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717.
[270] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717.
[271] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717.
[272] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/717-718.
[273] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/718.
[274] Sure : 2 (Bakare). âyet : 23.
[275] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/718-719.
[276] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719.
[277] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719.
[278] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719.
[279] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/719-720.
[280] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/720.
[281] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/720-721.
[282] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/721.
[283] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/721-723.
[284] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/724.
[285] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/724.
[286] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/724-727.
[287] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/727.
[288] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/727.
[289] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[290] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[291] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[292] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[293] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[294] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/728.
[295] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/729.
[296] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/729.
[297] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[298] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[299] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[300] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[301] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/730.
[302] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[303] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[304] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[305] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/731.
[306] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/732.
[307] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/732.
[308] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/732.
[309] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/733.
[310] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/733.
[311] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/733-734.
[312] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734.
[313] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734.
[314] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734.
[315] Sûre: 16 (Nahl), âyet : 90
[316] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/734-735.
[317] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/735.
[318] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/735.
[319] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/735-736.
[320] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/736-738.
[321] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/738.
[322] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/738.
[323] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/738.
[324] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[325] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[326] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[327] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/739.
[328] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[329] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[330] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[331] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/740.
[332] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[333] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[334] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[335] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[336] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/741.
[337] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[338] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[339] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[340] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/742.
[341] Meali: Onun öldüğünü söyleyenler böyle bir şeye nasıl kaail olabilirler ki, onun Rûhu'l-maânîsi Kıyamete kadar bakidir.
[342] Meali: Cennetlerin hurileri: “Rûhu'I-maânî bahçeleri Mahmûd'un mezarıdir.” diye târih söyliyerek etrafını tavaf ettiler.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/743.
[343] Meali: Onun fazl u kemâline şehâdet eden birtakım alâmetler de gördüm ki, onların arasında Rûhu'l-maânî en büyük alâmettir. Artık bundan sonra hayâtını kaybetmekten korkma, çünkü' devamlı bir ruha mâlik olan her hangi bir zât onunla nihayete kadar yaşar durur.
[344] Yani: Eğer ziyaretine gelmiş olsaydın bütün halkı bir zatta, bütün zamanı bir saat içinde, bütün yeryüzünü bir yurtta mündemiç görürdün.
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/743-744.
[345] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/745.
[346] Yâni: Eğer sen, hilâli göremiyorsan bari onu gözleriyle gören bir kısım zevata teslimiyette bulun.
[347] Sûr : 2 (Bakare). âyet : 255; Sûre : 3 (Al-i îmran). ayet: 2
[348] Sûre : 2 (Bakare). ayet : 258
[349] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/745-747.
[350] Meali: “Ben suçluyum, ben muhtîyim, ben günahkârım, O setredicidir, O merhametlidir, O afivkâr'dır. Bu üç vasfı, üç vasıfla karşı karşıya getirmiş bulunuyorum, elbette O'nun evsâfı benim vasıflarıma galebe çalacaktır.”
[351] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/747-748.
[352] Yâni: Eğer süngülerden başka binilecek bir şey bulunmazsa, muzlar kimsenin buna binmekten, bunun üzerine atılmaktan başka çâresi bulunamaz.
[353] Meali: -Sadr-ı A'zam Reşid, memleketin cismine bir ruh gibidir. Müsteşarı Fuad'ın re'y ve tedbîri ise onu tezyin ediyor. Bu ikisinin hakkında “Bu sadra bu Fuad lâyıktır” diyen zât, bu sözünde doğrusu isabet etmiştir.'
[354] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/748-751.
[355] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/751.
[356] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/751.
[357] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[358] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[359] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[360] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[361] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/752.
[362] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[363] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[364] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[365] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/753.
[366] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/754.
[367] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/754.
[368] Sûre : 27 (Neml), âyet: 59
[369] Sûre :2 (Bakare), âyet : 186
[370] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/754.
[371] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755.
[372] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755.
[373] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755.
[374] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/755-756.
[375] Sûre; 7 (A'raf), âyet: 86, 103; Sûre : 27 (Neml), âyet: 14
[376] (Bak nıüfsidlerin akıbetleri nasıl oldu.) Evvelki ümmetlerin ki asırları evvelce geçmiştir, Peygamberlerinin emirlerine itaat etmeyince halleri helak ve hasara müncer oldu mu, yoksa olmadı mı?...
[377] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/756-757.
[378] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/757.
[379] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/757-758.
[380] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/758-759.
[381] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/759.
[382] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/759-760.
[383] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[384] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[385] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[386] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[387] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/760.
[388] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/761.
[389] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/761.
[390] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/761-762.
[391] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/762.
[392] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/762-763.
[393] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/763.
[394] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/764.
[395] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/764-765.
[396] Meâli: Ben, Muhammed Abduh şifâ buldu, veya öldü de üzerine kadınlar toplanarak matem yapıyorlar denilmesinden aldırmam, şu kadar var ki, iyiliğini arzu ettiğim Dîn-i Mübîn aleyhine birtakım nâ ehil amâim sahiplerinin icrââtta bulunmalarından korkmaktayım.
İnsanların birtakım emelleri vardır ki, bunlara kavuşmak ümidinde bulunurlar. ölünce bunlar da ölürler. Yapılması kasdedilen şeyler de göçer gider.
Artık yâ Rabbî! Eğer benim yakında ervah âlemine dönüp gitmemi takdir etmiş isen, mühür çözülmüş, ömrüm hitâma ermiş ise, İslâm üzerine feyiz ve bereketini indir, ona yolunu aydınlatacak aklı başında bir rehber nasîb et ki, gece pek muzlimdir.
[397] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/765-766.
[398] Sûre : 3 (Ali İmrân), ayet : 159
[399] Sûre: 4 (Nisa): Ayet : 3
[400] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/766-767.
[401] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/767-769.
[402] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/769-770.
[403] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771.
[404] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771.
[405] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771.
[406] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/771-772.
[407] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/772.
[408] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/772.
[409] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/773.
[410] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/773-774.
[411] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/774.
[412] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/774.
[413] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/775.
[414] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/775.
[415] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/775-776.
[416] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/777.
[417] Sure: 2 (Bakare). âyet : 134, 141
[418] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/777.
[419] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/777-778.
[420] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/778.
[421] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/779.
[422] Sûre :7 (A'raf), âyet : 187
[423] Sûre: 28 (Kasas), ayet : 83
[424] Sûre: 54 (Kamer), âyet : 1
[425] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/780-783.
[426] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/783.
[427] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/783.
[428] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/783-785.
[429] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/785.
[430] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/785-786.
[431] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/786-788.
[432] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/788-790.
[433] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/790-793.
[434] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/793.
[435] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/793-794.
[436] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/794.
[437] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/794-795.
[438] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/795.
[439] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/795.
[440] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/796.
[441] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 2/796.