aa. Cebrail'in Peygamberin Kalbine Vahyetmesi
ab. Meleğin İnsan Kılığında Vahiy Getirmesi
ac. Ses Aracılığıyla Alınan Vahiy
bb. İlham Yoluyla Yapılan Vahiy
Vahiy esasen iki varlık arasında vuku bulan bir olaydır. Kendisine iletilen yani peygamber açısından sübjektif bir tecrübe olmakla birlikte, insanlara iletildiği andan itibaren objektifleşen, umûmîleşen bir olgu halini almaktadır. Çünkü vahyî veriler hem insanların yaratılışlarındaki ortak payda ile uyum içerisindedir, hem de içerdiği ilkeler ve fikirler açısından bütün insanlar tarafından paylaşılabilir niteliktedir. Ama buna rağmen insanlık tarihi boyunca, vahyi inkâr eden ve onun hayata geçirmek istediği esaslara karşı çıkanlar da hep varolagelmiştir. Ancak bu, vahyin bütün insanlara karşı eşit mesafede olması özelliği ile çelişen bir durum olarak görülmemelidir. Çünkü insana inanıp inanmama hürriyeti verilmiştir ve o, bu hürriyetini istediği gibi kullanabilecek kapasite ve yetenektedir. Eğer insana böyle bir hürriyet verilmemiş olsaydı elbette o, küllî irâdenin dışına asla çıkamaz, dolayısıyla vahyi inkâr eden durumuna düşmezdi. Ancak irâde hürriyetine tesir eden bazı faktörler de söz konusudur. Kur'ân-ı Kerîm bunları "akl-ı selim/sağduyu" ve "hevâ/nefs-i arzular" olarak takdim eder. Buna göre insan akl-ı selimine tâbi olursa, ilâhî irâdenin istediği doğru yola, imâna ve kabule yönelecek, hevâsına uyarsa inkâra ve yanlışa sapacaktır. Bundan dolayıdır ki vahiy, hevâ ile hep bir hesaplaşma içerisinde olmuştur[1]. Çünkü insanlığın, hevâ ve hevesine uyduğu müddetçe doğru yolu bulması asla mümkün değildir. İşte vahiy insanlara, bütün bu olumsuzluklardan kurtulmanın yollarını göstermektedir. [2]
Vahiy, İslâm kültüründe genellikle Allah Taâlâ'nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj iletmesi şeklinde telakki edilmiştir. Halbuki bu, vahyin yalnız kurumsallaşmış kısmını ifade eder. Kur'ân-ı Kerim’e göre vahyin bu kurumsal/özel boyutu yanında, bir de genel boyutu vardır ki o da, Yüce Allah'ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını bildirmesidir. Vahyin sözü edilen bu genel boyutu, varlıklar açısından uyulması gereken bir fıtrat zorunluluğudur. Burada hürriyet ve irâde söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerim bu tür vahiyden söz ederken göklere[3], yeryüzüne[4], meleklere[5], balarısına[6], ayrıca Hz. Musa'nın annesine[7] ve Hz. İsa'nın Havarilerine[8] görev ve hareket tarzlarının bildirildiğini haber vermektedir[9].
Vahiy kavramının Kur'ân-ı Kerim'deki kullanılış biçimlerine bakıldığında söz konusu terimin, bir varlıktan diğer bir varlığa bir şeylerin iletilmesi anlamını ifade ettiği görülür[10]. Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim, şeytanların[11] ve insanların (Hz. Zekeriyyâ'nın)[12] vahyetmesinden de söz eder. Ancak vahyin bu türü, her ne kadar "vaha" fiilinin türevleriyle ifade ediliyorsa da o, ilâhî vahiy olarak telakki edilmemektedir. Çünkü bu tür vahiy olgusunun her iki ucunda da varlıklar bulunmaktadır. Yani vahyeden de vahye muhatap olan da mahluktur. Halbuki bizim burada üzerinde duracağımız konu, Hâlık'tan mahlûka gelen vahiy olgusudur. Bu kısa girişten sonra vahyin tanımına geçebiliriz.
"Vaha" fiilinin mastarı olan vahiy lafzı sözlükte, "gizli ve süratli bir şekilde bildirmek"[13], "ilham etmek"[14], "imâ ve işaret etmek"[15], "fısıldamak"[16], "emretmek"[17], "telkin etmek"[18], "yazmak" ve "vesvese vermek"[19] gibi manalara gelmektedir[20]. Kavram olarak da: "Yüce Allah'ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi"[21] şeklinde tanımlanabilir.
Tanımda da görüldüğü gibi vahyin genel şeklinde ikili, özel/ kurumsal şeklinde ise dörtlü bir münasebet söz konusudur. Zira genel vahiy tarzında vahyedenle vahye muhatap olanlar arasında vasıta olmadığı için, vahyin başlangıç noktasında Allah, bitiş noktasında ise varlıklar bulunmaktadır[22]. Diğerinde yani kurumsal vahiy tarzında da her ne kadar vahyin başlama noktasında Allah, bitiş noktasında peygamberler bulunmakta ve iki taraf arasındaki iletişimi de aracı melek gerçekleştirmekte ise de, son nokta peygamberler değildir. Çünkü vahiy, yalnız peygamberlerin şahsına yönelik olmayıp, bir anlamda onları da aracı kılarak insanları dünya ve âhirette mutlu kılma hedefine yöneliktir. Durum böyle olunca denilebilir ki vahyin özel şekli yani kurumsal vahiy, üç değil dört zât, (Allah-Melek-Peygamber-İnsan) arasında gerçekleşen bir iletişimden ibarettir[23].
Kur'ân'da geçen "inzal", "tenzil", "ilim", "hikmet", "şifâ" ve "nur" gibi kavramlar da yer yer vahiy anlamına gelmektedir.[24]
Vahiy kelimesinin menşei konusunda dil bilginleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bu kelimenin Arapça bazıları da Süryanice asıllı olduğunu iddia etmektedirler. Ancak çoğunluğun kanaati Arapça bir kökten geldiği istikametindedir[25].
Vahiy lafzı, Kur'ân genelinde türevleriyle birlikte seksen kadar âyette geçmektedir. Bunlardan yetmişten fazlası fiil halinde kullanımdır ve bunların çoğu Allah'a izafe edilmiştir. [26]
Vahyin mâhiyetini kavrayabilmek, onun içyüzünü yani ne olup ne olmadığını bilmekle mümkündür. Bu da genel anlamda, mutlak varlıktan sudur eden ezelî kelâmın vahye muhatap olan peygamberlere nasıl ulaştırıldığı gibi konuların anlaşılmasına bağlıdır. Vahyin, peygamberlere mahsus sübjektif bir tecrübe olduğu düşünülürse, onun mâhiyeti ile ilgili verilecek bilgilerin, nassa dayalı bilgiler olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur. İşte biz tamamen bu çerçevede hareket ederek vahyin mahiyeti yani nasıl gerçekleştiği konusunda kısaca bilgi vermek istiyoruz.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi her ne kadar vahiy Allah, aracı melek, peygamber ve insandan oluşan dört varlık münasebetli bir olgu olarak görünüyorsa da esasen o, tek yönlü bir iletişimden ibarettir. Bu da bir açıdan bakıldığında Allah ile vahiy meleğini, başka bir açıdan bakıldığında da, melek/Cebrâil ile peygamberi hatıra getirmektedir. Çünkü ilk etapta vahiy meleği Cebrail, vahyi Yüce Allah'tan almakta, sonra da onu peygamberlere ulaştırmaktadır[27]. Dolayısıyla her iki durumda da vahyin intikali, tek yönlü bir iletişim niteliğindedir. Bu noktada asıl üzerinde durulması gereken husus, vahyi getiren melekle onu alma durumunda olan peygamber arasında meydana gelen iletişimdir. İslâm bilginlerinin tesbitlerine göre söz konusu iletişimde iki ortak nokta vardır.
1. Aynı işaret veya anlaşma sisteminin kullanılması yani sözü edilen iletişimin gerçekleşebilmesi için onun, lisânı bir konuşma olması ve kullanılan dilin, her iki tarafın anlayabileceği ortak bir dil olması gerekmektedir[28]. Nitekim vahiy tarihine baktığımız zaman her peygambere kendi lisanıyla vahyedildiğini yani vahiy elçisinin Tevrat'ı İbranice, İncil'i Ârâmice ve Kur'ân'ı da Arapça lisanla indirdiğini görmekteyiz. Gerçi bütün vahiylerin Arapça olarak indirildiğini, sonra her peygamberin, onu kendi kavmi için terceme ettiğini söyleyenler olmuşsa da[29], bunun tutarlı olduğunu ileri sürmek pek mümkün görünmemektedir.
2. Vahiy esnasında konuşan ve dinleyen zâtın aynı kategoriye mensup, aynı düzeyde varlıklar olması lazımdır. Bu kısımdaki vahiyde de, melekle insanın iletişime geçmesi söz konusudur. O halde bu tür bir vahyin gerçekleşmesi için iki varlık arasında nasıl olağanüstü bir durum meydana gelmelidir? Hemen belirtelim ki, bu hususun bazı İslâm âlimleri tarafından çok iyi kavrandığı anlaşılmaktadır. Meselâ, Buhâri şarihlerinden el-Kirmânî (öl.786/1384)'nin konuyla ilgili enteresan bir yorumu vardır. Şöyleki: Vahiy, melekle insan arasında meydana gelen bir konuşmadır. İki taraf arasında bir çeşit eşitlik gerçekleşmedikçe yani konuşan ile dinleyen arasında bir ilişki olmadıkça, karşılıklı bir kelime alış-verişi, öğretim ve öğrenim mümkün değildir. Bu durumda melekle insan arasında böyle olağanüstü bir ilişki nasıl kurulabilir? Bunun iki yolu vardır. Ya dinleyen konuşanın galip etkisiyle derin bir kişisel değişikliğe uğrar ya da konuşan aşağı inip dinleyenin sıfatlarına bürünür. Resûlullah Muhammed (sav)'in vahiy alması her iki şekilde de vuku bulmuştur[30].
Bu konuda görüş beyan eden âlimlerden biri de ez-Zerkeşî (öl.794/1391)'dir. Ona göre de Hz. Peygamber (sav) hem kendisinin melekleşmesiyle hem de aracı meleğin insan suretine girmesiyle vahiy almıştır. Ancak bunlardan zor olanı birincisidir[31].
İbn Haldun (61.808/1405) da peygamberlerin meleklerle münasebet kurmalarını, ancak onların melekleşmeleriyle mümkün görmektedir. İbn Haldun'a göre bunun yolu da, peygamberlere manevî bir kuvvetin gelip kendilerini etkilemesi ve tabiatlarını değiştirmesiyle gerçekleşmektedir. Konuyla ilgili görüşü aynen şöyledir: "Vahyin nuru, ortaya çıktığı vakit peygamberler yanlarında bulunanlardan büsbütün kaybolarak maneviyata yönelmiş olurlar ve dışardan bakıldığında uyku ve bayılma gibi bir hal meydana gelip, görenler onları uyuyor yahut bayılmış sanırlar. Halbuki o durumda bu hallerden hiçbirisi söz konusu değildir. Hakikatte kendileri horuldama halinde iseler de, ruhları tanrısal cezbeden ötürü yüce olan ruhlar ve meleklerle ruhanî münasebet ve temaslarda bulunup, bunları müşahedeye dalmış oldukları için beşer anlayışının büsbütün dışında bir durumdadırlar. Bu cezbe anında peygamberler fısıldayarak söylenen sözleri işitir ve anlarlar"[32].
Bize göre bu yorumlar
isabetlidir. Çünkü bazı hadîsler Resûlullah (sav)'a bu tarz bir vahiy geldiği
zaman onun çektiği şiddetli ızdırapları, fiziki ağrıları, sarsılışları haber
vermektedir. Bu konuda nakledilen rivayetlerin birinde Hz. Âişe şöyle
demiştir:
"Ben onu en soğuk
bir günde kendisine vahiy gelirken gördüm, alnından ter damlaları akıyordu"[33].
Bir kısım hadîslerde de aracı meleğin vahiy getirdiği esnada Resûlullah (sav)'ın renginin sarardığı, bazen titrediği, bayılır gibi yere düştüğü, bazen de inlediği zikredilmiştir[34]. Kuşkusuz bu rivayetler de gösteriyor ki, Hz. Peygamber vahiy alma anında beşerî özelliklerinin ve irâdesinin dışına çıkarak tamamen ilâhî irâdenin yönetimine giriyor ve aracı meleğin getirdiği vahyi, manevî yönden onunla aynı seviyeye geldikten sonra alıyordu. Tabii ki bu durum yalnız vasıtalı vahiy için düşünülebilir. Çünkü bu vahiy tarzında peygamberlere vahyi getiren ve bunu onlara çeşitli şekillerde ileten bizatihi aracı melek Cebrail'in kendisidir. Vasıtasız vahiyde ise bu özellik yoktur. Zira o, isminden de anlaşılacağı gibi Hz. Peygamber'in kalbine bir şekilde ilkâ edilen vahiydir. Orada aracı olarak nitelendirilen vahiy meleği ile buluşma ve ondan herhangi bir tarzda vahiy alma durumu bahis konusu değildir.
Vahyin mahiyeti ile ilgili üzerinde durulması gereken diğer bir nokta da bu iletişimin çok gizli ve son derece süratli bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. Bildiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber (sav)'e, yalnız tek başına kaldığı zamanlarda değil, ashabıyla yahut zevceleriyle birlikte bulunduğu anlarda da vahiy geliyordu[35]. Yanında bulunanlar Resûlullah (sav)'da müşahede ettikleri bazı hallerden dolayı ona vahyin geldiğini anlıyorlar[36], fakat ne olup bittiğini farkedemiyorlardı. Çünkü onlar için vahiy meleğinin melek şekliyle ne görülmesi, ne de sesinin işitilmesi mümkün değildi[37]. Öyle anlaşılıyor ki vahyin, sözünü ettiğimiz bu "gizlilik" vasfı, vahiy tarihi boyunca hep devam ede gelmiştir.
Az önce de ifade ettiğimiz gibi vahyin mahiyeti itibariyle ele alınması gereken hususlardan biri de, onun, peygamberlere ulaştırılmasındaki "süratlilik" tir. Belki de üçüncü şahıslardan gizlenmesinin asıl sebebi budur. Çünkü peygamberler dışında hiçbir insan, o süratte bir konuşmayı takip edecek olağanüstü bir tabiatta yaratılmış değildir. Gerçekten de normal bir okuyuşla tilâveti, birkaç saat sürebilecek olan bir sûrenin, kısa bir zaman içerisinde Resûlullah Muhammed (sav)'e nakledildiğini düşünürsek, vahiy olayındaki intikalin ne kadar kısa bir sürede gerçekleştiğini kolayca anlayabiliriz. Nitekim İbn Haldun da vahyin çok süratli bir şekilde meydana geldiğini söylediği şu sözlerle dile getirmektedir: Peygamberlerin Cebrail'den vahiy telakki etmeleri bir anda, bir kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir müddet içinde meydana gelir. Çünkü onların kalpleri daima gayb âlemine yönelmiştir, dolayısıyla tanrısal bilgiler kalplerine çarçabuk aksetmektedir. Bu yüzdendir ki, söz konusu mesele, sür'at manasına gelen "vahy" sözüyle ifade edilmiştir. Bunun sebebi şudur, peygamberlerin bilgileri bizimki gibi çalışıp çabalayarak öğrenilmiş, dercedilmiş ve belirli vakitlerin geçmesiyle elde edilmiş bilgiler değildir. Bu bilgiler, onlara bir defada telkin edilmiştir[38].
Aynı konuya işaret eden er-Râğıb el-İsfahânî (öl.502/1108) de vahyi, bazen remz yoluyla gerçekleşen kelâm, bazen de terkipten soyutlanmış bir ses olarak tanımlamıştır[39]. Ancak hemen belirtelim ki, el-İsfahânî'nin "vahy" lafzına yüklediği bu anlam, Kur'ân vahyi için pek mümkün görünmemektedir. Çünkü böyle bir yorum, yapılan vahyin ya bazı semboller kullanılarak gerçekleşen bir konuşma, ya da sözsüz ve lafızsız bir sesden ibaret olduğunu ifade etmektedir. Halbuki Kur'ân,
"(Rasulüm) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma, şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et"[40] âyetleriyle açıkça bir okuma ve semâdan (işitme) söz etmektedir. Bu da vasıtalı vahye konu olan Kur'ân metninin tamamının, vahiy meleği Cebrail tarafından Resûlullah (sav)'a okunduğunu ifade eder. Fakat bu okuma, şekil itibariyle, beşerî okuma ölçülerinin ötesinde gerçekleşen bir okuma tarzı olmalıdır. Şurası muhakkak ki, eğer sözünü ettiğimiz vahiy, sessiz ve sözsüz olarak yapılan bir metnin intikalinden ibaret olsaydı, onun çok kısa bir sürede gerçekleşmiş olması, mahiyetini kavramamız noktasında problem teşkil etmezdi. Çünkü bugün insanoğlunun icad ettiği bilgisayarda bile bir cilt kitap metnini içine alan disketteki bilgileri başka bir diskete veya bir disketten bilgisayarın hafızasına yahut da bilgisayardan direkt olarak diskete çok kısa bir süre içerisinde nakletmek mümkündür. Ama Kur'ân vahyinde sadece metnin intikali değil, kıraat da söz konusudur. Böyle olunca Resûlullah (sav)'ın kalbine yerleştirilen vahyin, aynı zamanda aracı melek Cebrail tarafından çok hızlı bir tarzda okunmuş olmasını da hesaba katmalıyız. İşte asıl üzerinde durulması gereken nokta budur.
Kısacası, er-Râğıb el-İsfahânî'nin bazı sembollerle gerçekleşen bir konuşma olarak nitelendirdiği vahiy tarzını, Kur'ân için değil, belki sünnet için düşünebiliriz. Çünkü sünnet vahyinde bir takım yollarla sadece kalbe ilkâ söz konusudur. Halbuki Kur'ân vahyinin peygambere inzali, sadece bir intikalden ibaret değildir. Yani Kur'ân vahyi, Rasûlullah Muhammed (sav)'e terkip ve lafızdan uzak bir şekilde bildirilmemiştir. Onun inzalinde hem lafız, hem ses ve hem de her ikisinin birleşmesinden doğan bir kıraat söz konusudur[41] .
Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir. eş-Şûrâ 42/51. âyette bu yollar şöyle sıralanmıştır:
"Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya
perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini
vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah'ın beşer ile iletişim kurma yollarının ilki, "vahiy" sözcüğü ile ifade edilmiştir. Burada vahiy, Allah'ın doğrudan doğruya, çok süratli ve gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilkâ etmesi yani ilham anlamındadır[42]. Başka bir deyişle kelâmın sırf ruhanî olarak vasıtasız bir şekilde telakki edilmesidir. Bu tür bir vahiy hem peygamberler, hem de insanlardan bazıları için söz konusu edilmiştir. Nitekim daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Musa'nın validesi[43] ve Hz. İsa'nın Havarileri[44] bu tarz bir vahye muhatap olmuşlardır. Bu nitelikteki bir vahyin ayrıca hem gayb halinde, hem de bizzat müşahede edilerek vuku bulması mümkündür[45].
Âyette ifade edilen iletişimin ikinci çeşidine gelince bu da, sözlü bir konuşmadan ibarettir. Ancak bu konuşma şeklinde dinleyen konuşanı göremez[46], sadece kendisine yakın bir yerden hitap eden gizli bir varlığın mevcut olduğunu anlar[47]. Nitekim Hz. Musa'ya[48] ve Hz. Peygamber'e[49] bu tür bir iletişim imkânının verilmesinden söz edilmektedir. Bu çeşit bir iletişimin/vahyin özelliği, doğrudan doğruya kalbe ilkâ edilmiş olmasıdır. Bir başka ifade ile perde arkasından gerçekleşen konuşma Yüce Allah'ın, söz konusu iki peygamberin nefsine yerleştirmiş olduğu lafızlar vasıtasıyla meydana gelen kelâmdır[50].
Üçüncü nevi olarak zikredilen "elçi gönderme" meselesine gelince bu da, Allah'tan melek vasıtasıyla indirilmiş olan vahiydir. Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm âlimlerine göre bu da iki şekilde gerçekleşmiştir. Birinci şekli, vahiy elçisinin melekiyetten beşeriyete intikal etmesiyledir[51]. Sahih hadîslerde anlatıldığına göre vahiy meleği bazen insan suretinde gelerek Hz. Muhammed (sav)'in mübarek elini tutmuş[52], hanımlarının yanında, onlara görünmeden Resûlullah Muhammed (sav)'e vahiy getirmiş[53], bazen de Dıhye el-Kelbî suretinde gelerek Hz. Muhammed (sav) ile konuşmuştur[54].
Melek vasıtasıyla alınan vahyin İkincisi ise, Hz. Peygamber'in beşeriyetten melekiyete geçişiyle gerçekleşmiştir ki, en zor olanı da budur[55]. İşte biz şimdi burada Kur'ân vahyinin Hz. Peygamber'e nasıl intikal ettirildiği hususunu, az önce ele aldığımız eş-Şûrâ 42/51. âyeti çerçevesinde ve bu konudaki sahih hadîslerden hareketle tetkik etmeye çalışacağız. Bunu da, vahyin gelişindeki özellikleri dikkate alarak iki kısımda ele almak istiyoruz.[56]
Bu tarz bir vahiy, Allah'ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. Bu vahiy şekline, "el-vahyu'l-celî/açık vahiy" de denir[57]. Üç ayrı şekilde meydana gelmiştir. [58]
Kur'ân, vahiy meleğinin Hz. Peygamber'e bu şekilde iki defa vahiy getirdiğini haber vermektedir. Birincisi, Hira mağarasında gerçekleşmiştir ki, o esnada Allah Resûlu (sav) -ilk olması sebebiyle- gördüğü dehşetli manzara karşısında dayanamayıp bayılmıştı. "Andolsun ki o (peygamber), onu (Cebrail'i) apaçık ufukta görmüştür"[59] âyeti, bu vahiy şekline işaret etmektedir.
İkincisi de "şedîdu'l-kuvâ/çok üstün güçlere" sahip olarak tavsif edilen Allah elçisi meleğin, ufkun yüksek yerinde durduğu, sonra orada iki yay mesafesi, ya da daha az bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştığı ve ilâhî mesajı bu durumda aktardığı anlatılmaktadır[60]. Bu husus da Necm Sûresi'ndeki şu âyetlerle ifade edilmiştir: "Çünkü onu güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruldu. Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah kuluna vahyini bildirdi, (gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?"[61]
Hz. Peygamber'e en kolay gelen vahiy şekli budur. Resûlullah (sav) el-Hâris b. Hişâm'ın sorusu üzerine: "(...) Bazen de melek bana insan kılığına girerek gelir, benimle konuşur. Ben de onun söylediğini iyice bellerim"[62], buyurarak vahyin söz konusu tarzda geldiğine işaret etmiştir. Bu hadis de gösteriyor ki, Hz. Peygamber bu durumda hem konuşulan sözleri işitiyor, hem de konuşanı bizzat görüyordu. Nitekim İman, İslâm ve İhsan konusunu soru ve cevap yoluyla müslümanlara öğretmek üzere gelen Cibril bu husustaki vahyi, insan kılığına girerek getirmiş ve daha sonra bu vahiy muhtevası, "Cibril hadîsi" diye meşhur olmuştur[63].
Cibril'in, sözünü ettiğimiz tarzda vahiy getirdiği zaman bazen "Dıhye el-Kelbî"[64] bazen de tanınmayan bir a'râbî suretinde geldiği nakledilmektedir[65]. Aracı melek Cebrail'in, Dıhye el-Kelbî'nin suretine girerek vahiy getirmesini bazı İslâm âlimleri, onun yüz ve fizik güzelliği ile açıklamaya çalışmışlardır[66].
Bu tür vahiy de Allah
Resulü (sav)'ne bazen uyanık halde bazen de uyurken veriliyordu. Resûlullah
Muhammed (sav)'in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği vahiy tarzı, uyanıkken
"çıngırak" yahut "zil" sesine benzer bir sesle aldığı
vahiydir. Hz. Âişe (ra)'nin naklettiği bir hadîste Allah Resulü (sav) şöyle
buyurur:
"Vahiy bazen bana zil çalar (yahut çıngırak sesi) gibi bir sesle gelir. Bu benim için vahyin en ağır olanıdır. O (hal) beni terkedince onun (Cebrail'in) ne dediğini bellemiş olurum"[67]
Öyle anlaşılıyor ki Hz. Muhammed (sav) bu sesi duyar duymaz meleğin vahiy getirdiğini anlıyordu ve işte tam o esnada kendisinde manevî bir değişim başlıyordu. Yani kısa bir süre de olsa beşeri özelliklerden soyutlanıp melekiyet âlemine yükseltiliyordu. Bu tarz bir vahyi alırken Resûlullah (sav)'ın geçirmiş olduğu şiddetli ızdırapların, fiziki ağrıların ve sarsılışların sebebi de bu olsa gerekti[68].
Kaynaklar, Hz.
Peygamber (sav)'in bazen de uyku halindeki bir sesle ilâhî vahye mazhar
olduğunu belirtmektedirler. Bu şekilde bir vahiy geldiği zaman Hz.
Peygamber'in yanında bulunanlar, onun mübarek yüzünde arı uğultusuna benzer bir
ses[69]
duyarlar, fakat ne olup bittiğini farkedemezlerdi. Ancak Allah Resulü (sav) o
sesin ardından vahiy alırdı[70]. Bir
kısım âlimler, Enes (ra)'ten gelen bir rivayete dayanarak Kevser Sûresi'nin bu
şekilde nazil olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bahis konusu rivayetinde Enes şöyle
demiştir:
"Biz Resûlullah
(sav)'ın yanında iken kendisini bir iğfâe (hafif uyuklama) aldı, sonra gülerek
başını kaldırdı.
"Seni güldüren
nedir? Ey Allah'ın elçisi" dedik. O da:
"(Şu anda) bana bir sûre indi" dedi ve Kevser Sûresi'ni sonuna kadar okudu"[71].
Görüldüğü gibi söz konusu hadisde Kevser Sûresi'nin Hz. Peygamber'e "iğfâe" halinde indirildiği belirtilmiştir. Bu ifade, rivayetin değerlendirilmesi bakımından önemlidir. Çünkü "iğfâe" uyku değil, hafif uyuklama hali demektir. Dolayısıyla bu da, Kur'ân vahyinin Hz. Peygamber'e hep uyanık halde iken inzal edildi şeklindeki iddiayı[72] ortaya atanlar için herhangi bir problem ortaya çıkarmamış olur. [73]
Vahyin geliş şekilleriyle ilgili rivayetler bize, bazen de Resûlullah (sav)'ın vasıtasız bir tarzda vahiy aldığını haber vermektedir.[74] Bu tarz vahiyleri şöyle sıralamak mümkündür: [75]
Hz. Âişe (ra)'den rivayet edilen: "Resûlullah (sav)'m ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır. O, hiçbir rüya görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi çıkmasın"[76] tarzındaki söz, vahyin ilk defa sâdık rüyalarla başladığını ortaya koymaktadır[77].
Rüya esnasında diğer peygamberlere de vahyin geldiğine ve bu tür vahye uymanın zaruretine bir delil olmak üzere Hz. İbrahim'in Kur'ân'da zikredilen şu kıssası Örnek olarak gösterilebilir[78]. "(İbrahim) ben dedi, Rabbimin emrettiği yere gidiyorum. O, bana yol gösterecektir. Ey Rabbim bana sâlİhlerden (bir oğul) ihsan et, (diye dua etti) Biz de ona çok uysal bir oğul müjdesini verdik. Artık o (oğul) (İbrahim'in) yanında koşma çağına erişince (babası): Yavrucuğum1, ben seni rüyamda boğazlarken görüyorum, bak artık ne düşünüyorsun? Dedi. (Çocuk) Babacığım, sana emredilen ne İse onu yap, ihşallah beni sabredenlerden bulacaksın dedi. Vaktaki bu suretle ikisi de (Allah'ın emrine) teslim oldular, (İbrahim) onu alnı üzere yatırdı"[79].
Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, yukarıda zikredilen Hz. Âişe hadîsi, Kur'ân'a dair ilk vahiy metni olarak Alak Sûresi'nin ilk beş âyetinin inzal edildiğini ifade eden[80] haberle çelişmektedir. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için sözü edilen iki rivayeti alan itibariyle farklı konumlarda değerlendirmek icap etmektedir. Şöyle ki: Hz. Âişe hadisinde zikredilen ilk vahiy tarzını, bazı İslâm bilginlerinin ileri sürdüğü gibi Resûlullah (sav) için vahye hazırlık döneminin bir özelliği olarak düşünmek lazımdır. Buna göre denilebilir ki, henüz kendisine nübüvvet verilmeden önce bir takım hâdiseler Hz. Peygam-ber'e sâdık rüyalar vasıtasıyla gösteriliyor, sonra da onlar rüyada gösterildiği şekilde tecelli ediyordu. Tam altı ay sürdüğü iddia edilen bu dönemin ardından da Peygamber'e Ramazan ayında uyanık bir halde iken Kur'ân vahyedilmeye başlamıştı[81]. Yani vahyin bu şekliyle hiçbir Kur'ân metni indirilmiş değildi[82]. İşte böyle bir yaklaşım tarzı, ilk vahiy metni olarak, Alak Sûresi'nin ilk beş âyetinin inzal edildiğini ifade eden[83] rivayetle, ilk vahyin sâdık rüyalarla başladığını gösteren hadis arasındaki muhtemel çelişkiyi ortadan kaldırmış olmaktadır. Aksi halde söz konusu hadisle Hz. Peygamber'e Hira mağarasında uyanık bir halde iken ilk inzal edilen metnin, Alak Sûresi'nin ilk beş âyeti olduğunu gösteren rivayet arasındaki çelişkiyi çözmek mümkün olmaz. [84]
Bu, herhangi bir vasıta olmadan vahyin, Hz. Peygamber'in kalbine ilham edilmesiyle meydana gelmektedir.[85] Ancak vahiy meleğinin Yüce Allah'tan aldığı vahyi, uyanık bulunduğu bir esnada Resûlullah (sav)'ın kalbine üflemesi sonucu meydana geldiğini iddia edenler de vardır[86]. "Şüphesiz ki Rûhu'l-kuds (Cebrail) kalbime üfledi"[87] hadîsi de bu görüşü benimseyenlere göre söz konusu vahiy tarzını destekler mahiyettedir.
Âlimlerin bir kısmı da ilhamı, peygamber (sav)'in kalbine bir nurun tecelli etmesi ve bu sayede kendisine vahyedilen hükmün açık bir şekilde anlaşılması tarzında yorumlamışlardır. Söz konusu bilginlere göre de, "İnsanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye Kitâb'ı sana hak olarak indirdik ..."[88] âyeti, vahyin bu kısmına delâlet etmektedir. Bu yolla vahye mazhar olmak sadece peygamberlere mahsustur. Allah'ın veli kullarının mazhar olduğu ilhamlar, mahiyet itibariyle farklı olduğu için bu kısımdan sayılmaz. Bu sebepledir ki, kulların ilham yoluyla ulaştıkları bilgiler kendilerinden başkasını bağlayıcı değildir[89].
Bu vahiy şekli de daha önce belirttiğimiz gibi Peygamber'in kendisine hitap eden O Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği sözlü bir iletişimden ibarettir ki bu da, sadece Hz. Musa ve Hz. Muhammed'e mahsus bir konuşma tarzıdır[90]. Ancak bu konuşma, insanlar arasındaki duyu ve düşünce sınırları içerisinde gerçekleşen bir konuşma olarak algılanmamalıdır. Zira Allah Taâlâ'nın tecellisine mazhar olan dağ, O'nun heybeti karşısında param parça olurken[91] , huzuruna çıkan insanda beşerî Özelliklerden bir eser kalır mı? Bu yüzden söz konusu vahyi, zikredilen iki peygamberin beşerî vasıflardan tamamen soyutlanarak Yüce Allah ile kendi maddî varlıklarının ötesinde ruhanî bir tarzda konuşmaları şeklinde algılamak gerekmektedir[92].
Sonuç olarak şunu ifade edelim ki Resûlullah (sav), farklı şekillerde vahiy almıştır. Burada sıralamaya çalıştığımız söz konusu şekillerden birisi, Kur'ân, diğerleri de sünnet vahyine ait yollardır. Kur'ân vahyinin geliş yolu, kaynakların da belirttikleri gibi Hz. Peygamber'in, Allah tarafından kendisine bahşedilen olağanüstü bir kabiliyet sayesinde melekî bir boyuta yükseltilerek vahiy aldığı bir yoldur. Bu yolun, vahiy şekilleri içerisinde en zor bir yol olduğu da, bizzat Hz. peygamber tarafından belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, Allah Resulü (sav) Kur'ân vahyine mazhar olduğu esnada bir takım sıkıntılara ve oldukça şiddetli sarsıntılara maruz kalmıştır. [93]
[1] Bkz., el-Bakara 2/120, 145; el-Mâide 5/48; er-Ra'd
13/37.
[2] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 49-50.
[3] Fussilet 41/12.
[4] ez-Zilzâl 99/4-5.
[5] el-Enfal 8/11.
[6] en-Nahl 16/68-69.
[7] Tâhâ 20/38-39
[8] el-Mâide 5/111.
[9] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'ın Temel Kavramları,
İstanbul 1991, s. 605-606.
[10] İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, XV, 381; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'l-muhît,
Beyrut 1407/1987, s. 1729.
[11] el-En'âm 6/112,121
[12] Meryem 19/11.
[13] er-Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 515; İbn Manzûr,
Lisânu'l-arab,XV, 381; et- Tehânevî, Keşşaf, II, 1523.
[14] Bkz. el-Mâide 5/111; en-Nahl 16/168.
[15] Meryem 19/11.
[16] el-En'âm 6/112.
[17] Fussilet 41/12; ez-Zilzâl 99/4-5
[18] el-En'âm 6/121.
[19] el-En'âm 6/112,121.
[20] Söz konusu manalar için bkz. İbn Manzûr,
Lisânu'l-arab, XV, 379 vd; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs.s. 1729; ayrıca bkz.
er-Râğıb el-Isfahânî, el-Müfreâât, s. 515; et-Tehânevî, Keşşaf, II, 1523; Subhî
es-Sâlih, Mehâhis, s. 23-24.
[21] Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İstanbul 1996, s. 27.
[22] İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan (trc.
Süleyman Ateş), Ankara ts., s. 156.
[23] İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 168.
[24] Bkz. Wensinck, A. J., "Vahiy", İA., XIII,
143.
[25] Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihi, Ankara 1991, s. 107.
[26] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 50-52.
[27] el-Bakara 2/97.
[28] Bkz, İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s.
156.
[29] es-Suyûtî, bu görüşün İbn Ebî Hatim tarafından
Süfyânu's-Sevrî'ye isnad edildiğini bildirmektedir. (Bkz. el-İtkân, I, 60).
Ayrıca Mukitil de: "Gök ehlinin Arapça konuştuklarını söylemiştir. "
(Bkz. el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmı'l-Kur'ân, Beyrut 3 1405/1985, XVI, 61).
[30] el-Kirmânî, Sâhîhu'l-Buhârî bi Şerhi'l-Kirmânî, Beyrut
1401/1981,1,28.
[31] ez-Zerkeşî, el-Burhân, I, 229.
[32] İbn Haldun, Mukaddime, (trc. Zakir Kadiri Ugan),
İstanbul 1986, I, 217; Ayrıca bkz. Elmalılı, Hak Dini, VI, 4259.
[33] Bkz. el-Buhârî, Bed'u'1-Vahy, 2; eş-Şehâdât, 15; Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, VI, 197.
[34] Söz konusu hadisler için bkz. el-Buhârî,
Fedâilu'l-Kur'ân, 2; Müslim, Fedâil, 88; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 34,
464; VI, 163.
[35] Bkz. el-Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1; Ahmed b. Hanbel,
el-Müsned, VI, 150.
[36] Sahâbilerin Hz. Peygamber'de vahiy esnasında müşahede
ettikleri haller için bkz. el-Buhârî, eş-Şehâdât, 15; el-Hacc, 17; el-Umre, 10;
et-Tefsir, 75/2; Müslim, es-Salât, 53; Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, I, 238 V,
190-191; VI, 103,150.
[37] Bilindiği gibi vahiy meleği ancak Dihye el-Kelbî
suretinde geldiği zaman ashab tarafından görülebiliyordu. İlgili rivayetler
için bkz. el-Buhârî, Fedâilu'I-Kur'ân, 1.
[38] İbn Haldun, Mukaddime (trc. Zakir Kadiri Ugan),
İstanbul 1986, I, 239.
[39] er-Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 515.
[40] Bkz. el-Kıyâmet 75/16-18.
[41] Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İstanbul 1996, s. 40.
Doç. Dr. Muhsin
Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları: 52-57.
[42] en-Nesefî, Medâriku't-tenzîl, İstanbul ts., IV, 111;
Elmahh, Hak Dini, VI, 4255.
[43] Tâhâ 20/38-39; el-Kasas 28/7.
[44] el-Mâide 5/111.
[45] Elmalılı, Hak Dini.Vl, 4255.
[46] en-Nesefî, Medâriku't-tenzîl, IV, 112; Elmahh, Hak
Dini, VI, 4255.
[47] İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s, 166.
[48] en-Nesefî, Medâriku't-lenzîl, IV, 112; Elmalıh, Hak
Dini, VI, 4255.
[49] Elmalıh, Hak dini, VI, 4255; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis
ft ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1986, s. 38.
[50] Kur'ân bu nevi kelâmı Hz, Musa'ya tahsis etmiştir.
Bkz. en-Nİsâ 4/163.
[51] ez-Zerkeşî, el-Burhân, I, 229; et-Tehânevî, Keşşaf,
II, 1161-1162.
[52] Bkz. EbÛ Dâvûd, es-Sünne, 9.
[53] Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, VI, 150.
[54] el-Buhârî, Fedâîlu'l-Kur'ân, 1.
[55] ez-Zerkeşî, el-Burhân, I, 229.
[56] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 57-59.
[57] Ebû Şuhbe, el-Medhal li dirâsâti'l-Kur'âni'l-Kerîm,
Mısır ts., s. 86.
[58] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 59.
[59] et-Tekvîr 81/23.
[60] Dahlân, Ahmed Zeynî, es-Sîretu'n-Nebeviyye, yy., ts.,
I, 167; Ebû Şuhbe, el-Medhal, s. 86.
[61] en-Necm 53/5-12. Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü
ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 59-60.
[62] el-Buhârî, Bed'u'l-vahy 2; Müslim, el-Fedâil, 23.
[63] Hadis için bkz. Müslim, el-İmân, 1.
[64] el-Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1; İbn Hişâm, es-Sîre,
III, 141; Ebû Şuhbe, el-Medhal, s. 61.
[65] Ebû Şuhbe, d-Medhal s. 61.
[66] Dahlân, es-Sîre, I, 165. Doç. Dr. Muhsin Demirci,
Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları: 60.
[67] el-Buhârî, Bed'u'1-vahy, 2; Müslim, el-Fedâil, 23;
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned,Vl, 158.
[68] Ebu Şuhbe, el-Medhal, s. 60; Ateş, Süleyman, Yüce
Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1988,II,413
[69] el-Buhârî, et-Tefsir, 33/1.
[70] el-Ak, Hâlid Abdurrahmân, Târihıı tevsiki
nassi'l-Kıır'âni'l-Kerim, Dımeşk 1399/1979, s. 21.
[71] Müslim, es-Salât, 53, 54; Ebû Dâvûd, es-Sünnet, 23;
en-Nesâî, el-İftitah, 21; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 102.
[72] Ebû Şuhbe, e!~Medhal, s. 61; Çetin, Abdurrahmân,
Kur'ân İlimleri, s. 46.
[73] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 60-61.
[74] el-Buhârî, Bed'u'l-vahy, 2; el-Vudû, 5; İbn Mâce,
et-Ticârât, 2; el-Beyhakî, es-Sunenu'l-kübrâ, Beyrut ts., VII, 76; es-Suyûtî,
Miftâhu'I-cenne, yy. ts., s. 30.
[75] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 62.
[76] el-Buhârî, Bed'u'I-vahy, 1.
[77] Hz. Peygamber'in rüyalarının vahiy sayıldığı konusunda
bkz. eş-Şâfii, er-Risâle, (trc. Muhammed Seyyid Geylânî), Kahire 1969, s. 154;
Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 720. Ezanın belirlenmesi hakkında Abdullah b.
Zeyd el-Ensârî'nin görmüş olduğu rüya dahi, Resûlullah (sav)'m şehâdetiyle
vahyin kapsamına alınmıştır. (Bkz. ed-Dihlevî, Huccetullahi'l-bâliğa, I, 681).
[78] Bkz. Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 37.
[79] es-Sâffât 37/99-103,
[80] el-Buhârî, Bed'ul-vahy, 3. Ebû Şuhbe, el-Medhal, s.
61; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 37
[81] Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 103.
[82] Ebû Şuhbe, el-Medhal, s. 61; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis,
s. 37.
[83] el-Buhârî, Bed'ul-vahy,,3. Ebû Şuhbe, el-Medhal, s.
61; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 37.
[84] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 62-63.
[85] Ebû Şuhbe, el-Medhal s. 85.
[86] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 48.
[87] İbn Mâce, et-Ticârât, 2; el-Beyhakî, es-Sünen, VII,
76; er-Râğıb el-îsfahânî, el- Müfredât, s. 515; es-Suyûtî, el-îtkân, I, 59.
[88] en-Nisâ 4/105.
[89] es-Serahsî, ilhamı "bâtını vahy" diye
nitelendirir. Aslında o, bunu açıkça ifade etmez. Fakat açıklaması ve
kullandığı delil bakımından "batini vahy" ile ilhamı kastettiği
anlaşılır. Bkz. Usûlü's-Serahsî, (thk. Ebu'1-Vefâ el-Efgânî), istanbul 1984,
II, 90-91.
Doç. Dr. Muhsin
Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları: 63-64.
[90] Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 38.
[91] Bkz. el-A'râf 7/143.
[92] Miraç hakkında geniş bilgi için bkz. Ateş, Süleyman,
Çağdaş Tefsir, V, 188-196.
[93] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 64-65.