Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamberleri Yalanlamanın Dünyadaki Cezası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ahirette Küfrün Cezası Ve Ameller Dolayısıyla İnceden
İnceye Hesaba Çekilme
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Kulları Üzerindeki Nimetlerinin Çokluğu
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Adem'e Secde Emri İle İnsanlığın Taltif Edilmesi,
Şeytanın Aldatması Ve Cennetten Kovulması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Adem'in Cennetteki Kıssası Ve Oradan Çıkartılması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Süsün, Hoş Ve Temiz Olan Yiyecek Ve İçeceklerin Mübahlığı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İnsanlara Yasak Olan Esas Haramlar
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Her Bir Ümmetin Ve Kişinin Eceli
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yalanlamanın Akıbeti Ve Kafirlerin Cehenneme Giriş Tablosu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Takva Sahibi Müminlerin Mükafatı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Cennetlikler, Cehennemlikler Ve Araftakiler Arasındaki
Konuşma
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Araftakiler İle Cehennemlikler Arasındaki Tartışma
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kur'an-ı Kerimi Yalanlayanların Kıyamette Pişmanlıklarını
Açığa Vurmaları Ve Şefaat İstemeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yaratan Ve Emreden Allah, Hem Rab Hem İlâhtır
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Duanın Meşruluğu, Adabı Ve Yeryüzünde Fesat Çıkarmanın
Haram Kılınması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Şuayb (A.S.)'ın Kavmiyle Konuşmasının Devamı, Halkın
Zelzele Île Cezalandırılması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın, Milletleri Helak Etmeden Önce Darlığa Sokması,
Bolluğa Çıkarması Konusundaki Kanunu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hayrın Artması İçin İmana Teşvik, Erken Gelen Azapla
Küfürden Korkutma
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Helak Edilen Ülke Halkının Kıssalarından İbret Almak
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Musa (As.)'ın Firavun Ve Avanesiyle Olan Kıssası
Musa (a.s.) Kıssasından Alınacak İbretler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Sihirbazların Alemlerin Rabbine İnanması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Firavunun Sihirbazları Tehdidi, Onların Allah'a İmanda
Israrları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Firavun Ve Adamlarının Musata Ve Kavmine Zulme Yönelmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Firavun Ailesinin Çeşitli Dünya Azaplarına Uğraması. Dokuz
Mucize
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İsrailogulları'nın, Firavunlardan Sonra Mısır'a,
Amalikadan Sonra Şam'a Vâris Oluşları
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Israılogulları'nın Allah'ın Kendilerine Olan Nimetlerini
İnkâr Etmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Musa'nın Rabbiyle Konuşması, O'nu Görmek İstemesi Ve
Kendisine Tevrat'ın İndirilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Mütekebbirlerin Büyük İlahi Delilleri Anlamaktan
Alıkonulmaları: Kibirlenmenin Ve Küfrün Cezası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Musa (A.S.)'In Harun (A.S.)'a Kızması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Zalimlerin Cezası, Tevbe Edenlerin Bağışlanması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Buzağıyı İlah Edinme Olayının Sonu
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Musa (A.S.)'In Rabbi İle Konuşması, Onu Görme Ve
Münacatta Bulunmak İçin Yetmiş Kişi Seçmesi
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Musa (A.S.)'Nın Kavminden Hakka Tabi Olanlar, Allah'ın Tih
Çölünde İsrailoğulları'na Nimetleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İsrailoğulları'nın Beyt-i Makdis'e Yerleşmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bel'am Bin Bâûra Gibi Sapık Yalancıların Kıssası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hidayete Erenler Ve İslâm Davetini Yalanlayanlar
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kıyametin İlmi Allah Katındadır
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bütün İşler Allah'ın Elindedir. Gaybı Bilmek Allah'a
Aittir. Peygamberliğin Hakikati
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İlk Yaratılışı Hatırlatma, Tevhidi Ve Kur'an'a Uymayı
Emir, Şirkten Nehiy
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kendilerine Tapılan Putların Hakikati
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Toplumsal Ahlakın Esasları, Şeytana Karşı Koyma
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamber (S.A.V.)'in İlahî Vahye Uyması, Kur'an'ın
Özellikleri
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kur'an'ı Dinlemek Ve Zikir Yolu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1-
Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2- (Bu) kendisiyle (insanları) uyarman ve iman
edenlere öğüt vermen için sana indirilmiş bir Kitap'tır. Ondan dolayı
göğsünde bir sıkıntı olmasın.
3- Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka
velilere uymayın; ne de az ogüt dinliyorsunuz.
Yüce
Allah Mekke'de indirilmiş bulunan bu sureyi de yine Mekke'de, peygamberliği ve
vahyi ispat etmek için indirilmiş diğer sureler gibi mukatta' harfler diye
bilinen bir takım harflerle başlatmaktadır.
Bu
Kur"an-ı Kerim, şanı yüce bir kitaptır. Ey Muhammedi Hidayet ve hayır
kasdıyla Rabbinden sana indirilmiştir. Bunun inzal ile nitelendirilmesinde hem
bu Kitab'ın, hem de bu Kitab'ın üzerine indirildiği o yüce zatın kadrinin
yüceliğine delâlet vardır. O halde bu Kitap ile uyarmaktan, insanlara onu
tebliğ etmekten, iman ehlini kendilerine faydalı olacak ve onlarda olumlu etki
bırakacak şekilde hatırlatmalarından dolayı kalbinde bir darlık, bir sıkıntı
olmasın. Bilindiği gibi her peygamber ve her bir ıslahatçı bir takım eziyetler,
davetine karşı direnişler, mesajından yüz çevirmeler ve engellerle karşı
karşıya kalır. Bu durumlarda davetçiye düşen sabretmek, direnmek ve yoluna
devam etmektir: "Artık sen de azim sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi
sabret." (Ahkâf, 46/35)
Bundan
dolayı bu yasaklamadan kasıt, buna karşılık Allah'ın vaad etmiş olduğu hayır
ve fazileti Allah katında bekleyerek kararlılık göstermek, zorluklara karşı
direnmekte ve sıkıntılara katlanmakta olanca gayretini ortaya koymaktır.
Bu
Kitabın oldukça büyük ve önemli fonksiyonları olduğundan dolayı, şanı yüce
Allah bütün insanlara şu buyruğu ile hitap etmektedir: Ey insanlar! Sizlere
her şeyin Rabbi, mutlak maliki, yaratıcısı, müdebbiri, koruyup gözetleyicisi
olan Rabbinizden indirilene tabi olunuz. Teşrîde (yasa koymada) ibadetleri emretmekte,
helâl ve haram kılmakta hak sahibi yalnızca O'dur. Çünkü neyin maslahat
olduğunu en iyi yalnızca O bilir. Sizin için neyin zararlı olduğundan O
haberdardır. Bu bakımdan O, hayır ve doğruluktan başkasını teşrî etmez.
Size
zararlı, tehlikeli, sapıklık, fesat, şer ve kötülükleri vesvese ile fısıldayan
herhangi bir zarar ya da faydası söz konusu olmayan bir takım taşlardan ibaret
olan putların, Allah nezdinde etkili ortaklar olduğu vehmini veren şeytanlar
gibi, Allah'ın dışında velilere tabi olmayınız. Yani rasulün size getirdiğinin
dışına çıkarak başka şeyleri izlemeyiniz. O takdirde sizler hakkı bırakıp
sapmış, sapıklığa yönelmiş olursunuz; Allah'ın hükmünü terk etmiş, şeytanın ve
nevalarının hükmüne uymuş olursunuz. Fakat sizler çok az öğüt alıyor ve
Rabbinize karşı görevlerinizi unutuyorsunuz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna
benzemektedir: "Sen bu konuda hırs göstersen dahi insanların çoğunluğu iman
etmez." (Yusuf, 12/103). [1]
4-
Nice yurtlar vardır ki, biz onları helak etmişizdir. Geceleyin uyurken veya
öğleyin dinlenirken baskınımız gelip çattı onlara.
5-
Kendilerine baskınımız geldiği zaman çağırışları, "Gerçekten biz zalinılerdık"
demekten başka bir şey olmadı.
Yüce
Allah nice yurtlan, ve ahalisini peygamberlere muhalefet edip onları
yalanladıkları için helak etmiştir. Bu sebepten azap veya helak kimi zaman onlara
Lût kavminde olduğu gibi geceleyin, kimi zaman da Şuayb kavminde olduğu gibi
gündüz gelmiştir. Azap onlara ansızın veya kaylûle diye bilinen günün
ortasındaki dinlenme vakti de gelip çatmıştır. Her iki vakit de gaflet ve
oyalanma zamanlarıdır. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:
"O kasaba halkı azabımızın kendilerine geceleyin uyurlarken ansızın
gelmesinden emin mi oldular, yahut o kasaba halkı azabımızın kendileri
oynarlarken kuşluk vakti geleceğinden yana emin mi oldular?" (A'râf,
7/97-98)
"Kötü
tuzaklar yapanlar Allah'ın kendilerini yerin dibine geçirmesinden yahut azabın
kendilerine fark etmeyecekleri bir yerden gelmesinden yahut onlar dönüp
dolaşırlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular? Onlar
âciz bırakabilecekler değildir. Yahut onlar kendilerini yavaş yavaş cezalandıracağı
korkusundan emin mi oldular! Şüphesiz Rabbiniz gerçekten çok esirgeyicidir, çok
merhamet sahibidir." (Nahl, 16/45-47)
Azabın
geldiği esnada onların söyledikleri söz, günahlarını itiraf etmekten ve bunu
hak ettiklerini kabul etmekten başka bir şey olmadı. Yani onlar helak edildikleri
vakit ancak kendilerinin zalim kimseler olduklarını ikrar ettiler.
İbni
Cerîr der ki: Bu ayet-i kerimede Resulullah (s.a.)'ın, şu hadisindeki "Hiç
bir kavim artık ileri sürecekleri bütün mazeretleri ortadan kaldırılmadıkça
helak edilmiş değildir" şeklindeki rivayetin sıhhatine açık bir delâlet
vardır. [2]
6-
Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da, peygamber olarak
gönderilenlere de soracağız.
7-
Andolsun ki onlara bilerek anlatacağız. Zaten biz gaib de değildik.
8-
Mizan o gün haktır. Kimin terazisi ağır basarsa işte onlar felaha erenlerin ta
kendileridir.
9-
Kimin de tartısı hafif gelirse, işte onlar da -ayetlerimize zulmedenler oldukları
için- kendilerini ziyana uğratanlardır.
Yüce
Allah kıyamet gününde ümmetlere kendilerine gönderdiği peygamberlere
beraberlerinde getirdikleri mesajlar hakkında ne şekilde karşılık vereceklerini
soracağı gibi, peygamberlere de mesajlarını tebliğ hususunda soru soracaktır.
Allah
ahirette ümmetlerin her bir ferdine kendisine gönderilen peygambere, o
peygamberin Allah'ın ayetlerini tebliğ etmesine dair soru soracağı gibi, peygamberlere
de tebliğlerine ve kavimlerinin kendilerine hangi boyutlarda olumlu cevap verdiklerine
ve yine kendi kavimlerinden sadır olan imana dair soru soracaktır. O halde bu
toplu ve birlikte bir sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve onlara sesleneceği günde, "Peygamberlere ne şekilde cevap
verdiniz" diyecektir." (Kasas, 28/65); "O günde Allah
peygamberleri toplayacak ve, "Size ne şekilde cevap verildi?" diye
soracaktır. Onlar, "Bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bütün gizlilikleri
bilensin", derler." (Mâide, 5/109); "Ey cin ve insan
toplulukları, size içinizden üzerinize ayetlerimi okuyacak ve sizi bu gününüz
ile karşılaşmaktan korkutup uyaracak peygamberler gelmedi mi?" (En'âm,
6/130). Bu rai ve raiyye arasındaki sorumluluğu Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu
Dâvud ve Tirmizî'nin İbni Ömer'den yaptıkları şu rivayet de açıklamaktadır:
"Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyyesinden
(sorumluluğu altında bulunanlardan) sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) bir
çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Erkek (köle) efendisinin malında bir
çobandır ve o güttüğünden sorumludur. Erkek (koca) aile halkı üzerinde bir
çobandır ve o güttüklerinden sorumludur. Hanım kocasının evinde bir çobandır
ve o güttüğünden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malında bir çobandır ve o
güttüğünden sorumludur. Erkek babasının malında bir çobandır ve o güttüğünden
sorumludur. Hülâsa hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden
sorumlusunuz."
İbni
Abbas da bu, "Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da
soracağız, peygamber olarak gönderilmiş olanlara da soracağız" ayetinin
tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Biz insanlara peygamberlere ne
şekilde cevap verdiklerini soracağımız gibi, peygamberlere de tebliğ
ettiklerine dair soru soracağız.
Bu
durumda (peygamberlere) soru sormaktan kasıt, kâfirleri azarlamak ve onların
tutumlarını başlarına vurmaktır. Kâfirler zalim ve kusurlu olduklarmı kabul
ettikten sonra, bu zulümleri ve kusurlu davranmalarının sebebi hakkında
kendilerine soru sorulacaktır.
Yüce
Allah'ın, "Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da
soracağız..." buyruğu ile, "O günde insan olsun cinlerden olsun hiç
bir kimseye günahı hakkında soru sorulmayacaktır." (Rahman, 55/39) ile
"Günahkârlara günahları hakkında soru sorulmaz." (Kasas, 28/78)
buyruklarının bir arada anlaşılması şu şekildedir: Kıyamet gününün değişik
konumları ve bir çok durumları vardır. Bu durumlardan kimisinde soru ve cevap
olur, kimisinde olmaz. Bazan soru doğruyu sormak ve yararlanmak kasdıyla
olabileceği gibi, ba-zan azarlamak ve küçültmek kasdıyla da olabilir.
Razî
der ki: Bunlara yaptıkları işler hakkında soru sorulmayacaktır. Çünkü amel
defterleri zaten bunları ihtiva etmektedir; fakat onlara bu işleri yapmaya
iten sebepler ve yine yapmaları gerekenlerden kendilerini alıkoyan hususlar
hakkında soru sorulacaktır. [3] Yani
sert hükümlere bağlanmalarına nelerin engel olduğu sorulacaktır.
Andolsun
bizler bütün peygamberleri ve onların kavimlerini karşı karşıya kaldıkları ve
yaptıkları bütün halleriyle eksiksiz bir kuşatıcılıkla ve bilgiye dayanarak
haber vereceğiz. Çünkü az yahut çok olsun, hiç bir şey bize gaib (gizli)
kalmaz. İsterse bu, bir kayanın içerisinde veyahut da göklerde veya yerde hardal
tanesi kadar veya bir zerre ağırlığınca olsun. Nitekim İbni Abbas, "Andolsun
ki onlara bilerek anlatacağız" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Kıyamet
gününde Kitap (amel defteri) ortaya konulacak ve o dünyada iken neler
yaptıklarını söyeyecektir.
"Zaten
biz gaib de değildik." Herhangi bir zaman veya herhangi bir durumda gâib
değil, aksine onlarla birlikteydik. Sözlerini işitiyor, yaptıklarını görüyor,
gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyorduk. Biz kıyamet gününde onlara
söylediklerini ve yaptıklarını az ya da çok, değerli ya da değersiz olsun,
haber vereceğiz. Çünkü şanı yüce Allah her şeye tanık olandır, hiç bir şey Ona
gizli kalmaz ve O, hiç bir şeyden gafil değildir. Aksine O, gözlerin hain
bakışını da, kalplerin gizlediklerini de bilendir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Düşen her bir yaprağı dahi mutlaka O bilir. Yeryüzünün
karanlıklarında tek bir tane yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık
bir kitaptadır." (En'âm, 6/59). Buna göre, "Zaten biz gaib de
değildik" buyruğu biz onların yaptıklarını gören ve tanık olandık,
anlamındadır.
İşte
bu, onlara soru sormanın, bilgi edinmek ve Allah için bilinmeyen bir şeye dair
soru sormak şeklinde olmayacağının delilidir. Aksine bu soru onları azarlamak,
kusur ve ihmallerini başlarına kakmak, dolayısıyla yaptıklarının haber
verilmesi için olacaktır.
Haber
verilecek olan şey, kendisi dolayısıyla hesaba çekilecekleri ve yine kendisi
dolayısıyla arkasından ceza görecekleri fiillerdir. Daha sonra Yüce Allah,
hesap ve ceza (amellerin karşılığının verilmesi) yasasını şöylece açıklamaktadır:
"Mizan ogün haktır...."
Yani
kıyamet gününde peygamberlerin de kavimlerinin de amellerinin tartılması, ağır
gelen ile hafif gelen amelin birbirinden ayırt edilmesi tam bir hak ve adalet
esası üzre gerçekleştirilecektir. Yüce Allah hiç bir kimseye zulmetmez.
Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet gününe mahsus adalet terazilerini
koyarız. Hiç bir kimseye hiç bir şeyle zulmolunmaz. Bir hardal tanesi
ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz
yeteriz." (Enbiya, 21/47); "Muhakkak Allah zerre ağırlığınca dahi
zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve kendi nezdinden büyük
bir ecir verir." (Nisa, 4/40).
Artık
kimin terazisi ağır gelirse, yani onun amel tartılan iman ve hasena-tıyla
kötülüklerinden daha ağır gelirse, işte onlar azaptan kurtulup cennete erişerek
muradlanna kavuşanlardır. Mevâzîn (tartılar, teraziler), mîzân (terazi) veya
mevzunun (tartılan şeyin) çoğuludur. Yani her kimin belli bir ağırlığı ve
miktarı olan amelleri ağır gelirse -ki bunlar hasenattır- yahut da kendileri
ile hasenatlarının iyiliklerinin tartıldığı şeyler ağır basarsa... İşte onlar
umduklarına nail olanlardır.
Ve
her kimin de küfür ve günahlarının çokluğu sebebiyle, amellerinin tartısı
hafif gelirse, işte onlar kendilerini ziyana uğratmış olanlardır. Çünkü onlar
kendilerini mutluluktan, ebedi nimetlere nail olmaktan mahrum ettikleri gibi,
cehennem azabına götürmüşlerdir.
Amel
bakımından farklı dereceleriyle birlikte müminleri teşkil eden birinci kesim,
işte kurtuluşa erenler, onlardır. Her ne kadar bazıları günahları mîk-tarmca
azap görse dahi. Cehennemdeki aşağı doğru inen dereceleri farklı olmakla
birlikte, ikinci kesimi teşkil eden kâfirler ise gerçekten hüsrana uğrayanlardır.
Bu
husus Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerde tekrarlanmaktadır. Yüce Allah'ın şu
buyruğu bunlardan birisidir: "Tartıları ağır gelene gelince: İşte o hoşnut
olacağı bir hayat içerisindedir. Tartıları hafif gelenlere gelince: İşte onun
varacağı yer Haviyedir. Onun ne olduğunu sana ne bildirdi1? O kızgın bir ateştir."
(Kâria, 101/6-11).
Kıyamet
gününde mizana konulacak olan şey amellerdir. Ameller her ne kadar manevî bir
takım araz ise de, Yüce Allah kıyamet gününde İbni Ab-bas'tan gelen rivayette
belirtildiği üzere onları cisimlere dönüştürecektir. Yine kabir sorusuyla
ilgili olayı anlatan el-Berâ yoluyla gelen hadiste şöyle buyurul-muştur:
"Ameli mümine güzel tenli, hoş kokulu bir genç suretinde gelecek, kişi,
"Sen kimsin" diye soracak, o, "Ben senin salih amelinim"
diyecektir." İbni Ma-ce, Nesaî ve İbni Huzeyme'nin İbni Mes'ud'dan rivayet
ettikleri bir başka ha-dis-i şerifte de şöyle denmektedir: "Zekâtı
ödenmeyen mal, sahibine gözleri arasında zehrinin şiddetinden iki kara nokta
bulunan büyük bir yılan şeklinde görülecektir. Sonra onu iki çenesiyle
yakalayıp, "İşte ben senin malınım, ben senin hazinenim" diyecektir.
Hadisin ifadesi şöyledir: "Malının zekâtını vermeyen bir kişiye malı
mutlaka kıyamet günü oldukça zehirli, iri bir yılan halinde müşah-haslaştırılır
ve bu yılan boynuna halka gibi dolanır. Daha sonra Resulullah (s.a.)
"Allah'ın lütfundan kendilerine verdiklerinden cimrilik edenler sanmasınlar
ki..." (Âl-i İmran, 3/180) ayetini okudu."
Tartılacak
olan şeylerin insanların amelleri olduğunun delili de Ebu Davud ve Tirmizî'nin
Hz. Cabir*den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Hz. Peygamber buyurdu ki:
"Kıyamet gününde teraziler konulur. İyilikler ve kötülükler tartılır. Her
kimin iyilikleri kötülüklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi ağır basarsa
cennete girer. Kimin de kötülükleri iyiliklerinden bir tane ağırlığı kadar dahi
ağır basarsa cehenneme gider." "Peki iyiliklerle kötülükleri eşit
olanın durumu (ne olacak)? diye sorulunca, "işte onlar
A'râftaküerdir" diye buyurdu.
Kurtubî,
İbni Ömer'den tartılacak olanların kulların amellerinin yazılı olduğu
sahifeler olduğunu naklettikten sonra, şunları söyler: Doğru olan da budur.
Çünkü haber de bu hususta varit olmuştur ki, o da şöyledir: "Kimi
Ademo-ğullarının mizanı hasenatı itibariyle hafif gelecekken, onda "la
ilahe illallah" yazılı bir deri parçası getirilip konulacak ve terazisi
ağır basacaktır." İşte bu, üzerinde amellerin yazılı olduğu şeylerin
tartılacağını, tartılacak şeylerin amellerin bizzat kendisi olmadığını, Yüce
Allah'ın dilediği takdirde terazileri hafifleteceğini, yine dilediği takdirde
de onları ağırlaştıracağını, bunun da terazinin iki kefesine koyacağı amel
sahifeleriyle olacağını göstermektedir.
Acaba
gerçekten terazi diye bir şey var mıdır? Bu konuda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Mücahid, Dahhâk ve A'meş der ki: Tartı ve terazi (mizan),
adalet ve hak ile hükmetmek anlamındadır. Burada tartının söz konusu edilmesi
bir örneklemedir. Nitekim "Bu kitap şunun ağırlığındadır, ona değerdir"
derken, "ona denktir, ona eşittir" demek olur. İsterse fiilî bir
tartı söz konusu olmasın. Yani tartıdan maksat, amellere karşı verilecek ceza
ya da mükâfatın takdirindeki tam adaletin ortaya çıkarılmasıdır.
Cumhur
ise şöyle der: Gerçek bir tartı ve terazi vardır. Bu da Yüce Allah'ın
kullarının amellerini bildiğini ortaya çıkarmak ve amellerinin karşılıklarının
tespiti içindir. Zeccâc der ki: Ehl-i sünnet icma ile mizana imanı ve kıyamet
gününde kulların amellerinin tartılacağını, mizanın dili ve iki kefesi olduğunu,
amellerle dengesinin değişeceğini kabul etmişlerdir.
Gaybî
olan hususlarda ise uygun olan tutum şudur: Bunlara Kur"an-ı Kerim ve
sünnette varit olduğu şekilde iman ederiz. Bunların şekilleri ve keyfiyeti ile
ilgili araştırmalara dalmaksızm gerçek durumlarını Yüce Allah'a havale ederiz. [4]
10-
Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik. Size orada geçimlikler
yarattık. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
Yanı
Yüce Allah, "Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirip iktidar verdik"
buyruğunda, yemin etmekte ve böylelikle nimetlerinin çokluğu ile kullarına olan
lütfunu açığa çıkarmaktadır. Onlara yeryüzünü yerleşecekleri bir yer, bir
karargâh kılmak suretiyle ve orada tasarrufta bulunma güç, iktidar ve yetkisini
vermek, yeryüzündeki türlü menfaatleri kendilerine mubah kılmak, onlara oradan
nzıklannı çıkartabilmeleri için bulutu ve yağmuru müsahhar kılmak, orada da
dağlar ve nehirler yaratmak suretiyle onlara olan pek çok nimetini, lütfunu
hatırlatmaktadır.
Allah
yeryüzünde insanlar için iki bakımdan geçimlikler yaratmıştır: Ya Yüce Allah'ın
meyvaları ve başka mahsulleri yarattığı gibi, her şeyi bizzat kendisi
yaratmasıyla ya da yeryüzünde çalışmak, kazanmak, gerekli yollara baş vurmak
veya ticaret yapmak yoluyla. Gerçekte bu ikisi de Allah'ın lütfü, O'nun güç ve
imkân vermesi ile ortaya çıkabilmektedir. Nimetlerin çokluğu ise hiç şüphesiz
itaati ve buyruklarına bağlı kalmayı gerektirir.
Fakat
onların çoğu bununla birlikte bu nimetlere karşı pek az şükretmektedir:
"Ne de az şükrediyorsunuz!" Yani sizler benim size ihsan etmiş olduğum
bunca nimete karşılık çok az şükretmektesiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışacak
olursanız mümkün değil, sayamazsınız. Şüphesiz insan çok nankördür."
(İbrahim, 14/34); "Kullarım arasından çokça şükredenler pek azdır!"
(Sebe, 34/13).
Nimete
şükür, nimetlerin sahibi olan Allah'ı tam anlamıyla bilip tanımakla olur. Ona
lâyık olduğu şekilde hamd ve senada bulunmak, nimetlerin haklarını yerine
getirmek ve bn nimetleri yaratılış sebeplerine uygun şekilde kullanmak ve
yönlendirmekle olur. Bunların yaratılış maksatlarına uygun olarak
kullanılmaları ise Yüce Allah'ın haklarını tastamam yerine getirmek, insan
azalarını hayır alanlarında Allah'ın rızası yolunda kullanmak, onları kötülük
ve masiyetlerden uzak tutmakla olur. İşte bu anlamdaki bir şükür ile nimetler
devamlılık arzeder ve insan mutlu olur. [5]
11-
Andolsun ki sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere,
"Adem'e secde edin" dedik. Hemen secde ettiler, İblis müstesna. O,
secde edenlerden olmadı.
12-
Buyurdu ki: "Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan nedir?" Dedi
ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
yarattın."
13-
Buyurdu ki: "Öyleyse in oradan. Artık büyüklenmek sana düşmez, hemen çık.
Sen alçaklardansın."
14-
Dedi ki: "Bana onların tekrar diril-tilecekleri güne kadar mühlet
ver."
15-
Buyurdu ki: "Sen mühlet verilmişlerdensin."
16- Dedi ki: "Öyleyse beni azgınlığa mahkûm
ettiğin için ben de andolsun ki senin doğru yolun üzerinde onlara karşı
duracağım.
17- Sonra andolsun ki onların önlerinden,
arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve sen onların çoğunu
şükreder bulmayacaksın."
18-
Buyurdu ki: "Çık oradan, yerilmiş ve kovulmuş olarak. Andolsun ki onlardan
kim sana tabi olursa cehennemi hep sizden dolduracağım."
Yüce
Allah Hz. Adem ile İblis kıssasını Kur'an-ı Kerim'de yedi yerde söz konusu
etmektedir: Bakara, A'raf, Hicr, İsra, Kehf, Ta-Hâ ve Sâd sureleri.
Burada
kıssanın muhtevası Adem'in üstün ve şerefli kılınışına dikkat çekmek, İblis'in
onun soyundan gelenlere düşmanlığını ve onlara olan kıskançlığını
açıklamaktır. Böylelikle Ademoğulları ondan çekinsinler, sakınsınlar, onun
gösterdiği yollara tabi olmasınlar. Büyük nimetlerine karşılık da Allah'a şükretsinler.
Buyrukların
ifade ettiği anlam şudur: Ey insanlar! Andolsun bizler atanız Adem'i sudan ve
yapışkan çamurdan yarattık. Sonra biz ona dosdoğru bir insan şeklinde suret
verdik, sonra ona nezdimizden ruh üfledik. Sonra da meleklere onu selâmlamak
üzere secde etmelerini emrettik.
Ayet-i
kerimenin zahiri, Allah'ın meleklere Adem'e secde emrinin, onun zürriyetinin
yaratılıp şekillendirilmesinden sonra verilmiş olmasını gerektirir. Oysa durum
böyle değildir. Bundan dolayı müfessirler ayet-i kerimeyi dört türlü tevil
etmişlerdir. Fahrüddin Râzî, bunlardan birincisini tercih etmiştir ki o da
şudur: Bizler atanız Adem'i yarattık, ona şekil verdik. Onun yaratılıp şekillendirilmesinden
sonra ise meleklere ona secde etme emrini verdik. Bu emir, bizim yaratmamız ve
ona şekil vermemizden sonraya kalmamıştır. Çünkü Adem insanlığın aslıdır. O
bakımdan burada hitap kinaye yoluyla bize yapılmıştır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Hani biz sizden ahdinizi almış ve üzerinize
Tûr'u yükseltmiştik." (Bakara, 2/93). Yani Musa (a.s.) döneminde
İsrailoğullanndan olan geçmişlerinizden ahit almıştık. Yine Yüce Allah
Mu-hammed (s.a.) döneminde yaşayan Yahudilere hitaben şöyle buyurmuştur:
"Ve hani biz sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık." (Bakara, 2/49);
"Hani bir canı öldürmüştünüz de..." (Bakara, 2/72).
Bütün
bu hitaplarda kastedilenler ise onların geçmişleridir, d) İşte burada da bütün
bunlardan kastedilenler Adem (a.s.)'dir. Aynı zamanda bu İbni Cerîr et-Taberî'nin
de tercih ettiği görüştür. [6]
İbni
Kesir de der ki: Bu ifadenin çoğul olarak verilmiş olması Adem'in insanlığın
atası oluşundan dolayıdır. Hâkim de İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın,
"Andolsun ki sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik" buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Onlar erkeklerin sulblerinde
yaratıldılar, kadınların rahimlerinde ise şekillendirildiler." Yine Hâkim
der ki: "Bu Buharı ile Müslim'in sahih hadis şartlarına uygun olmakla
birlikte bu hadisi rivayet etmemişlerdir." Buna göre ayet-i kerimenin
anlamı şöyle olur: Andolsun ki biz sizleri Adem (a.s.)'ın sırtında güneş
ışığında görülen, zerrecikler gibi yarattık, sonra da sizlere şekil verdik,
yani rahimlerde sizleri şekillendirdik.
Kurtubî
ise şöyle der: Konu ile ilgili görüşlerin sahih olanı indirilen buyrukların
desteklediği görüştür. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz
insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık." (Müminûn, 23/12). Burada insandan
kasıt Adem'dir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o candan eşini
yaratan... (Nisa, 4/1). Müminûn suresinde daha sonra şöyle buyurmaktadır:
"Biz onu" yani onun neslini ve soyunu "sapasağlam bir karar
yerinde nutfe yaptık." (Müminûn, 23/13). O halde Adem çamurdan yaratıldı,
sonra ona şekil verildi, sonra da secde edilme emriyle mükerrem kılındı. Onun
soyundan gelenler ise orada ve babalarının sulblerinde yaratılmalarından sonra
annelerin rahimlerinde şekillendirildi. [7] İşte
bu Razî'nin ve Taberî'nin de görüşüne uygun düşmekte, Ademoğlunun şekillendirilişini
de açıklamaktadır. Gerçekten bu açıklama her iki yaratışı bir arada ifade
etmek bakımından güzeldir. Adem'e secde etmek hususunda ittifak vardır. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra da meleklere, Adem'e secde edin,
dedik." Yani Adem'in yaratılışını tamamladıktan sonra hem ona hem de onun
zürriyetine selâmlama ve şanını yüceltme secdesiyle -ibadet secdesiyle değil-
secde etmelerini emrettik. Çünkü bir ve tek Allah'tan başka kimseye ibadet
olunmaz. Bu secde emrinin veriliş sebebi ise insanların üzerlerinde Allah'ın
nimetlerini bilip tanımaları, bu nimetlere şükretmeleri, eskiden beri
yaptıklarından sonra îblis'ten ve vesveselerinden gereği gibi sakınmalarıdır.
Bütün
melekler secde ettiler. Şu kadar var ki meleklerden olmayıp cinlerden olan
İblis secde etmedi. O secdeden yüz çevirdi, büyüklük tasladı, secde edenlerle
birlikte olmadı.
Yüce
Allah ona, "Seni secde etmekten alıkoyan ne oldu? Yani seninle secde etmek
arasına giren engel nedir?" diye sordu. Burada "Seni secdeden
alıkoyan" buyruğundaki "lâ" tekit için fazladan gelmiştir. Buna
delil ise bir başka ayet-i kerimedir: " Seni secde etmekten ne
alıkoydu?" (Sâd, 38/75).
O
bu soruya özür ve gerekçe olarak şöyle cevap verdi: Şüphesiz ki ben ondan
hayırlıyım, çünkü sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Ateş,
yukarı doğru yükselmek, yukarı çıkmak ve ışık saçmak gibi özellikleri
dolayısıyla, hareketsizlik, donukluk ve sönüklük gibi niteliklere sahip çamurdan
üstündür. Daha üstün olan bir kimse, kendisinden daha aşağılarda olana tazim
etmez. O, Rabbine muhalefet etmekle birlikte böyle dedi. İşte İblis'in kıyası
budur, fakat batıl bir kıyastır. Zira maddî tabiat hayırlı oluşa delil değildir.
Hayırlı oluş, manevî özelliklerle, daha büyük fayda sağlayan faydalı özelliklerle
söz konusudur. Şanı yüce Allah ise bizzat İblis'i kendisinin dahi bildiği ilim,
marifet ve şerefli özelliklere mazhar kılmıştır.
İşte
bütün bunlar, secde emrinin teklif ifade eden bir emir oluşu ve Yüce Allah ile
İblis arasında böyle bir soru ve cevap şeklinde bir diyalogun meydana gelmesi
esasına göredir. Bize düşen ise Kitab-ı Kerimin zahirinin ifade ettiğine iman
etmek, gaybı ve işin gerçek mahiyetini ise Yüce Allah'a havale etmektir.
İlâhî
emre muhalefet ve isyan etmenin cezası, Yüce Allah'ın İblis'e kendisini içinde
yaratmış olduğu cennetten aşağı inmesini emretmesi şeklinde oldu. Cennet yerden
yüksekçe bir yerdedir. Çünkü cennet ihlâsh ve alçakgönüllü kimselerin yeridir.
Yoksa emre karşı gelen ve zorbalık taslayanlarm yeri değildir. Bundan dolayı
Yüce Allah, "Artık orada büyüklenmek sana düşmez" diye buyurmuştu.
Yani senin, büyüklenmek, bedbahtlık ve isyan için değil de şeref ve mutlu
kılmak için hazırlanmış bu cennette büyüklük taslamaman gerekirdi. Haydi artık
bu yerden çık. Çünkü sen zelil ve hakir kılınmışlardansın.
Böylelikle
onun maksadının zıddı ile ona muamele edilmiş ve onun isteğinin tam zıddı ile
karşılık görmüş oldu.
Mel'un,
kaybını telâfi etmek için Din Gününe kadar kendisine mühlet verilmesini
isteyerek dedi ki: "Bana onların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet
ver." Yani Adem ve zürriyetinin diriltileceği güne kadar bana süre tanı.
Böylelikle hayatta oldukları sürece onları aldatmak suretiyle intikam alayım ve
onların tükeniş ve yok oluşlarını hem de öldükten sonra diriltilişlerini göreyim.
Allah
onun isteğini kabul ederek, "Sen mühlet verilmişlerdensin" buyurdu.
Yani bütün insanların öleceği birinci üfürüş vaktine kadar süre verilenlerdensin.
Bu ise Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla herkesin korkuya kapılacağı feza'
üfürüşüdür:
"Sûr'a
üfürüleceği günde gökte ve yerde olanlar korkarlar, Allah'ın dilediği kimseler
müstesna." (Nemi, 27/87). Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla buna
"baygın düşme üfürüşü" de denilir. "Ve Sûr'a üfürülür de
göklerde ve yerde bulunan herkes -Allah'ın dilediği kimseler müstesna olmak
üzere- baygın düşmüş olacaktır. Sonra ona bir defa daha üfürülecek, ansızın
kalkıp etraflarına bakı-nacaklar." (Zümer, 39/68).
Yani
İblis Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi birinci nefhanın akabinde
ölecektir: "Artık Sûr'a tek bir üfürülüş üfürüleceği zaman yer ve dağlar
kaldırılıp biribirlerine bir defa çarpılarak toz olduklarında..." (Hakka,
69/13-14)
İblis
kendisine diriliş gününe kadar mühlet verilip bu işini sağlama aldıktan sonra,
yine inatlaşmaya başladı ve isyana koyularak şöyle dedi: "Öyleyse beni
azgınlığa mahkûm ettiğin için..." Yani sen beni azdırdığın yahut saptırdığın
gibi, şüphesiz ben de Adem'in zürriyetinden yaratacağın kullarına karşı, hak
yol üzerinde kurtuluş ve mutluluk yolunda onlara karşı engel olarak oturacağım.
Onları sana ibadet etmesinler, seni tevhid etmesinler diye mutlaka bu yoldan
saptıracağım. Çünkü sen de beni saptırdın. Bunu ise kendilerine, varacağı yer
sapıklık ve doğruluktan ayrılıp olan başka bir takım yolları süslü göstermekle
yapacağım.
Sonra
da sağ, sol, ön ve arkadan ibaret dört cihetin hepsinden mutlaka onların
üzerine varacağım. Bu cihetlerden üzerlerine varmayacağım bir yol bırakmayacağım.
Yol kesicilerin gidip gelenlere tuzak kurup pusuda yattığı gibi, ben de onlara
tuzak kurup pusuda bekleyeceğim. Onların çoğunluğunu sana nimetini şükreden,
emirlerine itaat eden kimseler olarak bulmayacaksın.
İblis'in
bu sözü ise onun bir zannı ve bir vehmidir. Nitekim onun bu zannı vakıaya uygun
düşmüş, fiilden meydana gelene uygun ve isabetli bir zan beslemiş oldu.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun İblis onlar aleyhindeki
zannını gerçekleştirmişti de müminlerden bir fırka dışında ona uymuşlardı.
Halbuki onun kendileri üzerinde hiç bir tasallutu yoktu. Ancak biz ahire-te
iman eden kimse ile onun hakkında şüphede olan kimseyi ayırd etmek için (böyle
yaptık); senin Rabbin her şeyi görüp gözetendir." (Sebe', 34/10-21).
Daha
sonra Yüce Allah İblis'e olan lanetini, onu kovduğunu, uzaklaştırdığını,
Mele-i a'lâ mahallinden sürdüğünü şu buyruğu ile daha bir pekiştirdi: "Çık
oradan, yerilmiş ve kovulmuş olarak." Yani sen cennetden ayıpları, kusurları
sayılıp dökülmüş, kendisine gazap edilmiş, Allah'ın rahmetinden kovulmuş ve
uzaklaştırılmış olarak, çık git.
Yüce
Allah yemin ile buyurdu ki: Ademoğulları arasından kendilerine süslü
göstereceğin şirk, fasıklık ve masiyet hususlarında sana uyacak olanların
hepsinden ve senden cehennemi elbette dolduracağım. Bu da bir başka ayet-i
kerimedeki şu buyruğu andırmaktadır: "Andolsun cehennemi senden ve onlar
arasından sana uyanların hepsiyle dolduracağım." (Sâd, 38/85);
"Buyurdu ki: Git, artık onlardan sana kim uyarsa, şüphesiz cehennem
hepinizin cezasıdır, hem de mükemmel bir ceza! Onlardan gücünün yettiği
kimseleri sesinle yerlerinden oynat. Onlara karşı atlılarınla piyadelerinle
bas gürültüyü ve mallarına, evlatlarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun.
Fakat şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder? Şüphesiz benim gerçek
kullarımın üzerinde senin tasalluta gücün yetmez. Vekil olarak Rabbin
yeter." (İsra, 17/63-65).
Şanı
Yüce Allah onun azdırmasından ihlâsa erdirilmiş kullarını istisna ederek şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz benim kullarımın üzerinde senin bir sultan
yoktur. Sana uyan azgınlar müstesna." (Hicr, 15/42); "Dedi ki: İzzetin
hakkı için onların hepsini azdıracağım. Ancak aralarından ihlâsa erdirilmiş
kulların müstesna." (Sad, 38/82-83).
Bütün
bunlardan maksat, insanın tabiatı ile şeytanın tabiatını ve onların yaptıkları
işlerinde tercih (ihtiyar, muhtariyet) sahibi olduklarını açıklamaktır. [8]
19- "Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun.
İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin, şu ağaca da yaklaşmayın, sonra zalimlerden
olursunuz."
20- Derken şeytan gizli bulunan ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi ve dedi ki:
"Rabbinizin size bu ağacı yasaklamasının tek sebebi iki melek veya ebedî
kalanlardan olmanızı önlemektir."
21-
Ve, "Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim" diye ikisine yemin etti.
22-
Böylece ikisini de aldatıp aşağı indirdi. Ağaçtan tadınca ayıp yerleri
kendilerine göründü. İkisi de kendilerini cennetin yaprağıyla örtmeye başladılar.
Rableri de onlara, "Ben sizi bu ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın
apaçık bir düşmanınız olduğunu size söylememiş miydim?" diye seslendi.
23-
İkisi de dediler ki: "Rabbimiz! Kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz
ve bize merhamet etmezsen muhakkak ki biz hüsrana uğrayanlardan oluruz."
24-
Buyurdu ki: "İnin! Kiminiz kiminize düşman olsun. Sizin için yeryüzünde
bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır."
25- Buyurdu ki: "Orada yaşar, orada ölür ve
oradan çıkarılırsınız."
Yüce
Allah, Hz. Adem ile ondan yaratılmış bulunan eşi Havva'ya cennette kalıp
yerleşmelerini ve tek bir ağaç müstesna olmak üzere, cennetteki bütün
meyvelerden yemelerini mubah kıldı. Buradaki yeme emri mubah kılma emri olup
teklif emri değildir.
Sözü
geçen cennet de cumhurun görüşüne göre ebedîlik yurdu olan cennettir. Semadaki
cennetlerden birisi yahut yeryüzündeki cennetlerden (sık ağaçlı bahçelerden)
bir cennet olduğu da söylenmiştir.
Yüce
Allah Hz. Adem'e önce vahiy yoluyla hitap etti, sonra da cennet meyvelerinden
yemeleri hususunda biribirlerine eşit olduklarını bildirerek hanımı ile ona
hitapta bulundu.
Buharî
ile Müslim'de Ebu Hureyre'den gelen Hz. Peygamber (s.a)in, "Şüphesiz
kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır" şeklindeki hadisi, kadına
karşı gösterilecek davranış esnasında onu şiddet ve kabalıkla doğrultmaya
çalışmanın yasaklandığını ifade eden temsilî bir ifade kabilindendir.
Yüce
Allah da, "İkiniz de dilediğiniz yerden yiyin" buyruğu ile cennetin
çeşitli meyvelerinden yemelerini kendilerine mubah kıldı. Ancak Kitab-ı
Ke-rim'inde bizim için tayin etmediği özel bir ağaçtan da yemelerini
yasaklamıştı. Bu yasaklamayı ise o ağaçtan yedikleri takdirde kendilerine
zulmeden kimselerden olacaklarını belirterek gerekçelendirmişti. Çünkü onlar
bu işi yaptıklarında cezalandırılacaklardı. Bu da Yüce Allah'ın pek çok şeyi
mubah kılarken az miktardaki şeyleri haram kılmak suretiyle bir imtihanıdır.
Şeytan
ikisini kıskandı ve onları hile ve vesveseyle aldatmaya çalıştı. Böylelikle
onları sahip oldukları nimetten, güzel elbiselerden mahrum bırakmak istedi. O
bakımdan kendilerine zarar verecek, kendilerine kötülük sağlayacak şeyleri
onlara süslü gösterdi. Kendilerine görünerek, onlarla konuşarak bunu yaptı.
Böylece örtmeyi tercih ettikleri avretleri, açığa çıkacaktı. Yani bunun sonunda
avretleri ortaya çıksın diye buna çalıştı. Hasan-ı Basrî der ki: İblis,
Allah'ın kendisine vermiş olduğu yerden semaya ve cennete doğru yukarılara
vesvese salma gücüyle vesvese verebiliyordu. Böyle bir açıklama İblis'in
cennetten çıkartılmış olması ve Hz. Adem'in de henüz orada bulunması hali ile
ilgilidir.
Şeytan
yalan ve iftira olmak üzere dedi ki: Rabbinizin size bu ağaçtan yemenizi
yasaklayışının iki sebebi vardır. Birincisi, bu ağaçtan yemeniz halinde iki
melek olmanızı engellemek, ikincisi de burada ölmemek üzere ebedî kalanlardan
olmamanızı sağlamaktır. Yani siz iki melek olmayasınız [9] yahut
cennette ebedî kalanlardan olmayasınız diye böyle yapmıştır. Sizler bu ağaçtan
yiyecek olursanız bu iki şeyi elde edersiniz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Dedi ki: Ey Adem, ben sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez
bir mülkü göstereyim mi?" (Tâ-Hâ, 120/20). Zamahşerî de der ki: Bu ifade,
"Sizin iki melek olmanızdan hoşlanmadığı için böyle demiştir"
anlamındadır.
Bu
iki özelliğin (şeytan tarafından) seçilişinin sebebi, meleklerin güçlü olmak,
uzun süre hayatta kalmak ve canlıların hallerinden etkilenmemek için bir takım
özellik ve meziyetlerinin bulunması gibi insanın da ölüm söz konusu olmadan
cennette ebedî kalma emelinde oluşundan dolayıdır. Yani İblis onlara bu ağaçtan
yemeleri halinde meleklik niteliklerine sahip olacağını yahut da ebedî hayata
sahip olacağını vehmettirmişti.
İşte
bu ifadede meleklerin Adem'e üstün kılındaklarına bir işaret vardır.
Daha
sonra şeytan Allah adına onlara yemin etti ve pekiştirici ifadelerle yeminini
güçlendirmek istedi: "Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim." Yani ben
sizden önce burada bulunuyorum ve bu yeri daha iyi biliyorum.
"Doğrusu
ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemin etti" ifadesi ise
taraflardan birisinin kastedildiği müfâala kipi ile kullanılmıştır. Bundan maksat
ise ifadeye mübalâğa gücü vermek ve yemini daha bir pekiştirmektir. Çünkü
İblis onları aldatmcaya kadar bu hususa dair yemin etti. Kimi zaman mümin
Allah ile de aldatılabilir.
"Böylece
ikisini de aldatıp aşağı indirdi." Şeytan ağaçtan yemeye teşvik, vaadde
bulunmak ve oldukça ağır yeminler etmek suretiyle onları kışkırtmaya, onları
aldatmaya devam etti. Sonunda ikisi de Allah'ın kendilerine şeytanın düşmanları
olduğunu haber verdiğini unuttular. Böylelikle şeytan yemin ederek onları
aldattı ve bu işi onlara süslü göstermek suretiyle kendisine itaat etmelerini
sağladı. Bu yüzden de Allah nezdindeki mevkilerinden onları kaydıra-bildi ve
daha aşağı mevkiye düşürdü. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun biz, önceden Adem'e ahit etmiş (emretmiş) idik de o unuttu. Biz
onda bir azim bulmadık." (Tâ-Hâ, 20/115). "İkisini de ... aşağı
indirdi" buyruğunun anlamı ise, Allah adına yemin etmek suretiyle onları
aldattığından dolayı ağaçtan yemeleri noktasına indirdi (razı etti),
şeklindedir.
Ağacın
meyvesini tadınca hemen avret yerleri ortaya çıktı. Onlardaki özel nur zail
oldu. Bu sefer avretlerini örtmek için cennet ağaçlarının geniş yapraklarını
üst üste koyup kendilerini örtmeye çalıştılar.
Rableri
kendilerine sitem ederek, azarlayarak, "Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş
miydim?" diye seslendi. Yani bu ağaca yaklaşmanızı ve bu ağaçtan yemenizi
size yasak kılmamış mıydım? Sizlere, "Şeytan sizin açık bir düşmanınızdır,
ona itaat edecek olursanız ebedî nimet yurdu olan cennetten sizleri dünya
yurduna çıkartır; dünya ise hayatta yorulup didinmenin yurdudur. O bakımdan
şeytandan uzak durunuz" dememiş miydim? Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Ey Adem, dedik, şüphesiz bu senin ve eşinin
düşmanıdır. Sakın o sizleri cennetten çıkartmasın. O vakit bedbaht
olursun." (Tâ-Hâ, 20/117).
"İkisi
dediler ki: Rabbimiz! Kendimize zulmettik..." Yani her ikisi de,
"Rabbimiz, gerçekten biz senin emrine aykırı davranıp senin de bizim de
düşmanımız olan şeytana itaat etmek suretiyle kendimize zulmettik. Eğer günahımızı
örtmez, bizden razı olmaz, tevbemizi kabul buyurmazsan şüphesiz ki dünyada da
ahirette de zarara uğrayanlardan oluruz" dediler ve Yüce Allah şöyle
buyurdu: "Derken Adem Rabbinden bir takım kelimeler belledi de, o da onun
tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok çok kabul edendir,
Rahîm'dir." (Bakara, 2/37).
Daha
sonra Yüce Allah şu buyruğuyla Hz. Adem, Havva ve İblis'eTıitap etti:
"İnin oradan, kiminiz kiminize düşmandır..." Yani kiminiz kiminize
düşman olmak üzere bu cennetten ininiz. Bunun anlamı da şudur: Düşmanlık cinler
ve insanlar arasında sabit bir şeydir, hiç bir şekilde sonu gelmez. İblis de
Adem ve Havva'ya düşmanlık edecektir, onlar da ona düşmanlık edeceklerdir. O
halde insana düşen şeytanın vesveselerinden sakınmaktır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu şeytan düşmanınızdır; siz de onu düşman
edinin. O kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olsunlar diye
çağırır." (Fâtır, 35/6).
Cennetten
çıkartılmak bu masiyetin cezası olmuştu. Uhrevî cezayı ise Yüce Allah bunun
etkisini gideren tevbe dolayısıyla affetmiş ve Yüce Allah onun tevbesini kabul
etmiştir. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Adem rabbinin emrine karşı
geldi de yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğruya
iletti." (Tâ-Hâ, 20/121-122).
Daha
sonra Yüce Allah, insanın dünyadaki ecelini açıklayarak şöyle buyurdu:
"Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak... vardır." Yani sizin
için bilinen vadelere kadar orada karar kılmak ve süresi belli ömürler vardır.
Kalem
bunları tespit etmiş, kader bunları tek tek sayıp dökmüş ve ilk kitapta bunlar
satır satır yazılmıştır. Siz orada her biriniz için ayrı ayrı takdir edilmiş
bulunan ömrünüz boyunca yaşayacaksınız. Ecelinizin sona ermesiyle birlikte
orada öleceksiniz. Yüce Allah'ın dileyeceği vakit ölümden sonra amellerinizin
karşılığını görmek üzere oradan çıkartılacaksınız: "Sizi biz ordan yarattık
sizi tekrar oraya iade ederiz ve bir defa daha sizi oradan çıkartacağız."
(Tâ-Hâ, 20/55). [10]
26-
Ey Ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek bir giyimli ve bir de sizi
süsleyecek elbise indirdik. Takva örtüsüne gelince, işte daha hayırlı olan
odur. Bunlar Allah'ın ayetlerindendir. Belki öğüt alırlar.
27-
Ey Ademoğulları, şeytan ana ve babanızı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için üzerlerinden elbiselerini nasıl soyarak cennetten çıkardıysa, sakın sizi
de bir fitneye düşürmesin. Gerçekten o da askerleri de sizin kendilerini
göremediğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları iman etmeyenlerin velileri
yaptık.
Yüce
Allah kullarına kendilerine ihsan etmiş olduğu elbise ve süs lütfunu
hatırlatmaktadır. Elbise avret yerlerini örten şeyler, süs (er-rîş) ise
kendisiyle süslenilen şeylerdir. Birincisi zaruri ihtiyaçlardan, ikincisi ise
tamamlayıcı ve güzelleştirici unsurlardandır.
Ey
Ademoğulları, sizin ve daha önceden atanız Adem'in üzerindeki nimetimi, benim
sizin için hazırlamış olduğum avret yerlerinizi örtmeniz, süslenmeniz ve
güzellikten yararlanmanız, sıcak ve soğuktan sakınmanız için hazırlamış
olduğum elbise ve süs gibi dünyevî ihtiyaçlarınız ile dinî ihtiyaçlarınızı
karşıladığımı hatırlayınız. Bunların gökten indirilmiş olmasının anlamı, bunların
hammaddesi olan pamuk, yün, tüy, ipek, kuş tüyü vb. ihtiyaç maddelerinin Allah
tarafından yaratılmış olması, diğer taraftan bunların sanatı ve dikiminin de
Allah'ın ilhamı ile gerçekleştirilmiş olmasından dolayıdır. Bu şekilde elbise
ve süs nimetinin hatırlatılarak minnet edilmesi mübahlığa delildir ve bu da
insanın süslenmeyi, insanlar önünde görünmeyi sevmesi şeklindeki fıtratına
uygundur.
Yeni
elbise giyilmesi esnasında hamd ve şükürde bulunmak sünnettir. Çünkü Ahmed,
Tirmizî ve İbni Mace Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: "Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bana kendisiyle
avretimi örteceğim, hayatımda kendisiyle süsleneceğim elbise giydiren Allah'a
hamdolsun." Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) eski elbisesini alıp onu sadaka
olarak verdi. O hayatta iken de ölümünden sonra da Allah'ın himayesinde,
Allah'ın teminatında, Allah'ın koruması altındaydı." Yine İmam Ahmed Hz.
Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı elbisesini
giyerken şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar arasında kendisi ile
süsleneceğim ve kendisiyle avretimi örteceğim süsü bana rızık olarak veren
Allah'a hamdederim."
Daha
sonra Yüce Allah, manevî olan takva elbisesinin maddî elbiseden daha üstün
olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: "Takva örtüsüne gelince; işte
daha hayırlı olan odur." Bu da İbni Abbas'ın dediği gibi, iman ve salih
ameldir. Bunun güzel görünüş olduğu da söylenmiştir. Şüphesiz ki böylesi yerine
getirildiği takdirde, sahibi için elbette hayırlıdır. Takva elbisesi, insanı
Allah'a süs ve elbise türünden Allah'ın yarattıklarından daha çok yakınlaştırıcıdır.
"Bunlar
Allah'ın ayetlerindendir." Yani sözü geçen bu hususlar Allah'ın kudretine,
lütfuna, kullarına olan merhametine delâlet eden ilâhî belgeler arasındadır.
"Belki öğüt alırlar." Yani belki bu nimetler onları Allah'ın
üzerlerindeki lütfunu hatırlayıp şükretmeye, bu husustaki büyük nimeti bilip
tanımaya, şeytanın fitnesinden uzak durmaya, avret yerlerini açmaktan uzak
durmaya ehil hale getirebilir.
Daha
sonra Yüce Allah Ademoğullarını İblis ve onun ortaklarından sakm-dırmakta,
onlara insanlığın atası Hz. Adem'e eskiden beri devam edegelen düşmanlığını
açıklamaktadır. Bu düşmanlığı dolayısıyla İblis Adem'i nimetler yurdu olan
cennetten yorgunluk ve sıkıntı yurdu olan dünyaya çıkartmak için çalışıp
gayret etmiş, edep yerlerinin açılmasına sebep olmuştur. Halbuki önceden edep
yeri kendisine görünmüyordu. Bu tutum hiç şüphesiz kesin ve uzlaşmaz bir
düşmanlıktan kaynaklanmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını hatırlatmaktadır:
"Kendileri sizlerin düşmanı iken nasıl olur da onu ve onun soyundan
gelenleri beni bırakıp veliler edinirsiniz? Bu zalimler için ne kötü bir
değiş-tokuştur!" (Kehf, 18/50).
Yüce
Allah hatırlatma ve öğüt verme konumunda Arapça'nın üslûbuna uygun olduğu
şekilde Ademoğullarına bir daha seslenerek şöyle buyurmaktadır: "Şeytan...
sakın sizi de bir fitneye düşürmesin." Yani kendinizden gafil olmayınız.
Şeytan sizi dinden alıkoymasın. Annenizi, babanızı cennetten çıkardığı gibi
sizi de fitneye düşürmesin. O bakımdan şeytanın vesvesesine kulak vermeyin,
takva ile kendinizi korumayı ihmal etmeyin. Her zaman Allah'ı anın, çünkü
şeytanın fitnesi tıpkı anne babanızı fitneye düşürdüğü, onlara vesvese verdiği,
Rablerine isyanı güzel göstererek Allah'ın kendilerine yasak kıldığı meyveden
yemeleri üzerine nimetler yurdu olan cennetten onları çıkarttığı, yeryüzüne
indirilmesine sebep teşkil ettiği gibi, sizin de cennete girmenize engel
olabilir.
Şeytan
Hz. Adem ile Havva'nın cennetten çıkmalarına sebep oldu. Aynı şekilde
kendilerine edeb yerlerini, avret yerlerini göstermek için cennet yapraklarından
edindikleri elbiselerini de üzerlerinden çıkartmalarına sebep teşkil etti.
Buradaki "kendilerine göstermek için" anlamındaki ifadenin başında
gelen lam harfi nihayette varılan noktayı belirtmek içindir. Yani sonunda bu
böyle oldu.
İblis'ten
sakınınız. Çünkü o ve onun cinlerden olan askerleri, siz kendilerini
görmediğiniz halde onlar sizi görürler. Görülmeyen düşmandan gelecek zarar ise
görülen ve açık düşmandan gelecek zarardan daha tehlikelidir.
Şeytandan
korunmak ise, ondan Allah'a sığınmakla, ruhu Allah'a iman ile ve Allah'ın
gözetimi altında olduğunu hatırda tutmakla güçlendirerek mümkündür. Nefse
karşı direnmek ve vesveselere kulak vermesini önlemekle, ayrıca vesvese geldi
mi onu içinden kovmaya ve nefiste bıraktığı etkileri tasfiye etmeye çalışmakla
mümkündür. Bu ise şeriatın kaidelerine, âdâb ve ahlâkına bağlı kalmak yoluyla
gerçekleştirilir.
Daha
sonra şeytanı, yine sakındırmayı pekiştiriri ifadelerle bir daha söz konusu
etmektedir. Yüce Allah şeytanları, ruhlarını anndıncı, amellerini İslah edici
gerçek iman ile Allah'a iman etmeyen kâfirlerin yardımcısı ve destekçileri
kıldığını beyan etti. Buna sebep ise onların şeytanın vesvesesini kabule hazır olmalarıdır.
Tıpkı zayıf bedenlerin çabucak hastalanmaya hazır olmaları gibi. [11]
28-
Onlar bir hayasızlık yaptıkları zaman, "Biz atalarımızı da onun üzerinde
bulduk, Allah da bize onu emretti" dediler. De ki: "Allah hiç bir
zaman hayasızlığı emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı
söylüyorsunuz?"
29-
De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi ona doğrultun
ve dini ancak kendisine halis kılan kimseler olarak O'na yalvarın. İlk önce,
sizi yarattığı gibi, yine O'na döneceksiniz."
30- Bir kısmını hidayete erdirdi, bir kısmının
üzerine de sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları veliler
edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.
Müşrikler
şeriatın, aklın ve selim tabiatın çirkin görüp hoş karşılamadığı şirk,
Beytullahı erkek ve kadınlar birlikte çıplak olarak tavaf etmek gibi çirkin bir
hayasızlık -ki evlâ olan burada hayasızlık (el-fâhişe) tabirinin genel kabul
edilmesi olup bu da her türlü büyük masiyettir ve bütün büyük günahlar bunun
kapsamına girer- yaptıkları takdirde derler ki: Biz bu işte atalarımızı taklit
ediyor, geçmişlerimize uyuyoruz. Hem yaptıkları bu işlerin itaat olduğuna ve
Allah'ın kendilerine bu işleri emrettiğine inanıyorlardı. Oysa bu işler hayasızlıktır.
Bu hayasızlıkları yapmalarına -ki bunlar hayasızlık olduklarının idrakinde
olmayarak- iki hususu gerekçe gösteriyorlardı. Birincisi, "Atalarımızı da
onun üzerinde bulduk" demeleri; ikincisi ise, "Allah da bize onu
emretti" diye söylemeleriydi.
Birinci
gerekçelerine Allah cevap vermemektedir. Çünkü katıksız bir taklit ve
gelenekselciliğe işarettir. Aklen de bu, tutarsız bir yoldur. Bu yolun tutarsızlığı
da herkes tarafından açık seçik bir şekilde görülmektedir. O bakımdan bu
gerekçeye ayrıca cevap vermeye ihtiyaç yoktur.
İkinci
gerekçeleri olan, "Allah da bize onu emretti" şeklindeki sözlerine
ise Yüce Allah, "De ki: Allah hiç bir zaman hayasızlığı emretmez"
buyruğu ile cevap vermektedir. Yani şüphesiz ki bu fiiller, peygamberler ve
rasuller vasıtasıyla münker ve çirkin işler olarak ifade edildiği gibi, Allah
da kemaliyle bunları emretmekten münezzehtir; o halde Allah'ın bunları emrettiği
nasıl söylenebilir?
Hakikatte
ise bunları emreden şeytandan başkası olamaz. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şeytan sizleri fakirlikle korkutur ve sizlere hayasızlığı
emreder." (Bakara, 2/268).
Daha
sonra Yüce Allah inkârı ifade eden bir soru ile onların sözlerini reddederek
şöyle buyurmaktadır: "Siz bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz..."
Yani sizler doğru olduğunu bilmediğiniz sözleri mi Allah'a isnat ediyorsunuz?
Yüce Allah'ın şeriatı ancak O'nun tarafından rasulüne gönderilen vahiy ile
sabit olur. Sizler ise şeytanın vesvese ve telkinlerinden öğreniyorsunuz
bunlarla Allah'a karşı yalan uyduruyorsunuz. Bu şekildeki bir tepki onların
Allah'a böyle çirkin bir şeyi izafe etmeleri dolayısıyladır. Aynı zamanda onların
sözlerinin aşırı cehaletten başka bir şeye dayalı olmadığına da bir tanıklıktır.
Yüce
Allah hayasızlığı emreden bir buyruğun kendisinden sadır olamayacağını ifade
ettikten sonra, kendisinin ancak doğruluk ve adaletle emrettiğini şöylece
açıklamaktadır: "De ki: Rabbim adaleti emretti." Yani ey Muhammedi
Onlara de ki: Benim Rabbim ancak bütün işlerde aşırılıktan ve kusurlu davranmaktan
uzak bir şekilde adaleti, doğruluğu ve dengeli olmayı emreder.
Aynı
şekilde Rabbim kendisine ibadetin hakkıyla ifa edilmesini ve bütün secde
zamanlarında ve secdelerin yapıldığı bütün mekânlarda sağa sola sap-maksızın
yalnızca yüzünüzü O'na doğrultarak kendisine ibadet etmenizi emretmiştir.
Yüzün secde yerinde O'na doğrultulmasından kasıt ise namazdır. Yine O sizlere
dininizi yani itaatinizi yalnızca kendisine halis kılarak ibadet ve dua
etmenizi, bununla yalnızca onun rızasını aramanızı emretti.
Yani
bu ayet-i kerime iki hususu emretmektedir:
1- İbadet hususunda vakit ve yapılacağı yerlerde dosdoğru olmak. Mucizelerle
desteklenmiş peygamber ve rasullerin Allah'tan alıp haber verdikleri şekilde
getirdikleri şeriata uygun olarak yapmak.
2- Allah'a ibadette ihlâsla yalnızca O'na yönelmek. Çünkü şanı yüce Allah
bu iki özelliği kendisinde toplamayan hiç bir ameli kabul buyurmaz: Yapılan
amel doğru ve şeriata uygun, şirkten arınmış, ihlâslı bir amel olacak. [12]
Daha
sonra Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi ve tekrar yaratılmayı inkârlarına
karşı yaratmanın ilk olarak Allah tarafından başlatılmasını belirterek delil
getirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İlk önce sizi yarattığı gibi yine
döneceksiniz." Yani Allah ilk olarak sizi nasıl yarattıysa amellerinizin
karşılığını da sizlere verecektir. O halde ibadeti yalnız O'na hâlis kılınız.
Sizler
öldükten sonra dirilme ve hesap halinde iki kesimden birisi arasında yer
alacaksınız: Kesimin birisine Allah hidayet vermiş, ibadete, iman ve ih-lâsa
muvaffak kılmıştır ki bunlar İslâm'a girenlerdir. Diğer bir kesim ise şeytanın
aldatmalarına uyup Allah'a itaatten yüz çevirdiği için aleyhlerine sapıklığın
hak olduğu, Yüce Allah'ın da, fertlerinin sapacaklarını, hidayet bulmayacaklarım
bildiği kesim. Bu kesim aleyhine dalâletin sabit oluş sebebi ise şudur: Onlar
Allah'ı bırakıp şeytanları veli edindiler. Şeytanın kendilerini çağırdığı şeyi
kabul ettiler. Hak ile batılı birbirinden ayırd etme hususu üzerinde de düşünmediler.
Aleyhlerine
dalâletin hak olduğu kesim, şeytanları veli edindiler. Yani kendilerine
verdikleri emirler hususunda itaat etmek suretiyle onları dost kabul ettiler.
İşte bu Yüce Allah'ın onların dalâlette olacaklarını bilmesinin, dalâlette
oluşlarına bir etkisinin olmadığına delildir. Mutezile mezhebine mensup
Zamahşerî'nin dediği gibi, onlar kendi tercihleriyle ve Yüce Allah'ı bırakıp
şeytanları veli edinmeleri sebebiyle sapıtmışlardır.
Hidayet
ve dalâletin Yüce Allah'tan geldiğini kabul eden Ehl-i sünnetin görüşüne göre
ise buyruğun anlamı şudur: Hidayet ve dalâlet önce Yüce Allah'ın yaratması ile
ortaya çıkar. Fakat bu işi işlemeye onları çağıran şey, Allah'tan başka şeytanları
veli edinmeleridir.
İkinci
kesimin ise başka nitelikleri vardır. Onlar kendilerinin hidayette olduklarını
yani vasiyet ve hidayet üzre, doğru yol üzre olduklarını sanırlar; fakat
gerçekte onlar sapıktırlar, yanlışlık içerisindedirler: "De ki: Amelleri
bakımından en zararda olanları sizlere haber verelim mi? Onlar kendilerinin
güzel iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatında çabaları sapan ve boşa
çıkan kimselerdir." (Kehf, 18/103-104).
İkinci
kesime dair ayet-i kerimenin ihtiva ettiği anlamı Müslim'in İyâd b. Hımâr'dan
yaptığı şu rivayet de pekiştirmektedir: İyâd der ki: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ben kullarımı Haniler olarak
yarattım. Sonra şeytanlar onlara geldi de onları dinlerinden uzaklaştırdı."
Bazıları
da, "İlk önce sizi yarattığı gibi yine döneceksiniz" buyruğunu şöylece
açıklamışlardır: Biz sizi nasıl yarattıysak öyle döneceksiniz. Bir kesim hidayet
bulmuş, bir kesim de sapık olarak. İşte siz bu şekilde annelerinizin karınlarından
tekrar yaratılır ve öylece çıkarsınız. İbni Abbas der ki: Yüce Allah Ademoğlunu
ilkin mümin ve kâfir olarak yaratır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O sizi yaratandır. Kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor)" (Tega-bûn,
64/2). Sonra Yüce Allah onların yaratılışını ilk olarak başlattığı gibi, tekrar
mümin ve kâfir olarak iade eder. Bu da Sahihi Buhârî' de yer alan İbni Mesud
yoluyla gelen şu hadise uygun düşmektedir: "Kendisinden başka ilâh olmayan
hakkı için söylüyorum, sizden herhangi bir kimse cennet ehlinin ameli ile amel
eder; o kadar ki kendisi ile cennet arasında ancak bir arşınlık mesafe kalır,
Kitap (levh-i mahfuzdaki kader) onun aleyhine öne geçer ve böylelikle o da
cehennem ehlinin ameliyle amel eder, oraya girer. Şüphesiz de sizden herhangi
bir kimse cehennemliklerin ameliyle amel eder, o kadar ki kendisiyle onun arasında
yalnızca bir arşın kalır da sonunda onun hakkında Kitabın hükmü onu geçer ve
böylelikle o da cennetliklerin ameliyle amel eder, oraya girer."
Bu
tevile binaen bu açıklama ile Yüce Allah'ın şu buyruğu arasında bir çelişki
söz konusu olur: "Sen yüzünü dine hanîf olarak dosdoğru çevir. Allah'ın insanları
üzerinde yaratmış olduğu fıtratına." (Rum, 30/30). Bunun bir benzeri de
Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen Resulullah (s.a.)'ın şu
buyruğudur: "Her doğan,, fıtrat üzere doğar. Sonra onun anne babası onu
Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar." Müslim'in Sahîh'inde yer alan ve az
önce geçen Iyad b. Hımâr'ın hadisi de buna uygun düşmektedir.
"Sizi
yaratan O'dur" ayeti ile, "Allah'ın fıtratı..." ayeti ve her
birisini teyit eden hadis-i şeriflerin birlikte anlaşılmasına gelince: Şanı
Yüce Allah bütün insanları kendisini bilip tanıyacak, tevhid edecek, ondan
başka ilâh olmadığını bilecek halde -bu hususta onlardan mîsâk (and) aldığı
şekilde- yaratmış ve bunu tabiatlarına ve fıtratlarına yerleştirmiştir.
Allah'ın
onları bu şekilde dosdoğru ve fıtrî yaratışından sonra, Yüce Allah ezelî ve
kadim ilminde insanların kimisinin mümin kimisinin kâfir, kimisinin bedbaht
kimisinin mutlu olacağını, üzerlerinde yaratıldıkları aslî durumlarda bir takım
değişiklikler ortaya çıkacağını bildi ve takdir etti. İşte Yüce Allah'ın,
"Sizi yaratan O'dur. Kiminiz kâfir kiminiz mümin (oluyor)" buyruğunun
anlamı budur. Yani ikinci durumda onun işi imandan sonra küfre varacaktır. Allah'ın
kaderi ise mahlûkatı arasında olduğu gibi geçerli olandır. Çünkü, "Takdir
eden ve hidayete ileten (doğru yolu gösteren) O'dur." (Alâ, 87/3); "O
her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete iletendir." (Tâ-Hâ, 20/50). [13]
31-
Ey Ademoğulları! "Her mescide gidişte ziynetlerinizi alın; yiyin, için
ama israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
32-
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim
haram kılmış?" De ki: "Bunlar dünya hayatında iman edenler içindir.
Kıyamet günü ise yalnız onlaradır. İşte biz ayetlerimizi, bilen bir topluluğa
böylece açıklarız."
Ey
Ademoğulları! Namaz veya tavaf olsun, her ibadet edeceğiniz vakit ziynetinizi
takınınız ve o zaman elbiselerinizi giyininiz. Burada ziynetten kasıt güzel
elbiselerdir. Asgarisi ise avreti örten miktardır. Çünkü namaz ve tavaf sırasında
avretin örtülmesi vaciptir. Avretten olmayan bölümlerin örtülmesi ise sünnettir,
vacip değildir. Erkeğin avreti daha önceki ayetlerde de öğrendiğimiz gibi,
göbek ile diz kapağı arasında olan bölümdür. Kadının avreti ise yüz ve elleri
dışında bütün bedenidir.
Elbise
gelişmiş bir uygarlık görünümüdür. Elbise giyme ve avreti örtme emri İslâm'ın
güzellikleri arasındadır. Arap kabilelerini ve onların dışında kalan diğer
Afrikalıları ve benzerlerini ilkellikten, gerilikten, vahşilikten uygarlığa
taşıyan İslâm olmuştur.
Tesettürün
vacip oluşu hususunda ayetin muhtevasını Taberânî ve Beyha-kî'nin İbni Ömer'den
yaptıkları şu rivayet de teyit etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığı vakit (alt ve üst olmak üzere)
iki elbisesini giyinsin. Çünkü şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, kendisi için
süslenilenler arasında buna en lâyık olandır. Eğer o kimsenin iki elbisesi
yoksa, bu sefer namaz kıldığı takdirde belden aşağısını örten izarını kullansın
ve sizden herhangi bir kimse Yahudilerin örtüye sarındıkları gibi namazda da
sarınmasın."
Şafiî,
Ahmed ve Buharî de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu
naklederler: "Sizden herhangi bir kimse omuzunda ondan herhangi bir parça
bulunmaksızın tek bir elbise içerisinde namaz kılmasın."
Daha
sonra Yüce Allah israfa gitmeksizin yemeyi, içmeyi mubah kılmak üzere şöyle
buyurmaktadır: "Yeyin, için ama israf etmeyin..." Hoş ve lezzet alınan
şeylerden yeyiniz, içiniz. Fakat bunlarda israfa gitmeyiniz. Aksine, israfa ve
cimriliğe gitmeden itidali elden bırakmayınız. Sakın yeme ve içme hususunda
helâl sınırlarını aşarak harama düşmeyin. Şüphesiz Allah yeme ve içmede israf
edip haddi aşanları sevmez. Yani sonunda zarara götüren israftan dolayı onları
cezalandırır.
İmam
Ahmed Abdullah b. Amr'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Yiyin, için, giyinin ve tasadduk da yapın. Büyüklenip böbürlen-meksizin
ve israfa sapmaksızın bunları yapın. Şüphesiz Allah kulunun üzerinde nimetinin
etkisini görmeyi sever."
Nesaî
ve İbni Mace de yine Abdullah b. Amr'dan şu lafızla rivayet etmektedir:
"Yeyin, tasadduk edin ve giyinin; ancak israfa sapmayın ve böbürlenmeyin."
İmam
Ahmed, Nesaî ve Tirmizî de -Mikdam b. Ma'dîkerib'den şöyle dediğini rivayet
eder: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Ademoğlu karnından
daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğluna bünyesini ayakta tutacak
yiyeceği birkaç lokma yeterlidir. Eğer mutlaka (fazla) yiyecekse o halde
(karnının) üçte birini yemeğine, üçte birini içeceğine, üçte birini de nefesine
ayırsın."
Seleften
bazısı şöyle demiştir: Allah tıbbın tümünü yarım ayette bir araya getirmiştir:
'Yeyin, için ama israf etmeyin." Nakledildiğine göre er-Reşîd'in oldukça
maharetli Hristiyan bir doktoru vardı. O, Ali b. el-Hüseyin'e, "Sizin Kitabınızda
tıp ilminden herhangi bir şey yoktur. Halbuki ilim iki türlüdür: Din ilmi ve
beden ilmi" dedi: Ali ona şu cevabı verdi: "Allah tıbbın tümünü
Kitabımızda yarım bir ayette bir araya getirmiştir." O, "Bu
hangisidir?" diye sorunca Ali şu cevabı verdi: "Yüce Allah'ın,
'Yeyin, için ama israf etmeyin" buyruğudur." Bu sefer Hristiyan
doktor "Peki sizin peygamberinizden tıbba dair bir şey
nakledil-memektedir" deyince Ali şöyle dedi: "Allah Rasulü de tıbbı
birkaç kelimede özetlemiştir." "Bunlar Hangileridir?" diye
sorunca, "Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. Ademoğluna
bünyesini ayakta tutacak bir kaç lokmacık yeterlidir" diyerek hadisi
zikretti. Bu sefer Hristiyan doktor şöyle dedi: "Kitabınız da
peygamberiniz de Calinos'a tıp namma bir şey bırakmadı." [14]
Buharî
der ki: İbni Abbas dedi ki: "Dilediğini ye, dilediğini iç. Elverir ki şu
iki hasleti de ihmal etmeyesin: İsrafa kaçmamak ve kibirlenmemek."
İsraf
her hususta haddi aşmaktır. Yüce Allah ise helâl kıldığının helâl bilinmesini,
haram kıldığı şeyin de haram bilinmesini sever, işte emrettiği adalet de budur.
O bakımdan açlık, susuzluk, fazla tokluk, fazla içmek gibi tabiî sınırın
aşılması doğru değildir. Maddî hususta da bu böyledir. Nafaka kişinin gelirini
tamamıyla tüketmeyecek şekilde belli bir oranda olmalıdır. Sert sınırlarda da
bu böyledir. Allah'ın haram kıldığı meyte, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının
adına kesilmiş olan ve şarap gibi şeylerin kullanılması da -zaruret hali dışında-
caiz değildir. Altın ve gümüş kaplarda yemek içmek helâl olmadığı gibi, tabiî
ipek giymek, yahut erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi de
helâl olmaz.
Buna
göre cimrilerin yaptıkları da, israfa sapan lüks ve debdebe içerisinde
yaşayanların yaptıkları da şer'an yapılmaması gereken haramlar arasındadır.
İbni Mace, Sünen' inde Enes b. Malik'ten Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Canının çektiği her şeyi yemen israftandır."
Yüce
Allah da itidal üzere yükselen sünnet ve şeriatını pekiştirerek Allah'tan
gelmiş bir şeriata dayalı olmaksızın kendiliğinden bir takım yiyecek, içecek
veya giyeceklerden herhangi bir şeyi haram kılanların tutumlarını reddederek
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti...
kim haram kılmış?"
Yüce
Allah bu şekilde mubahları haram kılan kimselerin tutumlarını reddetti ve
peygamberine kendi tutarsız görüş ve bidatleriyle bir takım şeyleri haram
kılan bu müşriklere yaptıklarını red eden bir eda ile şöylece sormasını emretti:
Allah'ın temel maddelerini kullan için yaratmış olduğu ve onlara vermiş olduğu
ilham ile fıtratlarında yaratmış olduğu kabiliyetlerle bunları nasıl kullanıp
işleyeceklerini, bunlardan nasıl yararlanacaklarını öğrettiği süsleri, hoş ve
temiz nzıklan kim haram kıldı? Bunlar asıl itibariyle dünya hayatında Allah'a
iman edip O'na ibadet edenler için yaratılmıştır ve onların hakkıdır. Onlardan
başkaları bu hususta onlara tabidir. Dünyada fiilen kâfirler bunlarda müminlere
ortak olsalar dahi kıyamet gününde bütün bunlar müminlere has olacaktır.
Kâfirlerden kimse onlara bu hususta ortak olamayacaktır. Çünkü cennet kâfirlere
haram edilmiştir.
İşte
ziynet ve temiz şeylerin hükmüne dair yaptığımız bu eksiksiz ve mükemmel
açıklamalar gibi şeriatın ve dinin kemaline, peygamberin doğruluğuna ve
şeriatın tamlığına delâlet eden ayetleri, toplumsal ve nefsî bilgileri, tıbbı,
insanların maslahatlarını bilen ve bunlar üzerinde düşünüp gerekli öğüt ve ibretleri
alan bir topluluğa böylece açıklıyoruz; yoksa insanın, uygarlığın ve ümranın
ilerlemesi için gerekli bilgi ve teknikleri bilmeyen bir topluluğa değil. Buna
göre Yüce Allah'ın "İşte biz ayetlerimizi... böylece açıklarız"
buyruğunun anlamı şudur: Ben size helâl ve haramı bu şekilde genişçe
açıkladığım gibi, duyacağınız diğer şeyleri de sizlere böylece açıklıyorum.
İşte
bütün bunlar İslâm'ın, ruhî olgunluğun ve kusursuz akidenin, ahlâkî
üstünlüğün, hayatın zorluklarına galip gelmek için gerekli bedenî ve ruhî
gücün, Allah'ın yeryüzünde yerine halife tayin etmiş olduğu, göklerde ve yerde
bulunan her şeyi kendisine müsahhar kıldığı insanın misyonunu yerine
getirmesinin dini olduğunun delilleri arasındadır. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O yerde ne varsa hepsini sizin için yaratandır." (Bakara, 2/29);
"Allah'ın göklerde ne varsa size müsahhar kıldığını görmez misiniz?"
(Lokman, 31/20). [15]
33"
De ki: "Rabbim tüm hayasızlıkları, günahı, haksız yere haddi aşmayı, hakkında
hiç bir delil indirmediği şeyleri
Allah'a şirk koşma- nızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyle- ri söylemenizi
haram kılmıştır."
Ey
Muhammedi Allah'ın helâl kılmış olduğu temiz yiyecekleri ve elbiseleri haram
kılan bu müşriklere de ki: Allah, ancak haramların temel olanlarını teşkil
eden şu beş şeyi haram kılmıştır:
1- Gizli, açık, görünen ve görünmeyen hayasızlıklar: Hayasızlıklar
(feva-hiş) alabildiğine çirkin davranışlardır. Bunların gizlisi de açığı da
yasaktır veya bunlar büyük günahlardan ibarettir. Çünkü artık bunların
çirkinliği alabildiğine ileri derecede ve fazladır. Zina, hırsızlık, İslâm
cemaatine karşı ayaklanmak gibi masiyetler bu tür fiillerdir.
2- Günah, yani günahı gerektiren işler. Onlar da küçük masiyetlerdir. Buna
göre ayetin anlamı şöyle olur: O büyük ve küçük günahları haram kılmıştır.
Eşinin dışındakilere şehvetle bakmak küçük günahlardandır. Günahın masiyet veya
mutlak bir günah olduğu da söylenmiştir ki bu da genelin özele atfedilmesi
kabilindendir.
3- Haddi aşmak: Yani fert veya toplum olsunlar, diğer insanların haklarına
tecavüz etmek suretiyle haklarda haddi aşmak ve bozgunculuk yaparak zulmetmek demektir. Burada haddi
aşmanın haksız olmak kaydıyla zikredilmesinin sebebi şudur: Haddi aşmak eğer
kamu maslahatı için veya karşılıklı rıza ile birlikte olursa bunda bir beis
yoktur.
4- Allah'a ortak koşmak: Bu, çirkin işlerin en çirkinidir. Bu da Allah
ile birlikte put, heykel yahut bir kişi olsun hakkında aklî ya da vahyî bir
delil veya belgenin ortaya konulamadığı Allahla beraber başka bir ilâh kabul
etmektir. Burada belgeye "sultan" denilmesinin sebebi, hasmın sözünü
başkasına tercih ettirmesi ve işitenin akıl ve düşüncesi üzerinde etkili
olması dolayısıyladır. Bu ifade Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Her kim bu konuda kendisinin bir delili olmaksızın Allah ile birlikte
başka bir ilâha ibadet edecek olursa, şüphesiz onun hesabını görmek Rabbine
aittir. Gerçek şu ki kâfirler kurtuluşa eremez." (Mü'minûn, 23/117).
İşte
bunda burhanın (delil ve belge getirmenin), akidenin sağlıklı olduğuna delil
getirmenin esasını teşkil ettiğine, imanın, delil ve belge ile desteklenen
Allah'tan gelen bir vahiy olmaksızın kabul olunmayacağına delâlet vardır.
5- Bilgisiz ve belgesiz olarak Allah'a karşı yalan şeyler söylemek:
İftira, Allah'a karşı putlardan bir ortağı olduğunu iddia etmek gibi yalan
söylemek: "Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun."
(Hacc, 22/30). Bir mesned ve bir delil olmaksızın haramı helâl, helâli haram
kılmak gibi. Bu ise şeriatten bir delil olmaksızın sırf görüşe dayanarak söz
söylemektir. Dinlerin tahrif ediliş sebebi, hak dinde bidatlerin ortaya konuluş
sebebi, heva ve şeytana uymanın sebebi budur. Nitekim Kitap Ehli de böyle
yapmıştır: "Dillerinizin yalan yere vasfedegeldiği şeylere, "Bu
helâldir, bu da haramdır" demeyin." (Nahl, 16/116). İşte reform
davetçilerinir ve içtihat adı altında şeriatı aşıp geçenlerin izlediği yol
budur. Nitekim Buharî ile Müslim şunu rivayet ederler:
"Andolsun,
sizden öncekilerin yolunu karış be karış, arşın be arşın izleyeceksiniz. O
kadar ki, onlar bir keler deliğine girecek olsalar muhakkak onların arkasından
gidersiniz." "Ey Allah'ın Rasulü, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlar
mıdır?" diye sorduk. O, "Başka kim olabilir ki?" diye buyurdu.
Şeriatta
içtihadın yolu bellidir. Bu da Kur'an, sünnet ve icmaya şer"î esaslara
uygun olarak sahih bir şekilde bakmak ve bunları tetkik etmektir. Daha sonra da
bunlara kıyas yapmak yahut da istihsan, istislâh ve buna benzer kapsamlı
görüşü delil almaktır. İşte bu da şeriatın ruhu, esasları ve genel ilkeleri ile
uygun olan görüşü almaktır.
Bu
ayet-i kerime ile ilgili olarak bir soru ortaya atılmıştır. Muhtevası şudur:
Ayet-i kerimedeki "(innemâ) Ancak" kelimesi hasr ifade eder. Yüce Allah'ın,
"Rabbim... haram kılmıştır" buyruğu, şunları şunları münhasıran haram
kılmıştır, demektir. Oysa haramlar bu şeylere münhasır değildir.
Buna
şöyle cevap verilmiştir: "Cinayetler beş türe münhasırdır. Bunlardan
birisi neseplere karşı işlenen cinayetlerdir ve bunlar da zina ile olur. İşte
Yüce Allah'ın, "Rabbin... hayasızlıkları haram kılmıştır" buyruğu ile
kastedilen budur. İkincisi ise akıllara karşı işlenen cinayetler. Bunlar da
içki içmek olup Yüce Allah'ın, "Günahı...haram kılmıştır" buyruğu da
buna işaret etmiştir. Üçüncüsü ırzlara karşı işlenen cinayetler, dördüncüsü
canlara ve mallara karşı işlenen cinayetlerdir. İşte Yüce Allah'ın,
"Haksız yere haddi aşmayın" buyruğu ile buna işaret edilmiştir.
Beşincisi ise, dinlere karşı işlenen cinayetler olup bunlar da iki bakımdan
söz konusudur: Birincisi Yüce Allah'ın tevhidine itiraz edip dil uzatmaktır.
Yüce Allah'ın, "Allah'a şirk koşmanızı" buyruğu ile buna işaret
edilmiştir. İkincisi ise Allah'ın dininde bilgiye bağlı olmaksızın söz
söylemektir. İşte, "Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi..." buyruğu ile de buna işaret edilmiştir. Bütün cinayetlerin
(suçların) esası bunlar olduğuna göre, geri kalanlar bunların uzantıları ve
dallandır. Buna uyanlar olduğuna göre, bu haram şeylerin söz konusu edilmesi
adeta hepsinin söz konusu edilmesi gibi olmuş, onların yerini tutmuştur. O
bakımdan bu ayetin başına hasr ifade eden söz konusu edat gelmiştir.[16]
34-
Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalır, ne de bir
an ileri gidebilirler.
Her
bir ümmetin yani her bir asır ve neslin, her bir kişinin, aynı şekilde varlık
alemindeki her bir şeyin bilinen bir eceli vardır. Bu da sürenin sona ermesi
için belirlenen zamandır. Ecel, aynı zamanda dünya hayatı için sınırlandırılmış
vakti de, toplumların güçlülük, mutluluk zamanlarını yahut zillet ve bedbahtlık
dönemlerini de kapsar.
"Ecelleri
gelince" yani onlar için takdir edilen süre geldi mi ne zamanın en küçük
dilimi olan bir an geri kalır ne de bir an ileri gidebilirler. Bu ecel süresinden
öne geçemezler. Yani belirlenen bu vadeden sonraya da kalamazlar, öne de
geçemezler. Bu değişmenin bir an (saat) kadar bile olması mümkün değildir. Yüce
Allah'ın burada "saafi söz konusu etmesinin sebebi, en asgarî zaman dilimlerinin
genel olarak "saat" kelimesiyle karşılanmasından dolayıdır.
Ecelden
neyin kastedildiğinin tayini ile ilgili olarak iki görüş vardır:
Birinci
görüş İbni Abbas, Hasan-ı Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür. Buna göre Yüce Allah
peygamberini yalanlayan her bir ümmete belli bir süreye kadar mühlet vermiştir.
Nihayet toptan imha edilerek azap zamanı gelince, bu azap kaçınılmaz olarak
gelip çatar.
İkincisine
göre, burada ecelden kasıt ömürdür. Bu ecel bitti ve tamamlandı mı, artık öne
almanın ve sonraya bırakılmanın imkânı olmaz.
-Razî
der ki: Birincisi daha uygundur. Çünkü Yüce Allah, "Her ümmetin" diye
buyurmuş, "herkesin bir eceli vardır" diye buyurmamıştır. İkinci
görüşe göre ise "Evet, Yüce Allah, "Her ümmetin" diye buyurmuş,
herkesin bir eceli vardır diye buyurmamıştır. Çünkü ümmet her zamanda var olan
topluluk demektir. Bu ümmet de fertlerden oluşur. Toplumların fertlerinin ise
ecelleri birbirine yakındır. Çünkü tehdit makamında olan ifadelerde ümmetin
söz konusu edilmesi daha bir beliğ ve daha bir etkileyicidir.
İkinci
bir görüşe göre, herkesin öne alıp sonraya bırakmasının söz konusu olamayacağı
bir ecelinin olması gerekir, buna göre maktul de eceliyle ölmüş olur.[17]
35-
Ey Ademoğulları! İçinizden size
ayetlerimi anlatacak peygamberler ge- linçe, her kim sakınıp düzelirse
artık onlar için bir korku yoktur ve
onlar üzülecek de değillerdir.
36-
Ayetlerimizi yalanlayıp onlara kar- Ş1 büyüklük taslayanlar, işte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar-
Yüce
Allah Ademoğullarını kendilerine ayetlerini anlatacak, hüküm ve farzlarını
bildirecek peygamberler göndereceğini belirterek uyarmakta ve şöyle
buyurmaktadır: Ey Ademoğulları! Şayet sizlere içinizden sizin hemcinsiniz ve bu
sizlere benim size farz kıldıklarımı ve sizin için öngördüğüm ibadet, muamelât
ve ahlâka dair düzenlemeleri size emretmiş olduğum salih ameller ile size
yasakladığım şirk ve çirkin işleri bildiren bir peygamber gelecek olursa, siz
iki tavırdan birisini takınacaksınız. Bunlardan birisini takınanlara müjde verilir,
diğerini takınanlar ise azapla korkutulur.
Kim
Allah'tan korkar, benimle kendisinin arasını düzeltir, haramları terk eder ve
itaatkâr olursa ahiret azabından yana onun için korku yoktur. Amellerinin
karşılığını göreceği vakit geldiğinde de yapamadıkları dolayısıyla üzülmeyecektir
veya gelecekte karşı karşıya kalacağı durumlardan dolayı onun için korku
yoktur, geçmişteki hallerinden dolayı üzülmesi de söz konusu olmayacaktır.
Yüce
Allah'ın, "içinizden" diye buyurması, peygamberlerin peygamber olarak
gönderildiği kimselerle hemcins olması, onlara ileri sürebilecekleri bir mazeret
bırakmaz ve onlara karşı delili açıkça ortaya koyar. Zira onların o peygamberin
durumunu bilmeleri, Allah'ın kendisini mucizelerle desteklemesinin, peygamberin
kudretiyle değil de Allah'ın kudretiyle olduğunu onlara gösterir; diğer
taraftan herkes kendi hemcinsiyle daha iyi kaynaşır.
Yüce
Allah'ın, "ayetlerimi" buyruğundan kasıt ise, Kur'an-ı Kerim, tevhid
ve ulûhiyetin delilleri, indirdiği hükümler ve şeriatlardır. Bu, sözü geçen
bütün hususları kapsayan genel bir lafızdır. Çünkü bütün bunlar Yüce Allah'ın
ayetleridir. Peygamberler geldikleri takdirde, bütün bu hususları söz konusu
etmişlerdir.
Kureyş
ileri gelenlerinin Muhammed (s.a.)'e karşı büyüklük tasladıkları vakit
görüldüğü gibi, kalpleriyle Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onları kabul ve
gereklerince amel etmeyi büyüklüklerine yediremeyen, peygamberlere büyüklük
taslayarak ve onları inatla reddedenlere gelince, bunlar cehennemliklerdir.
Orada ebedî olarak kalacaklardır. [18]
37-
Allah'a karşı yalan uyduran veya O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zalim kim
vardır? İşte onlara kitaptaki payları erişecektir. Nihayet elçilerimiz
canlarını almak üzere onlara geldiklerinde diyeceklerdir ki: "Allah'tan
başka taptıklarınız nerede?" Diyecekler: "Onlar bizi bırakıp
kayboldular." Onlar kendi aleyhlerine ve gerçekten kâfir olduklarına
şehadet ederler.
38- Buyurur ki: "Sizden önce geçmiş cin ve
insan toplulukları arasında girin ateşe." Her ümmet girdikçe yoldaşına
lanet eder. Nihayet hepsi biribiri ardından orada toplanınca sonrakileri
öncekileri için derler ki: "Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdı. Onun
için bunlara ateşten katmerli azap ver." Buyurur ki: "Her biriniz
için katmerli azap vardır; ne var ki bilmezsiniz."
39-
Öncekileri sonrakilerine "Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu. Öyleyse
kazandıklarınız sebebiyle azabı tadın" dediler.
Allah'ın
farz kılmadığını farz kılmak, haram kılmadığını haram kılmak, Allah'ın
indirmediği bir hükmü onun dinine nispet etmek ya da Allah'a evlât ve ortak
nispet etmek suretiyle Allah'a yalan yere iftira eden kimseden daha zalim kimse
yoktur.
Yahut
Arap kâfirleri gibi Kur'an-ı Kerim'i inkâr etmek suretiyle Allah'ın ayetlerini
yalanlayan veya Resulullah (s.a.)'a inanmayan ya da ayetlerle alay eden yahut
başkalarım onlara üstün tutarak bu ayetleri terk eden kimselerden daha zalim
kimse olamaz.
İşte
bütün bunlara bütün kâinat düzeni hakkında tescil edilen her şeyin miktar ve
ölçüsünün yazılı bulunduğu Kitapta (levh-i mahfuzda) haklarında yazılanlar ve
kendileri için takdir olunan nzıklar ve ömürler onları gelip bulacaktır,
onlara erişecektir. Allah'a karşı yalan uyduran kimseler hakkında da yüzünün
kapkara kesileceği yazılmıştır. Yani bunlar için vaad olundukları hayır veya
şer verilecektir. Zulümlerine ve Allah'a karşı yalan iftiralarına rağmen bu
böyledir.
Nihayet
ölüm meleği olan elçiler canlarını almak üzere kendilerine geleceğinde,
melekler onları azarlamak üzere şöyle soracaktır: Dünya hayatında Allah'ı bırakıp
kendilerine dua ve ibadet ettiğiniz ortaklarınız nerede? Haydi onları çağırın
da içinde bulunduğunuz durumdan gelip sizleri kurtarsınlar. Şöyle cevap verecekler:
Önümüzden kaybolup gittiler, nerede olduklarım bilemiyoruz. Hem biz onlardan
herhangi bir fayda, yahut bir hayır ve bir zararı önlemelerini de ummuyoruz ki.
Böylelikle
kendi aleyhlerine bu ortaklara dua edip ibadet etmekle kâfir olduklarını ikrar
ve itiraf edeceklerdir.
Bu
ifadelerin kastı ise kâfirleri üzerinde bulundukları küfürden vaz geçirmektir.
Onları küfür ve sapıklık dolayısıyla karşı karşıya kalacakları akibetle-rin
üzerinde durup düşünmeye itmektir.
Mana
itibariyle bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır:
"Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar iflah olmazlar. (Onların bu
yalanları kendilerine belki) dünyada az bir geçim (sağlayabilir), sonra
dönüşleri bize olacaktır. Sonra da biz kâfir oldukları için onlara oldukça
ağır azabı tattıracağız." (Yunus, 10/69-70); "Kâfir olanın küfrü seni
üzmesin. Dönüşleri bizedir ve biz onlara yaptıklarını haber vereceğiz. Muhakkak
Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir. Onları azıcık faydalandıracak, sonra
da oldukça ağır bir azaba ister istemez mahkûm edeceğiz." (Lokman,
31/23-24).
Daha
sonra Yüce Allah kendisine iftira eden, ayetlerini yalanlayan bu müşriklere
meleklerin neler söyleyeceklerini haber vermektedir: Haydi siz de sizin gibi ve
sizin niteliklerinize sahip sizden önce küfre sapmış diğer ümmetlerle birlikte
-cinlerden veya insanlardan olsunlar- ateşe giriniz. Bu sözü söyleyecek olan
kişi ya cehennemin bekçisi Mâlik'tir yahut da Yüce Allah'tır. Yani Yüce Allah
onlara bizzat giriniz diyecektir.
Onlardan
bir topluluk cehenneme girip de azabı, horluğu ve ibret verici cezaları
görünce, peşinden gittiği ve kendisini saptıran, din ve inançta kendisi gibi
olan diğer ümmete lanet edecektir. Çünkü bizzat kendisini o topluluğa uymak,
küfürde onu taklit etmek suretiyle sapıtmış oldu. Bu da Yüce Allah'ın şu
buyruğuna benzemektedir: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminize kâfir olacak,
kiminiz kiminizi lanetleyecektir." (Ankebût, 29/25).
İşte
bu şekilde kâfirler çeşitli gruplarıyla biribirlerine lanet okuyacak,
bi-ribirlerinden uzaklaşacaklardır. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O vakit kendilerine uyulanlar kendilerine uyanlardan uzaklaşacak ve
azabı görecektir. Aralarındaki bağlar parçalanmış olacaktır. Tabi olanlar
(şöyle diyecekler): Keşke bizim için bir dönüş olsaydı da bunlar bizden uzaklaştıkları
gibi biz de onlardan uzaklaşabilseydik. İşte onlar ateşten çıkamayacaklardır."
(Bakara, 2/166-167).
Nihayet
ateşte üst üste yığılıp hepsi orada toplanınca aralarından giriş veya mevki
itibariyle daha sonra gelen tabiler veya alt gruptakiler mevki veya giriş
itibariyle daha önce gelen kendilerine uyulan önderler ve liderlere bir takım
sözler söyleyeceklerdir. Buna sebep ise kendilerine uyulanlarm cürümlerinin
daha ağır olmasıdır. İşte bu sebepten onlardan önce cehenneme girmiş olacaklar.
Sonra gelenler kıyamet gününde Yüce Allah'a, ileri gelenlere uyanların şikâyetini
ihtiva edecek bir söz söyleyeceklerdir. Çünkü uyanları doğru yoldan saptıranlar
onlardır. Zemahşerî der ki: "Öncekileri için" ifadesinin anlamı 'öncekiler
hakkında' anlamındadır. Çünkü onların hitabı Allah ile olacak, kendilerinden
öncekilerle değil. Yani onlar hakkında ve onların kendilerini saptırmaları
dolayısıyla diyeceklerdir...
Bu
şikâyetlerini Yüce Allah'a hitaben şöyle dile getireceklerdir: Rabbimiz, bu
önderler bizi hak yoldan saptırdılar. O bakımdan sen bunlara cehennemde kat kat
artırılmış bir azap ver; yani onların cezalarını katlandır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: 'Yüzleri ateşte çevrileceği o günde diyecekler ki: Keşke
biz Allah'a ve Rasul'e itaat etseydik. Diyecekler ki: Rabbimiz, gerçekten biz
başkanlarımıza ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi yoldan saptırdılar.
Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver. Onları en büyük lanetle lanetle."
(Ahzâb, 33/66-68).
Yüce
Allah da onlara şöyle cevap verecektir: Size de onlara da kat kat azap vardır.
Biz bunu yapıp takdir ettik. Herkese kendisine göre ceza verdik. Ya başkasını
saptırdığı için yahut başkasını taklit ederek saptığı için. Çünkü önderler de
onlara uyanlar da hem sapık hem saptırıcı idiler; fakat sizler onların azabını
bilmemektesiniz. Katmerli azap (ed-dif), bir veya bir kaç defa kendi mislinden
fazla olan demektir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da buna benzemektedir:
"Kâfir olup Allah'ın yolundan alıkoyanların fasıklık etmeleri sebebiyle
azabın üstüne azap arttırırız." (Nahl, 16/88); "Andolsun onlar hem
kendi yüklerini taşıyacaklar, hem de yükleriyle birlikte başka yükleri."
(Ankebût, 29/13); "Ta ki kıyamet gününde eksiksiz olarak hem kendi
yüklerini taşısınlar, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden
(taşısınlar)." (Nahl, 16/25).
"Öncekileri
sonrakilerine... dediler." Yani kendilerine uyulanlar kendilerine
uyanlara diyecek ki: Biz sizleri saptırdıysak yine de sizin bize bir üstünlüğünüz
yoktur. Çünkü biz saptığımız gibi siz de sapmış oldunuz. Kat kat azabı hak
etmek bakımından bizimle sizin aranızda bir fark yoktur. Yani siz de bizim
yaptığımız gibi yaptınız ve kâfir oldunuz. O halde siz de azabınızın hafifletilmesini
hak edemezsiniz.
Haydi
kazandıklarınız sebebiyle azabı tadınız. Yani sebep olduğunuz küfür ve
sapıklıktan dolayı Allah'ın azabı ile karşılaşınız. Bu ya önderlerin söyleyecekleri
bir sözdür yahut da Allah'ın hepsine bizzat söyleyeceği sözdür. Bu da Yüce
Allah'ın şu sözlerine benzemektedir: "Biribirlerine karşılıklı soru
sorarlar.
Dediler
ki: Siz bize sağ taraftan geliyordunuz. Onlar derler ki: Hayır, siz iman eden
kimseler değildiniz. Esasen bizim sizin üzerinizde bir otoritemiz de yoktu.
Aksine sizler azgın bir topluluktunuz. O bakımdan Rabbimizin (azap) sözü üzerimize
hak oldu: Şüphesiz biz azabı tadıcılarız. Böylelikle biz sizi azdırdık. Gerçekten
biz (hepimiz) azgın kimseler olmuştuk. Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar."
(Sâffât, 37/27-33).
Yüce
Allah'ın, "Öyleyse ... azabı tadın" buyruğundan kasıt korkutmak ve
küfürden vazgeçirmektir. Çünkü Yüce Allah'ın lider ve onlara uyanların sonunda
biribirlerinden uzaklaşacaklarını, biribirlerine lanet okuyacaklarını haber
vermesi kalpte büyük bir korkunun uyanmasına sebeptir. [19]
yıp
da onlara karşı büyüklük taslalara' onlara göğün kapıları açılma onlar, deve iğne
deliğinden geçin
40-
Muhakkak ki ayetlerimizi yalan sa- yıp da onlara karşı büyüklük taslayan geçinceye
kadar cennete de giremezler. Biz suç- luları işte böyle cezalandırırız.
41- Onlar için cehennemden bir döşek ve üstlerinde de örtuler vardır. Biz zalimleri
işte böyle cezalandırırız.
Bizim
birliğimize, peygamberimizin ve diğer peygamberlerin peygamberliklerinin
doğruluğuna, öldükten sonra dirilişi ispatlayan ayetlerimizi yalanlayanların
hiç bir amelleri yükselmez. Çünkü onların amelleri kötüdür ve Allah ancak takva
sahiplerinin amelini, kabul eder. Güzel söz O'na yükseltilir. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Güzel söz O'na yükselir, salih amel de O'nu
yüceltir." (Fâtır, 35/10); "Hayır, muhakkak iyilerin kitabı
İlliyyîndedir." (Mutaffifîn, 83/18). İşte bunların amellerine ve ruhlarına
semaların kapıları açılmaz. Böyle bir açıklama ayet-i kerimenin tefsiri ile
ilgili iki görüşü bir arada ifade etmektedir.
Bunlar
hiç bir şekilde cennete giremezler. Çünkü Allah'ın rahmetinden ko-vulmuşlardır.
Cennete girmelerine imkân yoktur. Zira Yüce Allah, "Onlar deve iğne
deliğinden geçinceye kadar..." diye buyurmuştur. Bu da imkânsızlığı ifade
etmek için Arap dilinde yaygın bir anlatım tarzıdır. Meselâ, onlar "siyah
karga ağarmcaya", "zift beyazlaşmcaya" ve "deve iğne
deliğinden girinceye kadar bu işi yapmam" derler. İbni Abbas ve Said b.
Cübeyr'den maksadın şu olduğu rivayet edilmektedir: Burada deve (el-cemel)
değil, kalın ip (kendir) olan el-cümmel iğne deliğinden girmedikçe şeklindedir.
İbni Abbas (r.a.) der ki: Allah bu konuda deveye benzetmekten daha güzel bir
benzetme yapmıştır. Yani kalın ipin iğne deliğinden giren ip yerine
kullanılması daha uygun düşmektedir. Deve tabiri ise burada uygun değildir.
Zamahşerî der ki: Şu kadar var ki "deve" anlamına gelen
"el-cemel" kıraeti daha etkileyicidir. Çünkü iğne deliği, geçilen
yerin darlığının bir örneğidir. İğne deliğinden daha dar diye bir tabir
kullanılır. Deve ise oldukça büyük cüsseli bir hayvandır.
"Biz
suçluları işte böyle cezalandırırız." Yani biz Allah'a karşı, kendisine ve
Müslüman kardeşlerine karşı suç işleyen herkesi bu şekilde korkunç bir ceza
ile cezalandırırız. Böylelikle cezaya götüren sebebin de suç sayıldığı ve suç
işleyen herkesin cezalandırılacağı ifade edilmektedir. Daha sonra bu husus
sonraki ayetin sonunda tekrarlanarak şöyle buyurulmaktadır: "Biz zalimleri
işte böyle cezalandırırız." Çünkü her bir suçlu kendisine zulmeden
birisidir.
Bu
suçlular için cehennem ateşinden, altlarında serili bir döşek olduğu gibi,
üstlerinde de örtüler vardır. Bu ifadelerden maksat cehennem ateşinin onları
kuşattığını, her bir yandan onların üzerlerinin kapatıldığını anlatmaktır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki o üzerlerine kapatılmış
olacaktır," (Hümeze, 104/8); "Muhakkak cehennem kâfirleri çepeçevre
kuşatıcıdır. " (Tevbe, 9/49); "Onların üstlerinde cehennemden
(ateşten) gölgelikler ve (aynı şekilde) altlarında da gölgelikler
vardır." (Zümer, 39/16).
"Biz
zalimleri işte böyle cezalandırırız." Kendilerine ve kendilerinin dışındaki
insanlara zulmedenleri bu şekilde cezalandırırız. Bunda burada sözü geçen
suçlu ve zalimlerin kâfirlerin kendileri olduğuna delil vardır. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir."
(Bakara, 2/254). Ayrıca daha önce sözü edilenlerin de Allah'ın ayetlerini
yalanlayan kimseler olması da buna delildir. [20]
42-
İman edip de salih ameller işleyenlere gelince -ki biz kimseye gücünün
yettiğinden başkasını yüklemeyiz-, işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî
kalıcıdırlar.
43- Göğüslerinde kinden ne varsa söküp
atmışızdır. Altlarından ırmaklar akar ve derler ki: "Hamdolsun O Allah'a
ki bizi hidayetiyle buna ulaştırdı. Eğer O bizi ulaştırmasaydı, biz hidayete
ulaşamazdık. Andolsun ki Rabbimi-zin peygamberleri hakkı getirmişlerdir."
Onlara, "Yapmakta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet
işte budur" diye seslenilir.
Yüce
Allah bedbahtların durumunu ve cezasını söz konusu ettikten sonra mutluların
durumunu ve onların görecekleri mükâfatlan söz konusu etmektedir. Böylelikle
mümin ve kâfir, haklı ile batıl üzre olan birbirinden ayrılmış olsun. Yüce
Allah, "İman edip de..." yani Allah'a, peygamberlerine inanıp emirleri
yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle salih amel işleyenler, evet
yalnız onlar cennetliklerdir ve yalnız onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır.
Yüce
Allah'ın, "Ki biz kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemeyiz"
buyruğu ara cümlesi olarak yer almaktadır. Bundan maksat ise cennetin mevki
olarak azametli olmasına rağmen zorluklara katlanmaksızm kolay amellerle oraya
ulaşılacağına ve cennete ulaştıran salih amelin zor değil kolay olduğuna dikkat
çekmektir. O yol zor olmadığı gibi ona ulaşmak insan takatinin dışında da
değildir. Aksine her insanın onu yapması, imana eriştiği ve Kur'an'ın hidayetinin
yardımını aldığı takdirde gayet kolaydır.
"Güç
ve takat" kelimesinin anlamı, insanın darlık ve sıkıntı zamanlarında
değil, rahat ve genişlik hallerinde güç yetirebildiği şeyler demektir.
Yüce
Allah'ın cennetliklere olan nimetlerinden birisi de onların ruhlarının anlığı
ve kalplerinin kötülüklerden uzak olmasıdır. Kalplerini herhangi bir keder
karartmayacağı gibi herhangi bir acı da rahatsız etmez ve korkulacak hiç bir
şey onlan korkutmaz. Cennetlikler arasında kötü bir durum meydana gelmez.
Çünkü Yüce Allah onlann kalplerinde bulunan her türlü kıskançlık, kin,
düşmanlık ve bunlara benzer dünyadaki nefsî ve ruhî hastalıklan çekip çıkarmış
olacaktır.
Buharî'nin
Sahih'inde Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Müminler cehennemden kurtulduklarında cennet ile
cehennem arasında bir köprü üzerinde alıkonulurlar. Dünya hayatında
aralarındaki haksızlık ve zulümlerin kısası yapılır. Nihayet arındırılıp tertemiz
edildiklerinde cennete girmelerine izin verilir. Nefsim elinde olana yemin
olsun ki, onlardan her birisinin cennetteki evini bilmesi, dünyada iken mesken
olarak kullandığı yeri ıi bilmesinden daha ileri derecededir."
İbni
Ebi Hatim de Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet eder: Bana ulaştığına
göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cennetlikler Sırat'ı geçmelerinden
sonra alıkonulurlar. Ta ki dünyada iken aralarındaki haksızlıklardan dolayı hak
sahibinin hakkı ötekinden alınıncaya kadar. Daha sonra cennete birbirlerine
karşı kalplerinde herhangi bir kin bulunmaksızın girerler."
İbni
Cerîr et-Taberî de Katâde'den şöyle dediğini rivayet eder: Ali (r.a.) dedi ki:
Şüphesiz ben, Osman, Talha ve ez-Zübeyr'in Yüce Allah'ın haklarında "Biz
onların göğüslerindeki kini söküp attık, kardeşler olarak sedirler üzerinde..."
(Hicr, 15/47) diye söz ettiği kimselerden olacağımızı ümid ederim.
Abdürrezzâk
da el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet eder: Ali (r.a.) dedi ki: "Allah'a
yemin ederim Ehl-i Bedir olan bizler hakkında şu, "Göğüslerinde kinden ne
varsa söküp atmışızdır." buyruğu nazil oldu.
Müminler
Allah'ın nimet ve lütfuna şükrederek şöyle diyeceklerdir: Dünyada iken
karşılığı şu büyük nimetler olan sahih imana ve salih amele bizleri ileten
Allah'a hamdolsun. Esasen Allah'ın hidayeti ve peygamberlerine tabi olma
muvaffakiyeti olmasaydı, kendi düşünme seviyemizle kendiliğimizden bu doğru
yolu bulup hidayete ermemiz yapabileceğimiz bir iş değildi.
Aynı
şekilde her şeyin, peygamberlerin haber verdiklerine tıpatıp uyduğ-nu
gördüklerinde de şöyle diyeceklerdir: Andolsun Allah'ın peygamberleri hak ile
gelmişlerdi. İşte Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla vaad ettiğinin doğruluğunu
bunlar göstermektedir.
Melekler
de onlara, "Selâm olsun sizlere! Siz ne iyi idiniz! Haydi oraya ebedi
olarak giriniz. İşte bu, Allah'ın salih amellerinize mükâfat olmak üzere
sizlere miras kıldığı cennettir" diyeceklerdir.
Saîd
b. Mansûr ile Beyhakî, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Aranızdan iki konaklama yeri olmayan kimse
yoktur. Bu konakların birisi cennette birisi cehennemdedir. Kişi ölüp de cehenneme
girdi mi bu sefer cennet ehli onun yerine mirasçı olurlar. İşte Yüce Allah'ın,
"İşte mirasçı olanlar onlardır." (Mü'minûn, 23/10) buyruğu bunu ifade
etmektedir." [21]
44- Cennetlikler cehennemliklere:
"Rabbimizin bize vaad ettiğini hak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini
hak buldunuz mu?" diye seslenirler, (onlar) "evet" derler.
Bunun üzerine aralarından bir münadi: "Allah'ın laneti zalimlerin
üzerinedir" diye seslenir.
45- Onlar ki Allah'ın yolundan akkorlar ve onu
eğriltmek isterler. Ve onlar ahireti de inkâr edenlerdir.
46-
İki taraf arasında bir perde vardır. A'raf üzerinde de her birini simalarıyla
tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere "Size selâm olsun" diye
seslenirler. Bunlar henüz oraya girmeyen, ama bunu uman kimselerdir.
47- Gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince de
"Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma" derler.
Yüce
Allah cehennemliklere azarlamak ve başlarına kakmak üzere yapılacak olan
hitabı haber vermektedir. "Cennetlikler cehennemliklere size selam olsun
diye seslenirler" buyruğu ile haber verilen bu hitap her iki kesimin cennet
ve cehennemdeki yerlerini almalarından sonra meydana gelecektir. Buna delil ise
bir önceki ayet-i kerimede söz konusu edilen, "Onlara, yapmakta olduklarınızdan
dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte budur, diye seslenilir"
buyruğudur.
Yüce
Allah'ın, "Cennetlikler cehennemliklere size selam olsun diye seslenirler"
buyruğu, genellik ifade etmektedir. Acaba bu sesleniş, cennetteki herkes
tarafından bütün cehennemliklere mi yapılacaktır, yoksa bir bölümü öbür bölümüne
mi seslenecektir? Buna cevap şudur: Çoğula karşılık çoğul söz konusu
edildiğinde, her kişi bir kişiye tevzi edilir. Cennetliklerden her bir kesim,
dünyada tanımış olduğu kâfirlere seslenecektir.
Buyruğun
ifade ettiği anlam şudur: Cennetlikler, orada karar kılmalarından sonra, yine
cehennemlikler de cehennemde karar kıldıktan sonra cehennemliklere şöylece
seslenirler: Bizler Rabbimizin bize peygamberler aracılığıyla vaad etmiş
olduğu nimet ve ikramları hak bulduk. Siz de Rabbinizin size va-ad etmiş olduğu
hakirliği ve azabı hak buldunuz mu?
Bu
soru cennetliklerin peygamberlerin kendilerine tebliğ etmiş olduğu rablerinin
vaadini hak olarak bulduklarını cehennemliklere ifade ettireceklerini, buna
karşılık cehennemlikleri de peygamberleri yalanlamak suretiyle, bizzat
kendilerine karşı işlemiş oldukları cinayetler dolayısıyla azarlayacaklarını ve
yaptıklarını başa kakmayı ihtiva etmektedir. "Evet derler." Sîbeveyh
der ki: "Evet," vaad veya tasdik demektir. Yani onlar bu soruya
olumlu cevap verecekler ve diyecekler ki: Bizler Rabbimizin küfre karşı vaad
ettiğini hak bulduk. İşte cehennem azabında yanıp duruyoruz. Bu da, kâfirlerin
kıyamet gününde Allah'ın vaad ve tehditlerinin hak ve doğru olduğunu itiraf
edeceklerini göstermektedir.
Bu
azarlama, Yüce Allah tarafından olacaktır. Bunun akabinde ise meleklerin
azarlaması da vardır. Onlar cehennemliklere şöyle diyeceklerdir: "İşte bu,
yalanlamakta olduğunuz ateştir. Bu bir büyü müdür yoksa siz mi görmüyorsunuz?
Haydi boylayınız orayı. İster sabredin ister sabretmeyin, sizin için birdir;
siz ancak yapmakta olduklarınızın karşılığını görüyorsunuz." (Tûr,
52/14-16).
Resulullah
(s.a.), Bedir günü kâfirlerden öldürülüp de kör kuyuya atılan kimseleri, henüz
dünyada iken azarlayarak şöyle seslenmişti: "Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey
Rabîaoğlu Utbe, ey Rabiaoğlu Şeybe - ve diğer elebaşılarının isimlerini saydı-
Rabbinizin size vaad ettiğini hak buldunuz mu? Gerçekten ben Rabbimin bana vaad
ettiğinin hak olduğunu gördüm." Hz. Ömer şöyle sordu: "Ey Allah'ın
Rasulü! Sen leşe dönüşmüş bir topluluğa mı hitap ediyorsun?" Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, siz benim
sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremezler."
Bu
karşılıklı konuşma veya tartışmanın sonucunda bir münadi şöyle der: Allah'ın
laneti zalimler üzerinedir. Yani Allah'ın rahmetinden kovması demek olan
laneti, onları bulmuştur. Çünkü onlar iman etmemek suretiyle kendilerine
zulmetmişlerdir. Bu nidayı yapacak olan kişi ise ya cehennemin bekçisi
Mâ-lik'tir veya başka bir melektir.
Daha
sonra Yüce Allah zalimleri, "Onlar ki Allah'ın yolundan akkorlar..."
diye nitelendirmektedir. Yani onlar, insanları Allah'ın yolundan, şeriatından,
peygamberlerin getirdiklerinden alıkoyan ve kimse o yola tabi olmasın diye bu
yolun doğru değil de eğri büğrü olmasını isteyenlerdir.
"Ve
onlar ahireti de inkâr edenlerdir." Yani onlar aynı zamanda ahiret yurdunda
Allah'ın huzuruna çıkacaklarını inkâr eden ve bunu yalanlayıp kabul etmeyen
kimselerdir. Bunu doğrulamazlar ve iman etmezler. İşte bundan dolayı da
işledikleri ve söyledikleri hiç bir münkere aldırmazlar. Çünkü onlar bundan
dolayı hesaba çekilmekten, ceza görmekten korkmamaktadırlar. Bu nedenle onlar
insanlar arasında söz ve davranışları en kötü olanlardır.
Cennet
ve cehennem ehli olan bu iki kesim arasında ise cehennemliklere ulaşmayı
engelleyen bir engel, bir perde olacaktır. Bu Yüce Allah'ın hakkında şöyle
buyurduğu sûrdur: "Aralarına kapısı bulunan bir sûr gerilecektir. İç tarafı
rahmet ve dış tarafının önünden azap vardır." (Hadîd, 57/13). Sûr'un üst
tarafları ise Yüce Allah'ın, hakkında, "Araf üzerinde de..." diye
buyurduğu A'raf vardır. Yani bu sûr'un üst taraflarında cennetlikleri de
cehennemlikleri de gören erkekler vardır. Onlar müminleri yüzlerinin
aldığıyla, kâfirleri de yüzlerinin karalığı dolayısıyla, alâmetlerinden
tanırlar. Nitekim Yüce Allah onları şu buyruğunda böylece nitelendirmiştir:
"O günde apaydınlık yüzler vardır. Güleçtir, sevinçlidir. O günde
üzerlerini toz toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve
siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirlerin ve facirlerin ta kendileridir."
(Abese, 80/38-42).
A'raf
ehli olan kimseler, iyilik ve kötülükleri eşit olan bir topluluktur. Bunlar
esas itibariyle işledikleri kötülükler dolayısıyla cennete ulaşamayan, bununla
birlikte yaptıkları iyilikleri de cehenneme girmelerine engel olan muvah-hid
kimselerdir. İşte bundan dolayı Allah haklarında hükmünü verinceye kadar orada
durdurulacaklardır. Hafız Ebu Bekr b. Merdûveyh, Câbir b. Abdullah'tan şöyle
dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'a iyilik ve kötülükleri eşit olan
kimseler hakkında soru soruldu, o da "İşte onlar A'raftakilerdir. Henüz
cennete girmemişlerdir, ama oraya girmeyi de umarlar" buyurdu.
Ebu's
Şeyh İbni Hayyân el-Ensârî, Beyhakî ve başkaları da Huzeyfe'den şöyle dediğini
naklederler: Bunlar iyilikleri sebebiyle cehenneme giremeyen, kötülükleri
sebebiyle de cennete giremeyen; bundan dolayı, hüküm verilinceye kadar orada bırakılan
kimselerdir. Onlar bu durumda oldukları sırada Rabbin onlara muttali olup şöyle
diyecektir: "Haydi gidin, cennete girin, şüphesiz ben sizi
bağışladım."
"Cennetliklere
size selâm olsun diye seslenirler." Yani A'raftakiler cennetliklere,
"Size selâm olsun" diyerek sesleneceklerdir. Selâm ise cennete
girişten sonra katıksız bir selamlaşma ifadesidir. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Orada ne boş ne de bir günahı gerektiren bir söz
işitirler. Ancak selâm selâm diye bir söz (işitirler)." (Vakıa,
56/25-26).
A'raftakiler
henüz cennete girmedikleri sırada cennetliklere selâm vererek seslenirler.
Bununla birlikte bu halde iken onlar kendilerinin cennete gireceklerini de
umarlar. Buna sebep ise hesaplarının kolay görülmesi, Allah'ın lütfu-nun
genişliğini bilmeleridir. Hasan-ı Basrî, "Bunlar henüz oraya girmeyen ama
oraya girmeyi uman kimselerdir" buyruğunu okuduktan sonra der ki: Allah'a
yemin olsun ki Yüce Allah, böyle bir umudu kalplerine, ancak kendilerine ihsan
etmek istediği bir lütuf ve keremi dolayısıyla koymuştur. İnsanlar o konumda
ümid ile korku arasında bulunurlar. Ebu Nuaym, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan
şöyle dediğini rivayet eder: Bir münadi, "Ey hesap için durdurulmuş
olanlar, haydi cehenneme giriniz, tek bir kişi müstesna" diye seslense, o
istisna edilen kişinin ben olacağımı ümid ederim. Yine bir münadi, "Haydi
hepiniz cennete girin, tek bir kişi müstesna!" diye seslenecek olsa, o
istisna edilen kişinin de kendim olacağımdan korkarım.
A'raftakilerin
gözleri kasıt olmaksızın cehennemlikler tarafına döndürülünce, onların
yüzlerinin ve gözlerinin kararmış olduğunu görüp Yüce Allah'a, "Rabbimiz!
Bizleri şu kendilerine zulmetmiş toplulukla birlikte kılma" diye yalvarırlar.
Ayet-i
kerime onların cennetliklere istekleriyle ve onlar arasında olma arzusuyla
bakacaklarını, onlara selâm vereceklerini, buna karşılık cehennem ehlini
görmekten hoşlanmayacaklarını ifade etmektedir. Gözleri kasdi olmayarak ve arzu
etmeyerek cehennemliklere doğru çevrilecek olursa onlarla birlikte olmamak
için Allah'a yalvarıp yakaracaklardır. [22]
48-
A'raf ashabı simalarından tanıdıkları adamlara seslenerek derler ki:
"Topluluğunuz da büyüklenmekte olmanız da size fayda vermedi.
49-
Allah'ın kendilerini rahmetine asla erdirmeyeceğine yemin ettiğiniz bunlar
mıydı?" (A'raftakilere) "Girin cennete, size hiç bir korku yoktur ve
sizler üzülecek de değilsiniz" (denilecektir).
Bu
A'rafta bulunan bazı kimselerin, dünyada iken güçlerine, zenginliklerine
güvenen, fakir ve zayıflıkları sebebiyle de müminlerin zayıflarını hakir gören
bir takım müstekbirlere seslenişleridir. Bu seslenişin muhtevası ise A'rafta
bulunanların, müşriklerin ileri gelenlerinden, önderlerinden bir takım kimseleri
azarlayacakları hususudur. Onlar bu kimseleri onları başkalarından ayırt eden
alâmet ve simalanyla tanırlar.
A'raftakilerin
kimisi bir takım alâmetleriyle tanıdıkları müşriklerden bazı insanlara
sesleneceklerdir. Bu alâmetler ise yüzlerin karalığı, üzerlerindeki toz-duman,
gözlerinin morarmışlığı, hilkatlerinin tanınmaz hale gelmiş olmasıdır. Onlara
şöyle diyecekler: Sizin mal toplayıp yığmanız yahut topluluğunuz ve
çokluğunuzun size faydası olmadığı gibi, Muhammed'in risaletine iman etmeyip
büyüklük taslamanızın da faydası olmadı. Yani ne çokluğunuzun, ne kalabalığınızın,
ne de imana karşı büyüklenmenizin Allah'ın azabına karşı size faydası oldu.
Aksine sizler şu içinde bulunduğunuz azap ve cezaya çarptırıldınız. Aynı
şekilde fakirlere ve mustaz'af müminlere karşı büyüklenmenizin de size faydası
olmadı.
Böylelikle
Allah'ın dünyada iken zengin ve güçlü kıldığı kimselerin, ahi-rette de
nimetlere gark olacağını kabul eden yanlış fikirlerinin de tutarsızlığı ortaya
çıkmış olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz hangi
kasabaya bir uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen refahlıları
derler ki: Biz sizinle gönderileni inkâr edenleriz. Ve yine derler ki: Bizler
malca da evlatça da daha çokluğuz. Biz azap edilecekler değiliz." (Sebe,
34/34-35).
Daha
sonra onlara dünya hayatında iken Muhammed (s.a)'e iman ettikleri için Suhayb
er-Rûmî, Hubeyb b. Adiyy, Bilâl-i Habeşi, Yâsir ailesi gibi işkence ve baskı
altında tuttukları mustaz'aflarm durumları hakkında azarlayıcı ve başa kakan
bir üslûpla şöyle soracaklardır:
Dünya
hayatında iken fakirlikleri, zayıflıkları, uyanlarının azlığı sebebiyle
Allah'ın kendilerine hiç bir şekilde rahmette bulunmayacağına dair yemin
ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? İşte bunlar cennetin nimetleri arasında gezinmekte
ve cennetin hayırlarından faydalanmaktadır. Kâfirler ise cehennemin alevli
ateşleri içerisinde yanıp duruyorlar.
Daha
sonra Yüce Allah yahut da melekler sûr üzerinde bekletilen A'rafta-kilere şöyle
derler: Haydi cennete girin, gelecekte sizin için korku olmadığı gibi,
halihazırdaki durumdan dolayı da üzülmeyeceksiniz.
Bu
karşılıklı konuşmanın faydası, verilecek cezanın amele göre olduğunun
açıklanması ile hayır işlerde yarışırcasına önde olmaya teşviktir. Esas ölçünün
mal, zenginlik ve kuvvet olmayıp asıl nazarı itibara alınacak olanın salih amel
olduğunun açıklanmasıdır. İtaatkâr olan kimseler yüzlerinin parlaklığı ile
ayırt edilecekler, isyankârlar ise yüzlerinin kararmışlığı, toz duman
içerisinde oluşu, gözlerinin morarmışlığı ve hilkat itibariyle tanınmaz hale
gelişleriyle bilineceklerdir. [23]
50-
Cehennemlikler cennetliklere: "Sudan veya Allah'ın size verdiği nzıktan biraz
da bize akıtın" diye seslenirler. Onlar da derler ki: "Doğrusu Allah
onları kâfirlere yasak etti."
51-
Onlar ki alay ve eğlenceyi din edindiler. Dünya hayatı da kendilerini aldattı.
İşte onlar bu günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler, ayetlerimizi nasıl
bilerek inkâr etmiş idiyseler, biz de bu gün onları öylece unuturuz."
İşte
bu, kıyamet gününde cehennemliklerin kötü tablolarından birisidir. Yüce Allah
cehennemliklerin zilletini, cennetliklerden yiyecek ve içecek isteyeceklerini,
ancak bu isteklerine olumlu karşılık verilmeyeceğini haber vermektedir.
Ayet-i
kerimenin anlamı şudur: Cehennemlikler cennet ehlinden, yararlandıkları pek
çok içecek ve yiyecek nimetlerinden kendilerine de akıtmalarını
isteyeceklerdir. Yüce Allah'ın, "akıtın" buyruğunun anlamı, üzerimize
su veya yiyeceklerden çok çok dökün, demektir. Yüce Allah'ın, ''Veya Allah'ın
size verdiği rızıktan" buyruğunun anlamı da yahut sudan başka şeyler
akıtın demektir. Bu ise su dışında kalan yiyecek ve içecekleri kapsar.
Kendilerine katiyen olumlu karşılık verilmeyeceğini bilmekle birlikte, bu
şekilde onlardan imdat istemeleri işlerindeki şaşkınlıklarından, suya olan
aşırı ihtiyaçlarından dolayıdır. Nitekim suda boğulmak durumunda olan, oldukça
zaruret içerisinde bulunan kimselerin ve başkalarının yaptığı da böyledir. Yüce
Allah'ın, "Akıtın" buyruğunda cennetin cehennemden yukarıda olduğuna
da delil vardır.
İbni
Abbas (r. anhumâ) der ki: A'raftaküer cennete gidince bu sefer cehennemlikler
de umutsuzluktan sonra kurtulabileceklerine umut bağlar ve,
"Rabbi-miz" derler. "Bizim de cennetlikler arasında yakın
akrabalarımız var. O bakımdan onları görelim, onlarla konuşalım diye bize izin
ver." Yüce Allah cennete emreder, o da bir parça kenara çekilir. Sonra
cehennemlikler cennetteki yakınlarına ve içinde bulundukları nimetlere bakar,
onları tanırlar. Cennetlikler de cehennemlik olan akrabalarına bakar ve fakat
onları tanımazlar. Yüzleri kararmış, başka bir hilkate bürünmüş olurlar. Bunun
üzerine cehennemlikler cennetliklere isimleriyle seslenerek, "Sudan veya
Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize akıtın" derler. Özel olarak
suyu istemelerinin sebebi ise içlerindeki aşırı yanma ve ateş dolayısıyla
olacaktır; çünkü cehennemin sıcağı pek fazladır.
Bu
sözler böyle bir şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını bilmekle birlikte
yine de onların su isteyeceklerini ifade eder. Başkaları da der ki: Onlar
umutsuzlukla birlikte böyle bir istekte bulunacaklardır; çünkü cezalarının
devamlı olduğunu bilmektedirler.
Saîd
b. Cübeyr de bu ayet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Kişi babasına veya
kardeşine seslenerek, "Yandım, üstüme biraz su akıt* der. Onlara,
"Hadi bunlara cevap verin" denilince; "Doğrusu Allah onları
kâfirlere yasak etti " diye cevap verirler.
Yüce
Allah'ın, "Doğrusu Allah onları kâfirlere yasak etti derler" buyruğunun
anlamı şudur: Cennetlikler şüphesiz Allah kâfirlere cennetin içecek ve yiyeceklerini
yasaklamıştır.
Daha
sonra Yüce Allah, kâfirleri dünyada iken güvendikleri şeyler ile nitelendirmektedir.
Onlar dini oyuncak ve eğlence edinmişlerdi. Diğer taraftan dünyaya, dünyanın
süsüne püsüne aldanarak ahiret için amel etme emri hatırlarına gelmedi. İşte
bu hususta Yüce Allah, "Onlar ki alay ve eğlenceyi din edindiler..."
diye buyurmaktadır.
Yani
bu kâfirler dinleriyle oynadılar. Onlar dinlerine karşı ciddi değillerdi. Yahut
oyun ve eğlenceyi kendilerine din edindiler ve ruhları arındırmayan ve hiç bir
fayda vermeyen amelleri itiyat edindiler. Onların alışkanlık haline getirdikleri
işler ise, kişiyi ciddiyetten alıkoyan, oyalayıcı işler yahut da kendisinden
fayda gözetilmeyen oyunlardan ibaretti. Onların amelleri tıpkı çocukların oyunu
gibiydi.
Dünya
hayatının süsüne püsüne, helâl ve haram türünden lezzetlerine aldandılar. Razî
der ki: "Dünya hayatı da kendilerini aldattı" buyruğu bir mecazdır.
Çünkü dünya hayatı aslında aldatmaz; bundan dolayı da bu dünya hayatı
esnasında aldanış ortaya çıktı. Çünkü insan, ömrünün uzamasını, güzel yaşamayı,
çok mal sahibi olmayı, güçlü bir makam ve mevkide bulunmayı umut ve arzu eder.
İşte bu gibi şeylere olan aşırı rağbeti dolayısıyla dünyayı isteme arzusuna
gömülerek dinin gereklerini yerine getirmekten alıkonulmuş olur. [24]
Bu
şekilde oyun, eğlence ve aldanışın cezası ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda
ifade ettiği gibi olacaktır: "İşte onlar... nasıl unutmuş idilerse... Bu
gün onları öylece unuturuz." Yani onlara iyilik yapmayı unutan kimsenin
davranışı gibi davranır. Çünkü hiç bir şey Yüce Allah'ın bilgisinin dışında
kalmaz ve O hiç bir şeyi unutmaz. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "O'nun ilmi
bir Kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne unutuı.' (Tâ-Hâ, 20/52). Ancak Yüce Allah
burada unutma tabirini mukabele (yapılan davranışa benzeriyle karşılık vermek)
kabilinden kullanmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (Tevbe, 9/67);
"Böylece ayetlerimiz sana gelmiş, sen de onları unutmuştun ve bu gün sen
de öyle unutulursun." (Tâ-Hâ, 20/126).
O
halde Yüce Allah'ın, "Bu gün onları öylece unuturuz" buyruğunun anlamı;
onlara unutulan şeye karşı davranıldığı gibi davranırız, onlar hayırla anılmazlar,
aksine cehennemde terk edilirler, demektir. Yüce Allah'ın, "İşte onlar bu
günlerine kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseler..." buyruğunun da anlamı şudur:
Ona kavuşmaya karşı unutanların davranışı ile davrandıkları bu günü hatırlayıp
ona ehemmiyet vermedikleri ve Allah'ın ayetlerini unutup peygamberlerin
getirdiklerini reddettikleri gibi, onlara da öyle davranılır.
Velhasıl,
Yüce Allah onlar dünya hayatında iken kıyamet gününde Allah'a kavuşmak için
çalışmayı terk ettikleri, Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr ettikleri gibi,
onlar da cehennem azabında terk olunurlar.
Allah'ın
onların unutmalarının cezasını "unutma" diye adlandırması, mü-şâkele
(yapılan davranışa karşılık olarak, o davranışın benzer ismiyle anılması)
kabilindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir kötülüğün cezası
onun misli olan kötülüktür." (Şûra 42/40). Bu unutmadan maksat ise, yüce
Allah'ın onların dualarını kabul etmeyeceği ve onlara merhamette bulunmayacağıdır. [25]
52-
Andolsun ki biz onlara bir Kitap getirdik. Onu inanan kavim için hidayet ve
rahmet olarak, bilgi üzere uzun uzun açıkladık.
53-
Onlar onun tevilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün,
daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: "Gerçekten Rabbimizin elçileri
bize hakkı getirmişti. Şimdi bize şefaat edecek kimseler var mı ki bize şefaat
etsinler yahut geriye döndürülür müyüz ki yapmış olduğumuzdan başkasını
yapalım?" Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır ve
uydurageldikleri şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.
Yüce
Allah bu ayet-i kerimede kendilerine her şeyi açıklayan ve beyan eden Kitap ile
peygamberleri göndermiş olmakla müşriklerin her türlü mazeretlerini çürütmüş
olduğunu bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir
Kitap ki ayetleri muhkem kılınmış, sonra da geniş geniş açıklanmıştır."
(Hud, 11/1).
Andolsun
ki ister bu Mekke müşrikleri olsun, isterse de onların benzerleri olsun, biz
tam anlamıyla açıklamalar ihtiva eden Kitap göndermişizdir. Bu kitap da
Kur'an-ı Kerim'dir. Onun ayetlerini hikmetlerle, öğütlerle, kıssalarla,
hükümlerle, vaadlerle ve tehditlerle yapmış olduğumuz açıklamaları, tam ve
kemaliyle bilerek, geniş geniş açıklamış bulunuyoruz. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde, "O, onu kendi ilmiyle indirmiştir." (Nisa, 4/166)
buyurmaktadır. Böylece onların akidelerini tashih etmek, ruhlarını arındırmak,
mutluluklarına sebep olmak, ona iman edip hükümleriyle amel edecek kimseler
için de hidayet ve rahmet olmak üzere geniş geniş açıklamışızdır.
Bu
kitap dinin asıllarını açıkladığı gibi şirki, putperestliği de tenkit etmiş,
insanlar için uygun ve elverişli olan düzenlemeleri ortaya koymuş, yapıcılığa,
ilerlemeye ve uygarlığa, dikkatle düşünmenin, tefekkür ve aklı kullanmanın
şanını yükseltmek için teşvikte bulunmuştur. Diğer taraftan birçok ayet-i kerimede
araştırmadan ve belgeler üzerinde dikkatle durmadan yapılan taklidi ye-rilmiştir.
Şu buyruklarda olduğu gibi birçok ayet-i kerimede dikkatle düşünmeyi teşvik
etmiştir: "Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için ayetler
vardır." (Ra'd, 13/4); "De ki: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz,
haydi delilinizi getiriniz." (Bakara, 2/111). Kimi ayetlerde de taklidi
yermektedir; şu buyrukta olduğu gibi: "Biz atalarımızı bir din üzere
bulduk ve şüphesiz biz onların izleri üzere onlara uyan kimseleriz."
(Zuhruf, 23/43).
Şimdi
bu kâfirler, onun te'vilinden yani kendilerine vaad olunan azap, ibretli
cezalar, cennet ve cehennemden başkasını mı bekliyorlar? Elbette ki beklemiyorlar!
-Rabî' der ki: Onun te'vili olan şeyler hesap günü tamamlanıncaya kadar
gelmeye devam edecektir. Nihayet cennet ehli cennete, cehennemlikler de
cehenneme girecekleri vakit, işte o zaman onun te'vili tamamlanmış olacaktır.
Te'vilinin
geleceği gün, İbni Abbas'm dediği gibi, kıyamet günüdür. Ki-tap'm haber verdiği
şeylerin gerçeklerinin, getirdiklerinin doğruluğunun ortaya çıkacağı gün, bu
gündür. İşte o vakit onun gereğince amel etmeyi terk eden ve dünya yurdunda onu
unutanlar yani unutulmuş bir şey gibi telakki edip ondan yüz çevirenler şöyle
diyeceklerdir: "Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdi.
Yani ne söylemişlerse doğru söylemişlerdi. Onların doğruyu, hakkı getirdikleri
artık ortadadır. Getirdiklerinin bir gerçek olduğu sabit olmuştur, fakat ondan
yüz çevirenler bizler idik; o bakımdan bu ceza ile cezalandırılıyoruz!
Bu
sefer şu iki husustan mümkün olan herhangi birisiyle kurtulmayı temenni etmeye
koyuldular: Ya şefaat edeceklerin şefaati ile kurtulmak ya da amellerini
düzeltmek ve Allah'ı razı edecek şekilde yeni bir hayat ve yeni bir yol tutmak
için dünyaya geri dönmek.
Şefaati
temenni etmelerindeki sebep, şirkin esasını hatırlamalarıdır. Bu esas ise Allah
nezdinde kurtuluşun ancak şefaatçilerin aracılığı ile olacağını kabul
etmeleriydi. Artık iflas edip kurtuluşun ancak iman ve salih amel ile olduğunu
öğreneceklerinde dünyaya geri dönmeyi temenni edecekler, böylelikle önceden
yaptıklarından farklı olarak peygamberlerin emrettikleri gibi amel etmek
isteyecekler. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Ateşin
üzerinde durdurulup da "Keşke geri döndürülsek ve Rabbimizin ayetlerini
ya-lanlamasak, müminlerden olsak" diyecekleri zamanı bir görsen. Hatta
onlara daha önceden gizledikleri şeyler görünecektir. Eğer geri döndürülecek
olsalar dahi, yine kendilerine yasak kılınanlara döneceklerdir. Şüphesiz onlar
yalan söyleyenlerdir." (En'âm, 6/27-28).
Bu
da Yüce Allah'ın buradaki, "Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır
ve uydurageldikleri şeyler kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur"
buyruğundan anlaşılmaktadır. Yani onlar cehenneme girmek, orada ebedi kalmak
suretiyle kendilerini aldatmış oldular. İftira edip durdukları Allah'tan başka
tapındıkları şefaatçilere dair söylediklerinin öyle olmadığı ortaya çıkacaktır.
Çünkü onlar Allah'tan başka taptıkları şefaatçileri hakkında, "İşte bunlar
Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diyorlardı. Fakat bunlar
kendilerine şefaat etmeyecekler, yardım etmeyecekler, içinde bulundukları
durumdan onları kurtarmayacaklardır. [26]
54-Muhakkak
ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
ArŞ'a İstiva eden A11»11'*11"-
Gündüzü durmadan kovalayan gece ile
bürür. Güneşi, Ay'ı ve yıldızları
emriyle mü- sahhar kılmıştır. Bilin ki yaratma da emir de yalnız O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!
Yüce
Allah yedi semasıyla, arzıyla bütün kâinatı yahut âlemi ve bunlar arasında
bulunanları altı günde yarattığım haber vermektedir. Bu altı gün ise cumartesi
dışında kalan günlerdir. Bütün yaratıklar, Hz. Adem'in yaratılmış olduğu cuma
gününde toplanmış oldu. Cumartesi gününde ise kâinattan bir şey yaratılmadı.
Çünkü o yedinci gündür. İşte bundan dolayı bu güne kesmek anlamına gelen sebt
adı verilmiştir. Bu bilgiler ise İsrailoğulları haberlerinden
(İsrailiyetten)dir.
Hatıra
ilk gelen, bu günlerin dünya günleriyle takdir olunduklarıdır. Çünkü o sırada
güneş yoktu. Bu yaratılmış eşyalar ise, bu yerin yaratılmasından sonra meydana
gelmiştir. Mücahid ile Ahmed b. Hanbel'in görüşüne göre her gün bin yıldır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz senin Rab-binin nezdinde
bir gün, sizin saydıklarınızdan bir sene gibidir." (Hacc, 221 Al). Kıyamet
gününün niteliği ile ilgili olarak da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Miktarı elli bin yıl kadar olan bir günde..." (Meâric, 69/4).
Ayet-i
kerimenin ifade ettiği manaya gelince: Ey insanlar! Sizin Rabbiniz ve
işlerinizin mutlak maliki, kendisinden başka ilâh olmayan, ortağı bulunmayan
Allah'tır. Gökleri, yeri yoktan var eden ve onları takdir eden, işlerini düzenleyen,
onların düzenlerini altı günde sağlamlaştıran O'dur. Bu günler ya dünya
günleriyle takdir edilir yahut da Yüce Allah bu günlerin miktar ve sınırlarını
en iyi bilendir. Yüce Allah dileseydi elbette bunları bir lahzada da yaratırdı.
Fakat O, böyle yapmakla, insanlara yaptıkları işlerinde sağlam ve istikrarlı
davranmayı öğretmeyi dilemiştir. Çünkü: "O'nun emri ancak bir şeyi diledi
mi ona sadece "Ol" der, o da oluverir." (Yasin, 36/80). Bu
yaratma ve tekvîn mahlûkat için hiç bir şekilde mümkün bir şey değildir. O
bakımdan bu aynı zamanda eksiksiz bir kudretin de delilidir: "Göklerin ve
yerin yaratılması elbette insanların yaratılışından daha büyüktür."
(Mü'min, 40/57).
Yüce
Allah yeri iki günde yaratmıştır. Kazık gibi sapasağlam dağları, çeşitli bitki
ve hayvanları bir başka iki günde yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr
ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz; işte O âlemlerin Rabbidir. Ve orada
üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler kurdu, gıdalarını takdim etti.
Soranlar için müsavi olarak tam dört günde (yarattı)..." (Fussilet,
41/9-10).
O
gökleri ve onlarda bulunan cisimleri ve yıldızları da iki günde yarattı.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve onları yedi gök halinde iki
günde yarattı. Her bir göğe de ona ait olan emri vahyetti. Dünya göğünü de yıldızlarla
süsledik ve koruduk. Bu her şeye kadir olanın, her şeyi en iyi bilenin
takdiridir." (Fussilet, 41/12).
Diğer
taraftan Yüce Allah, bu mahlûkatı yarattıktan sonra kendisine yakışacak
şekilde Arş'ına istiva etti. Herhangi bir şekilde yaratılmışlara, sonradan var
olmuşlara hiç bir şekilde benzemeksizin işlerini çekip çevirmekte, düzenini
yürütmektedir. O'nun Arş üzere istiva etmesi, gökleri ve yeri tek başına idare
etmesi, onlardaki hakimiyeti ve işlerin dizginlerini elinde bulundurması-dır.
Bizler ashab-ı kiramın iman ettiği gibi, Allah'ın Arş üzere istivasına, kendisine
yakışan bir keyfiyette olduğuna iman ederiz. Herhangi bir benzetme veya
keyfiyet nispetine gitmeyiz. Yani belli bir cihetle sınırlandırmakla ve belli
bir keyfiyetle yahut sıfatla takdir etmek söz konusu değildir. Hakikatin mahiyeti
de Allah'a havale edilir. İşte İmam Malik'in ondan önce de hocası Ra-bîa'nm
açıkladığı budur. O der ki: İstivanın (dilde) ne demek olduğu bellidir.
Keyfiyet (yani istiva şekli) ise meçhuldür. Buna dair soru sormak, bidattir.
İşte bu konuda bu kadarı yeterlidir.
Hafız
İbni Kesir der ki: Mâlik, Evzaî, Leys b. Sa'd, Şafiî, Ahmed, İshâk b. Râhûye ve
onların dışında kalan eski yeni, İslâm'ın bütün ilim adamlarından oluşan
selef-i salihinin kabul ettiği görüş bu gibi buyrukları, keyfiyet, benzetme ve
ta'dile gitmeksizin geldiği gibi kabul etmektir. Benzetmeye gidenlerin zihin
ve hatırlarına ilk gelen zahirî mana Allah hakkında söz konusu olamaz. Çünkü
Allah'a yaratıklarından hiç bir şey benzemez ve, "Onun mislinin benzeri
yoktur, O en iyi işitendir, en iyi görendir." (Şûra, 42/11).
Hatta
mesele aralarında Buharî'nin hocası Nuaym b. Hammâd'ın da bulunduğu önder ilim
adamlarının dedikleri gibidir. Nuaym der ki: Allah'ı yaratıklarına benzeten
kâfir olur. Allah'ın kendisini vasfettiği şeyi inkâr eden de kâfir olur. İster
Allah'ın kendisini vasfettiği şeyler, ister Rasulünün vasfettikleri şeyler arasında
teşbih söz konusu değildir. Her kim Yüce Allah hakkında sarih ayetler varit
olduğu gibi Allah'ın celâl ve azametine yakışacak şekilde kabul eder, diğer taraftan
eksiklikleri Allah hakkında reddederse o hidayet yolunu izlemiş olur.[27]
Halefe
(sonraki ilim adamlarına) gelince: Onlar tevilde bulunarak derler ki: Yüce
Allah mahlûkatını var ettikten sonra takdir ve hikmetine uygun olarak işlerini
idare etmek, düzenini yürütmek anlamı ile Arş'ı üzere istiva etti. Nitekim O
şöyle buyurmaktadır: "Sizin rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan
Allah'tır. Sonra O Arş'a istiva etti. Bütün işleri tedbir ediyor." (Yunus,
10/3).
Daha
sonra Yüce Allah kâinatı tedbir ve idaresinin bir takım tecellilerini
açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Gündüzü... gece ile bürür." Yani
Yüce Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Her ikisi de birbirinin
arkasından gelir. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığıyla, gündüzün aydınlığı
gecenin karanlı-ğıyla gider. Onların her birisi gecikmeksizin oldukça seri bir
şekilde ötekini ısrarla takip eder. Öyle ki biri gitti mi hemen öteki gelir,
öteki gitti mi diğeri gelir. Maksat arada herhangi bir fasıla yahut gecikme
olmaksızın, seri bir şekilde birinin ötekini takip etmesidir; Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Onlara bir ayet de gecedir. Biz ondan gündüzü
soyup çıkarıyoruz. Onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendisi için tayin
edilmiş bir karar yerine akıp gitmektedir. Bu, gücü her şeye yeten, her şeyi
bilenin takdiridir. Ay için de menziller takdir ettik. Nihayet o kurumuş hurma
salkımının çöpü gibi olur. Güneşin aya yetişmesi gerekmediği gibi, gece de
gündüzü geçmez. Onların her birisi bir yörüngede yüzerler." (Yasin,
36/37-40). Gece ile gündüzün ard arda gelmesinde pek çok menfaatler vardır.
Çünkü onların ard arda gelmesiyle hayatın işleri tamam olur, insanların
menfaatleri tahakkuk eder.
Bu
şekildeki hızlı ve ısrarlı takibi modern ilim, yeryüzünün yuvarlaklığını ve
güneşin etrafında kendi ekseni çevresinde dönüşünü açıklayarak ispatlamıştır.
Böylelikle yer küresinin yarısı Güneş ile aydınlık, öbür yarısı karanlık olur.
Meselâ Ortadoğu'da vakit gündüz iken, Güney Amerika ve Japonya'da vakit
gecedir. Çağdaş ilim adamlarının bu konuda belirledikleri gerçekleri Gazali,
Razî, İbni Teymiyye, İbni el-Cevziyye gibi pek çok ilim adamı önceden açıklamış
bulunmaktadırlar.
Kâinatın
İlâhî tedbirinin tecellilerinden birisi de Güneş'i, Ay'ı, diğer yıldız ve
gezegenleri yaratmış olması, bunların tümüyle O'nun hakimiyeti, müsahhar
kılması ve meşieti (dilemesi) altında bulunmalarıdır. Yani onlar tümüyle Yüce
Allah'ın tasarrufunun ve emrinin altındadır. Bundan dolayı Yüce Allah,
"Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O'nundur." buyurmaktadır. Yani O
yoktan var eden mutlak malik, mutlak tasarruf sahibi ve müdebbir olandır.
"Yaratma O'nundur" buyruğunun anlamı küçüğüyle büyüğüyle bütün
yaratılmışlar O'nun mülküdür; "emir de yalnız O'nundur" buyruğunun
anlamı ise tasarruf ve tedbir de yalnız O'nundur, bunlardan herhangi birisinde
kimsenin hakkı yoktur, demektir.
"Âlemlerin
Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir?" Yani o ne azametlidir, ne
münezzehtir! O rububiyetiyle eşsiz ve tek olandır. Kâinatta bulunan pek çok
hayırlar O'ndandır. Kullarına düşen ise bu nimetler dolayısıyla O'na şükretmek,
O'ndan başkasına ibadet etmemektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Mülk yalnız elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O, her şeye
gücü yetendir." (Mülk, 67/1); "Gökte burçlar yaratan, orada bir
kandil ve ışık saçan bir Ay yaratanın şanı ne yücedir." (Furkân, 25/61).
İbni
Cerîr et-Taberî de Abdülaziz eş-Şâmî'den, o babasından -ki sahabedendi- şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İşlediği salih
bir amel dolayısıyla Allah'a hamdetmeyip kendisine hamdeden kişi kâfir olmuş,
ameli boşa çıkmış olur. Allah'ın kullara emirden bir pay verdiğini iddia eden
bir kimse Allah'ın peygamberlerine indirdiğine kâfir olur. Çünkü Yüce Allah,
"Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O'nundur, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın
şanı ne yücedir!" diye buyurmuştur.
Ebu'd-Derdâ'dan
nakledilen -ki Resulullah (s.a.)'a merfuan da rivayet edilmiştir- duada da
şöyle denilmektedir: "Allahım! Mülk bütünüyle yalnız senindir. Hamd,
bütünüyle yalnız senindir; emir, bütünüyle yalnız sana racidir. Ben senden
bütün hayırlardan isterim ve bütün serlerden de sana sığınırım." [28]
55-
Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşan-
56-
Islah olmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın. Ve O'na korka korka ve ümitle
yalvann. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır.
Yüce
Allah kullarını dünya ve ahiretlerinin ıslahı demek olan kendisine dua etmeye
çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua
edin." Yani Rabbinize, işlerinizi çekip çeviren, işlerinizin velisi, size
nimetler ihsan eden Rabbinize yalvararak yakararak zilletinizi, miskinliğinizi
arzederek ve gizlice dua edin. Çünkü dua etmek ibadetin asasıdır. Ayrıca bu
buyrukta duanın gizlice yapılmasının mendup olduğuna bir işaret vardır. Çünkü
böyle bir dua riyadan daha uzaktır. Ayrıca Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve içinde Rabbinı yalvarıp yakararak gizlice zikret." (Araf, 7/205).
Hz. Zekeri-ya'dan da övgüyle şöylece söz etmektedir: "Hani o Rabbine
gizlice seslenmişti." (Meryem, 19/3).
Buharî
ile Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.)'den şöyle dediği nakledilmektedir:
İnsanlar yüksek sesle dua etmeye koyuldular. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Ey insanlar, kendinize acıyınız. Gerçek şu ki sizler ne sağır olana ne de
gaib olana dua ediyorsunuz. Sizler en iyi işiten, pek yakın olana dua ediyorsunuz;
O sizinle birliktedir."
Ebu'ş-Şeyh
İbni Hayyân el-Ensârî de el-Sevâb'da Enes (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet
eder: "Gizlice yapılan dua, açıkça yapılan yetmiş duaya denktir."
Hasan-ı
Basrî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) dedi ki: Müslümanlar duada alabildiğine
gayret gösteriyorlar, fakat onların sesleri işitilmiyordu. Duaları
kendileriyle Rableri arasında bir fısıltıydı. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyur-muktadır: "Rabbinize yalvara yakara gizlice dua edin..."
Bazı
ilim adamlarının naklettiklerine göre insanların mescitlerde, meclislerde ve
bunun dışındaki benzeri yerlerde toplanmaları esnasında evlâ olan duanın
gizlice yapılmasıdır. Bundan müstesna olan herkesin sesini yükselteceğine dair
varit olmuş hallerdir. Hacda telbiye ve bayramlarda tekbir getirmek gibi.
"Muhakkak
ki O, haddi aşanları sevmez." Yani duada ve başka hususlarda emredilen
sınırları aşmak suretiyle haddi aşanları Yüce Allah sevmez. Burada haddi aşmak
ise, sözü geçen şu iki hususu terk etmektir: Yalvarıp yakarmak ve gizlice dua
etmek. Yüce Allah'ın sevmemesi ise böyle bir şeye hiç bir şekilde sevap
vermemesi, bu şekilde davranana ihsanda bulunmamasıdır. O halde Yüce Allah'ın,
"Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez" buyruğunun dua esnasında
yalvarıp yakarmayı ve gizliliği terk etmeyi, oldukça ağır bir üslûpla tehdit
anlamında olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ahmed
ve Ebu Davud, Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet ederler:
Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Gerçek şv ki duada haddi
aşan bir topluluk olacaktır" dedi ve sonra şu, "Rabbinize yalvara
yakara gizlice dua edin" ayetini okudu. "Rabbim senden cenneti ve ona
yaklaştıran söz veya ameli dilerim. Cehennemden, ona yakınlaştıran söz veya
amelden de sana sığınırım" demen, senin için yeterlidir."
Yüce
Allah kendisine dua edilmesini, yalvarılıp yakarılmasını emrettiği gibi,
yeryüzünde fesat çıkartmayı da yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: "Islah
olmuşken yeryüzünde fesat çıkartmayın..." Yani peygamberlerin ve onlara
uyan ıslah edicilerin ıslahından sonra ziraat, sanayi ve ticaret gibi hayat
araçlarını güçlendirmek, ahlâkı güzelleştirmek, adaleti, şûrayı, karşılıklı
dayanışmayı, merhameti teşvik etmek gibi maddî ve manevî alanlarda samimi, aklı
başında olanların yükselttiklerini de bozarak, yeryüzünde herhangi bir şeyi
bozup ifsat etmeyin.
İfsat
etmek (bozgunculuk), küfür ve bidatle dilleri bozmayı; öldürmek, organları
kesmekle nefisleri bozmayı; gasp, hırsızlık ve hilekârlıkla malları bozmayı;
sarhoşluk verici şeyleri ve benzerlerini kullanmakla akılları bozmayı; zina,
Lût kavminin işi ve namuslulara iftiraya kalkışmak suretiyle de nesepleri
bozmayı kapsayan kuşatıcı bir kavramdır.
Şanı
Yüce Allah duanın şartı olan yalvarıp yakarmayı ve gizliliği açıkladıktan
sonra, duaya götüren ve duayı gerektiren hususlara dikkat çekmekte, bu şekilde
Rabbine dua etmeyenin fesat çıkartmaya daha bir yakın olacağına şöylece işaret
buyurmaktadır: "O'na korka korka ve ümitle yalvarın." Yani Yüce
Allah'a cezalandırmasından korkarak, çokça sevap ve mükâfat vereceğine de umut
bağlayarak dua edin. Çünkü şüphesiz ki dua ibadetin beyni ve özüdür. Bundan
dolayı açıkça duanın faydasını belirtmiş, şart ve adabını tamamlaması halinde
kabul olunacağının umulacağım şöylece ifade buyurmuştur: "Muhakkak ki
Allah'ın rahmeti ihsan edenlere çok yakındır..." Yani Yüce Allah'ın rahmeti
amellerini güzel bir şekilde yapan ihsan edicilere pek yakındır. Bu rahmet onun
emirlerine tabi olup yasakladıklarını terk edenler içindir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ve rahmetim, her şeyi kuşatmıştır. Ben onu takvalı
hareket eden, zekâtı veren ve ayetlerimize iman edenlere yazacağım."
(A'râf, 7/156).
Güzelce
dua eden kimseye istediğinden daha hayırlısı veya onun benzeri verilir yahut da
onun gibi bir kötülük ondan def edilir. [29]
57-
Rahmetinin önünden rüzgârları müjdeci olarak gönderen O'dur. Nihayet bunlar
ağır yüklü bulutları yüklendiğinde biz onu ölü bir ülkeye gönderir, onunla su
indirir, sonra onunla her tür mahsul çıkartırız. İşte ölüleri de böyle
çıkartırız. Ta ki iyice düşünüp ibret alasınız. '
58-
İyi ve temiz ülkenin bitkisi Rabbi-nin izniyle çıkar. Kötü olandan ise faydası
çok az olandan başkası çıkmaz. Şükreden bir kavim için ayetleri işte böyle
yerli yerince açıklarız.
Yağmurun
yağmasından önce yağmuru müjdelemek üzere bulutları gönderen Allah'tır. Yüce
Allah'ın, "Rahmetinin önünden" buyruğu yağmurun yağdırılmasından
önce anlamındadır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O, onlar
ümit kestikten sonra yağmuru indirendir. Rahmetini yayandır, O velidir, her
hamde lâyık olandır." (Şûra, 42/28); "Allah'ın rahmetinin eserlerine
bir bak! Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl da diriltiyor1? Şüphesiz ki bu(nları
yapan) ölüleri de diriltecek olandır. O her şeye gücü yetendir." (Rum,
30/50).
Taşıdıkları
suyun fazlalığından dolayı ağırlaşıp yere yaklaşan bulutları, bitkisi olmayan
kuru bir araziyi canlandırmak için oraya süreriz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da
bunu andırmaktadır: "Ölü yer de onlara bir âyettir, biz onu canlandırdık..."
(Yasin, 36/33).
Biz
bulutla yağmur indirdik. Çünkü ilmen bilinmektedir ki, deniz yüzeyine yakın
olan hava ısının etkisiyle atmosfere doğru yükselir, soğuk bir bölgeye
vardığında veya soğuk rüzgârın etkisiyle soğur. Soğuyunca su buharı yoğunluk
kazanır ve bulutları oluşturur. Daha sonra bulut rüzgâr gücüyle hareket eder,
sonra da Allah'ın meşiet ve iradesiyle yağmur olarak yere yağar.
Bu
anlam bir çok ayet-i kerimede tekrarlanmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Allah O'dur ki rüzgârları gönderir; bunlar bir bulut
kaldırır, biz de onu bir beldeye süreriz de onunla ölümünden sonra bir ülkeyi
diriltiriz. İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." (Fâtır, 35/9).
Ayrıca Nur ve Rum surelerinde bu hususları ifade eden ayetler vardır (24/43;
30/48. ayetler)
Biz
yağmur ile yerden, renkleri, şekilleri, tad ve kokuları farklı çeşitli bitki
ve meyveleri çıkartırız. Bu ise Yüce Allah'ın kudretine, merhametinin ve
rahmetinin sonsuzluğuna delildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yeryüzünde birbirine bitişik bir çok parçalar, üzüm bağları, ekinler ve
çatallı çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Onların bir
kısmını yemişlerinde bir kısmından üstün kılıyoruz. İşte bunlarda da düşünen
topluluk için şüphesiz pek çok ayetler vardır." (Ra'd, 13/4).
Hüküm
itibariyle birbirine benzeyen şeylerin bilinebilmesi için bir şey bir şeyle,
benzeyen şeyler benzerleriyle alındıklarından dolayı, Yüce Allah burada da
öldükten sonra dirilişi inkâra şöylece işaret etmektedir: "İşte ölüleri de
böylece çıkarırız..." Yani şu ölü ve kurumuş araziden su ile çeşitli
bitkileri çıkarttığımız gibi, ölüleri de diriltir ve kabirlerinden çıkartırız.
Çünkü Yüce Allah her şeye kadir olandır. O ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkartır.
Bu benzerliği öğüt alasınız, ibret alasınız ve bunun sonucunda da öldükten
sonra dirilişe veya ahi-ret gününe iman edesiniz diye açıkladık. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi yaratılışını unutup bize bir misal
getirerek dedi ki: Çürümüş oldukları halde kemikleri kim diriltecek? De ki:
Onları ilk defa var eden dirilte-cektir. O, her bir yaratmayı çok iyi
bilendir." (Yasin, 36/78-79); "İlk yaratmayı başlattığımız gibi onu
tekrar iade ederiz." (Enbiya, 21/104); "İlk önce sizi yarattığı gibi
yine (O'na) döneceksiniz." (A'râf, 7/29).
Fakat
insanların öldükten sonra dirilişe iman ile hazırlanmaları, tabiat ve
nefislerin farklılığı dolayısıyla farklı farklıdır. Kimisi iman çağrısına olumlu
karşılık veren, hoş, iyi ve temizdir; kimisi de imandan yüz çeviren kötü bir
kimsedir. Bundan dolayı Yüce Allah, "İyi ve temiz ülkenin bitkisi..."
diye buyurmaktadır. Yani toprağı iyi olan arazinin bitkisi çabuk ve güzel
çıkar. Kötü topraklı -kıraç ve benzeri- arazilerin bitkileri ise ancak pek az
ve zorlukla çıkar.
İbni
Abbas der ki: Bu Yüce Allah'ın mümin ve kâfire dair vermiş olduğu bir
örneklemedir. Yani Yüce Allah mümini iyi ve güzel araziye benzetirken, kâfiri
de kıraç araziye benzetmiştir. İmam Ahmed'in Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu
Musa el-Eş'arî'den rivayet ettikleri hadis de bunu andırmaktadır. Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'ın benimle göndermiş olduğu hidayet ve ilmin
misali, bir araziye yağan çokça yağmura benzer. O arazinin birazı temizdir,
suyu kabul eder ve bunun sonucunda pek çok bitki ve ot bitirir. Bazısı da
serttir, suyu tutar, Allah onunla insanları faydalandırır. İçerler,
hayvanlarını sularlar, ekinlerini sularlar. Bir başka bölümüne de isabet eder
ki, orası suyu tutmayan, ot bitirmeyen dümdüz kayalık yerdir. İşte Allah'ın dinini
iyice öğrenip Allah'ın benimle gönderdiği bilgilerden yararlandırdığı ve
bunları öğrenip öğreten kimsenin durumu ile bunları önemsemeyip aldırmayan ve
Allah'ın benimle gönderdiği hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali
böyledir."
Bu
örneklemeler ve karşılaştırmalarla eşya arasındaki çeşitli benzer yönlerini
ortaya koyan açıklamalar insanları ikna etmek, onları imana sevk etmek içindir.
Bundan dolayı Yüce Allah, "Şükreden bir kavim için işte böylece ayetleri
yerli yerince açıklarız" diye buyurmaktadır. Yani bizler bu şekilde geniş
geniş açıkladığımız gibi, Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine delâlet eden
ayet-i kerimeleri Allah'ın nimetine şükreden bir topluluğa tekrar tekrar
anlatır ve açıklarız. Bunlar ise müminlerdir, ta ki bu ayetler üzerinde gereği
gibi düşünüp onlardan gereken ibreti alsınlar. [30]
59-
Andolsun ki Nuh'u kavmine gönderdik, şöyle dedi: "Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük
bir günün azabından korkarım."
60-
Kavminden ileri gelenler (mele') de dedi ki: "Doğrusu biz seni apaçık bir
sapıklık içinde görüyoruz."
61-
Dedi ki: "Ey kavmim, bende bir sapıklık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi
tarafından gönderilmiş bir peygamberim.
62-
Rabbimin vahyettiklerini size bildiriyorum. Size öğüt veriyorum. Ben sizin
bilmediğinizi de Allah katından biliyorum.
63-
Sizi uyarması, sizin sakınmanız ve böylece rahmete kavuşturulmanız için
aranızdan bir adama Rabbiniz tarafından bir öğüt geldi diye mi hayret ediyorsunuz?"
64-
Bunun üzerine onu yalanladılar, biz de onu ve gemide beraberinde olanları
kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü onlar gerçekten
kör bir kavim idiler.
Hz.
Nuh (a.s.)'un geriye doğru nesebi şöyledir: Nuh, Lâmek, Müteveşlih, Ahnûh -ki
İdris'tir.[31] Yared, Mehleil, Kaynân,
Anûş, Şîs ve insanlığın atası Adem.
Müslim'in
Sahih' inde yer alan şefaat hadisinde de belirtildiği gibi, o müşriklere
gönderilen ilk peygamberdir. Ebu Hureyre'den gelen hadiste şöyle denilmektedir:
"Ey Nuh, sen yeryüzüne gönderilen ilk rasulsün." Aynı zamanda o
kızlarla, kızkardeşlerle, halalarla ve teyzelerle evlenmeyi haram kılan şeriatı
getiren ilk rasuldür. Muhammed b. İshâk der ki: Öldürülmüş bir peygamber olması
dışında, Hz. Nuh'un karşılaştığı eziyet gibisini hiç bir peygamber kavminden
görmemiştir. Allah onu elli yaşında iken kavmine peygamber gönderdi. Hz. Nuh
marangozdu.
İbni
Abbas der ki: Peygamberlik ona kırk yaşında iken verildi. Daha sonra tufanın
akabinde altmış yıl yaşadı, insanlar çoğaldı ve yayıldı.
Yezîd
er-Rukâşî der ki: Ona Nuh denilmesinin sebebi, kendisi için çokça ağıt yakmış
olmasıdır. Hz. Adem ile Hz. Nuh (ikisine de selâm olsun) arasında hepsi de
İslâm üzere on nesil geçmiştir.
Tirmizî
ve başkalarının naklettiklerine göre şu anda bulunan bütün insanlar Nuh (a.s.)
soyundandır. ez-Zührî'nin naklettiğine göre Araplar, İranlılar, Rumlar, Şam
halkı (Suriyeliler) ve Yemenliler Hz. Nuh'un oğlu Sdm'ın çocuklarıdır. Sind,
Hind, Zenciler, Habeşliler, Zûtlar ve Nûbeliler ile bütün siyahiler de Hz.
Nuh'un oğlu Hâm'm çocuklarıdır. Türkler, Berberiler, Çin'in ötesi Ye'cûc,
Me'cûc ve İskitler hepsi de Nuh'un oğlu iîi/es'tendirler.
Putlara
ilk olarak tapınma: Salih bazı kimseler ölmüş, kavimleri de üzerlerine
mescitler inşa edip suretlerini yapmışlardı. Böylelikle onların durumlarını ve
ibadetlerini hatırlamak, onlara benzemek istemişlerdi. Aradan geçen uzun zaman
sonra bu suretlere bir de bedenî şekiller verdiler. Zaman bir süre daha
geçtikten sonra bu sefer bu putlara ibadet ettiler ve bunlara salih kimselerin
isimlerini verdiler: Ved, Suvâ', Yağûs, Yeûk ve Nesr.
Daha
sonra iş aşırı bir hal alınca, Yüce Allah rasulü Nuh'u gönderdi ve onlara hiç
bir ortak koşmaksızm bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmelerini emretti ve
Kur"an'daki ifadesiyle Hz. Nuh şöyle seslendi: "Ey kavmim, dedi, Allah'a
kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur..."
Hz.
Nuh, Kur'an-ı Kerim'de 43 yerde anılmaktadır. Kıssası A'raf, Hud, Mü'minûn,
Şuarâ, Kamer ve Nuh surelerinde etraflı bir şekilde anılmaktadır. Kıssasının
muhtevası da şöyledir: O kavmine hiç bir ortak koşmaksızm bir ve tek olarak
Allah'a ibadet etmeleri çağrısında bulundu, onların putlara ibadeti terk
etmelerini istedi; fakat onlar ona inat ettiler, ona karşı çıktılar, eziyet
ettiler. Kimi önderlerine tabi oldular, ona çok büyük çapta hileler yaptılar,
tuzaklar kurdular. Ved, Suvâ', Yağûs, Yeûk ve Nesr'e ibadeti terk etmemeyi
kararlaştırdılar. Büyük bir ahmaklık ve tekebbür edasıyla şöyle dediler: Sen
bizimle tartıştın, hem de tartışmanı çok ileriye götürdün. Gerçek şu ki, bizler
üzerinde bulunduğumuz hali terk etmeyeceğiz. Haydi bizi kendisiyle tehdit
ettiğin azabı getir. O da kendilerine onları azaplandırmanın Allah'ın elinde
olduğunu belirterek cevap verdi.
Hz.
Nuh, yaklaşık bin yıl, (dokuzyüz elli) boyunca kavmini davet ettikten sonra
iman edeceklerinden ümit kesince, Yüce Allah ona kurtuluş aracı olan gemiyi
yapmasını emretti. Kavmi yanından geçtikleri her seferinde onunla ve işiyle
alay ediyorlardı. Gemiyi tamamlayıp Yüce Allah ona hanımı dışında kalan
yakınlarını ve ayrıca kavminden diğer iman edenleri de birlikte gemiye almasını
emretti. Bunlar ise sadece altı kişi idiler. Erkek ve kadın kırk kişi oldukları
da söylenmiştir. Ayrıca Yüce Allah Hz. Nuh'a beraberinde bütün kuş, hayvan ve
yırtıcı canlılardan çifter çifter almasını da emretti.
Daha
sonra ailesinin tandırından su kaynayıp coştu ve pek çok miktarda su her yerden
fışkırmaya başladı. Nihayet tufan kavminin tümünü ve yeryüzünde bulunan bütün
insan ve hayvanların üstünü kapattı. Gemide, birlikte binmeyi şu sözleriyle
kabul etmeyen oğluna varıncaya kadar helak oldular: "Beni sudan koruyacak
bir dağa sığınacağım." (Hud, 11/43). Nihayet gemi Türkiye'nin güneyinde
Diyarbakır yanlarında Cudi dağı üzerine oturdu: "Ey arz suyunu yut, ey
sema suyunu tut!" denildi ve su çekildi, iş olup bitti ve gemi Cu-di'ye
oturdu, zalimler topluluğuna, "Uzak olsunlar" denildi." (Hud,
11/44).
Tufanın
bütün yeryüzünü kuşatması ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü vardır:
Bir kesime göre Tufan yeryüzünün her tarafını kuşatmıştır. Buna delil ise
dağların tepelerinde bir takım canlı hayvan kalıntılarının varlığıdır.
Başkaları ise, tufan genel değildir, demektedir. Sadece Hz. Nuh ve kavminin
yerleşik bulunduğu tarafta olmuştur. Burası ise Ortadoğu ve ona komşu olan
bölgelerdir.
Bilindiği
gibi belâ genel gelir, rahmet ise özeldir. İntikam hiçbir zaman zalimlere
münhasır olmaz. O bakımdan suçsuz küçük çocukları, yırtıcı hayvanları ve
kuşları dahi kapsar: "Ve yalnızca sizden zulmedenlere isabet etmeyecek bir
fitneden sakınınız." (Enfâl, 8/25).
Hz.
Nuh iki duada bulunmuştu: Birincisi müminler içindi, ikincisi ise kâfirler
aleyhine idi. Birinci duası şuydu: "Rabbim bana, ana babama, evime mümin
olarak girenlere, mümin erkeklere ve mümin kadınlara mağfiret buyur..."
(Nuh, 71/28).
İkinci
duası (bedduası) ise şöyleydi: "Nuh dedi ki: Rabbim yeryüzünde kâfirlerden
diyar tutan bir kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakacak olursan kullarını
saptırırlar ve günahkâr ve çok nankörden başkasını da doğurmazlar." (Nuh,
71/26-27).
Hz.
Nuh'un oğlu da helak olanlar arasında idi. Çünkü o zalim ve kâfir idi. Buna
delil ise daha sonraki ayet-i kerimede yer alan, "Zalimlerin helakinden
başka şeylerini de artırma!" (Nuh, 71/28) diye buyurmuş olmasıdır. Zulüm,
küfrün kendisidir. Bir topluluğun görüşüne göre burada sözü geçen Hz. Nuh'un
öz oğludur. Başkalarının kanaatine göre ise o başka bir kocadan olma, hanımından
üvey oğludur; öz oğlu değildir.
Hz.
Nuh'un hanımı, "Kocam delidir" derdi. Nitekim Hz. Lût'un hanımı da
kocasının yanına gelen misafirleri halka bildiriyordu: "Allah kâfir
olanlara Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. İkisi de kullarımızdan
salih iki kulun nikâhı altındaydılar. O kadınlar kocalarına hainlik ettiler.
Kocalarının ise Allah'ın azabına karşı onlara bir faydaları olmadı, girenlerle
birlikte ikiniz de ateşe girin, denildi." (Tahrîm, 66/10).
KuYan-ı
Kerim'de, geminin hacmi ile ilgili açık bir ifade kullanılmamıştır. Ancak bu
gemi, "Dopdolu gemi" (Yasin, 36/41) olmakla ve "levhalar ve
çivileri" (Kamer, 54/13) olmakla nitelendirilmiş ve Allah'tan bir vahiy ve
bir ilham ile yapıldığına işaret edilmiştir: "Ve gemiyi bizim nezaretimiz
altında ve vahyimizle yap!" (Hud, 11/38). [32]
Yüce
Allah Mekkelilere ve diğerlerine, Hz. Nuh'u, kavmini korkutup uyarmak, onları
Allah'ın tevhidine davet etmek ve yalnızca O'na ibadet etmek üzere
gönderdiğini bildirmektedir. Onlara şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah'a kulluk
edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur." Yani siz ibadetinizle ona
ortak koşmaksızın bir ve tek olan Allah'a yönelin. Çünkü sizin ibadet ve dua
edeceğiniz, kendisinden hayır isteyeceğiniz Allah'tan başka bir ilâhınız
yoktur. Her şeyi yaratan Allah'tır. Göklerin ve yerin melekûtu O'nun
elindedir. O bu kâinatın işlerini yürüten hak ilâhtır, ibadete, takdis ve
tazime lâyık olan O'dur.
"Doğrusu
ben sizin için... korkarım." Şirk koşmanız sebebiyle sizin için Allah'ın
huzuruna O'na ortak koşmuş olarak çıkacak olursanız, büyük bir günün yani
kıyamet gününün azabından sizin için korkarım. Burada büyük günden kasıt,
kıyamet günü veya üzerlerine azabın ineceği gün olan tufan günüdür.
"Allah'a
kulluk edin" buyruğundan sonraki iki cümlenin birincisi neden yalnızca
Allah'a ibadet edileceğini, ikincisi ise O'na neden ibadet edilmesi gerektiğini
açıklamaktadır.
Ancak
kavminin melei yani eşrafı, efendileri ve önderleri dediler ki: "Gerçekten
bizler seni, bizi putlara ibadeti terk etmeye çağırdığın için, büyük bir
sapıklık içerisinde çepeçevre kuşatılmış görüyoruz." İşte böyle
günahkârlar iyi olanları sapıklık içerisinde görürler. Bunlar her zaman için
doğru yola çağıranlara düşmandır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi.
Onları gördüklerinde: "Muhakkak bunlar elbette sapıklardır, derler."
(Mutaffifîn, 83/23); "Kâfir olanlar iman edenlere dediler ki: Eğer o bir
hayır olsaydı, bizden önce ona ulaşamazlardı. Onlar onunla hidayet
bulmadıkları için de bu eski bir yalandır, diyeceklerdir." (Ahkâf,
46/11).
Hz.
Nuh da onlara cevaben dedi ki: Ey kavmim! Ben size Allah'ı tevhidinizi ve
ortak koşmaksızın ibadet etmenizi emrettiğim için hak yoldan sapmış değilim.
Aksine ben size âlemlerin Rabbi olan her şeyin mutlak hükümdarı tarafından
gönderilmiş bir elçiyim. Ben sizi doğruya iletiyorum ve sizleri dünya ve
ahirette mutluluk kaynağı olacak şeye çağırıyorum. Sapıklık (dalâlet) ise
Ze-mahşerî'nin naklettiği gibi, dalâl'den daha özeldir. O bakımdan kendisinin
da-lâl içerisinde olmadığını ifade etmesinden daha beliğ bir ifadedir. Sanki
şöyle demiş gibidir: Bende dalâl namına bir şey yoktur.
Rabbimin
benimle gönderdiği mutlak tevhide, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, onun kapsamına giren cennete, cehenneme, sevap
ve cezaya imana davet gibi sizlere Rabbimin benimle gönderdiği şeyleri iebliğ
ediyorum. Ayrıca sizlere ibadetlerin, muamelâtın aslını, genel hükümlerini,
üstün ahlâk ve adabı da açıklıyorum. Özetle sizlere bütün emir, yasak, öğütleri
ve uzak durulması gereken şeyleri, müjde ve uyarılan bildiriyorum.
Sizlere
menfaat ve hile şaibelerinden uzak, katıksız bir şekilde samimi olarak öğüt
veriyorum. Küfrünüze ve beni yalanlamanıza karşılık Allah'ın cezasından
sizleri sakındırıyorum. Müslim, Ebu Davud ve Nesaî, Temim ed-Dâ-rî'den
Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Din nasihatin
kendisidir. "Kime ey Allah'ın rasulü" diye sorduk, şöyle buyurdu:
"Allah'a, Rasulüne, Kitabına, Müslümanların yöneticilerine ve
hepsine."
İşte
ben bu tebliğ ve öğüdümü yaparken Allah'tan gelen vahiyle bu âlemin akibetine
dair sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Şüphesiz benim, şirkin aki-beti
olarak dünya azabının geleceğini belirterek uyarıp korkutmam ve size öğüt
vermem, sizin bilmediğiniz benimse kesin bildiğim bir bilgiden dolayıdır. İşte
peygamberin durumu budur. O, son derece açık bir şekilde tebliğ eden, öğüt
veren ve Allah'ı bilen bir kimsedir. Buna göre, "Ben sizin bilmediğinizi
de Allah katından biliyorum" buyruğundan kasıt, insanları Allah'ın
tevhidi, O'nun celâlinin sıfatları, dünya ve ahirette emirlerine karşı gelme dolayısıyla
çetin cezası ile ilgili bilgileri elde etmeye dönmelerini sağlamaktır.
Müslim'in
Sahîh'inde yer aldığına göre Resulullah (s.a.) Arefe günü -ki o gün en
kalabalık oldukları bir gündür- şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar, size benim
hakkımda soru sorulacak, ne diyeceksiniz?" Dediler ki: Senin tebliğ ettiğine,
risaleti eda ettiğine ve samimi olarak öğüt verdiğine tanıklık ederiz. Hz.
Peygamber bunun üzerine "Şahit ol Allahım! Şahit ol Allahım!" diyerek
semaya doğru parmağını kaldırıp indirmeye başladı."
Daha
sonra Yüce Allah Hz. Nuh'un kavmine şöyle dediğini haber vermektedir:
"Size Rabbinizden bir öğüt ve bir ibret, aranızdan bir kişi vasıtasıyla
geldi diye hayret mi edeceksiniz?" O sizleri küfrünüzün akibetinden
sakındırmak, ibadette Allah'a ortak koşmanın cezasından kurtarmak için takvaya
hazırlamak (yani emirlere bağlanıp yasaklardan kaçınmanızı teşvik etmek) ve müminlere
indirdiği rahmetine mazhar olmayı vaad etmek yahut da sizin takva sahibi
olabilmenizi sağlamak için geldi diye hayret mi edersiniz? Takva ise uyarı ve
korkutma sebebiyle meydana gelen kalpten gelen bir korkudur. Ve siz takva
sahibi olduğunuz takdirde merhamete lâyık olasınız diye hayret mi edeceksiniz?
Allah'ın
rahmeti, lütfü ve ihsanı olmak üzere sizi uyarması, intikamından sakınmanız, O'na
şirk koşmamanız için ve ayrıca O'na itaat ve peygamberlerine iman etmek
suretiyle size merhamet etsin diye kendi cinsinizden bir kişiye vahyetmesinde
hayret edecek bir taraf yoktur.
Fakat
onlar hak çağrısına ve bu ihlâs ve samimiyete kulak vermediler. O'nu
yalanlamaya ve muhalefet etmeye çoğunlukla devam ettiler. Aralarından O'nunla
beraber pek az kimse dışında iman eden olmadı. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Onunla beraber pek az kimse dışında iman eden
olmadı." (Hud, 11/40). Denildiğine göre onunla birlikte iman edenlerin
sayısı on üç kişi idi: Hz. Nuh, çocukları Sam, Ham, Yafes ve onların eşleri ile
ona iman eden başka altı kişi daha. Yine denildiğine göre bu iman edenler, kırk
ya da kırkı erkek kırkı da kadın olmak üzere seksen kişi idiler.
Ceza
onların tufan ile suda boğulmalarıydı: 'Yalanlayanları da suda boğduk..."
Yani ayetlerimizi yalanlayıp onları bile bile inkâr edenleri tufan ile suda
boğduk. Buna sebep ise küfürleri, sapıklık ve şirklerine devam etmeleriydi.
Gerçekten onlar hakka karşı kör bir topluluk idi. Hakkı görmüyor, hidayet bulmuyorlardı.
Yüce Allah'ın, "Kör bir kavim idiler" buyruğundan kasıt, basiretsiz
ve kalpleri kör kimseler demektir. Körlük ile kör arasındaki fark ise şudur: Birincisine
sebep basiret körlüğü, ikincisine sebep ise basar (göz) körlüğüdür.
Yüce
Allah, rasulü Nuh'u ve onunla birlikte iman eden az sayıda kimseyi kurtardı.
Böylelikle Yüce Allah bu kıssada dostlarının intikamını düşmanlarından
aldığını, rasulünü ve müminleri kurtarıp onların düşmanı olan kâfirleri helak
ettiğini bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve
şahitlerin ayağa kalkacağı günde yardım ederiz (muzaffer kılarız)." (Mü'min,
40/51).
O
halde ey İslâm davasının muhatapları! Sizler de onlar gibi olmaktan yahut da
onların izledikleri yolda gitmekten sakınınız.
Hud
suresinde bu kıssa ile ilgili daha kapsamlı genişçe açıklamalar gelecektir. [33]
65- Âd'a da kardeşleri Hud'u gönderdik. Dedi ki:
"Kavmim, Allah'a ibadet edin; sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur.
Hâlâ sakınmaz mısınız?"
66-
Kavminden inkâr etmiş ileri gelenler (mele') dediler ki: "Gerçekten biz
seni beyinsizlik içinde görüyoruz ve doğrusu biz seni yalancılardan
sanıyoruz.
67-
Dedi ki: "Kavmim, bende hiç bir beyinsizlik yoktur. Ancak ben âlemlerin
Rabbinden (gönderilmiş) bir peygamberim.
68- Size Rabbimin vahyettiklerini bildiriyorum
ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.
69- Sizi uyarması için aranızdan bir adama
Rabbiniz tarafından bir öğüt geldi diye mi hayret ediyorsunuz? Düşününüz ki o
sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı. Yaradılış itibariyle size oldukça
boy bos da verdi. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki felaha
eresiniz."
70-
Dediler ki: "Sen bize yalnız Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta
olduklarını bırakmamız için mi geldin? Öyleyse şayet doğru söyleyenlerden
isen tehdit ettiklerini getir bize!"
71-
Dedi ki: "Gerçekten üzerinize Rab-binizden bir azap, bir gazap gelecektir.
Allah haklarında hiç bir delil indirme-mişken kendinizin ve atalarınızın taptığı
bir takım adlar hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Bekleyin öyleyse!
Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."
72- Bunun üzerine tarafımızdan bir rahmetle onu
ve beraberinde bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayıp iman etmemiş
olanların kökünü kestik."
Hz.
Hud'un kavmi olan Ad kabilesi, varlığı ve eserleri itibariyle yeryüzündeki en
eski ümmetlerdendir. Bilindiği kadarıyla bunlar Hz. İbrahim'den de eskidirler.
İşte bundan dolayı Hz. Nuh'un, kavmiyle olan kıssasından sonra bu kıssanın
zikredilmesi uygun düşmektedir. Buna delil de Yüce Allah'ın, "Düşündünüz
ki o sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı" buyruğudur. İnsanlar o
durumda Nuh kavminin başından geçen ve büyük bir olay olan o büyük tufanı demek
ki biliyorlardı. Bundan dolayı Hz. Hud'un Ad kavmine, "Hâlâ sakınmaz
mısınız" diye buyurması, dünyada şöhret bulmuş, eski olan bu olay ile onları
korkuttuğuna bir işarettir.
İbni
İshak, el-Kelbî'den şöyle dediğini rivayet eder: Ad kavminin tapındıkları
putları vardı. Onlar bu putlarını Yed, Suvâ, Yağûs, Yeûk ve Nesr'e benzer
yapmışlar ve ayrıca Samûd adında bir put da edinmişlerdi. Bir diğer putlarının
adı ise el-Hetâr idi. Allah onlara Hz. Hud'u peygamber olarak göndermişti. O
da el-Halûd adındaki bir kabiledendi. Nesep itibariyle aralarında en soyluları
ve en itibarlıları idi. Onları Allah'a ibadete davet etti, O'nu tevhid etmelerini,
insanlara zulmetmekten vazgeçmelerini istedi. Ancak onlar bunu kabul etmeyip
yalanladılar ve, "Bizden daha güçlü kim vardır?" (Fussilet, 41/15)
dediler.
Bu
kavmin yerleştikleri yer Yemen'de Ahkâf denilen bölgede idi. Ahkâf, kum dağları
demek olup Yemen'de, Uman ile Hadramut arasındaki bir bölgedir. Bununla
birlikte onlar bütün yeryüzünde fesat çıkartmışlar, Allah'ın kendilerine
vermiş olduğu kuvvet sayesinde oranın halkını baskılan altına almışlardı.
Âd
bir Arap kabilesidir. Yemen'de Hadramut'un kuzey tarafında Ahkâfta bulunuyordu.
Uman ile Hadramut arasındaki bölgeye yayılmışlardı. Tapındıkları bir takım
putları vardı: Bunlar Sadâ', Samûd ve el-Hetâr adını taşıyorlardı. Bu Âd,
"Birinci Âd" diye bilinir. "İkinci Âd" ise Yemen'de Kahtân
ile Sebe' bölgelerinde sakin idiler. Âd kavmi, mukaddes kitaplar arasında
Kur"an-ı Kerim dışında bir kitapta söz konusu edilmemektedir.
Yüce
Allah kendilerine Hz. Hud'u peygamber olarak göndermişti. Hz. Hud'un geriye
doğru nesebi şöyledir: Hud, Şâlih, Erfahşed, Sam ve Nuh. Nesep itibariyle en
soyluları, sosyal mevki ile de en üstünlerindendi. Onu yalanladılar.
Azgınlıkları ve zorbalıklarını artırdılar. Allah üç yıl boyunca onlardan yağmuru
kesti. Oldukça sıkıntı çektiler. İnsanların başına bir belâ ve musibet geldiğinde
Müslümanlar da müşrikler de Beyt-i Haram [34]
yanında Yüce Allah'tan bu belâ ve musibetten kurtuluş dilerlerdi. Mekkeliler o
sırada Amlîk b. Lâz b. Sâm b. Nuh'un oğulları olan Amâlik idi. O sırada onların
efendisi ise Muâviye b. Bekr adında bir kişi idi.
Bunun
üzerine Âd kavmi, ileri gelenleri arasından yetmiş kişiyi Mekke'ye gitmek üzere
hazırladı. Bunlar arasında Kayl b. Anez ve Müslümanlığını gizleyen Mersed b.
Sa'd da vardı. Mekke'ye geldiklerinde Harem'in dışında Mekke'nin dış
taraflarında bulunan Muaviye b. Bekr'in yanına misafir oldular. O da onları
misafir etti, onlara ikramda bulundu. Bunlar onun dayıları ve hısımları
olurdu. Yanında bir ay süre ile kaldılar. Bu zaman zarfında içki içiyorlar ve
Muaviye'nin iki tane cariyesi onlara şarkı söyleyip duruyordu. Muaviye onların
uzun süre kalıp da asıl geliş maksatlarını unutup eğlenceye daldıklarını görünce,
benim dayılarım ve hısımlarım helak olmuşken bunlar da bu halde devam edip
gidiyorlar diye üzüldü. Onların, yanında kalmalarından sıkılmaya başladığını
zannederler korkusuyla onlarla konuşmaktan çekiniyordu. Bu sefer bu hususu iki
şarkıcı cariyesine açtı; onlar da, "Sen bir şiir söyle, biz de o şiiri onlara
şarkı olarak okuyalım, onlar da bunu kimin söylediğini bilmezler" dediler.
Bunun üzerine Muaviye şöyle dedi:
Ey
Kayl, ne oluyor sana, kalk ve gizlice yalvar
Belki
Allah bize bir buluttan su indirir de
Âd'in
toprağını sular; çünkü Âd
Artık
doğru dürüst konuşamaz hale geldiler
Cariyeleri
bu beyitleri söyleyince, bu sefer şöyle dediler: Sizin kavminiz başlarına gelen
belâdan dolayı imdat isteyip duruyorlar, siz ise onların muhtaç olduğu şeyi
geciktiriyorsunuz. Haydi Harem'e giriniz ve kavminiz için yağmur duasında
bulununuz. Bu sefer Mersed b. Sa'd onlara dedi ki: "Allah'a yemin olsun,
duanız sebebiyle size yağmur yağdırılmaz. Fakat peygamberinize itaat edecek ve
Yüce Allah'a tevbe edecek olursanız size yağmur yağdırılır.* Böylece Müslüman
olduğunu da izhar etmiş oldu.
Bu
sefer Muaviye'ye, "Mersed'i yanında alıkoy, hiç bir şekilde bizimle Mekke'ye
gelmesin. Çünkü o Hud'un dinine tabi olmuş" dediler. Daha sonra Mekke'ye
girdiler. Kayl, "Allahım, Âd kavmine önceden yağdırdığın gibi yağmur
yağdır" dedi.
Yüce
Allah biri beyaz biri kırmızı, biri de siyah olmak üzere üç bulut peyda etti.
Sonra semadan bir münadi ona "Ey Kayl, kendin ve kavmin için seç!"
dedi. O da, "Ben siyah olanını seçiyorum, çünkü aralarında suyu en bol
olan odur." Bu bulut el-Muğîs adında, Âd kavmine ait bir vadiye doğru
gitti. Âd kavmi bu bulutu görünce sevindiler ve, "İşte bu bize yağmur
yağdıracak bir buluttur" dediler. Fakat o buluttan üzerlerine kısır bir
rüzgar geldi, onları helak etti. Hud ve onunla birlikte iman edenler kurtuldu.
Mekke'ye geldiler ve ölünceye kadar orada Allah'a iman ettiler. [35]
Hz.
Hud, A'râf suresinde 65. ayette, Hud suresinde, 50, 53, 58, 60 ve 8. ayetlerde,
Şuara suresinde de 124. ayet-i kerimede olmak üzere Kur'an-ı Ke-rim'de yedi
defa anılmıştır.
Hz.
Hud kavmini uyarıp korkutmaya, Allah'ın azabından sakmdırmaya, Nuh kavmini uzun
boylu ve güçlü bedenli olmak ve ekin ve davarları bol olan bir yerde ikamet
etmek gibi Allah'ın nimetlerini hatırlatmaya, putlara ibadeti terk etmeye
davete devam etti. Diğer taraftan Allah'ı tevhide, tevbeye, ibadete çağırdı ve
Allah'a ortak koşmaktan sakındırdı.
Fakat
kavmin büyük çoğunluğu davetini kabul etmeyerek onu yalanladı, onu
beyinsizlikle suçladı. Buna sebep ise, Hz. Hud'un atalarından miras aldıkları
putlara ibadeti terk etmesi, yalnızca Allah'a ibadet etmesiydi.
Daha
sonra işi ileriye götürerek onu delilik, ahmaklık ve bunaklıkla suçladılar.
İlâhlarının onu fena çarptığını söylediler. Ancak o da bu ilâhlardan uzak
olduğunu belirterek onlara meydan okudu ve zannettikleri gibi putlarının etkisi
olduğu iddialarına alayla karşılık verdi. Yeryüzünde bulunan bütün canlılara dilediği
gibi tahakküm eden ve etkili olanın tek başına Yüce Allah olduğunu ilân etti.
Eğer öğüdüne kulak verip dinlemeyecek olurlarsa Yüce Allah'ın kendilerini yok
edip onlardan başka bir kavmi yerlerine getireceğini ve onlara pek yakında bir
azabın isabet edeceğini hatırlatarak uyardı: "Gerçekten üzerinize
Rabbinizden bir azap, bir gazap gelecektir."
Hz.
Hud'un kavmi isyan etti ve zorbalık tasladı. Onu yalanladılar, peygamber
olduğunu doğrulamak ve onu desteklemek üzere gönderdiği Allah'ın ayet ve mucizelerini
bile bile inkâr ettiler. Bununla beraber yine Hz. Hud, onları sakmdırmaya ve
kurtuluşlarının çağrısına iman edip öğütleri gereğince amel etmelerine bağlı
olduğunu hatırlatmaya devam etti. Bu ise kavminin azgınlığını daha da artırdı.
Nihayet Yüce Allah onları kısır rüzgârıyla mahvedip helak etti. Bu rüzgarı
üzerlerine aralıksız olarak yedi gece ve sekiz gündüz boyunca musallat kıldı.
Yüce
Allah, Hz. Hud'u ve onunla birlikte iman edenleri kendinden bir rahmet ile
kurtardı. Hz. Hud, Âd'in helakinden sonra vefat edinceye kadar Hadramut denilen
topraklarda yaşadı ve bu ülkenin doğu taraflarında Berahût vadisi yakınlarında
Terîm denilen şehirden iki merhale uzaklıkta defnedildi. İbni Cerîr, Hz.
Ali'den Hz. Hud'un Hadramut denilen yerde kırmızı bir kum tepeciğinde gömülü
olduğunu, başımn yanında da bir sedir ağacı bulunduğunu rivayet etmektedir. [36]
"Biz,
Âd kabilesine kardeşleri Hud'u gönderdik." Bu ifadeye göre Hz. Hud onların
dinde kardeşi olmayıp, kabileden yahut da insan türünden, onların cinsinden
birisiydi. Yani melek cinsinden değildi. Böyle olmasının sebebi ise, sözünü
daha iyi anlamaları, onun konuşma ve fiillerinden ürkmemeleri idi. Ayrıca,
ahlâkı da dininin bilinen bir delili olsun, böylelikle de onlar onu tasdike
daha bir yakın olsunlar diye kendi aralarından seçilmişti.
Hz.
Hud, kavmine şöyle seslendi: Ey kavmim! Yalnızca Allah'a ibadet edin, O'nunla
birlikte başka bir ilâha tapınmayın. Hiç Rabbinizden korkmaz mısınız? Üzerinde
bulunduğunuz şirk ve masiyetten uzaklaşmayacak mısınız?
Bunun
üzerine yani aralarında önderlerin, ileri gelenlerin büyük çoğunluğu dedi ki:
Bizler gerçekten seni hafif ve kıt akıllı görüyoruz. Çünkü sen kavminin dinini
bırakıp bir başka dine yöneliyorsun. Onlar, "Seni beyinsizlik halinde
görüyoruz" diyerek, beyinsizlikte ileri gitmiş olduğunu işaret etmek
istemişlerdi. Diğer taraftan Hz. Nuh kavminin mele'inden farklı olarak burada
mele'in küfür ile nitelendirilmiş olmasının sebebi, aralarında Mersed b. Sa'd
gibi iman ettiği halde Müslüman olduğunu gizleyen kimselerin bulun-masıydı.
Onlar
şöyle devam ettiler: Bizler senin âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir
peygamber olduğunu iddia etmen ve söylediğin sözlerinde Allah'tan peygamber
olduğun iddiasında bulunman hususunda Allah'a yalan söyleyen bir kişi olduğunu
zannediyoruz.
Hz.
Hud ise onların ithamlarına aldırmayarak güzel bir edep ve üstün bir ahlâk ile
şöyle cevap verdi: Bende bir beyinsizlik yani sapıklık ve ahmaklık yoktur. Yani
ben gerçekten âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. O beni
sizlere benimle beraber göndermiş olduğu ilâhî mükellefiyetleri tebliğ edeyim
diye gönderdi. Ben sizi kendisine davet ettiğim hususlarda size öğüt veren
birisiyim. Size tebliğ ettiğim hususlarda güvenilir bir kimseyim. Ben Allah'a
yalan söylemem. İşte peygamberlerin sıfatı bunlardır: Tebliğ, öğüt vermek ve
güvenilir olmak.
Allah'ın
size, sizi Allah'ın günleriyle ve ona kavuşmakla korkutmak üzere içinizden bir
peygamber göndermesine hayret etmeyin. Aksine bu lütfuna karşılık Allah'a
hamdetmelisiniz. Yüce Allah'ın, "...diye mi hayret ediyorsunuz?"
buyruğu şu takdirdeki hazfedilmiş bir ifadeye atfedilmiştir: Sizler Allah'ın,
cezası ile uyarıp korkutmak ve azabından sakındırmak için aranızdan bir kişi
vasıtasıyla size öğüt vermesi ve hatırlatması için vahyini indirmesinden
hayrete mi düştünüz ve bunu yalanlıyor musunuz?
Allah'ın
üzerinizdeki lütfunu ve nimetini hatırlayınız; çünkü o sizi Nuh kavminin
mirasçıları kılmış, sizlere kendi hemcinslerinize göre benzerlerinizden daha
ileri derecede uzun boy ve güçlü bir beden vermiştir.
Allah'ın
üzerinizdeki nimetlerini, size olan lütuflannı hatırlayın. Ona ih-lâsla ibadet
etmek ve ona ortak koşmayı terk etmek suretiyle bu nimetlere karşılık ona
şükredin ki, ebedî nimetleri ve cennetleriyle umduğunuza nail olasınız.
Ancak
kavmi ona isyanda direterek şu sözleriyle cevap verdiler: Sen bize yalnızca
Allah'a ibadet edip O'nu tazim edelim, diğer taraftan atalarımızın üzerinde
gittiği yol olan putları birlikte ortak edinmeyi terk edelim diye mi geldin?
Yani onlar Hz. Hud'un çağrısını inkâr ettiler. Yalnızca Yüce Allah'a ibadeti
uzak bir şey kabul ettiler. Atalarının dinine bağlı kalarak putları O'nunla birlikte
ortak edinmeyi sürdürdüler, terk etmeyi uzak bir şey gördüler. Çünkü içinde
bulundukları durumu ve ortamı seviyor ve atalarının tuttukları dine alışmış
bulunuyorlardı.
Hz.
Hud'a karşı azgınlıklarını, inat ve inkârlarını daha da artırdılar. Hatta
ahmaklıkta, meydan okumakta aşırıya gittiler ve ona imanı terk etmelerine ceza
olarak üzerlerine azabın indirilmesini şu sözleriyle istediler: "Öyleyse
şayet doğru söyleyenlerden isen, tehdit ettiklerini getir bize!" Yani
eğer sen bu tehdidinde doğru söyleyen bir kimse isen, haydi üzerimize azabın
indirilmesini ça-buklaştır.
Hz.
Hud onlara şöyle cevap verdi: İşte bu sözlerinizi söylediğinizden dolayı
Rabbinizden azap, gazap ve rahmetinden kovulmayı hak ettiniz. Böylece size
vacip oldu yahut artık bu azap üzerinize inmiş bulunuyor. Bununla beklenen
azabın gelmesi artık kaçınılmaz olduğundan bizzat meydana gelmiş gibi ifade
etmiş oldu. Onlara gelen azap oldukça hızlı esen, uğuldayan ve fırtınalı bir
rüzgârdı. Bu rüzgâr insanları kaldırıp yere fırtalıyordu. "Sanki onlar
kökten sökülmüş hurma kütükleri idiler." (Kamer, 54/20).
Sizlerin
ve atalarınızın ilâh diye adlandırdığınız bu putlar hususunda benimle tartışır
mısınız? Halbuki bu putların faydası da yok zararı da yok. Allah onlara ibadete
dair herhangi bir belge yahut delil de indirmiş değildir.
Daha
sonra onları, "Bekleyin öyleyse. Şüphesiz ben de beraber bekleyenlerdenim"
sözleriyle tehdit etti. Yani haydi siz de, "Tehdit ettiklerini getir
bize" sözünüzle istemiş olduğunuz Allah'tan gelecek oldukça çetin azabın
inişini bekleyiniz. Ben de sizinle birlikte o azabın size inişini
bekleyenlerden birisiyim.
Nitekim
onlara azap indi; Allah Hz. Hud'u ve onunla birlikte iman edenleri büyük
rahmeti ile kurtardı. Kâfirleri kökten imha etti, Allah'ın ayetlerini inkâr
edenlerin kökünü kesti. Çünkü onlar Yüce Allah'a iman etmediler. Allah'ın
ayetlerini yalanladılar. İşte bunlar azap edilmeyi gerektiren iki niteliktir.
Bunlar ise Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, küfürde bulunmak ya da iman etmemektir.
Azap
başka ayet-i kerimelerde de belirtildiği gibi oldukça şiddetli esen rüzgâr ve
fırtınalarla olmuştu: "Âd kavminde de (ibretler vardı); hani biz onların
üzerlerine kısır (hayırsız, bereketsiz) rüzgârı göndermiştik. O rüzgâr neye
uğradıysa yerinde bırakmıyor ve mutlaka onu uf atıp kül gibi ediyordu."
(Zâri-yât, 51/41-42); "Âd kavmine gelince, onlar da uğuldayan bir rüzgâr ve
azgın bir fırtına ile helak edildiler. O rüzgârı onlara yedi gün ve sekiz gece
aralıksız musallat kıldı. O kavmi orada (veya o süre içinde) yıkılmış
görürdün. Sanki onlar içleri boşalmış hurma kütükleriydi. Şimdi onlardan geriye
kalan kimse görüyor musun?" (Hakka, 69/6-8). İşte onlar isyanda diretip
azgınlaşınca, Allah da onları şiddetli bir rüzgâr ile helak etti. Öyle ki bu
rüzgâr onlardan birisini kaldırıyor, yükseltiyor, sonra da başı üzere yere
bırakıyordu. Başı da gövdesinden ayrılıyordu: "Her şeyi helak ederdi,
Rabbinin emriyle; onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi.
Günahkârlar topluluğunu böyle cezalandırırız." (Ahkâf, 46/25).
Onların
azgınlık ve inatlarının bir belirtisi de putlara ibadet etmeleri insanlara
zulmetmeleri, güç ve kuvvetleriyle gururlanıp böbürlenmeleriydi: "Ad
kavmine gelince, onlar haksız yere yeryüzünde büyüklük tasladılar ve güç itibariyle
bizden daha üstün kim vardır, dediler." (Fussilet, 41/15). Her yerde faydasız
yere oldukça büyük binalar yaptılar. Bunun üzerine Hz. Hud onlara sitem etti ve
şöyle dedi: "Siz her yüksek yerde eğlenmek için yüksek binalar mı yaparsınız?
Ebedî kalırsınız ümidiyle su mahzenleri (veya köşkler) mi edinirsiniz? Alıp
yakaladığınız zaman da zorbaca yakalarsınız. Artık Allah'tan korkun ve bana
itaat edin." (Şuara, 26/128-131); "Ey Hud! Sen bize apaçık bir mucize
getirmedin. Biz senin sözün üzere tanrılarımızı terk edecek değiliz. Sana
inanan kimseler de değiliz" dediler. Biz ancak sana şunu deriz: Bazı
ilâhlarımız seni fena çarpmış." (Hud, 11/53-54) Yani senin delirmene
sebep olmuş. [37]
73- Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik.
Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka bir ilâhınız
yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil gelmiştir. İşte size bir ayet olarak
Allah'ın dişi devesi. Onu bırakın da Allah'ın toprağında otlasın. Ona bir kötülükle
dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalar.
74-
Düşününüz ki O sizi Âd'dan sonra halifeler yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi.
Ovalarında köşkler yapıyor, dağlarda evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini anın, yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.
75-
Onun kavminden ileri gelenler (mele') kendilerince zayıf gördüklerine, içlerinden
iman edenlere dediler ki: "Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından
gönderilmiş olduğunu biliyor musunuz?" Onlar da "Doğrusu biz, onunla
gönderilene inanıyoruz" dediler.
76-
Büyüklük taslayanlar dediler ki: "Biz doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr
edenleriz."
77-
Ve dişi deveyi kesip devirdiler de Rablerinin emrine baş kaldırdılar ve dediler
ki: "Ey Salih, eğer sen peygam-berlerdensen tehdit edip durduğun azabı
getir bize."
78-
Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi de yurtlarında diz üstü çöken
kimseler oldular.
79- O da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki:
"Ey kavmim, andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiğini bildirdim ve size
öğüt verdim, ne var ki siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz."
Semud
b. Âsir b. İrem b. Nuh, Cedîs b. Aiz'in kardeşidir. Tasrn kabilesi de böyledir.
Bütün bunlar İbrahim el-Halil (a.s.)'den önce helak olmuş (Bâide) Arab-ı
Aribedendirler. Hz. Salih'in kavmi olan Semud, Ad kavminden sonra gelmiş ve
onların ülkelerine, diyarlarına mirasçı olmuşlardı. Yerleştikleri yer Hicaz ile
Şam arası Hicr bölgesinde olup, Vadi'1-kurâ ve çevresine kadar uzanırdı.
Medâin-i Salih (Hz. Salih kavminin şehirleri) bu güne kadar görünmekte ve
Feccunnâka diye bilinmektedir. Semud kavminin Hicri, Medyen topraklarının
güneydoğusunda olup Akabe körfezine karşıdır. Ad kavmine, helak oldukları
vakte kadar İrem Âd'ı deniliyordu. Ondan sonra da İrem Semud'u denilir oldu.
Resulullah
(s.a.) onların yurtlarının ve meskenlerinin yanından geçmiştir. Bu hicrî 9.
yılda Tebuk'e gittiği sırada olmuştu. İmam Ahmed, İbni Ömer'den şöyle dediğini
nakleder: Resulullah (s.a.) beraberindekilerle birlikte Tebuk'te konaklayınca,
Semud kavminin evlerine yakın Hicr'de onlarla konakladı. Beraberindekiler
Semud kavminin su içtikleri kuyulardan su çektiler ve onlardan hamur
yoğurdular. Bu sulardan yemek pişirmek için de tencereleri yerleştirdiler.
Resulullah (s.a.)'m emir vermesi üzerine tencereleri döktüler ve yoğurduk-ları
hamuru develere verdiler. Sonra Hz. Peygamber beraberindekilerle birlikte
oradan ayrıldı. Devenin içtiği kuyuya kadar gidip orada konakladı. Azaba uğratılan
kavmin bulundukları yere girmeyi onlara yasaklayıp şöyle dedi: "Onların
başına gelen musibet gibi size de isabet etmesinden korkarım; o bakımdan
onların bulundukları yerlere girmeyin."
Yine
Ahmed, İbni Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) Hicr'de
bulunuyorken şöyle buyurdu: "Sizler bu azap olunanların olduğu yere ancak
ağlar halde giriniz. Eğer ağlamaz iseniz onların oldukları yerlere girmeyiniz.
Çünkü onlara isabet edenin benzeri size de isabet edebilir." Bu hadisin aslı
Buharı ile Müslim'de başka yoldan da rivayet edilmiştir.
Semud
kabilesi de Âd kavmi gibi putlara ibadeti din bellemişler, putları ibadette
Allah'a ortak kılıyorlardı. Allah onlara pek çok nimetler vermişti. Onlara
öğüt vermek, Allah'ın nimetlerini, vahdaniyetine delâlet eden ve O'nun ortağı
olmadığını ortaya koyan nimetlerini hatırlatmak, yalnızca O'na ibadet edip
başkasına ibadetten uzak durmayı hatırlatmak üzere Hz. Salih'i peygamber
olarak göndermişti.
Kavminden
mustaz'af olanlar Hz. Salih'e iman ederken mele' (efendiler, eşraf ve önderler)
ise iman etmediler, isyan ettiler, büyüklük tasladılar, küfre saptılar,
peygamberliğini inkâr ettiler: "Zikir (vahiy, peygamberlik) aramızdan ona
mı verildi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır." (Kamer, 54/25).
Mustaz'aflara da şöyle dediler: "Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından
gönderilmiş olduğunu biliyor musunuz? Onlar da "Doğrusu biz onunla
gönderilene inanıyoruz "dediler." Bu sefer müstekbirler onlara
"Biz doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz" diye cevap
verdiler."
Müstekbirler
Hz. Salih'ten doğruluğuna alâmet olan bir mucize istediler. Allah da onu dişi
deve mucizesiyle destekleyip onlara şöyle dedi: "Su bir gün o dişi devenin
ve belirli bir gün de sizin olacaktır." (Şuara, 26/155); "Muhakkak
biz onlara bir imtihan olmak üzere o dişi deveyi göndereceğiz. Şimdi onları gözetle
ve sabret. Suyun aralarında nöbetle pay edildiğini onlara bildir. Her biri su
içme sırasında hazır bulunsun." (Kamer, 54/27-28). Deve bir günde kuyunun
yahut küçük ırmağın suyunu içiyor, onlar da bir sonraki gün içiyorlardı. Diğer
taraftan diledikleri kadar süt sağıyorlardı ve devenin sütü asla kesilmiyor,
ek-silmiyordu.
Hz.
Salih onlara deveye kötü bir maksatla el uzatmamalarını ve Allah'ın arzında
otlamasına karışmamalarını emretti. Hz. Salih, Allah'ın üzerlerindeki nimetini
kavmine hatırlatmakta bütün gücünü harcadı ve yeryüzünde fesatçılar olarak
taşkınlık yapmalarını yasakladı. Onlarsa, iman etmeyi büyüklüklerine
yediremediler. Onu hafife aldılar, ona karşı inatlaştılar, Rablerinin emrine
baş kaldırdılar; dişi deveyi kestiler. Onu bizzat kesen, kavminin emri üzere
Ku-dâr b. Sâlif idi: "Ve dişi deveyi kesip devirdiler de Rablerinin emrine
baş kaldırdılar ve dediler ki: Ey Salih, eğer sen peygamberlerdensen, tehdit
edip durduğun azabı getir bize." (A'râf, 7/77); "Bunun üzerine
arkadaşlarını çağırdılar da o da alacağını aldı ve dişi devenin önce ayaklarını
biçip devirdi" (Kamer, 54/29).
Hz.
Salih onlara şöyle dedi: "Haydi yurdunuzda üç gün süreyle
faydalanın." (Hud, 11/65); "O da: Ey kavmim, andolsun ki ben size
Rabbimin vahyettiğini bildirdim ve öğüt verdim. Ne var ki siz öğüt verenleri
sevmiyorsunuz." (A'râf, 7/79). Daha sonra üzerlerine sarsıntı azabı (bu
azap ulaştığı her şeyi yakan bir parça ateş ile birlikte gök gürültüsünden
dolayı meydana gelen şiddetli bir sarsıntıdır) veya sayha azabı üzerlerine
indi: "Bu yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tu-tuverdi de yurtlarında
diz üstü çöken kimseler oldular." Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Fakat benim azabım ve uyarmalarım nasılmış? Muhakkak biz onlara bir tek
sayha gönderdik de hayvan ağılına konulan ufak ot gibi oldular." (Kamer,
54/30-31). Yüce Allah kimi yerde bunu saika (yıldırım) kimi yerde de tağiye
(her şeyi kaplayan azap) diye adlandırmıştır. Bunların hepsi de doğru ve
yerinde ifadelerdir. Çünkü saika şiddetli ses ile birlikte, ba-zan de zelzeleyi
andıran bir sarsıntı ile beraber olur. Diğer taraftan onun etkisi meydana
geldiği yerden uzaklara kadar uzanıp orayı da kaplayabilir.
Yüce
Allah, Hz. Salih'i ve onunla birlikte iman edenleri azaptan kurtardı. Onlar da
Filistin civarında Remle denilen yere gittiler. Çünkü oralar verimli ve münbit
yerlerdir. Sayıları ise Alusî'nin söz konusu ettiği gibi 120 kişi idi. Helak
olanlar ise, beş bin hane halkıydılar: "Haberin olsun ki gerçekten Semud
kavmi Rablerini inkâr ettiler. Yine haberiniz olsun ki Semud kavmi (Allah'ın
rahmetinden) uzak düştüler." (Hud, 11/68).
Hz.
Salih'in adı, Kur'an-ı Kerim'de A'râf suresinde 73, 75 ve 77. ayetlerde, Hud
suresinde 61, 62, 66 ve 89. ayetlerde, Şuara suresinde ise 42. ayet-i kerimede
olmak üzere dokuz defa anılmaktadır. Hz. Salih, el-Bağavî'nin belirttiğine
göre Salih b. Ubeyd b. Asef b. Mâşih b. Ubeyd b. Hâzer b. Semud'dur. [38]
"Andolsun
ki Semud kabilesine kardeşleri Salih'i gönderdik." O din kardeşleri
değil, aynı kabileden biri yahut da onlar gibi bir insandı, yani melek değildi.
Semud
kavminden olan Hz. Salih "dedi ki: "Ey kavmim, yalnızca Allah'a, O'na
şirk koşmaksızın ibadet edin. Sizin O'ndan başka ibadet edecek ilâhınız
yoktur." Bütün peygamberler işte bu şekilde Allah'a ibadete
çağırmışlardır. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere, mutlaka ona, "Benden
başka bir ilâh yoktur, artık bana ibadet ediniz" diye vahyederdik."
(Enbiya, 21/25); "Andolsun her bir ümmete, "Allah'a ibadet edin ve
tağuttan uzak durun" diyen bir peygamber göndermişizdir." (Nahi,
16/36).
İşte
size benim getirdiklerimin doğruluğuna dair delil ve belge gelmiş bulunuyor.
Çünkü Hz. Salih'ten bir ayet getirmesini kendileri istemişler ve ona bizzat
kendilerinin tayin ettikleri bir kayadan bu mucizenin çıkmasını teklif
etmişlerdi. Bu Hicr tarafında tek başına ve el-Kâtibe adında bir kaya idi. Onlardan,
eğer yüce Allah isteklerini yerine getirecek olursa, mutlaka kendisine iman
edeceklerine, ona tabi olacaklarına dair sözler ve andlar aldı. Buna dair söz
ve and vermeleri üzerine Hz. Salih kalkıp namaza durdu, Yüce Allah'a dua etti.
Kaya hareket etti, sonra da istedikleri gibi karnında cenini hareket eden
tüylü, büyük karınlı bir dişi deve kayanın içinden çıktı. Yüce Allah her şeye
kadir olandır.
Bu
esnada başkanları olan Cunda' b. Amr onunla birlikte olup emrine uyanlar da
iman ettiler. Semud kavminin diğer eşrafı da iman etmek istedilerse de Zuâb b.
Aınr b. Lebîd ile putlarının bakıcısı el-Hubâb ve Rebab b. Sa'r b. Celhes
onlara engel oldular.
Dişi
deve ve doğum yaptıktan sonra devenin yavrusu aralarında bir süre durdu. Bir
gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar içiyorlardı. Kendileri de
devenin su içtiği gibi sütünü içiyor, sağıyorlar ve diledikleri kadar kaplarını
dolduruyorlardı. [39]
Nitekim bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara
suyun aralarında nöbetleşe olduğunu bildir. Herkes su içme gününde hazır
bulunsun." (Kamer, 54/28). Yine bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu bir dişi devedir. Onun da bir içme nöbeti vardır; sizin de belli
bir günde içme nöbetiniz vardır." (Şuara, 26/155). İbni Abbas der ki: Devenin
su içtiği gün su yerine onun sütünü alıyorlardı.
Hz.
Salih kavmine, "İşte size bir ayet olarak Allah'ın dişi devesi,
dedi." Yani bu, benim peygamberliğimin doğruluğuna kat'î bir delildir.
Onun dişi deveyi Allah'a izafe etmesi, devenin şanını yüceltmek, değerini ifade
etmek ve şanının büyüklüğüne işaret etmektir. Çünkü deve Allah katından annesiz
ve babasız olarak büyükçe bir kayanın içinden gelmişti.
Daha
sonra Hz. Salih kavmine o deveyi Allah'ın arzında dilediği şekilde otlaması
için rahat bırakmalarını, devenin kendisine ve otlamasına kötü bir maksatla
dokunmamalarını emretti. Ve "Aksini yapacak olursanız oldukça acıklı bir
azap gelip size isabet eder" dedi.
Daha
sonra onlara üzerlerindeki Allah'ın nimetlerini, bu nimetlere karşılık
şükretmelerini, Allah'a ibadet etmeleri gerektiğini hatırlatmıştır:
"Düşününüz ki o sizi..." yani Allah'ın nimetlerini, lütfunu, size
olan ihsanlarını hatırlayınız, düşününüz. Çünkü O sizleri uygarlıkta, imarda,
güç ve kuvvette Âd'ın yerine halifeler yaptı. Onların ülkelerini, topraklarını
size miras verdi. Onların evlerine sizleri yerleştirdi. Siz oranın ovalarına
yüksek köşkler yapıyorsunuz. Bunu da size ilham etti, üstün bir sanatla, kerpiç
ve kireç yapmak suretiyle yerin düzlüklerinden yararlanma imkânına sahipsiniz
ve topraktan faydalanma yoluna gidiyor, dağlardan taşlar yontuyor, onlarla
sağlam evler yapıyorsunuz. Sağlamlıkları dolayısıyla kışın bu evlerde
kalıyorlardı. Yağmurlar, şiddetli rüzgârlar bunlara etki etmiyordu. Geri kalan
mevsimlerde ise ziraat için ovalarda bulunurlardı.
İşte
üzerinizdeki bu pek büyük nimetleri hatırlayın. Allah'a, O'nu tevhid etmek,
yalnızca O'na ibadet etmek suretiyle şükredin. Sakın yeryüzünde herhangi bir
şekilde fesat çıkarmayın.
Mele',
yani eşraf, efendiler ve liderler âdeten peygamberlerin çağrılarını herkesten
daha çabuk kabul eden mustaz'af fakirlere (ki onların iman edenleriydi) şöyle
dediler: "Salih'in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
biliyor musunuz?" Bu alay ve eğlenmek maksadıyla sorulmuş bir soruydu.
Kendilerine bu soru sorulanlar şu cevabı verdiler: "Biz kesinlikle
biliyoruz ki o Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Bunda hiç bir
şüphe ve tereddüt söz konusu değildir. Üstelik bizler Salih ile birlikte gönderilen
hak ve hidayete iman ediyor ve tasdik ediyoruz. Bunların Allah tarafından
gönderildiğini kabul ediyoruz." Onlara Peygamber olarak gönderildiğini
bilip bilmediklerini sordular. Mustaz'aflar ise onun peygamber olduğunun
şüphesiz ve bilinen bir husus olduğunu ifade ettiler. Mutlaka ona iman etmek
gereğinden söz ettiler. O bakımdan, size bildiriyoruz ki biz ona iman
edenleriz, dediler. Yüce Allah'ın, "İçlerinden iman edenlere" buyruğu
mus-taz'aflara -açıkladığımız gibi- bir işarettir. Çünkü mustaz'aflar iman
edenlerin kendileridir ve bu bütünden bir kısmın bedelidir; tercih edilen görüş
de budur.
Salih'in
peygamberliğine iman etmeyi büyüklüklerine yediremeyen kâfirler ise şu cevabı
verdiler: "Biz ise sizin tasdik edip iman ettiğiniz Salih'in peygamberliğini
bile bile red ve inkâr edenleriz."
Burada
Hz. Salih'in kavmi, "Biz Salih ile gönderilenleri inkâr edenleriz"
demediler. Çünkü böyle bir ifade, onların, peygamberliğini kabul ettiklerine
dair şahitliklerini, sonra da inat olsun diye onu inkâr edip reddettiklerini
ihtiva eder. Zamahşerî der ki: "Sizin iman ettiğinizi inkâr
edenleriz" ifadesini onunla gönderilenler yerine kullandılar. Böylelikle
müminlerin bilinen ve teslim olunması gereken bir husus olarak kabul ettikleri
bir şeyi reddettiklerini ifade etmek istediler.
Hz.
Salih'i yalanlamaları artık ileri dereceye vardı ve dişi deveyi öldürmeyi
kararlaştırdılar. Böylelikle suyun, tamamen kendilerinin olmasını istediler.
Dişi deveyi öldürmek üzere ittifak ettiler ve sonunda dişi deveyi öldürdüler.
Öldürme fiilinin, onu öldürenin bir kişi olmakla birlikte, hepsine nispet
edildiğini görüyoruz. Nitekim Kamer suresinde şöyle denilmektedir: "Bunun
üzerine arkadaşlarını çağırdılar; o da alacağını aldı ve dişi deveyi
kesti." (Kamer, 54/29) . Öldürenin fiiline razı oldukları için öldürme hepsine
nispet edildi. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onu yalanladılar da dişi deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları
sebebiyle onlara azap gönderiverdi ve hepsini dümdüz etti. Ve o, bunun
sonucundan korkmaz." (Şems, 91/14-15). Sa-hih-i Buharî'de de Hz.
Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Aralarında güçlü
kuvvetli, kavmi tarafından koruması olan Ebu Zem'a gibi birisi bu işe
seçildi."
Onlar
Rablerinin emrine baş kaldırdılar, yani Hz. Salih'in risaletine uymayı kabul
etmediler, Rablerinin emrine riayetten yüz çevirdiler. Rablerinin emri ise Yüce
Allah'ın Hz. Salih vasıtasıyla kendilerine verdiği, "Onu bırakın da
Allah'ın toprağında otlasın..." gibi buyruklar yahut da Rablerinin dini
anlamındadır. Onlarsa, "Ey Salih! Haydi bizi kendisiyle tehdit
edegeldiğin azap ve intikamı getir, eğer gerçek bir peygambersen ve sen
Allah'tan getirip tebliğ ettiklerinde doğru söylüyor iddiasında isen"
dediler. Böyle bir istek ise ahmaklığın, beyinsizliğin, saf ve aldanan kimselerin
özelliğidir.
İmam
Ahmed ve Hâkim, Hz. Cabir"den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) Hicr*den geçince şöyle buyurdu: "Sizler (Rabbinizden)
mucizeler istemeyiniz. Bunları Salih kavmi istedi. O bakımdan o mucize -yani
dişi deve- işte bu yoldan geliyor ve öbür yoldan gidiyordu. Onlar ise
Rablerinin emrine baş kaldırdılar ve onu kestiler. Sularını bir gün dişi deve
içiyor, kendileri de o gün o dişi devenin sütünü içiyorlardı; fakat onu
kestiler. Bu sefer çığlık onları yakaladı, Allah da onları semanın altında
hareketsiz bıraktı. Allah'ın Hareminde bulunan tek bir kişi müstesna." O
kimdir ey Allah'ın Rasulü? diye sordular. O da, "Ebu Rigâl'dir" dedi.
Harem'den çıkınca kavmine isabet eden ona da isabet etti.
"Bu
yüzden onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi." Hud suresinde, "Sayha
(çığlık) onları yakalayıverdi"; Fussilet suresinde, "Horluk azabının
yıldırımı onları yakalayıverdi"; Zariyat suresinde ise, "Onlar bakıp
dururken yıldırım onları yakalayıverdi" denilmektedir. Bunların hepsinden
kasıt birdir: O da yeri sarsan ve kendilerinin de sarsıntıya uğradıkları
oldukça şiddetli bir çığlıktır. Bu çığlığın sebebi ise semavî cisimlerin
biribirlerine sürtüşmeleriydi.
Onlar
da yurtlarında yahut meskenlerinde hareketsiz, ölmüş cesetler haline
geliverdiler.
Hz.
Salih onlardan yüz çevirip uzaklaştı. Zahir olan o ki, o başlarına geleni
müşahade ediyordu. Onların diz üstü hareketsiz çöktüklerini görünce, onlardan
yüz çevirip gitti. Onların iman etmeyişlerine ve hallerine üzülerek hasret
içerisinde kederlice oradan uzaklaştı.
Dedi
ki: "Ey kavmim, gerçekten ben aranızda size nasihat ve öğüt vermek hususunda
bütün gücümü, takatimi ortaya koydum. Fakat sizler öğüt verenleri sevmezsiniz.
O bakımdan aleyhinize azap sözü hak oldu." Bu ise Hz. Salih'in kavmine bir
azarlaması idi. Çünkü Yüce Allah kendisine muhalefet ettikleri ve Allah'a karşı
baş kaldırıp hakkı kabul etmekten yüz çevirdikleri için onları helak etti.
Rivayet
edildiğine göre onların dişi deveyi kestikleri gün çarşamba günüydü. Azap ise
üzerlerine cumartesi günü indi.
Yine
rivayet edildiğine göre Hz. Salih, ağlayarak yüz on Müslüman kişi ile oradan
çıktı. Geri döndüğünde dumanın yükselmekte olduğunu gördü, böylelikle helak
olduklarını anladı. Helak olanlar ise bin beşyüz kişi idiler. Başka rivayetler
de vardır.
Hz.
Salih'in ölümünden sonra kavmine seslenmesi, Resulullah (s.a.)'m Ku-reyş'ten
Bedir'de öldürülüp kuyuya gömülmelerinden sonra bazı kimselere bu şekildeki
seslenmesini andırmaktadır: "Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey Rabiaoğlu Utbe, ey
Rabaaoğlu Şey be, ey filan oğlu filan... Allah'a ve Rasulüne itaat etmiş
olsaydınız sevinmez miydiniz? Şüphesiz bizler Rabbimizin bize verdiğinin hak
olduğunu gördük, siz de Rabbinizin size vaad ettiğinin hak olduğunu gördünüz
mü?"
Hadisi
rivayet eden ensardan Ebu Talha -Buharı ve başkalarının naklettiklerine göre-
der ki: Ömer, "Ey Allah'ın Rasulü! Sen leşe dönüşmüş bir toplulukla mı
konuşuyorsun?" deyince, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde
olana yemin olsun ki, sizler benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitiyor
değilsiniz, fakat onlar cevap veremiyorlar." [40]
80-
Lût'u da gönderdik: "Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı
hayasızlığı mı yapıyorsunuz?
81- Siz kadınları bırakıp erkeklere
yaklaşıyorsunuz, doğrusu siz aşırı giden bir kavimsiniz."
82-
Kavminin cevabı sadece: "Çıkarın onları ülkenizden. Çünkü onlar fazla temizlik
yapan insanlarmış" demek oldu.
83-
Bunun üzerine biz de hem onu hem de -karısı müstesna- ehlini kurtardık. O
geride kalanlardan oldu.
84-
Onların üzerine bir yağmur yağdırdık. Günahkârların sonunun nasıl olduğuna
bir bak.
Lût,
Haran'm oğlu, İbrahim b. Tareh'in de kardeşinin oğludur. Hz. İbrahim'e iman
etti, onun gösterdiği yol üzere hidayet buldu. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ona Lût iman etti ve (İbrahim) dedi ki: Ben Rabbime hicret
ediciyim" (Ankebût, 29/26). Yaptığı yolculuklarında Hz. İbrahim'e tabi oldu.
Mezopotamya bölgesinde onunla beraber oldu. Sonra Mısır'da, sonra da Ürdün'ün
doğu taraflarında Şam (Suriye) bölgesinde Sodom'da yerleşti.
Hz.
Lût kıssası bir kaç surede az farklılıklarla zikredilmiştir. Bu kıssaların
biri ötekini tamamlar şekildedir.
Sodomlular
hayasızlıkları, herhangi bir utanç ve iffet duymaksızın, herkesin gözü önünde
işliyorlardı. Tüccarların yollarını kesip, mallarını ellerinden alıyorlardı.
Nitekim Yüce Allah Hz. Lût'un onlara söylediği şu sözlerini bizlere de
nakletmektedir: "Acaba siz, erkeklere yaklaşacak, yol kesecek, ve toplantı
yerlerinizde münkeri işleyip duracak mısınız?" (Ankebût, 29/29).
Hz.
Lût ise, onlara öğüt verip nasihat etti. Bu işten vazgeçmelerini istedi. Onları
Allah'ın azabı ile korkuttu. Fakat bu öğütlere hiçbir şekilde aldırış etmediler,
işlerinden vazgeçmediler. Hz. Lût kendilerine ısrarla öğüt vermeyi sürdürünce,
bu sefer kimi zaman taşlayıp öldürmekle, kimi zaman yurdundan çıkarmakla onu
tehdit ettiler. Nihayet melekler İbrahim (a.s.)'e uğrayıp Lût kavminden intikam
almak üzere, -ki bunlar Sodomlular ve Amura (Gomora)'lı-lardı- Hz. Lût'un
yanına varıncaya kadar bu durum böyle devam etti. Meleklerin bunu söylemeleri
üzerine Hz. İbrahim, Hz. Lût'a da bir kötülük geleceğinden korkunca, ona
Lût'un iman edenlerle beraber kurtulacağını bildirdiler ve ayrıca kavmine
gelecek olan azabın kesin ve kaçınılmaz olduğunu haber verdiler: "Ey
İbrahim, bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara hiç şüphesiz geri
çevrilmeyecek bir azap çatacaktır." (Hud, 11/76).
Aynı
melekler, Hz. Lût'a güzel yüzlü, genç, bıyığı terlememiş delikanlılar suretinde
geldi. Bu sefer Sodom'lulardan bir grup Hz. Lût'un yanına gelerek hayasızlık
yapmak üzere ondan misafirlerini istediler. Hz. Lût onları geri çevirmeye
çalıştı. Bu hususta alabildiğince ileri gitti. Nihayet onlardan misafirlerini
korumak üzere ve kendisinden utanacaklarını umarak, kızlarını meşru evlenme
yolu ile almaları teklifinde bulundu. Ancak onlar bu işe razı olmadılar. Daha
sonra Hz. Lût melek olduklarını bilmediği meleklere şöyle dedi: "Keşke
yetecek bir gücüm olsa idi yahut güçlü bir kaleye sığınabilseydim." (Hud,
11/80). Yani o vakit sizinle beraber bunlara karşı cihat eder ve onlara lâyık
olduğu cezayı verirdim. Bu sefer, melekler ona gerçek durumlarım bildirdiler.
Ve bu kavmi cezalandırmak üzere geldiklerini söylediler.
Kasaba
halkı bu sakalı bitmemiş genç delikanlıları güç kullanarak almak için Hz.
Lût'un evine hücum edince, Allah gözlerini kör etti, göremez oldular. Nereye
baskın yapacaklarını bilemediler. Sonra melekler Hz. Lût'u ve onun iki kızını
ve hanımını kasabadan çıkardılar. Kendilerinden hiçbir kimsenin geri
dönmemelerini emrettiler. Emrolundukları yere gitmelerini istediler. Hanımı
müstesna hepsi emre itaat ettiler. Hanımı kasabanın başına neler geldiğini
görmek üzere kasabaya geri döndü. Onlara kalben bağlı idi, ve kâfir bir kadındı.
Bunun üzerine ona da kavminin başına gelen azabın aynısı geldi. Allah onların
üzerine pişmiş çamurdan taş yağdırdı. Yurtları alt üst oldu. Sayıları bin veya
daha fazla kişi idi. [41]
Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz, dediler.
Onlar sana asla ulaşamazlar. Sen hemen gecenin bir bölümünde aile halkınla
yürü. İçinizden hiçbir kimse geriye bakmasın. Yalnız hanımın müstesnadır.
Çünkü onlara isabet edecek olan, şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaad
olunan vakit sabahtır. Sabah vakti de yakın değil mi? Emrimiz oraya gelince
oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan birbiri ardınca
taş yağdırdık..." (Hud, 11/81-82). [42]
Bir
de Lût'u an. Hani o kavmine, azarlayarak şöyle demişti: Sizler sizden başka
hiçbir kimsenin hiç bir zamanda yapmadığı hayasızca işi mi yapıyorsunuz? Evet
bu işi ilk olarak siz ortaya çıkardınız. Bunu yapacak olan herkesin günahının
misli de size olacaktır. İşte bu, bu işin fıtrata ters olduğunu göstermektedir.
Yüce Allah'ın, "Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı
mı yapıyorsunuz?" buyruğu böyle bir işin istisnasız olarak hiç bir kimsenin
yapmadığını, tekitli olarak ifade etmektedir.
Sizler
erkeklere arkalarından yaklaşıyor ve kadınlarla evlenerek önden yaklaşmaktan
vazgeçiyorsunuz. Yani sizler kadınları ve Rabbinizin onlardan sizin için
yarattıklarını bırakıp, erkeklere yaklaşmaya yöneldiniz. Bu ise bir sapıklık,
bir haddi aşmak ve bir bilgisizliktir. Çünkü bu bir şeyi olması gereken yerden
başkasına koymaktır. Bundan dolayı diğer ayet-i kerimede onlara Hz. Lût'un
şöyle dediğini görüyoruz: "İşte kızlarım, eğer yapacaksanız (onları
nikahlayın)" (Hicr, 15/71). Böylelikle onlara kadınlarla evlenme yolunu gösterdiyse
de, onlar kadınları arzulamadıklarını belirterek gerekçe gösterdiler.
Hz.
Lût'un, "Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz"
buyruğu Yüce Allah'ın, "Hayasızlığı mı yapıyorsunuz" buyruğunu
açıklamaktadır.
Aynı
zamanda bunda onlara aşırı derecede bir azar ve bir sitem vardır. Yüce
Allah'ın, "Kadınları bırakıp" buyruğunda onların kadınları terk
ettiklerine işaret etmektedir. Kadınlar ise selim fıtrat sahibi erkeklerin
şehevî arzularını giderecekleri karşı cinslerdir
"Doğrusu
siz çok aşırı giden bir kavimsiniz" yani sizler hayasızlığı işledikten
sonra bundan dolayı pişman da olmuyorsunuz. Aksine sizin âdetiniz, haddi aşmak
ve her hususta aşırıya gitmektir. İşte bundan dolayı cinsî arzularını tatmin
etmek hususunda aşırıya gittiler. O kadar ki mutad olan normal hali bırakıp,
mutad olmayana yöneldiler. Yüce Allah'ın, "Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"
(Şuara, 26/166). Yani siz şirk ile birlikte bu hayasızlığı işlemekten dolayı,
haddi aşan kimselersiniz.
En'âm
suresinde ise onları bir başka suretle nitelendirmektedir: "Hayır, siz
cahillik eden bir kavimsiniz" (En'âm, 27/55). Bu da onların zevk almakta
aşırıya gittiklerini, akıl ve fıtratın sınırlarını aştıklarını ve işlerinin
akibetini bilmediklerini göstermektedir. Çünkü onlar bunların sağlığa
zararlarını takdir edemiyor, şu modern asırda sabit olan öldürücü hastalıkları
ortaya çıkaracağını değerlendiremiyorlardı.
Hz.
Lût'un bu tepkisine ve onun öğüdüne karşı ikna edici bir cevap da veremediler,
hatalarından, sapıklıklarından da geri dönmediler. Bu hayasızlığın reddedilmesinin
ve işin büyüklüğünün onlara anlatılmasının bir faydası olmadı. Bunun yerine
onlar Hz. Lût'u aralarından çıkarmak, beraberindeki müminlerle birlikte onu
kasabalarından sürmek istediler. Çünkü onlardan işittikleri vaazlarından, öğüt
ve sözlerinden rahatsız olmuşlardı. Hz. Lût'a uygun bir şekilde cevap
veremedikleri gibi, aksine hiçbir şekilde sözüyle ilgili olmayan, öğüdüyle
alâkası bulunmayan bir başka şekilde yani onu aralarından çıkarmak suretiyle
karşılık verdiler. Yüce Allah'ın, şu buyruğunda olduğu gibi: "Onları
çıkarınız" buyruğunda kastedilenler, Hz. Lût ve ona tabi olanlardır.
Bazıları
içinden şöyle dediler: Bunlar çokça temizleniyor ve sizin bu yaptığınız işte
bu hayasızlıklarda, erkek ve kadınlara arkadan yaklaşmakta sizinle ortak
hareket etmekten uzak duruyorlar. Bu ifadeleri ise müminlerle alay etmek,
kendilerinin işledikleri çirkinlikle övünmek üzere söylemişlerdi. Nitekim
fasıklar, bazı salih kimselere kendilerine öğüt verdikleri vakit şöyle derler:
Şu, bir lokma bir hırka yaşamak isteyeni bizden uzaklaştırın da şu zahidlik
tasla-yandan uzakta rahat bir nefes alalım. Yüce Allah'ın, "Fazla temizlik
yapan in-sanlarmış" ifadesi, onlar bu işe yaklaşmıyorlar, demektir.
Sonunda
Yüce Allah Hz. Lût'u ve onunla birlikte iman eden aile halkını -hanımı
müstesna- kurtardı. Çünkü karısı iman etmemişti. O balamdan o da azapta
kavmiyle birlikte kalan ve helak olanlardandı. Çünkü o da kavminin dini üzere
idi ve bu konuda onlara ters düşmüyordu. Ayrıca kendisiyle kavmi arasında bir
takım işaretlerle Hz. Lût'un yanına gelen misafirlerini onlara bildiriyordu.
Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Biz orada bulunan
müminleri çıkardık. Orada Müslümanlardan bir hane halkından başkasını
bulmadık" (Zâriyat, 51/35-36). Yani Hz. Lût'a aile halkı dışında kavminden
kimse iman etmemişti.
Oldukça
hayret verici, görülmemiş bir yağmur yağdırıldı üzerlerine. Bu da üzerlerine
atılan taş yağmuruydu. Bir başka ayet-i kerimede bunu şöylece açıklamaktadır:
"Üzerlerine pişmiş çamurdan taş yağdırdık. Rabbinin yanında işaretlenmiş
olarak ve o (belde) zalimlerden uzak değildir." (Hud, 11/82-83); "Ve
biz onun altını üstüne getirdik. Onlara pişmiş çamurdan taş yağdırdık."
(Hicr, 15/74). Yüce Allah bu taşların işaretli olduğunu belirtmekle bunların
kırmızı renk arasında beyaz renkle işaretli olduklarım anlatmaktadır.
Burada
sözü geçen taşların oldukça hızlı esen firtma ve kasırgalarla getirilmiş
olması, yahut da yerkürenin kendisine doğru çektiği bir yıldızın parçalanmış
kalıntılarından olup, dağılmış meteorlar olması da muhtemeldir.
Şimdi
ey Muhammed, ve ey bu kıssalardan kötülükten vazgeçmek üzere ibret alan
herkes! Aziz ve Celil olan Allah'a isyan etme cesaretini gösteren, O'nun
peygamberlerini yalanlayan kimselerin akibetlerinin nasıl olduğuna bir bak ki,
ahiretten önce dünyada bir ümmetin günahlarının nasıl cezasını çektiğini gör. [43]
85-
Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size apaçık
bir delil gelmiştir. O halde ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını
eksik vermeyin. Ve orası ıslah olduktan sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın.
Bunlar sizin için hayırlıdır. Eğer müminler iseniz.
86-
Ve Siz Allah'a iman edenleri tehdit ederek, Allah'ın yolundan alıkoyarak ve
onun eğriliğini isteyerek, öyle her yolun başını tutup oturmayın. Hem hatırlayın
ki, siz vaktiyle pek az idiniz de sizi O çoğalttı ve bakın, fesat çıkaranların
sonu nice olmuştur!
87- Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene
inanmış, bir kısmı da inanmamişsa, Allah aramızdaki hükmünü verinceye kadar
sabredin. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır."
İşte
bu Nuh, Hud, Semud ve Lût kıssalarından sonra anlatılan peygamber kıssalarından
beşincisidir. Bu da Hz. Şuayb'ın kavmi olan Medyenlilerle olan kıssasıdır.
Hz.
Şuayb da Araplara gelen peygamberlerdendir. Kur'an-ı Kerim'de on defa adı
geçmektedir: A'râf 85, 88, 90, 92 ve Hud 84 87, 90, 95; 177; Ankebut 36. O, Hz.
Musa döneminden önce peygamber olarak gönderilmişti. Çünkü Yüce Allah bu beş
peygamberin kıssasını zikrettikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Sonra
onların ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun mele'ine gönderdik."
(A'râf, 7/103).
Medyen
veya Medyan kavmine gelince, bunlar Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan
gelirler. Bunlar Hicaz yolu üzerinde Ürdün'ün güneydoğu tarafında Maan'a yakuı
Medyen şehrinde yaşarlardı. Allah'tan başkasına ibadet ediyor, ölçü ve tartıyı
eksik yapıyorlardı. Hz. Şuayb onlara bütün bunları yasakladı. Allah'ın
azabından sakındırdı. Onlara karşı delil getirme hususundaki büyük mahareti ve
oldukça güçlü açıklama kabiliyeti dolayısıyla ona "peygamberlerin
hatibi" lakabı verilmiştir. Onun kavmi İbni Kesir*in görüşüne göre
As-habü'l-Eyke'nin kendisidir.
Kavmi
yollarda durur, insanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar ve yanlarına gelen
kimselere, "Şuayb çok yalancı birisidir, sakın ha o sizi dininizden çevirmesin!"
derlerdi. Yine onlar, "Hamd olsun Şuayb'a uyacak olursanız, o vakit hiç
şüphesiz hüsrana uğrayanlar olursunuz." (A'râf, 7/90) derlerdi.
Onun
davetini iptal etmek ve ona eziyet etmek suretiyle onu küçük düşürüp tehdit
etmeye gayret gösteriyorlardı: "Dediler ki: Ey Şuayb! Senin söylediğinden
fazla bir şey anlamıyoruz. Ve şüphesiz biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer
kavmin olmasaydı şüphesiz seni taşa tutardık. Sen bizim için kıymetli bir
kimse değilsin." (Hud, 11/91). Hatta kendisine kavmini Allah'tan başkasına
ibadeti yasaklamasını, ölçü ve tartıda adalet sağlamalarını emretmesini ön gören
namazını dahi, onu ayıplama konusu ediyorlardı: "Ey şuayb, dediler. Senin
namazın mı bize atalarımızın taptıklarını ya da mallarımızda dilediğimizi
yapmayı terk etmemizi emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylu ve aklı başında bir
kimsesin." (Hud 11/87).
Fakat
Hz. Şuayb onları Allah'a imana ve güzel davranışa çağırarak susturunca,
kavminin ileri gelenlerinden onu ve beraberinde bulunan iman edenleri, eğer
kavimlerinin eski dinine bağlanmayacak olurlarsa, kasabalarından çıkartmakla
tehdit ettiler. O da onlara, "Peki ya biz istemesek bile mi?" (A'râf,
7/88) diye sitem etti.
Kavmi
küfürleri üzere ısrar edip Hz. Şuayb ile tartışmayı, söz ve fiilleri ile ona
eziyet etmeyi aşırıya götürünce, Allah onları Semud kabilesini helak ettiği
şekilde, büyük sarsıntıyla yani zelzele ile helak etti ve toptan yok oldular:
"Sonunda onu yalanladılar, bunun üzerine sarsıntı onları yakaladı ve
böylece onlar yurtlarında diz üstü çökenler oldular." (Ankebût, 29/37).
Yüce
Allah da Hz. Şuayb'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtardıktan sonra,
Ashabu'l-Eyke'ye peygamber olarak gönderdi. el-Eyke ise Medyen yakınlarında
ağaçlık bir yerdir. Medyen yolu üzerinde idiler. Hz. Şuayb onları da
durumlarından vazgeçirmek isteyince onu yalancılık ve büyücülükle itham ettiler,
peygamberliğini tasdik etmediler. Çünkü o da onlar gibi bir insandı: "Dediler
ki: Sen ancak büyülenmişlerdensin ve sen ancak bizim gibi bir insansın.
Şüphesiz bizler seni hiç şüphesiz yalancılardan sanıyoruz." (Şuara,
26/185-186)
Bunların
da, Hz. Şuayb'dan eğer doğru söyleyen bir kimse ise üzerlerine gökten bir parça
indirmesini isteyip haktan yüz çevirmekte aşırıya gitmeleri üzerine, gölgelik
günü (bulutla gölgelendirme günü) azabı gelip onları yakaladı. Bu da şöyle
olmuştu: Yüce Allah sulan kaynayıncaya kadar yedi gün süreyle onlara aşın
sıcak musallat etti. Daha sonra onlara doğru bir bulut sürükledi.
Güneşin
aşırı sıcağından onun gölgesine sığınmak üzere toplanıp bir araya geldiler. Bu
buluttan üzerlerine ateş yağdı ve hepsi yanıp gittiler:
"Onu
yalanladılar, o bakımdan bulutla gölgelenme günü azabı onları yakaladı.
Şüphesiz ki o, büyük bir günün azabıydı." (Şuara, 26/189). [44]
Yüce
Allah Medyen'lilere kardeşleri Şuayb'ı göndermişti. Bu ise -belirtildiği gibi-
bir din kardeşliği değil, bir neseb kardeşliği idi. Hz. Şuayb onlara, hepsi iki
ana esasa dayanan beş mükellefiyet emretti: Allah'ın emrine gereken tazimi
göstermek ki, bunun kapsamına tevhidi ve peygamberliği ikrar da girer. Bir de
Allah'ın yarattıklarına şefkatli olmak. Bunun kapsamına da eksik ölçüp
tartmayı, fesat çıkartmayı terk etmek girer ki, her ikisinin de ortak yanı başkalarına
eziyet verecek şeyleri terk etmektir.
Sözü
geçen bu yükümlülükler şunlardır:
1- Allah'a ibadeti emredip O'ndan başkasına ibadeti yasaklamak:
"Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur." Bu,
bütün peygamberlerin şeriatında ve bütün rasullerin davetlerinde gözden ırak
tutulmayan bir esastır.
2- Peygamber olduğunu tebliğ edip
şöyle dedi: "Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir." Yani Yüce
Allah benim size getirdiklerimin doğruluğuna dair apaçık belgeleri ortaya
koymuş bulunmaktadır. Belge ise hem kevnî mucizeyi, hem aklî delili, hem de
olağan üstü halleri kapsar. Bu da Hz. Salih'in söylediği söze benzemektedir.
Şu kadar var ki Yüce Allah, Hz. Salih'in mucizesi olan dişi deveyi söz konusu
ettiği halde, Hz. Şuayb'm mucizesini söz konusu etmemektedir. Bununla birlikte
bunun sözlerini doğrulayacak bir ayetin (mucizenin) varlığı kaçınılmazdır. Buharî ile Müslim,
Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Bütün peygamberlere mutlaka benzeri dolayısıyla
insanlığın iman edeceği ayetler (mucizeler)den verilmiştir. Bana verilen ise
Allah'ın bana vahyettiği bir vahiydir. O bakımdan kıyamet gününde bütün
peygamberler arasında uyanları en çok kişi olacağımı ümit ederim."
Zemahşerî
der ki: "Hz. Şuayb'm mucizelerinden birisi onun Musa'ya asasını vermiş
olmasıdır. Bu asa yılanlara karşı savaş vermiştir. Yine Hz. Musa'ya şöyle
demişti: "Bu koyunlar siyah beyaz karışımı yavrular doğuracak. Ben bu
koyunları sana hibe ediyorum." Aynı şekilde durum dediği gibi olmuştur.
İşte bu haller Hz. Şuayb'ın mucizeleri idi. Çünkü Hz. Musa o dönemde henüz peygamber
olarak görevlendirilmemişti.[45]
Bu
Mutezile'nin görüşüdür. Yani Mutezile peygamberlikten önce mucizenin ortaya
çıkmayacağı kanaatindedir. Ehl-i sünnet'in görüşüne göre ise Yüce Allah'ın
daha sonra peygamber ve rasul olacak bir kimseye vahyin ulaşmasından önce
çeşitli mucizeler lütfetmesi mümkündür. Buna da irhas (peygamberlikten önce
peygamberliğe alâmet olan hususlar) adı verilir. Böylelikle Zemahşerî'nin
sözünü ettiği haller aynı zamanda Hz. Musa için bir takım irhaslar idi. [46]
3- Ölçü ve tartının eksiksiz yapılması. Hz. Şuayb, "O halde ölçüyü
ve tartıyı tam yapın" demişti. Bu ise daha önce belirtilen,
"Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir" buyruğuna binaen
söylenmiş olup, azıcık bir şey dahi olsa hainliği haram kılmaktadır. Anlamı da
şudur: Satışınız esnasında ölçü ve tartıyı eksiksiz yapın. Bu ise onların
insanlara yapacakları davranışlarda iyilik yapmaları için bir öğüttür. Satılan
şey ile ona karşılık alman değer arasında girişilecek ilişkilerin bu adalet
esasına göre yapılması gerekmektedir. Hz. Şuayb bu fesat veya satmayı tedaviye
ihtimam göstermişti. Çünkü Medyenliler ölçü ve tartıları eksik yapmaya
kendilerini kaptırmış gidiyorlardı. Burada ölçüden kasıt, ölçü aletidir.
Nitekim Hud suresinde, "Ölçeklerinizi tamam yapın" diye
bu-yurulmaktadır.
4- İnsanların mallarına hiyanet etmek ve haksız yere mallarını almalarının
yasaklanması. Yüce Allah, kendisine ifadelerinin fesahati, öğütlerinin akıcılığı
dolayısıyla "peygamberler hatibi" denen Hz. Şuayb'ın şöyle dediğini
bize bildirmektedir: "İnsanların eşyasını eksik vermeyin." Yani
gizlice ve onların görmeyecekleri bir şekilde satış esnasında onların hakkı
olan bir şeyi eksiltmeyin. Nitekim Yüce Allah'ın bu konudaki tehdidinde şöyle
buyurulmaktadır: "Vay o eksik ölçüp tartanlara... Bunlar büyük bir gün
için diriltileceklerini, âlemlerin Rabbi huzuruna çıkartılacaklarını ummuyorlar
mt?"(Mutaffifîn, 83/1-6). Eşyanın eksik verilmesi ise, onu ayıplamak ve
rağbet edilmeyecek bir surette eksiltmek yahut değeri bakımından aldatmak veya
ölçüde fazla almak yahut onu eksik vermek suretiyle hileye sapmaktır.
Maksat
şudur: Hz. Şuayb kavminin satış esnasında ölçü ve tartıda eksiklik yapmalarını
yasak edince, ayrıca bütün yönleriyle eksik vermeyi, eksiltmeyi de yasakladı.
Bunun kapsamına gasp, hırsızlık, rüşvet almak, yol kesicilik, hileli yollarla
başkalarının mallarını almak ve buna benzer türlü hileli alışverişler ve
alışveriş dışında dahi olsa, her türlü aldatma da girer. Yine bunun kapsamına
ilim ve fazilet gibi manevî hakların saklanması da girmektedir. O bakımdan
herhangi bir kimsenin ilim, ahlâk, fazilet yahut edep gibi hususlarda hakkını
eksiltmek, kıskançlık, çekememezlik ve hoşlanmamaktan dolayı haksız yere ondan
üstün olduğunu iddia etmek de caiz değildir. Hz. Şuayb'ın kavmi beldelerine
gelen yabancıların kaliteli dirhemlerini alırlar ve bu kaç paradır diyerek
bunu paramparça ederler sonra da ondan bu parayı gayet açık bir şekilde oldukça
eksik bir değere alırlar; yahut da o paranın bedeli olarak ona kalp para
verirlermiş.
5- Fesadın yasaklanışı. Yüce Allah, "Orası ıslah olduktan sonra
yeryüzünde fesat çıkarmayın" diye buyurmaktadır. Yani peygamberler,
onlara uyan, şe-riatleriyle amel eden ıslah ediciler orayı düzeltmiş iken siz o
yerde fesat çıkartmayın. İfade "orasının ahalisi orayı ıslah ettikten
sonra" şeklinde hazf edilmiş bir muzaf takdiri ile söylenmiş demektir.
Islah
ise akideyi, yaşayışı, ahlakî toplum düzenini, uygarlığı, bayındırlığı, ziraî,
sınaî ve ticarî alanlardaki gelişmeleri de kapsayan genel bir tabirdir.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah, "İnsanların eşyasını eksik vermeyin"
buyruğu ile dünyevî fesatları, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" buyruğu
ile de dinî bakımdan ifsadı yasaklamaktadır. Böylelikle ayet-i kerime hem
dünya, hem din bakımından yapılacak fesatları yasaklamakta kapsamlı bir ifade
taşımaktadır.
"Bunlar"
ile de, Allah'a ibadet, peygamberliğini tasdik etmek, ölçü ve tartıları tam
yapmak, eksik vermeyi ve yeryüzünde fesat çıkarmayı terk etmekten ibaret olan
bu beş mükellefiyete işaret edilmektedir. Yani bütün bu sözü geçen hususlar,
insanlık açısından da güzel intiba bırakmak ve istemiş olduğunuz maddi kâr
bakımından da sizin için daha hayırlıdır. Çünkü insanlar sizin emin ve adaletli
olduğunuzu bilecek olurlarsa, sizinle ticarî ilişkileri daha çok isterler.
Ahirette mükâfat ve ilâhî rızayı elde etmek bakımından da sizin için hayırlıdır;
eğer siz Allah'ın birliğine, rasulüne, şeriatına, hidayetine ve ahiretine iman
eden kimseler iseniz. O halde iman, buyrukları yerine getirmeyi ve peygamberin
Allah'tan getirdikleri gereğince amel etmeyi gerektirir.
Buradaki
"Bunlar"ın onlara vermiş olduğu emir ve yasaklar gereğince, amele
işaret olması da mümkündür. Çünkü şanı yüce Allah ancak faydalı olan şeyi
emreder ve ancak zararlı olanı yasaklar.
Bu
ayette ilmin yalnız başına ümmetin ıslahı için yeterli olmadığına işaret
edilmektedir. Ümmetlerin ve milletlerin ıslahı için mutlaka yeni yetişen nesillere
doğruluk, emanet, adalet gibi fazilet esaslarının faydalarını, haktan sapmanın
ve kötü davranışların zararlarını anlatıp işleyecek dini eğitime ihtiyaç
vardır. Çünkü içten gelen istek, dışarıdan gelen istek veya baskılardan daha
kuvvetlidir.
Hz.
Şuayb (a.s.) bundan sonra maddî ve manevî yol kesmeden sakınmalarını söyledi:
Size
mallarını vermeyen insanları tehdit etmek üzere yahut tebliğime uymak için
gelen müminleri korkutmak üzere yol ayrımlarında oturmayın.
İbni
Kesir diyor ki: Birincisi -yani mallarını vermeyen insanları tehdit edip yol
kesmek- daha açık bir manadır Çünkü ayette "her yolda" ifadesi yer
almaktadır. İkinci mana ise "iman edenleri Allah'ın yolundan
alıkoyuyorsunuz" ayetinden anlaşılmaktadır. Yani siz iman etmek
isteyenleri Allah'ın dininden çeviriyorsunuz, Allah'ın yolunun eğri büğrü
olmasını istiyorsunuz.
Bu
ayette Hz. Şuayb (a.s.)'ın onlara üç şeyi yasakladığını görüyoruz:
1- Mallarını almak için yoldan geçenlerin yolunu kesmek.
2- Allah'ın dinine engel olmak.
3- Yalanlar, sapıklıklar, gerçeklerin karalanması, İslâm düşmanları tarafından
atılan şek ve şüphelerle Allah'ın dosdoğru dininin eğri büğrü hale getirilmesini
istemek.
Bu
ayetten maksat Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavminin insanların hak dini kabul
etmelerini bu üç yoldan biriyle engellemelerine mani olduğunu ifade etmektir.
Dikkat
edilecek olursa Hz. Şuayb davetinde önce ölçü ve tartıları tamam yapmak, ülkede
fesat çıkartmamak suretiyle iç düzeni sağlamak noktası üzerinde durmuş, daha
sonra da memleketlerini ziyarete gelen kimselere, davetini yaymak karşısındaki
engelleri ve yokuşları izale etmek suretiyle haricî ıslaha yönelmiştir.
Fesadın
ortadan kaldırılıp ülkenin münkerlerden temizlenmesinden sonra, bu sefer
onlardan ayrılmaması gereken olumlu yönlere geçmiştir. Bunlar ise nimetleri
hatırlamaktır. Bunun için şöyle buyurmaktadır: "Hem hatırlayın ki siz
vaktiyle..." yani Allah'ın üzerinizdeki pek çok nimeti hatırlayın. Bu
sözleriyle onları itaate teşvik etmek, basiret sahibi olmalarını sağlamak
istemişti. İşte bu nimetlerden birisi de sizin önceleri sayıca az, mustazaf
kimseler iken Allah'ın neslinize bereket ihsan etmesi suretiyle, sayıca çok
güçlü kimseler olmanızdır. Haydi O'na, yalnızca O'na ibadet etmek suretiyle
Allah'ın nimetlerine şükrediniz.
Rivayete
göre Hz. İbrahim'in oğlu Medyen, Hz. Lût'un kızı Ria ile evlenmiş ve pek çok
çocuk doğurmuştu. Sayılan nihayet çoğaldı. Çünkü Allah onun nesline bereket
ihsan etmişti.
Buyruğun
anlamının şöyle olması da mümkündür: Sizler fakir ve zayıf kimseler idiniz de O
sizi zengin ve güçlü kimseler haline getirdi.
Geçmiş
ümmetler, geride kalmış nesiller ve size komşuluk etmiş toplumlar gibi,
geçmişlerin akibetleri üzerinde düşünün ve onlardan ibret alın. Nuh, Se-mud ve
Lût kavimleri gibi. Fesatları, yeryüzünde azgınlıkları, Allah'a isyan etme
cesaretini gösterip peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle Allah'ın onları
nasıl helak ettiğini düşünün. Onların fesatlarını ve onları gelip bulan horluk
ve ibret verici azapları hatırlayın.
Allah'ın
nimetlerinin hatırlanmasından ve fesat çıkartanların cezaları üzerinde
düşünmekten maksat, önce teşvik, ikinci olarak da korkutmak yoluyla onları
itaate meylettirmek ve masiyeti terk etmelerini sağlamaktır.
Eğer
sizden bir kesim, benimle gönderilenlere iman etmiş, bir diğer kesim iman
etmemiş ise, yani sizler benim hakkımda anlaşmazlığa düştüyseniz, o halde
sabrediniz. Yani her iki kesim arasında hükmünü verecek olan Allah'ın hükmünü
bekleyiniz. Çünkü O, haklı olanları batıl üzere olanlara muzaffer kılacak ve
onları ötekilerine üstün hale getirecektir. Bu Allah'ın, kendilerinden intikam
alacağını belirterek kâfirlere savurduğu bir tehdittir. Yüce Allah'ın,
"Artık siz bekleyiniz. Biz de sizinle birlikte bekleyenlerdeniz."
(Tevbe, 9/52) buyruğu gibi. Veya bu, müminlere bir öğüt, kalplerine bir
teselli, müşriklerin kendilerine yaptıkları eziyetlere karşı sabredip tahammül
göstermelerine ve bunu, Allah aralarında hükmünü verinceye, onların intikamını
müşriklerden alıncaya kadar sürdürmelerine bir teşviktir. Zahiren görülen o ki,
hitap her iki kesimedir ve bundan maksat, müminlerin kâfirlerin eziyetlerine
karşı sabretmelerini bildirmek, iman etmeyenleri de tutumlarından vazgeçirmek
için azarlamaktır. Ta ki Allah hükmünü verip, temizi mundardan ayırd etsin.
"O,
hüküm verenlerin en hayırlısıdır." Şüphesiz ki O, sonunda güzel akibe-ti
takva sahiplerine, yok oluşu ise kâfirlere nasip edecektir. Çünkü O'nun hükmü,
hak ve adalettir. Ve O'nun vereceği hükümde zulüm ve haksızlıktan korkulmaz. [47]
88-
Kavminden (iman etmeyi) kibirlerine yediremeyen kodamanlar: "Ey Şu-ayb!
Seni ve seninle beraber iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız,
yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz" dedi. O: "İstemezsek de
mi?" dedi.
89-
Allah bizi ondan kurtardıktan sonra yine sizin dininize geri dönersek, Allah'a
karşı muhakkak yalana düşmüş, iftira etmiş oluruz. Bizim için ona dönmek
olacak şey değildir. Ancak Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna.
Rabbimizin ilmi her şeyi kaplamıştır. Biz,ancak Allah'a güvenip dayandık. Ey
Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.
90-
Kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi: "Şuayb'a uyarsanız,
andol-sun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler
olacaksınız."
91-
Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü
çöküp kaldılar.
92-
Şuayb'ı yalanlayanlar zaten orada oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar,
büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.
93-
Bunun üzerine Şuayb onlardan yüz çevirerek şöyle dedi: "Ey kavmim!
An-dolsun ben size Rabbimin gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim.
Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?"
Bu
ayetler, Şuayb (a.s.)'m kavmiyle olan kıssasının son kısmıdır. İki konuyu
içine alır: Birincisi, Şuayb (a.s.)'ın kavminin ileri gelenleriyle konuşması,
ikincisi de üzerlerine inen genel bir azapla kâfirlerin sonunun açıklanması.
Yalnızca
Allah'a ibadet etmek, ölçüyü ve tartıyı tam yapmak, yeryüzünde fesad çıkarmamak
gibi emir ve yasaklarına aldırış etmeyen kavminin ileri gelenleri, Şuayb
(a.s.)'ı ve onunla beraber olan müminleri tehdit mahiyetinde şöyle diyorlardı:
Ey Şuayb! Ya seni ve seninle beraber inananların hepsini ülkemizden
çıkaracağız, ya da bizim atalarımızdan devraldığımız dinimize, şeriatımıza
dönersiniz.
Onlardan
gelen bu tehdit şu iki şeyi içeriyordu: Ya yurtlarından sürüp uzaklaştırmak, ya
da onları dinlerine dönmeye zorlamak. Peygamber Şuayb (a.s.)'a yöneltilen bu
seslenişle, onun dinine uyan kimselere seslenmek amaçlanıyordu.
Şuayb
(a.s.) da onların bu sözlerine, yadırgama ve hayret ifade eden şu sözlerle
cevap veriyordu: Bize, sizin dininize dönmemizi mi emrediyorsunuz? Bize teklif
ettiğiniz şeylerin her ikisinden de hoşlanmasak da mı?
Şüphesiz
siz, kalbimizdeki inancın ne kadar köklü olduğunu bilmiyorsunuz. Onu hiç kimse
koparamaz.. Yine vatan sevgisinin inancı koparamayacağını, bu memlekette
oturmanın, bizi Allah'ın rızasına, O'nu birlemeye, O'na kulluk etmeye, O'nun
emirlerine uymaya tercih ettiremeyeceğini de bilmiyorsunuz.
Sonra
küfür dinine dönmeyi tam manasıyla reddettiğini açıklıyor: Biz, sizin dininize
geri döner, şirk üzerine kurulu dininize tabi olursak, bizi o batıl dinden
kurtardıktan, tevhid dinine, doğru yola hidayet buyurduktan sonra, Allah'a
eşler koşmakla büyük bir saçmalık yapmış oluruz. Şüphesiz bu, şaşılacak bir
şeydi. Nitekim, Şuayb (a.s.) da onlara uymadı.
Şuayb
(a.s.)'ın: "Bizi ondan kurtardıktan sonra" sözü, arkadaşlarımızı kurtardıktan
sonra demektir. Çünkü peygamberler, küfürden korunmuşlardır.
"Bizim
için ona dönmek olacak şey değildir." Yani bizim, sizin dininize geri dönmemiz
kesinlikle mümkün değildir. Bizi, doğrultumuzdan hiç kimse çevire-mez. Çünkü
biz, kendimizin apaçık hak üzere olduğumuza, sizin küfür ve şirk içinde
bulunduğunuza inanıyoruz. İmanımız bize, işimizi Allah'a havale ettiriyor. Her
şeyi bilen, her işinde tam bir hikmet sahibi olan Allah, bir şey yapmak
isterse, yapar. Çünkü bütün işlerimizde, hüküm sahibi O'dur. Bu, onların dinine
dönmeyi en açık ve en kuvvetli şekliyle reddetmektir. Bizi sapıklığa döndürme
arzusuna kapılmayın. Çünkü Allah, müminlerin küfre dönmelerini istemekten
uzaktır. Bu, hikmete ters düşer.
Şüphesiz
Allah Teâlâ'nm ilmi her şeyi kuşatmıştır. O, ilmi geniş ve fazlı bol olandır.
Hikmetle tasarruf eden ve dilemesi de hikmeti doğrultusunda gerçekleşendir.
İnsanlara ancak hayır diler. O, olmuş ve olacak her şeyi bilir. O, kullarının
durumlarının nasıl değiştiğini, kalplerinin nasıl halden hale geçtiğini,
incelikten sonra katılaşacağını, sıhhatten sonra hastalığını, imandan sonra
küfre döndüğünü bilir.
Biz
işlerimizde, O'nun dinini ve şeriatını koruma hususunda üzerimize düşeni
yaparak Allah'a tevekkül ettik. İmanda sürekli kılması ve yakinimizi artırmada
başarı vermesi hususunda O'na tevekkül ettik: "Kim Allah'a tevekkül
ederse, O, kendisine yeter" (Talâk, 65). Gerçek tevekkülün şartlan,
hayatta sebeplere yapışıp sert hükümleri uygulamak ve sünneti gözetmek, sonra
da işi Allah'a havale etmektir. Nitekim bir arabi Peygamber (s.a.)'e, devesini
bağladıktan sonra mı, yoksa başıboş bıraktıktan sonra mı Allah'a tevekkül
etmesi gerektiğini sorduğunda, Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte,
şöyle cevap vermiştir: "Onu bağla, sonra tevekkül et."
Bu,
onların pazarlığına ve dinlerine döndürme uğraşlarına başka bir reddir.
Sonra
Şuayb (a.s.) kendilerinden ümit kesince, kavmine beddua etti: Ey Rabbimiz!
Bizimle kavmimiz arasında hakla hükmet, onlara karşı bize yardım et. Sen
hükmedenlerin en hayırlısısın: "O, hüküm koyanların en hayırlısıdır."
(A'raf, 6/87). Yani sen, hiçbir zaman zulmetmeyen adalet sahibisin. Peygamberlerle
kâfirler, haklılarla haksızlar arasında hakla hükmedersin..
Sonra
kâfirler, Şuayb (a.s.)'ın peygamberliğindeki müminlerin, dinlerine dönmesinden
ümitlerini kesince, tehdit ve korkutma yoluna başvurdular. Önde gelenler,
kendilerinden aşağı durumdaki zayıf müminlere, imandan alıkoymak için şöyle
dediler: "Eğer siz, söylediği şeylerde Şuayb'a tabi olursanız ve ona
inanırsanız, babalarınızın ve dedelerinizin dinini terkettiğiniz, ona
alışamaya-cağınız ve doğruluğunu bilemeyeceğiniz için manevî bir zarara
uğrayacaksınız. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayacağınız, başkalarının mallarını
almayacağınız
için
de, servetinizi artıramayacak, dolayısıyla maddi bakandan da zarara uğrayacaksınız.
Çünkü o, sizi bunlardan engellemeye, bunları düzgün yapmaya teşvik etmektedir.
Böylece
Kuran, eşrafı, önce Allah'a imandan ve Şuayb (a.s.)'ın peygamberliğini
kabullenmekten uzak, sonra azdıran ve sapıklığa düşüren, müminleri Şuayb
(a.s.)'ı inkâra yönelten kimseler olarak nitelemekte, daha sonra da küfürle
vasıflandırmakta, arkasından da akıbetlerini, azaba uğrayacaklarını
açıklamaktadır. "Bunun üzerine onları o müthiş sarsıntı vakalayıverdi de
yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar..." Yani, onlar şiddetli zelzele ve
korkunç azapla yok edildiler, helak oldular. Yüzleri üstüne düşüp öldüler.
Onların azabı burada "racfe" (sarsıntı), Hûd sûresinde ise.
"sayha" gurultu) kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü zelzele, korkunç
bir gürültü ile beraber gelir: "Emrimiz geldiği vakit, Şuayb'ı ve
beraberindeki müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o
korkunç ses yakaiayıverdı de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar" (Hud,
11/95).
Şuarâ
sûresinde Cenab-ı Hak, Şuayb'ı Eykelilere gönderdiğini açıklıyor. Eykeliler,
neseb bakımından Medyenlilerin kardeşleridir. Eyke,deniz sahiliyle Medyen
arasında bol ağaçlı bir yerdir. Medyen, şiddetli bir gürültü ve onu takip eden
zelzele ile azaplandırıldı. Eykeliler ise, kavurucu ve çok sıcak rüzgârla
azaplandırıldüar: Güneşin hararetinden gölgelenmek üzere bulutun gölgesine
toplanmışlardı. Derken, o onlara ateş yağdırdı, yandılar. Kısacası, Şuayb
(a.s.)'ın kavmine, kavurucu ve çok sıcak rüzgâr azabı isabet etti. Sonra gökten
bir gürültü ve daha sonra da, altlarından yer sarsıntıları geldi: Ruhları
çıktı, cesetleri dondu.[48]
O
halde kaybeden kim?: Şuayb (a.s.)'ı yalanlayanlar. Helak edildiler, kökleri
kazındı, sanki yurtlarında yaşamamış gibi oldular. Bu, onların: "Şuayb'a
uyarsanız, andolsun ki, o takdirde muhakkak en büyük zarara uğramış kimseler
olacaksınız" sözlerini çürütmektedir. Bu redden murad, kötüleme ve azarlamayı
artırmaktır. Tekrarlanması da, işi büyütmek ve hak ettikleri cezadan korkutmak
içindir.
Gerçekten
de, dünya ve ahirette büyük zarara uğrayanlar, müminler değil kâfirlerdir.
Çünkü Şuayb'a tabi olanları Allah kurtardı. Onlar kazançlıdırlar. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurur: "Emrimiz geldiği vakit, Şuayb'ı (a.s.) ve beraberindeki
müminleri bizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses
yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar." (Hûd, 11/95).
Burada, güzel akıbetin müttakilere ve gerçek kârın, helâl yiyip haramdan kaçınanlara
ait olduğuna, yok oluş, helak ve iflasın harama dalan, batıl yollarla insanların
mallarını yiyen kâfirler için olduğuna açıkça bir işaret vardır.
Kavmine
azap, yok oluş ve helak geldikten sonra, Şuayb (a.s.) onları şu sözlerle
azarlayarak yüz çevirip ayrıldı: "Ey kavmim! Andolsun ben size Rabbimin
gönderdiklerini ulaştırdım ve size nasihat ettim..." Yani, size, benimle
gönderilen şeyleri bildirdim, getirdiğim şeyleri inkâr ettiniz, artık size
tasalanmam: "Artık kâfir bir kavme nasıl acırım?.." Yani, Allah'ın
varlığını inkâr eden, rasûlünü yalanlayan bir kavmin başına gelenlere nasıl
üzülürüm? el-Kel-bî'ye göre, Şuayb (a.s.), kavmine bunları söyledikten sonra
aralarından çıkıp gitti. Çünkü hiçbir peygamberin kavmine, peygamberleri
içlerindeyken azap edilmemiştir. [49]
94. Biz hangi memlekete bir peygam- ber
gönderdiysek halkını, yalvarıp ya- karsınlar diye mutlaka fakirlikle, şid- de*
Ve hastahkla y^aladık.
95.
Sonra bu sıkıntının yerini iyilikle
değiştirdik. Nihayet çoğaldılar. «Baba- larımıza da şiddet ve genişlik
dokun- muştur" dediler. Bunun üzerine biz de onları, kendileri farkında olmadan ansızın
tutup yakalayıverdik.
Allahu
Teâlâ, peygamberler ya da başka zamanlardaki, sapık milletleri ve ümmetleri
cezalandırmada izlediği kanunundan haberdar ediyor. O da, ümmetlere
durumlarını değiştirmeleri gerektiğini duyurma, küfür ve sapıklıktan iman ve
hidayete yönelmeleri gerektiğini haber vermedir.
Ayetin
manası şöyle olur: Biz, bir kavme bir peygamber gönderdiğimizde, onlar onu
yalanladıkları zaman, onlara azap etmekte acele etmeyiz. Onlara süre veririz
ve durumlarını değiştirmelerini hatırlatırız. Onları cezalandırmaya, başlarına
hoşlanmadıkları ve zorlandıkları şeylerden biraz indirmekle başlarız: Kötü bir
maddî duruma ve fakirliğe, sonra da hastalığa ya da, ilk önce hastalığa sonra
da fakirliğe maruz bırakırız ki, başlarına gelen bu hali kaldırması için
Cenab-ı Hakk'a sığınsınlar ve dua etsinler.
"Sonra
bu sıkıntının yerini iyilikle değiştirdik." Sonra durumu, musibetten
bolluğa,fakirlikten zenginliğe, hastalıktan sağlık ve afiyete çevirdik ki, buna
şükretsinler. Oysa sıkıntı, sahibini üzen her şey, iyilik ise, yaratılış ve
aklın güzel gördüğü şeydir.
"Nihayet
çoğaldılar." Yani malları, çoluk
çocukları arttı. Çünkü bolluk, genellikle neslin çoğalmasına sebep olur.
"Babalarımıza
da şiddet ve genişlik dokunmuştur, dediler." Onları, Allah'a yalvarıp dua
etsinler diye, darlık ve sonra da bollukla imtihan ettik. Ne bu fayda verdi,
ne o. Olanlardan ibret almayarak, kendilerine geçmişte atalarına isabet eden
darlık ve sıkıntının, sonra da bolluğun isabet ettiğini söylediler. Allahu
Teâlâ'nın, insanoğlunda mutluluk ve mutsuzluk nedenlerini hazırlamadaki
kanunlarını anlayamadılar. Müminlerin durumu tersinedir. Bolluk halinde Allah'a
şükrederler, darlık nalinde ise sabrederler. Nitekim es-Sahihayn' da geçen bir
hadiste şöyle buyurulur: "Müminin işi imrenilecek bir haldir. Allah'ın onun
için takdir ettiği her şey hayırdır. Zarara uğradığında sabreder ve bu onun
için hayır olur. Sevinç verici bir şey isabet ettiğinde de şükreder ki, bu da
onun için hayır olur."O halde mümin, Allahu Teâlâ'nm kendisini mübtela
kıldığı darlık ve bolluktan uyanır, ders alır. Nitekim, Müslim, Tirmizî, İbni
Mace ve Ahmed'in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Belâ, mümini
günahlarından temizler, öyle gider. Münafığın örneği ise, sahibinin niçin
bağladığı, niçin salıverdiği bilinmeyen eşeğin örneğidir."
Belâdan
kurtulmak için, kötü halin iyi hale çevrilmesi gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça onun
halini değiştirip bozmaz" (Ra'd, 13/11).
Zamanın
olay ve değişikliklerinden ibret almayanların sonu ise, Allahu Teâlâ'nm
zikrettiği gibidir: "Bunun üzerine'biz de onları, kendileri farkında olmadan
ansızın tutup yakalayıverdik." Yani daha fazla zarara uğramaları için,
onları ansızın cezalandırdık. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir ayette şöyle buyurur:
"Bunlar kendilerine hatırlatılanı unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını
açtık. Tâ ki verilenler yüzünden ferahladılar. O vakit de onları ansızın tutup
yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kahverdiler" (En'am, 6/44). Ahmet
ve Beyhakî'nin, Aişe'den rivayet ettiği hadiste de şöyle buyrulur: "Ani
ölüm, mümin için rahmet, kâfir için bir pişmanlık, üzülmedir."
O
halde mümin veya kâfir, bütün insanların, başkalarının başına gelenlerden
ibret alması gerekir. Allah'a inanan kimse zamana aldanmaz. Musibetler ve
belalar, onun için bir terbiye, günahlardan temizlenme olur. Kâfire bir kötülük
dokununca, ümitsizliğe düşer. Bir iyilik ve nimete kavuşunca şımarır, kibirlenir,
taşkınlık yapar. Sonunda helak olur. [50]
96. Eğer o memleketlerin halkı iman edip de
sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat
onlar yalanladılar. Biz de kazanmakta oldukları yüzünden onları tutup
yakaladık.
97.
Acaba o memleketlerin halkı, geceleyin uykudayken azabımızın onlara
geleceğinden korkmayıp emin mi oldular?
98.
Yoksa o memleketlerin halkı kuşluk vaktinde oynarlarken kendilerine azabımızın
gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?
99. Yahut onlar Allah'ın azabından emin mi
oldular? Hüsranda olan kavimden başkası Allah'ın mekrinden emin olamaz.
100. Yeryüzüne, önceki sahiplerinden sonra vâris
olanlara hâlâ şu belli olmadı mı? Eğer biz dileseydik onlara da günahlarının
cezasını verirdik. Onların kalblerini mühürleriz de işitmezler.
Bu,
Allah'ın kulları hakkındaki bir başka kanununu bildirmektedir. Buna göre o
şehirlerin halkı -Mekkeliler ve başkaları gibi- Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe inansalar, Allah'ın nehyettiği, haram kıldığı
şeylerden, şirkten, yeryüzünde fesat çıkarmaktan, günahlardan ve hoş olmayan
şeylerden sakmsalardı, elbette Allah onlara gökten yağmur gibi birçok hayırlar
indirir ve yerin bitki, madenler ve hazineler gibi hayırlarını çıkarırdı.
Kâinatın kanunlarını anlamak için onlara ilim, tanıma ve rabbani ilhamlar
verirdi. Yani inansalardı, Allah onlara, üstlerinden, altlarından, kendilerinden
ve fikirlerinden olmak üzere her türlü hayrı, her yandan verirdi.
Bunda,
sahih imanın saadet ve bolluğa sebep olduğuna işaret vardır. Fakat onlar,
peygamberlerini yalanladılar, iman etmediler ve sakınmadılar. Bunun üzerine
onları, kazandıkları günah, haram ve dünya hayatını bozan şirkleri sebebiyle
helâkla cezalandırdık. Bunda, cezanın, işlenen isyanların sonucu olduğuna
işaret vardır.
Sonra
Allahu Teâlâ onları, köklerini kazımak şeklinde bir azapla tehdit ediyor.
Emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini işlemeye cüret etmekten korkutuyor.
"Acaba o memleketlerin halkı, geceleyin uykudayken, azabımızın onlara
geleceğinden korkmayıp emin mi oJdular?" Buradaki soru, yadırgama ifade
eden bir sorudur. Onların hallerinin ve gafletlerinin hayret edilecek bir davranış
olduğu belirtiliyor. Bundan sonra da, Mekkeliler ve benzeri şehir halkları
gibi, o kâfir şehirlerin halkları, gaflet hallerinde yani gece uykudayken
kendilerine azabımızın inmesinden emin mi oldular, demektir.
Yahut
onlar, meşguliyet hallerinde -gündüz oyun ve eğlence ile meşgul iken
kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden güven içindeler mi? Burada, faydasız
işlerle uğraşmaları, çocukların oyunları gibi görülüyor.
İki
halde de, gaflet anlarında Yani gece uyku halinde ve gündüz kuşluk vaktinde
kendilerine azap inmesinden korkutulmaktadırlar. Çünkü bu zamanda insan, zevk
veren şeylerle meşguliyete daha fazla dalar. Bir halden emin olsanız da, başka
bir halden emin olamazsınız, demektir.
Râzi
şöyle der: 'Kuşluk vaktinde oynarlarken' sözü, dünya işleriyle meşguliyete
işaret olabileceği gibi, -çünkü bunlar bir oyun ve eğlencedirler- küfür içine
dalmalarına da işaret olabilir. [51]
Çünkü bu, faydasız ve zararsız bir oyundur.
Sonra
yüce Allah, azarı daha da fazlalaştırmak için: "Acaba o memleketlerin
halkı, geceleyin uykudayken azabımızın onlara geleceğinden korkmayıp emin mi
oldular?" ayetinin ardından, "yoksa oynarlarken kendilerine azabımızın
gelip çatmasından da mı korkmayıp emin oldular?" ayetiyle devam etmiştir.
Bu ayette geçen, "Allah'ın mekri," Allah'ın cezası ve kulunu
farketmediği yerden yakalamasıdır. Onlar Allah'ın mekrinden ve cezasından emin
oluyorlarsa, Allah'ın mekrinden, ancak kendilerini aldatanlar emin olurlar.
Hasan el-Basri (r.a) şöyle demiştir: "Mümin ibadetleri yaparken korku
içindedir. Fâcir (günahkâr) ise, günahları emniyet ve güven içinde işler."
İki
ayetin toplu manası: Onların emniyet sebepleri, gece yahut gündüz gaflet
vakitlerinde kendilerine azap gelmesi, yahut onların emniyet sebepleri Allah'ın
mekrinden, yani onlara gelen Allah'ın azabından gaflet etmeleri midir? Eğer
böyle zannediyorlarsa, Allah'ın mekrinden, ancak kendilerini aldatan kimseler
emin olabilir.
Allahu
Teâlâ, köklerini kazımak suretiyle helak ettiği kâfirlerin halini açıkladıktan
sonra, bu olayları zikretmekten maksadın, bütün mükelleflerin, dini
yaşayışlarında ve itaatlarmda ibret almaları olduğunu açıklamaktadır:
'Yeryüzüne önceki sahiplerinden sonra, vâris olanlara hâlâ şu belli olmadı mı?
Eğer biz dileseydik onlara da günahlarının cezasını verirdik. Onların
kalbleri-ni mühürleriz de işitmezler."
İnsanlar,
özellikle de, kendilerinden önce helak ettiğimiz kimselerin topraklarına ve
memleketlerine halef olan Kureyş, şu hakikati anlamadı mı? Bizim onlara karşı
durumumuz, onlardan öncekilere karşı olan durumumuz gibidir. Dilersek,
onlardan öncekilere azap ettiğimiz gibi, günahları ve kötü amelleri sebebiyle
onlara da azap ederiz. Miras bırakanları helak ettiğimiz gibi, vâris olanları
da helak ederiz.
Onları
azapla helak etmezsek, kalblerini mühürleriz de, öğüt ve nasihat dinlemezler.
Hakikati kabul edip öğüt almazlar. Kendilerine nehyedilen şeylerden
vazgeçmezler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O ayetler ve korkutmalar,
iman etmeyecek bir kavim için fayda vermez" (Yunus, 10/501): Müminler ise,
kendilerinden öncekilerin başına gelenlerden öğüt ve ibret alırlar. Nitekim,
aynı konuyu ele alan birçok ayette Cenab-ı Hak bunu ifade eder. O ayetlerden
biri şudur: "Biz onlardan önce nice asırlar (halkınjı helak etmişizdir. Bu
onları irşad etmedi mi? Halbuki kendileri de onların yurtlarında yürüyüp
duruyorlar. Bunda salim akıl sahipleri için elbette ibret verici ayetler
vardır." (Tâ-Hâ, 20/128). [52]
101. İşte o ülkelerin haberlerinden bir kısmını sana naklediyoruz. Gerçekten Peygamberleri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi. Fakat evvelce yalanladık- ları
Şeylere iman etmedüer. İşte Allah
kâfirıerin kalblerini böyle mühürler.
102-
Onların çoğunda ahde vefa bulma- dik. Onların çoğunu gerçekten fasık kimseler bulduk.
Daha
önce nitelikleri açıklanan o beş kavmin ülkeleriyle ilgili bazı haberleri,
nasıl helak edildiklerini, ey Muhammed, sana anlatacağız. Bunda, kavmin için
alınacak ibret, senin için bir teselli ve davanda direnç içinde olma gücü vardır.
Cenab-ı Hak, özellikle bu ülkelerin haberlerini anlatmıştır. Çünkü onlar,
birçok nimetler içinde yaşayarak kendilerine uzun bir süre verilmesine al-danıp
hak üzere olduklarını zannetmişlerdir. Allah onları, Kureyş'e ve diğer
kabilelere, buna benzer işlerden sakınmaları için anmıştır.
Bu
adı geçen beldeler Arap memleketlerindeydi. Mekkeliler, onların bazı
haberlerini naklediyorlardı. Hepsi de peygamberlerini yalanlama ve köklerinin
kazınması şeklindeki bir azapla azaplandırılma gibi hususlarda birbirlerine
benziyorlardı. Dolayısıyla onlardan alınacak ibret aynıydı. Onun için Musa
(a.s.)'ın kıssası genişçe anlatılmıştır. Çünkü kavmi ona iman ederken, Firavun
ve yandaşları onu yalanlamış, bunun için azaba maruz kalmışlardır.
O
kavimlerin cezalandırılmalarının sebebi, peygamberleri yalanlamalarıdır.
Peygamberler, söyledikleri şeylerin doğruluğuna işaret eden bütün delilleri
ortaya koydukları halde, onlar, peygamberler ve mucizeler gelmeden önce de
hakkı yalanlamaları sebebiyle, peygamberlerin getirdiklerine asla inanmadılar.
Önceki durumlarını değiştirmediler. Peygamberlerin doğruluğuna işaret eden o
ayetler, onları etkilemedi. Peygamberler kendilerine geldiği andan itibaren,
kendilerine sürekli öğütler ve ayetler verildiği halde, ölünceye kadar küfürlerinde
ve imanlarında ısrar edip yalanlamaya devam ettiler.
Allah,
geçmiş ümmetler içindeki kâfirlerin kalblerini mühürlediği gibi, kesinlikle
inanmayacakları mukadder olan kâfirlerin kalblerini de mühürler. Kısacası:
Tıpkı onların kalblerini mühürlediğimiz gibi, bu kâfirlerin kalblerini de
mühürleriz.
Ayette,
Peygamber (s.a.) teselli edilmekte, davetinde direnme gücü verilmekte ve
Mekkelüerin bu inatlarının daha önceki milletler tarafından da gösterildiği
haber verilerek onların küfürlerine üzülme, denmektedir.
Geçen
ümmetlerden çoğunun, ahidlerine vefa gösterdiklerini görmedik. Onlar, Adem'in
sulbündeyken kendilerinden Allah'ın aldığı yaratılış ahdine, iman etme ve
mükellefiyetleri yerine getirme şeklindeki şer"î ahde, aralarında gerekli
gördükleri akitlere saygı gösterme, lüzumlu şeyleri yerine getirme şeklindeki
örfî ahde vefa göstermediler. Onların çoğunu fâsık, itaattan dışarı çıkmış
kimseler bulduk. "Çoğunu" ifadesinden, onlardan bazısının inandığı,
Allah'la yahut insanlarla olan ahitlerini yerine getirdikleri anlaşılmaktadır.
Allah'ın
birliği ve ondan başka hiçbir ilah olmadığı düşüncesi üzerine dayalı selim
fıtratın ahdine muhalefet, aklî ve serî hiçbir delil ve hüccet olmadan
Allah'tan başkasına ibadet, çevre tesiriyle olmuştur. Nitekim Sahih-i Müslim'de
şöyle bir rivayet vardır: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kullarımı,
Allah'ı birleyenler olarak yarattım. Şeytanlar onlara gelerek dinlerinden
alıkoydu. Benim onlara helal kıldıklarımı, haram kıldılar." Sahihayn' da
da şöyle bir hadis vardır: "Her çocuk, İslâm'ı kabul edecek fıtrat üzere
doğar. Sonra onu, annesi babasıyahudiyahut hıristiyan, ya da mecusî
yapar."
İlk
peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberler, selim fıtrata
muhalefetten ve şirkten nehiyle gelmişlerdir. Nitekim ayetlerde Allahu Teâlâ
şöyle buyurur: "Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ancak (şunu)
vahyederdik ki: "Benden başka ilah yoktur. O halde ancak bana ibadet
edin" (Enbiya, 21/25). "Andolsun ki biz, her ümmete: "Allah'a
ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik" (Nahi,
16/36). [53]
103. Sonra onların ardından Musa'yı ayetlerimizle
Firavun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa onlara zulmettiler. Bak,
fesatçıların sonu nice oldu!
104.
Musa: "Ey Fir'avun, ben hiç şüphesiz ki alemlerin Rabbi katından bir
peygamberim."
105.
"Allah hakkında haktan başkasını söylememem üzerime borçtur. Gerçekten
size Rabbinizden açık delil ile geldim. Artık İsrailoğullarını benimle
gönder."
106.
(Firavun şöyle) dedi: "Eğer sen bir ayet ile gelmişsen ve doğru söyleyenlerden
isen onu göster."
107.
Bunun üzerine asasını bıraktı. Hemen apaçık bir ejderha oluverdi.
108.
Elini çıkardı. O da temaşa edenlere bembeyaz oluverdi.
109-110.
Firavun kavminden ileri gelenler dedi ki: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir
sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. (Firavun sordu): "O halde
ne buyurursunuz?"
111-112.
"Onunla kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplayıcılar gönder de sana bilgin
sihirbazların hepsini getirsinler."
113. Sihirbazlar Firavun'a geldi. Dediler ki:
"Eğer Musa'ya galip gelirsek bize herhalde bir mükâfat var, değil
mi?"
114. (Firavun): "Evet! Hem siz elbette en
yakınlardan olacaksınız" dedi.
115. (Sihirbazlar Musa'ya) "Ey Musa sen mi
atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım?" dediler.
116.
"Siz bırakın" dedi. Bıraktıklarında insanların gözlerini büyülediler
ve onlara korku saldılar. Ve büyük bir sihir getirmiş oldular.
Musa
(a.s.)'ın adı Kur'an-ı Kerim'de 130'dan fazla yerde anılır. Doğuşundan
itibaren, onunla ilgili birçok dikkat çekici kıssalar vardır. Firavun,
İsrailo-ğulları'nm erkek çocuklarını öldürtüp kadınlarını sağ bıraktırdığı
zaman, annesi bir sandık içinde onu Nil'e bıraktı. Sonra Allah onu,emzirmesi
için annesine göndertti. İşte onun annesiyle ve kız kardeşiyle olan kıssası
Kasas ve Tâ-Hâ sûrelerinde, bir İbranî'ye yardım etmek için bir Mısırlıyı
öldürmesi sebebiyle Mısır'dan Medyen topraklarına gitmesi Kasas (15-21) ve
Tâ-Hâ suresinde (40); Şuayb (a.s.)'ın kızlarına ait sürüyü suvarması Kasas
(22-25) sûresinde; Şuayb (a.s.)'a damat olması Kasas (26-38) ve Tâ-Hâ (41)
sûrelerinde, sonra da Şuayb (a.s.)'m sürüsünü kızının mehri olarak
Vadi'l-Mukaddes'de (Tuvâ) on yıl gütmesi anlatılır.
Ailesi
için ısınmak üzere ateş getirmeye gittiği sırada kendisine peygamberlik verilmesi
İsra (2-3), Tâ-Hâ (6-9; 17-36; 42-47), Kasas (45-46; 29-35), Fur-kân (35-36),
Şuara (12-16), Nemi (7-12), Secde (23-25), Nâziât (15-19) sûrelerinde
anlatılır.
Kardeşi
Harun'la beraber Mısır'a geri dönüşü, Firavun'u peygamberliğine inanmaya daveti
A'râf (104-105) ve Şuarâ (17-22) sûrelerinde anlatılır.
Firavunla,
Allah'ın Rab olduğu hususunda konuşması, peygamberliğinin doğruluğuna işaret
eden apaçık mucizeler göstermesi Tâ-Hâ (55) ve Şuarâ (24-29) sûrelerinde,
Allah'ın ilahlığını kabul etmeyip kendi ilahlığını iddia eden ve göğe çıkmak
için yüksek bir bina yapılmasını emreden azgın Firavun'un durumu Kasas (38) ve
Mümin (36-37) sûresinde anlatılır: "Firavun dedi ki: "Ey Hâ-mân,
benim için yüksek bir köşk bina et. Olur ki o yollara, göklerin yollarına ulaşırım
da, Musa'nın ilahına muttali olurum. Çünkü ben onu yalancı sanıyorum."
İşte böylece Firavun'un kötü ameli kendisine süslendirildi ve (doğru) yoldan
alıkonuldu. Firavun'un hilesi, ancak (ebedi bir hüsrandadır)" (Mümin,
40/36-37).
Firavun'un
önünde asa ve beyaz el mucizelerini göstermesi A'raf (106-126), Yûnus (75-89),
Tâ-Hâ (57-76) ve Şuarâ (29-52) sûrelerinde anlatılır.
Allah'ın,
Fir'avun ve kavminin işlerini, sapıklıkta devam ve küfürde ısrar edişlerini
reddi A'raf (107-129), Mümin (23-27), Fir'avun taraftarlarının Musa (a.s.)'yı
öldürmek isteyişi ve bir müminin onu savunması, Mümin (28-35 ve 38-46),
Firavun'un Musa'yı hakir görmesi Zuhruf (51-54) ve Nâziât (22-26) sûrelerinde
anlatılır.
Musa'yı
yalanladıkları zaman, Firavun ve kavmiyle ilgili dokuz mucize meydana geldi:
Kuraklık, mal noksanlığı, can noksanlığı, meyve noksanlığı, tufan, çekirge,
karıncalar, kurbağalar ve kan.
Asa,
beyaz el, İsrailoğulları için denizin yarılması ve su fışkırması da Musa
(a.s.)'ın mucizeleridir.
Firavun
ve kavmiyle ilgili dokuz mucize, A'râf (130-135), İsrâ (101-102), Tâ-Hâ (59),
Nemi (13-14), Kasas (36-37), Zuhruf (46-50), Kamer (41-42), Nâziât (20-21)
sûrelerinde anlatılır.
Firavun
ve kavminin ileri gelenlerinin Kızıldeniz'de boğulmaları A'râf (136-137), Yunus
(90-92), İsrâ' (103-104), Tâ-Hâ (77-79), Şuarâ' (52-68), Kasas (39-40), Zuhruf
(55-56), Duhân (17-31), Zâriyât (38-40) sûrelerinde anlatılır.
Firavun
ve kavminin ahiretteki cezası ise -ki bunda ilahlık iddia eden ve
peygamberlerin davetini kabul etmekten geri duran herkes için bir ibret vardır-
Hûd (96-99), Kasas (41-42), Mümin (45-52) ve Duhân (43-50) sûrelerinde
anlatılır.
Musa
(a.s.) zamanındaki İsrailoğulları Mısır putperestlerini taklit etti. Musa
(a.s.)'a, kavminden çok az kimse inandı. Bunlar da, Firavun'un kendilerini
dinlerinden döndürme ve putperestliğe çevirme korkusundan dolayı Fira-vun'dan
korku halindeydiler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Musa'ya kavminden
az bir kısmı inandı. Onlar da, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin
kendilerini dinlerinden döndürmelerinden korku içindeydiler..." İsrailoğulları,
putlara tapanları görünce, Musa (a.s.)'dan, kendileri için de bir ilâh istediler.
Kudret helvasıyla bıldırcın etinin, hububat, soğan, sarmısak ve sebzelerle
değiştirilmesini dilediler. Bu, Bakara sûresinin 61. ayetinde: "Biz yalnız
bir (çeşit) yemeğe sabredenleyiz" A'raf sûresinin 138-140. ayetlerinde:
"Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı
yapsan" şeklinde anlatılır. Musa (a.s.)'ın taşa vurması, on iki pınarın
kaynayıp akması A'raf (160), kudret helvası ve bıldırcın eti indirilmesi de
Tâ-Hâ (80-82) sûresinde anlatılır.
Sonra
Musa (a.s.), İsrailoğullarını bırakarak Rabbiyle görüşmek üzere gitti.
İsrailoğullannın yapmaları istenen emirleri aldı. Bu, A'râf (142-147) sûresinde
anılır.
Musa
(a.s.)'m Tûr dağında bulunduğu sırada Sâmiri, İsrailoğulları'na tapmaları için
buzağı şeklinde bir ilah yaptı. Bunu, kadınlardan topladığı mücevheratla
yapmıştı. Heykelin içi boş olduğu için, içine hava girince inek böğürtüsü gibi
ses çıkarıyordu. Sâmiri, daha sonra İsrailoğullarına: "İşte bu sizin ve
Musa'nın ilâhı," dedi. Harun (a.s.) onları, buzağıya tapmaktan
alıkoyamadı: "Onlar: "Musa bize dönünceye değin biz buzağıya ibadete
devam edeceğiz" dediler" (Tâ-Hâ, 20/91). Musa (a.s.) Tur'dan
geldiğinde, aşırı hiddetinden, Harun (a.s.)'ın sakalından ve saçından tutup
kendine doğru çekti. Harun (a.s.) elinden gelen bütün gayreti sarfettiğini
söyleyerek ondan özür diledi. Sonra Musa (a.s.), Sâmiri'yi azarladı. Bunun
üzerine Sâmiri: "(İsrailoğullannın) görmediklerini ben gördüm. O elçinin
bastığı yerden bir avuç (toprak) alıp onu bıraktım. Bunu bana nefsim böylece
süsledi" (Tâ-Hâ, 20/96) dedi. Bu sözleri üzerine Musa (a.s.) onu kovdu.
Buzağıya tapma kıssası, Bakara (54 ve 92-93), A'râf (148-154) ve Tâ-Hâ (84-98)
sûrelerinde anlatılır.
Sonra
Allah, Musa (a.s.)'m diliyle, İsrailoğullarına, Arz-ı Mukaddes'e -Filistine
girmelerini emretti. İsyan ettiler. Bunun üzerine Arz-ı Mukaddes onlara haram
kılındı. Mısır'dan çıktıkları andan itibaren Musa (a.s.) ölünceye kadar, Tih
sahrasında şaşkın şaşkın dolaştılar. Ürdün nehrini geçtiler. Ürdün'ün batısındaki
Eriha ve çevresine kırk yıl hakim oldular. Bu kıssa Mâide (20-26) sûresinde
zikrolunur.
Tih
çölünde, Allah Tur dağını İsrailoğullannın üstüne kaldırdı, sanki dağ bir
gölgelik gibi oldu. Onun üstlerine düşeceğini zannettiler. Allah onlara, emrettiği
serî hükümleri yapmalarını emretti. Dağın kaldırılması kıssası Bakara (63-64)
ve A'râf (171) sûrelerinde zikrolunur.
Birinci
cüzde zikrettiğimiz buzağı kıssasının ilginçliğine rağmen, İsrailoğulları
ondan ibret almadılar, kalbleri yine sanki taş gibi oldu. Musa (a.s.)'m
öğütleri onlar üzerinde etkili olmadı.
Musa
(a.s.)'ın, azgın Karun'la durumu, Karun'un taşkınlığı sebebiyle yere geçirilmesi
ve Musa (a.s.)'ın sayıları 250 civarındaki düşmanlarının helak edilmesi Kasas
(76-83) sûresinde anlatılır.
Musa
(a.s.)'ın İsrailoğullarından eziyet görmesi, Allah'ın onu itham ettikleri
kusurdan -fıtık yahut alaca hastalığı- uzak olduğunu açıklaması Ahzab (69) ve
Saff(5) sûrelerinde anlatılır.
İsrailoğulları,
buzağıya tapmakla büyük günah işlediklerini görünce, Musa (a.s.), kavminden
kendisiyle beraber Allah'a münacatı adet haline getirdiği dağa -Tur Dağı- gidip
Allah'a itaatlarını, işledikleri günahtan pişmanlıklarını ve buzağıya
tapmalarından dolayı tevbelerini arzedecek yetmiş erkek seçti. Al-lahu Teâlâ,
onların Allah kelamını duyacakları bir şekilde, Musa (a.s.) ile konuştu. Buna
rağmen onlardan bir kısmı yine isyan haline devam etti. Allahu Teâlâ'nın Musa
ile konuştuğunu, ona Tevrat'ı verdiğine inanmadı. Onları gözleri göre göre
yıldırım yakaladı. Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın yalvarıp yakarma-sıyla, onları
öldükleri halde tekrar diriltti. Kıssa, Bakara (55-56) ve A'râf (155-157)
sûrelerinde zikrolunur.
Musa
(a.s.)'nın salih kullarından Hızır (a.s.) ile olan güzel bir kıssası, Kehf
sûresinde (60-82) zikrolunur.
Allahu
Teâlâ'nın İsrailoğullarına olan nimeti tekrar edilir: Bakara (47-57 ve 60-61),
A'râf (141) ve İbrahim (6-8).
Önce
Harun (a.s.) Tûr dağında vefat etti. Musa (a.s.) onu defnetti. Sonra, Musa
(a.s.) Nebû dağında vefat etti. Kırımız kum yığını üzerine defnolundu.
Musa
(a.s.)'ın vefatından sonra, İsrailoğulları'nın başına Yusuf (a.s.)'m torunu
geçti. Allahu Teâlâ, onlara Tih çölünden çıktıktan sonra, Filistin'de bir şehre
-Beytü'l-Makdis yahut Eriha- kapısından secde ederek, huşu içinde girmelerini
ve hatta "günahlarımızı bağışla" demelerini emretti. Fakat onlar bu
emre muhalefet edip kendilerine emrolunan şekilde girmediler. Bunun üzerine
Allah onlara azap etti. Bu kıssa, Bakara (58-59) ve A'raf (161-162) sûresinde
zikrolunur.
Allah
Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'ı, Meryem (51-53), Saffât (114-122) ve Mümin
(53-54) suresinde över. [54]
Asıl
vahyolunmuş şekliyle Musa (a.s.)'m şeriatı, bütünü itibarıyla İslâm Şeriatı
gibidir. Onun ümmeti, ıstıraplarla, rahatsızlıklarla ve şiddet olaylarıyla dolu
bir tarihe sahiptir. Bazan, otorite sahibi oldu ve sivil hayata ortak oldu.
Musa (a.s.)'ın İsrailoğullarıyla olan kıssasından alınacak ibretler ve öğütler
var. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Allah, Musa (a.s.)'ı daha emzikteki bir çocuk iken öldürülmekten kurtardı.
Annesi onu Nil'e attı. Sonra Allah, onu emzirmesi için tekrar annesine
gönderdi. Bu, Allah'ın onu koruması, gözetmesi ve annesi vasıtasıyla merhametidir.
2- Musa (a.s.), Firavun köşklerinde büyüdü, mümin ve ulu'1-azm peygamberlerden
oldu. Cibril'in terbiye ettiği Samirî ise, buzağıya tapmayı ortaya çıkaran
bedbaht bir kâfir oldu.
3- Şehrin en uzak yerinden gelerek Mısır'dan uzaklaşmasını tavsiye eden
bir adamın nasihatma uyarak Musa (a.s.)'m Mısır'dan çıkıp gitmesi, onun için
çok hayırlı oldu: Şuayb (a.s.)'a damat oldu, Allahu Teâlâ kendisine peygamberlik
vahyetti. O adamın ona nasihati, Allah'ın ona lütuf ve ihsanına neden oldu.
Onun kurtuluşuna ve peygamberliğine sebep oldu. İşte böyle, kim Allah'a hakkıyla
tevekkül ederse, Allah onu korur, himaye eder.
4- Allah'ın yardımı olduğu zaman, insanların ihsana baskısının ve gizli
düşüncelerinin hiçbir etkisi olamaz. Nitekim Firavun ve taraftarlarının kuvveti,
Musa (a.s.)'ya hiçbir zarar veremedi. Şu keskin konuşmaya bak. Firavun ona:
"Ey Musa, ben seni herhalde büyüye tutulmuş zannediyorum" (İsrâ,
17/101) dediği zaman, Musa (a.s.) ona çok yumuşak ve bâtılla mücadeleye sabır
göstererek şöyle cevap verdi: "Andolsun ki bunları, birer ibret olmak
üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir.
Ey Firavun! Ben de seni gerçekten helak edilmiş sanıyorum" (İsrâ,
17/102).
5- İlâhî yardım, zorluktan sonra ve Hakk'm nusreti, sıkıntı şiddetlendiği
anda gelir. Firavun hanedanından olan ve imanını gizleyen mümin bir adam, Musa
(a.s.)'ı savundu. Firavun ve avanesini, korkmadan ve kendisine aldırış etmeden
geçmiş ümmetleri örnek göstererek Allah'ın yakalamasından korkuttu:
"Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki: "Siz,
benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürür müsünüz? Halbuki o size,
Rabbiniz-den mucizelerle geldi.." (Mümin, 28/35).
6- Ruhta iman şuuru taştığı zaman, bütün güçlükler onun önünde küçük
kalır. Nitekim, Firavun'a ve onun adamlarına aldırış etmeden, sihirbazlar Musa'nın
Rabbine iman ettiler.
7- Sabır, ferahın ve güzel akıbetin anahtarıdır. Nitekim İsrailoğullan,
Fi-ravun'un, oğullarını öldürtüp kadınlarını bırakma şeklindeki ezasına
sabrettiler. Bu sabırları sebebiyle Cenab-ı Hak da onlara güzel akıbet verdi:
"Rabbinin Israiloğullarına olan o pek güzel va'di, katlanmaları sebebiyle
tamamlandı" (A'râf, 7/137).
Titus
komutasındaki Romalıların hücumuna maruz kaldılar. Romalılar, Beyt-i
Mukaddeslerini ve büyük heykellerini tahrip ettiler. Bunun üzerine İsrailoğullan
Filistin'i terkettiler. Musa (a.s.)'m vefatından sonra, tekrar Filistin'e
döndüler. Eriha krallığını kurdular. Teymâ, Vadi'1-Kurâ, Fedek, Hayber ve
Yesrib gibi Hicaz'dan bazı yerlere de yerleştiler. Oralarda kendilerine va'd
olunan Yesrib'deki İsmâilî Araplar arasından peygamberin çıkışını beklemek ve
ona yardım edip destek olmak için Yesrible Filistin arasındaki yol üstüne evler,
kuleler yaptılar.
8- Buzağıya tapmaları, tevbe için gittikleri halde cahillikleri yüzünden
Allah'ı görmek isteyen kimselerin bu hallerine Allah'ın kızmasına rağmen,
Musa
(a.s.)'ın, kavmi İsrailoğullarına sabırla ve hazımla davranması, akılsız, cahil
kimselerin kusurlarını affetmesi için Rabbine yalvarması. "Ey Rabbim, eğer
dileseydin onları da, beni de daha önce helak ederdin. İçimizden birtakım
sefihlerin işledikleri yüzünden bizi helak mi edeceksin? Zaten o da senin imtihanından
başka bir şey değildi. Sen onunla kimi dilersen dalâlete götürür ve kimi
dilersen hidayete erdirirsin. Sen bizim dostumuzsun. O halde bizi bağışla,
bize merhamet et! Çünkü sen mağfiret edicilerin en hayırlısısın" (A'râf,
6/155). [55]
Allahu
Teâlâ zikri geçen Nuh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb (a.s.) gibi peygamberlerden
sonra, Musa (a.s.)'ı peygamberliğine ve doğruluğuna açıkça işaret eden hüccet
ve delillerle, Firavun'a ve kavmine gönderdi. Onlar da sırf inatlarından dolayı
onu inkâr ettiler. İşte ey Muhammedi Zulümle yeryüzünde fesatlık çıkaran,
insanları köle edinen, Allah yolundan alıkoyan, peygamberlerini yalanlayan
Firavun ve adamlarının sonunun nasıl olduğuna bak. Onlara ne yaptık, Musa ve
kavminin gözü önünde nasıl garkettik? Bu, Firavun ve kavminin cezası hususunda
çok beliğ ve Allah'ın velilerinin -Musa ve mümin kavmine- kalble-rine daha çok
şifa vericidir. Allah'ın şu sözü de bu ayete benzer: "Onların kalble-ri
onlara inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler.
Müfsitlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bak" (Nemi, 27/14).
Cenab-ı
Hak, "kavmine" değil "Firavun'a ve adamlarına" buyuruyor.
Çünkü onlar, Firavun'un bir çeşit köleleştirdiği, dolayısıyla ona yardım eden
hükümet taraflısı kimselerdi, yoksa diğer Mısır halkı değildi. Halk
yöneticilere tabi idi. Firavun inansaydı, bütün halk da ona tabi olurdu.
"Bak,
fesatçıların sonu nice oldu" sözünde gözleri, Allahu Teâlâ'nm zikredeceği
Firavun ve adamlarının kötü akıbetine, Musa (a.s.) ve İsrailoğullannın
kurtuluşuna çekme ve teşvik vardır.
Sonra
Allahu Teâlâ, bu teşviğin ardından kıssanın bölümlerini açıklamaya başlıyor.
Birinci bölümde Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)'ın Firavunla tartışmasını, hüccet ve
mantıkla ona galip gelmesini, Firavun ve kavmi olan Mısır Kıptileri-nin
huzurunda apaçık ayetleri göstermesini haber veriyor.
Musa
(a.s.) şöyle dedi: Ey Firavun! Ey Mısır kralı! Ben, her şeyin sahibi ve
yaratıcısı, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah
hakkında, hak olandan başkasını söyleyemem. Çünkü peygamber, her şeye muktedir
olan Allah hakkında yalan söylemez. Onun için ben Allah hakkında, ancak hak ve
doğru olan şeyi söylerim.
Bu
iki cümle, tevhid akidesini -ins ve cinniyle bütün âlemlerin, tek bir Rabbi
olduğu inancı- ve Allahu Teâlâ tarafından tebliğde ismet ile te'yid olunan
peygamberlik akidesini içine alır.
Şu
söz de, onun peygamberliğini destekleyen şeylerdendir: "Gerçekten size,
Rabbiniz'den açık delil ile geldim" Size, Allah'dan bir burhan ve kesin
bir hüccet getirdim. Onu bana, size haber verdiğim şeylerde doğru olduğuma işaret
etsin, diye verdi.
"Rabbinizden"
sözü, bütün insanların Allah'ın terbiyesi altında ve mahluku olduğuna,
Firavun'un Rab ve ilâh olmadığına, gösterdiği mucizenin Musa'nın yaptığı bir
şey olmadığına işaret etmektedir.
Sonra,
Musa (a.s.)'ın açık bir mucize ile peygamberliğini isbatı açıklanıyor. Musa
(a.s.), Firavun'dan İsrailoğullarını esaretten, kölelikten kurtarmasını,
Rablerine ibadet etmeleri için, kendi vatanlarına, babalarının doğum yeri olan
Arz-ı Mukaddes'e dönmek üzere gitmeleri için, onları serbest bırakmasını istedi.
İsrailoğullan yüce bir peygamberin sülalesindendir: İsrail. Bu, Yakub İbni
İshak İbni İbrahim Halilü'r-Rahman'dır.
Yusuf
(a.s.) vefat edip kabileler yok olduğunda, Firavun İsrailoğullanna üstün geldi,
onları köle etti. İşte Allah, Musa (a.s.) ile onları kurtardı. Yusuf (a.s.)'ın
Mısır'a girdiği zamanla Musa (a.s.)'m girdiği zaman arasında 400 sene vardır.
Firavun,
Musa'ya cevap vermek üzere şöyle dedi: Rabbinin katından bir mucize ile
destekleniyorsan ve eğer iddianda samimi isen, göster onu.
Musa
(a.s.), onun bu isteğine doğrudan cevap verdi: Asasını sağ tarafından toprağa,
Firavun'un önüne attı. O, birdenbire gerçekten, hareket eden, bir yerden bir
yere giden bir yılan oluverdi.
Elini
gömleğinin yakasına koyduktan sonra çıkardı. Eli, parlayan güneş gibi bir şey
oldu: "Ve elini de yakana sok. İlletsiz, parlak beyaz çıkıverir"
(Nemi, 27/12).
İşte
kıssanın ikinci bölümü: Yılan, asa ve elin vasıflan hakkında, Kur"an
ayetlerinin belirttiğinden daha fazlasını söyleyemeyiz. Çünkü söylenenlerin
güvenilir senetleri yoktur. Onlar, yahudi Ka'bu'l-Ahbâr ve İran asıllı Vehb b.
Münebbih gibi sonradan İslâm'a giren, müdekkik ve ehl-i takva olmayan kimselerin
İslâm'a soktuğu İsraili rivayetlerden ibarettir.
Bilindiği
üzere, İslâm'ın ilk dönemindeki siyasi fitneleri yahudi Abdullah b. Sebe'
taraftan bir cemaat ve İslâm'ı içinden yıkmak için İslâm'a giren İranlı
cemaatler çıkarmıştır. Nitekim Hz. Ömer, İran'daki gizli bir cemiyet tarafından
gönderilen Ebû Lülüe tarafından ve Hz. Osman da Abdullah b. Sebe'nin ajan-lan
tarafından öldürüldü.
Sonra
kıssanın üçüncü bölümü gelir. Bu bölüm: Firavun'un adamlannın konuşmasını içine
alır Firavun'un danışmanlan ve ona uyanlar: "Muhakkak bu, gayet bilgin bir
sihirbazdır" dedi. Sihir konusunda uzman kimse, sihriyle insanlan kendine
çekebilir. Bununla, bize üstün gelebilir, krallığımız elden gider,
topraklanınız elimizden çıkar dediler. Bütün bunlar başka bir ayette açıklanır:
"Onlara dediler ki: Siz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan
döndürmek ve yeryüzünde de büyüklük olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin
ikinize inanıcılar değiliz" (Yunus, 10/78). Gerçekten o, Firavun'un
söylediklerinin bir yankısıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Firavun'un
etrafındakilere söylediklerini şöyle anlatır: "Etrafındaki ileri gelenlere
dedi ki: "Muhakkak ki bu, çok bilen bir sihirbazdır. Bu sizi, sihri ile
yerinizden çıkartmak istiyor. Siz ne emredersinizi" (Şuarâ, 26/34-35).
Ondan
korktukları şey meydana geldi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Firavun'a, Hâmân'a ve askerlerine ondan korkageldiklerini
gösterelim" (Kasas, 28/6).
Firavun'un
ileri gelen adamları, görüşlerini şöyle açıkladılar: Onun ve kardeşinin işini
açıklamalarını geciktir, adamlarını gönder de diğer bölgelerdeki ve
şehirlerdeki sihirbazları toplayıp getirsinler.. "Şehirlerdeki"
tabirini kullanması, sihrin, insanların çokça bulunduğu şehirlerde daha çok
gelişmiş olmasındandır.
O
zaman sihir çok yaygındı. Onun için Musa (a.s.)'m getirdiği şeyin, sihirbazların
ortaya koyduğu gözbağcılık türünden bir şey olduğunu sandılar. O'nun için
onlara gösterdiği mucizelerin benzeriyle ona karşı koymaları için sihirbazları
topladılar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "(Firavun) "Sen sihrinle
bizi topraklarımızdan çıkarmaya mı geldin ey Musa?" dedi. Elbette biz de,
senin sihrin gibi bir sihir getiririz. Bizimle senin aranda bir buluşma yeri ve
vakti ver ki, sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun. (Musa):
"Sizinle karşılaşma zamanımız zinet günüdür. Kuşluk vakti insanlar
(orada) toplansınlar" dedi. Firavun dönüp hilesini toplayıp sonra
geldi" (Tâ-Hâ, 20/57-60).
"Sana
bilgin sihirbazların hepsini getirsinler." Yani adamlarını gönder, sana
sihir sanatında mahir sihirbazları getirsinler. Mahir sihirbazların gelmesinden
maksadın, üstünlük sağlamak olduğu açıktır. Zemahşerî der ki: Bu, Kıpti-lerle
danışma ile olmuştu.
Sonra
dördüncü bölüm gelir: Sihirbazların rolü.
Her
yerden sihirbazlar geldi. Firavun'a: "Musa'ya üstün gelirsek, bizim için
bir mükâfat var mı?" dediler. Firavun: Evet, sizin için büyük bir mükâfat
var, yakınlarımdan olacaksınız, dedi. Bu, onlara bir teşviktir.
Tayin
edilen günde sihirbazlar Musa (a.s.)'a: İlk önce ya sen sihrini ortaya koy, ya
da biz ortaya koyalım, dediler. Bunda, kendilerine duydukları büyük bir güven
ve onun yaptığını küçümseme vardır.
Onların
bu sorusuna, Musa (a.s.), bilgili zeki bir kimsenin cevabryla karşılık verdi.
Çünkü sonraya kalan, durumun gereğine göre hareket etmesini daha iyi bilirdi. O
da kendine güveniyor ve onlara üstün geleceğine inanıyordu: Siz atın.. Bu söz,
önce onların ustalığını göstermelerine bir izindir. Yoksa sihir işini kabul
ettiğini ifade etmez. Bu sözüyle o, insanların onların işini görmesini ve iyice
düşünmelerini istiyordu. Çünkü onlar bu göz boyama işini bitirince, hak ortaya
çıkacak ve insanlara daha etkili olacaktı. Onun için Allahu Teâlâ şöyle
buyurur: "Bıraktıklarında, insanların gözlerini büyülediler ve onlara
korku saldılar. Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (A'raf, 7/116).
Yani, sadece bir hayal ve yapma bir şey olduğu halde, insanlara gerçekmiş gibi
geldi: "(Musa): "Hayır siz bırakın dedi. Birden onların ipleri ve
değnekleri sihirleri yüzünden kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi. Musa,
nefsinde gizli bir korku buldu. Biz: "Korkma! Çünkü üstün (gelecek) olan
muhakkak sensin" dedik. "Sağ (el)indeki-ni bırak. Onların
yaptıklarını yutacak. Onların yaptıkları ancak sihirbaz hile-sidir. Sihirbaz
ise nerede olursa felah bulmaz" (Tâ-Hâ, 20/66-69).
Musa
(a.s.)'ın kendine güveni, kendi göstereceği şeyin sihir değil, ilahî bir mucize
olduğuna güveni tescil ediyor: "Onlar attıkları zaman Musa dedi ki:
"Sizin bu getirdiğiniz şey sihirdir. Şüphesiz Allah onu iptal edecektir.
Elbette Allah, o fesatçıların işini ıslah etmez. Allah, günahkârların hoşuna
gitmese de hakkı ispat eder.." (Yunus, 10/81-82).
"Bıraktıklarında,
insanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar" ayetinin
manası: Sihirbazlar, iplerini ve sihir aletlerini attığı zaman, bakanların
gözlerini büyülediler. Musa (a.s.) da, sihirlerinden dolayı onların koştuğunu
zannetmişti. Sihirbazlar, insanların gözünde etkisi ve görünüşü büyük bir sihir
yapmışlardı. Rivayete göre onlar iplerini ve sihir aletlerini boyamışlar,
onlara hareket ediyor havası vermişlerdi. Civa koydukları da söylenmiştir. [56]
117-
Biz de Musa'ya: "Asanı bırak" diye vahyettik. Bir de ne görsünler, bu
onların uydurup düzdüklerini yakalayıp yutuyor. öylece, hak yerini buldu, onların
yapmakta oldukları şeyler de bir hiç olup gitti.
119-
Artık orada mağlup olmuşlardı. Zelil ve makhûr geri döndüler.
120-
Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar.
121-122-
"Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik" dediler.
Bu
bölüm, Musa (a.s.)'ın Firavunla olan kıssasının beşinci bölümüdür. O da
sihirbazlarla olan durumudur. Cenab-ı Hakk'm peygamberi Musa (a.s.)'ı, hak ile
bâtılın birbirinden ayrıldığı o durumda haberdar etmesi; sağ elindekini
-asasını- atmasını söylemesi ile ilgilidir.
Allahu
Teâlâ, Hz. Musa'ya büyük bir yılan haline gelen asasını atmasını emretti.
Birden o asanın yılan olduğu, onların attıkları şeyleri yuttuğu görüldü. İbni
Abbas şöyle demiştir: "Onların ipleri ve diğer sihirli aletlerinden bulduğu
her şeyi yutuyordu. Bunun üzerine sihirbazlar, bunun bir sihir olmayıp Allah
tarafından gönderilen bir şey olduğunu anladılar ve secde etmek üzere yere
kapanarak: "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediler.
Sihirbazlar
iplerin içini cıva ile doldurmuşlardı. Isının etkisiyle -ya güneş ısısıyla veya
sırf onun için hazırladıkları bir ateşin ısısıyla- hareket etmişlerdi.
"İşte
böylece, hak yerini buldu." Yani hak gerçekleşti, güneş gibi apaçık ortaya
çıktı. Sihirbazların yaptıkları hile ve tuzaklar boşa çıktı. Hz. Musa'nın
yaptığı şeyin sihir üstü bir şey olduğunu anladılar.
O
büyük toplulukta sihirbazlar, Allah'ın emrine ve kudretine mağlup oldular.
Firavun ve beraberindekiler yenilgiye, hüsrana ve utanç verici duruma düştüler.
Rezil ve rüsvay oldular. Sihirbazlar ise iman ettiler.
Sihirbazlar
mucizeyi görünce, Rablerine secdeye kapandılar. Çünkü Hak, onlara galip geldi
ve onları secdeye şevketti. Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine, bütün
eşyanın, ins ve cin bütün mahlûkatın Rabbine iman ettik, dediler.
Bunlar,
hareketlerinde mantıkî ve vicdanlarıyla uyum içinde idiler. Kibirlenmediler.
Firavunla yaptıkları konuşmanın ruhuna sadık kaldılar: Firavun, Musa (a.s.) ile
mübarezeden önce, sihirbazların önde gelenlerini ve ustalarını çağırarak onlara
ne yaptıklarını sormuş, onlar da: Öyle bir sihir yaptık ki, yeryüzündeki
sihirbazların hiçbiri ona karşı koyamaz, ancak Alah'tan bir şey olursa karşı
konur, demişlerdi. İşte onun için onlar, Musa (a.s.)'m asasının Allah'tan
olduğuna iman ettiler. [57]
123-
Firavun: "Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Bu, şüphesiz
ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz gizli bir hilekârlıktır.
Yakında bileceksiniz" dedi.
124- "Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim. Sonra da muhakkak topunuzu astıracağım"
125- Sihirbazlar: "Biz, muhakkak Rab-bimize
dönücüleriz" dediler.
126-
"Sen bizden, başka bir sebeple değil, ancak Rabbimizin ayetlerine -onlar
bize geldiği zaman- iman ettik diye intikam alacaksın. Ey Rabbimiz! Üzerimize
sabır yağdır. Bizi müslüman olarak öldür.
Bu,
Musa (a.s.)'rn Firavunla olan kıssasının altıncı bölümüdür. Bu bölümde Allahu
Teâlâ, Musa (a.s.)'a inandıkları zaman Firavun'un sihirbazlara yaptığı
tehdidi, onların da Allah'ın emrine teslim oldukları cevabını verdiklerini
bildiriyor.
"İman
mı ettiniz?" sorusuyla Firavun, onların tasdik ettiklerini anlatmakta ve
böylece onları azarlamaktadır. Yani: "Ben size izin vermeden, Musa'ya iman
edip ona tabi mi oldunuz?" demektedir.
Şüphesiz
yaptığınız bu şey ve bugün onun size üstün gelmesi, karşılıklı olarak
planladığınız bir işti. Tıpkı diğer bir ayette: "Muhakkak ki o, size büyüyü
öğreten büyüğünüzdür" (Tâ-Hâ, 20/71) demesi gibi. Siz bunu, sihrinizle Mısırlıları
bu şehirden çıkarmak ve İsrailoğulları ile oraya yerleşmek için düşündünüz. Bu
tuzağınız ve hileniz üzerine, size nasıl azab edeceğimi bileceksiniz.
Firavun'un
bu sözü halkın sihirbazlara uyup iman etmemeleri için uğradığı yenilgiyi
örtbas etmeye yönelik olarak yanlışı doğru gösterme arzusundan başka bir şey
değildir. Nitekim Cenab-ı Hak, bu konuda şöyle buyurur: "(Firavun)
kavmini böylece hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler" (Zuhruf, 43/54).
Firavun, bu sözlerinin boş ve yersiz olduğunu biliyordu. Mısır'ın çeşitli
yerlerinde bulunan sihirbazları toplamak için adamlar gönderen ve onlara büyük
mükâfatlar vaad eden oydu. Musa (a.s.) sihirbazlardan hiçbirini tanımıyordu ve
onların hiçbirini görmemiş, hiçbiriyle bir araya gelmemişti. Bu durumu Firavun
da biliyordu.
İşte
Firavun, mübarezeden önce Hz. Musa ile ileri gelen sihirbazlar arasında geçen
tartışmayı gizli anlaşma ve tuzak şeklinde yorumlayarak bundan yararlanmak
istedi. Rivayet olunduğuna göre Musa (a.s.) büyük sihirbaza: "Seni
yenersem bana inanır mısın?" demiş, o da: "Ben, öyle bir sihir
yaparım ki, onu hiçbir sihir yenemez. Eğer bana üstün gelirsen, elbette sana
inanırım" demiştir. Firavun da bunu duymuş, onun için bu şekilde
konuşmuştur.
Firavun:
'Yakında bileceksiniz" sözüyle kısaca tehdit ettikten sonra, bunu
genişleterek: "Mutlaka ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim,
sonra da muhakkak topunuzu astıracağım" dedi. "Hurma dallarına
asacağım" (Tâ-Hâ, 20/71). Bana tuzak kuranlara ve otoritemden dışarı
çıkanlara bir ibret olsun diye. İbni Abbas: "İlk idam ettiren ve
çaprazlama elleri ve ayakları kestiren Fi-ravun'dur" demiştir.
Firavun'un
tehdidine karşı sihirbazlar şu cevabı verdiler: Şüphesiz biz öldürülmeye ve
ölüme önem vermeyiz. Çünkü biz, Allah'a döneceğimize kesin olarak inanıyoruz.
Ceza ve mükâfat günü olan ahirette Allah, ellerimizin ve ayaklarımızın
kesilmesi ve asılmamıza karşı bizi mükâfatlandıracaktır. Biz Allah'ın
azabından kurtulmak istiyoruz. Çünkü O'nun azabı, senin azabından çok daha
şiddetlidir. Bugün biz senin azabına sabrederek Allah'ın azabından
kurtulacağız: "(Sihirbazlar) dediler ki: "Bize zarar yoktur. Şüphesiz
ki biz, Rab-bimize dönücüleriz. Biz gerçekten umarız ki (senin halkından) ilk
biz iman ettiğimiz için- Rabbimiz günahlarımızı mağfiret eder" (Şuarâ,
26/50-51).
Zemahşeri'nin
dediği gibi, mananın şöyle olması muhtemeldir: Biz ve sen ey Firavun! Hepimiz
Allah'a döneceğiz. O, aramızda hüküm verecek. Bunda, onun rububiyet iddiasını
yalanlama ve Allah katında olan şeyi, onun geçici dünya arzularına tercih etme
vardır.
Sen
bizi, sadece Allah'ın ayetlerine inandığımız için ki bu iman, amellerin en
hayırlısı ve bütün övünülecek şeylerin aslıdır- bizi ayıplıyorsun. Bunda kendisine
hiçbir dönüş olmayan bir kararın ilânı vardır. Sanki onlar şöyle diyorlardı:
Sakın, imanımızdan döneceğimizi ümit etme.
Ey
Rabbimiz! Bize öylesine geniş bir sabır lütfet ki, eşyaların suda gömüldüğü
gibi biz de o sabır denizinde gömülerek senin dinine sabır ve sebat ile sarılalım.
Anlaşıldığına
göre Firavun tehdidini bilfiil uygulamıştır. Nitekim Yüce Allah'ın kıssanın
başındaki şu sözü buna işaret eder: "Bak, fesatçıların sonu nice
oldu!." Yani Firavun ve topluluğunun rivayete göre Firavun sihirbazları
yakaladı ve onları, nehir kıyısında kestirdi. Sihirbazlar Musa'ya iman
ettiğinde, halktan da altı yüz bin kişi iman etti.
"Bizi
müslümanlar olarak öldür." İslâm üzere kararlı ve peygamberin Musa'ya
tabi olanlar kıl. Firavun'a şöyle dediler: "Bize gelen açık mucizelerin ve
bizi yaratanın üzerine seni tercih etmeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak
bu dünya hayatında hükmedersin. Gerçekten biz Rabbimize iman ettik ki, bizim
günahlarımızı ve bizi işlemeye zorladığın sihir konusunda bizi affetsin. Allah
hayırlı ve daha kalıcıdır. (Kıyamette) bir kimse Rabbine mücrim haliyle
gelirse, muhakkak onun için cehennem vardır. O, ölmez de, dirilmez de. Kim de
O'na mümin olarak salih amelde bulunmuş olarak gelirse, onlar için en yüksek
dereceler vardır" (Tâ-Hâ, 20/72-75).
İbni
Kesir, İbni Abbas ve diğer müfessirlerden şunu nakleder: Günün başında
sihirbaz idiler, günün sonunda masum şehitler oldular. [58]
127-
Firavun kavminden olan ileri gelenler şöyle dedi: "Musa ve kavmini yeryüzünde
fesatçılık etsinler, seni ve ilâhlarını terketsinler diye mi bırakacaksın?".
O da: Oğullarını öldürün, yalnız kadınlarını diri bırakın. Şüphesiz biz onların
üzerinde kahdericileriz" dedi.
128-
Musa kavmine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü
Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç ise sakınanlarındır"
dedi.
129-
"Sen bize gelmezden önce de, geldikten sonra da eziyete duçar
edildik" dediler. (Musa) şöyle dedi: Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak
edecek ve sizi yeryüzünde halifeler yapacak da, sizin neler işleyeceğinize
bakacaktır."
Bu
bölüm, Musa (a.s.)'ın Firavunla olan kıssasının yedinci bölümüdür. Burada
Cenab-ı Hak, sihirbazların Musa (a.s.)'a iman edip büyük bir halk topluluğu
önünde onun safına katılmalarından sonra Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin
Musa (a.s.)'a ve ona tabi olanlara karşı içlerinde gizledikleri eza ve
düşmanlığı haber veriyor.
Mana
şöyle olur: Firavun kavminin ileri gelenleri, Firavun'a şöyle dediler: Musa ve
kavmini, senin halkını ifsad etsinler, dinlerine yahut kendi idarelerine
soksunlar, senin dışında bir Rabbe ibadete çağırsınlar, seni ilâhlarınla birlikte
bıraksınlar, sana ve o putlara tapmasınlar diye mi serbest bırakacaksın?!
Eski
Mısır'da, Mısırlıların birçok ilahlara taptıkları bilinmektedir. Onların biri
de güneş ilâhıydı ve ona "Ra" derlerdi. Onlara göre Firavun da o
güneşin oğluydu.
Hasan
el-Basrî şöye demiştir: Firavun putlara tapıyordu. Böylece o hem tapan, hem de
tapılandı. Teymî ise şöyle demiştir: Firavun, boynuna taktığı bir şeye
tapıyordu. Firavun, kavminin ileri gelenlerine şu cevabı verdi: Daha önce de
yaptığımız gibi, İsrailoğullarının doğan erkek çocuklarını öldürtür, kadınlarını
hayatta bırakırız. Böylece çoğalamazlar ve yok olur giderler. Biz onlardan
üstünüz. Bize eziyet edemezler, topraklarımızda fesatlık çıkaramazlar, hükmümüzden
dışarı çıkamazlar.
Başka
bir zaman da Firavun Musa (a.s.)'ı öldürmek istedi. Nitekim şu ayet-i celilede,
bu ifade olunur: "Firavun dedi ki: "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim.
O da Rabbini çağırsın. Çünkü onun dininizi değiştirmesinden veya yeryüzüne
fesat çıkartmasından korkuyorum" (Mümin, 40/26).
Firavun:
"Onların doğan erkek çocuklarını öldürtürüz" dediği zaman, bunu
duyan yahudiler korktular ve rahatsız oldular. Bunun üzerine Musa (a.s.) onları
sakinleştirerek nasihat edip şöyle dedi: Sadece Allah'tan yardım isteyin.
O'ndan yardım ve destek dileyin. Sabredin, üzülmeyin. Sadece Allah, musibetlere
karşı yardım eder. Sabır, müminin silahı ve ferahın anahtarıdır. Bilin ki
yeryüzü Allah'ındır, O'na kullarından istediklerini vâris kılar. Bu, onlara
zafer vaadidir. Yeryüzünün onların olacağını haber vermedir.
'Yeryüzü"
kelimesiyle, bildiğimiz dünya kasdolunduğu gibi, özel olarak Mısır da
kasdolunur. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Ve diyecekler ki:
"Bize olan va'dini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere
arzı bize miras veren Allah'a hamd olsun" (Zümer, 39/74). Sonra Musa
(a.s.) onlara güzel ve hayırlı sonucu müjdelemiş ve şöyle demiştir: Bilin ki,
iyi ve güzel akıbet, Allah'tan korkanlarındır. Zafer -Firavun ve kavminin
sandığı gibi değil- ancak müminlerindir.
Sonra
İsrailoğullarıyla Musa (a.s.) arasında bir konuşma geçti. Sanki Musa (a.s.)'m
nasihati onlara tesir etmemişti. Firavun ve kavminden aşırı korktuklarından
dolayı, biz, sen gelmeden, doğmadan önce de, peygamber gönderildikten sonra
da, eziyete maruz kaldık. Sen gelmeden önce ve geldikten sonra da, aynı zillet
ve horluğu bize uyguladılar. Erkek çocuklarımızı öldürdüler. Bize işkence ve
kötülük ettiler. Bugün tarih tekerrür ediyor, kötülük devam ediyor.
Musa
(a.s.), Allah'ın onlara yardm edeceğini, buna ileride kavuşacaklarını, bu
hususta Allah'a güvendiğini, Firavun'un helak olacağını, ondan sonra Mısır
topraklarına halef olacaklarını söyleyerek cevap verdi: Allah'ın fazlından umuyorum
ki O, arzusunu gerçekleştirecek, sizin düşmanınız Firavun ve kavmini helak edecek,
onlardan sonra sizi yeryüzüne halife kılacak, sizin iyi ve kötü amelinize,
nimete şükredip etmediğinize bakacak, durumunuza göre sizi mükâfatlandıracak,
amelleriniz hayır ise karşılığı hayır, şer ise karşılığı şer olacak.
Bu,
onları ceza gidip nimet geldiği zaman, buna şükretmeye, bir teşviktir.
Musa
(a.s.), "kesinlikle" demedi de, "umuyorum" dedi. Bununla,
işleri Allah'ın istemesine havale etti. Onlara çalışmayı terketmemelerini
hatırlatmak istedi. Sibeveyh der ki: Arapça'da "Asâ" kelimesi, bir umut
ve korku ifade eder.. Zeccâc ise, Allah'a nisbet olunan bir umudun vuku bulması
vaciptir, der. [59]
130-
Muhakkak biz Firavun hanedanını, düşünüp ibret alsınlar diye yıllarca
kuraklıkla ve mahsul kıtlığı ile tutup sıktık.
131-
Fakat onlara iyilik gelince: "Bu bizim hakkımızdır" dediler. Eğer
kendilerine bir fenalık gelirse, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğu
olarak kabul ederlerdi. İyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak Allah tarafından-dır.
Fakat onların çoğu bilmezler.
132-
"Bizi büyülemek için hangi mucizeyi getirirsen getir, asla sana iman etmeyiz"
dediler.
133-
Biz de onlara ayrı ayrı ayetler olmak üzere, başlarına tufan, çekirge kımıl,
kurbağalar ve kan gönderdik. Fakat yine kibirlerine yediremediler. Onlar öyle
günahkâr bir topluluk idiler.
Bu
ayetler, Musa (a.s.)'m Firavun'la olan kıssasının sekizinci bölümünü teşkil
eder. Bu bölümde cezadan, yahut Allahu Teâlâ'nm, Firavun ve kavmine indirdiği
ayetlerden söz edilir. Musa (a.s.): "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak
edecek" sözüyle, Firavun ve kavmine azap indirileceğini müjdelemiştir. Bu
bölümde, küfür ve yalanlama tehlikesinden uzaklaştırmak için, kökünü kazıma
şeklindeki azap inmeden önce gelen çeşitli azaplar zikrolunmuştur. Köklü azap,
İsrailoğulları kurtulduğu halde, Firavun'un denizde boğulması-dır.
Allahu
Teâlâ, İsra sûresinde ceza ayetlerinin dokuz tane olduğunu zikretmiştir:
"Andolsun ki biz Musa'ya apaçık dokuz ayet verdik." (İsrâ, 17/101).
Burada
yedi ayet açıklanmıştır. Buna, Yunus sûresinde açıklanan da eklenir:
"Musa: "Ey Rabbimiz, dedi, gerçekten sen Firavun ve (kavminin) ileri
gelenlerine dünya hayatında zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan
saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz! Sen onların mallarını yok et, kalplerini
şiddetle mühürle ki, onlar o elemli azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir."
(Yunus, 10/88). Musa (a.s.)'m dokuz mucizesinden biri de Firavun ve kavminden
ona tabi olanların sahip olduğu malların taş haline gelmesidir.
Beyzavî,
dokuz ayeti şöyle tefsir eder: Bunlar, Musa (a.s.)'m İsrailoğulları-na
getirdiği dokuz ayettir. Firavun ve adamları, Musa (a.s.)'m getirdiklerini
kabul etmedikleri için cezalandırılmışlardır. O dokuz ayet şunlardır: Asa, beyaz
el, çekirge, bit, kurbağalar, kan, taştan su fışkırması, denizin yarılması, Tur
dağının İsrailoğulları'nm üzerine kaldırılması. Son üçü yerine, tufan, senelerce
kıtlık ve mahsul noksanlığını zikredenler de olmuştur.
Deniz
yarılması, ayetler tamamen ortaya çıktıktan sonra meydana geldi. Taştan su
fışkırması, Firavun'un helak edilişinden sonra oldu. Firavun ve kavminin ayeti
olması doğru değildir. Asa ve beyaz el, Musa (a.s.)'m mucizeleri olup azap
ayetleri değildir. Bence, ayetlerin toplamı şöyle olur: Kıtlık yılları,
malların noksanlaştırılması, insanların noksanlaştırılması, meyvelerin
nok-sanlaştırılması, tufan, çekirge, bit, kurbağalar, kan. [60]
Bunlardan yedisi burada, A'raf sûresinde, bir tanesi Yunus sûresinde
zikrolunur. İnsanların noksanlaştırılması genel olarak kuraklıktan, meyvelerin
noksanlaştırılmasmdan ve tufandan meydana gelir. Mücahid ve Ata, tufanın ölüm
olduğunu söylemişlerdir.
Buradaki
ayetlerin manası şudur: Biz, Firavun hanedanını senelerce, çölde ekin azlığı
sebebiyle kıtlıkla denedik. Az yağmur sebebiyle meyvelerini nok-sanlaştırdık.
Reca b. Hayat şöyle der: "Bir hurma ağacı, sadece bir meyve veriyordu."
Sonra Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: "Düşünüp ibret alsınlar diye." Yani
ibret alıp, küfürlerinden ve Allah'ın ayetlerini yalanlamaktan,
İsrailoğullarına zulümden vazgeçsinler, Rab olarak Allah'a iman etsinler, Musa
(a.s.)'ın davetine uysunlar diye. Çünkü, birtakım uyarılar olarak bu tür
zorlukları göndermek, Allahu Teâlâ'nm kanunudur. Tecrübeler gösteriyor ki,
musibetler nefisleri yumuşatmıyor. Musibetler, afetler, meyvelerin
noksanlaştırılması, insanların Allah'a dönmelerine bir sebep oluyor. Rablerine
dönüp hidayeti bulurlarsa, bu, hayır ve bolluk olur; eğer Rablerinden yüz
çevirirlerse, kıtlık, kuraklık ve helak olur. İşte Firavun hanedanı,
kendilerini uyardığı halde Musa (a.s.)'ın davetine uymaktan yüz çevirdiler ve
dolayısıyla helak oldular.
Sonra
Allahu Teâlâ, musibetlerin Firavun hanedanının azgınlık ve taşkınlığını
arttırdığını açıklıyor: "Onlara iyilik gelince..." Yani onlara
bolluk, rızık geldiği, meyveleri ve hayvanları arttığı zaman, "bunlar,
bizim çalışmamız, bilgimiz ve üstünlüğümüzün eseridir" derler. Onlara bir
kıtlık ve kuraklık isabet ettiği zaman ise, bunu Musa (a.s.) ve
beraberindekilerin uğursuzluğu sayarlar. Bunlar bizim başımıza onların yüzünden
geliyor deyip Allah'ın nimetine şükretmiyor, amellerinin bozuk ve nefislerinin
kötü olduğunu unutuyorlardı. Nitekim, Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.) hakkında
şöyle buyurur: "Eğer onlara bir iyilik dokunursa: "Bu Allah'tandır"
derler. Bir musibet dokunursa: "Bu sendendir" derler. De ki:
"Hepsi Allah tarafındandır" (Nisa, 4/78).
Sonra,
Allahu Teâlâ şu sözüyle onlara cevap veriyor: "İyi bilin ki, onların
uğursuzluğu ancak Allah tarafındandır." Onlara isabet eden iyilik ve
kötülüğün hepsi Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Allah iyiliği, şükredenle
nankörlük edeni, kötülüğü de, sabredenle hoşnut olmayanı ayırdetmek için bir
imtihan kılmıştır. Azgınlar ve bozguncuların taşkınlıklarından ve
bozgunculuklarından dönmeleri, taşkınlık ve sapıklıklarına son vermeleri için,
yine Allahu Teâlâ çoğunlukla kulların işlerini, onlara indirdiği hayır ve
şerre bir sebep kılmıştır. Zemahşerî: "Onların uğursuzluğu ancak Allah
tarafındandır" ayetinin açıklamasında şöyle der: Onların hayır ve şer
sebebi, Allah katandandır. O'nun hükmü ve dilemesidir. Onlara isabet eden
iyilik ve kötülüğü dileyen Allah'tır. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın: "De ki:
Hepsi Allah taraflıdandır" sözü, bunu ifade eder. Bunun manası şudur:
Haberiniz olsun, onların uğursuzluğu sadece Allah ka-tındandır. Onların
yapacakları şeyler Allah katında yazılıdır. Ölümlerinden sonra, Allah'ın
kendilerine söylediği şeyle cezalandırılırlar: "Ateştir. Onlar, sabah
akşcm ona arz olunurlar" (Mümin, 40/46).
Fakat
insanların pek çoğu, Allah'ın kâinattaki uygulamasının hikmetini, sebeplerin bu
sebepleri meydana getirene irtibat keyfiyetini, işlerin kadere göre cereyan
ettiğini, her şeyin O'nun katında takdir edildiğini, uğursuzluğun Musa ve kavmi
sebebiyle olmadığını, kötü amel sebebiyle ve zikrolunan sebebiyet kanunundaki
ilahî düzen gereği olduğunu bilmez.
Bunun
da ötesinde iyilikler ve kötülükler onlara, Rablerine karşı görevlerini
hatırlatmadı. Onlar başkaldırdılar, hakka karşı inat ettiler. Hz. Musa'ya karşı
söyledikleri şu sözlerle, bâtılda ısrar ettiler: Bize hangi mucizeyi
getirir-sen getir, hangi hüccet ve delili gösterirsen göster, bizi ikna etmek
ve dinimizden döndürmek için neyi ortaya koyarsan koy, onu reddederiz. Sana ve
getirdiğin şeylere inanmayız, peygamberliğini ve sözlerini asla tasdik
etmeyiz.
Onun
için Allah onları, küfürlerinden, yalanlamalarından ve suçlarından dolayı
cezalandırdı. Onlara tufanı gönderdi. Tufan, ekinleri ve meyveleri yok edecek
derecede aşırı yağmur yağmasıydı. Nitekim İbni Abbas şöyle demiştir: Tufan: Onları
saran ve rahatsız eden yağmur, ya da seldi.
Cenab-ı
Hak, Firavun kavmine çekirge gönderdi, bütün ekinlerini ve meyvelerini, sonra
da her şeyi, hatta kapıları, evlerin tavanlarını, elbiseleri yediler. Fakat
İsrailoğullarının evlerine bir tane bile çekirge girmedi. Firavun'un kavmi,
Musa (a.s.)'dan yardım istedi. Yedi gün sonra bu durumdan kurtuldular. Musa
(a.s.), boş bir alana çıktı, asasıyla doğuya batıya doğru işaret etti.
Çekirgeler geldikleri yerlere geri döndüler. Onlar yine, biz dinimizi terketmeyiz,
dediler.
Bir
ay sonra, onlara güve, ya da kene musallat oldu. Çekirgelerin geriye
bıraktıklarını yediler, yeryüzünü yaladılar. Yahut bir ay sonra, onlara küçük
sinekler, ya da pireler veya sivrisinekler musallat oldu, çekirgelerden sonra,
onlara kımıl felâketi geldi. Kurtlar ekinleri yediler, yeşil olan her şeyi yok
ettiler. Yine Musa (a.s.)'dan yardım istediler, bu hal kaldırıldı. Onlar yine
eski hallerine döndüler.
Bu
sefer Allah, kurbağalar gönderdi. Kurbağalar evlerine girdi. Kaplarına, yiyeceklerine
doldular. Öyle ki, bir kimse konuşmak istediği zaman, kurbağa ağzına
sıçrıyordu. Yatakları kurbağalarla doldu, uyuyamaz oldular. Kurbağalar
kendilerini kaynar vaziyetteki çanak çömleklere atıyorlardı. Firavun kavmi yine
Musa (a.s.)'dan yardım istediler. "Bize bu kere de acı, merhamet et, içten
tevbe edip bir daha eski halimize dönmeyeceğiz" dediler. Onlardan söz aldı
ve onlar için Allah'a dua etti. Bunun üzerine Allah, onlardan bu durumu
kaldırdı. Ancak yine verdikleri sözü bozdular.
Sonra
Allahu Teâlâ, onlara kan gönderdi. Suları kana döndü. Nehirlerden ve kuyulardan
su aldıkları zaman, onu taze kan şeklinde buldular. Durumdan Firavun'a
şikayetçi oldular. Şöyle dedi: "O size sihir yapmıştır." Firavun
Kıpti ile Yahudiyi aynı yerden su almak için bir araya getirdi. Yahudinin
aldığı şey su, Kıpti'nin aldığı şey kan oluyordu.
Bunların
hepsi de apaçık ayetlerdi. Allah'tan olduklarına, bunlara O'ndan başka kimsenin
gücü yetmediğine, küfürlerinin cezası olduklarına, Musa a.s.)'nm doğruluğuna
işaret ettiklerine -ki bunların meydana geleceğini söyleyerek onları
korkutmuştu- hiçbir kimsenin şüphesi olamaz.
Firavun
ve kavmi, inat ve kibirleri üzere kaldılar. Allah'a ibadet etmekten geri
durdular. Öğüt almadılar, kendilerine ve başkalarına karşı suç işleyen, suç ve
günahta ısrar eden kimseler oldular. [61]
134-
Üzerlerine azab çökünce: "Ey Musa! Bizim için Rabbine -sana olan ahdi
hürmetine- dua et. Eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana iman edeceğiz
ve İsrailoğullarını da seninle birlikte göndereceğiz" dediler.
135-
Biz onlardan, erişecekleri bir süreye kadar azabı kaldırınca, hemen yeminlerini
bozmaya başladılar.
136-
Artık biz de ayetlerimizi yalanlamaları, onları umursamamaları yüzünden
kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk.
Bu
ayetler, Musa (a.s.)'ın Firavun'la olan kıssasının dokuzuncu bölümünü teşkil
eder. Bu zikrolunan azap ayetleri Firavun'a ve kâfir toplumuna indiği zaman,
rahatsız oldular. Musa (a.s.)'dan Allah'ın bu azabı kaldırmasını istediler.
Eğer bunu yaparsa, onun peygamberliğine inanmaya söz verdiler. Musa (a.s.),
Rabbine dua etti, Allah da onlardan azabı kaldırdı. Fakat onlar verdikleri
sözde durmadılar. Her seferinde bu isteklerini yenilediler, fakat her seferinde
de sözlerinde durmadılar. Nihayet Allah, onları denizde boğarak helak etti.
Firavun'un
topluluğuna şiddetli azap inip onlar da rahatsız ve huzursuz olunca, Musa
(a.s.)'dan Rabbine peygamberliği ve sevgisi hürmetine, kendilerinden bu azabı
kaldırması için dua etmesini istediler ve: "Eğer bu azabı kal-dırtırsan,
mutlaka senin peygamberliğini tasdik edeceğiz. Rabbin katından getirdiklerine
inanacağız. Bizden istediğiniz gibi, seninle beraber İsraüoğullarını
istedikleri şekilde Rablerine ibadet etmeleri için Filistin'e
göndereceğiz" diye yemin ettiler.
Allah
onlardan azabı her kaldırışında, bundan ibret alıp Allah'a iman etmediler. Her
seferinde sözlerinden caydılar. Biz onlardan azabı mutlak olarak değil, belirli
bir zamana kadar kaldırdık. O zaman geldiğinde ise, biz onlardan azabı
kaldırmayız, onları helak ederiz.
Rivayete
göre, onlar tufan, çekirge, kımıl, kurbağalar, suların kan şekline dönüşmesi
gibi her azap hali içinde bir hafta kalıyorlar, her defasında, onun
kaldırılması için Musa'dan dua etmesini istiyorlar, Allah'a iman edeceklerini
vaadediyorlar, sonra da sözlerinden cayıyorlardı.
Defalarca,
azap onlardan giderildi, küfürlerinden ve cahilliklerinden vazgeçmediler. O
belirlenen vakit geldi ve Allah onlardan intikam aldı. Kendilerine gelen bütün
ayetleri (mucizeleri) yalanlamaları, bu yalanlamanın dünya ve ahirette
getireceği azaptan gafil olmaları -ki burada söz konusu olan gaflet, ayetlerden
yüz çevirmeleri, onlardan ibret almamalarıdır- sebebiyle suda boğuldular.
Allah
onlardan kafir olanları gark etti, imanlarını gizleyen müminleri kurtardı.
Denizi Musa (a.s.) ve onunla beraber İsrailoğullan geçti, onların peşinden
Firavun ve askerleri geldi, denizin ortasına vardıkları zaman, Allah denizi
onların üstüne kapattı. Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları
sebebiyle suda boğuldular. [62]
137-
Hakaretlere maruz bırakılmış olan °
kavmi de, feyiz ve bereket verdiğimiz
yerin doğularına ve batılarına mirasçı
kıldık. Rabbinin İsrailoğulları'na verdi- ği o pek güzel vaadi,
sabretmeleri yü- zünden tamamlandı. Firavun ve kavmi- nin yapmakta olduklarıyla
yükseltmek- te devam ettikleri şeyleri ise yıktık.
Bu,
Musa (a.s.)'ın Firavun'a olan kıssasının onuncu bölümüdür. Allahu Te-âlâ, Musa
(a.s.)'ın doğruluğuna işaret eden ve birbiri peşisıra gelen ayetlere rağmen
Musa'yı yalanlayan Firavun'un ve Mısırlıların cezasını -Yani zalimlerin
cezasını- açıkladıktan sonra, İsrailoğulları'ndan, Firavunlardan ve Amalika'dan
sonra Mısır'a ve Şam'a halifeler olan sabırlı müminlerin mükâfatını açıklıyor.
Mana
şöyle olur: Biz, İsrailoğulları'ndan, erkekleri öldürülüp kadınları geri bırakılmak,
azap edilmek, ağır işlerde çalıştırılmak, kendilerinden cizye alınmak suretiyle
tahkir edilen o kavmi, bereket, bolluk, nehirlerin çokluğuyla verimli hale
getirdiğimiz Mısır ve Şam topraklarına mirasçı kıldık. Onlara olan geçmiş vaadimizi
gerçekleştirdik: "Biz ise o yerde zayıfLatılanlara lütfetmek, onları
önderler yapmak ve onları mirasçı kılmak istiyorduk. Ve onları o yerde hâkim
kılalım, Fi-ravun'a, Hâmân'a ve askerlerine, onlardan korkageldikleri şeyi
gösterelim" (Ka-sas, 28/5-6). Ayette geçen "yerin doğularına ve
batılarına" ifadesi, onun doğu ve batı bütün yönlerine işaret eder. Burada
"yer"den amaç, özel olarak Şam ve Mısır topraklarıdır. Çünkü
Firavun'un idaresi altında olan yerler Mısır'dı. Bereketli topraklar ise Şam
olabilirdi. Yerle, yer cinsinin murad olunduğu da söylenmiştir. Çünkü
İsrailoğulları'ndan olan Davud ve Süleyman peygamberler, kral oldular.
"Rabbinin
Israiloğulları'na verdiği o pek güzel vaadi gerçekleşti". Firavun ve
yandaşlarının eziyetlerine katlanmaları, onlardan gelen musibetlere göğüs
germeleri sebebiyle Allah, Israiloğulları'na olan vaadini gerçekleştirdi. Nitekim,
Musa onlara şunu emretmişti: "Musa kavmine; "Allah'tan yardım dileyin
ve sabredin" dedi" (A'râf: 7/128). Çünkü sabır feraha kavuşmanın
anahtarıdır.
Doğru
oldukları zaman, Allah onlara vaadini tamamladı. Sonra, kendilerine ve
insanlara zulümleri sebebiyle, o toprakları onlardan aldı. Artık bir daha da
mukaddes topraklara geri dönmeleri konusunda, onlara Allah'ın bir vaadi omadı..
Firavun
ve kavminin binalarını, ekinlerini, bahçelerde kurdukları çardaklarını ve
saraylarını helak ettik.. [63]
138-
İsraioğulları'nı denizden geçirdik. Putlara tapagelen bir topluluğa rastladılar.
"Ey Musa! Onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize böyle bir tanrı yapsan"
dediler. "Siz cidden bilmeyen bir kavimsiniz" dedi.
139-
"Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (din) yok olmaya mahkumdur. Ve
amelleri de bâtıldır.
140-
"Size, ilâh olarak Allah'tan başkasını mı arayacakmışım? Halbuki o sizi
âlemlere üstün kıldı" dedi.
141-
Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size azabın en şiddetlisini
yapıyorlar, oğullarınızı öldürüyorlar, kızlarınızı da sağ bırakıyorlardı.
Bunda size, Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.
Allahu
Teâlâ İsrailoğullan'nı, Firavun ve avanesinin tuzağından kurtardı: Peygamberi
Musa'ya denize vurmasını emretti. O da vurdu, deniz açıldı. Her tarafı büyük
dağ gibi oldu. Musa ve beraberindekiler, gemiler olmadan, sanki karadaymış gibi
yürüyerek emniyetli bir şekilde denizi geçtiler. Firavun ve kavmini ise suda
boğdu: Denizin ortasına geldiklerinde üstlerine suyu kapattı, helak etti.
Nitekim bu ilginç olayı Cenab-ı Hak şöyle açıklar: "Musa'ya: "Asanla
denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp her bölüm büyük dağ
gibi oldu. Diğerlerini de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte
olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini boğduk. Bunda mutlaka bir ayet
vardır. Fakat onların çoğu iman etmezler" (Şuarâ, 26/63-67).
İsrailoğullan,
Allah'ın ayetlerini, büyük kudretini, Firavun ve ordusunu helak ettiğini,
kendilerini ise kurtuluş ve selamete ulaştırdığını gördükten sonra, son
derecede büyük bir cehalet, sapıklık ve nimeti inkâr içine girdiler. Musa'dan,
putlardan bir ilâh edinmesini istediler. Bu hususta, onlar, putlara tapan,
onlann boynuna sarılıp öpen bazı Araplardan etkilenmişlerdi. Heykellere tapan
Mısırlılara benziyorlardı. Sanki onlar, Musa'nın kendilerini çağırdığı tevhidin
manasını bilmiyorlardı.
Onlann
gördükleri kavim Kenanîlerdendi. (Musa (a.s.) onlarla savaşılma-sını emretti.)
Lahmîlerden olduğu da söylenmiştir. Taberî şöyle der: Sığır suretindeki
birtakım putlara tapıyorlardı. Onun için bu, ondan sonra, onlarda buzağıya
tapma duygusunu uyandırdı.
Onlar
şöyle dediler: Ey Musa! Bize de onlann ilâhlan gibi, ibadet edip tapacağımız
bir put yap. Bununla ondan, kendilerine bir put belirlemesini istediler. Bu,
onların maden, ya da taştan ilâh yapma hususunda Mısır çevresinden ve maddî
kalkınmışlığından etkilendiklerine işaret eder..
Musa,
büyük bir mucizeyi gördükten sonra onlann böyle bir istekte bulun-malannı
hayretle karşıladı. Onlan cahillikle niteledi. Çünkü onlardan gördüğü bu
istekten daha büyük ve daha kötü bir cahillik olamazdı. Tevhidin manasını,
hiçbir insan, ya da maddeyi vasıta etmeden bir Allah'a ibadet etme gerektiğini,
Allah'ın azamet ve celalini, O'nu ortak ve benzerden münezzeh kılma gerektiğini
bilmiyorlardı.
Bu
putları Allah'a vasıta kılmak küfürdür. Bütün peygamberler Allah'tan başkasına
ibadetin küfür olduğu hususunda aynı şeyi söylemişlerdir.
Allah'ın
dışında, ibadet edilen o varlığın ister âlemin ilâhı olduğuna inanılsın,
isterse Allah'a yaklaştırdığına inanılsın aynıdır. Çünkü ibadet, ta'zimin en
son noktasıdır. Ta'zimin en son noktasına da, ancak nimet ve ikramda bulunan
lâyıktır. [64]
Bu,
aptal ve cahillerin yoludur. Böylesi bir şey, Peygamber (s.a.) zamanında da
meydana gelmiştir. Ahmed ve Nesai, Ebû Vâkid el-Leysî'nin, şöyle dediğini
rivayet ederler: "Resulullah (s.a.)'le birlikte, Huneyn tarafına doğru
çıktık. Bir sidre ağacına uğradık. Ey Allah'ın Rasûlü! Bu ağacı kâfirlerin zâtü
envâtı gibi, bize zâtü envât kıl, dedim. (Zâtü Envât: Kâfirlerin silahlarını
asıp yanında ibadet ettikleri sedir ağacıdır). Resulullah (s.a) şöyle dedi:
"Allahu Ekber! İsrailoğullarmın Musa'ya: Onların ilâhları gibi sen de bize
bir ilâh yap, dediği gibi, siz de sizden öncekilerin yollarını
izliyorsunuz."
Musa
cevabını şöyle tamamladı: Şu heykellere tapanların inandıkları bâtıl din, yok
olmaya mahkumdur ve ibadet diye işledikleri amelleri de boşa çıkar. Onların
faydasını görmeyecekler, aksine Allah'a yaklaştıracaklarına inansalar da o
yüzden cezalandırılacaklar: "Onların işledikleri her amelin önüne geçip
onu saçılmış toz zerreleri haline getiririz." (Furkan, 25/23).
Kur'an'ın
ibaresinden, putlara tapanların helake maru? kalacakları, amellerinin yok
olacağı anlaşılıyor. Bu da o topraklarda putperestlik döneminin sona
ereceğinin müjdesidir.
Sonra
Musa onlara şöyle dedi: Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu nimetleri size veren
Allah'tan başkasını mı sizin için mabud olarak isteyeyim? Tevhidle, doğru dinle
ve İbrahim (a.s.)'m dinini yenilemekle zamanın insanlarına sizi üstün kılan
Allah'tır.
Sonra
Musa (a.s.) onlara, Allah'ın kendilerini Firavun'un esaretinden, zillet ve
hakaretinden kurtardığını, izzet ve şerefe, mülk ve saltanata kavuşturduğunu,
düşmanlarından intikam aldığını, onlara ise ıyı muamele ettiğini hatırlattı.
İşte şu zikrolunan şey de -Firavun'dan ve yaptıklarından kurtarmada ve onlara
şu nimetleri vermede- büyük bir imtihan vardır. Siz, size şu hayat nimetini
bağışlayan, sizi kurtaran, size izzet veren Rabbinıze ibadet etmeye, diğer
insanlardan daha çok çalışmalı, O'nun büyük nimetlerine diğer insanlardan daha
çok şükretmelisiniz. Aciz, zayıf, çirkin ve sizinle, sizi insanlardan ve
onların ibadet ettikleri şeylerden üstün kılan Allah arasında bir vasıta olacak
ilâhlar olmasını istemenizden daha şaşılacak bir şey olabilir mi? [65]
142-
Musa ile otuz gece için sözleştik. Ve buna ayrıca on gece daha kattık.
Böylelikle Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı. Musa kardeşi
Harun'a: "Kavmimin içinde benim yerime geç ve ıslah et. Fesatçıların yoluna
da uyma" dedi.
143-
Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca dedi ki: "Ey
Rabbim! Bana kendini göster de, seni göreyim." "Beni katiyyen göremezsin.
Fakat şu dağa bak! Eğer o yerinde durabilirse, sen de beni görebilirsin".
Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa düşüp bayıldı.
Ayılınca dedi ki: "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim. Ben iman edenlerin
ilkiyim."
144-
Buyurdu ki: "Ey Musa, seni risa-letlerimle ve kelâmımla insanlardan mümtaz
kıldım. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol".
145-
Biz onun için levhalarda öğütlere ve her şeyin açıklamasına ait ne varsa
yazdık. Haydi bunları kuvvetle tut. Kavmine de onun en güzelini tutmalarını
emret. Yakında size fâsıkların yurdunu göstereceğim."
Allah,
hidayete kavuşturmak, Musa ile konuşmak ve içinde şeriat hükümleri ve
açıklamaları bulunan Tevrat'ı vermekle İsrailoğullanna iyilikte bulundu.
Allah,
Musa'ya otuz gecenin sonunda konuşmayı vaad eti. Ona, otuz gün oruç tutmasını
emretti. O da tuttu. Bu, Zülkade ayı idi. Otuz gün tamam olunca, Musa (a.s.)
ağzının kokusunu beğenmedi, bir ağaçtan misvak edindi. Bunun üzerine Allah, ona
Zülhicce'den on gün daha oruç tutmasını ve Allah'ın huzuruna oruçlu olarak
çıkmasını emretti. Kırkıncı gecenin sonunda buluşma gerçekleşti. Bu husus,
Bakara sûresinde kısa ve burada da mufassal olarak zikrolunur.
On
günün, otuz günden olduğu zannını gidermek için: "Böylelikle Rabbi-nin
tayin buyurduğu vakit kırk gece olarak tamamlandı" buyurulmuştur. Aksi
takdirde, sanki yirmi gün iken onu onla tamamladı, bu suretle otuz oldu gibi
bir mana anlaşılabilirdi. İşte bu zan giderildi. [66]
Ebul-Âli'ye'nin,
sözleşme zamanı hakkında şöyle dediği rivayet olunmuştur: Bu zaman Zülkade
ayıyla ve Zülhicce'den on gündür. Musa (a.s.), Tûr'da bir gece kaldı. Kendisine
levhalar halinde Tevrat indirildi. Allah onu sırdaş olarak yaklaştırdı ve
onunla konuştu. Hz. Musa kalemin sesini işitti.
İbni
Kesir şöyle demiştir: Bu duruma göre buluşma vakti, Kurban Bayramı günü
tamamlanmış olur. Musa (a.s.)'ın konuşması bu günde meydana geldi. Allah
Muhammed (a.s.)'ın dinini bugünde kemâle erdirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurur: "Bugün dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" (Mâide, 5/3).
Musa
(a.s.), Tur'a Rabbiyle buluşmak üzere giderken, ağabeyi Harun'a şöyle dedi: Ben
yokken, kavim içinde halifem ol, onların işini idare et, fesatçıların ve
sapıkların yoluna uyma. Onların fâsid işlerine katılma. Bu, bir uyarı,
hatırlatma ve pekiştirmeydi. Çünkü, Harun (a.s.), şerefli, asil bir
peygamberdi.
Ve
Harun, Musa (a.s.)'ın Rabb'inden: "Ve bana ehlimden kardeşim Harun'a vezir
eyle. Onunla benim sırtımı pekiştir ve onu işimde ortak yap" (Tâ-Hâ,
20/29-32) dileği üzerine Harun (a.s.), Musa (a.s.)'ın veziri oldu..
Musa,
Rabbiyle konuşmak ve şeriatı almak için belirlenen yere geldiği ve Rabbi onunla
vasıtasız konuştuğu -ki bunu hem Musa, hem de seçilmiş yetmiş kişi işittiği-
zaman, Allah'ı da görmek istedi. "Bana mukaddes zatını göster, sana bakmak
için bana kuvvet ver" dedi. Bunun üzerine Allah ona şöyle buyurdu:
"Ne şimdi, ne de gelecekte, dünyada iken beni asla göremiyeceksin. Çünkü
dünyada insanoğlunun beni görme kudreti yoktur." Nitekim Peygamber (s.a.)
de, Müslim'in rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde: "Onun hicabı nurdur.
Eğer onu açsaydı, nurları bakışı ulaşan mahlukâtmı yakardı" buyurmuşlardı.
Sonra
Cenab-ı Hak ona, onun kendisini göremiyeceğini açıkladı ve şöyle buyurdu: Dağa
bak, eğer tecelli esnasında, o sabit kalırsa beni göreceksin. Dağ onun
tecellisine sebat edemeyince, sen nasıl sebat edebilirsin ey Musa?
Nitekim,
Rabbi dağa tecelli edince -ki küçük parmak kadar teceli etti- dağ yerle bir
oldu. Musa da bayılıp düştü.
Baygınlığından
ayılınca: "Seni tenzih ederim Rabbim! Seni dünyada hiçbir kimse göremez,
ancak ölünce görülebilirsin" dedi.
Seni
görmeyi istemekten sana tevbe ettim. Ben, İsrailoğulları içinde senin azamet ve
celaline inanan ilk kimseyim. İbni Abbas'tan rivayet olunan rivayette ise:
"Kıyamet gününe kadar, mahlukâtından hiç kimsenin seni göremiyeceğine ilk
inanan benim" demiştir.
Sonra
Allahu Teâlâ, Musa'nın korkusunu giderdi ve derecesini açıkladı ve ona şöyle
dedi: Ey Musa! Ben seni zamanının insanlarına tercih ettim. Seninle konuştum,
sana çeşitli risaletlerimi verdim. Sana verdiğim şeriatı -Tevratı- al.
Nimetlerime şükredenlerden, sana olan ihsanımı ve fazlımı açıklayanlardan ol.
"Öğütlere
ve her şeyin açıklamasına..." Öğüt kelimesi, itaata rağbeti ve günahlardan
nefreti gerektiren her şeyi içine alır. "Her şeyin açıklaması", hükümlerin
kısımlarını açıklamadır. Buna göre mana şöyle olur: Ona birtakım levhalar
verdik. Onlarda, hidayet, tesirli öğütler, helâl ve haramı, inanç ve adab
asıllarını açıklayan şeyleri yazdık. Bu levhalar, Tevrat'ı içine alıyordu. Ona
verilen şeriatla ilgili ilk şeylerdi.
"Bunları
kuvvetle tut." İtaat etmek için samimi bir niyetle al. Kavmine emret,
emirleri işlesinler, nehiyleri terketsinler. Örnek ve öğütleri düşünsünler.
Ayetteki "ahsen" kelimesinin manası, Tevrat'taki kısas, af, intikam
ve sabır gibi güzel şeyler demektir. Şu ayette belirtildiği gibi:
"Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun" (Zümer, 39/55).
'Yakında
size fâsıkların yurdunu göstereceğim". Emrime muhalefet edip itaatımdan
dışan çıkanların sonunu, nasıl yok olup gittiklerini göreceksiniz. Bununla,
Mısır'ın kasdedildiği söylenmiştir. Yani, size Kıptîlerin diyarını ve
Fi-ravun'un yurtlarını, köşklerini -boş bir halde- göstereceğim.
Katâde
şöyle demiştir: Size, sizden önce yaşayan zalimlerin ve Amalika'nın yurtlarını
göstereceğim. Onlardan ibret alın. Burada Şam ve Şamlılar kastediliyor. Yani
size Ad, Semud ve fıskları sebebiyle helak ettiğim -sizin de yolculuklarınızda
uğradığınız- milletlerin evlerini göstereceğim, demektir. İbni Kesir:
"Asıl olan da budur. Çünkü bu, Musa ve kavminin Mısır'dan ayrılmasından
sonra oldu. Bu, İsrailoğullarına Tih çölüne girmeden önce yapılan bir
hitaptır" der.
Kastolunan
Mısır olursa, mânâ şöyle olur: Allahu Teâlâ Firavun'u garket-tiğinde denize,
onların cesetlerini sahile at diye vahyetti. O da bunu yaptı. İs-railoğullan
bunu gördü. Böylece Cenab-ı Hak onlara, fâsıkların helakini göstermiş oldu.
Müfessirlerin çoğunun görüşü de budur.
İbni
Cerir et-Taberî şöyle der: "Muhatabına, kendisine isyan edip emrine
muhalefet eden kimseye tehdit ve korkutma maksadıyla, emrime muhalefet eden
kimsenin halinin ne olacağını yarın sana göstereceğim diyen kimse gibi, Cenab-ı
Hak: "Size, fâsıkların yurdunu göstereceğim" buyurdu. Bu ayette iki
vecih vardır: Ya, Allahu Teâlâ'nm emrine muhalefeti tehdit, ya da Allah'ın helak
ettiği kimselerden ibret almak. (Allah'ın helak ettiği kimseler ya Firavun ve
ordusu, ya da Allah'ın helak ettiği Ad, Semud ve diğer milletlerin evleridir). [67]
146-
Yeryüzünde haksızlıkla kibirle-nenleri ayetlerimden çevireceğim. Onlar bütün
ayetleri görseler de yine ona iman etmezler. Hidayet yolunu görseler, onu yol
edinmezler. Ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu ayetlerimizi
yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarındandır.
147- Halbuki ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı
yalanlayanların bütün işledikleri boşa gitmiştir. Onlar yapmakta olduklarından
başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?
Benim
itaatımdan yüz çevirenlerin ve haksız yere insanlara karşı kibirle-nenlerin
kalblerini, benim azamet ve şeriatıma işaret eden delilleri anlamaktan
alıkoyacağım. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Onlar eğritince Allah da kalblerini eğriltti." (Saff, 61/5). Burada
ayetlerden murad, deliller ve beyyinelerdir.
Bu,
Firavun ve kavmine benzeyen bütün ümmet ve fertleri içine alan bir hitaptır.
Allah, bunları Musa'nın ayetlerini anlamaktan alıkoydu. Çünkü onlar, bazı
ayetleri anladıkları halde, sırf gurur ve kibirlerinden dolayı inkâr ediyorlardı.
Nitekim başka bir ayette Allah şöyle buyurur: "Onların kalbleri onlara
inandığı halde, zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler"
(Nemi, 27/14). Nitekim Hz. Muhammed'in doğruluğunu bildikleri halde, sırf
kibirleri yüzünden ayetleri inkâr eden Kureyş kâfirlerine de yapılan bir
sesleniştir.
Bu
gibi mütekebbirlerin ilk sıfatı, hakka işaret eden hiçbir ayete inanmamalarıdır.
Çünkü ayetler, ancak anlamaya ve hakkı kabule uygun olan kimseye fayda verir:
"Muhakkak ki üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar iman etmezler.
Onlara bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı azabı görünceye kadar (iman
etmezler.)" (Yunus, 10/96-97).
Mütekebbirlerin
ikinci sıfatı, hidavetten, kurtuluşa götüren yoldan uzak olmalarıdır. Onlardan
biri, bu yolu gördüğünde onu izlemez, başka yola sapar. Bu da, inattan
dolayıdır. Bazısı da cahilliktendir. Her ikisi de aynıdır.
Mütekebbirlerin
üçüncü sıfatı, sapıklık ve bozgunculuk yolu ortaya çıktığında, heva ve nefs-i
emmarelerinin güzel göstermesi dolayısıyla hızla ona koşarlar.
Sonra
Cenab-ı Hak, onların bu hale gelişlerinin temel sebebini açıklıyor: Allah'ın
peygamberlerine indirdiği ayetlerini yalanlamaları, o ayetler üzerinde
düşünmekten gafletleri ve onlarla amel etmekten yüz çevirmeleri..
Elbette
mütekebbirlerin bu hali, Allah onları küfür ve sapıklık üzere yarattığı için
değil, kendi istekleriyle meydana gelmektedir. Çünkü onlar, ayetleri
yalanladılar, kendi heva ve heveslerine daldılar. Hak ve hidayeti anlamaktan,
saadet ve kurtuluş yoluna girmekten anlayışlarını engellediler. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurur: "Andolsun ki biz cehennem için cin ve ins'ten çok kimseler
yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler. Gözleri
vardır, fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, fakat onunla işitmezler.
Onlar dört ayaklı hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar. Ve onlar gafil olanların
ta kendileridir" (A'raf, 7/179).
Sonra
Allahü Teâlâ, dünyada yaptıkları hayırlı işlerin sonucunu yani amellerin boşa
gitmesi, onlara sevap verilmemesini açıklamış, şöyle buyurmuştur:
Peygamberlerimize indirilen ayetlerimizi yalanlayıp onlara inanmayanlar,
ahireti ve öldükten sonra dirilmeyi, amellerden hayırlı olanlara sevap, şer
olanlara ceza verileceğini tasdik etmeyenler, bu halde ölünceye kadar devam
edenler yok mu, onların amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlarda, amellerin kabul
şartı olan iman yoktur ve Allah'ın sünneti, ahirette insanlara dünyada yaptıkları
amellere göre karşılık vermektir. Hayırsa hayır, serse şer, yapılana göre
muamele. [68]
148-
Musa'nın arkasından kavmi, zinet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini ilâh
edindiler. Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da göstermeyeceğini
görmediler mi onlar? Onu ilâh edinmekle zalimlerden oldular.
149-
Çok pişman olduklarında ve kendilerinin muhakkak sapıklığa düştük-
lerini
gördüklerinde: "Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa herhalde en
büyük ziyana uğrayanlardan olacağız" dediler.
Musa
(a.s.)'ın, Allah'ın kendisine vaad ettiği söz üzere, Rabbiyle münacat-ta
bulunmak için Tûr dağına gitmesinden sonra İsrailoğulları, Kıptilerden ödünç
olarak aldıkları ve Allah'ın Firavun'u ve Kıptileri helak etmesinden sonra
ellerinde kalan, altın ve gümüş gibi zinet eşyasından, buzağı şeklinde ve inek
gibi ses çıkaran bir heykel yaptılar, sonra da ona taptılar.
Musa,
Kıptîlerden kalan o zinet eşyasını Samirî'ye vermişti. Samirî, İsra-iloğulları
içinde önde gelen bir şahıstı. O zinet eşyasından, buzağı şeklinde bir heykel
döktü. Onlar da onu kendilerine ilâh edindiler. Sonra da ona taptılar. İş
hepsine nisbet olundu. Çünkü o, çoğunluğun görüşüyle bunu yaptı, hiç kimse bunu
inkâr etmedi. Böylece hepsi de ittifak etmiş oldu. Hepsi de onu heykel edinmek
istiyordu, hepsi de razıydı.
İsrailoğulları,
Musa (a.s.)'dan Mısırlıların ve Filistin'de rastladıkları milletlerin ilahları
gibi, kendilerine de tapacakları bir ilâh yapmasını istemişlerdi.
Müfessirler
bu buzağı hususunda iki görüşe ayrılmışlardır: Buzağı, sesi olan, et ve kandan
müteşekkil bir buzağı mı oldu, yoksa altın halinde kalıp içine hava girdiği
için inek gibi ses mi çıkartıyordu.[69]
Katâde ve Hasen el-Basrî gibi bir grup müfessir, birinci görüştedirler. Onlara
göre Samirî, Cebrail (a.s.)'i, İsrailoğullarıyla birlikte bir ata binmiş
vaziyette denizi geçerken gördü. Cebrail (a.s.)'in ayak bastığı her yere hayat
iniyor, bitkisi yeşeriyordu. İşte Samirî, onun bastığı topraktan bir avuç aldı,
o buzağının içine attı. Buzağı et ve kana dönüştü. Bir kere inek sesi çıktı.
Bunun üzerine Samirî: İşte bu sizin ve Musa'nın ilâhı! dedi.
Mutezilî
müfessirlerin pek çoğu ise ikinci görüştedir: Samirî o buzağıyı içi boş olarak
yaptı. İçine özel şekilde borular yerleştirdi ve o heykeli, rüzgârın estiği
yere koydu. Rüzgâr, boruların içine giriyor, ondan buzağı sesine benzer özel
bir ses çıkıyordu.
Bir
başkalarına göre ise, sihirbazların işine benzeyen bir göz boyama, yani
aldatmacaydı. Samirî, heykeli içi boş olarak yaptı. Buzağıyı diktiği yerin
altına, insanların bilmeyeceği, farketmeyeceği bir yerden ona üfleyecek bir
adam koydu. O adam üfledi, insanlar onun içinden buzağı sesi gibi bir ses
duydular.[70]
Sonra
Allahu Teâlâ: "Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da
gösteremeyeceğini görmediler mi onlar? Onu ilâh edinmekle zalimlerden oldular"
sözüyle, onların buzağıyı ilâh edinmelerini reddetti. Bu ayetin açıklaması
şudur: Onlar, onun ilâh olma vasıflarına sahip olmadığını görmediler mi? O,
onlarla konuşmuyor, onları hayra irşad etmiyor, saadet yoluna ulaştırmıyor.
Halbuki Allahu Teâlâ, onların sapıklığa düşmelerini, göklerin ve yerin yaratıcısından
uzaklaşarak hak ilâh sıfatını taşımayan bir buzağıya tapmalarını istemiyor.
Bu, bir hidayet ve irşaddır. Bu, Cenab-ı Hakk'ın şu sözü gibidir: "Onlar
onun, kendilerine bir söz söyleyemediğini, ne bir zarar, ne de fayda veremeyeceğini
görmüyorlar mı?" (Tâ-Hâ, 20/89) Fakat cahillik ve körlük, onları hakikati
idrakten alıkoydu. İmam Ahmed ve Ebu Davud, Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini
rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Senin bir şeyi
görmen, seni kör ve sağır eder". Onun için, Allahu Teâlâ, onların
sapıklıklarını ifade etmek üzere: "Onu ilah edinmekle zalimlerden
oldular" buyurmuştur. Yani onlar onu, delilsiz ve bürhansız ilâh
edindiler. Cehaletlerinden ve Öbis adlı buzağıya tapan Mısırlıları,
Filistin'deki putlara tapan kavimleri taklit ederek, ona taptılar. Böylece
kendilerine zulmettiler. Çünkü onlar, kendilerine fayda vermeyen, ancak zarar
veren şeye taptılar.
Musa,
Rabbiyle münacatından, yahut buluşma yerinden o Tür dağınday-ken, Allah ona
kavminin buzağıya taptıklarını haber vermişti: "Gerçekten biz kavmini
imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı" (Tâ-Hâ, 20/89) geri döndüğü
zaman, İsrailoğulları yaptıklarına pişman oldular, puta tapmakla çok büyük bir
sapıklık içinde olduklarını gördüler. Tevbe edip Rablerine istiğfar ettiler:
Rabbimiz tevbemizi, günahımızdan af talebimizi kabul edip bize merhamet etmezse,
mutlaka helak oluruz. Dünya saadetini yani hürriyet ve arz-ı mevûd'da istiklali
ve ahiret saadetini yani ebedi cennetlerde kalmayı kaybedenlerden oluruz,
dediler.
Bu,
onların günahlarını itiraf ve Allah'a sığınmadır. [71]
150-
Musa kavmine öfkeli, kederli bir şekilde döndüğü zaman dedi ki: "Size
bıraktığım şu makamımda ne çirkin işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinde acele
mi ettiniz?" Ve Levhaları bırakıverdi. Ve kardeşinin saçına yapışıp onu
kendine doğru çekmeye başladı. (Harun:) "Ey anamın oğlu! Bu kavim beni
cidden zayıf buldular, nerdeyse beni öldüreceklerdi. Sen de bana, düşmanları
sevindirecek harekette bulunma ve beni o zalimler güruhu ile bir tutma"
dedi.
151- "Rabbim! Beni de, kardeşimi de bağışla!
Bizi rahmetine al. Sen rahmet edicilerin en merhametli olanısın".
Allahu
Teâlâ, İsrailoğullarının yaptığını Musa (a.s.)'a Tur dağında iken haber verdi:
"Gerçekten biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Samirî de onları
saptırdı. Musa gazaplı ve üzgün olarak kavmine döndü. Dedi ki: "Ey kavmim,
Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Yoksa size vadettiğim süre uzun mu
oldu? Yahut üzerinize Rabbinizin gazabının gelmesini mi istediniz de, bana olan
vaadinizde durmadınız?" (Tâ-Hâ, 23/85-86).
Musa
(a.s.), buluşma yerinden dönüşünde, kızgın ve çok üzüntülüydü. Kavmine şöyle
dedi: Yokluğumda ne kötü iş yaptınız. Rabbimle münacat için Tur dağına
gittikten sonra, bana ne kötü halef oldunuz. Ben, tevhid akidesini size
açıklamış, kalblerinize o akideyi ekmiş, ruhlarınızı şirkten ve putperestlikten
temizlemiş, inek heykelleri şeklindeki putlara tapan kavmin sapıklığından sizi
korkutmuş olduğum halde, siz Allah'a ibadeti ve O'nun tevhid akidesini bırakıp
Samirî'ye uyarak buzağıya tapınışsınız.. Musa (a.s.), büyük bir azimle ve
cesaretle onlara halis tevhidi telkin etmiş, başka milletlerin edindiği gibi,
kendilerine de bir ilâh edinmesini istedikleri zaman, onların bu davranışını
hoş karşılamamıştı.
Musa
(a.s.): Rabbiniz size kırk gün vaad ettiği halde, siz buna sabredemeyip acele
mi ettiniz? dedi. Onlar, Musa (a.s.)'m ilk otuz günde gelmediğini görünce,
öldüğünü düşünmüşlerdi. [72] Yani
benim hakkımda hüküm vermekte acele ettiniz. Zemahşerî şöyle der:
"Rabbinizin emrinde -Musa'yı beklemek- ve size tavsiye ettiği şeyde acele
mi ettiniz? Söz verilen vaktin sona erdiğini, benim dönmeyeceğimi mi, öldüğümü
mü düşündünüz? Diğer peygamberlerden sonra ümmetlerinin değiştiği gibi, siz de
değiştiniz. Rivayete göre Samirî, onlara buzağı heykelini yaptığı zaman şöyle
demişti: "İşte bu, sizin ve Musa'nın ilâhıdır." Çünkü Musa öldü, asla
geri dönmeyecek dedi, demektir. [73]
Musa
(a.s.) buzağı olayını duyunca, çok canı sıkıldı. Bu, Allah için ve dinî
gayretinden dolayı idi ve levhaları elinden attı. Musa (a.s.) çok öfkeli, Harun
(a.s.) ise, ondan daha yumuşaktı. Onun için de İsrailoğulları, onu Musa
(a.s.)'dan daha çok seviyorlardı.
Rivayet
olunduğuna göre, Tevrat yedi parçaydı. Musa (a.s.) levhaları bırakınca
kırıldılar. Onlardan altı parça kaldırıldı, tek bir parça kaldı. Kaldırılanlarda,
her şeyin açıklaması, geri kalanda da hidayet ve rahmet vardı. İbni Ebî
Hatim'in rivayetine göre, İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah, Musa (a.s.)'a merhamet etsin, görülen, haber verilen gibi değildir.
Rabbi ona, kavminin kendinden sonra fitneye düştüğünü haber verdi, levhaları
atmadı. Onları o halde görünce levhaları attı."
Olayın
şiddetinden dolayı, kendini kaybederek ve kardeşinin kendisine halife olmakta,
insanları buzağıya tapmaktan alıkoymakta kusurlu olduğunu zannederek,
kardeşinin başını kendine doğru çekmeye başladı. Çünkü halefin, selefin yoluna
tabi olması gerekirdi: "Musa Harun'a: "Onları sapıklıkta gördüğünde,
seni bana uymaktan alıkoyan neydi? Yoksa benim emrime asi mi oldun?"
dedi." (Tâ-Hâ, 20/92-93).
Musa
(a.s.), yaptığında mazurdu. Çünkü o, hak için kızıyordu. Peygamberimiz (a.s.)
de, kendi nefsi için değil, Allah'ın emirleri, mukaddesat çiğnendiği zaman
kızardı.
Harun
(a.s.), Musa (a.s.)'a şöyle cevap verdi: Ey anamın oğlu! Beni kınamak,
azarlamak ve Allah'a karşı görevimde kusurlu davranmakla suçlama konusunda
acele etme. Ben onların bu hareketini tasvip etmedim. Onlara nasihat ettim.
Fakat onlar beni zayıf buldular, tek kişi kaldım. Sözüme kulak vermediler,
neredeyse beni öldüreceklerdi.
Ey
anamın oğlu! Beni düşmana güldürme, onların arzusunu -tahkir ve kötüleme-
yapma, onlara kızdığın gibi, bana da kızma. Beni onlarla aynı kefeye koyma.
Beni buzağıya tapanlardan sanma, ben onlardan ve onların düştükleri zulüm
hatasından uzağım.
Musa,
kardeşi bu şekilde özür dileyince kalbi yumuşadı ve şöyle dedi: Rab-bim!
Kardeşime karşı sert ve katı söz ve davranışla kusur işlediysem beni bağışla.
Bana hilafeti esnasında işledikleri günah ve suçtan dolayı insanları engellemede
kusur işlediyse kardeşimi de bağışla. Bizi engin rahmetinin içine koy. Sen
merhametlilerin en merhametlisisin. Dünya ve ahirette rahmetini bizden ayırma.
Musa,
kardeşini memnun etmek ve insanlara, ondan razı olduğunu göstermek için böyle
dua etti.
Bundan
anlaşılıyor ki Harun, azim ve irade kuvveti, meseleleri sağlam bir şekilde ele
alma konusunda, Musa'dan daha hafif kalmaktaydı.
Harun,
buzağının ilâh edinilmesi suçundan uzak olduğunu, onlara nasihat etme hususunda
kusurlu olmadığını açıkladı. Allah da onu bağışladı. Bu, bugünkü Tevrat'ta
bulunan, Harun'un, onlara buzağı yaptığı şeklindeki anlayışa terstir. [74]
152-
Şüphesiz buzağıyı tanrı edinenle- re, Rablerinden bir gazap, dünya haya- tında
da bir horluk erişecektir. İşte biz
iftira edenleri böyle cezalandırırız.
153-Kötülükler
işleyip de sonra tevbe ve iman edenler
ise, şüphesiz Rabbin, bunun ardından
mağfiret ve rahmet edicidir.
Şüphesiz
Sâmirî ve adamları gibi, peygamberleri Hz. Musa (a.s.)'ın yokluğunda buzağıyı
ilâh ve mabud edinenlere, ona tapmaya devam edenlere, Rablerinden şiddetli bir
azab dokunacaktır. Bu, Bakara sûresinde zikredilir: Onlar nefislerini
öldürmedikçe Allah, onların tevbelerini kabul etmeyecektir: 'Yara-danınıza
tevbe edip, nefislerinizi ıslah edin. Böyle yapmanız, yaratanınız katında
sizin için çok hayırlıdır. Gerçekten O, tevbe eden kullarının tevbelerini en
çok kabul eden ve en çok mağfiret edendir" (Bakara, 2/54).
Onlara
dünya hayatında bir zillet ve aşağılık dokunacaktır. Yurtlarından
çıkarılmaları, insanların onları hor görmeleri ve ihtirasla dünya sevgisine düşmeleri
sebebiyle zelil olacaklardır. Çünkü onlar, her ümmet için sevilmeyen,
reddedilen materyalist kimseler olarak bilinirler. İşte bu, manevî büyük bir
zillettir. Bunun örneği yüce Rabbimizin şu ayetidir: "Onların üzerine
horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu. Allah'tan bir azaba uğratıldılar"
(Bakara, 2/61). Zillet, yakın ve uzak manası ile tahakkuk etmiştir. Onların
Filistin'de devletlerini kurmalarına gelince, bu müslümanlar için bir musibet
ve imtihandır. Bu yüzden kendilerinden daha kötü olan bir kısım insanlar,
onların üzerlerine musallat edilmiştir. İlmî araştırmalara göre, Filistin'de
siyonist devletinin devam etmesi mümkün değildir. Şartlar ve gözlemler, onun
devamını desteklememektedir. Hadis-i şerifler de, onların öldürüleceklerini ve
oradan kovulacaklarını müjdelemektedir. Her şeyin bir vakti vardır.
Dünyada
İsrailoğulları içindeki zalimlerin başına gelen bu cezanın benzerini, her
zaman Allah'a iftira edenlere indiririz. Yani, Allah'ın dinine iftira eden
herkesin cezası, Cenab-ı Hakk'm gazabına uğramak ve dünyada zillete düşmektir.
Bu,
doğruya karşı çıkıp, bid'at uyduran herkesi içerir. Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Şüphesiz ki bid'at zilleti, onların omuzlarındadır. Her ne
kadar katırlar onları güzel bir şekilde götürse, kadanalar onlara ses
çıkarsalar da.." [75]
Rivayete
göre, Ebu Kulâbe el-Cürmi, "İftira edenleri böylece cezalandırırız"
ayetini okudu, sonra şöyle dedi: "Vallahi o, kıyamete kadar her iftira
eden için geçerlidir".
Süfyan
b. Uyeyne şöyle demiştir: "Her bidat sahibi, zelildir" [76]
Eşyayı
zıtları ile karşılaştırmak, Kur'an-ı Kerim'in bir özelliğidir. Onun için,
zalimlerin cezasını zikrettikten sonra tevbe edenlere ümit kapılarını açmıştır.
İşte Allah kullarını uyarmış, küfür, şirk, nifak gibi hangi tür günahtan olursa
olsun, tevbe edenin günahlarını bağışlayacağını bildirerek şöyle buyurmuştur:
"Kötülükler işleyip de sonra tevbe ve iman edenler ise, şüphesiz Rabbin
bunun ardından mağfiret ve rahmet edicidir". (A'raf, 7/153). Yani kötü
ameller ve şer'an münker sayılan şeyler -ki bunların başında küfür ve şirk
gelir- yapıp sonra da onlardan Allah'a dönenler, (kâfirin iman etmesi, asinin
isyanından geri dönmesi, müminin Rabbinin yolunda dosdoğru devam etmesi),
şüpheden uzak halis imanla iman edenler, imanla beraber amel-i salih işleyenler
yok mu? Ey Muhammed, şüphesiz ki Rabbin, o işlerinden sonra onlara mağfiret
edecek, günahlarını örtecektir. Onlara merhamet edecektir, iyiliği on misliyle,
azı çokla mükafatlandıracaktır.
Abdullah
b. Mesud'a, bir kadınla zina eden, sonra da onunla evlenen bir adam hakkında sorulunca,
bu ayeti okudu: Abdullah b. Mesud, bu ayeti, on defa okudu. Bunu ne emretti,
ne de nehyetti.
Bu,
kötülük işleyen kimsenin, ilk önce mutlaka tevbe etmesi gerektiğini gösteriyor.
Bu da, onu terketmesi, ondan vazgeçmesi, sonra da iman etmesidir. Allah'a
inanması, O'ndan başka hiçbir ilâh olmadığını tasdik etmesi gerekir. Bu ayet,
bütün kötülüklerin tevbe ile mağfiret olunacağına işaret eder. Bu, günahkârlar
için büyük bir müjdedir. [77]
154.
Musa'nın öfkesi geçince levhaları aldı. Onun bir nüshasında şöyle yazılıydı:
Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.
Musa
(a.s)'m, kavmine olan öfkesinin dinmesi ve çoğunun tevbe etmesi dolayısıyla
rahatlayınca, içinde Tevrat bulunan, buzağıya tapmaları sebebiyle sırf dinî
duygudan ileri gelen şiddetli gazapla, attığı levhaları aldı. Onlarda şaşkınlara
bir hidayet, işledikleri günahlardan dolayı şiddetli bir korkuyla Rablerinden
korkan asi tevbekârlara bir rahmet olduğunu gördü.
İbni
Abbas şöyle demiştir: Levhalar kırılınca Musa (a.s.), 40 gün oruç tuttu. O
levhalar, ona iki levha halinde geri verildi. O, onlardan hiçbir şey kaybetmedi.
Kuşeyrî şöyle der: "Buna göre mana şöyle olur: "Kırılan levhalarda ve
yeni levhalara naklolunan şeylerde, bir hidayet ve rahmet vardır". Ata
ise şöyle der: Onlardan geriye kalanlarda... Onlardan sadece yedide biri kaldı,
yedide altısı kayboldu. Fakat, had ve hükümlerden hiçbirisi kaybolmadı. [78]
155-
Musa tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları müt- tuttuğu
zaman dedi ki: "Ey Rabbim! Eğer dileseydin onları da, beni de daha önce
helak ederdin. İçimızden birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden bizi helak mı
edeceksin? Zaten o da senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen onunla kimi dilersen sapıklığa götürür ve kimi dilersen hi- dayete
erdirirsin. Sen bizim velimiz- sin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et.
Çünkü sen, mağfiret edicilerin en hayırlısısın.
Allahu
Teâlâ Musa (a.s.)'a, konuşma ve görme yerine götürmek üzere, İs-railoğullarmdan
yetmiş kişi seçmesini vahyetti. O da bunu yaptı. Tur dağındaki bu görüşme
yerine onları götürdü. Tur-i Sina, daha önce Musa (a.s.)'ın Rab-bine münacatta
bulunduğu yerdi. Hz. Musa, onlara oruç tutmalarını, temizlenmelerini ve
elbiselerini temizlemelerini emretti.
Ayetlerin
sıralanmasından anlaşılıyor ki, bu sayının seçilişi, buzağıya tapma olayından
önce, Musa (a.s.)'ın Allah'ı görme arzusu sırasında oldu. Bu da Musa (a.s.)'m
Rabbine olan münacatını duymaları ve onun doğruluğuna delil olması içindi.
Onlar o yere gelince şöyle dediler: Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe,
sana inanmayacağız. Sen onunla konuştun. O'nu bize göster. Allah'ı görme
isteklerinde ısrar edince, kendilerini dağın şiddetli sarsıntısı yakaladı,
düşüp bayıldılar.
Dajjın
şiddetli sarsıntısı ölüm değildi. Fakat kavmi bu korkunç hali görünce, bir
titremeye tutuldular. Çok korktular. Hz. Musa (a.s.) da, ölümden korktu, ağlayıp
dua etti. Bunun üzerine Allah, onlardan o korku halini giderdi.
Vehb
b. Münebbih şöyle demiştir: Onlar ölmediler, fakat durumun dehşetinden dolayı
bir korkuya kapıldılar. Nerdeyse mafsalları birbirinden ayrılacaktı. Hz. Musa
(a.s.) da onların ölmelerinden korktu.
Onları
sarsıntı tutunca, Musa (a.s.) şöyle dedi: "Ya Rabbi! Onların helâkıyla
ilgili isteğinin, şu anda onların benimle beraber şu yere çıkmalarından önce
olmasını, onların şu korkusunu görmeden önce beni de onlarla beraber helak
etmeni isterdim. Böylece kavmim, seçkinlerimizi helake götürdün demeyeceklerdir.
Sonra
Musa (a.s.) şöyle devam etti: "İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği
yüzünden bizi helak mı edeceksin?" Yani inatları ve edepsizlikleri sebebiyle
içimizden beyinsizlerin yaptıkları işler nedeniyle bizi helak etme.
O,
senin bir bela ve imtihanındır. Sen benimle konuştuğun zaman, onlar senin
sözünü duydular, seni görmek istediler. Emir ancak senin emrin ve hüküm ancak
senin hükmündür. Sen ne dilersen, o olur. Kullarından dilediğini saptırırsın.
Onlar gerçek manasıyla seni tanımayan cahil kimselerdir. Sen takdirinde,
hiçbir zaman onlar için zalim olmadın. Aksine bu, onların karakterlerine,
kazandıklarına ve isteklerine uygundur. Yine sen, kullarından dilediğini
hidayete erdirirsin. Onlar, seni bilen mümin kullardır. Senin onları hidayete
ulaştırman, yine onların kendi kazandıklarına ve iradelerine uygundur. Eğer
onların her biri kendi hallerine terk edilseydi, yine onlar kendi bulundukları
hali ve kendileri için takdir edileni seçerlerdi. Musa (a.s.) bu manayı,
Cenab-ı Hakk'm kendine olan şu sözünden çıkardı: "Gerçekten biz kavmini,
senden sonra imtihan ettik" (Tâ-Hâ, 20/85).
Sen
bizim velimizsin, işlerimizi üzerine alan, bizi gözetip kontrol edensin. Bu
sebeple bizi bağışla, günahlarımızı ört. O günahkârlar sebebiyle bizi sorguya
çekme, bize acı. Eğer ifrat ve tefrit yaparak aşırı gidersek bize merhamet
eyle. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Kulların günahlarını örtersin, kötülüklerini
affedersin. Senin rahmetin her şeyi kuşatmıştır. Senin rahmetin ve mağfiretin
bir sebebe, bir maslahata bağlı değildir. Senden başkası çeşitli sebeplerle
-övülme, bir menfaat elde etme, bir zararı önleme gibi- bağışlar. Oysa sen bunu
sırf bir lütuf ve cömertlik olmak üzere yaparsın.
İbni
Kesir şöyle der: "Rahmet mağfiretle beraber zikrolunursa, bununla ilerde
kulun o tür günah içine düşürülmeyeceği murad olunur" [79]
"Sen
bizim velimizsin" sözü, hasr ifade eder. Manası, senden başka Mev-lamız,
yardımcımız ve hidayete ulaştırıcımız yoktur, demektir.
Ayetin
tefsirinde, Musa (a.s.)'nm onların helakini istemesinde ve: "Bu, senin
imtihanından başka bir şey değildir" sözünde, imtihandan maksadın buzağıya
tapmak olduğu söylenmiştir. Helaklarını talep, buzağıya taptıkları zaman oldu.
Ona tapanlar sefihlerdi ve çoğunluğu teşkil ediyorlardı. İsrailoğullarmın
akıllıları ona tapmadı. [80]
156-
"Dünyada da, ahirette de bize iyilik yaz. Biz hiç şüphesiz sana
döndük". Buyurdu ki: "Ben azabıma kimi dilersem onu duçar ederim.
Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekâtını verenlere, bir de
ayetlerimize iman edenlere yazacağım".
157-
Yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî peygamber olan o
Rasûle tabi olanlardır. O, onlara iyiliği emreder. Onları kötülüklerden
alıkoyar. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılıyor ve onlardan
sırtlarındaki ağır yükü, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. İşte ona iman
edenler, onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indirilen nura
(Kur'an'a) tabi olanlar! İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Bu,
şiddetli zelzeleyi görünce Musa (a.s.)'ın yaptığı duanın geri kalan kısmıdır.
O ilk önce, Allah'tan başka veli olmadığını: "Bizim dostumuz sensin"
sözüyle ilân etmiştir. Veli ve yardımcı iki iş yapar: Zararı uzaklaştırır,
faydayı celbeder. Zararı uzaklaştırmak, faydayı celbetmekten önce geldiği için,
Musa (a.s.) da duasına bu istekle başlamış ve şöyle demiştir: "Bizi
bağışla, bize merhamet et". Bundan sonra, menfaatin celbini istemiş ve
şöyle demiştir: 'Yaz". Yani, bize fazlını, rahmetini, iyiliğini gerekli ve
sabit kıl. Bize dünya hayatında sağlık, afiyet, rızık genişliği, işlerde
muvaffakiyet ver.. Ahiret hayatında da bizi cennetine koy, rızana ve coşkun
ihsanına kavuştur. Bu, Cenab-ı Hakk'ın bize öğrettiği şu dua gibidir:
"Bazıları da: "Ey Rabbimiz bize dünyada da iyi hal ver, ahirette
de" (Bakara, 2/201).
"Sana
döndük." Biz, tevbe ettik, sana döndük. Kavmimizin ilâhlar edinme,
buzağıya tapma, Allah'ı açıkça görme ve buna benzer isteklerinden dolayı pişman
olduk. İman ile beraber amel-i salih'e döndük. Allah şöyle buyurur: Şüphesiz
azabımı, kâfirlerden ve asilerden dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim ise,
kâinatta her şeyi kuşatmıştır. Azap dalâlet sıfatı üzerine terettüp eder.
Rahmet, daha kapsamlıdır. Eğer rahmet daha genel olmasaydı, kâfirler ve asiler,
küfür ve isyanlarının peşinden hemen helak olurlardı. Nitekim Allah şöyle
buyurur: "Eğer Allah kazandıkları sebebiyle insanları muaheze etseydi,
onun sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı." (Fâtır, 35/45). Başka
bir ayette de şöyle buyurur: "Rabbin rahmet sahibi, çok bağışlayıcıdır.
Eğer onları kazandıkları yüzünden muaheze etseydi, elbette onlara azabı
süratlendirirdi. Aksine onlar için vadedilen bir zaman vardır ki, onun
karşısında hiçbir sığınak bulamayacaklardır" (Kehf, 18/58).
Burada,
azab ayetinden murad şudur: Ben dilediğimi yaparım, dilediğim hükmü veririm.
Benim her işimde ve her hükmümde hikmet ve adalet vardır. Rahmetim gazabımı
geçmiştir. O daha genel ve daha kapsamlıdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Arş'ı
taşıyan melekler ve onların çevresinde bulunanların şöyle dediklerini
buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır"
(Mümin, 40/7).
Sonra
Allah (c.c), rahmete lâyık olanların -bunlar Muhammed ümmetidir-niteliklerini
açıklıyor:
1- Onlar, şirkten, isyanlardan, günahlardan kaçınırlar.
2- Onlar, nefislerini temizleyen zekâtı verirler. Gerek nefislerinin zekâtını,
gerekse mallarının zekâtını. Maddeci, faydacı kimselerin ki -bunlar yahudiler
ve benzerleridir- hastalığını tedavi etmek için -nefisler çoğunlukla mala düşkün
olduğu için- özellikle zekât zikredilmiştir.
3- Onlar iman ederler. Birliğimizi, şeriatımızın yeterliliğini, amel ve
uygulamaya elverişliliğini ve peygamberlerimizin doğruluğunu işaret eden
ayetlerimizi tasdik ederler.
İşte
bu üç sıfata sahip olanlar, Muhammed (a.s.)'m dinine tabi olanlardır. Bunlar,
önceki peygamberlerin kitaplarında zikrolunan sıfatlardı. O peygamberler,
ümmetlerine Resulullah (s.a.)'in peygamberliğini müjdelemişler, ona tabi
olmalarını emretmişlerdi. Onlar yanında Peygamber Efendimizin bilinen sıfatları
yedi taneydi:
1- O, ümmî (okuma-yazması olmayan) bir peygamberdir. Onun ümmîliği,
peygamberliğinin alâmetlerindendir. Kendisine Allah tarafından, herkesi âciz
bırakan Kur'an-ı Kerim indirilmiştir. O, ümmî olmakla beraber akide, ibadet,
siyaset, sosyoloji, iktisat, ahlâk ve amelle ilgili en mükemmel ilimleri
getirmiştir. Bu sıfat üç bölüme ayrılabilir: a) O, Rasuldür. Allah tarafından,
insanlara, mükellef oldukları şeyleri tebliğ için gönderilmiştir, b) O,
Nebidir. Bu da, onun Allah yanında derecesinin yüksek olduğuna işaret eder. c)
O, ümmîdir.
2- Ehl-i Kitap, Resulullah Efendimizin ismini ve sıfatlarını, Tevrat ve
İncil'de okuyorlardı. Onun için, Abdullah b. Selâm gibi bazı yahudi alimleri
ve Temimü'd-Darî gibi bazı hıristiyan alimleri, ona iman ettiler. Kibirlenip
hakkı kabul etmeyenler ise, kitaplarında peygamberimizi müjdeleyen şeyleri
gizlediler ve te'vil ettiler. İmam Ahmed, Ebû Sahr el-Ukeylî'den şöyle rivayet
eder: Bana bedevilerden biri şöyle anlattı: Resulullah (s.a.)'in sağlığında
Medine'ye yük devesi götürdüm. Satışımı bitirince, kendi kendime, şu adama
gidip onu dinleyeyim, dedim. Onu, Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in arasında yürürken
gördüm. Onlara katıldım. Nihayet yahudilerden, ölüm halindeki çok güzel oğlu
için Tevrat okuyan bir adama geldiler. Resulullah ona şöyİe dedi:
"Tevrat'ı yaratan hakkı için sana soruyorum: Bu kitapta, benim sıfatım ve
çıkacağımla ilgili bir şeyler var mı? Yahudi başıyla hayır dedi. Oğlu ise, evet
var, Tevrat'ı indiren zata yemin ederim ki, kitabımızda senin sıfatın ve
çıkacağınla ilgili şeyler var. Ben şehadet ediyorum ki, Allah'tan başka ilâh
yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, sen Allah'ın peygamberisin, dedi. Bunun
üzerine Resulullah Efendimiz: "Kardeşinizin bu sözlerini yahudilere
yayın" buyurdu, sonra onun kefenini aldı ve cenaze namazını kıldırdı [81]
Tevrat'ın
otuz üçüncü babının Tesniyetü'l-İştira' bölümünde şöyle denilmektedir:
"Rab Sina'dan geldi, Sâîr'den doğdu, beraberinde binlerce temiz melek ve
sağ tarafında da ateşten bir şule ile Fârân dağlarından yükseldi". Onun
Sina'dan gelmesi Musa (a.s.)'a Tevrat'ı vermesi, Sâîr'den doğması İsa (a.s.)'a
İncil'i vermesi, Fârân dağlarından yükselmesi, Kur'an'ı indirmesidir. Çünkü Fârân,
Mekke dağlanndandır.
Yuhanna
İncili'nin onbeşinci babında da şöyle denilmektedir. "Gerçek Ruh babadan
size gönderdiğim Faraklit geldiği vakit, o bana şehadet edecektir, siz de
şehadet edeceksiniz. Çünkü siz, başlangıçta benimle berabersiniz."
Faraklit, İbranice'de Ahmed demektir. Allahu Teâlâ, Hz. İsa (a.s.)'ın dilinden
şöyle buyurmaktadır: "Hani Meryem oğlu İsa da (şöyle) demişti: "Ey
İsrailoğulları! Muhakkak ben size Allah'ın peygamberiyim. Benden önce Tevrat'ı
tasdik edici ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olan bir peygamberi
müjdeleyici olarak (geldim)" (Saff, 61/6).
3,4- O, marufu emreder. Maruf, akl-ı selimin bildiği ve fıtratın ünsiyet ettiği
şeydir. Meşrudur. O, insanları münkerden alıkoyar. Münker, saf kalblerin çirkin
gördüğü şeydir. Resulullah Efendimiz de, ancak hayrı emreder ve serden
alıkoyardı. Nitekim Abdullah b. Mesud (r.a.) şöyle demektedir: Allah'ın:
"Ey iman edenler!" hitabını duyduğun zaman, hemen ona kulak ver.
Çünkü onda ya emrolunduğun bir hayır, ya da nehyolunduğun bir şer vardır.
Allah'ın
emrettiği şeylerin en önemlisi, sadece bir tek ve ortağı olmayan Allah'a
ibadettir. Yasak ettiği şeylerin en önemlisi de, O'ndan başkasına ibadettir.
Resulullah Efendimizden önceki bütün peygamberler de bunu tebliğ etmişlerdir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Andolsun ki biz, her ümmete: "Allah'a
ibadet edin, tağuttan sakının" diye bir peygamber gönderdik" (Nahl,
16/36).
5,6- O, kendilerine güzel olan şeyleri helâl ve pis olan şeyleri haram
kılar. Nefsin güzel bulduğu yiyecekleri onlara helâl eder. "Size
verdiğimiz helâl rızı-kırdan yiyin" (Bakara, 2/57). Onların kendilerine
haram kıldığı Behâiri (beş nesil doğuran develer), Sevaibi (adak için
bırakılmış develer), Vesâili (on batın doğuran develer) et ve benzeri şeyleri
onlara helâl kılar.
Nefislerin
çirkin görüp tiksindiği şeyleri onlara haram kılar. Ölü ve domuz eti, akıtılmış
kan, faiz, rüşvet, gasb ve hıyanet yoluyla haksız yere alınmış mal gibi şeyleri
yasaklar. İbni Abbas şöyle demiştir: Pis şey; domuz eti, faiz, Allah'ın haram
ettiği yiyeceklerden kendilerine helâl saydıkları her şeydir. Bir kısım alimler
de şöyle demişlerdir: Allah'ın helâl kıldığı her yiyecek iyidir, bedene ve dine
yararlıdır. Haram ettiği her şey de kötüdür, bedene ve dine zararlıdır.
7- O, onlardan külfet ve zorluğu kaldırır. Bilerek veya hata sonucu öldürme
olayındaki kısas, tevbe anında nefsin öldürülmesi ve kan akıtılması, günah
işleyen organın kesilmesi, vücutta ve elbisede necaset bulaşan yerin kazınıp
kesilmesi, cumartesi günü çalışmanın haram kılınması gibi. Resulullah efendimiz
şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr, hanif dini ile gönderildim."
Yine Rasûlulah efendimiz, kendilerini Yemen'e gönderirken, Muaz ve Ebû Musa
el-Eş'arî hazretlerine şöyle buyurmuştu: "Müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz. Ko-laylaştınnız, zorlaştırmayınız. Birlik olunuz, ihtilafa
düşmeyiniz."
Yine
kolaylıklarla ilgili olarak Kütüb-ü Sitte'de Ebû Hureyre'den rivayet edilen şu
hadis-i şerif vardır: "Şüphesiz Allah, gönüllerden geçen şeyi -onu konuşmadıkça
yahut onunla amel etmedikçe- ümmetime affetmiştir." Tabera-nî'nin
Sevban'dan rivayet ettiği hadiste de Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Hatâ, unutma ve zorlama sonucu yaptıklarından dolayı, ümmetim sorumlu
tutulmayacaktır".
İşte
bundan dolayı Allahu Teâlâ, bu ümmete şöyle dua etmesi yolunu göstermiştir:
"Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma.
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme.
Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla, bize
acı. Sen mevlamızsın. Kâfirlere karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286).
Sahih-i Müslim'de sabit olduğuna göre, bu isteklerin her birinden sonra Allah
şöyle buyurur: "Yaptım! Yaptım!"
Allah,
şer1! hükümlerde, ibadet, muamele ve cezaî konularda yahudilere şiddet
göstermiş, Mesih (a.s.)'e ise bazı maddî emirlerde hafifletme yoluna gitmiş,
ruhî hükümlerde ise şiddet göstermiştir.
Ümmî
peygamberin risaletine îman edenlere, onu düşmanlarından koruyanlara, ona
yardım edenlere, dilleriyle ve silahlarıyla onu himaye edenlere, onun getirdiği
nura, yani Kur"an'a ve insanları tebliğ ettiği vahye tabi olanlara
gelince; onlar, dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerdir. Allah'ın rahmetine ve
cennete nail olanlardır. Onların dışında kalanlar ise; Cenab-ı Hakk'ın dünyada
ve ahirette mahrum bıraktığı şeytanın taraftarlarıdır.
Hz.
Musa (a.s.)'nm kavmi, genelde bu niteliklerdedir. [82]
158-
De ki: "Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülküne malik olan,
kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın
size, hepinize gönderdiği peygamberiyim. O halde Allah'a ve onun, Allah'a ve
O'nun kelimelerine (Kur'an'a) iman eden ümmî peygamber olan Rasûlüne tabi olun
ki, doğru yolu bulmuş olasınız.
Ey
Muhammedi Arap olan-olmayan, siyah beyaz bütün insanlara de ki: Ben sadece
kendi kavmim olan Araplara değil, Allah'ın kıyamete kadar bütün zamanlara şamil
olmak üzere size gönderdiği elçisiyim. Bu, onun bütün insanlara gönderilmiş
olmasını gerektirmektedir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni
ancak âlemlere rahmet gönderdik" (Enbiya, 21/107).
"Biz
seni ancak bütün insanlar için müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik."
(Sebe', 34/28). "Şu Kur'an bana, sizi ve sizden sonra erişenleri inzar
etmem için vahyolundu." (En'am, 6/19).
Peygamberliğinin
genel olduğunu pekiştiren hadis-i şerifler de vardır. Bu-hari, Müslim ve Nesai,
Hz. Cabir b. Abdillah'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Bana beş şey
verilmiştir ki, benden önce onlar hiçbir peygambere verilmemiştir: Bir aylık
yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku (salmak) ile yardım olundum. Yeryüzü
benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden, namaz vakti gelip
çatınca herkes namazın: kılıversin. Ganimetler bana helâl kılındı. Halbuki
benden önce hiç kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de benden
önce her nebi, özellikle kendi kavmine gönderilmişken, ben bütün insanlara
gönderildim".
Ben,
mülkün sahibi, yerde ve göklerde tam bir tasarruf sahibi olan, diriltmeye ve
öldürmeye muktedir Allah'ın elçisiyim.
Bu
ayet-i kerime, inançla ilgili üç esası içine almaktadır:
1- Bir Allah'a ibadet etmek.
2- Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine iman etmek.
3- Ölümden sonra dirilmeye iman etmek.
Allah,
önce Allah'a imam zikrederek: "O halde Allah'a iman edin" buyurdu.
Yani, ey insanlar! Mutlak surette bir tek olan, Rablığında ve ilâhlığında hiç
kimseye muhtaç omayan Allah'ı tasdik edin ve bütün insanlara gönderdiğim ümmî
peygamberin risaletine de iman edin, demektir.
O
peygamber, Allah'ın birliğine, insanları hidayete eriştirecek şeriatın mükemmelliğine,
Cenab-ı Hakk'ın kudretine, irade ve hikmetine işaret eden tekvini kelimelere
iman eder, sözü amelini tasdik eder, Rabbından kendisine indirilene inanır.
"Kelimeler"den amaç, Tevrat, İncil ve Kur'an'ın içine aldığı hükümlerden,
irşatlardan, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden şeylerdir.
İşte
bu, imanla emrolunan şeydir. Yani, bu peygamberin metoduna tabi olun. Hiçbir
eğrilik olmayan doğru yola kavuşmak, yahut imanla ve şeriata tabi omakla dünya
ve ahiret saadetinize erişmek için, getirdiği her şeyde onun yoluna girin.
Şüphesiz
gerçek hidayet ancak Kur'an'dadır. Hayır ancak dindedir, saadet ancak
peygamberlerin sonuncusunun şeriatına tabi olmaktadır. Şeriata sarılma
ölçüsünde dünya ve ahirette kurtuluşa erişilir.
Müslim'in
Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Resu-lullah
efendimiz şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, bu ümmetten olsun, Yahudi ve Hıristiyan olsun, beni dinlemeyen, bana
inanmayan kimse, mutlaka cehenneme girer." [83]
159.
Musa'nın kavminden de bir cemaat vardır ki, hakka irşad ederler ve onunla
adalet yaparlar.
160.
Biz onları on ikiye, torunlara, ümmetlere ayırdık. Kavmi ondan su istedikleri
zaman: "Asanı taşa vur" diye vahyettik de ondan on iki pınar kaynayıp
aktı. İnsanların her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi ve onları
üzerlerinde bulutla gölgelendirdik. Onlara kudret helvasıyla selva indirdik.
"Size rızık olarak verdiğimizin en temiz ve güzellerinden yiyin".
Onlar bize zulmettiler. Fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Allahu
Teâlâ, İsrailoğulları'ndan bir cemaatın Hakk'a uyduğunu, onunla adaleti
sağladıklarım haber vermektedir. Onlar, İsTailoğuUar\'wdaıa. mümin olanlar ve
tevbe edenlerdir. Hem Hz. Musa'ya, hem de Hz. Muhammed'e inanmışlardır. Onlar,
nefislerini imanla kuvvetlendiren, insanları doğru yola davet eden, onları
Allah'tan gelenlere yönelten ve aralarındaki hükümlerde hak ile muamele eden
bir cemaattir. Hiç kimseye zulmetmezler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Kitap Ehli'nin hepsi bir değillerdir. Onlardan bir zümre vardır ki,
ayakta dikilir, gece saatlerinde secde ederek Allah'ın ayetlerini okurlar"
(Al-i İmran, 3/113); "Muhakkak ehl-i kitaptan öyleleri vardır ki, Allah'a,
size indirilene ve kendilerine indirilene korku ile iman ederler. Onlar,
Allah'ın ayetlerine karşılık az bir pahayı satın almazlar. İşte onların Rableri
katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, hesabını tez ve çabuk
görücüdür" (Al-i İmran, 3/199); "Ehl-i Kitaptan öyle kimse vardır ki,
ona bir kantar emanet versen, onu sana öder. Ve onlardan öyle kimse de vardır
ki, ona emanet olarak tek bir altın versen, sen ayak diretip durmadıkça onu
sana ödemez. Bunun sebebi, onların: "Ümmî-ler hakkında bize karşı bir yol
yoktur" demeleridir. Onlar bildikleri halde, Allah'a karşı yalan
söylerler" (Al-i İmran, 3/75).
Kısacası,
İsrailoğulları'nın üç hali vardır:
1- Bu ayette bildirilen haber, Hz. Musa zamanındaki ve ondan sonraki İsrailoğulları'ndan
mümin bir cemaate dairdir. Onlar üç gruptur:
a) Hz. Peygamber devrinde yaşayıp ona iman edenler. Şu ayet-i kerimede
onlara işaret olunur: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu nasıl
okunması gerekiyorsa öyle okurlar. İşte bunlar ona iman ederler" (Bakara,
2/121).
b) Hz. Musa'ya iman etmiş, ondan sonraki peygamberlere uymuşlardır.
Onlar, bu ayet-i kerimede zikredilenlerdir.
c) Daha önceki ayet-i kerimede: "Allah'ın ayetlerini okurlar"
diye zikredilenlerdir.
Bu,
her ümmetin içinde, hak ve adalet ehli olan kimselerin varlığına işaret eder.
2- Allah, İsrailoğulları'nı oniki fırka veya kabileye, on iki ümmet ve
cemaata ayırmıştır. Onların her biri, maişet ve dünya işlerindeki
özellikleriyle birbirlerinden ayrılırlar.
3- Cenab-ı Hakkın nimetlerine karşı, bu kabilelerin halidir. Allah'ın nimetleri
şunlardır:
a) Onlar, Hz. Musa'dan su istedikleri zaman, Cenab-ı Allah kendilerine
yardım etti. Onlar çölde susayınca, su istediklerinde, Allah, Musa (a.s.)'a
şöyle vahyetti: "Asanı taşa vur". Bunun üzerine o da vurdu. Taştan on
iki kabilenin sayısı kadar pınar fışkırdı. Her kabilenin özel pınarı vardı:
"Her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi".
"İnbiâs"
ve "inficâr" kelimeleri arasında fark vardır. Birincisi suyun az çıkması,
ikincisi, suyun çok çıkması demektir.
b) Bulutun gölgelendirmesi. Çölde sıcaklık şiddetlenince, Allah kendisinden
bir rahmet olmak üzere, onları gölgelendiren bir bulut gönderdi.
c) Bıldırcın eti ve kudret helvasının indirilmesi. Hiçbir meşakkat ve yorgunluk
olmaksızın onlara inen leziz bir yiyecekti.
"el-Menn",
kudret helvası demektir. Onlar için ekmek yerine geçiyordu. Sabahleyin ağaç
yapraklan üzerinde ve başka yerlerde toplanan çiğ gibi tatlı bir şeydi.
"el-Selvâ"
ise, onlar için et yerine geçiyordu. O, bıldırcından daha büyük bir kuştur.
Sonra onlara: "Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin".
buyruluyor. Onlar, size mahsus nimetlerdir. Size düşen de, ancak nimete şükürdür.
Onlar
bu nimetlere nankörlük etmekle bize zulmetmediler, kendilerine zulmettiler,
zarar verdiler. Çünkü bir mükellef, bir masiyete yöneldiği zaman, nefsini büyük
bir azaba maruz kılar, dolayısıyla da ancak kendine zarar verir. Kendine
zulmeden, başkasına daha zalim olur. [84]
161.
O zaman onlara: "Şu şehirde yerleşin. Onun dilediğiniz yerinden yeyin.
"Hıtta" deyin ve kapısından secde ederek girin ki, günahlarınızı
mağfiret edelim. Biz, ihsan edenlere daha fazlasıyla vereceğiz"
denilmişti.
162. Fakat içlerinden o zulmedenler, kendilerine
söylenen sözü başka bir şeyle değiştirdiler. Biz de üzerlerine zulümlerinden
dolayı gökten bir azab indirdik.
Bu
kıssanın açıklaması, sadece lafızlardaki değişiklik ile Bakara süresindeki iki
ayette (58, 59. ayetler) geçmişti. Bu, Kur"an'ın belagatı ve mükemmel
icazıdır. Çünkü aynı lafzın tekrarı beliğ değildir. Bir manayı, değişik üslup
ve lafızlarla ifade etmek belağattir.
İmam
Râzî, iki sûre arasındaki lafızların değişik oluşuyla ilgili olarak sekiz görüş
zikretmiştir.[85] Çelişki olmadıkça iki
ibarenin farklı oluşunda herhangi bir beis yoktur. Razî'nin zikrettiği
görüşler şunlardır:
1- Buradaki ayette Rabbimiz: "Şehirde yerleşin" buyurmuş,
oradaki ayette ise: "Giriniz" buyurmuştur. Buradaki ifade daha
tamamlayıcıdır. Çünkü "yerleşmek", "girme"yi gerektirir.
2- Buradaki ayette "Ve külü" buyurmuş, oradaki ayette ise:
"Fe külü" buyurmuştur. Çünkü yeme, girişten sonra olur. Bu sebeble
takip edatı olan "fa"nın zikredilmesi daha güzeldir. "Vav"a
gelince; yemenin yerleşme ile beraber olduğuna işaret eder.
3- Oradaki ayette yemek "Reğaden" (bolca, afiyetle) lafzı ile gelmiştir.
Burdaki ayette ise, vasıf zikredilmemiştir. Çünkü gelen kimsenin girişten önce
yemesi, daha lezzetli olur. Normal olarak nefis onu arzular. Fakat şiddetli
ihtiyaç halinde olur. Onun için buradaki ayette "reğaden = bolca,
afiyetle" lafzı terkedilmiştir.
4- Buradaki ayette: "Hıtta"
sözü, "duhul" (giriş) sözünden önce zikredilmiştir. Oradaki
ayette ise, bu iş tersinedir. İki tabir arasında fark yoktur. Çünkü
"vâv", tertibi gerektirmez. İsterlerse önce dua, sonra secde edip baş
eğerler. İsterlerse önce secde edip baş eğerler, sonra "hıtta" lafzı
ile dua ederler. Çünkü asıl maksat, Cenab-ı Hakkı yüceltmek ve O'na boyun
eğmektir.
5- Buradaki ayette: "Günahlarınızı mağfiret edelim" derken,
günahlarınız manasında "hatletiküm" lafzı kullanılmışken, oradaki
ayette "hatâyaküm" lafzı kullanılmıştır. Her iki çoğul şekli de,
aynı manaya işaret eder ve her ikisinde de günahları mağfiret etmenin, aza da,
çoğa da şamil olduğuna işaret vardır.
6- Buradaki ayette: "Biz, ihsan edenlere daha fazlasıyla
vereceğiz" denilmiş,
"vav" söylenmemiş, orada ise "vav" zikredilmiştir. Mânâ
aynıdır. İstinaf ifade eden "vâv"ın terk edilmesi, ihsanın
çoğaltılacağına daha çok işaret etmektedir. İki şey vaadolunmaktadır: Mağfiret
ve iyiliğin çokluğu.
7- Buradaki ayette: "Biz de üzerlerine gökten bir azap
indirdik." buyuru-lurken, Bakara sûresinde: "Zulmedenler üzerine
indirdik" buyurulmuştur. "İnzal" (indirmek) kelimesinde çokluk
manası yokken, "irsal" (göndermek) kelimesinde bu mana vardır. Sanki
Allahu Teâlâ, az azabı indirmekle başlamış, sonra onu çoğaltmıştır.
8- Buradaki ayette "zulümlerinden ötürü" buyrulurken, oradaki ayette:
"fısklarından ötürü" buyurulmuştur. Bu, onlarda iki vasfın da
olduğuna işaret eder. Onlar, kendi nefislerine zulmetmişlerdi, fâsık idiler,
Allah'ın taatından çıkmışlardı. Sonra orada zikredilen zulümde başkasına
düşmanlık manası vardır, fıskta ise dinden çıkış manası vardır.
Burada:
"İçlerinden o zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka bir şeyle
değiştirdiler" ayetinde, "içlerinden" kelimesi eklenmiştir.
Oradaki ayette bu yoktur. Bu ek, açıklamayı pekiştirmek içindir. Tebdilin
manası, onlar, ictihad ve te'vil söz konusu olmaksızın, söz ve işleriyle
muhalefet ettiler, demektir.
Ayetin
genel manası: Allahu Teâlâ, Peygamber efendimizin çağdaşı olan
İsrailoğulları'na seleflerinin yaptıklarını hatırlatmaktadır. Onlar,
seleflerinin yaptıklarına rıza gösterdikleri için, onlar gibi kınanıyor. Allah
onlara, Kudüs'e veya başka bir şehire, Allah'tan günahlarını mağfiret etmesini
istiyerek, Allah'a huşu ve hudulannı arzederek girmelerini emretti. Allah
onlara iki şey va-adetti: Günahlarını bağışlamak, iyiliği artırmak. Fakat,
isyan ve nankörlük tabiatına sahip yahudiler, ilahî emre karşı nankörlükte
bulundular. Söz ve fiilleriyle Allah'a muhalefet ettiler. "Hıttatün"
yerine, "habbetün fi şa'retin" dediler. [86]
163.
Onlara deniz kıyısındaki o kasabayı sor. Hani onlar, Cumartesi gününde haddi
aşmışlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın meydana
çıkarak yanlarına geliyor, Cumartesi tatili yapmadıkları gün ise gelmiyordu.
İşte biz itaattan çıkmakta olduklarından dolayı kendilerini böylece imtihan
ediyorduk.
164. Hani içlerinden bir ümmet (topluluk):
"Allah'ın kendilerini helak edeceği veya çetin bir azabla cezalandıracağı
bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?" dediği zaman, onlar:
"Rabbinize özür için. Umulur ki sakınırlar" demişlerdi.
165.
Ne zaman ki onlar kendilerine yapılan öğütleri unuttular. Biz de onları,
kötülükten alıkoymakta sebat edenleri kurtuluşa erdirdik. Zulmedenleri de,
yapageldikleri fıskları yüzünden şiddetli bir azabla yakaladık.
166. Bu suretle onlar serkeşlik ederek
alıkondukları şeyleri yapmakta ısrar edince, kendilerine: "Hor ve zelil
maymunlar olun" dedik.
Rivayet
olunduğuna göre, Yahudiler de bizim gibi Cuma günü ile emrolun-muşlardı. Fakat
onlar, onu terkederek, cumartesi gününü seçtiler. Bu sebeple, o günle imtihan
olunmuşlardır. O gün avlanmaları, kendilerine yasaklandı. O güne saygılı
davranmakla emrolundular. Cumartesi günü balıklar sürü ile geliyorlardı. O
kadar çoktular ki, onların çokluğundan adeta su görünmüyordu. Cumartesi günü
dışındaysa, hiç balık gelmiyordu. Bu durum bir süre böyle devam etti. Sonra
İblis geldi ve onlara şöyle dedi: "Siz, Cumartesi günü onları yakalamaktan
yasaklandınız. Havuzlar yapın, cumartesi günü balıkları oraya doğru sürersiniz.
Onlar oradan çıkamaz ve siz de pazar günü avlarsınız". İçlerinden birisi,
bir balık yakaladı. Sahildeki bir ağaca kuyruğundan iple bağladı, suya saldı.
Sonra pazar günü onu çıkarıp kızarttı. Bunun üzerine komşusu balığın kokusunu
aldı, ateş yaktığı yere geldi ve: "Allah'ın yasağını çiğniyorsun. Allah
sana azap edecektir" dedi. Fakat o adam, Allah'ın azap etmediğini görünce,
bir sonraki cumartesi, iki balık yakaladı. Diğer insanlar, hemen azap gelmediğini
görünce, onlar da balık avladılar ve yediler. Sayıları yaklaşık yetmiş bin
kişiydi. Şehir halkı üçe ayrıldı: Üçte biri onları nehyetti. Sayıları on iki
bin civarındaydı. Üçte biri; "Söz dinlemeyen bir kavme niçin nasihat
ediyorsunuz?" dedi. Üçte biri de hata işleyenlerin kendileriydi.
Haddi
aşanlar, durumlarından vazgeçmeyince, müslümanlar onlara: "Biz sizinle
beraber yaşayamayız" dediler. Bir duvarla şehri ikiye böldüler. Müslümanların
bir kapısı, haddi aşanların da bir kapısı vardı. Hz. Davud onları lanetledi.
Nehyedenler bir gün, oturuyorlardı. Haddi aşanlardan hiç kimse dışarı çıkmadı.
Her halde bunlara bir şey oldu, dediler. Baktıklarında, onların maymun
olduklarını gördüler. Kapıyı açarak, yanlarına girdiler. Maymunlar, insanlardan
kendilerine benzer olanları tanıdılar. İnsanlar ise, maymunlardan kendilerine
uygun olanları tanımıyorlardı. Maymun kendi benzerine geliyor, onun elbisesini
kokluyor ve ağlıyor kendisine: "Biz seni nehyetmedik mi?" denildiğinde
başıyla "evet" işareti yapıyordu. Gençlerin maymun, ihtiyarların domuz
olduğu söylenmiştir.
Hasan
el-Basrî'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Ömürlerini o kadar kötü yediler
ki, onları dünyada rezil rüsvay etti, ahirette de, büyük bir azaba maruz
bıraktı. Vallahi bir balık tutup da onu yiyen bir toplumun durumu, Allah katında
bir müslümanı öldürenden daha büyük olamaz. Fakat Allah'ın bir zamanı vardır.
Zaman hızla yaklaşmaktadır.[87]
Ey
Muhammedi Senin zamanındaki Yahudilerden, Allah'ın emrine muhalefet eden
seleflerinin başlarına geleni sor. Onlar hile yapmalarının, haddi aşmalarının
cezalarını feci şekilde çekmişlerdi. Buradaki soru, azarlama içindir. Peygamberimizin
çağdaşlarının küfrü, yeni bir şey değil, eskidir. Onların selefleri de, büyük
günah işlediler. Allah'ın emirlerine muhalefet ettiler. Onları, sana muhalefetten
sakındır ki, atalarının başına gelenler, onların da başına gelmesin.
Deniz
sahilinde bulunan o şehir -Kızıldeniz kenarında Medyen ile Tur arasındaki Eyke
şehri- halkını onlara sor. Onlar, iş yapmamak ve sırf ibadet etmek gibi
düşüncelerle, hürmet ettikleri cumartesi gününde Allah'ın koyduğu sınırları
aşmışlar, Allah'ın emir ve tavsiyelerine muhalefet etmişlerdi. Nehye-dildikleri
halde o gün balık avlamışlardı. Hürmet edilen cumartesi gününde balıklar çokça
geliyordu. Onları avlamak için bir zahmete de katlanılmıyordu. Cumartesi
gününün dışındaysa, balıklar gizleniyor, ortaya çıkmıyorlardı. Bunun üzerine
onlar da "med" ve "cezir" olayından, yani suların kabarıp
alçalmasından yararlanarak avlanmak için havuzlar yapıp hile yoluna
başvurdular.
"Med"
sırasında sularla beraber balıklarla dolan havuzlar, "cezir" esnasında
havuzlarda kalıyorlardı. Böylece onlar da ertesi günü balıkları yakalıyorlardı.
Avlanılması
yasak günde balıkların ortaya çıkıp, avlanılması helâl günde gizlenmeleri
şeklindeki imtihanla, biz eskileri imtihan ettiğimiz gibi, çağdaşlarını da
imtihan ederiz. Herkese ameline göre muamele ederiz. Allah'ın sünneti şudur:
Kendisine itaat edenin dünya işlerini kolaylaştırır, ahirette de sevap verir.
Kendisine isyan edeni de, çeşitli belâ ve musibetlere maruz bırakır.
Onlardan
masiyetin zuhuru esnasında şehir halkı üçe bölündü: Bir kısmı isyankârları
destekliyordu, bir kısmı onlara karşı çıkıp nasihat ediyordu, bir kısmı da
nasihatin faydasına inanmadığı için tarafsız kalıyor ve öğüt verenlere şöyle
diyordu: "Cenab-ı Allah'ın helak olmalarına ve yok olmalarına hükmettiği
bir topluma neden nasihatta bulunuyorsunuz? Biliyorsunuz ki, Allah onları helak
edecek, dünya ve ahirette cezalandıracaktır".
Öğüt
verenler, onlara şöyle cevap verdiler: "Biz, kötülük karşısında susmakla
kendimizi kurtaramayacağımız, görevimizi yaptık diyemeyeceğimiz için onlara
öğüt veriyoruz. Onların durumlarını düzeltmelerinden, hakka dönmelerinden
ümitsiz değiliz. Belki onlar, içinde bulundukları halden sakınırlar, onu
terkederler, tevbe ederek Allah'a dönerler. Allah da onların tevbelerini kabul
eder, merhamette bulunur.
Onlar
kendilerine yapılan öğütleri unutunca, hata işlemeye devam edip nasihat kabul
etmeyince, onları kötülükten alıkoymaya çalışanları kurtardık. Onlar öğüt
veren, kınayan kimselerdi. Ancak birinci grup daha güçlüydü. Çünkü onlar, hem
sözle, hem de fiilen kötülüğe engel olmaya çalışıyorlardı. Onun için Kur'an,
nehyedenlerin kurtulduğunu açıkça zikretmiştir. İkinci grup ise, sadece kalple
inkâr etmişler, onun için Kur'an bunlardan söz etmemiştir. Çünkü onlar,
öğülmeye lâyık değillerdir. Bir günah işlemedikleri için de
kötülenme-mişlerdir.
Biz,
günah işleyen zalimleri şiddetli bir azapla cezalandırdık. Nehyolun-dukları
şeyi terketmeyip öğüt verenlerin nasihatini dinlemedikleri için, Allah onları
zelil, hakir maymunlar yaptı. İnsanların reddettiği kimseler oldular. Bu, dünya
azabı. Ahiret azabı ise daha şiddetli ve kalıcı olacaktır.
Cumhurun
görüşüne göre, sadece balık avladıklarından değil, ama emirlere karşı
çıktıklarından ve isyanda devam ettiklerinden dolayı gerçekten maymunlara
çevrildiler. Bugünkü maymunlar onların neslinden midir, yoksa onlar helak olup
nesilleri kesildi mi? Ayette, bu hususta kesin bir işaret yoktur.
Mücahid
şöyle demiştir: Bu, onlar suçlan sebebiyle, kötü tabiatlı, şer ve if-sad
bakımından tıpkı maymun gibi oldular, demektir.
Tercih
edilen görüş, şöyle diyen bilginlerin görüşüdür: Susanlar, kurtuldular.. İbni
Abbas da bu görüşte olan İkrime'nin görüşüne katılmıştır. İbni Eesir de, bu
görüşü benimsemiş ve şöyle demiştir: Bu, onlar helak oldular, demekten daha
uygundur. Çünkü daha sonra onların halleri ortaya çıkmıştır. [88]
167. O vakit Rabbin onlara, kıyamet gününe kadar
üzerlerine, kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler göndereceğini
bildirdi. Şüphesiz Rabbin, cezayı çabuklaştırandır. Ve muhakkak ki O,
mağfiret ve rahmet edicidir.
168. Onları paramparça ümmetler olarak yeryüzünde
dağıttık. Onlardan kimi salihlerden, kimi de bunlardan aşağı oldular. Onları
hem iyiliklerle, hem de kötülüklerle imtihana çektik. Ta ki dönsünler.
169. Onlardan sonra kötü kimseler gelip onların
yerine geçmiştir. Kitaba da vâris oldular. Bu dünyanın geçici me-taım alırlar:
"Biz ileride mağfiret olunuruz" derler. Kendilerine ona benzer kir
me*a gelirse, onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başkasını söylemeyecek-
lerine
dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Halbuki onda, olanı
durmadan okumuşlardı da. Halbuki ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır.
Hâla aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170. Bir de Kitab'a sımsıkı sarılanlar ve namazı
dosdoğru kılanlar (için hayırdır). Şüphesiz biz, salihlerin mükâfatını zayi
etmeyiz.
171. Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir
gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık da, üstlerine düşecek sanmışlardı.
"Size verdiğimizi, azim ve kuvvetle alın. Onda olanı düşünün. Olur ki
iuüttakilerden olursunuz" (demiştik).
Ey
Muhammed! Hani o zamanı hatırla ki, Rabbin yahudilerin seleflerine, peygamberlerinin
diliyle, kıyamete kadar onların başına, onlara şiddetli azabı tattıracak,
onlara zillet ve horluk verecek, onlardan cizye alacak, mülklerini dağıtacak,
topluluklarını perişan edecek kimseleri musallat edeceğini bildirmişti.
Şüphesiz
Rabbin, kendisine isyan edenlere ve şeriatına muhalif davrananlara çabuk ceza
vericidir. Tevbe edip kendine dönenlere de çok merhamet ve mağfiret edicidir.
Ayetin
işaret ettiği husus gerçekleşti: Çünkü, Musa (a.s.) onlara ilk haraç koyandır.
Sonra sırasıyla Yunanlılar, Keşdânîler, Keldânîler, Babilliler, Hıristiyan
Rumlar, müslümanlar, onları kahr u perişan etmişler, onlardan cizye ve haraç
almışlardır. Son asırda ise Almanlar, Hitler başkanlığında onlardan intikam
almışlar, bir kısmını öldürmüşler, bir kısmını da darmadağın etmişlerdir.
İsra
sûresi 4-8. ayetlerinde de İsrailoğulları'nm defalarca fesat çıkardıkları, bu
yüzden de kendilerine daha güçlüler musallat kılınıp rezil ve rüsvay edildikleri
zikredilmiş, siz yine fesat çıkarırsanız, biz de sizi yine zelil ve rüsvay
ederiz, denilmiştir.
Yahudilerin
Filistin'de bugünkü durumlarına gelince; bu, geçici bir durumdur. Cenab-ı
Hakk'ın vaadine ve kelâmına güvenimiz tamdır.
İşte
bu, yahudilerin tekrar tekrar yaptıkları isyanlara ve Allah'ın hükümlerine
karşı gelmelerine karşılık verilen birinci cezadır. Bu, yüce Allah'ın onları
zelil kılmak ve onlara azab etmek için başka milletleri üzerlerine musallat
etmesidir.
İkinci
ceza, onların fırkalara ayrılmaları, dünyanın dört bir tarafına fırkalar
halinde dağıtılmalarıdır. İçlerinde iyileri de vardır, kötüleri de. İyileri,
Hz. Musa (a.s.)'dan sonra gelen peygamberlere ve Muhammed (a.s.)'e inananlar,
ahireti dünyaya tercih edenlerdir. Bunlar, cumartesi gününde haddi aşmaktan
meneden ve müslüman olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarıdır. İyi olmayanlar
ise; haksız yere peygamberlerini öldüren fâsıklar, fâcirler ve kâfirlerdir.
Yalana kulak verenler, Allah'ın indirdiğinden başkası ile hükmedip ilâhî ahkâmı
değiştirmekle rüşvet alanlar, faiz yiyenlerdir. Onlarda hayır ve iyilikten
eser yoktur. Onlar kâfir ve fâsıktırlar.
Allah,
her iki gruba da, başkalarına yaptığı gibi yapar. Nimetlerle ve cezalarla
imtihan eder. Belki günahlarından dönerler, nimetlere şükrederler ve sıkıntılara
sabrederler diye.
Sonra,
seleflerinden miras aldıkları Tevrat'taki hükümleri kabul edenler, onları
okuyan ve onları bilen bir nesil geldi. Bunlar Resulullah (s.a.) zamanında
yaşıyorlardı. Fakat bunlar, onu terkettiler, dünyayı, dünya metaını ve
zine-tini tercih ettiler. Dünya malı toplamak için koşuşturdular. Helâl veya
haram olduğuna aldırış etmediler. Gayr-ı meşru imiş, rüşvetmiş önemsemediler.
Hüküm verirken haktan ayrılınıyormuş, dinden sapılıyormuş, buna dikkat etmediler.
Allah'ın kendilerini mağfiret edeceğini, işlerinden ve günahlarından dolayı
sorguya çekmeyeceğini zannettiler. Şöyle diyorlardı: "Biz Allah'ın
çocukları ve dostları, peygamberlerinin sülaleleriyiz". Onlar günah
işliyorlar, günahta ısrar ediyorlar, helâla haram karıştırmaktan
çekinmiyorlardı. Allah'ın mağfiret vaadinin günahlarından büsbütün tevbe
edenlere ait olduğunu bildikleri halde, bir dünya metâı gelirse, utanmadan,
sıkılmadan onu alıyorlardı.
Nitekim
Allahu Teâlâ, şu sözüyle onların bu davranışlarını reddetmektedir: "Kitap
üzerine onlardan söz alınmamış mıydı1?" Yani, Allah onların bu yaptığını
iyi görmemektedir: Çünkü Allah, onlardan Allah'a karşı haktan başkasını
söylememeleri için ahd ve misak almıştı. Ne yüzle, ısrarla yaptıkları ve tevbe
etmedikleri günahlarının mağfiret olunmasını Allah'tan umuyordu? Tevrat'ta şöyle
deniyordu: Kim büyük bir günah işlerse, o ancak tevbe ile mağfiret olunur.
Kendilerinden alınan sözlerden bazıları şunlardı: Onlar insanlara hakkı
açıklayacaklar ve onu gizlemeyecekler, sözleri tahrif etmeyecekler, rüşvet almak
için ilahî hükümleri değiştirmeyeceklerdi. Onlar da, Tevrat'ı okumuşlar, onun
içindeki bâtıl yollarla başkalarının malını yemenin ve Allah'a yalan söylemenin
haram oluşu gibi hükümlerini anlamışlardı.
Sonra
Allah, sevabının bolluğu hususunda onları teşvik etmiş, şiddetli azabından da
onları sakındırarak şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki, ahiret yurdu ve ondaki
ebedî nimetler, masiyetlerden ve haramlardan sakınan, nefislerinin arzularına
uymayı terkeden ve Rablerinin itaatına yönelenler için rüşvet gibi gayr-i meşru
yollarla alman fani dünya metaından daha hayırlıdır, bunu düşünmez misiniz?
Özetle,
Ahiret yurdu, o hakir metâdan daha hayırlıdır. Burada şu hususa işaret vardır.
Dünya metama tama, İsrailoğullarını ifsad eden tek şeydir. İşte bunda, dünya
hayatını ahiret hayatına tercih eden müslümanlar için bir ibret vardır.
Sonra
Allahu Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.)'e tabi olmaya ileten Ki-tabı'na
sarılanları övmüş: "Kitaba sımsıkı sarılanlar" buyurmuştur. Yani
ilâhî kitabın emirlerine sımsıkı sarılanlar, onun metoduna uyanlar, yasakladığı
şeyleri terkedenler ve namazı kılanlar.. Cenab-ı Hak, kitab her türlü ibadeti
içine aldığı halde, bir de özellikle namazı zikrediyor. Bunu, onun derecesinin
yüksekliğini, imandan sonra ibadetlerin en büyüğü, dinin direği ve küfürle
imam birbirinden ayırdeden bir alamet olduğunu açıklamak için andı.
Şüphesiz
biz, ıslah etmeye çalışanların ecirlerini de zayi etmeyiz. Çünkü ıslah
ediciler, kitaba sımsıkı sarılanların manası içindedir. Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Gerçekten iman edip de güzel amellerde bulunanlar ise;
şüphesiz biz iyi amel edenin mükâfatını zayi etmeyiz" (Kehf, 18/30).
Yüce
Allah İsrailoğulları'nın dinlerinin hükümlerine muhalefetlerini açıkladıktan
sonra, Kitab'ın onlara ilk indiriliş anındaki hallerini hatırlatarak:
"Biz, bir zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip
kaldırmıştık da üstlerine düşecek sanmışlardı" buyurdu. Yani, hatırla ey
Rasûlüm! Hani Tur dağını biz onların üzerine kaldırmıştık. Bu hususa başka
ayetlerde de işaret olunur: "Tur'u da üstünüze kaldırdık" (Bakara,
2/63). "Tur'u üzerlerine kaldırdık" (Nisa, 4/154).
Onlar
ağır hükümler taşıdığından dolayı Tevrat'ı kabul etmekten geri durunca, dağ
adeta üzerlerine çökecek bir tavan gibi oldu. Buna kesinlikle inandılar. Biz
onlara şöyle dedik: Size vermiş olduğumuz ilâhî hükümleri ciddiyetle ve
meşakkat ihtimalini kabullenerek alın. Onda bulunan emir ve yasaklan hatırlayın
ve unutmayın. Yahut onda sayılan sevap ve cezayı hatırlayın da büyük sevabı
isteyin, şiddetli cezadan korkun. Takvanın kalblerinizde yerleşmesi,
amellerinizin din ile uyum sağlaması için böyle yapın. Bunda sizin için kurtuluş
vardır. Yahut içinde bulunduğunuz durumdan sakının. Çünkü dini ayakta tutma
hususundaki azim, nefisleri temizler ve ahlâkı güzelleştirir. Dine saygının
küçümsendiği hallerde de, nefisler şehvetlere uymaya teşvik eder. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onu temizleyen kişi, muhakkak felah bulmuştur.
Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır" (Şems, 91/9-10). [89]
172. Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından
zürriyetlerini alıp onları nefislerine şahit tutup: "Ben sizin Rab-biniz
değil miyim?" demişti. Onlar da: "Evet, şahit olduk" demişlerdi.
Bu, kıyamet günü: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi.
173.
Yahut: "Daha önce sadece atalarımız Allah'a şirk koşmuşlardı. Biz de
onların ardından gelen bir kuşaktık. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği yüzünden
bizi helak mı edeceksin?" dememeniz içindi.
174. İşte biz ayetleri böyle açıklarız. Olur ki
dönerler.
Ey
Muhammedi İnsanlara, Allah'ın bütün insanlardan aldığı o misakı hatırlat. O
misak, Allah'ın onların Rabbi ve meliki olduğu, ondan başka hiçbir ilâh
olmadığı itirafını içine alıyordu. O zaman Rabbin ayette geçtiği gibi,
Ade-moğullarmın sırtlarından zürriyetlerini, yahut sülalelerini çıkardı. Onları
tev-hid ve İslâm fıtratı üzere yarattı.
Bu
zürriyetlerden her birine vahy ve tebliğ sözüyle değil, irade ve tekvin
sözüyle: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorarak, onlardan da hal lisanıyla:
Evet sen, bizim ibadete lâyık tek Rabbimizsin diyerek, kendilerine karşı
şe-hadet aldı.
Bu
şahid tutmanın sebebi, eğer şirk koşarlarsa, kıyamet gününde; "Bizim
tevhidden haberimiz yoktu. Bizi hiç kimse uyarmadı" şeklinde mazeret ileri
sürmemeleri içindir. Artık, Allah'ın birliğine deliller ileri sürüldükten ve Allah'ın
birliğine inanacak fıtratta yaratıldıktan sonra, aklınız varsa, sizin hiçbir
özrünüz olamaz.
İnsanların
Allah'ın birliğini kabul edecek kabiliyette yaratıldığı, başka bir ayette de
ifade olunur: "Sen yüzünü hanif olarak dine dosdoğru çevir. İnsanların
üzerine yaratıldığı Allah'ın fıtratına"
(Rûm, 30/30) Sahîhayn'da Ebû Hüreyre'den rivayet olunan hadis-i şerifte
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her doğan, fıtrat üzere doğar".
Bir rivayette de: "Her doğan, bu din üzere doğar. Anne babası onu Yahudi,
Hıristiyan yahut mecusi yapar".
Sahih-i
Müslim'de, Iyâd b. Hımâr'dan Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet
olunmuştur: "Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: Şüphesiz ben, kullarımı
müslüman kimseler olarak yarattım. Onlara şeytanlar geldi ve dinlerinden
uzaklaştırdılar. Benim helâl kıldığımı, haram kıldılar.."
Âlimler:
"Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp..."
ayetinin tefsiri konusunda iki görüşe ayrılmışlardır. Selefin görüşüne uyan
müfessirler şöyle demişlerdir: Allah, Adem'i yarattı ve onun sırtından
zürriye-tini zerreler halinde yarattı, onları diriltti. Akıl ve idrak verdi. O
sözü ve cevaplarını onlara ilham etti. Onlardan, kendisinin onların Rabbi
olduğu ahdini aldı, onlar da bunu ikrar ettiler. Bu mana, birçok yollardan
-bunların bir kısmı zaaf ve inkıtadan uzak değildir- Peygamber (s.a.)'den
rivayet olunmuştur. Buna bir kısım sahabe de inanır.[90]
Sonraki
alimler ise şöyle demişlerdir: Bu temsil, mecaz ve istiare kabilinden bir şey
olup soru cevap diye bir şey yoktur. Allahu Teâlâ, birliğine ve Rabli-ğine
işaret eden birçok kevnî deliller koymuştur. Onların akılları ve gözleri de
buna şehâdet eder. Adeta O, insanlara: Benim Rab olduğumu, benden başka hiçbir
ilâh olmadığını ikrar edin, demiş, onları kendilerine şahit tutmuş ve onlara,
ben sizin Rabbiniz değil miyim, diye sormuş, onlar da evet demişlerdir. Bu,
Zemahşerî, Ebû Hayyân, Ebu's-Suud ve Beyzâvî'nin benimsediği görüştür. Râzî de
bunun hakkında: "Asla eleştirilemez" demiştir.
İbni
Kesir, hadisleri değerlendirerek şöyle der: Bu hadisler, yüce Allah'ın Adem'in
zürriyetini, onun sulbünden çıkardığına, cennetliklerle cehennemlikleri
ayırdığına işaret eder. Onların Rabbi olduğu konusunda kendilerine şahitlik
ettirmesi, ancak İbni Abbas ve Abdullah b. Amr hadislerinde geçer ki, onlar da
merfu değil, mevkuf hadislerdir. O yüzden, selef ve haleften bazıları şöyle
demişlerdir: Bu şahit tutmaktan maksat, Ebû Hüreyre ve Iyâd b. Hımâr el-Mücâ'î
hadislerinde geçtiği ve Hasan el-Basrî'nin de bu şekilde açıkladığı gibi,
insanların tevhid akidesini kabul edecek fıtratta yaratılmalarıdır.
Derler
ki: Bunun için Cenab-ı Hak: "Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından
zürriyetlerini alıp..." buyurdu. Âdem'den Âdem'in sırtından demedi. Bu,
onların soyunu, nesil nesil kıldı demektir. Sonra Cenab-ı Hak: "Onları
nefislerine şahit tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
buyurmuştu. Onlar da: "Evet, demişlerdi" buyurdu. Yani, onları buna
şahitlik eden kimseler olarak yarattı. Onlar bunu halleriyle ve sözleriyle
söylediler. Şehadet bazan sözle, bazan da halle olur: "Müşriklerin, kendi
küfürlerine şahit olup dururken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri
yaraşmaz". (Tevbe, 9/17). Yani onların hali, bu hususta kendi aleyhlerine
şahittir. Onlar bunu söyleyecek kimseler değildir. Allahu Teâlâ'nın şu ayeti de
bunu ifade eder: 'Ve muhakkak o, buna şahittir" (Âdiyat, 100/7).
Ayetten,
Allahu Teâlâ'nm, insanları tevhidi ikrar edecek fıtratta yarattığı murad
olunmaktadır. Onun için Cenab-ı Hak onların: Kıyamet gününde biz de tevhid
inancından gafildik, bu hususda uyanlmadık, yahut babalarımız müşrikti,
dememeleri için bunu yaptığını belirtmiştir.
Ben
de bu görüşe meyyalim.
"Yahut:
"Daha önce sadece atalarımız Allah'a şirk koşmuşlardı" Yani, bu şahit
tutmanın sebebi, onların kıyamet gününde, tevhidden haberdar olmadıkları,
yahut babalarını taklitettikleri mazeretini ileri sürmemeleri içindir. Onların
sözü, babalarımız bizden önce şirk koştular. Biz de onlara tabi olduk, onların
şirklerinin bâtıl olduğunu bilmiyorduk. Biz onlara hüsnü zan besleyerek,
amellerinde ve inançlarında onları taklit ettik, tevhidi bulamadık sözleriydi.
Bizi
azapla helak mı edeceksin ve bâtıl iş yapan babalarımızın yaptıkları sebebiyle
bizi hesaba mı çekeceksin? Fakat Allah onların özrünü asla kabul etmez! Çünkü
, itikad ve dinin asıllarında taklit caiz değildir.
Açık
ve beliğ olan bu misakı açıkladığımız gibi, insanlara delil olabilecek ayetleri
de açıklarız ki, onlar böylece akıl ve basiretle düşünsünler. Umulur ki onlar
şirklerinden, cehaletlerinden ve babalarını, dedelerini taklitten dönerler. [91]
175-
Sen onlara ayetlerimizi verdiğimiz o kimsenin haberini oku. O, bunlardan
sıyrılıp çıkmış, derken şeytan onu peşine takmış da azgınlardan olmuştu.
176-
Eğer biz dileseydik onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Fakat o yere mıhlandı
ve hevasına uydu. Artık onun durumu o köpeğin durumuna benzer ki, üstüne
varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini uzatıp solur.
İşte ayetlerimizi yalanlayan toplulukların hali budur. Artık sen kıssayı
anlat. Belki iyice düşünürler.
177-
Ayetlerimizi yalanlayarak kendilerine zulmetmekte olanların hali ne kötüdür.
Ey
Peygamber! Ayetlerimizi kendisine öğrettiğimiz, fakat önemsemeyerek onlarla
amel etmeyen, onlardan uzak kalan, kendisine şeytana arkadaş olduğu, vesvese
verdiği, onu dinlediği, dünyaya meyli, hevasına ve şeytana uyduğundan dolayı
kâfir sapıklardan olduğu o kimsenin haberini yahudilere oku.
O,
İsrailoğulları içinden bir âlimdi. Kenanîlerden olduğu da söylenmiştir. İbni
Abbas'tan onun Yemenli Bel'am b. Bâûrâ olduğu, kendisine Allah'ın kitaplarından
bir kısmının ilminin verildiği, fakat onlardan uzaklaştığı, Allah'ın ayetlerini
inkâr ettiği rivayet olunmuştur.
Musa
(a.s.), o adamın içinde bulunduğu şehre gitti ve oranın kâfir olan halkıyla
savaştı. O şehir halkı, o adamdan, Musa ve kavmi aleyhine dua etmesini istedi.
Duası makbul kimseydi. İsm-i A'zam'ı biliyordu. İlk anda dua etmekten sakındı.
Israrla istediler, bunun üzerine o da, onun aleyhine dua etti. Duası kabul
olundu, onun duası sebebiyle Musa ve İsrailoğulları çöle düştü. [92]
Malik b. Dinar şöyle demiştir: O adam, İsrailoğulları âlimlerindendi. Duası
makbul bir kimseydi. Musibet anlarında ona müracaat ederlerdi. Allah'ın peygamberi
Musa (a.s.), onu Allah'a davet etmek üzere Medyen kiralına gönderdi. Medyen
kiralı ona bir miktar arazi verdi. Bunun üzerine o da Musa (a.s.)'m dinini
bırakarak, kiralın dinine tabi oldu. [93]
Eğer
biz dileseydik, onu bunlar sebebiyle yükseltirdik. Ona, onu hidayete ve
ayetlerle amele muvaffak kılmak suretiyle, iyi âlimlerin derecelerinden büyük
bir derece verirdik.
Fakat
o, dünyaya meyletti. Onu istedi, onun lezzetlerine önem verdi, hevasına uydu.
Gayretini ahiret nimetine yöneltmedi. Ayetlerimiz üzerinde durmadı, Ruhî kemâl
merdiveninde yükselmedi. Allah'ın kendisine olan nimetine hürmet etmedi.
Zillet,
hakirlik ve alçaklıkta onun durumu, kovulup taşlansa da, kovulma-yıp kendi
haline bırakılsa da, soluyan köpek gibi oldu. Bu hal, köpeğin en kötü halidir.
İşte Allah'ın ayetlerini bilmekten uzaklaşan o kimsenin hali de böyledir.
Bu
garip hal, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, onlara karşı kibirlenen, o yüzden
kendilerine öğüdün fayda vermediği kimselerin halidir. Onlar, Resulullah'm
sıfatını Tevrat'ta okuyan, onun gelmesinin yakın olduğunu insanlara müjdeleyen,
ondan yardım uman, onunla fetih bekleyen, fakat Peygamber (s.a.)'in gelmesinden
sonra da onu inkâr eden yahudilerdir.
Ey
Peygamber! İşte ayetlerimizi yalanlayan kimselerin haline benzeyen o adamın
kıssalarını anlat. Belki de, Bel'am'ın halini ve Allah'ın ona olan nimetini
-Allah ona ism-i a'zamı öğretmişti de ism-i a'zamla istendiğinde Allah, onu
verir, dua edildiğinde o duaya icabet ederdi- Rabbine itaat yolunda
kullanmayı-şı, aksine Allah ordusu aleyhine dua etmesi sebebiyle, Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırıp sapıklığa düşürdüğünü bilen İsrailoğulları düşünürler
de, onun gibi olmaktan sakınırlar. Çünkü Allah, onlara Muhammed (s.a.)'in
sıfatını bildirdi. Dolayısıyla onlar, herkesten daha çok ona uymak, yardım
etmek, ona destek olmak zorundadırlar.
Allah'ın
ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah'ın ayetleri hakkında
düşünüp taşınmaktan yüz çevirenlerin, yemek içmek ve şehvetten başka
düşünceleri olmayan köpeklere benzemeleri ne kötü bir sıfattır. Onlar bu yüz
çevirmeleriyle, yalanlarıyla kendi kendilerine zulmettiler. Onlara Allah
zulmetmedi.
Bu
kötü örnek sünnette de geçer. Sahih'de ve Kütüb-ü Sitte'de İbni Ab-bas'tan
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "Bizim kötü örneğimiz
yok: Hibesine dönen, kusmuğuna dönen köpek gibidir." [94]
178-
Allah kime hidayet verirse, o, doğru yolu bulmuştur ve kimi de saptınr-sa,
onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
179-
Andolsun ki biz, cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır.
Onların
kalbleri vardır, fakat bunlarla idrak
etmezler. Gözleri vardır, fakat onunla
görmezler, kulakları vardır, kat onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar
gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar, gafil olanların ta kendile-
ridir.
Allah
kimi, aklını ve duygularını kullanarak imana, hayra şeriat ve Kur'an'a uymaya
başarılı kılarsa, o gerçekten hakkı bulur. Kimi de başarılı kılmaz, rezil
ederse, aklını ve duygularını kevnî ve serî ayetleri anlamak için kullanmaması
sebebiyle hayra ve Kur'an'a uymaya hidâyet buyurmazsa, o ziyandadır,
hidayetten uzaktır, dünya ve ahirette kaybedendir.
İlâhî
hidayet tek, sapıklık ise birçok türde olduğu için, Cenab-ı Hak, tekil olarak
"hidayeti bulan", çoğul olarak "hüsrana uğrayanlar"
buyuruyor.
Sonra
Allahu Teâlâ, sapıklara nisbetle genel olan şeyi açıklayarak: "An-dolsun
ki biz, cin ve insten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır" buyuruyor.
Yani Allahu Teâlâ, cehenneme ve cennete girmeyi hak edecek ameller yapmaya
müsait cin ve insanlardan birçok kimse yarattığını yeminle ifade ediyor. Nitekim
Cenab-ı Hak, iki fırkanın sonunu açıklarken şöyle buyurur: "Bir kısmı cennette
ve bir kısmı da cehennemdedir" (Şuarâ, 42/7) Kıyamet günündeki akıbetlerini
açıklarken de şöyle buyurur: "Onlardan bir kısmı bedbaht, bir kısmı da
bahtiyardır" (Hûd, 11/105).
Cehennemliklerin
cehenneme girmeyi hak edişlerinin sebepleri: İmanın hakikatına ulaşmak için,
dünya ve ahiret saadetinin lezzetini anlamak ve hayrın Allah'ın emrettiği,
şerrin de nehyettiği şeylerde olduğunu kavramak için akıllarını sağlam bir
şekilde kullanmamalarıdır. Onların meselelere bakışları zahiridir: "Dünya
hayatından sadece dış yüzü bilirler. Ahiretten ise tamamen habersizdirler"
(Rûm, 30/7) Onlar, anlamayan kimse gibidirler. Çünkü onlar, dikkatli ve
anlayışlı kalblerinden faydalanamazlar, sevabı düşünmezler, cezadan
korkmazlar.
Yine
onlar kendilerini mutluluğa ileten Allah'ın kevnî ve Kur"an'î ayetlerine
ibret gözüyle bakmazlar. Allah'ın peygamberlerine indirdiği ayetlerine kulak
verip ibretle dinlemezler. Tarihî olayları, geçmiş ümmetlerin haberlerini
dinlemezler. Allah'ın hidayetinden ve peygamberlerin irşadından yüz çevirmeleri
sebebiyle akıbetlerinin nasıl olduğunu duymazlar. Burada söz konusu olan
duymamak ve görmemek, duyu organlarının duyup görmemesi olmayıp, hidayeti
görmemek, öğütleri dinlememektir.
Şu
ayetler de, bunun benzeri olan manayı ifade eder: "Onlardan önce nice
kavimleri helak etmemiz -ki onların meskenlerinde gezerler- onları hidayete
ulaştırmadı mı? Muhakkak bunda ibretler vardır. İşitmiyorlar mı? Görmezler mi,
biz kupkuru yere suyu süreriz de, onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri
ekini bitiririz. Hâla görmezler mi" (Secde, 32/26-27).
Akılları
ve duyuları olmayan bu kimseler, yemek içmek ve dünya lezzetlerinden
yararlanmaktan başka düşünceleri bulunmayan dört ayaklı hayvanlar gibidirler.
Hatta onlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanlar, faydalarına olan şeyleri
ister, zararlarına olan şeylerden nefret ederler. Yemede içmede israf etmezler,
öbürleri ise, inatlarından kendilerini ateşe atarlar, bütün lezzetlerde aşırı
giderler, sevap olana yönelmezler. Hayvanların, faziletler elde etmek için
kudretleri yoktur. Fakat insanoğluna, fazilet elde etme kudreti verilmiştir. Bu
tip insanlar, Allah'ın ayetlerinden, şuurlarını ve akıllarını yaratılış
amaçlarına Yani -duyulanlardan, görülenlerden istifade etmek- uygun olarak
kullanmaktan tam bir gaflet içindedirler. İstikbâle bakmayan, sadece dünya
hayatına yönelen, ahiret hayatında ebedî kalmayı hak ettirecek çalışmayı
terkeden cahil ahmak kimselerdir. Bu manada onların gafleti, düşünmeyi terk,
cennet ve cehennemden yüz çevirmek manasına olur.
Akıllı
zeki kimseler, ahiret için çalışan, dünya için gerekli şeyleri de ihmal etmeyen
kimselerdir: "Allah'ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara. Dünyadan da
nasibini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et. Yeryüzünde
de fesad isteme. Çünkü Allah fesad yapanları sevmez" (Kasas, 28/77). [95]
180- En güzel isimler Allah'ındır. O hal- de
O'na bunlarla dua edin. Onun isim- lerinde eğriliğe sapanları terkedin. Onlar
yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.
En
güzel manaları içine alan bütün isimler, sadece Allah'ındır. Dolayısıyla ya
O'nu övmek için: "Allah. Ondan başka ilâh yoktur. Diridir. Kayyumdur"
(Bakara, 2/255). "O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
Gizliyi de, aşikârı da bilendir. O, Rahman'dır. Rahim'dir." (Haşr, 59/24).
Ya da ihtiyaçlarının karşılanması için, O'na onlarla dua eder.
Allahu
Teâlâ'nm en güzel isimleri doksan dokuzdur. Sahihayn'da, Ebû Hü-reyre
(r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur. "Allah'a
has doksan dokuz isim vardır. Bu isimleri her kim sayarsa, cennete girer. Allah
tektir. Tek şeyleri sever." İsimleri saymak; onları söylemek, ezberlemek
ve manalarını düşünmektir. Tirmizî ve Hâkim bu isimleri Velid b. Müslim ve
ŞuTse yoluyla rivayet edip; "O tek şeyleri sever" sözünden sonra
Esma-i Hüs-na'yı şöyle sayar:
Hüvellahüllezi
lâ ilahe illâ hû, er-Rahman, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mümin,
el-Müheymin, el-Aziz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvır,
el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alim, el-Kâbıd,
el-Bâsıt, el-Hâfız, er-Râfî', el-Muizz, el-Müzill, es-Semi', el-Ba-sîr,
el-Hakem, el-Adl, el-Latif, el-Habir, el-Halim, el-Azim, el-Ğafur, eş-Şekûr,
el-Aliyy, el-Kebir, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedud, el-Mecid, el-Bâis, eş-Şehid,
el-Hakk, el-Vekil, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamid, el-Muhsî,
el-Mübdî, el-Mu'id, el-Muhyi, el-Mümit, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid,
el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel,
el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtm, el-Vâlî, el-Müteâli, el-Berr, et-Tevvâb,
el-Müntakım, el-Afüvv, er-Rauf, Mâlikü'1-mülk, Zü'1-Celâl-i ve'1-İkrâm,
el-Muksit, el-Cami', el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni, ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr,
el-Hâdî, el-Bedi', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşid, es-Sabûr.
Ayet
ve hadisteki isimlerden amaç, hilâfsız olarak isimlendirmektir. Bu isimlerden
bir kısmı zatından, bir kısmı sıfatından, bir kısmı fiilinin sıfatından dolayı
ona verilmiştir. Alimlere göre, bu isimler tevkifidir. Cenab-ı Hakk'a,
Kur'an'da ve sünnette olmayan bir isim verilmez, meselâ refik, sehiyy, âkil
gibi.
"Onun
isimlerinde eğriliğe sapanları terkedin": Yani onun isimlerinde, lafız
veya manalarında haktan başka yollara -değiştirmek, yorumlamak, yalanlamak, ya
da noksan veya fazla mana vermek veya güzellik vasfına ters mana vermek gibi-
meyletmek suretiyle sapan kimseleri terkedin.
Sapma
üç türlü olur:
1- Müşriklerin yaptığı gibi değiştirmekle: Nitekim onlar, isimlerin
taşıdığı manaların dışına çıkarak, o isimleri putlarına isim verdiler. Lat
ismini Allah'tan, Uzza ismini Aziz'den, Menât ismini Mennân'dan türettiler.
2- Ziyadelik -teşbih- ile: Nitekim Müşebbihe, Allah'ın izin vermediği şeylerle
O'nu vasıflandırdılar.
3- Noksanlık -ta'til ile: Nitekim Muattıla, onun vasıflandığı isimleri
atarlar. Bazı kimseler de, Allah'a, kendi ismi olmayan isimlerle dua ederler,
o isimleri verirler.
İşte
bu sebepten bunlar, amellerinin cezasını görecekler ve daha dünyada ahirete
gitmeden önce cezalandırılacaklar. [96]
181-
Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler ve
adaletle hükmederler.
182- Ayetlerimizi yalanlayanları biz,
bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız.
183- Ben onlara mühlet veririm. Muhakkak ki benim
yakalamam şiddetlidir.
184- Onlar düşünmediler mi ki, arkadaşlarında
hiçbir delilik yoktur. O, ancak apaçık korkutandan başkası değildir.
185- Onlar, göklerin ve yerin hükümranlığına,
Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve belki ecellerinin yakın olduğuna hiç
bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?
186-
Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek olmaz ve O, bunları
taşkınlıkları içinde, şaşkın bir halde bırakıverir.
Ümmetlerden
bir kısmı, sözle ve davranışla hakkı ayakta tutarlar. İnsanları ona çağırır ve
hakla amel ederler. Zulüm ve haksızlık yapmadan adaletle hükmederler: Onlar
Muhammed ümmetidir. Bunun delili, birçok hadislerde gelen ifadelerdir. O
hadislerden bazıları şunlardır:
1- Buharî ve Müslim'in, Sahihayn'da Muaviye b. Ebî Süfyan'dan rivayet ettiklerine
göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir taife daima hak
üzere bulunur. Kıyamet kopana kadar kendilerini terk eden ve muhalefet eden
kimsenin onlara bir zararı dokunmaz".
2- Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler
ve adaletle hükmederler" ayeti hakkında Rebi b. Enes şöyle demiştir:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimden, İsa b. Meryem'in ineceği
zamana kadar hak üzere olan bir kavim bulunacaktır".
3- İbni Cerir et-Taberi, İbnül-Münzir, Ebu'ş-Şey İbni Hayyan'ın İbn
Cü-reyc'den tahririne göre, o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) bize şöyle dedi:
"Bu, hakla hükmeden, hakla alıp veren benim ümmetimdir".
4- Abd b. Humeyd ve İbnü'l-Münzir, bu ayet hakkında Katâde'nin şöyle dediğini
tahric etmişlerdir: Bize ulaşan rivayete göre Peygamber bu ayeti okuduğu zaman
şöyle derdi: "Bu, sizin içindir. Sizden önceki kavme de aynısı verilmişti:
"Musa'nın kavminden de, hakka yol gösteren ve onunla adalet eden bir
ümmet vardı".
5- Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Ali b. Ebî Talib'ten şöyle dediğini tahric
etmiştir: "Bu ümmet 73 fırkaya ayrılarak, bir fırka müstesna hepsi de
cehenneme gidecek. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: 'Yarattıklarımızdan öyle
bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler". İşte bu ümmetten kurtulanlar, bunlardır.
Kısaca:
Cenab-ı Hak, Musa (a.s.) kıssasında: "Musa'nın kavminden bir ümmet vardır
ki, hakla doğru yolu gösterirler, hakla adalet ederler" dedikten sonra, bu
sözü tekrar söyledi. Çoğu müfessirler bunu, İbni Abbas, Katâde, İbni Cüreyc ve
daha başkalarından rivayet olunan hadisi delil göstererek, ümmet-i Muhammed'le
yorumlamışlardır.
İşte
ümmet-i Muhammed'den birinci fırka bunlar.. Sonra Allahü Teâlâ:
"Ayetlerimizi yalanlayanları biz, bilmeyecekleri yönden derece derece
helake yaklaştıracağız" sözüyle ikinci fırkayı zikrediyor. Yani Kur'an'ı
yalanlayanları -Mekkelileri- dalâletleri içinde bırakırız ve onları, yavaş
yavaş bilmedikleri yerden azaba yaklaştırırız. Nimetler vermek, rızk ve hayır
kapılarını açmak, geçim yollarını kolaylaştırmak suretiyle onları helak edecek
şeylere yaklaştıracağız. Her günah işleyişlerinde, şımarıklıkları, fesada
dalışları, azgınlıklara devam edişleri ve isyan içinde gidişleri artar:
"Acaba onlara mal ve evlat olarak verdiklerimizle, onların hayırlarına mı
acele ediyoruz sanıyorlar? Aksine onlar fark etmezler" Yine başka
ayetlerde Allah şöyle buyuruyor: "Bunlar kendilerine hatırlatılanı
unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Ta ki verilenler yüzünden
ferahladılar. O zaman da onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda
onlar ümitsiz kalıverdiler. Zulmeden kavmin ardı arkası kesildi. Alemlerin
Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (En'am, 6/44-45). Buhari ve Müslim'de, Ebu
Musa'dan şu hadis-i şerifi rivayet ederler: "Allah zalime bir zaman mühlet
verir, sonunda bir kere yakaladı mı, artık bir daha onu salıvermez."
Nitekim
bu, Bedir, Hendek, Mekke'nin fethi ve diğer savaşlarda hezimete uğrayan Kureyş
kâfirleri hakkında gerçekleşti. Allah peygamberini onlara üstün kıldı.
Kendisine
Kisra'nın hazineleri götürüldüğü zaman Ömer şöyle dedi: "Allah'ım! Birden
cezalandınlmayıp mühlet verilenlerden olmaktan sana sığınırım. Çünkü senin şu
sözünü duydum: "Bilmeyecekleri cihetten, onları yavaş yavaş helake
yaklaştıracağız.."
"Ben
onlara mühlet veririm": Onlara süre vereceğim. İçinde bulundukları hali
uzatacağım. Şüphesiz ki benim gizli tedbirim, şiddetli ve kuvvetlidir.
Kısacası
nimetlerin, mal mülkün ve rızkın artması, insanın kurtuluşu için bir delil
değildir. İstidrac olabilir. Nitekim, aleyhinde hükmolunmak için düşmanın
hüküm verilecek yere getirilmesi de bu kabildendir.
Zalim
hemen cezalandırılmadığında, buna aldanmamalı. Zulüm ve taşkınlığını arttırıp
kendisini tanıtsın diye bırakılır. Sonra o zalim, dünya cezası için, hakimlerin
kabzasına düşer, yahut onun başına musibet ve belalar gelir. Sonra Allah onu,
şiddetli ahiret azabıyla cezalandırır. İstidrac: Cezalarını artırarak, onları
helake götürecek şeye yavaş yavaş yaklaştırmaktır.
Allahü
Teâlâ, ayetlerinden yüz çevirenleri tehdit ettikten sonra, onların şüphelerine
cevap vermek üzere: "Onlar düşünmediler mi ki, arkadaşlarında hiçbir
delilik yoktur" buyurdu. Şu ayetlerimizi yalanlayanlar, arkadaşlarında
-Muhammed'de- bir delilik bulunmadığını düşünmediler mi? Onun, işin başından itibaren
halini, davetinin ve peygamberliğinin hak olduğunu, hakka çağırdığını
bildikleri halde, o bir şair, deli diyorlardı.. "Arkadaşlarında"
tabiri onların, onun çocukluk, gençlik, olgunluk zamanındaki ve
peygamberlikten sonraki halini tam manasıyla bildiklerini hatırlatmak içindir.
Eğer
onlar, asabiyyetten, heva ve heveslerinden uzaklaşarak onun durumunu
düşünseler, hakkı bilirler, onun doğruluğunu, deli ve şair olmadığını anlarlar.
Kur"an, onların iftiralarını şöyle anlatır:
"Arkadaşınız,
bir deli değildir" (Tekvir, 81/22)."De ki: "Ben size ancak bir
nasihatla öğüt veriyorum: Ki yalnızca Allah için, ikişer ikişer, birer birer
kalkınız, sonra tefekkür ediniz. Ki, arkadaşınızda bir delilik yoktur. O,
ancak -şiddetli bir azabın öncesinde- sizin için bir korkutucudur" (Sebe,
34/46)."Yoksa: "Onda delilik var" mı diyorlar? Aksine o, onlara
hak ile geldi. Halbuki onların çoğunluğu hakkı hoş görmezler" (Müminûn,
23/70). "Dediler ki: "Ey kendisine Zikr indirilen! Mutlaka sen bir
delisin" (Hicr, 15/6). "Ve derlerdi ki: "Biz ilâhlarımızı deli
bir şair için mi terk edeceğiz?" (Saffât, 37/36).
Şüphesiz
o, bir deli değildir. Nasihat eden bir uyarıcı ve güvenilir bir teb-liğcidir.
Davetine inanmadığınız takdirde, başınıza gelecek dünya ve ahiret azabından
sizi korkutmaktadır.
Allahu
Teâlâ, bu yalanlayanların durumunu anlattıktan sonra şöyle demektedir:
Hakkında ve davetini düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Bu suretle onların
dikkatini, davet ettiği Allah'ın birliğine inanmaya çevirdi. Gök ve yer alemini
düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Gök ve yer aleminde, hikmetli ve ezelî
yaratıcının varlığına deliller vardır. Ayette geçen melekût kelimesi, mübalağa
sîğası olup, büyük mülk demektir. Şu ayetlerimizi yalanlayanlar, Allah'ın
mülkünü ve saltanatını, göklerdeki ve yerdeki eşsiz nizamını, küçük büyük her
şeyi düşündükleri zaman, doğru ve sağlam düşünüş onları Allah'ın varlığına ve
birliğine götürür. Ansızın ölümün geleceğini, yakında öle-bileceklerini
düşünmediler mi? Ansızın ecel gelmeden ve ceza inmeden, bakıp görmekte, hakkı
aramakta acele etsinler. Allah'ın Rasûlüne itaat etsinler, ona itaata
yönelsinler..
Cenab-ı
Hakk'ın "Allah'ın yarattığı her şey" sözü, tevhid delillerinin sadece
göklerde ve yerde olmadığına; Allah'ın yarattığı ceset ve ruhtan her zerrenin,
tevhide eşsiz bir burhan olduğu konusunda uyan mahiyetindedir.
"Ecellerinin
yakın olduğu" sözü, düşünmeye büyük bir teşvik, ecellerinin yaklaşmış olup
küfür üzere ölüp Allah'ın azabına ve elim cezasına uğramalarından korkutmadır.
Kısacası, belki de, ecelleri yaklaşmıştır. Niçin, zaman geçmeden Kur*an'a
imana koşmuyorlar. İbni Abbas şöyle demiştir: Ecelin yaklaşmasıyla, Bedir ve
Uhud savaşlarını murad etmiştir.
Kur'an'a
inanmıyorlarsa, ondan başka hangi söz ve olaya inanacaklar? Muhammed (s.a.)'in
Allah katından getirdiği kitabındaki korkutmadan başka hangi korkutmaya iman
edecekler? Kur'an'dan başka hangi söz onların iman etmesine daha lâyıktır?
Sonra
Allahu Teâlâ "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek olmaz
ve O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir" buyuruyor.
Peygamber (s.a.)'e imana istidadı ve Kur"an'la ameli kaybeden kimseyi
Allah, aşırı zulüm, taşkınlık ve günahı sebebiyle sapıklık içinde bırakır.
Allah'tan başka kendisine bir hidayet verici bulamaz.
Bu,
Allah'ın onları sapıklığa zorlaması anlamına gelmez. Belki maksat, kalblerinde
küfür kökleştiği ve taşkınlıklarında aşırı gittikleri için, kendi
ihti-yarlanyla, onun davet ettiği hidayet ve imanı kaybettiler. Nefisleri, hak
davete hazır hale gelmedi, Allah onları yaratmadan önce bu hallerini bildiği
için, onları bu tarzda yarattı, böylece sapıklık içinde oldular, demektir. [97]
187- Sana saatten sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Rabbimin yanında-
<*ır" ^nun vaktini kendisinden başkası
açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır
basmıştır. O, size ancak ansızın gelir.
Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana
onu sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah'ın katındadır. Fakat insanların
Ey
Muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar? Başka bir ayette de
Yüce Allah: "İnsanlar sana kıyametten sorarlar" (Ahzab, 33/63)
buyuruyor. Ayette istikrara işaret eden [ve "kopma" şeklinde
çevirdiğimiz] "mürsa" kelimesinin kullanılması, kıyametin kopması;
âlemin hareketinin sona ermesine, yerin ömrünün tükenmesine işarettir.
Onlara
de ki: Kıyametin ilmi, sadece Allah'a aittir. Yaratıklardan hiç kimse onu
bilemez. Onu, belirlenen vaktinde ancak Allah açığa çıkarır. Onu, mu-karreb bir
melek, yahut mürsel bir nebî de olsa, hiç kimse bilemez. Nitekim Allah şöyle
buyurur: "Kıyameti bilmek Allah'a havale edilir. Onun bilgisi olmadan
meyveler kabuklarından çıkmaz" (Fussilet, 41/47). Yine başka bir ayette de
şöyle buyurur: "Kıyamet saati hakkındaki bilgi, O'nun yanındadır. Yağmuru
O indirir" (Lokman, 31/34). Kıyamet gibi genel saat ve ecel gibi özel saat
konusundaki tüm bilgi Allah'ın kendine özgü kıldığı gayb bilgilerindendir. Bu
suretle, bilgiden etkilenmeyen sahih bir imtihan ve insanlarda devamlı bir
bekleme durumu meydana gelir.
"Rabbimin
yanındadır" sözünde Rabba ait olan bir şeyin mahlûka ait olamayacağına,
peygamberin görevinin onun gerçekleşeceği konusunda uyarmak olduğuna,
insanların bir karışıklık ve rahatsızlık içine girmemeleri için ki zamanını
bilseler, rahatsız olurlardı- zamanının bildirilmediğine işaret vardır.
Onun
için Allahu Teâlâ: "Göklerde ve yerde ağır basmıştır" buyuruyor. Yani
onun ilmi, göktekilere ve yerdekilere gizlidir. Mukarreb meleklerden ve mür-sel
nebilerden hiçbiri, onun ne zaman gerçekleşeceğini bilmemektedir. Onun için,
ilmi gizli olan her şey, kalbe ağır gelir. Hasen el-Basrî ve diğer bazı âlimlerden
rivayet olunduğuna göre, onun gelmesi, göklerdekilere ve yerdekilere ağır
gelir. Onlar, onun ne zaman vuku bulacağını bilmemekte, daima vukuunu beklemekte,
onun vukuundan korkmaktadırlar, demektir.
Allahu
Teâlâ, insanlar dünya işleriyle meşgulken, hiç beklemedikleri bir zamanda
kıyametin birdenbire ve aniden kopmasını takdir buyurmuştur.
Buharî'nin
Ebû Hüreyre'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. O batıdan doğduğunda, insanlar
onu görür ve hepsi de iman ederler. Fakat işte bu, imanın; daha önce iman
etmediği veya imanında hayır kazanmadığı için hiçbir nefse fayda vermediği
zamandır. Şüphesiz kıyamet kopacaktır. Hem de alım-satım için, satıcı ile
müşteri aralarında elbise açacaklar, alış-veriş tamamlanmadan ansızın kıyamet
kopacak da, o elbisenin dürülmesi mümkün olmayacaktır. Yine kıyamet, sağmal
devesinin sütünü sağıp gelen kişiye sütü içmek nasib olmadan kopacaktır. Yine
kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek, fakat kıyamet ansızın kopacak da havuzun
suyunu kullanmak nasib olmayacak. Kıyamet mutlaka kopacak, hem de yemek
yemekte olan kişi lokmasını ağzına götürecek, kıyamet ansızın koparak yemek
nasib olmayacak."
"Sanki
sen onu biliyormuşsun gibi, sana onu sorarlar." Sanki sen hep onu
soruyormuşsun, zamanına çok önem veriyormuşsun, onu biliyormuşsun gibi.. Onlara
şöyle de: Ben onu bilmiyorum. Onun ilmi, göklerin ve yerin gaybını bilen Allah
katındadır.
"Onun
ilmi Allah katındadır" şeklindeki cevabın, sorudan sonra yeniden
tekrarlanması, bir tekrar değil, pekiştirmedir. Burada Allah lafzı ile ifade
olunması, Allahu Teâlâ'nın, kıyametin ne zaman kopacağını sadece kendinin
bildiğine işarettir. Yukarıdaki ayette ise, Rab lafzıyla ifade olunması,
kıyametin, onun Rabliği ile ilgili işlerden olduğuna tenbih içindir.
"Sanki
sen onu biliyormuşsun" sözünün tefsiri hakkında İbni Abbas'ın şöyle dediği
naklolunmuştur: O, onların niyetlerini bilmekte, sorularından sevinmektedir.
Sanki, seninle onların arasında bir sevgi var. Sanki sen onların bir
arkadaşısın. Çünkü onlar, seninle aramızda bir akrabalık var, kıyametin kopma
zamanını bize açıkla demişlerdi.
Fakat
insanların pek çoğu, sadece Allah'ın, kıyametin vaktini bildiğini, kıyametin
bilgisinin O'na ait olduğunu bilmiyorlardı. Onun gizlenmesindeki sırrı, yahut
onun vaktini halkın bilmeyiş sebebini ancak az kimse biliyordu. Onlar da
Kur"an'a ve Peygamber (s.a.)'in haber verdiği şeylere inanan kimselerdi.
Nitekim Buharî ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiği hadiste, Cibril (a.s.)
Efendimize
kıyametten sorduğu zaman, o şöyle buyurmuşlardır: "Kendisine sorulan,
sorandan daha fazla şey bilmiyor". Yani ben ve sen, bunu bilmemekte aynı
durumdayız. Fakat Peygamber (s.a.), kıyametin vukuunun yakın olduğunu söyledi.
Nitekim, Tirmizi'nin Enes'ten merfu olarak naklettiği ve sahih dediği hadiste
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben kıyametle yanyana gönderildim."
Resulullah, bunu söylerken iki parmağını -şehadet parmağı ile orta parmağını-
yanyana getirmiştir.
Razî
şöyle der: Kıyametin insanlardan gizli tutulmasının sebebi, hep onun korkusunu
taşımaları içindir. Bu hal, insanı itaata daha çok çeker, masiyetten daha çok
alıkoyar. [98]
Âlûsî
de şöyle der: Yüce Allah, hikmet-i teşriiyyesi onu gerektirdiği için kıyametin
zamanını gizledi. Çünkü bu, itaata daha çok teşvik edici, masiyetten daha çok
men edicidir. Nitekim, insanın eceli de öyledir. [99]
Kadir
gecesinin ve icabet saatinin gizlenmesindeki sır da, insanları onu aramaya ve
daha uzun süre onun için amel etmeye, istikamet, dua ve ibadet hali üzere
kalmaya teşvik etmek içindir. [100]
188-
De ki: "Ben kendim için, Allah'ın
dilediğinden başka, ne bir faydaya, ne
de bir%arara Jukiedir değilim Eğer
ben gaybı bilseydim, elbette hayrı çoğaltırdım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı.
Ben ancak azabın habercisi ve iman
edecek bir kavmi müjdeleyici-yim."
Allahu
Teâlâ peygamberine, işleri kendisine havale etmesini, kendisinin gelecek olan
gaybı bilmediğini, ancak Allah'ın bildirdiği şeyi bildiğini söylemesini
emretmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyurur: "O gaybı
bilendir. Kendi gaybına hiçbir kimseyi göstermez. Ancak razı olduğu elçilere
gösterir" (Cin, 72/26-27).
Ey
peygamber! İnsanlara de ki: Ben, kendim ve başkası için herhangi bir menfaat
sağlayamam. Kendimden ve başkasından bir zararı uzaklaştıramam. Ancak Allah'ın
dilemesi ve kudreti müstesna. O bana ilham eder ve beni başarılı kılarsa
olur..
Bu,
bir kulluk ifadesidir ve gaybları bilme iddiasından uzak olmayı ifade eder.
Gerçekte peygamberlik makamı kıyamet saatini ve daha başka gaybî şeyleri
bilmeyi gerektirmez. Gaybı, sadece Allah bilir. Peygamberlik vazifesi, vahyi
tebliğ etmek, ta'lim ve irşaddır. Bunun dışındaki şeylerde, peygamber de diğer
insanlar gibidir: "De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir beşerim"
(Kehf, 18/110).
Eğer
gaybı bilseydim, mal gibi yararlı şeyleri edinirdim. Bana kötü şeyler isabet
etmezdi. Kötü şeylerden, daha olmadan sakınır, zararlı şaylerden daha
gerçekleşmeden çekinirdim. Benim insanlardan üstün bir tarafım yok. Ancak bana
Allah'tan korkutmakla ve müjdelemekle ilgili şeyler vahyolunuyor. Ben,
korkutmakla ve müjdelemekle vazifelendirilmiş bir kulum. Azaptan korkutucu ve
müminlere cennetleri müjedeleyiciyim. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Biz onu (Kur'an'ı) kendi dilinle kolaylaştırdık ki, müttakileri onunla
müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın" (Meryem, 19/97).
Müminler
için korkutucu ve müjdeleyici oluşum; onlar, korkutmaktan ve müjdelemekten
fayda gördükleri içindir. [101]
189- Sizi tek bir candan, bundan da, onda sükûn
bulsun diye eşini vareden O'dur. Eşini örtüp bürüyünce, eşi hafif bir yük
yüklendi, onu gezdirdi. Nihayet (gebeliği) ağırlaşınca her ikisi de Rableri
olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize salih bir çocuk verirsen,
muhakkak ki şükredenlerden oluruz."
190-
Onlara yaratılışı tam bir çocuk verince, kendilerine verdiği şeyde Ona
ortaklar koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştuklarından yücedir.
191-
Kendileri yaratılmış oldukları halde, hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayan
şeyleri mi eş koşuyorlar?
192-
Halbuki bunlar kendilerine hiç bir suretle yardım edemeyecekleri gibi, kendi
kendilerine bile yardım edemezler.
193-
Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz, size tabi olmazlar. Onları davet
etseniz de, susmuş olsanız da size karşı aynıdır.
"Sizi
tek bir nefisten yaratan Allah'tır." Müfessirlerin çoğunluğu şöyle demiştir:
Tek nefisten amaç, Adem (a.s.)'dır. Cenab-ı Hak, sonra ondan eşi Havva'yı
yarattı. İnsanlar o ikisinden çoğaldı. Nitekim şöyle buyurur: "Ey
insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi milletler ve
kabileler halinde kıldık ki, birbirinizle tanışasınız" (Hucurat,
49113);"Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan da zevcesini
vücuda getiren ve her ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten
Rabbinizden sakının" (Nisa, 4/1).
Bazı
müfessirlere göre ise mana şöyledir: O, sizi tek bir cinsten ve tek bir
tabiattan yarattı. Her çeşitten karı-koca yarattığı gibi, sükûnet bulması,
huzur ve rahat içinde olması için, eşini de onun cinsinden yarattı. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Her şeyden de çift çift yarattık. Olur ki
iyice düşünürsünüz" (Zariyat, 51/49).
"Onda
sükûn bulsun diye" sözü, Cenab-ı Hakk'ın şu sözü gibidir: "Sizin için
nefsinizden, kendilerine ısınmanız için, eşler yaratmış olması da O'nun ay
etler indendir" (Rum, 30/21). Bu ülfet etme, kadın-erkek her birinin
içinde vardır. Gençlik çağında, nefis ancak diğer cinse yakın olmakla sükûnet
bulur. Karı-koca arasındaki ülfetin daha büyüğünü başka iki canlı arasında
bulamayız. Tabiatıyla, cins kendi cinsine çok meyyaldir. Hayatla ilgili
konularda karşılıklı yardımlaşma, erkeğin dişi ile birleşmesine muhtaçtır.
İnsan türünün devamı, bu iki cins arasındaki bağla mümkündür.
Sonra
Allahu Teâlâ, kadınla erkek arasındaki bu evliliğin meyvesini zikrederek:
"O, onu örtüp bürüdüğü zaman" buyurmuştur. Bu, cinsel birleşmeden
kinayedir. Yani, iki cins arasında cima hadisesi olduğu zaman, cenin oluşmaya
başlar. Hafif bir hamilelik vuku bulur. Bu anda kadın, bir ağırlık ve elem hissetmez.
Olay nutfe ile başlar, sonra 'alaka', sonra bir et parçası olur, hamileliğin
başlamasıyla hayız hali kalkar, kadın meşakkat çekmeden, her zamanki işlerini
yürütür. "Onu gezdirdi" sözünün manası budur.
Hamile
kadın, karnında çocuğun büyümesi sebebiyle ağırlaşınca ve doğum zamanı gelince,
Adem ve Havva, yemin ederek Allah'a şöyle dua ettiler: Eğer bize, yaratılışı
düzgün, sağlam bir çocuk verirsen, elbette senin nimetine şük-redenlerden ve o
nimetine şükürle meşgul olacağız.
Allahu
Teâlâ, onlara istediklerini verip, yaratılışı düzgün, iyi bir evlat verince,
Allah'a verdikleri şeylerde ortaklar koştular. Allahu Teâlâ ise, onların ortak
koştukları şeylerden, ona nisbet ettikleri çocuğu ve ortağı olmak gibi şeylerden
uzaktır.
"Kendilerine
verdiği şeyde O'na ortaklar koşmaya başladılar" sözünden murad nedir?
Süyûtî
gibi bazı müfessirler, Tirmizî ve benzerlerindeki zayıf bir hadise dayanarak,
bundan muradın Adem ile Havva olduğunu söylemişlerdir. Semu-ra'nm Peygamber
(s.a.)'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Havva çocuğu dünyaya
getirince, İblis geldi ve ona Abdülharis -bu İblis'in melekler arasında olduğu
sıradaki ismiydi- ismini koy, çocuğun o zaman yaşar -Havva'nın çocuğu yaşamıyor,
ölüyordu- dedi. Bunun üzerine, Havva ona, o ismi verdi, çocuk yaşadı. Bu,
şeytanın fısıldaması ve emriyle oldu. Bunu, birçok dayanağı olmayan, ispat
edilemeyen İsrailî rivayetler de desteklemektedir. Bu gibi şeylerin peygamberler
hakkında düşünülmesi doğru değildir.
Gerçek
şu ki, tek nefisten murat Adem (a.s.)'dır. İş Adem ile Havva'ya nisbet
olunuyorsa da, onlardan gelen çocukları murad olunmaktadır. Hasan el-Basrî'ye
göre, onlar yahudiler ve hıristiyanlardır. Allah onlara çocuklar vermiş, onlar
da onları yahudileştirmiş, hıristiyanlaştırmıştır.[102]
İbni
Kesir, Hasen'in bu yorumunu teyid ederek şöyle der: Bu, ayet konusundaki
tefsirlerin en güzellerindendir. Fakat biz Hasen el-Basrî'nin bu görüşünün
karşısındayız. Çünkü, ayetin siyakı dikkate alınacak olursa, murad Adem ve
Havva değildir. Burada amaç, onun zürriyetinden gelen müşriklerdir. Bunun için
Allahu Teâlâ, çoğul olarak, "Allahu Teâlâ, onların ortak koştukları
şeylerden münezzehtir" buyurmuştur. Daha sonra gelenlerin, bir ana babadan
geldiklerini ifadeye hazırlık olması için ilk önce Adem ile Havva anılmıştır.
Bu, bir şahsı zikrettikten sonra türü zikretmeye geçmek gibi bir şeydir.
Nitekim şu ayette de, aynı şey söz konusudur: "Andolsun biz dünya semasını
kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atış taneleri yaptık" (Mülk,
67/5). Bilindiği gibi, göklerin kendileriyle süslendiği yıldızlar, esas atış
yerleri yapılan şeyler değildir. Kandillerden, onların cinslerini çıkarmak
türündendir. Kur"an'da bunun benzerleri vardır.[103]
Kısacası;
şirk Adem ve Havva'ya nisbet olunmuşsa da, bununla onların çocukları
yahudiler, hıristiyanlar ve müşrikler kasdolunmaktadır. Çünkü Adem ve eşi,
müşrik olmadı.
Zemahşerî:
"Ona eşler koşmaya başladılar" sözü hakkında şöyle der: Onların
çocukları, ona ortak koşmaya başladılar. Muzaf hazf olunup onun yerine muzafun
ileyh getirilmiştir. "Onlara verdiği şeylerde" de durum aynıdır.
"Onların çocuklarına verdiği şeylerde" demektir. Çünkü Adem ve Havva
şirkten uzaktırlar. Allah'ın onlara verdiği şeylerde onların ortak koşmaları
demek; çocuklarına, Abdullah, Abdurrahman ve Abdürrahim yerine Abdüluzza,
Abdül-menat, Abdüşşems vb. isimler vermeleri demektir. [104] Bu
yorumu, Razî de zikreder.
Razî,
ayetin bir başka yorumunu daha zikreder: "Ona ortaklar koşmaya
başladılar" sözü, yadırgama halinde soru manası taşımaktadır. Mana
şöyledir: Onlara salih bir çocuk verdiği zaman, onlara verdiği şeylerde, O'na
ortaklar mı koşmaya başladılar? Sonra Allahu Teâlâ, şöyle buyurur: "Allah,
onların ortak koştuklarından uzaktır." Allah, şirk içinde olan ve onu
Adem'e nisbet eden bu müşriklerin ortak koşmalarından münezzehtir. [105]
Bütün
bunlar, kıssanın baştan sona Adem ve Havva hakkında olduğunu ifade ediyor:
Hitap Resulullah zamanındaki Kureyşedir. Bunlar Kusay ailesi-dir. Kureyşî Kusay
ve ailesi, dört çocuğuna Abdümenaf, Abdüluzza, Abdülku-say ve Abdüllat adını
koymuşlardı.
Kaffâl
şöyle der: Allahu Teâlâ bu kıssayı, darb-ı mesel olarak zikretmiştir. Bu halin
açıklanması bu müşriklerin cahilliklerinin ve ortak koşmalarının anlatılmasıdır:
Onların şirkle ilgili sözleri, asıl olarak çiftlerin cinsidir. Sizden her
birinizi, tek bir nefisten yahut tek bir cinsten yarattı. Onun cinsinden, insanlıkta
ona denk bir insanı ona zevç kıldı.
Sonra
Allahu Teâlâ, müşriklerin görüşlerini boşa çıkarttı. Şirki kökünden bozarak
şöyle buyurdu: "Hiç bir şey yaratmaya kudreti olmayan şeyleri mi eş
koşuyorlar?" Yani, kesinlikle hiçbir şey yaratamayan bir şeyi Allah'a
ortak mı koşuyorlar? Yahut, bir şey yaratamayan, yaratamayacak olanları ona
ortak mı koşuyorlar? Onları, çocuklarını ve her mahlûku yaratan ancak
Allah'tır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ey insanlar! Size bir
misal getirildi. Onu iyice dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da taptığınız
şeyler, hepsi onun için bir araya toplansalar bile, bir sinek dahi
yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey alsa, bunu ondan geri almaya güçleri
olmaz. İsteyen de zayıf, istenen de" (Hac, 22/73).
Bu
putlar insanlar tarafından yapılmış birer mahlûkattır. "Onlar hiçbir şey
yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp duruyorlar" (Nahl, 15/29).
Onlar,
kendilerine tapanlara hiç bir yardım yapamazlar. Hatta kendilerine karşı hakaret,
küfür ya da kendilerinden bir şey alma şeklinde meydana gelebilecek bir
taşkınlıkta bulunanlardan öç alabilecek güçte değillerdir. Cenab-ı Hak, putlar
için "yaratılıyorlar" kelimesini kullanmıştır. Çünkü Araplar, putların
zarar ve fayda verdiğine inanıyorlardı.
Bütün
bunlar müşriklerin, Allah'ın mahlûku oldukları, Allah tarafından terbiye
olundukları halde, hiçbir şey yapamadıkları, zarar ve fayda veremedikleri,
görüp işitmedikleri ve tapanlarına yardım edemedikleri, hareket edemeyen
birtakım cansız varlıklar olan putlara tapmalarını yadırgamadır.
Sonra
Allahu Teâlâ, bu putların, bırakın tabi olunan, tabi bile olamayacaklarını
zikrederek: "Eğer siz bunları doğru yola davet ederseniz, size tabi olmazlar.."
buyurmuştur. Yani, siz bu putları doğruya ve hidayete yahut gerçekleştirmek
istediğiniz şeye, sizi hidayet etmelerini isteseniz, size olumlu cevap
veremezler, size fayda sağlayamazlar. Her iki halde de onların faydası yoktur.
Allah'tan hayır ve hidayet istediğiniz gibi, onlardan hayır ve hidayet
isteseniz, sizi muradınıza ve isteğinize kavuşturamazlar. Allah'ın istediğinize
cevap verdiği gibi, isteğinize cevap veremezler: "Eğer doğrucu iseniz,
haydi onları çağırın da size icabet etsinler" (A'raf, 7/194).
Sizin
onları çağırmanız veya çağırmamanız, onlara hayır ve kurtuluş getirmez. Çünkü
onlar duayı anlamazlar, ses duymazlar, söz kavramazlar.
Sıfatı
böyle olan bir varlık, kendisine ibadet olunan bir Rab olamaz. Kendisine
ibadet olunan Rab, işiten, gören, bilen, haberdar olan, yardım eden, gücü
yeten, kendisine ibadet edene fayda veren, kendisine isyan edene zarar veren,
doğruya hidayet buyuran, kötü şeyden kurtaran, kendisine dua ettiği zaman sıkıntıya
icabet edendir. (D "Susmuş olsanız" ifadesi, teceddüd (yenilenme)
ifade eden fiil cümlesi yerine, devam ve süreklilik ifade eden isim cümlesiyle
ifade olunmuştur. Çünkü onlar, kendilerini sıkıntıya sokan bir şeye karşı,
putlarına değil, Allah'a dua ederlerdi. Onların sürekli halleri, onların
davetlerine sessiz kalmaktı. Onlara çağırmanız veya çağırmamanız halinde durum
değişmez. [106]
194-
Allah'ı bırakıp taptıklarınız da sizin gibi kullardır. Eğer doğrucu iseniz,
haydi onları çağırın da size icabet etsinler.
195- Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları
elleri mi, yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri kulakları mı var?
De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzağı kurun da bana mühlet
bile vermeyin.
196-
Benim velim o kitabı indiren Allah'tır. Ve o salihleri veli edinir.
197-
Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise, ne size, ne de kendilerine yardım
etmeye güçleri yetmez.
198-
Eğer sen onları hidayete davet edersen duymazlar. Onları sana bakar görürsün.
Halbuki onlar görmezler.
Şüphesiz
o kendilerine taptığınız, ilâh edindiğiniz, zararı uzaklaştırması veya fayda
sağlaması için ibadet ettiğiniz o putlar, kendilerine tapanlar gibi kuldurlar.
Onlar gibi, Allah'ın mahlukudurlar. O'nun irade ve kudretine boyun eğerler.
Hatta insanlar, onlardan daha mükemmeldirler. Çünkü insanlar duyar, görür ve
tutar, yakalarlar. Onlar ise, bunlardan hiçbirini yapamazlar. Durum böyle
olunca, kendisi gibi bir mahluk olan, hatta kendisi daha mükemmel olan insan,
putları nasıl mukaddes bilir, onlara tapar? İbadete lâyık olan, bütün kâinatın
kendisine boyun eğdiği, bütün sebeplerin kendisine itaat ettiği yaratıcı
Rab'dir. O halde sen, Allah'ın ilim ve marifetle mümtaz kıldığı, inancını hak
ve nurla süslediği insanlığa peygamberliği bırakır da, Allah diye zarar ve
fayda vermeyen bir taşa nasıl taparsın?
Eğer
onları ilâh yapmakta, ibadete lâyık olduklarında, onlardan fayda veya zarar
ummakta samimi iseniz onlara dua edin ve onlardan herhangi bir talepte bulunun
da, onlar sizin duanıza -kendiliklerinden veya Allah katında aracı olarak-
icabet etsinler. Burada duanın manası: Onlara menfaat sağlamak, onlardan
zararları gidermektir."İcabet etsinler" ifadesinin Arapça karşılığında
"lâm" harfi, emir manasmdadır. Mana şöyle olur: Her akıllı, onların
duaya icabet edemeyeceklerini anlayınca, onların ibadete lâyık olmadıkları da
ortaya çıkar.
"Sizin
gibi kullardır" sözü, onlarla alaydır. Onlar canlı, akıllı olsalar bile,
sizin gibi kuldurlar, aranızda hiçbir fark yoktur.
Putların
kul oldukları söylendi ve cansız, akılsız varlıklar oldukları halde, müşriklerin
zarar ve fayda veren varlıklar oldukları konusundaki inançlarına uygun olarak,
akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle işaret olundular.
Sonra
Kur'an, onlara cevapta acele etmiş, onlar gibi kullar oldukları görüşünü iptal
etmiş, onlar gibi olmadıkları, belki onlardan daha aşağı derecede olduklarını
söylemiş, el, ayak, göz, kulak gibi dört uzuv zikrederek, bunların putlarda
olmadıklarını zikretmiştir.
Putların,
kendileriyle fayda sağlamaya yahut zararı giderecekleri ayakları, istediğiniz
iyiliği yahut şerrinden korktuğunuz şeyi tutacak elleri, hallerinizi görecek
gözleri, dualarınızı, sözlerinizi duyacak, isteklerinizi anlayacak kulakları
yoktur: O halde onlar, sizin gibi değildir; bir şey yapmada, bir takım sıfat ve
kuvvetlerde sizden daha aşağı durumdadırlar. Bu gibi organlara sahip olmayanlar
ibadete lâyık olamazlar. Çünkü insan, bu putlardan çoğu konuda daha
üstündürler. Hatta insanla bu putların meziyetleri arasında karşılaştırma
yapmak doğru değildir. Çünkü onlar, ya sağır bir taş, ya işaret etmez bir
çamur, ya bir hurma veya Hanife oğullarının putu gibi bir tatlıdır.
Şiir:
"Hanife Rabbini yedi, sıkıntı ve açlık yılında.."
Bütün
bunlara rağmen Peygamber (s.a.) onlara meydan okumakla ve onları fiili
uygulamaya çağırmakla emrolunarak şöyle dendi: Ey Muhammed! Bu putperestlere
şöyle de: Allah'tan başka, ortak koştuğunuz varlıkları ve ilâhlarınızı
çağırın! Bana karşı onlardan yardım isteyin. Bana tuzak hazırlamak için
birbirinizle yardımlasın. Beni bir an bile geri bırakmayın, bütün gayretinizi
sarfedin. Yapabiliyorsanız bana zarar verin. Siz ve ortaklarınız bir an bile
bana vakit tanımayın. Size aldırış etmem. Bunu ancak Allah'ın koruyacağına
inanan söyleyebilirdi. Onlar, onu ilâhlarından korkutmuşlardı.
Bu,
onların tehditlerini ve: "Biz, ilâhlarımızın sana kötülük etmesinden
korkuyoruz" sözlerini reddir.
Sonra
Hz. Peygamber, Mekke'de çok az sayıda yardımcıları olmasına rağmen, Allah'a
son derecede güvendi ve bu mabudları tahkir etti. Allah'ın vahyi ile:
"Benim velim Allah'tır" dedi. Yani, Allah bana yeter, size karşı
benim yardımcım O'dur. Dünyada ve ahirette işimi üstlenen O'dur. O'na dayanır,
O'na sığınırım. Tevhide çağıran, şirki reddeden Kur"an'ı bana indiren,
peygamberlikle beni aziz kılan O'dur. Benden sonra her iyi kimseyi -Hurafe ve
bidatlarından uzak bir inanca sahip olan ve iyi amel işleyen kimseyi- de,
üstlenecek O'dur. İyi kullarına ve peygamberlerine yardım etmek, onları rezil
rüsvay etmemek Allahu Te-âlâ'nın adetidir. Müşriğin dostu ise şeytandır:
"Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.
Küfredenlerin dostları ise tağuttur. O da onları nurdan karanlıklara
çıkarır" (Bakara, 2/257). Bu ayetin daha önceki ayetlerle bağlantısı
şudur: Cenab-ı Hak, bundan önceki ayetlerde, putların fayda ve zarar vermeye
güçlerinin olmadığını açıkladı. Bu ayette de, her akıllı kimse için Allah'a
ibadet etmek gerektiği, çünkü din ve dünya menfaatlarını -birincisi Kur'an
indirmekle, ikincisi iyi şeyleri vermekle- O'nun üstlendiği açıklanıyor.
Sonra
Allahu Teâlâ, putların, yardımı gerçekleştirmekte hüsrana uğradıklarını
açıklıyor: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise ne size, ne de
kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez." Yani, Allah'tan başka, size
yardım etmeleri ve sizden zararı uzaklaştırmaları için ibadet ve dua ettiğiniz
varlıklar size yardım edemezler. Kendilerine hakaret edenlere, ya da
üzerlerine konulan koku, tatlı gibi şeyleri alanlara, yahut onlara kötülük
yapmak isteyenlere karşı kendilerine bile yardım edemezler.
Nitekim
İbrahim (a.s.), putları paramparça ederek kırdı ve buna engel olamadılar.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlara gizlice sağ eliyle vurdu" (Saffat,
37/93). "Onların hepsini parça parça edip, yalnız büyüklerini bıraktı ki,
belki ona başvururlar." (Enbiya, 21/58).
Muaz
b. Cebel ve Muaz b. Amr b. el-Cemûh (r.a.)'dan rivayet olunur: Resu-lullah
(s.a.), Medine'ye gelince müslüman olan bu iki genç sahabi, kavimleri ibret
alıp, görüşlerini değiştirsinler diye, gece müşriklerin putlarına saldırır, onları
kırarlar ve ihtiyaç sahiplerine odun yaparlardı.
Kavminin
efendisi olan Amr b. el-Cemûh'un bir putu vardı. Ona tapar, koku sürerdi.
İşte, yukarıda adı geçen iki genç, gece gelirler, o putu başı üstüne ters
çevirirler, ona pislik sürerlerdi. Amr b. Cemûh da gelir, yapılanları görür,
onu yıkar, koku sürer, yanına bir kılıç koyarak şöyle derdi: "Öcünü
al." O iki genç, hep aynı şeyi yapar, o da aynı şeyi tekrarlardı. Nihayet
bir keresinde onu aldılar. Ölü bir köpeğe bir iple bağlayarak oradaki bir
kuyuya attılar. Amr gelip manzarayı görünce düşündü ve inandığı dinin bâtıl
olduğunu anlayarak şöyle dedi:
"Tallahi
eğer sen tapılacak bir ilâh olsaydın
Bir
köpekle birlikte olmazdın."
Sonra,
iyi bir müslüman oldu ve Uhud savaşında şehid düştü. [107]
Onlar
yardımdan aciz oldukları gibi, irşad ve hidayetten de acizdirler. Nitekim
Cenab-ı Hak: "Eğer onları doğru yola davet ederseniz size tabi
olmazlar" buyurmuştur. Eğer siz, bu putlardan, sizi doğru yola iletmeleri
ve yardım etmelerini isteseniz, bırakın yardımı, sizin dualarınızı bile
işitmezler. Ey düşünen kişi! Sen onları, yapma gözlerle bakar görürsün. Çünkü
onlar, hiçbir şey görmeyen, görüneni anlamayan cansız varlıklardır. Çünkü
onların, yapma gözleri vardır, onunla bir şey göremezler. Nitekim başka bir
ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer onlara dua etseniz, onlar sizin
dualarınızı işitmezler. İşitseler bile, icabet edemezler." (Fâtır, 35/14).
Onların kulakları ve gözleri yoktur. O halde onlardan nasıl yardım umulur?
Kendilerine hakaret edenlere zarar vereceklerinden nasıl korkulur? Size de, onları
ilâhlar edinmeniz yakışır mı? [108]
199-
Sen kolaylığı tut. İyiliği emret. Cahillerden de yüz çevir.
200-
Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah'a sığın (O'nu hatırla).
Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir.
201- Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese
dokunduğu zaman iyice düşünürler. Hemen (gerçeği) görürler.
202-
Kardeşlerine gelince, onları sapıklığa sürükler, sonra da (müttakilerin
düşündüğü gibi düşünerek) vazgeçmezler.
Birinci
ayet üç fazilet esasını içine alır:
1- Af yolunu tutma: İnsanların davranışlarında ve işlerinde, onlara zor
geleni teklif etmeden kolayı benimseme, hoşgörülü davranma, zorluk değil, kolaylık
gösterme. Nitekim Ahmed, Şeyhayn, Nesai'nin Enes b. Malik vasıtasıyla, Hz.
Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz." Affın içine, akrabadan ilgisini kesenlerle ilgilenmek,
günah işleyenleri affetmek, müminlere iyi davranmak gibi, Allah'a itaatkâr
kimselerin davranışları da girer.
Böylece
insanlardan hoşgörü ve kolaylık isteniyor. Malî konularda şiddetin
bırakılması, insanlara davranışta iyi ve güzel davranılması, kabalık ve
sertliğin terkedilmesi arzu olunuyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette onlar etrafından
dağılırlardı" (Âl-i İmran, 3/159). Hak dine, yumuşaklıkla ve nezaketle
davet etmek de, bu kısma dahildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla
mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl, 18/125).
Kısacası
aftan amaç, sözde ve işte insanlara kolaylık, hoşgörü yolunu tutmak, zorluk ve
meşakkati gidermektir. Tirmizî ve Malik'in tahricine göre, Hz. Peygamber (s.a.)
iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman -günah olmadıkça- onlardan en
kolayını tercih ederdi.
2- İyilikle emir: "Örf," şeriatın emrettiği, insanların hayırlı
gördüğü, akıllı kimselerin beğendiği şeydir. Maruf, itaat, iyilik ve insanlara
ihsanı içine alan bir isimdir. Bunda hoşgörü ve kolaylık caiz değildir.
İnsanlar arasında muamelat ve adetlerde bilinen şey geçerlidir. Kur"an'da
maruf, ancak önemli konularda geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, İslâm ümmetinden
bahsederken şöyle buyurur: "Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden
kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun" (Âl-i İmran, 3/104).
Eşler
arasındaki hakları açıklarken, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Erkeklerin
kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekleri üzerinde hakları
vardır" (Bakara, 2/228). Evlilik bağının korunmasını isterken marufu
emreder: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır" (Bakara,
2/229). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Hem kadınları boşadığınızda
iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın"
(Bakara, 2/231).
3- Cahillerden yüz çevirmek: Cahillere ve düşük kimselere, fiillerinin
aynı-sıyla karşılıkta bulunmamak, onlarla birlikte olmayı terketmek, kendini
onlardan korumak, onlarla tartışmamak, onlara karşı yumuşak davranmak, kötü
huylarına sabretmek, seni üzen şeylerine göz yummak. Ahmak bir cahilin insanı
üzebilecek bir şey konuştuğunda yüz çevirmek. Afla karşılık vermek. Cenab-ı Hak
müminlerin vasıflarını anlatırken şöyle buyurur: "Onlar, bolluk ve darlıkta
infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i
İmran, 3/134). Affın fazileti hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Bağışlamanız ise, takvaya daha yakındır" (Bakara, 2/237).
Bu
üç prensip, insanın başkalarıyla olan ilişkileriyle ilgili şeylerde fazilet ve
güzel ahlâkın temelleridir. İkrime şöyle demiştir: Bu ayet nazil olunca, Peygamber
Efendimiz: "Ey Cibril, bu nedir?" dedi. Cibril: "Rabbin, seninle
ilişkisini kesene ilgi göstermeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni
affetmeni söylüyor" dedi. Taberî ve başkaları, Cabir'den bunun benzerini
rivayet derler.
Cafer
es-Sadık (r.a) şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.)'e güzel
ahlâkı emretti. Kur'an'da, güzel ahlâkı özetleyen en güzel ayet budur. Abdullah
b. Zübeyr şöyle demiştir: "Vallahi, Allah bu ayeti insanların ahlâkı
hakkında indirdi." Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Resulullah'm
şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Mizanda en ağır gelecek şey, güzel
ahlâktır."
Kötülüklerinden
korunmak için cahillerden, bozgunculuk ve şerlerinden kurtulmak için
şeytanlardan yüz çevrilmesi emrolundu. Cenab-ı Hak: "Şeytandan bir
vesvese gelirse" buyurmuştur. Yani şeytan sana vesvese vermek için
yaklaşır, kalbine emrolunduğun şeyin aksini sokarsa, seni cahilden yüz çevirmekten
engelleyen ve seni onu cezalandırmaya iten bir durum gelirse, hemen Allah'a
sığın. Bu halden kurtulmak için Allah'a iltica et, kalbinde ve dilinde Allah'ı
an. Şeytanın vesvesesini senden gidersin. Allah, cahillerin cahilliklerinden
dolayı söylediklerini, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığınmalarını ve diğer
mahlukatmın sözlerini işitir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O, her şeyi
bilendir.
Şu
ayette, Kur'an okurken istiaze istenmektedir: "Kur'an'ı okuduğun zaman o
kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98-99).
"Eğer
şeytandan bir vesvese gelirse" gibi ayetlerde hitap, başta Resulullah
(s.a.) olmak üzere bütün mükellefleredir. Çünkü şeytan, bütün insanların kalbine
vesvese atar. Nitekim Müslim, Aişe ve İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Hepinizin cinnilerden bir arkadaşı vardır.
Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o müslüman oldu."
Sonra
Allahu Teâlâ, şeytanın vesveselerinden kurtulma yolunu açıklayarak şöyle
buyurdu: "Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice
düşünürler." Doğruyu görürler, hak ve iyilik yolunu bilirler. Şeytanın
onlara verdiği vesveseyi giderirler, şeytana tabi olmazlar. Basiretli, bilgili
ve akıllı davranırlar. Bulundukları halden uyanıp doğru yolu bulurlar.
Şeytandan Allah'a sığınma, bir korunma işidir. Şüphesiz korunma ilaçtan daha
hayırlıdır. İnsan, bir masiyete düştüğü zaman, tevbe ederek günahını affetmesi
için Allah'a döner.
İnsanda,
hayra ve şerre karşı bir özlem vardır. Mücahedesi, nefsinin heva-sma, şeytanın
vesvesesine üstünlük sağlaması oranında Allah tarafından ödüllendirilir.
Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibban'm İbni Mesud'dan rivayet ettiği hadiste
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan da, melek de, insanda
konaklar.Şeytanın konaklaması insanı şerre ve hakkı yalanlamaya itmek, meleğin
konaklaması ise, hayra ve hakkı tasdike yöneltmektir. Kim bu ikinci hali
hissederse, bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Birinci
durumu hisseden kimse ise, hemen şeytandan Allah'a sığınsın. Sonra Resulullah
şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size kötü şeyi
emreder."
Sonra
Allahu Teâlâ, şeytanın bozguncu cahiller üzerindeki etkisinin sınırını
zikrederek: "Onların kardeşleri" buyuruyor. Yani şeytanın kardeşleri,
muttaki değillerdir. Şeytan, onları saptırır, onlara yardımcı olur, destekte
bulunur. Onları saptırmaktan, fesada maruz bırakmaktan geri durmazlar. Onların
şer ve fesatta ısrar etmelerini sağlarlar. Çünkü onlar, şeytan kendilerine
vesvese verdiği zaman Allah'ı anmazlar. Onun vesveselerinden -ya
imansızlıklarından ya da kalblerinde takva olmadığı için- Allah'a sığınmazlar. [109]
203-
Onlara bir ayet getırmezsen derler bir kavim için hidayet ve rahmettir.
Ey
Peygamber! Mekkelilere önerdikleri bir ayeti, ya da Kur'an'dan bir ayeti
getirmezsen: "Onu kendi tarafından uydursan ve söylesen ya" derler.
Çünkü onlara göre, Kur'an Hz. Muhammed tarafından uydurulmaktaydı ve Muham-med,
kevnî ayetler getirmeye ve husûsî mucizeler göstermeye muktedirdi. Ya da:
"Senin isteğine karşılık veren Allah'tan istesen ya" derler. Ey
Muhammed! Onlara de ki: Ben sadece, Rabbimin vahyine tabiyim. Ayetleri ben
uydurmuyorum. Onları meydana getirmeye benim gücüm yetmez. Nitekim şu ayet de
bu manayı ifade eder: "Ayetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu
zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: "Ya bundan başka bir Kur'an getir,
yahut onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem,
benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum. Eğer
Rabbime isyan edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım" (Yunus,
10/15).
Sonra
Allahu Teâlâ onları, hedefi gerçekleştirme hususunda uyarmış, Kur'an'm en büyük
mucize olduğu noktasında aydınlatmış ve adeta onlara: "Size faydası
olmayan bir şeyi niçin istiyorsunuz? İşte önünüzde kalbleri aydınlatan
esasları, açık hüccetleri, parlak burhanları, benim doğruluğuma işaret eden
açık delilleri içine alan Kur'an var.. O, Allah katındandır. Gerçek onunla
görünür, doğru onunla anlaşılır. Müminler onunla körlük halinden görür hale
gelirler. O, kalblerin gözleri mesabesindedir" dedi. Nitekim Cenab-ı Hak,
başka bir yerde şöyle buyurur: "Muhakkak size Rabbinizden basiretler
geldi. Kim görürse kendi nefsi içindir. Kim de görmezse yine kendi
aleyhinedir" (En'am, 6/104).
Bu
Kur'an, yolunu şaşıranları doğru yola ileten bir hidayet rehberidir. İnananlar
için, dünya ve ahirette bir rahmettir. "İşte bu da indirdiğimiz mübarek
bir kitaptır. Artık ona uyun ve sakının ki merhamet olunasınız" (En'am,
6/155). Ancak, ona iman edip hükmüyle amel edenler kurtuluşa ererler.
Bu
üç haslet, maarif sahiplerince, farklı şekilde açıklanır: Bunların en üstünü
hakka yakindir, ikincisi mutedil kimseler için istikamet yoludur. Üçüncüsü,
bütün müminlere rahmet yoludur. [110]
204-Kur'an okunduğu zaman onu din- leyin ve
susun ki, rahmet olunasınız.
205" Rabbini» içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sa- bah
akşam (her zaman) an ve gafiller- den olma.
206- Şüphesiz Rabbinin katındakiler o'na ibadet etmekten asla kibirlen- mezler.
O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde
ederler.
Kur'an-ı
Kerim okunduğu zaman, ayetlerini anlayıp öğütlerinden ibret almak için ona
kulak verip susun. Düşünüp öğütlerinden ibret alarak Allah'ın rahmetine ulaşmak
için konuşmadan huşu ile ona kulak verin. Bunu ancak, kalbleri iman nuruyla
aydınlanan samimi ve ihlaslı kimseler yapar.
Ayet,
namaz içinde veya dışında, her durumda Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken
susulması gerektiğine işaret eder. Özellikle de farz namazda, imam açıktan
okurken.. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği
hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: İmama uyulduğu zaman, o tekbir
aldığında tekbir alın, okuduğunda susun" (Bunu Sünen sahipleri de, Ebu
Hüreyre'den rivayet etmişlerdir). Bu görüş Hasen el-Basrî'den rivayet olunur.
Fakat cumhur ulema, peygamberin okuyuşunu dinlemenin ve o esnada susmanın,
namazda ve hutbede okunurken dinlemenin vacip olduğunu söyler. Çünkü namaz ve
hutbe dışında, Kur'an okunurken dinleme ve susmanın vacip oluşu -amelleri terki
gerektirdiği için- büyük bir zorluk taşır.
Meclislerde
okunan Kur'an'ı dinlememek ve susmamak ise, büyük bir kerahetle mekruhtur.
Mümine düşen görev, Kur'an okunurken, tıpkı onu okumaya hırslı olduğu gibi,
dinlemeye de hırslı olmak, okunan yerde edepli olmaktır.
Tertil
üzere, teessür ve huşua işaret eden nağme ile, herhangi bir tekellüf ve tasannu
söz konusu olmaksızın ve medleri uzatmadan okumak müstehaptır. Buhari ve
Müslim'in Ebu Hüreyre'den merftf olarak şu hadisi rivayet ederler: "Allah
hiç bir peygambere Kur'an'ı teğanni ile okuması için izin vermedi."
Dinlemenin
sevabı, okuma sevabı gibidir. İmam Ahmed, Ebu Hüreyre'den Resulullah (s.a.)'in
şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın kitabından bir ayet dinlerse,
ona kat kat hasene yazılır. Kim de onu okursa, onun için o, kıyamet gününde
bir nur olur."
Sonra
Allahu Teâlâ, günün başında ve sonunda -tıpkı bu iki vakitte ibadeti emrettiği
gibi- çokça zikri emreder. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Güneşin
doğmasından önce ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Kaf,
50/39).
Ayetin
manası şöyledir: Rabbini isimlerini, sıfatlarını zikrederek, şükür ve
istiğfarla kendi kendine gizlice zikret: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak
Allah'ı anmakla mutmain olur" (Ra'd, 13/28). Dilinle de, orta bir halde,
zillet içinde ve yalvararak, korkarak ve sevabını Allah'tan umarak zikret:
"Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisinin ortası bir yol
tut" (İsra, 17/110). Hitabın peygambere olduğu söylendiği gibi, Kur'an'ı
dinleyene olduğu da söylenmiştir. Evla olan ise genel olmasıdır.
Dille
yapılan zikre, kalbin de katılması ve manalarını düşünmesi gerekir. Sadece
dille yapılan zikrin hiçbir faydası yoktur. Ona sevap da verilmez. Zikri kalble
ve dille yapmalı, zikir istekle ve korku ile olmalıdır.
Zikir
için en uygun vakitler; sabah ve akşam vakitleridir: Çünkü günün bu iki vakit
dışında kalan kısmı, çalışmak ve geçim sağlamak içindir. Bu iki vakit ise,
sükûn ve huzur vaktidir.
Buharî
ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'nin şöyle dediği naklolunur: İnsanlar, bazı
zamanlarda dua ederken seslerini yükselttiler. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.)
şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Canınıza acıyın, sesinizi yükseltmeyin!
Şüphesiz siz, ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiğiniz,
muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir; O, size çok
yakındır."
"Gafillerden
olma" ayeti zikir emrini pekiştirmekte ve Allah'ı zikirde gafleti
nehyetmektedir. Kalbi Allahla sürekli ilgili tutmak, kalbin Allah'a itaati ve
insan ondan gaflet ettiği zaman, kudret ve azametinden korku içinde olması
gerekir.
Sonra
Allahu Teâlâ, daha önce geçen emir ve nehyini zikre teşviği pekiştirerek:
"Şüphesiz Rabbinin katında olanlar ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve
onu teşbih ederler" buyurdu. Yani, Allah'a yakın olan melekler, Allah'a
ibadet etmekten kibirlenmezler, onun azamet ve kibriyasına lâyık olmayan her
şeyden onu tenzih ederler, sadece ona dua ve secde ederler, ona hiçbir şeyi ortak
koşmazlar.
Bu,
çoğu itaat ve ibadetlerinde kendilerine uyulması için, meleklerin durumlarını
hatırlatmadır. Bunun için bize, burada ve diğer tilavet secdelerinde secde
etmek meşru kılındı. Bu, Kur'an'daki ilk secdedir. Onu okuyana, dinleyene
secde etmek icma ile sabittir. İbni Mace, Ebu'd-Derda vasıtasıyla Hz.
Pey-gamber'in, bunu Kur'an'ın secdeleri içinde saydığını rivayet eder.
Ayet,
gizli zikrin daha faziletli olduğunu ifade eder. Ahmet ve İbni Hıbbân, Sa'd
vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Zikrin
hayırlısı, gizli olanıdır." [111]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/433-434.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/436.
[3] Razî, 14/23.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/438-441.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/443-444.
[6] Râzî,XIV/30. 2- Taberî, V/94.
[7] Kurtubî, VIII/169.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/448-451.
[9] Bu buyruk, Yüce Allah'ın şu buyruklarını
andırmaktadır: "Allah size saparsınız diye açıklamaktadır." (Nisa,
4/176). Yani sapmayasınız diye, demektir. Yine, "Ve o sizi çalkalar diye
yeryüzüne sabit dağlar bıraktı." (Nahl, 16/15; Lokman, 31/10) buyruğu da,
sizi çalkalamasın diye, anlamındadır.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/456-458.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/462-464.
[12] İbni Kesir, 11/108.
[13] İbni Kesir, 11/209.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/468-471.
[14] Kurtubî, VII/192; el-Kâsımî, Mehâsinu't-Te'vîl,
VII/2664.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/475-477.
[16] Razî, 3OV/67.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/482-483.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/485-486.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/488-489.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/491-494.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/496-497.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/499-500.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/503-506.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/508-509.
[24] Razî, XTV793.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/511-513
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/516-517.
[27] İbni Kesîr, 11/220.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/520-523.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/526-528.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/531-533.
[31] Tarihçilerden, İdris Peygamber (a.s.)'in Nuh (a.s.)'dan
önce olduğunu söyleyenler, aslında ...Kurtubî'nin şu delile dayanarak
belirttiği gibi... vehmetmiş, yanılmışlardır. Söz konusu sahih hadis İsra
hadisesi ile ilgili olup Peygamber (s.a.) Hz. İdris ile karşılaştığında Hz.
İdris ona, "Salih peygambere ve Salih kardeşe merhaba" demiş, fakat
Hz. Adem, Nuh ve İbrahim gibi ona "Salih evlâda merhaba" dememiştir.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/535-538.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/538-540.
[34] Bu anlatılanların ve benzerlerinin sahih bir senedi
olmadığı bir takım tarihi rivayetler olduğu' ayrıca, Beytin yani Kabe'nin Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail tarafından bina edildiği göz önünde bulundurulması ve bu
rivayetlerin, ihtiyatla karşılanması gerekir. (Çeviren).
[35] Zemahşerî, 1/554 vd.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/544-546.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/546-549.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/555.
[39] Zemahşerî, 1/555-556; İbni Kesir, 11/228.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/555-558.
[41] Prof. Abdulvehhab en-Neccar, Kasasu'l-Enbiyâ, s. 113.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/562-563.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/563-565.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/568-570.
[45] Zemahşerî, 1/559.
[46] Râzî, XTV/173.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/570-574.
[48] İbni Kesir, 11/232.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/10-13.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/16-17.
[51] Râzi, XIV/185.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/20-22
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/23-25.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/27-30.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/30-32.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/32-35.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/38-39.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/41-43.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/45-46..
[60] Neccar, Kısasu'l-Enbiya, 198.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/50-53.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/56-57.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/58-59.
[64] Razi, XTW223.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/61-62.
[66] Razî, XIV/226; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/34.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/65-67.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/71-72.
[69] İbni Kesîr, 11/247.
[70] Razî, XV/5.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/73-75.
[72] Razî, XV/11.
[73] Zemahşeri, 1/578.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/78-79.
[75] İbni Kesir, 11/248
[76] İbni Kesir, 11/248
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/82-84.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/85-86.
[79] İbni Kesir, 11/250.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/88-89.
[81] İbni Kesir Tefsir' inde (11/251) bu hadisin sağlam
olduğunu, Enes (r.a.)'dan sahih olarak rivayet edildiğini söyler.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/93-96.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/100-101.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/104-105.
[85] Razî, XV/34 v.d.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/107-109.
[87] bkz. Zemahşeri, 11/584-585.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/111-112
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/112-114.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/118-120.
[90] Razi, XV714; İbn Kesîr, 11/261-264.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/124-126.
[92] Razî, XV/54.
[93] İbniKesîr, 11/264.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/128-129.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/131-133.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/136-137.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/141-144.
[98] Razî, XV/80.
[99] Alûsî, K/134.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/148-150.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/153.
[102] İbni Kesir, 11/275.
[103] İbni Kesir, 11/275-276.
[104] Zemahşeri, 11/592.
[105] Razî, XV/67 vd.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/156-159.
[107] İbni Kesir, 11/276.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/163-165.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/167-170.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/173-174.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/176-177.