Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin
Vasıflarının Açıklanması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bazı Müminlerin Bedir'de Kureyşle Savaşmak İstememesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bedir Savaşında Meleklerin Yardım Etmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Harpten Kaçma Meselesi Ve Yardımın Allah'tan Olduğu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'a Ve Rasulüne İtaati Emir, Muhalefetten Korkutma
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Korkusu Ve Bunun Fazileti
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Kurdukları Tuzak Çeşitleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müşriklerin Azab İstemeleri Ve Hz. Peygamber'e Hürmeten
Azab Edilmemeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Yolundan Çevirmek İçin Yapılan Harcamanın Karşılığı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ayetler aşağıdaki hususlara işaret eder.
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ganimetlerin Taksimi Keyfiyeti
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bedir'de Müminlerin Müşriklere Çok, Müşriklerin Müminlere
Az Gösterilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ı Anmak, Düşman Karşısında Sebat, İtaat Etmek Ve
Birbiriyle Çekişmemek
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bedir Savaşında Şeytanın Kafirlerden Uzaklaşması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kötü Amellerinden Dolayı Firavun Hanedanı Gibi Müşrik
Kafirlerin Helak Edilmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ahdini Bozanlara Ve Kendisinden Ahid Bozma Belirtileri
Görülenlere Allah'ın Muamelesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Düşmanla Savaşmak İçin Hazırlık Yapmak
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Sulhun Ve Millet Birliğinin Savaşa Tercih Edilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Esir Edinmenin Şartı, Fidye Kabulü Ve Ondan Yararlanmanın
Mubah Oluşu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hz. Peygamber (S.A) Zamanında İman Ve Hicrete Göre
Müminlerin Sınıfları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Rahman ve Rahim Olan
Allah'ın Adıyla
Allah yolunda cihadın
hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazırlanmaktan, düşman da eğer o yöne
eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar
üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.
Az oldukları halde,
çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanlarm zaferini gerçekleştiren şerefli
gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de
Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olmuştur. [1]
1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki:
"Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin.
Eğer müminlerden iseniz Allah'a ve Rasulüne itaat edin.
2- Müminler ancak,
Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Karşılarında ayetleri okununca,
onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.
3- Onlar ki, namazı
dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.
4- İşte onlar gerçek
müminlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve
bitmez tükenmez rızık vardır.
Ganimetlerin helal
kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine verilmiş bir özelliktir.
Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce
hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Bana
ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."
Ebu Ubeyd şöyle
demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel"
denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler vermesidir.
Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsünde verir.
Askerleri savaşa
teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:
1- Seleb
olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte
bir yoktur.
2- Nefel:
"Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın,
Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarılmasından
sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir.
Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin
dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b.
Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir
ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."
3- Bizzat
beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şeydir. Bu şöyle
olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun
gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.
4- Ganimet,
beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [2] Bu
dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;
Şafiî'ye göre Enfâl,
beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu
Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci
şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli,
imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadetti-ği şekilde verir.
İmam Malik ve Ebu
Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte birden imamın, içtihadına
göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden
ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."
Malikîler ise şöyle
der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, savaştan sonra olandır.
Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu
vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman
savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [3]
Ey Peygamber! Sana,
ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle
de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra
peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın emrettiği gibi taksim eder. O halde
onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünün-dür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir.
Aynı sûrede başka bir ayet, onun müc-melliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır:
"Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri
Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur"
(Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu
ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de savaşanlara verilir. Düzenli
ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına
dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan dilediklerine bağışta
bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric
ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygam-
ber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde
bulunan silah, mal vb.) onundur."
Ganimetler Allah'ın ve
Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde
bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakının. Zira bu, Allah'ın gazabını
çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa
düşürür.
Aranızdaki halleri
düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.
Ganimetler konusunda,
bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazalarında Allah'a ve Rasulüne itaat
edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzeltme, Allah'ın ve Rasulünün
emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli
ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik
ve beraberliği sağlar..
Eğer Allah'ın kelamına
inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimseler iseniz, bu üç emre tabi
olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. İmanın kemali de şu üç
hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne itaat. Allah'a
gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine ita-ata ve
kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.
İman, itaati
gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti:
"Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri
karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine
dayanıp güvenirler..". Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
1- Allah'tan
tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini
hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim
başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü
olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc,
22/34-35).
2- Kur'an
okumakla imanın artması: Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine Kur"an
ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe
yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin
artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle
görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbin-den,
ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana
geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster" demişti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım
fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu,
imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli
olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de buna örnek olarak gösterebiliriz:
"imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine
sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sûre indirildiği
zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman
etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle
müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).
3- Allah'a
tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale etmek: Onlar öyle
kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar,
O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan
isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten
istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın
elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebepleri
terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.
4- Namaz
kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani namazlarını,
kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile
Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.
5- Allah
yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmını hayır
yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verirler.
Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabalara
ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düşmanla
cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesabesindedir.
Bu ameller, bütün
hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, onları açıkladıktan
sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu
vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve
derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için
kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.
Taberî'nin Haris b.
Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Re-sulullah (s.a.)'a
uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?"
buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah:
"Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati
ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi
uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum.
Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehennemlikleri,
cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun
üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyurdu.
İşte müminlerin
sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle
demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zikrinden hiçbir
şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevekkül etmezler,
insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.
Allahu Teâlâ onların
mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da müminlerin vasıflarını zikretmiştir:
"Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri
titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah
katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır"
buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için
mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle
buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne
yaparlarsa hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret
vardır. Yani, Allah onların kötülüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat
verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.
Dahhâk: "Onlar
için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açıklar: "Cennet
ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür,
alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre,
Re-sulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde
olanları, aşağı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor
görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı-
görürler" buyurmuştur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler
peygamberler midir? O derecelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?"
diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurâu: ^vet oYöştfler peygamberlerin
aeTece\erıfer. ^ aVa\, "rvaysK^îîı 'kû&î^S, elinde bulunan Allah'a
yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."
Ahmed'in ve Sünen
sahiplerinin Ebu Said el-Hudrfden rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte,
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda
duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu
Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."
Ahirette, müminler de
farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delildir: "Biz o
peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile
söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253).
Allah ttlücahiâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle
buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve
canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe,
9/20).
Dünya derecelerinde de
farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdiği
şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır.
Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet
edicidir" (En'âm, 6/165). [4]
5- Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığı
zaman da müminlerden bir zümre muhakkak isteksizdiler.
6- Hak apaçık meydana
çıktıktan sonra, sanki göre göre ölüme sürükleni-yorlarmış gibi, seninle
mücadele ediyorlardı.
7- Hani o zaman Allah,
size o iki taifeden birinin sizin olduğunu vaadediyordu. Siz ise kuvvetsiz ve
silahsız olanın kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleriyle
hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi istiyordu.
8- O, günahkârlar istemese de hakkı devamlı
kılacak, bâtılı da yok edecekti.
Kureyş'in eziyetinin
artması sebebiyle Peygamber (s.a.) ve ona inanan ashabı, Mekke'den Medine'ye
hicret etti. Müslümanlar mallarını, topraklarını ve evlerini Mekke müşriklerine
bıraktılar.
Resulullah, Kureyş'li
40 kişiyle birlikte Ebû Süfyan idaresindeki erzak ve mal yüklü Kureyş'e ait
kervanın Şam'dan gelmekte olduğunu duyunca, Müslümanları onlara karşı çıkmaya
davet ederek şöyle dedi: İşte Kureyş kervanı, içlerinde malları var. Onlara
karşı çıkın. Allah'ın, onları size ganimet olarak nasip edeceğini umuyorum. Onunla
beraber 310 küsur erkek çıktı. Bedir yolu üzerindeki deniz kıyısına doğru
gittiler.
Ebû Süfyan, Hicaz'a
yaklaşınca etrafa, haberler toplayacak kimseler gönderdi. Resulullah'm
kendisine karşı buraya çıktığını öğrendi. Hemen, Damdam b. Amr el-Ğıfarî'yi,
Hz. Muhammed'in arkadaşlarıyla birlikte kendilerinin karşısına çıktığını haber
vererek, mallarını kurtarmaları için Mekkelilere gönderdi. Bin kadar kişi
hazırlık yaptı. Ebû Süfyan, kervanı deniz kıyısından götürdü. Kervanı ve
malları kurtardı. Mekke'den savaş için çıkanlar, Bedir suyuna geldiler. Ebû
Cehil Mekke'de Kabe'nin üstünden şunları söyleyerek, insanları savaşa
çağırmıştı: Çabuk olun! Her türlü güçlük ve zillete rağmen, kervanınızı ve
malınızı kurtarın. Eğer onları Muhammed ele geçirirse, bir daha asla iflah
olmazsınız. Ebû Cehil, savaşa çıkan Mekkeli topluluğun başında idi. Sonra ona,
kervanın sahil yolunu tuttuğu ve kurtulduğu, insanları Mekke'ye döndürmesi
söylendi. O buna şu karşılığı verdi: Hayır! Bu asla olamaz. Oraya gidip develer
keseceğiz, şaraplar içeceğiz, çalgıcılar çalgı çalacak, bütün Araplar bizi ve
savaşmaya çıkışımızı, Muhammed'in kervanı ele geçiremediğini konuşacak.
Resulullah (s.a.)
olanları insanlara haber verdi. Onlarla istişare etti. Ebû Bekir (r.a.) ayağa
kalktı. Güzel bir konuşma yaptı. Sonra Ömer kalktı, güzel bir konuşma yaptı.
Sonra Mikdâd b. Amr ayağa kalktı, şöyle dedi: biz sana, İs-railoğullarınm
Musa'ya: "Sen Rabbinle git de, onlarla ikiniz savaşın, biz de buracıkta
oturucularız" (Mâide, 5/24) dediği gibi demeyiz. Biz de savaşırız. Seni
hakla gönderene yemin olsun ki, bizi Berkü'l-Ğımad'a (Yemen'de bir şehir) götürsen,
seninle beraber oraya gideriz".
Resulullah (s.a.) onun
bu konuşmasına hayır dua etti. Ensar şöyle dedi: Biz ensar topluluğu, Mikdad'm
söylediği gibi söyleriz. Bu, bizim için çok mal olmasından daha sevimlidir.
Sonra Hz. Peygamber:
"Ey insanlar! Bana şehadet edin" buyurdu. Çünkü, ona Medine'deyken
yardım etmek, savunmak üzere biat etmişlerdi. Medine dışında kendisine yardım
etmemelerinden korkuyordu. Sa'd b. Muaz: "Vallahi, ya Resulullah, sen
herhalde bizi kasdediyorsun" dedi. Resulullah, evet, buyurdu. Muaz:
"Sana iman edip tasdik ettik, getirdiğin şeylerin hak olduğuna şehadet ettik.
Bunun üzerine canla başla sana söz verdik, Allah'ın sana emrettiğini sen uygula.
Ya Resulullah, bizden tek bir kimse bile geri kalmaz. Seni hakla gönderene
yemin olsun ki, bize şu denizi göstersen, ona dalsan, seninle beraber biz de
dalarız. Hiç kimse geri kalmaz. Düşmanla karşılaşmaktan çekinmeyiz. Savaş esnasında
sabrederiz, düşmanla karşılaşınca sadakat gösteririz. Bizi Allah'ın bereketine
götür" dedi. Resulullah, Sa'd'm bu sözüne sevindi ve sonra şöyle buyurdu:
"Yürüyün Allah'ın
bereketine. Sevinin, çünkü Allah bana iki taifeden birini vaad etti: Ebû
Süfyan'm başında bulunduğu Şam'dan gelen kervan, ya da onlara yardıma gelen,
başlarında Ebû Cehil'in bulunduğu Mekke'den savaş için gelenler.. Vallahi,
sanki ben, şu anda, onların yere yıkıldığını görüyorum.[5]
Şüphesiz sahabenin
savaş ganimetlerinin eşit şekilde paylaştırılmasını iyi görmemeleri senin
Medine'deki evinden, ya da Medine'den savaş için çıkmanı kötü görmeleri
gibidir.' Çünkü Medine onun hicret edip yerleştiği, ya da evinin bulunduğu
yerdi. Hikmetle ve doğru sebep ile çıkarılmıştı. Müminlerden bir grup da,
savaşa hazır olmadıklarından, çıkmak istemiyorlardı. Onun için O, seni onlar
çıkmak istemedikleri halde çıkardı. İki hal arasındaki teşbih, istememe
halidir. Çünkü müslümanlardan bazısı, Bediimde iki şeyi kerih gördü.
1- Ganimetin
aralarında eşit şekilde taksimini kerih gördüler. Onlar gençlerdi.
Savaşmışlar, ganimet almışlardı.
2- Kureyş
ile savaşmak istemediler. Çünkü, Medine'den ganimet maksadıyla çıkmışlardı,
savaşa hazırlık yapmamışlardı.
Fakat Allahu Teâlâ, bu
iki mesele hakkında onlara şöyle dedi: Siz, ganimetler konusunda ihtilâf edip
birbirinizle çekiştiğiniz gibi -ki Allah onu sizden aldı, onun taksimini, Hz.
Peygamber (s.a.)'e bıraktı, O da onları adaletle, eşit bir şekilde dağıttı ve
bu sizin için çok iyi oldu- yine düşmana karşı çıkmayı ve silah sahipleriyle
(bunlar dinlerine yardım ve kervanlarını kurtarmak isteyenlerdi) savaşmak
istemediğiniz zaman; savaşı istememenizin sonu, Cenab-ı Hakk'm onu, size takdir
etmesi, düşmanla sizi herhangi vakit tayinini söz konusu olmadan bir araya
getirmesi ve size zafer nasip etmesi oldu.
İki şeyden çıkan
sonuç: Her ikisinde de, Peygamber (s.a.)'in emrine tabi olmak, hayırdır,
doğrudur, yarar getirir.
Müminler, kervanı
tercih ettiklerinden, adam ve savaş malzemesi azlığı, sayıca ve savaş malzemesi
açısından daha çok olan müşriklerle savaşmaktan korktukları için, seninle hak
ve doğru olan görüş -Mekke'den savaş için gelenlerin karşısına çıkmak-
hususunda mücadele ediyorlar. Sen, onlara her halükârda zafere ulaşacaklarım,
Allah'ın sana iki taifeden birini -kervan yahut savaş için çıkanlar-
vadettiğini, kervanın kurtulduğunu, savaş için çıkanlardan başka ortada kimse
kalmadığım, biz savaşa hazır değiliz, demeye neden olmadığım söylemene, hakkın
ve doğrunun ortaya çıkmasına rağmen, onlar seninle mücadele ediyorlar.
Sonra Allah, onların
zafere ve ganimete gittikleri zamanki aşırı korkak hallerini, ölüme sevkolunan
kimselerin haline benzetti.
Fakat Allahu Teâlâ,
peygamberine ve müminlere zafer vaadetti ki, O'nun vaadi geri kalmaz. Kuvvetler
dengesinin görünürdeki hesabı, çoğu kere aksine gerçekleşir. Çünkü, nice az
topluluk vardır ki, çok topluluğa galip gelmiştir.
Allah'ın size, iki
taifeden -kervan yahut savaş için gelenler- birine sahip olmayı vaad ettiği
zamanı hatırlayın.
Siz silahı, kuvveti,
gücü olmayanın -sadece 40 atlıdan ibaret kervanın- sizin olmasını
istiyorsunuz. Cenab-ı Hak, onların savaşı istemeyip mala tama'la-nna tarizde
bulunmak için, böyle buyurdu. Sayılarının çokluğu silah ve askerî
malzemelerinin üstünlüğü sebebiyle, güç, Mekkeli savaşanlar tarafındaydı.
Allah ise, müşriklerin
yenilgiye uğraması, müminlerin muzaffer olması için, size bundan başkasını
-güçlü kuvvetli savaş için çıkan Mekkeli müşriklerle savaşmak- istiyor. Güçlü
müşriklerle muharebede peygamberine indirdiği ayetlerle, müminlere yardım için
meleklere emir vermekle, müşriklerin esaretini ve katlini takdir etmekle, yüce
Allah, hakkı sabit kılmak ve yüceltmek murad ediyor.
Allah yapacağını
yaptı. Azgın asi mücrimler istemese de, İslâm'ı sabit ve üstün kılmak, küfrü,
şirki, bâtılı yok etmek, ortadan kaldırmak için müminlere yardımını
gerçekleştirdi. Bu sadece, kervanı ele geçirmekle değil, aksine küfür
liderlerinin ve şirk önderlerinin katliyle oldu.
Hakkı gerçekleştirmek
ve bâtılın boş olduğunu göstermek, hakkın hakim, bâtılın yok olduğunu,
delillerle ve beyyinelerle ortaya çıkarmak, hak liderlerini takviye etmek,
batıl liderlerini de kahretmekle olur. [6]
9- Hani siz
Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da: "Muhakkak ben size, birbiri
ardınca bin melekle yardım edeceğim" diyerek duanızı kabul etmişti.
10- Allah bunu ancak
size bir müjde olsun, kalbleriniz o sayede tümüyle rahatlasın diye yapmıştı.
Yardım yalnız Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak galiptir. Yegâne hüküm ve
hikmet sahibidir.
11- Hani O size,
emniyet için hafif bir uyku vermişti. Onunla sizi tertemiz yapmak, sizden
şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi bağlamak ve onunla ayakları
pekiştirmek için üstünüze gökten bir su indiriyordu.
12- Hani Rabbin meleklere:
"Şüphesiz ben, sizinle beraberim, iman edenlere sebat verin" diye
vahyediyordu. "Ben, kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Artık onların
boyunlarının üstüne ve her parmağına vurun".
13- Bu, onların
Allah'a ve Rasûlü'ne karşı geldiklerinden dolayıdır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne
karşı gelirse, Allah'ın cezası çok şiddetlidir.
14- Bu şimdiki
azabınız. Onu tadın, Kâfirler için bir de ateşin azabı vardır.
Ey müminler! Mutlaka
savaş gerektiğini anlayıp: "Ey Rabbimiz! Düşmanına karşı bize yardım et.
Ey yardım isteyenlere pek çok yardım eden! Bize yardım et" diye Rabbinize
dua ettiğiniz vakti hatırlayın... Bundan murad, onlara, dualarına icabet eden
Allah'ın nimetini hatırlatmaktır ki şükretsinler, Allah'ın kendilerine olan
fazl ve rahmetini bilsinler.
O, sizin duanıza
icabet etti, birbiri peşi sıra meleklerle yardım etti. Önce bin melekle
yardımda bulundu. Bunu diğerleri takip etti. Üç bin, daha sonra beş bin melek.
Nitekim, Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O zaman sen müminlere: İndirilen üç
bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetmez mi? diyordun" (Al-i İmran,
3/124).
Sonra da: "Evet,
siz sabreder, sakınırsınız, bunlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa,
Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım edecektir" (Al-i İmran,
3/124-125).
Allahü Teâlâ
melekleri, size zafere ulaşacağınızı müjdelemek ve sizin kalblerinizi teskin
etmek için gönderdi. Düşmanlarınıza karşı size yardım etmeye, yalnızca Allahü
Teâlâ kadirdir.
Savaşta gerçek zafer
ancak Allah'tandır. Melekler ve diğer görünür sebeplerden değildir. Şüphesiz
Allah, mağlup edilemez güçtedir. Hikmet sahibidir. Hiçbir şeyi mevziinin dışına
koymaz. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer Allah dilese, elbette
onlardan intikam alırdı. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmesi içindir."
(Muhammed, 47/4).
Bedir günü, melekler
fiilen savaştı mı? Bazı alimlere göre, melekler savaşmadılar. Müminlere manevi
takviye yapıldı. Onlar müminlere sebat veriyorlardı. Yoksa, tek bir melek
bütün dünya halkını helak etmeye kafidir. Nitekim Cibril (a.s.) kanadından bir
tüy ile, Lut kavminin yaşadığı Medain beldelerini helak etti.
Alimlerin çoğunluğuna
göre ise, Bedir günü Cibril (a.s.), beş yüz melekle, Hz. Ebû Bekir'in de içinde
bulunduğu ordunun sağ tarafına indi. Mikâil, (a.s.) beş yüz melekle, Hz. Ali'nin
de içinde bulunduğu ordunun sol tarafına indi. Melekler insan sûretindeydi,
üzerlerinde beyaz elbiseler ve beyaz sarıklar vardı.
Meşhur olan görüş
budur. İbni Abbas'm şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah, Peygamberine (s.a.)
ve müminlere bin melekle yardım etti. Cibril, beş yüz meleğin yanında, Mikail
beş yüz meleğin yanındaydı. İbni Cerir ve Müslim, İbni Abbas ve Ömer yoluyla
gelen bu hadisi rivayet ederler. Daha başka hadisler de vardır. Eğer bu
hadisler olmasaydı, birinci görüş muteber olabilirdi. Rivayete göre Ebû Cehil,
İbni Mes'ud'a: "Hiçbir kimse görmediğimiz halde, duyduğumuz o ses nerden
geliyordu?" diye sormuş, o, meleklerden deyince, Ebu Cehil: "İşte
bizi onlar yendi, siz değil" demiştir.
İttifak olunan görüşe
göre, Uhud günü melekler, savaşmadı. Çünkü Allah, müminlere, sabır ve takva
üzere bulunmaları şartıyla zafer vaad etmiş, onlar da bu şartı yerine
getirmemişlerdi.
Meleklerin müminlerle
birlikte savaşması, müminlerin en mükemmel ve en iyi bir şekilde savaşma
görevlerini azaltmıyordu. Nitekim onlar, takdire değer bir şekilde savaştılar.
Buharî ve Müslim'le gelen bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Hâtıb b. Ebî
Beltaa'nm öldürülmesi konusunda Hz. Ömer'le müşavere ettiği zaman şöyle dedi:
"Şüphesiz o Bedir'e katıldı. Nereden biliyorsun, belki de Allah Bedir
savaşma katılanlara: İstediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim, buyurdu."
Bedir olayı Kureyş
üzerinde çok etkili oldu. Meşhur kimseler olmalarına rağmen, müslüman
kılıçlarıyla ve mızraklarıyla, hem de gençler eliyle öldürüldüler. Bu, onların
küfürlerinin ve inadlarınm cezasıydı. Allahü Teâlâ peygamberleri yalanlayan
geçmiş ümmetleri, çeşitli -musibetlerle cezalandırdı. Nitekim Nuh kavmini
Tufanla, Ad kavmini soğuk bir rüzgarla, Semûd'u helak edici şiddetli bir sesle,
Lût kavmini bulundukları yeri altını üstüne getirmekle, Şu-ayb kavmini şiddetli
bir deprem ve bir buluttan üzerlerine yağan ateş yağmurlarıyla Firavun ve
kavmini denizle helak etti.
Allah'ın Bedir günü
müslümanlara olan ilk nimeti, onlara meleklerle yardım etmesi, diğer nimeti
onlara uyku hali vermesi ve yağmur indirmesidir: "Hani O size, emniyet
için hafif bir uyku vermişti..." Yani kendinizi az, düşmanı çok görmeniz
sebebiyle meydana gelen korkudan emin kılan hafif bir uyku nimetini
hatırlayın. Çünkü kendisine hafif uyku gelen kimse, korku hissetmez, rahat
eder, güç ve kuvvetini yeniler. Beyhakî Delâil'de, Ali (r.a.)'m şöyle dediğini
rivayet eder: "Bedir günü, içimizde Mikdâd'dan başka atlı yoktu. Biz hepimiz
uyuduk, sadece Resulullah, bir ağacın altında sabaha kadar namaz kılıp dua
etti."
Bu hafif uyku hali,
savaştan önceki gece oldu. Şiddetli korku içindeki büyük topluluk, bir mucize
olarak önlerinde çok mühim iş olduğu halde birden uyudu.
Maverdî şöyle der: O
gece Allah'ın onlara uyku verme lütfunda bulunmasında iki hikmet vardır:
Birincisi:
Dinlenmelerim sağlayarak ertesi günkü savaş için onları kuvvetlendirdi.
İkincisi:
Kalblerinden korkuyu gidererek onları emniyete kavuşturdu. Emniyet uyutur,
korku uykusuz bırakır.
Cenâb-ı Hak, onlara
Uhud günü de uyku verdi. Nitekim şöyle buyurur: "Sonra o kederin ardından
üzerinize bir emniyet, bir uyku indirdi ki, o içinizden bir grubu örtüp
buruyordu. Bir grub da canları sevdasına düşmüşlerdi." (Âl-i İmran,
3/154).
Yine Allah size, sizi
abdestsizlik ve cünüplük halinden temizlemek, sizden şeytanın vesvesesini ve
susuzluk korkusunu gidermek, kalblerinizi düşmanla savaşa cesaretlendirmek -ki
bu bâtını cesarettir- ayaklarınızı sebat ettirmek -ki bu zahirî cesarettir-
için gökten yağmur indirdi. Yağmurun indirilmesi dört faydayı gerçekleştirdi:
Cünüplükten ve abdestsizlikten yıkanmakla şer1! ve his-sî temizlenme, şeytanın
vesvesesini giderme, ruha sabrı alıştırma, ayakları kumlarda sebat ettirme.
Kur'ân'ın zahiri, uyku
halinin yağmurdan önce, Ramazanın 17. gecesinde meydana geldiğine işaret eder.
Mücahid ve İbni Ebî Nüceyh ise, yağmurun uykudan önce yağdığını
söylemişlerdir.
Yağmur yağdırılmasının
sebebi, İbnü'l-Münzir'in İbni Cerir et-Taberî ve İbni Abbas'tan naklettiğine
göre şudur: Müşrikler müslümanlardan önce, suyu ele geçirdiler. Müslümanlar
susuz kaldı. Abdestsiz ve cünüp halde namaz kıldılar. Kumluk içindeydiler.
Şeytan kalblerine hüzün verdi. "İçinizde bir peygamber, kendinizin de
veliler olduğunuza inanıyorsunuz, bir de abdestsiz ve cünüp halde namaz
kılıyorsunuz, öyle mi?" dedi. Bunun üzerine Allah gökten bir yağmur
indirdi, vadi su ile doldu, müslümanlar su için de temizlendiler, ayaklan sabit
olup kaymadı, şeytanın vesvesesi de böylece gitmiş oldu.
Resulullah ve ashabı,
yağmur suyundan toplanan suya gittiler ve orada konakladılar. Su havuzları
yaptılar. Geri kalan suları da yok ettiler. Resulullah için, savaş meydanını
gören bir tepe üstünde çardak yapıldı.
İbni İshak'm
Siyret'inde zikrettiği İbni Hişam'ın da onu takip ettiği gibi, Resulullah
(s.a.) Bedir'e yürüdüğü zaman, bulduğu en yakın su başına indi. Hubab ibni
Münzir, Resulullah'a yaklaşarak: "Ya Resulullah! Bu yeri sen kendin mi
belirledin, yoksa Allah'ın bir vahyi sonucu mu?" diye sordu. Resulullah:
"Kendi görüşümle belirledim" deyince, Hubab: "Burası iyi bir
mevki değil. İnsanları, onlara en yakın bir su kenarına götür. Oraya
yerleşiriz. Sonra onun dışındaki kuyuları kör kuyu haline getirir, üstlerine
bir havuz yapıp doldurur, ardından da, düşmanla savaşırız, Biz su içtiğimiz
halde, onlar içemezler" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Güzel
bir görüş ileri sürdün" dedi ve öyle yaptılar.
İbni Kesir şöyle der:
Bu hususta en güzel görüş, İmam Muhammed ibni İs-hak b. Yesar'ın Urve ibni
Zübeyr'den yaptığı rivayettir. O şöyle demiştir: Allah yağmur yağdırdı. Vadi
kaygan hale geldi. Öyle ki, Resulullah ve ashabı yapışkan çamur içinde kaldı.
Fakat bu, yürümelerine engel olacak şekilde değildi. Kureyş ise, öyle bir
çamura maruz kaldı ki, oradan gitmeye güçleri yetmedi.
Bence de, Kur'ân'ın
metni İbni Kesir ve Taberî, Zemahşerî ve Razî gibi müfessirlerin çoğunun
benimsediği bu rivayetlere uygun düşüyor. Beyzavî de, bunu destekleyen bir
rivayeti zikrederek şöyle der: Rivayete göre Bedir savaşına katılan
müslümanlar, suyu olan, ayakların kaydığı kumluk bir yerde konakladılar,
uyudular, çoğu ihtilam oldu. Suyu müşrikler ele geçirdi. Bunun üzerine şeytan
müslümanlara vesvese verdi: Siz nasıl zafere ulaşacaksınız? Su meselesinde
mağlubiyete uğradınız. Allah'ın veli kulları olduğunuzu sandığınız, Allah'ın
Rasûlü içinizde olduğu halde, siz abdestsiz ve cünüp olarak namaz kılıyorsunuz.
Müslümanlar korktular.
Bunun üzerine Allah, yağmur yağdırdı. Yağmur bütün gece yağdı. Vadi aktı.
Kenarında müslümanlar havuzlar yaptılar, hayvanlarını suladılar, abdest
aldılar, guslettiler. Düşmanla aralarındaki kumluk arazi ayakların kaymıyacağı
şekilde sertleşti. Şeytanın verdiği vesvese ortadan kalktı. Sonra Beyzavi,
Cenab-ı Hakk'm: "Kalblerinizi bağlamak için" sözünün manasını
açıklıyor.
En sahih görüş ise,
Kurtubî'nin İbni İshak'ın Siyret'inden zikrettiği görüştür. Bu, rivayetlerin
arasını bulan bir görüştür: Yağmurun yağmasıyla birlikte olan haller, Bedir'e varmadan
önce meydana geldi.[7]
Bedirde müminlere
bahşolunan gizli nimetlerden biri var ki, Allah onu müminlerin şükretmesi için
açığa çıkarmıştır. O da, Allah'ın meleklere, kendisinin, meleklerle beraber
olduğunu ilham etmesidir."Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ben sizinle
beraberim." Ayete bu şekilde mana verildiği gibi: "Hani Rabbin
meleklere: "Şüphesiz ben müminlerle beraberim. Dolayısıyla onlara yardım
edin, onları sebat ettirin." şeklinde de mana verilebilir. Razî bu ikinci
mana için "bu kelamdan maksat, korkutmayı ortadan kaldırmaktır. Melekler,
kâfirlerden korkmuyorlardı, müslümanlar korkuyordu" diyerek, daha uygun
bulur.[8]
Yardımdan amaç,
savaşın şiddetli zamanlarında gelen yardım ve destektir.
Müminlerin kalblerini
sebat ettir, azimlerini kuvvetlendir. Onlara, Allah'ın Rasûlüne ve müminlere
yardım etmeyi vaadettiğini, Allah'ın vaadinden dönmeyeceğini hatırlat.
Denilmiştir ki,
melekler, müminlerin tanıdığı erkekler suretine bürünüp öyle yardım
ediyorlardı. Beyhâkî, Delaü'de şöyle tahric eder: Melek, bir kişiye, onun
tanıdığı kişi şeklinde geliyor ve: "Müjde. Onlar az, Allah sizinle
beraber, hücum edin" diyordu.
Zeccâc'dan naklolunan
rivayete göre, sebat ettirmenin manası şudur: Şeytanın şer ilka etme-vesvese
kuvveti olduğu gibi, meleğin de hayır ilka etme-il-ham kuvveti vardı.
Sonra Allahü Teâlâ:
"Ben sizinle beraberim" sözünden muradını zikretmiştir. Bu sözün
manası: Kâfirlerin kalblerine korku vermekle size yardım etme hususunda,
sizinle beraberim, demektir. Allah'ın müminlere olan nimetlerinin en
büyüklerinden biri de, kâfirlerin ruhlarına korku ve ürküntü ekmesidir.
Onların başlarını
vurun, koparın, ayak ve el parmaklarını kesin.
Sonra Allahü Teâlâ,
müminlere yardım etme sebebini açıklayarak şöyle buyurur: "Bu, onların
Allah'a ve Resulüne karşı geldiklerinden dolayıdır..." Yani peygambere ve
müminlere yapılan sözkonusu yardım, müşriklerin Allah'a ve Resulüne düşmanlık
ve muhalefet etmeleri sebebiyledir. Onlar, şeriata uymayı, ona iman etmeyi bir
tarafa bıraktılar.
Kim Allah'a ve
Rasûlüne muhalefet edip düşmanlık ederse, onun için dünyada hezimet ve rüsvay
olmak olduğu gibi, ahirette de şiddetli bir azab vardır.
Ey Allah'a ve Rasûlüne
muhalefet eden kâfirler! Dünyada size acele tarafından verdiğim bu hezimeti,
zilleti, cezayı, öldürülmek ve esir edilmek gibi halleri acilen tadın. Eğer
küfürde ısrar ederseniz, ahirette de, sizin için cehennem azabı vardır. [9]
15- Ey iman edenler! Toplu bir halde kafirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin.
16- O gün kim savaşmak için bir tarafa çekilmek,
ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını dönerse, Allah'ın gazabına
uğramış olur. Onun yeri de cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.
17- Onları siz öldürmediniz. Fakat Allah öldürdü
onları. Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı. Müminleri, kendinden
güzel bir imtihan ile denemek için. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, çok
iyi bilendir.
18- Bu, böyledir.
Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzaklarını yıpratıcıdır.
19- Eğer siz fetih istemekteyseniz, işte size o
fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Yine
dönerseniz, biz de döneriz. Topluluğunuz çok da olsa, sizden hiçbir şeyi
sa-vamaz. Çünkü Allah müminlerle beraberdir.
Ey Allah ve Rasûlünü
tasdik edenler! Sizinle savaşmak isteyen ordu halindeki düşmanınıza
yaklaştığınız zaman, onların sayısı çok, sizin sayınız az da olsa, onlardan
kaçmayın. Allah sizinle beraberdir. Düşman önünden kaçmak ancak iki halde
caizdir:
1- Taktik
olarak; yenilmiş gibi görünüp geri çekildikten sonra savaşmak için toparlanıp
tekrar harekete geçmek için. Bu bir savaş hilesidir.
2- Düşmanla
savaşmak düşüncesiyle düşmanla savaşan diğer bir İslâm topluluğuna katılmak
için.
Bu iki durum dışında,
kim savaştan korkup kaçarsa, Allah'ın gazabına uğrar. Ahirette onun varacağı
yer cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir. Bey-zâvî şöyle der: Bu, düşmanın
iki mislinden fazla olmadığı zamandır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden yükü hafifletti"
(Enfal, 8/66). İbni Abbas da şöyle demiştir: "Kim üç kat düşmandan
kaçarsa, kaçmamış demektir. Kim iki kat düşmandan kaçarsa, o, kaçmış
sayılır." Ayet, savaştan kaçmanın haram olduğuna işaret eder. Bu, büyük
günahlardandır. Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste Peygamber
(s.a.): "Helak edici yedi şeyden sakının" buyurdu. Ashab: "Ya
Resulullah! Bu yedi şey nedir?" diye sorduklarında Rasûlü Ekrem:
"Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haklı bir neden olmaksızın Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı bir hayatı öldürmek, faiz, yetim malı yemek,
düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak ve zinadan uzak müslüman kadınlara
zina isnad etmek" buyurdu.
Sonra Allahü Teâla,
düşmanlara karşı yardım edeceğini ifade ederek, düşman önünde sebat ve sabır
edilmesi zaruretini ifade etti: "Onları siz öldürmediniz." Yani siz
onları öldürmekle iftihar etseniz de, onları kendi kuvvet ve maddî gücünüzle
siz öldürmediniz. Onları sizin elinizle Allah öldürdü. Çünkü, melekleri indirip
onların kalbine korku veren, zafer dileyen, kalblerinizi kuvvetlendirip korku
ve sıkıntıyı gideren O'dur. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla
savaşın ki, Allah ellerinizle onları azablandırsın. Onları rüsvay etsin, size
onlara karşı galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).
Müslümanlar,
Mekkelileri yenip öldürdüğü ve esir ettiği zaman, birbirlerine karşı övünmeye
başladılar. Her konuşan "ben öldürdüm, ben esir ettim" diyordu.
Kureyş ortada
görününce, Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İşte Kureyş. Onları buraya,
gurur ve kibirleri getirdi. Allahım! Senden, bana vaadini yerine getirmeni
istiyorum." Cibril (a.s.) geldi ve: "Bir avuç toprak al, onlara
at" dedi. İki topluluk karşılaştığında Resulullah (s.a.) Ali (r.a.)'ye
"Bana şu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver" dedi. Aldığı bir
avuç çakıl taşını kâfirlerin yüzlerine attı. "Yüzleri geri gitsin"
dedi. Hepsi de, gözüyle meşgul oldu, yenildiler, müminler, onları öldürmeye ve
esir etmeye koyuldular... İşte onlara şöyle denildi: Onları öldürmekle iftihar
etseniz de, onları siz öldürmediniz, sizin kalblerinizi sebat ettirmek ve
onların kalblerine korku vermekle, Allah öldürdü. Ey peygamber! Bir avuç
toprağı attığın zaman, gerçekte sen atmadın. Çünkü, senin attığın şeyin tesiri
bütün insanlara ulaşamaz. Onların hepsinin gözlerine, ancak toprağı onların
gözlerine ulaştırmakla Allah attı. Görünürde Resulullah (s.a.) attı, tesiri
Allah'tan görüldü.
Peygamber (s.a.)
Huneyn günü de toprak attı.
Öldürme işinde,
Cenâb-ı Hakk'ın fiili ile, Peygamber ve müminlerin fiili arasında fark var:
Sonuçları gerçekleştiren Allah'tır, insan ise, zahiri sebeblere yapışmaktadır.
Bütün işlerde durum böyledir.
Allahü Teâlâ bütün
bunları, müşrikleri rezil etmek, müminleri de güzel bir şekilde imtihan etmek;
yani düşmanları çok, kendileri az olduğu halde, düşmanlarına karşı müminleri
üstün kılma nimetini anlasınlar ve şükretsinler diye yaptı.
Şüphesiz Allah, her
türlü sözü işiticidir. Savaştan önce, peygamberin ve müminlerin Rablerine olan
dualarını ve yardım isteklerini işitir. Onların hallerini ve niyetlerini,
zafere ve ganimete lâyık olanları bilir.
Sonra Allahü Teâlâ,
zaferle beraber başka bir müjdeyi zikrediyor. Onlara, kâfirlerin gelecekteki
tuzağını boşa çıkaracağını, onların müslümanlar aleyhindeki her türlü
hareketlerini hüsrana uğratacağını haber veriyor.
Sonra Allahü Teâlâ,
tarizli tarzda Mekkelilere hitap ediyor: Eğer fetih istiyorsanız, işte fetih
geldi. Eğer iki ordudan üstün ve doğru yolda olan için zafer istiyorsanız,
işte istediğiniz şey geldi. Üstün ve doğru olana zafer nasib oldu, aşağılık ve
sapık olanlar helak oldu.
Sonra Allahü Teâlâ
onları korkutarak şöyle buyurdu: Eğer küfürden, Allah'ı ve Rasûlünü
yalanlamaktan, peygamberine düşmanlıktan vazgeçerseniz bu sizin dünya ve
ahiretiniz için daha hayırlıdır. Denendiğiniz ve öldürüldüğünüz, esir
edildiğiniz savaştan daha faydalıdır. Eğer onunla savaşa, küfür ve sapıklığa
dönerseniz, biz de ona yardıma sizi hezimete uğratmaya döneriz. Nitekim
Cenâb-ı Hak, İsrailoğulları'na şöyle buyurur: "Dönerseniz, biz de
döneriz" (İsra, 17/8) Tefsirini yaptığımız ayetteki hitap kafirleredir.
Ayetin gelişinden bu anlaşılmaktadır. Hitabın müminlere olduğu da söylenmiştir.
Çünkü Allahü Teâlâ'nın: "İşte size fetih geldi" sözü, ancak müminlere
uygun düşer. Ancak buradaki fethi, beyan, hüküm ve kaza manasına hamledersek,
o zaman kafirler de kasdolunabilir.
Sizin topluluğunuz çok
da olsa, size fayda vermeyecektir. Çünkü çokluk, azlık önünde her zaman zafere
ulaşmaz. Az, sabra, sebata ve Allah'a imana sarıldığı zaman, aksi olur.
Allahü Teâlâ yardımla,
destekle ve başarıya muvaffak buyurmakla müminlerle beraberdir. Siz ne kadar
topluluk toplarsanız toplayın, Allah'ın beraber olduğu kimseleri mağlup edecek
hiçbir kimse yoktur: "Ve muhakkak bizim ordumuz, elbette onlar galib
olanlardır" (Saffat, 37/173). "Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın
taraftarlarıdır" (Maide, 5/56). "Şeytanın taraftarları, hüsrana
uğrayanların ta kendileridir" (Mücadele, 58/19). [10]
20- Ey iman edenler!
Allah'a ve Resulüne itaat edin. İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.
21- İşitmedikleri
halde "işittik" diyenler gibi olmayın.
22- Allah katında
yerde yürüyen hayvanların en kötüsü, akıl erdirmeyen sağır ve dilsizlerdir.
23- Eğer Allah onlarda
bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara duyururdu. Onlara işittirseydi de
yine yüz çevirici olarak arkalarına dönerlerdi.
Allahü Teâlâ mümin
kullarına, kendisine ve peygamberine itaati emrediyor. Bu emre muhalefetten ve
inatçı kâfirlere benzemekten men ediyor.
Ey iman edip tasdik
edenler! Cihada katılma ve malı terketme hususundaki davette, Allah'a ve
Rasûlüne itaat edin. Rasûlüne ve emirlerine itaati ter-ketmeyin. Cihadı ve
cihad yolunda sözünü ve öğütlerini dinleyin. Burada dinlemek, anlayıp kavramak
üzere dinlemektir. Müminlerin özelliği budur: "Dinledik, itaat ettik. Ey
Rabbimiz! Mağfiret isteriz ve dönüş ancak sana'dır" dediler" (Bakara,
2/285).
Dinlemedikleri halde
"dinledik" diyen münafıklar ve müşrikler gibi olmayın. Onlar
duyuyor, kabul ediyor gibi görünüyorlar, ama durum öyle değildir.
Sonra Allahü Teâlâ,
onların mahlûkların en kötüleri olduğunu haber veriyor: Allah katında,
yeryüzünde dolaşan varlıkların en şerlileri, hakkı duymayan, ona tabi olmayan,
hakkı konuşmayan, hakkı anlamayan, hak ile bâtılı, hayırla şerri, hidayetle
dalâleti, İslâm'la küfrü anlamayan, duyuları çalışmaz hale getirip faydalı ve
zararlıyı ayırdedemeyen kimselerdir. Eğer onlar, akıllarını cahiliyye
asabiyetinden ve taklitten uzaklaşarak kullansalar, hak ve doğruyu bulurlar,
kendileri için yararlı olan şeyin İslâm olduğunu anlarlardı. Ancak onlar,
gerçekten hayvanlar gibi hakikatları anlamıyorlar: "Bunda kalbi olan veya
kendisi şahit olarak kulak veren kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf,
50/37).
Sonra Allahü Teâlâ,
onların sağlam bir anlayışları olmadığını, eğer nefislerinde hayra, imana,
İslâm nuruna ve peygambere bir meyilleri olacak olsaydı, alıcı bir şekilde
anlamaya muvaffak buyururdu. O, onları, hakikati anlamaya muvaffak buyursa,
onlar yine de, sırf inatlarından dolayı ondan yüz çevireceklerdi. [11]
24- Ey iman edenler!
Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına
uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona
dönüp toplanacaksınız.
25- Bir de öyle bir
fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki
Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.
26- O zamanı
hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz.
İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi.
Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesi-niz.
Allahü Teâlâ, bu
ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı
gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla
tekrarladı.
Mana şöyledir: Ey
müminler! Dünya vû ahiret saadetini, hayır ve salahınızı, her türlü hak ve
doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve
her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden
amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî:
"Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek"
ıslah edecek olan şeylere icabet edin demektir, der.
Fakihlerin çoğuna
göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki,
Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp
toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.
Bu yüzden Resulullah
(s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirlerine, ciddiyet, azim ve
gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili
emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.
Hz. Peygamber (s.a)'in
emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir.
Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak
şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında
yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan
kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).
"Bilin ki Allah,
kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kaybetmeden, çabuk
icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası
hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöylo buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse
için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Şöyle de denilmiştir:
Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı yakalayamaz. Keşşâfda şöyle
der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir
halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Allah'ın "Cami"
isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini
rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren
Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya
Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik.
"Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları
ters yüz eder, çevirir" buyurdu.
Taberî'nin tercihi
şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerinden daha çok sahip
olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına girdiğini, hatta
insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.
Bence ayetin tefsiri
konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru görüştür. Mana şöyle olur:
Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altında tutar, işleri
nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf
yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalble-re yön
verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir.
Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata
teşviktir.
Cebre inananlara göre
mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına
girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı
kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Allah'ın
saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip
olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.
Mu'tezile'den Cübbaî
şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi
taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı
emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması
emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur?
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün
yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).
Sonra Allahü Teâla
mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi
ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve
iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hicretten önceki müminlerin
haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlü-ne itaati emrettikten sonra,
masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle
buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da
söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çokluk ve size kötü
işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle
yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bununla
birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).
"Biz onları emin
bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyvelerden tarafımızdan bir
rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).
"O sizi
barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir
ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı,
ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti hatırlatmaktan
maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik etmektir.
İbni Cerir et-Taberî, Katade
b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve
hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder:
Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık
bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet
ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes
yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yeniliyorlardı.
Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet,
Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıkla-rını
genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları
sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükredin.
Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan
nimetlerini artırır. [12]
27- Ey iman edenler!
Allah'a ve Rasûlü- ne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?
28- Bilin ki'
mallarmız ve çocuklarınız ancak birer
imtihandır ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katmdadır.
Allahü Teâlâ, bu
ayette, şerl mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılmasının gerekli olduğunu
belirtiyor.
Ey Allah'ın
peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da
koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hıyanet etmeyiniz.
Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve neh-yettiklerinden
kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şeylere uymakla
peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara
riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi,
ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar arasında
yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına emanet
ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak,
hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkalarının haklarına
riayet etmemektir.
Ve siz hıyanet
ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü
birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsunuz.
Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.
Hıyanet: İnsanın küçük
büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.
Güvenilirlik
müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlanndandır. İmam Ahmed, Enes ibni
Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin
imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri
hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti
üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine
bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kusa ve kendisinin
müslüman olduğunu zannetse de..."
Sonra Allahü Teâlâ,
insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı
kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bulunarak:
"Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani,
şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar hususunda
Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder.
Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile
meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten ahkoyar. İnsan, mal sevgisi, onu
kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah korkusu
olmazsa, cimrilik yapar, malm içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirlere
ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insanın
fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun
için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal kazanmalı
ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmelidir ki,
vücudlanna haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve
haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.
Sonra Allahü Teâlâ
ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla bitirerek: "Büyük
mükâfat şüphesiz Allah kalındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve
cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şurası bir
gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana gelebilecek
bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde
siz, mal, çoluk çocuk konularında şer1! ve dinî hükümlerine riayet ederek,
Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk
çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye
girme-yesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya
hayatının süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde
sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır* (Kehf, 18/46). [13]
29- Ey iman edenler!
Eğer Allah'tan korkarsanız, O size iyi ve kötüyü ayır-dedecek bir anlayış
verir, suçlarınızı örter, size mağfiret eder. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Ey müminler!
Emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'tan korkarsanız,
size hak ile bâtılı ayırmaya yarayan bir hidayet ve kalble-rinizi aydınlatan
bir nur verir. Bu nur, Allah'ın aşağıdaki ayetinde hikmet diye ifade ettiği
takva üzerine kuruludur: "Kime hikmet verilirse, muhakkak ona pek çok
hayır verilmiştir" (Bakara, 2/269). Şu ayette de aynı şeye işaret ediliyor:
"Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın." (Hadid,
57/28).
Allahü Teâlâ, takva
sahibine öyle bir yetenek verir ki, onunla doğru ile eğriyi, hakla bâtılı,
İslâm'la küfrü birbirinden ayırd eder. Böylece Allah'ın şu ayetinde emrettiği
gibi bir rabbani olur: "Fakat o: "Öğretmekte ve okuyup okutmakta
olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun, der" (Aİ-i İmran, 3/79).
Yine, Allahü Teâlâ'dan
korkarsanız, sizin geçmiş günahlarınızı ve kötülüklerinizi bağışlar, onları
insanların gözlerinden siler, size çok sevap verir. Allah, geniş fazl ve büyük
ihsan sahibidir. Buna benzer bir ayet de şöyledir: "Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, Rasûlüne de iman edin ki, rahmetinden size iki nasip versin.
Sizin için aydınlığıyla yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin.
Allah gafurdur, rahimdir" (Hadid, 57/28).
[14]
30- Hani bir zamanlar
o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da bu tuzağın
karşılığını kendilerine veriyordu. Allah, tuzak kuranla- ra karşılık verenlerin
en hayırlısıdır.
ânlara ayetlerimiz
(Kur'an) okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey
değildir" demişlerdir.
Ey peygamber!
Müşriklerin, senin ve davanın aleyhine önemli bir meseleyi görüşmek üzere
toplandığı o zamanı hatırla. O, nimete şükrü, ibret ve öğüt alınmasını
gerektiren çok güç zamanda, Rabbinin seni desteklediğine ve davanda samimi
olduğuna işaret eden bir şeydir.
Senin için üç şeyden
birini uygulamayı düşünmüşlerdi:
1- Seni
hapsederek, davetten alıkoymak.
2- Bütün
kabilelerin ortak olacağı bir şekille seni öldürmek,
3- Seni
memleketinden çıkarmak.
Onlar, sen farketmeden
sana kötü bir şey yapmak için gizlice tuzak hazırlıyorlardı. Fakat Allah'ın
kudreti, onların tuzağını boşa çıkardı. Herhangi bir ezaya maruz kalmadan seni,
onların arasında sağ salim çıkardı. Mekke'den Medine'ye gittin. "Tuzak
kuruyorlardı" sözü, ona yaptıkları tuzakları gizlediklerini gösterir.
"Allah da bu tuzağı karşılığını onlara veriyordu" sözünün manası,
onların tuzaklarını azapla cezalandırır demektir. "Allah tuzak kuranlara
karşılık verenlerin en hayırlısıdır" sözünün manası şudur: Onun tuzağı,
başkalarının tuzağından daha nüfuz edici, daha etkilidir. Çünkü Cenab-ı Hakk'm
tedbiri hakkın zaferidir, bir adaletidir. Çünkü o, gerekli olanı yapar.
Buradan anlaşılıyor
ki, kâfirlerin Hz. Peygamber'e ve onun davasına karşı tutumları, daima kötülük
ve eza şeklinde olmuştur.
Allahü Teâlâ, onların
Muhammed (s.a.)'in zâtına karşı hazırladıkları tuzağı anlattıktan sonra,
getirdiği dine ve kitaba karşı hazırladıkları tuzağı da anlatarak şöyle
buyurdu: "Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman: "İşittik, eğer dilersek,
biz de elbet bunun benzerini söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir
şey değildir" demişlerdi." Yani, Kur'ân'm açık ayetleri okunduğu
zaman, cahilliklerinden, inatlarından, akılsızlıklarından ve kibirlerinden:
İsteseydik, bunun benzerini biz de elbet söylerdik, dediler. Bu, zımmen,
onların Kur'ân'm benzerini getirmekten acizliklerini itirafı içine almaktadır.
Nitekim O, Kur'ân'm en kısa sûresini meydana getirmelerini istemiştir. Onların
iddiası, korkak zayıf bir kimsenin cesur, kahraman bir kimsenin önünde, onu,
öldürebileceği iddiasını savurması gibidir.
Bu sözün sahibi Nadr
b. Haris'ti. Rivayet olunduğuna göre, Nadr b. Haris, ticaret yapmak üzere Hire'ye
gitti. Kelile ve Dimme'nin sözlerini içine alan kitaplar satın aldı.
İslâmiyetle alay edenlerle birlikte oturur, onlara eskilerin efsanelerini
okur, onların da Muhammed (s.a.)'in zikrettiği önceki ümmetlerin kıssaları gibi
olduğunu iddia ederdi.
Yine o, İran'a gider,
Rüstem, İsfendiyar ve diğer İran büyükleriyle ilgili haberleri dinler, Yahudi
ve Hristiyanlara uğrar, onlardan Tevrat ve İncil dinler, sonra duyduklarını
anlatmak üzere Mekke'ye gelirdi.
Sonra yalan sözlerini
daha yalanıyla açıklayarak şöyle dediler: Bu Kur'ân, ancak daha Öncekilerin
haberleri, yalanları ve sözleridir. Ayetin benzeri şu ayettir: "Ve dediler
ki: "Eskilerin masallarıdır ki onu yazdırmıştır. Onlar sabah ve akşam ona
okunur" (Furkan, 25/5).
"Eskilerin
efsaneleri" sözünün manası, önceki kavimlerin kitapları, onlardan
öğreniyor ve onları insanlara okuyor, demektir. Bu, tam bir yalandır. Nitekim,
şu ayette Cenâb-ı Hak, bunu haber vermektedir: "De ki: "Onu göklerin
ve yerin gizliliklerini bilen Allah indirdi. Muhakkak ki O gafurdur,
rahimdir" (Furkan, 25/6).
Bu sözü söyleyen Nadr
b. Haris hakkında şu ayet nazil olmuştur: "İnsanlar içinde bilgisizce
Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş söze müşteri
çıkanlar vardır" (Lokman, 31/6). O, insanları, Kur'ân dinlemekten
alıkoymak için, geçmiş ümmetlerin haberlerini, insanlara okumak üzere güzel bir
cariye satın almıştı.
Görüldüğü üzere onlar,
Kur'ân ayetlerini geçmişlerin kıssalarına benzettiler. Ancak onların Hz.
Muhammed tarafindan uydurulduğunu söylemediler. Çünkü onun doğruluğuna, yalan
söylemeyeceğine inanıyorlardı. Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Onlar aslında seni yalanlamı-yorkt& Fakat o zalimler bile bile
Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" (En'am, 6/33).
Nadr b. Haris, Ebû
Cehil, Velîd b. Muğire gibi Kureyş'in ileri gelenleri, insanların Kur'ân'ı
dinlemelerini engelliyor, sonra da kendileri geceleri Peygamberi dinlemeye
çalışıyorlardı. Hatta, Velîd b. Muğire, Kur'ân ayetlerinden etkilenerek:
"O üstün gelir, ona üstün gelinemez" dedi, sonra da müşrik liderlerin
tesiriyle, araplar duymasın diye bu sözünü değiştirmeye çalıştı ve:
"Şüphesiz bu, tesirli bir büyü" dedi. [15]
32- Hani bir zaman da:
"Allah'ım, eğer bu, senin katından indirilmiş gerçekse, üzerimize gökten
taş yağdır, yahut bize acıklı bir azab getir" demişlerdi.
33- Halbuki sen içlerindeyken Allah onlara azap
edecek değildi. Onlar istiğfar ederlerken de, Allah onlara azap edecek
değildir.
34- Neden Allah onlara azab etmesin? Onlar
Mescid-i Haram'dan. -kendileri ona lâyık olmadıkları halde- alıkoyup
duranlardır. O sakınanlardan başkaları onun ehilleri değildir. Fakat onların
çoğu bilmezler.
35- Onların Beyt
yanında duaları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi.
Küfrünüzden dolayı azabı tadın artık.
Ey Muhammed!
Kureyş'in: "Allah'ım, eğer bu senin katından indirilmiş gerçekse, fil
ashabını cezalandırdığın gibi, gökten indireceğin taşla bizi cezalandır. Ya da
onun dışında acıklı bir azabla azablandır" dediği zamanı hatırla.
Bu, Allahü Teâlâ'nm
Kureyş'in küfrünü, taşkınlığını, inadını ve kendilerine okunan Kur'ân
ayetlerini dinledikleri zaman ileri sürdükleri bâtıl iddialarını haber
vermedir. Onların: "Şüphesiz Kur'ân, evvelkilerin efsaneleri, onun uydurmasıdır.
Eğer o gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, bizim bu inkârımız ve
istediğimiz karşısında, Allah bize elbette taş, ya da acıklı azab indirirdi"
sözlerini hikâyedir.
Onların muradı,
Kur'ân'ın, Allah katından indirilen bir hak olduğunu inkâr etmekdi. O Allah
katından indirilen hak olsa bile onlar ona tabi olmayacaklarını açıklamak
içindi. Bilakis helaki tercih ediyorlar ve Kur'an Hak'tır diyenlerle alay
ediyorlardı. Bu, inkârın en son noktası demekti. Son derecedeki
cehaletlerinden, aşırı derecedeki yalanlamalarının alâmetidir. Nitekim başka
ayetlerde de, onların acele tarafından ceza istedikleri ifade olunur:
"Senden azabı çabucak isterler. Eğer muayyen bir vakit olmasaydı elbette
onlara azab gelirdi. Onlara ansızın gelecektir. Ve onların haberleri
olmaz." (Ankebut, 29/53)."Onlar azabdan nasibimizi bize acele ver (ki
görelim) dediler" (Sâd, 38/16).
Sonra Allahü Teâlâ,
onların azablarmın geciktirilme sebebini zikrederek: "Halbuki sen
içlerindeyken Allah onlara azap edecek değildi" buyurmuştur. Yani,
aralarında peygamber varken, onlara azab etmek, Allah'ın sünnetine, rahmetine
ve hikmetine uygun düşmez. Çünkü O, onu âlemlere azab ve işkence için değil,
rahmet olarak gönderdi. Allah hiçbir ümmeti, peygamberleri arala-rmdayken azap
etmemişti. İbni Abbas şöyle demiştir: "Hiçbir ümmet, Peygamberleri ve
müminler aralarından çıkıp emrolundukları yere varmadıkça azab olunmamıştır. O,
onlar istiğfar ederken, geçmiş ümmetlerin azab olunduğu gibi, dünyada iken,
köklerinin kazınması şeklinde bir azabla azablandırmaz."
İstiğfar edenler
kimlerdir? İbni Abbas'a göre, onlar kâfirlerdir. Tavaf ederlerken: "Bizi
affet ya Rab" diyorlardı. İstiğfar edenler fâcir de olsalar, bazı serler
ve zararlar önlenir. Bazılarına göre de buradaki istiğfar, kafirlerin arasında
bulunan ve hakir görülen müslümanlara racidir. Buna göre mana, içlerinde istiğfar
eden müslümanlar varken, Allah onlara azab edici değildir, olur... Nitekim,
onlar aralarından çıkınca, Allah onlara, Bedir'de ve daha başka yerlerde azab
etti.
Denilmiştir ki: Burada
istiğfarla İslâm murad olunmaktadır. Yani, onlar müslüman olacaklar iken,
bazıları bazılarının peşinden müslüman olacakken, yahut onların Allah'a inanan
ve ona istiğfar eden çocukları olacak iken, Allah onlara azab etmez, demektir.
Cenâb-ı Hak, onların
dünyada, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabla azablandırılmayacaklarını
ifade ettikten sonra, başka bir ihtimali açıklamıştır. O da, gerektiğinde ve
engel de ortadan kalktığında, köklerinin kazınması şeklindeki bir azabtan
başka bir azabla azablandırılabileceklerdir. "Neden Allah onlara azap
etmesin?" Yani, Allah, onları niçin başka bir azabla azaplandırma-sm, o
azabtan daha hafif bir azabın gelmesine hangi şey engel olabilir? Onlar,
müslümanlarm ibadetlerini ifa için, Mescid-i Haram'a girmelerini engelliyorlardı.
Nitekim Peygamber (s.a.)'i ve ashabını Mescid-i Haram'dan çıkardılar. O yüzden
onlar, Allah'ın azabına müstahaktılar. Fakat Allah bunu, Peygamber (s.a.)
aralarında olduğu için uygulamadı.
O halde, bu durumda
olan kimseler Mescid-i Haram'ın dostu olamazlar. Onlar kılıçla öldürülmeye
layıktırlar. Nitekim Allah onları, Bedir Günü'nde öldürdü, azab etti. Ebû
Cehil gibi, küfrün ileri gelenleri öldürüldü, birçoğu esir alındı. Bu suretle
İslam'ı aziz kıldı, yüceltti.
"Kendileri ona
lâyık olmadıkları halde..." Onlar şöyle diyorlardı: Biz, Beyt-i Haram'ın
velileriyiz, istediğimizi oradan uzaklaştırır, istediğimizi sokarız. İşte
onların bu sözlerine Allah şöyle cevap verdi; Şirkleri ve Peygamber (s.a.)'e
düşmanlıkları sebebiyle, onlar, Mescid-i Haram'ın velayetine lâyık değillerdir.
Onun dostu ve hamisi,
ancak müslümanlardan, muttaki olanlar olabilir, her müslüman buna ehil
değildir. Ancak muttaki, iyi kimseler ehil olabilirken, putlara tapan kafirler buna
nasıl ehil olabilir?
Fakat onların pek
çoğu, müttakilerin Allah'ın dostu olduğunu dolayısıyla onun azabından onların
emin olabileceğini bilmiyorlar.
Sonra Allahü Teâlâ,
Kabe'nin bakım ve idaresini üzerlerine almaya ehil olmayışlarının sebebini
açıkladı: Onların, Kabe'deki duaları itaat ve ibadetleri, ıslık çalıp el
çırpmak şeklindeydi. Kabe'ye gereği şekilde saygı göstermiyorlar-dı. İbni Abbas
şöyle demiştir: Kureyş, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalarak ve el çırparak
tavaf ediyorlardı. Mücahid ve Said b. Cübeyr ise şöyle demişlerdi: Kureyş
Resulullah (s. a) tavaf ederken karşısına çıkıyorlar, onunla alay ediyorlar,
ıslık çalıyorlar, tavafını ve duasını karıştırıyorlardı. Aynı rivayet,
Mukatil'den de naklolunmuştur.
İbni Abbas'm sözüne
göre: Islık çalmak ve el çırpmak, onların bir ibadet şekliydi. Mücahid, Mukâtil
ve İbni Cübeyr'e göre ise, Peygamber (s.a.)'e eziyet vermek içindi. Razî, ilk
görüşün: "Onların Beyt yanında duaları, ancak ıslık çalmaktan başka bir
şey değildi" ayetinin manasına daha yakın olduğunu söyler.
Ancak kâfirlerin
yapacağı işler ve küfrünüz sebebiyle Bedir Günü, katlo-lunmak ve esir edilmek
şeklinde azabı tadın ki, bu sizin istediğiniz azabtır. [16]
36- O kâfirler, mallarını Allah yolundan
alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar
da. Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlup
olacaklardır. Küfrederler ise, en son cehenneme sürüleceklerdir.
37- Ki Allah murdarı
temizden ayırdet-sin, murdarı birbiri üstüne koyup hepsini yığsın da onu
cehenneme atsın. Onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.
38- Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse,
geçmişteki kendilerine mağfiret olunur. Eğer yine dönerlerse, öncekilerin
kanunu muhakkak devam etmiş olacaktır.
39- Hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle
Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, muhakkak ki
Allah onların ne yaptıklarını iyice görür.
40-Ve eğer onlar
vazgeçerlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır ve ne
güzel yardımcıdır.
Ey peygamber! Ebû
Süfyan ve adamları gibi kâfirlere, eğer içinde bulundukları küfür, inad ve
Peygamber (s.a.)'e düşmanlıktan vazgeçer, İslâm, itaat ve tevbe yoluna
girerlerse, geçmiş küfürlerinin, günahlarının ve hatalarının bağışlanacağını
söyle. Nitekim, İbni Mes'ud'dan gelen bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim, müslüman iken iyilik ederse, cahiliyye döneminde
yaptıklarından sorguya çekilmez. Kim de İslâm döneminde kötülük ederse,
evvelinden de sonundan da sorguya çekilir."
Yine Sahih'de gelen
bir hadiste Resulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İslâm, daha önce
yapılanları siler süpürür. Tevbe de, kendinden önceki şeyleri siler
süpürür."
Müslim'in Amr b.
As'dan rivayetine göre, o şöyle demiştir. Allah, kalbime imanı koyunca,
Peygamber (s.a.)'e geldim, elini uzat sana biat edeyim, dedim. Elini uzattı,
ben de elimi uzattım. Ne istiyorsun? dedi. Mağfiret olunmamı, dedim. Bunun
üzerine Resulullah: "Ey Amr! Bilmiyor musun? İslâm, kendinden önce
işlenmiş kötü şeyleri yıkar, yok eder. Hicret, kendinden önce işlenmiş kötü
şeyleri yıkar, yok eder. Hac da, kendinden önceki günahları affettirir" buyurdu.
Eğer onlar kâfirlerin
tarafında, insanları İslâm'dan çevirme, inatlık ve İslâm'la savaş yolunda
olurlarsa, bulundukları hal üzere devam ederlerse, peygamberlerimi yalanlayan,
onlara karşı çıkan eski yalanlayıcıları helak ve yok etme konusunda geçerli olan
kanunumu onlara uygularım. Nitekim bu, Kureyş için Bedir'de ve daha başka
yerlerde gerçekleşmiştir: "Muhakkak biz peygamberlerimize ve müminlere
dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz"
(Mümin, 40/51).
Bu, onların küfrü ve
inadı terketmedikleri takdirde başlarına gelecek şiddetli bir tehdittir.
Sonra Allahü Teâlâ, bu
kâfirlerin hükmünü açıklıyor. Eğer küfre dönerler ve ona devam ederlerse,
önceki ümmetlerin başına gelenlere maruz kalacaklardır. Bu durumlarında ısrar
ederlerse, Allah onlarla savaşılmasını emrediyor: "Hiçbir fitne
kalmayıncaya ve din tamamiyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın..."
Yani, ey müslümanlar, düşmanınız olan müşriklerle öyle şiddetle savaşın ki,
ortada şirk kalmasın, ancak Allah'a ibadet olunsun, hiçbir mümin dininden
döndürülmesin, sadece "lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka ilâh
yoktur) denilsin. Bâtıl dinler yıkılsın, sadece İslâm dini kalsın. Bu
el-Beyhâkî'nin Mâlik vasıtasıyla Zührî'den rivayet ettiği Peygamber Efendimize
ait şu hadis-i şerife göre, Mekke ve civarındaki arap yarımadası içindir:
"Arap yarımadasında iki din bir arada bulunmaz." Razî şöyle der:
Bunun bütün memleketlere hamlo-lunması mümkün değildir: Çünkü öyle olsaydı,
Allah'ın emrettiği savaşla beraber, orada küfür kalmazdı.[17]
O halde savaştan amaç,
din hürriyetine imkân vermekti. Çünkü hiç kimse, inancını terke zorlanamaz.
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Dinde zorlama yoktur. Hakikaten iman
ile küfür apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 2/256).
Eğer onlar, küfürden ve
sizinle savaştan vazgeçerlerse, onların iç yüzlerini bilmeseniz de, onlardan
vazgeçin. Çünkü Allah, onların amellerini bilmektedir. Onları ona göre
mükafatlandırır.
Eğer sizin davetinizi
dinlemekten yüz çevirir, küfürden vazgeçmezlerse, onların bu durumlarına önem
vermeyin. Bilin ki Allah, sizin işlerinizi üzerine almıştır. Sizin
yardımcmızdır. Onlara önem vermeyin. Allah kimin mevlası ve yardımcısı olursa,
o hiçbir şeyden korkmasın, O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır.
Mevlâsı olduğu şahsa kaybettirmez. Allah'ın yardım ettiği şahıs mağlup
edilemez.
Fakat Allah'ın yardımı
iki şeye bağlıdır: Cihad için maddî ve manevî hazırlık "Siz de onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar
hazırlayın" (Enfal, 8/60). Bir de, Allah'ın dinine, şeriatının uygulanmasına
yardımcı olmak "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da
size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar" (Muhammed, 47/7).
İslâm'a, amelle değil
sadece sözle bağlanmak, olağanüstülüklerle yardım istemek, sadece dua ile
yetinmek, hazırlık yapmamak, Filistin ve diğer İslâm beldelerinde görüldüğü
gibi, istenen zaferi getirmez. [18]
41- Eğer Allah'a ve
kulumuza, hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun biri-birleriyle
karşılaştıkları gün indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımlarm'
yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Allah, her şeye gücü yetendir.
Bu ayet, Enfal
sûresinin başındaki "sana enfalden soruyorlar" ayetinde kısaca
zikrolunan hükmün açıklaması mahiyetindedir. Bu ayette Cenab-ı Hak, onlar
hakkında hüküm vermenin Allah'a ait olduğunu, Resulullah (s.a.)'in onları,
Allah'ın kendisine emrettiği şekilde taksim edeceğini açıklamıştır. Bu ayette,
sadece bu ümmete helâl kılman ganimet mallarının hükmü açıklanmış, onların
beşte birlere ayrılacağı, bir beşte birin ayette zikrolunanlara taksim
olunacağı zikrolunmuştur. Geriye kalan dört beşte bir de, sünnetin açıkladığı
gibi, gazilere verilir: Savaşan askerlerden piyadeye bir pay, atlıya iki yahut
üç pay verilmek üzere taksim olunur. Ayette beşte birin kimlere verileceği açıklanmış,
diğer beşte birlerin kimlere verileceğinden söz edilmemiştir. Kurtubî şöyle
der: Allah ganimeti savaşanlara izafe etmiş, sonra beşte birinin, kitabında
zikrettiği kimselere verileceğini belirlemiş, diğer dört beşte birin ise ne yapılacağını
zikretmemiştir. Bu da, diğer beşte birin gazilerin olacağına işaret eder.
Nitekim: "Ona anne babası varis olur, annesi mirasın üçte birini
alır" ayetinde, üçte ikinin kime verileceği hakkında herhangi bir
açıklama yapılmadığı halde, üçte ikinin babaya ait olacağı hususunda ittifak
edilmiştir. Burada da geriye kalan dört beşte birin gazilerin olacağı hususunda
icma vardır.[19]
Açıklandığı gibi
ganimet, müşriklerin mallarından müslümanların eline zorla geçen şeydir. Ayette
altı sınıf zikrolunmaktadır. Ebu'l-Aliye'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:
Allah'ın payı Kabe'ye sarfolunur. Buna Allah'ın evlerinin tamirinin
müslümanların görevi olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Tercih edilen, ya da
üzerinde ittifak olunan görüşe göre, ganimetlerin beşte biri beş sınıfa taksim
olunur. "Beşte biri Allah'ındır" ayetinde Allah'ın adı, O'ndan yardım
umudu ve tazim için, işlere O'nun ismiyle başlanacağını, her şeyin O'na havale
edileceğini, O'nun dilediği gibi hükmedeceğini, dünya ve ahiretin O'nun mülkü
olduğunu öğretmek için zikrolunmuştur. Geriye kalan beş sınıfı şöyle
açıklayabiliriz:
1-
Resulullah (s.a.)'in payı: Resulullah, kendine düşen payı istediği yere
sarfeder. Ömer b. Abdülaziz, "Beşte biri Allah'ındır" ayetinin, Allah
yolunda sarfedilir anlamını taşıdığını belirtmiş, İbnü'l-Arabi de, doğrusunun
bu olduğunu söylemiştir.
2-
Hısımların payı: Tercih edilen görüşe göre, bunlar Haşim ve Muttalib
oğullarıdır. Bu, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve diğer bazı âlimlerin görüşüdür. Dayandıkları
delil, Buharî ve Nesaî'nin tahric ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s.a.)
hısımların payını, Haşimoğullarıyla Abdülmuttaliboğulları arasında taksim ettikten
sonra: 'Onlar, ne cahiliyye, ne de İslâm döneminde benden ayrılmadılar.
Haşimoğullarıyla Muttaliboğulları aynı şeydir1 buyurdu ve parmaklarını
birbirine geçirdi." Buharî'nin söylediğine göre Leys şöyle demiştir: Bana
Yunus şunu anlattı: Peygamber (s.a.), Abdü Şems ve Nevfel oğullarına bir şey
vermedi. İbni İshak şöyle der: Abdü Şems, Haşim ve Muttalib ana bir kardeştirler.
Anneleri Atika bintü Mürre'dir. Nevfel de, baba bir erkek kardeşleridir. Nesaî
şöyle der: Peygamber (s.a.) hısımlarına -ki, onlar Haşim ve
Muttaliboğul-larıdır- zengin-fakir gözetmeksizin taksim etti.
Olayın ayrıntılarını
İbni Cerir et-Taberî, Nevfeloğulları'ndan Cübeyr b. Mut'im'den naklen şöyle
tahric eder: Resulullah (s.a.) Hayber'den alman ganimetlerden hısımların
payını, Haşim ve Muttaliboğulları'na pay edince, ben ve
Abdü Şomsoğullan'ndan
Osman b. Affan (r.a) ResululM'a gidip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Şu
Haşimoğulları senin kardeşlerin, Allah seni onların arasından seçtiği için,
faziletlerini inkâr etmeyiz. Şu kardeşlerimiz Muttaliboğullan'nm ne fazileti
var ki, onlara verip bize vermedin?" deyince: "Onlar cahiliyye
döneminde de, İslâm döneminde de, bizden ayrılmadılar. Haşimoğullarıyla
Muttaliboğulları aynı şeydir" buyurdu. Sonra da ellerini birbirine
kenetledi. Resulul-lah(s.a)'m ganimetlerden onlara vermesi şu sebepten ileri
geliyordu: Haşim ve Muttaliboğulları, Peygamber (s.a.)'i himaye ettikleri için
Kureyş'in yazıp Kabe'ye astığı boykot sayfası gereğince, boykota maruz
kalmışlar, Abdü Şems ve Nevfeloğulları ise Hz. Peygamberi destekleme işine
girmemişler, dolayısıyla boykota maruz kalmamışlardı. Abdü Şems oğlu
Ümeyyeoğulları, Cahiliyye ve İslâm döneminde Haşimoğullarına düşmandılar.
Resulullah (s.a.)'in
vefatından sonra, Şafiî'ye göre -ki onun bu görüşü ayetin zahirine uygundur-
ganimetler beş paya bölünür, Resulullah (s.a.)'in payı da cihad hazırlığı olmak
üzere, silah ve at gibi şeylere sarfedilir. Peygamber (s.a)'in yakınlarına
ayrılan pay, zengin fakir gözetilmeksizin erkeğe iki, kadına bir pay olmak
üzere taksim olunur.
Geriye kalan da
yetimlere,yoksullara ve yolculara dağıtılır.
Ebû Hanife'ye göre
ise, Resulullah (s.a.)'in vefatından sonra, ona pay ayrılmaz. Hısımların payı
da böyledir. Bu sebeble, beşte bir, yetimler, muhtaç olanlar ve yolcuhır olmak
üzere üç sınıfa taksim olunur.
İmam Malik'e göre,
beşte bir Beytü'1-male konur, imam onda tasarrufta serbest bırakılır. Ayette
adı geçen sınıflara taksim etmeyi uygun görürse taksim eder,bazısına verip
bazısına vermemeyi uygun görürse öyle yapar.
İmam Malik ve Malikîler,
bu sınıfların âdeta örnek olarak zikredildiği, özelin zikredilerek genelin
kasdedildiği, Şafiî ve Ebû Hanife ise, özelin zikredilip yine onun
kasdedildiği görüşündedirler.
Malikîler,
Resulullah'm hayatından şu haberleri delil gösterirler:
a) Buharî'nin
Sahih'inde rivayet olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Necd tarafına bir
seriyye gönderdi. On iki deve ele geçirdiler. Birer birer ganimet olarak
bölüştüler.
b) Peygamber
(s.a.) Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiyy sağ olup şunlar hakkında
benimle konuşsaydı, bunları ona bırakırdım" buyurmuştur.
c)
Resulullah (s.a.), Hevazin esirlerini geri verdi. Halbuki bunda beşte bir
vardı.
d) Peygamber
(s.a.): "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım ancak
beşte birdir, o da size verilecektir" buyurmuştur.
e)
Buharî'nin Sahih'inden rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Mes'ud şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.) Huneyn günü, ganimet konusunda bazı insanlara
üstünlük tanıdı. Bu cümleden olarak Akra b. Habis'e ve Uyeyne b. Hısn'a yüzer
deve verdi. Arap eşrafından bazılarını da tercih edip fazla verdi. Bunun
üzerine biri: "Vallahi bu taksimde adil davranılmadı, ya da Allah'ın
rızası gözetilmedi", dedi. Ben de: Vallahi, bunu peygambere mutlaka
söyleyeceğim dedim ve haber verdim. Resulullah: "Allah, kardeşim Musa'ya
merhamet etsin. O bundan daha çok eziyete maruz kaldı da, sabretti",
buyurdu (ıl
Nesaî, Ata'nm şöyle
dediğini nakleder: Allah'a ait beşte birle, Resulullah (s.a.)'e ait beşte bir,
aynı şeydir. Resulullah (s.a.), onu alıyor, ondan veriyor, onu dilediği yere
sarfediyor, onunla dilediğini yapıyordu.
Bütün bu deliller,
beşde bir payın dağıtımının imama bırakıldığına, ayette zikrolunan sarf
yerlerinin bir açıklama mahiyetinde olup mutlaka oralara sar-fedilmesi
gerektiği şeklinde olamayacağına işaret eder. Nitekim Kurtubî şöyle der:
"Eğer bu, mutlaka o yerlere sarfedileceğini ifade etseydi, Resulullah
(s.a.) bazan onu bunların dışındaki kimselere vermezdi."
3- Yetimler:
Bunlar, babaları ölen müslüman çocuklardır.
4-
Yoksullar: Müslümanlardan ihtiyaç sahibi olanlardır.
5- Yolcu:
Bir yolculuğa çıkıp da yolda kalanlardır.
Sonra Cenabı Hak:
"Eğer Allah'a inanmışsanız..." buyuruyor. Yani Allah'a, ahiret gününe
ve peygamberine indirdiğine inanmışsanız, ganimetler konusunda meşru kıldığımız
beşte bir emrime uyun, ya da bilin ki ganimet olarak aldığınız şeyin beşte
biri, bu beş sınıfa sarfedilir. Ona tama etmeyin. Allah'a ve O'nun Rasûlü-ne
indirdiğine samimi olarak inanmışsanız, geriye kalan dört beşte birle kanaat
edin. Bedir Günü: Hak ile bâtılı birbirinden ayırdığımız, kâfirlere karşı
müminlere yardım ettiğimiz, müslüman ve kâfir iki topluluğun Ramazanın 17'sinde
karşılaştığı, Resulullah (s.a.)'in hazır bulunduğu ilk savaştır. Allah buna ve
bundan başka şeylere muktedirdir. Az olduğunuz halde, sizi zafere ulaştırmaya
gücü yeter. Hiçbir şey O'nu, istediğini yapmaktan, peygambere vadini yerine
getirmekten alıkoyamaz.
Ayette Allah'ın
koyduğu sınırları aşmaktan sakındırma vardır. Sadece bilmek yeterli değildir.
Aksine bilmenin, inanç ve amelle birlikte olması gerekir. Allah'a, peygambere,
ona indirilene ve ahiret gününe iman, eşyada tasarruf hakkının Allah'a ait
olduğunu, taksim işini Rasûlüne bırakmasının O'nun yetkisinde olduğunu,
dolayısıyla beşte biri bu sınıflar arasında onun taksim edeceğini bilmektir.
Çünkü zafer Allah'tandır. Meleklerle size yardım eden O'dur. Şartın cevabı,
size bildirdiği taksim hususunda Allah'ın emriyle amel edin, O'na uyun, teslim
olun şeklinde takdir olunabilir. "Bilin" şeklinde bir emir olmamasının
sebebi, ilim ve inancın değil, amelin murad olunmasıdır. Çünkü
"bilin" sözü, ganimetler konusunda Allah'ın emrine boyun eğmeyi, O'na
teslim olmayı içine alır. [20]
42- Hani siz vadinin
yakın bir kenarında idiniz. Onlar ise en uzak bir kıyısında idiler. Süvariler
de sizden daha aşağıda idi. Eğer onlarla buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız,
muhakkak ki ihtilâf ederdiniz. Fakat Allah, olması gereken bir emri yerine
getirmek için (sizi topladı). Böylece helak olan kişi, apaçık bir delil üzere
helak olsun. Diri kalan kişi de, yine açık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz
Allah, hakkıyla işiti-cidir.
43- Hani Allah onları,
rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette
kaçınacaktınız ve iş hakkında çekişecektiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı.
Çünkü O, şüphesiz kalblerde olanı hakkıyla bilicidir.
44- Hani siz
karşılaştığınız zaman, onları gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu. Böylece Allah, yerine gelmesi gereken emri yerine
getirdi. İşler ancak Allah'a döndürülür.
Ey müminler! Sizinle
müşrikler arasında geçen o çetin karşılaşmayı hatırlayın. O savaşta size zafer
nasip ettiği için, O'na şükredin. Çünkü siz düşmanla korkunç bir karşılaşma içindeydiniz.
Siz Medine'ye yakın, kaygan kumluk bir arazide, müşrikler Medine'den uzak,
Mekke tarafındaki suya yakın vadide, Ebû Süfyan'ın da içinde bulunduğu 40
kişilik Kureyşli kervan da sahil tarafın-daydı. Bu halde sizi zafere ulaştırdı.
Dolayısıyla O'na şükredin.
Eğer siz ve müşrikler,
savaşmak için bir yerde buluşmak üzere sözleşsey-diniz; siz az, düşmanınız çok
olduğu için sizin onlardan, onların da Resulullah (s.a.) ile savaşma
korkusundan dolayı sözleştiğiniz vakitte buluşmazdınız.
Fakat sizin, hiçbir
sözleşme ve savaş arzusu olmaksızın karşı karşıya gelmeniz, Allahü Teâlâ'nm
kudret, hikmet ve ilminin istediği, İslâm'ı aziz ve müslümanlan muzaffer
kılmak, şirki zelil ve şirk ehlini rezil etmek, o karşılaşmadan sonra, mümin
dostlarını zafere ulaştırmak, kâfir düşmanlarını kahretmek, dolayısıyla
müminlerin imanlarını, Allah'ın emrine itaatlarmı artırıp şükürlerini
açıklamak, gerçekleştirmek içindi.
Bu karşılaşmanın uzun
vadede bir başka etkisi vardı: Kâfirlerden ölecek olanların, İslâm'ın
hakikatini ispat eden açık bir delili bizzat gözleriyle gördükten sonra
ölmeleri, müminlerden yaşayacak olanların da, Allah'ın dinini yüce kıldığını
gösteren bir delili gördükten sonra yaşamaları, Çünkü Bedir olayı, imanı
pekiştiren, salih amele sevkeden ve Allahü Telâlâ'nın: "Yakında o topluluk
yenilecek ve arkalarını dönerek kaçacaklardır" (Kamer, 54/45) sözünün gerçekleştiği
açık ayetlerdendir.
"Helak olması
için" ve "yaşaması için" kelimelerini istiareyle tefsir etmek
sahihtir. "Helak" kelimesi küfür, "hayat" kelimesi İslâm
manasında kullanılmıştır. Anlam şöyle olur: Aleyhinde delil, ayet ve ibret
gördükten sonra küfredecek olanın küfretmesi, gördüğü ayet ve ibretten sonra
iman edecek olanın iman etmesi için. Bundan dolayı gerçekten Bedir olayı, hakla
bâtılı birbirinden ayıran bir olay oldu. Peygamberlerinin kendilerine
müjdelediği gibi, zafere ulaşmaları sebebiyle müminlerin lehinde bir hüccet,
bâtılın askerleri olmaları sebebiyle hezimete uğramaları dolayısıyla kâfirler
aleyhinde de bir hüccet oldu.
Anlamın açıklaması:
Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: Allah, size yardım etmek, hakkı bâtıla üstün
kılmak için, sizi düşmanınızla sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Böylece
mesele ortaya çıktı, delil kesin olarak göründü. Hiç kimsenin herhangi bir
hücceti ve şüphesi kalmadı. Helak olan da aleyhine hücceti -Bedir savaşı gözle
görülür bir delildir ve aklî, nazarî burhanlardan daha etkilidir- gördükten
sonra helak oldu.
Şüphesiz Allah, her
şeyi duyan ve bilendir. Kâfirlerin ve müminlerin sözleri, inançları ve işleri
O'na gizli değildir. O, kâfirlerin dediklerini duyar, hallerini bilir,
müminlerin dua ve niyazlarını, yardım isteklerini duyar, bilir. Onların
düşmanlarına karşı yardıma müstehak olduklarını bilir, duyar ve bildiği her
şeyi değerlendirir.
Ey peygamber! Allah'ın
sana, uykunda kâfirleri az ve zayıf gösterdiği, senin de bunu ashabına haber
verdiğin, onların kalblerinin ve ruhlarının rahatladığı zamanı hatırla.
Eğer O, onları sana
gerçekteki gibi çok ve kuvvetli gösterseydi, onlardan ürker, aranızda ihtilâfa,
savaş konusunda anlaşmazlığa düşerdiniz. Çünkü onlardan bir kısmı, iman ve
azmi kuvvetli, bir kısmı zayıf, işi yokuşa süren kimseydi.
Fakat Allah, onları
sana az göstermekle, böyle bir korku ve ihtilâftan sizi kurtardı. Şüphesiz
Allahü Teâlâ, kalplerin gizlediği şeyleri, savaştan geri durmaya iten zaaf ve
sabırsızlık halini bilir.
Ey peygamber ve
müminler! Allah'ın savaştan önce, dünya gözüyle kâfirleri size az gösterdiği,
sizin de cesaretlendiğiniz, maneviyatınızın yükseldiği, sizi de kâfirlerin gözlerinde
az gösterdiği, dolayısıyla onların aldanıp size karşı hazırlık yapmadığı
-hatta Ebû Cehil, Muhammed'in adamları doyumlarına günde bir deve yetecek kadar
az, onları hemen tutun, bağlayın, demişti- o zamanı hatırlayın.
Cenab-ı Hak bunları,
müminlerin zaferine ve İslâm'ın yücelmesine, kâfirlerin hezimete uğramasına,
küfür ve şirkin zelil olmasına bir hazırlık kıldı.
İbni Ebî Hatim ve İbni
Cerir, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Bedir Günü, onlar bizim gözümüze
az gösterilmişlerdi. Hatta ben yanımdaki bir adama, onları yetmiş kadar mı
gördüğünü sordum. O, hayır, yüz falan dedi. Nihayet onlardan birini yakalayıp
sorduğumuzda, bin kişiydik, dedi.
Bunların hepsi,
savaştan önce olan şeylerdi. Savaş sırasmdaysa, kâfirler müslümanlan kendi
sayılarının iki katı gördü. Korkuları arttı, maneviyatları zayıfladı. Nitekim
Cenab-ı Hak, bunu şöyle ifade eder: "Muhakkak karşılaşılan iki toplulukta
sizin için bir ibret vardı. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyorlardı ve
diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleriyle kendilerinin iki katı olarak
görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret
sahipleri için bir ibret vardır" (Al-i İmran, 3/12).
Sonra Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "İşler ancak Allah'a döndürülür".[21]
45- Ey iman edenler!
Bir (kâfir bir) toplulukla karşılaştığınızda sebat edin ve Allah'ı çok anın
(dua edin). Ta ki umduğunuza kavuşasınız.
46- Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin.
Birbirinizle çekişmeyin. Sonra zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de
sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Çalım satarak,
insanlara gösteriş yaparak (O'nun yurtlarından insanları alıkoymak için)
yurtlarından çıkanlar, Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır.
Bu ayetler, Allah'ın
mümin kullarına, düşmanla karşı karşıya geldiklerinde, karşılaşma kurallarının
ve cesaret yolunun öğretilmesi mahiyetindedir. Bunlar, savaşlarda gerekli olan
kurallar ve ordu için lüzumlu gerçek sağlam esaslardır.
Birinci kural:
Düşmanla karşılaşınca,
nefsi savaşa hazırlamak suretiyle sebat etmek ve geri dönüp kaçmayı aklından
geçirmemek. Bu, savaş esaslarının en önemlisi olduğu için Cenabı Hak da bununla
başladı: "Ey müminler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin."
Yani düşmanınız olan kâfirlerden bir toplulukla savaştığınız zaman, onların
önünde sağlam ve kararlı olun. Savaştan geri dönüp kaçmaktan sakının. Sebat,
savaşta temel unsur ve zafer sebebidir. Kaçmak ise, Allah'ın cezalandırdığı
büyük bir suçtur. Çünkü bu, ümmete karşı işlenmiş büyük bir hatadır.
Sahihayn'da, Abdullah
b. Ebi Evfa'dan rivayet olunduğuna göre, Resulul-lah (s.a.) düşmanla
karşılaştığı bazı gazalarda, güneş zevalden devrilinceye kadar bekledi, daha
sonra ayağa kalkarak: "Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı arzulamayın.
Allah'dan savaş felâketinden korumasını isteyin. Eğer karşılaşırsanız, o zaman
da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgeleri altındadır" buyurdu.
Abdurrezzak, Abdullah
b. Amr'm şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.): "Düşmanla
karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan savaş felâketinden korumasını isteyin.
Eğer karşılaşırsanız o zaman da sebat edin. Allah'ı anın. Onlar bağırıp
çağırırlarsa, siz susun" buyurdu.
Hafız, Ebu'l-Kasım
el-Taberanî, Zeyd b. Erkam'ın Resulullah (s.a.)'den merfu olarak şu hadisi
naklettiğini rivayet eder: "Allah üç şeyde susmayı sever: Kur'an
okunurken, savaş esnasında ve cenazede..."
İkinci kural:
Allah'ı, kalp ve dille
çokça zikretmek, yardım ve zafer konusunda yalvarıp dua etmek. Çünkü zafer
ancak Allahü Teâlâ'nm yardımıyla olur. Savaş esnasında Allah'ı zikretmek de
Allah'a kulluğu gerçekleştirir, imanın manasını, işleri O'na havale etmeyi,
O'na tevekkülü bildirir. Manevi gücü kuvvetlendirir. Onu zikirle kalbler huzura
kavuşur, zafer ve refahı umar, O'na dua ile üzüntü ve korkular dağılır. Allah
yolunda ölmek tatlı gelir.
"Ta ki umduğunuza
kavuşasınız." Yani bu sebat ve Allah'ı zikir, mükafat ve sevab kazanma,
düşmana karşı zafer elde etme vasıtalarındandır. Merfu hadiste şöyle
gelmiştir: Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki benim kulum, işini
yaparken de beni zikreden kimsedir." Yani, işi onu, beni zikirden, bana duadan
ve benden yardım istemekten alıkoymaz. Allahü Teâlâ'yı zikreder, onu unutmaz,
ona tevekkül eder, düşmanlarına karşı ondan yardım ister. Sebat ve sabır galip
gelmenin ve umduğunu bulmanın temelidir.
Bu da gösteriyor ki
Allah'ı zikretmek, savaş ve barış, hastalık ve sağlık, yolculuk veya ikamet olmak
üzere, kulun her halinde arzu edilen bir şeydir.
Üçüncü kural:
Allah ve Rasûlüne,
kulun emrolunduğu ve nehyolunduğu her şeyde itaat etmek... Allah'ın bize
emrettiği şeyi emir bilip yapmamız, nehyettiği şeyden çekinmemiz... Çünkü
Allah'a ve Rasûlüne itaat, savaşta ve savaş dışında başarı ve zaferi
gerçekleştirmenin sebeplerindendir. Çünkü itaat, düzen ve intizam sağlar,
anarşi ve dağınıklığı giderir. Savaş ise düzeni, düzene saygıyı, en üst ve en
mükemmel düzeyde nizam sevgisini gerektirir.
Dördüncü kural:
Saf, söz ve hedef
birliği, çekişmeye ve ayrılığa düşmemek. Çünkü düşmanla karşılaşıldığında
saflarda ve sözlerde birlik temel kuraldır. Çekişme ve ayrılığa düşmekse,
gevşeme ve korkaklığı, bozguna uğrayıp düşmana yenilmeyi gerektirir.
O halde birbirinizle
çekişmekten sakının. Çünkü bu gücü kıran, toplumların bünyesine engel olan,
kahramanlık duygusunu yok eden ve kuvveti parçalayan, devletin varlığını,
düşmana yönelme gücünü ortadan kaldıran şeydir. Milletler, içine düştükleri
ayrılıklar, görüş farklılıkları ve itirazları sebebiyle yok olmuştur.
Beşinci kural:
Zorluklara ve
şiddetlere karşı sabır, düşmanın işkencesine tahammül... Çünkü sabır, cesur ve
kuvvetli kimsenin silahıdır. Allah da sabredenlerle beraberdir, onlara
yardımını, zaferini nasip eder.
İbni Kesir şöyle der:
Sahabe (r.a), kahramanlık, Allah ve Rasûlünün emrettiği ve gösterdiği şeylere
uyma konusunda, kendilerinden önceki ümmetlerden ve nesillerden hiç kimsenin
sahip olmadığı ve kendilerinden sonraki nesillerden de hiç kimsenin sahip
olamayacağı bir üstünlüğe sahipti. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in
bereketiyle ve emrettiği şeylerde ona itaatları sebebiyle, az zamanda ve
sayıları Rum, Acem, Türk, Slav, Berber, Habeş, Sudan, Kıptî ve diğer
milletlerin asker sayısı açısından daha az olmasına rağmen, kalpleri kazanarak,
doğudan batıya, ülkeler fethettiler. Hepsini yenip Allah'ın dinini
yükselttiler. Dinini, diğer dinlerden yüce kıldılar. İslâm Devleti, otuz yıldan
daha az bir süre içinde dünyanın doğusuna ve batısına yayıldı.[22]
Kur'ân-ı Kerim'de
genel olarak emirle nehyi beraber zikreden Cenab-ı Hak, müminlere sözü edilen
savaş kurallarını -ki onlardan biri de, müminlerin aralarında çekişmelerini
nehyetmesi- ve edeplerini emretmekle beraber, müşrik Mekkelilerin haline
benzemekten de nehyetmiştir: "Çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak
yurtlarından çıkanlar... gibi olmayın."
Yani yurtlarından,
kervanı korumak için, şımarık bir halde böbürlenerek sahip oldukları kuvvet,
zenginlik ve mal çokluğuna aldanarak insanlara karşı övünüp kibirlenerek,
insanların beğenisini kazanma düşüncesiyle çıkan Mekkeli müşriklere benzemeyin.
Nitekim Ebû Cehil, kendisine kervan kurtuldu, artık geri dönün dendiğinde
"Hayır, vallahi, geri dönmeyeceğiz. Bedir suyuna varacağız, develer kesip,
içkiler içeceğiz, şarkıcı kadınlar, bize şarkı söyleyecek, araplar o günümüzü
ebediyen anlatacak" demişti. Emrolunduğunuz şeylere uyun, nehyolunduğunuz
şeylerden kaçının, müşrik, şımarık, sahip oldukları iyi durumlarıyla
kendilerini üstün bilen insanlara gösteriş yapan düşmanlarınıza benzemekten
sakının. Çünkü durum onların aleyhine döndü. Ölüm kadehlerini içtiler, sonsuz
bir azaba, zelil ve rezil hale düştüler.
Onlar, Mekke'den
insanları İslâm'dan ve ilahî davetten alıkoymak arzusuyla çıkmışlardı.
Genellikle kalbleri küfür,
cehalet ve kinle dolu insanlardan meydana gelen bu tür işlerin hepsi de, ölüm,
yıkım ve yok oluşun nedenleridir. Onun için ayet, yasaklama ve tehdidi,
kâfirlerin gösteriş, şımarıklık, kibir, hakkı reddetmek ve ona düşmanlık etmek
gibi özellikleriyle birlikte içine almaktadır.
"Allah onların
yaptıklarını çepeçevre kuşatıcıdır". Yani bilir. Dolayısıyla onları, dünya
ve ahirette ağır bir şekilde cezalandırır.
Bunda, niyetin ve
amelin samimi olmasına, Resulullah (s.a.)'e yardıma, onun Allahü Teâlâ katından
getirdiği dine destek olmaya teşvik vardır. [23]
48- Hani o zaman
şeytan, onların yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün
insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yar-dımcınızım."
İki ordu göründüğü vakit, iki topuğu üstüne kaçarak: "Ben sizden katiyyen
uzağım. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben muhakkak Allah'tan
korkarım. Allah ikabında çok şiddetlidir" demişti.
49- O zaman münafıklarla kalblerinde hastalık
olanlar: "Bunları dinleri aldattı" diyorlardı. Halbuki kim Allah'a
dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz Allah, mutlak galiptir tam hüküm ve hikmet
sahibidir.
Ey peygamber! Şeytanın
müşriklere, vesvese vermek suretiyle amellerini güzel gösterdiği, sayılarının,
mal ve silahlarının çokluğundan dolayı asla mağlup edilemeyecekleri zannını
verdiği, şeytana itaatlarının, onları kurtaracağı ve memleketlerindeki Bekr
Oğullarının düşmanlıklarından emin kılacağı düşüncesini verdiği,
"şüphesiz ben size yardımcıyım" dediği zamanı hatırla. Şeytan
onlara, o mıntıkanın büyüğü, Müdlic Oğullarının lideri Süraka b. Malik b.
Cu'şam suretinde gelmişti. Ayette geçen "Câr" kelimesi, arkadaşını
savunan, ondan -komşunun komşudan giderdiği gibi- çeşitli zararları gideren
kimse demektir. Nitekim şu ayette de şöyle buyurulmaktadır: "(Şeytan)
onlara vaad eder, olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad
ettiği şeyler ise aldatmaktan başka bir şey değildir" (Nisa, 4/120).
Savaşan iki topluluk
karşılaştığı zaman, şeytan iki ökçeleri üzerine basarak onlardan uzaklaştı.
Allah'ın askerleri inince, tuzağı boşa çıktı. Meleklerin müslümanlara yardımını
görünce, onların durumundan ümidini kesti, Allah'tan korktu, Allah'ın dünya ve
ahiretteki azabının çetin olduğunu anladı. Meleklerin askerlerini yakmalarından
çekindi. İşte işin başında, şeytanın askerleri müşriklerle beraberdiler,
onlara vesvese veriyorlar, onları saptırıyorlardı. Allah'ın askerleri olan
melekler de müminlerle beraberdiler, onların kalblerine sebat veriyorlar,
onları destekliyorlar, onlara Allah'ın zaferini vaad ediyorlardı.
"Allah'ın cezası şiddetlidir" sözü, İblis'in sözü olabileceği gibi,
Allah'ın sözü de olabilir. O zaman İblis'in sözü, "ben Allah'tan
korkuyorum" sözünde biter.
İblis'in Süraka suretinde
görünmesi, Hz. Peygamberin büyük mucizesini göstermek içindir. Çünkü Kureyş
kâfirleri, Mekke'ye geri döndükleri zaman, "Kureyş ordusunu, Süraka
yenilgiye uğrattı" dediler. Bu söz, Süraka'ya ulaşınca: "Vallahi,
ben gittiğinizi duymadım, yenilginizi duydum" dedi. İşte o zaman,
insanlar, o şahsın Süraka olmayıp, şeytan olduğunu anladılar" [24]
İşte şeytanın durumu
böyleydi. Sonra Allahü Teâlâ, münafıkların durumunu zikrederek: "O zaman
münafıklarla..." yani, ey peygamber, münafıklarla kalblerinde hastalık
bulunanlar, inancı ve imanı zayıf kimseler, müslümanlann azlığını, müşriklerin
çokluğunu görünce: "Bunları dinleri aldattı, diyorlardı." Yani
dinlerine aldandıklannı, kendilerini kuvvetli hissettiklerini, o yüzden zafere
nail olacaklarını zannettiklerini, bu yüzden de üç yüz küsur kişiyle, bini
aşkın bir orduya karşı savaşa çıktıklarını söyledikleri zamanı hatırla. Askerî
güç dengeleri ve insanların gözünde iki ordunun durumu böyleydi. Fakat
Allah'ın değerlendirmesinde gerçek böyle değildi: "Nice az bir topluluk,
daha fazla bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle
beraberdir" (Bakara, 2/249). Onun için Cenab-ı Hak, ayetin sonunda;
"Kim Allah'a dayanıp güvenirse..." yani, kim işi Allah'a havale
eder, O'na güvenir, O'na sığınırsa, O ona yeter, onun yardımcısı ve
destekçisidir. Allah her işinde mutlak galip ve yaptığı her işte tam hüküm ve
hikmet sahibidir. Yarattıklarını bilendir, dilediğine yardım eder. Özellikle
de, O'nun kanunu, bâtıla karşı hakka yardım etmeyi, kuvvetli çoğa, zayıf azı
musallat kılmayı gerektirir: "Kalblerinde hastalık olanlar" sözünün,
münafıkların sıfatlarından olması caiz olduğu gibi, bu kimselerle müellefe-i
ku-lub gibi, İslâm'da kararlı olmayan (İslâm'a henüz ısınmamış) kimselerin
kasdo-lunması da caizdir. Fakat uygun olan, bu ikisinin bir smıf olmasıdır. [25]
50- Melekler, o
kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: "Tadın o yakıcı
azabı" diye diye canlarını alırken
görmeliydin.
51- Bu, ellerinizin
daha önce yaptığı yüzündendir. Şüphesiz Allah, kullarına zulmedici değildir.
52- Firavun
hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar, Allah'ın ayetlerini
(inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini günahları yüzünden
yakalamıştı. Şüphesiz Allah, en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir.
53- Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde
olanı değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz
Allah, hakkıyla işitici-dir, kemaliyle bilicidir.
54- Firavun
hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rableri-nin ayetlerini
yalan saymışlardı. Biz de günahları yüzünden kendilerini helak etmiş, Firavun
hanedanını da suda boğmuştuk.
Ey Muhammedi Melekler
tarafından canları alınırken, kâfirlerin halini görseydin, bunun ne kadar
korkunç bir şey olduğunu anlardın. Melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına
ateşten çomaklarla vuruyor ve onlara: "Tadın ahiret-teki ateşin
azabını" diyerek ruhlarını cesetlerinden şiddetle çıkarıyorlardı. Onlara
bu şiddetli azap ve elem verici dayağın dünya hayatlarında yaptıkları, işledikleri
küfür ve zulüm gibi kötü şeyler sebebiyle olduğunu söylüyorlardı. Günahların,
ayaklar ve diğer organlarla da işlendiği halde, ellere nisbet olunmasının
sebebi, amellerin çoğunun ellerle yapılmış olmasından dolayıdır.
Allah'ın sizi bu
şekilde cezalandırması zulüm değil, adalettir. Çünkü Allah yarattığı hiç
kimseye zulmetmez. O, hiçbir zaman zulmetmeyen, âdil hakimdir. Kıyamet gününde
doğru terazileri koyar, her hak sahibine hakkını verir. Hiçbir kişi, hiçbir
şekilde zulme uğramaz. Müslim'in Ebû Zer vasıtasıyla Resulullah (s.a.)'den
rivayet ettiği sahih kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur: "Allahü Teâlâ
şöyle buyuruyor: Ey kullarım! Ben, nefsime zulmü haram kıldım, sizin aranızda
da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. Ey kullarım! Amellerinizi
sizin için tesbit ediyorum. Kim hayır görürse Allah'a hamdetsin. Kim de, başka
bir şey görürse, ancak kendini eleştirsin..."
Sonra Allahü Teâlâ,
bir karşılaştırma yapıyor, Müşriklerin azabına bir örnek verip: "Firavun
hanedanıyla onlardan öncekilerin gidişi gibi" buyuruyor. Yani Cenabı Hak,
Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini yalanlayıp inkâr eden müşriklere, onlardan
önce peygamberlerini yalanlayan ümmetlere yaptığını yaptı. Bunların küfürdeki
durumu, tıpkı Firavun hanedanının küfürdeki durumu gibidir. Onlar suda
boğulmakla, bunlar da öldürülmek ve esir olunmakla cezalandırıldılar. Şu
müşrikler ve kâfirler, Rablerinin ayetlerini inkâr ettikleri için, bu günahları
sebebiyle, Allah onları muktedir, güçlü bir kimsenin yakaladığı gibi
yakalayarak helak etti. Her ikisinin de davranışı, yolu bir olduğu için, ceza
da aynı cinsten oldu.
"Şüphesiz Allah,
en büyük kuvvet sahibidir, cezası pek şiddetlidir." Yani Allah çok
kuvvetlidir, ona hiçbir varlık üstün gelemez, hiçbir varlık elinden kurtulamaz.
Buharî, Müslim ve İbni Mace'nin, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'dan rivayetine göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allahü Teâlâ zalime mühlet verir.
Öyle ki, birde onu yakaladı mı, artık kurtulamaz."
Sonra Allahü Teâlâ
hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah
sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adaletli olduğunu belirtmekle; o
gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş'i Allah'ın kendilerine
verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber vermektedir.
Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Allah bir kavmi, özlerindekini
değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin
de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için,
ondan başka bir veli de yoktur" (Ra'd,
13/11).
Açıkça anlaşılıyor ki,
nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine
bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve kötü ahlâk
sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka
bir ayette: "Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız." (Kalem, 68/44) buyurur.
Bütün insanlar,
Allah'ın gözetimi altındadır. Onun için: "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici
ve kemaliyle bilicidir" buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların
söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir.
Sonra Cenab-ı Hak,
geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: "Firavun hanedanının
gidişi gibi" buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte,
birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen
cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci
sebebinin, Allah'ın ayetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci
sebebinin Rablerinin ayetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekillerini
-çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır.
"Rablerinin ayetleri" sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra
daha çok işaret etmektedir.
Kısacası bu azap
edilenler, hem Allah'ın varlığını ve birliğini, hem de Allah'ın kendilerine
lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak ayeti:
"Hepsi de zalimlerdi" sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de,
Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem de
eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Alla-hü Teâlâ da, onlara
verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak
etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin
hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri,
küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden
alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha
şiddetli oldu. Firavn hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve
Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi. [26]
55- Yeryüzünde yürüyen
hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz kâfirlerdir. Artık onlar iman
etmezler.
56- Ki onlar,
kendilerinden birtakım kimselerle muahede ettikten sonra, çoğu zaman
ahidlerini bozarlar. Onlar sakınmazlar da.
57- Eğer bunları savaşta
yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt. Olur
ki ibret alırlar.
58- Eğer bir kavmin
hainliğinden kesin endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine (anlaşmalarını)
at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.
59- O küfredenler geçtiklerini ve sizi aciz
bırakacaklarını zannetmesinler. Onlar asla aciz kılamazlar.
Bu ayetler, Kureyza
oğulları yahudileri hakkında indi. Şu manayı ifade ederler: Allah'ın hükmünde
ve adaletinde, yeryüzündeki insanların en kötüleri, kâfir olanlar ve ahdi
bozanlardır. İki sıfattan dolayı -küfrü daim ve inatta ısrar etmeleri,
yaptıkları ve yeminlerle pekiştirdikleri ahdi bozmaları- Allah'ın yarattıkları
içinde en şerlileridir. Onların üçüncü bir sıfatı da işledikleri hiçbir günahta
Allah'tan korkmamaları, yaptıkları haksızlıkta ve ahdi bozmada O'ndan
sakmmamalarıdır.
Cenab-ı Hak, hiçbir
faydaları olmadığı için, hayvanlar derecesine, hatta onlardan daha kötü bir
dereceye düştüklerine işaret maksadıyla, onları insanların en şerlileri olmakla
nitelendirmiştir. Nitekim bu tür kimseler hakkında: "Onlar ancak hayvanlar
gibidir, belki daha da sapıktırlar" (Furkan, 25/44) "Onlar dört
ayaklı hayvanlar gibidir. Onlar gafil olanların ta kendileridir" (A'raf,
7/179) buyuruyor.
Cenab-ı Hak, onların üç
sıfatını açıklayarak, özellikle burada ahdi bozmayı tekrar ettikten sonra,
ahdi bozanın hükmünü -ki o öldürmedir- açıklayarak: "Onları savaşta
yakalarsan" buyuruyor. Yani, savaşta ele geçirirsen, onları öylesine ağır
bir şekilde cezalandır ki, arap olan veya olmayan diğer düşmanlar senden
korksun, onlara ibret olsun. Herhalde bundan ibret alırlar, ahdi bozmaktan,
bir daha benzer şekilde davranmaktan sakınırlar.
Bu, savaşın arzulanan
bir şey olmadığını, ancak taşkınlığı ve düşmanlığı önlemek, Allah'ın dinini
yüceltmek için zorunlu olduğunu, ahdi bozanlara sert davranmanın, aynı şeyi
onlar ve başkaları yapmasın diye ibret ve öğüt için istenen bir şey olduğunu
göstermektedir.
Korunma tedaviden daha
hayırlı olduğu için, Cenab-ı Hak, ahdi bozma ve hıyanet belirtileri görülen
kimselerin hükmünü açıklamak üzere: "Eğer bunları savaşta yakalarsan,
onlara vereceğin ceza ile arkalarındaki kimseleri de ürküt." buyurmuştur.
Yani, antlaşma yaptığın bir topluluktan, aranızdaki antlaşmayı bozduklarını
açık bir delille öğrenirsen, onlara antlaşmalarını bozduğunu, artık aranızda
bir ahid kalmadığını bildir. Bunu sen de bil, onlar da bilsin. Aranızda savaş
hali bulunduğunu bildir. Ayette geçen "nebz" kelimesi, lügatta atmak,
reddetmek manasına gelir. "Seva" kelimesi ise, eşitlik manasınadır.
Şüphesiz Allah,
hıyaneti sevmez ve onu cezalandırır. Kâfirlerin haklarında bile olsa, durum
budur. Öyleyse antlaşmayı bozduğunu gizleme, bu konuda aldatma yoluna gitme.
İmam Ahmed, Şu"be
vasıtasıyla Süleym b. Amir'in şöyle dediğini nakleder: Muaviye, Rum
topraklarında ilerliyordu. Onlarla aralarında bir antlaşma vardı. Onlara hücum
etmek istiyordu. Antlaşma bitince, onlara saldırdı. Birden yaşlı bir adamın bir
hayvan üzerinde: "Allahü ekber, Allahü ekber, ahde vefa gösterin. Zulmetmeyin,
Allah Rasulü şöyle buyurdu: "Kimin bir kavimle bir andlaşması varsa,
süresi bitene, ya da onlara haber verip bilgilendirene kadar, ahdi
bozmasın" dediği duyuldu. Bu haber, Muaviye'ye ulaşınca, geri döndü. O
yaşlı adamın Amr b. Anbese (r.a.) olduğunu gördü.[27]
Yine İmam Ahmed,
Selman el-Farisî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir kaleye vardım.
Arkadaşlarıma: 'Bana izin verin, Resulullah (s.a.)'den gördüğüm gibi, onlara
davette bulunayım' dedim. Onlara şunları söyledim: 'Ben de, sizden bir
kimseydim. Allah beni İslâm'a hidayet buyurdu. Eğer müslüman olursanız, bizim
sahip olduğumuz haklara siz de sahip olacak, bize yapılması caiz görülmeyen
şeyler size de yapılmayacaktır. Müslüman olmazsanız, zelil ve hakir kimseler
olarak cizye ödersiniz. Eğer cizye ödemeyi de kabul etmezseniz, size savaş ilân
ederiz: "Şüphesiz Allah hainlik edenleri sevmez." Üç gün bunu yaptım,
dördüncü gün gelip teslim oldular. Bu suretle, Allah'ın yardımıyla o kaleyi
fethettik.
Beyhakî'nin rivayetine
göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, bunlarda
müslim-kâfir eşittir: Andlaşma yaptığın kimseye -müslim olsun kâfir olsun-
karşı sözünü tam yerine getir. Çünkü ahde vefa Allah'ın hakkıdır. Kiminle
-müslim-kâfir fark etmez- aranda akrabalık varsa, akrabalığı devam ettir,
ilgiyi kesme. Kim -müslim olsun, kâfir olsun farketmez- sana bir emanet
bırakırsa, onu ona geri ver."
Sonra Allahü Teâlâ
hainleri başlarına gelecek olan ceza ile korkutmakta, Bedir savaşında ve
diğerlerinde Peygamber (s.a.)'e hıyanetlerinin cezasını görmeyip
kurtulduklarını zannedenlerin hallerini açıklayarak: "O küfredenler geçtiklerini
zannetmesinler" buyuruyor. Yani onlar bizden kurtulabileceklerini
sanmasınlar, onlar bizim kudretimiz altındadır, bizi aciz bırakamazlar.
"Yoksa kötülükler yapanlar bizden savuşacaklarını mı sandı? Ne kötü
hükmediyorlar." (Ankebut, 29/4).
Şüphesiz onlar, Allahü
Teâlâ'yı âciz bırakamazlar, O'ndan kurtulamazlar, küfürleri sebebiyle mutlaka
cezalandırılacaklar. "Sakın o küfredenlerin yeryüzünde bizi âciz
bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer, ateştir. O, ne kötü bir dönüş
yeridir" (Nûr, 24/57); "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz.
Allah her halde kâfirleri rüsvay edicidir" (Tevbe, 9/2).
Ayet Allahü Teâlâ'nm,
kâfirlerden ve Hz. Peygamber'e eziyet edenlerden intikam alıcı, onların
müslümanlara galip gelme arzularını boşa çıkarıcı olduğunu ifade ederek,
Resulullah (s.a.)'i teselli etmektedir. [28]
60- Siz de onlara
karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın
ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bundan başka sizlerin
bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız,
size tamamen ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.
Allahü Teâlâ
müminlere, her çağa uygun savaş araçlarını hazırlamalarını, en üst düzeyde
savaşa hazır bir ordu bulundurmalarını emrediyor: Çünkü ordu, ümmetin zırhı ve
kuvvetli bir kalesidir. Bu da güç, imkân ve kudret oranında olacak bir şeydir.
Bu manayı ifade için: "Onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet
hazırlayın" buyuruyor. Yani, düşmanlarla savaşmak için, zamana ve mekâna
uygun, maddî ve manevî hazırlık yapın. Sınırlarda atlar bulundurun. Çünkü
sınırlar, düşmanların ülkeye hücum ve nüfuz ettiği yerlerdir. Geçmişte at,
korkunç kara savaşlarının bir aracıydı. Bugün, her ne kadar büyük rol uçak,
top, tank, denizaltı gemilerinin ise de, bazı yiyecek ve ihtiyaç maddelerini
dağ yollarından nakletmede, haber araştırma hallerinde önemini hala korumaktadır.
Önemli olan, amacı gerçekleştirmektir. Bu yüzden ülke savunması için çağın
gereklerine göre sürekli bir ordu bulundurmak, savaş alet ve vasıtaları
hazırlamak gerekiyor. Bu da, bu işe para ayırmakla, güçleri oranında
müslümanlarm destek olmasıyla olur. At, kuvvet kavramı içinde varken, Allahü
Teâlâ şerefini, asaletini ve önemini ifade için özellikle zikretti.
Sonra ayet hazırlık
yapmanın sebebini ve amacını açıklıyor: Geçmişteki Mekke müşrikleri gibi
düşmanlıkları ortaya çıkmış kâfirleri, bu düşmanların dostu, gizli düşmanı
korkutmak... Biz, gizli düşmanı bilsek de bilmesek de, önemli değildir. Onları
Allah biliyor. Çünkü O, gaybları bilendir. Bu, yahudile-ri, geçmişteki
münafıkları kapsadığı gibi, ondan sonra düşmanlıkları görülen Acem, Rum gibi
çağımız dünyasındaki kimseleri de içine alır.
Her çağın savaşına
uygun hazırlık olmadan, barış korunmaz. Örf, adet ve akıl açısından barışı
korumak, ancak yeni savaş vasıtalarıyla mümkündür.
Cihada hazırlanmak,
malsız olmayacağı için, Kur'an'da o yolda harcamada bulunmaya teşvik edilerek:
"Ne harcarsanız..." buyuruluyor. Yani Allah yolunda cihad için
harcadığınız az veya çok her şeyin mükafatı, sahibine hiçbir noksanlık
yapılmadan en mükemmel şekilde verilir. Ebû Davud'un rivayet ettiği hadisi
şerifte, Allah yolunda harcanan bir dirhemin sevabının yediyüz katma kadar
artırılacağı ifade olunmuştur. Nitekim ayette şöyle buyurulur: "Mallarını
Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz
tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah, bol
bol veren ve bilendir" (Bakara, 2/261).
"Allah
yolunda..." sözü, cihad ve diğer hayır yollarını da içine almak üzere
geneldir...
Bu, savaşa hazırlık
yapmanın, çok para harcamaya bağlı olduğunu gösteriyor. Gerçekte harcanan
şeyin karşılığını, harcayan kimse dünyada, malının, arazisinin, ticaret ve
sanatının korunması, emniyet altında bulundurulması, ahirette de ebedî cennete
nail olması sebebiyle görüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnfak
edeceğiniz hayır kendi faydanızadır. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan
başka bir şekilde infak etmezsiniz. Hayırdan size fazlasıyla ödenir. Ve siz
haksızlığa uğratılmazsınız" (Bakara, 2/272). [29]
61- Eğer barışa
yanaşırlarsa, sen de yanaş. Ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla
işiten ve kemaliyle bilen bizzat O'dur.
62- Eğer seni aldatmak
isterlerse, muhakkak ki Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle
destekleyendir.
63- Ve onların
gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan
harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah
aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
64- Ey peygamber! Sana
da, müminlerden sana uyanlara da Allah yeter.
65- Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.
Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar ikiyüze galip gelirler.
Eğer sizden yüz (kişi) olursa, kâfirlerden binini mağlup eder. Çünkü onlar
anlamaz bir topluluktur.
66- Şimdi Allah, zaafınız olduğunu bildiğinden,
sizden (yükü) hafifletti. O halde eğer sizden sabırlı yüz olursa ikiyüzü
yenerler, eğer sizden bin olursa Allah'ın izniyle iki bine galip gelirler.
Allah, sabredenlerle beraberdir.
Tam savaş hazırlığı
yapılıp cihada çıkılacağı sırada, düşman barışa yönelir, bunu savaşa tercih
ederse, devlet başkanının görüşüne göre, sulh kabul edilir. Zemahşerî şöyle
diyor: "Sahih olan, devlet başkanının İslâm'ın ve müslü-manların savaş ve
barıştaki yararını görmesine bağlıdır. Ne düşmanla mutlaka savaşılması, ne de
mutlak olarak barış içinde kalınması söz konusudur.[30]
Ayetin manası: Düşman
barışa, ya da mütarekeye yanaşırsa, sen de yanaş. Çünkü sen, barışa onlardan
daha yakınsın. Onlarla barış yap, Allah'a güven, işi O'na havale et. Onların
barışa yanaşmalarında, tuzaklarından ve sözlerinde durmamalarından korkma.
Çünkü Allah sana kâfidir, onların söylediklerini duyan, yaptıklarını bilendir.
Eğer barışı, güç
kazanmak ve hazırlanmak için bir hile olarak kullanmak isterlerse, Allah,
onların bu işinden seni korur. Onlara karşı sana yardım eder. Senin için O
yeterlidir.
Bu, barışın savaşa
tercih edileceği ve ondan üstün tutulacağı konusunda açık bir delildir. Çünkü
İslâm, barış, hidayet ve sevgi dinidir. Savaşa, ancak çok zorunlu haller ve
zorlayıcı sebepler altında başvurulur.
Onun için müşrikler,
Hudeybiye yılında Resulullah (s.a.)'le, aralarında dokuz yıl savaşılmamasını
da içeren bir barış istediklerinde -müslümanlar aleyhinde şartlar taşımasına
rağmen- Resulullah (s.a.) buna olumlu cevap verdi. İmam Ahmed'in oğlu Abdullah,
Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Şüphesiz yakında ihtilâf veya başka şeyler olacak. Barış
yapabilirsen yap."
İbni Abbas ve bir grup
tabiinden nakledildiğine göre bu ayet, Tevbe süresindeki: "Kendilerine
kitab verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve
Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen
kimselerle, hakir ve zelil olarak kendi elleriyle cizye verinceye dek
savaşın" (Tevbe, 9/29) ayetiyle nesholunmuştur. Bu nokta üzerinde düşünmek
gerekir. Nitekim İbni Kesir şöyle der: Tevbe süresindeki ayette, buna imkân
olduğunda düşmanla savaş emri vardır. Düşman çok olduğu zaman ise, ayetin
işaret ettiği ve Peygamber (s.a.)'in de, Hudeybiye Günü yaptığı gibi, onlarla
barış yapmak caizdir. Bunda hiçbir çelişki, nesih ve tahsis yoktur.[31]
Sonra Cenab-ı Hak,
muhacir ve ensardan bütün müminleri desteklemekle peygamberine lütfettiği
nimetini zikrederek: "O, seni yardımıyla ve müminlerle
destekleyendir" buyuruyor. Yani, onların hile ve tuzağından korkma. Çünkü
Allah, seni ve müminleri yardımıyla destekledi, onları sana iman ve itaatta,
sana yardım ve destekte tek bir topluluk haline getirdi. Destek iki türlü oldu:
Doğrudan, bilinen sebepler olmaksızın yapılan destek; bilinen sebeplere bağlı
destek.
Sonra Allahü Teâlâ,
müminlere olan desteğini ve saflarını birleştirişini açıklayarak: "Onların
kalblerini birleştirdi" buyuruyor. Yani, Allahü Teâlâ onları cahiliyye
dönemindeki uzun süren çekişme ve savaşlar sonrası meydana gelen düşmanlık ve
kinden sonra -nitekim Ensar'dan Evs ve Hazrec'in durumu böyleydi- birbirine
ısındırmış, sana yardım etme hususunda birbiriyle yardım-laşan tek bir ümmet
haline getirmişti. Aralarındaki ihtilafları iman nuruyla gidermişti. Nitekim şu
ayet bu manayı destekler: "Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini de
hatırlayın. Hani siz düşmanlardınız da, O kalblerinizi birleştirmişti. İşte
onun nimetiyle kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarın-dayken
oradan da sizi O kurtardı. İşte Allah, hidayeti bulaşınız diye size ayetlerini
böylece apaçık bildiriyor" (Al-i İmran, 3/103).
Dünyadaki tüm malları
harcasaydın onların kalblerini birleştirmeye, fikir birliği etmelerine gücün
yetmezdi. Fakat Allah, onları imana hidayet buyurmakla, doğru yolda
birleştirmekle, bir düzeye getirdi, onları kudret ve hikme-tiyle birleştirdi.
Bu, zafere ulaşmanın
en önemli sebeplerinden birinin birleşmek ve söz birliği etmek olduğunu açık
olarak göstermektedir.
Birleştirme hem eski
cahili sürtüşmeleri, hem de İslâm'dan sonra ortaya çıkan -Huneyn'de ele
geçirilen ganimetlerin taksimi sırasında muhacirlerle en-sar arasında çıkan
ihtilaf gibi- anlaşmazlıkları gidermekle oldu. Sahihayn'da gelen bir rivayete
göre, Resulullah (s.a.) Huneyn ganimetleriyle ilgili olarak ortaya çıkan görüş
ayrılıkları üzerine, Ensara hitaben şunları söyledi: "Ey Ensar topluluğu!
Siz dalalet içindeydiniz. Allah benimle, sizi hidayete kavuşturdu. Fakirdiniz,
benimle sizi zengin etti. Ayrı ayrı idiniz, benimle sizi bir araya getirdi"
Hz. Peygamber her söylediğinde onlar: "Allah ve Rasûlü iyi olanı
yapar" dediler.
Bunun için Allahü
Teâlâ: "Fakat Allah, aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak
galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. Yani şüphesiz Allahü Teâlâ
kuvvetlidir. Yaptıklarında üstündür. Aldatıcıların aldatması, tuzak kuranların
tuzağı, ona üstün gelemez. Kendisine tevekkül edenin isteğini boşa çıkarmaz.
İşlerinde ve hükümlerinde hikmet sahibidir.
Hafız Ebû Bekir
el-Beyhakî, İbni Abbas'ın şöyle dediğini zikreder: "Akrabalık bağının
kesildiği, nimetin inkâr olunduğu oldu. Fakat onların kalb yakınlığı gibisi
görülmedi. Nitekim Cenabı Hak: "Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan
harcamış olsan, yine onların gönüllerini birleştiremezdin" buyurmuştur.
Allahü Teâlâ,
düşmanların hile yapmak istedikleri zamanda Rasulüne yardım sözü verdikten
sonra, din ve dünya işlerinin hepsinde yardım ve zafer vaadetti. Bu, tekrar
değildir. Şöyle buyurdu: "Ey peygamber! Sana Allah yeter." Yani
Allah, onların yaptıklarından dolayı seni üzen durumlarda sana yeter. Düşmanına
karşı müminlerin sayısı az, onların sayısı çok da olsa, Allah senin ve sana
tabi olanların, sana inanan müminlerin yardımcısı ve destekleyicisidir.
Fakat Allah sana ve
müminlere, yardımıyla yeterli olsa da, bu, savaş için gerekli sebeplere
yapışmamayı, istenen vasıtaları almamayı ifade etmez. Allah'a buna güvenmenin
yanında, müminleri savaşa teşvik etmen de gerekir. Şüphesiz Allahü Teâlâ, cihad
yolunda nefislerini ve mallarını harcamak şartıyla, sana yeter.
Sonra Cenabı Hak:
"Eğer içinizde sabırlı yirmi (kişi) bulunursa, onlar iki-yüze galip
gelirler" buyurmuştur. Bundan murad haber vermek değildir. Aksine emir
vardır. Adeta Cenabı Hak: "Sizden yirmi kişi olursa sabretsinler ve savaşta
gayret sarfetsinler, iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Yani, sizden
sabreden, mevkilerinde sebat eden yirmi kişi olursa, iman, sabır ve
anlayışlarıyla bu üç haslet bulunmayan ikiyüz kâfire üstün gelir. "Çünkü
onlar, anlamaz bir topluluktur." Yani kâfirlerin hezimet sebebi, onların,
sizin bildiğiniz gibi, savaşın hikmetini bilmeyen bir toplum olmalarıdır.
Çünkü onlar, sırf üstünlük maksadıyla savaşırlar. Sizse, Allah'ın dinini
yüceltmek, inancı düzeltmek, putperestlikten temizlenmek, üstün ahlâkla
bezenmek, namaz kılmak, zekât vermek, iyiliği emir, kötülükten nehyetmek gibi,
Allah'a kulluk amaçları doğrultusunda savaşırsınız. Nitekim Cenabı Hak da
şöyle buyurur: "İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de
tağut yolunda savaşırlar" (Nisa, 4/76); "Onlar eğer kendilerine
yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı
verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar" (Hac,
22/41).
Sonra onlar, öldükten
sonra dirilmeye ve cezaya inanmazlar. Sizse, iki güzel şeyden birini
beklersiniz. Ya ganimet ve zafer, ya da Allah yolunda şehidlik ve cennete
kavuşmak.
Ayette sabrederlerse,
müminler topluluğunun, kendilerinin on katı kâfire, Allah'ın yardımı ve
desteğiyle üstün geleceklerine ilişkin bir sözü ve müjdesi var. Yine,
müminlerin, savaşın amaçlarını kavrayan kimseler olacaklarına, Allah'ın
rızasını kazanacak şeyler yapacaklarına, insan hayatı ve milletlerin yükselmesi
için elverişli şeyleri kâfirlerden daha iyi bileceklerine işaret var. Kâfirler,
müşrikler, yahudiler ve Hristiyanlar ise maddecidirler. Savaştan maksatları,
şöhret ve diğer milletleri kendilerine boyun eğdirmektir.
Bir müslümanm on
kâfire karşı durması, müslümanların az olduğu ilk zamandaydı. Kendilerinden
yüksek, güzel işlerin en yüksek derecesi istendi.
Müslümanlar
çoğaldıktan sonra ise, ruhsat, kolaylık olan şeyler istendi. Şu ayet onun için
bu sorumluluğu hafifletti: "Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden,
sizden (yükü) hafifletti" Yani Allah bir müslümana, on kâfire karşı koymasını,
onlara karşı sebat etmesini emrettiği, bu da onlara ağır geldiği zaman, bu
mükellefiyeti en aşağı dereceye indirerek hafifletti. Bir kişinin iki kişiye
karşı koymasını emretti. Eğer sizden sabreden yüz kişi olursa, iki yüze üstün
gelir; bin sabreden kişi olursa, Allah'ın izni ve kudretiyle ikibin kişiye
üstün gelir. Allah daima yardımı, desteği ve korumasıyla sabredenlerin
yanındadır.
Buharî, İbni Abbas
(r.a)dan şöyle rivayet eder: "Sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, iki
yüz kişiye üstün gelir" ayeti nazil olunca, bu durum, müslüman-lara ağır
geldi. Bunun üzerine bu yükü hafifleten ayet nazil oldu: "Şimdi Allah
zaafınız olduğunu bildiğinden, sizden (yükü) hafifletti."
Her iki halde de, az
olan müslümanlardan, kendilerinden daha çok bir topluma karşı koymaları
isteniyor. "Allah sabredenlerle beraberdir" sözü, müminleri zafer ve
galibiyetin gerçekleşmesi için sadece imana dayanmamak gerektiğini, imanla
beraber diğer sıfatların da -bunların en önemlileri sabır, sebat, daima maddî
ve manevî hazırlık, işlerin hakikatlarını ve cihadın maksatlarını bilmektir-
mutlaka bulunması gerektiğini ifade etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de fert
ve toplum olarak sebat edilmesi, sabredilmesi emri tekrarlanır: "Ey iman
edenler! Bir toplulukla karşılaştığınızda sebat edin." (Enfal, 8/45);
"Muhakkak Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf
bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4); "Ey iman edenler!
Sabredin, sabır yarışı yapın. Sınırlarda nöbet beklesin. Allah'tan korkun ki,
kurtuluşa eresi-niz" (Âl-i İmran, 3/200); "Birbirinizle çekişmeyin.
Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Bir de sabredin. Şüphesiz
Allah sabredenlerle beraberdir" (Enfal, 8/46). [32]
67- Hiçbir peygambere, yeryüzünde ağır basıp
zaferler kazamncaya kadar esirler alması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını
arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah (sizin için) ahireti ister. Allah azizdir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
68- Eğer Allah'ın
geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınıza karşılık herhalde size büyük bir azab
dokunurdu.
69- Artık elde
ettiğiniz ganimetten helal ve hoş olarak yeyin ve Allah'tan korkun. Şüphesiz
Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
70- Ey Peygamber!
Elinizdeki esirlere de ki: "Eğer Allah'ın ilmine göre, kalb-lerinizde bir
hayır varsa, O size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar.
Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
71- Eğer sana hainlik
etmek isterlerse, onlar daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi. O onlara
karşı imkân ve kudret vermişti. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Peygamber için
İslâm'ın ve müslümanların izzetini göstermek, İslâm devletinin düşmanlarını
korkutmak ve hiç kimsenin İslâm devletini ele geçirme cesaretini göstermemesi,
zayıflatma ve aleyhinde gizli oyunlara yönelmemesi için kâfirleri öldürmedikçe,
daha işin başında, esirler hakkında iyilikte bulunma, ya da fidye alma yoluna
gitmesi, doğru ve uygun değildir.
Fidye kabulünü uygun
görenler, geçici dünya hayatını istiyorlar[33],
Allah ise sizin için sürekli ve cennete gitmenize sebep olan ahiret sevabını
istiyor. Ona götüren hükümleri size meşru kılıyor: Yeryüzünde, hak davayı
yükseltmek, adaleti hakim kılmak ve insanlık için eh yararlı nizamı yerleştirmek
için, yeryüzünde hakim olmayı sağlayan öldürme de bunlardandır.
Allah kuvvetli ve
üstündür, dostlarını düşmanlarına galip kılar, onlara imkân verir;
düşmanlarını öldürürler, esir ederler. İşlerinde ve emirlerinde hikmet
sahibidir. Hallerine uygun şeyleri meşru kılar: Müşrikler kuvvetli ve güçlü
olduğu zaman, düşmanların çoğunun öldürülmesini emretmesi ve fidye alınmasını
yasaklaması gibi. Böylece yüce Allah'ın buyurduğu gibi müminler şeref ve
üstünlük sahibi olurlar: "Halbuki şeref, üstünlük ve galibiyet
Allah'ındır, Rasûlünündür ve müminlerindir" (Münafikun, 63/8).
Allah'ın daha önce
yazılmış, yani önceden Levh-i Mahfuzda kayıtlı olan bir hükmü, içtihadında hata
edenin cezalandırılmayacağı hükmü olmasaydı... Çünkü bu görüş sahipleri,
kâfirlerin geri bırakılmakla, belki de tevbe edip müslüman olabilecekleri,
onlardan fidye alınmakla da müslümanların Allah yolunda cihad için güç
kazanacakları görüşündedirler. Onların öldürülmesinin, İslâm'ı daha
kuvvetlendireceğini, onların arkasındakileri daha da korkutacağını ve
kuvvetlerini daha zayıflatacağını bilmemektedirler.
Daha önce geçmiş olan
yazı, yani hükmün ya Bedir savaşına katılanlara azap edilmeyeceği, günahlarının
affedildiği, ya da bir kavme ancak kuvvetli bir delil ve açıklamadan, fidye
almayı yasaklayan bir beyandan sonra azab edeceği -daha önce bunu yasaklayan
bir emir gelmemiştir- yahut onlar kendilerine helâl kılınmadan ganimetleri
mubah kılmada acele edecekleri, halbuki Allah'ın onları kendilerine mubah
kılacağı hükmüdür.
Ey müminler! Bizim size
geçmiş bu ilâhi hükmümüz olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı, size büyük,
korkunç bir azab gelecekti. Burada, yaptıkları şeyin tehlikesinden dolayı
onlar için korkutma vardır.
Allahü Teâlâ onları,
fidye aldıkları için azarladıktan sonra; burada fidyeyi onlar için mubah
kılınan ganimetlerden kıldı: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş
olarak yiyin..." Yani, size ganimetleri mubah kıldım. Dolayısıyla ganimet
olarak aldığınız fidyeden yeyin. Bu, sizin için helâldir. Bunun faydası, o azardan
sonra ya da ilk önceki milletlere haram edilmiş olması sebebiyle, onların
ruhlarında meydana gelen endişeyi gidermektir.
Allah'ın emirlerine
aykırı davranmaktan sakının, O'nun emir ve nehyinden hiçbirine muhalefet
etmeyin, bundan sonra artık masiyet işlemeyin. Şüphesiz Allah, fidye almak
suretiyle işlediğiniz günahlarınızı bağışlar, aldığınız şeyi size mubah
kılmakla merhamet eder. Kullarının tevbesini kabul edip günahlarını affetmesi
de O'nun rahmetidir.
Kısacası, esirlerden
fidye alınması, ya da bir şey alınmadan serbest bırakılmaları, ancak düşmana
karşı açıkça üstünlük sağlandıktan ve İslâm Devletinin düşmanlara heybetini
ispatladıktan sonra olabilir.
Resulullah (s.a.)'in,
fidye alması esirlere ağır gelince: "Ey peygamber! Elinizdeki esirlere de
ki..." ayeti nazil oldu. Bununla, onları küfürden korkutup, dünya ve
ahiret hayrını açıklamakla İslâm'a teşvik maksadı güdülüyordu.
Ayetin manası: Ey
peygamber, sizin elinize düşüp de kendilerinden fidye aldığınız müşrik esirlere
de ki: Eğer Allah'ın ilminde şu anda, ya da gelecekte sizin küfürden ve bütün
masiyetlerden tevbe edip inanacağınız, ihlâs ve güzel niyetle, Allah'a ve
Rasûlüne itaat edip -Peygambere yardıma ve onunla savaşmaktan vazgeçmeye
azmetmek gibi- kulluk edeceğiniz yazılı ise, sizden fidye olarak alınandan daha
hayırlısını size verir, sizdeki şirk ve günahları mağfiret buyurur. Allah
günahlarından tevbe edenleri bağışlar, müminlere merhamet eder. O, onlara
başarı vermekle ve saadete kavuşturmakla yardım eder.
İbni Abbas, bu
ayetteki esirlerden amacın Abbas ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Onlar,
Resulullah (s.a.)'e: "Resulullah'm getirdiklerine inandık, şe-hadet
ediyoruz ki sen, Allah'ın peygamberisin, seni kavmine karşı mutlaka koruyacağız"
dediler.
Bunda İslâm'ı
açıklamaya, Hz. Peygamber(s.a)'in davetini kabule teşvik vardır. Ey Muhammedi
Eğer o esirler, müslümanlıklarını ve barış yaptıklarını açıkladıktan sonra,
seninle yaptıkları barışı bozarak sana hıyanet etmek isterlerse, onların
hıyanetinden korkma. Çünkü onlar, Bediimden önce de küfürle ve Allah'ın
"Rabbin: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da: 'Evet
Rab-bimizsin' demişlerdi" (A'raf, 7/72) ayetinde belirttiği insanoğlundan
aldığı mi-sakı bozmakla Allah'a hıyanet ettiler. Halbuki O, varlığına işaret
eden kevnî ve aklî deliller ortaya koydu. Onlara, düşünen kimseleri gerçekten
Allah'ın birliğine yönelten akıl verdi.
Bedir Günü, seni
onlara karşı güçlü kıldı. Tekrar hıyanete dönerlerse, yine seni onlara güçlü
kılacak; sen de onları yenilgiye uğratacaksın.
Allah onların niyetlerini
bilici, yaptığında hikmet sahibidir, kâfirlere karşı müminlere yardım eder.
Bunda, Hz. Peygambere
yardım vaad etmek ve kâfirleri yenilgiyle korkutmakla, Hz. Peygamberi teselli
vardır. Çünkü Allah, varlık alemindeki her şeyi bilen, bütün insanları kontrol
altına alan, istediğini gerçekleştirmeye gücü yetendir. [34]
72- İman edip hicret
edenler, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerle, barındırıp
yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret
etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara hiçbir velayetiniz yoktur.
Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterse, yardım etmek üzerinize vacib
olur. Ancak sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhinde değil.
Allah, yapmakta olduğunuzu hakkıyla görücüdür.
73- Kâfir olanlar da
birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve
büyük bir fesat olur.
74- İman edip de Allah
yolunda hicret ve cihad edenler ve barındırıp yardım edenler: İşte gerçek mümin
olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve (cennette) bitmez tükenmez bir nzık
vardır.
75- Sonra iman edip de
hicret ve sizinle beraber cihad edenler ise: Onlar da sizdendir. Hısımlar,
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şeyi
hakkıyla bilendir.
Ayetler, kâfirlerin
karşısında müminleri dört kısımda topluyor:
1- Bedir
savaşından önce Hudeybiye barışma kadar hicret eden ilk muhacirler.
2- Ensar:
Muhacir din kardeşlerini barındıran Medineliler.
3- Hicret
etmeyen müminler.
4- Hudeybiye
barışından sonra hicret eden müminler.
Birinci sınıf, bu
bölümdeki birinci ayetin başında zikredilenlerdir. Bunlar, Allah'a ve
peygamberine iman eden, Bedir savaşından önce, hicrî altıncı yılda yapılan
Hudeybiye barışma kadar hicret edenlerdir. Evlerini ve mallarını Mekke'de
bırakıp Allah ve Rasûlüne yardım için gelenler, mallarını ve canlarını Allah
yolunda harcayanlardır. Bu sınıf en üstün ve en mükemmel sınıftır. Allah onları
iman etmek ve Peygamber (s.a.)'in getirdiği her şeyi tasdik etmekle,
müşriklerin fitnesinden kaçıp Allah'ı hoşnut etmek, peygamberine yardım etmek
için evlerinden, yurtlarından hicret etmekle, mallarıyla ve canlarıyla Allah
yolunda cihad etmekle vasıflandırmıştır.
Malla cihad: Malı,
yardımlaşma, hicret, Allah'ın dinini koruma -at ve silah için harcama gibi-
müslümanlarm ihtiyaçlarını karşılama konularında harcamadır.
Canla cihad: Düşmanla
savaşma, onlara üstünlük sağlama, onlara önem vermemedir. Zorluklara katlanmak,
eziyet ve sürekli baskılara sabretmektir.
Malla cihadın canla
cihaddan daha önce anılması, onun gerekli olan ihtiyacı gidermede daha
öncelikli olması ve canla cihadın ona bağlı bulunmasm-dandır.
Kısaca, ilk muhacirler
dört sıfatla vasıflandırıldılar: a) Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman, b) Hicret, c) Cihad, d) Bu işleri
ilk yapanlar olmak.
İkinci sınıf,
peygamberi ve kendilerine hicret edip gelenleri barındıranlar, onlara yardım
edenlerdir. O zaman Medine, İslâm'ın başkenti ve İslâm davetinin merkezi,
ensarla birlikte Allah'ın dinine yardım etmeye çalışan, onlarla birlikte
savaşan muhacirlerin sığınağı idi. Ensar, mallarını muhacirlerle paylaştı,
onları kendilerine tercih ettiler ve faziletçe birinci sınıftan sonra ikinci sırayı
aldılar.
Sonra Allahü Teâlâ,
iki sınıfı birbirlerinin velisi olarak nitelemiştir. Onlar diğer kardeşinin
işlerini kendi işleri gibi görüyordu. Çünkü onların hakları ve yararlan
ortaktı. Onun için Resulullah (s.a.) muhacirlerle ensan kardeş yapmıştı. Bu
kardeşlikle, akrabalıktan önde bir verasetle birbirlerine vâris oluyorlardı.
Nihayet, muhacirler ticaret gibi konularda kuvvetlenince, Sahihu'1-Bu-hari'de
İbni Abbas'tan sabit olduğu gibi, Allahü Teâlâ mirasta bu hükmü nes-hetti. İmam
Ahmed, Cerir b. Abdillah el-Becelî (r.a)'m şöyle dediğini rivayet eder:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhacirler ve ensar, birbirlerinin
velileridir. İslâmiyeti zorla kabul edenler Kureyş'ten, hürriyete kavuşmuş
hürler Sa-kiftendir. Bu ikisi, kıyamete kadar birbirlerinin
velileridir..." [35]
Önceleri muhacirlerle
ensar arasındaki veraset, akrabalığın ötesinde, müslüman olmak ve hicret etmek
dolayısıylaydı. Medine dışındaki müslüman, Medine ve çevresindeki müslümana,
ancak Medine'ye hicret ederse vâris olabiliyordu. Aralarındaki veraset din
kardeşliğine dayanıyordu.
Böylece muhacirlerle
ensar arasındaki velayet savaşta, verasette ve kâfirlerle aralarındaki bütün
ilişkilerinde geneldi. Ebû Bekir el-Asam: "Ayet muhkemdir, mensuh
değildir. Velayetle murad, yardımdır" demiştir.
Allahü Teâlâ,
Kur'ân'ın diğer ayetlerinde muhacirleri ve ensan şu şekilde övmektedir:
"Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi
olanlar: Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bunlar
için orada ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı.
İşte bu en büyük kurtuluştur" (Tevbe, 9/100); "Andolsun ki Allah, peygamberini
içlerinden bir grubun gönülleri neredeyse eğrilmek üzere iken güçlük zamanında
ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak etti ve sonra onların bu
tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlar için çok esirgeyici, çok
bağışlayıcıdır" (Tevbe, 9/117); "(Fey) hicret eden fakirlere
(muhacirlere) aittir. Onlar, Allah'tan fazl ve hoşnutluk ararlar. Allah'a ve
Peygamberine yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır.
İşte bunlar sadıkların ta kendileridir. Onlardan önce yurt ve iman edinmiş
kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden
dolayı kalblerinde bir ihtiyaç bulmazlar. Kendilerinde bir ihtiyaç bulunsa
bile, kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar felah bulanların ta kendileridir" (Haşr, 59/8-9).
Ayetlerin zahirî
manaları, muhacirlerin ensardan üstün olduğunu ifade etmektedir. İbni Kesicin
dediği gibi, alimler bunda ittifak halindedirler. Ebû Bekir el-Bezzar,
Müsned'inde Huzeyfe'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.) beni
hicretle yardım arasında muhayyer kıldı, ben hicreti tercih ettim."
Üçüncü sınıf hicret
etmeyen müminlerdir. Nitekim Allahü Teâlâ, şu ayetinde onları zikrediyor:
"İman edip de hicret etmeyenler ise, hicret edene kadar, sizin onlara
hiçbir velayetiniz yoktur." Yani, Peygamber (s.a.)'in peygamberliğini
tasdik eden fakat Mekke'den Medine'ye hicret etmeyen Daru'1-Harp Ye Daru'l-Şirkte
müşriklerin hükmü altındaki müminlerin, Daru'l-İslâm'daki müminlere velayet
hakları yoktur. Kâfirler, Daru'l-İslâm halkından birini esir ederse, o, bu
diyarın hükmüne tabidir. Çünkü Daru'l-İslâm'la Daru'1-Harp arasında velayet
olmaz. Ancak bunun tek istisnası yüce Allah'ın: "Eğer onlar din hususunda
sizden yardım isterse..." sözüyle belirttiği durumdur. Bu, kâfirlere karşı
-kâfirler onlarla savaştıkları, ya da dinlerinden dolayı işkence ettikleri
zaman- onlara yardım etmektir. Ancak bu kâfirler, kendileriyle anlaşma bulunan
kimseler ise, bu anlaşmaya sadık kalmak gerekir. Çünkü İslâm, sözleşmeyi
bozarak hıyanet yapmayı mubah görmez. Bu, İslâm'ın ve onun âdil, yüce ve eşsiz
dış siyasetinin temel hükümlerinden biridir.
Yüce Allah:
"Allah yaptıklarınızı görücüdür" sözüyle anlaşmayı bozmaktan
sakındırıyor. Bu sözün manası şudur: Şüphesiz Allah, bütün işlerinizden
haberdardır. Öyleyse cezasına uğramamak için, sizin için belirlediği sınırları
aşmayın.
Kısacası, kâfirlerle
olduğu gibi, Daru'l-İslâm'daki müminlerle, hicret edemeyen müminler arasında
bütünüyle bir ilişki kesikliği yoktur. Eğer sizden yardım isterlerse, onları
yardımsız bırakmayın.
Muhacirlerle ensar
arasındaki yardımlaşmayı kuvvetlendirip müminlerin kâfirlere karşı tek saf
olmaları ve dostluklarını kesmeleri için Allahü Teâlâ kâfirlerin halini
zikrediyor: "Kafirler de birbirlerinin velileridir..." Yani kâfirler
bir bütün olarak, müslümanların karşısında tek bir millettir. Müslümanlarla
savaşta ayrı ayrı millet ve birbirlerine düşman da olsalar, birbirleriyle
yardım-laşırlar, birbirlerine yardım ederler. Nitekim tarih bunun şahididir.
Yahudiler, müminlere karşı müşriklere yardım ettiler. Hatta bunun için,
müslümanlarla olan sözleşmelerini bozdular. Bu da, kendilerine savaş açılmasına
ve Hay-ber'den köklerinin sökülerek atılmalarına sebep oldu. Tarih boyunca
bütün yüzyıllarda, müşriklerle dinsiz materyalistler, Yahudi ve Hristiyanlar
aynı safta, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıkta bir ve beraber olmuşlardır.
Kâfirlerin bir safta,
müslümanların da onların karşısında başka bir safta olması, dini inanç
farklılığı yüzünden, dört mezhebin de ittifakıyla, verasete engeldir. Müslüman
kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz. Hakim'in, Müs-tedrek'inde Üsâme'den
rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.): "İki millet birbirlerine vâris
olamazlar: Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz" buyurdu,
sonra da: "Kâfir olanlar da birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu
yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" ayetini okudu.
Nesâî dışında diğer beş hadis kitaplarının sahipleri de Üsâme b. Zeyd'den şunu
rivayet ederler: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana vâris olamaz."
Kâfirlerin
birbirlerine vâris olmaları ise, ulemanın çoğunluğuna göre caizdir. Çünkü:
"Kâfirler birbirlerinin velileridir" ayetine göre küfür, vâris
olmakta tek bir millettir. Malikîlere göre ise, dinleri farklı olduğu zaman
-birinin yahu-di, diğerinin Hristiyan olması gibi- kâfir kâfire vâris olamaz.
Çünkü bu iki din, birbirinden farklıdır. Yine bu ikisi -yahudi ve Hristiyan-
müşriğe, müşrik de bu ikisine vâris olmazlar. Çünkü daha önce zikrettiğimiz:
"İki farklı millet birbirlerine vâris olamazlar" hadisi geneldir.
Çünkü aralarında antlaşma yoktur.
Kâfirler arasında ülke
farklılığı, sadece Hanefîlere göre verasete engeldir. Müslümanlar arasında ise
engel değildir. Çünkü Darul-İslâm'da adalet sahipleriyle isyancılar arasında
veraset gerçekleşmiştir. O halde bu engel, gayr-i müslimlere hastır.
Şafıîlere göre ise
ülke farklılığı, verasete engel hallerden değildir. Fakat onlar şöyle derler:
Harbî ile sözleşmeli arasında -aralarında velayet olmadığı için- veraset
yoktur. Bu hüküm zimmî (mal, namus ve dini için teminat verilmiş olan gayr-ı
müslim) ile eman isteyeni (İslam devletine iltica edip sığınanı) kapsamaktadır.
Malikîlere ve
Hanbelilere göre ise, farklı ülkelerde bulunmak, verasete engel değildir.
Dolayısıyla ülkeleri bir de olsa, ayrı da olsa, Ehl-i Harp birbirine vâris
olur.
Sonra, Allahü Teâlâ:
"Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat
olur" buyuruyor. Yani, size emrolunan müslümanlara dost olmak, onlarla
ilgilenmek ve birbirlerinin velisi olan kâfirlere karşı onlara yardım etme
işini yerine getirmez, müşriklerle dost olmaktan ve onlara karışıp onlarla
görüşmekten kaçınmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne -imanın zayıflaması,
küfrün kuvvetlenmesi ve büyük bir bozgun- kan dökülmesi olur, fitne
yaygınlaşır. Bu işin karışması, müminlerin kâfirlerle karışık halde bulunmalarıdır.
Ayrıca insanlar arasında din ve dünya işlerinde büyük fesad olur, diyor.
Bu, İslâm'ın,
müslümanlarm öz şahsiyetlerine, ülkelerinde bağımsız olmalarına, kâfirlerin
vatanlarında oturmamaya ne kadar hırslı olduğunu gösterir. İbni Cerir,
Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Müşriklerin arasında
oturan her müslümandan uzağım."
Sonra Allahü Teâlâ,
muhacirlerin ve ensarın diğer müslüm ani ardan üstünlüğünü ve ahirette nail
olacakları şeyleri açıklıyor ki, bu bir tekrar değil, onların övülmesidir:
"İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler..." Allahü Teâlâ
iman edip de peygamberin ve müminlerin ihtiyacı olduğu halde hicret etmeyen,
şirk ülkesinde kalan kimselerin değil, iman edip hicret edenlerin tam anlamıyla
mümin olduklarını, onları bağışlayacağını, varsa günahlarından vazgeçeceğini
ve cennette çok temiz, sürekli, güzel rızıklarla mükâfatlandıracağını haber
veriyor.
Bu üç sınıf, yüce
Allah'ın da: "Birinci dereceyi kazananlar" (Tevbe: 9/100) şeklinde
nitelediği ilk öndekilerdir.
Dördüncü sınıf, Hudeybiye
barışından sonra hicret eden müminlerdir. Bunlar: "Sonra iman edip
de..." ayetiyle işaret olunanlardır. Yani, daha sonra iman etmiş, birinci
hicrette hicret edememiş, müslümanlarm gücü arttıktan sonra, Medine'ye hicret
eden ilk müslümanlarla birlikte cihad etmiş müslü-manlar da sizdendir.
Dostlukta, yardımda, fazilet ve mükafatta ilk muhacirler ve ensar gibidir. Onun
için Cenab-ı Hak: "Onlardan sonra gelenler" (Haşr, 59/10)
buyurmuştur.
Üzerinde ittifak
bulunan ve sahih yollardan gelen hadisde, Resulullah (s.a.): "Kişi sevdiği
ile beraberdir" buyurmuştur. Taberanî ve Dıyâ'nın Ebû Kursafe'den rivayet
ettikleri başka hadis-i şerifte de: "Kim, bir kavmi severse, onlardandır"
(başka bir rivayette: "Allah onu, onların içinde hasreder" ) buyurmuşlardır.
"Onlar da
sizdendir" sözüyle, dördüncü sınıfin üçüncü sınıftan sayılması, önce
davrananların sonraya kalanlardan üstünlüğüne -her ne kadar ayette ilk sınıf
ile son sınıf arasında hicret ve iman gibi ortak bir nokta varsa da- işaret
eder...
Sonra Allahü Teâlâ
iman ve hicret velayetinin ardından akrabalık velayetini sayıyor:
"Hısımlar..." Yani, kan bağıyla birbirlerine bağlı olan yakınlar.
Ayet, zevi'l-füruz, asabe (baba tarafından akraba), rahim (ana tarafından akraba)
gibi her türden akrabayı kapsamaktadır. Bunların bir kısmı diğerinden
-Daru'l-hicretteki muhacir ve ensardan yardıma ve mirasa- Allah'ın mümin kullarına
yazdığı hükümde daha lâyık ve bu konuda daha hak sahibidir.
Artık akrabalık
velayeti, daha önceki dönemdeki iman ve hicretten doğan velayetten daha
önemlidir. Mümin olan yakın, kan bağıyla bağlı akrabasına, uzak muhacir ve
ensar akrabasından daha yakındır. O halde ayet, geçmiş ayeti tahsis etmektedir.
Kâfir yakma gelince, küfür, onun akrabasına olan bağını keser.
Kan ve nesep
kardeşliği ile birlikte, Allah'a iman kardeşliği, Allah'ın hükmünde, sadece
din kardeşliğinden daha üstündür.
Sonra ayet
"Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir." şeklinde sona eriyor.
Yani, şüphesiz Allah, her şeyi bilir. Onun ilmi geniş, sizin dünyevî ve uhrevî
her şeyinizi, bu sûrede meşru kıldığı savaş, barış, ganimet, esir, sözleşme ve
antlaşmaları müminlerle ve akrabalarla olan genel ve özel hükümleri bilir. Bu,
sûrenin bütün hükümlerinin muhkem olduğuna, mensuh ve hükmü değiştirilmediğine,
hepsinin hikmet, sevap ve yararlı olduğuna, içlerinden hiçbirinin gereksiz
olmadığına işaret etmektedir.
Fakat: "Hısımlar
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayeti İbni Abbas,
Mücahid, İkrime, Hasan, Katâde ve diğer bazılarından rivayete göre, daha önce,
yardım etmiş olma ve dinen kardeş olma sebebiyle vâris olmayı neshetmiştir.
Onların bu görüşünü, sahih ve mütevatir: "Şüphesiz Allah, her hak sahibine
hakkını vermiştir, artık hiçbir vârise vasiyet yoktur" hadisi desteklemektedir.
Artık, yardım etme ve
hicret sebebiyle vâris olma nesh olundu. Vâris olma, ancak akrabalık
sebebiyledir. Cenab-ı hakkın: "Allah'ın kitabınca" sözünden, Nisa
süresindeki miras ayetlerinde zikrolunan paylar amaçlanmaktadır. Şafiîlerin
görüşü budur. Feraiz bilginlerine göre dar manada; dayı, hala, teyze, kız
çocukları, kız kardeşlerin çocukları gibi zevi'l-erham için vâris olmak yoktur.
Asabeler, birbirlerinden daha lâyıktırlar. Çünkü farzlar belirlenmiştir.
Ha-nefîler ise şöyle der: "Bu ayetin nassıyla, zevi'l-erham için de vâris
olmak sabit olur. Bu, asabelerden biri bulunmadığı zaman olur.
"Hısımlar,
Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar..." ayetinin ör cesini
neshettiğini reddedenler, velayeti (veliliği), yardım, sevgi ve tazimle yorumlarlar.
Bu durumda birinci ayet, İslâm bağının, mezhep bağından daha kuvvetli olduğunu,
ikinci ayet onların derecelerini ve gerçek mümin olduklarını, üçüncü ayet
imanda ve hicrette gecikenlerin, daha öncekilerin hükmünde olduğunu,
akrabalıkla yardımlaşmanın da istenen bir şey olduğunu açıklar.
"Hısımların
yakınlığı" ile ilgili ayetten, irsî velayetin, ancak delilin özel olduğu
şeyin dışında akrabalıkla olacağı amaçlanmaktadır: O zaman bu sözden maksat,
velayetin irs sebebiyle velayete işaret etme ihtimali zannmı gidermektedir.
Nitekim Razî: "Uygun olan da budur. Çünkü zaruret ve ihtiyaç olmaksızın
neshi çoğaltmak caiz değildir" der.[36]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[2] İbni Kesîr, 11/284.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/187-190.
[5] Muhammed İbni İshak Sîret'inde Abdullah ibni Abbas'tan
rivayet etmiştir, bkz. İbni kesir, 11/288.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/194-195.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/195-196.
[7] Kurtubî, VII/373.
[8] Razî, XV/135.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/200-204.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/208-210.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/214.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/218-220.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/223-224.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/226-227.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/230-231.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/234-236
[17] Razî, XV/164.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/242-243.
[19] Kurtubî, Vm/3-13.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/248-251.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/255-257.
[22] İbni Kesir, 11/316.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/260-263
[24] Razî,XV/174-175.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/267-268.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/270-271
[27] Bunu Ebu Davud et-Tayalisi, Ebu Davud et-Tirmizi,
Nesai ve İbn Hibban Sahih’inde Şu’be’den nakletmişler, Tirmizi hadis için
“hasen sahihtir” demiştir.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/274-276.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/280.
[30] Zemahşeri, 11/22.
[31] İbni Kesir, 11/322-323.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/284-287.
[33] Burada dünya menfaati ve malı "geçici"
olarak adlandırılmaktadır. Çünkü onun kalıcılık ve devam özelliği yoktur. O bir
arazdır ve sonra yok olur.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/295-297.
[35] Ancak İmam Ahmed bunu münferid olarak zikretmiştir.
[36] Razî, XV/213.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/302-307.