Sûrenin Başından Besmelenin Kaldırılış Sebebi:
Müşriklerin Ahidlerini Bozmaları, Onlara Savaş İlan
Edilmesi
Nerede Bulunurlarsa Bulunsunlar Arap Müşrikleriyle Savaşın
Farz Oluşu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müşriklerin Ahidlerinden Uzak Durulmasının Sebepleri Ve
Onlarla Savaş
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müşriklere Düşen Ya Tevbe, Ya Da Kendileriyle Savaşılmasıdır
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yeminlerini Ve Ahidlerini Bozan Müşriklerle Savaşmaya
Teşvik
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müslümanlaeı Dost Ve Sırdaş Edinmek
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Yolunda Cihadın Fazileti
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kâfir Baba Ve Kardeşlerin Velayeti, İman Ve Cihad'ın Sekiz
Şeye Üstünlüğü
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Birçok Yerlerde Müminlere Yardım Edilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müşriklerin Mescid-i Haram'a Girmelerinin Haram Oluşu
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kâfirlerin İslâm Ülkelerinde Oturması:
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yahudi Ve Hıristiyan Alimlerinin İnsanlara Davranışları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Hükmünde Ayların Sayısı Bütün Müşriklerle Savaş,
Nesi'in Haram Oluşu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Cihada Teşvik, Onu Terkten Sakındırma Hicret Esnasında
Görülen Hira Mucizesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Tebuk Gazvesinden Geri Kalmaları Ve Onlara
İzin Verilmesi Meselesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Tebük Gazvesine Gitmemek İçin Diğer
Mazeretleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Yaptıkları Harcamaların Ve Namazlarının
Sevabının Boşa Gitmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Yalan Yeminler Etmeleri Peygambere Tan Etmek
İçin Fırsat Kollamaları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Zekât Almaya Cevaz Veren Fakirliğin Sınırı:
Kâfirlere ve Ehl-i Beyte Zekât Verilir mi?:
Fakir ve Miskine Verilecek Miktar:
Başka Bir Şehrin Fakirlerine Vermek îçin Zekâtı Nakletmek:
Müellefe-i Külûb'un Payı, Nesh Olmuş mudur?:
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Peygamber (S.A.)'e Eziyet Etmesi, Onların
Anlayışlarını Düzeltme
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Tebük Gazvesinden Geri Kalan Münafıkların Durumları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Vasıfları Ve Uhrevî Cezaları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ye Hikmetler
Müminlerin Vasıfları Ve Uhrevî Mükâfatları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kafir Ve Münafıklarla Cihad Ve Bunun Sebepleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Tebuk Gazvesinde Cihad'dan Geri Kalan Münafıkların
Sevinmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Abdullah b. Übeyy'e Namaz Kılma Kıssası:
Münafıkların Önde Gelenlerinin Cihada Gitmeyip Geri Kalmak
İçin İzin İstemeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bedevilerin Münafıklığı Ve Cihad'a Gitmemek İçin İzin
İstemeleri
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Cihad Etmemek İçin Geçerli Özürleri Olanlar
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Özürsüz Olarak Cihaddan Geri Kalan Zenginlerin Kınanması
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Tebûk Gazvesine Katılmayan Münafıkların Özür Dilemeleri Ve
Yalan Yere Yemin Etmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Bedevi Arapların Küfre Düşmeleri, Münafık Olmaları Ve İman
Etmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Medine Ve Çevresindeki İnsanların Sınıfları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Sadaka Alınması, Tevbelerin Kabulü, Salih Amel İşlemenin
Emredilmesi
Bu Ayetteki "Sadaka"nın Manası:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Tevbelerinin Kabulü Geciken Üç Kişi
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Dırar Mescidi (Münafıkların Mescidi) Ve Takva Mescidi
(Küba Mescidi)
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kamil Ve Sadık Müminlerin Sıfatları: Müminler Mücahid,
Tevbekâr Ve Abiddirler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Müşrikler İçin İstiğfar Etmenin Hükmü, Günahlara Ceza
Verilmesinin Şart Oluşu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Medinelilere Ve Bedevilere Cihadın Farz Oluşu Ve Cihadın
Sevabı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Cihad Farz-ı Kifaye Olduğu Gibi İlim Tahsili De Farz-ı
Kifayedir
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Münafıkların Kur'an Surelerine Karşı Tavırları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Rasulullah (S.A.)'ın Sıfatları, Ümmetiyle İrtibat Halinde
Oluşu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İbni
Abbas şöyle demiştir: Ali (r.a.)'a: "Tevbe sûresinin başında besmele niçin
yazılmadı?" diye sordum. "Çünkü, besmele bir emandır. Tevbe ise,
kılıcı ve sözleşmelerin atılmasını getirmiştir. Bunda ise eman yoktur"
dedi.[1]
Süfyan
b. Uyeyne: "Bu sûrenin başına besmele yazılmadı. Çünkü besmele rahmettir.
Rahmet ise bir emandır. Bu sûre ise münafıklar ve kılıç hakkında indi.
Münafıklara hiçbir eman yoktur" demiştir.[2]
Kurtubî
ise Kuşeyrî'den naklen: "Sahih olan besmelenin yazılmamasıdır. Çünkü
Cibril (a.s.), bu sûrede onu indirmedi. Sahabe de onu Tirmizî'nin dediğine
göre ilk sahifeye -emiru'l-müminin Osman (r.a)a uyarak yazmadı." demiştir. [3]
Resulullah
(s.a.), hicretin altıncı yılında müşriklerle, on yıl süreyle savaşıl-maması,
barış ve emniyet içinde kalınması gibi önemli şartları içine alan Hudeybiye
Barış Antlaşmasını yaptı. Sonra Kureyş, Hz. Peygamber(s.a)'in müttefiki Hu-zaa
kabilesine karşı kendi müttefikleri Bekiroğullan kabilesine silah ve adam yardımında
bulunarak bozdu. Amr b. Salim el- Huzaî, bir elçi heyeti başında gelerek,
Peygamber (s.a.)'den yardım talebinde bulundu. Resulullah (s.a.) de ona:
"Yardım ettim ey Amr b. Salim! KaTs oğullanna yardım etmezsem yardım
olunmam" buyurdu. İşte bu, yeniden Kureyş ile savaş halinin başlamasına
neden oldu.
Bunun
üzerine Resulullah (s.a.), ashabına savaşa hazırlanmalarını emretti. Mekke'yi
fethe koyuldu ve hicretin sekizinci yılında fethetti.
Mekke'nin
fethi haberi Hevazin kabilesine ulaşınca, emirleri Malik b. Avf en-Nasrî,
müslümanlarla savaşmak üzere kabilesini topladı. Dureyd b. Sam-me'nin de hazır
bulunduğu Huneyn gazvesi, hicri sekizinci yılın Şevval ayında oldu. Daha sonra
Peygamber (s.a.) 20 küsur gün Taifi kuşattı, onlarla ok ve mancınıkın da
kullanıldığı çetin bir savaş yaptı.
Sonra
Peygamber (s.a.) hicri dokuzuncu yılın Receb ayında son gazvesi olan ve Tevbe
sûresinin pek çok ayetinin indiği Tebük gazvesine çıktı.
Resulullah
(s.a.), Tebük gazvesinden geri dönünce hac etmek istedi. Fakat müşriklerin bu
mevsimde de gelip Kabe'yi çıplak olarak tavaf edeceklerini hatırladı, onlara
karışmak istemedi ve o yıl, Hz. Ebû Bekir Sıddık'ı, insanlara hacla ilgili
ibadetlerini yaptırmak, müşriklere bu yıldan sonra hac etmemelerini bildirmek
ve insanlara "Allah ve Rasulü'nden bir ültimatom..."u seslenmek üzere
gönderdi.
Hz.
Ebû Bekir yola çıkınca, peşinden Resulullah (s.a.)'in tebliğcisi olarak,
akrabasından Ali b. Ebî Talib'i: "Tevbe sûresinin şu baş tarafını, al,
git, insanlar toplu haldeyken onları oku" diyerek gönderdi.
Hz.
Ali, Hz. Peygamberin devesine binerek çıktı, Zü'1-Huleyfe'de, Ebû Bekir'e
yetişti. Hz. Ebû Bekir, Hacda insanlara imamlık yaptı. Hz. Ali de Tevbe
sûresinin baş tarafını okudu.[4] Bu,
Hicrî dokuzuncu yılın Kurban Bayramı günü Mina'da oldu.
İmam
Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik'ten şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.),
onu (Ali'yi), Tevbe süresiyle Hz. Ebû Bekir'e gönderdi. O, Zü'1-Huley-fe'ye
vardığında Resulullah (s.a.) bana: "Bunu ya ben tebliğ edeceğim, ya da
ehl-i beytimden birisi tebliğ edecek dedi" dedi. Resulullah (s.a.) Tevbe
sûresini, Hz. Ali'yle göndermişti.
Buharı,
Peygamber (s.a.)'in Ali'yi hicri dokuzuncu yılda gönderdiğini, onun da bayram
günü Mina'da Tevbe sûresinin baş tarafını okuduğunu, artık bu yıldan sonra
hiçbir müşriğin haccetmeyeceğini, çıplak olarak hiçbir kimsenin Beytullah'ı
tavafta bulunamayacağını bildirdi, dediğini rivayet eder.
Ahmed
b. Hanbel, Tirmizî ve Nesaî, Zeyd b. Yüseyg'in (Hemadanlı bir adam) şöyle dediğini
rivayet ederler: "Ali'ye, Resulullah (s.a.)'in kendisini Ebû Bekir'le
hacca gönderdiği günü kasdederek hangi şeyle gönderildin?" diye sorduk.
Şu cevabı verdi: Dört şeyle gönderildim: Cennete mümin olandan başkası
girmeyecek, hiçbir çıplak Kabe'yi tavaf edemeyecek, peygamberle ahdi olanın
ahdi, anlaşma süresinin sonuna kadar geçerli sayılacak, bu yıldan sonra müşrikler
haccedemeyecek... [5]
1- Müşrikler içinden antlaşma yaptıklarınıza karşı Allah ve Rasûlünden
bir ültimatomdur.
2- Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz, Allah'ı aciz
bırakabilecek değilsiniz. Herhalde Allah kâfirleri rüsvay edicidir.
3- Ve hacc-ı ekber günü. Allah ve Rasûlünden insanlara bir duyurudur:
Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha
hayırlıdır ve eğer yüz çevirirseniz, iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz
bırakabilecek değilsiniz. O kâfirlere acıklı bir azabı müjdele.
4- Antlaşma yaptığınız müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış,
aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnadır. O halde onların
müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları
sever.
Tevbe
sûresinin ilk ayetleri hicri 9. yılda, Mekkeliler hakkında nazil oldu.
Resulullah (s.a.) hicri 6. yılda onlarla Hudeybiye Barışı yapmış, onlar da
-Dam-re ve Kinane oğullan dışında- anlaşmalarını bozmuşlardı. İşte bu sûrenin
ilk ayetleriyle müslümanlara, o müşriklerin anlaşmalarından uzaklaşmaları, onlara
dört ay süre vermeleri, bu süre bitince onlarla savaşmaları emrolunuyor...
Antlaşmalardan
amaç, bir zamanla sınırlı olmayan mutlak antlaşmalardır. Dört aydan daha az
antlaşması bulunanlar için bu süre dört aya tamamlanır. Dört ayın üstünde
belirli bir süreyi kapsayan antlaşma, bu süre dolana kadar devam eder.
Nitekim: "O halde onların müddetleri bitinceye kadar ahidleri-ni
tamamlayın" ayeti de bunu işaret eder. Bu, Taberî ve İbni Kesir gibi
alimlerin tercih ettiği en sahih görüştür. Kelbî: "Dört ay, Resulullahla
aralarında, dört ayın altında bir antlaşma olanlar içindir. Dört aydan daha
fazla bir süreyi kapsayan antlaşması olanlara, o süre tanınır. Çünkü Allahü
Teâlâ: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini
tamamlayın" buyuruyor, der.
Açıklandığı
gibi, Resulullah (s.a.) hicri dokuzuncu yılda, Hz. Ebû Bekir'i hac emiri tayin
etti. O, yola çıktığı zaman müşriklerle ahdi bozmayı içeren Tevbe sûresi nazil
oldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Benim görevimi ehl-i beytimden biri yerine
getirsin" diyerek, Hacc-ı Ekber günü, bunu insanlara tebliğ etmesi için
Hz. Ali'yi gönderdi. Kurban bayramının birinci günü insanlar Mina'da toplanınca,
Hz. Ali onlara Tevbe sûresinin ilk ayetlerini okudu. Sonra da Tirmizî, Nesaî ve
Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğine göre: "Dört şeyle gönderildim: Hiçbir
kimsenin Kabe'yi çıplak olarak tavaf edemeyeceği, Resulullah (s.a.)'le
antlaşması bulunan için bu antlaşmanın süresi doluncaya kadar geçerli olacağı,
ahdi olmayana ise dört ay müddet tanınacağı, cennete ancak inanan kişinin
gireceği ve müslümanlarla müşriklerin bu yıldan sonra bir arada bulunmayacağı
hususları."
Ayetin
manası: "Bir ültimatom", yani uzaklaşma Allah'a ve Rasulüne nis-bet
olundu. Çünkü O, Allah'ın yeni bir teşrii, Allah Rasulüne ugulamasmı istediği
bir emri, onun makamını ve şerefini yükseltmedir.
"Antlaşma
yaptıklarınız" ifadesi, müminlere hitaptır. Çünkü, Resulullah (s.a.)
ümmetin lideri olması sıfatıyla antlaşmaları yapan kimse olmakla beraber, o
antlaşmaları uygulayanlar müminlerdir. Cassas der ki: "Berâe", dostluğun
kesilmesi, bağın kaldırılması ve emniyetin gitmesi anlamlarına gelir.
Müşriklerden
ahid yapılanlara -Mekkeliler, Huzaalılar, Müdleçliler ve araplardan
kendileriyle ahid olan ve olmayanlar- bir ültimatom, yani Allah ve Rasûlü,
müşriklerle yaptığınız muahededen uzaktır. O, onlara atılır. Çünkü onlar
-Damra ve Kinane Oğulları hariç- anlaşmalarını bozmuşlardı... Onun için ahdi
bozanlara ahdin atılması, ahidlerinin bozulması ve yeryüzünde dört ay herhangi
bir müdahale olmaksızın istedikleri yere emniyetle seyahet etmeleri emrolundu.
"Dolaşın"
sözü haberi cümleden sonra gelen bir emir cümlesidir. Yeryüzünde,
müslümanların hiçbirinden korkmadan emniyet içinde gezin demektir. Ayetten
anlaşılıyor ki, bu uzaklaşma ve anlaşmanın atılması, ancak dört ay sonra
yürürlüğe girecektir. Anlaşmasını bozmayanlarm anlaşmaları ise anlaşma
sürelerinin bitimine kadar geçerlidir.[6]
Onlar
için böyle bir süre tanınması, işlerini düşünmeleri, sonunda ya İslâm'ı, ya da
savaşı tercih etmeleri, şirk ve düşmanlıklarında ısrar ederlerse, savaşa
hazırlanmalarına bir fırsat tanımak içindir. Bu, müslümanlar onları, ansızın
yakaladığı suçlamasının yapılmaması için, hoşgörünün en yüksek noktasıdır.
Süyutî'ye
göre dört ay, Şevval, Zülkade, Zülhice ve Muharrem aylarıdır. Çünkü Zührî'den
rivayet edildiğine göre, Tevbe sûresi Şevval ayında nazil olmuştur.
Zemahşerî,
Razî, Kurtubî ve İbni Kesir gibi diğer müfessirlere göre ise, haram aylar:
"Haram olan o aylar çıktığı zaman..." (Tevbe, 9/5) ayetinde
kasdolu-nan aylardır. Bunlar da: Zilhicce'den yirmi gün, Muharrem, Safer ve
Rebiülev-vel aylarıyla, Rebiülahir'den on gündür. Bence de en sahih görüş
budur. Çünkü imam Ali (r.a.) Tevbe sûresinin ilk ayetlerini insanlara, Mina'da,
Kurban Bay-ramı'nın ilk gününde okudu.
Dört
aydan amaç, İbni Cerir et-Taberî'nin İbni Abbas'tan naklen düşündüğü gibi,
bilinen o haram aylar -Zülkade, Zülhicce, Muharrem, Recep- değildir. Çünkü bu,
Kur'an'ın nazmını bozucu ve icmaa muhaliftir. Bu ayların hürmeti
nesholunmuştur. Bu söz ise, haram ayların hürmetinin sürekli kalmasını gerektirir.
O halde, biraz önce zikrettiğim dört ay kasdedilmektedir.
İnsanlara
okuması için "Tevbe"nin Hz. Ali'ye verilmesindeki hikmet şudur: Bu
sûre Resulullah (s.a.)'in yaptığı ahdin bozulması hükmünü içine alıyordu.
Arapların anlayışına göre ahdi ancak, ya onu yapan, ya da ailesinden bir erkek
bozabilirdi. Bu suretle, Hz. Peygamber (s.a)'de ailesinden amcasının oğlunu
ahdi bozmak üzere göndermekle araplann dilini kesmek, hiç kimseye konuşma
fırsatı vermemek istiyordu.
Ayet,
bizimle müşrikler arasında bulunan ahdin kesilmesinin caiz olduğu hükmünü de
getiriyor. Bu, iki halde olur: Ya anlaşma süresinin bitmesi halinde (bu halde
onlara savaşı duyururuz) ya da onların ahdi bozmaları veya bozma korkusu
halinde (bu halde ahidlerini onlara atarız).
Sonra
Allahü Teâlâ: "Bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz"
buyuruyor. Yani kesinlikle biliniz ki, siz şirk ve düşmanlık hali üzere
kaldığınız sürece kaçmakla ve korunmakla Allah'ın azabından asla
kurtulamazsınız. O, her ne kadar size süre verse de, dünyada öldürülmek,
ahirette cehennemde azabla sizi zelil ve rüsvay edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak,
Mekke müşrikleri ve benzerleri hakkında: "Onlardan öncekiler de
yalanladılar da, bilmedikleri bir yerden kendilerine azap gelip çatıverdi. Bu
suretle Allah dünya hayatında onlara rüsvaylığı tattırdı. Ahiret azabı ise,
elbet daha büyüktür. Eğer bilselerdi" (Zümer, 39/25-26) buyurur.
Allah,
müşriklerden uzak olduğunu açıkladıktan sonra, bunun bütün insanlara
duyurulmasını emretti: "Ve hacc-ı ekber günü, Allah ve Rasûlünden insanlara
bir duyurudur". Yani, Allah ve Rasûlünün, müşriklerin ahidlerinden uzak
olduğunu, bütün insanlara hac farizalarının sona erdiğini, hac ibadet
günlerinin en faziletlisi olan ve bütün hacıların hac ibadetlerini tamamlamak
için Mina'da toplandığı şu hacc-ı ekber gününü ilândır.
İki
beraet arasında tekrar yoktur. Çünkü birinci beraet, anlaşma yapıp sözünü
bozanlara aittir. Berat duyurma ise, anlaşma yapan veya yapmayan, sözünü bozan
veya bozmayan herkesi içine almaktadır.
Bu
hacca, hacc-ı ekber dendi. Çünkü o hacda Hz. Ebû Bekir haccetti ve onda
sözleşmeleri attı. Bir rivayette İbni Abbas, İbni Mes'ud, İbni Ebi Evfa ve
Muğira b. ŞuTse'ye göre -İmam Malik'in görüşü de budur- hacc-ı ekber günü,
kurban bayramının ilk günüdür. Çünkü Arafat'ta vakfe onun gecesinde; taş atma,
kurban kesme, tıraş, tavaf ise onun sabahında olmaktadır.
Hz.
Ömer, Osman, bir rivayette İbni Abbas, Tavus, Mücahid'e göre -Ebû Hanife ve
Şafiî'in görüşü de böyledir- hacc-ı ekber günü, Arefe günüdür. Çünkü
Mahreme'nin rivayet ettiği hadise göre peygamber (s.a.): "Hacc-ı ekber
günü, Arefe günüdür" buyurmuştur.
Atâ'
ve Mücahid'den rivayet olunduğuna göre hacc-ı ekber, Arafatta vakfe yapılan
gün; hacc-ı asgar ise, umredir.
Daha
önce de söylendiği gibi, hac emirliği Hz. Ebûbekir'de kalmakla beraber,
anlaşmalarını bozanların anlaşmalarının bozulduğunu haber veren, Hz. Ali'dir.
Buharî ve Müslim'in, Ebû Hureyre'den rivayetine göre, o şöyle demiştir: Ebû
Bekir, beni o hacda, Kurban bayramı günü, Mina'da bu yıldan sonra hiçbir
müşriğin haccetmeyeceğini ve Kabe'yi hiçbir çıplağın tavaf etmeyeceğini duyurmak
üzere gönderdiği duyurucular içinde gönderdi. Sonra, Resulullah (s.a.) Ali b.
Ebî Talib'i gönderdi ve ona Tevbe sûresini okumasını, bu yıldan sonra hiçbir
müşriğin haccetmemesi ve hiçbir çıplağın Kabe'yi tavaf etmemesi hususlarını
bildirmesini emretti.
Sonra
Allahü Teâlâ: "Eğer tevbe ederseniz..." buyurdu. Yani onlara, şirkten
dönerseniz, bu sizin için daha hayırlı, dünya ve ahirette sizin için daha fayda
vericidir buyuruyor. [7]
5
"Haram olan o aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri, nerede bulursanız
öldürün, onları yakalayın, onları hap- sedin,
onların bütün geçit yerlerini tu- *un- Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar>
zekât verirlerse, yollarını serbest
bırakın. Gerçekten Allah çok bağışlayı- cıdır, çok esirgeyicidir.
Bu,
kılıca başvurmayı emreden ayettir. Çünkü içinde savaş emri vardır. Bunun manası
şudur: Müslümanlarla müşriklerin birbirleriyle savaşmaları haram kılman dört
haram ay -müfessirlerce tercih edilen görüşe göre, kurban bayramının birinci
gününden başlayıp Rebiülahir'in onuncu gününe kadar devam eden süre- çıkınca,
onlara şu aşağıdaki tedbirlerden, alınmasını gerekli gördüğünüzü yapın:
1- Harem-i Şerifte, ya da dışında nerede bulunurlarsa, onları öldürmeniz.
2- Dilerseniz, onları esir almanız. Esir almak; öldürmek, fidye almak
veya imamın uygun görmesi halinde iyilik edip serbest bırakmak için olur.
3- Kale, sığınak gibi bulundukları yerlerde onları kuşatmanız, teslim
oluncaya, onlara dikte ettireceğiniz şartlara razı oluncaya kadar çıkmalarına
engel olmanız. Ta, siz onlara izin verip onlar size güven vererek girinceye
kadar.
4- Onları teslim olmaya, ya da öldürmeye mecbur bırakıncaya, kalblerine
sizden korkma duygusunu dolduruncaya kadar, onları geçecekleri her yerde, her
yolda ve her geçitte gözetlemeniz.
Eğer
onlar küfürden ve size karşı savaş ve düşmanlığa sevkeden şirkten tevbe edip,
kelime-i şehadeti söyleyip İslâmiyete girerlerse, namaz ve zekât gibi
rükünlerine sarılırlarsa, yollarını açın, serbest bırakın, onları halleriyle
baş-başa bırakın. Bilin ki Allah, kendisinden bağış isteyeni bağışlayıcı,
kendisine tevbe edene merhamet edicidir.
Şüphesiz
Allah kelime-i şehadetin ardmdan kendi hakkı olan namaz kılmaya dikkat
çekiyor. Çünkü o, kelime-i şehadetten sonra, İslam rükünlerinin en
şe-reflisidir. Namazdan sonra da zekat vermeye dikkat çekmiştir. Çünkü o
yaratıklarla ilgili işlerin en şereflisidir. İslâm'da sosyal yardımlaşmayı
gerçekleştirir, fakirlik probleminin çözümüne katkıda bulunur, fakirlerin
faydasma olan bir rükündür: Bunun için çoğu kere Cenab-ı Hak namazla zekâtı
birlikte zikreder. [8]
6-
Eğer müşriklerden biri gelip senden eman dilerse, ona eman ver. Ta ki Allah'ın
kelamını (Kur'an'ı) dinlesin. Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır. Çünkü
onlar, bilmeyen bir kavimdir.
İslâm,
barışçı yollarla, ikna, hüccet ve burhanla yayılmaya özen gösterir. Cihadın
meşru kılınışından amaç da kan dökmek değildir. Önemli olan imandır, inkârı
terktir, dini kabul ve tevhidi itiraftır. Bir taraftan arap müşrikleri hakkında
kılıç kullanılmasını emreden ayet inerken, diğer taraftan da Cenab-ı Hak
müminleri, müşriklerden biri, bir müslümandan eman dilerse emamnın kabul
edilmesi gerektiği hususunda aydınlatmıştır.
Mana
şöyle olur: Ahdini bozan müşriklerden biri, yeryüzünde tam bir hürriyetle
seyahat etme müddeti -dört ay- dolduktan sonra, sana Allah'ın kelâmını dinlemek
ve düşünmek, dinin ve işin hakikatini anlamak maksadıyla gelirse, gayesine
ulaşıncaya kadar ona eman vermek, onu himaye etmek gerekir. Onu öldürmek ve
zulmetmek haram olur.
Memleketine
dönmek istediği zaman da, güven duyacağı vatanına, evine varıncaya kadar ona
eman vermek gerekir. Ondan sonra, istersen -hainlik ve gadr etmeden- onunla
savaş...
Bu
hüküm, her zaman için geçerlidir. Hasan el-Basrî: "Bu ayetin hükmü
muhkemdir, kıyamete kadar geçerlidir" der. Said b. Cübeyr'in şöyle dediği
rivayet olunmuştur: Müşriklerden biri Hz. Ali'ye gelerek bu süre bittikten
sonra, birisi Allah'ın kelamını dinlemek, ya da bir ihtiyacından dolayı
Muhammed (s.a.)'e gelmek isterse, öldürülür mü? diye sordu. Şu cevabı verdi:
Hayır. Çünkü Allahü Teâlâ: "Eğer müşriklerden biri gelip senden eman
dilerse ona eman ver..." buyuruyor.
Süddî
ve Dahak'tan rivayete göre bu, "müşrikleri öldürün..." ayetiyle
nes-hedilmiştir. Kurtubî bunu, Said b. Cübeyr'in İmam Ali'den naklettiği sözü
delil göstererek reddeder.
Sonra
Cenab-ı Hak: "Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir" buyuruyor. Yani
Cenab-ı Hakk'ın "eman ver" sözünden anlaşılan müsamaha, onların
İslâm'ın hakikatini, senin davet ettiğin şeyin özünü bilmeyen cahil müşrikler
olmaları sebebiyledir. Çünkü bir şeyi bilmeyen ona düşman olur. Dolayısıyla
onlara eman vermek gerekir ki, hakkı duyup anlasınlar.
Bundan
dolayı Resulullah (s.a.) doğruyu öğrenmek, ya da bir vazifeyle gelen kimselere
eman veriyordu. Nitekim Hudeybiye günü Kureyş elçileri Urve b. Mes'ud, Mikraz
b. Hafs, Süheyl b. Amr birer birer Resulullah(s.a)'la müşrikler arasındaki
mesele konusunda gelip gittiler. Resulullah(s.a)'ın, kendilerine hiçbir kral
ve Kayserde görmedikleri derecede hürmet gösterdiğini gördüler. Kavimlerine
geri döndüklerinde, bunu anlattılar. Bu, pek çoğunun hidâyete ermesinin en
büyük sebeblerinden oldu.
Müseylimetü'l-Kezzab'm
iki elçisi Resulullah (s.a.)'e geldiklerinde, Resulullah (s.a.) onlara:
"Müseylime'nin Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ediyor musunuz?" diye
sordu. "Evet" dediler. Bunun üzerine, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Davud'un
Naim b. Mes'ud'dan rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.): "Vallahi, elçiler
öldürülmez kuralı olmasaydı, boyunlarınızı vurdururdum" buyurdu.
Ayet
dinî, siyasî, ticarî amaçlardan dolayı eman hükmünün genelliğini ifade eder.
İbni Kesir şöyle der: Bir kimse bir vazifeyle, ticaret maksadıyla veya barış,
antlaşma isteğiyle, ya da cizye getirmek veya başka bir sebeple Daru'l-Harp'ten
Darul-İslâm'a gelir de devlet başkanı veya vekilinden eman isterse, onlar
Daru'l-İslâm'da bulunduğu sürece ve emin olduğu yere, vatanına dönün-ceye kadar
eman veriri.
1-
İbni Kesir, 11/337.
Hanefi'lere
ve Şafiîlere göre bir harbî, şerl bir maksatla -Allah'ın kelâmım dinlemek gibi-
eman dileyerek Daru'l-İslâm'a girerse, yahut emanla ticaret için girerse, emin
olacağı yere varıncaya kadar ona eman vermek, canını ve malını korumak gerekir.
Eğer harbî, emansız olarak Daru'l-İslâm'a girerse, malıyla beraber ganimet
sayılır. İbnü'l-Arabî, ayet Kur'an'ı dinlemek ve İslâmiyet hakkında düşünmek
isteyenler hakkındadır. Başka bir sebepten dolayı korumak, ancak müslümanlann
yararı ve menfaati için olabilir, der.[9]
Ayetin
açıkladığı gibi emir, sadece Kur'an dinlemek için eman istemeye ait değildir.
Gerçekten müslüman olmak ve şüphelerine cevap bulmak için delilleri dinlemek
isteyen kimselere de şamildir. Çünkü bunların hepsi de ilim istiyor, hak
hakkında bilgi arıyor.
Dinlemekle;
hüccet olacak şeyi, şirkin bâtıl, tevhidin, yeniden dirilişin ve Hz.
Peygamber(s.a)'in Allah'tan tebliğ ettiği şeylerde doğruluğunu ve İslâm'ın hak
olduğunu -Tevbe sûresi, yahut bütün Kur'an, ya da bunlardan başka aklî deliller
ve ilmî burhanlar olması değişmez- ispatlayan her şeyi dinlemek
kas-dolunmaktadır. [10]
7- O müşriklerin Allah katında ve Ra-sûlü
yanında nasıl bir'ahdi olabilir? Mescid-i Haram'ın yanında ahidleştik-leriniz
müstesnadır. O halde bunlar size karşı doğruluk gösterdikleri müddetçe, siz
de onlara doğrulukla muamele edin. Şüphesiz Allah, sakınanları sever.
8-
Nasıl? Eğer size karşı zafer kazanırlarsa, ne bir yemin ve ne de bir vecibe
gözetmezler. Onlar sizi dilleriyle hoşnut ederler. Kalbleri ise isteksizdir.
Onların çoğu fâsık kimselerdir.
9-
Onlar Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar ve insanları Allah
yolundan çevirdiler. Ne kötü işler işlemekteydiler.
10- Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne
de ahde vefaya riâyet etmezler. Onlar haddi aşan kimselerdir.
Antlaşmalarını
bozan müşrikler için, Allah ve Rasûlü yanında, nasıl değer verilen bir ahid
olabilir? Bu onların ahidleri olabileceğini inkâr ve uzak görmeyi ifade eden
bir sorudur. Gerçekten de onlar, kindar, sert, haksızlıkla dolu, Allah'a şirk
koşan, O'nu ve peygamberini inkâr eden düşmanlardı. Onların hiçbir ahitleri
olamaz. Onlardan bunu beklemeyin. İşte bü, onlardan uzak olmanın hikmetini ve
sebebini açıklamaktadır.
Sonra
Cenab-ı Hak, Mescid-i Haram'ın yanında anlaştığınız kimseleri -Hudeybiye'de
kendileriyle yaptıkları ahidleri bozmayan Bekir ve Damra oğullarını- istisna
etmiştir. Bu ahidlerini bozmayanların dışındakiler için ahid yoktur.
Ahidlerini bozanlar ise, bundan önce istisna edilmişlerdir: "Antlaşma yaptığınız
müşriklerden size hiçbir şeyde eksiklik yapmamış olanlar müstesna..."
(Tevbe, 9/4).
Mescid-i
Haram'dan amaç, Harem'in bütünüdür. İstisna etmedikçe Kur'an'ın adeti budur...
Burada "yanında" manasına gelen kelime hazfedilmiş-tir.
"Mescid-i Haram'ın yanında, yakınında" demektir.
Onlar
size verdikleri söze vefa gösterirlerse, siz de sözünüze vefa gösterin. Ahdi
olmayanları ise, tevbe edinceye kadar bulduğunuz yerde öldürün. Bu, Cenab-ı
Hakkın: "O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın"
(Tevbe, 9/4) sözü gibidir. Ancak burada kelâm mutlak, benzer ayette ise
mukayyeddir. Burada, akid yapan iki tarafın müddet bitene kadar ahde riâyet
göstermeleri gerektiğini -bunların dışındakilerin ahidleri atılır,
reddedilir-açıklamak için tekrar anılmışlardır.
Sonra
Allahü Teâlâ onlara, ahde vefanın zaruretini pekiştirerek: "Şüphesiz
Allah sakınanları sever" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ, ahidlerini yerine
getirenleri, haksızlık yapıp ahdini bozmaktan sakınanları sever. Bu, itaatin gerekli
oluş sebebini açıklamakta ve ahid yapan müşrik de olsa, ahde riâyetin takvadan
olduğunu açıklamaktadır.
Sonra
Allahü Teâlâ, müşriklerin verdikleri sözde duracaklarını uzak gördüğü için
"nasıl1?" sözünü tekrarlamıştır. Yani ahidlerini yerine getirenlerin
dişmdakilerin Allah ve Rasûlü yanında, meşru, saygı duyulacak ve vefa gerektirecek
bir sözleri olabilir mi? Halbuki onlar, size karşı zafer kazansalar, ne anlaşma
ne yakınlık, ne de ahde riâyet ederler. Bu, müminleri onlardan uzaklaşmak için
yapılan bir teşviktir. Onların Allah'a şirk koştuklarını, peygamberini inkâr
ettiklerini, dolayısıyla ahde lâyık olamayacaklarını, müslümanlara galip
gelirlerse, onları bırakmayacaklarını, yemin ve ahde riâyet etmeyeceklerini
açıklamaktadır.
Onların
kötü ve pis taraflarından biri de, dilleriyle güzel sözler söylemeleri,
kalblerinin ise kin ve hasetle dolu olmasıdır: "Onlar kalplerinde olmayan
şeyi dilleriyle söylerler" (Fetih, 48/11). Onların çoğu dinî temellerden,
insanlıktan ve ahlâktan uzaklaşmış, doğruluk ve vefa sınırını aşmış ahd ve
misak bağlarını koparmış, fâsık kimselerdir. "Onların çoğu" ifadesi,
az bir kısmı dışında çoğunun ahitlerini bozmalarındandır. Cenab-ı Hak da
sözlerinde duran bu az kimseyi istisna etmiş ve ahidlerine vefayı emretmiştir.
Sonra
Allahü Teâlâ onlardan uzak durmanın ve onlarla savaşın başka iki sebebini daha
göstermektedir:
1- Onlar hakka, hayra ve tevhide işaret eden Allah'ın ayetlerini çok az
bir dünya malı karşılığında sattılar. Heva ve heveslerine uydular. Basit dünya
işleriyle oyalandılar. Dolayısıyla kendileri hak yoldan ayrıldıkları gibi,
başkalarını da ayırdılar. İnsanları hak dine tabi olmaktan engellediler.
Onların bu amelleri ne kadar kötüdür: İman ve hidâyete, Allah'ın şeriatına tabi
olmak yerine, küfre ve sapıklığa Allah'ın dininden sapmaya razı olmaları ne
kötü bir şeydi.
Rivayete
göre Ebû Süfyan, Kureyş ve müttefiklerini Hudeybiye anlaşmasını bozmak
konusunda ikna etmek istediği zaman, onların gönlünü çelecek bir yemek
hazırladı. Onlar da, onun isteğine katıldılar.
2- Onlar küfürleri sebebiyle, ahid, akrabalık ve anlaşmasını bozmaya güç
yetirdikleri hiçbir müminin durumunu gözetmeyen, zulüm ve serde haddi aşan
kimselerdir. Ancak kılıcın dilinden anlarlar, kuvvete boyun eğerler, ahid ve
zimmet bilmezler... Tarih, onların gerçekten böyle olduğunu ispat eder...
Kur'an'da, onların sıfatlarını, önce fâsıklık sonra da hakkı tecavüz eden kimseler
olarak özetler. Bunlar ahidlerine nasıl saygı gösterirler?
"Ne
bir yemin ve ne de bir vecibe gözetmezler" sözü tekrar değildir. Çünkü
birincisi, bütün müşrikler için, ikincisi de özellikle yahudiler içindir.
"Allah'ın ayetlerini az bir paha karşılığında sattılar" ayeti buna
delildir. Bu ayette kas-dolunanlar yahudilerdir. Eğer müşrikler kasdolunsaydı,
pekiştirme ve tefsir için bir tekrar olurdu. [11]
11-Eğer
onlar tevbe eder, namaz kılarlar, zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir.
Biz, ayetleri bilen bir kavim içın açıklarız.
12-
Eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozarlar da dininize saldırır-larsa,
küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onlar yeminleri olmayanlardır. Olur
ki vazgeçerler.
Müşrik
kâfirler, islâm'a düşmanlıklarını ilân ettikten sonra iki durumla karşı
karşıyadırlar:
1- Küfürden, ahdi bozmaktan ve Allah yolundan çevirmekten samimi tevbe,
yani Allah'a şirk koşmaktan vazgeçip bir ve ortağı olmayan Allah'a iman
ederler, namazlarını, şartları ve rükünleriyle dinin direği bilerek eda
ederlerse, müslümanlar arasındaki dayanışmaya işaret eden ve kendilerine farz
olan zekâtı verirlerse, sizin din kardeşlerinizdir. Sizin sahip olduğunuz
haklara onlar da sahiptirler. Onların "din kardeşi" olarak
vasıflandırılması, din kardeşliğinin, nesep kardeşliğinden daha üstün, daha
kuvvetli ve daha kalıcı olduğuna delildir. Onlar bunu, birbirini tamamlayan üç
şeyle hak ederler: Küfürden ve ahdi bozmaktan tevbe, Allah'a yönelip ona
inanmak, namaz kılıp zekât vermek.
"Biz
ayetleri... açıklarız." Yani gerçekten var olduğumuza işaret eden şeyleri
ve açık delilleri açıklarız. "Bilen bir kavim için" . Yani
kendilerine açıkladığımız şeyleri anlayıp kavrayanlar için. Burada antlaşma
hükümleri olarak açıklanan şeyleri düşünmeye ve onları korumaya teşvik vardır.
2- Ahidlerini bozduktan sonra kendileriyle savaşılması. Bu müşrikler,
kendileriyle yapılan andlaşmaları bozarlar ve dininizi, yani Kur'an'ı ve Peygamber
(s.a.)'i eleştirirlerse, şairlerinin ve küfür önderlerinin yaptığı gibi müminlerle
alay ederlerse, onlarla çok şiddetli bir şekilde savaşın. Çünkü onların, söz ve
ahidleri olmaz. Bunlara vefa göstermedikleri için, adeta yokmuş gibi olur.
Savaş, onların küfür, inat ve sapıklıktan vazgeçmeleri için bir sebep olur. Bu,
Cenab-ı Hakkın insanoğluna olan en büyük kerem ve fazlındandır.
"Olur
ki vazgeçerler..." Yani küfürlerinden, yanlışlıklarından ve müslü-manlara
zarar vermekten.
Katade,
bu ayetle Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef gibi küfür liderlerinin
kasdolunduğunu söylemiştir. Çünkü bu ayet nazil olduğu zaman, onlar Bedir'de
öldürülmüşlerdi. "Küfrün önderleri..." şeklinde bir ifadenin kullanılması,
bâtıl işlere uymayı teşvik edenlerin sadece onlar olmasındandır.
Bu
ayet, zimmînin İslâm'a sövdüğü zaman ahdini bozmuş sayılacağına, savaşın
dünyevî maksatlar veya ganimetler, ya da üstünlük, hakim olmak arzusu ve
intikam hissiyle olmadığına, İslâm davetini kabule imkân hazırlamak için
yapıldığına, savaşın zaruret miktarı yapılacağına işaret eder.
İbni
Kesir: "Sahih olan, ayetin genel olmasıdır. Her ne kadar ayetin iniş sebebi
Kureyş müşrikleri ise de, o, onlar ve diğerleri hakkında geneldir" der.[12]
13-
Andlarını bozan, o peygamberi sürüp çıkarmaya karar veren ve bununla beraber
sizinle savaşa ilk olarak kendileri başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız?
Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mümin kimselerseniz, korkmanıza daha lâyık
olan Allah'tır.
14-
Onlarla savaşın ki Allah, ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin.
Size onlara karşı galibiyet versin. Mümin bir kavmin gönüllerine şifa versin.
15-Kalplerindeki
gazabı gidersin. Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder. Allah hakkıyla bilendir,
tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu
ayet, yeminlerini ve anlaşmalarını bozan müşriklerle savaşa teşvik etmektedir.
Bu, yüce Allah'ın ayette zikrettiği üç sebepten dolayıdır.
1- Ahdi bozmaları: Onlar, üzerine yemin ettikleri andlaşmalarmı bozdular.
İbni Abbas, Süddî ve Kelbî'ye göre bu ayet, Hudeybiye andlaşmasından sonra
yeminlerini bozan ve Huzaa'ya karşı Bekir Oğullan'na yardım eden Mekke kâfirleri
hakkında nazil oldu. Bu, ahdini bozanlarla savaş, başkalarına ders olsun diye
diğer kâfirlerle savaşmaktan daha uygundur.
Bozdukları
andlaşma ise, Hudeybiye barışıdır. Kureyş, müttefikleri Bekir Oğullarına, Hz.
Peygamber'in müttefiği Huzaa'ya karşı bir gece, Mekke yakınında Hecir suyu
üzerinde yardım etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kureyş'in üzerine yürüdü.
Hicri 8. yılın Ramazan ayının yirmisinde Mekke'yi fethetti.
2- Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkarılması: Kureyş Hz. Peygamberi Mekke'den
çıkarmayı, ya da hapsetmeyi -böylece onu hiç kimse göremeyecekti- ya da her
kabileden birtakım kimselerle öldürtmeyi -kim vurduya gitsin diye- düşündü.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Hani bir zaman o kâfirler, seni tutup bağlamaları veya
öldürmeleri, ya da seni çıkarmaları için tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı
kurarlarken, Allah da bu tuzağın karşılığını kendilerine veriyordu. Allah,
tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır" (Enfal, 8/30); "Rabbiniz Allah'a iman
etmeniz sebebiyle, Peygamberi ve sizi çıkarmışlardı" (Mümtehine, 60/1);
'Yakında seni neredeyse bu yerden çıkarmak için herhalde rahatsız
edecekler" (İsra, 17/76).
3- Savaşı onların başlatmaları: Kervanın kurtulduğunu bildikleri halde,
Hz. Muhammed(s.a)'in ve beraberindekilerin kökünü kazıyacaklarını söyleyerek
Bedir Günü, müminlerle savaşa ilk önce onlar başladılar. Uhud, Hendek ve diğer
savaşlarda da, durum aynı oldu.
Allahü
Teâlâ savaşmayı gerektiren bu üç sebebi belirttikten sonra, buna dört şey daha
ekliyor:
Birincisi: Savaşı gerekli kılan şeyleri sayma ve açıklama.
İkincisi: Hücuma teşvik ve tahrik. Nitekim bir kimse diğerine:
Düşmanından korkuyor musun, çekiniyor musun? dese, bu söz tahrik ifade eder.
Üçüncüsü: Allahü Teâlâ'nın kendisinden en çok korkulacak varlık olması. Çünkü
O, beklenen zararı -öldürülme- uzaklaştıracak mutlak kudret sahibidir.
Dördüncüsü: Eğer inanıyorsanız, iman, insanı harekete sevkeden bir kuvvettir.
İşte bu yedi şey, o yeminlerini bozan kâfirlerle savaşılmasım gerektiren
şeylerdir.
Cenab-ı
Hak, bu sebepleri açıkladıktan sonra, onların müşriklerden korkmasını
yadırgayarak azarlamış ve: "Onlardan korkuyor musunuz?" buyurmuştur.
Yani, bundan sonra onlardan korkarak ve çekinerek, onlarla savaşı terk mi
ediyorsunuz? Eğer onlardan korkuyorsanız, Allah korkulmaya daha çok lâyıktır.
Onlardan korkmayın, benden korkun. Bana inanıyorsanız, ben onlardan daha çok
korkulacak olanım. Çünkü imanm şartı, başkasından değil, sadece Allah'tan
korkmaktır. Fayda ve zarar vermek onun elindedir.
Bu
ayet, yalnızca Allah'tan korkan müminin, savaş hususunda insanların en cesuru
ve cüretkârı olduğuna işaret ediyor.
Allahü
Teâlâ savaşı caiz kılan şeyleri ve savaşın hikmetini zikrettikten sonra, açık
bir emirle müminlere savaşı emrederek şöyle buyuruyor: "Onlarla savaşın
ki, Allah onları azablandırsın." Yani ey müminler! Onlarla savaşın. Bu
emir, bütün müminler hakkında geneldir. Eğer siz onlarla savaşırsanız, sizin
vasıtanızla Allah onlara azap eder. Öldürülme, esir edilme ve yenilgiyle
onları küçük düşürür. Onlara karşı size yardım eder. Mümin bir zümrenin
-Mücahid'in dediğine göre bunlar, Peygamber (s.a.)'in müttefîğî Huzâa
oğullandır- göğüslerine ferahlık verir. Bu, müşriklerin zulüm ve
haksızlıkları, şiddetli eziyetleri sebebiyle, onlara karşı müminlerin
kalblerinde besledikleri kini ya da onlarla karşılaştığınız zaman şiddetli
isteksizlikten dolayı kalblerinizde bulunan gazabı giderir. "Gönüllerine
şifa vermek" le, "kalplerin öfkesini gidermek" arasındaki fark,
birincisinde, Allah'ın onlara verdiği sözden sonra, bekledikleri yardımı
gerçekleştirmek suretiyle sevindirmek; ikincisinde meydana gelen eserleri
gidermektir.
İbni
Abbas (r.a)'a göre, onlar Yemenli ve Sebe'li kimselerdir. Mekke'ye gelip
müslüman oldular. Mekkelilerden büyük eziyet gördüler. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.)'e şikayet etmek üzere adam gönderdiler. Resulullah (s.a.) onlara şöyle
buyurdu: "Sevinin. Çünkü ferahlık yakındır."
Sonra
Cenab-ı Hak: "Allah kimi dilerse, ona tevbe nasip eder..." buyuruyor.
Bu, yeni bir söze başlamaktır, Mekkelilerden bazılarının küfürden tevbe edeceğini
haber vermektedir. Nitekim bu, fiilen gerçekleşmiştir. Onlardan Ebû Süf-yan,
İkrime b. Ebî Cehl ve Süleym b. Ebî Amr gibi bir kısmı, çok iyi birer müslüman
oldu. Bu cümlenin yeni bir söze başlangıç yapılmasının sebebi, savaşın tevbeye
sebep olmamasıdır. Çünkü, Allah'ın dilediği kimse için savaş olmadan da her
halükârda tevbe olabilir.
Allah
kullarına yararlı olacak şeyi en iyi bilendir. Kevnî ve sert sözlerinde, işlerinde
hikmet sahibidir. Dilediğini yapar, istediği hükmü verir. Asla zulmetmeyen,
adil hüküm sahibidir. Ancak hikmetinin gerektirdiği şeyi işler. Her insanı,
dünya ve ahirette, işlediği hayır ve şerre göre cezalandırır veya
mükâfatlandırır.
Bu,
ilâhî kudretin gerektirdiği sebepler ve etkenlerle, insan kabiliyetinin bir
halden diğer hale değiştiğine delildir.[13]
16-
Yoksa siz bırakılıvereceğinizi, içi- nizden cihad edenleri, Allah'tan, Rasûlünden
ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri Allah'ın bilmediğini nı*
sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
Ayet,
öncesiyle bağlantılıdır ve mana şöyle olur: O, ahidlerini bozan ve her biri
savaşmayı gerektiren yedi nedenden dolayı size düşmanlık eden müşriklerle
savaşmayacak mısınız? Yoksa ey müminler! Kendi halinize bırakılacağınızı,
gerçekten mallarıyla ve canlarıyla cihad eden ve kâfirlerden dostlar edinip
müslümanların hallerini, işlerini ve sırlarını onlara açıklamayan, içleri
dışları bir olan samimi kimselerin, ümmetin sırlarını ve siyasetini kâfir
dostlarına ileten münafıklardan ayırt edilmeyeceğini mi sandınız? Zımnen
bilindiği için, her iki kısım da zikredilmeyip birisiyle yetinilmiştir.
Cassas
şöyle der: "Allah'tan, Rasûlünden ve müminlerden başkasını sırdaş
edinmeyenleri" ayeti, kâfirleri ve münafıkları bırakıp Peygamber (s.a.)'e
ve müminlere uymak gerektiğini ifade eder. Bunda aynı zamanda, icmanm hüccet
oluşuna delil vardır. Bu, Cenab-ı Hakkın: "Kim kendisine dosdoğru yol
besbelli olduktan sonra, peygambere muhalefet eder müminlerin yolundan
başkasına uyup giderse biz onu döndüğü o yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O
ne fena bir karargâhtır..." (Nisa, 4/115) ayeti gibidir.[14]
Allah
amellerinizden her zaman haberdardır. Size onlara göre ceza veya ödül verir.
Bilindiği gibi nefislere yapılan zor teklif, imtihanı gerçekleştirir, samimi
kimseyi münafıktan ayırır.
"Allah'ın
bilmediğini mi sandınız..." ayeti, Hişam b. Abdilhakem'in, ayetin
zahirinden anladığı gibi, Allah'ın eşyayı ancak varlık halinde bildiği yanlış
anlayışını olumsuz hale getirir. Böylece onlarda cihad fiilen görünür,
mücahidler münafıklardan ayrılır. Nitekim, ayetin sonundaki: "Allah
yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" sözü, bunun delilidir. Yani O, her
şeyi bilici ve her şeyden haberdardır. Allah'ın, varlığını bilmediği şeyin
varlığı yoktur.
İmtihan
konusunda bu ayetin benzeri: "Elif, Lam, Mim. İnsanlar "iman ettik"
demekle hiç sınanmadan bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andolsun ki biz,
onlardan öncekileri sınadık. Elbette Allah doğru olanları bilecek, yalancı olanları
da bilecektir" (Ankebût, 29/1-3) ayetleridir.
Ayetin,
dost ve sırdaş edinme konusunda bir benzeri de şu ayettir: "Ey iman
edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar sizi bozmaktan geri
durmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Onların kinleri ağızlarından
taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri daha büyüktür..." (Al-i İmran,
3/118).
Özetle;
Allahü Teâlâ, kullarına cihadı meşru kılınca, hikmetini de açıkladı:
Kullarından hangisi kendisine itaat edecek, hangisi isyan edecek diye imtihan
etmektedir. Cenab-ı Hak, bundan önce ve sonra olanları bildiği gibi, henüz
olmayanları da bilir. [15]
17"
Müşriklerin, kendi küfürlerine biz- za* kendileri şahit iken, Allah'ın mes-
cidlerini imar etmeleri yaraşmaz. On-ların bütün yaptıkları boşa
gitmiştir. Ve onlar ebediyyen ateşte
kalıcıdırlar.
18.
Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a Y
*™*et f °üne iman eden namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Al- Uİl>ta.11
»»«Şka^ndan korkmayan kim- seler imar eder. işte doğru yola ermış- lerden
olmaları umulanlar bunlardır.
Allah'a
şirk koşanların, Allah'ın mescidlerini, -Mescid-i Haram da onlardan biridir-
ibadet, hizmet ve idare maksadıyla imar etmeleri caiz değildir.
Putlara
tapmak, Kabe'yi çıplak tavaf etmek ve her tavaf edişlerinde putlara secde etmek
gibi halleri ve "Lebbeyk, lâ-şerike leke, illa şerikün hüve leke
tem-likühü ve ma meleke..." gibi sözleriyle, kendilerinin küfürlerine
şahid olup durulurken, Mescid-i Haram'a hac ve umre için girmeleri doğru
değildir.
Onlar
bu halleriyle birbirine zıt iki şeyi bir arada bulunduruyorlardı: Allah evini
imar ve onu inkâr...
İşte,
şirkleri sebebiyle o müşriklerin amelleri boşa gitmiştir. Onlar, işledikleri
günahın büyüklüğü yüzünden sonsuza kadar cehennem ateşinde kalacaklardır.
Çünkü küfür, ameli boşa çıkaran şeydir.Ahirette sahibine hiçbir sevap yoktur. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet buna işaret eder. Onlardan bazıları
şunlardır:"E,ğer onlar da şirk koşsalardı, işledikleri herhalde boşa
giderdi" (En'am, 6/88); "Sana ve senden öncekilere şöyle vahyolundu:
"Sen eğer şirk koşarsan, mutlaka amelin boşa çıkar ve muhakkak ziyan
edenlerden olursun" (Zümer, 39/65); "Onların işledikleri herhangi
bir amelin önüne geçtik de, bunları saçılmış zerreler yaptık" (Furkan,
25/23).
Müşriklerin,
mescidleri imara ehliyetleri olmadığının belirtilmesinden sonra, bu işe kimin
ehil olduğunu açıklamak üzere: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve
ahiret gününe iman eden... imar eder" buyuruluyor. Yani, mescidleri imara
hakkı olan, Allahü Teâlâ'ya Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı şekilde, sahih bir
imanla inanan, birliğini bilen; sadece ona ibadet ve tevekkül edenlerdir.
Allah'ın kullarını hesaba çekeceği, iyilik edenlere sevap, kötülük edenlere
ceza vereceği ahiret gününe inanan, farz namazlarını şartlarına ve rükünlerine,
tilavet ve zikirlerine tam riayet ederek, huşu ve kalb huzuru ile, Allah'tan
haşyet üzere eda eden; zekâtı, fakir, miskin ve yolcu gibi bilinen hak
sahiplerine veren, sözünde ve işinde, gerçekte ne bir fayda, ne de bir zarar
vermeyen putlardan değil, sadece Allah'tan korkan kimselerdir. Peygambere imanın
zikredilmemesinin sebebi, namaz kılmak gibi şeylerin peygambere imana işaret
etmesidir. Çünkü bunlar, peygamberin getirdiği şeylerdir. Namaz kılmak, zekât
vermek gibi şeyler, ancak peygambere inanmak şartıyla kabul olunur.
İşte
bu sıfatları taşıyanlar, madden mescidleri inşa ederler, manen de onarırlar,
oralarda ibadet ve zikrederler, ders yaparlar. Onlardan başkası, Allah'ın
evlerini imar etmez. Gerçekten daima hayra, Allah'ın istediği ve razı olduğu
şeylere erişenler, amellerinin sevaplarına hak kazananlar bunlardır. O çelişki
içinde olanlar ise bir taraftan Allah'a şirk koşup peygamberinin getirdiklerini
inkâr ederek putlara secde ederler, bir taraftan da Mescid-i Haram'a bazı hizmetlerde
bulunurlar, işte bunlar sevaptan mahrum kalırlar.
Ayette
geçen "umulanlar" kelimesi, gerçek anlamında değildir. Bunun Cenab-ı
Hakdan sadır olması sahih olamaz. Çünkü, o takdirde zan ifade eder ki, bu
Cenab-ı Hak hakkında düşünülemez. Bu kelimenin kullanılması, kâfirlerin
övündükleri amellerinden fayda görme ümitlerini kesmek içindir. Müminlerin
amellerine karşılık -mükâfat- bir ümit olduğuna göre müşrikler için ne olur?
Yahut, müminler için hidâyet bir ümit göründüğüne göre, hidâyet merhalesini geçip
Allah'tan bir hayra nail olacaklarına kesin gözüyle inanan müşriklere ne
demeli?
Birçok
hadis de, mescidleri imara, biraz önceki vasıflarla vasıflananların hak sahibi
olduğunu ifade eder. Maddî imar konusunda şu hadisi zikredebiliriz: Şeyhayn ve
Tirmizî, Osman (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'i şöyle
derken dinledim: "Kim Allah rızasını gözeterek, Allah için bir mescid
yaptırırsa, Allah da onun için cennette bir ev yaptırır." Ahmed b.
Han-bel, İbni Abbas'tan merfu olarak rivayet eder: "Kim, tavuk folluğu
kadar bile olsa, Allah için bir mescid yaptırırsa, Allah da onun için cennette
bir ev yaptırır." Haris b. Ebi Üsame ve Ebu'ş-Şeyh, zayıf bir senedle
Enes (r.a)'dan rivayet ederler: "Kim bir mescidde bir kandil yakarsa, o
mescidde o kandilden bir ışık bulunduğu sürece, melekler ve hamele-i arş onun
bağışlanmasını isterler."
Mescidlerin
manevi imarı konusunda da şu hadisleri zikredebiliriz: Şeyhayn ve Hafız Ebu
Bekir el-Bezzar ve Abd b. Humeyd, Enes b. Malik'in şöyle dediğini rivayet
ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Mescidleri imar edenler, ancak
ehlullahtır (Allah dostlarıdır)". Ahmed, Tirmizî, İbni Mace, Hakim, İbni
Merdûveyh, Ebû Said el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
ederler: "Bir adamın mescidlere gidip gelmeyi alışkanlık haline getirdiğini
görürseniz, onun imanlı olduğuna şehadet ediniz. Çünkü Cenab-ı Hak: "Allah'ın
mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler imar eder"
buyuruyor.
Taberanî,
Kebirinde, İbni Mes'ud'dan -zayıf senedle- Resulullah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: Allahü Teâlâ buyurdu ki: "Benim yeryüzündeki
evlerim, mescidlerdir. Beni oralarda ziyaret edenler, onları imar edenlerdir.
Evinde temizlenip sonra da beni evimde ziyaret eden kula ne mutlu. Ziyaret
edilene, kendini ziyaret edene ikramda bulunması haktır."
Resulullah
(s.a.) mescidlere saygı göstermemekten korkutmuştur. Taberanî, zayıf senedle
Kebir'de, İbni Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "Ahir zamanda ümmetimden
birtakım insanlar mescidlere gelirler, oralarda halkalar halinde oturup
dünyadan ve dünya sevgisinden bahsederler. Onlarla oturmayın. Onların Allah'la
hiçbir ilgisi yoktur." Başka bir hadiste de: "Mescidde
konuşmak-hayvanın otu yiyip bitirdiği gibi- iyi amelleri yer..."
buyurulmuştur.[16]
19-
Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın tamirini, Allah'a, ahiret gününe
inanan, Allah yolunda cihad eden kimse gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında
bir olamazlar. Allah zulmedenler (kâfirler) topluluğuna hidayet vermez.
20- İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah
yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek
büyüktür. İşte mutluluğa erenler, onların ta kendileridir.
21-
Rableri onlara rahmetini, hoşnutluğunu, onlara içlerinde tükenmez ve ebedî
nimetler bulunan cennetleri müjdeler.
22-
Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Allah katında büyük bir ecir vardır.
Nu'man
b. Beşir'in rivayet ettiği hadise göre bu ayet, müminlere hitap etmektedir.
Ayetlerin akışına bakılarak, müşriklere hitap ettiği de söylenmiştir. Ayetten
anlaşılacağı gibi, daha doğru olan, onun müslümanlarla kâfirler arasında
cereyan eden, hangilerinin faziletli olduğu tartışmasına açıklık getirdiğidir.
Çünkü Abbas, daha önce zikredildiği gibi, kendisinin Mescid-i Haram'ı imar
ettiğini ve hacılara su verdiğini söyleyerek faziletli olduğunu ileri sürmüştü.
Mana
şöyle olur: Hacılara su verenleri ve Mescid'i Haram'ı imar edenleri, Allah'a,
ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenlerle fazilet ve derecede
bir mi tuttunuz? Her ne kadar, hacılara su vermek ve Mescid-i Haram'ı imar
etmek hayırlı işlerdense de, bu işleri yapanlar, derece ve fazilet bakımından
iman ve cihad ehline denk olamazlar.
Bu,
"Allah katında bir olamazlar" sözünün manasıdır. Yani Allah'ın dünya
ve ahiret hükmünde, sevabında, sıfat ve amelde iki fırka arasında asla denklik
olamaz.
Sonra
Cenab-ı Hak, denk olmamalarını: "Allah zulmedenler topluluğuna hidâyet
vermez" sözüyle açıklamaktadır. Yani, o kâfirler zümresini, amellerinde
rütbece daha faziletli ve daha yüksek olana hidâyet buyurmaz. Çünkü O, onların
kalblerini köreltmiştir.
Mana
şöyle olur: Müşriklerin ve boşa giden amellerinin, müminlere ve müsbet
amellerine benzetilmesi, birbirlerine denk tutulması doğru değildir. Onların
aynı tutulması zulümdür.
O
halde Allah'a ve ahiret gününe iman, mal ve canla Allah yolunda cihad, Allah
katında, derece bakımından hacılara su vermek, Kabe'ye hizmet etmek, yahut imar
etmekten daha büyük ve daha yüksek derecelidir.
Sonra,
Allahu Teâlâ bizzat müminler arasındaki derece farklılıklarını açıklamıştır.
Allah'a ve Rasulüne inananlar, Mekke'den Medine'ye hicret edenler, Allah'ın
dinini üstün kılmak için malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler,
hacılara su vermek ve Kabe'yi imar etmek gibi diğer birtakım işleri yapanlardan
makam ve mevki bakımından daha yüksektirler.
İşte
o, hicret edip cihad eden müminler, Allah'ın fazl, kerem ve sevabına nail
olacaklardır.
Cenab-ı
Hak mukaddes kitabında, bu kimseleri bol rahmetle, tam hoşnutlukla, içinde
sürekli nimetler bulunan cennetlerle müjdeliyor. Bu nimetler içinde ebediyen
kalacaklarını haber veriyor.
Şüphesiz
iman ve salih amel için hicret ve Allah yolunda cihad gibi, Allah katında büyük
sevap vardır. Nitekim Cenab-ı Hak: "Allah mümin erkeklere de mümin
kadınlara da içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler
vadetti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler. Allah'ın hoşnutluğu ise,
hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin ta kendisidir" (Tevbe,
9/72) buyurur.
"Rıdvan",
rıza ve hoşnutluk manasına olup ruhî bir şeydir. Cennetteki nimet ise, maddî
bir şeydir. Yaşam rahatlığı ve bolluğudur.
Buharî,
Müslim, Tirmizî ve Nesaî, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet
ederler: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahü Teâlâ cennet halkına:
"Ey Cennet halkı..." der. "Buyur, Rabbimiz" derler. Cenab-ı
Hak: "Razı oldunuz mu?" buyurur. "Niçin razı olmayalım? Bize,
mahlukatından hiç kimseye vermediğin şeyleri verdin" derler. Allah:
"Size bundan daha üstününü vereceğim" bu-yurur. Cennetlikler:
"Rabbimiz, bundan daha üstün ne olabilir?" derler. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak: "Size rıdvanımı (hoşnutluğumu) indiriyorum, bundan sonra size
asla kızmayacağım" buyurur. [17]
23-
Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, eğer küfrü sevip onu imana
tercih ediyorlarsa, velîler edinmeyin. İçinizden kim onları velî edinirse,
onlar zalimlerin ta kendileridir.
24-
De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, düşmesinden korktuğunuz bir ticaret
ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'tan, Rasûlünden ve O'nun
yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar
bekleyedurun. Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.
Ey
Allah'a ve Rasülüne inananlar! Eğer küfrü imana, şirki İslâm'a tercih
ediyorsanız babalarınızı ve kardeşlerinizi dost bilmeyin, müslümanların genel
ya da savaş sırlarından onları haberdar etmeyin. Sizden, onları dost edinenler,
kendilerine ve milletlerine zulmetmiş, Allah'a ve Rasülüne muhalefet etmiş
olurlar.
Cenab-ı
Hak, onlarla iç içe olmayı nehyettikten sonra, bu nehyin haramı ifade ettiğini
açıklamış ve: "İçinizden kim onları veli edinirse onlar zalimlerin ta
kendileridir" buyurmuştur. İbni Abbas şöyle demiştir: O da, onlar gibi
müşriktir. Çünkü onların şirklerine razı olmuştur. Küfre rıza küfür, fıska
rıza fısktır.
Bunu
şu ayet teyid ediyor: "Allah sizi, ancak sizinle din konusunda savaşmış,
sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarmaya yardım etmiş kimselerle velilik
etmenizden nehyeder. Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta
kendileridir" (Mümtehine, 60/9).
Sonra
Allahu Teâlâ şek ifade eden "eğer " kelimesiyle Peygamberine, insanları
ailesini, yakınını ve aşiretini Allah'a, Rasûlüne ve Allah yolunda cihada
tercih etmekten uzaklaştırma emrini vermiştir. Şüphe ifade eden
"eğer" kelimesinin kullanılması, müminlerin kâfirleri sevmesinin
şüpheli bir şey olmasındandır. Sevgi işi tabiî, fıtrî bir şeydir. Kişi asla
kınanamaz, muaheze de edilemez. Çünkü yükümlülük, insanın gücü yettiği şeylere
yöneliktir, fıtri, cibilli şeylere yönelik değildir. Fakat onların sevgisi,
Allah sevgisinden üstün olmamalıdır.
Cenab-ı
Allah, Hz. Peygamber'e buyurdu ki: Ey Habibim, de ki: Eğer şu sekiz şeyi:
Babaları, oğulları, kardeşleri, eşleri, yakın akrabayı, mallan,
ticare-ti,meskenleri, Allah ve peygamber sevgisine, onlara itaata, ahirete,
ebedî saadeti gerçekleştirecek olan Allah yolunda cihada tercih ediyorsanız,
artık Allah'ın, hemen ya da daha sonra ahirette gelecek olan cezasını
bekleyin...
Bu
sekiz çeşit sınıflandırmayı dört grupta toplamak mümkündür: Akraba ile birlikte
yaşamak (bu babaları,oğulları,kardeşleri,eşleri ve diğer akrabayı içine alır),
kazanılan malları tutma meyli, ticarette mal edinme hevesi, mesken arzusu. Bu,
güzel bir tertip... Önce en çok ilgi duyulacak ve birlikte yaşanılacak olan
akrabalıkla başlıyor, sonra mal hırsı, sonra ticaretle mal kazanma, sonra
oturmak için ev, daire yapma arzusuyla devam ediyor. Fakat Allahü Teâlâ, dine
riâyetin bütün bu işlere riâyetten daha hayırlı olduğunu açıklamıştır.
Bilindiği
üzere bu sekiz şeyi sevmek, tabiattan gelen bir şeydir. Baba sevgisi,
çocuklarda bulunan bir içgüdüdür. Çünkü çocuk babasından bir parçadır. Çocuk,
babasının kendisinin varlık sebebi olduğunu hisseder. Araplar, eskiden olduğu
gibi şimdi de babalarıyla iftihar eder. Bunun için Allahu Teâlâ hacda
kendisinin babalar gibi ya da daha fazla anılmasını teşvik etmek üzere şöyle
buyurmuştur: "Menasikinizi (hacca ait ibadetleriniz) bitirince babanızı andığınız
gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın" (Bakara,2/200). Çocuk
sevgisi de azizdir, hatta baba sevgisinden daha fazladır. Çünkü çocuk bir ciğerparedir,
umut, istikrar merkezi, övünme ve refahlı bir yaşamın ifadesidir. Çoğu kere
toplumların örf ve adetlerinin göstergesidir.
Bu
sekiz şeyin sevgisi olmasına rağmen, Allahu Teâlâ, Allah ve peygamber
sevgisini, itaatini, Allah yolunda cihadı bu şeylere tercih etmeyi, onlardan üstün
tutmayı emrediyor. Çünkü Allahu Teâlâ bütün nimetlerin kaynağıdır, bütün
mihnet ve üzüntüleri gidermekte sığınaktır. Onun için Allahu Teâlâ müminleri:
"îman edenlerin Allah'a sevgisi ise çok daha sağlamdır."
(Baka-ra,2/165) diye vasıflandırır.
Allah
sevgisinden sonra, peygamber sevgisi de gereklidir. Çünkü o bizim karanlıktan
aydınlığa, küfürden imana çıkmamızda, kurtuluşumuzda rol sahibidir. Çünkü o,
şeriatin ve ahlakın uygulamasında, müslümanlar için güzel bir örnektir.
Sahihu'l-Buhari'de,
Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğu zikrolunur: "Nefsim, kudretinde olan
varlığa yemin ederim ki, hiçbiriniz, ben kendisine anasından, babasından ve
bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kamil mümin olamaz."
Ahmed
ve Buharî, Abdullah b. Hişam'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Resulullah
(s.a.)'le beraberdik. O, Ömer b. Hattab'ın elinden tutuyordu. Ömer şöyle dedi:
Vallahi ya Resulullah ! Sen bana kendim hariç, her şeyden sevimlisin. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.) : "Hiç biriniz, ben ona kendisinden daha sevimli
olmadıkça kâmil mü'min olamaz..." buyurdu. Hz. Ömer de: "Vallahi,
şimdi sen, bana nefsimden daha sevimlisin..." dedi. Resulullah (s.a.) de:
"İşte şimdi oldu, ey Ömer" buyurdu.
Cihada
gelince: "Hoşunuza gitmediği halde savaş üzerinize yazıldı"
(Baka-ra,2/216) ayetinde de ifade olunduğu gibi, bazı insanlarca hoş görülmeyen
bir şey olsa da, milletin şerefini, ülkenin bağımsızlığını ve kişilerin
yararını korumak için bir yoldur. Mukaddes değerleri, mal ve namusu korumak
için bir sebeptir. Düşmanı uzaklaştırmak ve kötü arzulan yok etmenin bir
yoludur. Milletin şerefini ve şanını artırmak için bir esastır. Genel ve özel
yararlar, onsuz yok olmaya yüz tutar. Onun için Cenab-ı Hak, bu maksatları
korumak, dinde fitneyi önlemek, zayıfları himaye etmek için savaşı farz kıldı.
Tirmizî'nin Muaz b. Cebel'den tahric ettiği hadisi şerifte Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "İşin başı müslüman olmak, direği namaz kılmak,
zirvesi ise cihaddır." Ahmed, Şeyhayn, Tirmizî ve İbni Mace'nin, Enes'ten
rivayet ettiği hadiste şöyle buyurulur: "Sabahleyin ya da geceleyin Allah
yolunda gitmek, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır."
Sonra
Allahu Teâlâ ayeti, muhalifleri dünyada veya ahirette ceza ile tehditle
bitirerek: "O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun"
buyurdu. Zemahşerî der ki: Bu, çok şiddetli bir ayettir. Ondan şiddetlisini
göremezsin. Adeta o, insanları dinî rehavetten, gevşeklikten uyandırıyor.
Onlara, yakîn ipinin sarsıldığını haber veriyor.[18]
Beyzavî de şöyle der: Ayette büyük bir şiddet var. Ondan kurtulabilecek azdır.
Sonra
Allahu Teâlâ: "Allah, fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez" buyuruyor.
Yani din hududundan, akıl yahut hikmet gereğinden, yahut Allah'a ita-attan
masiyete çıkan asilere doğru yolu göstermez.
Bu
ayetin benzeri: "Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve
Rasülü ile sınır mücadelesi yapanlara, babaları veya oğulları veya kardeşleri
veya soydaşları olsalar bile, sevgi beslediklerini göremezsin. İşte bunların
kalb-lerine imanı yazmış ve kendinden bir ruh ile onları desteklemiştir. Ve
sonsuza kadar kalıcılar olmak üzere onları altından ırmaklar akan cennetlere
sokacaktır" (Mücadele,58/22). [19]
25- Andolsun ki Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etmiş- Çokluğunuz o zaman sizi böbürlen- dirmişti de
size hiçbir yarar sağlama mı§ ve yeryüzü> ° genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip gitmiştiniz.
26- Sonra Allah, Rasûlüne ve müminle- re
sekinetini (emniyetini, selâmetini)
indirdi. Görmediğiniz ordular indirdi
ve kâfirleri (ölüm ve esaretle) azablan- dırdı jşte bu> kâfirıerin
cezası idi.
27" Sonra Allah bunun ardından diledi-
ğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlayıcı ve rahmet edicidir.
Hevazin,
Kureyş'ten sonra büyük bir kuvvetti. Onunla rekabet halindeydi. Mekke'nin fethi
haberini öğrendiklerinde, başkanları Malik b. Avf en-Nasrî savaş çağrısında
bulundu. Hevazinle birlikte, bütün Sakif ve Sa'd b. Bekr, onun yanında yer
aldı. Resulullah (s.a.)'e karşı yürümeye karar verdi. Orduyla beraber, kabile
fertlerinin mallarını, davarlarını, kadınlarını ve çoluk çocuklarını da
götürdü... Bununla, onları koruduğunu, kuvvetlendirdiğini zannediyordu. Sakifin
başında Kinâne b. Ubeyde bulunuyordu. Hurbe, Dureyd b. Simme de katıldı. Çok
yaşlıydı, görüş ve hikmet sahibi bir kimseydi. Hevazin ve Sakifli-lerden
meydana gelen ordu, Taifle Hevazin diyarında bir vadiye, Evtas'a indi.
Resulullah
(s.a.) durumu öğrenince onlara karşı çıktı. Beraberinde, Medi-neli ashabından
on bin, Mekkeli fetih müslümanlarından da iki bin olmak üzere on iki bin kişi
vardı.
Resulullah
(s.a.), Safvan b. Ümeyye'den ödünç olarak silah ve zırh aldı.
Müslümanlar,
sayılarının daha önceki gazvelerdekinden daha fazla olduğunu anlayınca gurura
kapıldılar. Hatta bazıları: Bugün, azlık tarafından asla mağlup edilmeyiz,
dedi. Ahmed, Ebû Davud ve Tirmizî'nin İbn Abbas'dan rivayet ettiklerine göre
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sahabenin hayırlısı dört, se-riyyelerin
hayırlısı dört yüz, orduların hayırlısı dört bindir. Oniki bin, azlık tarafından
asla mağlup edilmeyecek..." Bu sözün Resulullah (s.a.)'e ait olduğunu
söyleyenler olduğu gibi, Ebu Bekir (r.a)'m sözü olduğunu söyleyenler de vardır.
İşin
başında müslümanlar kuvvetlerine güvendiler, yenildiler. Sonra gururlarından
vazgeçtiler ve Rablerine yalvarıp yakardılar, yardıma nail oldular. [20]
Ey
müminler! Bedir, Hudeybiye, Mekke, Kureyza, Nadir gibi birçok savaş yerlerinde,
siz az ve düşmanlarınız çok iken, Allah size yardım etti: "Andolsun ki siz
zayıf ve güçsüzken Allah size Bedir'de kesin bir zafer verdi" (Al-i İmran,
3/123). Çünkü siz,orada Allah'a tevekkül ediyordunuz ve yardımın Allah'tan
geldiğine güveniyordunuz. Birçok savaş yerlerinden amaç, Resulullah (s.a.)'m
gazveleridir. Bunların sayısının seksen olduğu söylenir. Allahu Teâlâ müminlere,
yardım edenin sadece kendisi olduğunu bildirmiştir. Cenab-ı Hakkın bu yardımı,
ya tam bir yardım -çoğunlukla da böyle olmuştur- ya da terbiye ve ta'lim
amacıyla cüz'i bir yardım şeklinde olmuştur. Nitekim bu ikinci çeşit yardım
şekli Uhud'da görülür: Sahabeden bir kısmı Peygamber (s.a.)'in emirlerine
muhalefet edip, okçuların bulunduğu dağı terketti. Yine, Huneyn'de de sayılarının
çokluğuna güvendiler, tek yardım edicinin -ordunun çokluğu değil- sadece Allah
olduğunu unuttular; yenildiler.
Bazıları,
savaş yerlerinin seksenden daha az olduğunu söylemişlerdir. Ebu Ya'la'nm
Cabir'den rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'in gazveleri yirmi birdir.
Bunlardan sekizine -Bedir, Uhud, Ahzab, Mustalık, Hayber, Mekke, Hu-neyn, Taif-
bizzat katılmıştır. Seriyyelerinin sayısı ise otuz altıdır.
Sonra,
Allahu Teâlâ: "...Ve Huneyn gününde" buyuruyor. Yani, yine size
Huneyn gününde de yardım etti. Kâfirler sadece dört bin -Hasan el-Basrî ve
Mücahid'e göre sekiz bin- kişi, siz on iki bin kişi olunca bu çokluğunuz sizi
kibi-re şevketti, bu yüzden yenildiniz. Çünkü kuvvetli oluşunuza aldanıp
nefislerinize güvendiniz, yardımı bağışlayan Rabbinize sığınmayı terkettiniz.
Bu da Allah'ın size takdir ettiği kazadan hiçbir şeyi önleyemedi. Korkudan
dolayı, geniş olmasına rağmen yeryüzü size dar geldi. Sonra da yenilerek geri
dönüp gittiniz.
Bu,
onların şiddetli bir helake maruz kalmaları, Sakif ve Hevazin önünde
yenilmeleri şeklinde oldu. Hevazin, Huneyn vadisinde gizlendi. Sonra, efendilerinin
emrettiği şekilde, hep birlikte hızla müslümanlara saldırdılar. Müslümanlar
geri dönüp uzaklaştılar. Resulullah (s.a.) ise yerinde sebat etti. O gün kırçıl
katırına binmiş, düşmanın üzerine sürüyordu. Amcası Abbas, katırın gemini ve
sağ özengisini, Ebû Süfyan b. Haris b. Abdilmuttalib sol özengisini tutmuş,
katırın süratle gitmemesi için onu engelliyorlardı.
Bu,
Hz. Peygamber'in sonsuz cesaretinin ve peygamberliğinin delillerin-dendir.
Sonra: "Ya Rabbi! Vadettiğini bana ver..." buyurdu.
Sonra
Abbas'a -sesi yüksekti-: "İnsanları çağır" dedi. O, ensara: "Ey
Beya-tu'r-Rıdvan ashabı" diye seslendi. Onlar: "Buyur, buyur!"
diye icabet ettiler.
Resulullah
(s.a.) de: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Şüphesiz ben, Allah'ın
peygamberiyim" diyor ve bu halde şunları söylüyordu:
Yalan
yok, ben peygamberim / Ben Abdülmuttalib oğluyum.
Bunun
üzerine, insanlar geri döndü. Resulullah (s.a.)'le beraber yüze yakın sahabi
sebat etti, bu sayının seksen olduğunu söyleyenler de vardır. Bunun üzerine
alacalı atlar üzerinde beyaz elbiseli melekler indi. Resulullah (s.a.) müslümanlarm
savaşmasına baktı ve: "İşte şimdi savaş kızıştı" [21]
buyurdu. Sonra, bir avuç toprak alarak attı ve: "Ya Rabbi! Bana vaad
ettiğini gerçekleş-tir. Onları mağlup et. Ey Kabe'nin Rabbi!" buyurdu.
Nihayet düşmanlar yenildiler. Abbas dedi ki: "Onlar yorulmuş, işleri
tersine dönmüştü." Resulullah (s.a.) de katırının üzerinde onların
arkasından koşuyordu. Hevazin tam yenilmişti ve bu, onların müslümanlara karşı
savaştığı -müslümanlarm muzaffer, arapların mağlup olduğu- son gazve oldu.
Bunun
için, Cenab-ı Hak: "Sonra Allah., sekinetini indirdi" buyurdu. Yani
Allah Rasûlüne ve beraberindeki müminlere sekinetini ve sebatını verdi, Müslim'in
Sahih'inde rivayet ettiği gibi, müminlerin ruhunu takviye ve tesbit, kâfirlerin
kalblerini -görmedikleri yerden korku ve ürkeklik vererek- zayıflatmak için,
sizin göremediğiniz birtakım askerler -melekler- indirdi.
Melekler,
sadece Bedir gününde savaşmadılar. Nitekim Huneyn'den sonra müslüman olanlardan
biri: "O alacalı atlar ve onların üzerindeki beyaz elbiseli adamlar nerede?
Bizi onlar öldürmüştü" demiştir.
Kafirleri
kılıçlarınızla, katletmek veya esir almak suretiyle azablandırm. Bu, kâfirlerin
dünyadaki cezasıdır. Şu ayet de bunun benzeridir: "Onlarla savaşın ki,
Allah ellerinizle onları azablandırsın, onları rüsvay etsin. Size, onlara karşı
galibiyet versin" (Tevbe, 9/14).
Altı
bin kişi esir alındı, yirmidört bin deve, kırk binden daha çok koyun, dört bin
okka gümüş ele geçirildi. Bu, müslümanlann ele geçirdiği en büyük ganimetti.
Kur'an'da
görüldüğü gibi Cenab-ı Hak yine, kâfirlere ve asilere tevbe ve ümit kapısını
açarak: "Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder.
Allah, bağışlayıcı ve rahmet edicidir" buyurdu. Yani, savaşta meydana gelen
bu azabdan sonra Allah, kâfirlerden dilediklerinin tevbesini kabul eder. Bütün
bu rüsvaylık ve rezilliklerine rağmen, bazılarının tevbesini kabul eder: Ehl-i
sünnete göre, kalblerinden küfrü giderip İslâm'ı yaratır, ya da Mûtezile'nin dediği
gibi, müslüman olup tevbe ederler, Allah da tevbelerini kabul eder.
Allahü
Teâlâ tevbe edeni bağışlayıcı, iman edip salih amel işleyene merhamet
edicidir. Nitekim Allah, Hevazin'in geri kalanlarına tevbe nasip etti de,
müslüman oldular. Resulullah (s.a.)'e müslüman olarak geldiler. Olaydan yaklaşık
yirmi gün sonra Resulullah (s.a.)'e Mekke yakınında Cirane'de yetiştiler.
Resulullah (s.a) onları esirlerle mallar arasında muhayyer kıldı. Onlar
esirleri tercih ettiler. Çocuklu kadınlı altı bin esir vardı. Resulullah (s.a.)
esirleri onlara verdi. Malları gaziler arasında taksim etti. Kalbleri İslâm'a
ısınsın diye de, Mekkelilerden bazılarına fazla deve verdi. Yüz deve alanlardan
biri de Malik b. Avf en-Nasrî'dir ki, onu daha önce olduğu gibi, kavmi
Hevazin'in başına vali tayin etti.
Buharî,
Misver b. Mahreme'den rivayet eder: "Onlardan bir grup insan, Resulullah
(s.a.)'a geldi, müslüman olmak üzere biat etti ve: Ya Resulullah! Sen,
insanların en hayırlısı ve en iyilikseverisin. Ailemiz, çoluk çocuğumuz esir
edildi, mallarımız alındı, dediler. Resulullah (s.a.) de: "Benim yanımda
gördükleriniz var. Sözün hayırlısı doğru olandır. Ya çoluk çocuğunuzu,
kadınlarınızı veya mallarınızı seçin" buyurdu. Onlar: "Biz soy sopa
hiçbir şeyi değişmeyiz. Çoluk çocuğumuzu, kadınlarımızı isteriz" dediler.
Bunun üzerine, Resulullah (s.a.): "Şunlar bize müslüman olarak geldiler,
soy soplarıyla malları arasında muhayyer kıldık. Soy sopa hiçbir şeyi denk
tutmadılar. Kimin elinde bir şey varsa ve kendi arzusuyla onu karşılığında bir
şey almadan geri vermek istiyorsa versin, vermek istemiyorsa onu bize borç
versin, onu ganimet elde edince veririz" buyurdu. Bunun üzerine halk hep
bir ağızdan: Memnuniyetle teslim ederiz, dedi. Resulullah (s.a.) de: "Biz
tam olarak bilmiyoruz. Belki de içinizde razı olmayanlar olabilir. Onun için
haydi siz urefanıza [22] gidin,
onlar bize bildirsinler" buyurdu. Daha sonra urefa Resulullah (s.a.)'e
gelip her biri, kavminin esirleri geri vermekle memnun olacaklarını
söylediğini haber verdi. [23]
28-
Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir
pisliktir. Onun için bu yıllarından
sonra artık onlar Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten kor- karsanız, Allah dilerse sizi
yakında fazlından zenginleştirir.
Şüphesiz Al- lah gerçekten bilicidir, tam hüküm sahibidir-
Ey
Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Müşrikler neces (pis)tirler, inançları bozuk,
pisliğe dalan kimselerdir. Onlar ya putlara taptıkları için, içleri pis ve
inançları bozuk kimseler ya kendilerinde kendisinden çekinmek gereken pislik
gibi şirk olduğu için yada güzelce temizlenmedikleri, yıkanmadıkları ve hissî
pisliklerden sakınmadıkları için pis kimselerdir. Dolayısıyla pis olduklarına
göre, Mescid-i Haram'a girmesinler ve onu çıplak olarak tavaf etmesinler. Bu,
hicri dokuzuncu yıldan sonra müminleri, müşriklerin Mescid-i Ha-ram'a
girmelerine imkân tanımaktan nehyetmektedir. "Müşrikler ancak bir
ne-cestirler" sözü hasr ifade eder. Yani müşrikten başka neces yoktur.
Çoğunluğun
görüşüne göre müşriklerle, puta tapanlar amaçlanmaktadır. Bazıları ise bunun
bütün kâfirleri kapsadığı görüşündedirler. Delilleri şu ayettir:
"Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını
dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz pek büyük
bir günahla iftira etmiş olur" (Nisa, 4/48). Ayetin zahirinden anlaşılan
ve tercih edilen görüş de budur.
Necesten
amaç, manevî necaset, inanç pisliğidir. Zemahşerî'nin, İbni Ab-bas'tan
naklettiğine göre, o şöyle demiştir: Bu ayetin zahirine göre köpek ve domuz
gibi, müşriklerin bedenleri de pistir.[24]
Fakat, fukahanm cumhuru, bu görüşün hilafına, bedenlerinin temiz olduğu
hususunda ittifak halindedirler. O halde müşriğin, yahut kâfirin bedeni pis
değildir. Çünkü Allahü Teâlâ Kitap Ehli'nin yemeğini yemeyi helâl kılmıştır.
Başta
açıkladığımız gibi, Mescid-i Haram'dan maksat, Ata ve Şafıîlere göre, Harem'in
tamamıdır. Lafzın dış görünüşüne bakan Maliki mezhebine göre ise, özellikle
Mescid-i Haram'dır. Hanefîlere göre amaç, Mescid-i Haram'a girilmesinin nehyi
değildir. Cahiliyye döneminde yaptıkları gibi müşriklerin hac ve umre yapmaları
nehyolunmaktadır. Bunun delili Allahü Teâlâ'nın: "Bu yıllarından
sonra..." sözüdür. Yani bu dokuzuncu yıl haccmdan sonra haccetmesinler,
umre yapmasınlar. Yine bunun bir başka delili, Hz. Ali'nin Tevbe sûresini
okurken söylediği şu sözdür: "Haberiniz olsun ki bu senemizden sonra
hiçbir müşrik hac etmesin..." Yine Allahü Teâlâ'nın: "Eğer
fakirlikten korkar sanız..." sözü, hac ve umreden men olundukları için,
müşriklerin gelmelerinin yasaklanması yüzünden fakirlik olacağı korkusuna
işaret eder. Yine müslümanlar, Mescid-i Haram'da olmasa da, müşriklerin diğer
hac amellerinden de men olunacakları hususunda ittifak halindedirler.
Sonra
Allahü Teâlâ, müslümanlann kalblerine, yiyecek ve ticaret kaynaklarının çokluğu
hakkında ferahlık vermek üzere: "Eğer fakirlikten korkarsanız"
buyurmuştur. Yani ey müminler! Eğer bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i
Haram'a girmelerinin yasaklanması sebebiyle sağladıkları ticarî mal ve yiyecek,
içecek gibi şeylerin azalacağı zannıyla fakirlikten korkarsanız, yakında başka
bir yoldan Allah sizi fazl ve keremiyle zengin eder, size daha başka geçim
yolları, rızık ve kazanç imkânları sağlar.
Şüphesiz
Allah, sîzin hallerinizi ve gelecekte olabilecek zenginlik ve fakirliği
bilici, size meşru kıldığı emir ve nehiyde -ahdleri bitince müşriklerle
sava-şılmasım emretmesi, bu yıldan sonra müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmalarını
yasaklaması gibi- vermesinde, almasında hikmet sahibidir. Çünkü O, işlerinde
ve sözlerinde kemal sahibi, yaratmasında ve işinde adaletlidir.
Bu,
gelecekteki bir gaybden haber vermedir. Haber aynen gerçekleşmiş, Allah vaadini
yerine getirmiştir. Nitekim Yemenliler, Ciddeliler, Cürs vs. yöre halkları
müslüman olmuş ve Mekke'ye yiyecek taşımaya başlamışlardır. Bizzat müşriklerin
kendileri müslüman oldu. Kendilerini Harem'den men edecek hiç kimse kalmadı.
Her yerden servet ve kazanç yağdı. Ganimetler ve zimmet ehlinden aldıkları
cizyeler geldi. [25]
29-
Kendilerine kitap verilenlerden Al- lah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din ola- rak
kakul etmeyen kimselerle hakir ve zelil
olarak kendi elleriyle cizyelerini
verinceye dek savaşın.
Yahudiler
ve Hristiyanlar, Muhammed (s.a.)'i inkâr edince, sahih bir imanları, şeriat ve
dinleri kalmadı. Kendi istek ve arzularına uyar oldular. Çünkü onlar,
dinlerinin aslına iman etselerdi, bu onları, İslâm risaletine ve Muhammed
(s.a.)'in peygamberliğine inanmaya götürürdü. Nitekim bütün peygamberler onu
müjdelediler, ona uymayı emrettiler. Bu durumda onların diğer peygamberlere
imanlarının faydası yoktur. Çünkü İslâm, Allah katından gelmiş olup, dinler
onunla son bulmuştur. Bazısına inanıp bazısına inanmamak yeterli değildir. Onlar,
peygamberlerin sonuncusuna ve en şereflisine inanmamaktadır.
Bunun
için Allah, Kitap Ehliyle savaşılmasmı emretmiştir. Çünkü onlarda şu dört sıfat
vardır:
1- Onlar Allah'a inanmazlar. Çünkü yahudilerin pek çoğu müşebbihedir,
yani ilâhın cisim olduğuna inanırlar. Halbuki Allah, cisim ve benzeri şeylere
benzemekten münezzehtir. Evet onlar, Allah'ın varlığına ve birliğine, cisim olmaktan
münezzeh bir varlık olarak gerçekten inanmazlar. Çünkü Hristiyanlar üçlemeye,
sonra da birliğe inanırlar. Onlar, baba, oğul, ruhu'l-kudüsün varlığını söyler,
sonra da Allah'ın İsa'ya hulul edip onun Rab olduğuna inanırlar. Oysa Allah
birleşmekten, başkasına hulul etmekten, oğlu ve ortağı olmaktan münezzehtir.
Bu inançlarıyla onlar, gerçek bir ilâhın varlığına inanmıyorlar demektir.
Yahudiler
de şöyle derler: Uzeyr, Allah'ın oğludur. Yahudiler de Hristiyanlar da
bilginlerini, din alimlerini Allah'tan başka rabler edindiler. Artık onlara
ibadetleri, onlar belirliyor, yasakları onlar koyuyorlardı, onlar da onlara
itaat ediyorlardı. Bu sebeple onların rableri oldular.
2- Onlar, ahiret gününe de doğru bir şekilde inanmıyorlar. Onlar, cesetlerin
değil, ruhların diriltileceğine, cennet ehlinin yiyip içmeyeceğine, çünkü orada
maddî durum söz konusu olmadığına, cennet nimetinin ve cehennem azabının;
sevinç, keder gibi sadece ruhî şeyler olduklarına inanıyorlar. Ahiret âleminde
madde ve ruh birlikte, tam bir hayat olduğuna inanmazlar. Bu da Kur'an'ın haber
verdiği hakikata aykırıdır. Kim, cismanî dirilmeyi inkâr ederse, Kur"an'ın
sarih açıklamasını inkâr etmiş olur.
3- Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldıklarını haram bilmezler: Onlar
Kufan'da ve Resulullah'ın sünnetinde haram kılınanları, Musa ve İsa aleyhisselâmın
haram kıldıklarını haram kılmazlar. Tevrat'ı ve İncil'i değiştirdiler. İslâm
hükmüyle mensuh dinlerinin aslına muhalif hükümler koydular. Nitekim
yahudiler, insanların mallarını bâtıl yollarla -faiz gibi- yemeyi,
Hristiyan-lar, kendilerine Tevrat'ta yasaklanan şeyleri -iç yağı ve içki gibi-
mubah kıldılar.
4- Hak dini kabul etmezler: Hak din olan İslâm'ın doğruluğuna inanmazlar.
Din adamlarının kendi heva ve hevesleri doğrultusunda koydukları şeylere göre
hareket ederler. Onlar, Tevrat ve İncil'i değiştirdiler. İslâm'a uygun, Musa ve
İsa aleyhisselamlara vahyolunan ve kendisiyle amel olunan dinin aslı kalmadı.
O
halde, bu niteliklere sahip olan Kitap Ehliyle savaşın. Hüküm bakımından
onları müşriklerden ayırt edin: Müşrikler için iki şeyden biri vardır: Savaş
veya müslüman olmak. Kitap Ehli için ise üç şeyden biri vardır: Savaş, İslâm,
cizye.
Kitap
Ehli ile savaşmaktan amaç, küçüklüklerini bildirmek, İslâmî hükümlere boyun
eğmeyi kabullendirmek, cizye vermeyi içeren bir anlaşmaya girmelerini
sağlamaktır.
Daha
önce İbnü'l-Arabî'den naklederek açıkladığımız gibi [26] müslümanlar-la
savaştıklarında müşriklerle savaş vacip olduğu gibi, müslümanlara, ya da
ülkelerine, ırz ve namuslarına saldırmaları, dinlerinden dönmeleri için baskı
yapmaları, emniyet ve selametlerini tehdit etmeleri durumunda, -ki Rumlardan
böyle bir hareket meydana gelmiş ve bu Tebuk gazvesine neden olmuştu-ya da
devlet başkanının bir takım karışık hareketler, savaş hazırlıkları, İslâm
ülkesi sınırlarına askerî yığınak yapılma halleri sezinlemesi halinde savaş hazırlıkları
yapılıp Kitap Ehliyle de savaşmak vacibdir.
Yahudilere
ve Hristiyanlara Kitap Ehli denmesinin sebebi, aslında semavî bir kitaba sahip
olmaları ve genelde Allah'a, öldükten sonra dirilmeye, hesaba, peygamberlere,
şeriatlara ve dinlere inanmalarmdandır.
Onlara
"muâhedûn" da denir. Çünkü onlar, bizimle kendi aralarında yapılan
ve her iki tarafı hükümlerini uygulamakla ve saygı göstermekle yükümlü kılan,
onlara zulmü ve yapamayacakları şeyi teklif etmeyi yasaklayan bir anlaşmaya
göre İslâm ülkesinde otururlar.
"Sağirûn"
kelimesinin türediği "sağar" kelimesi, daha önce açıklandığı ve
Şafiî, İbni Kayyim gibi bazı fakihlerin de söylediği gibi, hükümleri kabule boyun
eğdirmek ve hakir görmek, küçümsemek değildir.
Cizye,
İslâm'ın ortaya çıkardığı şeylerden değildir. O, İranlılar tarafından da biliniyordu.
Onu ilk koyan Kisra Enûşirvan'dır. İran'ı fethettiği zaman , Ömer (r.a.) da
aynı şeyi uyguladı.
Kur'an,
cizyenin mikdarmı belirlemediği için, fakihler onun mikdarı konusunda ihtilaf
etmişlerdir.
Şafuler:
Bunun, zengin fakir farkı gözetilmeksizin hür, baliğ kimselere yıllık bir
dinar olduğunu ve bundan eksiltme yapılamayacağını söyler. Şafiî görüşünde,
Ebû Davud ve başkalarının Muaz'dan rivayet ettikleri şu hadise dayanır:
Resulullah (s.a.) kendisini (Muaz'ı) Yemen'e vali olarak gönderdi ve cizye
vermesi gereken her baliğden bir dinar almasını emretti. Peygamber, Allah'ın
muradını açıklayan kimsedir. Eğer, bir dinardan daha fazlasına barış yapılırsa
caizdir, yıl sonunda alınır, der.
Malikîler:
Altın sahiplerinden yılda dört dinar, gümüş sahiplerinden de yılda kırk dirhem
gümüş alınır. İsterse Mecusî olsun, zengin fakir aynıdır. Hz. Ömer'in takdir
ettiği miktardan eksik de alınmaz, fazla da. Bundan başka bir şey de alınmaz,
der.
Haneftler:
Cizye mikdarı, fakirlere 12 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, zenginlere de 40
dirhemdir. Yıl başında alınır, der.
Cizye
konusunda, Mecusîlere, Kitap Ehli gibi muamele edilir. İbnü'1-Mün-zir, onlardan
cizye alınması konusunda ihtilaf olduğunu bilmiyorum, der.
İmam
Malik, Muvatta'da şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab, Mecusîlerin durumunu
zikrederek: "Onlar hakkında nasıl davranacağımı bilmiyorum" demiş.
Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: "Ben Resulullah (s.a.)'in
şöyle dediğini duydum: Onlara, Kitap Ehli'ne ettiğiniz gibi muamele edin"
demiştir." İbni Abdi'1-Berr, "özellikle cizyede demek istiyor"
demiştir. Bu sözde onların Kitap Ehli olmadıklarına açık bir delil vardır.
Putperestlere
gelince: Şafiî ve fukahanın çoğunluğu, cizye, bu ayetten anlaşıldığına göre
arap olsun acem olsun, sadece Kitap Ehli'nden alınır. Çünkü ayette özellikle
onlar zikredilmişlerdir. Dolayısıyla, hüküm onlara yöneliktir. Nitekim Cenabı
Hak: "Nerede bulursanız, müşrikleri öldürün" (Tevbe, 9/5) buyurmuştur.
Kitap Ehli hakkında dediği gibi, "cizye verinceye kadar..." buyur-mamıştır.
O halde arap putperestlerinden cizye alınmaz, derler.
İmam
Evzaî ve Malikîler: Cizye, mürted hariç, putperest, ateşperest, inkarcı,
yalanlayıcı, arap-acem Tağlibli-Kureyşli, kim olursa olsun, herkesten alınır,
derler.
Cenabı
Hak: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe iman
etmeyenlerle savaşın..." buyurduğu için, bu, cizyenin savaşan erkeklerden
alınacağını gösterir. Nitekim, alimler cizyenin, hür ve savaşan erkeklerden
alınacağı konusunda ittifak etmişlerdir.
Cizyeyi
verdikleri zaman, meyvelerinden, tahıl ve ticaretlerinden hiçbir şey alınmaz.
Ancak yerleştikleri ve barış yaptıkları ülkenin dışındaki ülkelerde ticaret
yapmaları durumu müstesna. O takdirde onlardan ticaret mallarını sattıkları ve
parasını aldıkları zaman onda bir alınır. İsterse bu, yılda birkaç kere olsun.
Ancak Medine ve özellikle Mekke'ye buğday, yağ gibi yiyecek maddeleri
getirmeleri halindeyse, Hz. Ömer'in yaptığı gibi, onda birin yarısı alınır.
Gayr-i
müslimlerin, müslümanların çarşılarında içki ve domuz göstermelerine engel
olunur. İçkiyi gösterirlerse, içki üstlerine dökülür, domuzu gösteren de
cezalandırılır. Eğer bir müslüman o içkiyi göstermeden dökerse, zulmetmiş olur,
Malikî ve Hanefî mezheplerine göre, bedelini ödemesi gerekir.
Cizye
gibi şeyleri ödemekten kaçınırlarsa, zulme maruz kalmadıkları halde, İslâm'ın
kendilerinden istediklerini yapmazlarsa, Cumhura (Hanefiler müstesna) göre,
kendileriyle savaş edilir.
Eğer
yol keserlerse -cizyeyi engellemedikleri takdirde- onlar, müslüman muharibler
hükmündedirler. Kendilerine muharebe ayeti olarak anılan şu ayetin hükmü
uygulanır: "Allah'a ve Rasûlüne karşı savaş edenlerin ve yeryüzünde fesad
çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri veya asılmaları veya
ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya yer(lerin)den sürülmeleridir"
(Mâide, 5/33).
Müslüman
olurlarsa, fukahanın ittifakıyla, kendilerinden cizye düşer. Ah-med, Ebû Davud,
Beyhakî ve Darekutnî'nin İbni Abbas'tan naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber
(s.a.): "Müslümandan cizye alınmaz", Taberanî'nin İbni Ömer'den bir
rivayetinde de: "Bir kimse müslüman olursa, ona cizye yoktur"
buyurmuşlardır.
Müslüman
olmakla cizye düştüğü gibi, ölümle de düşer. Onun için cizye, kan bedeli ve
Daru'l-İslâm'da oturma bedeli olarak gereklidir. [27]
30-
Yahudiler: "Üzeyr, AUah'ın oğludur" dedi. Ve Hristiyanlan
"Mesih, Allah'ın oğludur" dedi. Bu onların ağızlarında dolaşan
sözleridir ki, daha evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer. Allah onları
kahretsin. Nasıl da (Haktan) döndürülüyorlar.
31-
Onlar, Allah'ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rab-ler
edindiler. Halbuki bunlar da, (Tevrat ve İncil'de) tek ilâh olan Allah'a
ibadet etmelerinden başka bir şey em-rolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilâh
yoktur. O, onların eş tutageldikle-ri her şeyden münezzehtir.
32- Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Allah kendi
nurunu kendisi tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kâfirler hoş görmeseler
de.
33-
O, Rasûlünü hidayetle, hak din ile -o dini bütün dinlere galip kılmak
için-gönderendir. Müşrikler hoş görmeseler de.
Bazı
yahudiler, Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Halbuki Uzeyr M.Ö.
457 yılı civarında, Babil'e yerleşmiş bir yahudi kahiniydi. Büyük bir müessese
kurmuş, Kitab-ı Mukaddes'in bölümlerini toplamış; Eyyam, Az-ra, Nahmiya
bölümlerini yazmıştır. O, unutulan yahudiliğin yeniden yayıcısı sayılır. Onun
için, yahudiler onu mukaddes bilmiş ve ona Allah'ın oğlu demişlerdir.
Tarihçileri
hatta bizzat yahudilerin kendilerince kabul edilen bir hakikat vardır: Musa
(a.s.)'m yazdırıp o zamanın tabutuna koydurduğu Tevrat, Amali-kalıların
İsrailoğulları'nı yendiği bir hengamede kayboldu. Yahut, Süleyman (a.s.)'dan
önceki Buhtunnassar o tabutu açtığı zaman, içinde ilk krallar bölümündeki on
emri içine alan iki levhadan başka bir şey bulamadı. Esaretten sonra Tevrat'ı,
geriye kalan İbranice metinlerle birlikte Keldan harfleriyle yazan, Azra'dır.
Eleştirmenlerce -nitekim Britanika Ansiklopedisinde- öyle zikro-lunmaktadır.
Azra efsanesi, tamamen ravilerce uydurulmuş bir şeydir.
Hristiyanlar
şöyle der: Mesih, Allah'ın oğludur. İlk nesiller, bu "oğul" kelimesini,
hakiki manasında değil, mecazî manada kullanıyorlar ve bununla onun, Allah
katında şerefli ve sevgili olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Sonra, Hind
putperestliğinden etkilenerek oğulla, hakiki manasını kasdettiler. Allah'ın
oğluyla, Allah'ı ve Ruhu'l-Kudüs'ü anlar oldular. Bu üç unsur, birbirine girdi
ve gerçekten birmiş gibi kabul edildi. Bunu ilk olarak, miladî 325'te toplanan
İznik konseyi ilân etti. Baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten ibaret bu üç varlık
için -ki bunlar ilâhlıkta birleşmişlerdir- Teslis kelimesi kullanılır oldu.
İnciller İsa (a.s.)'m vefatından sonraki 1-3. yüzyıllar arasında değişen zaman
içinde yazıldı. İsa (a.s.)'a inen İncil'in aslı kaybolduğundan, onlar da Roma
putperestliğinden etkilenmiştir.
Yahudi
ve Hristiyanlar, dinlerinin doğru olan köküne bağlı olmadıklarından, ellerinde
bulunan Tevrat ve İnciller, bilginleri tarafından ortaya konmuş uydurma şeyler
olduğu için Cenabı Hak: "Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir"
ayetiyle onları yalanlamaktadır. Yani onların iddia ettikleri şeylerde hiçbir
dayanakları yoktur, onlar onların uydurmasından başka bir şey değildir. Nitekim
bu hususu Cenab-ı Hak, başka bir ayetinde şöyle dile getirir: "Allah evlât
edindi diyenlere maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için... Ne
onların, ne atalarının buna dair hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz
ne büyük! Onlar yalandan başkasını söylemezler" (Kehf, 17/4-5).
"Daha
evvel kâfirlerin söyledikleri söze benzer". Bunlar da, onlar gibi sapıklığa
düşmüşlerdi. Onlar, putperest Hint, Çin ve Japon Brahman ve Budist-leri, eski
İranlılar, Mısırlılar, Yunan ve Romalılardı. Arap müşrikleri de, meleklerin
Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı.
"Allah
onları kahretsin." Nasıl da Allah'ın bir olduğu, ortağı bulunmadığı
gerçeğinden bâtıl şirke dönüyorlar. Mesih ve Uzeyr, mahluk ve Allah'ın kullarıdır.
Yiyen, içen, yorulan ve üzülen mahlukun, yaratıcı yapılması akla uygun
değildir. Nitekim Cenab-ı Hak da şöyle buyurur: "Meryem'in oğlu Mesih de
ra-sûlden başka bir şey değildir. Ondan evvel resuller gelip geçmiştir. Onun
anası ise tasdik eden bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi" (Mâide, 5/75);
"O, ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur. Ve onu İsrailoğullarına
bir misal kıldık" (Zuhruf, 43/59); "Mesih, Allah'a kul olmaktan asla
çekinmez..." (Nisa, 4/172).
Sonra
Allahü Teâlâ kendilerinden önceki kâfirlere benzeme yönünü açıklayarak:
"Onlar âlimlerini Rabler edindiler" buyuruyor. Yani, yahudi ve
Hristi-yanlar, içlerindeki din büyüklerini, Allah'tan başka rabler edindiler.
Hüküm koyma hakkı onlarındı. Onlar haramı helâl, helâli haram kılıyorlar,
kendileri de Allah'ın hükmünü bırakarak onların dediklerine göre amel
ediyorlardı.
Yahudiler,
Tevrat'ın hükümlerine, büyüklerinin meşru kıldığı şeyleri eklediler.
Hristiyanlar, Tevrat'ın hükümlerini değiştirdiler, ibadet ve muamelelerde yeni
başka şeyler ortaya koydular.
Adiy
b. Hatim'in müslüman oluş kıssası, bunu açıklığa kavuşturur. İmam Ahmed,
Tirmizî ve İbni Cerir et-Taberî'nin Adiy b. Hatim (r.a.)dan rivayetine göre, o,
kendisine Resulullah (s.a.)'in daveti ulaştığında, Şam'a kaçtı. Cahiliyye
döneminde Hristiyanlaşmıştı. Kız kardeşi ve kavminden bir grup insan esir
düştü. Rasûlulullah (s.a.) kızkardeşine iyilik etti, onu geri verdi.
Kızkardeşi, erkek kardeşine giderek onu İslâm'a ve Resulullah (s.a.)'e gelmeye
teşvik etti. Adiyy, Medine'ye geldi. O, Tay kavminin lideriydi. Babası Hatem
et-Taî cömert-liğiyle meşhurdu. Herkes onun gelişinden bahsetti. Boynuna gümüş
bir haçla Resulullah (s.a.)'in huzuruna girdi. Resulullah (s.a.): "Onlar
Allah'ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i Rabler
edindiler" ayetini okuyordu. Adiy, Peygamber (s.a.)'e: "Onlar onlara
tapmadılar ki" dedi. Resulullah (s.a.): "Evet, fakat onlar onlara
helâli haram, haramı helâl kıldılar. Onlar da, onlara tabi oldular. Bu onların,
onlara ibadeti oldu" buyurdu. Resulullah (s.a.), sözlerine devamla:
"Ey Adiy! Ne dersin? Allahü Ekber demek, sana zarar verir mi? Allah'tan
daha büyük bir şey biliyor musun? Sana ne zararı var? La ilahe illallah
denilmesi sana zarar verir mi? Allah'tan başka bir ilâh biliyor musun?"
dedi.
Sonra
onu, İslâm'a davet etti. O da müslüman oldu ve kelime-i şehadet getirdi. Adiy
der ki: Resulullah (s.a.)'in yüzünü sevinçli bir halde gördüm. Sonra şöyle
dedi: "Şüphesiz Yahudiler gazap olunmuş bir millet, Hristiyanlar da dalalete
sapmış bir milletdir." Sonra Allahü Teâlâ, o baştakilerin dinlerini
terketti-ğini açıklayarak: "Halbuki onlar da, tek ilâh olan Allah'a ibadet
etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı" buyurdu. Halbuki onlar,
Musa ve İsa'nın diliyle, tek bir ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O,
onlara dinin hükümlerini meşru kılan Allah'tır. O, onların ve her şeyin
Rabbidir. O, öyle bir varlıktır ki, bir şeyi haram kıldığı zaman, o haram
olur. Neyi helâl kılarsa, o da helâldir. Neyi meşru kılarsa, uyulur; neye
hükmederse uygulanır.
"Ondan
başka hiçbir ilâh yoktur". Aklen ve şer"an Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. Hak Teâlâ ortağı, benzeri, yardımcısı, zıddı, çoluk çocuğu
olmaktan münezzehtir. Ondan başka hiçbir ilâh ve hiçbir Rab yoktur. -
Fakat,
müşriklerden ve Kitap Ehli'nden kâfir olanlar, Allah'ın peygamberi Muhammed
(s.a.) ile gönderdiği İslâm nurunu, hak ışığını, hidâyet lambasını söndürmek,
dolayısıyla bütün insanları sapıklığa düşürmek istiyorlar.
Allahü
Teâlâ ise, dinini tesbitle, korumakla, onu kemale erdirmekle tamamlamak ister.
Kâfirler onu, ilk çıkışı sırasında istemedikleri gibi, tamamlandıktan sonra da
istemeseler bile. Kâfir: Bir şeyi örten gizleyen demektir. Yahudiler, insanlar
içinde müminlere karşı en fazla düşmanlık besleyenlerdir.
Hristiyan
Rumlar, müslümanlara karşı düşmanlığa başladılar. Sonra, doğu İslâm dünyasında
Avrupalılarla düşmanlıklarına devam ettiler. Sonra müslümanlara karşı en
yüksek düzeyde düşmanlığı temsil eden Haçlı savaşları geldi. Halâ sömürge
siyaseti ve misyonerlik faaliyetleri de, müslümanları dinlerinden ayırmak ve
uzaklaştırmak için çeşitli propaganda vasıtaları ve her yerdeki müslümanlara
karşı alman tavırlarla korkunç plan ve projelerini devam ettiriyor.
İslâm
nuru, Allah'ın, Rasûlünü gönderdiği hidâyet ve hak dindir. Onu hiçbir şey
değiştiremez ve iptal edemez. Hûda (hidâyet): Peygamber (s.a.)'in getirdiği
sadık haberler, sahih iman ve faydalı ilimdir. Hak din: Dünya ve ahirette
faydalı olan sahih amellerdir.
Bundan
maksat, müşrikler istemese de, Allahü Teâlâ'nın bu dini, bütün dinlere üstün
kılmasıdır. Onlar küfürle vasıflandıktan sonra, bir de şirkle vasıflandılar.
Bu, onların peygamberleri inkâr yanında, bir de şirk koştuklarına işaret eder.
Allahü
Teâlâ'nın vaadi ve yardımı gerçekleşti. Nitekim, Sahih'de, Resulul-lah
(s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet olunur: "Şüphesiz Allah, bana yeryüzünü
doğusuyla
batısıyla verdi. Ümmetim bana verilen o yerleri alacak..."
İmam
Ahmed b. Hanbel, Mikdad b. Esved'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle
dediğini duydum: 'Yeryüzünde îslâm kelimesinin girmediği ev, yerleşim yeri
kalmayacak. O, aziz olanı aziz kılacak, zelil olanı da zelil edecek. Allah'ın
aziz kıldığı kimseler, azizlerden olacak, zelil kıldıkları da, ona boyun eğip
itaat edecekler..."
Yine
Ahmed'in Müsned'inde Adiy b. Hatem'den rivayet olunmuştur: Resulullah
(s.a.)'in şöyle dediğini duydum: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, Allah bu dini elbette tamamlayacak. Öyle ki, mahfe içindeki kadın
Hire'den çıkıp hiç kimsenin emanı olmadan Kabe'yi tavaf edeck. Kisra b. Hürmüz'ün
hazineleri elbette fetholunacak. Kisra b. Hürmüz mü? dedim. Evet, Kisra b.
Hürmüz, dedi. Kabul eden kimse kalmayıncaya kadar mal verilecek." [28]
34-
Ey iman edenler! Şüphesiz hahamlardan
ve rahiblerden birçoğu haksızlıkla insanların mallarını yerler ve Allah'ın
yolundan (dininden, O'nu tanıyıp ibadet etmekten) alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığarak
biriktirip de, onları Allah yolunda infak etmeyenler var ya, işte onlara acıklı
bir azabı müjdele.
35- O gün bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem
ateşinin içinde kızdırılacak, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları
bunlarla dağlanacak. "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız.
Artık istiflediğiniz şeyleri tadın."
Bu
ayetler, yahudi alimlerinin ve Hristiyan rahiplerinin durumunu ve kötü
hallerini açıklamaktadır. Böylece Kitap Ehli'nin onların içyüzünü bilmeleri,
onlara uymak ve güvenmekteki hatalarını anlamaları istenmektedir. Müslümanlar
da onların inat ve küfür üzere kalmalarının sebebini bileceklerdi. O halde
ayetlerden maksat, onların sözlerine ve hallerine benzemekten korkutmaktır.
Ey
Allah'a ve Rasûlüne inananlar! Bilin ki, yahudi ve hristiyan din adamlarından
çoğu, serî bir hak olarak değil, bâtıl yollarla insanların mallarını alıyorlar.
Bu hüküm, hakikati ifade etmek ve az da olsalar, onlardan iyi olanlara insafdan
dolayı, hepsine değil, çoğuna nisbet olundu.
Onların
bâtıl yollarla mal almalarının örnekleri çoktur: Kazaî hükümlerde rüşvet kabul
etmeleri, kendilerine haram kılındığı halde faiz almaları, hediye, adak,
peygamber ve salih kimselerin kabirlerine tahsis olunan vakıfları almaları,
orta çağda, Ortodoks ve Katoliklerin günahkârları Allah'a affettirmek için dua
ve şefaat karşılığında para almaları, kralları, emirleri ve egemen kimseleri
memnun etmek maksadıyla para karşılığında haramı helâl, helâli haram kılan
fetvalar vermeleri gibi. Nitekim, yahudiler hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Allah'ı, O'na lâyık olacak şekilde hakkıyla takdir edemediler. Çünkü: "Allah
insana hiçbir şey indirmedi" dediler. De ki: "İnsanlar için bir nur
ve hidâyet olarak Musa'ya gelen kitabı kim indirdi? Siz onu parça parça
kağıtlar haline koyup gösteriyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Ne sizin, ne de
babalarınızın bilmediğiniz şeylerin size öğretildiği kitabı kim indirdi"?
"Allah" de" (En'am, 6/91).
Onların
bâtıl yollarla mal almalarının örneklerinden biri de, yahudilerin kendilerine
düşman olan herkesin, hıyanet ve hırsızlıkla da olsa, mallarını almalarıdır:
"Kitap Ehli'nden öylesi vardır ki yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder.
Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına
dikilmeden onu sana ödemez. Bu onların: "Ümmiler hakkında bize bir sorumluluk
yoktur" demelerindendir. Onlar bildikleri halde, Allah'a karşı yalan söylüyorlar"
(Âl-i İmran, 3/75).
Sonra
Cenab-ı Hak, yahudi ve Hristiyan din büyüklerinin çirkin hallerinden bir başka
türü zikrediyor: İnsanları Allah yolundan alıkoymak. Yani onlar, haram yemekle
beraber, insanları ya İslâm dinini yalanlamak, ibadet, inanç ve muameleyle
ilgili hüküm ve prensiplerinde şüphe uyandırmakla, ya da Peygamber (s.a.)'e,
Kur'an-ı Kerim'e ta'n etmek suretiyle Hakka uymaktan alıkoyarlar.
Bundan
anlaşılıyor ki, insanların dünyada arzuladıkları şey -mal ve mevki- yahudi ve
Hristiyan din adamlarının kalbini çelmiş, bâtıl yollarla malları almışlar,
insanları sahih bir şekilde Allah'ı bilmekten, doğru bir şekilde ona ibadetten
alıkoymuşlar, dinî durumlarını ve maddî kazançlarını korumak için Muhammed
(s.a.)'e uymaktan men etmişlerdir.
Sonra
Allah, onları başka bir sıfatla -aşırı cimrilik ve mallarındaki Allah'ın
haklarını vermemekle- vasıflandırarak: "Altın ve gümüşü yığarak biriktirip
de onları Allah yolunda infak etmeyenler" buyurur. Yani, mal biriktirip
onu evlerinde toplayanlar, ondan zekât gibi şer'an vacip olan hakları
çıkarmayanlar, Allah yolunda harcamayanlar cehennem ateşinde çok acıklı azabı
hak ederler. Bu tehdit, yahudi ve Hristiyan din adamlarına yönelik olduğu gibi,
müslümanlara da yöneliktir. Harcamadan amaç, vacib olan harcamadır. Çünkü:
"Onları acıklı bir azabla müjdele" sözünden, bu kasdolunmakt»dır.
Çünkü azabı, vacibi terkeden için olur.
Kenz
(toplanıp saklanan mal), ancak zekâtı verilmediği zaman haram olur. İmam-ı
Malik, kenz hakkında İbni Ömer'den şunu rivayet eder: Kenz, zekâtı verilmeyen
maldır... Sevrî, Şafiî ve başkalarının İbni Ömer'den rivayet ettiklerine,
zekâtı verilen şey, yedi kat yerin altında olsa da kenz değildir. Ancak zahirî
mallardan olup da, zekâtı verilmeyen mal, kenzdir. Bu, Ömer, İbni Ab-bas,
Cabir, Ebû Hureyre'den mevkuf ve merfu olarak rivayet edilir.
-
İbni Ebî Şeybe, Ebû Davud ve Hakim, İbni Abbas'tan şöyle tahric ederler:
"Altın ve gümüşü yığarak biriktirip de onları Allah yolunda infak
etmeyenler..." ayeti nazil olduğu zaman, bu müslümanlara ağır geldi. Hiç
birimiz, kendinden sonra çoluk çocuğuna mal bırakmamazlık edemez, dediler. Hz.
Ömer, bu sıkıntılı hali görünce: Sizi bu sıkıntıdan kurtaracağım, sizi
ferahlatacağım, dedi ve oradan ayrıldı. Kendisini Sevban takip etti. Peygamber
(s.a.)'e geldi. Ey Allah'ın Peygamberi! Şurası bir gerçek ki, bu ayet ashabına
ağır geldi, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.): "Allah zekâtı,
zekâttan geriye kalan mallarını güzelleştirmek için farz kıldı" buyurdu.
Bunun üzerine Ömer (r.a.) tekbir getirdi. Sonra Peygamber (s.a.) ona:
"Sana daha hayırlı hazineyi haber vereyim mi? O, hayırlı bir kadındır ki,
kocası ona baktığı zaman, onu mesrur eder, ona emrettiği zaman kendisine itaat
eder, ondan ayrı kaldığı zaman onu korur" buyurdu.
Altın
ve gümüşe tamah etmemeyi öven ve onları yığmayı yeren birçok hadisler vardır.
Onlardan birisi, Abdurrazzak'ın Ali (r.a.)dan: "Altın ve gümüş yığarak
biriktirip de Allah yolunda infak etmeyenler" ayeti hakkında rivayet ettiği
hadisdir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah, altın ve gümüşü helak
etsin..." Sahabe: "Peki ya Resulullah (s.a.)! Hangi malı
edinelim?" deyince: "Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, dininde
kendisine yardım eden bir hanım" buyurdu.
Sonra
Allahü Teâlâ, hazine sahiplerine uygulanan azap çeşidinden haber vermektedir:
Toplayıp biriktirdikleri malların, cehennemde tutuşturulup alınlarının,
böğürlerinin ve sırtlarının yakılması. Özellikle bu organların zikredilmesi;
onların servet temin etmek için insanlara yüzleriyle yöneldikleri, fakirlere
bir şey vermemek için de asık surat gösterdikleri, aldıkları nimetlerden yanları
ve sırtları üzere yatarak yararlandıkları için, demir aletle yüzü dağlamak çok
meşhur ve çok kötü, sırtı ve böğrü dağlamak daha elem verici olduğu içindir.
Melekler tarafından onlara: "İşte bu kendiniz için toplayıp
sakladıklarınız, artık o istifçilik ettiğiniz şeylerin vebalini tadın"
denir. Bu, bugünkü müslü-manların afeti... Çünkü onlar, çok çok mal toplayıp
onlardan bir kısmını olsun, Allah yolunda, ümmet ve müslüman toplum yararına
sarfetmiyorlar.
Müslim,
Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Malının zekâtını vermeyen kimse için, kıyamet gününde ateşten levhalar
hazırlanmıştır. Elli bin yıl o levhalar üzerinde böğrü, alnı ve sırtı dağlanır,
insanlar arasında hüküm verilince ona da yol görünür. Ya cennete gider ya da
cehenneme."
Buharî
ve Müslim, Ebû Hureyre'den rivayet ederler: Ebû Hureyre dedi ki: Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah kendisine mal verdiği halde o malın
zekâtını vermezse, kıyamet gününde zekâtı verilmeyen mal, sahibi için oldukça
yağlı erkek bir yılan suretine konulur. Bunun iki gözü üstünde (vahşet alameti
olarak) iki nokta vardır. Bu azgın yılan, kıyamet gününde mal sahibinin
boynuna gerdanlık yapılır. Sonra yılan (ağzı ile) sahibinin çenesini iki tarafından
yakalar. Sonra: Ben senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin hazinenim
der. (Yine Ebû Hüreyre demiştir ki:) Bundan sonra Resulü Ekrem, şu mealdeki
ayeti okudu. "Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına bir halka olacaktır"
(Âl-i İmran, 3/180). [29]
36- Gerçekten ayların sayısı, Allah yanında, ta
gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre, on ikidir. Onlardan dördü
haram olanlardır. İşte en doğru din budur. O halde bu aylarda nefislerinize
zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa siz
de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir.
37-
Geciktirmek ancak küfürde bir artmadır. Kâfirler onunla saptırılır. Onlar
bunu, bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram saydığına
sayıca uysunlar da, Allah'ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Bu suretle
de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah
kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.
Cenab-ı
Hak, yılın aylarından haber vererek, bunların Allahü Teâlâ'nm ilminde,
hükmünde, yazgısında, ayın dönme nizamında, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı
gündenberi, bugünkü bilinen tarzdaki gibi oniki olduğunu bildiriyor. Aylarla,
kamerî aylar kasdedilmektedir. Kamerî aylarla hesap kolaydır. Bunda, ayın
görülmesine itimad olunur.
"Yazısına
göre" sözünden murad, O'nun yazısında, nizamında, dünya düzenindeki ilâhî
kanunlara uygun hükmünde, demektir. "Levh-i Mahfuzda" demek olduğu
da söylenmiştir.
"Gökleri
ve yeri yarattığı gündeki" sözüyle murad, göklerin ve yerin yaratılışının
tamamlandığı vakit, yaratma ve vâr etme günlerinden altı gündür.
"Onlardan
dördü haram..." Üçü birbiri peşisıra: Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, biri
de tek: Receb. Bu aylar kendilerine hürmet edilip saygı gösterilecek, diğer
aylardan daha ayrıcalıklı aylardır. Bu aylarda işlenen masiyete daha şiddetli
ceza, itaata daha büyük sevab vardır. Dilediği bazı zamanları ve yerleri üstün
kılmak Allah'ın hakkıdır.
Belde-i
haramı diğer yerlerden, cuma, arefe ve zilhiccenin onuncu gününü diğer
günlerden, ramazan ayını ve hac aylarını diğer aylardan üstün kılmıştır.
Nitekim Allahü Teâlâ: "Her kim o aylarında haccı (kendine) farz ederse,
artık kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek, günah işlemek, kavga etmek
yoktur" (Bakara, 2/197) buyurur. Yine Cenab-ı Hak, bazı geceleri -Kadir
gecesi gibi- ve bazı şahısları -peygamberlikle- mümtaz kılmıştır.
Bu
dört ayda savaş, Hz. İbrahim ve İsmail'in diliyle haram kılındı. Araplar da bu
anlayış üzere devam ettiler. Sonra bunların haramlığı kaldırıldı. Ata el-Horasanî'den
şöyle dediği naklolunmuştur: Haram aylarda savaş helâl kılındı:
"Allah'tan ve Rasûlü'nden bir ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).
Sünnet,
haram ayların haramlığını ve doğru zamanlarını açıklamıştır. İmam Ahmed ve
Buharî, tefsir bölümünde Ebû Bekre'den naklederler: Peygamber (s.a.) Veda
Haccı'nda bir konuşma yaparak şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun! Zaman,
Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri sürüp geliyor. Yıl on iki aydır.
Dördü haram aylardır. Üçü birbiri peşi sıra olmak üzere: Zülkade, Zülhicce ve
Muharrem, biri de Şabanla Cumade'1-ahir arasındaki Receb'dir. Yani aylar aslı
üzeredir. Hac Zülhicce'de yapılır, cahiliyyede olduğu gibi tehir etmek yoktur.
Veda haccı Zülhicce'ye uygun düşmüştü. Ebû Bekir'in ondan önceki haccı ise
Zülkade'de olmuştu.[30]
Sonra
Resulullah (s.a.) konuşmasına devam ederek: "Bugün hangi gündür?"
buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik. Sustu. Ona isminden
başka bir isim verecek zannettik. "Yevmü'n-Nahr değil mi?" buyurdu.
Evet, dedik. "Bu, hangi aydır?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü
daha iyi bilir" dedik. Sustu. Ona başka bir isim verecek sandık.
"Zülhicce değil mi?" buyurdu. Evet dedik. "Bu belde hangi
beldedir?" diye sordu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedik.
Sustu, ona başka bir isim verecek zannettik. "Bu belde değil mi buyurdu.
Evet, dedik. "Şüphesiz sizin kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da, bu
gününüzün, bu ayınızın ve bu şehrinizin mukaddesliği gibi mukaddestir"
buyurdu.
"Rabbinize
kavuşacak, o da amellerinizden soracak. Sizi uyarıyorum, bundan sonra
birbirlerinin boyunlarını vuran sapıklar haline gelmeyin. Tebliğ ettim mi?
Burada bulunan, burada bulunmayana tebliğ etsin. Kendisine tebliğ edilen,
duyduklarından bazısını tebliğ edenden daha iyi anlayabilir, kavrayabilir..."
buyurdu.
Sonra
Allahü Teâlâ: "İşte en doğru din budur" buyurdu. Yani dört ayın haram
kılınması, dosdoğru dindir. İbrahim ve İsmail'in dinidir, içinde eğrilik bulunmayan
hükümdür. Dolayısıyla meselâ Muharrem'in haramlığını Safer'e nakletmek caiz
değildir. Nitekim cahiliye döneminde bazı ayları öne, bazılarını geriye
alıyorlardı.
Araplar
bu haram aylan mukaddes bilip, o aylarda savaşmadılar. Hatta bir adam babasının,
ya da kardeşinin katiline rastlasa, ona bir şey yapmıyordu. Bu aylarda savaş
yapılmadığı için, onlara Receb dendi. Nihayet tehir ve değişiklik yapılmaya
başlandı. Cahiliyye arapları, bu aylara hürmeti ihlâl etti.
"O
halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin", yani haram aylarda, onların
haramlığını helâl kılmakla nefislerinize zulmetmeyin. Çünkü onları büyük kılan
Allah'tır. Nesi' (cahiliyyede Muharrem ayının hürmetini Safer ayına erteleme
işi) yapmaktan, haccı bir aydan başka bir aya nakletmekten, dolayısıyla
Allah'ın hükmünü değiştirmekten sakının.
Bu
aylarda yapılanlara daha büyük sevap ve ceza verilmesi sebebiyle, bütün
masiyetlerden nehiy murad olunmaktadır: "Hac, bilinen aylardır. İşte kim o
aylarda (kendine) haccı farz ederse, artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz
söylemek, günah işlemek, kavga etmek yoktur" (Bakara, 2/197).
Bu
işler, her ne kadar bu ayların dışında da haram olsa da, Allahu Teâlâ bu
aylarda yapılmamasını -ayların şerefini ziyadeleştirmek için- pekiştirerek
ifade etmiştir.
Sonra
Allahü Teâlâ, müşriklerle savaş hükmünü her zamanki genel şekliyle
açıklayarak: "Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca
savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın" buyurdu. Bundan anlaşılıyor
ki, bütün aylarda, hatta haram aylarda bile müşriklerle savaş mubahtır. Nitekim
Ata el-Horasa-nî'nin daha önce geçen sözü de bunu açıklayıcı mahiyettedir:
Haram aylarda savaş helâl kılındı: "Allah'tan ve Rasûlünden bir
ültimatomdur" (Tevbe, 9/1).
Bu
ayet, müminlere haram ayda -kendilerinden bir kötülük ve çirkinlik görüldüğü
zaman- müşriklerle savaşa izin veriyor. Nitekim şu ayetler de bunu destekler:
"Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır" (Bakara,
2/194); "Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle savaşıncaya kadar,
siz de orada kendileriyle savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, siz de onlarla
savaşın" (Bakara, 2/191).
Peygamber
(s.a.), Şevval ayında, Taifi kuşattı ve bu haram ay Zülkade girdikten bir gün
sonrasına kadar devam etti.
Bakara
sûresinin, haram aylarda savaşı haram kılan 194 ve 217'nci ayet-leriyle, Mâide
sûresinin ikinci ayeti, Bakara sûresinden iki yıl sonra nazil olduğu için,
Tevbe sûresi ayetleriyle mensuhtur.
Haram
aylarda, savaşın mubah olduğu görüşü şer'an itimat olunan görüştür.
"Bununla
beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa" sözü, daha öncesiyle
ilgisi olmayan munkatı cümle olup, yeni bir hüküm bildiren cümledir.
Müşriklerle savaşa teşvik etmektedir. O zaman mana şöyle olur: Sizinle savaştıkları
zaman, savaş için onlar nasıl toplanıp bir araya geliyorlarsa, siz de onlarla
savaştığınız zaman toplanıp bir araya gelin. Onlarla, onların yaptığı gibi
savaşın...
Sonra
Allahü Teâlâ yardımıyla, müminleri rahatlatmak üzere: "Bilin ki Allah,
sakınanlarla beraberdir" buyuruyor. Allahü Teâlâ emrine muhalefet etmekten
sakınan velî, muttaki kullarının yardımcısı ve destekçisidir. Yaptıkları savaş
ve benzeri işlerde, yardımıyla onların yanındadır.
Sonra
Allahü Teâlâ müşriklerin, savaşı ve büyük eleştiriyi hak edişlerinin sebebini,
Allah'ın şeriatında kendi fasid görüşleriyle hareket etmeleri, kendi
arzularıyla Allah'ın hükümlerini değiştirmeleri, Allah'ın haram kıldığını
helâl, helâl kıldığını haram kılmaları şeklinde açıklıyor. Bu, zamanla
oynamaları, şemsî yıla denk olması için kamerî yıla gün eklemek yoluna
başvurmaları, haram aylarda tehir yapmalarıdır. Çünkü, onlara savaşı terketmek
ve üst üste üç ay saldırılar yapmak zor geliyordu.
Kamerî
yılı tamamlama: Bu, şemsî yıla denk olması için, kamerî yıldaki noksanlığı
tamamlamaktır. Bunun için her üç yılda bir ay ilâve ediyorlardı. Çünkü kamerî
yıl, şemsî yıldan yaklaşık 11 gün noksan olur. Zira kamerî yıl 354 366/1000
gündür. Arabî aylar mevsimden mevsime değişir. O yüzden noksanlığı her üç
yılda bir ay ilâve etmekle tamamlıyorlardı. Bu suretle yılı kame-rî-şemsî ve
hac vaktini kendi menfaatlarma ve ticaretlerine uygun belirli bir zamanda
yapmış oluyorlardı. Hac için geldikleri zaman, ticaret için de gelmiş
oluyorlardı. Bazan vakit, ticaretlerine uygun düşmüyor, bu suretle ticaret düzenleri
bozuluyordu. Çünkü, hac bazan kışın, bazan da yazın oluyor, dolayısıyla bu,
araplara zor geliyordu. Böylece, hac için belirli bir vakit seçip belirlediler.
Diğer milletlerle ticarî ilişkileri muntazam yapabilmek için kamerî yılı, şemsî
yıl gibi tesbit ettiler. Fakat diğer muamelelerinde ve Hz. İbrahim'le İsmail'den
gelen ibadetlerinde kamerî yıla göre hareket ettiler.
Kebs'i
[31],
şemsî yılı kullanan yahudilerden ve Hristiyanlardan öğrendiler. Şemsi yıl 365
1/4 gündür. Her dört senede bir, bu küsurattan bir gün oluşarak yıl 366 gün
olur. Her 120 senede tam bir ay artış getirir ve yıl 13 ay olur. Buna kebise
denir. Bugün bu, dört yılda bir şubat ayının sonuna bir gün eklenerek
uygulanıyor.
Ayları
ertelemek, bir ayın mukaddesliğini, mukaddeslik bulunmayan başka bir aya
ertelemektir. Bu, kamerî yıla göre, ibadet ve ticaret yapmanın onlara zor
gelmesindendi. Şöyle ki: Hacları bir defasında kışın, bir defasında yazın
oluyor, yaz haclarında ticarî kazançları az oluyordu. Bir de ardarda üç ay savaşmamak,
baskın yapmamak onlara zor geliyordu. Kamerî yılı bırakıp şemsî yılı aldılar.
Şemsî yılın kamerî yıldan fazlalığı sebebiyle, açıklandığı gibi, kebs yoluna
gittiler. Allah'ın haram kıldığı haram ayların sayısının dört olması için
-tabii bu gerçekte değil, ismen böyle- Muharrem ayının haramlığını safer ayına
aldılar. Haccı bir aydan başka bir aya naklettiler. Bir savaşta oldukları ve meselâ
Recep ayı da girdiği zaman, ona Ramazan adını, Ramazana da Recep adını veririz
derlerdi.
Bu
şundan ileri geliyordu: Ayın, aylık devri 29 gün 12 saat 44 dakika 2,8 saniye
idi. Bu suretle ay yılı, güneş yılından daha az oluyordu.
Bu
erteleme işini ilk yapan, Naim b. Sa'lebe el-Kinanî'dir.
Ondan
sonra bu işi, Kalmes denilen Kinaneli bir ihtiyar yapıyordu: O, Mi-na
günlerinde Hacıların toplandığı yerde: "Ben problemlerinizi çözerim"
dedi. "Doğrusun, o halde bizim için Muharrem'in kudsiyetini erteleyip,
Safer'i mukaddes kıl" dediler. O da, onlara Muharrem'i helâl, Safer'i
haram kıldı. Ertesi yıl o, aynı sözünü söyledi: "Biz, Safer'i haram
kıldık, Muharrem'i erteledik." Sonra, Muharrem ayından başkasını tehir
ediyorlardı. Bu suretle, bütün ayların hakikatlan değişiyordu. Nihayet,
bilinen haram ayların haramlığa tahsisini reddettiler. Sadece sayı ile
yetinerek, yılın dört ayını haram kıldılar.
Onun
için Allahü Teâlâ, onların kamerî aylardaki bu tasarrufunu ve oynamalarını
kötüleyerek: "Geciktirmek, ancak küfürde bir artmadır..." buyurdu.
Yani, bir ayın haramlığını diğerine tehir etmek, haram ve helâlin konumunu
değiştirmek onların şirk ve putperestlik temeli üzerine dayalı küfürlerini
artırma, İbrahim'in dinini kötü yorumlama suretiyle değiştirmedir. Çünkü her
ma-siyet işleyişinde kâfirin küfrü artar.
"Kâfirler,
onunla saptırılır." Yani, bu erteleme, kâfirleri, eskisinden daha fazla
sapıklığa düşürür. Ayetteki "saptırılır" anlamına gelen
"yudallu" kelimesi, dad harfinin kesriyle malum kalıpta okunursa,
mana şöyle olur: Allah onları sapıklığa düşürür de, onlar tehir olunan ayı bir
yıl helâl, bir yıl haram kılarlar.
"Allah'ın
haram kıldığına sayıca uysunlar..." Sayı itibariyle, dört haram aya
uysunlar diye.
"Allah'ın
haram kıldığını helâl kılmış olsunlar." Yani, bu uygunlukla, bu haram ayı
geciktirmek suretiyle, Allah'ın haram kıldığı savaşı helâl kılarlar.
"Bu
suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi."
Yani, şeytan onlara kötü amellerini güzel gösterdiği için onlar, kötü olanı
güzel ve bâtıl şüphelerini doğru zannettiler.
"Allah,
kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." Yani, kötülükleri seçen sapık
kavmi hikmete, hayra, doğruya, şer"î hükümlerden hikmeti anlamaya muvaffak
buyurmaz. Onları rüsvay eder. Merhametli davranmaz. Çünkü dünya ve ahirette
saadeti sağlayan hidayet, iman ve salih amelin eserlerindendir. Nitekim Cenabı
Hak da şöyle buyurur: "İman edip de salih amel işleyenleri ise, Rableri
imanları sebebiyle hidayete erdirir" (Yunus, 10/9). [32]
38-
Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik savaşa
çıkın" dendiği zaman, yere çakılıp kaldınız? Ahirete karşılık dünya
hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası, ahirete göre pek
azdır.
39-
Eğer siz elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi çok acıklı bir azabla azablandırır.
Yerinize başka bir kavmi getirir. Siz ona hiçbir şeyle zarar veremezsiniz.
Allah, her şeye kadirdir.
40-
Eğer, siz yardım etmezseniz, Allah ona kafirler onu çıkardıkları zaman yardım
etmişti. O vakit o, ikinin ikincisi olan onlar mağaradayken-arkadaşı-na:
"Tasalanma! Allah, hiç şüphesiz, bizimle beraberdir" diyordu. Allah
onun üzerine sekinetini indirmiş, onu görmediğiniz ordularla desteklemiş,
kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan, ancak Allah'ın sözüdür. Allah,
mutlak galipdir, yegane hüküm sahibidir.
Ey
Allah'a ve peygamberine inananlar! Size ne oldu da, güvenilir peygamber:
"Sizinle savaşmak ve size hücum etmek için hazırlanan Rumlarla savaşmak,
Allah yolunda cihad etmek için çıkın" dediği zaman, cihada karşı gevşek
davrandınız? Sizi bundan alıkoyan sebep nedir? Ayette geçen: "Size ne
oldu?" sorusu yadırgama ve uyarma içindir.
"Allah
yolunda... çıkın" sözü, Allah yolunda cihada ve O'nun dinini yüceltmeye
çağırıldığınız zaman, buna uyun demektir. "Yere çakılıp kaldınız",
ağır davrandınız, tembellik ettiniz, rahata, meyvelerin güzelliğine ve
gölgeliklerde oturmaya eğilim duydunuz. Bu ise, Allah yolunda ve Rasûlüne itaat
uğrunda, mal ve can vermeye çağıran imanın şanından değildir: "Müminler,
ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir..." (Hucurat, 49/15).
Ahiret
saadeti ve nimeti yerine dünya hayatının lezzetlerine mi razı oldunuz? Eğer
siz böyle yaparsanız, az bir şey uğruna çok hayrı terketmiş sayılırsınız.
Dünyada üzüntü ve kederle tattığınız nimet, sürekli ahiret nimetiyle karşılaştırıldığı
zaman, önemsiz bir şeydir.
İmam
Ahmed, Müslim, Tirmizî, Benû Fihr'in erkek kardeşi Müstevrid'den şöyle rivayet
ederler: Resulullah (s.a.): "Ahirete göre dünya, sizden birinizin şu
parmağını denize koyması gibi bir şeydir. Onun ne kadar suyla geri döndüğüne
bir baksın" buyurdu ve şehadet parmağını gösterdi.
İbni
Ebi Hatim, Ebû Hureyre'den rivayet eder: Resulullah (s.a.)'in şöyle dediğini
duydum: "Şüphesiz Allah iyiliği iki bin iyilikle mükafatlandırır."
Daha sonra Resulullah (s.a.) şu ayeti okudu: "Dünya hayatının faydası,
ahirete göre pek azdır."
Ayet
ve hadis, dünyadan yüz çevirmeyi, ahirete yönelmeyi ifade ediyor.
Sonra
Allahü Teâlâ cihadı terkedenleri tehdit ederek: "Eğer siz elbirlik
çık-mazsanız..." buyuruyor. Yani, eğer sizi çağırdığı şeye, Peygamber
(s.a.) ile birlikte çıkmazsanız, sizi helak , kıtlık ve düşmana yenilgi gibi
şeylerle dünyada acıklı bir azabla azablandırır, sizin yerinize, peygamberine
yardım edecek, dinini ayakta tutacak bir kavim getirir. "Eğer yüz
çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Sonra da onlar sizin
gibi olmazlar" (Muhammed, 47/38). Yani Allah onları helak eder, onların
yerine onlardan daha hayırlı ve daha itaatli başka bir kavmi getirir. O, dinine
yardım konusunda, onlara muhtaç değildir, onların ağır davranmaları, bunda
hiçbir şekilde etkili olamaz. İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) bir
arap kabilesini savaşa davet etti. Onlar üşenip gevşek davrandılar. Bunun
üzerine Allah onlara yağmur yağdırmadı. Bu, onlar için azab oldu.
Cihaddan
yüz çevirmek, gevşek davranmakla, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz;
Çünkü O, kullarının üstünde kuvvet sahibidir. "O" zamirinin
peygambere gittiği de söylenmiştir. O zaman mana: "Peygambere zarar veremezsiniz"
olur. Çünkü Allah ona, insanların şerrinden koruyacağı ve yardım edeceği sözünü
vermiştir. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçekleşir: "Şüphesiz sen, vaadinden
dönmezsin" (Âl-i İmran, 3/194). "Allah vaadinden asla dönmez"
(Hac, 22/47). "Allah, her şeye kadirdir": Yani, siz olmadan da
düşmanlardan intikam almaya gücü yeter.
Sonra
Allahü Teâlâ, ikinci defa cihada ve peygamberine yardıma teşvik ederek:
"Eğer siz ona yardım etmezseniz..." buyuruyor. Yani eğer peygamberine
yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder, destekler. O, ona kâfidir. Onu korur.
Nitekim müşrikler, onu öldürmek, hapsetmek, yahut bulunduğu şehirden çıkarmak
istedikleri zaman, hicret yılında ona yardımı üstlendi. "Hani bir zaman o
kâfirler seni tutup bağlamaları, seni öldürmeleri, yahut seni çıkarmaları için
tuzak kuruyorlardı" (Enfal, 8/30).
O,
beraberinde samimi dostu ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir(r.a) bulunduğu halde
onlardan korkarak çıktı. Peşinden kendilerini aramaya çıkanların geri dönmesi,
sonra da Medine'ye ulaşmak için üç gün Sevr mağarasına sığındılar. Ebû Bekir
(r.a.) müşrikleri görünce, Peygamber (s.a.)'e bir kötülük yapmalarından
korktu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) arkadaşına: "Korkma, hüzünlenme!
Şüphesiz Allah, bizimle beraberdir. Bizi yardımıyla destekler, bizi korur"
buyurdu.
Ahmed
ve Şeyhayn, Enes'den rivayet ederler: Bana Ebû Bekir anlatarak dedi ki:
Mağarada, Peygamber (s.a.)'le beraberdim. Müşriklerin izlerini gördüm. Ey
Allah'ın Rasûlü! Eğer onlardan biri ayağını kaldırsa, bizi görür dedim.
"Ey Ebû Bekir! Sen bizi iki mi zannediyorsun? Üçüncümüz Allah'tır"
buyurdu. Ahmed'in rivayetinde: "Onlardan biri aşağıya baksa, ayaklarının
altında bizi görür" şeklindedir.
"Allah
onun üzerine sekinetini indirmiştir." Yani ona -iki görüşten en meşhuruna
göre Peygamber (s.a.)'e- kalp huzurunu, destek ve yardımını indirdi. Diğer bir
görüşe göre, Hz. Ebu Bekir'e... İbni Abbas ve daha başkaları bu görüştedir.
Onlara göre, Resulullah (s.a.)'in sekineti zaten kaybolmadı. Ancak bu, o anki
duruma has bir sekinetin yeniden meydana çıkmasına ters değildir. Sekinet:
Kalbe verilen emniyettir. İbnü'l-Arabî, zamirin Ebû Bekir'e gitmesinin daha kuvvetli
olduğunu, çünkü Hz. Peygamber'e bir kötülük gelmesinden korkanın o olduğunu ve
Allah'ın, peygamberinin emniyette olduğunu bildirerek onu teskin ettiğini,
böylece korkusunun dağıldığını, kalbinin sakinleştiğini, emniyet bulduğunu
söyler. Razî de bu görüşü tercih eder. Çünkü zamirin zikrolunanlarm en yakınma
gitmesi gerekir. Bu ayetle, zamire en yakın zikrolunan da Ebû Bekir'dir. Çünkü
korku ve hüzün, Ebû Bekir için söz konusuydu. Peygamber için böyle bir şey
yoktu. Peygamber korksaydı: "Korkma, Allah bizimle beraber" demezdi.
"Göremediğiniz
ordularla desteklemiştir": Küfür ve şirkin tümünü mağlup, Allah'ın
kelimesini -lâ ilahe illallah, yahut İslamî daveti- galip kılmıştır.
Allah,
intikama muktedirdir. Kendisine sığınanla yarışılmaz. Sözlerinde ve işlerinde
hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerine koyar. Nitekim peygamberine yardım
etti, devleti yükseldi. Müşrikler hezimete uğradı, şirk devleti zelil oldu ve
Allah dinini bütün dinlere üstün kıldı. "O, peygamberini hidayet ve hak
din ile gönderendir. Çünkü onu bütün dinlere üstün kılacaktır. Müşrikler hoş
gör-mese bile" (Saff, 61/9).
İbni
Abbas şöyle demiştir: Ayette geçen "kâfirlerin sözü" ifadesi şirk, "Allah'ın
sözü" ifadesi de, lâ ilahe illallah demektir. Sahihayn'da Ebû Musa
el-Eş'arî'den şöyle rivayet olunur: Resulullah (s.a.)'e, birincisi kahramanlık
gösterisi için, ikincisi izzet-i nefsten dolayı ve üçüncüsü de gösteriş için
savaşan üç kimseden hangisi Allah yolunda savaşmış olur diye sorulduğunda:
"Allah'ın sözünün en yüksek olması için savaşan, Allah yolunda
savaşıyor" buyurdu. [33]
41"
Sizler ağırlıklı ve ağırlıksız olarak
elbirlik çıkın ve Allah yolunda mallam- nızla, canlarınızla cihad edin.
Eğer bi- lırsenız bu, sızın için çok hayırlıdır.
Allahü
Teâlâ, Tebük Gazvesi yılında Allah düşmanı Kitap Ehli'nden kâfir rumlarla savaş
için, genel cihadı emretti ve müminlere her halde -isteseler de istemeseler de,
zorda da bollukta da- onunla beraber çıkmalarını vacip kıldı. Yani
bolluk-darlık, sıhhat-hastalık, zenginlik-fakirlik, meşguliyet-boş hal,
yaş-hlık-gençlik, gayretlilik-gayretsizlik her ne hal olursa olsun cihada
çıkın, buyurdu.
"Mallarınızla,
canlarınızla cihad edin": Sizinle savaşan düşmanlarınızla savaşın. Bununla
mümkün olursa mal ve canla, ya da bunlardan herhangi biriyle cihada icabet
edilmesi isteniyor.
Kim
hem malı, hem de canıyla cihada muktedir olursa, bu ona vacip olur. Kimin de
sadece can, ya da sadece malla cihada gücü yeterse, ona bu vacip olur.
Size
emrolunan bu cihad, düşmana karşı çıkma, dünya ve ahirette sizin için daha
hayırlıdır. Nitekim Şeyhayn ve Nesai'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri
hadiste, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, kendi yolunda cihad
edene, eğer şehit olursa, onu cennete koymayı, yahut mücahidin sevabla veya
ganimetle beraber salimen geri dönmesini üzerine aldı."
"Eğer
bilirseniz", cihada çıkın ve gevşek davranmayın. [34]
42- Eğer yakın bir menfaat, orta bir yolculuk
olsaydı, elbette sana uyarlardı. Fakat meşakkat onlara uzak geldi. Onlar (siz
geri döndüğünüzde): "Eğer gücümüz yetseydi, herhalde biz de sizinle
beraber çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar kendilerini
helake sürüklerler. Şüphesiz Allah, onların yalancılar olduklarını biliyor.
43-
Allah seni affetsin, şu sadık olanlar sana belli oluncaya ve yalancıları
bi-linceye kadar, niçin onlara izin verdin?
44- Allah'a ve ahiret gününe iman edenler,
mallarıyla, canlarıyla cihad etme konusunda senden izin istemezler. Allah
takva sahiplerini hakkıyla bilendir.
45-
Ancak Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, kalbleri şüpheye düşüp de o
şüphelerinin içinde bocalayıp duran kimseler senden izin isterler.
Allahü
Teâlâ bu ayetlerde, mazeretleri olduğunu söyleyerek izin isteyip Tebük Gazasına
katılmayanları azarlayarak: "Eğer yakın bir menfaat ve orta yollu bir
yolculuk olsaydı, elbette sana uyarlardı..." buyurmuştur. Yani, kendilerini
davet ettiğin şey bir ganimet, yahut elde edilmesi kolay bir menfaat veya
kolay, yakın, zahmetsiz bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana başvurur, gitmekte
acele ederlerdi. Fakat onlar, yolculuğun Şam gibi uzak bir mesafeye zorluklarla
dolu bir yolculuk ve savaşın da dönemin en kuvvetli gücü olan Rumlara karşı
olduğunu görünce rahatı, selameti, yazın o bunaltıcı sıcağında gölgelerde
gölge-lenmeyi tercih ettiler. Bu da gösteriyor ki, onlar faydacı, maddeci,
dünyaperest bir toplumdur. Nitekim Ebû Hureyre'den rivayet olunan müttefekun
aleyh bir hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Sizden biri
etli, yağlı bir kemik, yahut iki koyun tırnağı bulacağını bilse, gece
karanlığında bile olsa gelirdi." Yani bir kimse ufak maddî bir şey
verileceğini bilse, onun için secdeye kapanırdı.
Sonra
Allahü Teâlâ onların yapacakları bir şeyden haber vermektedir: "Allah'a
yemin edeceklerdir." Yani sen Tebük gazvesinden dönünce, yalan yere yemin
edeceklerdir. Nitekim şu ayetlerde de aynı şey dile getiriliyor: "Onlar
yanına döndüğünüzde size özür beyan edeceklerdir" (Tevbe, 9/94);
"Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin edecekler." (Tevbe,
9/96). Yani, bizim mazeretimiz olmasaydı, sizinle beraber elbette çıkardık,
diyecekler.
Kendilerini
yalancı yeminle, yahut yalan ve nifakla helak ediyorlar. Nitekim Peygamber
(s.a.), Hayseme b. Süleyman'ın rivayet ettiği hadisinde şöyle buyurmuşlardır:
"Yalan yere yapılan yemin, ülkeleri yokluk içinde bırakır."
Allah,
onların mazeretlerinde ve Allah'a yeminlerinde, "Gitmeye gücümüz yetseydi
elbette sizinle beraber giderdik" sözlerinde yalancı olduklarını, mazeretleri
olmadığını, bedenen kuvvetli, zengin kimseler olduklarını elbette biliyordu.
Katâde şöyle demiştir: Savaşa çıkabilirlerdi, fakat tembellik yapıp ci-haddan
yüz çevirdiler.
Sonra
Allahü Teâlâ, bu münafıklardan cihaddan geri kalan bir gruba izin verdiği için,
Peygamber (s.a.)'i ikaz ederek "Allah seni affetsin" buyuruyor. İzin
verdiğin için, Allah seni affetsin. Onlara niçin geri kalma izni verdin? İzin
verme hususunda yavaş davransan, hakikat sence anlaşılıncaya, doğru söyleyenler,
mazeret ileri sürüp yalan söyleyenler ortaya çıkıncaya kadar dursaydın ya.
Senden izin istediklerinde onlardan doğru söyleyenle yalan söyleyeni bilmen
için, onları bıraksaydm ya. Sen onlara, bu hususta izin vermesen de, onlar ısrarlıydılar.
Her ne kadar Allah onların gitmesini istemese, onların gitmesinde müslümanlar
için tehlike ve zarar bulunsa da.
Mücahid:
"Bu ayet, Resulullah (s.a.)'dan izin isteyin, size izin verse de, vermese
de oturun, diyen insanlar hakkında nazil oldu" demiştir.
Bunun
için Allahü Teâlâ, Allah'a ve peygamberine inanan hiç kimsenin savaştan geri
kalmak için peygamberden izin istemeyeceğini haber veriyor: "Allah'a ve
ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etme konusunda senden
izin istemezler." Aksine, izin istemeden cihada koşarlar. Çünkü onlar
cihadın, cennete bir yol ve bir yaklaşma olduğuna inanırlar. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyurur: "Müminler, ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra
da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden
kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir" (Hu-curat;
49/15).
Cihad
konusunda, senden izin istemek, müminlerin âdeti değildir. Muhacir ve ensarın
ileri gelenleri şöyle diyordu: Cihad konusunda Peygamber (s.a.)'den izin
istemeyiz. Çünkü Rabbimiz bizi ona tekrar tekrar çağırdı. O halde izin
istemenin mânâsı ne?"
Allah
müttakileri bilir. Kendisinden korkup kızdığı şeylerden sakınan, razı olduklarını
yapanlardan haberdardır.
Müslim
ve İbni Mace'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste de Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur. "Kişinin amellerinin en hayırlısı, atını Allah yoluna
hazırlaması, bir savaş, ya da cihad çağrısı duyduğunda, şehit olmayı
arzulayarak, şehit olunacak yerlere gitmesidir..."
İman
ehli, cihaddan geri kalmak için senden izin istemez. Mazeretsiz cihada
katılmama hususunda senden izin isteyenler, ancak Allah'a ve ahirete inanmayan,
ahirette amellerine sevap ummayan, senin getirdiklerinin doğruluğundan şüphe
eden ve o şüpheleri içinde şaşkın halde olan sebatsız kimselerdir.
Rivayete
göre, bunların sayısı 39 erkekti. [35]
46-
Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat
Allah, onların bu sefere çıkmalarını çirkin gördü ve onları alıkoydu. Onlara:
"Oturun, oturanlarla beraber" denildi.
47-
Eğer içinizde onlar da çıksalardı, sizde şer ve fesat arttırmaktan başka bir
şey yapmazlar, aranıza muhakkak fitne sokmak isteyerek koşarlardı. İçinizde
onlara kulak verecekler de vardır. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.
48-
Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, sana karşı birtakım
işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Allah'ın
emri açığa çıkıp üstün geldi.
Seninle
beraber, savaşa çıkmak isteselerdi, elbette onun için silah, azık, binek gibi
şeylerle hazırlık yaparlardı. Buna boyun eğmek isteseler bile, Allah zararlı
olacağı için onların müminlerle birlikte gitmelerini istemedi. Kalblerin-de
korku, nefislerinde tembellik ve gevşeklik meydana getirerek onları alıkoydu.
Hz. Peygamber (s.a.) tarafından onlara: İşleri evlerde oturmak olan ihtiyarlar,
hastalar, çocuklar ve kadınlar gibi oturanlarla oturun, denildi. Onlar da
oturdular. Nitekim Cenab-ı Hak da bir başka ayetinde şöyle buyurur: "Onlar
geri duranlarla birlikte olmaya razı oldular" (Tevbe, 9/87).
Sonra
Allahü Teâlâ müminlerin kalblerine güven vermiş, onların çıkma-yışlarının
ordunun yararına olduğunu açıklamıştır. Çünkü bu münafıklar çıksaydı, sizin
kuvvetinizi hiçbir şekilde artırmazdı, aksine sizin düşüncenizi karıştırır,
hareket ve düzeninizi fesada uğratırlardı. Koğuculuk ve buğzla aranıza
girerler, birliğinizi dağıtırlar, ayrılık ve ihtilaf tohumlarını ekerler,
düşman korkusunu yayarlar, himmet ve gayretinizi kırarlardı.
Cenab-ı
Hak, içinizde aklı, imanı ve azmi zayıf, onların sözünü dinleyip tasdik
edecek, onlara itaat ederek, cihad işinde gevşek davranacak -her ne kadar onlar
bu hallerini ve müminlerle aralarında bir şer, büyük bir fesad olacağını
bil-meseler de- kimseler olduğunu bildiği için, onların cihada çıkmalarını
istemedi.
Allah,
iç ve dış hallerini tam manasıyla bilicidir. O, olmuşu, şimdi olanı ve daha
olmamış olanı bilir. Onları bütün amellerine göre cezalandırır.
Bunda,
onların çıkışlarının kötülük olup hayır olmadığına, zaaf olup kuvvet
olmadığına açık bir işaret vardır.
Sonra
Allahü Teâlâ onların geçmişteki rezil durumlarını zikretmiş ve Pey-gamberi'ni
(s.a.), onları terketmeye teşvik etmiştir. Allahü Teâlâ, münafıkların
tuzağından ve içlerindeki pisliklerinden bir başka çeşidini zikrederek:
"Andolsun ki onlar, bundan önce de fitne araştırmışlar, senin hakkında da
birtakım işler çevirmişlerdi" buyurmuştur. Yani, bundan önce de
müslümanlar arasında, Uhud Gazasında fitne çıkarmak istemişlerdi. Münafıkların
lideri durumundaki Abdullah b. Übeyy, ordunun üçte biriyle, Medine ile Uhud
arasında Şavt denilen yerde ayrıldığı zaman halka, Peygamber çocuklara ve ileri
görüş sahibi olmayan kimselere uydu, niye boşuna kendimizi öldürelim, demişti.
Nerdeyse, Selemeoğullan ve Hâriseoğulları da ona uyacaktı. Fakat, Allah onları
hakir ve zelil olmaktan korudu: "O zaman içinizden iki grup cesaretsizlik
göstermişti. Halbuki Allah, onların yardımcılarıydı. Müminler ancak Allah'a
güvenip dayanmalıdırlar" (Al-i İmran, 3/122). Onların müminlerle çıkması,
onlar için tehlikeli ve kötüydü.
Yine
onlar, peygambere hile ve tuzak kurmak istediler. Onun davasını boşa
çıkartmayı düşündüler. Fakat yardım ve destek geldi, Allah'ın dini üstün çıktı,
şeriatı yüceldi. Yahudiler sürüldü, Mekke'nin fethiyle şirk boşa çıktı ve onlar
istemese de İslâm yayıldı.
İbni
Kesir şöyle der: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiği zaman, araplar hep birden
ona hücum ettiler. Medine yahudileri ve münafıklar onunla savaş etti. Allah
Peygamberine, Bedir'de yardım edip dinini üstün kılınca, Abdullah b. Übeyy ve
arkadaşları görünüşte İslâm'a girdiler, sonra Allah'ın İslâm'ı ve müslümanları
her aziz kılışı, onları öfkelendirdi. Onun için Allahü Teâlâ: "Ni-hayet
istemedikleri halde hak geldi ve onlar istemedikleri halde, Allah'ın emri açığa
çıkıp üstün geldi" buyurdu. [36]
49- Onlardan bazıları da: "Bana izin ver,
beni fitneye düşürme" derler. İyi bilin ki onlar, zaten fitneye düşmüşlerdi.
Muhakkak ki cehennem, o kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
50-
Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onları fenalaştırır. Sana bir musibet
erişirse: "Biz daha önce tedbirimizi almışızdır" derler ve onlar
sevinçle dönüp giderler.
51-
De ki: "Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez.
O, bizim mevlâmızdır. Onun için müminler yalnız Allah'a güvenip dayanmalıdır.
52-
De ki: "Siz hakkımızda (zafer veya şehadet gibi) iki güzel şeyin birinden
başkasını mı gözetiyorsunuz? Halbuki biz, Allah'ın size ya kendi katından, yahut
bizim elimizde bir azab getireceğini bekliyoruz. Haydi siz gözetleyedu-run,
biz de sizinle beraber gözetenleriz.
Münafıklardan
bazıları sana: Ey Muhammedi Savaştan geri kalıp oturmak hususunda bana izin
ver, seninle beraber çıkmakla beni günah ve helake sürükleme. Rum kadınlarına
tutulurum, derler. Onlar bu sözleri fazilete tutu-nuyormuş gibi ileri sürerler.
Bunlar boş ve ası/sız mazeret/er. Allah, onların bu davalarının yalan olduğunu
belirtiyor ve gerçeği açıklıyor: "Bilin ki onlar, zaten fitneye
düşmüşlerdi..." Onlar, bu sözleriyle gerçek dışı mazeretler uydurup ci-haddan
geri kaldıkları zaman, bizzat fitneye düştüler. Bu söz, günah ve masi-yete
düştüklerini belirtmektedir.
Şüphesiz,
cehennem ateşi onları kuşatır, ondan asla kurtulamazlar. Bu, hatalarının
çokluğundan dolayı, cehennemlik olmaları sebebiyle, onları şiddetli bir tehdittir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Hayır, kim kötülük işler ve günahı
dört yanını kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar"
(Bakara, 2/81).
Sonra
Allahü Teâlâ, münafıkların tuzaklarından ve içlerinin pisliğinden bir başka
çeşidini zikrediyor, peygamberine onların düşmanlıklarını bildiriyor:
"Sana bir iyilik isabet ederse...", yani sana bazı gazvelerde -mesela
Bedir Günü gibi- fetih, yardım ve ganimet gibi bir iyilik gelirse, bu onları
üzer; ama sana bir felâket, kötülük ve bir savaşta mağlubiyet, geri çekilme
-Uhud savaşında olduğu gibi- durumu gelirse, biz gerekli uyanıklığı gösterdik,
ihtiyatlı davrandık, bundan önce ona uymaktan sakındık, savaştan geri kaldık,
helake maruz kalmadık. Çünkü biz bu yenilgiyi bekliyorduk, derler. Bu konuşma
yerinden, görüşleriyle iftihar ederek ve sonuçtan memnun kalarak ailelerine
dönerler. Allahü Teâlâ Peygamberine, onların bu tutumlarına karşı verdiği
cevabı bildiriyor: "Onlara şöyle de: Bize ancak, bizim için levh-i
mahfuzda yazılıp çizilen şeyler isabet eder. Biz O'nun dilemesi ve takdiri
altındayız. O, bizim yardımcımızdır, işlerimizi idare edendir. Biz O'nu
mevlâmız biliyoruz. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Bunun sebebi
şudur ki: Allah, iman edenlerin velisidir. Kâfirlerin velisi ise yoktur"
(Muhammed, 47/11).
Müminler
ancak Allah'a tevekkül ederler. Biz O'na tevekkül ediyoruz. O, bize yeter. O,
ne güzel vekildir. Müminlerin Allah'tan başkasına tevekkül etmemesi gerekir. O
halde gerekeni yapsınlar. Yine onlara düşen, zafer için gerekli maddî ve manevî
sebeblere sarılıp lüzumlu hazırlığı yapmak, başarısızlığa ve birliğin
dağılmasına neden olan her türlü çekişmeden sakınmak, ondan sonra işi Allah'a
havale etmektir.
Sonra
Allahü Teâlâ, müminlerin uğradığı belâlara münafıkların sevinmesi dolayısıyla
verilecek ikinci cevabı gösteriyor: "De ki: "Siz hakkımızda iki güzel
şeyin birinden başkasını mı gözetir durursunuz?..." Ey Muhammed onlara şöyle
de: Siz bize iki güzel akibetten başkasının gelmesini mi bekliyorsunuz: Zafer,
şehidlik ve büyük sevab. Biz yaşarsak, aziz şerefli müminler olarak yaşarız.
Ölürsek mükafatlandırılmış şehitler olarak yaşarız.
Bize
gelince, biz de sizin hakkınızda iki kötü akıbet bekliyoruz. Allah'ın, katından
size azab eriştirmesi gökten bir felaket (Ad ve Semud'a indiği gibi); yahut da
bizim ellerimizle, size azab etmesi (esirlik, küfür üzere öldürülmek, bize
sizinle savaş izni verilmesi). O halde bizim, hakkımızda zikrettiğimiz akıbetlerimizi
bekleyin. Biz, sizinle beraber akıbetimizi bekliyoruz. Elbette hepimiz beklediğimizi
göreceğiz. Bizim Rabbimizden delilimiz var, ama sizin yok. Siz, ancak bizi
sevindiren şeyleri göreceksiniz. Biz de ancak sizi üzen şeyleri göreceğiz. Siz
şeytanın vaadlerini, biz Allah'ın vaadlerini bekliyoruz. [37]
53-
De ki: "İster isteyerek, ister istemeyerek harcayın, sizden kabul olunmayacaktır.
Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz.
54- Harcamalarının kabul edilmesine engel olan,
sadece onların Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmeleri, namaza üşe-ne üşene
gelmeleri ve harcamalarını istemeye istemeye yapmalarıdır.
55-
Onların ne malları, ne de çocukları seni imrendirsin. Allah bunlar yüzünden,
ancak kendilerini dünya hayatında azaba uğratmayı ve canlarının, onlar kafir
iken, güçlükle çıkmasını ister.
Ey
Peygamber! Münafıklara de ki: Allah yolunda ve daha başka hayır yollarında
isteyerek veya istemeyerek yaptığınız harcamalarınız asla kabul olunmayacaktır.
Çünkü siz Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ettiniz. Rasûlün getirdiği din ve ahirette
amellerinize ceza verileceği konularında hep şüphe içinde oldunuz. Siz imandan
çıkmış, isyankâr, fâsık kimselersiniz. Ameller imanla sahih olur ve:
"Allah ancak müttakilerden kabul eder" (Mâide, 5/27). Allahü Teâlâ'nın:
"Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz" sözü, onların harcamalarının
reddolun-masmın dünya ve ahirette kabul olunmasının sebebini
bildiriyor."İster isteyerek, ister istemeyerek" sözünün manası,
Allah'tan ve Rasûlünden gelen bir emirle olsun veya olmasın, ya da başınızdakilerin
baskısı olmaksızın itaatkâr olarak demektir. Münafıkların başındakiler, yarar
gördükleri için nifaka teşvik ediyorlardı.
Kabul
edilmeme, genel anlamda fısk olmasından dolayı değil, aksine fışkın küfür
mahiyeti taşımasından dolayıdır. Onun için Cenabı Hak: "Harcamalarının
kabul edilmesine engel olan..." ayetinde bunu açıklıyor. Yani infakları
kendilerinde şu üç sıfat toplandığı için kabul edilmez: Allah'ı ve Rasûlünü inkâr,
namazı üşene üşene kılmaları ve harcamalarını istemeye istemeye yapmaları.
Onlar Allah'ı, Rasûlünü ve onun Allah'tan getirdiğini inkâr ettiler. Halbuki
ameller ancak imanla sahih olur. Üşene üşene namaz kılıyorlar, çünkü onlar
namazlarıyla herhangi bir sevap umuyorlar. Nitekim Yüce Allah: "Gerçi bu
Allah'tan korkanlardan başkasına elbette zor gelir" (Bakara, 2/45)
buyuruyor.
Allah
yolunda cihad, ya da başka konularda onlar istemeye istemeye harcamada
bulunurlar. Çünkü onlar, itaat maksadıyla değil, görünüşü kurtarmak ve
nifaklarını örtmek için harcamada bulunurlar. İnfakı bir zarar sayarlar.
Halbuki Peygamber (s.a.) şöyle haber vermiştir: "Siz usanmadıkça Allah
usanmaz. Allah güzeldir, güzeli kabul eder. Onun için Allah bu münafıklardan
infak ve amel kabul etmez. O, müttakilerden kabul eder. Çünkü münafıkların
itaati, zoraki ve istemeyerektir."
Ey
peygamber ve ey bu sözlerimi duyan kişi! Onların malları, çoluk çocukları ve
Allah'ın verdiği diğer nimetleri seni imrendirmesin. Çünkü bunlar, kendileri
için meşakkat ve afet sebebidir.
Onların
dünya malları, onlar için bir işkence sebebidir. Onları toplamak için
yoruldukları gibi, korunması gibi şeyler için de çeşitli huzursuzluk ve tedirginliklere
katlanırlar. Sonra onları istemeyerek, cihad ve zekât olarak, Allah yolunda ve
müslümanları kuvvetlendirmek için harcarlar. Yine, çoluk çocukları, belki
savaşlarda ölür. Onlar buna çok üzülürler. Ahirette ise, salih ameli boşa
çıkaran küfürle öldükleri için, şiddetli bir şekilde azaplandırılırlar. Böylece
mal, çoluk çocuk, onlar için istidraç kabilinden olur. Sonuçta dünya ve ahireti
kaybederler. Bu, açıkça bir hüsrandır. Nimetlerle istidraç: Kişi masiyet üzere
kaldığı halde ona mallarla mühlet vermektir: "Onlara mühlet vermemiz,
ancak günahlarını arttırmaları içindir" (Âl-i İmran, 3/178).
Onlar,
aslında dünya menfaatlarmın kendileri için azap ve bela olduğunu bilmiyorlar.
Buradan anlaşılıyor ki nifak, dînî ve dünyevî bütün afetleri içine alan, dînî
ve dünyevî bütün iyilikleri yok eden tehlikeli bir hastalıktır.
Şu
ayetler de aynı konuyu açıklamaktadır: "Onlardan bir kısmına verdiğimiz
dünya malına iki gözünü dikme! Biz onları imtihan etmek için verdik. Rab-binin
verdiği rızık ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Tâ-Hâ, 20/131).
"Onlar kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla bizim hayırlarına acele
ettiğimizi mi sanıyorlar?" (Müminûn, 23/56). [38]
56-
Onlar muhakkak, sizden (müminlerden) olduklarına dair Allah'a yemin ederler.
Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkan toplulukturlar.
57-
Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik bulsalardı, yüzlerini
hızla o tarafa çevirirlerdi.
58- İçlerinden bazıları, sadakalar hususunda
seni ayıplarlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar.
Kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar.
59-
Onlar, Allah'ın ve Rasûlünün kendilerine verdiğine razı olup: "Bize Allah
yeter. Yakında bize kereminden Allah da verir, Rasûlü de. Biz ancak Allah'tan
umarız" deselerdi.
Allahü
Teâlâ, münafıkların korku ve telaşlarından dolayı, Allah'a yemin ettiklerini,
biz de sizdeniz dediklerini, oysa aslında öyle olmadıklarını, şek ve nifak
içinde olduklarını, korktukları için yemin ettiklerini haber veriyor. Onlar
öldürülme korkusuyla yeminler ettiler, nifaklarını gizleyip mümin olduklarını
açıkladılar. Şu ayet de aynı manadadır: "Onlar müminlerle karşılaştıkları
zaman: "iman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla yalnız kaldıklarında:
"Muhakkak biz sizinle beraberiz. Ancak alay edicileriz" (Bakara,
2/14).
Onlar
korkularından sizden kaçmak ve uzak yaşamak istiyorlar. Sığınıp kendilerini
emniyette hissedebilecekleri bir sığınak bulsalar, oraya kaçarlar ve sizden
ayrılırlar.
Dağlarda
bir mağara, yahut yer altında kuyu, kanal gibi girilecek bir yer bulsalar,
bunlar kötü yerler de olsa, çok hızlı bir şekilde oralara giderler. Çünkü
onlar, sizinle, sevgi içinde isteyerek yaşamazlar. Onun için hep gam, keder ve
hüzün içindedirler. Çünkü İslâm ve müslümanlar ilerlemede, yücelmede, izzet ve
zaferde. Bütün bunlar, onları üzer.
Ey
Muhammedi Münafıklardan bazıları sadakalar -ganimetler-, yahut zenginlerden
sadaka alma -farz olan zekât malları- hususunda seni eleştirirler.
Eleştirenlerin, Peygamber (s.a.)'in İslâm'a ısındırmak için sadaka verdiği
mü-ellefe-i kulub olduğu söylendiği gibi, Haricîlerin lideri İbn Zi'1-Huvaysıra
olduğu da söylenmiştir. Nitekim o, Resulullah (s.a.)'in Huneyn ganimetlerini
taksim ettiği bir sırada gelmiş: "Adaletli ol ya Resulullah!"
demişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) da ona: "Yazıklar olsun sana. Ben
adil olmazsam, kim olur?!" demişti. Peygambere ta'n edenin münafıklardan
Ebû'l-Cevvad olduğu da söylenmiştir. Nitekim o, şöyle demişti:
"Arkadaşınızı görmüyor musunuz? Size vereceği sadakaları, adil olduğunu
zannederek, koyun çobanlarına dağıtıyor." Bunun üzerine Resulullah
(s.a.): "Hey be adam! Musa çoban değil miydi, Davud çoban değil
miydi?" dedi. Ebu'l-Cevvat gidince, Resulullah (s.a.): "Bu adamdan ve
arkadaşlarından sakının, çünkü onlar münafık" buyurdu.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların hoşnutluklarının ve kızgınlıklarının din için değil,
kendileri için olduğunu belirtiyor. Çünkü Resulullah (s.a.), o günkü
Mek-kelilere çok ganimet vererek, kalplerini kazanmak istemiş, münafıklar da
bundan rahatsız olmuşlardı. Nitekim Cenab-ı Hak: "Eğer kendilerine
onlardan verilirse hoşnut olurlar. Kendilerine pay verilmezse hemen
kızarlar" buyuruyor. Yani onlara zekâttan, yahut ganimetlerden haksız da
olsa verilse, memnun olurlar. Kendilerine verilmezse, verilmeyi hak etmeseler
bile, sana kızgınlıkla gelirler. Onlar genelin yararına değil, kendileri ve
kendi menfaatları için kızarlar. Onların eleştirisi masumane değil, özel bir
amaç içindir.
Onlar
Hz. Peygamber(s.a.)'in kendilerine verdiği ganimetlerden hoşnut olsalar ve
nasiplerini alıp az da olsa memnun kalsalar, "Allah'ın fazlı ve lütfü bize
yeter, elimize geçen bize kafi, Allah bizi başka ganimetlerle rızıklandırır,
Resulullah (s.a.) bize bugün verdiğinden daha çoğunu verir, biz başkasından
değil, Allah'ın fazlından isteriz" deselerdi daha iyi olurdu.
Bu
ayet, büyük bir edebi de içine almaktadır. Şöyle ki: O, Allah ve Rasülü-nün
verdiğine razı olmayı, sadece Allah'a tevekkül etmeyi öğretiyor: "Biz
ancak Allah'tan umarız, deselerdi..."
Maksat,
Allah'ın nimetine, Peygamberin taksimine razı olmalarını öğretmektir. Çünkü
peygamber, adaletli davranır. İslâm'ın ve müslümanların yararına olanı yapar.
Mümine düşen Allah'ın kendisine taksim ettiğine razı olmak, ondan fazlasına
tame etmemektir. [39]
60-
Sadakalar Allah’tan bir farz oIarfk ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamak
için tayin edilen memurlara, kalpleri aııştmımak istenenlere, kölelere, borçlulara,
Allah yolunda ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, Atam hüküm ve hikmet sahibidir.
Farz
olan zekât, ancak bu sekiz sınıfa verilir. Ayette geçen "ancak"
kelimesi, zekâtın başkalarına değil, sadece bu sekiz sınıfa verileceğini ifade
etmektedir.
"Sadakalar"
kelimesiyle, vacip olan zekâtların amaçlandığının delili, "Sadakat"
kelimesinin başındaki "el" takısının ahd-i zihni (zihnen bilinen)
için olması, zihnen bilinen şeyin de daha önceki: "Bazıları sadakalar
hususunda seni ayıplarlar" ayetinde işaret olunan vacip sadakalar
olmasıdır. Çünkü Allahu Teâlâ, bu sadakaların bu sınıfların hakkı olduğunu
ifade etmek için, mülkiyet ifade eden "li" harf-i cerrini
kullanmıştır. Onların hak sahibi olduğu şey de, ancak vacip olan zekâttır.
Nitekim Cenab-ı Hak, ayette vergi tahsildarlarına da verilebileceğini
zikretmektedir. Bunlar ise, mendup sadakaları değil, vacip olan sadakaları
toplamak için görevlendirilirler. Çünkü mendup sadakaların, bu sınıfların
dışındakilere verilmesi caizdir. Vacip zekât, para, altın, gümüş, deve, sığır,
koyun, ziraat ürünü ve ticaret mallarının zekâtıdır.
İmam
Şafiî: Fitre ve malların zekâtından vacip olan bütün sadakaların sekiz sınıfa
verilmesi vaciptir. Çünkü Allah ayette sadakaların hepsini, mülkiyet ifade eden
"için" anlamındaki "lâm" harfiyle onlara izafe etmiş ve bu
sekiz sınıfı, ortaklık ifade eden "ve" kelimesiyle birbirine
bağlamış, onların sadece bu sekiz sınıfa verileceğini ifade etmiştir. Çünkü
"ancak" kelimesi, sadece onlara verilmesini gerekli kılar. Şu halde,
ayet sadakaların hepsinin; ortaklaşa onların mülkü olduğuna işaret eder. Her
sınıftan üç şahıstan aşağısına verilmesi de caiz değildir. Çünkü çoğulun en
azı üçtür, der.
Diğer
üç imam ise, sadakaların tek bir sınıfa ve Ebu Hanife ile Malik'e göre her
sınıftan tek bir kişiye verilmesini caiz görürler. Çünkü ayet, sadece bu
sınıflar arasında muhayyerlik içindir. Delilleri, Allahu Teâlâ'nın şu sözüdür:
"Ve eğer onu gizler fakirlere verirseniz, işte bu sizin için daha
hayırlıdır" (Bakara, 2/271). Yine bir başka delilleri bir grup muhaddisin
Muaz b. Cebel'den rivayet ettiği şu hadistir: "Zenginlerinizden sadaka
alıp fakirlerinize vermekle em-rolündüm." Onlara göre ayet ve hadisle, tek
bir sınıf -fakirler- zikrolunmuştur.
Tek
bir şahsa verilebileceğinin caiz olduğuna delilleri ise ayetteki çoğul kelimelerin
başındaki "el" belirleme takısının cinsi ifade etmesidir. O zaman mânâ
şöyle olur: Sadaka cinsi, fakir cinsinedir. Fakir cinsi de, birle tahakkuk edeceğinden
bire verilebilir. Belirleme takısının bire yüklenmesi, hakikata yüklenmesi
mümkün olmadığı içindir. Çünkü hakikata hamlolunsa, bütün fakirleri ve sadakayı
her fakire vermeyi içine alır...
Altı
sınıfı -fakirler- yoksullar, vergi memurları, müellefe-i kulûb, borçlular,
yolcular zikrederken, mülkiyet ifade eden "li" harfi cerrinin
kullanılması, bu gruptakilerin mülk sahibi şahıslar olmasındandır. İki sınıfı
zikrederken -köleler ve Allah yolundakiler- "fi" harf-i cerrinin
kullanılmasına gelince, bunlarla şahısların amaçlanmasıdır. O kesim, yahut
vasıflar ve müslümalarm genel menfaatleri murad olunmaktadır. Daha önce
zikrolunanlardan daha köklü olarak kendilerine sadaka verilmesi hakkına sahip
olduklarını bildirmektedir...
Ayette
geçen sekiz sınıfı şu şekilde açıklayabiliriz:
1- Fakirler: Kendilerine
yetecek malı olmayan muhtaçlar, zengin olmayanlar.
2- Miskinler: Bir başka muhtaç
zümre.
Fakihler
bunlardan; fakirin mi, yoksa miskinin mi durumunun kötü olduğu konusunda
ihtilaf etmişlerdir. Şafiî ve Hanbelîlere göre fakirin durumu, miskinden daha
kötüdür. O, ihtiyacını giderecek hiç bir malı ve kazancı olmayan yoksuldur.
Miskin ise, ihtiyacından daha az mala sahip olan kimsedir. Ha-nefîlere ve
Malikîlere göre ise, miskin, fakirden daha kötü durumda olandır.
Zekât
konusunda böyle bir ihtilâfın faydası yoktur. İhtilâfın faydası; miskinlere
değil de fakirlere yahut fakirlere değil de miskinlere vasiyet konusunda ve bir
şeyi fakirlere, başka bir şeyi miskinlere vasiyet eden kimse hakkında görülür.
Şafiîler
ve Hanbelîler şu delilleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, diğerlerinden daha
muhtaç oldukları için önce fakirleri anmıştır. Allahu Teâlâ'nın: "O gemi,
denizde çalışan yoksullarındı" (Kehf, 18/79) ayeti, gemisi olmayanın
miskin olduğunu ifade ediyor. Resulullah (s.a.) fakirlikten Allah'a sığınırdı.
Hâkim'in, Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.):
"Allahım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür, miskinler
zümresinde hasret" diye dua ederdi. Resulullah'ın bir şeyden hem Allah'a
sığınması, hem de ondan daha kötü bir hali istemesi düşünelemez. O halde
miskin, bir şeye sahip olan kimsedir. İbnül-Enbârî gibi bir grup lütgatçiden
naklolunduğuna göre miskin, yiyeceği olan kimse; fakir ise hiçbir şeyi olmayan
kimsedir. Arapçada fakirin aşırı fakirliğinden dolayı omurga kemikleri çıkan
kimse manasına geldiği ve bundan kötü bir durumun düşünülemeyeceği de
söylenmiştir.
Buharî
ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayete ederler: "Miskin, şu insanları dolaşıp da, kendisine bir lokma,
iki lokma,- bir hurma iki hurma verilen kimse değildir..." buyurmuş:
"O halde miskin kimdir Ya Resulullah?" diye sorduklarında:
"Başkasına muhtaç olmayacak zenginlikte olmayan fakat fakir olduğu da
sezilemeyip kendisine tasaddukta bulunulamayan ve insanlardan da bir şey
istemeyen kimsedir" buyurdu.
Hanefîler
ve Malikîler ise, miskinin fakirden daha kötü olduğunu söylerler ve şu
görüşleri ileri sürerler: Allahu Teâlâ, miskini "toprak içinde kalmış bir
yoksula" (Beled, 9/16) diye nitelendiriyor. Yani, vücudunu gizlemek için,
derisini toprağa yapıştıran kişi. Bu, onun şiddetli ihtiyaç içinde olduğunu
gösteriyor.. Asmaî ve İbnü's-Sikkît gibi bazı lügatçılar, "miskin"in
hiçbir şeyi olmayan, "fa-kir"in de ihtiyacını giderecek kadar malı
bulunan kimse olduğunu, miskinin son derece ihtiyaç içinde olduğu için,
bulunduğu yerde yerleşip kalan kimse olduğunu söyler.
Lügatta
noklolunan mânâ birbirine zıddır. Onun için, iki fırka da görüşlerinde
mazurdur. Onlar, o ikisinin iki sınıf olduğunda ittifak halindedirler... Ebu
Yusuf ve Muhammed'den, o ikisinin tek bir sınıf olduğu rivayet olunmuştur. Bu
ihtilâfın faydası, malının üçte birini bir kimseye, fakirlere ve miskinlere
vasiyet eden kimsede görülür: O ikisinin bir sınıf olduğunu söyleyene göre
üçte birin yarısı o kimseye, yarısı da fakirlere ve miskinlere verilir. Onları
iki sınıf kabul edene göre ise, üçte bir, aralarında üçte birler şeklinde
bölüştürülür. [40]
Alimler,
ihtiyacı olan zorunlu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât alabileceğini,
zekât verme durumunda olanın da ona verebileceği hususunda birleşmişler, bu
durumun dışında ise ihtilâf etmişlerdir.
Ebu
Hanife şöyle der: Yirmi dinar altını, yahut ikiyüz dirhem gümüşü olan kimse
zekât alamaz. Bu, nisab ölçüsüdür. Çünkü bir grup muhaddisin Muaz vasıtasıyla
rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zekâtı
zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum.7"
Ahmed,
Sevrî, İshâk ve daha başkaları şöyle der: Elli dirhemi, yahut o miktar altını
olan kimse zekât alamaz. Zekât alan kimseye, borçlu da olsa, elli dirhemden
fazla da verilmez. Çünkü Darakutnî'nin Abdullah b. Mes'ud vasıtasıyla rivayet
ettiği hadiste Peygamber (s.a.): "Elli dirhemi olan kimseye zekât almak
helâl değildir" buyurmuştur. —Hadisin isnadında zayıflık vardır.—
İmam
Malik'den meşhur olan görüş: İbni Kasım'm rivayetine göre, İmam Malik'e:
"Kırk dirhemi olana zekât verilir mi?" diye sorulduğunda:
"Evet", cevabını verdi. Malikîlere göre fakir, yıllık ihtiyacından
daha az mala sahip olan kimsedir.
Şafiî
ve Ebu Sevr şöyle der: Çalışıp kazanmaya gücü olan, bedenen kuvvetli, aile ve
çocukları için kazancı iyi olduğundan insanlara muhtaç olmayan kimsenin zekât
alması haramdır. Ebu Davud, Tirmizî ve Darekutnî'nin Abdullah b. Ömer'den
tahric ettiklerine göre, Peygamber (s.a.): "Zengine ve gücü kuvveti
yerinde, uzuvları sağlam olana zekât helâl olmaz" buyurmuştur. [41]
Ayetin
zahiri ve lafzın mutlak oluşu, zekâtın fakir ve miskin sıfatını taşıyana
verilmesini gerektiriyor. Bu hususta, Ehl-i Beytten olanlar veya olmayanlar,
akraba olanlar veya olmayanlarla müslümanlar kâfirler aynıdır. Fakat fu-kahaya
göre zekât müslümanlara verilir. Kâfire verilmesi caiz değildir. Nitekim,
Sahihayn'da İbni Abbas (r.a)'dan rivayet olunan hadis-i şeriflerinde, Peygamber
(s.a.), Muaz (r.a)'ı Yemen'e gönderirken şöyle demiştir: "Onlara, kendilerine
zekâtın farz olduğunu bildir. O, zenginlerinden alınıp fakirlerine
verilir."
Ebu
Hanife, hadisin zekâtla ilgili olduğunu söyleyerek, kâfirlere fitre verilmesini
mubah görmüştür.
Yine
fukahaya göre zekâtı, zekât verenin nafakasını karşılamakla yükümlü olduğu
kimselere -usûl, füru ve zevceler- vermek caiz değildir. Çünkü zekât, ihtiyacı
gidermektir. Onların nafakası karşılandığına göre, onların ihtiyacı kalmamış
demektir. Çünkü zekât veren, onlara zekât vermekle, kendine menfaat sağlamış
olur.
Alimler,
Haşimîlere zekât vermenin caiz olmadığı hususunda ittifak halindedirler. Çünkü
Müslim'in, Muttalib b, Rebia'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz sadaka, insanların kirleridir. O, Muhammed'e ve
Muhammed ailesine helâl olmaz."
Şafiî
de, onun Muttalib sülâlesinden birine verilmesini caiz görmemiştir. Şafiî'nin
bu hususta dayandığı delil, Buharî'nin Cübeyr b. Mut'im (r.a.) yoluyla rivayet
ettiği şu hadistir. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz, Haşim oğulları ve Muttalib
oğulları tek şeydir..." buyurdu ve parmaklarını birbirine geçirdi. [42]
Alimler,
bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife, nisab miktarından fazla
verilmeyeceği görüşündedir. O, bir kimseye ikiyüz dirhem gümüş veya karşılığı
zekât verilmesini uygun görmez.
İmam
Malik işin içtihada bağlı olduğunu söylemiş, İmam Ahmed'le birlikte, bir
yıllık ihtiyacını karşılayacak zekât verilmesine cevaz vermiştir.
İmam
Şafiî'ye göre, fakir ve miskine ihtiyacını giderecek kadar zekât verilir.
Çünkü zekâttan maksat, ihtiyacı gidermektir. [43]
Bu
hususta alimler iki görüşe sahiptirler: Alimlerin çoğu, zekâtı başka bir şehre
nakletmenin caiz olmadığı görüşündedir. Fakat Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîler
89 km.lik mesafe içinde, bir başka beldeye nakledilmesine cevaz vermişlerdir.
Çünkü bu mesafe, zekât verilmesi gerekli olan mesafedir. Şafiîler, zekât vacip
olan şehirde, zekât verilecek sekiz sınıftan biri bulunmadığı zaman, zekât
vacip olan şehre en yakın beldeye nakledilmesini vacip görürler. Şafiîlere
göre, sekiz sınıfa verildikten sonra fazla kalandan bir miktarını nakletmek
caizdir.
İbni
Kasım ve Suhnûn, zekâtın bir zaruretten, yahut çok şiddetli bir ihtiyaçtan
dolayı başka bir beldeye nakledilmesini, mubah görmüştür. Çünkü, ihtiyaç
olmadığı zaman, onu muhtaç olmayana vermek vaciptir: "Müslüman, müslümanın
kardeşidir, onu zalime bırakmaz. Ona zulüm de etmez" [44]
İbnü'l-Arabî, sahih olan da budur, der.
Hanefîler
şöyle der: Zekâtı, bir beldeden başka bir beldeye nakletmek ten-zihen
mekruhtur. Ancak şu hallerde nakletmek mekruh değildir: Muhtaç yakınlarının
ihtiyaçlarını karşılamak için, daha muhtaç yahut daha muttaki, ya da
müslümanlara daha faydalı bir topluluk için, Dâru'l-Harp'ten Dâru'1-İs-lâm'a,
yahut öğrenci ve zâhidler için nakil, ya da yıl tamam olmadan zekât verme
durumunda. Bu haller olmadan da, zekâtı nakletmek caizdir. Çünkü zekâtın sarf
yeri, mutlak olarak fakirlerdir. Buna delil, Muaz b. Cebel'in, Yemenlilere
söylediği şu sözdür: "Bana bir hamîs [45] ya
da bir lebis [46] getirin. Onu sizden
buğday, arpa sadakası yerine kabul edeyim. Bu hal, sizin için daha kolay, Medine'deki
muhacirler için de daha faydalı." Bu hadis iki şeye delâlet eder:
Birincisi,
zekâtın Yemen'den Medine'ye nakledilmesi. Taksimatını Peygamber (s.a.)'in
yapması. Bu hal: "Sadakalar., ancak fakirlere aittir" ayetini
destekliyor. Bir şehrin fakiri ile diğer şehrin fakiri arasında fark
gözetmiyor.
İkincisi,
zekât olarak değerinin alınması. Bu, Hanefilerm görüşüdür. Çünkü, zekâttan maksat,
fakirlerin ihtiyacını karşılamaktır. Hangi şey onların ihtiyacını giderirse, o
caizdir. Nitekim Cenab-ı Hak: "Onların mallarından sadaka al."
(Tevbe, 9/103) buyurmuş, sadakayı herhangi bir şeyle tahsis etmemiştir.
Alimlerin
çoğunluğu ise, zekât olarak verilecek bir şey yerine kıymetinin verilmesine
cevaz vermezler: Çünkü hak, Allah'ındır. Onun başkasına taliki caiz değildir.
Bu, kurbanlık gibidir. Cenab-ı Hak, kurbanlığı enama 'deve, sığır, koyun, keçi)
talik ettiği için, ondan başkasına nakli caiz değildir.
Malın
zekâtı konusunda Hanefîler, Şafiîler ve Hanbelîlerce geçerli olan, malın
bulunduğu yer; sadaka-i fıtırda geçerli olan, oruç tutanın bulunduğu yerdir.
Bu
hususta Malikîlerin iki görüşü vardır: Bir görüş, yıl tamamlandığında malın
bulunduğu yeri dikkate alır. Sadaka orada dağıtılır. Diğer görüş, zekât verecek
kimsenin yerini dikkate alır. Çünkü zekât vermekle muhatab olan odur, mal ona
tabidir.
Bir
kimse, fakir bir müslüman diye birisine zekât verse, sonra da onun, köle veya
kâfir ya da zengin olduğunu anlasa, İmam Malik'e göre, bir daha zekât vermesi
gerekmez. Bunun delili, Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadistir. Bu
hadis, zina eden kadının, zenginin ve hırsızın zekât alması konusuyla
ilgilidir. Mesele, zekât verenin içtihadı meselesidir. O, ictihad edip zekât
alabilecek durumda olduğunu zannettiği bir kimseye zekât verirse; üzerine düşen
vacibi yerine getirmiş olur.
Bir
kimse yıl girince, zekât vermek için mal ayırsa ve o mal kendi kusuru
olmaksızın helak olsa, Malikîlere göre, onu ödemez. Çünkü o, fakirlerin vekilidir.
Zekât verecek kimse, yıl girdikten bir süre sonra, zekâtı ayırsa, o da helak
Devlet
başkanı, zekât toplama ve dağıtma işinde adaletli ise, zekât verecek kimsenin
altın, gümüş ya da diğer mallarda zekâtı bizzat kendisinin dağıtması caiz
değildir.
3- Zekât memurları: Devlet
başkanının, zekât tahsili için görevlendirip gönderdiği vergi memurları.
Buharı, Ebu Humeyd es-Saidî'den şu rivayeti yapar: Resulullah (s.a.), Esed
kabilesinden İbnü'l-Lûtbiyye denilen birisini Sü-leym oğullarının sadakalarının
tahsiline memur etti. İbnü'l-Lûtbiyye, döndüğünde Resulullah(s.a)'e hesap
verdi.
Alimler,
zekât memurlarının alacakları miktar hususunda, farklı üç görüşe sahiptirler:
Birincisi: Mücahid ve Şafiî şöyle demiştir: Onların alacakları
miktar sekizde birdir. Eğer ücretleri paylarından fazla olursa, o fazlalık
Beytü'1-Mal (hazinemden karşılanır. Bunun diğer iki paydan karşalanacağı da
söylenmiştir. Ayetin zahirine uygun olan da bu görüştür.
İkincisi: Hanefîler ve Malikîler ise şöyle demiştir. Onlara
çalışmaları mik-tannca ücret verilir. Çünkü onlar, fakirler yararına kendi
işlerini bırakmışlardır. Dolayısıyla onların ve yardımcılarının geçimi,
fakirlerin malındadır. Onlara yetecek miktar, zekâtın hepsini kapsarsa,
Hanefîler yarıdan fazlasını vermezler.
Üçüncüsü: Onlara Beytü'l-Mal'dan verilir. Bu zayıf bir
görüştür. Çünkü Allahü Teâlâ, onların zekâttaki payını haber vermiştir, nasıl
olur da, onlara o verilmez.
Vergi
memuruna verilen şey, çalışmasına karşılık verilen ücret mesabesindedir.
Zengin bile olsa, bu ona verilir. Onun için, İmam Malik ve Şafiî'nin görüşüne
göre, Haşimî zekât tahsildarına zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), Ali b.
Ebu Talib'i, Yemen'e zekât memuru olarak gönderdi. Haşim Oğullarından bir
kısmını idareci tayin etti. Ondan sonra gelen halifeler de böyle idareciler
tayin ettiler. Vergi tahsildarı, mubah bir işte ücretle çalışandır. Dolayısıyla
diğer sanatlar gibi, onda da Haşimî olan ve olmayan aynıdır.
Ebu
Hanife şöyle der: "Çünkü onun payı, zekâttan bir parçadır. Müslim'in
Muttalib b. Rabia'dan rivayet ettiği hadisde, Peygamber (s.a.): "Şüphesiz,
zekât, Âli- Muhammed'e helâl olmaz. Çünkü zekât, insanların kiridir"
buyurmuştur.
Cenab-ı
Hakk'ın: "Zekât hususunda çalışanlar" sözü çok şümullü olup zekât
gerekenlerden zekât toplamaya çalışanı, yazanı, paylaştıranı, öşür alanı,
yöneticiyi, hesap edeni, muhafızı kapsar. Bu işleri yapanların ücret alması caizdir.
İmamlık da bu kapsam içine girer. Çünkü namaz, her ne kadar herkese farz-ı ayın
ise de, imamlık yapmak Kurtubî'nin dediği gibi, kifâye farzlardandır.
Bu
söz aynı zamanda, devlet başkanının zekât almak için, zekât toplama memurları
göndermesi gerektiğine işaret eder. Çünkü bazı zekât vermesi gerekenler,
kendisine vacip olanı bilmez, bazısı da cimrilik yapar. Sahihayn'da, Ebu
Hüreyre'den tahric olunduğuna göre, Resulullah (s.a.), Ömer b. Hattab'ı zekât
memuru olarak gönderdi. Ebu Davud, Resulullah (s.a.)'in kölesi Ebu Râfi'den
rivayet eder: Resulullah (s.a.), Mahzum Oğullarından bir adamı, zekât tahsildarı
olarak tayin etti.
Ayetteki
zekât tahsildarıyla ilgili metin, zekâtı almanın devlet başkanına düştüğüne,
zekâtı ona vermek gerektiğine, mal sahibinin onu hak sahiplerine vermesinin
kifayet etmeyeceğine işaret eder. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de bunu
destekler: "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 9/103).
Fakat
bu, Allahü Teâlâ'm şu sözüne ters düşer: "Mallarında, dilenen ve mahrum
(dilenmeyip zenginmiş gibi duran kimseler) için bilinen bir hak olanlar"
(Mearic, 70/24-25). Gerçekte, kendisine zekât vermek vacip olan kimsenin,
doğrudan doğruya, fakire ve mahruma vermesi caizdir. Alimler, konuyu genişleterek
şöyle derler:
a) Eğer zekât malı, para, altın ve gümüş gibi, gizli (batını) olursa,
zekât verecek durumda olan kimsenin bizzat ayırıp vermesi ya da devlet
başkanına bırakması icma ile caizdir.
b) Zekât malı, koyun, keçi, deve
ve sığır gibi görünür mallardan olursa, Cumhurun görüşüne göre, onun zekâtını
devlet başkanına bırakması vaciptir. Çünkü onu isteme hakkı devlet
başkanınmdır. Dolayısıyla haraç ve cizye gibi ona verilir.
Şafiî
ise, Cedid'de şöyle der: Mal sahibinin, onu bizzat dağıtması caizdir. Çünkü o,
gizli malların zekâtı gibi bir zekâttır.
4- Müellefe-i kulûb: Bunlar,
İslâm'ın ilk döneminde, müslümanlıklarmı açıklayan, imanları zayıf olduğu için,
zekâttan bir pay ayrılarak, İslâm'a ısındırılmak istenen kimselerdir. Bunlar
iki çeşittir: Müslümanlar, kâfirler.
Küfür
hali üzerinde olan kâfirler ise, Hanbelî ve Maliki mezhebine göre, İslâm'a
teşvik etmek için zekât verilir. Çünkü Peygamber (s.a.), müslüman ve müşrik
müellefe-i kulûba verdi [47]
Hanefî
ve Şafiî mezhebine göre ise, ne İslâm'a ısındırmak, ne de başka bir maksatla,
onlara zekât verilmez. Çünkü, İslâm'ın ilk döneminde onlara zekâttan
verilmesi, müslümanların sayısı az, düşmanların çok olmasındandı.. Artık Allah,
İslâm'ı ve müslümanları aziz kıldı, kâfirlerin kalblerini ısındırmaya ihtiyaç
kalmadı. Peygamber (s.a.)'den sonra Hulefa-i Raşidin de, onlara zekâttan
vermedi. Nitekim Ömer (r.a): "Biz, müslümanlık üzerine bir şey vermeyiz;
dileyen inansın, dileyen inanmasın" demiştir.
Müellefe-i
Kulûb'tan müslüman olanlara gelince: Onlar çeşit çeşittir. Onlara,
müslümanlıklarmı kuvvetlendirmek için verilir.
1- İslâm'da kararlılıkları zayıf olanlar. Bu gibilere, müslümanlıklan kuvvetlensin
diye zekâttan verilir.
2- Kavmi içinde müslüman önder durumundaki kimse ki, ona zekât vermekle,
benzerlerinin müslüman olması umulur... Nitekim Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan b.
Harb'e ve başkalarına, Zeberkân b. Bedr ve Adiyy b. Hatim'e -kavimlerindeki
şereflerinden dolayı- zekât verdi.
3- Kâfirlere komşu müslüman ülke sınırında oturan kimse. Bunda bizi,
komşu kâfirlerin saldırısından koruma maksadı vardır.
4- Zekât vermeyi her ne kadar reddetmeseler de, kendilerine bir zekât
tahsildarı göndermek güç olan bir kavimden zekât toplayan kimse. Nitekim Hz.
Ebu Bekir, Adiyy b. Hâtim'e riddet yılında, kendisinin ve kavminin zekâtını
getirdiği zaman, zekâttan verdi. [48]
Hanefi'ler
ve İmam Malik şöyle der: İslâm'ın yayılıp kuvvetlenmesiyle, müellefe-i külûb'un
payı düşmüştür. İslâm'ın ilk döneminden bu zamana kadar zekât verilecek
sınıfların sayısı sekiz değil, yedidir. Bu payın düşmesi, sebebin sona ermesi
üzerine hükmün sona ermesi kabilindendir. Tıpkı, oruç tutma, vaktinin, gündüzün
bitmesiyle bitmesi gibi.
Alimlerin
çoğunluğu -Malikîlerden allâme Halil bunlardandır- ise şöyle der: Müellefe-i
Külûb'un hükmü devam etmekte olup nesh olunmamıştır. İhtiyaç halinde, onlara
zekâttan verilir. Hz. Ömer, Osman ve Ali'nin hilafetleri döneminde onlara
vermemeleri, onların payının düşmüş olmasından değil ihtiyaçları olmadığı
içindir. Çünkü ayet, Kur'an'm en son nazil olan ayetlerinden-dir. Onlara
vermekten maksat, onları İslâm'a teşvik etmektir. Onların bize yardım etmesi
olmadığı için, İslâm'ın yayılmasıyla bu payın düşmüş olması düşünülemez.
Kısacası
bu pay, devlet başkanının hakkıdır. O, yararlı gördüğü şeyi yapar.
5- Köleler: Yani köleleri kölelikten kurtarma yolunda. Nitekim
îbni Abbas ve İbni Ömer bu görüştedirler. Alimlerin çoğuna göre, bundan amaç,
gücü kuvveti yerinde, çalışıp kazanma takatmda olmakla beraber, efendilerine,
borçlarını ödeme kudretinde olmayan müslüman mükâteblerdir [49]
Çünkü, kölelikten kurtarılmak istenilen kimseye ancak mükâteb olduğu zaman zekât
verilir. Ce-nab-ı Hakk'm şu sözü de buna delâlet eder: "Ve onlara
(mükâteb, köle ve cariyelere) Allahü Teâlâ'nın size verdiği maldan verin"
(Nur, 24/33). Ancak Ebu Hani-fe ve arkadaşları şöyle der: Zekâttan, rakabe-i
kâmile (tam manasıyla köle) âzâd edilmez, fakat zekâttan, kölelikten kurtulması
için verilir, o hususta kendisine yardım olunur. Çünkü, Cenab-ı Hakk'm: "Kölelere..." sözü, zekât verenin, kölelikten âzâd etmeye
ortak olmasını gerektirir, müstakil olarak köle âzâd etmesini ifade etmez.
Malikîler
şöyle der: Kölelere ayrılan payla bir köle satın alınıp hürriyetine
kavuşturulur. Çünkü, her köle zikrolunan yerde, onu âzâd etmek kasdolunur. Azâd
etmek, hürriyete kavuşturmak ise, keffaretlerde olduğu gibi, ancak kmn (kendi
ve ebeveyni köle olan kimse) da olur. Onların idaresi, beytü'1-male aittir.
Zekât
malından hem köle âzâd etmek, hem de mükâteb (sözleşmeli köle)'e yardım etmek
için harcama yapmanın caiz olduğuna işaret eden bir hadis vardır. Ahmed,
Buharî ve Darekutnî, Berâ' b. Azib'ten rivayet ederler: Bir adam, Peygamber
(s.a.)'e gelerek: "Beni Cennete yaklaştıracak, cehennemden uzaklaştıracak
bir amel söyle" dedi. Resulullah: "Köle âzâd et, köle kurtar"
buyurdu. O adam: "ikisi bir şey değil mi?" dedi. Resulullah:
"Hayır, köleyi âzâd etmek, yalnız başına, kölelikten kurtarman; köleyi
kurtarman, onu kurtarmaya yardım etmendir" buyurdu.
Mükâtebe
zekât verilebilmesi için, müslüman ve muhtaç olması şarttır.
Bazı
alimler -Maliki İbn Habîb gibi- de, bu payla esirlerin fidyesi verilir,
demiştir. Dünyadaki köleliğe son vermek için, bugün bu söz dikkate alınmalıdır.
6- Borçlular: Bunlar, borçları çok olup ödeme güçleri olmayan
kimselerdir. Borçlu, Şafiîlere ve Hanbelîlere göre ister kendisi, ister başkası
için borçlansın veya ister itaat, isterse günah yolunda borçlansın farketmez.
Kendisi için borçlanırsa, ancak fakir olduğu zaman verilir. Eğer bir kişinin
öldürülmesi, ya da mal veya yağma sebebiyle meydana gelen ara bozukluğunu
-Ehl-i Zimmet arasında bile olsa- düzeltmek için borçlansa, zengin bile olsa
kendisine borçlular payından zekât verilir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur:
"Ancak şu beş durumda zengine zekât verilir: Allah yolunda gaza eden,
zekât tahsil eden, borçlu olan, malıyla zekât malını alabilecek durumda olan,
fakir olan komşusunun aldığı zekâttan kendisine hediye edilen" [50]
Hanefîler
şöyle der: Borçlu, borcunun dışında fazla olarak nisaba sahip olmayan, yani
fakir durumda olan kimsedir.
Malikîler
ise şöyle der: Borçlu fakir olup, borcunu ödeyecek parası olmayan kimsedir.
Tabii borç, içki içmek, kumar oynamak gibi bir günah dışındaki sebeble
olmalıdır. Kendine yetecek miktarda malı olduğu halde borçlu görünüp zekât
almak için borçlanıp bol harcamada bulunan kimseye zekât verilmez. Çünkü onun
maksadı kötüdür. Zekât almaya niyetlenip zaruretten dolayı borçlanan bir
fakirin durumu ise, bundan farklıdır. Ona, iyi niyetinden dolayı, zekâttan
borcu kadar verilir. Fakat, bir masiyet için yahut kötü bir maksatla borçlanan
kimse tevbe ederse, ona zekâttan en güzel şekilde verilir.
Alimlerin
çoğunluğu şöyle demiştir: Zekâttan, ölünün borcu ödenir: Çünkü o,
borçlulardandır. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben, her mümine
kendinden daha yakınım: Kim bir mal bırakırsa, mal ailesinindir. Kim bir borç,
yahut fakir çoluk çocuk bırakırsa, onların bakımı bana aittir, benim
üzerime-dir" [51]
7- Allah yolunda olanlar: Cumhurun görüşüne göre bunlar, askerî divanda
hakları olmayan mücahid gazilerdir. Zengin olsun, fakir olsunlar, kendilerine
gaza yolunda harcadıkları miktar kadar ödenir. Çünkü "yol" kelimesi
kullanıldığı zaman, Kur'an ve sünnette, gaza manası anlaşılır. Ama divanda,
takdir edilmiş bir maaşı olana verilmez. Çünkü onun yetecek bir maaşı vardır.
Bu sebeble muhtaç değildir. Hiç kimse malının zekâtıyla hac etmez, malının
zekâtıyla gaza etmez, o zekât malıyla onun adına haccedilmez, gaza edilmez. Bu
görüşe göre: Şimdiki orduya zekâttan verilmez. Çünkü askerler ve subaylara,
devrimizde sürekli aylık veriliyor. Ancak bugün, zaruret ya da genel ihtiyaç
durumunda, silah alımına, yahut cihad yolunda teberru verilebilir.
Ebu
Hanife, Allah yolundaki gaziye, ancak fakir olduğu zaman verilir, der.
Ahmed
ise, kendisinden gelen iki rivayetin en sahihinde şöyle demiştir: Hac,
"Allah yolu"ndandır. Dolayısıyla hac etmek isteyene zekâttan verilir.
Çünkü Ebu Davud, İbni Abbas'dan şöyle rivayet eder: Bir adam Allah yoluna bir
deve verdi, hanımı da haccetmek istedi, Resulullah (s.a.) ona: "Ona bin.
Çünkü hac, Allah yolundandır" buyurdu. Cumhur ulemâ bu görüşe şöyle cevap
vermiştir: Hac, Allah yoludur. Fakat ayet cihadla yorumlanır. İmam Malik,
Allah yolları çoktur, der. İbnü'l-Arabî, burada, "Allah yolu"ndan
amacın, gaza ve Allah yolu cümlesinden olduğu hususunda -Ahmed ve İshak
tarafından tercih edilen görüş müstesna. Onlara göre, hac murad olunmaktadır- herhangi
bir ihtilaf olduğunu bilmiyorum, der.
Bazı
Hanefîler, Allah yolunu ilim talebiyle Kâsânî ise, her türlü ibadet ve taatla
yorumlamıştır. O takdirde, ölülerin kefenlenmesi, köprü, kale ve mescid yapımı
gibi bütün hayır yolları bu kapsamın içine girer. Çünkü Cenab-ı Hakkın:
"Allah yolunda" sözü geneldir.
Özetle,
Allah yolundan amaç, mücahidlere -Şafiîlere göre zengin de olsalar, Hanefîlere
göre, fakir olmaları şartıyla; Ahmed, Hasan ve İshak'a göre hac Allah
yolundandır- vermektir.
Bazıları
müstesna, alimler zekâtın, mescid, köprü yapımı, yol ıslâhı, ölülerin
kefenlenmesi, borç ödenmesi, silâh satın alınması ve ayette zikrolunmayan diğer
ibadet çeşitleri gibi şahıs için mülkiyet söz konusu olmayan yerlere verilmesinin
caiz olmadığını savunmuşlardır.
8- Yolcuya: Beldesinden uzak bir yerde yolda kalan, yahut günah
için değil, ibadet için yolculuk yapmak isteyen, fakat maksadına yardımsız
ulaşmayan kimseye ibadet, hac, cihad ve mendup ziyaret gibi şeylerdir. Spor ve
seyahat gibi mubah bir yolculuk yapana bazı Şafiîlere göre -ihtiyacı söz
konusu ol-
madığından-
verilmez. Diğerlerine göre kendisine, -namazları kısaltması ve orucu yiyip
içmesi deliliyle- zekât verilir.
Yolcuya,
yolculuğundan muhtaç duruma düştüğü zaman -isterse vatanında zengin olsun-
maksadına ulaşacak kadar zekât verilir.
Geçen
vasıflardan birini iddia edip gelen kimseden, söylediğini ispat etmesi
istenir. Borçlu olduğunu ispat etmesi ona aittir. Diğer sıfatlarda ise, ikisi
de Maliki olan İbni Arabî ve Kurtubî'nin dediği gibi, görünen hal, şahit yerine
geçer, onunla yetinilir.
Şafiî
fakihi Rafiî, fakirlik, miskinlik gibi gizli nitelik durumunda, bunu iddia
edenden ispat etmesi istenmez. Herhangi bir delil olmaksızın verilir. Açık
nitelik durumunda ise, zekât tahsildarı, mükâteb köle ve borçludan ispat istenir,
müellefe-i kulub'dan, İslâm'da niyetinin zayıf olduğu iddiasını ispat etmesi
istenmez. Kavmi içinde önde gelen, kendisine itaat edilir kimse olduğunu söyleyen
kimseden delil istenir. Meşhur olması, kendisinden ispat istenen kimse hakkında
delil yerine geçer, der.
Nafakasını
karşılamakla yükümlü olduğu kimselere -ana-baba, çocuk ve zevce gibi- zekât
vermek caiz olmaz. Ama devlet başkanı, bir adamın zekâtını çocuğuna, ana
babasına ve zevcesine verse caizdir.
Zekâtı
muhtaç akrabaya vermek daha faziletlidir. İmam Malik: "En iyi verdiğin
zekât, nafakası sana ait olmayan akrabana verdiğin zekâttır. Bunun delili
Peygamber (s.a.)'in, Abdullah b. Mes'ud'un zevcesi Zeyneb'e söylediği sözdür.
Buharî ve Müslim rivayet ederler: "Senin için iki ecir vardır: Zekât ecri
ve sıla-i rahim ecri."
Verilecek
zekât konusu ihtilaflıdır: Borçluya borcu miktarmca verilir. Fakir ve miskine,
İmam Malik ve Ahmed'e göre, daha önce de geçtiği gibi, kendisine ve bakmakla
yükümlü olduğu kimselere bir yıl yetecek kadar, Şafiîlere göre ihtiyaç
miktarmca, Hanefîlere göre zekât nisabı miktarından fazla olmamak şartıyla
verilir.
Zekât
dağıtımında ayette anılan tertipteki önem zorunluluğu göz önüne alınır. Çünkü
tertip, istenen ve amaçlanan şeyi gösterir. Fakat "Allah yolu ve
yolcu" daha önce de açıklandığı gibi "fî" harf-i cerriyle tabir
olunduğu için "borçlu ve köle"den daha üstün iki sınıftır.
Allahü
Teâlâ, zekât almaya hakkı olanları andıktan sonra, "Allah'tan bir farz
olarak" buyurmuştur. Yani Allahü Teâlâ zekâtı, Allah'ın takdiri, farzı ve
taksimine göre takdir olunmuş bir hüküm olarak farz kıldı. Bu, zahiri anlayışa
aykırı davranmaktan uzaklaştıran bir şeydir.
"Allah
hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." Yani, işlerin dış ve iç
durumlarım, kulların yararını en iyi bilendir. Ancak, kulların hayrını ve yararına
olan şeyleri meşru kılar. Nitekim Hak Teâlâ zekâtı, nefsi kötülüklerden temizlemek,
malı korumak ve verdiği nimetlerden dolayı yaratıcıya şükür için emretti.
Nitekim Cenab-ı üak:"Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerine
temizlemiş, bununla onları bereketlendirmiş olasın" (Tevbe, 9/103)
buyurur. [52]
61-
İçlerinde öyle kimseler vardır ki,
Peygambere eziyet ederler ve: "O bir kulaktır" derler. De ki: "O, sizin
için bir hayır kulağıdır. Allah'a
inanır, mü- minlere inanır. O içinizden iman eden- ler *Çİn de bir rahmettir.
Allah'ın Rasulünü incitenler! İşte en acıklı azab onlarındır-
Münafıklardan
bir grup, Resulullah (s.a.) için söz söylemekle ona eza ederler, onu
ayıplarlar. "O, bir kulaktır, kendine her söyleneni dinler, onu tasdik
eder, ona kim bir şey söylese kabul eder, ona kim konuşsa, inanır. Ona varıp
yemin etsek, bizi tasdik eder" derler. Bu sözleriyle onun, saf, her
duyduğuna -onun hakkında düşünmeden ve işlerin arasını ayırt etmeden- çabuk
aldanan kimse olduğunu kasdediyorlardı. Bu, Peygamber Efendimizin, onlara
görünüşlerine göre muamele etmesinden ve sırlarını açıklamamasından ileri
geliyordu.
Allahü
Teâlâ, onun zararlı bir kulak değil, hayırlı bir kulak, yani kötülüğü değil,
hayrı dinleyen bir kimse olduğunu söyleyerek, onların iddiasını reddetmiştir.
O, doğruyu ve yalancıyı bilir. Fakat o, münafıklara şeriat hükümlerine ve edeblerine
göre davranır, onlardan hiçbirini utandırmaz. O, kâmil ahlâk sahibidir, örnek
insandır.
O,
Allah'ı tasdik eder, -başkalarını değil- samimi muhacir ve ensar müminlere
inanır. Ey münafıklar! O, içinizdeki inananlara bir rahmettir. Yani imanı açıklamıştır.
Zahir olan imanınızı kabul eder, sırlarınızı açıklayıp sizi rezil etmez.
Müşriklere yaptığını size yapmaz. O, hayır ve rahmet kulağıdır. Bu ikisinden
başkasını dinlemez ve kabul etmez. Müminlerin kendisine haber verdiklerini
tasdik eder, münafıkların haberine inanmaz. O, insanları dünya ve ahiret
saadetine hidayet buyurması bakımından bir rahmettir.
Hz.
Peygamberce sözle, ya da fiille -sihirbazlık, yalancılık, zeki olmamak gibi
şeylerle vasıflandırmak, adaletinde kusur bulmak gibi- eziyet edenler, eza
vermeleri sebebiyle ahirette acıklı şiddetli bir azaba maruz kalacaklardır. [53]
62-
Size, gönlünüzü hoş etmek için, Allah'a yemin ederler. Eğer mümin iseler,
Allah'ı ve Rasulünü hoşnut etmeleri daha doğrudur.
63-
Hâlâ bilmezler mi ki. kim Allah'a ve Rasulüne karşı muhalefet ederse, ona
içinde ebedî kalıcı olarak cehennem ateşi vardır. Bu ise, büyük bir
rüsvay-lıktır.
64-
Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin
tepelerine indirilmesinden endişe ederler. De ki: "Siz alay edip durun.
Şüphe yok ki Allah, endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır."
65-
Eğer onlara soracak olsan, elbette: "Biz sadece dalar ve
sakalaşırdık" derler. De ki: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Rasulü
ile mi eğleniyorsunuz?
66-
Özür dilemeye kalkmayın Sîz iman
ettikten sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek bile, bir taifeyi
günahkâr kimseler oldukları için azab-landırâcağız.
Allahü
Teâlâ, müminlere hitap ederek şu açıklamayı yapıyor: Münafıklar, sizi hoşnut
etmek için yalan yeminlere yöneliyorlar. Oysa Allah müminlerin, onların yalan
nifaklarının ortaya çıkacağını, işlerinin ortaya serileceğini bildiklerine
işaret ediyor.
Söyledikleri
söz ya da işten dolayı özür dilemek üzere sizi memnun etmek için, size yemin
ederler. Halbuki, asıl hoşnut edilmesi gerekenler Allah ve Ra-sulüdür. Bu da,
itaatla, muhalefet etmemekle, samimi iman ve salih amelle olur.
Burada,
zamirin tekil olarak getirilmesi, Peygamberi razı etmenin Allah'ı razı etmek
olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Allahü Teâlâ başka bir ayette: "Kim
Peygambere itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 4/80)
buyurmuştur. Çünkü Peygamberlik kaynağı bir, emirler ve nehiyler de birdir.
Kim,
gerçekten mümin olmuşsa, Allah ve Rasulünü razı etmiş olur, aksi takdirde
yalancı olur.
Sonra
Allahü Teâlâ onları, yöneldikleri, başvurdukları şeyin tehlikesini açıklayarak
azarlamıştır. Bunda meseleyi büyütme ve korkutma vardır: "Hâlâ bilmezler
mi ki..." Yani, münafıklar Allah'a ve Rasulüne düşmanlık eden ve sınırı
aşarak muhalefet eden, yahut işlerinde -meselâ zekât taksimi gibi- peygamberini
eleştiren, ahlâkında -onun kendisine her söyleneni işiten bir kulak olduğunu
söylemeleri gibi- onu tenkit eden kimsenin bir tarafta, Allah ve Ra-sulünün de
bir tarafta olduğunu, Allah'ın cezasının horlama ve azaba sebep olarak -büyük
rüsvaylık, zelillik ve horlanma şeklinde- ebediyyen cehennemde kalmak olduğunu
bilmezler mi?
Gerçek
şu ki, münafıklar işlerinin hakikatim bilirler. Onlar Allah'a ve Ra-sule
inanmazlar. Vahiy hususunda şek ve şüphe içindedirler. Huzursuz ve rahatsızdırlar.
Şek ve huzursuzluk, onları korku ve endişeye sevkeder. Onun için, Allahü Teâlâ
onları: "Münafıklar kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek
bir sûrenin tepelerine indirilmesinden endişe ederler..." diye
sınıflandırır. Yani, münafıklar müminlere, kendilerinin durumlarını haber
veren, sırlarını ortaya koyan, nifaklarını açıklayan bir sûre -Kâşife, Fâdıha,
Münbie denilen bu sure gibi- indirilmesinden korkarlar.
"Münafıklar
endişe ederler." sözü, emir değil bir haberdir. Kendinden sonra gelen
kısım buna delildir. "Şüphe yok ki Allah endişe ettiğiniz şeyi açığa çıkarandır"
sözü, şüphesiz Allah, korkmuş olduğunuz nifakınızı açığa çıkarandır, demektir.
Bununla
beraber onlar, daima Kur'an'la, peygamberlik ve müminlerle alay
ediyorlardı:"Anca& alay edicileriz" (Bakara, 2/14). Allah onları:
"De ki: "Siz hâlâ alay edin durun" sözüyle tehdit etmiştir.
Yani, ey Muhammedi Onlara söyle: Allah'ın ayetleriyle istediğiniz gibi alay
edin... Bu, tehdit amacı taşıyan bir emirdir. Şüphesiz Allah, meydana
gelmesinden korktuğunuz şeyi ortaya çıkaracak, sizi rezil rüsvay eden, işinizi
açıklayan şeyi peygamberine indirecek: "Yoksa kalblerinde hastalık
bulunanlar kinlerini Allah'ın meydana çıkarmayacağını mı sandılar? Eğer biz
dilesek, onları sana elbette gösteririz. Sen de onları muhakkak simalarından
tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Allah, amellerinizi
bilir" (Muhammed, 47/29-30).
Sonra
Allah, yeminle ifade ediyor: Ey peygamber! Eğer sen onların bu sözleri ve
hezeyanları hakkında sorsan, sözlerinde ciddi olmadıklarını, şaka yapıp
eğlendiklerini söylerler. Allah, o gibileri azarlayıp yaptıklarından hoşlanmadığını
ifade için: "Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulü ile mi
eğleniyordunuz?" buyurmuştur. Yani, bu, bir eğlence konusu değildir. Başka
alay edecek bir şey bulamadınız mı? Çünkü Allah'la, ayetleriyle ve
peygamberleriyle alay etmek, küfürdür. Allah'la istihzadan amaç, Allah'ın zikri
ve sıfatlarıyla, teklifleriyle alay etmektir. Allah'ın ayetleriyle alay
etmekten amaç, Kur"an ve diğer din hükümleriyle alay etmektir.
Peygamberle alay etmek ise, onun peygamberliğine, ahlâkına ve işlerine dil
uzatmaktır.
Sizin
sözünüz kabul edilecek bir özür değildir. Bu büyük suçtan kurtulmak için,
şöyle veya böyle asla özür dilemeyin. Çünkü siz küfrettiniz. İmanınızı ortaya
koyduğunuz gibi, küfrünüz de ortaya çıktı. İşiniz herkes tarafından anlaşıldı.
"Özür dilemeyin" sözü, azarlama şeklindedir. Adeta, faydası olmayan
şeyleri yapmayın denmek isteniyor.
Mihaşş
b. Hımyer gibi, samimi tevbe ettikleri için bazınızı affetsek bile, bazınızı
-nifak üzere kaldıkları, büyük günahlar işledikleri, kendilerine ve başkalarına
karşı suç işledikleri için- azaplandıracağız. Sizin azaplandırılmanız, suç
işlemeniz sebebiyledir. [54]
67-
Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler. Onlar münke-ri
emreder, marufu nehyederler. Ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular.
O da, onları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fâsıkların ta kendileridir.
68-
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyen
kalıcılar olmak üzere cehennem ateşini vaad etti. Bu, onlara kâfidir. Allah,
onları rahmetinden kovdu. Onlar için bitip tükenmeyen bir azab vardır.
69- Kendinizden evvelkiler gibisiniz. Onlar
kuvvetçe sizden daha ileriydi. Malları ve evlatları da daha çoktu. Nasipleri
kadar faydalanmak istediler. Sizden evvelkiler nasiplerince faydalanmak
istedikleri gibi, siz de faydalanmak istediniz ve onların daldıkları gibi
daldınız. Onların dünyada da, ahi-rette de yaptıkları boşa gitti. İşte bunlar,
zarara uğrayanların da ta kendileridir.
70-
Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin,
Medyen Ashabının, Lût'un darmadağın olan kasabalarının haberi de gelmedi mi?
Onlara peygamberleri apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor
değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Bu
ve bundan sonraki ayetler, müminlerin sıfatlarıyla münafıkların sıfatları
arasındaki açık farkları ortaya koyuyor. Müminler iyiliği emredip kötülüğü
nehyederken, münafıkların bunun aksini yaptıklarını açıklıyor.
Münafık
erkeklerle münafık kadınlar, münafıklık sıfatında, imandan uzaklıkta, ahlâk ve
amelde birbirlerine benzerler. "Onlar münkeri emrederler." Münker,
şeriatın hoş karşılamadığı ve nehyettiği, selim yaratılışın ve sahih aklın
kabul etmediği -yalan söylemek, hainlik etmek, sözünde durmamak ve ahdini
bozmak gibi- şeydir. Buhari, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin Ebu Hüreyre'den
tahric ettiği sahih hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Münafığın
alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz.
Kendisine bir şey emanet edildiğinde, ona hainlik eder." "Maruftan
nehyederler." Maruf: Şeriatın emrettiği, akim ve yaratılışın kabul ettiği
-cihad ve Allah yolunda vermek gibi- şeydir. Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında
şöyle buyurur: "Resulullahın yanındakilere infak etmeyin, ta ki dağılıp
gitsinler diyenler onlardır" (Münafikûn, 63/7).
Onlar,
Allah'ın zikrini unuttular, Allah'ın emrini, yasaklarını içine alan şer1!
sorumluluklardan uzaklaştılar. O da, onları unuttu. Onları, fiillerinin benzeriyle
cezalandırdı. Onlara, kendilerini unuttuğu kimseler gibi muamele etti. Dünyada
lütfundan, rahmetinden, fazlından ve yardımından, ahirette de sevabından
mahrum bıraktı. "Bugün biz, sizi unuturuz" (Casiye, 45/34). Çünkü onlar
Allah'a itaati terkettiler.
Şüphesiz
münafıklar fasıktırlar; hak ve doğru yolun dışmdadırlar, dalalet yolundadırlar.
Her türlü hayırdan uzaktırlar, küfürde azgınlık üzeredirler.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların cezalarını açıklamak üzere: "Allah, erkek münafıklara
da, kadın münafıklara da, kâfirlere de, orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere
Cehennem ateşini vadetti" buyurmuştur.
Allahü
Teâlâ, onları cezalandıracağı ve kâfirlerin içine katacağı şeklindeki vaadini
pekiştirmiş; onların hepsini de, içine girecekleri ve sonsuza kadar kalacakları
cehennem azabıyla -azap ve amellerinin cezası olarak o yeter- korkutmuş,
onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için cehennem azabından başka,
sürekli bir azap ya da dünyada nifak hastalığından dolayı karşılaştıkları
sürekli bir işkence, iç yüzlerini ve çeşitli kepazeliklerini, Peygamber ve müslü-manların
bilmesi korkusu, endişesi vardır.
Erkeklerle
beraber kadınların da anılması, hastalığın köklü ve genel olduğuna delildir.
Kâfirlerin münafıklardan sonra anılması, münafıkların kâfirlerden daha kötü
olduğunu gösterir.
Sonra
Allahü Teâlâ, bu münafıklara dünya ve ahirette ulaşacak azabı açıklamıştır. O
azap, geçmiş peygamberler dönemindeki münafıklar ve kâfirlerin azabıyla
benzerlik gösterir. Siz de, onlar gibi dünyaya ve dünyanın geçici mallarına
aldanıyorsunuz. Onlar sizden daha kuvvetli, mal ve evlatça daha güçlüydüler.
Onların dünya malına aldanıp gereksiz sözlere daldıkları gibi, siz de dünya
malına aldanıp gereksiz sözlere daldınız. Onlar gibi, mal ve çocuktan dünya
lezzetleri ve nazlarından yararlanmaya koyuldunuz, Allah'ın ve Resulullah (s.a.)'in
yolunda gitmeyi terkettiniz. İşlerin sonunu düşünüp ahirette kurtuluşu istemek
için çalışmadınız. Sizde hayır, onlarda şer sebepleri çok olduğu halde, haliniz
onlardan daha kötü oldu. Onlardan daha çok cezayı hak ettiniz. "Onlar,
nasipleri kadar faydalanmak istediler." Kendilerinden öncekilerin yaptığı
gibi, onlar dünya ya da dinden nasiplerini almak istediler.
Onların
bâtıl şeylere daldığı gibi. siz de bâtıl şeylere daldınız.
İlk
olarak öncekilerin, sonra münafıkların, daha sonra bir daha öncekilerin dünya
nimetlerinden nasiplerini aldıklarını söylemekten amaç, dünya nimetlerine
daldıklarından dolayı öncekileri kötülemek, ahiret saadetinden mahrum
olduklarını ifade etmektir. Sonra Allah, mübalağayı ve benzeme şeklinin
çirkinliğini artırmak için, İslâm dönemi münafıklarını onlara benzetti. Nitekim,
bir kimsenin zalimlik ve kötülüğüne işarette bulunmak isteyen kimse, ona:
"Sen Firavun gibisin. O, suçsuz yere öldürüyor, sebepsiz işkence ediyordu.
Sen de, onun yaptığının aynısını yapıyorsun" der. Kısacası buradaki
tekrar, pekiştirme içindir.
Allahü
Teâlâ, dünyayı istemede ve ahiretten yüz çevirmede, bu münafık ların, o eski
kâfirlere benzemediklerini açıkladıktan sonra, bu iki fırka arasındaki başka
bir benzerliği açıklıyor: Peygamberleri yalanlamak, hile yapıp aldatmak, ahdi
bozup hiyanet etmek. "Onların daldıkları gibi, daldınız." Onların
yalana ve bâtıla daldığı gibi, siz de daldınız.
Sonra
Allahü Teâlâ, evvelki ve sonraki bütün münafıkların, kâfirlerin amellerinin
sonucunu açıkladı: "Dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gitti."
Çünkü onların yaptıkları riya ve gösterişle yapılmıştı. Onlar, Allah rızasını
düşünmediler. Çünkü amellere sevap verilmesi, iman şartına bağlıdır. Onlar ise
gerçekten inanmamışlardı. İmanı açıklamışlar, küfrü içlerinde gizlemişlerdi. Bu
yüzden, münafık olmuşlardı. İşte onlar, kâr edecekleri yerde zarar edenlerin ta
kendileridir. Çünkü onlar, sevap kazanmaya çalışmadılar, kendilerini
peygamberleri reddetmek için yoruldular. Dünya ve ahirette, iyiliklerin boşa
gittiğini gördüler, dünya ve ahirette ceza buldular.
Bu,
Cenab-ı Hakk'm şu sözü gibidir: " De ki: "Amelleri açısından en çok
ziyana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, dünya hayatında
yaptıkları boşa gitmiştir, üstelik iyi yaptıklarını sanırlar." (Kehf,
18/103-104). Allahü Teâlâ'nm: "Onların amelleri boşa gitmiştir" sözü,
Allahü Teâlâ'nm şu sözünde işaret olunan salihlerin işinin zıddıdır: "Ve
ona dünyada ecrini verdik. Ahirette de o, salihlerdendir" (Ankebut,
29/27).
Allahü
Teâlâ, İslâm dönemi münafıklarının halini, geçmiş dönemlerjn kâfirlerinin
haline benzettikten sonra, o kâfirlerin bu münafıklardan daha kuvvetli, daha
çok mal, çoluk çocuk sahibi iken amellerinin boşa gittiğini, rezil rüs-vay
olduklarını, dolayısıyla bu münafıkların da, dünya ve ahiret iyiliklerinden
mahrum kaldıklarını açıklamıştır.[55]
Sonra
Allahü Teâlâ, bu peygamberleri yalanlayan münafıklara öğüt verip: "Onlara
kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?" sözüyle korkutuyor. Yani,
peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin haberi size söylenmedi mi? Sonra
Cenab-ı Hak, altı kavmi anıyor. Bunlar, Nuh (a.s.)'a iman edenler hariç,
yeryüzündeki bütün insanları kaplayan tufanla, suda boğulan Nuh kavmi, Hûd
(a.s.)'ı yalanladıkları zaman, kısırlaştırıcı bir rüzgârla helak edilen Hûd'un
kavmi Ad, Salih (a.s.)'m kavmi Semûd, kendilerinden nimetin alındığı ve bir
sinek musallat kılınarak helak edilen İbrahim (a.s.)'m kavmi, şiddetli bir yer
sarsıntısı ve gölgelik gününün azabı gelen Şuayb (a.s.)'ın kavmi Ashab-ı
Medyen; Meadin'de oturan, Allah tarafından yere geçirilen, yerleri altına üstüne
getirilen, üzerlerine taş yağdırılan Lût (a.s.)'m kavmi Mü'tefikât'tır. [56] Cenab-ı
Hak başka bir ayette de: "Şehirlerini O kaldırıp yere attı" (Necm,
53/53) buyuruyor. Yaşadıkları yerlerin ve baş şehirleri Sodom'un -Allah'ın
peygamberi Lût (a.s.)'ı yalanlamaları ve dünyada daha önce hiç kimsenin
yapmadığı o çirkin işi (livata) yaptıklarından dolayı- altını üstüne getirdi.
Allahü
Teâlâ'nm bu altı kavmi anmasının sebebi, bu kavimlerle ilgili bazı haberleri
duymaları, bazan de onlarla ilgili kalıntıları görmeleri sebebiyledir. Nitekim
yaşadıkları belde, yani Şam, Arap beldelerine yakındı.
Allahü
Teâlâ'nm: "Onlara kendilerinden öncekilerin haberleri gelmedi mi?"
sözü, pekiştirme ve azarlama sorusudur. Onlara, bu kavimlerin haberi geldi,
fakat ibret almadılar demektir.
Bunlar,
peygamlerlerinin kendilerine açık delillerle ve mucizelerle geldiği kimselerdi.
Burada takdirî olarak, onların hakk'ı yalanladığı, Allah'ın da onları çabucak
gelen bir helakle yok ettiği anlamı vardır.
"Allah
onlara zulmediyor değildi." Çünkü O, onlara peygamberler göndermekle açık
delillerini gösterdi: "Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı."
Çünkü çirkin işler işliyor, peygamberleri yalanlıyor, hakka muhalefet
ediyorlardı. Zulüm, Allah'tan değil, kendilerinden geldi. O azabı hak ettiler.
Bu
kavimleri hatırlatmaktan amaç, münafıkların ve kâfirlerin şunu bil-mesidir:
Allah'ın kulları hakkındaki kanunu birdir, değişmez. Küfürlerinde ısrar
ettikleri müddetçe onlara azap inecektir. Çünkü geçmişte uygulanan benzer şey,
bugünkü benzerine uygulanır: "Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır?
Yoksa sizin kitaplarda bir beraatiniz mi var?' Kamer. 54/43). [57]
71-
Mümin erkeklerle mümin kadınlar da, birbirinin velileridir. Bunlar iyiliği
emreder, münkerden vazgeçirmeye çalışırlar. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı
verirler. Allah'a ve Resulüne de itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine
rahmet edecekleri bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.
72-
Allah, mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, içlerinde ebediyen kalmak
üzere, altından ırmaklar akan cennetler vaadetti. Bir de Adn cennetlerinde hoş
meskenler. Allah'ın rızası ise, hepsinden büyüktür. İşte bu, en büyük saadetin
tâ kendisidir.
Şüphesiz,
erkek ve kadın bütün iman ehli birbirleriyle yardımlaşırlar, birbirlerine
destek olurlar. Nitekim Peygamber(s.a.) Efendimiz: "Müminin mümine
bağlılığı, taşları birbirine kenetli bir duvar gibidir" buyurmuşlar ve
parmaklarını birbirlerine geçirmişlerdir. Yine, başka bir sahih hadiste:
"Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, müminler, -bir organı
rahatsız olduğu zaman, diğer organlarını da, uykusuzluk ve ateş saran- bir
vücud gibidir..." buyurmuşlardır.
Müslüman
erkeklerle müslüman kadınlar arasında, savaş meydanlarında ve her türlü zor
durumda -meselâ hicret ve cihad gibi- erkeklerin iffetlerini ve gözlerini
korumaları, kadınların büyük bir edep, haya ve iffetle hareket etmeleri,
gözlerini korumaları, konuşma, giyim ve işlerinde güzel ve övünülecek davranış
içinde olmaları şartıyla, karşılıklı yardımlaşma oldu. Hicretin başarıyla
gerçekleşmesinde kadının -zâtü'n-Nıtâkayn Esma gibi- açık bir rolü olmuştur.
Düşmanlarla savaşlarda, çatışmalarda kadınlar su dağıtıyor, yemek hazırlıyor ve
savaşa teşvik edip yenilip geri çekilen erkekleri geri döndürüyorlar, yaralan
sarıyor, hastaları tedavi ediyorlardı.
Cenab-ı
Hakk'ın, müminler hakkındaki: "Onlar birbirinin velileridir" sözü,
münafıklar hakkındaki, "onlar birbirlerindendir" sözünün
karşılığıdır. Çünkü müminler, kardeştir. Onları, muhabbet, sevgi birbiriyle
yardımlaşmaları, birbirlerini sevmeleri efendi eder. Münafıkları birbirlerine
bağlayan hiçbir inanç ve kuvvet bağı yoktur. Onlar ancak şüphede, korkaklıkta,
cimrilikte, yenilgide ve tereddütte birbirlerinin uydusudurlar. Çünkü onların
kalbleri farklıdır.
Allahü
Teâlâ burada, birbirlerinin velileri olma özelliğinden başka, müminin
münafıktan farklı olduğu beş özellik daha zikretmektedir: "Onlar, iyiliği
emrederler, kötülükten nehyederler, namazı güzelce kılarlar, zekâtı verirler,
Allah'a veRasulüne itaat ederler.."
Müminler
iyiliği, münafıklar ise kötülüğü emreder. Müminler kötülükten, münafıklar ise
iyilikten nehyederler. Müminler, en güzel şekilde ve Allah'a huşu içinde namaz
kılarlar, münafıklar ise, namaza tembel tembel ve insanlara gösteriş için
kalkarlar.
Müminler,
nafile sadakaları vermekle beraber, üzerlerine farz olan zekâtı da verirler.
Münafıklar ise. cimrilik ederler, Allah yolunda harcamaktan ellerini tutarlar.
Müminler,
emrettikleri şeyleri yapmak, nehyettiklerini terketmek suretiyle Allah'a ve
Peygamberine itaat ederler. Münafıklar ise, Allah'a itaatin dışına çıkmış,
fasık azgın kimselerdir. Müminler, sahip oldukları bu sıfatlar sebebiyle,
rahmeti hak ettiler: "İşte bunlar: Allah onlara rahmet edecektir."
Yani Allah, bu sıfatlarla vasıflananlara rahmet edecek, dünya ve ahirette
onları rahmetiyle gözetecektir. Bunun mukabili, Allah'ın münafıkları
rahmetinden uzaklaştırma-sıdır: "Onlar, Allah'ı unuttular. O da. onları
unuttu." Allah münafıklara cehennem azabını vaadettiği gibi, müminlere de
gelecek rahmeti -ahiret sevabı- va-adetti.
Şüphesiz
Allah, azizdir, mükâfat ve cezasını gerçekleştirmekten, hiçbir şey O'nu
engelleyemez. Hakimdir, hiçbir şeyi yerinin dışına koymaz. O'nunla kulları
arasına hiçbir engel giremez. Onun rahmetini, ya da cezasını engelleyemez. O,
kullarının işini adalet, hikmet ve sevaba uygun olarak düzenleyen hikmet
sahibidir. Müminlere cenneti ve ndvanı verir, münafıkları ise cehenneme atar,
azap ve gazap eder.
Sonra
Allahü Teâlâ, müminlere vaadettiği rahmetinin birçok hayırlara ve ağaçları
altından nehirler akan ve altlarını örten ağaçlar içinde ebedî kalman
cennetlere ve o cennetlerdeki yapısı güzel, oturması hoş evlere şamil olduğunu
açıklamıştır. Sahihayn'da Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet olunan bir hadiste Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İki cennet vardır ki, kap kaçakları
ve eşyaları altındandır. Yine iki cennet daha vardır ki, onların da kap
kaçakları ve eşyaları gümüştendir. Adn cennetindeki insanlar Rablerini, yüzünde
kibriya ri-dâsı olduğu halde görürler..." Sonra Resulullah (s.a.):
"Şüphesiz, müminin cennette içi boş, tek bir inciden bir çadırı
olacaktır. Onun uzunluğu, altmış millik bir mesafedir. Müminin orada ehli olur,
o onları dolaşır, onlar birbirlerini görmezler."
Yine
Buhari ve Müslim'de Ebu Hüreyre'den rivayet olunan hadiste, Hz. Peygamber
(s.a.): "Şüphesiz cennette yüz derece vardır. Allah onları, yolunda cihad
edenlere hazırlamıştır. İki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe
vardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevsi isteyin. Çünkü o, cennetin en
yüce ve en üstün olanıdır. Cennetin ırmakları oradan fışkırır. Onun üstünde
Rah-man'ın arşı vardır" buyurmuştur.
Adn
Cennetleri: Firdevs gibi, cennet derecelerinden bir derecenin ve bir yerin
ismidir. Nitekim: "O Adn cennetlerine ki, onları Rahman kullarına gıyaben
vaad etmiştir" (Meryem, 19/61) ayetiyle "Kelime ve İbareler"
bölümünde geçen Ebu'd-Derdâ hadisi buna işaret eder. Adn'm oturmak, karar
kılmak mânâsına olduğu da söylenmiştir. Bu mânâya göre Adn cennetleri,
yerleşme ve ebedî kalma cennetleridir. Şu ayetlerde de bu mânâyadır:
"Cennet-i huld (ebedilik cenneti)" (Furkan, 25/15)
"Cennetü'l-Me'vâ" (Necm, 53/15). O halde, cennetlerin hepsi de, Adn
cennetleridir.
Yine
müminler için, cennetlerden daha büyük daha yüce olan Allah'ın rızası vardır.
Bu, manevî mutluluğun bedenî saadetten daha mükemmel, daha şerefli olduğuna
kesin delildir. İmam Malik ile Buhari ve Müslim'in Ebu Said el-Hudrî
vasıtasıyla rivayet ettiği şu hadisi de bunu destekler: Allahü Teâlâ, cennet
halkına seslenir: "Ey cennet halkı!". Cennet halkı: "Buyur
Rabbimiz, buyur! Hayır sendendir" der. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Razı oldunuz mu?" Cennet halkı sorar: "Niye razı olmayalım, ey
Rabbimiz! Mahlûkatmdan hiç kimseye vermediğini bize verdin..." Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "Size, bundan daha üstününü vereyim mi?" Cennet halkı
sorar: "Bundan daha üstün ne var, ya Rabbi?" Allahü Teâlâ şöyle
buyurur: "Size rızamı indiriyorum. Ondan sonra size, asla
kızmayacağım"
Şöyle
de denilmiştir: Rıza, kıyamet gününde Allah'ı görmektir. Nitekim, Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: "İhsanda bulunanlara daha güzel ve bir de fazlası
vardır" (Yunus, 20/26).
Cenab-ı
Hak, bu üç şeyi (cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler, Allah'ın en büyük
rızası) zikrettikten sonra: "İşte bu, en büyük saadetin tâ kendisidir"
buyurdu. Yani, Allah'ın bu vaadi, yahut rızası veya her ikisi (bedenî ve ruhî
saadet) yegane büyük kurtuluştur. Aksine insanların kurtuluş zannettiği ve
münafıklarla kâfirlerin daima ihtirasla istediği fani dünya nimetleri değildir. [58]
73-
Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ol.
Onların yerleri cehennemdir. O, ne çirkin bir dönüş yeridir.
74- Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler.
Şüphesiz o küfür kelimesini söylemişlerdir. Onlar, müslüman-lıklarını ilan
ettikten sonra kâfir oldular ve ulaşamadıkları bir şeye yeltendiler. Halbuki
intikam almaya kalkışmaları için, Allah ve peygamberinin, keremiyle onları
zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktu. Eğer tevbe ederlerse,
onlar için hayırlı olur. Eğer (imandan) yüz çevirirlerse, Allah onları, dünyada
da (öldürülmekte) ahi-rette de pek acıklı bir azapla azaplan-dırır. Onlar için
yeryüzünde bir veli ve bir yardımcı yoktur.
Cihad
üç çeşittir: Açık düşmanla cihad, şeytanla cihad, nefis ve hevâ, hevesle
cihad. "Ve Allah (yolun)da hakkıyla cihad edin" (Hac, 22/78); 'Ve
Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin" (Tevbe, 9/41)
ayetleriyle Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Hibbân ve Hakim'in Enes b.
Mâlik'ten rivayet ettiği: "Müşriklerle, mallarınızla, canlarınızla ve
dillerinizle cihad edin" hadisi, üç cihâd şeklini de içine alır. Dille
cihad: Delil ve burhan ileri sürmektir.
İbni
Kesir, Emiru'l-Müminin Ali b. Ebî Talib'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Resulullah (s.a.) dört kılıçla gönderildi:
1- Müşriklerle ilgili kılıç: "O haram olan aylar çıktığı zaman,
artık o müşrikleri nerede bulursanız, öldürün" (Tevbe, 9/5).
2- Kâfirlerle ilgili kılıç: "Kendilerine kitap verilenlerden
Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını
haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle hakir ve
zelil, kendi elleriyle cizyelerini verinceye dek savaşın" (Tevbe, 9/29).
3- Münafıklarla ilgili kılıç: "Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla
cihad et" (Tevbe, 9/73).
4- Bağilerle (isyankârlarla) ilgili kılıç: "O tecâvüz edenle
Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın." (Hucurat, 49/9).
Bu,
münafıklık gösterdikleri zaman onlarla kılıçla cihad edileceği gereğini ifade
eder. Nitekim İbni Cerir et-Taberî de bu görüşü benimser. Nifaklarını
gös-termezlerse onlara, imamların ittifakıyla müslümanlara yapılan muamele yapılır.
Ancak, dinden dönerlerse, yahut müslüman cemaata karşı kuvvet kullanarak
taşkınlık yaparlarsa veya İslâm'ın şiarı ve erkânını yerine getirmekten
çekinirlerse durum değişir. İbni Abbas (r.a.): "Kâfirlerle cihad kılıçla,
münafıklarla cihad dille, yani hüccet ve bürhân ileri sürmekle olur"
demiştir.
Kâfir:
İslâm'a inanmayan, yahut şehâdeteyni söylemeyen her kimsedir. Küfr: Allahü
Teâlâ'nın nimetini örtmek ve İslâm'ı inkâr etmektir. Münafık: küfrünü örten ve
onu diliyle inkâr eden kimsedir.
Ayetin
mânâsı: Ey peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert ve
katı davran. Onlara muhabbet gösterme ve yumuşak davranma. Bil ki, onların
gideceği yer yoktur. Onların dönüp varacağı yer ne kötü bir yerdir:
"Gerçekten o, ne kötü bir karar ve ikâmet yeridir" (Furkan;, 25/66).
Yani, onlar için iki azâb vardır: Cihadla dünya azabı, cehennemde de âhiret
azabı.
Cihâd,
gayret sarfetmekten ibarettir. Ayette, cihâdın kılıçla yahut dille, ya da başka
bir yolla olacağına işaret eden bir şey yoktur. Ayet, iki fırkayla da cihâdın
gerekli olduğuna delâlet eder. Mücahedenin nasıl olacağı keyfiyetine gelince,
ayetin lafzı buna işaret etmez. Bu husus başka bir delilden bilinir. Bu,
Razî'nin tercih ettiği sahih görüştür.
Ayetin
dışındaki diğer deliller, kâfirlerle cihadın kılıçla, münafıklarla cihadın
bazan delil ve burhan ileri sürmekle, bazan yumuşak davranmayı terkle, bazan da
azarlamakla olacağına işaret etmektedir. İbni Mes'ûd, Cenâb-ı Hakk'ın:
"Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et" sözü hakkında, bunun bazan elle
(savaş silahıyla), bazan dille olacağını, bunlara gücü yetmezse, ona karşı dişlerini
gıcırdatmak, ona da gücü yetmezse, kalbiyle buğzedilmesi gerektiğini
söylemiştir.
Şüphesiz
Allah'ın emriyle ve peygamberin hükmüyle hüküm veren, münafıklara zahiren
müslümanlara muamele ettiği gibi muamele eden İslâmî siyâset, onların çoğunun
tevbe etmesine ve binlercesinin müslüman olmasına neden olmuştur.
Sonra
Allahü Teâlâ kâfirlerle ve münafıklarla cihad sebeblerini -sözle küfürlerini
açıklamak, Resulullah (s.a.)'e suikast teşebbüsünde bulunmak, Allah'ın
ayetleriyle, peygamberle ve müminlerle eğlenmek gibi- anarak şöyle buyurdu:
"Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler." Kur'ân münafıkların,
kendilerinden rivayet olunan küfür kelimesini söylemediklerine dair Allah'a
açıkça yalan yere yemin ettiklerini bildirir. Kur'ân, o küfür kelimesini, onu
zikretmekten münezzeh olduğu için ve müslümanların Kur"ân'ı okurken okumamaları
için anmamıştır.
Münafıklar
-15 kişiydi- Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten geri dönerken, ona suikast
hazırlamak ve devesinden itip düşürmek üzere bir araya geldiler. Peygamberliğine
ta'n ettiler, ona yalan nisbet ettiler, yapmacık peygamberlik iddiasında
bulunmakla itham ettiler. İşte, Zeccâc ve Razî'nin tercihine göre, küfür söz
söylemek budur.
Müslüman
olduktan sonra kâfir oldular demek, müslüman olduklarını açıkladıktan sonra
küfürlerini açıkladılar, demektir.
Ulaşamadıkları
bir şeye yeltenmemeleri ise, Hz. Peygamber'e Tebük'ten geri dönüşünde, Akabe'de
sûikasd düzenlemektir. Sahih olan görüşe göre, onların sayısı -Müslim'in
rivayetinde de belirtildiği gibi- on ikidir.
Bu
münafıklar İslâm'ı, dini ve Hz. Peygamber'in peygamberliğini Medine'de diğer
ensar gibi fakir iken Allah ve Resulü savaş ganimetleriyle zengin kıldığı için
inkâr ettiler, ayıpladılar. Nitekim, Peygamber (s.a.) ensâra şöyle demiştir:
"Sizler fakirdiniz, Allah benimle sizi zengin kıldı." Medinelilerin
çoğu ihtiyaç ve geçim sıkıntısı içindeydi. Resulullah(s.a.) Medine'ye gelince,
ganimetlerle onları zengin etti.
Rivayete
göre, Celâs b. Süveyd (Tebük'ten geri kalanlardan biri)'in kölesi öldürüldü.
Resulullah (s.a.), diyetini 12 bin olarak belirledi ve böylece o, zengin oldu.
Ortada,
onların zenginliğine sebep olan İslâm'dan başka ayıplayacakları hiçbir şey
yoktu. Bu, zemme benzeyen bir övgüdür.
Nifaklarından
ve kötü sözlerinden, kötü işlerinden tevbe ederlerse, bu onlar için daha
hayırlı ve daha uygun olur, hayra nail olurlar, Allah tevbelerini kabul eder.
Bunda, onları tevbeye teşvik, ümit ve emel kapısını açmak vardır.
Eğer
nifakta ısrar edip tevbeden yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette
elem verici bir azâbla azâblandırır. Dünyadaki azâbları öldürülmeleri, çoluk
çocuklarının, kadınlarının esir edilmesi, mallarının ganimet alınması, korku, üzüntü
ve huzursuzluk içinde yaşamalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, onlar hakkında şöyle
buyurur: "Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar veya bir delik
bulsalardı, yüzlerini sür'atle o tarafa çevirirlerdi" Tevbe, 9/57);
"Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar" (Münafıkûn, 63/4). Ahiretteki
azâblarına gelince, cehennemin en altına atılmaktır.
Dünyada
onların işlerini üstlenecek, onları savunacak hiçbir dostları, onlara yardım
edip azabtan kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur. Çünkü müminler,
birbirlerinin dostlarıdır. Münafıkların ise, birbirlerine dostluğu ve yardımı
yoktur. Onlar için bir hayır sağlayacak ya da onlardan bir kötülüğü uzaklaştıracak
hiç kimse yoktur. [59]
75-
İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti: "Eğer bize kereminden verirse,
andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak salihlerinden olacağız."
76-
Allah kendilerine kereminden verince de cimrilik edip yüz çevirdiler. Onlar
öyle dönektirler.
77-
Nihayet Allah'a vaad ettiklerini tutmadıkları, yalan söyleyegeldikleri için, O
da akibetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar bir nifak
yaptı.
78-
Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz onların sırlarını da, fısıltılarını da biliyor
ve muhakkak Allah, gaybları çok iyi bilendir.
Münafıklardan
bazıları, eğer Allah kendilerini fazlından zengin ederse, zekât verip sıla-i
rahim ve cihad gibi Allah rızası yolunda mallarını harcayan salihlerden
olacakları konusunda Allah'a ve Peygamberine söz vermişlerdi. "Elbette
sadaka vereceğiz" sözü, vacip olan zekâtın verilmesine, "Elbette
salihlerden olacağız" sözü de, mutlak mânâda verilmesi gerekli her türlü
malı vermeye işarettir.
Allah
onları rızıklandırıp istediklerini fazlından verdiği zaman, söylediklerini
yerine getirmediler. Mallarında cimrilik gösterdiler. Zekât olarak hiçbir şey
vermediler, ümmetin yararına hiçbir harcamada bulunmadılar. Aksine, kendilerine
verilen her türlü kudretle sözlerini yerine getirmekten ve Allah'a tâatten geri
durdular, münafıklığın ruhlarına kök salması sebebiyle, infaktan ve İslâm'dan
kesinlikle yüz çevirdiler.
Zekât
verme ve hayır yolunda sarfetme hususunda cimrilik gösterdiler, İslâm'dan yüz
çevirdiler. Bu, Allahü Teâlâ'nm onları üç vasıfla vasıflandırdığına işaret
eder: Birincisi; cimriliktir ki, bu hakkı vermemekten ibarettir. İkincisi,
verdiği sözden yüz çevirmektir. Üçüncüsü ise Allah'ın tekliflerinden ve emirlerinden
yüz çevirmektir.
Allahü
Teâlâ, onların işlerinin âkibetini kalblerinde nifak haline getirdi.
Nifaklarını artırdı. Denilmiştir ki, o cimrilik onlara münafıklık getirmiştir.
Bunun için: "O hususta cimrilik gösterdiler" buyurulmuştur. Fakat
birinci görüş, daha sahihtir. Çünkü cimrilik, normal halde insanı münafıklığa
götürmez. Fakat birçok fâsıkta cimrilik vardır. Çünkü "O'na
kavuşacaklar" cümlesindeki zamir, Allahü Teâlâ'ya gider.
Bu
nifak, onların kalblerinde, âhiretteki hesap gününe kadar sabit olarak kaldı.
Bu, onların münafık olarak öldüklerinin delilidir.
Bu,
ayetin Bedir Savaşı'na katılan Salebe veya Hâtıb hakkında inmediğinin bir
başka delilidir. Çünkü Peygamber (s.a.), Hz. Ömer'e: "Ne biliyorsun, Allah
Ehl-i Bedrin haline elbette muttali. Onun için istediğinizi yapın, size bağışladım,
buyurdu" demiştir. Sa'lebe ve Hâtıb da, Bedir Savaşına katılanlardandır.
Sonra
Allahü Teâlâ, nifak üzere ölmenin iki sebebi olan sözünden dönmek ve yalan
söylemeyi zikrederek: "Allah'a vaad ettiklerini tutmadıkları, yalan
söy-leyegeldikleri için" buyurdu. Yani, onlardan nifakın ayrılmaması,
Allah'a verdikleri, zekât verme ve iyi yolda harcama sözünden dönmeleri ve
yalancı olmaları: Ahidlerini bozmaları, taahhüd ettikleri şeye vefa göstermeyi
terketmeleridir.
Allahü
Teâlâ, vaadlerinden caymaları ve yalan söylemeleri sebebiyle, ölünceye kadar
onların kalblerinden nifakı ayırmadı. Sözünden caymak ve yalan söylemek ise,
münafıkların en önemli sıfatlarmdandır. Nitekim, Sahihayn'da, Resulullah
(s.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilir: "Münafıklığın alâmeti üçtür: Konuştuğu
zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet
edildiği zaman hıyanet eder." Buhârî, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
tahric eder: "Dört haslet vardır ki, kimde bulunursa, onu bırakıncaya
kadar, onda nifaktan bir haslet bulunmuş olur: Kendisine bir şey emanet
edildiği zaman hıyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman
sözünde durmaz, biriyle münazaa ve mücadele ettiği zaman haktan vazgeçip yan
çizer."
Sonra
Allahü Teâlâ münafıkları, kusurlarını, ayıplarını dile getirip azarlayarak:
"Bilmezler mi ki Allah, şüphesiz onların sırlarını da, fısıltılarını da
biliyor" buyuruyor. Yani bu münafıklar, Allah'ın gizliyi, gizlinin
gizlisini, gizledikleri sözlerini, fısıldaştıklannı. yahut aralarında
konuştukları dine ta'n edişlerini bildiğini, kalblerini çok iyi tanıdığını,
onlar mallarından zekat vereceklerini söyleyeseler bile, Allah'ın onlan
kendilerinden daha iyi bildiğini, O'nun gayble-ri bilen olduğunu, görünen
görünmeyen, gizli açık her şeyi bildiğini, hain gözleri ve kalblerin
gizlediğini, gizledikleri nifakı, vaadlerinden cayma kararlarını îiildiğini bilmiyorlar
mı? O halde ahidlerinde Allah'a ve O'nun ismiyle O'na yaptıkları yeminlerde
insanlara karşı nasıl yalan söylüyorlar. [60]
79- Müminlerden bağışlarda bulunanlarla,
güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayanlarla eğlenirler. Allah onları
maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.
80-
Onlar için ister istiğfar et, ister istiğfar etme. Eğer onlar için yetmiş defa
istiğfar etsen de, yine Allah onları katiyyen mağfiret edecek değildir. Bunun
sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile) kâfir olmalarıdır. Allah ise, fâsıklar
topluluğuna hidayet vermez.
Her
ümmet içindeki münafıkların durumu tuhaftır. Onların işi, gayretleri öldürmek,
değerleri yıkmaktır. Yapılan iş, sırf hayır da olsa, onların eleştirisinden
hiç kimse kurtulamaz. Nafile olarak sadaka verenleri ayıplarlar. Sadaka
verenler Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan gibi ister zengin olup çok sadaka
versinler, isterse fakir olup az versinler, alay ederler. Bunlar, her ne kadar
nafile sadaka verenlere dahil ise de, onların bunlarla alay etmesi daha çok ve
daha kuvvetli olduğu için zikrolundu.
Fakat
Allahü Teâlâ da onlarla alay etti: Alaylarına karşılık onları, günahları kadar
cezalandırdı. Cehenneme gittiler. Cenâb-ı Hakk'm: "Allah da, onlarla alay
etti." sözü, onların kötü amellerine ve müminlerle alay etmelerine karşılık
kabilindendir: Çünkü ceza, yapılan iş cinsindendir. Onlara, müminlerin dünyada
intikamlarını almak için, alay ettikleri kimselerin muamelesini yaptı.
Münafıklara
âhirette de acıklı, şiddetli bir azap hazırladı. Çünkü ceza, yapılan iş
cinsindendir.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların kâfirler gibi, istiğfara lâyık olmadıklarını, onlara dua
etmenin fayda vermeyeceğini, onlar için Peygamber(s.a) bile istiğfar etse,
günahlarını affedip örtmeyeceğini, rezil rüsvaylıklannı açıklamayı
terket-meyeceğini açıklamıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin benzeridir: "Onlar için mağfiret dilesen
de, dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağfiret etmez"
(Münafıkûn, 63/6).
Burada
701e, muayyen bir sayı kasdolunmamaktadır. Daha fazla da olabilir. Arap
üslûbuna göre, burada mübalağa söz konusudur.
Peygamber
(s.a.), ümmetine merhametini açıklamak ve onların kendisinden mağfiret
talebleri üzerine Allah'dan onların hidayetini ve bağışlanmasını istiyordu.
Nitekim kendisine eziyetlerinin her artışında, müşrikler için de duâ ediyor,
İbni Mâce'nin rivayet ettiği gibi: "Allah'ım kavmime mağfiret buyur, çünkü
onlar bilmiyorlar" diyordu. Fakat Allahü Teâlâ, onu bu şekilde duadan men
etti.
Peygamber
(s.a.)'in, istiğfar etmesindeki özrü: Onların dalâlet üzere yaratılmış
olduklarını bilmediği için, imanlarından ümit kesmemiş olmasıdır. Yasaklanan
istiğfar, bildiği halde istiğfar etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da şöyle
buyurur; "Müşriklerin çılgın ateşin ashabından oldukları açıkça ortaya
çıktıktan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, müminlerin de
mağfiret dilemeleri doğru değildir" (Tevbe, 9/113).
Allahü
Teâlâ burada, onlar için istiğfar ve dua etmenin kabul edilmeme sebebini şu
sözüyle açıklamaktadır: "Bunun sebebi, Allah'ı ve Resulünü (inkâr ile)
kâfir olmalarıdır. " Yani, onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ettiler,
Allah'ın varlığını kabul etmediler. Peygamber (s.a.)'in peygamberliğine
inanmadılar, inkâr ve redde ısrar ettiler. Kalbleri hayır ve nuru kabule hazır
hale gelmedi. Allah'ın sünneti de, küfürde ısrar eden, Allah'a itâattan dışarı
çıkan, iman ve tevbeyi kabul istidadını kaybeden kimseleri hayra muvaffak
buyurmamaktır. Onların mağfiretinden ümidi kesmek ve onlara istiğfarın kabul
edilmemesi, Allah'ın cimriliğinden ve Peygamberdeki kusurdan dolayı değil,
onların mağfirete engel olan küfürleri sebebiyle, buna kabiliyetsizliklerinden
dolayıdır. [61]
81-Allah'ın
Resulüne muhalefet için (cihada
gitmeyerek) geri kalıp oturan- lar sevindiler. Allah yolunda mallarıy- la>
canlarıyla cihad etmeyi çirkin gör- düler ve: "Bu sıcakta savaşa
çıkmayın" dediler. De ki:
"Cehennem ateşi daha
sıcaktır". İyice bilmiş olsalardı.
82"
Artık onlar kazanmakta oldukları- nın cezası olarak (dünyada) az gülüp (ahirette) çok ağlasınlar.
Bu
ayetler, Tebük Gazvesinde savaşa katılmaktan geri kalan münafıkları açıkça
zemmetmekte ve onların âhiretteki kötü akibetlerini haber vermektedir. Tebük
seferi sırasında nazil olmuşlardır.
Mânâ
şöyledir: Resulullah (s.a.) Tebük Gazvesine çıkarken kendilerini bırakınca,
evlerinde kaldıkları için, o Medine'de bırakılan münafıklar sevindiler. Onların
sevinmelerinin sebebi, cihadda hayır olduğuna inanmamaları, malları ve
canlarıyla Allah yolunda, Peygamber (s.a.)'le birlikte cihad etmek istememeleridir.
Oturmakla sevinmek, gitmek istememeye işaret eder. Ancak Allahü Teâlâ,
pekiştirmek için, onu tekrarladı.
Kısacası
onlar, geri kalma sebebiyle sevindiler, cihada gitmek istemediler.
Mesele,
sadece kendilerinin sevinmesiyle kalmadı. Başkalarını da gitmemeye teşvik
ettiler ve birbirlerine cihada çıkmayın, dediler. Çünkü, Tebük Gazvesi çok
sıcak bir zamanda, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir zamanda
olmuştu.
Allahü
Teâlâ onlara: "De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır" sözüyle
cevap verdi. Yani, asiler için hazırlanan ve sizin de muhalefetiniz sebebiyle
gideceğiniz Cehennem ateşi, kaçtığınız sıcaktan daha sıcaktır. Bunu
düşünebilseler, bundan ibret alabilseler, elbette muhalefet etmezler ve oturup
kalmaz, buna sevinmezlerdi. Nitekim İmam Mâlik ve Şeyhayn'ın Ebû Hüreyre'den
rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. "Siz
insan oğullarının yaktığı ateş, cehennem ateşinin 70 parçasından bir
parçadır."
Sonra
Allahü Teâlâ, onların işlerinin sonucunu haber vererek: "Onlar, az gülüp
çok ağlasınlar" buyurmuştur. Yani, onlar için evla olan, az gülüp az sevinmeleri
ve çok ağlamalarıdır. Bu, emir şeklinde gelmemekle beraber, onların halinden
haber vermektedir. Tehdit ve işledikleri günahlarla nifakın cezasını
beklemeleri kasdolunmaktadır. Buharî ve Müslim'de Nu'mân b. Beşir'den rivayet
edilen hadiste, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde,
cehennem ehlinden en hafif azab gören kimsenin cehennem ateşinden iki pabucu
ve iki pabuç kayışı olur ki, bunların tesiriyle onun beyni bakır tencere gibi
kaynar. O cehennemlikler içinde, kendinden şiddetli azap gören yok sanır. Halbuki
kendisi en hafif azap görendir..." [62]
83-
Eğer Allah seni onlardan bir zümrenin (münafıkların) yanına döndürür de çıkmak
için senden izin isterlerse
de
ki: "Siz, ebediyen benimle beraber asla çıkamazsınız ve benimle beraber
hiçbir düşmanla savaşmazsınız. Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz. Artık
siz geri kalanlar(kadın ve çocuklarla beraber oturun."
84-
Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını kılma. Kabrinin başında da durma. Çünkü
onlar Allah ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fâ-sıklar (kâfirler)
olarak öldüler.
85-
Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin. Allah, onları dünyada
bunlarla azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde, güçlükle
çıkmasını ister.
Allahü
Teâlâ Peygamberine, eğer Allah seni bu Tebük Gazvesi seferinden, sefere
çıkmayıp geri kalan münafıklar zümresine -Katâde'nin söylediğine göre bunlar 12
erkekti- geri döndürür de, seninle beraber bir başka gazveye çıkmak için senden
izin isterlerse, onlara bir ceza ve azarlama olarak: Hiçbir şekilde benimle
çıkmayacaksınız ve ne şekilde olursa olsun benimle asla bir düşmanla
savaşmayacaksınız, de buyuruyor.
Cenâb-ı
Hak: "Çünkü siz ilk defa oturmaya razı oldunuz" sözüyle, bu yasaklamanın
sebebini açıklıyor. Yani siz, ilk seferinde benden geri durmayı tercih
ettiniz. Mazeretsiz geri kaldınız, yalan yere yeminler ettiniz, evlerinizde
oturmakla sevindiniz. Hatta cihada gitmeyip geri kalmayı teşvik ettiniz. Artık,
İbni Abbas'ın dediği gibi, cihada gitmeyip geri kalan münafık erkeklerle birlikte,
yahut Hasan el-Basrî'nin dediği gibi kadın, çocuk ve ihtiyarlarla birlikte
ebediyen oturun. İbni Cerir'e göre, Hasan el-Basrî'nin görüşü doğru olamaz;
kadınlarla ilgili kelimenin çoğulu (ayette el-Hâlifîn diye geçer),
"ye" ve "nün" ile olmaz. Eğer kadınlar murad olunsaydı,
"Havâlif" yahut "Hâlifât" denirdi. Denilmiştir ki, mânâ
"fâsidlerle birlikte oturur" şeklindedir. Bu da, savaşı ter-ketmeyi
teşvik eden kimsenin gazalara katılmasının caiz olmadığına işaret eder. Cenâb-ı
Hakk'm "ilk defa" sözü Tebük Gazvesine ilk çıkışı ifade eder.
Her
halükârda, ayet onları Peygamber (s.a.)'le asla arkadaşlık yapmamaları
şeklinde cezalandırmayı emrediyor. Bu, Fetih sûresinde şu ayette de ifâdesini
bulur: "Sen de ki: "Sizler bizim peşimizden gelemezsiniz"
(Fetih, 48/15).
Sonra
Allahü Teâlâ, Peygamberine (s.a.), münafıklardan uzaklaşmasını, onlardan biri
öldüğü zaman namazını kılmamasını, ona dua ve istiğfar etmek için, kabrinin
başında durmamasını -çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmişler ve bu
hal üzere ölmüşlerdir- emretti. Bu, kâfirlerin namazını kılmanın yasak
olduğunu ifâde eden bir nastır. Bu, her ne kadar ayetin iniş sebebi
münafıkların başı Abdullah b. Übeyy İbni Selûl olsa da, münafıklığı bilinen her
kişi hakkında geneldir. Ayetin mânâsı şöyle olur: Ey Peygamber! Münafıklardan
gelecekte ölecek hiç kimsenin namazını kılma. Defnolunurken, yahut ziyaret
için ona duâ etmek ve istiğfarda bulunmak maksadıyla kabrinde bulunma.
"Kabir"le onu defnetmek de kasdolunabilir. O zaman mânâ: Onu defnetmeyi
üstüne alma, demek olur.
Sonra
Allahü Teâlâ, münafığın namazını kılmama ve dua için kabrinde bulunmama
sebebini açıklıyor: "Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ile kâfir
oldular." Yani onlar, Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr ettikleri
gibi, Peygamberini de inkâr ettiler. Çünkü ölü için namaz kılmak onun için
şefaat istemek, kabrinde bulunmak, ölüye hürmet göstermek ve ikramda
bulunmaktır. Halbuki kâfir, hürmet ve ikrama lâyık değildir.
"Fâsıklar
olarak öldüler": Onlar, İslâm dininden çıkmış, hükümlerine isyan etmiş,
hadlerini, emirlerini ve nehiylerini tecavüz etmiş kimseler olarak öldüler.
Sonra
Allahü Teâlâ Rasûlünü, münafıkların bazı zahirî hallerini beğenmekten
nehyetti: "Onların ne malları, ne çocukları seni imrendirmesin." Onlara
verdiğimiz mal, çoluk çocuk nimetlerine imrenme. Allah, onlara hayır mu-râd
etmiyor. Dünyada, birtakım musibetlerle onlara işkence etmek ve işlerinin
akibetini düşünemeden küfür üzere ruhlarının çıkmasını murad ediyor.
Bu
ayetin benzeri, bu sûrede bazı lafız değişiklikleriyle geçti.[63]
Tekrardaki amaç pekiştirmek ve mallarla çoluk çocukla meşgul olup kalmaktan
sakın-dırmaktır. Çünkü nefisler genellikle onlarla meşgul olur ve daha iyi olan
âhi-retle meşgul olmaktan geri kalır. Bu, mallara ve çoluk çocuğa aldanmaktan
açıkça nehyi ve korkutmayı ifade etmektedir. [64]
86- "Allah'a iman edin, Resulü ile birlikte
cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi
olanlar (cihada kudreti yetenler) senden izin istediler ve: "Bizi bırak
da oturanlarla (cihaddan geri kalanlarla) birlikte olalım" dediler.
87- Onlar, geri duranlarla birlikte olmaya razı
oldular. Kalblerine de mühür vuruldu. Onlar iyice anlamazlar.
88- Fakat o peygamber ve onunla birlikte olan
müminler mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar için hayırlar
vardır. Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.
89- Allah onlar için, altından nehirler akan
cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte en büyük kurtuluş
budur.
Allahü
Teâlâ bu ayetlerde, bir grubu kınıyor, başka bir grubu da övüyor. Kudretleri,
servet ve zenginlikleri olduğu halde, cihaddan geri kalan ve gitmemek için Hz.
Peygamberden izin isteyenleri kınıyor. Ne zaman, içinde imanı emreden ve
Resulullah (s.a.)'la birlikte cihada davette bulunan bir sûre -sûreden amaç,
ya tamamı veya bir kısmıdır. Nitekim, Kur"ân ve kitap kelimeleri de hepsi
veya bir kısmı için kullanılır- indirilse mal ve canla cihada gücü yetenler,
servet sahibi ve zengin olanlar cihada gitmemek için: "Bizi evlerinde oturan,
kadınlarla, çocuklarla, ihtiyar ve zayıflarla birlikte bırak" diyerek
senden izin isterler. Allahü Teâlâ'nın: "İman edin..." sözü,
müminlerden imanlarını devam ettirmelerini, münafıklardan yeniden iman
etmelerini isteyen bir emirdir. Şu ayet de bunun benzeridir: "îman edenler
der ki: "Bir sûre indirilmeli değil miydi1?" Muhkem bir sûre
indirilip içinde kıtal zikrolununca, kalblerinde hastalık bulunanların,
üzerlerine ölüm öaygınZığı gelmiş gibi sana baktıklarını görürsün. O, onlara
yakın ola!" (Muhammed, 47/20).
Bu,
münafıkların korkutma, zillet ve rüsvaylıklarma bir delildir. Özellikle
"servet sahipleri" diye zikredilmesinde iki fayda vardır: Birincisi,
sefere ve cihada güçleri yettiği halde çıkmadıkları için, onlar daha çok
kınanmaya lâyıktır. İkincisi, sefer için malı ve kudreti olmayan kimsenin izin
almasına gerek yoktur. Çünkü o. özür sahibidir.
Bunlar
kendilerinin, cihada çıkmayıp geriye kalan kadınlarla birlikte olmalarına razı
oldular Bunda, onların erkeklerine yönelik bir kınama ve küçümseme vardır ve
onları kadınlara benzetmektir.
Bunun
sebebi, cıhaddan ve Peygamberle birlikte Allah yolunda çıkmaktan geri
kalmaları. ılım ve hidayet nurunu kabul etmemeleri, bu yüzden Allah'ın
kalblerini mühurlemesıdır. Yararlarına olanı anlayıp da yapmadılar, zararlarına
olandan da kaçınmadılar, Allah'ın cihad emrindeki hikmetinin sırlarını kavramadılar.
Sonra
Allahü Teâlâ, onların durumlarını müminlerin durumlarıyla karşılaştırdı.
Onlara övgüsünü ve âhiretteki durumlarını açıkladı: "Fakat o peygamber ve
onunla birlikte olan müminler mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte
onlar için hayırla- vardır Onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."
Münafıkların aksine onlar. :rir_v3 ve âhiret saadetine nail olacaklardır.
Cenâb-ı
Haki :r_ 'Or'.z'- için cennetler hazırladı" sözü, ya ayette geçen
"hayrat" (hayıriar ve "fe.ir/ kurtuluş) kelimelerini tefsirdir,
ya da hayrat ve felah; izzet, kerime*, zafer ve servet gibi dünya
menfaatlarıdır. "Cennetler" de. âhiret sevabı ve yuks-ek derecedir. [65]
®^~ Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. İçlerinden kâfir olanlara pek acıklı bir azab çarpacaktır.
Bedeviler,
Tebük Gazvesine gitmemek için Peygamber (s.a.)'den izin istemek üzere
geldiler. Resulullah (s.a.) onlara: "Allah bana, sizin durumunuzu haber
verdi. Allah beni size muhtaç etmeyecek" buyurdu.
İman
iddiasında, Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler, cihaddan geri kaldı. Onlar,
gelen ve özür beyan etmeyen bedevi münafıklardır. Bununla, onların yalan
söyledikleri ortaya çıktı.
Sonra
Allah, onları azabla tehdit etti ve şöyle dedi: Onlardan kâfir olanlara,
dünyada öldürülmek suretiyle, ahirette de ateşle, elem verici bir azap gelecek.
Çünkü birinciler, haksız yere özür dilediler, diğerleri de Allah ve Resulüne
yalan söyleyerek savaştan ve özür dilemekten geri durdular. Ayet, iki bölümüyle
de bâtıl yolla özür dileyen, dilemeyen ve cihaddan geri kalan, kendilerine
dünyada öldürülme, ahirette ateşle ceza verilecek bedevi münafıklar hakkındadır.
"Onlardan"
sözü, ba'ziyet için olup bir kısmına delâlet eder; çünkü Allahü Teâlâ, onlardan
bir kısmının, iman edip bu cezadan kurtulacağını biliyordu.
Müfessirlerden
bazılarına göre birinci kısım, gerçekten mazereti olan kimseler olup bunlar
Medine çevresindeki küçük arap kabileleri yahut Resulullah(s.a.)'a gelip
zayıflıklarını ve güçsüzlüklerini ileri sürerek özür dileyen Esed ve
Gatafanlılardır. Delilleri şudur: Cenâb-ı Hak onları zikrettikten sonra:
"Allah ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" buyurdu, böylece
onları, yalan söyleyenlerden ayırdı. Bu onların yalan söylemediklerine işaret
etmektedir. İbni Kesir, bu görüşü benimsemiştir. Razî ve Zemahşerî ise, sözün
gelişine bakarak birinci görüşü benimsemişlerdir. Çünkü onlar, kendilerine
izin verilmesi için geldiler. Eğer gerçekten özürlü olsalardı, izin istemeye ihtiyaç
duymazlardı. [66]
91-
Allah'a ve Resulüne karşı samimi olmak şartıyla zayıflara, hastalara, harcayacak
bir şey bulamayanlara bir
günah
yoktur. İyilik edenlere karşı bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.
92-
Bir de sana, kendilerine binecek temin etmen için gelenlere: "Size bir binek
bulamıyorum" dediğin kimselere de yoktur.Onlar harcayacak bir şey bulamadıklarından
gözleri yaş döke döke döndüler.
Allahü
Teâlâ, savaşa gitmemeyi makul gösterecek özürleri açıklamış, özürleri kabule
şayan görülenlerden üç sınıfı belirtmiştir: Zayıflar, hastalar, fakirler.
Zayıflar,
hastalara ve cihada harcayacak malı olmayan âciz fakirlere, Allah'a
samimiyetle inandıkları, gizlide ve açıkta Hz. Peygamber(s.a)'e itaat ettikleri,
hakkı tanıdıkları, dostlarını sevip düşmanlarına buğz ettikleri zaman cihada
çıkmamakta herhangi bir günah, suç ve azar yoktur. Ümmete düşen görev, ümmetin
sırrını saklamak, iyiliğe teşvik etmek, insanları savaşa gitmekten
alıkoymamak, maksatlı yalan propagandaları önlemektir. Müslim, Temim
ed-Dârî'den, Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder. "Din
nasihattir" Bunun üzerine Resulullah'a sordular: "Kimin için
nasihattir ya Resulullah?" Resulullah: "Allah için, kitabı için,
peygamberi için, müslümanla-rın imamları için, bütün müslümanlar için..."
buyurdu.
Allah
ve Resulü için nasihat: İhlâsla, onlara inanmak ve itaat etmek, onlar için
sevmek, onlar için buğzetmek. Allah'ın kitabı için nasihat: Onu korumak,
manalarını düşünmek, hükümleriyle amel etmek. Müslümanların imamlan için
nasihat: Onlara destek olmak, onlara karşı çıkmamak, hata ederlerse onları
aydınlatmak. Müslüman halka nasihat: Onlara doğru yolu göstermek, onları
kuvvetlendirmeye çalışmak.
Zayıflar:
Savaşmaya gücü olmayan herkes. İhtiyarlar, âcizler, kadınlar, çocuklar gibi.
Hastalar:
Kendilerine kronik yahut geçici bir hastalık arız olduğu için cihad yapamaz
durumda olanlar: Kötürümler, körler, topallar, hummalılar gibi.
Fakirler:
Cihad esnasında kendilerine ve çoluk çocuklarına harcayacak nafaka
bulamayanlar.
"İyilik
edenlere bir yol yoktur." Yani, cihaddan geri kalmaları sebebiyle, onlar
için hesaba çekme, günah ve azarlama yoktur.
Bu,
iyilik işleyen herkesi içine alan genel bir nastır. Şeriatta geçerli bir asıldır.
Aslolan. gibi beraat (suçtan uzak olmak)tır. Nefis hakkında aslolan öldürmenin
haranı olması, malda aslolan, sabit bir delil olmadan malı almanın haram
olması; aslolamn. istenen her teklifin müstakil bir delille sabit olmasıdır.
Bu
özür dileyenler, serî özürleri devam ettikçe Allah ve Resulü için davranışları
sürdükçe, amellerini ihlâsla yaptıkları müddetçe onlara azarlama, serzeniş
yoktur.
Allah
çok bağışlayıcıdır. Onları ve benzerlerini bağışlar. Onlara merhamet edicidir.
Güç yetiremeyecekleri şeyleri onlara yüklemez. Asi ve münafıklara gelince,
Allah onları, tevbe edip isyandan ve günaha düşmelerine sebep olan nifaktan
vazgeçerlerse bağışlar.
Yine,
kendini savaşa hazırlayan, fakat fakirliği sebebiyle cihadda kendine ve çoluk
çocuğuna harcayacak nafaka yahut bir binek bulamayan kimselere de -özellikle
onlar, ensardan ağlayıcılar denen kimseler, yahut Peygamber (s.a.)'e gelip
kendilerine binit temin etmesini, yahut kendilerine savaşmak için yiyecek, su,
para verirse çıkacaklarını söyleyen, fakat Hz. Peygamber onlara binek temin
edemeyeceğini söyleyince oradan, cihada katılmak şerefini kaçırdıkları için
ağlayarak ayrılanlardır - herhangi bir günah yoktur.
"Onları
seıketmen için..." sözü, eski ve yeni nakil, savaş vasıtalarının hepsini
içine alır. İbni Abbas: "Ondan, kendilerini, hayvanlar üzerinde
sevketmesi-ni istediler" demiştir.
Muhammed
b. İshâk, Tebûk Gazvesinden bahsederken şöyle der: Sonra, yedi müslüman erkek,
Resulullah (s.a.)'e ağlayarak geldiler. Onlar ensardan ve Amr b. Avf
oğullarından yedi kişiydi: Salim b. Umeyr, Harise Oğullarının kar-" deşi
Ali b. Zeyd, Mazin b. Neccâr Oğullarının kardeşi Ebû Leyla Abdurrahman b. KaT),
Seleme Oğullarının kardeşi Amr b. Hammâm b. Cemûh, Abdullah b. Muğaffal
el-Müzeni... Bazıları onların, Abdullah b. Amr el-Müzenî, Vâkıf Oğullarının
kardeşi Harmî b. Abdullah b. İyâd b. Sâriye el-Fezârî olduğunu söylemiştir.
Bunlar, ihtiyaç sahibi oldukları için, Resulullah'dan kendilerine binit temin
etmesini istediler. O da: "Size binit temin edemem" dedi. Bunun
üzerine ihtiyaçlarına, isteklerine sarfedecek şeyi bulamadıklarından üzülerek,
gözleri yaşla dolu bir halde geri döndüler.
İbni
Ebî Hatim, el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: Medine'de, geriye bazı kimseler bıraktınız. Sizler harcamada
bulundunuz, vadiler geçtiniz, düşmandan intikam aldınız. Onlar da, size ecirde
ortak oldular..." Sonra şu ayeti okudu: "Allah'a ve Resulüne karşı
samimi, müminlere karşı gizli ve açık iyiliksever olmak şartıyla harcayacak
bir şey bulamayanlara bir günah yoktur"
Hadisin
aslı Buharî ve Müslim'dedir. Enes'den rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Medine'de birtakım kimseler vardır. Vadiler aşıp yol
aldığınızda, onlar da sizinle beraberdir." Ashâb sordu: Onlar Medine'deyken
mi? Resulullah: "Evet, onları özürleri alıkoydu" buyurdu. Ah-med'in
rivayetinde: "Onları hastalık alıkoydu" şeklindedir. [67]
93-
Ancak, zengin oldukları halde (cihada katılmamak için) senden izin isteyenlerin
kınanması imkânı vardır.
Bunlar
(cihaddan) geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Allah da onların
kalplerini mühürlemiştir. Artık onlar bilmezler.
Yüce
Allah, gerçekten özür sahiplerinin kınanmasına imkân olmadığını beyan ettikten
sonra kınanabilecek kimseleri zikretti. Yani iyilikte bulunanların
ayıplanmasına ve kınanmasına yer yoktur. Ancak cihaddan geri kalmak için izin
isteyenler kınanabilir. Bunlar da cihad yolunda yiyecek, binek, silah ve
benzeri malzemeyi hazırlamaya gücü yeten zenginlerdir. Elbette bunların geçerli
bir mazereti olamazdı. Bunların kınanmaya lâyık olmalarının sebebi ise
kendilerinin kadınlar, çocuklar, acizler, hastalar ve sakatlarla birlikte
kalmaya razı olmalarıdır. Böylece düşüklüğü, basitliği ve savaştan geri
kalanlar arasında olmayı kabul etmişlerdi. Bu ise Arapların ve diğer
milletlerin geleneklerinde rezaletin ve sefaletin en çirkin şekillerinden
birisiydi. Onların bu vasıflarını iyice belirlemek ve bu kötü davranışlarından
mutlaka uzaklaşmalarını temin etmek için daha önce 87. ayet-i kerimede de aynı
ifade kullanılmıştı.
İşledikleri
bu büyük kusur sebebiyle Yüce Allah her iki ayette buyurduğu gibi "onların
kalplerini mühürlemiştir." Bu nedenle onların kalplerine hayır ulaşmaz,
nur girmez. Artık onlar doğru yolu bulamazlar. Kendilerini kuşatan büyük
hataları ve günahları sebebiyle cihaddaki dinî ve dünyevî faydaları bilemezler.
Artık onlar gerçek durumlarını ve kötü akıbetlerini idrak edemez olmuşlardı. [68]
94-
Savaştan dönüp geldiğinizde size özür beyan ederler. De ki: "Hiç özür dilemeyin.
Size kesinlikle inanmıyoruz. Çünkü Allah bize haberlerinizi bildirdi. (Bundan
sonraki) amelinizi Allah da Rasulü de görecektir. Sonra gizliyi de açıgıda
bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O size yaptıklarınızı haber
verecektir."
95- Onlara geldiğinizde kendilerini bımanız için
Allah'a yemin edecekler Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar
murdardır.
İşledikleri günahların cezası olarak varıp kalacakları yer de cehennemdir.
96-
Kendilerinden razı olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan razı olsanız
bile, şüphesiz Allah fasıklar topluluğundan razı olmaz.
Bu
ayetler Tebuk dönüşünde müminlere münafıkların durumunu haber verme amacını
taşıyan bir ara cümlesi niteliğindedir.
Ey
müminler! Onlar, hatalı davranışları ve özürsüz olarak savaştan geri kalmaları
sebebiyle Tebuk Gazvesi'nden dönüp geldiğiniz zaman size bir takım özürler
beyan edecekler.
Ey
Peygamber! Onlara de ki: Yalan mazeretlerle özür beyan etmeyin. Çünkü biz
kesinlikle sizi tasdik etmeyeceğiz.
Sizi
tasdik etmememizin sebebi ise Allah Tealâ'nın Peygamberine gönderdiği vahiy
ile sizin bazı haberlerinizi ve davranışlarınızı bize bildirmiş olmasıdır. Bu
da gönüllerinizdeki şerre, fesatlık ve gerçeklere karşı çıkmaktır. Allah da
Rasulü de bundan sonraki amellerinizi görecektir. Siz gelecekte münafıklık
üzerinde ısrar mı edeceksiniz, yoksa tevbe mi edeceksiniz? Allah bunu gayet iyi
bilir. Şayet tevbe ederseniz şüphesiz Allah tevbelerinizi kabul edecek, günahlarınızı
affedecektir. Eğer içinde bulunduğunuz nifak üzerinde kalırsanız, Rasu-lullah
size lâyık olduğunuz şekilde davranacaktır.
Bu
ifadelerde onları tevbeye teşvik etme, tevbe etmeleri ve durumlarını ıslah
etmeleri için mühlet verme amacı vardr.
Sonra
dönüşünüz, görünen ve görünmeyen âlemi bilen Allah'adır. O sizin
gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da gayet iyi bilir. Size
amellerinizin hayırlısını da şerlisini de bildirir, bu amellerinizin
karşılığını verir. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki sizin azabınız kâfirlerden
daha şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "Şüphesiz münafıklar
cehennemin en alt tabakasındadırlar. (Nisa, 4/145) buyurmaktadır.
"Size
haber veriyor ki..." ifadesi açıkça azarlama ve amellerinin cezasını beyan
etme anlamını taşımaktadır.
Bu
ayetler ayrıca yalan mazeretlerden kaçınma ve sonunda özür beyan etmeye sebep
olacak günahlardan uzaklaşmanın zorunluluğunu da ifade etmektedir. Nitekim
Efendimiz (s.a.) Ziyaeddin el-Mekdisî'nin Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği
hadis-i şeriflerinde, "Sonunda özür dileyeceğin işi başında yapmaktan sakın!"
buyurmaktadır.
Cenab-ı
Hak bundan sonra münafıkların bu mazeretlerini yalan yere yeminle ispata
yelteneceklerini haber vermektedir. "Onlar Allah'a yemin edeceklerdir
ki." Yani onlar kendilerini serbest bırakmanız için size Allah adını kullanarak
mazur olduklarına dair yemin edeceklerdir. Bu durumda onları azarlamayın,
kadınlar ve diğer özürlülerle beraber olup savaştan geri kalmaları sebebiyle
onları tenkit etmeyin.
Sadece
"onlardan yüz çevirin," onları hiçe sayarcasına azarlamaya bile gerek
duymayın. "Çünkü onlar murdardır," yani manen pistirler, gönülleri ve
inançları kokuşmuşturlar. Temiz olmayı kabul etmezler. Onlardan yüz çevirmenin
ve onları azarlamamanın sebebi de budur.
Dünyadaki
işledikleri günah ve hatalarına karşılık olarak ahirette varıp kalacakları yer
de cehennemdir. Bu ifade onların bu davranışlarının sebebini beyan etmede son
cümledir. Sanki şöyle buyurmaktadır: Onlar cehennemlik pisliklerdir. Onlara
dünya ve ahirette ihtar ve kınamalar fayda vermez.
Yüce
Allah bundan sonra bize "Onların ettikleri yalancı yeminler kendileriyle
olan muamelelerde onlara Ehl-i İslâm gibi davranmaya devam etmeniz için sadece
sizin rızanızı almak içindir" diye bildirdi.
Onlar
fasıklıkları -yani Allah'a ve Rasulüne itaatten uzak kalmaları- sebebiyle
Allah'ın gazabına lâyık ve azabına müstahak oldukları takdirde siz onlardan
razı olsanız da bu rızanızın onlara bir faydası olmaz. O halde onların bütün
gayretleri sizi değil Allah ve Rasulünü razı etmek olmalıdır. Nitekim Ce-nab-ı
Hak şöyle buyurmaktadır: 'Yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de
Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah... onlarla beraberdir." (Nisa,
4/108).
Yine
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " (Ey müminler!) Onların yüreklerine
oturan korkunuz Allah 'tan korkularından daha şiddetlidir. Bu da onların hakkı
anlamayan bir kavim olmalarındandır." (Haşr, 59/13).
Bu
ayetler aynı zamanda müminleri onlardan razı olmamaya, onların yalancı
yeminlerine kanmamaya teşvik etmektedir. Şahit olarak Allah yeter! Müminlere
istikamet ve doğru yolu, ihtiyatlı ve isabetli yolu öğretici olarak, her şeyi
en iyi şekilde bilen Allah yeter!
Bu
manaların önemine binaen burada bir defa daha tekrarlanmaktadır. Böylece bu
ifadeler isterse daha önce geçen şehirlilerden, isterse burada anlatılmak
istenen bedevilerden olsun bütün münafıkların kullandıkları metodu tam
manasıyla içine almış olmaktadır. [69]
97-
Bedeviler inkâr ve ikiyüzlülük bakımından daha kötüdürler ve Allah'ın
Peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha müsaittirler.
Allah her şeyi en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
98-
Bedevilerin bazıları vardır ki, Allah yolunda harcadığını bir ziyan sayar ve
sizin başınıza belâlar gelmesini bekler. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah
her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
99-
Bedevilerden bir kısmı da Allah ve ahiret gününe iman eder. Harcadığını Allah
katında yakın dereceler elde etmeye ve Peygamberin dualarını almaya vesile
sayar. İyi biliniz ki, bu gerçekten onlar için Allah'a bir yakınlık vesilesidir.
Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.
Çölde
oturan bedevî Arapların küfür ve ikiyüzlülükleri diğerlerinden daha kötü ve
daha şiddetlidir. Onlar bu durumlarıyla Allah'ın Rasulüne indirdiği şer'i
hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha ısrarlıdırlar. Çünkü başkalarından daha
sert tabiatlı ve daha katı kalplidirler.
İmam
Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesai'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur: "Kim çölde oturursa
kaba olur. Kim av peşinden koşarsa gafil olur. Kim sultana (idareciye) giderse
fitneye düşer."
Ebu
Davud ve Beyhaki de aynı hadis-i şerifi Ebu Hureyre'den şu ilâve ile rivayet
etmektedirler: "Bir kimse sultana (idareciye) ne derece yakın olursa Allah'tan
o derece uzak kalır."
Çünkü
idareciler genellikle nasihattan ve açık sözlülükten hoşlanmazlar, dolayısıyla
da onlara umumiyetle gösterişçi ve dalkavuk kimseler yakın olur.
Allah
bedevî olsun, şehirli olsun yarattığı insanın durumunu geniş ilmiyle gayet iyi
bilendir; onlara koyduğu şeriatında, iyilere mükâfat günahkârlara ceza verme
hususunda tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu
ayetler bedevî Araplar hakkında bir kınama değildir. Sadece durumlarını tavsif
etmekte, bu duruma razı oldukları müddetçe zemme lâyık olduklarını beyan
etmektedir.
Çölde
konaklayan herkes bedevidir. Köy ve kasabalara yerleşenler ise
"Arap"tır. Muhacir ve Ensar için bedevî denmez; çünkü onlar
"Arap"tırlar. Peygamberimiz (s.a.) "Arapları sevmek
imandandır" buyurmuştur.[70]
Bedevî
Arapların bir kısmı mallarını gösteriş ve onları yanıltmak için müslümanlara
yakınlık temin yolunda harcarlar ve bu şekildeki harcamalarını bir ziyan ve
kayıp kabul ederler. Çünkü bu sebeple Allah nezdinde bir sevap beklemezler.
Başınıza belâ ve musibet gelmesini beklerlerki böylece mallarını harcamaktan
kurtulacaklardır. Onlar müşriklerin müminlere karşı galip olmasını
beklemektedirler. Bundan ümitlerini kesince Peygamberimiz (s.a.) ölünce İslâm
sona erer zannıyla onun ölmesini beklemeye başladılar.
Rivayet
edildiğine göre Esed ve Gatafan kabileleri bu şekilde hareket ediyorlardı.
Allah da onlara hitaben
"O
belâlar kendi başlarınadır!". Yani bu arzulan onların başına çevrilecektir,
kötü belâlar onlara dönecektir, buyurmuştur. Yahut bu ifade onların
müslü-manlar hakkında beklediklerinin kendi başlarına gelmesi şeklinde
bedduadır. Bu beddua gerçekleşmiş, kötü belâlar, felâketler onlara çevrilmişti.
Mağlup, perişan, hor ve zelil olmuşlardı. Allah mallarını harcarken
söylediklerini, kullarının onlar hakkındaki beddualarını çok iyi işitendir.
İçlerinde gizledikleri niyeti ve kimin zafere kimin de zillete daha lâyık
olduğunu en iyi bilendir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Siz bizim için iki güzelliğin
birinden başka neyi bekleyebilirsiniz? Biz ise sizin için Allah'ın kendi
nez-dinden veya bizim elimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz." (Tevbe,
9/52).
Bedevi
Araplar içerisinde kâfirler ve münafıklar bulunduğu gibi "Bedevilerden
bir kısmı... iman eder" ayet-i kerimesinin ifadesiyle, müminler de bulunmaktadır.
Yani bedevî Arapların diğer bir kısmı -Cüheyne, Müzeyne kabileleri, Eşlem ve
Gıfaroğullan gibi kabileler- sahih bir şekilde iman etmişlerdi.
Mücahid
diyor ki: Bunlar Müzeyne kabilesinden olan Mukarrinoğullarıdır. Bu kabile
haklarında "Cihada çıkmak maksadıyla kendilerine binek vermen için sana
geldiklerinde..." (Tevbe, 9/92) ayeti nazil olan kabiledir. Bunlar Allah
yolunda harcadıklarını Allah nezdinde yakın dereceler elde etme vesilesi sayan ve
bu şekilde Rasulullah'ın kendileri için dua etmesini arzu edenlerdir.
İyi
bilinmelidir ki bu onların elde ettiği Allah'a yakınlık derecesidir. Bu
ifadeler onların inancının doğruluğuna Allah tarafından yapılan bir
şahitliktir; onların arzu ve temennilerinin tasdik edilmesidir.
Allah
onları rahmetine -yani cennetine ve rızasına- nail kılacaktır. Bu onları
rahmetiyle kuşatacağına dair verilen bir vaaddir. Şüphesiz Allah gerçekten çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. Amellerinde ihlâsh olanlar için mağfiret
ve rahmeti geniştir, işledikleri günah ve kusurları örter. Onları son nefeste
imanla gitmelerine sebep olacak salih ameller işlemeye muvaffak kılarak onlara
rahmet eyler.
Bu
ayetteki "rahmetle kuşatma" ifadesi şu ayet-i kerimedeki
"rahmet" ifadesinden daha beliğdir: "Rableri onları nezdinden
bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler." (Tevbe, 9/21). [71]
100-
İmanda ilk dereceyi alan Muhacirler ve Ensar ile bunlara güzelce tabi
olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlar
için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu en büyük
kazançtır.
101-
Çevrenizdeki bedeviler içinde münafıklar olduğu gibi bizzat Medine halkından
da birtakım münafıklar vardır. Bunlar ikiyüzlülüğe iyice alışmış kimselerdir.
Onları sen bilmezsin, biz biliriz. Yakında onlara iki defa azap edeceğiz.
Sonra da daha büyük bir azaba uğratılacaklardır.
102- Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını
itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırdılar. Umulur
ki, Allah onların tevbeleri-ni kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.
Allah,
müslümanlar arasında en yüksek derecede bulunanlardan razı olduğunu ve
bunların diğerlerinden daha üstün olduğunu bildirmektedir. Bunlar ilk
müminlerdir ve üç ayrı tabakadırlar:
1- Medine'ye Hudeybiye Barışı'ndan önce hicret eden ilk muhacirler. Bunlar
hicret ve Rasulullah'a destek olma hususunda ilk sırayı alanlardır. Bunlar
arasında en faziletli olanlar "Dört Raşid Halife"dir. Ardından
cennetle müjdelenmiş on kişiden geriye kalanlar gelir. İlk muhacirlerin
öncüsü, Ebubekir Sıd-dîk (r.a.)'tır. Çünkü iman, hicret, cihad, Allah yolunda
infak ve Rasulullah (s.a.)'a destek olma hususunda o daima en öndedir.
2- Ensar'dan ilk iman edenler. Bunlar Mina'da Peygamberliğin 11. yılında
İlk Akabe Biatı'nda bulunan 7 kişidir. Bunların ardından 70 erkek, 2 kadın, 72
kişilik ikinci Akabe Biati ashabı gelir.
3- İlk müslümanlara kıyamete kadar iman ve itaatta güzellikle tabi olanlar.
İtaatlerini
kabul etmek, amellerinden hoşnut olmak suretiyle Allah bunların hepsinden razı
olmuştur. Allah'ın kendilerine dinî ve dünyevî nimetleri ihsan etmesi, onları
şirk ve dalâletten kurtarması, hayra muvaffak kılması, hak yola hidayeti nasip
etmesi, kendilerini aziz ve diğer insanlardan müstağni kılması, kendilerinin
eliyle İslâm'a izzet vermesi, onlar için altlarından ırmaklar akan içinde
ebediyyen kalacakları cennetler hazırlaması gibi sebeplerle müminler de
Allah'tan razı olmuşlardır. İşte bu büyük bir kazançtır. Bundan başka da
kazanç yoktur. Nasıl cennet nimetleri hem ruha, hem bedene ait kâmil nimetler
ise bu da kâmil bir kazançtır.
Dikkat
edilecek bir nokta da ayette istenen, ilk müminlere tabi olmanın güzellikle
olması şartıdır. Yani ameller ve niyetlerde, iç ve dıştaki güzellikle. Ama
sadece İslâm'ın zahiri ile yetinmek "güzellikle tabi olma" şartını
gerçek-leştirmez.
Şu
ayetlerde belirtilen topluluk bu şekildeki bir topluluktur: "Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110); "Sizi
orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 3/143).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak Medine'de ve civarındaki münafık grubunu haber verdi.
"Çevrenizdeki" yani Medine ve çevresinde ikiyüzlülüğe alışmış ve bunu
gayet iyi beceren, nifakta sebatkâr olup devam eden, tevbe etmeyen azılı
münafıklar vardır. Bunlar Medine civarına yerleşen Müzeyne, Cüheyne, Eşca,
Eşlem ve Gıfar kabileleridir.
Yine
münafıklardan bir grup da Medine'de Evs ve Hazrec kabilesi içinde idi.
Onları
sen bilmezsin ve tek tek tanımazsın Ey Peygamber! Onların son durumlarının ne
olacağını da bilemezsin. Onları sadece biz biliriz.
Nitekim
Cenab-ı Hak onlar hakkında şöyle demektedir: "Yoksa kalplerinde hastalık
olanlar Allah'ın kalplerindeki kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar1?!
Ey Muhammedi Eğer dileseydik o münafıkları sana gösterirdik. Sen de onları
simalarından tanırdın. Şüphesiz sen onları sözlerinin edasından tanırsın.
Allah amellerinizi gayet iyi bilir." (Muhammed, 47/29-30).
Ayetteki
"çevrenizdeki bazı kimseler" ifadesi onların bir kısmına işaret etmektedir.
Ama geri kalanlar mümindirler.
Zira
Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor:
"Kureyş,
Ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eşca ve Gıfar Allah'ın velâ himayesin-dedirler.
Onların Allah'tan başka mevlâları yoktur."
Yine
Peygamberimiz (s.a) bu kabilelerden bazıları için şöyle dua ediyordu:
"Eslem'i Allah selâmete erdirsin. Gıfar'ı Allah bağışlasın. Bunu ben
söylemiyorum. Bunu söyleyen Allah 'tır."
Bu
münafıklara dünyada iki defa azap edeceğiz: Önce, rezil-rüsvay ederek, mal ve
evlatlarına musibetler vererek, sonra da ölüm acılan ve kabir azabı ile...
Yahut hem mallarını hem de canlarını alarak. İbni Abbas ise şöyle diyor:
Dünyada hastalıklarla, ahirette de azapla... Çünkü müminin hastalığı günahlarına
kefarettir, kâfirin hastalığı ise cezadır.
Sonra
da onlara Cehennem azabı vardır, cehennem azabı azapların en şid-detlisidir.
Ayetten
maksat başlarına gelecek azabın kat kat olacağının beyan edilmesidir.
Medine'de
ve çevresinde bulunan bir başka topluluk "günahlarını itiraf edenler"
idi. Bunlar isyankârlıklarını ikrar etmişler, Rablerine karşı itirafta
bulunmuşlardı. Bu kimselerin işledikleri salih ameller de vardı. Salih amelleri
kötü amellerle karıştırmışlardı. Bunlar Allah'ın af ve mağfireti altına girmişlerdir.
Şüphesiz Allah tevbe edenleri bağışlayıcıdır, güzel ameller işleyip kendisine
yönelen kişilere merhamet edicidir: "Çünkü Allah'ın rahmeti muhsin (iyiliksever)
kullarına yakındır." (A'raf, 7/56).
Her
ne kadar bu ayet belirli bazı kişiler hakkında nazil olmuş ise de bütün hatalı,
kusurlu, kirlenmiş günahkâr kullar için de geçerlidir.
Mücahid
diyor ki: Bu ayetler -Peygamberimiz (s.a.)'in Kureyzaoğulları hakkında vereceği
kararı kendilerine duyuran- Kureyzaoğullanna eliyle boğazını göstererek,
"Sizi öldürecek" diyen Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.
İbni
Abbas ve başkaları ise, "Tebuk Gazvesine Rasulullah (s.a.) ile birlikte
katılmayıp geri kalan Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur"
demektedirler. Bazıları da "Ebu Lübabe ve beş arkadaşı hakkında nazil
olmuştur. Ebu Lübabe ve yedi arkadaşı denildiği gibi, onunla birlikte dokuz
arkadaş vs. gibi nüzul sebebinde zikredilen rivayetler de vardır. [72]
103- (Ey Peygamber!) Onların mallarından bir
miktar sadaka al ki, bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve
derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için huzur
kaynağıdır. Allah her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.
104-
Bunlar kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul ettiğini, sadakaları ancak
Allah'ın alacağını; Allah'ın tevbele-ri çok kabul eden, çok merhametli olanın
da sadece Allah olduğunu bilmiyorlar mı?
105- De ki: "Dilediğinizi yapın. Çünkü
yaptıklarınızı Allah da, Peygamberi de müminler de görecektir. Sonra da gizliyi
de açık olanı da bilenin huzuruna çıkarılacaksınız. O da size yaptıklarınızı
bir bir haber verecektir."
Eğer
bu ayetteki "sadaka" kelimesinden maksat, daha önce de geçtiği gibi
Hasan-ı Basrî'nin dediği şekliyle Tebuk Gazvesinden geri kalanların işlediği bu
günahın kefareti ise bu ayet ile bundan önceki ayetler arasında ilişki gayet
açıktır. Çünkü emredilen husus bir grup insanın hatalarının giderilmesidir. Bu
durumda bu ayet onlara hastır. Ancak ayetin manasını genelleştirip şu şekilde
de anlayabiliriz: Siz üzerinize farz olmayan sadakayı vermeye razı olduğunuza
göre üzerinize farz olan zekâtı vermeye gayet tabii razı olursunuz.
Ama
bu ayetten maksat farz olan zekât veya zenginlerden zekât alınmasının
farziyeti ise -ki bu görüş fakihlerin çoğunluğunun görüşüdür ve sahih olan
görüş de budur- bu durumda ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti şöyle
açıklanabilir:
Tebuk
Gazvesinden geri kalmalarından dolayı tevbe edip pişmanlık duyduklarında ve bu
geri kalmanın sebebinin de mal sevgisi ve mallarını harcamada cimrilikleri
olduğunu ikrar ettiklerinde sanki onlara şöyle deniyordu: Sizin bu tevbe ve
pişmanlık iddiasında sarf ettiğiniz sözlerinizin doğruluğu farz olan zekâtı
verip vermeyeceğiniz noktasında açıkça belli olur. Çünkü bütün iddialar mana
ile kesinleşir. Bir kişinin değerli veya değersiz oluşu imtihan esnasında belli
olur. Şayet onlar bu zekâtları gönülden verirlerse tevbelerine sadık oldukları
anlaşılır, aksi takdirde bu iddialarında yalancıdırlar.
Bu
ayetteki "sadaka "dan maksadın farz olan zekât olduğunun delillerinden
birisi de şu ayettir: "Bununla onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve
derecelerini yükseltmiş olasın." Yani bu sadakaları almakla onları
günahlardan temizlemiş olursun...
Cassas
diyor ki: Sahih olan görüşe göre buradaki "sadaka" farz olan zekâttır.
Zira Allah'ın diğer müslümanlardan ayrı olarak sadece bu cemaata sadaka
vermelerini vacip kıldığı şeklinde bir rivayet sabit değildir. Bu hususta bir
haber olmayınca bu kişilerle diğer müslümanlar ahkâm ve ibadette eşittirler,
sırf bu kişilere ait bir sadaka da yoktur. Çünkü İslâmî hükümlerde kendisi
hakkında hususi bir delil olmadıkça bütün insanların eşit olması sebebiyle bu
ayetin gereği olarak sadaka onlara gerekli ise, bütün insanların üzerine de
farz olur. Bir topluluğa ait olup diğerinden ayrı olmaz. Bu da sabit olunca bu
ayetteki sadaka farz olan zekât olmaktadır. Zira insanların mallarından farz
zekâttan başka hak yoktur.
"Bununla
onları (manevî kirlerden) temizlemiş ve onların derecelerini yükseltmiş
olasın" ayetinde bu sadakanın farz zekât dışında günahlara kefaret olan
bir sadaka olduğuna dair bir delil yoktur. Çünkü farz olan zekât da manevî
kirlerden temizler ve verenin derecesini yükseltir. Bütün mükellef olanlar
mallarını manevî kirlerden temizleyecek, derecelerini yükseltecek ibadetleri işlemeye
muhtaçtırlar.[73]
Ey
Peygamber ve ondan sonra gelen müslüman idareci! Şu tevbe edenlerden ve
başkalarından belirli bir miktar takdir ederek "sadaka al ki," bu
sadaka sebebiyle "onları" cimrilik ve tamahkarlık hastalığından
arındırmış olasın, nefislerini manevî kirlerden "temizlemiş"
hasenatlarını berketlendirmiş ve onları ihlâslı müminlerin derecelerine
yükseltmiş "olasın."
Tezkiye;
ziyadesiyle temizleme manasında mübalağa ismidir veya mala bereket verme,
nemalandırma manasmdadır. Yahut Allah Tealâ'nm, zekat miktarını, verme
sebebiyle mallarda meydana gelecek noksanlığı bereketlendirme sebebi
saymasıdır.
İmam
Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i
şerifte "Sadaka malı eksiltmez" buyurulmaktadır.
"Onlara
salât eyle." Yani onlar için dua et, istiğfarda bulun, rahmet dile; çünkü
senin dua edip istiğfarda bulunman onlar için sükûnete vesile olacak, Allah'ın
tevbelerini kabul ettiği hususunda kalplerini tatmin edecek bir huzur
kaynağıdır. Allah'ın kullarına salât eylemesi, Allah'ın rahmetidir. Meleklerin
salâtı ise istiğfarda bulunmalarıdır. Peygamberimiz ve müminlerin salâtı da
dualarıdır.
"Allah
en iyi işitendir." Onların günahlarını itiraf ettiklerini ve dualarını
işitir; senin duanı da kabul ederek ve ona icabet ederek işitir. Gönüllerinden
geçeni, tevbelerinde ve sadakalarındaki ihlâslarmı ve onlar için hayırlı,
faydalı olanı "en iyi bilendir."
Sadaka
gönlü temizler, Rabbin rızasına vesile olur, malı kirlerden korur.
O
tevbe edenler ve diğer müminler bilmiyorlar mı ki, kullarının tevbesini ancak
Allah kabul eder, günahlarını ancak O siler, sadakaları ancak o kabul edip
sevap verir, onlara kat kat ecir ihsan eder.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer siz Allah için güzel bir ödünç takdiminde
bulunursanız Allah onun karşılığını size kat kat verir ve sizi bağışlar."
(Tegabûn, 64/17).
Buharî
ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği sahih hadis-i şerifte de,
"Allah sizden birinin tayını yetiştirdiği, geliştirdiği gibi sadakası verilen
malı da nemalandırır" buyurulmaktadır. Burada beliğ bir benzetmeyle ecrin
fazlalağına işaret edilmiştir.
Bu
ayette tevbeye ve farz olsun nafile olsun sadaka vermeye teşvik vardır.
Bu
ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet de vardır: Cihaddan geri
kaldıkları halde tevbe etmeyenler cihada katılmayıp da tevbe edenler hakkında
"Onlar da dün bizimle birlikte idiler. Kimse onlarla konuşmuyor, kimse
onlarla oturmuyor, bunlar ne yaptılar ki? Onların bu özelliği nedendir?"
diyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. "Bilmiyorlar mı?"
cümlesindeki zamir cihaddan geri kaldıkları halde tevbe etmeyenlere racidir.
Tevbeleri
çokça kabul eden, tevbe edenlerin tevbelerini kabul etmesi, onlara lütuf ve
ihsanda bulunması rububiyetinin şanından olan, tevbe eden kullarına çokça
merhamet eden, salih amellerine karşılık ecir ve sevap veren sadece yüce
Allah'tır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Tevbe eden, iman edip salih amel işleyen
ve hidayet yolunda devam edenleri ben çokça bağışlarım." (Tâ-Hâ, 20/82).
Yine
bir başka ayet-i kerimede, "Onlar bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine
zulmettikleri zaman Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını
isterler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar yaptıkları
kötülükte bile bile ısrar etmezler." (Âl-i İmran, 3/135).
Tevbe,
nefsin gayretini ve verdiği ahdi yenilemesi, günahların silinmesi için gayet
faydalıdır.
Ey
Rasulüm! O tevbe edenlere ve diğerlerine de ki: Güzel amel işleyin. Çünkü sizin
amelleriniz hayırlı olsun şerli olsun Allah'a ve kullarına gizli kalmaz. Amel
saadetin temelidir. Yaptığımız amelleri Allah da, -Allah'ın bildirmesi ile-
Rasulü de, müminler de görecektir.
Bu
onlara verilen bir vaad, günahlarda ısrar etmenin ve tevbeden uzak durmanın acı
sonucunu ihtardır. Allah'ın emirlerine aykırı davranan herkese; amellerinin
Allah'a, Rasulü'ne ve müminlere arz edileceğini bildiren bir uyarıdır. Bu
kıyamet günü mutlak olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak "O gün hepiniz (hesap
vermek üzere) huzura çağrılırsınız. Hiçbir şeyiniz gizli kalmaz" buyurmaktadır.
(Hakka, 69/18).
İmam
Ahmed ve Beyhakî'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiğine göre
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Sizden biriniz kapısı, penceresi olmayan
sağır bir kayanın içinde amel işlese Allah onun amelini ne olursa olsun insanlara
gösterir."
Ebu
Davud et-Tayalisî'nin naklettiği gibi bir rivayette "Dirilerin işledikleri
ameller kabir aleminde yaşayan yakınlara ve akrabaya arz olunur"
buyurul-muştur.
Cabir
b. Abdillah (r.a.)'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurdular: "Amelleriniz yakınlarınıza ve diğer akrabanıza kabirlerinde
arz olunur. Amelleriniz hayırlı ise memnun olurlar, hayırlı değilse,
"Allah'ım, sana itaat ederek amel işlemelerini onlara ilham eyle"
diye dua ederler."
Kıyamet
günü sizin gizli olan amellerinizi de açıktan işlediklerinizi de gayet iyi
bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O gaib olanı da, şu anda aranızda
bulunanı da, içinizi de, dışınızı da gayet iyi bilir. Size amellerinizi bir bir
bildirecek, hayırlı ise hayırla, şerli ise şerle size karşılık verecektir.
Bu
ayette teşvik ve korkutma aynı anda yapılmıştır. [74]
106-
Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne
bırakılmıştır. (Allah) Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder. Allah
her şeyi çok ıyı bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Savaştan
geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise Allah'ın hükmüne
bırakılmıştır. İnsanlar onlar hakkınde ne olacağını bilemiyorlardı. Allah
tevbelerini kabul edecek miydi, etmeyecek miydi? Rasulullah (s.a.) da onlarla
oturmayı yasaklamış, hanımlarına kendilerinden ayrı kalmalarını ve babalarının
evinde oturmalarını emretmişti. Nihayet ayet nazil oldu: "Allah Peyamberin,
Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti... ve savaştan geri kalan o üç
kişinin tevbesini de kabul etti." (Tevbe, 9/118).
Bu
ayette söz konusu edilen bu üç kişinin durumu askıda bırakılmıştı. Ya azap ya
da tevbelerinin kabulü. Durumları açıklanmamıştı. Bu durumlar, Allah'tan
şüpheleri için değildi. Zaten Allah bundan münezzehtir. Sadece korku ile ümit arasında
oldukları için, kalplerine gam ve üzüntü verip tevbeye yönelmedikleri ve
insanlar onlar hakkında ümitli oldukları içindi. Bazı kimseler, Allah onların
mazur olduğuna dair bir ayet indirmezse helak oıurlar' diyordu. Başkaları da
"Umarız ki Allah onları bağışlar" diye temennide bulunuyorlardı.
Şüphesiz
bu üç kişi savaştan geri kalmaları sebebiyle pişman olmuşlardı, ama Allah
onların hakkında tevbe edenler diye hüküm vermedi. Çünkü sadece pişmanlık
tevbenin sahih olması için yeterli değildi. Sonra bunun günah ve isyan
olduğunu kabul edip pişman oldular; o zaman tevbeleri sahih oldu.
Allah
kimin cezaya, kimin affa lâyık olduğunu ve kullarına faydalı olup onları
terbiye edecek şeyleri en iyi bilendir. Bütün sözlerinde ve fiillerinde, kulları
için huzuru temin edecek hükümleri koymakta tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini açıklamayı geciktirmesi de
hikmetindendir. [75]
107-
Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını açmak için ve daha önce Allah'a
ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için bir mescit
yapanlar "İyilikten başka bir niyetimiz yoktu" diye yemin ederler.
Allah şahittir ki onlar yalancıdırlar.
108- Orada asla namaza durma. Şüphesiz ki, ilk
gününden itibaren takva üzerine kurulan mescitte namaza durman daha uygundur.
O, mescitte (maddî-ma-nevî kirlerden) temizlenmeyi sevenler vardır. Allah da
temizlenenleri sever.
109- Binasının temelini Allah korkusu ve O'nun
rızasını kazanma esası üzerine kuran mı, yoksa binasını bir uçurumun kenarına
kurup da onunla birlikte cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi daha hayırlıdır?
Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
110- Yürekleri paramparça oluncaya (ölünceye) kadar,
yaptıkları o bina daima kalplerinde bir şüphe kaynağı olarak kalacaktır.
Allah her şeyi çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Münafıklardan
bir kısmı da Küba Mescidi civarında Dırar Mescidi inşa ettiler. Bunlar Evs ve
Hazrec Kabilesi'nden 12 kişiydiler. Bu mescidi yapmalarının dört sebebi vardı:
1- Peygamberimiz (s.a.)'in Medine'ye varır varmaz bina ettiği Küba
Mesci-di'nde müslümanlara zarar vermek.
2- Peygamberimiz (s.a.)'i ve getirdiği Kitabı inkâr etmek, O'na ve İslâm'a
dil uzatmak. Bu mescidi müslümanlar aleyhine hile ve desise için karargâh
olarak kullanmak.
Bu
Dırar Mescidi fitne merkezi, nifak ocağı, münafıkların namazı cemaatle eda
etmekten kaçıp sığındıkları yuvaları olmuştu. Bu ise küfürdü. Çünkü imana aykırı
inanç ve amele küfür ismi veriliyordu.
3- Tek mescitte Rasulullah (s.a.)'ın arkasında namaz kılan müminlerin
arasını açmak. Çünkü müminlerin bir kısmı orada namazı kılınca tefrika çıkacak,
ülfet bozulacak, birlik dağılacaktı. Bunun için asıl olan müslümanların tek
mescitte namaz kılmaları idi. Mescitlerin ihtiyaç olmaksızın çoğaltılması dinin
hedef ve gayelerine aykırı idi.
4- Burasının gözetim ve kontrol merkezi olarak kullanılması, Allah ve
Ra-sulüyle savaşan kişilerin oraya gelmelerini ve karargâh haline getirmelerini
beklemeleri; burayı inşa eden münafıkların savaşa hazırlandıkları ve
müslümanlan gözetmek için kullandıkları bir yer olması.
Allah
ve Rasulü'ne savaş açan kimseden maksat, -Nüzul Sebebi'nde belirtildiği gibi-
Hazrec Kabilesinden Ebu Amir er-Rahib idi. Bu Meleklerin yıkadığı Hanzala'nın
babası idi. Rasulullah (s.a.) ona "fasık" ismini vermişti.
Cahili-yette Hristiyan olmuş, rahiplik yapmış, ilim tahsil etmişti. Rasulullah
(s.a.) ortaya çıkınca O'na düşman olmuştu. Çünkü reislik elinden gitmişti,
Uhud günü Peygamberimiz (s.a.)'e "Seninle çarpışcak bir kavim bulsam, ben
de onlarla birlikte seninle çarpışırım" demişti.
Huneyn
Savaşı'na kadar Peygamberimiz (s.a.)'le hep karşı tarafta çarpıştı. Hevazin'le
birlikte yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı. Kayser'den Rasulullah (s.a.) ile
savaşacak askerler isteyip getirecekti. Suriye'nin kuzeyinde Kınnes-rîn'de
yalnız başına öldü. Bir rivayete göre ise Hendek Savaşı'nda düşman ordularını
toparlıyordu. Düşman yenilgiye uğrayınca Şam'a kaçtı.
Bu
rivayetlere göre Ebu Âmir'in Herakl'e gidişi ya Uhud, ya Huneyn, veya Hendek
Savaşı'ndan sonra olmuştur.
O
münafıklar yemin edecekler ve diyecekler ki: Biz bu mescidi yapmakla sadece
iyilik yapmak istedik. Niyetimiz müslünıanlara şefkatle yaklaşmak, güçsüz ve zayıfların
rahatlarını sağlamak, hatta yağmurlu günlerde cemaatle namazda bulunmalarını
temin etmekti. Diğer müslümanlara kanarak Rasulullah (s.a.) onları tasdik
edecek ve o mescitte namaz kılacaktır, ama Allah Tealâ gayet iyi biliyor ki
onlar bu yeminlerinde ve iddialarında yalancıdırlar, amellerinde
ikiyüzlüdürler.
Allah,
Rasulüne bu durumu bildirdi. "Allah şahittir ki..." ayetinin manası,
Allah onların kalplerindeki fesatlığı ve yemin ettikleri konuda yalancı olduklarını
da gayet iyi bilir, demektir.
Onların
bu mescidi zarar vermek ve kötülük etmek için inşa etmeleri sebebiyle Allah,
Cebrail'e vahyedip Rasulü'nün orada namaz kılmasını yasakladı. Ümmet de bu
konuda ona tabidir. "Orada namaza durma!" Yani orada namaz kılma.
Bazan namaz "kıyam" kelimesiyle ifade edilebilir. Meselâ, "Falan
geceyi kıyamla geçiriyor" denir. Buharî'deki sahih hadis böyledir:
"Kim Ramazan'da inanarak ve sevabını yalnız Allah'tan umarak kıyamla
geçirirse geçmiş günahları bağışlanır."
Gelecek
zamanın tamamını içine almak üzere "ebediyyen" manasında kullanılan
"ebedî" kelimesinin nehiy cümlesinde yer alınca genellik ifade ederek
"sakın, kesinlikle, asla" manasında kullanıldığı görülmektedir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra iki sebeple Rasulünü Küba Mescidi'nde namaz kılmaya teşvik
etmiştir:
Birincisi:
Bu mescit takva üzerine bina edilmiştir. Binası, ilk gününden itibaren takva
yani Allah'a ve Rasulü'ne itaat esası üzerine, müminlerin birliğini temin ve
müslümanlara bir merkez ve karargâh olması için kurulmuştu.
"Takva
esası üzerine kurulmuş mescit..." yani Allah korkusu, ihlâsla ibadet
etmek, müminleri Allah Rasulünün sevgisi üzerine toplamak ve İslâm birliği
uğruna çalışmak için bir merkez olmak üzere kurulmuş mescit, içinde namaz
kılmak için, diğer yerlerden daha uygun ve daha evlâdır ey Rasulüm!
Burada
zikredilen mescit -Sahih-i Buharı'de belirtildiği, ayetlerin ve bu konudaki
olayların gösterdiği gibi- Küba Mescidi'dir. Bunun içindir ki sahih bir hadis-i
şerifte Rasulullah (s.a.), "Küba Mescidi'ndeki namaz bir umre
gibidir" buyurmuşlardır.
Ancak
İmam Ahmed, Müslim ve Nesai'nin rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu
ayette geçen mescidin hangi mescit olduğu sorulmuş o da "Medine'deki
mescit" şeklinde cevap vermiştir. Ayette her iki mescidin de murad edilmiş
olmasına hiçbir engel yoktur. Çünkü her iki mescit de inşasına başlanıldığı ilk
günden itibaren hayırlara mekân olmuştur.
İkincisi:
Bu mescitte hem (günah ve masiyetlerden arınma anlamında) manevî temizliği hem
de (elbise temizliği, abdest ve gusülle beden temizliği, is-tincada taş
kullanıldıktan sonra su ile taharet alınması manasında) maddî temizliği seven
kişiler vardır. Bu ikinci çeşit temizlik müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
Evlâ olan her iki çeşit temizliğin murad edilmiş olmasıdır.
Allah
çok temizlenenleri yani ruhî, manevî, cesedî ve bedenî temizliğe çok önem
verenleri sever. Bunlar insanlar arasındaki kâmil şahsiyetlerdir.
Beyzavî
der ki: Orada Allah rızasını kazanmak için günahlardan ve kötü hasletlerden
temizlenmeyi isteyenler vardır. Allah çok temizlenenleri sever, yani onlardan
razı olur. Aşığın sevgilisine yakınlık duyması gibi onları kendisine
yaklaştırır.
Keşşafta
Zemahşeri şöyle demektedir: Onların çok temizlenmeyi sevmelerinin işareti,
temizliğe önem vermeleri ve buna bir şeyi çokça sevenin gösterdiği riayeti
göstermeleridir. Allah Tealâ'nın onları sevmesi ise onlardan razı olması,
onlara aşığın sevgilisine gösterdiği gibi lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.[76]
"Allah'ın
kullarını sevmesi"nin manası ise Onun razı olması, müminleri kabul
eylemesi ve kendisine yakın kılmasıdır. Çünkü Allah sıfatlarımıza benzemekten
münezzehtir. O'nun sevmesi bizim sevmemizden başkadır. Bu Onun kemaline lâyık
bir vasıftır.
Nitekim
Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Kulum
bana nafilelerle yaklaşır. Nihayet onu severim. Onu sevdiğim zamanda onun
işiten kulağı, gören gözü olurum."
Bu
ayette geçen "Allah'ın sevgisi" Allah'ın Peygamberin ehl-i beytini
tertemiz kılma hususundaki sevgisine benzemektedir: "Ey Peygamber
ailesi!. Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak
ister." (Ah-zab, 33/33).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak her iki mescidin inşa edilmesinin hedeflerini karşılaştırdı:
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine -yani dünya ve ahirette faydalı sağlam
bir temel üzerine- bina edenle, zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını
açmak ve daha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri
hazırlamak için mescit bina eden birbirine eşit olamaz. Çünkü böyleleri
binalarını çökecek bir uçurum kenarına, yani bir vadiye düşmeye hazır, zayıf
ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yere yapmaktadırlar. Eğer çökerse Ce-hennem'in
dibine yuvarlanacaktır. Allah fesatçıların yaptıkları işleri düzeltmeyen
zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Onları hak, adalet, istikamet ve
doğruluğa; kendilerinin menfaati ve kurtuluşu olan hususlara muvaffak kılmaz.
Razî
der ki: "Dünyada münafıkların durumuna bu misalden daha uygun bir misal
bulamayız."
Sözün
özü şöyledir: İki binadan birini yapanlar bu binayı yaparken Allah korkusu ve
rızasını, ikinci binayı yapanlar ise masiyet ve küfrü gözettiler. Birinci bina
şerefli ve ayakta kalması gerekli bir bina, ikinci bina ise değersiz, yıkılması
gerekli bir bina oldu.
"...
Onunla birlikte Cehennem ateşine yuvarlandı" ayeti bir rivayette "Bu
gerçektir. Burası Cehennem'den bir yerdir" denildi. Diğer bir rivayette
ise, "Bu mecazdır, ayetin manası, "Bina Cehennem'e girdi, sanki
yıkılıp Cehennem'in içine düştü" demektir.
Bundan
sonra da Cenab-ı Hak münafıkların Dırar Mescidine yerleşmekle meydana gelen
tarih boyunca kalacak kötü manaları beyan etmektedir:
Onların
bu binaları ve yıkımı dinde şüphe etmelerine, iki yüzlülüklerinin artmasına
sebep olacaktır. Çünkü bu bina nifak ve küfrün tesirlerini müşahhas kılıyordu.
Bu durum onların kalplerinde nifakı yerleştirdi. Tıpkı buzağıya tapanlara onun
sevgisinin verildiği gibi. Bu şekilde devam edecek; yürekleri paramparça
oluncaya, idrak kabiliyeti tamamen kayboluncaya, yani ölünceye kadar öyle devam
edecek.
İnşa
etmeleriyle sevindikleri bu bina dindeki şüphelerinin kaynağı, gönüllerine
yerleşen küfür ve nifakın müşahhas bir ifadesidir. Peygamberimiz (s.a.) bu
binanın yıkılmasını emrettiği zaman bu onlara çok ağır gelmiş, kızgınlıkları artmış,
onun peygamberliği hakkındaki şüpheleri çoğalmıştı. Korkuları bir kat daha büyümüş,
kendi durumları hakkında tereddüde düşmüşlerdi: Acaba öldürülecekler miydi,
yoksa serbest mi bırakılacaklardı? Bu binanın kendisi bizzat şüphe idi,
şüphelere de sebep oldu. Şüpheye sebep oluşu binanın tahrip edilmesi ve
yıkılmasıyla ortaya çıktı.
Allah
yarattıklarının amellerini gayet iyi bilendir, hayır veya şer onlara karşılık
vermekte tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Münafıkların halini açıklamak,
gerçeklerin bilinmesi için Onun hikmetindendir. [77]
111-
"Allah yolunda çarpışan, düşmanları öldüren ve ölen müminlerin canlarını
ve mallarını Allah kendilerine cenneti vermek karşılığında satın almıştır. Bu,
Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da olan gerçek vaadidir. Allah'tan daha
çok ahdini yerine getiren kim olabilir. O'nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı
sevinin. Gerçekten bu büyük bir kazançtır.
112-
Bunlar, günahlarından tevbe edenler, Allah'a ibadet edenler, O'na hamdedenler,
O'nun yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip
kötülüğü yasaklayanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. O
müminleri müjdele.
Bu
ayet cihada teşvik amacıyla verilen bir misaldir. Bununla Cenab-ı Hak
müminlerin canlarını ve mallarını feda etmelerinden dolayı kereminden,
lüt-fundan ve ihsanından dolayı onların cennetle mükâfatlandırmasını
"satın alma" diye ifade etmiştir. Çünkü Allah kendisine itaat eden
kullarına lütufta bulunarak sahibi olduğu şeylerin kendisine bedel olarak
verilmesini kabul etmiştir. Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Vallahi Allah
onlarla alışveriş etmiş malın fiatını da yüksek tutmuştur.
Ayetin
manası şudur: Şüphesiz Allah müminlerin canlarını ve mallarını "cenneti
verme" gibi bir karşılıkla satın aldı. Yani Allah kendi yolunda canlarını
ve mallarım feda etmelerine karşılık onlara cenneti mükâfat olarak vermesini
bir ticaret malına benzetti.
Sonra
niçin bu alışverişin yapıldığını, canlarını ve mallarını cennet karşılığında
nasıl satacaklarını şöyle açıkladı: Onlar Allah yolunda çarpışırlar, düşmanları
öldürürler, Allah yolunda şehit olurlar. İster öldürüp öldürülsünler, isterse
ikisi birden meydana gelsin, onlara cennet vacip olmuştur.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bu vaadi ve haberini şu ayetle tekit etti: "Bu, Allah'ın
gerçek vaadidir." Yani onlara verdiği bu vaatle kendine bunu vacip kıldı.
Bu vaadi Hz. Musa'ya indirilen Tevrat, Hz. İsa'ya indirilen İncil ve Hz.
Mu-hammed (s.a.)'e indirilen Kur'an'da kesin olarak bildirdiği sabit bir hak
kıldı. Tevrat ve İncil'in zayi olması veya tahrife uğraması bunun meydana
geldiğini ortadan kaldırmaz. Allah bu kitapları tasdik eden ve bu kitapları
nesheden Kur'an'da bu durumu ispat etmiştir.
"Allah'tan
daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?" Yani ahdine daha çok bağlı, vaadini
infaz etmekte Allah'tan daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse yoktur. Çünkü
o vaadinden dönmez. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: "Allah'tan daha doğru
sözlü kim olabilir?" (Nisa, 4/ 87, 122).
Bu
söz, vaadi yerine getirme hususunda kesin bir ifade, ve bu vaadin gerçek
olduğunu bir defa daha tespittir.
Sözde
durma bu şekilde kesinleşince, canlarınızı ve mallarınızı feda etmeniz üzerine
Allah'ın bir sevabı, lütuf ve ihsanı olarak kazandığınız cennet sebebiyle son
derece mutlu olup sevinin. Bu kazanç büyük bir kazanç, ebedî bir nimettir.
Bundan daha büyük bir kazanç yoktur."
Burada
zikredilen Allah yolunda canlarını ve mallarını feda eden müminler gerçekten
inkarcı olmaktan tevbe eden Allah'ın rızasını aykırı şeyleri terk etmek
suretiyle Allah'a dönen müminlerdir.
Tevbe
masiyetin çeşidine göre farklılık arz eder. Küfür yolundan tevbe etmek ondan
dönmekle, münafığın tevbesi nifakı terk etmekle olur. İsyankâr kimsenin tevbesi
işlediği günaha pişmanlık duymakla ve onu gelecekte bir daha işlememeye kesin
kararlı olmakla gerçek tevbe olur. Herhangi bir hususta ihmalkâr davranan
kişinin tevbesi bu kusurunu telâfi etmekle, Rabbinden gafil olan kişinin
tevbesi Allah'ı çokça zikredip O'na şükretmek suretiyle olur.
O
müminler Allah'a O'nun dininde ihlâslı olarak "ibadet eden," bollukta
ve darlıkta Ondan gelene ve O'nun nimetlerine "şükreden kimselerdir."
Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)'e sevindirici bir haber geldiği
zaman "Allah'a hamdolsun ki O'nun verdiği nimetlerle salih ameller
tamamlanıyor" derdi. Efendimiz (s.a.)'in hoşuna gitmediği bir haber
gelince de "Allah'a her durumda hamdolsun" derdi.
O
müminler cihad etmek, ilim tahsili veya helâl rızık talebiyle yeryüzünde
"seyahata çıkan" kimselerdir. Bit rivayette buna oruç tutanlar manası
verilmiştir. Hakimin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis-i şerifte,
"Saihun, oruç tutanlardır" buyurulmuştur. Çünkü oruç şehvetlere ve
lezzetlere engel olmaktadır. Seyahatta da genellikle böyledir. Oruç ayrıca
Mülk ve Melekût alemin gizliliklerini öğrenmeye vesile olan, nefsi terbiye
eden bir ibadettir.
O
müminler "rükû ve secde eden" farz namazları kılan kimselerdi. Burada
rükû ve secdenin şerefli (yani diğer rükünlere göre daha anlamlı) olması, Allah'a
boyun eğme, O'nun huzurunda eğilme manası taşıması sebebiyledir. O yüzden
burada namazın sadece bu iki önemli rüknü zikredilmiştir.
Onlar
"iyiliği emreden" iman ve taate davet edenler, "ve
kötülüğü" yani şirk ve diğer masiyetleri "yasaklayan
kimselerdir." Buradaki "ve" edatı "iyiliği emretme ve
kötülüğü yasaklama"nın tek bir özellik olduğunu ifade eden bir atıf
edatıdır. Sanki "bu iki vasfı bir arada toplayan kimseler" denilmiş
oluyor.
Onlar
"Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlar" yani Allah'ın farzlarına, şeriatına,
hükümlerine riayet eden kimselerdir. Bu ifade bütün faziletli amelleri içine
almaktadır; bundan önceki hususlar bunun tafsilatı şeklindedir. Bütün bu
vasıfları taşıyanlar Allah'ın koyduğu sınırlan koruyan kimselerdir.
Bu
kişilerin mükâfatları ise şu şekilde ifade edilmektedir: Ey Rasulüm! Bu faziletli
sıfatlan taşıyan müminleri dünya ve ahiretin hayırlanyla müjdele. Ayette
müjdelenen şeyin zikredilmemiş olması bunun büyüklüğüne işarettir. Sanki şöyle
demektedir. Onlan kelimelerin ifade edemiyeceği, akıllann alamayacağı
nimetlerle müjdele.[78]
113-
Müşriklerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra artık onlar için ne
peygamberin ne de müminlerin Allah'tan af dilemeleri doğru değildir.
114- İbrahim'in babası için af dilemesi de sadece
ona verdiği sözü yerine getirmesi içindir. Fakat babasının Allah'ın düşmanı
olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı. İbrahim gerçekten çok niyaz eden
ve yumuşak huylu bir kişi idi.
115-
Allah bir kavmi hidayete ilettikten sonra, sakınmaları gereken şeyleri
açıklamadıkça onları saptırmaz. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir.
116- Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü yalnız
Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir
dost ne de bir yardımcı vardır.
Müşrikler
için ne Peygamberin ne de müminlerin Allah'a dua edip af dilemeleri doğru
değildir, bu onların şanına da yakışmaz. Yahut nehiy manasında onların bunu
yapmaya haklan yoktur.
Çünkü
Peygamberlik ve İman müşrikler için istiğfar etmeye manidir. Onlar için
istiğfarda bulunmayınız. Her iki manada birbirine yakındır.
Buna
engel olan husus "Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra" (Tevbe,
113) ayeti ile "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun
dışındaki günahları dilediği kimse için affedilir." (Nisa, 4/116)
ayetidir.
1-
Meâni ilmi alimleri şöyle demektedirler: Kur'an'daki "mâ-kâne"
kelimesi iki manaya gelir: a) Nefy (olamaz) manasındadır. "... Sizin bir
tek ağacı bile bitiremeyeceğiniz..." (Nemi, 27/60) ayetinde olduğu gibi.b)
Nehy (hakkınız değildir, yapmayın) manasındadır. "Allah'ın Rasulüne
eziyet etmeniz hakkınız değildir, eziyet etmeyin." (Ahzab, 33/53) ve bu
ayette (Tevbe, 9/113) olduğu gibi.
Münafık
ve kâfirler itaat edilmesi, sıla-i rahim yapılması ve şefkatle dav-ranılması
gereken en yakın akrabalardan bile olsalar buna izin verilmemiştir.
Onların
cehennemlik oldukları delille belli olduktan sonra yani küfür üzerine ölmeleri
sebebiyle onlar için yapılacak bir şey kalmamıştır. Yani bu istiğfara engel
olan sebep onların cehennemlik olduklarının kesin olarak belli olmasıdır. Bu
sebep yakın ve uzak akraba arasında hiçbir ayırım gözetmemektedir.
Beyzavî
diyor ki: Burada münafık ve kâfirlerin diri olanları için istiğfarın caiz
olduğuna delil vardır. Çünkü onların imana ermelerini istemişti. Böylece Hz.
İbrahim (a.s.)'in zahirde kâfir babası için istiğfar etmesi çelişkisi de ortadan
kalkmaktadır.
Hz.
İbrahim (a.s.)'in babası Azer için "Babamı affet. Şüphesiz o delâlete
düşenlerdendir." (Şuara, 26/86) yani O'nun imanı kabul etmesini nasip eyle
sözüyle af dilemesi, bu yasaktan önce verdiği söz sebebiyledir. Çünkü Hz. İbrahim
(a.s.) "Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O bana çok
lütufkâr-dır." (Meryem, 19/47) yani senin için ancak dua edebilirim,
demişti. Hz. İbrahim (s.a.)'in güzel ahlakından biri vefakar olması, verdiği
sözde durmasıdır. Bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "... ve verdiği sözde
duran İbrahim..." (Necm, 53/37).
Hz.
İbrahim (a.s.) babasının küfür üzerine ölmesiyle veya onun hakkında kendisine
asla iman etmeyeceği şeklinde vahiy gelmesiyle, babasının Allah düşmanı
olduğunu kesin olarak anlayınca ondan uzaklaştı, babası için istiğfardan
vazgeçti. Çünkü İbrahim (a.s.) çok içli, çok duygulu idi; çokça dua ve niyaz
ediyordu. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Evvah, huşu sahibi,
tazarru ve niyazda bulunan demektir." Bu ifade Hz. İbrahim (a.s.)'in
aşırı merhametli oluşu ve ince kalpliliğinden kinayedir. Halimdir, eziyetlere
karşı çok sabırlıdır."
114.
ayetin bu son cümlesi, babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e olan düşmanlığına ve ona
kötü muamele etmesine rağmen Hz. İbrahim (a.s.)'i babası için istiğfar etmeye
sevk eden sebebi açıklamak içindir. Babasının Hz. İbrahim (a.s.)'e düşmanlığına
delil şu ayettir: "Babası: "Ey İbrahim! İlâhlarıma karşı çıkıp yüz mü
çeviriyorsun. Eğer bundan vazgeçmezsen yemin olsun ki seni taşa tutarım. Haydi,
uzun müddet benden uzak ol" dedi. (Meryem, 19/46).
Sonra
Cenab-ı Hak bu yasaklama ayetinden önce müşrikler için istiğfar edenleri
sorgulamayacağını açıkladı. Onlara sakınmaları ve kaçınmaları gerektiğini
beyan etmeden herhangi bir amel yüzünden sorgulamayacağını bildirdi.
Allah'ın,
bir kavme İslâm yoluna hidayeti nasip ettikten sonra onlara söz ve
davranışlardan sakınmaları gerekli hususları açıklamadıkça o kavmi delâlet
içinde diye tavsif etmesi veya onları sapıkları muaheze etmesi, Onun
mah-lûkatmdaki sünneti olmadığı gibi rahmet ve hikmetine de uygun değildir. Bu
ayet Allah Tealâ'nın herhangi bir şeyi beyan edip ileri sürülebilecek mazeretleri
ortadan kaldırmadan hiç kimseye azap etmeyeceğine işaret etmektedir.
Şüphesiz
ki Allah her şeyi, insanların durumunu ve onların bu konuda açıklamaya olan
ihtiyacım bilendir. Sanki bu ifade ile Rasulullah (s.a.)'ın amcasına veya bu
yasaktan önce istiğfar dilediği kimse için söylediklerinin mazereti beyan
edilmektedir. Yine burada bir peygamberin mesajı kendisine ulaşmayan gafil
kimsenin bu mesajla mükellef olmayacağına delil vardır.
Dolayısıyla
bu ayetin nüzul sebebinin Peygamberimiz (s.a.)'in annesi için istiğfar etmek istemesi
olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Amine Hz. Muham-med'in peygamberliğinden
önce, Hz. İsa (a.s.)'dan sonra cahiliye zamanında fetret devrinde ölmüştü. O
zaman durumların karışıklığı sebebiyle hak dini tanıma imkânı yoktu.
Allah
Tealâ kâfirlerden uzak kalmayı emrettikten sonra zafer ve yardımın ancak kendi
nezdinden verildiğini, çünkü yer ve göklerin mülkünün sadece kendisine ait
olduğunu beyan etti.
Size
yardım eden Yüce Allah olduğuna göre başkası size zarar veremez. "Şüphesiz
göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır." Yani bütün varlığın sahibi,
işlerinin idarecisi, her şeye galip ve hakim olan sadece Allah Tealâ'dır.
Olan-biten her şey O'nun elindedir. O hem diriltir, hem öldürür. O'nun çizdiği
kaza ve kaderi geri çevirecek, Onun hükmünü ortadan kaldıracak hiç bir güç
yoktur. O izin vermeden onların ne hakimiyet ne de zafer elde etmeleri mümkün
değildir. O'ndan başkasından uzak olsunlar. Nihayet yaptıkları ve yapmadıkları
her şeyde O'ndan başka gayeleri olmasın. Size normal olarak dost ve yardımcı
olanların yakınlıkları ve akrabalıkları sizi endişelendirmesin. Sizin Allah'tan
başka dost ve yardımcınız yoktur. [79]
117-
Yemin olsun ki, Allah Peygamberin ve o güçlük zamanında ona uyan Muhacirler ve
Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri
nerdeyse eğrilmek üzere idi. Yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O,
onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.
118- Savaştan geri kalan üç kişinin de tevbelerini
kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, canları son
derece sıkılmıştı. Nihayet Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare
olmadığını anladılar. Sonra Allah eski hallerine dönsünler diye tevbelerini
kabul etti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametlidir.
119-
Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.
Allah
lütufta bulunarak Peygamberinden razı oldu; güçlüklerle dolu ve sıkıntılı bir
zamanda yapılan Tebuk Gazvesi'nde Ona arkadaşlık edip tabi olan mümin ashabının
da tevbelerini kabul etti. Bu gazveye "Gazvetül-üsra (Güçlük Savaşı), Hz.
Osman (r.a.) ve diğer sahabilerin teçhizatını temin ettikleri bu orduya da
"Ceyşü'1-üsra: Güçlük Ordusu" ismi verilmişti. Binek vasıtaları, yiyecek
ve su konusunda son derece eksiklik vardı. Hatta on kişi bir deveye nöbetleşe
biniyorlar, bir hurmayı iki kişi bölüşüp yiyorlardı. Bu savaşa tesadüf eden
şiddetli sıcaklar bir yana, develeri kesip işkembelerindeki yem kalıntılarını
sıkarak dillerini ıslatıyorlardı.
Cabir
b. Abdillah (r.a.), "Saatü'1-üsra: Güçlük Vakti" hem binek, hem yiyecek,
hem de su sıkıntısı idi, demiştir.
Yüce
Allah Peygamberin tevbesini kabul etti. Çünkü Rasulullah (s.a) Efendimizden
kendisi için evla ve efdal olmayacak bazı hareketler sadır olmuştu. Allah'ın
ikrar etmediği ve şahsî içtihadına dayanarak savaştan geri kalan münafıklara
izin vermesi gibi... Çünkü başka bir hareket tarzı bundan daha hayırlı idi.
İbni
Abbas Peygamberin ve müminlerin tevbesinin kabulünü şu sözüyle açıkladı:
Peygamberin tevbesinin kabulü münafıklara savaşa katılmama hususunda verdiği
izin sebebiyle yaptığı tevbenin kabulü idi. Bunun delili ise "Allah seni
affetsin. Niçin onlara izin verdin" (Tevbe, 9/43) ayetidir. Müminlerin
tevbe-si ise bazılarının, gönüllerinin savaştan geri kalmaz temayülünde olduğu
hatası için yaptıkları tevbedir.
Muhacir
ve Ensar sahabilerin tevbesinin kabulü ise bazılarının savaşa çıkarken ağır
davranmaları veya münafıkların çıkarttıkları fitneye kulak vermeleri hatası
için yaptıkları tevbenin kabulüdür.
Buradaki
tevbe iki manadadır: Peygamberimizin (s.a.)'in tevbesinin kabulü, Allah'ın
razı olması ve rahmetle muamele etmesidir, sahabe için ise Allah'ın kendilerini
tevbe etmeye muvaffak kılması ve tevbelerini kabul etmesidir.
Müminlerin
bu tevbelerinin kabulü içlerinden bazılarının neredeyse kalpleri eğrilecek,
haktan ve imandan yüz çevirecek bir duruma geldikten sonra oldu. Bunlar
münafıklıktan ayrı, başka sebeplerle savaştan geri kalan kimselerdi. Bunlar
salih amelle kötü ameli birbirine karıştırırlar, günahlarını da itiraf
etmişlerdi. Allah da yolculuk ve savaş anında karşılaştıkları sıkıntı ve zorluk
sebebiyle bazıları şüpheye düştükten sonra onların tevbelerini kabul etti.
Bundan
sonra Allah bir defa daha tevbelerini kabul ettiğini tekrarladı. Yani onlara
Rablerine yönelmelerini ve Allah'ın dininde sebatkâr olmalarını ihsan etti.
Zira Rableri onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. Allah yolunda cihada
tahammül ettikten sonra Rableri onları bırakmaz. Ancak zararı kaldırıp onlara
fayda verir. "Rauf' ve "Rahim" olmanın manası budur.
Tevbenin
kabulünün bir defa daha tekit edilmesinin faydası onların şanlarını yüceltmek,
gönüllerindeki şüpheleri gidermek, sıkıntılı zamanda kalplerine gelen
vesveseleri yok etmektir.
Allah
ayrıca geri bırakılan -yani münafıklık sebebiyle olmayıp sadece tembellik
dolayısıyla, rahatı tercih etmeleri sebebiyle savaştan geri kalan- üç kişinin
de tevbesini kabul etti. Onlar savaşa gidenlerin arkasından Medine'de kalmışlar,
durumları münafıklardan sonraya kalmış, Rasulullah (s.a.) onlar hakkında
hiçbir hüküm vermemişti. Bunlar Allah'ın vereceği hükme bırakılmışlardı. Bu üç
kişi şair Ka'b b. Malik, hakkında "Li'an" ayeti nazil olan Hilal b.
Ümeyye el-Vakıfî ve Mürara b. Rabi' el-Amiri olup hepsi Ensar'dan idiler.
Allah
bu üç kişiyi üç sıfatla zikretti.
1- 'Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti." Yani
tevbede gecikmişler, cezadan korktukları için Peygamberimiz (s.a.)'in kendilerinden
yüz çevirmesi, müminlerin kendileriyle konuşmalarının yasaklanması ve eşlerine
de onlardan ayrı durmalarının emredilmesi sebebiyle telâşa düştükleri için
bütün mahlûkatı içine alacak genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti.
Bu üç kişi elli gün veya daha fazla bu durumda kalmışlardı.
2- "Canlan son derece sıkılmıştı." Endişe, üzüntü, dostlardan
ayrılık ve insanların kendilerine küçümsemeli bakışları sebebiyle gönülleri
daralmıştı.
3- "Allah'tan yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını
anladılar." Kesinlikle bildiler ve inandılar ki Allah'ın gazabından yine
O'nun rahmetini ümid ederek tevbe ve istiğfar etmekten başka sığınılacak yer
yoktur.
"Sonra
tevbelerini kabul etti." Yani tevbelerinin kabulünü bildiren ayetleri
indirdi.
"Tevbe
etmeleri için..." Bu yüz çevirdikten sonra tekrar O'na dönsünler diyedir.
Bütün
bu belirtilen vasıfları tevbelerine, pişman oldukları hususundaki doğru
sözlülüklerine delil idi. Şüphesiz Allah tevbe edenlerin tevbesini çok kabul
edici, iyiliksever olanlar için de rahmeti pek geniştir.
Bu
üç kişinin tevbelerinin kabulü kıssasında aşağıdaki hususlar göze çarpmaktadır:
Müfessirlerin
çoğu, bu üç kişinin Rasulullah (s.a.)'ın arkasında savaşa çıkmadıklarını
söylemektedirler.
Ka'b
b. Malik anlatıyor: Rasulullah (s.a.) benimle sohbet etmeyi severdi. Savaşa
çıkmakta geciktiğimde, "Ka'b'ı engelleyen sebep ne olabilir ki?" diye
sormuş. Medine'ye geldiğinde münafıklar mazeret beyan ettiler, Peygamberimiz
(s.a.) onların mazeretlerini kabul etti. Sıra bana geldi. Ben de "Bineğim
ve yol azığım hazırdı. Günahım (ihmalim) sebebiyle savaşa katılmadım. Benim
için Allah'tan af dile." dedim. Rasulullah (s.a.) bunu kabul etmedi.
Bundan
sonra Peygamberimiz (s.a.) Ashabına bu üç kişiyle oturmalarını yasakladı.
Onlardan ayrı durmalarını emretti. Hatta hanımlarına da onlardan uzak
durmalarını söyledi. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye
başladı. Hilâl b. Ümeyye'nin hanımı Rasulullah (s.a.)'a geldi ve "Ya
Rasulal-lah! Hilâl ağlıyor, ağlamaktan gözlerinin kör olmasından
korkuyorum" dedi. Nihayet elli gün geçince Cenab-ı Hak "Yemin olsun
ki Allah, Peygamberin... Muhacirler ve Ensar'ın tevbelerini kabul etti..."
(Tevbe, 9/117) ve "Savaştangeri kalan üç kişinin tevbelerini de kabul
etti." (Tevbe, 9/118) ayetlerini indirdi.
Bu
ayetler nazil olunca Rasulullah (s.a.) odasına çekildi. O sırada Ümmü
Seleme'nin yanında idi. Ona, "Allahu Ekber! Allah arkadaşlarımızın
mazeretini kabul eden ayetleri indirdi" dedi. Sabah namazı kılınca
ashabına bunu anlattı. Allah'ın tevblerini kabul ettiği müjdesini verdi. Bu üç
kişi de hemen Rasulullah (s.a.)'ın huzuruna geldiler. Rasulullah (s.a.) onlara
haklarında inen ayetleri okudu.
Ka'b
b. Malik, "Allah'a yaptığım tevbe gereği malımın tamamını sadaka olarak
veriyorum" dedi. Peygamberimiz (s.a.) "Hayır, olmaz." dedi.
Ka'b, "O halde yarısını" deyince, Peygamberimiz (s.a.) "Hayır,
olmaz" dedi. Ka'b yine "Peki, ya üçte birine ne dersin?" dedi.
Efendimiz (s.a.) o zaman "Evet" diyerek kabul etti.[80]
Allah
Tealâ bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğine dair ayetleri indirince işlenen
bu -Cihad'da Rasulullah (s.a.)'ı bırakıp geride kalmak, cihada katılmamak
-hatasının tekrarlanmasını şiddetle yasakladı ve şöyle buyurdu.
"Ey
İman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun." Yani Rasulullah
(s.a.)'a muhalefet etme vb. Allah'ın razı olmayacağı şeylerden sakının ve
kaçının. Gazvelerde Rasulullah (s.a.) ve ashabı ile beraber olun. Münafıklarla
birlikte evlerinizde oturarak savaştan geri kalmayın. Dünyada iman ve ahdinde
durma hususunda sadık olan, Allah'ın dininde niyeti, sözü ve davranışları ile
sadık olan kimselerle beraber olun ki, cennette de yine sadıklarla beraber
olasınız.
"Sıdk"
Allah'ın dininde ve şeriatında, Allah'ın emirlerini yerine getirmede ve
Allah'ın Rasulüne itaatte sebatkâr olmaktır. Bu üç kişinin işledikleri hatadan
dolayı pişman olmaları konusundaki sadakatleri Allah'ın tevbelerini kabul
etmesine sebep oldu. Bu durum birtakım kritik durumlarda sadakatin başarı ve
kurtuluşa vesile olduğunu göstermektedir.
Beyhakî'nin
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Sadakat takvaya, takva da cennete götürür. Yalancılık günaha, günah da
cehenneme götürür." Sadık kimseye "Doğru söyledi ve takva yolunu tuttu"
yalancıya da "yalan söyledi ve günaha girdi" denir. Kişi sadakatte,
doğru sözlülükte devam ederse nihayet ismi Allah nezdinde sıddîk (son derece
sadakat sahibi) diye yazılır.
Başka
biri de yalancılığa devam eder ve ismi Allah katında "yalancı" diye
yazılır.
Yalancılığın
terk edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'in tavsiye ettiği gibi içki, zina, hırsızlık
vb. bütün günahları bırakmaya vesile olur.
Yalana
sadece üç yerde izin verilmiştir. Savaşta, insanların arasını düzeltmede ve
kişinin hanımının gönlünü alması için konuşmasında ona, "Sen en güzelsin,
en çok sevdiğim sensin" gibi sözler söylemekte yalana izin verilmiştir.
Yoksa diğer ev işleri ve nafaka gibi konularda da izin yoktur.
İbni
Ebi Şeybe, İmam Ahmed, Esma binti Yezdî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu nakletmektedirler: "Bütün yalan sözler Adem oğlunun aleyhine
günahına olarak yazılır. Ancak kişinin harp hilesi olarak, iki kişinin arasını
düzeltmek için ve hanımının gönlünü almak için söylediği yalan söz
yazılmaz."
İbni
Adiyy ve Beyhakî'nin İmran b. Husayn'dan rivayet ettikleri -zayıf-hadis-i
şerifte, "Ta'rizli sözlerde yalandan kurtulma vardır" buyurulmuştur. [81]
120-
Medine halkına ve civarında bulunan bedevilere, Allah'ın Rasulü ile birlikte
savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından çok sevmeleri
yakışmazdı. Çünkü Allah yolunda başlarına gelecek bir susuzluk yorgunluk,
açlık, kâfirleri öfkelendirecek bir yeri çiğnemeleri ve düşmana karşı bir
başarı kazanmaları karşılığında mutlaka onlar için salih bir amel yazılır.
Şüphesiz ki Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez.
121-
Allah yolunda yaptıkları küçük veya büyük bir mal sarfetmeleri, veya bir
vadiyi geçmeleri mutlaka onlar için yazılacaktır ki, Allah onları yaptıklarından
daha güzeliyle mükâfatlandırsın.
Allah
Tealâ Medine'liler ve Medine civarında bedevilerden Tebuk Gazve-si'nde
Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa çıkmayıp geride kalanları ve Rasulullah
(s.a.)'ın karşılaştığı zorluklarda O'na ortak olmayıp sadece kendi canlarına
önem verenleri kınayarak şöyle buyuruyor:
Mümin
Medine halkı ile Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Gıfar ve Eşlem kabileleri gibi Medine
civarındaki bedevilerin Tebuk Gazvesi'nde Rasulullah (s.a.)'tan geri kalmaları
uygun olmayıp, Rasulullah'la birlikte olmaları gerekirdi. Çünkü hareket emri
bunlara verilmişti. Yakınlıkları ve komşu olmaları sebebiyle, ayrıca
başkalarından daha lâyık olmaları nedeniyle özellikle bunlar kınanmıştır.
Yahut buradaki ifadeden anlatılmak istenen savaştan geri kalmamaları için
azarlandıklarıdır. Çünkü savaşa katılmayıp geride kalan kimse kendi canını
Rasulullah (s.a.)'ın nefsine tercih etmektedir. Halbuki Rasulullah (s.a.)'ı
kendi nefsimizden daha çok sevip tercih etmek mecburiyetindeyiz.
Bu
ifadeden ilk bakışta bütün bu kabilelere cihadın farz olduğu anlaşılmaktadır.
Gayet tabii "Allah hiçbir nefse taşıyacağı yükten fazlasını
yüklemez." (Bakara, 2/286) ayeti ve "Âmâ olanlara hiçbir mahzur
yoktur..." (Nur, 24/61) ayeti ve makul delillerle özür sahipleri bundan
müstesnadır.
Bununla
cihadın herkese tek tek "farz-ı ayn" olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü
cihadın "farz-ı kifaye" olduğunda icma vardır. Dolayısıyla muhataplar
bu umumi ifadede bizzat bildirilen kimselerdir.
Onların
kendi nefislerini Rasulullah (s.a.)'m nefsine tercih etmeleri doğru olamaz.
Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) sıkıntı içindeyken onların kendi nefisleri için
keyif ve rahatı tercih etmeleri de uygun değildir.
Onların
savaştan geri kalmaya hakları yoktur. Bilakis Rasulullah (s.a.)'a uymaları ve
cihad etmeleri farzdır. Çünkü onların cihad ederken uğradıkları susuzluk,
yorgunluk, açlık ve Allah yolunda acı çekme gibi çektikleri meşakkat ve
sıkıntılar, küfür diyarında kâfirleri öfkelendirecek bir yeri ele geçirmeleri,
düşmanları esir etmek, öldürmek, mağlup etmek veya ganimet kazanmak gibi elde
ettikleri başarılar, bu yaptıklarına karşılık olarak hatta ziyadesiyle bol sevap
kazanmalarına sebep olur. Bu da onların cihada katılmalarını gerektiren hususlardandır.
Şüphesiz Allah iyi hareket edenlerin ecrini zayi etmez; yani kulunun iyiliğine
sevap verme hususunda hiç bir şeyi esirgemeden onun karşılığını verir. Yine
Cenab,ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz güzel amel işleyen kimsenin ecrini
zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30).
Yine
savaşa katılan bu mücahitlerin Allah yolunda küçük veya büyük, yani az veya
çok bir mal sarf etmeleri, düşmana doğru yürürken bir vadiyi geçmeleri mutlak
onlar için bol mükâfat yazılacak, Allah onları bu amellerine karşılık daha
güzel ecirle mükâfatlandıracaktır. Çünkü Allah yolunda cihadın gayesi güzel
İslâm'ın adını yüceltmek, imanı korumak, vatanı müdafa etmektir. Cihadı terk
eden kavimler zillete ve esarete düşmüşlerdir.
[82]
122-
Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir grubun dini
iyice öğrenmeleri ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları uyarmaları
için geri kalması doğru olmaz mı? Umulur ki, böylece (Allah'ın yasaklarından)
sakınırlar.
Bu
ayet bütün kabilelerin Allah yolunda olması gerektiğini beyan etmektedir.
Onlardan bir grup dini öğrenmek için, diğer bir grup ise cihad etmek için
ayrılacak. Çünkü ilim tahsilinin farz-ı kifaye olması gibi cihad da farz-ı
kifaye-dir.
Müminlerin
hep birlikte topyekün cihada çıkıp Rasulullah (s.a.)'ı yalnız bırakmaları
uygun olmaz. Çünkü cihad farz-ı kifayedir. Bir kısım müslüman bunu yerine
getirince diğerlerinden sorumluluk sakıt olur. Cihad her akıl-baliğ müslümana
farz-ı ayn değildir. Ancak Rasulullah (s.a.) cihada çıkıp, bütün müslümanlar da
onunla birlikte cihada çıkınca farz-ı ayn olmuştu.
Her
kabileden veya her beldeden bir grup çıksa da dini iyice öğrense, şeriatın
hükümlerini ve esrarını anlamaya çalışsa, mücahitler savaştan dönünce de onları
düşmanlara karşı uyarsalar, mücahitleri Allah'ın gazabından sakındırıp onlara
dinin hükümlerini öğretseler, böylece onlar da Allah'tan korkup O'na isyan
etmenin, O'nun emrine aykırı davranmanın kötü sonucundan sa-kınsalar olmaz mı?
"Dini
iyice öğrensinler" ve "Onları uyarsınlar" cümlelerindeki muhatap
zamiri Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte Medine'de oturanlara aittir.
"Kendilerine döndüklerinde" ibaresindeki dönenler cihaddan Medine'ye
dönen mücahitlerdir. [83]
123-Ey
iman edenler! Size yakın olan kâfîrlerle savaşın. Sizde bir şiddet bulsunlar. İyi
bilin ki Allah muhakkak takva sahıpleriyle beraberdir.
Ey
Müminler! Onlardan, önce size en yakın olanlarla, daha sonra İslâm diyarına en
yakın olanlarla savaşın. Çünkü en yakın olan şefkat ve ıslaha daha lâyıktır. Ve
yine İslâm davetiyle müminlere tabi olanların komşulardan meydana gelmesi daha
faydalı, daha koruyucu ve daha önemlidir. Bu konuda İslâm diyarının ve
vatanının himayesi hususu gözetilmektedir. Ayrıca bu sırayı takip etmekle
masraflar azalmakta, savaş aletlerinin taşınmasında iktisatlı davra-nılmakta,
mücahitlerin arkadan vurulmadan güvenlik içinde ilerlemeleri gerçekleşmektedir.
Savaşta
izlenilecek bu sıra gayet tabii olarak önce Medine civarındaki Ku-reyza, Nadir,
Hayber Yahudilerini, sonra Arap yarımadasındaki müşrikleri, sonra da Ehl-i
kitabı yani Medine'nin kuzeyinde Şam diyarmdaki Rumları içine almaktadır.
Savaş
siyaseti olarak müşrikler savaşan müminlerde şiddet, katılık ve sertliği,
kuvvet ve hırsı, savaşa karşı tahammülü, çatışmalara girmekte cür'et-liliği,
ansızın öldürmek, esir almak gibi özellikleri görmelidirler. Bu durum savaşın
normal hali, çarpışmanın gereğidir. Bu ayetin benzeri bir ayet şu şekildedir:
"Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara sert
davran." (Tevbe, 9/73).
"İyi
bilin ki Allah zafer ihsan etmek, gözetmek ve yardım etmek suretiyle takva
sahipleriyle beraberdir." Takva sahipleri "müttakiler" Allah'ın
emirlerine uyup, yasaklarından kaçınan kimselerdir.
Bu
beraberlik takvaya bağlıdır. Allah'ın şeriatının hükümlerine -ki en önemlileri
farz ve sünnetleri yerine getirmek, sebatkâr, sabırlı, itaatkâr ve disiplinli
olmaktır. Sanlırsanız, Allah'ın koyduğu sınırları aşmaktan uzaklaşırsa-nız,
Cenab-ı Hak ayetinde "Onlar için gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın.
" (Enfal, 8/60) buyurduğu gibi her asır, her zaman ve mekâna uygun savaş
hazırlığını yapmakta ihmalkâr davranmazsanız Allah sizinle beraberdir.
Eğer
takva sahipleri ifadesiyle muhataplar kastedilmişse burada iman ve cihadın
takva babından olduğuna ve bunların "takva sahipleri" zümresinden
olduğuna işaret edilmektedir. Eğer takva sahipleri ifadesiyle bütün takva sahipleri
kastedilmişse muhatap olan müminler yine ilk sebebini beyan etmekte hem de daha
önceki ifadeleri tekit etmektedir. Yani kâfirlerle savaşın, onlara sert
davranın, onlardan korkmayın. Çünkü Allah sizinle beraberdir. Çünkü siz takva
sahiplerisiniz. [84]
124- (Kur'an'dan) bir sure indiği vakit içlerinden
bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu sure hanginizin imanını artırdı?"
Doğrusu inen sure iman edenlerin imanlarını artırmıştır, onlar bunu
birbirlerine müjdelerler.
125- Kalplerinde hastalık olanlara gelince: Bu
sure onların murdarlıklarına murdarlık katmıştır ve onlar kâfir olarak
ölmüşlerdir.
126- Onlar hiç görmüyorlar mı? Her yıl bir veya
iki defa imtihan oluyorlar, yine de tevbe etmiyor, ibret almıyorlar.
127-
Bir sure indirildiği zaman "Sizi birisi görüyor mu?" diye
birbirlerine göz edip sonra da oradan uzaklaşırlar Gerçekten onlar anlamayan
bir topluluk oldukları için Allah onların kalblerini uzaklaştırmıştır.
Kur'an
surelerinden biri inip münafıkların bundan haberi olunca içlerinden bir kısmı
birbirlerine "Bu sure hanginizin imanını artırdı? Kur'an'ın Allah katından
olduğunu ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinde sadık olduğunu tasdik etmenizi
mi artırdı?" dediler.
Bilindiği
gibi sahih olan iman, nefsin kabulüne bağlı kesin bir tasdiktir. Bu iman
Kur'an'ın nüzulü ile artar, Kur'an'ın düşünerek ve inceleyerek dinlen-mesiyle
kat kat ziyadeleşir, bu duruma inen hükümlerin yaşanmasına sebep olur. Burada
-cumhurun mezhebine göre- imanın artıp eksildiğini açıkça gösteren delil
vardır.
Allah
Tealâ da onlara Kur'an'ın insan üzerindeki gerçek tesirini bildirerek cevap
verdi.
Müminlere
gelince: Kur'an'ın nazil oluşu onların imanlarını, tasdiklerini artırır, onları
Kur'anla amel etmeye teşvik eden bir güç olur. Aynı anda müminler bu surenin
inişine sevinirler, çünkü bu sure onların nefislerini tezkiye eder, onlara
dünya ve ahirette saadet yolunu gösterir.
Zemahşerî
"Onların imanlarını artırır." (Tevbe, 9/124) ayeti hakkında diyor
ki: "Bu sure, imanlarını ve sebatkâr oluşlarını daha da artırır, gönle
serinlik verir. Yahut amellerini artırır, demektir. Çünkü amelin artması,
imanın artmasına sebeptir. Zira hem inanç, hem de amele iman
denilebilir."
Gönüllerinde
şüphe, küfür ve nifak olanların ise, küfürlerine küfür, nifaklarına nifak
katar ve bu durum onlarda iyice kökleşir, nihayet Kur'an'a ve Peygamberimiz
(s.a.)'i inkâr ettikleri halde kâfir olarak ölürler. Bu da bu surenin nazil
olma hedefine terstir. Çünkü bu sure gerçekte hidayet ve nur, gönüllere şifa ve
kalplere ciladır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz Kur'an'ı iman edenler için bir şifa ve
rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an zalimlerin ise ancak zararını
artırır." (İsra, 17/82) Bir başka ayette, "De ki: Bu Kur'an, iman
edenlere bir hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında
bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'an'a karşı kördür. Onlar tıpkı uzak bir
yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidirler." (Fussilet, 41/44).
Kalplere
hakkı gösteren kitabın onların dalâlete düşmesine ve helak olmalarına sebep
olması, onların bedbaht oluşlarmdandır. Tıpkı rahatsız olan kimseye gıdanın
fayda vermemesi gibi...
Cenab-ı
Hak münafıkların kâfir olarak öleceklerini beyan ettikten sonra, onların her
yıl bir veya iki defa dünya azabına da uğrayacaklarını açıklayarak adeta şöyle
hitap etmektedir:
O
münafıklar görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki defa cihad, kıtlık, hastalık
gibi çeşitli imtihanlar geçiriyorlar! Bu çeşit imtihanlar insana Allah'ı
hatırlatır ve onu imana, küfrü terk etmeye ve hakla batılı ayırt etmeye meyyal
hale getirir.
Sonra
onlar bütün bu peşpeşe yapılan imtihanlara rağmen geçmiş günahlarından tevbe
etmiyorlar, geçen olaylardan ibret almıyorlar, hatta imanı kabul etmeye
hazırlıklı bile değiller.
Onlar
Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında otururken ona bir sure inince yüzlerini
çevirirler, kaş-göz işareti yaparlar, kalplerinin fesatlığı sebebiyle alay
ederler, kaçmaya teşebbüs ederler ve derler ki: Siz oradan kaçarken Rasulullah
(s.a.) ve müminler sizi gördüler mi?
Sonra
da hep birlikte Rasulullah (s.a.)'ın meclisinden ayrılırlar; yani haktan yüz
çevirirler. Dünyadaki halleri budur. Hakta sebat etmez, hakkı kabul etmez ve
anlamazlar. Tıpkı şu ayette bildirildiği gibi: "O halde bunlara ne oluyor
ki, öğütten yüz çeviriyorlar! " (Müddessir, 74/49-51) Bir başka ayette ise
şöyle buyurmaktadır: "Ne oluyor bu kâfirlere ki, sağdan ve soldan cemaatler
halinde sana doğru koşuyorlar?" (Mearic, 70/49-51) Yani bu topluluğa ne
oluyor ki haktan kaçıp batıla giderek koşuyorlar.
Allah
onların kalplerini hak ve imandan, hayır ve nurdan uzaklaştırmış-tır. Bu ifade
ya onlar hakkında bir beddua yahut durumlarını haber veren bir ifadedir.
Bu
yüz çevirmeleri onların, dinledikleri ayetleri anlamayan, anlamak istemeyen,
anlamak için derin düşünmeyen bir topluluk olmaları sebebiyledir. Bilakis
onlar anlamak için kulak vermeyecek kadar meşguliyet içindedir ve anlaşmaktan
kaçmaktadırlar. Nitekim Cenab-ı Hak "Onlar haktan sapınca Allah da onların
kalplerini saptırdı." (Saf, 61/5) buyurmaktadır. [85]
128-
Şüphesiz ki size sizin içinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya
düşmeniz O'na çok ağır gelir. O, size son derece düşkündür. Müminlere çok
şefkatli ve çok merhametlidir.
129- (Ey Peygamber!) Senden yüz çevi- rirlerse de
ki: "Allah bana yeter. O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvendim. O yüce Arşın Rabbidir."
Allah
müminlere kendi içlerinden yani kendi cinslerinden ve kendi dillerinde konuşan
bir Peygamber göndermek suretiyle büyük bir lütufta bulunmuştur.
Ey
Araplar! Size kendi cinsinizden ve kendi dilinizden bir peygamber geldi.
Nitekim
bir ayet-i kerimede, "Okuma yazma bilmeyenlere kendilerinden bir peygamber
gönderen Odur." (Cum'a, 62/2) buyurulmaktadır. Bir başka ayet-i kerimede
ise, "Allah müminlere kendilerinden... bir peygamber göndermekle büyük
bir lütufta bulundu." (Al-i İmran, 3/164) buyurulmaktadır.
Allah
bu peygamberi şu beş sıfatla tavsif etmiştir.
1- "Sizin içinizden" yani Araplardan olması. Bu ifadeden maksat
Arapları O'nu desteklemeye teşvik etmektir.
İbni
Abbas diyor ki: Araplardan hiçbir kabile yoktur ki, Peygamberimiz (s.a.)'in
doğumu onlarla ilgili olmasın. Mudar, Rabia, Yemenli kabilelerden tamamı
onunla ilgilidir. Yani onun nesebi bütün Arap kabilelerine dağılmıştır.
2- "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir." Sizin dünya ve
ahirette meşakkat çekmeniz ve zorluklarla karşılaşmanız ona çok ağır gelir.
Çünkü o sizdendir, sizin acı duymanızdan acı duyar, sizin sevincinizle
sevinir.
3- "O, size son derece düşkündür." Sizin hidayeti bulmanıza ve
hidayete devam etmeniz hususunda, dünya ve ahirette size hayırların
ulaşmasında son derece gayretlidir.
4- "Müminlere çok şefkatli ve çok merhametlidir." İbni Abbas
(r.a.) diyor ki: Allah O'nu kendi isimlerinden iki isimle -"Rauf ve
"Rahim" isimleriyle- adlandırdı.
Eğer
-müşrikler ve münafıklar- senden, senin peygamberliğine iman etmekten, senin
şeriatınla doğru yolu bulmaktan yüz çevirirlerse onlara de ki: -Düşmanlara
karşı yardım etmek hususunda- "Bana Allah yeter."
"O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur." Kendisine yalvarıp yakaracağım, boyun eğeceğim,
O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık yoktur. Sadece Ona güvendim. İşimi
sadece O'na havale ettim. O'ndan başkasına itimat etmiyorum.
"O
yüce Arş'ın Rabbidir." Arş yeryüzü, gökyüzü ve ikisi arasındaki bütün
varlıkların tavanıdır. Burada özellikle Arş'ı zikretti. Çünkü O mahlûkatm en
büyüğüdür. O zikredilince Onun altındaki bütün varlıklar buna dahil olur. Bütün
mahlûkatın işlerinin idaresi sadece Allah'a aittir. "O, Arş'a istiva
eyledi. Her şeyi O tedvir eder." (Yunus, 10/3).
Ebu
Davud, Ebu'd-Derda'dan şöyle rivayet etmektedir: "Kim sabah ve akşam
Hasbiyallahu... duasını (Tevbe suresinin son ayetindeki duayı) yedi defa okursa
bunu okurken sadık da olsa yalancı da olsa onu endişeye düşüren işlerinde
Allah O'na yeter."
Nakkaş'ın
rivayetinde Übeyy b. Ka'b diyor ki: Kur'an'ın, kulu Allah'a en yakın kılan
ayetleri, Tevbe suresinin son iki ayetidir.
Sahabe-i
kiram Kur'an bir mushaf içerisinde toplandığı zaman bu iki ayeti
"Berae" suresi'nin sonuna koyma hususunda ittifak etmişlerdir.
İmam
Ahmed, Buharî, Tirmizî ve diğer bazı alimler Hz. Ebubekir (r.a.) zamanında
Kur'an'ın toplanması ve yazılması konusunda Zeyd b. Sabitin şu sözünü rivayet
etmişlerdir. Tevbe suresinden iki ayeti Huzeyme el-Ensarî'nin yanında buldum.
Bu iki ayeti "Lekad caekum.." başka birinin yanında bulamadım. Yani
İbni Hacer'in belirttiği gibi, her ne kadar bu iki ayet onun ve başkalarının
ezberinde olsa bile yazılı olarak sadece onun yanında buldum.
İbni
Cerîr ve İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre, Ensar'dan bir zat bu iki ayeti Hz.
Ömer (r.a.)'e getirdi. Hz. Ömer, "Buna kesinlikle senden şahit istemeyeceğim.
Rasulullah (s.a.) bu ayetleri aynen bu şekilde okuyordu" dedi. [86]
[1] Razî, XV/216.
[2] Kurtubi, VIII/62-63.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/309.
[4] İbn Kesir, 11/331 v.d.; Zemahşeri, 11/26; Kurtubî,
VII/64-68.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/311-312.
[6] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, M/77.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/314-317.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/319.
[9] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/791.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/322-324.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/327-328.
[12] İbni Kesir, 11/339.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/330-331.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/335-337.
[14] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 111/87.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/338-339.
[16] Zemahşeri'nin tefsirinde bu şekilde andığı hadisin çok
tanınmış halde söylenişi şöyledir: "Mescidde mubah olan söz, ateşin odunu
yemesi gibi, iyilikleri yer" (Keşfu'l-Hafa, 1/354).
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/341-343.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/347-348.
[18] Zemahşeri, 11/33.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/350-352.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/355-356.
[21] Bu, daha önce Resulullah (s.a.)'m duyulmamış
sözlerindendir.
[22] Urefa: Başkan, lider, bilgin, uzman.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/356-358.
[24] Bu, Zeydiye imamlarından Hadi ve Zahiriye imamlarından
bazılarının görüşüdür. İbni Cerir, Hasan'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Bir müşrikle musafaha yapanın abdest alması gerekir."
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/362-364.
[26] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/889.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/368-371.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/374-376.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/380-383.
[30] Zemahşeri, 11/38.
[31] Kebs, 365 günlük yıla, dört yılda bir tam gün
ekleyerek 366 gün yapmak.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/387-391.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/398-400.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/404.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/407-409.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/413-414.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/418-419.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/422-423.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/426-427.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/431-433.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/433.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/433-434.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/434.
[44] Hadisi Ebu Davud, Süveyd b. Hanzala'dan rivayet
etmiştir.
[45] Müşterek bir lafızdır. Burada, uzunluğu beş zira, olan
elbise kasdolunmaktadır. Bununla ilk amel eden, Yemen krallarından Hınıs'tır.
[46] Çok giyilmekten eskimiş elbise. olsa, onu öder. Çünkü
onun zamanını ertelemiş, onun zimmetine geçmiştir. Onun için öder.
[47] Neylü'l-Evtâr, IV/166.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/434-438.
[49] Mükâteb: Efendisiyle, belirli taksitler üzerine
yazışma yapan, o taksitleri ödediği zaman hür olacak olan köle. Köleleri
hürriyete kavuşturmak için, yazışmak menduptur: "Sahip olduğunuz (köle ve
cariyeler) arasından sizden mükâtebe isteyenlerle eğer onlarda bir hayır bilirseniz-
mükâtebe yapınız." (Nur, 24/33) ayeti bunu ifade eder.
[50] Ebu Davud ve İbni Mace, Ebu Said (r.a.)'den rivayet
etmişlerdir.
[51] Ahmed, Buhari, Müslim, Nesâi, Tirmizî ve İbni Mace,
Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet etmişlerdir, sahihdir.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/438-441.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/447-448.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/451-453.
[55] Razî, XVI/129.
[56] Vahidî şöyle der: Mü'tefîkât, mü'tefike kelimesinin
çoğuludur. Bu kelimenin maştan olan i'tifak; altı üstüne gelmek demektir. Şuayb
(a.s.)'ın kavminin köyleri, halkıyla birlikte altı üstüne geldi.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/456-459.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/462-464.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/468-470.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/474-475.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/478-479.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/482.
[63] 55. ayete bkz.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/486-487.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/490-491.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/494.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
5/496-498.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/7-8.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/11-12.
[70] Hadis zayıftır. Bu hadisi Taberani el-Evsat'ta Enes b.
Malik'ten rivayet etmiştir.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/16-17.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/22-24.
[73] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/148.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 6/2829.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/30-31.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/37.
[76] Zemahşerî, 11/58.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/41-45.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/49-51.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/56-58.
[80] Razî, XVT/218.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/62-65.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/68-69.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/72.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/76.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/79-81.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
6/84-85.