Kuranın İndirilmesindeki Hedef Ve Rasûlullah'ın Kavminin
Diliyle Gönderilmiş Olması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Musa (A.S.) Peygamberin Vazifesi Ve Kavmine Yaptığı
Nasihatler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Geçmiş Peygamberlerin Milletleriyle Aralarında Geçen
Olaylardan Bazı Kesitler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Varlığının, Birliğinin Ve Tekrar Diriltmeye
Kadir Olmasının Delili
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Mutluluğa Kavuşanların Güzel Sözü Ve Bedbahtların Çirkin
Sözü İçin Verilen Örnek
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kâinat Ve Nefislerde Allah'ın Varlığını Ve Bir Olduğunu
Gösteren Deliller
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İbrahim (A.S.)'İn Beyt-İ Harâm'a Yönelmiş Vaziyette
Yapmış Olduğu Dua
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
1-2- Elif, Lâm, Râ. Ey
Muhammedi Bu, Allah'ın izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve
övülmeye lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah'ın yoluna çıkarman
için, sana indirdiğimiz Kitap'tır. Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay
kâfirlerin haline!
3- Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler,
Allah'ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar uzak bir
sapıklık içindedirler.
4- Kendilerine apaçık
anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah,
dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir. Güçlü olan, Hakim
olan O'dur
Ey Muhammed! Bu,
insanları içinde bulundukları küfür, sapıklık, azgınlık ve bilgisizlik
karanlıklarından; iman, hidayet ve olgunluk nuruna çıkartman için sana
indirdiğimiz Kitap olan Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü bu Kuran, isabetli hükmün
esaslarım, şerefli bir hayata ve gelişmiş bir medeniyete çağrıyı ihtiva
etmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah müminlerin dostudur.
Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise azgın
tağutlar-dır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler." (Bakara,
2/257). "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e
apaçık ayetler indiren O'dur." (Hadid, 57/9).
Bu ayet, Kuran'ın
Allah Tealâ'nın katından indirildiğini göstermektedir. "Bu, Allah'ın
izniyle" Allah'ın muvaffak kılıp kolaylaştırmasıyla hidayet nurunu
insanların kalplerine yerleştirmesi sebebiyle asıl hidayet eden Allah
Tealâ'dır. Fakat davetçi ve tebliğ eden o olduğu için, "çıkarman
için" fiili Rasulullah (s.a.)'a nisbet edilmiştir. "Doğru yola"
mağlûb edilemiyen, bilâkis Kendisinin dışındaki her şeyi kahredip, "aziz
olan"; bütün fiillerinde, sözlerinde, kanunlarında, emir ve yasaklarında
"övülmeye lâyık olan "ve verdiği haberlerde doğru olan
"Allah'ınyoluna çıkarman için indirdiğimiz kitaptır."
Gerek mahlûkât, gerek
melekler, gerek kullar olarak ve gerekse idare etmek yönünden göklerde ve
yerde olan "her şeyin sahibi" yüce ilâh "Allah'tır."
Yaratanın azametine dikkati çekmek, mahlûkâta göz gezdirmek ve bundan yararlandırmak
için Kuran'da Allah'ın bu sıfatı pek çok defa tekrar edilmiştir.
Ey Muhammedi Senin
peygamberliğini inkâr edip, Allah'ın birliğini itiraf etmeyenlere kıyamet
gününde helak ve çetin bir azap vardır. Burada kâfirler, şiddetli bir şekilde
tehdit edilmişlerdir.
Bundan sonra Allah
Tealâ, kâfirlerin şu üç özelliğini bildirmiştir:
1-
"Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler." Dünyayı öne geçirerek,
onu ahirete üstün tutarlar. Dünya için çalışıp ahireti unutarak, onu
terkeder-ler."
2- "Yine
onlar, peygamberlere tâbi olmaya engel olur," Allah'a iman etmeye mania
teşkil eder ve her arzu edeni İslâm'dan uzaklaştırırlar.
3-
"Onlar, arzu ve maksatlanyla uyuşabilmesi için Allah yolunun eğri ve
haktan uzak olmasını arzu ederler. Allah yolu ise gerçekte dosdoğru olup haktan
sapmayı asla kabul etmez." "Yol" lafzı hem müzekker hem de
müennestir.
Zemahşeri şöyle der:
"Bu kavlin aslı fiil ile "ha" zamiri arasındaki "Lam"
şeklindedir. Fakat cer harfi "Lam" hazfedilmiş ve "ha"
zamiri fiile bitiştirilmiş-tir."
Günümüzde bu duruma
değişik örnekler verilebilir: Meselâ, katı kurallar olduğu, günümüz ruhuna
uygun düşmediği ve insanlığa aykırı olduğu gibi gerekçeler ileri sürülerek
şer'î hadlerin ve kısasların uygulanmasından yüz çevrilmektedir:
"Ağızlarından çıkan söz ne büyük iftiradır. Onlar yalnız ve yalnız yalan
söylerler." (Kehf, 18/5). Bu düşünce akımı, suçların çoğalmasına neden olmuştur.
Amerika ve Avrupa bunun örneğidir.
Biraz önce bahsedilen
sıfatları taşıyan bu kâfirler, haktan çok uzak bir sapıklık ve bilgisizlik
içindedirler. Böyle bir durumda onların iyi ve doğru olup kurtuluşa erecekleri
ümit edilemez.
Allah Tealâ, Kuran'm
hidayet konusundaki hedeflerini ve tesirini açıkladıktan sonra Rasulullah
(s.a.)'ın kavminin dilinde olması hasebiyle onun doğru yolu bulmak için kolay
bir vasıta olduğunu bildirmiştir. Bu, Allah Tealâ'nın bir lutfudur. Zira O,
peygamberlerin istediklerini ve kendilerine onlarla gönderilenleri anlasınlar
diye insanlara kendi içlerinden ve kendi dilleriyle peygamberler göndermiştir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kuranı yabancı bir dil ile ortaya
koysaydık 'ayetleri açıklanmalı değil miydi?' derlerdi." (Fussilet, 41/44)
İmam Ahmed, Ebû Zer
(r.a.)'den, Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Allah Tealâ, bütün peygamberleri milletlerinin diliyle göndermiştir.
"
Bütün bu
açıklamalardan ve delilleri insanların gözleri önüne serdikten sonra insanlar
iki kısma ayrılırlar: Küfürde derinleşmeleri, günâh işlemeleri ve inatları
sebebiyle Allah'ın doğru yoldan saptırdığı grup. Bir de Allah'ın hakka hidayet
ettiği, gönüllerini İslâm'a açtığı böylece olgunluk yoluna uyan grup." Bu
ayet yeni bir cümle olup, "apaçık anlatabilsin diye" kavline matuf değildir.
Zira peygamberler, insanları sapıklığa düşürmek için değil sadece anlatmaları
için gönderilmişlerdir.
"Güçlü olan,
Hakim olan O'dur." Allah Tealâ, mağlûb edilemiyen kuvvet sahibidir. Her
dilediği olur. Dilemedikleri ise gerçekleşemez. Yaptıklarında ve fiillerinde
hikmet sahibidir. Dalâleti hak edenleri saptırır, hidayete ehil olanları da
doğru yola ulaştırır. Yaptığı her şey, hikmet ve ilmine uygundur. [1]
5- And olsun ki
Musa'yı ayetlerimizle, "Milletini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve
Allah'ın günlerini onlara hatırlat" diye göndermişizdir. Bunlarda, çokça
sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır.
6- Musa, milletine
dedi ki: "Allah'ın size olan nimetlerini anın; size işkence eden,
kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi
kurtardı. Bütün bunlarda Rabbinizden size büyük bir imtihan vardır.
7- Rabbiniz: "Şükrederseniz and olsun ki,
size nimetleri arttıracağım. Nankörlük ederseniz bilin ki azabım pek çetindir."
diye bildirmişti.
8- Musa "Siz ve
yeryüzünde olanlar, hepiniz nankörlük etseniz, Allah yine de ganî ve övülmeye
lâyık olandır." demişti.
Ey Muhammed! Bütün
insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için seni gönderip, sana Kitap
indirdiğimiz gibi aynı şekilde Musa'yı da İsrâiloğul-larma dokuz mucizeyle
gönderdik. Ona şöyle diyerek bunu emrettik: "Milletinin içinde bulunduğu
cehalet ve sapıklıklarından, hidâyet ve iman aydınlığına çıkması için onları
hayır ve iyiliğe davet et."
Onlara, geçmiş
peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen hadiseleri hatırlat. Müminlerin
nasıl kurtulup, kâfirlerin ne şekilde helak olduklarını haber ver!
Veya onlara, Allah'ın,
Firavun'un esaretinden, kahrından ve zulmünden kurtararak onlara ihsan ettiği
nimetlerini, onları düşmanlarından kurtarmasını, onlar için denizi ikiye
ayırmasını, bulutlarla gölgelendirmesini, onlara kudret helvası ve bıldırcın
eti indirmesini ve diğer nimetlerini hatırlat."
İmam Ahmed, İbni Cerir
ve İbni Ebî Hatim merfû bir hadiste İbni Abbâs (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'ın
"Allah'ın günlerini onlara hatırlat..." kavli hakkında şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah Tealâ'nın nimetlerini onlara
hatırlat."
Musa (as) zamanındaki
"Allah'ın günleri" yâ İsrâiloğulları'nın Firavun'un kahrı ve
tahakkümü altında bulunduğu günler olan sıkıntı ve belâlardır; veya
düşmanlarından kurtarılmaları, denizin yarılması ve kudret helvasıyla bıldırcın
etinin indirilmesi şeklindeki nimetlerdir.
"Bu
hatırlatmalarda," Allah'a itaat ve belâlara veya sıkıntı ve zorluklara çok
sabreden, nimet, refah ve mutluluk içinde çok şükreden herkes için Allah'ın
birliğini ve kudretini gösteren deliller vardır. İsrâiloğulları'nı, Firavun'un
zulmünden ve içinde bulundukları hakir ve hor bir işkenceden kurtarırken
onlara yaptıklarımızda yine böyle kimseler için dersler vardır.
Katâde şöyle der:
"Başına bir belâ geldiği zaman sabreden, nimet içinde olduğunda şükreden
kul, ne güzel kuldur."
Buharî'nin rivayet
ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: "Müminin her
işi bir acâiptir. Allah, onun için ne takdir etse onda hayır vardır. Başına bir
sıkıntı ya da bir belâ gelse sabreder. Bu, onun için hayırdır. Sevinip
rahatlığa erse şükreder. Bu da onun için bir hayırdır."
Bir müslümanın, çok
sabredip şükreden kul olması gerekir. O, belâ ve sıkıntılara sabreder,
rahatlık ve nimet içinde ise şükreder.
Musa'nın milletine
şöyle dediği ânı hatırla: 'Ey Kavmim! Allah'ın size olan nimetlerini
hatırlayın. O, sizi Firavun ailesinden ve size tattırdıkları işkence ve
zilliyetten kurtardı. Bildiğiniz gibi onlar, sizi gücünüzün yetmiyeceği işlere
zorluyorlardı. Yeni doğacak bir erkek çocuğun, Firavun'un mülkünün yerle bir
olmasına sebep olmasından korktukları için doğan çocuklarınızı boğazlıyorlardı.
Zira Mısır Firavun'unun gördüğü bir rüya bu şekilde tâbir edilmişti. Bununla
beraber kız çocuklarını zelil ve çaresiz bir halde sağ bırakıyorlardı. Bütün
bunlar ne büyük bir imtihandı. Allah, sizi onların işkencelerinden kurtardı.
Bu ne büyük bir nimettir.
İster ceza isterse
nimet olsun size bu söylediklerimde Rabbinizden büyük bir imtihan vardır. Çünkü
böylece insan, şükreden mi yoksa nankör bir kul mu olduğunu anlar! Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz.
Sonunda Bize dönersiniz." (Enbiya, 21/35). "İyiliğe dönerler diye
onları güzellikler ve kötülüklerle sınadık." (A'raf, 7/168).
Ey İsrâiloğullan!
Rabbinizin size vaadini bildirdiği o ânı hatırlayın ki O şöyle buyurmuştu:
"Nimetlerime şükrederseniz and olsun ki, size onları arttıracağım.
'"
Buharî'nin Enes
(r.a.)'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Kime şükretmek
ilham edilirse o kimse nimetlerin arttırılmasından mahrum olmaz."
Bu ayetin manası şöyle
de olabilir: "Rabbiniz... diye izzetine, celâline ve azametine yemin
etmişti." Buna örnek şu ayettir: "Rabbin, kıyamet gününe kadar,
onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğine yemin etmiştir."
(A'raf, 7/167).
Nankörlük ederek
nimetleri gizleyip şükrünü edâ etmezseniz bilin ki cezalandırma acı verici ve
çok tesirlidir. Bu cezalandırma neticesinde dünyada o nimetler ellerinden
alınır, ahiretde ise nankörlüklerinin cezasını görürler. Ayetteki
"küfr," nimeti inkâr etmek, nankörlük yapmak demektir.
Hakim'in Sevbân'dan
rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz kul, işlediği
günâh sebebiyle nzıktan mahrum bırakılır."
Musa, milletinde inkâr
ve inat emarelerini görünce dindeki şu esâsı ilân etti: Şükrün faydası ve
nankörlüğün zararları yine sadece insanı etkiler. Allah'ın ise, kullarına
ihtiyâcı yoktur. Musa şöyle devam etti: Siz ve yeryüzündeki bütün insan ve
cinler Allah'ın size verdiği nimetlere nankörlük etseniz Allah yine de
kullarının şükrüne muhtaç değildir. İnkâr edenler istedikleri kadar etsinler
O, yine de övülmeğe lâyıktır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Eğer inkâr
ederseniz bilin ki Allah sizden müstağnidir." (Zümer, 7) "İnkâr edip,
gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını
ortaya koymuştur. Allah, müstağnidir, övülmeğe lâyık olandır." (Tegabûn,
64/6) "Eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur." (Zümer, 39/7).
Müslim'de geçen bir
hadisi kutsî'de Ebû Zer (r.a.) Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın
başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, içinizden Allah'dan en çok sakınan kalbe
sâhib kimse gibi kalplere sâhib olsanız, bu Benim mülküme hiçbir şey ilâve
etmez. Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz,
içinizden en çok fısk-ı fucûr bulunan kalbe sâhib kimse gibi kalplere sâhib
olsanız, bu Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.. Ey Kullarım! Eğer
yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, bir yere toplanıp da
Benden isteseniz ve Ben de herkese istediğini versem, bu, Benim mülkümden
hiçbir şey eksiltmez, olsa olsa denize düşen bir iğne kadar eksiklik söz konusu
olur.'"[2]
9- Sizden önce geçen Nûh, Ad, Semûd milletlerinin
ve onlardan sonra gelenlerin haberleri -ki onları Allah'tan başkası bilmez-
size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri belgelerle geldiler. Fakat ellerini
ağızlarına götürüp "Biz, sizinle gönderilene inanmıyoruz. Bizi çağırdığınız
şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz" dediler.
10- Onların peygamberleri: "Gökleri ve yeri
yaratan, günahlarınızı bağışlamak için iman etmeye çağıran ve bir süreye kadar
size mühlet veren Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?" dediler. Onlar da
"Siz de sadece bizim gibi birer insansınız. Bizi babalarımızın
taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil
getirmelisiniz" dediler.
11- Peygamberleri onlara şöyle dedi: "Biz
ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kullarından dilediğine iyilikte
bulunur. Allah'ın izni olmadıkça biz size delil getiremeyiz. inananlar sadece
Allah'a güvensin."
12- "Bize
yollarımızı gösteren Allah'a niçin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziyete
elbette katlanacağız. Güvenenler, an-ı Allah'a güvensinler."
"Sizden önceki
Nûh, Âd, Semûd ve peygamberlerini yalanlayan diğer milletlerin -ki onların
adedini Allah Tealâ'dan başka hiç kimse tesbit edemez.-haberleri size ulaşmadı
mı?" "Size ulaşmadı mı?" kavlindeki muhatab zamiri, Rasulullah
(s.a.)'ın ümmetine aittir. "Onlara peygamberleri geldiler" ve
"Fakat ellerini ağızlarına götürüp" cümlelerindeki zamirler ise
kâfirlere râcîdir.
Bu peygamberleri,
onları küfür ve bilgisizlik karanlıklarından, iman ve hidayet aydınlığına
çıkarmak için; doğruluklarını ve Allah tarafından gönderildikleri şeklindeki
dâvalarım destekliyen apaçık ve kesin mucize, delil ve belgelerle geldiler.
Ancak bu insanlar,
peygamberlerinin getirdiklerine çok öfkelenmeleri sebebiyle parmaklarını
ısırdılar. Yani, onlara öfkelenip, düşmanlık gösterdiler ve onlardan köşe bucak
kaçtılar. Şu ayet göstermektedir ki aynı şeyi Araplar da Rasulullah (s.a.)'a
yapmışlardır: "Size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki:
'Öfkenizden çatlayın.' Allah, kalplerde olanı bilir." (Âl-i İmran, 3/119)
Bu ayetten maksat kâfirler, Rasulullah (s.a.)'ı yalanlamışlar, onu alaya
almışlar ve iman etmemişlerdir. Bu ifade, Ebû Ubeyde ve Ahfeş'in de
belirttikleri gibi bir darb-ı meseldir.
"Bu insanlar,
peygamberlere dediler ki: 'Biz, sizinle gönderilen mucize, delil ve ayetleri inkâr
ediyor yani sizin peygamberliğinizin doğruluğunu gösterdiklerine inanmıyoruz.
"Bizi
çağırdığınız" sadece Allah'a iman ve dışındaki herşeyi bırakma "hususunda"
biz, sıkıntı ve endişeye düşürecek "bir şüphe içindeyiz."
Razî şu soruyla konuya
değişik bir yorum getirmiştir: "Onlar, peygamberliklerini inkâr
ettiklerini açıkladıktan sonra peygamberlerin sözlerinin doğruluğundan şüphe
etme mertebesine nasıl inmişlerdir?" O'nun bu soruya cevabı şöyledir:
"Onlar, gerçekte kâfir olduklarım ve güttükleri bu davaya kesin inandıklannı
söylemek istemişlerdir.' Eğer kesin inanmasaydık sizin peygamberliğinizin
doğruluğundan şüphe ettiğimizi söylemezdik. Her iki durumda da peygamberliğinizi
itiraf etmeye imkân yoktur.'"
Peygamberleri onlara
dediler ki: Allah'ın varlığından mı şüphe ediyorsunuz?! Ama insan fıtratı
O'nun varlığını ikrar edip, insanı bu ikrara zorluyor. O, bütün varlıkları
yaratmış olduğu ve sadece O, ortağı olmadan ibadete lâyık olduğu halde tek
ilâh olmasında ve O'na ibadetin gerekliliği hususunda herhangi bir şüphe mi
var?! Aslında milletlerin çoğu Yaratanı ikrar ediyordu. Fakat Allah ile
beraber, kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarını zannettikleri O'ndan başka
vasıtalara tapıyorlardı.
Fıtrat delili, şu
hadisle sabittir: İbni Adiy, Taberânî ve Beyhâkî Esved b. Serî (r.a.)'den,
Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Her çocuk,
fıtrat üzere doğar. Ana babası onu ya yahudi ya hristiyan ya da mecûsî
yaparlar."
Yaratılış delili ise
gözümüzün önünde olup hissedilebilmektedir. Zira Allah, hemen arkasından buna
dikkati çekmiştir: "Allah, gökleri ve yeri daha önce benzeri görülmemiş
ve bu sapasağlam emsalsiz nizama göre yaratmış ve meydana getirmişken nasıl
olur da O'nun hakkında şüpheye düşersiniz?!"
Allah Tealâ,
varlığının delili olan, Yaratan olması dışında mükemmel rahmet sahibidir de:
Ahiret yurdunda günahlarınızı -bu mana, "nün" lafzının zait bir sıla
olmasına göredir- veya bazı günahlarınızı -bu da "min"in tebîzıyya
(bazılık) olmasına göredir- bağışlamak için sizi tam bir imana çağırmaktadır.
O, kul haklarıyla ilgili olanları değil, kendisiyle alâkalı günâhları bağışlar.
İşte imâna davetteki birinci maksat budur.
Dikkat edilmesi
gereken bir nokta şudur: Allah Tealâ, kâfirlerin günahlarının bağışlanmasının
geçtiği her yerde "min" lafzını beyan etmiştir. Buna karşılık
müminlerin günahlarının bağışlanmasının zikredildiği yerlerde ise
"min" lafzı getirilmemiştir. Birinci duruma misaller, şu ayetlerdir:
"O'ndan sakının
ve bana itaat edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın." (Nuh, 71/9).
"Ey Milletimiz! Allah'a çağıran Muhammed'e uyun ve O'na inanın da Allah da
sizin günâhlarınızı bağışlasın." (Ahkaf, 46/31).
Çünkü Allah, onları
dinin aslı olan imana çağırmaktadır.
İkinci duruma misaller
de şu ayetlerdir:
"Ey Muhammedi De
ki: 'Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.'" (Al-i İmran, 3/31) "Bilseniz, bu sizin için en iyi
yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar." (Saf, 61/11-12).
Çünkü imanın yerleşmesinden sonra ancak günahlar bağışlanır.
İşte imana davetteki
ikinci maksat budur. Kişi mümin olursa Allah, kendi ilmindeki belirli vakit
olan ömrün sonuna kadar ona mühlet verir. Yoksa inkâr sebebiyle hemen helak
ederek, bekletmeden azâb eder.
İmanla beraber iki
rahmet ya da iki nimet gerçekleşmektedir. Bunlar, günahların affedilmesi ve
ömrün sonuna kadar kişiye mühlet verilmesidir.
Bundan sonra Allah
Tealâ, bu milletlerin peygamberlerini şu üç açıdan reddettiklerini
bildirmiştir:
1- Onlar
dediler ki: 'Sadece sözünüze güvenerek size nasıl tabî olalım. Sizden henüz
bir mucize bile göremedik. Siz de bizim gibi insansınız. Bize bir üstünlüğünüz
yok. Biz değil de niçin siz peygamber oluyorsunuz? Eğer Allah, insanlara
peygamberler göndermeyi dileseydi daha üstün bir varlığı gönderirdi.
2- "Siz,
doğruluğuna bir delil bulunmayan bu dâva ile babalarımızı bulduğumuz yolu
terketmemizi istiyorsunuz."
3- "Bize, sizden istediğimiz olağanüstü bir
şey veya peygamberlik iddianızın doğruluğunu gösteren apaçık bir delil
getirmelisiniz. Biz sadece iyice bildiğimiz şeylere iman ederiz. Göklerin,
yerin ve içlerindeki acâib varlıkların yaratılmasına ise akıl erdiremeyiz.
Aslında bunlar söylediklerinizin doğruluğuna delil de olamazlar."
Arkasından Allah,
kâfirlerin bu üç şüphelerini peygamberlerin nasıl reddettiklerini
bildirmiştir. Öyleki peygamberler birinci ve ikinci şüpheleri doğru kabul edip,
onaylamışlar, üçüncüsünde ise işi Allah'a havale etmişlerdir: Peygamberler, bu
milletlere şöyle dediler. Söylediğiniz şekilde biz, sizin gibi insanız. Yer, içer,
uyur, ortalarda dolaşır, rızık peşinde koşarız. Fakat Allah Tealâ, kullarından
dilediğine peygamberliği ihsan eder: "Allah, peygamberliğini vereceği
kimseyi daha iyi bilir." (En'am, 6/124). Allah bize de bu nimeti verdi.
Sadece babalarınız
olduğu için onları taklit etmeniz aklın kabul edemiye-ceği bir şeydir.
Gösterdiğimiz
mucizelere rağmen peygamberliğimizin doğruluğunu gösteren delil ve hüccet,
istediklerinizin fevkinde bir burhan getirmemizi taleb etmeniz ise Allah ile
alâkalı bir iştir. Biz, bir delili ancak Allah'ın dilemesi ve iradesiyle
getirebiliriz.
Bütün müminlerin,
düşmanlarının kötülüklerini uzaklaştırmak ve onların gösterdikleri
düşmanlıklara sabretmek için her işlerinde Allah'a güvenip tevekkül etmeleri
gerekir.
Peygamberler, Allah'a olan
güvenlerini pekiştirerek şöyle demişlerdir: "Nasıl olur da bize bilgi ve
kurtuluş yolunu gösteren Allah'a, güvenmeyiz! Bize en mutedil, en açık yolu
gösterdiği halde O'na tevekkül etmemize engel olan şey nedir?"
"Kötü söz
söyleyip, akılsızca davranışlarınızla bize yaptığınız eziyetlere elbette
katlanacağız."
Sonra tevekkül etmeyi
methederek şöyle dediler: "Müminlerden tevekkül edenler, Allah'a güvenmeye
devam edip, bu hususta sebat etsinler. O'na güvensinler. O'nun yolunda bütün
eziyetlere tahammül edip, ne olursa olsun hiçbir zorluğa aldırış
etmesinler." [3]
13-14-İnkâr edenler,
peygamberlerine 'Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden
çıkarırız." dediler. Rableri peygamberlere "Biz, zâlimleri y°k
edeceğiz, onlardan sonra onların
yurtlarına sizi yerleştireceğiz. Bu, ma- kamımdan ve tehdidimden
korkanlar içindir." diye vahyetti.
15-Peygamberler yardım
istediler ve her inatçı kibirli hüsrana
uğradı.
16- Önünde cehennem
vardır. Orada
17- Onu yudum yudum
içecek fakat yu-tamayacaktır. Ölümün belirtileri ona her taraftan geldiği
halde, ölemiyecek, arkasından da çetin bir azab gelecektir.
18- Rablerini inkâr
edenlerin işleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle
benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, haktan uzak
sapıklıktır.
Peygamberlerle kâfir
milletler arasında önce tabiî süreç olan karşılıklı münazara ve münakaşalar
meydana gelmiştir. Fakat bu milletler, münakaşa sahasında iflas edip,
peygamberlerin delil ve açıklamaları karşısında kendi delilleri hezimete
uğrayınca mevcut krizi tırmandıracak mücadeleye girip, düşmanca davranışlar
göstermekten başka bir yol bulamamışlar ve peygamberlerini şu iki husustan
birisiyle tehdit etmişlerdir:
Onlar, ya yurtlarından
sürülüp çıkarılacak ya da kâfirlerin babalarından ve dedelerinden miras kalan
dinlerine döneceklerdir. Meselâ Şuayb (s.a.)'in kavmi ona ve müminlere şöyle
dememiş miydi: "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz ya da and olsun ki seni
ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız. " (Araf, 7/88).
Allah Tealâ, Kureyşli müşriklerden haber vererek şöyle buyurmuştur:
"Memleketinden çıkarmak için seni nerdeyse zorlayacaklardı. O takdirde
senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi." (İsra, 17/76). Yine Allah
Tealâ, Rasulullah (s.a.)'ın hicret etmeye zorlanması hakkında şöyle buyurmuştur:
"İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek
için düzen kuruyorlardı." (Enfal, 8/30).
Kâfirler, kendi kuvvet
ve çokluklarına, müminlerin sayılarının azlığına ve zayıf olmalarına
aldandıklan için bu tehditleri savurmuşlardır. Kâfirlerin, "Ya bizim
dinimize dönersiniz..." sözü, peygamberlerin daha önce puta taptıkları
manasına gelmez. Kendilerine peygamberlik gelmeden önce kavimlerinin arasında
onlara müdahale etmeksizin yaşadıklarından kavimleri onların da kendileri gibi
putlara tapanlardan olduklarını zannettiler. Dolayısıyla insanlar onların
kendi dinlerinden olduklarını sanmışlardır.
"Allah,
peygamberlerine vahyederek şöyle buyurmuştur: 'Biz, müşrik zâlimleri yok
edeceğiz, peygamberleri yurtlarından sürüp, uzaklaştırmakla tehdit edip
korkutmalarından dolayı onları cezalandırmak için yok olmalarından sonra sizi
onların topraklarına, yurtlarına yerleştireceğiz."
Bu, müşriklerin
peygamberleri tehditlerine karşılık Allah'ın onları tehdit etmesidir. İki
tehdit arasındaki fark ne büyüktür! Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "And
olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar şüphesiz yardım
göreceklerdir. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." (Saffat,
37/170-173). "Allah, And olsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.'
diye yazmıştır. Doğrusu Allah, kuvvetlidir, güçlüdür." (Mücadele, 58/21).
"And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih
kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık." (Enbiya, 21/105). Aynı manada
daha pek çok ayet vardır.
Zâlimlerin yok
edileceği ve yurtlarına müminlerin yerleştirileceği şeklindeki bu vahiy, yani,
bu husus, hesap anındaki makamından veya huzurumdaki bekleyişinden ve azap ve
cezayla tehdidimden korkup, Benimle karşılaşmaktan sakınan, Bana itaat ederek
Ben'den korkan ve kızgınlık ve gazabımdan uzak olanlar için haktır. İşte zafer
ve zikredilen vahyin sebebi budur.
"Peygamberler,
düşmanları olan milletlerine karşı Allah 'tan yardım istediler. " Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "Zafer istiyorsanız, işte size zafer gel-di
"(Enfal, 8/19) Ayetten maksat, peygamberlerin düşmanlarına karşı Allah'dan
fetih istemeleri veya kendileriyle düşmanları arasında hükmetmesini taleb etmeleridir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Bizimle milletimiz arasında hak
ile Sen hüküm ver." (A'raf, 7/89). Zamir, rasullere veya nebilere
râcî-dir.
Denilmiştir ki:
Ayetteki zamir, kâfirlere râcîdir. Yani "Kâfirler, kendilerinin hak
üzere, peygamberlerin ise batıl yolda olduklarını sanarak onlara karşı
Allah'tan galibiyet
istediler." demektir. Zamirin, her iki gruba râcî olduğu görüşü de
mevcuttur. Her iki taraf da Allah'tan, hak üzere olanlara yardım edip, hatıl
taraftarlarını yok etmesini istemişlerdir. Allah Tealâ, milletlerin kendi
aleyhlerine Allah'tan yardım istemeleri hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allahı-mız! Eğer bu Kitab, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş
yağdır veya can yakıcı bir azap ver." (Enfal, 8/32).
Fakat neticede
Allah'tan sakınanlar zafer elde ederken müşrikler hüsrana uğrayıp helak
olmuşlardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah'a ibâdete karşı her
büyüklük gösteren mütekebbir, hakka karşı inat eden ve haktan sapan, hüsrana
uğrayıp helak oldu." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Allah 'Ey Sürücü
ve Şâhid! Her inatçı inkarcıyı, iyiliklere durmadan engel olan, mütecaviz,
şüpheye düşüren, Allah'ın yanında başka ilâh benimseyen kişiyi cehenneme atın,
onu çetin azaba sokun' buyurur." (Kaf, 59/24-26).
Bu inatçı mütekebbirin
önünde kendisini gözetleyip bekleyen cehennem vardır. Allah Tealâ, başka bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Çünkü önlerinde, her sağlam gemiye zorla el
koyan bir hükümdar vardı." (Kehf, 18/79).
Cehennemde bu
mütekebbir için cehennemliklerin derilerinden ve etlerinden çıkan, kusmuk ve
kanla karışmış irinli sudan başka içecek yoktur. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar. Bunlara benzer buz
gibi, çok pis daha başkaları da vardır." (Sad, 38/57-58).
Onu yudum yudum
içecek, pisliğin, tadının, renginin ve kokusunun kötülüğünden neredeyse
yutamayacaktır. Çünkü onu yutarken çok acı çekmektedir. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su
içirilen..." (Muhammed, 47/15). "Onlar yardım istediklerinde, erimiş
maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek
ve cehennem ne kötü bir duraktır!" (Kehf, 18/29).
Sıkıntılarla ve
çeşitli azaplarla ölümün belirtileri her taraftan geldiği halde o
ölemiyecektir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ölümlerine hükmedilmez ki
ölsünler, kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez." (Fatır,
35/36).
Bu inatçı mütekebbir
için bütün bunlardan sonra bir başka azap daha vardır ki bu, acı veren, zor ve
şiddetli bir azaptır. Öncekinden daha can yakıcı, daha felâket ve daha acı
vericidir. Bu azap devamlı olup asla ona ara verilmez. Allah Tealâ, zakkum
ağacı hakkında şöyle buyurmuştur: "O, cehennemin dibinde çıkan bir
ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte cehennemlikler bundan yerler,
karınlarını onunla doldururlar. Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz
onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir." (Saffat,
37/64-68). "Doğrusu günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınlarında
suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir. 'Suçluyu yakalayın,
cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azâb olarak kaynar su dökün'
denir, sonra ona 'Tat bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin.
İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.' denir." (Duhan, 44/43-50)
"Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara! İnsanın içine işleyen
bir sıcaklık ve kaynar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir
dumanın gölgesinde bulunurlar." (Vakı'a, 56/41-44). "Bu böyle; ama
azgınlara kötü bir gelecek vardır. Cehenneme girerler; ne kötü bir yurttur!
İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar. Bunlara benzer daha
başkaları da vardır." (Sad, 38/55-58).
Kâfirlerin, cehennem
ateşinde azapla karşılaşmaları bir yana, bir de onlar dünyada işledikleri ve
boşa giden, ahirette kendilerine fayda vermeyen iyi amellerine de
üzüleceklerdir. Allah, onların amelleri için bir misal vererek şöyle
buyurmuştur: Kâfirlerin sadaka vermek, akrabalarla bağlarını devam ettirmek,
ana babaya iyilik etmek gibi yaptığı iyi ameller, kıyamet gününde bunların
sevapları Allah'tan istedikleri zaman, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın
savurduğu küle benzerler. Dünyada yaptıkları bu amellerden hiçbir şey elde
edemezler. Ancak olsa olsa o fırtınalı günde o küllerden ne kadar
toplayabilir-lerse o kadarını elde edebilirler. Onların çabaları ve amelleri,
bir esâsa ve bir istikâmete dayanmamaktadır. Bilâkis haktan çok uzaktır. Öyle ki
bu amellerin kabulünün şartı olan imanı elde edemedikleri için sevabını da
kaybetmişlerdir. Şu ayetler de bu manadadır: "Yaptıkları her işi ele alır,
onu toz-duman ederiz." (Furkan, 25/23). "Bu dünya hayatında
sarfettiklerinin durumu, kendilerine zulmeden kimselerin ekinlerine isabetle
kavrulup mahveden soğuk bir rüzgârın durumu gibidir. Allah, onlara zulmetmedi,
onlar kendilerine yazık ettiler." (Âl-i İmran, 3/117) [4].
19- Allah'ın gökleri
ve yeri hikmetle yarattığını bilmiyor musun? Dilerse sizi yok edip yeni bir
topluluk var eder.
20- Bu, Allah için güç
değildir.
Allah Tealâ, insanları
yaratmaktan daha büyük bir iş olan gökleri ve yeri yarattığını bildirerek kıyamet
gününde bedenleri tekrar diriltmeğe muktedir olduğunu haber vermektedir.
Yüksekliğiyle, genişliğiyle, muazzamlığıyla, içindeki duran ve seyreden
yıldızlanyla şu gökleri, içinde yerleşime uygun yerleriyle, basık alçak
zeminleriyle, dağlarıyla, çölleriyle, geniş alanlarıyla, denizle-riyle,
ağaçlarıyla, farklı çeşit, fayda, şekil ve renkte nebatatı ve hayvanlarıyla şu
yeryüzünü yaratmaya muktedir olan zât, hiç ona kadir olmayabilir mi?
Ey Muhatab! Allah'ın
gökleri ve yeri hikmetle, doğru ve yaraşır bir şekilde yarattığını bilmiyor
musun? Onları eşsiz bir biçimde yaratmaya muktedir olan, elbette ki emirlerine
karşı geldiğiniz zaman sizi yok edip, yerinize size benzemeyen yeni bir
topluluk getirmeye kadirdir. Bu, Allah için imkânsız ya da güç değildir. Bilâkis
kolay bir iştir."
Kuran'da buna benzer
pek çok ayet vardır: "Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan
yorulmayan Allah'ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi? Evet,
O her şeye kadirdir." (Ahkaf, 46/33). "İnsan kendisini bir nutfe-den
yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını
unutur da "Çürümüş kemikleri kim yaratacak?" diyerek, Bize misal vermeye
kalkar. Ey Muhammedi De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her
türlü yaratmayı bilendir." Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş
yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir
olmaz mı? Elbette olur. Çünkü O, yaratan ve bilendir. Bir şeyi dilediği zaman
O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur. Her şeyin
hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah
münezzehtir." (Yasin, 36/77-83). [5]
21- İnsanların hepsi
Allah'ın huzuruna çıkarlar. Zayıf görüşlü halk, büyüklük taslayan liderlerine:
"Doğrusu biz size uymuştuk, Allah'ın azabından bizi koruyabilecek
misiniz?" derler. Cevap olarak: "Allah bizi doğru yola eriştir-seydi
biz de sizi eriştirirdik. Artık sız-lansak da sabretsek de birdir, çünkü
kaçacak yerimiz yoktur" derler.
22- Hüküm verme işi bitince, şeytan:
"Doğrusu Allah size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim
ama, sözümü yerine getiremedim. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu.
Sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi kınayın. Artık
ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni daha önce Allah'a ortak
koşmanızı kabul etmiyorum" der. Doğrusu kâfirlere, can yakan bir azap
vardır.
23- İman eden ve sâlih
ameller yapanlar, içlerinden ırmaklar akan cennetlere konulurlar. Rablerinin
izniyle orada temelli kalırlar. Oradaki dirlik temennileri
"Selâm!"dır.
İyisiyle kötüsüyle
bütün insanlar, hesaba çekilecekleri yerde, tek ve Kah-hâr olan Allah'ın
huzuruna gelip, hiçbir örtünün bulunmadığı geniş bir alanda toplanırlar. Burası
dünyadaki durumun aksinedir. Çünkü kâfirler ve âsiler, orada Allah'ın
kendilerini görmediğini sanıyorlardı.
Zayıf görüşlü halk,
sırf Allah'a ibadet ve peygamberlere uyma karşısında kibirlenip büyüklük
taslayan liderlerine, idarecilerine ve aydınlarına şöyle derler: "Doğrusu
biz, size uymuş, işlerimizde sizi örnek almıştık. Emrettiklerinizi yapmış,
sizin gibi davranmıştık. Size uyarak Allah'ı inkâr ettik, peygamberleri
yalanladık. Bize söz verip, umduğunuz gibi bugün Allah'ın azabından bir kısmını
bizden uzaklaştırabilecek misiniz?"
Kendilerine tâbi
olunan liderler, onları koruma hususunda bahane uydurarak şöyle cevap
verirler: "Eğer Allah bizi hak dinine eriştirip, ona uymaya muvaffak
kılarak hayırlı olanı gösterseydi, biz de size en mutedil yolu gösterirdik.
Fakat O, bize hidayet etmedi." Böylece artık kâfirler, azabı hak ederler.
Bundan sonra onlar
kurtuluştan ümitlerini kestiklerini ilân ederek şöyle derler: "Artık
sabretsek de sızlansak da içinde bulunduğumuz durumdan kurtulabilmemiz
imkânsızdır" yani, sızlanmak da sabretmek de birdir. Bize, Allah Tealâ'nın
azabından kurtuluş yoktur.
İbni Kesîr şöyle der:
"Anlaşılan o ki bu konuşmalar, cehenneme girdikten sonra orada
yapılmıştır."^ Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ateşin içinde birbirleriyle
tartışırlarken güçsüzler, büyüklük taslayanlara 'Doğrusu biz, size uymuştuk,
şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz'?' derler. Büyüklük
taslayanlar: 'Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında şüphesiz
hüküm vermiştir.' derler." (Gafir, 40/47-48). "Allah, 'Sizden önce
geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin.' der. Her ümmet girdikçe
kendi yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca,
sonrakiler öncekiler için 'Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara
ateş azabını kat kat ver.' derler. Allah 'Hepiniz için kat kattır, ama
bilmezsiniz.' der. Öncekiler sonrakilere, 'Sizin bizden bir üstünlüğünüz
yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın' derler." (A'raf, 7/38-39).
"Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat
onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük
bir lanete uğrat." (Ahzab, 33/67-68).
Arkasından Allah
Tealâ, .şeytanla ona uyan insanlar arasında geçen diğer bir konuşmayı
zikrederek şöyle buyurur: "Allah, kullan arasında hükmedip, müminleri
cennetlere soktuktan, kâfirleri de alt alta bulunan cehennem tabakalarına
attıktan sonra İblis, kendisine uyan insanlara şöyle der: 'Doğrusu Allah,
peygamberlerinin diliyle hak ve doğru olarak size öldükten sonra dirilmeyi ve
hesaba çekilmeyi vadetmişti. Bu, hak bir va'd ve doğru bir haberdi. Bense size,
tekrar dirilmenin, hesaba çekilmenin, cennet ve cehennemin olmadığını
vadetmiştim. Tabii ki batıl söz ve yalan söylediğim için sözüm yerine gelmedi.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: 'Şeytan onlara vadediyor, onları kuruntulara
düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor.' (Nisa, 4/120). Oysa siz bana
uyarak Rabbinizin vadini bıraktınız.
"Benim sizi
çağırırken delilim ve belgem ve size vadederken de "üzerinizde kuvvet ve
nüfuzum yoktu."
Fakat sizi çağırdığım
zaman, "sadece çağırdım siz de geldiniz."
"O halde bugün
beni değil kendinizi kınayın." Çünkü kendi iradenizle benim davetimi
kabule koştunuz. Günah, sizin günahınız. Zira Rabbinizin davetine kulak
tıkadınız. O, sizi delil ve belgelerle hak olarak davet etti. Sizse, sizi
doğruya çağıran delillere karşı çıktınız.
"Artık ben, size
yardım edemem, yarar sağlayamam," içinde bulunduğunuz azaptan sizi
kurtaramam. Siz de bana yardım edemez ve içinde bulunduğum azap ve işkenceden
kurtararak bana fayda sağlayamazsınız. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Nitekim, kendilerine uyutanlar, azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklardır."
(Bakara, 2/166).
1- İbni Kesîr, II,
528.
Bugün ben, dünyada
beni itaat hususunda Allah Tealâ'ya ortak koşmanızı inkâr edip, kabul
etmiyorum. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ama kıyamet günü sizin ortak
koşmanızı inkâr ederler." (Fatır, 35/19). Bu ayet, İblis'in şirkten uzak
olduğunu ve bunu kabul etmediğini bildirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Biz, sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin dininizi
inkâr ediyoruz." (Mümtahine, 60/4). "Hayır, tanrıları kendilerinin
ibadetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır." (Meryem,
19/82).
"Doğrusu
kâfirlere can yakan bir azap vardır." Bu ayetin, Allah Tealâ'nın sözü
olması daha uygundur. Ama Kuranda o kâfirlerin yardamdan ümitlerini kesmek için
anlatılan, İblis'in sözünün devamı olması da muhtemeldir. Mana şöyledir:
"Doğrusu, haktan yüz çevirmeleri ve batıla uymaları sebebiyle kâfirler
için can yakan bir azap vardır."
Maksat, şeytanın
dünyadaki vesveselerinden uzak olduğuna insanların dikkatini çekmek, onları
hesap gününe hazırlanmaya teşvik etmek ve o günün şiddet ve sıkıntılarını
hatırlatmaktır.
Allah Tealâ,
bedbahtların durumunu açıkladıktan sonra mutluluğa erenlerin halini de beyan
etmiştir. Her iki grup da hesaba çekilip, karşılıklarını almak üzere Allah
Tealâ'nın huzuruna çıkmışlardır. Şöyle buyurmuştur:
Melekler, Allah'ı ve
Rasulü'nü tasdik eden, O'nun birliğini ikrar eden, emirlerine uyup
yasaklarından sakınanları, her yerinde nehirler akan cennet bahçelerine
koyarlar. Onlar, orada temelli kalacaklardır. Ne oradan çıkarılır, ne de
uzaklaştırılırlar. Bütün bunlar, Rablerinin muvaffak kılması, ihsanı ve emriyle
olur.
Rablerinin izniyle
melekler, onlara 'Selâm' diyerek dirlik temenni ederler. Onlar birbirlerini de
bu şekilde selâmlarlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Oraya varıp da
kapıları açıldığında, bekçileri onlara 'Allah'ın selâmı üzerinize olsun'
derler." (Zümer, 39/73). "Melekler her kapıdan yanlarına girip 'Size
selâm olsun' derler." (Ra'd, 13/23-24). "Orada esenlik ve dirlik
dilekleriyle karşılanırlar." (Furkan, 25/75). Onlara, Rableri katından da
selâm vardır: 'Merhametli olan Rab katından onlara selâm vardır.' (Yasin, 58).
Onlar birbirlerini şöyle selâmlarlar: 'Oradaki duaları 'Münezzehsin ey
Allah'ım', dirlik temennileri: 'Size selâm olsun' ve dualarının sonu da:
'Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun'dur.'" (Yunus, 10/10). [6]
24- 25- Allah'ın hoş
bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan 'Rabbinin izniyle her zaman
meyve veren' hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?
İnsanlar ibret alsın diye Allah, onlara misal veriyor.
26- Çirkin bir söz de,
yerden koparılmış kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.
27- Allah, müminleri
dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar, kâfirleri de
saptırır. Allah, dilediğini yapar.
Ey Muhatab! Allah'ın
nasıl bir misal vererek onu en uygun yerde zikrettiğini görmüyor musun? Bu
misal, kelime-i tevhid, İslâm ve Kuran'm daveti, demek olan hoş bir sözün, şu
dört özelliğe sâhib hurma ağacı manasmdaki hoş bir ağaca benzetilmesidir.
1- Bu ağaç,
güzel görünüşlü, güzel kokulu, güzel meyveli ve çok faydalı bir ağaçtır. Yani,
meyvesi lezzetli, istifadesi fazladır.
2- Onun
kökü, toprakta sağlam, devamlı ve yerleşmiştir. Kökünden koparılamaz.
3-
Dallarının göğe doğru yükselip, yerin çürümüş bitkilerinden uzaklığı sebebiyle
heybetli bir görünüşe sahiptir. Verdiği meyveler, temiz, güzel ve her türlü
sunilikten uzaktır.
4- Rabbinin
iradesi, yaratması ve kolaylaştırmasıyla belirlediği her vakitte meyve verir.
Ağaçların,senede bir kere meyve vermeleri sebebiyle bu durum, Allah'ın tayin
ettiği zaman hükmündedir.
İbn Abbâs (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre, "'Lâilâheillâllâh' kavli ve Şecere-i
tayyibe" Hurma ağacıdır. Şecere-i tayyibe kavlinin, hurma ağacı olduğu
görüşü aynı şekilde îbn Mesud (r.a.)'dan da nakledilmiştir. Yine bu görüş, Enes
ve İbn Ömer (r.a.) kanalıyla Rasulullah (s.a.)'dan da rivayet edilmiştir.
Buhari'nin İbn Ömer
(r)'den rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a.)'ın
huzurundaydık. Bize; bana, müslüman adama benzeyen -veya müslüman adam gibi
olan-, yaprakları yaz ve kış dökülmeyen ve Rabbinin izniyle her zaman meyve
veren bir ağaç söyleyin, dedi." İbn Ömer (r.a.) devamla "Onun hurma
ağacı olduğunu tahmin ettim. Fakat baktım ki Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) konuşmuyor.
Ben de konuşmayı uygun görmedim. Hiç kimse bir şey söylemeyince Rasulullah
(s.a.) "O, hurma ağacıdır." buyurdu.
"İşte Allah,
insanlara böyle misaller veriyor". Çünkü verilen misaller, daha çok
anlamaya, öğüt ve ibret almaya ve manaları zihinde canlandırmaya vesile
olmaktadır. Zira sadece akılla anlaşılan manaların, idrak edilebilen hususlara
benzetilmesi, manaları zihne iyice yerleştirip, ondaki gizlilik ve şüpheleri ortadan
kaldırmaktadır. Böylece bu manalar, elle dokunulabilir eşyalara dönüşmektedir.
Dolayısıyla bu ayet, insanları bu misâlin büyüklüğünü düşünmeye, onu kavramaya
ve maksadını anlamaya çağırarak, onların dikkatlerini bu noktada
yoğunlaştırmaktadır."
Bundan sonra Allah
Tealâ, küfür sözünün misâlini zikretmiştir: Küfür ya da şirk sözü olan çirkin sözün
özellikleri, Ebû cehil karpuzu ve benzeri ağaçlar demek olan kötü ağacın
vasıflarına benzer.
Ebu Bekir Bezzâr
mevkuf olarak İbni Ebî Hatim'in de merfu olarak Enes (r.a.)'den rivayet
ettikleri hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ayette zikredilen
ağaç Ebu Cehil karpuzudur."
Ayette kötü ağacın şu
üç özelliği bildirilmiştir:
1- Bu ağacın
meyvesinin tadı kötüdür veya içindeki zararlı maddeler sebebiyle kötüdür ya da
kokusu kötüdür. Bu, Ebû Cehil karpuzudur. "Sarımsak ya da diken"
olduğu da söylenmiştir.
2- Bu ağaç,
kökünden koparılmış ve toprakla bağlantısı kesilmiştir. Aynı şekilde Allah'a
şirk koşmanın da ne bir delili, ne devamlılığı ne de kuvveti vardır.
3- Bu ağaç,
bir yerde yerleşmiş ve sabit değildir. Bu özellik, ikincisini tamamlar mahiyettedir.
Bunlar, kötülüğün en
üst seviyesindeki özelliklerdir. Öyleki kötülük ve pislik, zarara işaret ettiği
gibi kökünden koparılmak ve sabit olmamak da hiçbir işe yaramadığını
göstermektedir.
İkisinin birlikte
açıklanmasıyla hak ve batıl sözler arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Öyleki
kelime-i tevhid ve iman sözü demek olan hak söz, kuvvetlidir, devamlıdır ve
insanlara fayda sağlar. Buna karşılık şirk ya da küfür sözü demek olan batıl
söz, zayıf ve zararlı olup devamlı ve istikrarlı değildir.
Hak söz ehli,
müminler, batıl söz taraftarları ise kâfirler ve asilerdir.
Arkasından Allah
Tealâ, hak söz ehlinin dünyada ve ahirette maksatlarını elde ettiklerini haber
vererek şöyle buyurmuştur: "Doğrusu ahirette, dünyada ağızlarından çıkan,
delil ve burhanla kalplerine yerleşen iman sözü sebebiyle Allah'ın cömertliği
ve sevabı müminler için devamlıdır." Bundan maksat şudur: Allah'ı bilme ve
O'na itaattaki sebat, Allah Tealâ katında sevap ve cömertliğin devamını
gerektirmektedir.
Veya Allah'ın, dünyada
Bilâl ve diğer sahabeler gibi çeşitli işkencelere maruz kalmalarına rağmen
dinleri hususunda fitneye düşürmeyerek, müminleri sabit kılması ve orada
onları sağlam bir söz üzerinde tutmasıdır. Öyleki dinleri hususunda fitneyle
karşılaştıklarında onların ayakları kaymamıştır. Meselâ Allah, Uhdûd Ashabı'mn
işkence ederek dinlerinden çevirmeğe uğraştığı, ayrıca testerelerle kesilen,
vücutları demir taraklarla taranan kimseleri dinleri üzerinde sabit kılmıştır.
Ahirette sabit
kılınmaları ise hesap meydanında inançları ve dinleri sorulduğunda kemküm
etmemeleri ve hasrın o korkunç hâlinin onları şaşkına çevirmemesidir.
Denilmiştir -ki bu
görüş meşhurdur- "Bu kavilden maksat, kabir suâli anındaki sebattır. Dünya
hayatından maksat; yaşama süresi ve ahiret ise; kıyamet günü ve hesap günü
demektir."
Kütübü Sitte, Berâ b.
Azib (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Müslüman, kabirde sorguya çekildiğinde Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehâdet eder. İşte bu, 'Allah, müminleri
dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar.' ayetidir." Bu
hadisi, Ebû Hureyre (r.a.) de rivayet etmiştir.
Yukarıda geçen aynı
hadisi İbni Ebî Şeybe yine Berâ (r)'dan şöyle rivayet etmiştir: O, Rasulullah
(s.a.)'ın ayet hakkında şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allah'ın kişiyi dünyada
sabit kılması, kabirde iki meleğin ona gelip de 'Rabbin kim1?, Dinin ne?,
Peygamberin kim?' diye sorduğunda 'Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim
Muhammed (s.a.)'dir' diye cevap vermesidir."
Ebu Davud, Osman b.
Affân (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah cenazenin
defnedilmesini bitirdiğinde yanında durur ve 'Kardeşiniz için af dileyip,
sebatını isteyiniz. Zira o, şu anda sorguya çekiliyor.' buyururdu."
Razî şöyle der:
"Meşhur olan görüş şudur: Bu ayet, kabirdeki iki meleğin sorgusu, Allah'ın
sorgu esnasında mümine hak sözü telkin etmesi ve onu hak üzere sabit kılması
hakkında varittir."[7]
Bundan sonra Allah
Tealâ, kâfirlerin âkibetini şu şekilde açıklamıştır: "Allah, kâfirlerin
sevabını kazanmalarına engel olur." Veya iman için gerekli olan yeterli
hazırlığı yapmadıkları için onları ve sapıklıklarını öylece bırakmış, arzu ve
şehvetlerinin peşinde koşmaları için onlara mühlet vermiştir.
Ya da kabirde dinleri
ve inançlarından sorguya çekildiklerinde onları tereddüt içinde kemküm eder
vaziyette bırakmıştır.
İbni Cerir, İbni Ebi
Hatim ve Beyhakî'nin rivayetinde İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: "Kâfirin canı
alınacağı zaman yanına melekler gelerek yüzüne ve arkasına vurmaya başlarlar.
Mezara girdiğinde ise oturtularak 'Rabbin kim?' diye sorulur. Hiç bir cevap
veremez. Allah Tealâ, ona Rabbini hatırlamayı unutturur. Yine 'Sana gelen
peygamber kim?' diye sorulduğunda ona yol gösterilmez ve yine hiçbir cevap
veremez. İşte bu, 'kâfirleri de saptırır' ayetidir."
Son olarak Allah
Tealâ, iki grup hakkındaki mutlak irade ve takdirini beyan ederek şöyle
buyurmuştur: "Allah dilerse doğru yolu gösterir dilerse dalâlete
düşürür." İnsanlar, fitnelerle karşılaştıklarında yerlerinde sabit-kadem
olamazlar ve ilk darbede ayaklan kayar. İşte bu, onların dünyada saptırılmalarıdır.
Bu kâfirler, ahirette ise daha çok sapmış ve daha çok ayakları kaymıştır.
Sapıklık, gerekli hazırlığı yapmamanın ve nefsin arzularıyla hareket etmenin
neticesidir." [8]
28-29- Allah'ın
verdiği nimeti nankörlükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere, ateşini tadacak- lan
cehenneme götürenleri görmüyor musun?
Cehennem, ne kötü bir durak- tır.
30- Allah'ın yolundan
saptırmak için O'na eşler koşmuşlardı.
De ki: Yaşayın bakalım! Hiç şüphesiz
varacağınız yer ateş olacaktır."
31" Ey Muhammed!
İman eden kul- larıma söyle, namazı kılsınlar, fidye ve dostluğun olmayacağı günün gelmesin- den
önce, kendilerine verdiğimiz rızık-tan açık ve gizli sarfetsinler.
Allah Tealâ, bizleri
Mekkeli kâfirlerin ve benzerlerinin durumunu hayretle karşılamaya
çağırmaktadır. Öyleki bunlar, Allah'ın, cehennem ateşine gir-melerindeki ilk
sebep olan şu iki özelliklerini bildirdiği kimselerdir:
1-
"Onlar, Allah'ın nimetine şükür edecekleri yerde nankörlük ederek şükrü
nankörlükle değiştirdiler. Aslında nimete şükretmek aklen ve şer'an zorunludur.
Fakat onlar, bu zorunluluğu yerine getirmediler ve şükredeceklerine nankörlük
edip nimeti inkâr ettiler." Bunlar, Mekkeli kâfirlerdir. Bu ayet hakkında
İbni Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilen sahîh ve meşhur görüş de budur. İbni Kesîr
şöyle der: "Ayetin manası bütün kâfirleri içine almaktadır. Zira Allah
Tealâ, Muhammed (s.a.)'i âlemlere rahmet, insanlara nimet olarak göndermiştir.
Kim bu nimeti kabul eder de şükrünü yerine getirirse cennete girer, kim de
reddedip nankörlükle karşılarsa cehenneme girer."
2- Onlar,
inkârda ve sapıklıkta kendilerine uyan milletlerini helak olacakları yere
götürdüler. Orası öyle bir yerdir ki başka bir yok olma söz konusu değildir.
Bu, içine girip ateşini tadacakları azap yurdu olan cehennemdir. Cehennem,
yerleşilecek ne kötü yerdir."
İkinci sebep şudur:
"Onlar Allah'a, O'nunla beraber ibadet ettikleri ortaklar koşup insanları
da buna çağırdılar. Meselâ hacda şöyle dediler: 'Lebbeyk, senin hiç ortağın
yoktur. Ancak bir ortağın vardır ki, o senindir. Sen, hem onun hem de onun
sâhib olduğu şeylerin de sahibisin."
Üçüncü sebep ise
şöyledir: "Onlar, bu yaptıklarının sonucunda kendilerine uyanları
saptırmak, onları Allah'ın dininden çevirmek ve küfür bataklığında kalmalarını
sağlamak için Allah'a ortaklar, eşler koştular." "Saptırmak
için", kavlindeki "lam", âkibet lamı'dır. Çünkü putlara tapmak,
sapıklığa götüren bir sebeptir. Bir de onlar, kendilerinin sapıklığını arzu
etmediler.
Bundan sonra Allah
Tealâ, Peygamberi'nin diliyle onları tehdit ederek şöyle buyurmuştur: "De
ki: 'Dünya nimetlerinden gücünüz yettiği kadar faydalanın." Zira
yaptıklarınızın karşılığı, "döneceğiniz" ve sığınacağınız "yer
cehennemdir.'" Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Onları az bir süre
geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükleriz." (Lokman, 31/24). "Onlar
için dünyada bir müddet geçinme vardır, sonra dönüşleri Bizedir. İnkârlarına
karşılık onlara çetin azap tattıracağız." (Yunus, 10/70). Bütün bunlara
'faydalanma' denilmiştir. Çünkü kâfirler, dünya nimetlerini lezzetli bulurlar.
Ayrıca ahiretteki cezaya göre dünya, bir faydalanma ve nimetler diyarıdır.
Kâfirlere yapılan
tehditlerle ilgili şu ayetler de vardır: "Dilediğinizi yapın."
(Fussılet, 41/40). "Ey Muhammedi De ki: 'İnkârınla az bir müddet zevklen.
Şüphesiz sen cehennemliksin.'" (Zümer, 39/8).
Kâfirlere 'Yaşayın
bakalım!" şeklinde yapılan tehditten sonra Allah, Pey-gamberi'ne,
insanların bedenî ibadet olan namaz kılmayı ve mâlî ibadet olan Allah yolunda
harcamayı, infâkı tebliğ etmesini emretmiştir. Allah Tealâ, kullarına
Kendisine itaat etmelerini, hakkını yerine getirmelerini ve mahlûkâtına iyilik
etmelerini emreder. Bu itaat, namaz kılmakla, -ki o, yalnız ortağı olmayan
Allah'a ibadettir- zekât ve sadaka verip, akrabalara ve diğer insanlara yardım
ederek Allah'ın verdiği rızıktan infak etmekle gerçekleşir.
Namaz kılmak,
"Rükün ve şartlarını tam olarak yerine getirip, vaktinde kılmaya özen
gösterek, her ânında huşu içinde namazı edâ etmek" demektir.
Allah'ın verdiği
rızıktan infak, hem gizli hem de açıktan olabilir. Beydâvî şöyle der:
"Farz ve vacip olan zekât ve sadakaları açıktan vermek, nafile sadakaları
gizlemek daha güzeldir."
"Onlar, kıyamet
günü gelmeden önce kendilerini kurtarmak için namaz ve infakta acele
etsinler." Zira kıyamet günü öyle bir gündür ki hiç kimsenin nefsi
karşılığında fidye vermesi kabul edilmez. Üstelik o gün affedilmek, bağışlanmak
ve cezadan kurtulmak için dostluk da bir işe yaramaz. Bilâkis orada geçerli
olan adalettir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bugün sizden ve inkâr
edenlerden fidye kabul edilmez." (Hadid, 57/15). "Kimsenin kimse
namına bir şey ödemiyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye yapılan
şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmiyeceği günden
korunun." Bakara, 2/123). "Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun,
şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan, hayra
sarfedin. İnkâr edenler, zâlimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254). [9]
32-33- Gökleri ve yeri
yaratan, bulutlardan indirdiği su ile size rızık olarak ekin ve meyveleri
çıkartan, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli
yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren
Allah'tır.
34- Kendisinden
istiyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetlerini sayacak
olursanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür.
Allah Tealâ bu
ayetlerde mahlûkâtına ihsan ettiği nimetlerini dile getirerek bunların
varlığını ve kudretini göstermesine işaret etmektedir. Bunlar on tanedir:
1- Allah,
gökleri düşmekten korunmuş bir tavan olarak yaratmış ve onları yıldızlarla
süslemiştir.
2- Yeryüzünü
bir döşek olarak ve içindeki pek çok faydalı şeyleri ey insanlar! Sizin için
yarattı.
3-
Bulutlardan yağmur indirerek, bu yağmurla cansızken yeryüzüne hayat verdi,
ağaçlan ve ekinleri bitirip büyüttü. Yine bu yağmurla renkleri, şekilleri, sat
ve kokulan, faydalan çeşitli, meyve ve ekinler vasıtasıyla yemek ve hayat-lanm
sürdürmek için insanlann muhtaç olduğu nzıklan çıkardı. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "Gökten su indiren O'dur. 'Biz, o su ile türlü türlü, çift
çift bitkiler yetiştirdik.'" (Taha, 20/53).
4- Size
inşâsını ilham edip suyun üzerinde kalabilmelerini sağlayarak gemileri emrinize
âmâde kıldı. Onlar, Allah'ın izni ve dilemesiyle denizde in-sanlan ve yükleri
taşıyarak ülkeden ülkeye giderler.
5- Sizin
için nehir kaynaklanın fışkırtarak toprağın üstünde kilometrelerce bu
nehirlerin mecralannı hazırladı. Öyleki suyunu içip, ekinlerinizi, ağaçlarınızı
ve hayvanlannızı sulayıp ve daha değişik şekillerde onlardan istifâde edesiniz.
6-7- Güneşi
ve ayı size boyun eğdirerek, devamlı hareket hâlinde yürümelerini sağladı.
İnsan, bitki ve diğer varhklann hayatını olumsuz yönde etkilemesinler diye gece
ve gündüz her ikisi de bir an bile bu hareketlerine ara vermezler. Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez.
Her biri bir yörüngede yürürler." (Yasin, 36/40).
8-9- Gece ve
gündüzü peşpeşe ve birbirlerine zıt kıldı. Meselâ kışın geceler uzarken yazın
tersi olup gündüzleri uzar. Aynı şekilde kışın gündüzler kısalırken yazın da
geceler kısalır. Gündüz, çalışıp kazanmak, rızık elde etmek ve dünya ile ilgili
işler için aynlmışken, gece uyumak, rahat etmek ve sükûnete kavuşmak içindir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile
bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden
Allah'tır. Bilin ki yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan
Allah yücedir." (Araf, 7/54).
"Allah'ın geceyi
gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket
edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu bilmez misin?" (Lokman,
31/29).
"Allah
dinlenmeniz için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar, O'nun rahmetinden ötürüdür."
(Kasas, 28/73).
10- Ey insanlar!
İstenilmesi mümkün olan, ihtiyaç duyulan ve kendisinden faydalanılan
istediğiniz her şeyi size verdi, hatta istemediklerinizi bile size ihsan etti.
Veya istediğiniz her şeyden size verdi. Ayet, bütün insanlığa hitab etmektedir.
Çünkü Allah, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Onların yerin altından
çıkarılmasını, keşif ve icatları insan aklının gelişmesinin ve şehir hayatının
tekaddüm etmesinin gereği olarak sizin akıllarınıza bıraktı. Aşama aşama
insanoğlu 20. yy'da pek çok alanda buhar, rüzgâr, gaz, petrol, elektrik ve atom
gibi enerji kaynaklarının da yardımıyla keşif ve buluşların zirvesine
ulaşmıştır.
"Allah'ın size
ihsan ettiği nimetlerini sayacak olursanız çokluğu sebebiyle buna güç
yetiremezsiniz." Burada "nimet", "ihsan etmek, nimet
vermek" manasına masdar yerine kullanılmıştır. "Nafaka" ve
"infak etmek" lafızları da böyledir. Bu durum, manayı
genelleştirmektedir. Çünkü müfred kelime, muzaf olduğunda kapsamlılık ifade
etmektedir.
"Size
vermiştir" ve "sayacak olursanız" cümleleri, kulların nimetlerin
şükrünü eda etmek bir tarafa onları saymaktan bile aciz olduklarını haber vermektedir.
Allah Tealâ, bu büyük
nimetleri bildirdikten sonra bunlarla da kalmayıp bilâkis kullarına sayılması
imkânsız daha başka nimetler verdiğini "size vermiştir" ayetiyle
beyan etmiştir. Arkasından ise kulların durumunu ve geçimini iyileştirecek
ihtiyaç duydukları herşeyi onlara verdiğini açıklamak için sözü "sayacak
olsanız" kavliyle bitirmiştir. Talk b. Habib şöyle der: "Allah'ın
hakkı, kulların onu yerine getirmesinden daha ağırdır. Nimetleri ise kulların
onları sayabilmelerinden çok fazladır. Fakat kullar tevbe ederek sabahlar ve
yine tev-be ederek gecelerler."
Buhari'nin rivayetinde
Rasulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Allahım! Red-dolunmayan, terk
olunmayan ve müstağni olunmayan hamd sana mahsustur."
İmam Şafiî de şöyle
demiştir: "Nimetlerinden hiçbirinin şükrünün eda edilemediği, ancak
şükretmek isteyene bu şükrü nasib eden nimetin şükrünün edâ edilebildiği
Allah'a hamdolsun."
"Doğrusu insan,
şükründen gafil olduğu için nimete haksızlık eder ve son derece
nankördür." "İnsan" kelimesi cins (çeşit ifade eden) isimdir.
Bir tek insan değil, bütün insanlar kastedilmiştir. Yani "insanda, zulüm
ve nankörlük şeklinde bu iki özellik vardır. Şükründen gafil olduğundan nimete
haksızlık eder, onu inkâr etmesi sebebiyle de nankördür." demektir.
Dikkat edilmesi
gerekir ki Allah Tealâ burada "Doğrusu insan pek zâlim ve çok
nankördür." buyururken Nahl suresinde "Allah'ın verdiği nimetleri sayacak
olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder." (Nahl,
16/18) buyurmuştur. İki ayet arasındaki fark şudur: Bu ayetteki söz, insanın
nimete nankörlük ve zulüm -ki bu şirk demektir- gibi çirkin özelliklerinin
sayılmasına uygundur. Nahl süresindeki söz ise ayette bahsi geçen Allah'ın insana
nasib ettiği nimetlerinin sayılmasına uygundur. Nitekim Allah'ın kendisine
dönülmesini teşvik etmek için Yüce Zâtını afv ve rahmet sahibi olarak
vasıflandırması da bu nimetlerden biridir.[10]
Razî, iki ayet
arasındaki fark konusunda şöyle der: "Sanki Allah Tealâ şöyle
buyurmaktadır: 'Ey insan! Pek çok nimeti elde ettiğin anda, bu nimetlere
kavuşan sen, veren ise Benim. Nimetlere sahib olurken senin iki özelliğin ön
plana çıkar ki bunlar çok zâlim ve çok nankör olmandır. Onları verirken Benim
de iki vasfım vardır ki bunlar da bağışlayıcı ve merhametli olmamdır.' Sanki
Allah şunu kasdetmektedir: 'Sen, çok zâlim de olsan Ben bağışlarım; sen çok
nankör de olsan Ben merhamet ederim. Senin aczini ve kusurlarını bilirim de bu
hâline karşılık yine de seni mükâfatlandırır, yüz çevirmene, sözünü yerine
getirmemene rağmen Ben sana vefa ile mukabele ederim. "[11]
35- İbrahim şöyle
demişti: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut."
36- "Rabbim! O
putlar, çok insanları saptırdı. Bana uyan bendendir, bana isyan eden kimseyi
ise şüphesiz sen bağışlarsın, merhamet edersin."
37- "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz
kılabilmeleri için, senin mukaddes evinin yanında, ziraate elverişsiz bir
vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! İnsanların bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır."
38- "Rabbimiz! Doğrusu
sen, gizlediğimizi de açığa
vurduğumuzu da bilensin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'tan gizli
kalmaz."
39- "Kocamışken,
bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbim duaları
işitendir."
40- "Rabbim! Beni ve çocuklarımdan bir
kısmını namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur."
41- "Rabbimiz!
Hesap görülecek günde beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla."
Burada Allahu teâlâ,
müşrik Araplara şunu hatırlatmakta ve delil getirmektedir: Allah'ın yasaklar
koyduğu şehir olan Mekke, geçmişten beri yalnızca, tek olan, ortağı olmayan
Allah'a ibadete hasredilmiştir. İbrahim (a.s.), Allah'tan başkasına ibadet
edenlerden uzaklaşmış ve Mekke'nin Tevhid akidesinin gölgesinde emniyetli ve
istikrarlı bir şehir olması için dua etmiştir. Allah Tealâ şöyle buyuruyor:
"Ey Muhammed! İbrahim'in şu duasını milletine hatırlat: Rabbim! Mekke'yi
emniyetli ve istikrarlı bir şehir yap. Orada ne kan dökülsün ne de kimse
haksızlığa uğrasın." Gerçekten de Allah, O'nun duasını kabul etti ve
orasını insanlar, kuşlar ve bitkiler için emin bir yer kıldı. Bu şehirde kimse
öldürülemez, avı avlanamaz, taze ve yeşil bitkiler kopanlamaz ve ağaçları
kesilip budanamaz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Bizim Mekke'yi güven
içinde ve mukaddes bir yer kıldığımızı görmediler mi?" (Ankebut, 29/67).
"Kim ki oraya girerse emin olur." (Âl-i İmran, 3/97).
'Ya Rabbi! Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut" ve tevhid yolu gereğince sırf sana
ibadet etmemizi nasib et. Bu dua, Allah Tealâ'ya dua eden kimsenin, kendisine,
ana babasına ve çoluk çocuğuna da dua etmesi gerektiğini göstermektedir.
Allah, İbrahim (a.s.)'in duasını zürriyetinin hepsi için değil de bir kısmı
hakkında kabul etti. O, bu duayı Beyt-i Haram inşâ edilmeden önce Hâcer ve süt
çağındaki oğlu İsmail (a.s.)'i Mekke'de bıraktığı sırada yapmıştı.
Bundan sonra İbrahim
(a.s.), pek çok insanın putlara tapmakla fitneye düşürüldüğünü bildirerek şöyle
demiştir: "Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, pek çok insanın hidayet yolundan ve
haktan sapmasına sebep olmuşlar, hatta insanlar, onlara tapınışlardır."
'Saptırma' fiili putlara nisbet edilmiştir. Çünkü onlar, kendilerine tapılırken
meydana gelen sapıklığın sebebi olmuşlardır. Bu bir mecaz metodudur. Zira
putlar, hiçbir fiile sahib olamayan cansız varlıklardır.
Kim dinim ve inancımı
tasdik eder, sana ve senin bir olduğuna halisane bir şekilde iman ederek
yolunda yürürse o benim sünnetim ve yolum üzerindedir. Bu ayet, "Bizi
aldatan, bizden değildir." ifadesinde olduğu gibi "sünnetimiz
üzerinde değildir." demektir. "Kim de bana isyan edip onu davet ettiğim,
Senin bir olduğunu ikrar ve Sana şirk koşmama inancını kabul etmezse şüphesiz
Sen, onu bağışlayıp tevbesi sebebiyle ona merhamet etmeye kâdirsin-dir."
Bu ayette apaçık
görülmektedir ki İbrahim (a.s.), kâfir olmayan o asiler için bağışlanma ve
merhamet dilemiştir. Çünkü o bu ayetin başında "Beni ve oğullarımı putlara
tapmaktan uzak tut." diyerek kâfirlerden uzak olduğunu ifade etmiştir.
Yine onun 'Bana uyan bendendir." sözünden anlaşılmaktadır ki, İbrahim
(a.s.)in dinine uymayan İbrahim (a.s.)'in yolunda değildir ve o (a.s.), o
kimsenin işlerinin düzelmesine önem vermez. Ayrıca İslâm ümmeti, 'küfrün
cezasının kaldırılmasında şefaat, caiz değildir' konusunda icmâ etmiştir.
Dolayısıyla, "Bana isyan eden kimseyi ise şüphesiz sen bağışlarsın,
merhamet edersin" kavli, kâfir olmayan âsîler hakkında şefaati ifade
etmektedir.
Abdullah b. Amr (r.a.)
rivayet etmiştir ki Rasulullah (s.a.), İbrahim (a.s.)'in, "Rabbim! O
putlar, çok insanları saptırdı..." sözünü ve İsa (a.s.)'nm, "Onlara
azab edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır..." sözünü okudu. Sonra
ellerini kaldırarak "Allahım, benim ümmetim; Allahım, benim ümmetim;
Al-lahım, benim ümmetim" diyerek ağladı. Bunun üzerine Allah Tealâ
"Ey Cibril! Muhammed'e git. -Rabbin en iyisini bildiği halde- Niçin
ağladığını sor" buyurdu. Cibril (a.s.), Rasulullah (s.a.)'a geldi ve
niçin ağladığını sordu. Rasulullah (s.a.) ona söylediklerini bildirdi. Bunun
üzerine Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Muhammed'e git ve de ki: 'Doğrusu Biz,
seni ümmetin hakkında razı kılacağız ve başına kötü bir şey
getirmeyeceğiz."
Arkasından İbrahim
(a.s.), Beyt-i Harâm'ın inşâsından sonra ikinci defa dua etti. Çünkü O (a.s.),
bu duasında "Senin mukaddes evinin yanında" demişti. Bu dua,
Kabe'nin binasından önceki birinci duadan sonraydı. İbrahim (a.s.), bu ikinci
duasında şöyle demiştir: "Ey Rabbimiz! Ben neslimden bazılarını -ki bunlar
İsmail (a.s.) ve onun neslidir- musallat olmayı, saldırmayı ve küçümsemeyi
haram kıldığın ve ehlinin yanında namaz kılmaları için onu mukaddes ilan
ettiğin evinin yanında ekin bulunmayan bir vadi olan Mekke vadisine yerleştirdim.
İnsanlardan bir kısmının gönüllerini şevkle ve muhabbetle oraya meylettir.
Onlar onu görmeye koşup, özlem duysunlar."
İbn Abbâs (r.),
Mücâhid, Saîd b. Cübeyr ve diğer alimler şöyle der: "Eğer İbrahim (a.s.),
'İnsanların gönüllerini' deseydi İranlısı, Romalısı, Yahudisi, Hristiyanı bütün
insanlar oraya koşar ve müthiş bir izdiham yaşanırdı. Fakat O "İnsanların
bir kısmının" demiş ve sadece müslümanlan kastetmiştir."
"Neslimi, diğer
ülkelerde bulunan çeşitli sebze, meyve ve mahsullerle rızıklandır da sana itaat
ederken bunlardan yararlansınlar. Bir de burası, ziraate elverişsiz bir
vadidir. Onlara yiyecekleri meyve, sebze ve mahsûller nasib et."
Allah, İbrahim
(a.s.)'in duasını kabul etti. Zira O, şöyle buyurmuştur: "Onları
katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve mukaddes
bir yere yerleştirmedik mi?" (Kasas, 28/57). Allah'ın fazl u keremi,
ihsanı ve rahmeti gerçekleşti. Mekke'de mahsul veren bir tek ağaç olmamasına
rağmen çevresindeki ülkelerden dört mevsimin çeşitli meyve, sebze ve mahsûlleri
Allah dostu İbrahim (a.s.)'in duasının kabulü neticesinde orada toplanmaktadır.
"Onları",
verdiğin pek çok nimetine "şükretmeleri için" veya namaz kılarak, çok
ibadet ederek sana şükretmeleri umuduyla "çeşitli mahsullerle
rızıklandır." Bu ayet, dünyadaki faydaların sadece ibadet ve tâatı yerine
getirmede yardımcı unsur olarak kullanılması için elde edildiğini îmâ
etmektedir.
"Rabbimiz! Sen,
bu dualarımdaki maksadımı biliyorsun. Ben, Senin rızana kavuşmayı ve Sana karşı
ihlaslı olmayı arzu ediyorum. Sen, bizim halimizi ve maslahatımızı daha iyi
bilirsin. Her şeyin içine de dışına da vakıfsın. Ne yerde ne de gökte hiçbir
şey sana gizli değildir. Aslında bizim, Senden istememize gerek yoktur. Sana
sadece kulluğumuzu göstermek, rahmetine ne kadar muhtaç olduğumuzu belirtmek
ve katındaki nimetlere çabucak ulaşmak için dua ediyorum."
"Ne yerde ne de
gökte hiçbir şey Allah'ın ilmi dışında değildir. Her şeyi O yaratmıştır ve her
şeyi de O bilir." Bu kavil, Allah Tealâ'nın kelâmıdır ve İbrahim (a.s.)'i
tasdik etmektedir. "İşte böyle davranırlar." (Nemi, 27/39) kavli de
böyledir. Veya İbrahim (a.s.)'in sözünün devamıdır. Yani "Her yerdeki
hiçbir şey görülen ve görülmeyeni bilen Allah'ın ilmi dışında değildir."
demektir. "Min" kavli, kapsamlılık ifade eder. Sanki "ne olursa
olsun hiçbir şey Allah'ın ilmi dışında değildir." denmiştir.
Arkasından İbrahim
(a.s.) yaşlandıktan sonra kendisine çocuk nasib eden Rabbine hamdetti:
"Bütün hamd ve şükürler yaşlandıktan ve çocuktan ümit kestikten sonra
bana çocuk nasib eden Allah'a mahsustur. O, bana iki evlat, İsmail ile annesi
Hâcer'i ve İshak ile annesi Sâre'yi ihsan etmiştir." İsmail, İshak
(a.s.)'dan önce zikredilmiştir. Çünkü o, İshak'tan 13 yıl büyüktü. Denilmiştir
ki: "İbrahim (a.s.), İsmail doğduğunda 99, İshak doğduğunda ise 112
yaşındaydı."
"Yaşlanmışken".
Çünkü bu yaştaki bir insana çocuk verilmesi daha büyük bir nimettir. Öyle ki
ümitsizlik anında ihtiyacın giderilmesi en büyük nimetlerden birisidir. Bir de
ilerlemiş yaştaki bu doğum, İbrahim (a.s.) için bir mucizeydi.
"Doğrusu Rabbim
Allah, duamı ve sözlerimi işitir, Kendisine dua edenleri karşılıksız bırakmaz.
Açıklasam da açıklamasam da O, maksadımı bilir." İbrahim (a.s.), duasını
açıklama ve beyan etme babından değil de işaret ve kinaye kabilinden zikrettiği
için bu sözü söylemiştir.
"Rabbimiz!
Doğrusu sen, gizlediğimizi de... bilirsin" kavliyle "Bana İsmail ve
İshak'ı veren Allah'a hamdolsun" kavli arasında Allah Tealâ'ya karşı son
derece edepli olmayı gözetmek şeklinde bir münasebet söz konusudur. İbrahim
(a.s.) Allah'tan, kendisi öldükten sonra hanımı Hâcer'e ve oğlu İsmail'e yardımını
talep etmek istiyordu. Fakat bu isteğini dile getirmedi. Bilakis "Ya Rab!
Doğrusu sen, bizim kalplerimizde ve vicdanlarımızda olanı biliyorsun."
dedi. Arkasından ölümünden sonra neslinin durumunu methetti. Bu, vefatından
sonra hanımı ve çocuğu için yaptığı, işaret ve kinaye kabilinden hayır ve yardım
duası idi.
Bu da -Razî'nin de
dediği gibi- göstermektedir ki ihtiyaç anında hamd-ü sena ile uğraşmak, duadan
daha faziletlidir.
Buharî, Bezzâr ve
Beyhaki'nin İbn Ömer (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.),
Rabbinin şöyle buyurduğunu naklederek, şöyle demiştir: "Benden isteyeceği
yerde zikrimle uğraşan kimseye isteyenlerden daha üstününü veririm."
Bundan sonra İbrahim
(a.s.), Allah'a şükrü gösteren bir ifadeyle dua ederek şöyle demiştir:
"Rabbim! Beni, namazıma devam edip", hududunu gözeterek onu en
mükemmel şekilde "kılanlardan eyle."
Aynı şekilde
"neslimden bazılarını da namaz kılanlardan eyle." Çünkü teb'îz
(bazılık) içindir. Namaz, imanın alâmeti ve nefisleri çirkin ve kötü işlerden
temizlemeye vesile olduğu için özellikle zikredilmiştir.
"Ya Rabbi!
Dualarımı kabul et." Veya ibadetlerimi kabul et. İbni Abbâs (r.a.), şu
ayeti delil getirerek ikinci manayı tercih etmiştir: "Sizi Allah'tan başka
taptıklarınızla bırakıp çekilir..." (Meryem, 19/48).
Kütübü Sitte'nin Numan
b. Beşîr'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), "Dua
ibadettir." buyurmuş sonra şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz: 'Bana dua
edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış
olarak cehenneme gireceklerdir.' buyurmuştur."
"Ey Rabbimiz!
Hesabın sabit olup, kullarının yaptıkları iyi ve kötü amellere karşılık hesaba
çekilecekleri günde benim, ana babamın ve bütün müminlerin günahlarını örtüp,
hepimize müsamaha et."
Hasen şöyle der:
"İbrahim (a.s.)'in annesi mümin idi. Onun babası için mağfiret dilemesi
ise ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca
ondan uzaklaştı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur."
"İbrahim'in,
babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi.
Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu ibrahim çok içli
ve yumuşak huylu idi." (Tevbe, 9/114).
İbrahim (a.s.)'in
kendisi için dua etmesi, onun günah işlemiş olmasını gerekli kılmaz. Bundan
maksat sadece Allah Tealâ'ya sığınmak ve fazl-ı keremine, ihsanına ve rahmetine
güvenmektedir. [12]
42- Sakın Allah'ı
zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma, gözlerin dışarı fırlayacağı güne
kadar onları ertelemektedir.
43- O gün başları kalkmış, gözleri kendilerine
dönemeyecek şekilde sabit kalmış, gönülleri bomboş halde koşup duracaklardır.
44-45- Ey Muhammedi
İnsanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Haksızlık edenler:
'Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de davetine uyalım,
peygamberlere uyalım' derler. Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş
miydiniz! Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz. Onlara,
yaptıklarımız da sizlere açıklanmıştı. Size misaller de vermiştik.
46- Şüphesiz onlar,
düzenlerini kurdular, oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri
hep Allah'ın elindeydi.
47-48- Yerin başka bir
yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek
Allah'ın huzuruna çıktıkları günde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği
sözden cayacağını sanma. Doğrusu Allah, güçlüdür, öc alandır.
49- O gün, suçluları
zincirlere vurulmuş olarak görürsün.
50- Gömlekleri katrandan olacak, yüzlerini ateş
bürüyecektir.
51- "Allah herkese
yaptığının karşılığını '' vereceeri için bövledir. Do&rusu Allah vereceği
için böyledir. Doğrusu Allah
52- Bu Kur'an, onunla
uyarılsmlar ve tek bir ilâh bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt
alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir.
"Ey Muhammedi
İnsanlara mühlet verip, kıyamet gününe kadar azaplarını geciktirdiği zaman
sakın Allah'ın onlardan habersiz olduğunu, onları kendi hallerine bıraktığını,
yaptıklarına karşılık onları cezalandırmayacağını sanma. Bilâkis O, bütün
yaptıklarını bilir ve yapılanları saydıkça sayar." Bu ayet, Allah Tealâ'nm
mazlum için zalimden intikam alacağına dikkat çekerek kıyamet gününün var
olduğunu ispat etmektedir.
Bu ayet, her ne kadar
şeklen Rasulullah (s.)'a hitap etmekte ise de "kızım sana söylüyorum
gelinim sen anla" üslubuyla asıl maksat ümmetidir. Yine bu ayet müminleri teselli
etmekte zalimleri ise tehdit etmektedir. Öyleki Allah, yaptıkları işleri
bilmektedir. Münasip bir zamanda zulümlerinin karşılığını onlara verecektir.
Onların cezalandırılmaları yakındır, bundan asla kurtuluş yoktur. Çünkü
onlardan kaynaklanan zulmü bilmek, onların cezalandırılmalarını zorunlu
kılmaktadır.
Bundan sonra Allah
Tealâ, o zalimlerin cezasını aşağıda özellikleri zikredilen bir güne
ertelediğini açıklamıştır.
1- O gün
gözler açık, kirpikler oynamayacak şekilde dona kalır. Yani, Allah onlara çok
korkunç bir güne kadar mühlet verir. Vaziyetin korkunçluğundan dolayı o gün
gözler açıktır. Korku, şaşkınlık ve dehşet sebebiyle ne kır-pılabilir ne de
yumulabilir. Arkasından Allah, kabirlerinden nasıl kalktıklarını, mahşere
doğru ne şekilde koştuklarını anlatarak şöyle buyurmuştur:
2- "O
kâfirler, kabirlerinden mahşere doğru zelil, zayıf ve zebun olarak süratle
gelirler." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O çağırana koşarak"
(Kamer, 54/8) "O gün hiçbir tarafa sapmadan bir davetçiye uyarlar. Sesler
Rahmanın heybetinden kısılmıştır, ancak bir fısıltı işitirsin.. İnsanlar, diri
ve her an mah-lûkâtınıgözetip duran Allah'a boyun eğmiştir..." (Taha,
20/108-111) "Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün..." (Mearic,
70/43).
3- "Başlarını
kaldırıp zelil ve boyun eğmiş bir biçimde bakarlar. Hiçbir şeyi gözleri
görmez."
4-
"İçinde bulundukları şiddetli korku ve dehşet sebebiyle gözlerini kırpmazlar.
Bilâkis gözleri devamlı açık olup, bir noktada donup kalmıştır. Onları ne
hareket ettirebilir ne de yumabilirler." Bu vasıf, gözlerinin fal taşı
gibi açıldığını, hiç kapanmadığım göstermektedir.
5- "Korku
sebebiyle kalpleri bomboş kalmış, kuvvetini yitirmiştir. Sadece ızdırap duyup
sıkıntı hissederler." Bundan maksat şudur: İçinde bulundukları büyük
şaşkınlık sebebiyle kâfirlerin kalpleri hiçbir şey düşünemezler. Vadedilen
cezanın gerçek olduğunu anladıkları için bir şey ümid edecek halleri yoktur ve
aşırı üzüntü yüzünden sevinç hissedecek durumda da değildirler.
Bütün bu vasıflar
hesap anında gerçekleşecektir. Çünkü Allah Tealâ bunları, o günün hesap
görülecek gün olduğunu bildirdikten sonra zikretmiştir.
Burada Allah Tealâ,
korkunç hâli gördükleri zaman o azaba uğrayacakların ne diyeceklerini
bildirerek şöyle buyurmuştur: Ey Peygamber! Bütün insanları kıyamet gününün
korkunç azabıyla korkut. O gün kendilerine zulmedenler azabın gerçek olduğunu
anladıkları zaman sabırsızlık gösterip telaşlanarak umutsuzca şöyle derler:
"'Ey Rabbimiz! Bizi dünyaya geri döndür. Sana dönmeye yakın bir zamana
kadar, bize mühlet ver de tevhid akidesine yaptığın daveti kabul etmek, Sana
ihlasla ibadet etmek ve peygamberinle gönderdiklerine uymak gibi daha önce
dünyada kaçırdığımız şeyleri ifâ edelim.". Yine bu hususta Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka
versem, iyilerden olsam..." (Munafikun, 63/10). "Onlardan birine ölüm
gelince 'Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, sâlih
amel yaparım' der." (Müminun, 23/100).
Allah Tealâ onları
azarlayıp kınayarak tekliflerini şöylece reddeder: "Siz bu durumdan önce,
"dünyadayken" öldüğünüz zaman dünyada kalacağınıza başka bir yurda
taşınmayacağınıza, ahiret hayatının ve dünyada yapılan amellerin karşılığının
olmadığına "yemin etmiyor muydunuz!" Yani öldükten sonra dirilmeyi ve
hesaba çekilmeyi inkâr ediyor, başka bir hayata intikal et-miyeceğinizi iddia
ediyordunuz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Ölen kimseyi Allah'ın
diriltmeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah'a yemin ederler.'" (Nahl,
16/38). İnkârınız yüzünden bu azabı tadın bakalım! "Üstelik zulmün ve
bozukluğun içinde yaşadınız, kendilerine zulmedenlerle yarenlik ettiniz,
onların yolundan gittiniz. Hem de bütün bunları yalanlamaları, inkârları ve hak
davetinden alıkoymaları sebebiyle onları helak ettiğimizi, cezalandırdığımızı
size açıklamamıza, bunları görmenize rağmen yaptınız. Bu yetmiyormuş gibi
onlara yapılan azabın izlerini bizzat gördünüz, sonlarının kötü ve rezillik
olup, cezayı icâb ettirdiğini anladınız. Size misaller de vermiştik. Bunlar,
Allah'ın yoktan var etmeye kadir olduğu gibi tekrar diriltmeye de kadir
olduğunu, hemen helak ettiği gibi azabı tehir etme hususunda zikrettiği
açıklamalardır. Bu misaller Kur'an'da pek çoktur. Fakat siz öğüt ve ibret
almadınız. Onların başına getirdiklerimiz size engel olamadı. Nasıl olur da
dünyaya dönmeyi ve tevbe için mühlet verilmesini istiyorsunuz! Artık iş işten
geçmiştir."
Bundan sonra Allah
Tealâ, onların durumlarının öncekilere benzediğini açıklayarak şöyle
buyurmuştur: "Kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturan o kimselerin
durumu önceki kâfirlerin durumundan farklı değildi. Zira onlar hakkı ortadan
kaldırıp batılı yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstererek
düzenlerini kurdular. Allah, onların düzenlerini bilmektedir. Veya bu
tuzaklarının karşılığını onlara verecektir. Onların her yaptıkları bilinmekte
ve kaydedilmektedir. Allah, bu yaptıklarının karşılığını âdil olarak verecek
ve onları şiddetli bir hesaba çekecektir."
Arkasından Allah Tealâ
intikamını alacağı vakti açıklamıştır: "Allah Tealâ, düşmanlarından
intikam alır. Bu sözü, yerin başka bir yerle değiştirilip, bilinen alışılmış
halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklere değiştirildiği gün
gerçekleşecektir." "Birbirinden büyük düzenler kurdular." (Nuh,
71/22). ayetine gelince, onların tuzaklarıyla dağların yerinden oynaması imkânsızdır.
"Sabit dağlar" kavlinden maksat "Allah'ın ayetleri ve
kanunları"dır. Çünkü onlar, sabitlik ve devamlılık bakımından yerine
çakılmış dağlar mesabesindedirler. Onların Allah'a şirk koşup inkâr ederek
kendilerine yaptıkları bu kötülük ne dağlara ne de başka bir şeye zarar
verebilir. Bu zarar ancak kendilerinedir ve sadece onları etkiler. Ayet,
onların hile ve tuzaklarını küçümsemekte ve değersiz kılmaktadır. Bu hile ve
tuzaklar, dağlar gibi sabit olan ayet ve delilleri ortadan kaldıramaz,
peygamberliği batıl kılamazlar. Dağlar yerinden oynamaz. Fakat bu, bir şeyi
büyük göstermek ve nasıl olduğunu anlatmak için kullanılan mecazî bir
ifadedir.
"Durum böyle
olunca ey peygamber! Sakın Allah'ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını
sanma. Bilâkis O, onlara verdiği sözü yerine getirecektir." Ayet,
peygamberlere yardım ve zalimlere azap hususundaki Rabbinin sözüne Rasulullah
(s.a.)'ın ümmetinin güvenini pekiştirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Allah 'Andolsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.' diye
yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür." (Mücadele, 58/21).
"Doğrusu Biz, peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin
şahitlik edecekleri günde yardım ederiz." (Gafir, 40/51). Buradaki
"Sakın sanma" ayeti, "Dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik
edecekleri günde size Allah'ın yardımı" şeklinde ifade edilen bu ayeti
açıklayıp pekiştirmektedir.
"Doğrusu Allah,
izzet ve kudret sahibidir. İstediği ve cezalandırmayı dilediği hiçbir şey Onu
aciz bırakamaz ve mutlaka gerçekleşir. O, Kendisini inkâr eden veya başka
ilâhları ortak koşanlardan öç alır." Bu ayetin manasına uygun bir son
olup, peygamberlere verilen sözün yerine getirilmesi hususundaki şiddetli
arzuyu pekiştirmektedir.
Bundan sonra Allah
Tealâ intikam alacağı zamanı bildirerek şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ
düşmanlarından intikam alır. Bu sözü yerin başka bir yerle değiştirilip,
bilinen alışılmış halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklerle
değiştirildiği gün gerçekleşecektir. Mevcut olan bu yeryüzü, yayılan duman gibi
olur. Göğün ise yıldızları, güneşi ve ayı bir tarafa dağılır."
Buharı ve Müslim'de
Sehl b. Sa'd (r.a.)'dan, Rasulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "İnsanlar, kıyamet gününde iyi undan yapılmış ekmek çöreğine
benzeyen çiğnenmemiş beyaz bir toprak parçası üzerinde haş-rolunacaklardır.
Orada hiç kimseyi tanıtan bir alâmet yoktur." İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî
ve İbni Mace'nin rivayetinde Âişe (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.)'a,
"48." ayetin hakkında 'Ya Rasulallah! O gün insanlar nerededir?' diye
sordum. Rasulullah (s.a.) 'Sırat üstündedirler.' buyurdu."
Alimler, yerin ve
göklerin değiştirilmesi hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Denilmiştir ki: "Yerin ve göklerin özellikleri değiştirilir. Dağları yerlerinden
oynatılır, denizleri kaynatılarak düz hale getirilir. Orada hiçbir eğrilik,
yüksek yer, "Emet" küçük tepe, inişli çıkışlı yol görülmez."
İbni Abbas (r.a.)
şöyle der: "O, aynı yeryüzüdür. Ancak değiştirilecektir. Gök ise yıldızlan
saçılarak, ay ve güneşi tutularak, ayı yarılarak değiştirilecektir."
Yine denilmiştir ki:
"Allah, şu anki yer ve göklerin yerine başka yer ve gökler yaratır."
İbni Mesûd ve Enes
(r.a.)'den rivayet edilmiştir ki: "İnsanlar, hiç kimsenin hata işlemediği
beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaklardır."[13]
Alimlerin açıklamış
oldukları kainat sistemi çözülecek, gökler başka gökler yer başka yer
olacaktır.
"Bütün mahlûkât,
her şeye galip gelen ve bir olan Allah'ın hükmünü beklemek için kabirlerinden
çıktılar." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "'Bugün hükümranlık
kimindir1?' denir. Hepsi 'Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır' derler. "
(Gafir, 40/16). Bu ayet, kâfirleri korkutmaktadır.
Allah Tealâ,
kendisinin her şeye galip olduğunu bildirince insanların acizliğini ve
huzurundaki zelîl hallerini de açıklayarak onların bazı özelliklerini
zikretmiştir:
1- Suçlular,
zincire vurulmuşlardır: "Ey Muhammedi İnkârları ve bozgunculukları
sebebiyle suçlu olanların kelepçe veya bukağılarla birbirlerine bağlanmış
olduklarını görürsün." Birbirlerine benzeyenler veya şekilce bir olanlar
bir araya toplanırlar. Hepsi sınıf sınıf ayrılırlar. Allah Tealâ şöyle
buyurmuştur: "İlgililere şöyle emredilir: 'Zulmedenleri, onlarla işbirliği
edenleri derleyin.'" Saffat, 37/22). "Müminler hurilerin, kâfirler
ise şeytanların yanına getirilirler." Tekvîr, 81/7). "Onlar ve
azgınlar tepetakla (cehennemin) içine atılırlar." (Şuara,
26/94).
2-
"Gömlekleri katrandandır." Maksat şudur: Cehennemliklerin derileri
katranla sıvanır, aynı üzerlerine giydikleri gömlek gibi olur. Böylece şu dört
azabı birden görmüş olurlar: a) Katranın yakıcılığı, b) Katran sebebiyle ateşin
derilerine daha çabuk ulaşması, c) Katranın iç karartan korkutucu rengi, d) Pis
kokusu. Üstelik kıyametin katranıyla dünyadaki katran arasındaki fark, ikisinin
ateşi arasındaki fark gibidir."
3-
"Yüzlerini ateş bürüyecektir." Yüz, vücudun en şerefli azası olduğu
için beden yerine zikredilmiştir. Şu ayetler, buna misaldir: "Ateş onların
yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır." (Muminun, 23/104). "Kıyamet
günü kötü azaptan yüzünü korumaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi
midir?" (Zümer, 39/24). "Ateşe yüzüstü sürüldükleri gün, onlara
'Cehennemin dokunan azabını tadın.' denir." (Kamer, 54/48).
Bundan sonra Allah
Tealâ, amellerin "cezasını" karşılıklarının niçin verildiğini
açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ, bütün bunları kıyamet gününde
herkesi yaptıkları iyilik ve kötülükleri uygun karşılıklarla mükâfatlandırıp
cezalandırmak için yaptı. Böylece suçluları veya kâfirleri inkârları ve
isyanlarından dolayı cezalandırır, müminleri ise iman ve itaatları sebebiyle
sevaba eriştirir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O kötülük yapanlara
işlerinin karşılığını verir; iyi davrananlara işlediklerinden daha iyisiyle
karşılığını verir."(Necin, 53/31).
Arkasından Allah Tealâ
şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah Tealâ, bütün kulları çok çabuk hesaba
çeker." Bu müddet, hadiste belirtildiği gibi dünya günlerinden bir
gündüzün yansı kadardır. O, insanlara haksızlık etmez, hak ettiklerinden fazla
cezalarını arttırmaz. O, hesap işini çabucak bitirir. Çünkü her şeyi
bilmektedir ve hiçbir şey Ona gizli değildir. Mahlûkâtın hepsi O'nun kudreti
karşısında tek bir kişi gibidir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar!
Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar
diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28). O, her şeyin miktarını çok çabuk
bilir.
Sonra Allah Tealâ
şöyle buyurmuştur: "Bu, Kur'an, insanlara bir tebliğ ve yeterli bir
öğüttür." Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Sizi ve ulaştığı kimseleri
uyarmam için..." (En'am, 6/19). O, insan ve cinlere, bütün yaratılanlara
tebliğ edilmiştir."
"Onları ceza ile
uyarması ve azaptan sakındırması için" Bu kavil, bir mahzûfa matuftur.
Yani bu tebliğden nasihat alıp, onunla uyarılsmlar diye, demektir.
Bu Kur'an içindeki,
Allah'tan başka ilah olmadığını gösteren burhan ve hüccetleri delil
göstersinler diye ve akıllı kimseler, öğüt ve ders alsınlar diye insanlara
tebliğ edilmiştir. Bu tebliğin üç faydası vardır: 1- Allah'ın azabıyla korkutup
sakındırmak, 2- Onunla Yaratanın varlığına ve birliğine delil getirmek, 3-
Öğüt alıp, insanı ilgilendiren bütün işleri düzene koymak. [14]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/171-173.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/177-179.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/183-185.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/190-193.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/195-196.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/198-200.
[7] Razî, XIX/122.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/203-206.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/209-211.
[10] el-Bahru'l-Muhit, V/428-429.
[11] Razî, XIX/130-131.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/213-215.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/218-222.
[13] Zemahşerî, 11/175.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/228-232.