Vahyin İndirilişi, Allah'ın Azameti Ve Müşriklerin
Durumlarını Gözetmesi:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Aslı İtibarıyla Dinlerin Birliği:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Mümîn Ve Zalimlere, Yaptıklarının Karşılığının Mutlaka
Verileceği Ve Tevbenin Kabulü:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Mahlûkatta Allah'ın Kudretini Gösteren Deliller:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Cennet Ehli Olan Kâmil Müminlerin Vasıfları:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Cehennem Karşısında Kâfirlerin Durumu:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Göklerin Ve Yerin Hakimi Allah'ın Çağrısına Kulak Vermek:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
1, 2- Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf.
3- Aziz ve hakim olan Allah, sana ve
senden öncekilere işte böyle vahye-
4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Onundur. O yücedir, uludur.
5- Neredeyse yukarılarından gökler
çatlayacak! Melekler de Rablerini
namd üe teşbih ediyorlar ve yerde- kiler için mağfiret diliyorlar. İyi
bilİn kİ' Allah ǰk bağışayan. ǰk
esirgeyendir.
6- Allah'tan başka dost edinenleri
Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin.
Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf; birbirlerinden iki kesişme noktasıyla veya iki
ayetle ayrılan bu beş hece harfi, bu surenin özelliklerindendir. Meşhur olan,
bu harflerin birbirinden ayrılmamasıdır. Nitekim Meryem suresinin baş
tarafındaki "Kaf, hâ, yâ, ayn, sâd" ve Ra'd suresinin evvelindeki
"Elif, lâm, mîm, râ"daki bu hurufu mukattaa birbirinden
ayrılmamıştır. Bu surenin harflerle başlaması, Kur'an'm Arap dilinin meydana
geldiği harflerin benzerleriyle oluştuğunu göstermek, dolayısıyla Kur'an'ın
mucize oluşunu ifade etmek ve suredeki meselelerin önemine dikkat çekmek
içindir.
"Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle
vahye-der" Yani diğer peygamberlere indirilen kitapları Allah onlara
vahyettiği gibi, sana da bu surede tevhide daveti, peygamberliğin ispatı,
öldükten sonra dirilmeye imanı, ahiret gününü, sevabı ve azabı doğrulmayı,
değerli huylarla amel etmeyi, kötülüklerden uzak durmayı, ferdi ve toplumu mutlu
kılmayı vahyetmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur : "Şüphesiz
bu anlatılanlar önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da
vardır." (Ala, 88/18-19). Bu mana surenin içerdiği tevhit prensibine,
peygamberleri ve ahiret hayatını kabullenmeye işeret etmektedir. Çünkü ilâhi
kitapların tümünün indirilmesindeki hedef bu üç esasa imandan başka bir şey
değildir.
Ya Muhammedi Sana vahyeden Allah; O, mülkünde aziz, hakimiyetiyle
üstün, sanatında hikmet sahibi her şeyi yerli yerine koyan bir Allah'tır.
Bu ayetin hedeflediği mana, peygamberlerin tevhide, adalete, nübüvvete,
ahiret hayatına davetlerindeki benzerliği ortaya koymak, dünya ile mağrur
olmaktan sakındırmak ve ahirete yönelmeye teşviktir.
Vahyi gerçekleştiren Allah'ın vasıflarından biri de aşağıdaki söyledikleridir:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, uludur." Yani
göklerde ve yerdekilerin tümü, mülk olarak, halk etme ve kul olma açısından
Allah'ındır. Onlar Allah'ın mülküdür. Onun yarattıklarıdır. Onlarda var etme,
yok etme açısından dilediği gibi tasarruf eder. O, tüm yarattıklarının üstünde
ve yücedir. Kibriya ve azamet sahibidir. O'nun benzeri yoktur.
Bu ayetten kastedilen mana, Allah'ın kudretinin kemalini ve tüm
mahlûkatında tasarrufunun geçerli olduğunu göstermektedir.
"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak." Yani gökler
ilâhlığı, saltanatı ve kudreti sebebiyle onların fevkinde olan Allah'ın
azameti, celâli ve heybetinden dolayı parçalanacaktır. Zahir olan mana budur.
Daha derin mana, göklerin bulunduğu yukarı taraflarından parçalanacağıdır.
Maksadın üzerinde bulunan meleklerin çokluğundan dolayı gökler neredeyse
çatlayacak şeklindeki bir manaya da ihtimali vardır. Nitekim Ah-med b. Hanbel
ve Tirmizi'nin rivayet ettiği hadis şöyledir: "Sema gıcırdar; gıcırdaması
da gerekli. Çünkü gökte bir ayak basacak yer yok ki, orada rükû ve secde eden
bir melek bulunmasın." Bir görüşe göre de şöyle denilmiştir: Müşriklerin
"Allah çocuk edindi demelerinden dolayı gökler çatlayacaktır. Nitekim bu
konuda şöyle buyurulmuştur: "Rahman çocuk edindi dediler. Hakikaten siz,
pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak,
yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir." (Meryem, 19/88-91).
"Melekler de Rablerini hamd ile teşbih ediyorlar..." Yani
Melekler; Allah'a yakışmayan ve Onun için caiz olmayan şeylerden Onu tenzih
etmeye devam ediyorlar. Ona hamd ve sayılamayacak kadar pek çok nimetlerine
şükretmeyi de teşbih ile birlikte ifade ediyorlar. Nitekim bir ayette "O
Melekler, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler."
(Enbiya, 21/20) buyurulmaktadır. "...Ve yerdekiler için mağfiret
diliyorlar, iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Yani
Melekler, Allah'tan mümin kullarının affını istemektedirler. Sonra Allah
kendisinin çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu zikretmiştir. Burada
Allah'ın, rahmet ve mağfireti bir arada zikretmesinde meleklerin af
taleplerini kabul edeceğine işaret olduğu gibi ayrıca mağfiret ve rahmetin
Allah'a mahsus olduğuna da işaret vardır. Bazı alimler: "Allah baştan
heybet ve azametini göstermiş, sonunda da lütuf ve müjdesini ifade
etmiştir." demiştir.
Bu ayetin bir benzeri de: "Arş'ı yüklenen ve bir de onun
çevresinde bulunanlar (Melekler) Rablerini hamd ile teşbih ederler. Müminlerin
de bağışlanmasını isterler. Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi
kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları
cehennem azabından koru." (Mümin, 40/7) ayetidir.
Sonra Allah şöyle diyerek insanları uyarmaktadır: "Allah'tan başka
dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen, onlara vekil değilsin."
Yani putları ilâhlar edinip de, Allah'ı bırakarak onlara tapınan müşriklerin
hallerini ve davranışlarını Allah daima görüp-gözetmekte ve neticede onları
cezalandırmaktadır. Ey Rasul! Sen onların hidayetinden ve günahlarından dolayı
cezalandırılmalarından sorumlu değilsin. Çünkü onları inanmaya zorlamakla
mükellef değilsin. Sana sadece tebliğ görevi vardır. [1]
7- Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları
uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için sana
böyle Arapça bir Kur'an vahyettik.
(İnsanların) bir bölümü cennette, bir
bölümü de cehennemdedir.
8- Allah dileseydi, onları tek bir mil- let. Fakat O. dilediğini rah-
metine kavuşturur. Zalimlerin ise hiçbir
dostu ve yardımcısı yoktur.
9- Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost,
yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, herşeye kadirdir.
10- Ayrılığa düştüğünüz herhangi
bir şeyde hükum vermek) Allah'a
mahsustur. İşte bu Allah benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yöneldim.
11- Gökleri ve yeri yoktan yaratanSize kendinizden e?ler hayvanlardan
da (kendilerine) eşler yarat- mıstar. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.
12- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir,
dilediğinden de kısar. O, her şeyi bilendir.
"Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları
uyarman... için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik." Yani önceki peygamberlere
kavimlerinin dilleriyle böyle vahyettiğimiz gibi sana da Mekke halkını,
çevresindeki Arapları ve diğer insanları, Allah'ın azabından, dünya ve ahiret
işlerinden korkutman için, Arapça bir Kur'an vahyettik. Çünkü senin
peygamberliğin tüm beşeriyeti kapsamaktadır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:
"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik." (Sebe, 34/28). Burada özellikle Mekke halkı ve civarın-dakiler
zikredilmiştir. Çünkü Peygamber'in (s.a.) risaletine ilk muhatap olanlar bunlar
olup, bu risaleti tüm insanlara taşıyıp götürecek ilk nesil de onlardır.
Kavimlerin ve ümmetlerin konuştukları dillere uygun olarak mesajların çeşitli
oluşlarında bu ayetin teyidine gelince o, Allah'ın şu sözüdür: "(Allah'ın
emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin
diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4).
"...ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için.
(İnsanların) bir bölümü cennette bir bölümü de cehennemdedir." Yani insanların
ve mahlûkatm toplanıp bir araya geleceği, ruhların cesetlerle birleşeceği,
meydana geleceğinden asla şüphe olmayan kıyamet günü ile korkutman için sana
Arapça bir Kur'an vahyettik. İnsanlar, biraraya toplanıp, hesaba çekildikten
sonra iki gruba ayrılacaklar, Allah'a, peygamberine, kitabına inanıp dünyada
düzgün işler yapan insanlar cennete girecek, Allah'ı, Peygamberini ve Kur'an'ı
inkâr edenler ise çılgın alevli cehennem ateşinin içine sürükleneceklerdir.
Yukarıda geçen ayetin bir benzeri de Allah'ın şu sözüdür: "Mahşer
vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür." (Tegabün, 64/9).
Kâfirdeki zarar, imanı terk etmesinden, mümindeki zarar ise güzel işler yapmaktaki
kusurundan dolayıdır. Şu ayet de benzer manayı ifade eder: "İşte bunda,
ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün bütün
insanların bir araya toplandığı bir gündür. Ve o gün bütün mahlûkatm hazır
bulunduğu bir gündür. Biz onu (kıyamet gününü) sadece sayılı bir müddete kadar
bekletiriz. O geldiği gün Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan
kimi bedbahttır, kimi mutlu." (Hud, 11/103-105).
Sonra Allah, kavminin inkârından dolayı çektiği sıkıntıdan peygamberini
teselli etmek için inanma hürriyetinin esasını açıkladı ve şöyle buyurdu:
"Allah dileseydi, onları tek bir millet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine
kavuşturur, zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur." Yani Allah
dileseydi tüm insanları hidayet veya dalâlette olmak üzere aynı dine ve inanca
yöneltirdi. Ancak insanlar, Allah'ın ezelî iradesi ve ezelî ilmi gereği kendi
seçenekleriyle farklı dinler üzerinde farklı gruplara ayrılmıştır; kimisi
mümin, kimisi kâfir olmuştur. Allah ise hakimdir, hikmet sahibidir, faydasız hiçbir
şey yapmaz. Bu sebeple kimin hidayeti ve hak din olan İslâm'ı seçeceğini
bilirse onu doğruya iletir ve buna muvaffak kılar, sonunda bu davranışlarıyla
onu cennetine koyar; kimin de delâleti ve küfrü seçeceğini bilirse, onu da
saptırır, netice de bu davranışıyla onu alevli ateşin içine koyar. İşte bunlar,
kendilerinden azabı savacak dostları bulunmayacak hesap ve azap gününde de
kendilerine yardım edecek yardımcıları olmayacak zalimler, kâfirler ve
müşriklerdir.
Bu ayet daha önceki "Allah'tan başka dost edinenleri Allah daima
gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin." ayetini açıklamaktadır. Yani
onları imana sevketmek senin gücün dahilinde değildir. Buna kadir olan sadece
Allah'tır. Ayet, yine peygamberi, kavminin inkârı ve İslâm'a davetinden yüz çevirmesinden
dolayı çektiği sıkıntılara karşı teselli etmektedir. Sanki yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: Onların imansızlığından dolayı ümitsizliğe kapılıp üzülme!
Çünkü hidayet ve dalâlet ilâhî iradeye tabidir. Kimin ezelde mutlu olacağı
geçmişse o mutlu, bedbaht olacağı geçmişse o da bedbahttır. Bu ayetin konusu
sanki "Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüzden helak olurlarsa)
arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin." (Kehf, 18/6)
ayetinin konusu gibidir. Bu yüzden Cenabı Allah, peygamberine onların
putperestliği ve müşrik oluşları sebebiyle üzülmemesini emretmiş ve şöyle
buyurmuştur. "Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki
dost yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, her şeye kadirdir." Yani
yoksa onlar, kendilerine yar ve yardımcı olacak zannıyla, Allah'ı bırakıp da
putlardan tapacakları birtakım ilâhlar mı edindiler?
Eğer onlar hakkıyla yardımcı dost isterlerse, gerçek dost yalnız Allah'tır.
Kulluk ancak O'na lâyıktır. Çünkü dilediğini yaratan, rızık veren, zarara
uğratıp faydalandıran ve yardım eden sadece O'dur. Ölüleri diriltme gücüne
sahip olan da O'dur.
Putlara ve Allah'tan başkalarına gelince onların, gerçekte ne fayda ve
ne de zarar vermeye güçleri vardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ı
bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile
bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri
alamazlar. İsteyen de aciz, istenen de." (Hac, 22/73).
Allah, kâfirleri böylece bir kenara attıktan sonra, din konusunda onlarla
münakaşa etmekten müslümanları menetmiş ve şöyle demiştir: "İhtilâfa
düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur." Yani din
ve dünya işlerinden herhangi birinde görüş ayrılığına düşerseniz bunun hüküm
mercii Allah'tır. Çünkü O, kendi kitabı Kur'an-ı Kerim ve Ra-sul'ünün (s.a.)
sünnetiyle dünyada yegâne hüküm verecek hakimdir. Kıyamet gününde de hükmüyle
insanların ihtilâflarını açıklığa kavuşturacak haklıyı haksızdan ayıracaktır.
Ayetten kastedilen mana: Müminlerin, kâfirlerle düşmanlık ve münakaşaya
dalmalarının yasaklanmasıdır. Nitekim Peygamber de (s.a.) kâfirleri zorla imana
sevketmekten menedilmiştir.
Bu ayet Allah'ın şu kavline benzemektedir: "Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşürseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve
Rasulünegötürünüz." (Nisa, 4/59).
Sonra Yüce Allah, Peygamber'ine (s.a.) onlara şöyle demesini emretmiştir.:
"İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yöneldim."
Yani bu hükmü veren o hakim, benim Rabbim olan Allahtır. Bütün işlerimi O'na
ısmarladım. Günahlarımdan tevbe ederek sadece O'na dönerim.
İşte bu, onlara gerçek hayrın ve zararı bertaraf etmenin kaynağını
göstermektedir. Bunların kaynağı onların cansız putları değildir. Bunun sebebi
de Allah'ın sonsuz kudretidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur:
1- "Gökleri ve yeri
yoktan yaratandır." Yani, daha önce geçmiş bir örneği olmaksızın,
göklerin ve yerin yaratıcısı ve icat edicisi Allah'tır. O halde ibadete lâyık
olan sadece O'dur.
2- "...size kendinizden
eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı
sağlar." Yani Allah, kaynaşıp rahata eresiniz diye, cinsinizden size
kadınlar yaratmıştır. İnsanların üreyip çoğalması ve insan cinsinin bekası
böylece sağlanmış olur. Hayvanlar içinde kendi cinslerinden dişiler
yaratmıştır. Böylece insanoğlunun yaşama kaynakları çoğalmaktadır. Yahut da,
hayvanlardan erkek ve dişi sınıflarını yaratmıştır. Bu yüzden şöyle
buyurmuştur: "Allah sizi erkekli dişili yaratmakla çoğaltmaktadır."
Yani erkekli dişili yaratmayı çoğalmanıza vasıta kılmaktadır. Ayetteki
"fih" sözü, insanları ve hayvanları eşler halinde yaratma düzeninin,
sanki bu varlıkların çoğalma kaynağı olduğunu göstermektedir.
3-4- "O'nun benzeri hiçbir
şey yoktur." Yani hiçbir şey; zatında, sıfatında, hikmetinde, kudret ve
ilminde Allah'ın benzeri değildir ve olamaz da. "O işitendir,
görendir." Tüm sesleri duyan, işleri gören yalnız O'dur. Küçük büyük, açık
gizli her şeyi işitip görür. Bu ayet Allah'ın organlardan ve parçalardan
meydana gelen bir cisim olmadığının, bir yerde ve cihette bulunmadığının
delilidir. Çünkü O, bir cisim olsaydı diğer cisimlere benzerdi.
Yine ayet yüce Allah'ın bir benzeri olmamasının da delilidir. "Ancak göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce mesel O'nundur." (Rum, 30/27) ayeti, O'nun mislinin ve benzerinin bulunduğunu ifade etmez. Çünkü "Misl= benzer "den maksat: hakikat ve mahiyetinin tamamında bir şeye eşit olandır. "Mesel" ise mahiyet itibariyle muhalif bile olsa, mahiyet dışında bazı sıfatlarda bir şeye eşit olana derler.
5- "Göklerin ve yerin
anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir. Dilediğinden de kısar. O, her
şeyi bilendir." Yani göklerin ve yerin hazineleri ve bunların anahtarları
O'nundur. O, dilediği kullarına rızkı bol verir, dilediklerine de kısıverir.
O, kâinatta var olan, zenginleştirme, fakir kılma ve bunun, fert ve toplum
üzerindeki tesirleri gibi, her şeyi bilendir. O, bununla ancak hikmet ve
maslahatı yürütmek ister. [2]
13- "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a
tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din),
müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini kendisine Peygamber seçer ve
kendisine yöneleni de doğru yola iletir.
14- Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki
çekeme-mezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden
bir (erteleme) sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi.
Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe
içerisindedirler.
"Dini ayakta tutun ve ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye
ettiğini, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi,
Allah size de din kıldı." Yani ey müslümanlar! Hz. Adem'den (a.s.) sonra
peygamberlerin ilki olan Hz. Nuh'a (a.s.) emredip din kıldığı tevhit ve
peygamberlerin üzerinde ihtilâf etmediği kitapların da ittifak ettiği
hükümlerin esaslarını size apaçık bir din olarak beyan etti. Allah Hz. Nuh'a
(a.s.) vahyettiği bu dini esaslarını son Peygamber Muhammed'e (s.a.) de Kur'an
ve İslâm olarak vahyetmiştir. Hz. İbrahim (a.s.)'e, Musa (a.s.) ve İsa'ya
(a.s.) da tüm kitapların üzerinde ittifak ettiği, "dini koruyunuz"
emrini vermiştir. Bu dinin esası da, Allah'ın birliği ve O'na iman etmek;
Peygamberlerine itaat ve getirmiş oldukları hükümleri kabullenmekten ibarettir.
Özetle; tüm gerçek ilâhî dinlerin inanç ve ibadet esaslarında üzerinde
ittifak ettikleri; Allah'a, peygamberlerine, ahiret günü ve meleklerine
inanmak, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah'a itaat konularını size de din
olarak emrettik. Mücahid şöyle demiştir: Allah, hiçbir Peygamber göndermedi
ki, ona, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve Allah'a itaati kabullenmeyi emretmiş
olmasın. İşte bu Allah'ın insanlara meşru kıldığı dinidir. Doğruluk, ahde
vefa, emaneti yerine vermek, akrabayı ziyaret (sıla-ı rahim), zinanın,
hırsızlığın ve insanların mallarına ve canlarına saldırmanın haram oluşu gibi,
ahlâk ve fazilet esasları da yine tüm dinlerin ittifak ettiği hususlardır.
Allah Tealâ tüm peygamberlere, insanlarla kaynaşmayı ve birlik olmayı emretmiş;
ayrılıktan ve ihtilâfa düşmekten nehyetmiştir.
Bütün peygamberlerin getirdiği dinin esası, ancak Allah'a kulluk etmektir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Senden önce hiçbir Rasul
göndermedik ki, onlar "Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana kulluk
edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25). Ahmed b. Hanbel,
Bu-hari, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste şu
hususa yer verilmiştir "Peygamberler bir babanın evlâtlarıdır. Anaları
farklı, dinleri birdir." Yani Peygamberlerin arasındaki müşterek ölçü,
şeriki (ortağı) olmayan tek Allah'a kulluk etmektir. Ancak dinlerin, fer'î
konularda, ibadet çeşitlerinde detaylarında ve hükümden hüküme değişen metotlarında
farklı oluşuna gelince, bu önemli değildir. Bu farklılığı gerektiren husus,
toplumların gelişmesi, ihtiyaç ve menfaatlerinin gözetilmesidir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Her birinize bir şeriat ve yol verdik."
(Maide, 5/48).
Bu ayet, ulü'1-azm beş Peygamberin zikrini arka arkaya sıralamıştır.
Onlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dir. Özellikle Allah'ın bu
peygamberleri arka arkaya zikretmesi ise, peygamberlerin büyüklerinden
oluşları, hüküm sahibi ve ümmetlerinin çok olmasındandır.
"Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara
ağır geldi." Yani Allah'ın birliği ve putların terkedilmesi daveti,
Allah'a ortak koşanlara (müşriklere) çok ağır geldi, bunu yadırgadılar ve
"Allah'tan başka ilâh yoktur" fikrini bir türlü hazmedemediler.
Halbuki Allah, bu daveti zafere ulaştıracaktır.
"Allah dilediğini kendine (Peygamber) seçer ve kendisine yöneleni
de doğru yola iletir." Yani Allah, kendisini birlemek ve dinine girmek
için kullarından dilediğini seçer, dinine sarılmaya, kulluğuna bağlanmaya
kendisine itaate niyet edenleri ve kulluğuna yönelenleri, muvaffak kılar. Bu,
bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği kadim dine kullarının sarılmasını
onlara emrettikten sonra Allah'ın kulları üzerindeki lütfunu, yani onları
dinine bağlanmaya muvaffak kıldığını göstermektedir.
Allah'ın birliğine rağmen, insanların dinde farklı düşünmelerinin sebebi
Yüce Allah'ın aşağıdaki ayette belirttiği husustur: "Onlar, kendilerine
ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa
düştüler." Yani din sahipleri, hakka tabi olma konusunda ancak aleyhlerine
deliller ortaya çıktıktan sonra tefrikaya düştüler. Buna sebep de sadece inat,
cedelleşme, liderlik ihtirası ile aralarındaki haset, şiddetli taassup ve nüfuz
merkezlerini ve maddi kazanç noktalarını elde tutma arzusudur.
"Rabbin tarafından bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında
hemen hüküm verilirdi." Yani azabın ve hesabın kıyamet gününe kadar ertelenmesi
hususunda Rabbin tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı, büyük günahlar
sebebiyle onlara daha dünyada derhal işledikleri cezaları verilirdi.
"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir
şüphe içerisindedirler." Yani Tevrat ve İncil'i daha öncekilerden tevarüs
yoluyla alan Ehl-i Kitabın son nesli, kendi kitapları, dinleri ve imanları hakkında
korkunç bir şüphe içerisindedirler. Çünkü bunlar hakka tabi olmayıp
kendilerine dini, aslına uygun olmayan bir şekilde tasvir eden sonraki din
büyüklerini taklit etmişler ve şaşkın bir şekilde delilsiz olarak babalarına
ve dedelerine tabi olmuşlardır. Bu sebeple de peygamberlerin sonuncusu Hz.
Muhammed (s.a.)'in risaletine inanmamışlar ve kendi kitaplarının ilk aslını
tasdik eden Kur'an-ı ve Muhammed (s.a.)'i tekzip etmişlerdir. [3]
15- İşte onun için sen (tehvide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru
ol, onların isteklerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım
ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz,
sizin de Rabbi-nizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir.
Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar,
dönüş de O'nadır.
16- Kabul edilen şeyin ardından, Allah hakkında tartışmaya girenlerin
delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin
bir azap vardır.
17- Kitabı ve mizanı hak olarak
indiren Allah'tır. Ne biliyorsun, belki de kıyamet saati yakındır.
18- Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnanlar ise ondan
korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, kıyamet günü
hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.
19- Allah kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O
kuvvetlidir, güçlüdür.
"İşte onun için sen (tevhide) davet et..." ayeti emir ve
nehiy olmak üzere on meseleyi içermektedir. Bunlardan her biri müstakildir.
Ayetel-Kür-si'nin dışında bu ayetin benzeri de yoktur. Çünkü Ayetel-Kürsi de on
konuyu kapsamaktadır. Bu emir ve nehiyler (yasaklar) her ne kadar Peygamber
(s.a.)'e yöneltilse de, hem ona hem de ümmetinedir.
1, 2- "İşte onun için sen
(tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol." Yani ey Allah'ın
Rasulü! Sen insanları bütün peygamberlerce ittifak edilen bu dine davet et,
bunda sebat et ve emrolunduğun gibi, Allah'a kulluğa ve risalet vazifesini
tebliğe devam et. "felizâlike" buradaki "lâm" harfi
"ilâ" manasına da gelir, o takdirde '...Ona davet et" demektir,
"Rabbi-nin o yere vahyetmesiyle..." (Zilzal, 99/5) ayetinde de
"ilâ" manasınadır. Bu lam'da ta'lil (sebebiyet) manası da kastedilmiş
olabilir. Yani dinde meydana gelen bu dağınıklık, bu şüphe ve etrafa yayılan bu
ihtilâflar sebebiyle sen insanları, ötedenberi gelen hanif dini üzere
birleşmeye, kaynaşmaya davet et, Allah'ın sana emrettiği gibi bu dinde ve bu
dine davette dosdoğru ol. Bu durumda "lâm" kendi manasında ta'lil
için kullanılmış oluyor. Özet olarak mana şöyle olur: Zikri geçen bu sebeplerle
insanları Allah'a davet et ve dosdoğru ol. Veya bir başka yorum şöyledir:
Allah'ın aynı dini insanlara din olarak emretmesinden dolayı, Allah'a ve
Allah'ın tevhidine davet et, davet ettiğin şeyde de dosdoğru ol ve emrolunduğun
gibi risaleti tebliğe devam et.
3- "Onların heveslerine
uyma!" Ey Allah'ın Rasulü! Putlara tapınma konusunda uydurup iftira
ettikleri şeylerde müşriklerin istek ve arzularına uyma. Dedelerinden Tevrat
ve İncili miras olarak alan Yahudi ve Hristi-yanlarm içerisine düştüğü şüphe,
şaşkınlık, tahrif ve tebdil konusunda da onların heva ve heveslerine tabi olma.
4- "Ben, Allah 'm
indirdiği kitaba inandım de!" Ey Allah'ın Rasulü! Allah'ın peygamberlerine
indirmiş olduğu, Tevrat, İncil, Zebur, İbrahim ve Musa'nın sahifelerine, tüm
kitaplarına inandım, ben hiçbirinin arasını ayırmam, bazı kitaplara inanıp da,
bazılarını inkâr edenlerden değilim, de. Bu, kitapların bir kısmına inanıp, bir
kısmını inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara bir tariz (üstü kapalı bir kınama)
dır.
5- "Ve aranızda adaleti
gerçekleştirmekle emrolundum." Allah bana meselelerinizi getirdiğinizde
aranızda adaletle hükmetmemi emretti. Size ne artırarak, ne de eksilterek
zulmetmeyeceğim.
6- "Allah, bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbiniz." O Allah gerçek mabuttur. Ondan başka bir
ilâh yoktur. Biz bunu, kendi bilinçli tercihimizle kabul ediyoruz. O, bizim de
ilâhımız, sizin de; bizim de yaratıcımız, sizin de.
7- "Bizim işlediklerimiz
bize, sizin işledikleriniz de sizedir." Yani bizim amellerimizin mükâfat
ve cezası bize, sizin amellerinizin mükâfat ve cezası da size aittir. Biz,
sizden de amellerinizden de uzağız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz, sizin işlediğinizden de
biz sorumlu değiliz." (Sebe, 34/25). Bir başka ayette şöyle buyurulmuştur:
"(Rasulüm) onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de
size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım."
(Yunus, 10/41).
8- "Aramızda
tartışılabilecek bir konu yoktur." Hak, güneş gibi apaçık ortada olduğu
için aramızda tartışılacak, münakaşa edilecek hiçbir konu yoktur.
9, 10- "Allah, hepimizi bir
araya toplar, dönüş de O'nadir." Allah, kıyamet günü mahşerde hepimizi
bir araya toplayacak, farklılıklarımız konusunda, aramızda adaletle
hükmedecektir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Be ki: Rabbimiz
hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O en adil
hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir." (Sebe, 34/26). Hesap ve
kıyamet gününde dönüş ve sığınma sadece O'nadır. O, herkese yaptığının
karşılığını verecektir. Bu ayetin, Velid b. Muğire ve Şeybe b. Rabia hakkında
nazil olduğu söylenmiştir: Onlar, Allah Rasul'ünün, Velid'in malının yarısını
vermek, Şeybe'nin de kızıyla evlendirmesi şartıyla, davetini ve dinini bırakıp
Kureyş'in dinine dönmesini istemişlerdir.
Sonra Allah Tealâ, dini konusunda tartışanların delilinin batıl olduğunu
beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Daveti kabul edildikten sonra, Allah
hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur. Üzerlerine bir
gazap ve onlara şiddetli bir azap vardır." Yani, kabul ettikten sonra Allah'ın
dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında batıldır. Batıl
ile mücadele ettikleri için, onlar üzerine Allah'ın büyük bir gazabı vardır,
kıyamet gününde de onlara büyük bir azap vardır. Onların sahte ve batıl
davalarına hüccet ve delil denilmesi, inançlarına uygun olarak söylenmiştir.
Mücahid şöyle demiştir: "Allah'ın dini hakkında tartışma yapan bu insanlar, cahiliyye çağının tekrar geleceğini düşünen bir topluluktur. Bunlar, İslâm'ı kabul edenleri tekrar cahiliyye dönemine çeviririz diye, müslüman-larla mücadele etmişlerdir.
Katade de şöyle demiştir: Bunlar, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Tartışmaları
da şöyle demeleridir: Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden, kitabımız
sizin kitabınızdan öncedir. Açık olan görüş de budur. Rivayete göre Yahudiler,
müminlere "Siz, ittifak edilenin kabul edilmesinin, ihtilâf edilenden daha
uygun olduğunu söylemediniz mi? Hz. Musa'nın Peygamberliği ve Tevrat'ın
gerçekliği ittifakla bilinmektedir, halbuki Muham-med'in (s.a.) peygamberliği
ise ittifakla sabit değildir. O halde Yahudiliğe sarılmak, İslâmiyete bağlanmaktan
daha uygundur." demişlerdir. Allah, Yahudiler tarafından ileri sürülen bu
delilin batıl olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, Musa (a.s.)'ya iman, doğruluğunu
gösteren ve elinde meydana gelen mucizeler sebebiyle vacip olduğu gibi, Hz.
Muhammed'e (s.a.) de yine gösterdiği mucizeler sebebiyle iman etmek gereklidir.
O halde Hz. Muham-med'in (s.a.) nübüvvetini de kabul etmek gereklidir. Sonra
Allah Tealâ şu sözüyle onlara cevap vermiştir: "Kitabı ve mizanı hak
olarak indiren Allah'tır." Şüphesiz ki Allah, Rasullere indirilen bütün
kitapları, hakla, değişik delil ve mucizelerle indirmiştir. İndirilen
kitaplarda, insanlar arasında adaletle, eşitlik ve insaf ile hükmedilsin diye,
mizanı, ölçüyü de indirmiştir. Ayette, adalete mizan adı verilmiştir. Çünkü
mizan; insanlar arasında, alış verişlerinde insaf ve eşitlik aletidir. Nitekim
Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz peygamberlerimizi açık delillerle
gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı
ve mizanı indirdik." (Hadid, 57/25).
Bu delilleri tespit ettikten sonra yüce Allah inkarcıları kıyamet
aza-bıyla korkutarak şöyle buyurmuştur: "Ne biliyorsunuz? Belki de kıyamet
saati yakındır." Ey Rasul ve ey muhatap! Ne biliyorsun? Belki de kıyametin
gelişi yakındır. Burada, Allah'ın dinine tabi olmaya teşvik ve kıyametten
korkutma vardır. Ayrıca kıyamet için hazırlanmaya da teşvik vardır.
"Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." Alay,
inkâr, yalanlama ve inatla, "Eğer kıyametin kopacağında samimi iseniz bu
tehdit ne zaman!" diyerek kıyametin kopacağını kabul etmeyen kimseler,
kıyametin hemen gelmesini isterler.
"İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu
bilirler." Müminler, kıyametin kopmasından titreyip korkarlar ve onun
olacağını kesinlikle bilirler, onun için çalışıp hazırlanırlar. Nitekim ayette
şöyle buyurul-muştur: "Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları
işleri kalpleri çarparak yaparlar." (Müminun, 23/60).
Mütavatir bir hadiste, şöyle geçmektedir: Paygamberimiz (s.a.) bir
yolculukta iken adamın biri onu yüksek bir sesle çağırmış, Peygamberimiz de
onun sesine benzer bir sesle: "Söyle" demiş. Adam Peygamberimiz
(s.a.)'e "Kıyamet ne zamandır" diye sormuş, bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.) "Allah iyiliğini versin kıyamet mutlaka olacaktır,
onun için ne hazırladın?" diye cevap vermiştir. Adam, "Allah ve
Rasul'ünün (s.a.) sevgisini" diye karşılık verince, Peygamberimiz
(s.a.s)'de "Sen sevdiklerinle berabersin." veya "Kişi
sevdikleriyle beraberdir." şeklinde cevap vermiştir.
"İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar, derin bir
sapıklık içindedirler." Ey insanlar, iyi bilin ki kıyametin varlığı
hakkında münakaşa edip şüpheci bir şekilde tartışmada bulunanlar açık bir
cehalet ve haktan uzak düşen şiddetli bir sapkınlık içerisindedirler. Halbuki
biraz düşünse-lerdi, kendilerini ilk defa yaratan Allah'ın onları tekrar
diriltmeye de kadir olduğunu anlarlardı. Gökleri ve yeri yaratan Allah, ölüleri
diriltmeye kadirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İlkin
mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki bu,
O'nun için pek kolaydır." (Rum, 30/27).
"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O,
kuvvetlidir, güçlüdür." Yüce Allah'ın kullarına lütfü çok, şefkat ve
rahmeti sonsuzdur. En faydalı şeyleri onlara verir. Bunlardan biri de, sadece
gerçeği ifade eden Kur'an'ı onlara indirmesidir. Büyük zararları ve belâları
onlardan defeder. Yine bunlardan biri de, geçen ayetlerde olduğu gibi,
insanların azabını ertelemesidir. Allah'ın lütuf ve bağışlarından bir diğeri
de, kullarından iyi -kötü herkesi rızıklandırmasıdır. İstediğini istediği gibi
rızıklandırır, kimisine bolluk, kimisine darlık verir. O, çok güçlüdür. Kudret
ve kuvveti apaçıktır. O, her şeyi mağlup eder, hiçbir şey O'nu mağlup edemez
ve O'nu hiçbir şey acze düşüremez.
Mahlûkatına rızık vermesi konusunda benzer bir ayet yüce Allah'ın şu
sözüdür: "Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir.
Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların)
hepsi apaçık bir kitapta (levhi-mahfuz'da) dır." (Hud, 11/6). Bu konuda
benzer pek çok ayet vardır. [4]
20- Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını artırırız.
Kim de dünya kârını istiyorsa ona da bundan bir şeyler veririz. Fakat onun
ahirette bir nasibi olmaz.
21- Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları
mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.
22- Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zalimlerin, korkudan titrediklerini
göreceksin. İman edip iyi işler yapanlar da cennet bahçele-rindedirler.
Rablerinin yanında onlar için diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf
budur.
23- İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği
nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir
ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla ıesiz Allah
bağışlayan, ığını verendir.
24- Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Allah
dilerse senin kalbini de mühürler. Allah, batılı yok eder, sözleriyle hakkı
ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir.
25- O kullarının tevbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve
yaptıklarını bilendir.
26- Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder,
lütfundan onlara fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap
vardır.
"Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını
artırırız" Yani kim, amelleri ve kazandıklarıyla ahiret mükâfatını
istiyorsa onu güçlendirir ve zenginleştiririz. Bir iyiliğine karşılık on kat,
hatta yedi yüz kata kadar onu mükâfatlandırırız. Bu mükâfatlandırma, Allah'ın
dilediği derecede olur. "Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan
bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." Yani kimin
çalışması ve gayreti dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden bir şeyi elde etmek
için olur, ahiret amellerini ihmal ederse, ona irademizin gereğini ve kaderde
onun için ne pay ayırmışsak onu veririz. Ancak ahiret için çalışmadığından,
ahirette onun hiçbir nasibi olmaz.
Ayetin genel ifadesi, İsra süresindeki ayetle kayıtlandınlmıştır.
"Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye
dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş
olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona
yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunlar çalışmalarının karşılığını görecektir."
(İsra, 17/18-19).
İmam Ahmed b. Hanbel, Hakim (Hakim bu hadisin sahih olduğunu
söylemiştir) ve diğerlerinin Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiklerine göre Allah
Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmeti, yücelik, zafer ve yeryüzüne
hakim olmakla müjdele. Ancak onlardan kim, ahiret amelini dünya için yaparsa,
ahirette onun hiçbir nasibi olmaz."
Hakim'in sahih kaydıyla ve Beyhaki'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri
hadiste Ebu Hüreyre şöyle demiştir: "Allah Rasulü (s.a.) "Kim ahiret
kârını isterse..." ayetini okudu, sonra şöyle buyurdu: "Allah
buyuruyor ki: Ey Ademoğlu! Kendini tamamen bana kulluğa ver ki, gönlünü
zenginlikle doldurayım ve fakirlik kapını kapatayım. Eğer böyle yapmazsan
gönlünü değişik meşgalelerle doldurur, fakirlik kapını da kapatmam."
Allah insanlara indirdiği dine sarılmalarını emrettikten sonra (13.
ayet) din adına başkalarının ortaya koyduğunu reddetmektedir. Çünkü bu,
müşriklerin sapıtmalarının esas sebebidir. Bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı
var?" Yoksa müşriklerin şeytanlardan yardımcıları var da, Allah'ın din
olarak kabul etmediği bir dini mi ortaya koydular? Bu sebeple sana Allah'ın
din olarak emrettiği gerçek dine uymadılar da, cin ve ins şeytanlarının, kendilerine
emrettiği dine mi uydular? Onların şeytanlara uymalarının delilleri şunlardır:
Şeytanlarının kendilerine haram kılıp yasakladığı; bahire, şaibe, vasile ve
ham denilen develeri haram kabul etmeleri, murdarı, kanı ve kumardan elde
edilen parayı yemeyi ve buna benzer, cahiliyye döneminde uydurdukları putlara
tapınma ve benzeri nice sapıklık ve cahillikleri benimsemeleridir. Ayette
geçen "Şürekâ = ortaklar," cin ve insan şeytanlarıdır.
Buhari ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde sabit olduğuna göre Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Amr b Luhayy b. Kam'a'yı cehennemde
bağırsaklarını sürüklerken gördüm." Çünkü, şaibe denilen develeri ilk
şerbet bırakan ve Araplara putlara tapınmayı emreden odur. Amr b. Luhayy,
Hu-za'a krallarından biri idi. Bu yüzden Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz, zalimlere can yakıcı bir azap vardır." Eğer bu ümmet hakkında
kıyamete kadar Allah'ın azabı erteleyeceğine dair ezeli hükmü olmasaydı,
müminlerle müşrikler arasındaki hüküm derhal kesinleşir ve şirk önderlerinin
cezası dünyada hemen verilirdi. Zalimler için cehennemde acı ve elem verici,
şiddetli bir azap vardır. O cehennem ne kötü bir yerdir.
Azabın geciktirilmesi, yüce Allah'ın şu sözü gereğidir: "Bilakis
kıyamet onlara vadedilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha
acıdır." (Kamer, 54/46). Sonra yüce Allah, zalimler için uhrevi cezanın
hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Yaptıkları şeyler başlarına
gelirken zalimlerin korkudan titrediklerini göreceksin." Yani gözlerinle
göreceksin ki, kıyamet gününde kâfirler, dünyada yaptıkları çirkin şeyler
yüzünden korkar ve titrer halde bulunacaklardır. Yaptıkları kötülüklerin cezası
da mutlaka başlarına gelecektir, ister korksunlar, ister korkmasınlar.
"İman edip, iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler.
Rablerinin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf
budur." Yani Allah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik edenler, emir ve
nehiylerinde Rable-rine itaat edenler, cennet bahçelerindedirler. Cennetin en
güzel ve en nezih yerlerindedirler. Rableri yanında arzu ettikleri her türlü
nimet ve lezzet onlar için mevcuttur. İşte kendilerine verilen, tam gerçeği
bilinmeyen bu mükâfat, dünyadaki bütün lütufların üzerinde olan bir ihsandır.
O, tam ve kapsayıcı bir nimettir. "Rablerinin yanında..."
ifadesi, değer ve şerefi anlatır, yoksa mekânı değil. Sonra Allah Tealâ bu
mükâfatın mutlaka gerçekleşeceğini haber vererek şöyle demiştir. "İşte
Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur."
Yani cennet bahçelerindeki ve kuşatıcı olan bu mükâfat, yüce Allah'ın onlara
müjdesiyle mutlaka olacaktır. Bu müjde iman ile amel arasını birleştiren, yani
hem inanıp hem de Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek hayatını düzene
sokan bu kimseler içindir. "İşte bu..." sözüyle müminlere hazırlanan
nimete işeret edilmiştir.
Sonra yüce Allah, Peygamberine (s.a.) dünya nimet ve menfaatlerinden
uzak olduğunu açıklamasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben buna
karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum." Yani
ey Allah'ın Rasulü! Kavmine: "Ey kavmim! İlahi mesajı tebliğ etmeye
karşılık sizden, ne bir ödül, ne bir mükâfat ve ne de herhangi bir maddi
menfaat istiyorum. Ancak aramızdaki akrabalık ve yakınlığın takdir edilmesini,
ehl-i beytime ve yakınlarıma saygı gösterilmesini istiyorum. Böylece bana
yapacağınız kötülüğe mani olmuş ve Rabbimin mesajlarını tebliğ etmeme müsade
etmiş olursunuz."
Ebu'l-Kasım et-Taberani'nin İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre, Allah
Rasulü (s.a.) onlara şöyle demiştir: "İlahi mesajı tebliğ edişime karşılık
sizden hiçbir mükâfat istemiyorum. Ancak size yakınlığımdan dolayı beni
sevmenizi ve aramızdaki akrabalığı korumanızı istiyorum."
İmam Ahmed b. Hanbel'in yine İbn Abbas'tan rivayetine göre Nebi s.a.)
şöyle buyurmuşlardır: "Size getirmiş olduğum açık ayetler ve hidayete
mukabil, sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Allah'ı sevmenizi ve itaat ederek
O'na yakın olmanızı istiyorum." İşte bu Hasan-ı Basri'nin görüşü olup,
yakınlık sevgisinin ikinci yorumudur. Yani sizi Allah'a yaklaştıracak ve Onun
yakınında bulunduracak iyilik ve taatleri yapmanızı istiyorum. Bana göre açık
olan mana birinci yorumdur, akrabalık sevgisi ayetin içindedir. Yani bu sevgi
akrabalıkta bulunup orada yerini almıştır. Ebu Hay-yan da bu manayı yerinde
bularak tercih etmiştir.
İkrime "Kureyş, yakınlarını ziyaret ederdi, Muhammed (s.a.) peygamber
olarak gönderilince onlar, onunla akrabalık ziyaretini kesmişlerdir."
dedi. Peygamber (s.a.)'de "Daha önce yaptığınız gibi beni ziyaret
edin" buyurmuştur.
Buhari'nin Sahih'inde sabit olduğuna göre Allah Rasulü (s.a.) Gadiri
Hum denilen yerdeki hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Size, aranızda ağırlığı
ve önemi olan iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim ve -:hl-i
beytim. Bu ikisi Havz-ı Kevser'de yanıma gelinceye kadar birbirlerinden
ayrılmayacaklardır." Tirmizi'nin Cabir (r.a.)'den rivayetine göre, hadiste
geçen "ıtretî" sözünü Peygamberimiz (s.a.) "ıtretim ehl-i
beytimdir" diye :efsir etmiştir.
Sonra yüce Allah insanları iyilik yapmaya ve iman etmeye teşvik etmiş
ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla
.eririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir." Yani
kim, ;yı bir davranışta bulunursa, o davranış sebebiyle onun mükâfat ve
sevabı--ı kat kat veririz. Allah Tealâ birçok günahı bağışlar; az olan
iyilikleri de :oğaltır ve güzel davranan insana şükrünün karşılığını verir.
Benzeri ayet şöyledir: "Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez.
(Kulun yaptığı ..ş eğer iyilik olursa onu katlar (kat kat artırır) kendinden de
büyük mükâ--zî verir." (Nisa, 4/40).
Sonra Allah, Rasulüne iftiralarından dolayı müşrikleri kınamış ve söyle
buyurmuştur: "Yoksa onlar (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu ~-.u
derler?" "Muhammed, peygamberlik ve Kur'an'ın kendisine inişi iddiasıyla
Allah'a yalan mı isnat etti" diyorlar. Bu iddia kendilerine din olarak
iabul ettikleri şirkten çok daha çirkindir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) gibi r
irisine Allah'a iftira isnadı yapılamaz. Halbuki ey müşrikler, size
peygam-rerlikten önce onun dürüstlüğüne ve güvenilir olduğuna şahitsiniz.
Daha sonra yüce Allah onların isnatlarını reddetti ve şöyle buyurdu:
"Allah dilerse senin kalbini mühürler ve Allah batılı yok eder, sözleriyle
hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir." Yani, sen
Allah'a yalan iftira edecek olsaydın, senin kalbini mühürler ve sana vermiş
olduğu Kur'an'ı senden çekip alırdı. Böyle bir şeye ancak kalpleri, kulakları
ve gözleri Allah tarafından mühürlenmiş kimseler cüret edebilir. Basiret ve
bilgi sahibi kimseler ise buna cesaret edemez. Peygamberimiz (s.a.) Allah'a
hiçbir yalan isnadında bulunmamıştır. Allah Tealâ da bunu teyit etmiştir.
Bu ayetin manası, aşağıdaki ayete benzemektedir: "Eğer (Peygamber)
bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık.
Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mani de
olamazdınız." (Hakka, 69/44-47).
Ebussuud demiştir ki: "Ayet, müşriklerin söylediklerinin batıl
olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah Rasulü (s.a.), Allah'a iftira edecek
olsaydı, Allah, onun kalbini mühürleyerek, kesinlikle buna mani olacaktı;
böylece o peygamberin kalbine Kuranın hiçbir manası gelmeyecek ve hiçbir
harfini söyleyemeyecekti."[5]
Sonra yüce Allah batılı ortadan kaldırıp hakkı gerçekleştirdiğini açıkladı.
Çünkü Allah Tealâ batılın devamına müsade etmez. Eğer Nebi (s.a.)'in
söyledikleri de batıl olsaydı, onları mahvederdi. Nitekim müfteriler hakkında
Allah'ın adeti hep böyle cereyan etmiştir. Allah ancak hakkı, İslâm'ı
yerleştirir ve indirdiği Kur'an ayetleriyle, peygamberini teyit ettiği
mucizeler ve delillerle onu açıklar. Çünkü Allah Tealâ kullarının kalplerinde
olanları derinlemesine bilir.
Sonra Allah Tealâ önlerine ümit ve tevbe kapısın açarak şöyle buyurdu:
"O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı
bilendir." Yani Cenabı Hak günahkâr kullarının, geçmişte işlemiş oldukları
suçlardan dolayı tevbelerini kabul eder ve geçmişteki hataları bağışlar.
Yaptığınız hayır, şer ne varsa hepsini bilir ve herkese lâyık olduğu mükâfat ve
cazayı verir.
Ayetin benzeri: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de,
sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yargılayıcı ve esirgeyici bulacaktır."
(Nisa, 4/110).
Müslim'in Sahihinde Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kulunun tevbesinden dolayı
Allah 'm sevinci, sizden birinizin ıssız çölde devesiyle giderken, onu üzerindeki
yiyecek ve içecekle birlikte elinden kaçırması üzerine bir ağaç altına gelerek
ümitsiz bir halde yaslanıp yattığında, devesini yanıbaşında görü-vermesi
üzerine devenin dizginini tutarak, sonsuz sevincinden "Ey Allah'ım! Sen
Rabbimsin, ben de senin kulunum." diyecek yerde yanlışlıkla
"Allah'ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." dediğindeki sevincinden
daha çoktur."
Allah tevbenin kabulünü duanın kabulüyle pekiştirerek şöyle buyurmuştur:
"Allah, iman edip iyi işler yapanların duasını kabul eder, lütfun-dan
onlara fazlasını da verir." Allah, iman edenlerin ve Rablerine itaat
edenlerin tevbelerini kabul eder, onlara istediklerini verir, hatta istediklerinden
fazlasını da verir. Allah kendisinin bir ihsanı ve nimeti olarak onların hak
ettikleri mükâfattan daha fazlasını da verir. Veya müminler dua ettiğinde,
Allah onlara icabet eder, dualarını kabul eder. Kelimenin yapısından kaynaklanan
diğer bir mana da şöyledir. Müminler, Rablerinin davetine icabet ederler.
Nitekim "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah
ve Rasulüne uyun." (Enfal, 8/24) buyurulmuştur.
Yüce Allah, müminleri mükâfatla müjdeledikten sonra, kâfirleri de azap
ile tehdit ederek şöyle demiştir: "Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir
azap vardır." Allah'a ve Rasul'üne inanmayanlara kıyamet gününde elem
verici bir azap vardır. [6]
27- Allah kullarına rızkı bol bol ver- şeydi, yeryüzünde azarlardı.
Fakat diledi ölüde indirir. Çünkü O,
kullarının haberini alandır onları görendir
28- O (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmen
ner tarafa yayandır. O, hakiki dosttur,
övülmeye lâyık olandır.
29- Gökleri, yeri ve bunların içine
yayıp ürettiği canlıları yaratması
da O'nun delillerindendir. O diledi- ği zaman bunları bir araya
toplamaya da kadirdir.
30- Başımza gelen herhangi bir musibet'kendi ellerinizle
işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu
affeder.
31- Yeryüzünde (O'nu) aciz bıraka- cazsınız. Allah'tan başka bir dostu-
nuz ve bir yardımcınız da yoktur.
32- Denizde dağlar gibi akıP giden- ler (gemiler) de O'nun
(varlığının) delillerindendir.
33- Düerse O, rüzgâr, durdurur da
onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok
şükreden herkes için ibretler vardır.
34- Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da affeder
(kurtarır).
35- Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar kendilerine kaçacak bir
yer olmadığını bilsinler.
36- Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır.
Allah'ın yanında bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman
edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.
"Allah kullarına rızkı, bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı.
Fakat o rızkı, dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır,
onları görendir." Yani Allah, kullarına rızkı genişletip, ihtiyaçlarından
fazlasını verseydi, bu durum onları zulme ve azgınlığa sevkeder, yeryüzünde
isyan ederler, nimete nankörlük edip, kibirlenirler, Karun ve Firavun gibi,
kendileri için istenmesi uygun olmayan şeyleri isterlerdi. Fakat Allah,
kullarına rızkı; iradesi ve yüce hikmeti gereği, belli bir ölçüde indirip vermektedir.
Onlar için faydalı olanı seçmekte; zenginliğe lâyık olanı zenginleştirmekte,
fakirliğe müstahak olanı da fakirleştirmektedir. Çünkü O, kullarının hallerini
pek iyi bilir; rızkın genişletilmesi mi, yoksa daraltılması mı, hangisi onlar
için yararlıdır, onu görür. Nitekim Enes (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i
kudsi'de şöyle denilmiştir: "Kullarımdan öyleleri var ki, onu ancak
zenginlik düzeltir, onu fakirliğe düşürsem, dinini bozmuş olurum. Kullarımdan
öyleri de var ki, onu ancak fakirlik düzeltir, onu zengin kılsam dinini bozmuş
olurum."
Katade de: "En iyi geçim, seni Allah'tan uzaklaştırmayan ve
azdırmayan geçimdir, denilir." demektedir.
Sonra Allah, insanlar eğer yardıma ihtiyaç duyarlarsa onlara yardım
edeceğini belirterek şöyle buyurmuştur: "O (insanlar) umutlarını kestikten
sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakiki dosttur.
Övülmeye lâyık olan O'dur." Yani yüce Allah, insanlar ümitsiz bir halde
iken, ihtiyaçlı ve fakir bulundukları bir zamanda gökten yağmuru indirendir.
Çünkü yağmur, rızık çeşitlerinin en faydalısı, faydası ve menfaati en çok
olanıdır. Bütün varlığı Allah, rahmetiyle kuşatır, o bölge, o ülke halkına
Allah bereketini akıtır. Allah, kendilerine ihsan eder. Bu ihsan ve ikramına
karşılık da kulları tarafındanhamd edilmeye lâyık olan sadece Odur.
Ümit kesildikten sonra yağmurun indirilmesi hususunda ayetin benzeri
Allah Tealâ'nın şu kavlidir: "Oysa onlar daha önce, üzerlerine yağmur
yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi." (Rum, 30/49).
Müfessir Katade şöyle demiştir: "Bize, bir adamın Ömer b. Hattab
(r.a.)'a şöyle söylediği anlatılmıştır:" "Yağmur yağmamış ve kıtlık
olmuş, insanlar ümitsizliğe düşmüştür. Hz. Ömer de, "Size yağmur
yağdırıldı" demiş ve "O (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru
indiren rahmetini her tarafa yayandır. O hakiki dosttur, övülmeye lâyık olan
O'dur." ayetini okumuştur.
Bundan sonra Cenab-ı Hak ulûhiyyetinin delillerini zikrederek şöyle
demiştir: "Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları
yaratması da O'nun delillerindendir." Yani bu harikulade şekilde gökleri
ve yeri yaratması ve ikisi içerisinde hareket eden canlıları yayıp dağıtması
O'nun büyüklüğünün, kudretinin ve hakimiyetinin delillerindendir. Bu göklere ve
yere yayıp dağıttığı yaratıklar, farklı şekilleri, farklı renkleri ve farklı
tabi-atlarıyla; melekleri, insanları, cinleri ve diğer canlıları içine
almaktadır. Diğer seyyarelerde başka canlılar da olabilir, ayet bunları ifade
etmektedir. Ayette ikisinin içine yaydığı ifadesi ile Allah ikisinden birinin
içine, yeryüzüne yaydığı (gökyüzüne değil) anlamını murat etmiştir,
denilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O, gökleri
görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu
dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı." (Lokman, 31/10).
"O, dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da kadirdir."
Allah, dilerse kıyamet gününde bir arazide göklerin ve yerin bütün varlıklarını
bir araya toplamaya gerçekten gücü yeter. Bura da onlar arasında adil ve gerçek
hükmüyle kararını verir.
Bu ayet Allah'ın kâinatı ve varlığı parça parça yaratmasının, acizliğinden
dolayı değil de bir hikmetten dolayı olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu sebeple
şöyle buyurmuştur: "O, dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da
kadirdir." Yani onları toplayıp, hesaba çekmeye kadirdir. Ayette "alâ
cem'ihim" şeklinde söylendi, "alâ cem'ihâ" denilmedi; bu
ifadelerin birincisi akıl sahiplerini, ikincisi ise akıllı olmayanları
anlatmaktadır. Çünkü bu toplamaktan maksat, muhasebedir. Hesaba çekilecekler
de, ancak Allah'ın akıllı kıldığı varlıklarıdır. Yani Allah dilediği zaman akıl
verdiği kimseleri hesaba çekmek için bir araya getirmeye kadirdir.
Sonra yüce Allah günah ve isyanların sebeplerini zikretti ve şöyle buyurdu:
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz
yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder." Ey insanlar! Başınıza
gelen musibetler, acılar, hastalıklar, kıtlık, sel felâketleri, fırtınalar,
depremler ve benzeri istenmeyen haller bütün bunlar ancak işlediğiniz günahlar
ve daldığınız masiyetler sebebiyledir. Bunlar günahlarınızın cezaları ve
keffaretleridir. Allah, kullarının masiyetlerinden bir çoğunu da affeder,
cezalandırmaz. Bazen kişi günahsız olarak da felâkete uğrayabilir. Bu da,
sevabının artması, derecesinin yükselmesi içindir.
Ayetin ilk kısmının benzeri Allah'ın şu sözüdür: "Yahudilerin
zulmü sebebiyle, kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi
şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160). Ayetin baş tarafının bir
benzeri de şu ayettir: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür."
(Nisa, 4/123). Ayetin son kısmının benzeri ise: "Eğer Allah, yaptıkları
yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yer yüzünde hiçbir canlı varlık
bırakmazdı." (Fa-tır, 35/45). Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre'den,
Buhari, Müslim ve İmam Malik'in rivayet ettiği sahih bir hadiste şöyle
buyurulmaktadır: "Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki,
herhangi bir müminin başına yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı ve
kaygıdan, diken batmasına varıncaya kadar, her ne musibet gelirse, Allah
bunları o müminin hatalarına keffaret kılar." İmam Ahmed b. Hanbel'in,
Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasul'ünün (s.a.) şöyle
buyurduğu belirtilmiştir: "Kulun günahları çoğaldığında, o günahlara
keffaret olarak bir şeyi de yoksa, Allah o kulu günahlarını örtmek için,
üzüntüye mübtelâ eder."
Bu ayet indiği zamanda Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Mu-hammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, günahsız
olarak kimsenin eline diken batmaz, damar titremez ve ayak kaymaz. Allah'ın affettikleri
ise daha çoktur."
Müfessir el-Vahidi, el-Basit adlı tefsirinde şu hadisi rivayet
etmiştir: "Allah, dünyada affettiklerine, ahirette bir daha dönmeyecek
kadar izzet ve kerem sahibidir. Dünyada verdiği cazayı da ahirette tekrar
etmekten münezzehtir. "
"Yeryüzünde (O'nu) aciz barakamazsınız. Allah'tan başka bir
dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." Ey günahkâr kâfirler! Siz nerede
olursanız olun, Allah'ı aciz bırakamaz ve yeryüzünde Ondan kaçıp
kurtulamazsınız. Bilakis Allah'ın size takdir ettiği musibetler başınıza
gelecektir. Allah'tan başka, işlerinizi düze çıkaracak ve O'nun takdir
ettiğinden sizi kurtaracak bir dostunuz olmadığı gibi, Allah'ın azabından sizi
koruyacak bir yardımcınız da olmayacaktır.
Daha sonra yüce Allah, kudret ve azametini gösteren diğer delilleri
zikrederek şöyle buyurmuştur: "Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler)
de O'nun (varlığının) delillerindendir." Yani denizde giden dağlar gibi gemileri
yürütmesi de, Allah'ın açık kudretine ve hakimiyetine delâlet eden
delillerdendir.
"Dilerse O, rüzgârı durdurur da gemiler onun (denizin) üstünde
kalakalırlar." Yani Allah, giden gemileri durdurmak isterse, rüzgârların
hareketini keser böylece gemiler de, deniz üzerinde sakin ve sabit bir hale
gelirler, hareketsiz olarak su üzerinde kalakalırlar.
"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler
vardır." Yani, gemilerin zikredilen özelliklerinde ve denizlerde akıp gitmesinde,
zorluklara, belâlara ve Allah'a itaata çok sabreden, nimetlerine karşı çok
şükredenler için, Allah Tealâ'nın kudretini gösteren büyük deliller vardır.
"Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da
affeder (kurtarır)." Yani Cenab-ı Allah dilerse, insanların istedikleri
günahları yüzünden o gemileri batırarak helak eder, ama onların günahlarından
bir çoğunu da affeder, yahut o insanlardan çoğunu affedip, onları boğulmaktan
kurtarır. Eğer onların bütün günahlarıyla onlara ceza verecek olsaydı, gemiye
binip yolculuk yapan herkesi helak ederdi.
"Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak bir
yer olmadığını bilsinler." Yani yüce Allah, onlardan intikamını alacak;
Allah'ın ayetlerini yalanlayarak onlar hakkında münakaşa edenler de, o zaman Allah'ın
azabından kaçıp kurtulacak, sığınacakları bir yer olmadığını göreceklerdir.
Çünkü onlar Allah'ın kudret ve saltanatıyla kahr olacaklardır.
Yüce Allah, birliğini gösteren delilleri beyan ettikten sonra, dünyaya
aldanmaktan sakındırdı ve şöyle buyurdu: "Size verilen şey yalnızca dünya
hayatının (geçici) faydasıdır." Yani size verilen tüm zenginlikler, rızık
bolluğu, makam mevki ve saltanat, bunlar ancak dünyanın basit bir eşyasıdır,
bunlardan kısa bir süre faydalanılır, sonra onlar çabucak yok olup gider. Çünkü
dünya fanidir, şüphesiz yok olacaktır. Allah'ın birliğinin delillerini kabul
etmeye engel olan şeyin dünyaya rağbet olduğu düşünülür. Makam mevki arzusu
Allah'ın birliğine inanmayı engeller. Bu sebeple yüce Allah dünyaya aldanmaktan
sakındırdı, ahirete teşvik ederek şöyle buyurdu: "Allah'ın yanında
bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve
Rablerine dayanıp güvenenler içindir." Yani Allah'ın yanında bulunan
itaat sevabı ve cennet mükâfatı dünya metaından daha hayırlı, daha süreklidir.
Çünkü o asla kesilmeyecektir. Halbuki dünya nimeti çabucak kesilecektir. O
halde fani olan dünyayı baki olan ahiretin önüne geçirmeyin. Baki olan ahiret
nimetleri Allah ve Rasul'ünü tasdik eden, tüm işlerinde Rablerine güvenen,
işlerini Ona havale edenler için daha hayırlı ve daha devamlıdır. [7]
37- Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları
zaman da kusurları bağışlarlar.
38- Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar.
Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da
harcarlar.
39- Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar.
40- Bir kötülüğün cezası, ona denk
bir kötülüktür. Kim bağışlar ve basağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.
41- Kim zulme uğradıktan sonra
hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şeyyoktur.
42- Ancak insanlara zulmedenlere
ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı
azap bunlaradır.
43- Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer
işlerdendir.
Allah Tealâ cennet ehlini, kendisine iman ve tevekkül (kendisine dayanıp,
güvenme) ile nitelemiş ve onların aşağıdaki özelliklerini sıralamıştır:
1- Büyük günahlardan sakınmak:
"Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar." Yani şirk,
kasten adam öldürmek ve ana babaya isyan gibi Allah'ın şiddetle tehdit ettiği
büyük günahlara düşmekten sakındıkları gibi dinin, aklın ve fıtratın çirkin
gördüğü, gıybet, yalancalık, zina, hırsızlık ve yeryüzünde bozgunculuk etmek
gibi söz ve davranışlardan da uzak dururlar.
2- Gücü yettiğinde affetmek:
"... kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar." Kendilerini
öfkelendiren suçu görmezlikten gelip öfkelerini yutarlar ve kendilerine
zulmedenlere yumuşak davranırlar. Çünkü onların se-ciyyesi insanları affedip
bağışlamaktır, onlardan intikam almak değildir. İşte bunlar, güzel ahlâktır. Bu
ahlâka sahip olanlar, kendilerine zulmedenlere şefkat gösterirler, kaba
davrananları bağışlarlar ve bu davranışlarıyla da Allah'ın mükâfatını ve affını
isterler. Sahih bir hadis-i şerifte şöyle söylenmiştir: "Peygamber (s.a.)
nefsi için asla intikam almamıştır. Ancak Allah'ın saygı değer mukaddesatı
çiğnenirse, işte o zaman gerekli karşılığı vermiştir."
3- Allah Tealâ'ya tam bağlılık
ve itaat: "Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler." Yani
Rablerinin kendilerini davet ettiği, Allah'ın birliği ve şirkten uzak kalma
gibi konularda Onun emrine uyarlar; Allah'ın emrettiği ve yasakladığı
konularda peygamberlere itaat ederler.
4- Namaz kılmak: "...ve
namazı kılarlar..." Üzerlerine farz kılman namazı rükünlerini ve
şartlarını yerine getirerek vaktinde, huşu ile tam olarak eda ederler. Burada
diğer fazilet esaslarıyla birlikte sadece namazın adı geçmiştir. Çünkü namaz,
Allah'a yapılan ibadetlerin en büyüğüdür, Allah'a ulaşma miracıdır. Kul ile
Allah arasında rabıtadır.
5- Şura nizamına bağlı kalmak:
"...onların işleri, aralarında danışma iledir." Özel olsun, genel
olsun, aralarındaki tüm işlerinde birbirlerine danışırlar. Ammeyi-kamuyu
ilgilendiren hiçbir meselede kendi başlarına tek olarak karar vermezler. İdarî
görev, halifelik, devleti düzenleme ve faydasına olacak şeyleri planlama, harp
ilânı, valileri, hakim ve savcıları görevlendirme işleri, bütün bunları
danışarak yaparlar. Nebi (s.a.), ashabına (arkadaşlarına) insanların en çok
danışanı idi. Sahabe de halife tayini, dinden dönenlerle harp, yeni olaylar ve
meseleler için şer'î hükümler istinbat etmek (çıkarmak) gibi önemli meselelerde
peygamberimizin yolunu tutmuşlardır. Hz. Ömer (r.a.) de Hürmüzan müslüman
olarak kendisine geldiğinde ona danışmıştır. Hz. Ömer yaralandığında,
kendisinden sonra hilâfet meselesinin çözümünü altı kişiye bırakmıştır. Onlar
Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avftır. Bunlarda hilâfet için
Osman (r.a.)'ın öne geçmesinde ittifak etmişlerdir.
Burada ayet müminlerin sabit bir özelliğini tespit etmiş, bir başka
ayet de istişareyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "İş hakkında onlara danış."
(Ali İmran, 3/159). Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "İstişare eden bir
topluluk, mutlaka işlerinde en iye çözüm şekline kavuşur." İbnu'l-Arabi
de: "İstişare, topluluğun birbiriyle ülfeti, kaynaşmasıdır. Akılların
derecesini ölçen bir alettir ve doğruya ulaşma vasıtasıdır. Bir topluluk
istişare ederse, mutlaka doğru görüş kendisine gösterilir." demiştir. .
6- İnfak: "...kendilerine
verdiğimiz rızıktan da harcarlar." Allah yolunda ve O'na itaat
noktasında, kendilerine verdiğimiz mal ve diğer nimetlerden harcarlar. Çünkü
zenginlerin infakı (harcaması) milletin güçlenmesine sebep olur, ümmetin zayıf
noktalarının tedavisine sebep olur. Ayrıca infak devletin heybet ve vakarını,
fertlerinin şanını ve şerefini korumanın yoludur. Bu da, önce en yakınlardan
başlayarak, muhtaçların ihtiyacını gidermek ve düşmanlarla savaşmak için harp
alet ve edavatını hazırlamak gibi kamu menfaatine olan hayırları yapmakla
gerçekleşir.
7- Şecaat (yiğitlik):
"Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar." Zulme ve saldırıya
maruz kaldıkları zaman, kendilerine zulmedenlere karşı elbirliği ile mücadele
ederek karşılığını verirler. Çünkü zulme maruz kalınınca karşılık vermek vacip
ve aynı zamanda fazilettir. Zalime boyun eğip karşısında eğilmek müminlerin şerefiyle
bağdaşmaz. Çünkü acz ve zaaf göstermek, düşmanı daha başka düşmanlıklar yapmaya
sevkeder. Müminler izzet sahibi, asil kimselerdir, haklarını mukaddes
değerlerini ve şereflerini korurlar, aciz ve zelil olamazlar, bilakis
kendilerine zulmedenlerden intikam alma kudretine sahiptirler. Bu kudrete
kavuştukları zamanda affederler.
Bu ayetle önceki ayet arasında her hangi bir çelişki yoktur:
"...kızdıkları zamanda kusurları bağışlarlar." Çünkü her bir ayetin
kendine göre bir yeri vardır. Önceki ayetin söyleniş yeriyle, sonraki ayetin
söyleniş yeri faklıdır. Çünkü kusurları affetmek iki kısımdır.[8]
a) Fitnenin teskinine,
gönüllerin rahatlamasına ve kötülük yapanın kötülüğünden dönmesine sebep olan
bağışlama övülmüştür. Bu tarzdaki affetmeye ilgili ayetler teşvik etmektedir.
Mesela, karı koca arasındaki me-hir meselesinde: "Sizin affetmeniz
(mehirden vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur." (Bakara, 2/237)
buyurulmuştur.
b) Zalimin cüretine,
azgınlığının devamına ve milleti ezmesine sebep olan afdır ki, bu kınanmıştır.
Dış düşmana mukavemet ederken ve haklar gaspedildiğinde bu karşı koyma,
karşılık verme vaciptir. Bu da, İslâm nizamında istenen gücün ve denk kuvvetin
eksiksiz olmasına bağlıdır ki, güçlü bir müminin iki düşman karşısında sebat
etmesiyle mümkün olur.
Açıklayıcı misaller çoktur: Yusuf (a.s.), kardeşlerini affetmiştir.
Kuranın hikâye ettiği gibi şöyle demiştir: "(Yusuf) dedi ki: Bugün size kınama
yok, Allah sizi affetsin." (Yusuf, 12/92) Hz. Yusuf, onları cezalandırabilecek
kudrete ve kendisine yaptıklarına karşılık verebilecek güce sahip olduğu halde
onları affetmiştir. Allah Rasulü (s.a.) de Mekke fethi sırasında, Mekke
halkını bağışlamıştır. Hudeybiye yılında Tenim tepesinden inerek kendisine
suikast düzenleyen o seksen kişiyi de affetmiştir, onları kıskıvrak yakaladığı
halde, intikam alma gücüne sahipken onlara ihsanda bulunmuştur. Peygamberimiz
(s.a.) uyurken kılıcını kınından çıkarıp kendisini öldürmek isteyen Gavres b.
el-Haris'i de affetmiştir. Peygamber (s.a.) uyandığında kılıç, kınından
sıyrılmış olarak, Gavres'in elindeydi. Peygamberimiz (s.a.) ona sert çıkmış
bunun üzerine kılıç elinden düşmüş, bu sefer kılıcı Peygamberimiz (s.a.) almış,
ashabını çağırıp bu adamla aralarında meydana gelen olayı onlara bildirmiş ve
bu adamı affetmiştir. Hayber savaşı sırasında kızarmış kuzunun budunu
zehirleyen ve müslümanlara ikram eden Yahudi kadını Zeyneb'i de affetmiştir. Bu
Zeynep, Muhammed b. Mes-leme'nin öldürdüğü Hayberli Yahudi Merhab'ın kız
kardeşidir. Bir mucize olarak, zehirlenen bu but durumu peygambere haber
vermiş, Peygamberimiz (s.a.) de kadını çağırtmış, kadın yaptığını itiraf
etmiştir. Peygamberimiz (s.a.): "Seni buna sevkeden nedir?" diye
sorduğunda kadın: "Düşündüm ki, eğer peygamber isen sana zehir zarar
vermeyecekti, değilsen senden kurtulacaktık." diye cevap vermiş,
Peygamberimiz (s.a.) de onu salıvermiştir. Ancak Bişr b. el-Bera zehirden
ölünce o kadını kısasen öldürtmüştür.
Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından Zeynep, Aişe'ye
gelip ona kötü söz söylemiş, Peygamberimiz (s.a.) kendisini ikaz etmişse de o
vazgeçmemiş, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'ye "Kalk,
karşığını ver." demiştir.[9]
Bu, şu ayetin tatbikidir: "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez;
ancak haksızlığa uğrayan başka." (Nisa, 4/148).
Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin Ebu Hürey-re'den
rivayet ettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.) "Birbirine söven iki kişinin
söylediği sözün günahı, mazlum haddi aşmadıkça, ilk başlayanadır."
buyurdu, sonra: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür."
ayetini okudu.
Yüce Allah, devamlı olarak intikam almaya, karşılık vermeye teşvik
etmemiş, bilakis onun sadece meşru müdafaa sınırında kalması gerektiğini beyan
etmiş, sonra da onun meşru oluşunu denkliğe riayet şartına bağlamış ve nihayet:
"Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir. "
ayetiyle affetmenin daha uygun olacağını açıklamıştır.
Allah Tealâ: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür."
sözüyle, suç ve ceza arasında denkliği şart koşmuştur. Yani kötü davranışa
verilecek ceza, o suça denk bir cezadır. İntikam almakta yani karşılık
vermekte dengeli olmak (adil davranmak) eşitlikle iktifa etmektir. Kötü
davranan kimse: "Allah, seni rezil etsin" dediğinde, karşısında ki de
haddi aşmadan: "Allah, seni rezil etsin" diye cevap verir. Karşı
tarafı rahatsız edeceği için kötü davranışın karşılığına da kötü davranış ismi
verilmiştir.
Bu ayetin benzerleri şu ayetlerdir: "Kim size saldırırsa, siz de
ona misilleme olarak saldırın." (Bakara, 2/194), "Eğer ceza verecekseniz,
size yapılan cezanın misliyle ceza verin." (Nahl, 16/126), "Kim de
kötülükle gelirse, o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır." (En'am,
6/160).
İşte böylece, İslâm'da medenî ve ceza hukuku ile ilgili tüm cezalarda
denklik geçerlidir. Mesela kasten adam öldüren veya yaralayana kısas uygulamak
gereklidir. "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara,
2/179), "Hürmetler (dokunulmazlıklar) kısastır (karşılıklıdır)." (Bakara,
2/194), "yaralar da kısastır. (Her yaralama misliyle
cezalandırılır)." (Maide, 5/45). Ancak yüce Allah, bu son ayetin
devamında: "Kim bunu (kısası) bağışlarsa, kendisi için o keffaret
olur." diyerek bağışlamaya teşvik etmiştir. Burada ise şöyle buyurmuştur:
"Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir." Yani,
kendine kötülük yapan zalimi bağışlar, kendisiyle düşmanının arasını sevgi ve
bağış ile düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a aittir. Allah ona çok büyük bir
mükâfat verecektir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Hüreyre'den
rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah, affedip, bağışlayan insanın ancak şerefini artırır." Allah
Tealâ takva sahibi kullarını şöyle anlatmıştır: "O takva sahipleri ki,
bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar. Öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever." (Ali İmran,
3/134) "Doğrusu O zalimleri sevmez." (Ali İmran, 3/140). Yani zulme
ilk başlayanları sevmediği gibi kısasta aşırı gidip haddi aşanları da sevmez.
Çünkü haddi aşmak zulümdür. Haddini aşanları Allah cezalandırır. Ayetin bu
kısmı, cins ve miktar olarak benzerliği şart koşmakta ayetin baş tarafını teyit
etmektedir.
Sonra yüce Allah, zulmü ve haksızlığı bertaraf etmenin meşru olduğunu
teyit ederek şöyle buyurmuştur: "Kim, zulme uğradıktan sonra hakkını
alırsa, artık ona yapılacak bir şey yoktur." Allah'a yemin olsun ki, zulme
uğrayan kimse, zalimden intikamını alırsa, onu cezalandırma imkânı yoktur.
Çünkü bu intikam bir haktır. Kasten yapılan cinayetlerde kısas, hata ile
yapılan cinayet ve telef etmelerde de tazminat (diyet) meşrudur. Haddi aşıp,
sınırı geçmeden misliyle karşı tarafa sözlü cevap vermek caizdir.
"Ancak insanlara zulmedenlere ve yer yüzünde haksız yere taşkınlık
edenlere ceza vardır." Yani, ceza ve muaheze ancak insanlara zulme ilk başlayanların
veya denklik prensibini aşanların, intikam almakta haddi aşanların, haksız
yere insanlara ve insanların mallarına tecavüz edenlerin, insanlara zulmedip
hakları gaspederek gurur ve tekebbürde bulunanların başına gelecektir.
"İşte acıklı azap bunlaradır." İşte o zulme ilk başlayanlar ve haddi
tecavüz edenler için elem verici şiddetli bir azap vardır. Daha sonra Allah,
insanı güç ve kuvveti elinde iken, affedip, bağışlamaya teşvik ederek şöyle
buyurmuştur: "Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi yapılmaya
değer işlerdendir."
Allah Tealâ, zulmü ve zalimleri kınayıp, kısası meşru kıldıktan sonra,
affa ve bağışlamaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: Kendisine karşı yapılan
ezaya sabreden, kötülüğü örten, kendisine zulmedenin hatasını bağışlayan
kimsenin bu sabır ve bağışlaması; karşılığında bol sevap ve güzel övgü ile
mukabele edilecek, teşekküre lâyık değerli işlerdendir. [10]
44- Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yok-
tur. Azabı gördüklerinde zalimle- rin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini
görürsün.
45- Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek
göz ucuyla gizli gizli baktıklarını
göre- çeksin. İnananlar da: İşte asıl ziya- na uğrayanlar, kıyamet günü ken-
dilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır, diyecekler. Kesinlikle biliniz ki,
zalimler sürekli bir azap içindedırler.
46- Onların Allah'tan başka kendileri- ne yardım edecek hiçbir dostları
yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun
kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur.
"Allah kimi saptınrsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu
yoktur." Yani Allah, hayra ve imana kabiliyeti olmaması, masiyet ve
günahları işlemesi sebebiyle bir kimseyi dalâlette bırakarak ondan yardımını
esirgerse, ona doğruyu gösterip yardım edecek, elinden tutup kurtuluş yoluna
iletecek hiçbir dostu olmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kimi
de hidayetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın."
(Kehf, 18/17). Bu, kâfirlerin durumunu tahkirdir ve kâinatta hidayet, dalâlet
vs. ne varsa hepsinin Allah'ın iradesi ile meydana geldiğini beyan etmekte ve
Peygamber (s.a.)'in Allah'a iman davetinden yüzçevirenlerin hallerini ortaya
çıkarmaktadır. Böylece Allah acizlikle vasıflanmamış olmaktadır. Allah'ın
dilediği olur, dilemediği olmaz.
Sonra Allah Tealâ ahirette zalimlerin ve Allah'a şirk koşanların hallerini
haber verdi ve şöyle buyurdu:
1- "Azabı gördüklerinde
zalimlerin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün." Yani Allah'ı
inkâr edip, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kâfir ve müşrikleri, cehenneme
bakıp azabı gördüklerinde, tekrar dönüş yolu var mı? diyerek her hangi bir
yoldan tekrar dünyaya dönme temennisinde bulunduklarını görürsün. Ayetin benzeri
diğer bir ayet şudur: "Onların ateşin karşısında durdurulup: Ah, keşke
dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve
inanlardan olsak, dediklerini görürsün. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları
şeyler (günahlar) kendilerine göründü, eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine
kendileri yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten
yalancıdırlar." (En'am, 6/27-28).
2- "Ateşe arzolunurlarken
onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını
göreceksin." Onların korku ve zillet içerisinde cehenneme arzedüdiklerinde
korkunun şiddetinden dolayı cehenneme göz ucuyla baktıklarını görürsün. Azaptan
korkmanın durumu böyledir.
3- "İnanlar da: İşte asıl
ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır,
diyecekler." Müminler, kıyamet gününde onları bu halde gördüklerinde,
büyük ziyana uğrayanlar cehenneme girip orada ebedî kalarak kendilerini ve
ailelerini zarara sokanlardır, diyecekler. Bu yoruma göre "kıyamet
günü" terkibinin, "diyecekler..." fiiline bağlı olması da
doğrudur. Bu durumda müminlerin bu sözü kıyamet gününde değilde, dünyada
söylenmiş olur. Ama birinci yorum daha açıktır.
Kendilerini zarara sokmaları, kurtuluş ümidi olmaksızın, cehennemde azap görecek olmaları sebebiyledir. Aileleri açısından zarara uğramaları ise şöyledir: Eğer aileleri kendileriyle beraber cehennemde ise, onlardan yararlanamayacaklar. Çünkü onların ceza görmesine sebep sadece kendileridir. Eğer cennette olurlarsa o zaman zaten aralan ayrılmış olacaktır.
4- "Kesinlikle biliniz ki,
zalimler sürekli bir azap içindedirler." Yani şunu kesinlikle biliniz ki
kâfirler, sona ermeyen devamlı bir azap içerisindedirler, ondan çıkamayacaklar
ve kurtulamayacaklardır. Bu ifade müminlerin, kâfirler hakkında
söylediklerinin bir devamı mahiyetinde veya Allah'ın müminleri tasdik
ettiğinin bir ifadesi olup Allah'ın bir sözüdür.
5- "Onların Allah'tan
başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur." Yani onların
kendilerini bulundukları azaptan kurtaracak Allah'tan başka ne bir
yardımcıları ne de bir dostları vardır.
6- "Allah, kimi saptırırsa
artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur." Allah, onu gelecekteki
tercihini ve günahlar işleyeceğini ezelî ilmiyle bildiği için bir kimseyi
imana muvaffak olmaktan engellerse, onun kurtuluşuna ve cennete gitmesine asla
yol yoktur. Bu olayların gerçekleşmesinde de asla bir gariplik yoktur. Çünkü
bizzat onlar iman ve hak yoldan sapmış, inhiraf etmişlerdir. [11]
47- Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmezden önce Rabbi-nize uyun. Çünkü o gün hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, itiraz da edemezsiniz.
48- Eğer onlar yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine
bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir
rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden
başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür.
49- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine
kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.
50- Yahut onları, hem erkek hem kız çocukları olmak üzere çift yaratır.
Dilediğini de kısır kılar, O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.
"Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce
Rabbinize uyun." Rabbinizin kendisine, kitaplarına ve Rasullerine iman
davetine uyu1 nuz ve Allah Rasulü (s.a.)'nün size getirdiklerine kıyamet günü
gelmeden önce tabi olunuz. O gün geldiğinde, onu engelleyecek ve geri çevirecek
kimse bulunmayacaktır. Yahut, Allah o gün hakkında hükmünü verdikten sonra bu
hükmünden geri dönmeyecektir. O gün kıyamet günüdür. "Çünkü o gün,
hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, itiraz da edemezsiniz." Yani, o
gün geldiğinde sizin içinde korunacağınız bir kaleniz veya sığınacağınız bir
barınağınız olmayacaktır. O gün başınıza gelen azabı pretosto edecek kimseyi
bulamayacasınız ve amel defterlerinizde yazılı bulunduğu ve azalarınız
şahitlik edeceği için, yaptığınız kötülüklerden hiçbir şeyi de inkâr edemeyeceksiniz.
O halde Allah'ın azabından yine ancak Allah'a sığınmak mümkündür. Nitekim Allah
Tealâ şöyle buyurmuştur: "O gün insan kaçacak yer neresi, diyecektir.
Hayır, hayır! (kaçıp) sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, sadece
Rabbinizin huzurudur." (Kıyame, 75/10-12).
"Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi
göndermedik, sana düşen sadece uyarmaktır." Müşrikler Allah ve Rasul'ünün
davetini kabul etmek istemezler ve yüz çevirirlerse, ey Rasul! Seni onlara vekil
olarak göndermedik. Sen onları hesaba çekmek için, amellerini kaydeden,
onların murakıbı olan bir insan da değilsin. Sana düşen ancak seninle
gönderdiğimiz dini onlara tebliğ etmendir; başka bir şey değil.
Bu ayetin benzerleri çoktur, meselâ: "Sen onların üzerinde bir
zorba değilsin." (Gaşiye, 88/22), "(Ya Muhammed) onları doğru yola
iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir."
(Bakara, 2/272), "Sana ancak (Allah'ın emirlerini) tebliğ etmek düşer.
Hesap yalnız bize aittir." (Ra'd, 13/40).
Bütün bunlar Allah'tan Rasul'üne (s.a.) bir tesellidir. Sonra yüce
Allah kâfirlerin batıl mezhepleri üzerindeki ısrarlarını beyan etmiştir ki bu
durum bazı insanların tabiatıdır. Allah şöyle buyurdu: "Biz insana
katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle
yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek
nankördür." Yani biz insana kendimizden bir nimet verdiğimiz ve onu
sağlık, güven, bol rızık vb. rahatlıklara garkettiğimiz zaman buna sevinir.
İşlemiş olduğu kötülük ve günahlar sebebiyle kıtlık, felâket, belâ, şiddet,
hastalık ve fakirlik gibi bir musibete uğradığında insanoğlu daha önceki
nimetleri gerçekten inkâr eder, unutur; başına gelen zarar dolayısıyla o nimeti
hatırlamaz, sadece içerisinde bulunduğu anı bilir. Kendisine bir nimet verilse
şımarır, meşakkat ve zorluğa düşse, ümidini keser. Ayette geçen
"kefûr" nimetleri inkâr etmekte ve nankörlükte aşırı giden kimse
demektir. Bu hüküm kadın erkek herkesi kapsamakla birlikte kadınlarla ilgili
olarak Müslim ve İbni Mace'nin İbni Ömer'den rivayet ettikleri bir hadiste
Peygamberimiz (s.a.) kadınlara şöyle demiştir: "Ey kadınlar cemaati!
Tasaddukta bulununuz (sadaka veriniz.) Çünkü ben, cehennem ehlinin çoğunun
sizler olduğunu gördüm. Bunun üzerine bir kadın: "Niçin ey Allah'ın
Rasulü!" diye sordu. Allah Rasulü (s.a.)'de: "Çünkü siz çok şikâyet
edersiniz ve kocalarınıza nankörlükte bulunursunuz" şeklinde cevap verdi.
Siz, onlardan birine hayatınız boyunca iyilikte bulunsanız da sonra bir gün bu
iyiliği yapmasanız, kadın "Senden zaten hiçbir hayır görmedim ki!
der."
Salih mümin tavrı ise Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Suhayb'den rivayet
ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği gibidir: "Mümine
sevindirici bir şey gelse, şükreder, bu onun için hayır olur; zararlı bir şey
isabet etse sabreder, bu da onun için hayırlıdır. Bu durum sadece mümine
hastır."
Sonra Allah Tealâ kişiyi dünya, mal ve makam ile gururlanmaktan sakındırdı
ve her şeyin, nimetlerin, Allah'ın mülkü ve nimeti olduğunu beyan ederek şöyle
buyurdu: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yani göklerin ve
yerin yaratıcısı, maliki (sahibi) ve bu ikisinde dilediği tasarrufu yapacak
olan Allah'tır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İstediğine verir,
istediğine vermez. Allah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek
yoktur. "Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek
çocukları bahşeder. Yahut onları hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere
çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi bilendir, her şeye gücü
yetendir." Yani Allah Tealâ dilediğini yaratır. Dilediğine sadece kız
çocukları, dilediğine sadece erkek çocukları nasip eder, dilediği insanlara da
her iki sınıftan, hem erkek ve hem de kız evlâtları verir. Dilediğini kısır
kılar, onun çocuğu olmaz. Çünkü mülk Onun mülküdür. O hikmet ve maslahata
uygun olarak verir. İlmine veya hikmetine göre, insanlarda dilediği farklılığı
yapmaya gücü yeter. "Akim" hem erkek, hem de kadın için kullanılır ve
kısır manasmdadır.
Allah Tealâ, erkeklere göre daha zayıf ve narin yaratılmış olmaları sebebiyle
kendilerine itina ve ihtimam gösterilmesi gereken kız çocuklarını önce
zikretti. Ayrıca aynı zamanda erkek çocukları olduğunda sevinen, kız çocukları
olduğunda üzülen ve kızlardan nefret eden Araplara da böylece cevap vermiş
oldu. Bir kısım insanlara sadece kız çocukları bir kısımlarına da yalnızca
erkek çocukları verilmesinde hibe lafzı "Yehebu" (bağışlar) kullanılmış;
her iki cinsten birlikte verilmesi ifade edilirken de bir araya gelmeyi ifade
eden "ev yüzevvicühüm" (onlar çift kılar) kelimesi kullanılmıştır.
Yani Allah Tealâ kız ve erkek çocuklarını birlikte verir ve onları çift kılar.
Biri diğeri ile beraber olan iki şey bir birine eş sayılır.
Kısırlık tabiri, zahiri sebepler eksiksiz olmakla birlikte Allah'ın
çocuk vermemekteki kudretini gösterir.
Müfessirlerin çoğuna göre bu hüküm, tüm insanlar hakkında geçerlidir.
Çünkü bu hali bir kısım insanlara tahsis etmenin anlamı yoktur. Zaten bundan
maksad da, dilediği ve istediği gibi eşyayı yaratmakta Allah'ın kudretinin
geçerli olduğunu, beyan etmektir. Ancak müfessirler, üzülen ve zorda kalan
kimselere teselli olması için her bir hale birtakım misaller vermişlerdir:
Birinci duruma misal Lût ve Şuayb (a.s.)'dir. Her ikisinin de sadece
kızları, Lût (a.s.)'un iki kızı vardı.
İkinci duruma misal İbrahim (a.s.)'dir. Onun sadece erkek evlâtları
vardı. Bunların sayısı sekiz idi.
Üçüncü duruma misal Muhammed (s.a.)'dir. Onun da dört oğlu dört kızı
vardı. Oğulları: Kasım, Tahir, Abdullah ve İbrahim'dir. Kızları: Zeynep,
Rukayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma'dır. İbrahim hariç çocuklarının
hepsi Hz. Hatice'den, İbrahim ise Mısırlı (kıbti) Mariye'dendir.
Dördüncü duruma misal İsa ve Yahya (a.s.)'dır.
Vasile b. el-Eska şöyle demiştir: Allah'ın bir kadına erkek evlâttan önce
kız evlât vermesi o kadının hayrı ve bereketidir. Çünkü Allah: "... dilediğine
kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder." diyerek önce kız
çocuklarla başlamıştır. [12]
51- Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından ko- nuşur,
yahut bir elçi gönderip iz- niyle ona dilediğini vahyeder. O yü- cedir,
hakimdir.
52- işte böylece sana da emrimizle
ruhu vahyettik. Sen kitap nedir,
iman nedir bilmezdin. Fakat biz
onu, kullarımızdan dilediğimizi
kendisiyle doğru yola eriştirdiğimz nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.
53- (O yol) goklerin ve yerin
sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat
edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.
"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından
konuşur, yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir,
hakimdir." Yani Allah Tealâ'mn hiçbir beşerle vahiy veya bir perde
gerisinden söylenilen bir sözü duyma dışında konuşması doğru değildir. Allah
Tealâ dünyada herhangi bir beşerle ancak üç şekilden biriyle konuşur:
Birincisi vahiydir. İlham ve kalbe birtakım manaların konması anlamına
da gelen vahiy, çoğu kez uyanık halde, bazen de İbrahim (a.s.)'in rüyada
oğlunu kurban ettiğini görmesi gibi, uykuda olur. Bazen de Hz. Musa'nın (a.s.)
anasına ilham edildiği gibi, sadece ilham anlamına gelir.
İkincisi, bir perde, engel arkasından söylenen sözü işitmektir. Bu vahiy
Allah'ın peygamberine, görülmediği bir yerden vasıtasız olarak sözü duyurması
şeklinde olur ve peygamber kendisine duyurulan bu sözün kesinlikle Allah'ın
kelâmı olduğunu bilir. Nitekim Musa (a.s.) Rabbi ile bu şekilde konuşmuş,
Allah da bunu -bir ayetinde olduğu gibi- vahiy diye isimlendirmiştir: "Ya
Musa! Şimdi vahyedilene kulak ver." (Taha, 20/13). Hz. Musa Allah ile
konuştuktan sonra Onu görmek istemiş Allah Tealâ da bu görmenin Önüne bir perde
çekmiştir.
Üçüncüsü, Meleklerden bir elçinin gönderilmesiyle olur. Bu elçi ya
Cebrail veya bir başkasıdır. O elçi melek, beşer olan peygambere Allah'ın emri
ve kolaylaştırmasıyla, vahyetmek istediği şeyi vahyeder. Nitekim Cebrail (a.s.)
ve diğer melekler peygamberlere vahiy indirirlerdi.
Şüphesiz ki Allah, yaratıkların sıfatlarından yücedir, eksik niteliklerinden
münezzehtir. Hikmetinin gerektirdiğini yapar, bütün hükümlerinde hikmet
sahibidir. Vahyi, vasıtalı da gönderir, vasıtasız da.
Bu üç vahiy şeklinin her birinde peygamber kesinlikle bilir ki, şüphesiz
vahyin kaynağı yalnızca Allah'tır. Nitekim, İbn Hibban'ın Sahih'inde Rasulullah
(s.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şüphesiz Ruhu'l-Kudüs (Cebrail
a.s.) kalbime şu sözü nefh etti. Hiçbir nefis, rızkını ve ömür süresini
tamamlamadan ölmez. O halde Allah'tan korkunuz, rızkınızı, güzel, meşru ve
insanlığa lâyık yollarda arayınız."
Sünnette Peygamber (s.a.)'e gelen vahiy şekillerinin izahı şüphesiz yerini
almıştır. Daha önce de geçtiği gibi, Buhari Sahih'inde Aişe (r.a.)'den şunu
rivayet etmiştir: "Haris b. Hişam Rasulullah'a ey Allah'ın Rasulü! Sana
vahiy nasıl gelir? diye sordu. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Bazı zamanlarda
bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hal
zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazı
zamanlarda da melek bana bir insan olarak gözükür, benimle konuşur. Ben de
söylediğini iyice bellerim. "Aişe (r.a.) dedi ki: Allah Rasul'ünü (s.a.)
çok soğuk bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte böyle soğuk bir
günde bile kendisinden o hal geçtiği vakit şakaklarından terler
boşanırdı."
Sonra yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.) ile önceki peygamberler arasındaki
vahiy benzerliğini zikrederek şöyle buyurdu: "İşte böylece sana da emrimizle
Kuranı vahyettik." Yani diğer peygamberlere daha önce vahiyde bulunduğumuz
gibi, sana da Allah'ın emri olan ve insanlara doğruyu gösterdiği için
gönüllere hayat veren bu Kur'an'ı vahyettik. Küfrün yok olmasından sonra bu
Kur'an'da mutlu bir hayat vardır. O Kur'anın inişi iki zaman arasında ayırıcı
bir çizgi olmuştur. Araplar ve Müslümanlar onunla gaflet uykularından uyanmışlar,
yüksek ve şerefli bir medeniyet kurmuşlardır.
"Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu
kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur
kıldık." Yani ey Peygamber! Sen, sana vahiy indirilmeden önce Kur'anı, imanın
manasını, dinî hükümlerin tafsilatını bilmezdin. Burada "...iman nedir
bilmezdin." denilerek özellikle imandan söz edildi. Çünkü iman, Allah'a ve
hükümlerine inanmanın esasıdır.
Fakat sana vahyettiğimiz bu Kuranı, hidayetini dilediğimiz kimseleri
doğruya ulaştıracağımız, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hidayet ve bilgi
aydınlığına çıkaracağımız ve hak dine irşat edeceğimiz bir ışık ve nur kıldık.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: O, inananlar için doğru yolu
gösteren bir kılavuzdur ve şifadır." (Fussilet, 41/44), "Biz, Kur'an
dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir..."
(İsra, 17/82), "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir
şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57).
"Şüphesiz ki, sen doğru bir yolu göstermektesin." "(O
yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur." Yani ey Muhammedi
Sen, bu çeşit vahiylerle insanları sağlıklı bir yola ve sarsılmaz gerçeğe
iletirsin. Bu gerçek, Allah'ın emrettiği hükümleri, göklerin ve yerin
hakimiyeti ancak kendisinin olan Allah'ın yoludur. Göklerde ve yerde yegâne
tasarruf sahibi onların Rabbi ve hükmünün takipçisi bulunmayan tek hakim olan
Allah'tır. Ayette "sırat" kelimesinin Lafza-ı Celâle (Allah lafzına)
izafeti, o sıratı= yolu yüceltmek içindir.
"...Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." Yani
dikkat edin, ey yaratılanlar, kıyamet gününde bütün işler, başkasına değil,
ancak Allah'a dönecektir. Allah da o meseleler hakkında adaletle hükmünü
verecektir. Bu ifade, doğruyu bulmuş muttaki müminlere bir müjde, zalim
kâfirlere de bir tehdittir. [13]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/25-27.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/31-34.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/37-39.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/43-46.
[5] Ebussuud Tefsiri, VVI/34.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/50-55.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/63-66.
[8] Razî, XXVII/177.
[9] Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Nesei, İbni Mace ve
İbni Merdüveyh, bu hadisi Aişe'deri başka bir lafızla rivayet etmişlerdir. O
rivayet şöyledir: "Peygamber (s.a.) bana dedi ki: Ona kötü söyle. Ben de
ona kötü söyledim, nihayet onun ağzındaki tükürük kurudu."
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/71-75.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/83-84.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/87-90.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
13/92-94.