ŞURA SURESİ. 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Vahyin İndirilişi, Allah'ın Azameti Ve Müşriklerin Durumlarını Gözetmesi: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

İlâhi Vahyin Hedefleri: 6

Belagat: 6

Kelime ve ibareler: 6

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

Aslı İtibarıyla Dinlerin Birliği: 9

Kelime ve İbareler: 9

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

Allah Yolunda Davetin Ve İttifak Edilen Esaslarüzerinde Dosdoğru Yürümenin Emredilmesi Ve Muarızların Delillerinin Çürütülmesi: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi: 12

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Mümîn Ve Zalimlere, Yaptıklarının Karşılığının Mutlaka Verileceği Ve Tevbenin Kabulü: 14

Belagat: 15

Kelime Ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi: 15

Ayetler Arası İlişki: 15

Açıklaması: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Mahlûkatta Allah'ın Kudretini Gösteren Deliller: 20

Belagat: 20

Kelime Ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi: 21

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23

Cennet Ehli Olan Kâmil Müminlerin Vasıfları: 24

Belagat: 24

Kelime Ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi: 25

Ayetler Arası İlişki: 25

Açıklaması: 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 27

Cehennem Karşısında Kâfirlerin Durumu: 30

Kelime Ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki: 30

Açıklaması: 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 31

Göklerin Ve Yerin Hakimi Allah'ın Çağrısına Kulak Vermek: 31

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki: 32

Açıklaması: 32

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 33

Vahyin Çeşitleri: 34

Belagat: 34

Kelime ve İbareler: 34

Nüzul Sebebi: 34

Ayetler Arası İlişki: 35

Açıklaması: 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 36


 

 

ŞURA SURESİ

 

Vahyin İndirilişi, Allah'ın Azameti Ve Müşriklerin Durumlarını Gözetmesi:

 

1, 2- Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf.

3- Aziz ve hakim olan Allah, sana ve

senden öncekilere işte böyle vahye-

4- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi  Onundur. O yücedir, uludur.

5- Neredeyse yukarılarından gökler  çatlayacak! Melekler de Rablerini  namd üe teşbih ediyorlar ve yerde- kiler için mağfiret diliyorlar. İyi bilİn kİ' Allah ǰk bağışayan. ǰk  esirgeyendir.

6- Allah'tan başka dost edinenleri  Allah daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin.

 

Açıklaması:

 

Hâ, mîm, ayn, sîn, kâf; birbirlerinden iki kesişme noktasıyla veya iki ayetle ayrılan bu beş hece harfi, bu surenin özelliklerindendir. Meşhur olan, bu harflerin birbirinden ayrılmamasıdır. Nitekim Meryem suresinin baş tarafındaki "Kaf, hâ, yâ, ayn, sâd" ve Ra'd suresinin evvelindeki "Elif, lâm, mîm, râ"daki bu hurufu mukattaa birbirinden ayrılmamıştır. Bu sure­nin harflerle başlaması, Kur'an'm Arap dilinin meydana geldiği harflerin benzerleriyle oluştuğunu göstermek, dolayısıyla Kur'an'ın mucize oluşunu ifade etmek ve suredeki meselelerin önemine dikkat çekmek içindir.

"Aziz ve hakim olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahye-der" Yani diğer peygamberlere indirilen kitapları Allah onlara vahyettiği gibi, sana da bu surede tevhide daveti, peygamberliğin ispatı, öldükten sonra dirilmeye imanı, ahiret gününü, sevabı ve azabı doğrulmayı, değerli huylarla amel etmeyi, kötülüklerden uzak durmayı, ferdi ve toplumu mut­lu kılmayı vahyetmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur : "Şüp­hesiz bu anlatılanlar önceki kitaplarda, İbrahim ve Musa'nın kitaplarında da vardır." (Ala, 88/18-19). Bu mana surenin içerdiği tevhit prensibine, peygamberleri ve ahiret hayatını kabullenmeye işeret etmektedir. Çünkü ilâhi kitapların tümünün indirilmesindeki hedef bu üç esasa imandan baş­ka bir şey değildir.

Ya Muhammedi Sana vahyeden Allah; O, mülkünde aziz, hakimiyetiy­le üstün, sanatında hikmet sahibi her şeyi yerli yerine koyan bir Allah'tır.

Bu ayetin hedeflediği mana, peygamberlerin tevhide, adalete, nübüv­vete, ahiret hayatına davetlerindeki benzerliği ortaya koymak, dünya ile mağrur olmaktan sakındırmak ve ahirete yönelmeye teşviktir.

Vahyi gerçekleştiren Allah'ın vasıflarından biri de aşağıdaki söyledik­leridir: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, uludur." Ya­ni göklerde ve yerdekilerin tümü, mülk olarak, halk etme ve kul olma açı­sından Allah'ındır. Onlar Allah'ın mülküdür. Onun yarattıklarıdır. Onlar­da var etme, yok etme açısından dilediği gibi tasarruf eder. O, tüm yarat­tıklarının üstünde ve yücedir. Kibriya ve azamet sahibidir. O'nun benzeri yoktur.

Bu ayetten kastedilen mana, Allah'ın kudretinin kemalini ve tüm mahlûkatında tasarrufunun geçerli olduğunu göstermektedir.

"Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak." Yani gökler ilâhlığı, sal­tanatı ve kudreti sebebiyle onların fevkinde olan Allah'ın azameti, celâli ve heybetinden dolayı parçalanacaktır. Zahir olan mana budur. Daha derin mana, göklerin bulunduğu yukarı taraflarından parçalanacağıdır.

Maksadın üzerinde bulunan meleklerin çokluğundan dolayı gökler ne­redeyse çatlayacak şeklindeki bir manaya da ihtimali vardır. Nitekim Ah-med b. Hanbel ve Tirmizi'nin rivayet ettiği hadis şöyledir: "Sema gıcırdar; gıcırdaması da gerekli. Çünkü gökte bir ayak basacak yer yok ki, orada rü­kû ve secde eden bir melek bulunmasın." Bir görüşe göre de şöyle denilmiş­tir: Müşriklerin "Allah çocuk edindi demelerinden dolayı gökler çatlayacak­tır. Nitekim bu konuda şöyle buyurulmuştur: "Rahman çocuk edindi dedi­ler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredey­se gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir." (Meryem, 19/88-91).

"Melekler de Rablerini hamd ile teşbih ediyorlar..." Yani Melekler; Al­lah'a yakışmayan ve Onun için caiz olmayan şeylerden Onu tenzih etmeye devam ediyorlar. Ona hamd ve sayılamayacak kadar pek çok nimetlerine şükretmeyi de teşbih ile birlikte ifade ediyorlar. Nitekim bir ayette "O Me­lekler, bıkıp usanmaksızın gece gündüz Allah'ı teşbih ederler." (Enbiya, 21/20) buyurulmaktadır. "...Ve yerdekiler için mağfiret diliyorlar, iyi bilin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." Yani Melekler, Allah'tan mümin kullarının affını istemektedirler. Sonra Allah kendisinin çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu zikretmiştir. Burada Allah'ın, rahmet ve mağfi­reti bir arada zikretmesinde meleklerin af taleplerini kabul edeceğine işa­ret olduğu gibi ayrıca mağfiret ve rahmetin Allah'a mahsus olduğuna da işaret vardır. Bazı alimler: "Allah baştan heybet ve azametini göstermiş, sonunda da lütuf ve müjdesini ifade etmiştir." demiştir.

Bu ayetin bir benzeri de: "Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bu­lunanlar (Melekler) Rablerini hamd ile teşbih ederler. Müminlerin de bağış­lanmasını isterler. Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmış­tır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru." (Mümin, 40/7) ayetidir.

Sonra Allah şöyle diyerek insanları uyarmaktadır: "Allah'tan başka dost edinenleri Allah daima gözetlemektedir. Sen, onlara vekil değilsin." Ya­ni putları ilâhlar edinip de, Allah'ı bırakarak onlara tapınan müşriklerin hallerini ve davranışlarını Allah daima görüp-gözetmekte ve neticede onla­rı cezalandırmaktadır. Ey Rasul! Sen onların hidayetinden ve günahların­dan dolayı cezalandırılmalarından sorumlu değilsin. Çünkü onları inanma­ya zorlamakla mükellef değilsin. Sana sadece tebliğ görevi vardır. [1]

 

İlâhi Vahyin Hedefleri:

 

7- Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkut­man için sana böyle Arapça bir  Kur'an vahyettik. (İnsanların) bir  bölümü cennette, bir bölümü de cehennemdedir.

8- Allah dileseydi, onları tek bir mil- let. Fakat O. dilediğini rah- metine kavuşturur. Zalimlerin ise  hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur.

9- Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost, yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, herşeye kadirdir.

10- Ayrılığa düştüğünüz herhangi

 bir şeyde hükum vermek) Allah'a mahsustur. İşte bu Allah benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na  yöneldim.

11- Gökleri ve yeri yoktan yaratanSize kendinizden e?ler hayvanlardan da (kendilerine) eşler yarat- mıstar. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.

12- Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol ve­rir, dilediğinden de kısar. O, her şe­yi bilendir.

 

Açıklaması:

 

"Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman... için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik." Yani önceki pey­gamberlere kavimlerinin dilleriyle böyle vahyettiğimiz gibi sana da Mekke halkını, çevresindeki Arapları ve diğer insanları, Allah'ın azabından, dün­ya ve ahiret işlerinden korkutman için, Arapça bir Kur'an vahyettik. Çün­kü senin peygamberliğin tüm beşeriyeti kapsamaktadır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe, 34/28). Burada özellikle Mekke halkı ve civarın-dakiler zikredilmiştir. Çünkü Peygamber'in (s.a.) risaletine ilk muhatap olanlar bunlar olup, bu risaleti tüm insanlara taşıyıp götürecek ilk nesil de onlardır. Kavimlerin ve ümmetlerin konuştukları dillere uygun olarak me­sajların çeşitli oluşlarında bu ayetin teyidine gelince o, Allah'ın şu sözüdür: "(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız ken­di kavminin diliyle gönderdik." (İbrahim, 14/4).

"...ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için. (İnsanların) bir bölümü cennette bir bölümü de cehennemdedir." Yani in­sanların ve mahlûkatm toplanıp bir araya geleceği, ruhların cesetlerle bir­leşeceği, meydana geleceğinden asla şüphe olmayan kıyamet günü ile kor­kutman için sana Arapça bir Kur'an vahyettik. İnsanlar, biraraya toplanıp, hesaba çekildikten sonra iki gruba ayrılacaklar, Allah'a, peygamberine, ki­tabına inanıp dünyada düzgün işler yapan insanlar cennete girecek, Al­lah'ı, Peygamberini ve Kur'an'ı inkâr edenler ise çılgın alevli cehennem ateşinin içine sürükleneceklerdir.

Yukarıda geçen ayetin bir benzeri de Allah'ın şu sözüdür: "Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür." (Tegabün, 64/9). Kâfir­deki zarar, imanı terk etmesinden, mümindeki zarar ise güzel işler yap­maktaki kusurundan dolayıdır. Şu ayet de benzer manayı ifade eder: "İşte bunda, ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O gün bü­tün insanların bir araya toplandığı bir gündür. Ve o gün bütün mahlûkatm hazır bulunduğu bir gündür. Biz onu (kıyamet gününü) sadece sayılı bir müddete kadar bekletiriz. O geldiği gün Allah'ın izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu." (Hud, 11/103-105).

Sonra Allah, kavminin inkârından dolayı çektiği sıkıntıdan peygambe­rini teselli etmek için inanma hürriyetinin esasını açıkladı ve şöyle buyur­du: "Allah dileseydi, onları tek bir millet yapardı. Fakat O, dilediğini rah­metine kavuşturur, zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur." Yani Allah dileseydi tüm insanları hidayet veya dalâlette olmak üzere aynı dine ve inanca yöneltirdi. Ancak insanlar, Allah'ın ezelî iradesi ve ezelî ilmi gereği kendi seçenekleriyle farklı dinler üzerinde farklı gruplara ayrılmıştır; kimisi mümin, kimisi kâfir olmuştur. Allah ise hakimdir, hikmet sahibidir, faydasız hiçbir şey yapmaz. Bu sebeple kimin hidayeti ve hak din olan İslâm'ı seçeceğini bilirse onu doğruya iletir ve buna muvaffak kılar, sonun­da bu davranışlarıyla onu cennetine koyar; kimin de delâleti ve küfrü seçe­ceğini bilirse, onu da saptırır, netice de bu davranışıyla onu alevli ateşin içine koyar. İşte bunlar, kendilerinden azabı savacak dostları bulunmaya­cak hesap ve azap gününde de kendilerine yardım edecek yardımcıları ol­mayacak zalimler, kâfirler ve müşriklerdir.

Bu ayet daha önceki "Allah'tan başka dost edinenleri Allah daima gö­zetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin." ayetini açıklamaktadır. Yani onla­rı imana sevketmek senin gücün dahilinde değildir. Buna kadir olan sadece Allah'tır. Ayet, yine peygamberi, kavminin inkârı ve İslâm'a davetinden yüz çevirmesinden dolayı çektiği sıkıntılara karşı teselli etmektedir. Sanki yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Onların imansızlığından dolayı ümitsizli­ğe kapılıp üzülme! Çünkü hidayet ve dalâlet ilâhî iradeye tabidir. Kimin ezelde mutlu olacağı geçmişse o mutlu, bedbaht olacağı geçmişse o da bed­bahttır. Bu ayetin konusu sanki "Bu yeni kitaba inanmazlarsa (ve bu yüz­den helak olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap ede­ceksin." (Kehf, 18/6) ayetinin konusu gibidir. Bu yüzden Cenabı Allah, pey­gamberine onların putperestliği ve müşrik oluşları sebebiyle üzülmemesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur. "Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. O, ölüleri diriltir, her şeye kadir­dir." Yani yoksa onlar, kendilerine yar ve yardımcı olacak zannıyla, Allah'ı bırakıp da putlardan tapacakları birtakım ilâhlar mı edindiler?

Eğer onlar hakkıyla yardımcı dost isterlerse, gerçek dost yalnız Al­lah'tır. Kulluk ancak O'na lâyıktır. Çünkü dilediğini yaratan, rızık veren, zarara uğratıp faydalandıran ve yardım eden sadece O'dur. Ölüleri diriltme gücüne sahip olan da O'dur.

Putlara ve Allah'tan başkalarına gelince onların, gerçekte ne fayda ve ne de zarar vermeye güçleri vardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Al­lah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelse­ler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri alamazlar. İsteyen de aciz, istenen de." (Hac, 22/73).

Allah, kâfirleri böylece bir kenara attıktan sonra, din konusunda on­larla münakaşa etmekten müslümanları menetmiş ve şöyle demiştir: "İhti­lâfa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah'a mahsustur." Ya­ni din ve dünya işlerinden herhangi birinde görüş ayrılığına düşerseniz bu­nun hüküm mercii Allah'tır. Çünkü O, kendi kitabı Kur'an-ı Kerim ve Ra-sul'ünün (s.a.) sünnetiyle dünyada yegâne hüküm verecek hakimdir. Kıya­met gününde de hükmüyle insanların ihtilâflarını açıklığa kavuşturacak haklıyı haksızdan ayıracaktır. Ayetten kastedilen mana: Müminlerin, kâ­firlerle düşmanlık ve münakaşaya dalmalarının yasaklanmasıdır. Nitekim Peygamber de (s.a.) kâfirleri zorla imana sevketmekten menedilmiştir.

Bu ayet Allah'ın şu kavline benzemektedir: "Eğer bir hususta anlaş­mazlığa düşürseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasulünegötürünüz." (Nisa, 4/59).

Sonra Yüce Allah, Peygamber'ine (s.a.) onlara şöyle demesini emret­miştir.: "İşte bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönel­dim." Yani bu hükmü veren o hakim, benim Rabbim olan Allahtır. Bütün iş­lerimi O'na ısmarladım. Günahlarımdan tevbe ederek sadece O'na dönerim.

İşte bu, onlara gerçek hayrın ve zararı bertaraf etmenin kaynağını göstermektedir. Bunların kaynağı onların cansız putları değildir. Bunun sebebi de Allah'ın sonsuz kudretidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyur­muştur:

1- "Gökleri ve yeri yoktan yaratandır." Yani, daha önce geçmiş bir örne­ği olmaksızın, göklerin ve yerin yaratıcısı ve icat edicisi Allah'tır. O halde ibadete lâyık olan sadece O'dur.

2- "...size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yarat­mıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlar." Yani Allah, kaynaşıp rahata eresiniz diye, cinsinizden size kadınlar yaratmıştır. İnsanların üreyip çoğalması ve insan cinsinin bekası böylece sağlanmış olur. Hayvanlar içinde kendi cins­lerinden dişiler yaratmıştır. Böylece insanoğlunun yaşama kaynakları ço­ğalmaktadır. Yahut da, hayvanlardan erkek ve dişi sınıflarını yaratmıştır. Bu yüzden şöyle buyurmuştur: "Allah sizi erkekli dişili yaratmakla çoğalt­maktadır." Yani erkekli dişili yaratmayı çoğalmanıza vasıta kılmaktadır. Ayetteki "fih" sözü, insanları ve hayvanları eşler halinde yaratma düzeni­nin, sanki bu varlıkların çoğalma kaynağı olduğunu göstermektedir.

3-4- "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." Yani hiçbir şey; zatında, sıfatın­da, hikmetinde, kudret ve ilminde Allah'ın benzeri değildir ve olamaz da. "O işitendir, görendir." Tüm sesleri duyan, işleri gören yalnız O'dur. Küçük büyük, açık gizli her şeyi işitip görür. Bu ayet Allah'ın organlardan ve par­çalardan meydana gelen bir cisim olmadığının, bir yerde ve cihette bulun­madığının delilidir. Çünkü O, bir cisim olsaydı diğer cisimlere benzerdi.

Yine ayet yüce Allah'ın bir benzeri olmamasının da delilidir. "Ancak göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce mesel O'nundur." (Rum, 30/27) ayeti, O'nun mislinin ve benzerinin bulunduğunu ifade etmez. Çünkü "Misl= ben­zer "den maksat: hakikat ve mahiyetinin tamamında bir şeye eşit olandır. "Mesel" ise mahiyet itibariyle muhalif bile olsa, mahiyet dışında bazı sıfat­larda bir şeye eşit olana derler.

5- "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir. Dilediğinden de kısar. O, her şeyi bilendir." Yani göklerin ve yerin hazinele­ri ve bunların anahtarları O'nundur. O, dilediği kullarına rızkı bol verir, di­lediklerine de kısıverir. O, kâinatta var olan, zenginleştirme, fakir kılma ve bunun, fert ve toplum üzerindeki tesirleri gibi, her şeyi bilendir. O, bunun­la ancak hikmet ve maslahatı yürütmek ister. [2]

 

Aslı İtibarıyla Dinlerin Birliği:

 

13- "Dini ayakta tutun ve onda ayrı­lığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbra­him'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye etti­ğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), müşriklere ağır geldi. Allah, diledi­ğini kendisine Peygamber seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.

14- Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekeme-mezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir (erteleme) sözü geçmiş ol­masaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba va­ris kılınanlar da onun hakkında de­rin bir şüphe içerisindedirler.

 

Açıklaması:

 

"Dini ayakta tutun ve ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi, Allah size de din kıldı." Yani ey müslümanlar! Hz. Adem'den (a.s.) sonra peygam­berlerin ilki olan Hz. Nuh'a (a.s.) emredip din kıldığı tevhit ve peygamber­lerin üzerinde ihtilâf etmediği kitapların da ittifak ettiği hükümlerin esas­larını size apaçık bir din olarak beyan etti. Allah Hz. Nuh'a (a.s.) vahyettiği bu dini esaslarını son Peygamber Muhammed'e (s.a.) de Kur'an ve İslâm olarak vahyetmiştir. Hz. İbrahim (a.s.)'e, Musa (a.s.) ve İsa'ya (a.s.) da tüm kitapların üzerinde ittifak ettiği, "dini koruyunuz" emrini vermiştir. Bu di­nin esası da, Allah'ın birliği ve O'na iman etmek; Peygamberlerine itaat ve getirmiş oldukları hükümleri kabullenmekten ibarettir.

Özetle; tüm gerçek ilâhî dinlerin inanç ve ibadet esaslarında üzerinde ittifak ettikleri; Allah'a, peygamberlerine, ahiret günü ve meleklerine inanmak, namaz kılmak, zekât vermek ve Allah'a itaat konularını size de din olarak emrettik. Mücahid şöyle demiştir: Allah, hiçbir Peygamber gönder­medi ki, ona, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve Allah'a itaati kabullenmeyi emretmiş olmasın. İşte bu Allah'ın insanlara meşru kıldığı dinidir. Doğru­luk, ahde vefa, emaneti yerine vermek, akrabayı ziyaret (sıla-ı rahim), zi­nanın, hırsızlığın ve insanların mallarına ve canlarına saldırmanın haram oluşu gibi, ahlâk ve fazilet esasları da yine tüm dinlerin ittifak ettiği hu­suslardır. Allah Tealâ tüm peygamberlere, insanlarla kaynaşmayı ve birlik olmayı emretmiş; ayrılıktan ve ihtilâfa düşmekten nehyetmiştir.

Bütün peygamberlerin getirdiği dinin esası, ancak Allah'a kulluk et­mektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Senden önce hiçbir Rasul göndermedik ki, onlar "Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana kulluk edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25). Ahmed b. Hanbel, Bu-hari, Müslim ve Ebu Davud'un Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri hadiste şu hususa yer verilmiştir "Peygamberler bir babanın evlâtlarıdır. Anaları farklı, dinleri birdir." Yani Peygamberlerin arasındaki müşterek ölçü, şeri­ki (ortağı) olmayan tek Allah'a kulluk etmektir. Ancak dinlerin, fer'î konu­larda, ibadet çeşitlerinde detaylarında ve hükümden hüküme değişen me­totlarında farklı oluşuna gelince, bu önemli değildir. Bu farklılığı gerekti­ren husus, toplumların gelişmesi, ihtiyaç ve menfaatlerinin gözetilmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Her birinize bir şeriat ve yol ver­dik." (Maide, 5/48).

Bu ayet, ulü'1-azm beş Peygamberin zikrini arka arkaya sıralamıştır. Onlar Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (s.a.)'dir. Özellikle Allah'ın bu peygamberleri arka arkaya zikretmesi ise, peygamberlerin büyüklerin­den oluşları, hüküm sahibi ve ümmetlerinin çok olmasındandır.

"Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Yani Allah'ın birliği ve putların terkedilmesi daveti, Allah'a ortak koşanlara (müşriklere) çok ağır geldi, bunu yadırgadılar ve "Allah'tan baş­ka ilâh yoktur" fikrini bir türlü hazmedemediler. Halbuki Allah, bu daveti zafere ulaştıracaktır.

"Allah dilediğini kendine (Peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir." Yani Allah, kendisini birlemek ve dinine girmek için kul­larından dilediğini seçer, dinine sarılmaya, kulluğuna bağlanmaya kendisi­ne itaate niyet edenleri ve kulluğuna yönelenleri, muvaffak kılar. Bu, bü­tün peygamberlerin üzerinde ittifak ettiği kadim dine kullarının sarılması­nı onlara emrettikten sonra Allah'ın kulları üzerindeki lütfunu, yani onları dinine bağlanmaya muvaffak kıldığını göstermektedir.

Allah'ın birliğine rağmen, insanların dinde farklı düşünmelerinin se­bebi Yüce Allah'ın aşağıdaki ayette belirttiği husustur: "Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler." Yani din sahipleri, hakka tabi olma konusunda ancak aleyhleri­ne deliller ortaya çıktıktan sonra tefrikaya düştüler. Buna sebep de sadece inat, cedelleşme, liderlik ihtirası ile aralarındaki haset, şiddetli taassup ve nüfuz merkezlerini ve maddi kazanç noktalarını elde tutma arzusudur.

"Rabbin tarafından bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında he­men hüküm verilirdi." Yani azabın ve hesabın kıyamet gününe kadar erte­lenmesi hususunda Rabbin tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı, büyük günahlar sebebiyle onlara daha dünyada derhal işledikleri cezaları verilirdi.

"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içerisindedirler." Yani Tevrat ve İncil'i daha öncekilerden tevarüs yo­luyla alan Ehl-i Kitabın son nesli, kendi kitapları, dinleri ve imanları hak­kında korkunç bir şüphe içerisindedirler. Çünkü bunlar hakka tabi olma­yıp kendilerine dini, aslına uygun olmayan bir şekilde tasvir eden sonraki din büyüklerini taklit etmişler ve şaşkın bir şekilde delilsiz olarak babala­rına ve dedelerine tabi olmuşlardır. Bu sebeple de peygamberlerin sonun­cusu Hz. Muhammed (s.a.)'in risaletine inanmamışlar ve kendi kitapları­nın ilk aslını tasdik eden Kur'an-ı ve Muhammed (s.a.)'i tekzip etmişlerdir. [3]

 

Allah Yolunda Davetin Ve İttifak Edilen Esaslarüzerinde Dosdoğru Yürümenin Emredilmesi Ve Muarızların Delillerinin Çürütülmesi:

 

15- İşte onun için sen (tehvide) da­vet et ve emrolunduğun gibi dos­doğru ol, onların isteklerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kita­ba inandım ve aranızda adaleti ger­çekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbi-nizdir. Bizim işlediklerimiz bize, si­zin işledikleriniz de sizedir. Ara­mızda tartışılabilecek bir konu yok­tur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.

16- Kabul edilen şeyin ardından, Al­lah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onlar için bir gazap, yine onlar için çetin bir azap vardır.

17-  Kitabı ve mizanı hak olarak in­diren Allah'tır. Ne biliyorsun, belki de kıyamet saati yakındır.

18- Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnanlar ise on­dan korkarlar ve onun gerçek oldu­ğunu bilirler. İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.

19- Allah kullarına lütufkârdır, dile­diğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, güçlüdür.

 

Açıklaması:

 

"İşte onun için sen (tevhide) davet et..." ayeti emir ve nehiy olmak üze­re on meseleyi içermektedir. Bunlardan her biri müstakildir. Ayetel-Kür-si'nin dışında bu ayetin benzeri de yoktur. Çünkü Ayetel-Kürsi de on konu­yu kapsamaktadır. Bu emir ve nehiyler (yasaklar) her ne kadar Peygamber (s.a.)'e yöneltilse de, hem ona hem de ümmetinedir.

1, 2- "İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dos­doğru ol." Yani ey Allah'ın Rasulü! Sen insanları bütün peygamberlerce itti­fak edilen bu dine davet et, bunda sebat et ve emrolunduğun gibi, Allah'a kulluğa ve risalet vazifesini tebliğe devam et. "felizâlike" buradaki "lâm" harfi "ilâ" manasına da gelir, o takdirde '...Ona davet et" demektir, "Rabbi-nin o yere vahyetmesiyle..." (Zilzal, 99/5) ayetinde de "ilâ" manasınadır. Bu lam'da ta'lil (sebebiyet) manası da kastedilmiş olabilir. Yani dinde meydana gelen bu dağınıklık, bu şüphe ve etrafa yayılan bu ihtilâflar sebebiyle sen insanları, ötedenberi gelen hanif dini üzere birleşmeye, kaynaşmaya davet et, Allah'ın sana emrettiği gibi bu dinde ve bu dine davette dosdoğru ol. Bu durumda "lâm" kendi manasında ta'lil için kullanılmış oluyor. Özet olarak mana şöyle olur: Zikri geçen bu sebeplerle insanları Allah'a davet et ve dos­doğru ol. Veya bir başka yorum şöyledir: Allah'ın aynı dini insanlara din olarak emretmesinden dolayı, Allah'a ve Allah'ın tevhidine davet et, davet ettiğin şeyde de dosdoğru ol ve emrolunduğun gibi risaleti tebliğe devam et.

3- "Onların heveslerine uyma!" Ey Allah'ın Rasulü! Putlara tapınma konusunda uydurup iftira ettikleri şeylerde müşriklerin istek ve arzuları­na uyma. Dedelerinden Tevrat ve İncili miras olarak alan Yahudi ve Hristi-yanlarm içerisine düştüğü şüphe, şaşkınlık, tahrif ve tebdil konusunda da onların heva ve heveslerine tabi olma.

4- "Ben, Allah 'm indirdiği kitaba inandım de!" Ey Allah'ın Rasulü! Al­lah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu, Tevrat, İncil, Zebur, İbrahim ve Musa'nın sahifelerine, tüm kitaplarına inandım, ben hiçbirinin arasını ayırmam, bazı kitaplara inanıp da, bazılarını inkâr edenlerden değilim, de. Bu, kitapların bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara bir tariz (üstü kapalı bir kınama) dır.

5- "Ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Allah bana meselelerinizi getirdiğinizde aranızda adaletle hükmetmemi emretti. Size ne artırarak, ne de eksilterek zulmetmeyeceğim.

6- "Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz." O Allah gerçek ma­buttur. Ondan başka bir ilâh yoktur. Biz bunu, kendi bilinçli tercihimizle kabul ediyoruz. O, bizim de ilâhımız, sizin de; bizim de yaratıcımız, sizin de.

7- "Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir." Yani bizim amellerimizin mükâfat ve cezası bize, sizin amellerinizin mükâfat ve cezası da size aittir. Biz, sizden de amellerinizden de uzağız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz, sizin işlediğinizden de biz sorumlu değiliz." (Sebe, 34/25). Bir başka ayette şöyle buyurulmuştur: "(Rasulüm) onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41).

8- "Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur." Hak, güneş gibi apaçık ortada olduğu için aramızda tartışılacak, münakaşa edilecek hiçbir konu yoktur.

9, 10- "Allah, hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadir." Allah, kıya­met günü mahşerde hepimizi bir araya toplayacak, farklılıklarımız konu­sunda, aramızda adaletle hükmedecektir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyur­muştur: "Be ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O en adil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir." (Sebe, 34/26). Hesap ve kıyamet gününde dönüş ve sığınma sadece O'nadır. O, herkese yaptığının karşılığını verecektir. Bu ayetin, Velid b. Muğire ve Şeybe b. Rabia hakkında nazil olduğu söylenmiştir: Onlar, Allah Rasul'ünün, Velid'in malının yarısını vermek, Şeybe'nin de kızıyla evlen­dirmesi şartıyla, davetini ve dinini bırakıp Kureyş'in dinine dönmesini is­temişlerdir.

Sonra Allah Tealâ, dini konusunda tartışanların delilinin batıl olduğu­nu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur. Üzerlerine bir gazap ve onlara şiddetli bir azap vardır." Yani, kabul ettikten sonra Al­lah'ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında batıl­dır. Batıl ile mücadele ettikleri için, onlar üzerine Allah'ın büyük bir gazabı vardır, kıyamet gününde de onlara büyük bir azap vardır. Onların sahte ve batıl davalarına hüccet ve delil denilmesi, inançlarına uygun olarak söy­lenmiştir.

Mücahid şöyle demiştir: "Allah'ın dini hakkında tartışma yapan bu in­sanlar, cahiliyye çağının tekrar geleceğini düşünen bir topluluktur. Bunlar, İslâm'ı kabul edenleri tekrar cahiliyye dönemine çeviririz diye, müslüman-larla mücadele etmişlerdir.

Katade de şöyle demiştir: Bunlar, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Tartış­maları da şöyle demeleridir: Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden, kitabımız sizin kitabınızdan öncedir. Açık olan görüş de budur. Rivayete göre Yahudiler, müminlere "Siz, ittifak edilenin kabul edilmesinin, ihtilâf edilenden daha uygun olduğunu söylemediniz mi? Hz. Musa'nın Peygam­berliği ve Tevrat'ın gerçekliği ittifakla bilinmektedir, halbuki Muham-med'in (s.a.) peygamberliği ise ittifakla sabit değildir. O halde Yahudiliğe sarılmak, İslâmiyete bağlanmaktan daha uygundur." demişlerdir. Allah, Yahudiler tarafından ileri sürülen bu delilin batıl olduğunu ifade etmiştir. Çünkü, Musa (a.s.)'ya iman, doğruluğunu gösteren ve elinde meydana ge­len mucizeler sebebiyle vacip olduğu gibi, Hz. Muhammed'e (s.a.) de yine gösterdiği mucizeler sebebiyle iman etmek gereklidir. O halde Hz. Muham-med'in (s.a.) nübüvvetini de kabul etmek gereklidir. Sonra Allah Tealâ şu sözüyle onlara cevap vermiştir: "Kitabı ve mizanı hak olarak indiren Al­lah'tır." Şüphesiz ki Allah, Rasullere indirilen bütün kitapları, hakla, deği­şik delil ve mucizelerle indirmiştir. İndirilen kitaplarda, insanlar arasında adaletle, eşitlik ve insaf ile hükmedilsin diye, mizanı, ölçüyü de indirmiş­tir. Ayette, adalete mizan adı verilmiştir. Çünkü mizan; insanlar arasında, alış verişlerinde insaf ve eşitlik aletidir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Andolsun, biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid, 57/25).

Bu delilleri tespit ettikten sonra yüce Allah inkarcıları kıyamet aza-bıyla korkutarak şöyle buyurmuştur: "Ne biliyorsunuz? Belki de kıyamet saati yakındır." Ey Rasul ve ey muhatap! Ne biliyorsun? Belki de kıyame­tin gelişi yakındır. Burada, Allah'ın dinine tabi olmaya teşvik ve kıyamet­ten korkutma vardır. Ayrıca kıyamet için hazırlanmaya da teşvik vardır.

"Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler." Alay, inkâr, ya­lanlama ve inatla, "Eğer kıyametin kopacağında samimi iseniz bu tehdit ne zaman!" diyerek kıyametin kopacağını kabul etmeyen kimseler, kıyame­tin hemen gelmesini isterler.

"İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler." Mü­minler, kıyametin kopmasından titreyip korkarlar ve onun olacağını kesin­likle bilirler, onun için çalışıp hazırlanırlar. Nitekim ayette şöyle buyurul-muştur: "Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yaparlar." (Müminun, 23/60).

Mütavatir bir hadiste, şöyle geçmektedir: Paygamberimiz (s.a.) bir yolculukta iken adamın biri onu yüksek bir sesle çağırmış, Peygamberimiz de onun sesine benzer bir sesle: "Söyle" demiş. Adam Peygamberimiz (s.a.)'e "Kıyamet ne zamandır" diye sormuş, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) "Allah iyiliğini versin kıyamet mutlaka olacaktır, onun için ne hazırladın?" diye cevap vermiştir. Adam, "Allah ve Rasul'ünün (s.a.) sevgisini" diye kar­şılık verince, Peygamberimiz (s.a.s)'de "Sen sevdiklerinle berabersin." veya "Kişi sevdikleriyle beraberdir." şeklinde cevap vermiştir.

"İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar, derin bir sapıklık içindedirler." Ey insanlar, iyi bilin ki kıyametin varlığı hakkında münakaşa edip şüpheci bir şekilde tartışmada bulunanlar açık bir cehalet ve haktan uzak düşen şiddetli bir sapkınlık içerisindedirler. Halbuki biraz düşünse-lerdi, kendilerini ilk defa yaratan Allah'ın onları tekrar diriltmeye de kadir olduğunu anlarlardı. Gökleri ve yeri yaratan Allah, ölüleri diriltmeye ka­dirdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İlkin mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki bu, O'nun için pek kolaydır." (Rum, 30/27).

"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, güçlüdür." Yüce Allah'ın kullarına lütfü çok, şefkat ve rahmeti sonsuzdur. En faydalı şeyleri onlara verir. Bunlardan biri de, sadece gerçeği ifade eden Kur'an'ı onlara indirmesidir. Büyük zararları ve belâları onlardan defeder. Yine bunlardan biri de, geçen ayetlerde olduğu gibi, insanların azabını er­telemesidir. Allah'ın lütuf ve bağışlarından bir diğeri de, kullarından iyi -kötü herkesi rızıklandırmasıdır. İstediğini istediği gibi rızıklandırır, kimisi­ne bolluk, kimisine darlık verir. O, çok güçlüdür. Kudret ve kuvveti apaçık­tır. O, her şeyi mağlup eder, hiçbir şey O'nu mağlup edemez ve O'nu hiçbir şey acze düşüremez.

Mahlûkatına rızık vermesi konusunda benzer bir ayet yüce Allah'ın şu sözüdür: "Yer yüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzeri­nedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi apaçık bir kitapta (levhi-mahfuz'da) dır." (Hud, 11/6). Bu konuda benzer pek çok ayet vardır. [4]

 

Mümîn Ve Zalimlere, Yaptıklarının Karşılığının Mutlaka Verileceği Ve Tevbenin Kabulü:

 

20- Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da bundan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.

21- Yoksa onların, Allah'ın izin ver­mediği bir dini getiren ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.

22- Yaptıkları şeyler başlarına ge­lirken zalimlerin, korkudan titre­diklerini göreceksin. İman edip iyi işler yapanlar da cennet bahçele-rindedirler. Rablerinin yanında on­lar için diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur.

23- İşte Allah'ın iman eden ve iyi iş­ler yapan kullarına müjdelediği ni­met budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla ıesiz Allah bağışlayan, ığını verendir.

24- Yoksa onlar, (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler? Al­lah dilerse senin kalbini de mühür­ler. Allah, batılı yok eder, sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir.

25- O kullarının tevbesini kabul eden, günahları bağışlayan ve yaptıklarını bi­lendir.

26- Allah, iman edip iyi işler yapanların tevbesini kabul eder, lütfundan onla­ra fazlasını verir. Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır.

 

Açıklaması:

 

"Kim ahiret ekinini (kazancını) istiyorsa, onun kazancını artırırız" Yani kim, amelleri ve kazandıklarıyla ahiret mükâfatını istiyorsa onu güçlen­dirir ve zenginleştiririz. Bir iyiliğine karşılık on kat, hatta yedi yüz kata kadar onu mükâfatlandırırız. Bu mükâfatlandırma, Allah'ın dilediği dere­cede olur. "Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz." Yani kimin çalışması ve gayreti dün­ya nimetlerinden ve lezzetlerinden bir şeyi elde etmek için olur, ahiret amellerini ihmal ederse, ona irademizin gereğini ve kaderde onun için ne pay ayırmışsak onu veririz. Ancak ahiret için çalışmadığından, ahirette onun hiçbir nasibi olmaz.

Ayetin genel ifadesi, İsra süresindeki ayetle kayıtlandınlmıştır. "Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dile­diğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovul­muş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunlar çalışmalarının karşılı­ğını görecektir." (İsra, 17/18-19).

İmam Ahmed b. Hanbel, Hakim (Hakim bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir) ve diğerlerinin Ubeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiklerine göre Al­lah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bu ümmeti, yücelik, zafer ve yeryüzü­ne hakim olmakla müjdele. Ancak onlardan kim, ahiret amelini dünya için yaparsa, ahirette onun hiçbir nasibi olmaz."

Hakim'in sahih kaydıyla ve Beyhaki'nin Ebu Hüreyre'den rivayet et­tikleri hadiste Ebu Hüreyre şöyle demiştir: "Allah Rasulü (s.a.) "Kim ahiret kârını isterse..." ayetini okudu, sonra şöyle buyurdu: "Allah buyuruyor ki: Ey Ademoğlu! Kendini tamamen bana kulluğa ver ki, gönlünü zenginlikle doldurayım ve fakirlik kapını kapatayım. Eğer böyle yapmazsan gönlünü değişik meşgalelerle doldurur, fakirlik kapını da kapatmam."

Allah insanlara indirdiği dine sarılmalarını emrettikten sonra (13. ayet) din adına başkalarının ortaya koyduğunu reddetmektedir. Çünkü bu, müşriklerin sapıtmalarının esas sebebidir. Bu konuda şöyle buyurmuştur: "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?" Yoksa müşriklerin şeytanlardan yardımcıları var da, Allah'ın din olarak ka­bul etmediği bir dini mi ortaya koydular? Bu sebeple sana Allah'ın din ola­rak emrettiği gerçek dine uymadılar da, cin ve ins şeytanlarının, kendileri­ne emrettiği dine mi uydular? Onların şeytanlara uymalarının delilleri şun­lardır: Şeytanlarının kendilerine haram kılıp yasakladığı; bahire, şaibe, va­sile ve ham denilen develeri haram kabul etmeleri, murdarı, kanı ve ku­mardan elde edilen parayı yemeyi ve buna benzer, cahiliyye döneminde uy­durdukları putlara tapınma ve benzeri nice sapıklık ve cahillikleri benim­semeleridir. Ayette geçen "Şürekâ = ortaklar," cin ve insan şeytanlarıdır.

Buhari ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde sabit olduğuna göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Amr b Luhayy b. Kam'a'yı cehennemde bağırsaklarını sürüklerken gördüm." Çünkü, şaibe denilen develeri ilk şerbet bırakan ve Araplara putlara tapınmayı emreden odur. Amr b. Luhayy, Hu-za'a krallarından biri idi. Bu yüzden Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz, za­limlere can yakıcı bir azap vardır." Eğer bu ümmet hakkında kıyamete ka­dar Allah'ın azabı erteleyeceğine dair ezeli hükmü olmasaydı, müminlerle müşrikler arasındaki hüküm derhal kesinleşir ve şirk önderlerinin cezası dünyada hemen verilirdi. Zalimler için cehennemde acı ve elem verici, şid­detli bir azap vardır. O cehennem ne kötü bir yerdir.

Azabın geciktirilmesi, yüce Allah'ın şu sözü gereğidir: "Bilakis kıyamet onlara vadedilen asıl saattir ve o saat daha belâlı ve daha acıdır." (Kamer, 54/46). Sonra yüce Allah, zalimler için uhrevi cezanın hallerini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zalimlerin korku­dan titrediklerini göreceksin." Yani gözlerinle göreceksin ki, kıyamet gü­nünde kâfirler, dünyada yaptıkları çirkin şeyler yüzünden korkar ve titrer halde bulunacaklardır. Yaptıkları kötülüklerin cezası da mutlaka başlarına gelecektir, ister korksunlar, ister korkmasınlar.

"İman edip, iyi işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Rablerinin yanında onlara diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur." Yani Al­lah'ı ve O'nun peygamberlerini tasdik edenler, emir ve nehiylerinde Rable-rine itaat edenler, cennet bahçelerindedirler. Cennetin en güzel ve en nezih yerlerindedirler. Rableri yanında arzu ettikleri her türlü nimet ve lezzet onlar için mevcuttur. İşte kendilerine verilen, tam gerçeği bilinmeyen bu mükâfat, dünyadaki bütün lütufların üzerinde olan bir ihsandır.

O, tam ve kapsayıcı bir nimettir. "Rablerinin yanında..." ifadesi, değer ve şerefi anlatır, yoksa mekânı değil. Sonra Allah Tealâ bu mükâfatın mut­laka gerçekleşeceğini haber vererek şöyle demiştir. "İşte Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur." Yani cennet bahçelerindeki ve kuşatıcı olan bu mükâfat, yüce Allah'ın onlara müjdesiyle mutlaka olacaktır. Bu müjde iman ile amel arasını birleştiren, yani hem inanıp hem de Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek hayatını düzene sokan bu kimseler içindir. "İşte bu..." sözüyle müminlere hazırlanan nimete işeret edilmiştir.

Sonra yüce Allah, Peygamberine (s.a.) dünya nimet ve menfaatlerin­den uzak olduğunu açıklamasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyo­rum." Yani ey Allah'ın Rasulü! Kavmine: "Ey kavmim! İlahi mesajı tebliğ etmeye karşılık sizden, ne bir ödül, ne bir mükâfat ve ne de herhangi bir maddi menfaat istiyorum. Ancak aramızdaki akrabalık ve yakınlığın tak­dir edilmesini, ehl-i beytime ve yakınlarıma saygı gösterilmesini istiyorum. Böylece bana yapacağınız kötülüğe mani olmuş ve Rabbimin mesajlarını tebliğ etmeme müsade etmiş olursunuz."

Ebu'l-Kasım et-Taberani'nin İbn Abbas (r.a.)'dan rivayetine göre, Al­lah Rasulü (s.a.) onlara şöyle demiştir: "İlahi mesajı tebliğ edişime karşılık sizden hiçbir mükâfat istemiyorum. Ancak size yakınlığımdan dolayı beni sevmenizi ve aramızdaki akrabalığı korumanızı istiyorum."

İmam Ahmed b. Hanbel'in yine İbn Abbas'tan rivayetine göre Nebi s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Size getirmiş olduğum açık ayetler ve hidayete mukabil, sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Allah'ı sevmenizi ve itaat ederek O'na yakın olmanızı istiyorum." İşte bu Hasan-ı Basri'nin görüşü olup, yakınlık sevgisinin ikinci yorumudur. Yani sizi Allah'a yaklaştıracak ve Onun yakınında bulunduracak iyilik ve taatleri yapmanızı istiyorum. Bana göre açık olan mana birinci yorumdur, akrabalık sevgisi ayetin için­dedir. Yani bu sevgi akrabalıkta bulunup orada yerini almıştır. Ebu Hay-yan da bu manayı yerinde bularak tercih etmiştir.

İkrime "Kureyş, yakınlarını ziyaret ederdi, Muhammed (s.a.) peygam­ber olarak gönderilince onlar, onunla akrabalık ziyaretini kesmişlerdir." dedi. Peygamber (s.a.)'de "Daha önce yaptığınız gibi beni ziyaret edin" bu­yurmuştur.

Buhari'nin Sahih'inde sabit olduğuna göre Allah Rasulü (s.a.) Gadiri Hum denilen yerdeki hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Size, aranızda ağır­lığı ve önemi olan iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim ve -:hl-i beytim. Bu ikisi Havz-ı Kevser'de yanıma gelinceye kadar birbirlerin­den ayrılmayacaklardır." Tirmizi'nin Cabir (r.a.)'den rivayetine göre, hadis­te geçen "ıtretî" sözünü Peygamberimiz (s.a.) "ıtretim ehl-i beytimdir" diye :efsir etmiştir.

Sonra yüce Allah insanları iyilik yapmaya ve iman etmeye teşvik et­miş ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla .eririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir." Yani kim, ;yı bir davranışta bulunursa, o davranış sebebiyle onun mükâfat ve sevabı--ı kat kat veririz. Allah Tealâ birçok günahı bağışlar; az olan iyilikleri de :oğaltır ve güzel davranan insana şükrünün karşılığını verir. Benzeri ayet şöyledir: "Şüphe yok ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Kulun yaptığı ..ş eğer iyilik olursa onu katlar (kat kat artırır) kendinden de büyük mükâ--zî verir." (Nisa, 4/40).

Sonra Allah, Rasulüne iftiralarından dolayı müşrikleri kınamış ve söyle buyurmuştur: "Yoksa onlar (senin için) Allah'a karşı yalan uydurdu ~-.u derler?" "Muhammed, peygamberlik ve Kur'an'ın kendisine inişi iddi­asıyla Allah'a yalan mı isnat etti" diyorlar. Bu iddia kendilerine din olarak iabul ettikleri şirkten çok daha çirkindir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.) gibi r irisine Allah'a iftira isnadı yapılamaz. Halbuki ey müşrikler, size peygam-rerlikten önce onun dürüstlüğüne ve güvenilir olduğuna şahitsiniz.

Daha sonra yüce Allah onların isnatlarını reddetti ve şöyle buyurdu: "Allah dilerse senin kalbini mühürler ve Allah batılı yok eder, sözleriyle hak­kı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilendir." Yani, sen Allah'a yalan iftira edecek olsaydın, senin kalbini mühürler ve sana vermiş olduğu Kur'an'ı senden çekip alırdı. Böyle bir şeye ancak kalpleri, kulakları ve göz­leri Allah tarafından mühürlenmiş kimseler cüret edebilir. Basiret ve bilgi sahibi kimseler ise buna cesaret edemez. Peygamberimiz (s.a.) Allah'a hiçbir yalan isnadında bulunmamıştır. Allah Tealâ da bunu teyit etmiştir.

Bu ayetin manası, aşağıdaki ayete benzemektedir: "Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mani de olamazdınız." (Hakka, 69/44-47).

Ebussuud demiştir ki: "Ayet, müşriklerin söylediklerinin batıl olduğu­nu göstermektedir. Çünkü Allah Rasulü (s.a.), Allah'a iftira edecek olsaydı, Allah, onun kalbini mühürleyerek, kesinlikle buna mani olacaktı; böylece o peygamberin kalbine Kuranın hiçbir manası gelmeyecek ve hiçbir harfini söyleyemeyecekti."[5]

Sonra yüce Allah batılı ortadan kaldırıp hakkı gerçekleştirdiğini açık­ladı. Çünkü Allah Tealâ batılın devamına müsade etmez. Eğer Nebi (s.a.)'in söyledikleri de batıl olsaydı, onları mahvederdi. Nitekim müfteriler hakkında Allah'ın adeti hep böyle cereyan etmiştir. Allah ancak hakkı, İslâm'ı yerleştirir ve indirdiği Kur'an ayetleriyle, peygamberini teyit ettiği mucizeler ve delillerle onu açıklar. Çünkü Allah Tealâ kullarının kalplerin­de olanları derinlemesine bilir.

Sonra Allah Tealâ önlerine ümit ve tevbe kapısın açarak şöyle buyur­du: "O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıkla­rınızı bilendir." Yani Cenabı Hak günahkâr kullarının, geçmişte işlemiş ol­dukları suçlardan dolayı tevbelerini kabul eder ve geçmişteki hataları ba­ğışlar. Yaptığınız hayır, şer ne varsa hepsini bilir ve herkese lâyık olduğu mükâfat ve cazayı verir.

Ayetin benzeri: "Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de, sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok yargılayıcı ve esirgeyici bula­caktır." (Nisa, 4/110).

Müslim'in Sahihinde Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kulunun tevbesinden do­layı Allah 'm sevinci, sizden birinizin ıssız çölde devesiyle giderken, onu üze­rindeki yiyecek ve içecekle birlikte elinden kaçırması üzerine bir ağaç altına gelerek ümitsiz bir halde yaslanıp yattığında, devesini yanıbaşında görü-vermesi üzerine devenin dizginini tutarak, sonsuz sevincinden "Ey Allah'ım! Sen Rabbimsin, ben de senin kulunum." diyecek yerde yanlışlıkla "Allah'ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." dediğindeki se­vincinden daha çoktur."

Allah tevbenin kabulünü duanın kabulüyle pekiştirerek şöyle buyur­muştur: "Allah, iman edip iyi işler yapanların duasını kabul eder, lütfun-dan onlara fazlasını da verir." Allah, iman edenlerin ve Rablerine itaat edenlerin tevbelerini kabul eder, onlara istediklerini verir, hatta istedikle­rinden fazlasını da verir. Allah kendisinin bir ihsanı ve nimeti olarak onla­rın hak ettikleri mükâfattan daha fazlasını da verir. Veya müminler dua ettiğinde, Allah onlara icabet eder, dualarını kabul eder. Kelimenin yapı­sından kaynaklanan diğer bir mana da şöyledir. Müminler, Rablerinin da­vetine icabet ederler. Nitekim "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi ça­ğırdığı zaman, Allah ve Rasulüne uyun." (Enfal, 8/24) buyurulmuştur.

Yüce Allah, müminleri mükâfatla müjdeledikten sonra, kâfirleri de azap ile tehdit ederek şöyle demiştir: "Kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır." Allah'a ve Rasul'üne inanmayanlara kıyamet gününde elem verici bir azap vardır. [6]

 

Mahlûkatta Allah'ın Kudretini Gösteren Deliller:

 

27- Allah kullarına rızkı bol bol ver- şeydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat diledi ölüde indirir.  Çünkü O, kullarının haberini alandır onları görendir

28- O (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmen ner tarafa yayandır. O, hakiki  dosttur, övülmeye lâyık olandır.

29- Gökleri, yeri ve bunların içine  yayıp ürettiği canlıları yaratması  da O'nun delillerindendir. O diledi- ği zaman bunları bir araya toplamaya da kadirdir. 

30- Başımza gelen herhangi bir musibet'kendi ellerinizle işledikleriniz  yüzündendir. Allah çoğunu affeder.

31- Yeryüzünde (O'nu) aciz bıraka- cazsınız. Allah'tan başka bir dostu- nuz ve bir yardımcınız da yoktur.

32- Denizde dağlar gibi akıP giden- ler (gemiler) de O'nun (varlığının)  delillerindendir.

33- Düerse O, rüzgâr, durdurur da  onun (denizin) üstünde kalakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

34- Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da affeder (kur­tarır).

35- Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar kendilerine kaçacak bir yer olma­dığını bilsinler.

36- Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır. Allah'ın ya­nında bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.

 

Açıklaması:

 

"Allah kullarına rızkı, bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat o rızkı, dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alandır, onları görendir." Yani Allah, kullarına rızkı genişletip, ihtiyaçlarından fazlasını verseydi, bu durum onları zulme ve azgınlığa sevkeder, yeryüzünde isyan ederler, nimete nankörlük edip, kibirlenirler, Karun ve Firavun gibi, kendi­leri için istenmesi uygun olmayan şeyleri isterlerdi. Fakat Allah, kullarına rızkı; iradesi ve yüce hikmeti gereği, belli bir ölçüde indirip vermektedir. Onlar için faydalı olanı seçmekte; zenginliğe lâyık olanı zenginleştirmekte, fakirliğe müstahak olanı da fakirleştirmektedir. Çünkü O, kullarının halle­rini pek iyi bilir; rızkın genişletilmesi mi, yoksa daraltılması mı, hangisi onlar için yararlıdır, onu görür. Nitekim Enes (r.a.)'ten rivayet edilen bir hadis-i kudsi'de şöyle denilmiştir: "Kullarımdan öyleleri var ki, onu ancak zenginlik düzeltir, onu fakirliğe düşürsem, dinini bozmuş olurum. Kulla­rımdan öyleri de var ki, onu ancak fakirlik düzeltir, onu zengin kılsam dini­ni bozmuş olurum."

Katade de: "En iyi geçim, seni Allah'tan uzaklaştırmayan ve azdırma­yan geçimdir, denilir." demektedir.

Sonra Allah, insanlar eğer yardıma ihtiyaç duyarlarsa onlara yardım edeceğini belirterek şöyle buyurmuştur: "O (insanlar) umutlarını kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, hakiki dosttur. Övülmeye lâyık olan O'dur." Yani yüce Allah, insanlar ümitsiz bir halde iken, ihtiyaçlı ve fakir bulundukları bir zamanda gökten yağmuru indiren­dir. Çünkü yağmur, rızık çeşitlerinin en faydalısı, faydası ve menfaati en çok olanıdır. Bütün varlığı Allah, rahmetiyle kuşatır, o bölge, o ülke halkı­na Allah bereketini akıtır. Allah, kendilerine ihsan eder. Bu ihsan ve ikra­mına karşılık da kulları tarafındanhamd edilmeye lâyık olan sadece Odur.

Ümit kesildikten sonra yağmurun indirilmesi hususunda ayetin ben­zeri Allah Tealâ'nın şu kavlidir: "Oysa onlar daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi." (Rum, 30/49).

Müfessir Katade şöyle demiştir: "Bize, bir adamın Ömer b. Hattab (r.a.)'a şöyle söylediği anlatılmıştır:" "Yağmur yağmamış ve kıtlık olmuş, insanlar ümitsizliğe düşmüştür. Hz. Ömer de, "Size yağmur yağdırıldı" demiş ve "O (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren rahmetini her tarafa yayandır. O hakiki dosttur, övülmeye lâyık olan O'dur." ayetini okumuştur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak ulûhiyyetinin delillerini zikrederek şöyle demiştir: "Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun delillerindendir." Yani bu harikulade şekilde gökleri ve yeri ya­ratması ve ikisi içerisinde hareket eden canlıları yayıp dağıtması O'nun büyüklüğünün, kudretinin ve hakimiyetinin delillerindendir. Bu göklere ve yere yayıp dağıttığı yaratıklar, farklı şekilleri, farklı renkleri ve farklı tabi-atlarıyla; melekleri, insanları, cinleri ve diğer canlıları içine almaktadır. Diğer seyyarelerde başka canlılar da olabilir, ayet bunları ifade etmektedir. Ayette ikisinin içine yaydığı ifadesi ile Allah ikisinden birinin içine, yeryü­züne yaydığı (gökyüzüne değil) anlamını murat etmiştir, denilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksı­zın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı." (Lokman, 31/10).

"O, dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da kadirdir." Allah, dilerse kıyamet gününde bir arazide göklerin ve yerin bütün varlıklarını bir araya toplamaya gerçekten gücü yeter. Bura da onlar arasında adil ve gerçek hükmüyle kararını verir.

Bu ayet Allah'ın kâinatı ve varlığı parça parça yaratmasının, acizliğin­den dolayı değil de bir hikmetten dolayı olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu sebeple şöyle buyurmuştur: "O, dilediği zaman bunları bir araya toplama­ya da kadirdir." Yani onları toplayıp, hesaba çekmeye kadirdir. Ayette "alâ cem'ihim" şeklinde söylendi, "alâ cem'ihâ" denilmedi; bu ifadelerin birincisi akıl sahiplerini, ikincisi ise akıllı olmayanları anlatmaktadır. Çünkü bu toplamaktan maksat, muhasebedir. Hesaba çekilecekler de, ancak Allah'ın akıllı kıldığı varlıklarıdır. Yani Allah dilediği zaman akıl verdiği kimseleri hesaba çekmek için bir araya getirmeye kadirdir.

Sonra yüce Allah günah ve isyanların sebeplerini zikretti ve şöyle bu­yurdu: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder." Ey insanlar! Başını­za gelen musibetler, acılar, hastalıklar, kıtlık, sel felâketleri, fırtınalar, depremler ve benzeri istenmeyen haller bütün bunlar ancak işlediğiniz gü­nahlar ve daldığınız masiyetler sebebiyledir. Bunlar günahlarınızın cezala­rı ve keffaretleridir. Allah, kullarının masiyetlerinden bir çoğunu da affe­der, cezalandırmaz. Bazen kişi günahsız olarak da felâkete uğrayabilir. Bu da, sevabının artması, derecesinin yükselmesi içindir.

Ayetin ilk kısmının benzeri Allah'ın şu sözüdür: "Yahudilerin zulmü sebebiyle, kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa, 4/160). Ayetin baş tarafının bir benzeri de şu ayettir: "Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür." (Nisa, 4/123). Aye­tin son kısmının benzeri ise: "Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yer yüzünde hiçbir canlı varlık bırakmazdı." (Fa-tır, 35/45). Ebu Said el-Hudri ve Ebu Hüreyre'den, Buhari, Müslim ve İmam Malik'in rivayet ettiği sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Ca­nım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, herhangi bir müminin başı­na yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı ve kaygıdan, diken batmasına varıncaya kadar, her ne musibet gelirse, Allah bunları o müminin hataları­na keffaret kılar." İmam Ahmed b. Hanbel'in, Hz. Aişe'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasul'ünün (s.a.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Ku­lun günahları çoğaldığında, o günahlara keffaret olarak bir şeyi de yoksa, Allah o kulu günahlarını örtmek için, üzüntüye mübtelâ eder."

Bu ayet indiği zamanda Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Mu-hammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, günahsız olarak kimsenin eline diken batmaz, damar titremez ve ayak kaymaz. Allah'ın af­fettikleri ise daha çoktur."

Müfessir el-Vahidi, el-Basit adlı tefsirinde şu hadisi rivayet etmiştir: "Allah, dünyada affettiklerine, ahirette bir daha dönmeyecek kadar izzet ve kerem sahibidir. Dünyada verdiği cazayı da ahirette tekrar etmekten mü­nezzehtir. "

"Yeryüzünde (O'nu) aciz barakamazsınız. Allah'tan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız da yoktur." Ey günahkâr kâfirler! Siz nerede olursanız olun, Allah'ı aciz bırakamaz ve yeryüzünde Ondan kaçıp kurtulamazsınız. Bilakis Allah'ın size takdir ettiği musibetler başınıza gelecektir. Allah'tan başka, işlerinizi düze çıkaracak ve O'nun takdir ettiğinden sizi kurtaracak bir dostunuz olmadığı gibi, Allah'ın azabından sizi koruyacak bir yardımcı­nız da olmayacaktır.

Daha sonra yüce Allah, kudret ve azametini gösteren diğer delilleri zikrederek şöyle buyurmuştur: "Denizde dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının) delillerindendir." Yani denizde giden dağlar gibi ge­mileri yürütmesi de, Allah'ın açık kudretine ve hakimiyetine delâlet eden delillerdendir.

"Dilerse O, rüzgârı durdurur da gemiler onun (denizin) üstünde kala­kalırlar." Yani Allah, giden gemileri durdurmak isterse, rüzgârların hare­ketini keser böylece gemiler de, deniz üzerinde sakin ve sabit bir hale gelir­ler, hareketsiz olarak su üzerinde kalakalırlar.                       

"Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır." Yani, gemilerin zikredilen özelliklerinde ve denizlerde akıp gitmesinde, zorluklara, belâlara ve Allah'a itaata çok sabreden, nimetlerine karşı çok şükredenler için, Allah Tealâ'nın kudretini gösteren büyük deliller vardır.

"Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder. Bir çoğunu da affeder (kurtarır)." Yani Cenab-ı Allah dilerse, insanların istedikleri günahları yü­zünden o gemileri batırarak helak eder, ama onların günahlarından bir ço­ğunu da affeder, yahut o insanlardan çoğunu affedip, onları boğulmaktan kurtarır. Eğer onların bütün günahlarıyla onlara ceza verecek olsaydı, ge­miye binip yolculuk yapan herkesi helak ederdi.

"Böylece ayetlerimiz üzerinde tartışanlar, kendilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler." Yani yüce Allah, onlardan intikamını alacak; Allah'ın ayetlerini yalanlayarak onlar hakkında münakaşa edenler de, o zaman Al­lah'ın azabından kaçıp kurtulacak, sığınacakları bir yer olmadığını göre­ceklerdir. Çünkü onlar Allah'ın kudret ve saltanatıyla kahr olacaklardır.

Yüce Allah, birliğini gösteren delilleri beyan ettikten sonra, dünyaya aldanmaktan sakındırdı ve şöyle buyurdu: "Size verilen şey yalnızca dünya hayatının (geçici) faydasıdır." Yani size verilen tüm zenginlikler, rızık bol­luğu, makam mevki ve saltanat, bunlar ancak dünyanın basit bir eşyasıdır, bunlardan kısa bir süre faydalanılır, sonra onlar çabucak yok olup gider. Çünkü dünya fanidir, şüphesiz yok olacaktır. Allah'ın birliğinin delillerini kabul etmeye engel olan şeyin dünyaya rağbet olduğu düşünülür. Makam mevki arzusu Allah'ın birliğine inanmayı engeller. Bu sebeple yüce Allah dünyaya aldanmaktan sakındırdı, ahirete teşvik ederek şöyle buyurdu: "Allah'ın yanında bulunanlar ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir." Yani Allah'ın yanın­da bulunan itaat sevabı ve cennet mükâfatı dünya metaından daha hayırlı, daha süreklidir. Çünkü o asla kesilmeyecektir. Halbuki dünya nimeti çabu­cak kesilecektir. O halde fani olan dünyayı baki olan ahiretin önüne geçir­meyin. Baki olan ahiret nimetleri Allah ve Rasul'ünü tasdik eden, tüm işle­rinde Rablerine güvenen, işlerini Ona havale edenler için daha hayırlı ve daha devamlıdır. [7]

 

Cennet Ehli Olan Kâmil Müminlerin Vasıfları:

 

37- Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar.

38- Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.

39- Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar.

40- Bir kötülüğün cezası, ona denk  bir kötülüktür. Kim bağışlar ve basağlarsa, onun mükâfatı Allah'a  aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez.

41- Kim zulme uğradıktan sonra  hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şeyyoktur.

42- Ancak insanlara zulmedenlere  ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır.

43- Kim sabreder ve affederse şüp­hesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ cennet ehlini, kendisine iman ve tevekkül (kendisine daya­nıp, güvenme) ile nitelemiş ve onların aşağıdaki özelliklerini sıralamıştır:

1- Büyük günahlardan sakınmak: "Onlar büyük günahlardan ve haya­sızlıktan kaçınırlar." Yani şirk, kasten adam öldürmek ve ana babaya isyan gibi Allah'ın şiddetle tehdit ettiği büyük günahlara düşmekten sakındıkla­rı gibi dinin, aklın ve fıtratın çirkin gördüğü, gıybet, yalancalık, zina, hır­sızlık ve yeryüzünde bozgunculuk etmek gibi söz ve davranışlardan da uzak dururlar.

2- Gücü yettiğinde affetmek: "... kızdıkları zaman da kusurları bağış­larlar." Kendilerini öfkelendiren suçu görmezlikten gelip öfkelerini yutar­lar ve kendilerine zulmedenlere yumuşak davranırlar. Çünkü onların se-ciyyesi insanları affedip bağışlamaktır, onlardan intikam almak değildir. İşte bunlar, güzel ahlâktır. Bu ahlâka sahip olanlar, kendilerine zulmeden­lere şefkat gösterirler, kaba davrananları bağışlarlar ve bu davranışlarıyla da Allah'ın mükâfatını ve affını isterler. Sahih bir hadis-i şerifte şöyle söy­lenmiştir: "Peygamber (s.a.) nefsi için asla intikam almamıştır. Ancak Al­lah'ın saygı değer mukaddesatı çiğnenirse, işte o zaman gerekli karşılığı vermiştir."

3- Allah Tealâ'ya tam bağlılık ve itaat: "Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler." Yani Rablerinin kendilerini davet ettiği, Allah'ın birliği ve şirkten uzak kalma gibi konularda Onun emrine uyarlar; Allah'ın emretti­ği ve yasakladığı konularda peygamberlere itaat ederler.

4- Namaz kılmak: "...ve namazı kılarlar..." Üzerlerine farz kılman na­mazı rükünlerini ve şartlarını yerine getirerek vaktinde, huşu ile tam ola­rak eda ederler. Burada diğer fazilet esaslarıyla birlikte sadece namazın adı geçmiştir. Çünkü namaz, Allah'a yapılan ibadetlerin en büyüğüdür, Al­lah'a ulaşma miracıdır. Kul ile Allah arasında rabıtadır.

5- Şura nizamına bağlı kalmak: "...onların işleri, aralarında danışma iledir." Özel olsun, genel olsun, aralarındaki tüm işlerinde birbirlerine da­nışırlar. Ammeyi-kamuyu ilgilendiren hiçbir meselede kendi başlarına tek olarak karar vermezler. İdarî görev, halifelik, devleti düzenleme ve faydasına olacak şeyleri planlama, harp ilânı, valileri, hakim ve savcıları görev­lendirme işleri, bütün bunları danışarak yaparlar. Nebi (s.a.), ashabına (arkadaşlarına) insanların en çok danışanı idi. Sahabe de halife tayini, din­den dönenlerle harp, yeni olaylar ve meseleler için şer'î hükümler istinbat etmek (çıkarmak) gibi önemli meselelerde peygamberimizin yolunu tut­muşlardır. Hz. Ömer (r.a.) de Hürmüzan müslüman olarak kendisine geldi­ğinde ona danışmıştır. Hz. Ömer yaralandığında, kendisinden sonra hilâfet meselesinin çözümünü altı kişiye bırakmıştır. Onlar Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avftır. Bunlarda hilâfet için Osman (r.a.)'ın öne geçmesinde ittifak etmişlerdir.

Burada ayet müminlerin sabit bir özelliğini tespit etmiş, bir başka ayet de istişareyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "İş hakkında onlara da­nış." (Ali İmran, 3/159). Hasan-ı Basri şöyle demiştir: "İstişare eden bir topluluk, mutlaka işlerinde en iye çözüm şekline kavuşur." İbnu'l-Arabi de: "İstişare, topluluğun birbiriyle ülfeti, kaynaşmasıdır. Akılların derecesini ölçen bir alettir ve doğruya ulaşma vasıtasıdır. Bir topluluk istişare ederse, mutlaka doğru görüş kendisine gösterilir." demiştir. .

6- İnfak: "...kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar." Allah yolun­da ve O'na itaat noktasında, kendilerine verdiğimiz mal ve diğer nimetler­den harcarlar. Çünkü zenginlerin infakı (harcaması) milletin güçlenmesine sebep olur, ümmetin zayıf noktalarının tedavisine sebep olur. Ayrıca infak devletin heybet ve vakarını, fertlerinin şanını ve şerefini korumanın yolu­dur. Bu da, önce en yakınlardan başlayarak, muhtaçların ihtiyacını gider­mek ve düşmanlarla savaşmak için harp alet ve edavatını hazırlamak gibi kamu menfaatine olan hayırları yapmakla gerçekleşir.

7- Şecaat (yiğitlik): "Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar." Zulme ve saldırıya maruz kaldıkları zaman, kendilerine zulmedenlere kar­şı elbirliği ile mücadele ederek karşılığını verirler. Çünkü zulme maruz ka­lınınca karşılık vermek vacip ve aynı zamanda fazilettir. Zalime boyun eğip karşısında eğilmek müminlerin şerefiyle bağdaşmaz. Çünkü acz ve zaaf göstermek, düşmanı daha başka düşmanlıklar yapmaya sevkeder. Mümin­ler izzet sahibi, asil kimselerdir, haklarını mukaddes değerlerini ve şerefle­rini korurlar, aciz ve zelil olamazlar, bilakis kendilerine zulmedenlerden intikam alma kudretine sahiptirler. Bu kudrete kavuştukları zamanda af­federler.

Bu ayetle önceki ayet arasında her hangi bir çelişki yoktur: "...kızdık­ları zamanda kusurları bağışlarlar." Çünkü her bir ayetin kendine göre bir yeri vardır. Önceki ayetin söyleniş yeriyle, sonraki ayetin söyleniş yeri fak­lıdır. Çünkü kusurları affetmek iki kısımdır.[8]

a) Fitnenin teskinine, gönüllerin rahatlamasına ve kötülük yapanın kötülüğünden dönmesine sebep olan bağışlama övülmüştür. Bu tarzdaki affetmeye ilgili ayetler teşvik etmektedir. Mesela, karı koca arasındaki me-hir meselesinde: "Sizin affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz) takvaya daha uygundur." (Bakara, 2/237) buyurulmuştur.

b) Zalimin cüretine, azgınlığının devamına ve milleti ezmesine sebep olan afdır ki, bu kınanmıştır. Dış düşmana mukavemet ederken ve haklar gaspedildiğinde bu karşı koyma, karşılık verme vaciptir. Bu da, İslâm niza­mında istenen gücün ve denk kuvvetin eksiksiz olmasına bağlıdır ki, güçlü bir müminin iki düşman karşısında sebat etmesiyle mümkün olur.

Açıklayıcı misaller çoktur: Yusuf (a.s.), kardeşlerini affetmiştir. Kuranın hikâye ettiği gibi şöyle demiştir: "(Yusuf) dedi ki: Bugün size kı­nama yok, Allah sizi affetsin." (Yusuf, 12/92) Hz. Yusuf, onları cezalandıra­bilecek kudrete ve kendisine yaptıklarına karşılık verebilecek güce sahip olduğu halde onları affetmiştir. Allah Rasulü (s.a.) de Mekke fethi sırasın­da, Mekke halkını bağışlamıştır. Hudeybiye yılında Tenim tepesinden ine­rek kendisine suikast düzenleyen o seksen kişiyi de affetmiştir, onları kıs­kıvrak yakaladığı halde, intikam alma gücüne sahipken onlara ihsanda bu­lunmuştur. Peygamberimiz (s.a.) uyurken kılıcını kınından çıkarıp kendisi­ni öldürmek isteyen Gavres b. el-Haris'i de affetmiştir. Peygamber (s.a.) uyandığında kılıç, kınından sıyrılmış olarak, Gavres'in elindeydi. Peygam­berimiz (s.a.) ona sert çıkmış bunun üzerine kılıç elinden düşmüş, bu sefer kılıcı Peygamberimiz (s.a.) almış, ashabını çağırıp bu adamla aralarında meydana gelen olayı onlara bildirmiş ve bu adamı affetmiştir. Hayber sava­şı sırasında kızarmış kuzunun budunu zehirleyen ve müslümanlara ikram eden Yahudi kadını Zeyneb'i de affetmiştir. Bu Zeynep, Muhammed b. Mes-leme'nin öldürdüğü Hayberli Yahudi Merhab'ın kız kardeşidir. Bir mucize olarak, zehirlenen bu but durumu peygambere haber vermiş, Peygamberi­miz (s.a.) de kadını çağırtmış, kadın yaptığını itiraf etmiştir. Peygamberi­miz (s.a.): "Seni buna sevkeden nedir?" diye sorduğunda kadın: "Düşündüm ki, eğer peygamber isen sana zehir zarar vermeyecekti, değilsen senden kurtulacaktık." diye cevap vermiş, Peygamberimiz (s.a.) de onu salıvermiş­tir. Ancak Bişr b. el-Bera zehirden ölünce o kadını kısasen öldürtmüştür.

Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından Zeynep, Aişe'ye gelip ona kötü söz söylemiş, Peygamberimiz (s.a.) kendisini ikaz etmişse de o vazgeçmemiş, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'ye "Kalk, karşığını ver." demiştir.[9] Bu, şu ayetin tatbikidir: "Allah kötü sözün açık­ça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka." (Nisa, 4/148).

Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin Ebu Hürey-re'den rivayet ettiklerine göre Allah Rasulü (s.a.) "Birbirine söven iki kişi­nin söylediği sözün günahı, mazlum haddi aşmadıkça, ilk başlayanadır." buyurdu, sonra: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." ayetini okudu.

Yüce Allah, devamlı olarak intikam almaya, karşılık vermeye teşvik etmemiş, bilakis onun sadece meşru müdafaa sınırında kalması gerektiğini beyan etmiş, sonra da onun meşru oluşunu denkliğe riayet şartına bağla­mış ve nihayet: "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a ait­tir. " ayetiyle affetmenin daha uygun olacağını açıklamıştır.

Allah Tealâ: "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." sözüyle, suç ve ceza arasında denkliği şart koşmuştur. Yani kötü davranışa verile­cek ceza, o suça denk bir cezadır. İntikam almakta yani karşılık vermekte dengeli olmak (adil davranmak) eşitlikle iktifa etmektir. Kötü davranan kimse: "Allah, seni rezil etsin" dediğinde, karşısında ki de haddi aşmadan: "Allah, seni rezil etsin" diye cevap verir. Karşı tarafı rahatsız edeceği için kötü davranışın karşılığına da kötü davranış ismi verilmiştir.

Bu ayetin benzerleri şu ayetlerdir: "Kim size saldırırsa, siz de ona mi­silleme olarak saldırın." (Bakara, 2/194), "Eğer ceza verecekseniz, size yapı­lan cezanın misliyle ceza verin." (Nahl, 16/126), "Kim de kötülükle gelirse, o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır." (En'am, 6/160).

İşte böylece, İslâm'da medenî ve ceza hukuku ile ilgili tüm cezalarda denklik geçerlidir. Mesela kasten adam öldüren veya yaralayana kısas uy­gulamak gereklidir. "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır." (Ba­kara, 2/179), "Hürmetler (dokunulmazlıklar) kısastır (karşılıklıdır)." (Ba­kara, 2/194), "yaralar da kısastır. (Her yaralama misliyle cezalandırılır)." (Maide, 5/45). Ancak yüce Allah, bu son ayetin devamında: "Kim bunu (kı­sası) bağışlarsa, kendisi için o keffaret olur." diyerek bağışlamaya teşvik et­miştir. Burada ise şöyle buyurmuştur: "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir." Yani, kendine kötülük yapan zalimi bağışlar, kendisiyle düşmanının arasını sevgi ve bağış ile düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a aittir. Allah ona çok büyük bir mükâfat verecektir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği bir hadis­te Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, affedip, bağışlayan in­sanın ancak şerefini artırır." Allah Tealâ takva sahibi kullarını şöyle anlat­mıştır: "O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar. Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulu­nanları sever." (Ali İmran, 3/134) "Doğrusu O zalimleri sevmez." (Ali İmran, 3/140). Yani zulme ilk başlayanları sevmediği gibi kısasta aşırı gidip haddi aşanları da sevmez. Çünkü haddi aşmak zulümdür. Haddini aşanları Allah cezalandırır. Ayetin bu kısmı, cins ve miktar olarak benzerliği şart koşmakta ayetin baş tarafını teyit etmektedir.

Sonra yüce Allah, zulmü ve haksızlığı bertaraf etmenin meşru olduğu­nu teyit ederek şöyle buyurmuştur: "Kim, zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık ona yapılacak bir şey yoktur." Allah'a yemin olsun ki, zulme uğrayan kimse, zalimden intikamını alırsa, onu cezalandırma imkânı yok­tur. Çünkü bu intikam bir haktır. Kasten yapılan cinayetlerde kısas, hata ile yapılan cinayet ve telef etmelerde de tazminat (diyet) meşrudur. Haddi aşıp, sınırı geçmeden misliyle karşı tarafa sözlü cevap vermek caizdir.

"Ancak insanlara zulmedenlere ve yer yüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır." Yani, ceza ve muaheze ancak insanlara zulme ilk baş­layanların veya denklik prensibini aşanların, intikam almakta haddi aşan­ların, haksız yere insanlara ve insanların mallarına tecavüz edenlerin, in­sanlara zulmedip hakları gaspederek gurur ve tekebbürde bulunanların başına gelecektir. "İşte acıklı azap bunlaradır." İşte o zulme ilk başlayanlar ve haddi tecavüz edenler için elem verici şiddetli bir azap vardır. Daha son­ra Allah, insanı güç ve kuvveti elinde iken, affedip, bağışlamaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir."

Allah Tealâ, zulmü ve zalimleri kınayıp, kısası meşru kıldıktan sonra, affa ve bağışlamaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: Kendisine karşı yapılan ezaya sabreden, kötülüğü örten, kendisine zulmedenin hatasını ba­ğışlayan kimsenin bu sabır ve bağışlaması; karşılığında bol sevap ve güzel övgü ile mukabele edilecek, teşekküre lâyık değerli işlerdendir. [10]

 

Cehennem Karşısında Kâfirlerin Durumu:

 

44- Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yok- tur. Azabı gördüklerinde zalimle- rin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün.

45- Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz  ucuyla gizli gizli baktıklarını göre- çeksin. İnananlar da: İşte asıl ziya- na uğrayanlar, kıyamet günü ken- dilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır, diyecekler. Kesinlikle biliniz ki, zalimler sürekli bir azap içindedırler.

46- Onların Allah'tan başka kendileri- ne yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun

kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur.

 

Açıklaması:

 

"Allah kimi saptınrsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur." Yani Allah, hayra ve imana kabiliyeti olmaması, masiyet ve günahları işle­mesi sebebiyle bir kimseyi dalâlette bırakarak ondan yardımını esirgerse, ona doğruyu gösterip yardım edecek, elinden tutup kurtuluş yoluna ilete­cek hiçbir dostu olmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kimi de hidayetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamaz­sın." (Kehf, 18/17). Bu, kâfirlerin durumunu tahkirdir ve kâinatta hidayet, dalâlet vs. ne varsa hepsinin Allah'ın iradesi ile meydana geldiğini beyan etmekte ve Peygamber (s.a.)'in Allah'a iman davetinden yüzçevirenlerin hallerini ortaya çıkarmaktadır. Böylece Allah acizlikle vasıflanmamış ol­maktadır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.

Sonra Allah Tealâ ahirette zalimlerin ve Allah'a şirk koşanların halle­rini haber verdi ve şöyle buyurdu:

1- "Azabı gördüklerinde zalimlerin: Dönecek bir yol var mı? dediklerini görürsün." Yani Allah'ı inkâr edip, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan kâ­fir ve müşrikleri, cehenneme bakıp azabı gördüklerinde, tekrar dönüş yolu var mı? diyerek her hangi bir yoldan tekrar dünyaya dönme temennisinde bulunduklarını görürsün. Ayetin benzeri diğer bir ayet şudur: "Onların ate­şin karşısında durdurulup: Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inanlardan olsak, dediklerini gö­rürsün. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendileri­ne göründü, eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendileri yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar." (En'am, 6/27-28).

2- "Ateşe arzolunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin." Onların korku ve zillet içerisinde cehenneme arzedüdiklerinde korkunun şiddetinden dolayı cehenneme göz ucuyla baktıklarını görürsün. Azaptan korkmanın durumu böyledir.

3- "İnanlar da: İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır, diyecekler." Müminler, kıyamet gününde onları bu halde gördüklerinde, büyük ziyana uğrayanlar cehenneme girip orada ebedî kalarak kendilerini ve ailelerini zarara sokanlardır, diyecekler. Bu yoruma göre "kıyamet günü" terkibinin, "diyecekler..." fiiline bağlı olma­sı da doğrudur. Bu durumda müminlerin bu sözü kıyamet gününde değilde, dünyada söylenmiş olur. Ama birinci yorum daha açıktır.

Kendilerini zarara sokmaları, kurtuluş ümidi olmaksızın, cehennemde azap görecek olmaları sebebiyledir. Aileleri açısından zarara uğramaları ise şöyledir: Eğer aileleri kendileriyle beraber cehennemde ise, onlardan yararlanamayacaklar. Çünkü onların ceza görmesine sebep sadece kendile­ridir. Eğer cennette olurlarsa o zaman zaten aralan ayrılmış olacaktır.

4- "Kesinlikle biliniz ki, zalimler sürekli bir azap içindedirler." Yani şu­nu kesinlikle biliniz ki kâfirler, sona ermeyen devamlı bir azap içerisinde­dirler, ondan çıkamayacaklar ve kurtulamayacaklardır. Bu ifade müminle­rin, kâfirler hakkında söylediklerinin bir devamı mahiyetinde veya Al­lah'ın müminleri tasdik ettiğinin bir ifadesi olup Allah'ın bir sözüdür.

5- "Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur." Yani onların kendilerini bulundukları azaptan kurtaracak Al­lah'tan başka ne bir yardımcıları ne de bir dostları vardır.

6- "Allah, kimi saptırırsa artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur." Allah, onu gelecekteki tercihini ve günahlar işleyeceğini ezelî ilmiyle bildi­ği için bir kimseyi imana muvaffak olmaktan engellerse, onun kurtuluşuna ve cennete gitmesine asla yol yoktur. Bu olayların gerçekleşmesinde de as­la bir gariplik yoktur. Çünkü bizzat onlar iman ve hak yoldan sapmış, inhi­raf etmişlerdir. [11]

 

Göklerin Ve Yerin Hakimi Allah'ın Çağrısına Kulak Vermek:

 

47- Allah'tan geri çevrilmesi imkân­sız bir gün gelmezden önce Rabbi-nize uyun. Çünkü o gün hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, iti­raz da edemezsiniz.

48- Eğer onlar yüz çevirirlerse, bile­sin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımız­dan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkla­rı yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nan­kördür.

49- Göklerin ve yerin mülkü Al­lah'ındır. Dilediğini yaratır; diledi­ğine kız çocukları, dilediğine de er­kek çocukları bahşeder.

50- Yahut onları, hem erkek hem kız çocukları olmak üzere çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar, O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.

 

Açıklaması:

 

"Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce Rabbinize uyun." Rabbinizin kendisine, kitaplarına ve Rasullerine iman davetine uyu1 nuz ve Allah Rasulü (s.a.)'nün size getirdiklerine kıyamet günü gelmeden önce tabi olunuz. O gün geldiğinde, onu engelleyecek ve geri çevirecek kim­se bulunmayacaktır. Yahut, Allah o gün hakkında hükmünü verdikten son­ra bu hükmünden geri dönmeyecektir. O gün kıyamet günüdür. "Çünkü o gün, hiçbiriniz sığınacak bir yer bulamazsınız, itiraz da edemezsiniz." Yani, o gün geldiğinde sizin içinde korunacağınız bir kaleniz veya sığınacağınız bir barınağınız olmayacaktır. O gün başınıza gelen azabı pretosto edecek kimseyi bulamayacasınız ve amel defterlerinizde yazılı bulunduğu ve azala­rınız şahitlik edeceği için, yaptığınız kötülüklerden hiçbir şeyi de inkâr ede­meyeceksiniz. O halde Allah'ın azabından yine ancak Allah'a sığınmak mümkündür. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "O gün insan kaça­cak yer neresi, diyecektir. Hayır, hayır! (kaçıp) sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinizin huzurudur." (Kıyame, 75/10-12).

"Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi gönder­medik, sana düşen sadece uyarmaktır." Müşrikler Allah ve Rasul'ünün da­vetini kabul etmek istemezler ve yüz çevirirlerse, ey Rasul! Seni onlara ve­kil olarak göndermedik. Sen onları hesaba çekmek için, amellerini kayde­den, onların murakıbı olan bir insan da değilsin. Sana düşen ancak seninle gönderdiğimiz dini onlara tebliğ etmendir; başka bir şey değil.

Bu ayetin benzerleri çoktur, meselâ: "Sen onların üzerinde bir zorba değilsin." (Gaşiye, 88/22), "(Ya Muhammed) onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 2/272), "Sa­na ancak (Allah'ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir." (Ra'd, 13/40).

Bütün bunlar Allah'tan Rasul'üne (s.a.) bir tesellidir. Sonra yüce Allah kâfirlerin batıl mezhepleri üzerindeki ısrarlarını beyan etmiştir ki bu du­rum bazı insanların tabiatıdır. Allah şöyle buyurdu: "Biz insana katımız­dan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse, işte o zaman insan pek nankördür." Yani biz insana kendimizden bir nimet verdiğimiz ve onu sağlık, güven, bol rızık vb. rahatlıklara garkettiğimiz zaman buna sevinir. İşlemiş olduğu kö­tülük ve günahlar sebebiyle kıtlık, felâket, belâ, şiddet, hastalık ve fakirlik gibi bir musibete uğradığında insanoğlu daha önceki nimetleri gerçekten inkâr eder, unutur; başına gelen zarar dolayısıyla o nimeti hatırlamaz, sa­dece içerisinde bulunduğu anı bilir. Kendisine bir nimet verilse şımarır, meşakkat ve zorluğa düşse, ümidini keser. Ayette geçen "kefûr" nimetleri inkâr etmekte ve nankörlükte aşırı giden kimse demektir. Bu hüküm ka­dın erkek herkesi kapsamakla birlikte kadınlarla ilgili olarak Müslim ve İbni Mace'nin İbni Ömer'den rivayet ettikleri bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) kadınlara şöyle demiştir: "Ey kadınlar cemaati! Tasaddukta bulunu­nuz (sadaka veriniz.) Çünkü ben, cehennem ehlinin çoğunun sizler olduğu­nu gördüm. Bunun üzerine bir kadın: "Niçin ey Allah'ın Rasulü!" diye sor­du. Allah Rasulü (s.a.)'de: "Çünkü siz çok şikâyet edersiniz ve kocalarınıza nankörlükte bulunursunuz" şeklinde cevap verdi. Siz, onlardan birine ha­yatınız boyunca iyilikte bulunsanız da sonra bir gün bu iyiliği yapmasanız, kadın "Senden zaten hiçbir hayır görmedim ki! der."

Salih mümin tavrı ise Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Suhayb'den riva­yet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in söylediği gibidir: "Mümine sevindirici bir şey gelse, şükreder, bu onun için hayır olur; zararlı bir şey isabet etse sabreder, bu da onun için hayırlıdır. Bu durum sadece mümine hastır."

Sonra Allah Tealâ kişiyi dünya, mal ve makam ile gururlanmaktan sa­kındırdı ve her şeyin, nimetlerin, Allah'ın mülkü ve nimeti olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Yani göklerin ve yerin yaratıcısı, maliki (sahibi) ve bu ikisinde dilediği tasarrufu yapacak olan Allah'tır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İstediğine verir, istedi­ğine vermez. Allah'ın verdiğini engelleyecek, vermediğini de verecek yoktur. "Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bah­şeder. Yahut onları hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift yaratır. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir." Yani Al­lah Tealâ dilediğini yaratır. Dilediğine sadece kız çocukları, dilediğine sadece erkek çocukları nasip eder, dilediği insanlara da her iki sınıftan, hem erkek ve hem de kız evlâtları verir. Dilediğini kısır kılar, onun çocuğu olmaz. Çün­kü mülk Onun mülküdür. O hikmet ve maslahata uygun olarak verir. İlmine veya hikmetine göre, insanlarda dilediği farklılığı yapmaya gücü yeter. "Akim" hem erkek, hem de kadın için kullanılır ve kısır manasmdadır.

Allah Tealâ, erkeklere göre daha zayıf ve narin yaratılmış olmaları se­bebiyle kendilerine itina ve ihtimam gösterilmesi gereken kız çocuklarını önce zikretti. Ayrıca aynı zamanda erkek çocukları olduğunda sevinen, kız çocukları olduğunda üzülen ve kızlardan nefret eden Araplara da böylece cevap vermiş oldu. Bir kısım insanlara sadece kız çocukları bir kısımlarına da yalnızca erkek çocukları verilmesinde hibe lafzı "Yehebu" (bağışlar) kul­lanılmış; her iki cinsten birlikte verilmesi ifade edilirken de bir araya gel­meyi ifade eden "ev yüzevvicühüm" (onlar çift kılar) kelimesi kullanılmıştır. Yani Allah Tealâ kız ve erkek çocuklarını birlikte verir ve onları çift kılar. Biri diğeri ile beraber olan iki şey bir birine eş sayılır.

Kısırlık tabiri, zahiri sebepler eksiksiz olmakla birlikte Allah'ın çocuk vermemekteki kudretini gösterir.

Müfessirlerin çoğuna göre bu hüküm, tüm insanlar hakkında geçerlidir. Çünkü bu hali bir kısım insanlara tahsis etmenin anlamı yoktur. Zaten bun­dan maksad da, dilediği ve istediği gibi eşyayı yaratmakta Allah'ın kudreti­nin geçerli olduğunu, beyan etmektir. Ancak müfessirler, üzülen ve zorda ka­lan kimselere teselli olması için her bir hale birtakım misaller vermişlerdir:

Birinci duruma misal Lût ve Şuayb (a.s.)'dir. Her ikisinin de sadece kızları, Lût (a.s.)'un iki kızı vardı.

İkinci duruma misal İbrahim (a.s.)'dir. Onun sadece erkek evlâtları vardı. Bunların sayısı sekiz idi.

Üçüncü duruma misal Muhammed (s.a.)'dir. Onun da dört oğlu dört kızı vardı. Oğulları: Kasım, Tahir, Abdullah ve İbrahim'dir. Kızları: Zey­nep, Rukayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma'dır. İbrahim hariç çocuklarının

hepsi Hz. Hatice'den, İbrahim ise Mısırlı (kıbti) Mariye'dendir. Dördüncü duruma misal İsa ve Yahya (a.s.)'dır.

Vasile b. el-Eska şöyle demiştir: Allah'ın bir kadına erkek evlâttan ön­ce kız evlât vermesi o kadının hayrı ve bereketidir. Çünkü Allah: "... diledi­ğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder." diyerek önce kız çocuklarla başlamıştır. [12]

 

Vahyin Çeşitleri:

 

51-  Allah bir insanla ancak vahiy  yoluyla veya perde arkasından ko- nuşur, yahut bir elçi gönderip iz- niyle ona dilediğini vahyeder. O yü- cedir, hakimdir.

52- işte böylece sana da emrimizle  ruhu vahyettik. Sen kitap nedir,  iman nedir bilmezdin. Fakat biz  onu, kullarımızdan dilediğimizi  kendisiyle doğru yola eriştirdiğimz nur kıldık. Şüphesiz ki sen  doğru bir yolu göstermektesin.

53-  (O yol) goklerin ve yerin sahibi  olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.

 

Açıklaması:

 

"Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakim­dir." Yani Allah Tealâ'mn hiçbir beşerle vahiy veya bir perde gerisinden söylenilen bir sözü duyma dışında konuşması doğru değildir. Allah Tealâ dünyada herhangi bir beşerle ancak üç şekilden biriyle konuşur:

Birincisi vahiydir. İlham ve kalbe birtakım manaların konması anla­mına da gelen vahiy, çoğu kez uyanık halde, bazen de İbrahim (a.s.)'in rü­yada oğlunu kurban ettiğini görmesi gibi, uykuda olur. Bazen de Hz. Mu­sa'nın (a.s.) anasına ilham edildiği gibi, sadece ilham anlamına gelir.

İkincisi, bir perde, engel arkasından söylenen sözü işitmektir. Bu va­hiy Allah'ın peygamberine, görülmediği bir yerden vasıtasız olarak sözü duyurması şeklinde olur ve peygamber kendisine duyurulan bu sözün kesinlikle Allah'ın kelâmı olduğunu bilir. Nitekim Musa (a.s.) Rabbi ile bu şe­kilde konuşmuş, Allah da bunu -bir ayetinde olduğu gibi- vahiy diye isim­lendirmiştir: "Ya Musa! Şimdi vahyedilene kulak ver." (Taha, 20/13). Hz. Musa Allah ile konuştuktan sonra Onu görmek istemiş Allah Tealâ da bu görmenin Önüne bir perde çekmiştir.

Üçüncüsü, Meleklerden bir elçinin gönderilmesiyle olur. Bu elçi ya Cebrail veya bir başkasıdır. O elçi melek, beşer olan peygambere Allah'ın emri ve kolaylaştırmasıyla, vahyetmek istediği şeyi vahyeder. Nitekim Cebrail (a.s.) ve diğer melekler peygamberlere vahiy indirirlerdi.

Şüphesiz ki Allah, yaratıkların sıfatlarından yücedir, eksik nitelikle­rinden münezzehtir. Hikmetinin gerektirdiğini yapar, bütün hükümlerinde hikmet sahibidir. Vahyi, vasıtalı da gönderir, vasıtasız da.

Bu üç vahiy şeklinin her birinde peygamber kesinlikle bilir ki, şüphe­siz vahyin kaynağı yalnızca Allah'tır. Nitekim, İbn Hibban'ın Sahih'inde Rasulullah (s.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şüphesiz Ruhu'l-Kudüs (Cebrail a.s.) kalbime şu sözü nefh etti. Hiçbir nefis, rızkını ve ömür süresi­ni tamamlamadan ölmez. O halde Allah'tan korkunuz, rızkınızı, güzel, meşru ve insanlığa lâyık yollarda arayınız."

Sünnette Peygamber (s.a.)'e gelen vahiy şekillerinin izahı şüphesiz ye­rini almıştır. Daha önce de geçtiği gibi, Buhari Sahih'inde Aişe (r.a.)'den şunu rivayet etmiştir: "Haris b. Hişam Rasulullah'a ey Allah'ın Rasulü! Sa­na vahiy nasıl gelir? diye sordu. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Bazı zaman­larda bana çıngırak sesi gibi gelir ki, bana en ağır geleni de budur. Benden o hal zail olur olmaz (meleğin) bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Bazı zamanlarda da melek bana bir insan olarak gözükür, benimle konuşur. Ben de söylediğini iyice bellerim. "Aişe (r.a.) dedi ki: Allah Rasul'ünü (s.a.) çok soğuk bir günde kendisine vahiy nazil olurken gördüm. İşte böyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakit şakaklarından terler boşanırdı."

Sonra yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.) ile önceki peygamberler arasın­daki vahiy benzerliğini zikrederek şöyle buyurdu: "İşte böylece sana da em­rimizle Kuranı vahyettik." Yani diğer peygamberlere daha önce vahiyde bu­lunduğumuz gibi, sana da Allah'ın emri olan ve insanlara doğruyu gösterdi­ği için gönüllere hayat veren bu Kur'an'ı vahyettik. Küfrün yok olmasından sonra bu Kur'an'da mutlu bir hayat vardır. O Kur'anın inişi iki zaman ara­sında ayırıcı bir çizgi olmuştur. Araplar ve Müslümanlar onunla gaflet uy­kularından uyanmışlar, yüksek ve şerefli bir medeniyet kurmuşlardır.

"Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık." Yani ey Peygamber! Sen, sana vahiy indirilmeden önce Kur'anı, imanın manasını, dinî hükümlerin tafsilatını bilmezdin. Burada "...iman nedir bilmezdin." denilerek özellikle imandan söz edildi. Çünkü iman, Allah'a ve hükümlerine inanmanın esasıdır.

Fakat sana vahyettiğimiz bu Kuranı, hidayetini dilediğimiz kimseleri doğruya ulaştıracağımız, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hidayet ve bilgi aydınlığına çıkaracağımız ve hak dine irşat edeceğimiz bir ışık ve nur kıldık. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır." (Fussilet, 41/44), "Biz, Kur'an dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir..." (İsra, 17/82), "Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şi­fa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yunus, 10/57).

"Şüphesiz ki, sen doğru bir yolu göstermektesin." "(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur." Yani ey Muhammedi Sen, bu çeşit va­hiylerle insanları sağlıklı bir yola ve sarsılmaz gerçeğe iletirsin. Bu gerçek, Allah'ın emrettiği hükümleri, göklerin ve yerin hakimiyeti ancak kendisi­nin olan Allah'ın yoludur. Göklerde ve yerde yegâne tasarruf sahibi onların Rabbi ve hükmünün takipçisi bulunmayan tek hakim olan Allah'tır. Ayette "sırat" kelimesinin Lafza-ı Celâle (Allah lafzına) izafeti, o sıratı= yolu yü­celtmek içindir.

"...Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner." Yani dikkat edin, ey yaratılanlar, kıyamet gününde bütün işler, başkasına değil, ancak Al­lah'a dönecektir. Allah da o meseleler hakkında adaletle hükmünü verecek­tir. Bu ifade, doğruyu bulmuş muttaki müminlere bir müjde, zalim kâfirle­re de bir tehdittir. [13]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/25-27.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/31-34.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/37-39.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/43-46.

[5] Ebussuud Tefsiri, VVI/34.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/50-55.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/63-66.

[8] Razî, XXVII/177.

[9] Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Nesei, İbni Mace ve İbni Merdüveyh, bu hadisi Aişe'deri başka bir lafızla rivayet etmişlerdir. O rivayet şöyledir: "Peygamber (s.a.) bana dedi ki: Ona kötü söyle. Ben de ona kötü söyledim, nihayet onun ağzındaki tükürük kurudu."

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/71-75.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/83-84.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/87-90.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/92-94.