Surenin Nüzul Sebebine Göre Siretten Parıltılar: Hudeybiye
Anlaşması Ve Rıdvan Biati:
Hudeybiye Antlaşmasının Rasulullah'a Sağladığı Kazanımlar:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Hudeybiye Antlaşmasının Müminler, Münafıklar Ve Müşrikler
Hakkındaki Neticeleri:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Hudeybiye'ye Katılmayanların Durumu:
Hayber Fethine Katılma Talebi:
Müşriklerin Kötülenmesi Ve Hudeybiye Günü Yapılan Sulh
Antlaşmasının Hikmeti:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Fetih Yılında Rasulullah'ın (S.A.) Rüyasının Doğrulanması:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Rasulullah (S.A.) İle Kendilerine Peygamber
Gönderilenlerin Vasıfları:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Rasulullah (s.a.) Medine-i Münevvere'de iken Mekke'ye girdiğini ve
Kabe'yi tavaf ettiğini rüyasında görmüştür. Bunu ashabına haber verdiğinde
onlar buna çok sevinmişlerdi.
Hicretin altıncı senesi Zilkade ayında Rasulullah (s.a.), harp maksadı
olmaksızın Kabe'yi ziyaret için yola çıktı. Beraberinde Muhacir, Ensar ve
müslüman Araplardan bin beş yüz kişi bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.) yanında
kurbanlık (hedy)[1]
götürüyordu. Zulhuleyse denen mevkide umre için ihrama girdi. Mübarek
hanımlarından Ümmü Seleme (r.a.) da onunla beraberdi.
Rasulullah (s.a.) ve ashabın yanında yolcu silâhı olan kınından çekilmemiş
kılıçlar dışında başka bir silâh yoktu. Rasulü Ekrem (s.a.) Kureyş hakkında
bilgi toplaması için bir casusunu, Huzaa kabilesine gönderdi. Mekke ile Medine
arasında, Mekke'den iki konak uzakta bulunan "Usfan"a yaklaşınca
Rasulü Ekrem'in (s.a.) casus olarak gönderdiği Bişr b. Süfyan el-Kabi "Ey
Allah'ın Rasulü! Kureyş sizin geldiğinizi öğrenmiş! Yanlarına sütlü ve yavrusu
olan develeri alarak yola çıktılar. (Uzun müddet seferde olmak için
hazırlandılar.) Mekke'den çıkıp Zituva'da konakladılar. Seni Mekke'ye asla
sokmayacaklarına dair yemin ediyorlar. Sana karşı koymak için değişik
kabilelere mensup insanları topladılar, sana karşı savaşacak ve Mescid-i
Haram'a gitmene engel olacak toplulukları bir araya getirdiler." diyerek
Rasulü Ekrem'e (s.a.) geldi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) asıl maksadını, yani umre yapmak dışında
bir şey istemediğini haber vermesi için Kureyş'e Hz. Osman'ı gönderdi. Bir
müddet sonra Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberi Rasulü Ekrem'e (s.a.) ulaşınca
hemen müminleri biate çağırdı.
Rıdvan ağacının altında toplanıp savaşmak ve asla kaçmamak üzere
Rasulullah'a (s.a.) biat ettiler. İşte buna Bey'atü'ş-Şecera veye
Bey'atü'r-Rıdvan denir. Seleme b. Ekva (r.a.) demiştir ki; biz Rasulullah'a
(s.a.) kaçmamak üzere biat ettik. Artık ya fetih veya şehadet vardı. Bu durum
müşrikleri korkuttu. Hemen anlaşma yapmak için elçi gönderdiler. Daha sonra da
Rasulullah'a (s.a.) Hz. Osman hakkındaki haberin yalan olduğu ulaştı.
Allah Tealâ bu biat hakkında şu ayeti indirdi: "Andolsun ki Allah
Te-alâ ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur."
Asıl fetih Hudeybiye anlaşması olmuştur. Rasulullah'ın (s.a.) Medine'ye
dönme-sinen sonra ise Allah Tealâ Hayber'in fethini nasip etmiş, Hz. Peygamber
(s.a.) burada elde edilen ganimetleri sadece Hudeybiye de bulunanlara taksim
etmiştir. Said b. Müseyyeb'in ifadesine göre Hudeybiye'de bulunanlar üç yüzü
süvari olmak üzere bin beş yüz kişi idi. Meşhur olan görüşe göre ise onların
sayısı bin dört yüz idi.
Kureyş durumu öğrenince Süheyl b. Amr'ı anlaşma yapması için gönderdi.
Rasulullah (s.a.) Süheyl'in geldiğini görünce "Bu adamı gönderdiklerine
göre Kureyş kabilesi anlaşma yapmak istemektedir." buyurdu. Sonra
"Sizinle bizim aramızda bir anlaşma metni yaz." dedi ve hemen Ali b.
Ebi Talib'i kâtip olarak çağırdı. Süheyl'in anlaşma metnine
"Bismillahirrahma-nirrahim" yazılmasını kabul etmeyip onun yerine
"Bismikellahümme" yazmasını istedi ve imza yerinde Hz. Muhammed'in
(s.a.) peygamberlikle tavsif edilmesini (Muhammedün Rasulullah: Allah'ın
peygamberi Muham-med, yazılmasını) reddedip yerine "Muhammed b. Abdillah:
Abdullah'ın oğlu Muhammed" yazdırdı ve ancak bundan sonra anlaşmanın diğer
maddeleri üzerinde fikir birliğine varıldı.
Hudeybiye anlaşması şu şartlar kabul edilerek imzalanmıştır:
Taraflar on yıl boyunca birbirleriyle savaşmayacak, bu süre zarfında savaş ve saldırı olmadan insanlar güven içinde bulunacaklardı. Şu kadar var ki Kureyş'ten bir şahıs velisinin izni olmaksızın Muhammed'e (s.a.) gelirse onlara geri verilecek, Muhammed'in (s.a.) ashabından biri Kureyş'e gelecek olursa geri verilmeyecektir. Kim Muhammed (s.a.) tarafında anlaşmaya girmek ister onunla ahit yaparsa onun tarafında anlaşmaya girmiş olur. Kim de Kureyş'le anlaşma yapar ve onun tarafında anlaşmaya girmek isterse bunu yapar.
Bunun üzerine Huzaa kabilesi hemen Hz.Muhammed (s.a.) tarafında
anlaşmaya girdi ve Rasulullah ile anlaşma yaptı, Bekir oğulları kabilesi de
Kureyş kabilesinin emanına girerek onların tarafında anlaşmaya dahil oldu.
Müslümanlar anlaşmanın yapıldığı sene Mekke'ye girmeden geri dönecek,
ertesi yıl Kureyş Mekke'den çıkacak ve müslümanlar üç gün Mekke'de kalacaklar,
ibadetlerini yerine getireceklerdi. Yanlarında sadece yolcu silahı olan
kınından çekilmemiş silahlar bulunabilecekti.
Ömer (r.a.) gibi müslümanlarm büyüklerinden bazıları eşit şartları taşımadığı
ve müslümanlara zarar verdiği için bu anlaşmaya itiraz etmişlerdi. Ancak
gerçekte bu anlaşma büyük bir fetihti. Zira Kureyş bu anlaşma ile müslümanlarm
varlığını kabul etmiş, kendilerini sürekli meşgul eden ve zayıflatan harplerden
müslümanları kurtaran sükûnet ortamı sağlanmış, müslümanlar emniyet ve güven
ortamında İslâm davetini yerine getirebilmişlerdir. Bu sayede Arapların çoğu
İslâm'a girmişlerdir.
Bundan dolayıdır ki bu olayın kendisi apaçık bir fetihtir veya Mekke
fethi için ilk adımdır. Zühri demiştir ki: Hudeybiye'den önce ondan daha büyük
bir fetih gerçekleşmemiştir. Anlaşma yapıldığı esnada müslümanlarm sayısı bin
beşyüz veya bin dört yüz civarındaydı. İki sene sonra Mekke'nin fethedildiği
sene müslümanlar on bin kişi oldular. Onların içinde Halid b. Velid ve Amr b.
Ass da vardı. İbni Mesud, Cabir ve Berea (r.a.) demişlerdir ki: "Siz
Mekke'nin fethini fetih olarak kabul ediyorsunuz. Halbuki biz Hudeybiye
anlaşmasını fetih sayıyoruz."
Rasulullah (s.a.) Kabe'ye gidemeyip geri döndüğü için kurbanını kestikten
ve oradan ayrıldıktan sonra Mekke ile Medine arasında yoldayken gece bu sure
nazil olmuştur.
Ebu Davud, Ahmed, Nesai ve İbni Cerir Abdullah b. Mesud (r.a.)'un şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir:
"Hudeybiye'den Medine'ye yöneldiğimizde gece yarısı uyumak ve istirahat
etmek için bir yerde konakladık[2]
ve bir müddet sonra uyuduk. Güneş iyice doğmadan uyanamadık. Biz uyandığımızda
Rasulullah (s.a.) halâ uyuyordu. "Onu uyandırın" dedik. Rasulullah
(s.a.) uyandı ve "Yapmanız gerekeni yapın. Uyuyan veya unutan kimse işte
böyle yapar, yani namazı kaza eder." buyurdu. İbni Mesud demiştir ki:
Rasulullah'ın (s.a.) devesini kaybettiğimiz için onu aramaya çıktık, deveyi
yuları bir ağaca dolaşmış bir halde bulduk. Onu Rasulullah'a (s.a.) getirdim,
Rasulullah (s.a.) deveye bindi. Biz böyle yürürken birden O'na vahiy geldi.
İbni Mesud demiştir ki: Rasulullah (s.a.) vahiy geldiğinde dayanılmaz
derecede sıkıntı ve zahmet çekerdi. Bu seferde bu sıkıntıdan kurtulunca
"Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" ayetinin nazil
olduğunu haber verdi. [3]
1, 2, 3- Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Bu, Allah Tealâ'nın
senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlaması, sana olan nimetini tamamlaması,
seni dosduğru yola iletmesi ve sana hiç kimsenin karşı koyamayacağı bir zaferle
yardım etmesi içindir.
"Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." Ey peygamber
doğrusu biz sana asla şüphe olmayacak şekilde açık bir fetih nasip ettik. Bu da
ya Mekke fethinin ve imanın yayılmasının sebebi olan Hudeybiye antlaşmasıdır,
yahut da bizzat Mekke'nin fethidir. Allah Tealâ daha gerçekleşmeden onu
vaadetmiş, bu vaad kesinlikle tahakkuk edeceği için de onu geçmiş zaman (mazi)
sigasıyla zikretmiştir. Kelime ve ibareler bahsinde açıklandığı gibi bu fetih,
Rasulullah (s.a.) ve müminler için Allah'ın büyük bir müjdesi olmuştur.
"Allah'ın senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlaması için"
yani ilâhî mağfirete nail olman ile birlikte fetih hakkındaki nimetin
tamamlanması doğru yola iletilme ve karşı konulamaz zaferin sana bahsedilmesi
için; işte bütün bunlar sebebiyle iki dünya izzeti ve dünya ahiret mutluluğu
gerçekleşir. Mağfiret, peygamberlikten önce senden sadır olan kusurlar ile
daha sonra sahip olduğun yüce makama göre daha doğru, daha güzel olanın eksiği
kabul edilen ufak hataların hepsine şamildir. Halbuki peygamber iken işlediği
hatalar başkalarına nispetle hata sayılmaz. Bunlar, iyilerin hasenatının
Allah'a yakın olanlar (mukarrabîn) için kusur olması kabilindendir. Burada
Rasulullah için büyük bir yüceltme sözkonusudur. Hiç kimseyle ortak olmadığı en
önemli özelliklerinden biri de işte bu özelliğidir.
Bir grup muhaddis (Ahmed ve Ebu Davud dışındaki kütüb-i sitte müellifleri)
Muğire b. Şebe'nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Nebi (s.a.) ayakları
şişinceye kadar namaz kılardı. Ona "Senin geçmiş ve gelecek günahların
affedilmedi mi? " denilince Allah'a şükreden bir kul da olmayayım
mı?" buyurdu.
Ahmed ve Müslüm Aişe (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Rasulullah (s.a.) namaz kılar ve ayakları yarılmcaya kadar da kıyamda kalırdı.
Hz. Aişe ona: "Ey Allah'ın Rasulü! Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlamışken böyle mi yapıyorsun?" Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) "Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdular.
"Sana olan nimetini tamamlaması, seni dosdoğru yola ulaştırması ve
sana, karşı konulmaz bir zaferle yardım etmesi için." Yani dini hakim kılmak,
İslâmı yaymak, doğudaki ve batıdaki ülkelerin fethedilmesi, senin şan ve
şerefinin yüceltilmesi, sana en büyük dini vererek Allah'ın seni dosdoğru yola
iletmesi, ruhunu kabzedinceye kadar seni hidayet üzere sabit kılması, karşı
konulmaz kendinden sonra zillet gelmez bir galibiyet ve zaferle düşmanlarına
karşı yardım etmesi için sana apaçık bir fetih verdik. [4]
4- İmanlarını bir kat daha artırmaları için müminlerin kalplerine güven
ve huzuru indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah her
şeyi hakkıyla bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
5- (İşte bütün bu lütuflar) mümin erkeklerle mümin kadınları içinde
ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokmak ve onların
kötülüklerini örtmek içindir. Bu, Allah katında büyük bir kurtuluş olmuştur.
6- (Ayrıca bunlar) Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkek ve
münafık kadınlarla müşrik erkek ve müşrik kadınlara azap etmek içindir.
Kötülük çemberi onların kendi başlarını çevrelesin. Allah onlara gazap etmiş,
onları lânetlemiş ve cehennemi onlar için
hazırlamıştır. Ne kötü bir yerdir orası!
7- Göklerin ve yerin bütün orduları Allah'ındır. Allah izzet ve hikmet
sahibidir.
"İmanlarını bir kat daha artırmaları için müminlerin kalplerine güven
ve huzuru indiren O'dur." Yani müminlerin kalplerinde sükûnet, huzur ve
sebatı yaratan, meydana getiren bizzat Allah Tealâ'dır. Burada kastedilen
müminler, Hudeybiye günü Allah ve Rasulü Ekrem (s.a.)'e icabet edip Allah'ın
hükmüne boyun eğen ve kaçmadan samimiyetle cihad için hazırlanan sahabe-i
kiramdır. Sıkıntı ve belâ anında gönülleri huzursuz olmasın ve imanları artsın
diye onların kalplerine huzur ve sebat indirilmiştir. Günümüzde buna askerlerin
moralini yükseltme denilmektedir.
Buhari ve diğer imamlar imanın artması ve üstünlüğüne bu ayeti delil
göstermişlerdir. Burada imanın artmasının Allah'a imandan sonra dinin
hükümlerine şeklinde yorumlaması da doğrudur. İbni Abbas demiştir ki: Rasulü
Ekrem (s.a.) ilk olarak tevhidi getirmiştir. İnsanlar sadece Allah'a iman
edince de sırasıyla namaz, zekat, cihad ve hac vazifelerini indirmiştir.
Devamındaki ayette Allah Tealâ "Göklerin ve yerin orduları
Allah'ındır." buyurarak dilemesi halinde kâfirlerden intikam
alabileceğini ifade etmiştir. Allah Tealâ kesinlikle meleklerden, insanlardan,
cinlerden, şeytanlardan, zelzeleler, volkanlar, kasırgalar, denizler ve
nehirler gibi yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan kevnî kuvvetlerden oluşan
ordusunu nasıl isterse o şekilde idare eder. Dağlan ve ülkeleri yerle bir
etmesi için tek bir melek göndermesi kâfidir. Fakat O, derin ve geniş bir
hikmet ve yüce bir maslahat gereği kullara, cihad ve savaş yapma vazifesini
yüklemiştir. Bunun için Allah Tealâ "Allah aziz ve hakimdir"
buyurmuştur. Yani ezelden ebede mahlukâtın yararına olanı çok iyi bilen ve
yaratmasında, takdir ve tedbir etmesinde çok hikmetli olandır. İşte bu hal,
iman ile dolan Ebu Bekir'in konumuyla tam bir uyum içindedir. Ömer b. Hattab
ise: "Biz hak üzere, onlar da batıl üzere değil mi? O zaman niçin böyle
bir antlaşmayı kabul ediyoruz? diyerek antlaşmanın şartlanndaki zahirî
dengesizliği sorgulamaktadır. Ancak bu olayla onun imanı sarsılmamıştır.
Aksine bu hareketi onun sahip olduğu imanın kuvvetine ve yaptığı
değerlendirmede müslümanların yararı yönünde çok istekli olduğuna delâlet
etmektedir. Zaten bir müddet sonra Allah Tealâ onu ve onun gibi olanların
kalplerine huzur ve güven duygusunu indirmiş, Rasulullah'ın (s.a.) sahip olduğu
görüşe onun gönlünü açmış ve ilerleyen günler de bu görüşün doğruluğunu ortaya
koymuştur.
Allah Tealâ daha sonra "(Bütün bu lütuflar) mümin erkek ve mümin
kadınları altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennete sokmak
ve onların yaptığı kötülükleri örtmek içindir. İşte bunlar Allah katında büyük
bir kurtuluştur." buyurmak suretiyle iman sahibi kimselere vaadettiği
nimetleri zikretmiştir. Müminleri cennete sokmak ve mümin olmayanlara azap
etmek için Allah dilediği kimseleri ordularıyla imtihan eder. Veya şöyle
denebilir: Mümin erkek ve mümin kadınların altından irmaklar akan ve içinde
ebedi olarak kalacakları cennetlere sokması, onların günahlarını ortaya
çıkarmayıp bu kusurlarından dolayı onlara azap etmemesi, aksine affetmesi,
onları örtüp merhamet etmesi neticesinde kendisine bağlansın diye biz fetih
ihsan ettik veya Allah Tealâ huzur ve güveni bu yüzden müminlerin kalplerine
indirdi. İşte onların cennete sokulması ve günahlarının örtülmesi vaadi Allah
katında büyük bir başarı, her türlü gam ve kederden kurtuluş ve her türlü
isteği elde etmektir. Bu "Kim cehennemden uzaklaştırılır ve cennete
sokulur ise kurtulmuştur." (Ali İmran, 3/185) ayetindeki gibidir.
"Vav" harfi tertip (sıra) gerektirmediği ve cennete girmek
asıl, günahların örtülmesi ise bu asla tabi olduğu için, günahların
affedilmesi cennete girmeden önce olmasına rağmen ayette ondan sonra
zikredilmiştir.
Cabir'den (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulü Ekrem (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Ağacın altında bana biat etmiş olan kimse cehenneme girmez."
Ayetlerin çoğunda kadınlara da şamil olmak üzere erkeklere hitap
edilmişken, cihad mükellefiyeti olmadığı için onların cennete giremeyeceği
zannedilmesin diye Allah Tealâ burada mümin kadınları da nassda zikretmiştir.
Aynı şekilde mümin kadınların erkeklerle müşterek olmalarına rağmen vaadedilen
mükâfatın erkeklere has olduğu zannedilmesi mümkün olan her yerde Allah
kadınları da erkeklerle birlikte zikretmiştir.[5]
"Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkek ve kadınlarla
müşrik erkek ve kadınlara azap etmesi içindir." Yani bizzat müşahede ettikleri
İslâm'ın yayılması, müslümanların zafere ulaşmaları ve İslâm düşmanlarının
kahru perişan edilmesinin onlara verdiği hüzün; dünyada maruz kaldıkları
öldürülme, perişanlık ve esaret ile, ahirette ise cehennem ile Allah'ın münafık
ve müşriklere azap etmesi içindir.
Zira onlar Allah Tealâ ve onun verdiği hüküm hakkında kötü niyet
beslemektedir. Rasulü Ekrem (s.a.) ve ashabının mağlup ve perişan olacaklarını,
küfrün İslâm'a galip geleceğini zannetmektedirler. Nitekim Allah Tealâ bunu
diğer bir ayette şöyle anlatmaktadır: "Aksine siz peygamberin ve
müminlerin ailelerine asla dönemeyeceğini zannetmiştiniz." (Fetih, 31/12).
Münafıklar daha zararlı ve daha tehlikeli olduğu için ayette müşriklerden önce
zikredilmiştir.
"Kötülük çemberi onların başlarını çevrelesin. Onlara Allah gazap
etmiş, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü bir
yerdir orası!" Yani müminler hakkında onların zannettiği musibetler onların
etrafında dönmektedir. O çemberin dışına çıkamazlar. Öldürülme, esaret ve
musibetler onların başına gelecektir. Allah onlara kızmış ve onlar için
gidecekleri cehennemi hazırlamıştır. Dönülecek ve konaklayacak ne kötü yerdir
orası. İşte bu şekildeki bir ceza ile onların dünya ve ahiretteki hallerini
birlikte ortaya koymuş oldu.
Sonra Allah Tealâ kâfir ve münafıklardan oluşan İslâm düşmanlarından
intikam almaya kadir olduğunu vurgulayarak "Göklerin ve yerin orduları
Allah'ındır. Allah azizdir ve hakimdir." buyurmaktadır. Yani Allah'ın
göklerde ve yerde melekler, insanlar, şeytanlar ve düşmanları kahretmek güç ve
kuvvetine sahip başka varlıklardan oluşmuş öyle orduları vardır ki herhangi bir
şekilde sınırlandırılamazlar. Allah Tealâ ezelden ebede mağlup edilemeyen
kuvvete sahiptir, azabı geri çevrilemez. O yaratmasında ve mahlûkatı için
yaptığı tedbir ve düzenlemede çok hikmet sahibidir.
Bu ayetin iki defa tekrar edilmesinin faydası, Allah'ın rahmet orduları
ve azap ordularının bulunduğunu beyan etmektir. Allah Tealâ "O müminlere
karşı çok merhametlidir." buyurarak bu orduları, önce müminlere çok
merhametli olduğunu beyan etmek için; ikinci defa ise kâfirlere azap indirilmesini
açıklamak için zikretmiştir. Rahmet indirmeye uygun olsun diye önce "Allah
çok iyi bilen ve çok hikmet sahibi olandır." ifadesini kullanmıştır.
Azabın şiddetine işaret etmek için de "Allah izzet ve hikmet
sahibidir." tabirini kullanmıştır. Azap ve tehditle münasip olması için
"izzet" kelimesini; mahlûkatın işlerini tam olarak düzenleyip idare
etmesi ve rahmetin dağıtılması ile uyumlu olması için de "ilim"
kelimesini zikretmiştir. Huzur ve güvenin verilmesi, imanın artması ve fethin
bu neticeye bağlanması, bütün bunlar Allah'ın ezelî ilminde sabittir ve
hikmetiyle de ahenk içindedir. Allah Tela göklerin ve yerin ordularını
müminlerin cennete sokulmasından önce zikretmiştir. Çünkü Allah Tealâ rahmet
ordularını indirir, bu sayede müminler ikram ve saygı görerek cennete sokulur.
Sonra da "Bu Allah katında büyük bir kurtuluştur." sözüyle kurbiyet
ve Allah'a yakınlık onların olur. Kâfirlere azap edilmesi ve cehennemin
hazırlanmasından sonra ordulardan bahsedilmesi, öncelikli olarak Allah'ın
kâfirlere gazap ettiğini ve onları rahmetinden uzaklaştırıp kovduğunu göstermek
içindir. Allah Tealâ kendi ordularından azap meleklerini onlara musallat
edecektir.
Rivayet olduğuna göre Hudeybiye antlaşması yapıldığı zaman İbni Ubeyy
demiştir ki: "Muhammed (s.a.) Mekkelilerle antlaşma yaptığında veya
Mekke'yi fethettiğinde hiç düşmanı kalmayacak mı zannediyor? Rum ve İran nerede?"
Bunun üzerine Allah Tealâ göklerin ve yerin ordularının Rumlar ve İranlılardan
daha fazla olduğunu beyan etmiştir. [6]
8- Şüphesiz seni biz şahit, müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik.
9- (Muhammed'i (s.a.) size gönderişimiz) Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz,
O'na ve Rasulüne yardım etmeniz, O'nu yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu teşbih
etmeniz içindir.
10- Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişlerdir.
Allah'ın (yardım ve kudret) eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa
kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah
ona büyük bir mükâfat verecektir.
"Şüphesiz seni biz şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdik." Yani ey Muhammedi Biz seni peygamberlik vazifesini tebliğ
ettiğine dair bütün insanlara ve ümmetine tanıklık etmen için şahit, itaatkâr
müminlere cenneti müjdeleyici ve isyankâr kâfirleri cehennem ateşiyle korkutan
bir uyarıcı olarak gönderdik.
Seni gönderişimiz "Allah'a ve Rasulüne iman etmeniz, O'nun dinine
ve peygamberine yardım etmeniz O'nu yüceltmeniz ve sabah akşam O'nu teşbih
etmeniz içindir." Yani biz seni Allah'a ve Rasulüne (s.a.) iman etmeniz,
Rasulü Ekrem (s.a.)'e tazim gösterip şirk, çocuk ve zevce sahibi olmak ve
yaradılmışlara banzemek gibi O'nun için uygun olmayan sıfatlardan Allah
Tealâ'yı sürekli olarak tenzih etmeniz için gönderdik. Ayette geçen "sabah
akşam" dan ya "davamlı olarak" veya "günün başında ve
sonunda" manaları kastedilmiş olabilir. İbni Abbas'a göre burada sabah,
öğle ve ikindi namazlan kastedilmiştir. Ayrıca Allah'a yardım etmekten maksat
da O'nun dinine ve peygamberine yardım etmektir.
Zemahşeri demiştir ki: Birinci fiil dışında diğer üç fiildeki zamirler
Allah'a racidir. Bu zamirlerin farklı yerleri gösterdiğini söyleyen kimse doğruluk
ihtimali uzak bir görüş ileri sürmüş olur.
Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğunu beyan ettikten sonra ona biat
edenlerin aslında kendisine biat ettiklerini beyan etmek ve onları yüceltmek
için Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
"Gerçek olan şudur ki sana biat edenler aslında Allah'a biat
etmişlerdir. Allah'ın (kudret ve yardım) eli onların elleri üzerindedir."
Ey peygamber Hudeybiye'de ağacın altında Kureyş ile savaşmak üzere
(Beyatü'r-Rı-van'da) sana biat edenler aslında Allah'a biat etmişler, yani
emirlerini yerine getirmek hususunda ona ahit vermişler ve ona itaat
etmişlerdir. Zira onlar canlarını cennet karşılığı Allah'a satmışlardır. Ayrıca
Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat, gerçekte Allah Tealâ'ya itaattir.
"Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." sözüyle de bu
manayı tekit etmiştir. Allah Rasulü (s.a.) ile antlaşma yapmakla Allah Tealâ
ile antlaşma yapmak eşittir. Hem, biatleşme esnasında Allah onlar ile
beraberdir, sözlerini duyar, bulundukları yeri görür kalplerinde ve dış
görünüşlerinde olanı bilir. Allah, Rasulü (s.a.) vasıtasıyla biate iştirak
eder. Bunun bir benzeri de şu ayeti kerimedir: "Tevratta, İndide ve Kur'an
da kendi üzerine vaade-dilmiş bir borç olmak üzere Allah yolunda savaşıp
öldürdükleri ve öldürüldükleri için Allah Tealâ müminlerden canlarını ve
mallarını satın almıştır. Allah 'tan daha çok verdiği sözü tutan kim vardır! O
halde onunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu
gerçekten büyük bir kazançtır." (Tevbe, 9/111).
Ayrıca Allah'ın onlara ihsan ettiği hidayet nimeti biat çağrısına olumlu
cevap vermenin üstündedir. Nitekim bu, Allah Tealâ'nın şu sözünde ifade
edilmiştir: "(Ey Muhammed!) Onlar İslâm 'a girdikleri için seni minnet
altında bırakmak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın.
Aksine imana ilettiği için Allah sizi minnet altında bırakmaktadır."
(Hucurat, 17/49).
Kısaca, "Allah'ın eli onların elleri üzerindedir." sözü, daha
önce geçen Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat etmenin, Allah'a biat etme olduğu
ifadesini teyid eden yeni bir cümledir.
"Kim anlaşmayı bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a
verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir."
Allah ile biat yapmaktan şu netice ortaya çıkar: Kim Nebi (s.a.) ile yaptığı
anlaşmayı bozarsa bunun günahı ve zararı bizzat anlaşmayı bozan kişiyedir, ondan
başkasına sirayet etmez.
Kim verdiği ahde vefa gösterir, sebat edip Rasulü Ekrem'e (s.a.) biat
esnasında verdiği sözü yerine getirirse "Andolsun ki Allah ağacın altında
sana biat ediyorlarken müminlerden razı olmuştur. Onların kalplerindeki
(tedirginlik ve huzursuzluğu) bildiği için üzerlerine huzur ve güven indirmiş
ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır." (Fetih, 48/18).
Daha önce geçtiği gibi Hudeybiye'de Semure ağacının altında yapılan
Bey'atü'r-Rıdvan'dır. En doğru görüşe göre o gün Rasulullah'a (s.a.) biat eden
Ashab-ı Kiram'ın sayısı bin dört yüzdür. Bin üç yüz ve bin beş yüz olduğu da
söylenmiştir. [7]
11- Geri kalan bedeviler sana diyecekler ki: Bizi mallarımız ve ailelerimiz
alıkoydu. Bu sebeple bizim için Allah'tan af dile. Onlar dilleriyle
kalplerinde olmayan şeyi söylemektedirler. De ki: Allah size bir zarar
gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir
şeye gücü yetebilir! Hayır, Allah sizin yaptıklarınızdan
12- Aslında siz Peygamber'in ve
mü- minlerin ailelerine bir daha döne- meyeceğini zannetmiştiniz ve bu düşünce kalplerinize çok cazip gelmisti. Kötü
bir zanda bulundunuz ve helâk olmayı
haketmiş bir toplu- luk
oldunuz.
13-Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse gerçekten biz kâfirler için alevli bir ateş hazırladık.
14. Göklerin ve yerin hükümranlığı de azap eder. Allah çok ba
edendir.
15- Siz ganimetleri almaya giderken duunun üzerine onlar şöyle
diyeçeklerdir: Aslında siz bizi kıskam- yorsunuz. Aksine onların anlayışı
Seferden geri kalmış bedevilere
16- Seferden geri kalmış bedevilere de ki: Siz pek yakında çok kuvvetli
bir kavme karşı müslüman oluncaya kadar onlarla savaşmaya
çağırılacaksınız. Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verecektir.
Eğer önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirecek olursanız size acı bir
şekilde azap edecektir.
17- (Savaşa katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur, topala bir günah
yoktur, hastaya da bir günah yoktur. Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse
Allah onu zemininden ırmaklar akan cennetlere sokar kim de yüz çevirirse ona
çok acı bir şekilde azap eder.
"Sefere çıkmayıp geri kalan bedeviler sana diyecekler ki: Bizi
mallarımız ve ailelerimiz (bundan) alıkoydu. Bu sebeple bizim için Allah'tan
af dile." Allah Tealâ Rasulü Ekrem'e (s.a.), Hudeybiye yılında umre yapmak
gayesiyle Mekke'ye yola çıktığı zaman ailelerinin yanında kalmayı ve onlarla
meşgul olmayı tercih edip kendisi ile yola çıkmayanların ileri sürdükleri
mazeretlerini haber vermiştir. Bu sefere çıkmayan bedevi kabileleri Medine'nin
çevresinde yaşayan Eşlem, Cuheyne, Müzeyne, Gıfar, Esca ve ed-Dil
kabileleridir. Rasulü Ekrem (s.a.) ile beraber bulunmaktan geri bırakıldıkları
için Allah Tealâ bu kimseler hakkında "Muhallefûn" ifadesini kullanmıştır.
Zira muhallef terkedilmiş, geride bırakılmış manasına gelmektedir.
Kur'an'ın gaybtan verdiği bu haber vakıaya uygun olduğu için bu ayet
Kur'an'ın mucize olduğunu ispat etmektedir.
Mallarıyla ve aileleriyle meşgul olmayı mazeret olarak ileri sürmüşler,
isyan ve emre muhalefet sebebiyle işledikleri ettikleri günahlarından değil de
sırf bu meşguliyet sebebiyle sefere katılmamaktan meydana gelen günahlarını
Allah'ın bağışlaması için Rasulü Ekrem'den (s.a.) kendileri için istiğfar
etmesini istemişlerdir. Zaten bu telepleri sadece laftan ibarettir. Gerçekten
inandıkları için değil de aksine takıyye ve yapmacık bir tavır olarak böyle
davranmaktadırlar. Bu yüzden Allah Tealâ "Onlar dilleriyle kalplerinde
olmayan şeyi söylemektedirler." sözüyle onları reddetmiş ve yalanlamıştır.
Bu sözün manası şudur: Onların ileri sürdüğü mazeretleri doğru değildir. Bunu
dilleriyle söyleyerek yapmacık bir tavır ortaya koymaktadırlar. Kalplerinin
derinliklerinde ise Hz. Muhammed (s.a.)'in ve ashabın hezimete uğrayacağına
inanmakta, Kureyş, Sakif, Kinane ve Mekke yakınlarındaki Ehabiş kabileleri ile
savaşmaktan korkmaktadırlar. Allah Te-alâ'nın "Aslında siz Peygamber'in ve
müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceğini zannetmiştiniz." sözü bunun
delilidir.
"(Habibim) de ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir
fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir. Hayır
Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır." Yani ey Peygamber! Onlara de
ki: Allah'ın sizin hakkınızda istediği hayır veya şerrin size gelmesine kim
engel olabilir? Münafıklık yapsanız da, yapmacık davransanız da Allah'ın sizin
hakkınızda dilediği şeyi geri çevirmeye hiç kimse muktedir olamaz. Bu, ister
malların zayi ve ailenin helak olması gibi bir zararın indirilmesi, isterse
zafer ve ganimet gibi bir faydanın gerçekleştirilmesi olsun farketmez.
Aksine sefere katılmamanız sizin ileri sürdüğünüz mazeretlerden dolayı
değildir. Allah Tealâ yaptığınız işlerin tamamından haberdar olduğu için bu
seferden geri kalmanızın sebebini de çok iyi bilmektedir. Mal ve aileler ile
meşgul olduğunuz için değil de siz asıl şüphe, münafıklık, adilik, kötü inanç,
Kureyş ve yandaşlarından korkmanız ve Allah'a güvenmemenizden doğan kötü
düşünceleriniz yüzünden bu sefere çıkmadınız.
Allah Tealâ "Aslında siz Peygamber'in ve müminlerin bir daha
ailelerine dönmeyeceğini zannetmiştiniz. Bu düşünce kalplerinize çok da cazip
gelmişti. Kötü bir zanda bulundunuz ve helak olmayı haketmiş bir topluluk
oldunuz." buyurarak bunların çirkinlik ve kötülüklerini ortaya koymuştur.
Mana şudur: Sizin bu sefere katılmayıp geride kalmanız ne mazereti olan bir
kişinin fiiline ne de isyankâr bir şahsın yaptığına benzer. Aksine münafıklığınız
sizi geri bırakmıştır. Siz düşmanın müminleri öldürüp kesin olarak yok
edeceğine, dolayısıyla onlardan hiçbirinin ailelerine asla dönmeyeceğine
inanmıştınız. Şeytan da bu düşünceyi kalplerinizde süsleyip cazip hale
getirince hemen onu kabul ettiniz. Allah'ın peygamberine yardım etmeyeceğini
düşündünüz. Böylece Allah nezdinde helak olmuş bir kavim oldunuz. Bu yaptığınız
yüzünden hiçbir hayra lâyık olmadığınız gibi şiddetli azabı da hakettiniz.
Sonra Allah Tealâ "Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse gerçekten
de biz kâfirler için alevli bir ateş hazırladık." buyurarak kâfirlere
verilecek cezayı haber vermiştir. Yani kim sefere katılmayıp Medine'de kalan bu
bedeviler gibi Allah'ı ve Rasulünü (s.a.) gönülden tasdik etmez ve hem dışa
akseden davranışlarında hem de gönlünde sırf Allah rızasını umarak amel
etmezse, bunun cezası olarak Allah onlar için çok şiddetli bir ateş hazırlamıştır.
Daha sonra Allah Tealâ "Göklerin ve yerin hükümranlığı
Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir." buyurarak her şeyi şamil olan kudretinin
sahasını beyan etmiştir. Ayetin manası şöyledir: Göklerin ve yerin ahalisi
hakkında mutlak olarak tasarruf etme yetkisi sadece Allah'a aittir. Onlar
hakkında istediği gibi tasarruf eder. Onun hükmünü geri çevirecek, takdir
ettiğini kusurlu görüp düzeltecek hiç kimse yoktur. Allah kendi yarattığı
varlıkların hiçbirine muhtaç değildir.
Dilediği kimselerin günahlarını affeder. İnkârı ve masiyeti sebebiyle
de istediği kimselere ateşle azap eder. Allah Tealâ tevbe eden kulların günahlarını
sürekli olarak bağışlayıcı, bütün mahlukâta da çok merhamet edicidir. Ancak,
mağfiret ve rahmetini dilediği kimselere tahsis eder.
Burada ıslah olmaya umumi bir teşvik, sefere iştirak etmeyen bu bedeviler
ve onlar gibi günahkâr olanları tevbe etmeye, Allah'ın emrine dönmeye, Rasulü
Ekrem (s.a.)'e itaat etmeye teşvik vardır.
Yine Allah biat edenleri kendi iradesiyle bağışlayacağını, diğerlerine
ise azap edeceğini açıkça beyan etmiştir. Allah'ın mağfiret ve rahmeti çok
geniş ve şümullü, tam ve mükemmeldir. [8]
Allah Tealâ aile ve mallarıyla meşgul oldukları iddiasıyla
Hudeybi-ye'ye katılmayan bedevilerin yalan söylediklerini, ganimet elde etmeyi
umdukları, Hayber seferine Rasulü Ekrem (s.a.) ile birlikte gitmek istemeleri
deliliyle açıkça ortaya koymuştur.
Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Siz ganimetleri almaya
giderken (önceki) sefere katılmayanlar diyeceklerdir ki: Bırakın da sizinle
beraber gelelim." Ayetin manası şöyledir: Ey müslümanlar! Siz Hayber'de
elde edilen ganimetleri almaya giderken Hudeybiye umresinde Rasulul-lah'ı
(s.a.) bırakıp Medine'de kalan şu bedeviler diyeceklerdir ki: "Bırakın da
sizinle beraber Hayber savaşında bulunalım." Zira onlar Allah Tealâ'nın
müslümanlara Hayber fethini vaadettiğini ve orada elde edilen ganimetleri
Hudeybiye'de bulunanlara tahsis ettiğini bilmektedirler.
Kısaca, onların mazeret olarak ileri sürdükleri meşguliyetleri doğru
olsaydı Rasulullah (s.a.) ile Hayber'e gitmeyi talep etmezlerdi.
"Onlar Allah 'm sözünü değiştirmek istiyorlar." Yani bu
bedeviler Allah'ın Hayber ganimetlerinin Hudeybiye'de bulunanlara tahsis
edilmesine dair yaptığı vaadin değişmesini istemektedirler. Allah Tealâ
Rasulüne (s.a.), Hudeybiye'de bulunan ashabı dışında hiç kimsenin kendisiyle beraber
Hayber'e gitmemesini emretmiş, Hayber ganimetlerini sadece Hudeybiye ehline
vaadetmiştir. Hudeybiye ye gelmeyen bedevilerden hiç kimse ganimetler hususunda
onlara ortak olamaz. Bunun dışında başka bir hüküm verilemez ve yeni bir
takdir yapılamaz.
Sonra Allah Tealâ "De ki: Bizimle asla gelemezsiniz. Daha önce
Allah Tealâ böyle buyurmuştur." diyerek onların Rasulullah (s.a.) ile
Hayber'e gidemeyeceği kararını açıkça ortaya koymuştur. Bu sözün manası
şöyledir: Ey Peygamber! Onlara açıkça şunu söyle: Siz asla bizimle Hayber'e
gelemezsiniz. Hudeybiye'den Medine'ye dönünce Allah Tealâ bize Hayber ganimetlerinin
özellikle Hudeybiye ehline ait olduğunu başkalarının onda bir payı
bulunmadığını haber vermiştir.
Bunun bir benzeri de şu ayettir: "Şayet seni Allah Tealâ onlardan
bir kavme tekrar döndürür de (seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse
de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber
asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz birinci defa (Tebuk seferinde) evinizde
oturup kalmaya razı oldunuz. Simde de arkada kalanlarla (çocuk ve kadınlarla)
beraber oturun." (Tevbe, 9/83)
Daha sonra da Allah "Bunun üzerine onlar diyeceklerdir ki: Aslında
siz bizi kıskanıyorsunuz." sözüyle bedevilerin bunu kabul etmeyip reddettiklerini
haber vermiştir. Yani Hudeybiye'ye katılmayan bedeviler Hudeybiye ehlinden bu
sözü işitince şöyle diyeceklerdir: Aslında siz bizim ganimetlere ortak
olmamızı çekemiyorsunuz. Sizinle beraber gelmemize müsa-de etmeyişinizin tek
sebebi kıskançlıktır.
Bedevilerin bu itirazlarına Allah Tealâ şu sözüyle cevap vermiştir:
"Aksine onların anlayışı çok kıttır." Yani gerçek, onların
iddia ettiği gibi onların ganimetten pay almasına karşı kıskançlık duymanız
değildir. Aksine onların anlayışı çok kıt olduğu için bütün bunlar meydana
gelmiştir. Burada kastedilen mana şudur. Onlar dünya işlerini bilseler ve
anlasalar bile, Allah için cihad etmek, kötü niyeti ıslah etmek ve iman
davasında sadık olmak gibi din ile alâkalı şeylerden de hiç anlamazlar.
İşte bu ayet, onların Allah'ın hükmünü bozmaya çalışmaları ve müminleri
kıskançlıkla itham etmelerinin cehaletten, anlayış ve düşünce kıtlığından
kaynaklandığına ve onların dünyalık dışında hiçbir şey bilmeyen maddeci bir
topluluk olduğuna delâlet etmektedir.
Şayet onlar müminlerle ortak olma isteğinde samimiyseler gerçek özür
sahipleri hariç Allah onları savaşa çağırmıştır. Onların Rasulullah'a (s.a.) ve
iman edenlere karşı samimiyet ve sadakatlerini ispat etmek için cihad
meydanının geniş ve devamlı açık bulunduğunu Allah Tealâ şu aye-tiyle
açıklamıştır:
"(Hudeybiye'ye) seferden geri kalmış bedevilere de ki: Siz pek
yakında kuvvetli bir kavme karşı onlar müslüman oluncaya kadar savaşmaya çağırılacaksınız."
Yani ey Peygamber (s.a.)! Sefere katılmayıp geride kalan şu Bedevilere İslâm
saflarına gereğince ve sadakatle bağlanmak istiyorlarsa şöyle söyle: Yakında
güçlü kuvvetli ve çetin bir kavme karşı cihada çağırılacaksınız. Onları iki
şeyden birini tercih hususunda serbest bırakın: Ya savaşmayı ya da müslüman
olmayı tercih edebilirler. Tercih edebilecekleri üçüncü bir durum söz konusu
olamaz. Müslümanlarla aralarında cizye vs. antlaşma olmayan kâfirlerin hükmü
işte budur. Bu hüküm Arap ve Arap olmayan müşrik ve mürtedlere de şamildir.
Müfessirler müslümanların savaş ile emrolunduğu bu kavmi kötüleme
konusunda dört görüş zikretmişlerdir:
1- Huneyn savaşının yapıldığı
esnadaki Hevazin ve Gatafan kabileleridir. Onlarla Mekke fethinden sonra
Hicretin sekizinci yılı savaş yapılmıştır.
2- Sakif kabilesidir.
3- Müseylemetü'l-Kezzabın
adamları, Yemame savaşına katılanlar ve Beni Hanife'dir. Onlarla Ebu Bekir
Sıddık'in (r.a.) hilâfeti zamanında sava-şılmıştır. Müfessirlerin çoğu
müslümanların kendileriyle cihada çağrılacağı kavmin Beni Hanife ve Hz. Ebu
Bekir'in savaştığı dinden dönen topluluklar olduğu görüşündedirler. Zira Allah
Tealâ "Onlarla müslüman oluncaya kadar savaşmaya çağırılacaksınız."
buyurmaktadır. Kendileri hakkında ya İslâm'a girmek veya savaş dışında herhangi
bir muamele kabul edilmeyenler mürtedler ve Arap müşrikleridir. Arap olmayan
diğer milletlere mensup müşrikler, Ehl-i Kitap ve mecusilerden Ebu Hanife'ye
göre cizye kabul edilir. İmam Şafi'ye göre ise cizye sadece Ehl-i Kitap ve
mecusilerden kabul
edilir, Arap olsun olmasın müşriklerden kabul edilmez. 4- İranlılar,
Rum ve Bizanslılar ile putperestlerdir.
İbni Cerir demiştir ki: "Bu kavmin kimler olduğunu tayin ve
tesbite ne aklî ne de naklî bir delil getirilemez. Bu sebeple biz tayin ve
tasbite hacet olmaksızın bu konuyu olduğu şekliyle bırakıyoruz."
Daha sonra Allah Tealâ "Eğer itaat ederseniz size güzel bir
mükâfat verecektir. Yok önceden yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirecek
olursanız size acı bir şekilde azap edecektir." buyurarak itaat etmeleri
durumunda onlara sevap vereceğini vaadetmiş, isyan etmeleri halinde ise onları
azapla tehdit etmiştir. Ayete göre mana şudur: Eğer bu davete icabet edip
cihada çıkar ve vazifelerinizi yerine getirirseniz Allah size güzel bir sevap
verecektir ki o da dünyada bol ganimet, ahirette ise cennettir.
Eğer daha önce Hudeybiye zamanında çağırıldığınız halde geri kalmak
suretiyle yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirecek olursanız günahınız büyük olduğu
için dünyada öldürülme, esaret ve kahr u perişanlıkla, ahirette cehennem
azabıyla size çok acı ve elem verici bir şekilde azap edecektir.
Allah Tealâ gerçekten mazereti olanları cihad farizasından ve cihada
katılmamaya bağladığı tehditten istisna etmiştir. Allah Tealâ bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
"(Sefere katılmamaları yüzünden) köre günah yoktur, topala bir
günah yoktur, hastaya da bir günah yoktur." Yani ister körlük, sürekli
topallık, isterse sonradan ortaya çıkmış hastalık gibi özür ve mazeretlere
sahip olanlara güç ve kudretleri olmadığı için cihada katılmamak hususunda
günah yoktur. Özürü sürekli olduğu için ayette âmâ topaldan önce
zikredilmiştir.
Mukatil şöyle demiştir: Ayette istisna edilen özür sahipleri Hudeybiye'ye
katılmayan sakatlardır. Allah Tealâ onların özürlerini kabul etmiştir.
Sonra da Allah Tealâ cihada Allah ve Rasulüne (s.a.) itaata teşvik etmek
için şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah
onu zemininden ırmaklar akan cennete sokar, kim de yüz çevirirse ona çok acı
bir şekilde azap eder." Yani ihlas ve samimiyetle Allah ve Rasulüne (s.a.)
itaat edip de Allah'ın dinini yüceltmek ve onu müdafaa etmek için müminlerle
birlikte cihad eden kimseyi Allah Tealâ, ahirette köşklerinin zemininden suyu
bembeyaz parlayan va tatlı tatlı dökülen nehirlerin aktığı cennete sokar,
Allah'a itaat etmeyi kabul etmeyip Allah ve Rasulüne (s.a.) isyan edene de
Allah Tealâ, dünyada onu zillet içinde bırakmak, ahirette ise cehennem
ateşinde yakmak suretiyle elem verici bir şekilde azap eder.
Allah Tealâ, peygamberden sadece birine itaat etmek aslında diğerine
itaat olmasına rağmen burada görülmeyen ve kelâmı işitilmeyen Allah Te-alâ'ya
itaatin ne olduğunu beyan etmek için hem Allah'a hem de Peygamber'e itaatin
ikisi birlikte zikredilmiştir. Allah Tealâ sanki burada şöyle demek
istemiştir: Allah'a itaat Rasulü Ekrem'e (s.a.) itaat etmekle olur, O'nun sözü
de yine Rasulullah'tan (s.a.) duyulur. [9]
Beyatü'r-Rıdvan'da Bulunanların Mükafatı:
18, 19- Andolsun ki Allah, ağacın altında sana biat ediyorlarken
müminlerden razı olmuştur da kalplerındekını bildiği için üzerlerine manevi bir
kuvvet indirmiş ve onları yakın bir fetih ve elde edecekleri birçok
ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir.
Açıklaması:
"Andolsun ki Allah ağacın altında sana biat ediyorlarken müminlerden
razı olmuştur." Yani Allah'a yemin olsun ki Hudeybiye'de ağacın altında
Rasulullah'a (s.a.) Kureyş ile savaşmak ve kaçmamak üzere biat eden ihlaslı
müslümanlardan Allah razı olmuştur. "Allah... müminlerden razı olmuştur."
ayeti sebebiyle bu biate Bey'atu'r-Rıdvan denilmiştir. Doğru olan görüşe göre
bu biatte bulunanların sayısı bin dört yüz kadardır.
Buhari Abdurrahman b. Avf in şöyle dediğini rivyet etmiştir: "Hac
için yolculuğa çıkmıştım. Yol üzerinde namaz kılan bir topluluğa rastladım. Onlara:
"Bu ne mescididir?" dedim. Onlar: Bu ağacın bulunduğu yer Rasulullah'a
(s.a.) Bey'atu'r-Rıdvan'ın yapıldığı yerdir, dediler. Said b. el-Müsey-yeb'e
geldim ve ona durumu haber verdim. Said dedi ki: Bana babam kendisinin de
ağacın altında Rasulullah'a (s.a.) biat edenlerden olduğunu söylemiştir.
Abdurrahman b. Avf demiştir ki: Biz ertesi yıl çıktığımızda o ağacın yerini
unuttuk ve onu tespit edemedik. Bunun üzerine Said b. Müseyyeb: Rasulü Ekrem'in
(s.a.) ashabı o ağacı bilemediler de onu siz mi bildiniz, dedi. İbni Ebi Şeybe
Musannefinde Nafii'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Ömer'e altında biat
yapılan ağacın bazı kimselerce ziyaret edildiği haberi ulaşınca kesilmesini
emretti. Bunun üzerine ağaç hemen kesildi.
"Kalplerindekini bildiği için üzerlerine manevi bir kuvvet
indirmiş ve onları yakın bir fetihle..." Allah Tealâ onların kalplerinde
bulunan iman ve sadakati, ihlas ve vefayı ve itaati bildiği için gönül
hoşnutluğu ve sükûneti
üzerlerine indirmiş ve onları Hudeybiye'den döndükten sonra Hayber'in
fethiyle mükafatlandırmıştır. Daha sonra Hayber'in fethinden sonra Mekke'nin
diğer belde ve yerlerin fethini nasip etmiştir.
"Onların kalplerindekini bilmiştir." ayetindeki
"bilmiştir." fiilinin başında bulunan "fa" harfi bu
cümlenin yukarıdaki cümleyi takip ettiğini ifade etmek için getirilmiştir.
Fiil (alime: bilmiştir) önceki cümlede geçen "sana biat
ediyorlarken..." sözüyle ilişkilidir. Çünkü kalplerde olanı bilmek rızadan
önce gelir. O takdirde mana şu sözde olduğu gibidir: Dün çok rahatladım. Çünkü
dün onunla konuştum. Bana gelmişti de. Veya buradaki mana şu sözdeki gibidir:
Dün çok sevindim. Çünkü Zeydin yanma girdim de bana ikramda bulundu. Burada
manadaki tertip ve sıra sebebiyle sevinme, ikram etmeden sonra meydana
gelmektedir. İşte bunun gibi bu ayet-i celile de şu manaya işaret etmektedir:
Allah Tealâ'nm rızası sırf biatleşme esnasında mevcut değildir. Aksine daha
biatleşme esnasında ezelî ilmi ile onların sadık ve vefakâr olduklarını
bilmesi neticesinde Allah'ın rızası gerçekleşmiştir.
"Üzerlerine manevi bir kuvvet indirmiştir." sözünün başındaki
"fa" harfi ise hakiki bir takip ifade eder. Buna göre mana şöyledir:
Allah Tealâ onlardan razı olmuştur. Peşinden onların üzerlerine manevi bir
kuvvet indirmiştir.
"Elde edecekleri birçok ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Allah
mutlak galiptir ve yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." Allah Tealâ onlara
birçok ganimetleri, yani Hayber ganimetlerini mükâfat olarak ihsan etmiştir.
Hayber ganimetleri Mekke'lilerden elde etmeyi ümit ettikleri ganimetlere
karşılık olarak sadece Hudeybiye'de Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlara taksim
edilmiştir.
Allah Tealâ ezelde ve ebedde tam bir kudret ve mutlak galibiyet sahibidir.
Mahlukâtın işlerini hikmete uygun ve en doğru şekilde tanzim ve tedbir eder.
Bey'atu'r-Rıdvan'da bulunanlar için dünya ve ahirette izzet, nusret ve yüksek
bir mevki gerçekleştirmiştir. [10]
Müminlere Vaadedilen
Ganimetler, Fetihler Ve Çeşitli Nimetler:
20- Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaadetmiştir. (Bu ganimetlerden)
şunları hemen vermiş ve insanların elini sizden çekmiştir ki bunlar, müminlere
bir işaret olsun ve sizi de hidayete ulaştırsın.
21- Henüz elde etmeye muktedir olmadığınız başka ganimetleri de (vaadetmiştir.)
Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Allah her şeye hakkıyla
kadirdir.
22- Eğer kâfirler sizinle savaşsalar-dı arkalarına dönüp kaçarlardı.
Sonra da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirlerdi.
23- Allah'ın öteden beri süre gelen hükmü ve kanunu budur. Allah'ın
kanununda asla bir değiştirme bulamazsın.
24- O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların
ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah yaptıklarınızı
hakkıyla görendir.
"Allah size elde edeceğiniz birçok ganimet vaadetmiştir. (Bu
ganimetlerden) şunları size hemen vermiş ve insanların elini sizden çekmiştir
ki bütün bunlar müminler için bir işaret olsun ve- sizi de hidayete
ulaştırsın." Ey müminler! Allah Tealâ size kıyamete kadar geçen süre
zarfında kâfirlerden ve müşriklerden bol ganimet elde edeceğinizi vaadetmiştir.
Fakat Hayber ganimetlerini size hemen ihsan etmiş, Hudeybiye'de sulh yoluyla
Kureyş'in elini sizden çekmiş, Hayber Yahudileri ile onların müttefiki olan
Esed ve Gatafan kabilelerinin sizinle savaşmalarına engel olmuş ve onların
kalplerine korku salmıştır. Bu sebeple düşmanlarınızın içlerinde gizledikleri
savaştan size her hangi bir kötülük dokunmaz. İşte bütün bunlar Ona şükretmeniz
için ihsan edilmiştir. Bu nimetler, vaadettiği şeylerin tamamında Rasulullah'ın
(s.a.) doğru söylediğini ve sayıları az olmasına rağmen düşmanlarına karşı
Allah'ın onları koruduğu ve yardım ettiğini bilmeleri için bir alâmet olsun
diye bu alâmetle veya ayetle hidayetleri artsın, veya bu alâmet onları hak
yolunda hidayet üzere sabit kılsın da Allah'ın emrine boyun eğsinler ve
Rasulullah'a (s.a.) itaat etsinler diye ihsan edilmiştir.
"Henüz elde etmeye muktedir olamadığınız başka ganimetleri de (vaadetmiştir.
Allah onları ezelî ilmi ve kudretiyle bilmektedir. Allah her şeye
kadirdir." Yani Allah Tealâ size Hudeybiye sulhu sayesinde Hayber'in fethi
dışında başka ganimetler ve fetihler de vaadetmiştir. Hali hazırda onları elde
etmeye muktedir değilsiniz. Allah Tealâ ezelî ilmi ile Huneyn gazvesinde
Hevazin ganimetleri, İran ve Bizans fetihleri gibi fetihlerde bulunup
ganimetler elde edeceğinizi bilmektedir. Allah Tealâ her şeyi yapabilecek
mutlak güç ve kuvvetin sahibidir. Hiçbir şey onu aciz bırakamaz.
"Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarını dönüp kaçarlardı.
Sonra da ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirlerdi." Yani şayet
Hudeybiye'de Kureyş kâfirleri sizinle savaşa tutuşsalardı Allah Tealâ Rasulüne
(s.a.) ve müminlere mutlaka yardım ederdi. Kâfirlerin ordusu da kaçarak
hezimete uğrarlardı. Sonra da sizinle savaşmak için kendilerini koruyacak bir
muhafız, kendilerine destek olacak bir dost ve size karşı kendilerine yardım
edecek bir yardımcı bulamazlardı.
"Allah'ın öteden beri süregelen kanunu budur. Allah'ın kanununda
asla bir değiştirme bulamazsın." Yani kâfirlere karşı iman ordusuna yardım
etmek, hakkı yükseltip batılı alçaltmak, Bedirde sevdiği mümin kullarına müşrik
düşmanlarına karşı yardım ettiği gibi kuvvetler dengesiz bile olsa mümin
kullarını düşmanlarına galip kılmak, işte bütün bunlar Allah'ın mahlukâtı
hakkında cereyan eden kadim adet ve kanunudur (sünnetul-lah). İşte bu
sünnetullah aynen devam etmektedir. Onun değiştirilmesi söz konusu olamaz.
"O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde
onların ellerini sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah yaptıklarınızı
hakkıyla görmektedir." Hudey.biye yılında Rasulullah'ı (s.a.) ve
beraberindekileri Kabe-i Muazzama'dan alıkoymak için geldiklerinde Mekke'nin
içinde ve etrafında müşriklerin ellerini müslümanlardan, müslümanların ellerini
de müşriklerden çeken bizzat Allah Tealâdır. Zira nüzul sebebi bahsinde geçtiği
gibi Mekkelilerden seksen kişi silahlı olarak Rasulullah'm (s.a.) dalgınlığından
faydalanmak maksadıyla Tenim dağı tarafından Rasulü Ekrem'in (s.a.) bulunduğu
yere doğru indiler. Müslümanlar onları yakaladılar. Bir müddet sonra da onları
serbest bıraktılar. İşte müslümanlarla müşrikleri bir birlerinden uzak tutması,
Allah'ın müminlere ihsan ettiği bir lütuftur.
Allah Tealâ mümin ve müşrik kullarının yaptığı amelleri çok iyi bilmektedir.
Bu konuda hiçbir şey ona gizli kalmaz. Buna göre "Sizi onlara karşı
muzaffer kıldıktan sonra..." sözünden maksat Mekke'nin fethi değildir.
Doğru olan görüşe göre bu ayet Mekke savaş yoluyla fethedildiği halde Mekke'nin
fethinden önce Hudeybiye'de nazil olmuştur. Buna göre bu ayetten maksat
müslümanlara baskın yapmak için gelen müşriklerin esir alındıktan sonra
müslümanlar tarafından öldürülmemeleridir. [11]
25- Onlar inkâr eden ve sizin Mes-cid-i Haram'ı ziyaretinize ve alıkonulmuş
hediyelerin mahalline ulaşmasına engel olanlardır. Eğer kendilerini henüz
tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları
bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir sıkıntı ve vebal isabet
etmeşeydi (size fetih için elbette izin verilirdi.) Allah dilediği kimselere
rahmet etmek için böyle yapmıştır. Şayet onlar (Mekke'deki müslümanlar) seçilip
ayrılmış olsalardı biz dan
(Mekke-Ulerden) inkâr edenleri elem
verici bir azaba çarptırmıştıkbile.
26- Hani o vakit kâfirler kalplerine taassubu, cahiliye taasubunu yerleştirmişlerdi
ki Allah hemen Rasulünün (s.a.) ve müminlerin üzerine sükûnet ve güvenini indirdi,
onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar da buna daha lâyık ve
ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
"Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haramı ziyaretinize ve
alıkonulmuş hediyelerin mahalline ulaşmasına engel olanlardır." Yani
Allah'ın bir olduğunu inkâr edenler başkaları değil elbette Kureyş
müşrikleridir. Ey müslümanlar! Siz ona daha lâyık ve ehil olduğunuz halde
Beytullah'ı tavaf etmenize de onlar engel olmaktadır. İnat ve taşkınlıkları
yüzünden bulunduğu yerde hapsedilmiş, Beytullah'a götürülen kurbanlık
hayvanların mahalline ulaşmasına onlar mani olmaktadır. Rasulullah (s.a.)
yetmiş deve götürmüştü. Kurbanlıkların mahalli kendisinde kurban kesimi adet
olmuş mekândır. Orası da Harem bölgesinde kesimin helâl olduğu Mina veya
Mekke'deki harem dahilidir.
Allah Tealâ Harem hudutlarının dışında bulundukları halde vardıkları
yeri (Hudeybiye) kurban kesim yeri kılarak onlara ruhsat vermiştir.
"Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkekler ile kadınları
bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir sıkıntı ve vebal isabet etme ihtimali
olmasaydı." Yani şayet Mekke'de imanlarını gizleyen kavminden korktuğu
için gönlünde saklayan mustazaf mümin erkek ve kadınlar bulunma-saydı elbetteki
fetih için size izin verirdik. Ve sizin ellerinizi onlardan çekmeniz, onları
öldürüp kökten temizlemeniz için sizi onların başına belâ yapardık. Ancak,
onlar arasında tanımadığınız, savaşın tuzağına düşmüş mümin erkek ve kadın
toplulukları vardır ki öldürerek onları çiğneyip geçtiğinizden dolayı onlar
cihetinden size sıkıntı, üzüntü ve onların müslü-man olduğunu bilmeden öldürme
vukuu bulduğu için de hata ile öldürmeye karşılık kefaret ve günah isabet
edebilirdi. İşte o zaman müşrikler de müslümanlar kendi dindaşlarını öldürüyor
demeye başlarlardı.
"Allah dilediği kimselere rahmet etmek için böyle yapmıştır."
Yani Allah Tealâ müminleri müşriklerin esaretinden kurtarmak ve onlardan çoğunun
imana dönmesini sağlamak için sizin elinizi onlardan çekip, sizinle onlar
arasına girip savaşa engel olmuştur.
"Şayet onlar seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan (Mekke
'lilerden) inkâr edenleri elem verici bir azaba çarptırmıştık bile." Yani
iman edenler inkâr edenlerden seçilip de bugün tamamen irtibatı kesmek diye
isimlendirilecek şekilde birbirlerinden aynlsalardı, onları öldürmeniz için
sizi onlara musallat etmek suretiyle kâfirleri elem verici bir azapla, yani
ölümle cezalandırırdık.
Allah "Hani o vakit kâfirler kalplerine taasubu, cahiliyye
taassubunu yerleştirmişlerdi ki Allah hemen Rasulünün ve müminlerin üzerine
sükûnet ve emniyetini indirmiş ve
onların takva sözünde durmalarını sağlamıştı. Zaten onlar da buna daha lâyık ve
ehil idiler. Allah her şeye hakkıyla bilendir." buyurarak azabın
sınırlarını veya vaktini beyan etmiştir. Yani biz onları, kalplerine hakka
boyun eğmeyen, mantık tanımayan ve ikna edici bir delile de dayanmayan cahiliye
taasup ve gururunu yerleştirdikleri anda elbette ki cezalandırırız. Kalplerine
yerleştirdikleri bu taassup onların Hu-deybiye anlaşmasının baş tarafına
besmeleyi ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberlik vasfını yazmayı kabul
etmemeleridir.
Allah Tealâ Rasulü (s.a.) ve müminler üzerine hoşnutluk sebat ve sabır
indirmiştir. Kâfirlerin gönlüne giren taassubu onların kalplerine sokmadığı
gibi onları rıza ve teslimiyet üzere sabit kılmış, kelime-i tevhidi veya
kelime-i şehadeti onların içine sindirmiştir. Veya onların Hareme tazimini ve
orada savaşı terketmelerini sağlamış, kâfirlerin yaptığı gibi Ha-rem'in
hürmetini bozmak için onları kışkırtmamıştır.
Zaten bu kelimeye kâfirler değil müminler daha lâyık ve ehildir. Çünkü
onlar bozuk akideli kâfirlerin zıddına sahih akidenin, salâh ve hayrın
sahipleridir.
Allah Tealâ hayra lâyık olanlarla olmayanları hakkıyla bilendir. Nesai
Ubey b. Ka'b dan şöyle rivayet etmektedir: Ubey b. Ka'b "Hani o vakit kâfirler
kalplerine taassubu, cahiliyye taassubunu yerleştirmişlerdi." ayetiyle
ilgili olarak "Şayet onların yaptığı gibi sen de taassuba düşecek olsaydın
elbette Mescid-i Haram fesada uğrardı." şeklinde açıklama getirmişti. Bu
durum Hz. Ömer'e ulaşınca Ubey b. Kaba sert çıktı. Bunun üzerine Ubeyy:
"Biliyorsun ki ben Rasulullah'ın (s.a.) huzuruna giriyordum. O da Allah'ın
kendisine öğrettiği bilgileri bana öğretiyordu." deyince Hz. Ömer:
"Tamam, sen ilim ve Kur'an ehli bir zatsın. O zaman sen Allah'ın ve
Rasulünün öğrettiği şeyleri oku ve öğret." dedi. [12]
27- Andolsun ki Allah, Rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tas- dSk
etmiştir. İnşaaUah emniyet için- de, başlarınızı tıraş ettirerek, kısaltSrak
korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a
gireceksiniz. Ancak Allah SİZİn bilmediSinizi bilmekte için bunun dışında size
yakın bir fetih vermiştir.
28-Onu (hak dini) diğer bütün dinere 6aP kıhnak için Rasulünü hidayetle
ve hak din ile gönderen O'dur. Buna şahit olarak Allah yeter.
"Andolsun ki Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik
etmiştir. İnşaallah emniyet içinde başlarını tıraş ettirerek, kısaltarak korkusuzca
mutlaka Mescid-i Harama gireceksiniz. Ancak Allah sizin bilmediğinizi bilmekte
olduğu için bunun dışında size yakın bir fetih vermiştir." Yani Allah'a yemin
olsun ki Allah, Rasulullah'ın gördüğü rüyanın tevilinin hak olduğunu tasdik
etmiştir. Siz Allah'ın izni ve meşietiyle bu yıl yani Hudeybiye yılı değil de
gelecek yıl Mescid-i Haram'a düşman tehlikesi olmaksızın, kiminiz saçlarını
tamamen kesmiş, kiminiz de saçlarını kısaltmış olarak korkmadan gireceksiniz.
İşte bunlar emniyet ortamını sağlamlaştırmak içindir. Zira Allah Mekke'ye
girme esnasında onlar için emniyet ve güven meydana getirmiş, orada kaldıkları
sürece de hiç kimseden korkmayacak şekilde onların korku hislerini
gidermiştir. Rasulullah (s.a.) ile ashabının Mekke'ye girmeleri hicretin
yedinci senesi Zilkade ayında tahakkuk etmiştir. Rasulullah (s.a.) Zilkade
ayında Medine'ye döndükten sonra Zilhicce ve Muharrem aylarını orada ge-
çirmiştir. Safer ayında Hayber seferine çıkmış Allah Tealâ Hayber'in
bir kısmını savaş yoluyla, bir kısmını da anlaşma ile fethini ihsan etmiştir.
Hicretin yedinci senesi Zilkade ayında umre için Hudeybiye ehli ile
birlikte Medine'den çıkmış, Zulhuleyfe'de ihram giymiş ve beraberinde kurbanlık
hayvan da götürmüştü. Söylendiğine göre bu hayvanlar yetmiş tane deve idi.
Rasulullah (s.a.) ve ashabı telbiye getirererk yürüdüler. Hudeybiye sulh
anlaşmasında Mekke'lüerin ileri sürdüğü şarta riayet ederek kınlarından çekilmemiş
kılıçlarıyla Mekke'ye girdiler.
Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a.) rüyasını tasdik ettikten ve orada bulunan
topluluğun kötü zanda bulunmasından sonra şu sözü getirmiştir. "Ancak
Allah Tealâ" fethin gelecek yıla ertelenmesi hususunda "sizin bilmediğiniz"
hikmet ve maslahatı "bildiği için bunun dışında size yakın bir fetih"
yakın bir zamanda meydana gelecek Hayber fethini "vermiştir.[13]
"İnşaallah" sözü kulları eğitmek ve bütün işlerini Allah'ın
meşietine bağlamaya irşad etmek içindir.
Allah Tealâ şu kavliyle her hususta Rasulullah'ı (s.a.) tasdik ederek
onun gördüğü rüyanın doğruluğunu bir kez daha tekit etmiştir:
"Onu (hak dini) diğer bütün dinlere galip kılmak için Rasulünü
hidayetle ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter."
Yani önceki dinleri neshetmek ve bozuk itikatlarının fesadını ortaya çıkartmak
suretiyle İslâm dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü Muhammed'i
(s.a.) faydalı ilim, amel-i salih ve dosdoğru hidayet yoluna irşad eden İslâm
diniyle gönderen bizzat Allah Tealâ'dır. İslâm dinini diğer dinlere üstün kılacağı
hususundaki bu vaadine ve Hz. Muhammed'in (s.a.) kendi peygamberi olduğuna ona
yardım edeceğine şahit olarak Allah kâfidir. Bu ayetle Hudeybiye sulhunun baş
kısmına "Allah'ın Rasulü Muhammed" ifadesinin yazılmasını kabul
etmeyen Süheyl b. Amr'ın bu tavrı reddedilmiş, Rasulullah (s.a.) teselli
edilmiş, Rasulullah'ın (s.a.) gördüğü rüyanın doğruluğu te-yid edilmiş ve
"Onu diğer bütün dinlere galip kılmak için" ifadesiyle de Mekke'nin
fethedileceği müjdelenmiş olmaktadır. [14]
29- Muhammed Allah'ın Rasulüdür. Onun beraberinde bulunanlar kâfirlere
karşı sert, kendi aralarında ise çok merhametlidirler. Onları rü-kûya varırken
ve secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların
nişanları yüzlerinde secde izidir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur,
İncil'deki vasıfları da (şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış git gide
onu sağlamlaştırarak kalınlaşmış ve gövdesi üzere doğrulup kalkmış bir ekine
benzerler ki bu, ekincilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih)
onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. İman edip salih amel işleyen onlara
Allah hem mağfiret, hem büyük mükâfat vaadetmiştir.
"Muhammed Allah'ın Rasulüdür." Yani Muhammed seksiz şüphesiz
Allah tarafından gönderilmiş gerçek bir peygamberdir.
"Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı sert ve çetin, kendi
aralarında ise çok merhametlidirler." Yani onun ashabı Allah'ı inkâr edenlere
ve kendilerine düşmanlık edenlere karşı dayanıklılık, katılık ve sertlikle,
birbirlerine karşı da yumuşak ve merhametli olmak ile temeyyüz ederler. Nitekim
Onların bu özellikleri başka ayetlerde şöyle ifade edilir: "Ey iman
edenler! İçinizden kim dininden dönerse Allah öyle bir kavim getirir ki onları
sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere
karşı da onurlu ve zorludurlar." (Maide, 5/54). Başka bir ayet de şöyledir:
"Ey iman edenler! Size yakın olan kâfirlerle muharebe edin. Onlar sizde
büyük bir azim ve sertlik bulsunlar."
Ahmed, ve Müslim Ebu Hüreyre'nin sahih bir hadiste Rasulullah'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Birbirlerine karşı sevgi, merhamet ve şefkat
göstermek hususunda müminler bir vücuda benzer. Onun her hangi bir uzvu
rahatsız olduğunda diğerleri de uykusuzluk ve ateş ile ona iştirak
ederler."
Buhari ve Müslim, Tirmizi ve Nesei'nin Ebu Musa el-Esari'den rivayet
ettiği hadis şöyledir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Mümin mümin
için tuğlaları birbirine kenetlenmiş bina gibidir."
Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Ashab-ı Kiram'm kâfirlere karşı gösterdiği
sertliğe dair şu bilgiler ulaşmıştır: Onlar bırakın bedenlerini elbiselerinin
bile kâfirlerin elbisesine değmesinden sakınıyorlardı. Kendi aralarındaki
merhamet ve şefkatleri hakkında da şu bilgiler ulaşmıştır: Birbiriyle görüşen
müminler mutlaka musafaha yapıp kucaklaşırlardı.
Musafahanm caiz olduğu hususunda alimler ittifak etmişlerdir. Bu
sünnete devamlı olarak riayet etmek, kendilerine muhalif olanlara karşı sertlik
gösterip kendi dindaşlarına merhamet etmek bütün müminlerin vazifesidir.
"Onları rükûya varırken ve secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf
ve rıza isterler." Yani ihlâslı bir şekilde çok namaz kıldıklarını
müşahede edersin. Çoğunlukla onları rükû ve secde halinde görürsün. Sevap ve
Allah'ın rızasını isterler, Allah katında sevabın en büyüğü olan cennete
girmeyi ve Allah'ın rızasını umarlar. Allah rızası cennetten daha büyük bir
nimettir. "Allah'ın rızası daha büyüktür." (Tevbe, 9/72).
"Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir." Onların en
belirgin alâmetleri yüzlerinde bulunan nur, parlaklık ve vakardır. Süddi
demiştir ki: Namaz onların yüzlerini güzelleştirmiştir. Seleften birisi de
şöyle demiştir: Gece çok namaz kılanın gündüz yüzü güzel olur.
İbni Mace Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gece çok namaz kılanın gündüz yüzü güzel
olur." Gerçekte bu merfu değil mevkuf bir hadistir.
Yine selef ulemasından birisi şöyle demiştir: "Muhakkak iyilerin
kalplerinde bir nur, yüzlerinde bir ışık, rızıklarında bir genişlik ve
insanların gönüllerinde onlara karşı bir muhabbet bulunur."
Müminlerin emiri Osman b. Afvan (r.a.) şöyle demiştir: "Bir
kimsenin içinde sakladığı bir sırrı Allah Tealâ mutlaka onun yüzünde veya
lisanının sürçmesinde ortaya çıkarır." Bu sözden şu mana kastedilmiştir:
İbadetin, salâhın ve Allah için İhlasın izini Allah Tealâ müminin yüzünde
ortaya çıkarır. Bunun için Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle demiştir: "Kim
içini düzeltirse Allah da onun dışını düzeltir."
İmam Ahmed Ebi Said el-Hudri'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Şayet biriniz kapısı ve menfezi olmayan
kapalı bir mağaranın içinde amel etseydi Allah Tealâ bunu mutlaka olduğu gibi
insanlara gösterirdi."
Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel ve Ebu Davud İbni Abas (r.a.)'dan Rasulullah
in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Muhakkak düzenli bir hal, güzel
yaşantı ve itidal, peygamberliğin yirmi beş parçasından biridir."
"İşte onlaran Tevrattaki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da
(şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu sağlamlaştırarak
kalınlaşmış ve gövdesi üzere doğrulup kalkmış bir ekine benzer ki bu,
ekincilerin hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) kâfirleri öfkelendirmek
içindir." Yani sahabeye ait bu vasıf onların Tevrat'ta ve İncil'de bulunan
vasıflarıdır. Onlar başlangıçta zayıf idiler ve sayıları da az idi. Tıpkı
filizlenip dalları etrafına serpilen ve sertleşip kuvvetlenen kökün
desteklediği ve tuttuğu bir ekin gibi ashab-ı kiram da artmış çoğalmış ve
güçlenmiştir. Bilindiği gibi ekinin bu hali, sağlamlığı ve güzel görünümü
sebebiyle çiftçilerin hoşuna gider.
Müminin imanı da böyledir. İslâm'a ilk girdiği esnada zayıftır. İlim ve
iman ehliyle sürekli birlikteliği sebebiyle kuvvet kazanır ve neticede eşit
seviyeye çıkarak onlar gibi olur. Bazen de onlardan daha kuvvetli bir imana
sahip olabilir.
"İman edip salih amel işleyen onlara Allah hem mağfiret hem de büyük
bir mükâfat vaadetmiştir." Yani Allah kendisine ve Peygamberine (s.a.)
iman edip salih amel işleyenlere günahlarını bağışlayıp bol mükâfat vermeyi ve
cennete sokmayı vaadetmiştir. Allah'ın vaadi haktır, gerçektir ve kesinlikle
tahakkuk edecektir. Zira Allah asla vaadinden dönmez.
Bütün bu vasıflar sahabe-i kirama ve onların izini takip eden ve onların
yolu üzere yürüyen iman toplulukları, İslâm orduları ve birbirini izleyen
nesillere şamildir.
Müslim Sahih'inde Ebu Hüreyre (r.a.)'nin şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: "Ashabıma sövmeyin. Nefsim yedi
kudretinde bulunan Allah 'a yemin olsun ki şayet sizden biri Uhud dağı kadar
altını infak etmiş olsa onlardan birinin verdiği ne bir müdd (hurma vs.) ne de
onun yarısının sevabına erişemez"[15]
[1] Mekke'ye giden kişinin
"Harem "e en'am (deve, inek, koyun) cinsinden bir hayvanı hediye
olarak götürmesi sünettir. Buna "Hedy" denir.
[2] Taris: Bir kavmin uyuyup
istirahat etmek ve sonrada gitmek için bir yerde konaklaması demektir.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 13/377-379.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/382-383.
[5] Razî, XXVIII/82.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/387-389.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/393-395.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/400-402.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/402-406.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/412-413.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/418-419.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/424-425.
[13] fealime" lafzının
başındaki "fa" bu lafzı "saddeka" lafzına atfetmek, bir de
ilm-i ilâhinin Rasulullah'ın (s.a.) rüyasından önce var olduğunu ifade etmek
içindir. Zira burada takip ve tertipten maksat görünen ve meydana geleni
bilmektir, yoksa ilm-i bilmek değildir.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/430-431.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/435-437.