Kıyametin Kopması Ve İnsan Grupları:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Sâbıkûnun Nail Olacağı Nimetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ashab-I Yeminin Nail Olacağı Nimetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ashab-ı Şimalin Ahirette Göreceği Çeşitli Azap:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Uluhiyyetin Ve Allah'ın Yeniden Diriltmeye Kadir Olduğuna
Dair Deliller:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Peygamberliğin İspatı, Kur'an'ın Doğruluğu Ve
İnançlarından Dolayı Müşriklerin Azarlanması:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
1- Kıyamet koptuğu zaman
2- Onun oluşunu yalanlayacak hiç
kimse yoktur.
3- Alçaltıcıdır, yükselticidir,
4-6- Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalanıp saçılmış toz haline
geldiği
7- Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman:
8- Sağcılar, ne mutlu o sağcılara
9- Solcular, ne bahtsızdırlar onlar.
10- (Hayırda) önde olanlar öndedirler.
11- tşte onlar (mukarrabûn) yaklaştırılmış olanlardır.
12- Naim cennetlerindedirler.
"Kıyamet koptuğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak hiç kimse yoktur."
Yani kıyamet koptuğu zaman onun oluşunu önleyecek, değiştirecek kimse olmaz, o
mutlaka olacaktır. O olurken de asla bir yalanlama olmayacak ve şu anda
dünyada olduğu gibi onu yalan sayacak hiç kimse bulunmayacaktır.
"el-Vâkı'atü" kelimesi "el-Âzifetü" "el-Hâkkatü"
kelimeleri gibi kıyametin ismidir. Varlığı ve oluşu mutlaka gerçekleşeceği
için vâkı'a ismini almıştır. Nitekim başka ayetlerde de aynı kelime gelmiştir:
"İşte o gün kıyamet kopacak." (Hakka, 69/15). "Leyse
livak'atihâ" ayetinde masdar bina-i merra kipiyle gelmesinde, kıyametin
bir defada olacağına işaret vardır.
"Alçaltıcıdır, yükselticidir." Dünyada iken yüceltilmiş toplumları
alçal-tır ve onları cehenneme koyar ki bunlar kâfirler ve fasıklardır. Dünyada
iken hor görülmüş insanları da yüceltir, onları cennete koyar ki bunlar iman
ehli insanlardır. Çünkü toplum dengelerinde birtakım değişiklikler meydana
getirip yükseltip alçaltmak büyük hadiselerin özelliğidir.
Yer şiddetle sarsıldığı zaman." Yani yer yüzü şiddetle hareket
ettirilip deprendiği zaman titrer, sallanır ve sarsılır. Yapılar, dağlar ve
üstünde ne-varsa hepsi yıkılır. Şu ayetler de bu ayetin benzeridir: 'Yeryüzü
kendisine has sarsıntı ile sarsıldığı zaman" (Zilzal, 99/1); "Ey
insanlar! Rabbinizden korkun. Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir
şeydir." (Hac, 22/1).
"Dağlar parçalanıp saçılmış toz haline geldiği (zaman)." Yani
dağlar ufalanıp Müzemmil suresi ondördüncü ayette de ifade edildiği gibi
"akıp giden kum" haline geldiği zaman, ateşten uçuşan veya rüzgârın
savurduğu küller gibi darmadağınık toz haline geldiği zaman.
'Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman." Yani kıyamet günü ashab-ı
ye-mîn, ashab-ı şimal ve sâbikûn olmak üzere üç sınıfa ayrıldığınız zaman.
Burada ashab-ı yemîn cennetlikler, ashab-ı şimal cehennemlikler ve sâbikûn ise
rasuller, nebiler, sıddıklar ve şehitlerdir.
Sonra Allah bu sınıfları ayrı ayrı açıkladı:
1- "Sağcılar, ne mutlu o
sağcılara." Sağcılar kitaplarım sağ elleriyle alıp cennete girenlerdir.
Bunların durumu ne güzeldir, ne mesut insanlardır onlar. "Ne mutlu o
sağcılara" sözü onların şanını yüceltmek içindir.
"Fe-eshâbü'l-meymene" ayetinin başındaki "fe" tafsilat ve
taksimata delâlet eder: Kıyametten korkuttuktan sonra sevap kazanmaya teşvik ve
azaptan ürkütmek için önce ashab-ı yemini, sonra ashab-ı şimali zikretti.
2- "Solcular, ne
bahtsızdırlar onlar." Yani ashab-ı şimal (solcular) kitaplannı sol
elleriyle alıp cehenneme sürülenlerdir. Onların hali ne kötüdür.
İmam Ahmed bin Hanbel'in Muaz bin Cebelden rivayet ettiğine göre
Rasulullah (s.a.) "Sağcılar, ne mutlu o sağcılara; solcular, ne
bahtsızdırlar onlar!" ayetlerini okuduktan sonra eliyle iki avuç toprak
alır gibi yaptı ve "Bu cennet için, umurumda değil; bu cehnenem için
umurumda değil." dedi.
3- "Önde olanlar
öndedirler, işte onlar mukarrebundur. Naim cennetle-rindedirler." Yani her
ümmetten imana, ibadete, cihada, tevbeye ve iyilik işlerine koşanlar vardır.
Bunlar nebiler, rasuller, şehitler, sıddîkler ve âdil hakimlerdir, onlar
Allah'ın rahmetine koşanlar, engin mükâfatına ve büyük ikramına
yaklaştırılanlar ve naîm cennetlerinde ebedî duracak olanlardır.
"Ulâ'ike-İşte onlar" sözü ile işaret edilmiş olmaları, derecelerinin
yüceliği, mevkilerinin yüksekliğinden dolayıdır.
Ahmed bin Hanbel'in Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biliyor musunuz, kıyamet günü Allah'ın gölgesine koşacak olanlar kimlerdir?" "Allah ve Rasulü bilir." dediler. Rasulullah: "Kendilerine hak verildiği zaman kabul edenler, hak istendiği zaman bol bol verenler, kendileri için hüküm verir gibi insanlar için hüküm verenlerdir." [1]
13, 14- Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir.
15- Cevherlerle süslenmiş
tahtlar üzerindedirler.
16- Bu tahtlar üzerinde
karşılıklı yaslanırlar.
17- Etraflarında ölümsüz gençler
dolanırlar,
18- Maîn'den doldurulmuş
deştiler, ibrikler ve kadehlerle.
19- Bundan başları ağrıtılmaz ve
akılları giderilmez.
20, 21- Beğendiklerinden meyvelerle canlarının istediğinden kuş eti
ile (dolanırlar).
22, 23- İri gözlü huriler, saklanmış inci misali
24- Yaptıklarına mükâfat olarak.
25- Orada ne boş bir söz ne de günaha sokacak bir laf işitmezler.
26- Yalnız bir söz: "Selâm, selâm."
"Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir." Yani
sâbikûn önde olanlar, mukarrabûn, bunlar Âdem'den bizim peygamberimize kadar
gelip geçmiş ümmetlerden sayılamayacak kadar çok ve birazı da bu ümmetten olan
bir topluluktur. Bu ümmetten olanlar kendilerinden öncekilere nispetle
"az" diye zikredildiler. Çünkü eski ümmetler, içlerinden çıkan peygamberlerin
ve onlara icabet edenlerin çokluğu dolayısıyla çokturlar.
Bunların içinde Muhammed ümmetinden olanların "az" olduğuna
delil Buhari, Müslim, Ahmed ve Neseî'nin Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri
Ra-sulullah (s.a.)'in şu sözüdür: "Sonda gelen bizler, kıyamet günü
sâbıkun (önde gidenler) olacağız." Bu söz, Ahmed bin Hanbel, Ebu Muhammed
bin Ebî Hatem, İbnülmünzir ve İbni Merdüveyh'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettikleri
şu hadisle de desteklenebilir: "Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerdendir.
" ayetleri nazil olduğunda bu Rasulullah'ın ashabına ağır geldi. Bunun
üzerine: "Bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da sonrakilerdendir."
ayetleri indi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben sizin
cennet ehlinin dörtte biri, üçte biri olmanızı umarım, belki yarısı olacaksınız
ikinci yarısını da onlarla bölüşeceksiniz."
Ashab-ı yemîn ise -ileride geleceği gibi, cennet ehlidir- şüphesiz onların
içinde bu ümmetten çok kişi olacak. Zira ashab-ı yemîn Allah'a ve Rasulüne iman
edip salih amel yapan herkestir, onları da öncekilerin çoğu ile sonrakilerin
çoğu olacak. Dolayısıyla bu ümmetin ashab-ı yemîn içinde olanlarının diğer
ümmetlerin ashab-ı yemîni içinde olanlarından daha çok olması olmayacak bir şey
değildir. Böylece bu ümmetin sâbıkunundan birazı ile ashab-ı yemîn
olanlarından büyük bir grubu bir araya gelerek yukarıdaki hadiste geçtiği gibi
cennet ehlinin yarısını teşkil etmiş olurlar.
Özetlersek, bu ümmetin toplamı diğerlerine göre çokluktur. Geçmiş
ümmetlerin sâbıkunu bizim ümmetimizin sâbıkunundan daha çok olurken bizim
ümmetimizin tabileri o ümmetlerin tâbilerinden daha çoktur. Geçmiş ümmetlerin
sâbikûnunun çokluğu peygamberlerinin çokluğu sebebiyledir. Geçmiş ümmetlerin
sâbikûnunun çokluğu birçok peygamber ve ümmetlerinin katılması ile oluyorsa bu
çokluk bu ümmetin sâbıkunu için bir na-kîsa değildir.[2]
Sonra Allah mukarrabinin halini anlatarak şöyle buyurdu:
"Cevherlerle süslenmiş tahtlar üzerindedirler. Bu tahtlar üzerinde
karşılıklı yaslanırlar." Yani onların cennetteki hali şöyledir: Altın
iplerle dokunmuş, inci, yakut ve zebercet ile örülmüş divanlar üzerinde
karşılıklı, birbirlerine sırtlarını dönmeden yaslanmış, neşe ve sevinç, sefa ve
sürür içindedirler, bıkıp usanmazlar, birbirlerine karşı buğz ve kin, nefret ve
husumet duymazlar. Onlar Cenab-ı Hakk'ın şu ayette ifade ettiği gibi kendilerine
hizmet sunulan kişilerdir:
"Etraflarında ölümsüz gençler dolanırlar." Yani hizmet için
etraflarında hep aynı kalan, yaşlanmayan ve değişmeyen gençler veya çocuklar
veya hizmetçiler dolanır durur. Bunların bu hizmeti yerine getirmek için
huriler gibi cennette yaratılmış olmaları mümkündür.
"Maîn'den doldurulmuş deştiler, ibrikler ve kadehlerle. Bundan
başları ağrıtılmaz ve akılları giderilmez." Yani bu hizmetçiler, onların
etrafında kulpu, emziği olmayan ağzı daire şeklinde kadehlerle, kulpu ve emziği
olan ibriklerle, dünya şarabı gibi üzümden sıkılmış olmayıp göze ve kaynaklardan
akan cennet şarabı ile doldurulmuş kadehlerle dolanırlar. Bu şarap saftır,
temizdir, onu içmekten dolayı başları ağrımaz, sarhoş olup da akılları gitmez.
İbni Abbas şöyle der: Şarapta sarhoşluk, baş ağrısı, kusma ve idrar olmak
üzere dört özellik vardır. Allah, cennet şarabını zikretti ve onu bu
özelliklerden temizledi.
"Beğendiklerinden, meyvelerle, canlarının istediğinden kuş eti
ile" Yani o hizmetçiler cennet ehlinin meyvelerden beğendiklerini
canlarının çekip temenni ettikleri tatlı ve güzel çeşit çeşit kuş etlerini
onlara takdim ederler. Kuş etinin diğerlerinden daha üstün ve daha tatlı
olduğu herkesçe malumdur. Burada meyvenin etten önce zikredilmesinin hikmeti,
yutulması çabuk, hazmı kolay, tıbben sağlığa daha uygun olduğu, yemek iştahını
daha çok artırdığı ve insanı yemeğe hazırladığı içindir.
"İri gözlü huriler. Saklanmış inci misali. Sanki onlar gizlenmiş
yumurtalar gibidir." (Saffat, 37/49) ayetinde de ifade edildiği gibi
cennetteki-ler için orada, gözlerinin siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz, iri
gözlü, el değmemiş tertemiz ve parlak, beyaz tenli, gizlenmiş inciler gibi
huriler vardır.
"Yaptıklarına mükâfat olarak." Yani onlara yapılan bütün
bunlar amellerinin karşılığıdır. Diğer bir ifade ile yaptıkları güzel amellerin
mükâfatıdır.
"Orada ne boş bir söz, ne de günaha sokacak bir laf işitmezler.
Yalnız bir söz: Selâm, selâm." Yani onlar cennette ne boş ve manasız veya
düşük manalı veya hakir veya insanlığa yakışmayan, ne de içinde sövüp-sayma
cinsinden çirkinlik olan veya günah sayılacak bir söz işitmezler. Bilakis onlar
orada sözlerin en güzelini, "Orada selamlaşmaları
"selâm"dır" (İbrahim, 14/23) ayetinde de ifade edildiği gibi
birbirlerine selâm alıp-vermede selâmın en üstününü işitirler. Bu ayette
anlatılmak istenen şudur: Dünya nimetlerinin bir külfetle elde edildiği gibi
cennet nimetlerinde bu yoktur. O nimetler gam ve kederden, boş ve
çirkinliklerden tamamen uzaktır. Cennette boş lakırdı işitmeme büyük
nimetlerden olmasına rağmen mükâfatlardan sonra zikredilmesindeki hikmet, onun
nimetlerin en tamamlayıcısı olmasıdır. Bu sebeple Allah onu ziyadelik babından
saymıştır. Çünkü bu ferdî nimetlerin zikrinden sonra ortamın nezihliğine ve
temizliğine delâlet eden içtimaî bir nimet olmaktadır. [3]
27- Kitabı sağ tarafından verilenler, ne mutlu o kitabı sağ tarafından
verilenler!
28-31- Dikensiz kiraz, yüklü muz ağacı, uzamış gölge, kesilmeyen su,
32, 33- Tükenmeyen ve yasak da edilmeyen sayısız meyve
34- Ve yüksek döşekler içindedirler.
35- Şüphesiz biz o hurileri bambaşka yaratıp
36, 37, 38- Onları kitabı sağ tarafından verilenler için eşlerine
düşkün ve yaşıt bakireler kıldık.
39- Bir çoğu öncekilerden
40- Bir çoğu da sonrakilerdendir.
"Ashab-ı yemin, ne mutlu o ashab-ı yemine." Bu,
sâbıkûn-mukarrabûn üzerine atfedilmiştir. Ashab-ı yemîn kitapları sağ
taraflarından verilen müminlerdir. Mertebeleri mukarrabinden aşağıdır,
dolayısıyla nimetler konusunda dereceleri sâbıkûndan azdır. Çünkü onlar
dünyada iken iman bakımından daha zayıf, ihlas ve amel bakımından daha az
idiler. Bu yüzden onların ağaçları, meyveleri ve kendilerine verilecek
nimetler/ sâbikûnun nail olduğu nimetlerin derecesine ulaşamaz.
Bununla beraber onlar yine de yüksek bir makamda ve üstün bir derecededirler.
Bu sebeple onlar methedilirken övgüde mübalağa ifadesi etmesi için bu üslûp
kullanılmıştır. Yani: "O mutlu ashab-ı yemîn (sağcılar)a gelince, kimdir
onlar, nasıl şeydirler, ne haldedirler, akıbetleri nasıldır bilir misiniz?"
demektir. Bu üslûp dikkat çeken ve onların varacakları yeri öğrenme merakını
kamçılayan bir üslûptur. Onun için onların mübhem kalan hallerini açıklamak
üzre Allah şöyle buyurdu:
"Dikensiz kiraz, yüklü muz ağacı, uzamış gölge, kesilmeyen su,
tükenmeyen ve yasak da edilmeyen sayısız meyve içindedirler." Yani
ashab-ı yemîn bol ve sık yapraklı dikensiz ağaçları olan, meyveleri salkım
salkım üs-tüste yüklenmiş muz ağaçları, hiç gitmeyen kaybolmayan gölgeleri,
gece gündüz diledikleri yönde akıp duran suları, dünyada meyvelerin bazı mevsimlerde
bulunmamalarının aksine her vakit bulunup hiçbir zaman kesilmeyen, dileyenin
dilediği zaman dilediği gibi alabildiği bol ve çok çeşitli meyveleri bulunan ve
yorulma olmayan cennet bahçeleri içinde sefa sürerler. "Sâbıkun"
sınıfının meyvelerine gelince sâbıkunun onlardan birini sadece temenni etmesi
kafidir, hemen önünde hazır olur.
Burada bir nimetten onun üstünde bir nimete yükselme üslûbu üzre önce
yapraklı ağaç, sonra meyveli ağaç zikredilmiştir. Meyveler nimet olma
bakımından daha tamamdır. Yapraklı ağacı, ağaç olarak zikrederken meyve
ağaçlarını meyveleriyle zikretmiştir. Çünkü yaprak ağacın üstünde iken güzeldir,
halbuki meyve ister dalında, ister koparılmış olsun bizatihi istenir.
Meyvenin hoş ve tatlı oluşu değil de çok oluşu anlatıldı, çünkü onun
hoş oluşu tabii olarak bilinen bir şeydir, maksat nimetlerden geniş şekilde
istifade edildiğini ifade etmek olduğundan çok ve çeşitli oldukları beyan
edilmektedir. Meyvelerin "tükenmeyen" diye tavsif edilmesi bunların
dünyâ: meyveleri gibi olmadığını ifade etmek içindir. Çünkü dünyada meyveler çoğu
yerlerde ve çoğu zamanlarda (mevsimi icabı) tükenir. Ayrıca cennet meyveleri
"yasak edilmeyen" diye tavsif edildi. Zira dünya meyveleri başkasının
ise yasaktır, ancak bir bedel ile veya sahibinin izni ile helâl olur. "Tükenmeyen"
sıfatı "yasak edilmeyen" sıfatından önce zikredildi. Çünkü tükenmek
mevcut için söz konusudur, yasak var olduktan sonradır. Çünkü meyve önce var
olur, sonra yasak edilir.
Sonra Allah oturma mekânlarına ait zevk u safa vasıtalarını zikrederek
şöyle buyurdu:
"Ve yüksek döşekler içindedirler." Yani ashab-ı yemîn
divanlar üzerinde kalın ve kıymeti yüksek döşekler üzerinde oturur ve uyurlar.
Döşekler manasına olan "fiiruş" kelimesi "firaş"
kelimesinin çokluğudur ki üzerinde oturmak ve uyumak için serilen şeydir.
Burada döşeğin kadınlardan mecaz olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana:
"Güzellik ve olgunluklarımda değerleri yüksek hanımlar içinde"
şeklinde olur.
Sonra Allah ashab-ı yemîn hanımlardan istifade edeceklerini zikrederek
şöyle buyurdu:
"Şüphesiz biz o hurileri bambaşka yaratıp onları ashab-ı yemin
(kitabı sağ tarafından verilenler) için eşlerine düşkün ve yaşıt bakireler
kıldık." Yani biz hurileri doğum yolu ile olmaksızın yeni baştan yarattık
ve onları bunlardan önce ne bir insan, ne bir cinnin dokunmadığı bakireler
kıldık.
"Bir çoğu öncekilerden, bir çoğu da sonrakilerdendir" Yani
ashab-ı yemîn önceki ümmetlerin müminlerinden bir topluluk ile kıyamete kadar
Muhammed (s.a.)'e iman edecek olan sonrakilerden bir topluluktan meydana
gelir.
Daha önce geçen "birazı da sonrakilerden" ayeti ile buradaki
"bir çoğu da sonrakilerdendir" ayeti arasında çelişki yoktur. Çünkü
"birazı da sonrakilerdendir." sözü "sâbıkunun birazı da sonrakilerdendir."
demektir. "Bir çoğu da sonrakilerdendir" sözü ashab-ı yemîn
hakkındadır.[4] Ancak
sâbı-kun hakkında zikredilmesine mukabil burada mükâfatın amellerin mukabili
olduğu zikredilmiştir. Çünkü ashab-ı yeminin ameli sâbıkun zümresinin
amelinden daha azdır, dolayısıyla yüceltmek için bunu zikre ihtiyaç duymadı.
Bunu zikretmemesinde Allah'ın ashab-ı yemini rahmet ve ihsan ile kuşattığına da
bir işaret vardır. [5]
41- Ashab-ı şimal (kitabı sol tarafından verilenler), (onlar) ne
ashab-ı şimaldir.
42- Yakıcı bir rüzgâr ve kaynar bir su,
43, 44- Ne serin, ne de faydalı olan
simsiyah dumandan bir gölge içindedirler.
45- Çünkü onlar bundan önce
sefahet îçinde idiler-
46- o büyük günah (şirk)
üzerinde ısrar diyorlardı.
47. Ve ş6yle diyoriaidij ,Biz öldük. bir y sonra biz mı tekrar
dırıltecekmişiz?
48-Önceki atalarımız da mır
49" De ki "Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler'
50- Malûm bir günün muayyen vaktinde muhakkak toplanacaklardır."
51- Sonra siz ey sapıklar ve yalanla-yanlar!
52-54- Muhakkak bir ağaçtan, zakkumdan yiyecek, karınları ondan
dolduracak, üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.
55- Susamış develerin içişi gibi içeceksiniz.
56- İşte kıyamet günü onların ziyafeti budur.
"Ashab-ı şimal (kitabı sol tarafından verilenler), (onlar) ne
ashab-ı şimaldir." Yani, onların durumları nedir, ahirette azap
olunurlarken ne halde olacaklar?
İşte bu hal ve durum Cenab-ı Hakk'ın aşağıda söylediği şekilde
olacaktır:
'Yakıcı bir rüzgâr, kaynar bir su, ne serin, ne de faydalı olan
simsiyah dumandan bir gölge içindedirler." Yani onlar cehennemin
sıcaklığından gelen yakıcı bir rüzgâr, kaynar bir su, aslında serin olan başka
gölgeler gibi serin olmayan, görüntüsü kötü, faydasız, simsiyah bir cehennem
dumanının gölgesi içinde olacaklardır. Meşhur olan manaya göre
"semûm", çok sıcak esip de, hasta eden veya çoğu kez öldüren rüzgâr
demektir. Razî şöyle der: "Şöyle denilmesi daha doğrudur:
"Semûm" oradan oraya aktarılan kokuşmuş, kirli bir havadır, insan
ondan bolca içine çektiği zaman kokuşmuş olduğundan dolayı kalbin çalışmasını
bozar ve pldürür."
Yakıcı hava ve kaynar suyu zikredip de cehnenemi ve korkunç hallerini
zikretmemesi daha hafifi ile daha ağırına bir işarettir. Yani dünyada hava ve
su en soğuk şeyler iken burada onların burunlarına çektikleri hava
"semûm", içtikleri su hamim (kaynar) olursa dünyada en yakıcı şey
olan ateş orada nasıl olur, var sen düşün, demektir. Sanki Cenab-ı Jfek şöyle
diyor: Eşyanın en soğuğu onlara göre en sıcağı olmuşsa, en sıcağı ile halleri
nasıl olur?
Şu ayetler de bu ayetin benzeridir: "O yalanlayıp durduğunuz şeye
gidin, haydi üç kola ayrılmış gölgeye gidin. Gölgelendirid değildir, alevden
de korumaz, çünkü o öyle kıvılcım atar ki her biri sanki bir saraydır, her biri
sanki sarı sarı develerdir." (Mürselât, 77/29-33).
Onların azap görmesinin sebebi Cenab-ı Hakk'ın şu dediğidir:
"Çünkü onlar bundan önce sefâhet içinde idiler. O büyük günah
(şirk) üzerinde ısrar ediyorlardı. Ve şöyle diyorlardı: "Biz öldükten ve
bir yığın toprak ve kemik olduktan sonra biz mi tekrar diriltilecek misiz?
Önceki ata-larımıda mı?" Yani çünkü onlar dünyada iken kendilerine helâl
olmayan şeylerle hayat sürüyor, şehvetlere dalmış, nefislerine tatlı gelen
şeylere yönelmişler, peygamberin getirdikleri ile hiç ilgilenmiyorlardı. O
büyük günah üzerinde devam edip ısrar ediyorlar ve ondan dönmüyorlardı. Bu büyük
günah şirk idi veya Allah'ı inkârdı, Allah'ı bırakıp putlara tapmak Allah'a
ortak koşmaktı. Öldükten sonra dirilmeyi mümkün görmüyorlar ve inkâr ediyorlar
ve şöyle diyorlardı: "Biz ölüp dağılmış cesetler, ufalanmış kemikler
haline geldikten sonra nasıl diriltiliriz? Önceki babalarımız, dedelerimiz çok
eskiden öldüklerine ve üzerlerinden uzun zaman geçtiğine göre nasıl
diriltilirler?" Bu şekilde onlar dedelerinin dirilişini mümkün görmüyor,
şiddetle reddediyorlardı. Onların "nasıl" sorusunu inkâr manasına
kullandıkları açıktır.
Şurası da şayan-ı dikkattir ki Allah kullarına nimet verdiği yerlerde
onların salih amellerini zikretmiyor. Bu sebeple ashab-ı yeminin cennetler
içinde oluşunun sebebini zikretmedi. Ama azap verdiği yerde kötülerin
amellerini zikrediyor. Çünkü mükâfat, ihsan; azap, adalettir. İhsan, sebebi
ister zikredilsin, ister edilmesin kimse onu ihsan edenin noksan yaptığını, haksızlık
ettiği hayalinden bile geçirmez. Ama adalet, eğer cezanın sebebi bilinmezse,
burada bir zulüm olduğu zannedilebilir. Bu sebeple Allah "Onlar
sefahetleri yüzünden cehennemdedirler." demiştir.
Allah onların bu inkârına şu cevabı vermiştir:
"De ki: Şüphesiz hem öncekiler, hem sonrakiler, malûm bir günün muayyen
vaktinde muhakkak toplanacaklar." Yani ey peygamber, söyle onlara:
Diriltileceklerine ihtimal vermeyen ümmetlerden o "öncekiler", siz ve
sizden sonra gelecek olan "sonrakiler", ileri-geri oynatılamayan,
artıp-eksil-meyen zamanı belirli muayyen günde dirilişten sonra kıyamet
meydanında toplanacaklar. Nitekim şu ayetler bu toplanmayı ifade etmektedir:
"Fakat o ancak bir tek seslemeden ibarettir. Bir de (bakarsın) onlar
toprağın hüzündedirler." (Naziat, 79/13-14); "İşte o, insanların
toplanacağı bir gündür, ve işte o herkesin hazır bulunacağı bir gündür. Biz onu
ancak sayılı bir müddete kadar geciktiririz. O geldiği gün Allah'ın izni
olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bedbahttır, kimi mutlu." (Hud,
11/103-105). "De ki" ifadesi meselenin son derece açık olduğuna
işarettir. Kıyamet gününün tayin edilmemesi ise, insanların tenbelleşmemesi
içindir.
Sonra Allah azabın yeme içmedeki bazı tezahürlerini zikrederek şöyle
buyurdu: "Sonra siz ey sapıklar ve yalanlayanlar; muhakkak bir ağaçtan,
zakkumdan yiyecek, karınları ondan dolduracak, üstüne de kaynar sudan
içeceksiniz. Susamış develerin içişi gibi içeceksiniz." Yani ey haktan
sapanlar topluluğu, Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden, peygamberlerini
yalanlayan, kıyamet günü dirilme ve hesabı inkâr eden sizler! Hiç şüphe yok
sizler ahirette çok acıktığınız için o tadı kötü, görünüşü çirkin olan zakkum
ağacından karınlarınızı dolduruncaya kadar yiyeceksiniz, sonra çok
susa-yacağınız için o zakkumun üstüne kaynar su içeceksiniz ve bu içişiniz bir
hastalığa yakalandığı için hiç suya kanmayan susuz devenin su içmesine
benzeyecek. Yani bu içişiniz normal su içme gibi olmayacak, belki susayıp da
ölünceye kadar içse asla suya kanmayan devenin içmesi gibi olacak, İb-ni Abbas
ve tabiinden bir kısmına göre ayatte geçen "ileyhim" kelimesi susamış
deve demektir. Süddi'ye göre ise bu kelime develerde görülen bir hastalıktır
ki, o deve içer içer kanmaz, nihayet ölür. İşte cehennem ehli de böyledir,
kaynar suya asla kanmazlar. Halid bin Ma'dân hiç nefes almadan devenin su
içmesi gibi suyu bir defada içmeyi mekruh görüyordu.
Sonra Allah onların azabının bu olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"İşte kıyamet günü onların ziyafeti budur." Yani Allah istihza ve
alay için "Yenilecek ve içilecek şey olarak vasfettiğimiz zakkum ağacı,
kaynar su, işte hesap günü Rableri nezdinde onlara çekilecek ziyafet
budur." demektir. Onlar için hazırlanan ve kıyamet günü yiyecekleri işte
bunlardır. Razî'nin görüşüne göre azabın tamamı bu değil, belki ilk
görecekleridir ki o da azabın bir kısmıdır.
"en-Nüzûlu" misafir için hazırlanan ikramdır ve yiyeceği
şeylerin ilki o olur. Nitekim Allah müminler hakkında şöyle buyurur: "İman
edip salih amel yapanlar, onlar için nüzul (ziyafet ve ikram) olarak Firdevs
cennetleri vardır" (Kehf, 18/107). [6]
57- Sizi biz yarattık. O halde
tasdik etmeli değil misiniz?
58- Döktüğünüz meni nedir söyler
misiniz?
59- Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratanlar biz miyiz?
60, 61- Aranızda ölümü takdir eden biziz ve biz yerinize diğer benzerlerinizi
getirmemiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratışta ve suretlerde tekrar
yaratmamız hususunda önüne geçilecekler de değiliz.
62- Andolsun ki ilk yaratılışı
bildiniz. O halde düşünmeli değil misiniz?
63- Ektiğiniz nedir söyler misiniz?
64- Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitirenler biz miyiz?
65- Eğer dileseydik, muhakkak ki
onu bir ot kırıntısı yapardık da, siz de şaşırıp kalırdınız.
66- "Şüphesiz biz borçlanmışız."
67- "Daha doğrusu biz mahrum kalmışlarız."
68- içmekte olduğunuz suyu
söyler misiniz?
69- Onu siz mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indirenler biz miyiz?
70- Eğer dileseydik, onu tuzlu bir su yapardık. O halde şükretmeli
değil misiniz?
71- Tutuşturduğunuz ateşi söyler misiniz?
72- Siz mi onun ağacını yarattınız, yoksa yaratanlar biz miyiz?
73- Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için faydalı bir şey
kıldık."
74- O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et.
"Sizi biz yarattık, o halde tasdik etmeli değil misiniz?"
Yani siz de biliyorsunuz ki siz zikre değer hiçbir şey değil iken sizi ilk
defa yaratan biziz. Öyleyse bu yaratmayı ikrar ettiğiniz gibi öldükten sonra
dirilmeyi de tasdik etmeniz gerekmez mi? Zira hiç yoktan var etmeye kadir
olan, aynı şeyi tekrar yaratmaya haydi haydi muktedir olmaz mı?
Bu ifade, ahiretin olacağını kıyas yolu ile ispattır. Sonra Allah buna
dair başka deliller ortaya koyarak şöyle buyurdu:
"Döktüğünüz meni nedir söyler misiniz? Onu siz mi yaratıyorsunuz,
yoksa yaratanlar biz miyiz?" Hanımların rahimlerine bırakmakta olduğunuz
meni veya nutfeden bana haber verin, onu rahimlere yerleştirip, orada yaratıp,
zamanla ondan her şeyi tamam bir insan yapan siz misiniz, yoksa onu takdir edip
şekil veren Allah mıdır?
"Aranızda ölümü takdir eden biziz ve biz yerinize diğer
benzerlerinizi getirmemiz ve sizi bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve suretlerde
tekrar yaratmamız hususunda, önüne geçilecekler de değiliz." Yani ölümü
aranızda taksim eden ve içinizden her fert için vaktini tayin eden biziz.
Kiminiz büyüyünce ölür, kiminiz küçükken; ama ölmekte herkes eşittir. Biz
mağlub olmayız, bilakis sizi helak ettikten sonra yerinize benzerlerinizi
yaratmak suretiyle bedelinizi getirmeye, şu andaki şekillerinizi değiştirmeye
ve bilmediğiniz başka hal ve şekillerde yaratmaya kadir olan sadece biziz.
Anlatılmak istenen şudur: Biz ölümle sizi yok edip beşerî hayatın devam etmesi
için yine sizin cinsinizden benzeriniz başka nesiller getirmeye gücümüz yeter
ve yine çeşitli hal ve şekillerde tekrar yaratmaya gücümüz yeter. Biz
benzerinizi yaratmaktan ve her uzvunuz dağıldıktan sonra tekrar diriltmekten
âciz değiliz.
Bu öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin yalancılığına ve haşir konusunda
peygamberlerin doğruluğuna bir delildir. Çünkü "siz mi onu yaratıyorsunuz"
sözü, ilk yaratanın Allah olduğunu kabul etmeye mecbur et-mektedir. Allah ilk
yaratmaya kadir olmuşsa, ikinci defa yaratmaya da kadir demektir.
Sonra Allah geçen delilleri desteklemek için, öldükten sonra dirilmenin
mümkün olduğuna başka bir delil getirerek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki ilk yaratılışı bildiniz, o halde düşünmeli değil
misiniz?" Yani anladınız ki siz zikre değer bir şey değil iken Allah sizi
yarattı. Sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yarattı: Önce bir nutfe (bir
damla meni), sonra bir kan pıhtısı, sonra bir parça et, sonra bir kemik
iskeleti oldunuz. Sonra size et giydirdi ve göz, kulak ve kalp verdi. Öyleyse
Allah'ın insanı bu ilk yaratışını düşünerek onu öldükten sonra tekrar
yaratmasına kadir olacağını, buna kıyas etmeniz gerekmez mi? ZiraTnrincisine
kadir olan, sonuncusuna -ki o tekrar yaratmasıdır- haydi haydi kadir olur.
Nitekim Allah şu ayetlerde bunu ifade etmektedir. "Varlıkları yoktan var
edip sonra onu tekrarlayan O'dur. Bu O'na daha kolaydır." (Rum, 30/27);
"İnsan düşünmez mi, o hiçbir şey değil iken daha önce şüphesiz biz onu
yarattık." (Meryem, 19/67); "De ki: Onu ilk yaratan diriltecek, çünkü
O her türlü yaratmayı çok iyi bilendir." (Yasin, 36/79); "İnsan
başıboş bırakılacağını mı sanır? O dökülen bir meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir kan pıhtısı oldu, Allah da onu yaratıp şekillendirdi. Ondan da iki
eşi: Erkek ve dişiyi var etti. Peki bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü
yetmez mi?" (Kıyame, 75/36-40).
İşte bu ayetler hasrın olacağına delildir. Allah, o ilk yaratışını
tekrar tekrar hatırlatarak buradan insanların ikinci yaratışını ikrar
etmelerini murad etmektedir.
Sonra Allah, bu yarattıklarına karşı kemal-i rahmet ve inayet sahibi
olduğunu gösteren delillerin yanında kudretine delâlet eden diğer bir delil
zikrederek şöyle buyurdu:
"Ektiğiniz nedir söyler misiniz? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa
bitirenler biz miyiz?" Yani tarlayı sürüp oraya attığınız tohumdan
bahsedin bakalım, onu siz mi bitiriyor, içinde başak ve daneler bulunan bir
bitki haline siz mi getiriyorsunuz, yoksa onu yerde bitirip tam bir bitki
haline getiren biz miyiz? Rivayet olunduğuna göre Hucr bin Kays el-Mederî bu
ayet-i kerime ve benzerlerini okuduğu zaman "Hayır sen ya Rabbi!" der
idi.
Hayatın başlaması demek olan yaratmanın delilini zikrettikten sonra
devamını sağlayan rızkı da Allah'ın yarattığının delili işte budur. Şu üç şey
rızka dahildir: Birinci olarak bu ayette zikredilen yenilecek şeyler. Önce bunu
zikretti, çünkü bu gıdadır. Sonra içilecek, şeyi zikretti. Sonra başkaca
yararları dışında yiyeceklerin pişirilmesini sağlayan ateşi zikretti.
"Eğer dileseydik muhakkak ki onu bir ot kırıntısı yapardık da, siz
de şaşırıp kalırdınız. (Şöyle derdiniz:) Şüphesiz biz borçlanmışısız. Daha doğrusu
biz mahrum kalmışlarız." Yani lutfumuz ve rahmetimizle onu bitiren
ve size bir rahmet olmak üzere sizin için onu bırakan biziz. Dileseydik
elbette biz onu kurutur, daha olgunlaşıp hasad edilmeden bir ot kırıntısı haline
getirirdik, ondan ne bir dane, ne de ziraatten beklenen başka bir şey elde
edilmezdi de siz onun bu kötü halinden ve başına gelenden dolayı şaşırır
kalırdınız ve "Biz battık, borçlandık." veya "mahsulümüzün
helakinden bizde helak olduk, nasibimiz kötü olduğundan ektiğimiz helak oldu,
mahsulden mahrum edildik." derdiniz.
Bu yenilecek şeylerden sonra Allah rızka delil olan içilecek şeyden
bahsederek şöyle buyurdu:
"İçmekte olduğunuz suyu söyler misiniz, onu siz mi buluttan
indiriyorsunuz, yoksa indirenler biz miyiz?" Yani ey insanlar
susuzluğunuzu söndürmek için içmekte olduğunuz o tatlı suyu söyleyin, onu
bulutlardan siz mi indiriyorsunuz yoksa başkası değil de kudretimizle onu biz
mi indiriyoruz? Öyleyse tevhidi nasıl kabul etmiyor, öldükten sonra
diriltilmeyi nasıl tasdik etmiyorsunuz?
"Eğer dileseydik, onu tuzlu bir su yapardık. O halde şükretmeli
değil misiniz1?" Yani suyun indirilmesinde sizin hiç rolünüz yok, bu
sebeple o her şeyi ile nimettir. Biz istersek onu ne içmeye, ne sulamaya
yarayan tuzlu bir su yaparız. Öyleyse Allah'ın tatlı bir su olarak yarattığı
içtiğiniz ve faydalandığınız bu nimete şükretmeniz gerekmez mi? Nitekim bir
başka ayet-i kerimede Allah bunu şöyle ifade ediyor: "...Ondan hem size
içecek vardır, hem de hayvanlırınızı otlatacağınız bitkiler. (Allah) su
sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin
hepsinden bitirir." (Nahl, 16/10-11).
İbni Ebî Hatem'in Ebu Cafer'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.)
su içtiği zaman şöyle der idi: "Rahmeti ile bizi tatlı su ile sulayan,
günahlarımıza bakarak onu tuzlu bir su yapmayan Allah'a hamdolsun."
Sonra ateşi zikrederek şöyle buyurdu:
"Tutuşturduğunuz ateşi söyler misiniz, siz mi onun ağacını
yarattınız, yoksa yaratanlar biz miyiz?" Yani çakmak çakarak çakmak
taşından elde ettiğiniz ateşten haber verin bana, onun tutuşturduğunuz ağacını
siz mi yarattınız, yoksa kudretimizle onu biz mi yarattık? Arapların ateş elde
ettikleri iki ağaç vardı. Bunlar "marah" ve "afâr"
ağaçlandır. Bunlardan iki yeşil dal alınıp birbirine sürtüldüğünde kıvılcım
saçılır.
"Biz onu bir ibret ve çöl yolcuları için faydalı bir şey
kıldık." Yani, Biz bu ateşi, mümin ders alsın, diye size cehennemin o
büyük ateşinin hararetini hatırlatan bir ibret, yolcular ve ıssız çöllerde
yaşayan bedeviler için faydalı bir şey kıldık. Ahmed bin Hanbel, Buhari ve
Müslim'in Ebu Hürey-re'den rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Ademoğlu-nun dünyada yaktığı ateş, cehennem ateşinin
yetmişte biridir." Dediler ki: "Rasulullah, ahirette bu da olsa yeterdi."
Rasulullah şöyle buyurdu: "Cehennem ateşi dünya ateşleri üzerine altmış
dokuz derece artırıldı, her derecenin harareti bu dünya ateşinin harareti
gibidir."
Bu ayette her ne kadar bütün insanların ateşe ihtiyacı varsa da, özellikle
yolcuların zikredilmesi onların ateşe daha fazla ihtiyacı olmasındandır. Ahmed
bin Hanbel ve Ebu Davud'un Karanlı muhacirlerden birinden rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Müslümanlar şu üç şeyde
ortaktırlar: Ateş, ot ve su."
"O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et." Yani bu muhtelif,
bir birine zıt şeyleri kudretiyle yaratan Ulu Rabbini tenzih et. Zira O bu
tatlı soğuk suyu yarattı, dileseydi onu denizler ve okyanuslar gibi tuzlu
yapardı. Şu yakan ateşi yarattı ve onu kullan için bir kolaylık, dünyada
kendileri için faydalı bir şey, ahirette bir caydırıcı yaptı. Ayetin ifadesi
şudur: Allah, vahdaniyyeti ve haşri inkâr edenlerin halini zikredip yarattığı
varlıklar ve verdiği rızıklarla vahdaniyete ve hasra dair delil ortaya
koyduktan ve imanın onlar için bir şey ifade etmediğini gördükten sonra,
peygamberine vazifesine itina göstermesini emretti ki o da Rabbini bilerek ve
Rabbi için amel ederek kendisini kemale ulaştırmasıdır. [7]
75- Hayır, işte yıldızların
düştüğü (battığı) yerlere yemin ediyorum;
76- Eğer bilirseniz gerçekten bu bü- yük bir yemindir.
77- Şüphesiz o, çok şerefli bir Kur'an'dır.
78- Korunmuş bir kitaptadır.
79- Ona tam temizlenmiş olanlardan
başkası el süremez.
81- Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyor;unuz?
82-Allah<m verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine ge-
83- Hele can boğaza gelince,
84- O vakit siz bakar durursunuz.
85- Biz o (ölmek üzere ola)na sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.
86- İşte madem ki ceza görmeyecek-
87- Eğer (iddianızda) doğru iseniz, o canı geri çevirsenize.
88- Şimdi eğer O, mukarrabînden ise
89- Rahatlık, güzel rızık ve
naim cenneti vardır.
90- Ashab-ı yemîn'den (kitabı sağ tarafından verilenlerden) ise,
91- Artık ashab-ı yeminden selâm sana.
92- Eğer o, tekzib edenlerden, sapıklardansa,
93- Kaynar sudan bir ziyafet
94- Ve cehenneme atılmak vardır.
95- Şüphesiz bu elbette kesin gerçeğin ta kendisidir
96- O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et.
"Hayır, İşte yıldızların düştüğü yerlere yemin ediyorum."
Yani yıldızların battığı, yerlere yemin ediyorum. Cumhurun görüşüne göre Allah
yarattıklarından dilediğine yemin eder. Bu onun azametine delildir. Burada
özellikle yıldızların battığı yerlere yemin etmesi, battığı zaman izinin kaybolup
gitmesinden ve bunun, tesiri asla kaybolmayan daimî bir müessirin (Allah'ın)
varlığına delâlet etmesinden dolayıdır. Bu sebepten İbrahim (a.s.) bu batışlara
bakarak bir yaratıcının var olduğu neticesini çıkarmıştı. Ayrıca gecenin son
saatlerinin önemli ve özel özellikleri olduğunda da şüphe yoktur.
Burada yemin sigası, "yemin ediyorum" denilmek istendiği
halde "fe-lâ-uksimu" "yemin etmiyorum" şeklinde nefiy
(olumsuz) gelmiştir. Çünkü Arablar "uksimu' fiilinden önce "lâ"
ilave ederler. Bununla sanki üzerine yemin edilen konunun dışındaki her şeyi
reddetmiş olduğunu ifade eder. Ayette murad edilen husus şudur: "Büyük
yemin etmek şöyle dursun, mesele her hangi bir yemine ihtiyaç duymayacak kadar
açıktır." Bu minval üzre yeminler Kur'an'ı kerimde çok gelmiştir. Meselâ:
"Felâ-uksimu bi'ş-şafak" O şafağa yemin ederim."
(Kıyame, 84/16); "Felâ uksimu bi'1-hunnesi'l-cevâri'l-künnes" "O
geri dönüp akıp akıp yuvalarına giden yıldızlara yemin ederim." (Tekvir,
81/15-16); "Felâ uksimu bi-mâ-tubsirûn" "Gördüğünüz şeylere
yemin ederim." (Hakka, 69/38); "Felâ uksimu bi-Rabbi'1-meşârik
ve'1-meğârib" "Doğuların batıların Rabbine yemin ederim."
(Maâric, 70/40); "Lâ uksimu bi-hâze'1-beled" "Şu beldeye yemin
ederim." (Beled, 90/1); "Velâ uksimu bi'n-nefsi'1-levvâme"
"Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim." (Kıyame, 75/2).
Bazı tefsir âlimlerine göre buradaki "lâ" hiç manası olmayan,
ziyade bir harf değildir; bilakis bir şeyi nefyetmek, reddetmek üzere yemin ediliyorsa,
yeminin başına bu "lâ" getirilir. Meselâ Hz. Ayşe'nin "Hayır,
vallahi Rasulullah'ın eli asla (yabancı) bir kadının eline dokunmamıştır."
sözü bu kabil bir kasemdir.
Kur'an-ı Kerim'de yeminler birkaç türlüdür: Ya Cenab-ı Hak kendi zatına
yemin eder. Meselâ: "Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun." (Zariyat,
51/23); "Allah'a yemin ederim ki kesinlikle sizin putlarınıza bir oyun
oynayacağım" (Enbiya, 21/57) ayetlerinde olduğu gibi. Veya yaratıcısının
azametine delâlet etmek üzere yine Cenab-ı Hakk'm, yarattıklarından bazı
varlıklar üzerine yemin etmesi şeklinde olur. Meselâ: Saf saf dizilmişlere,
Tûr'a, tozutup savuranlara, yıldıza, yıldızların düştükleri yerlere, güneşe,
aya, geceye, gündüze, kıyamet gününe, fecre, beldeye, incire ve zeytine yemin
etmesi gibi.
Kur'an'da bazan yemin Kur'an'a yapılmıştır: "Yâ sîn, hikmet dolu
Kur'an'a yemin olsun." (Yasin, 36/1-2); "Sad, öğüt dolu Kur'an'a
yemin olsun." (Sad, 88/1); "Kaf şerefli Kur'an'a yemin olsun."
(Kaf, 45/1); "Ha mim, Apaçık Kur'an'a andolsun." (Zuhruf, 89/1-2),
(Duhan, 90/1-2) ayetlerinde olduğu gibi.
"-Eğer bilirseniz- gerçekten bu büyük bir yemindir." Burada
"bu" zamiri ile işaret edilen yemin "yıldızların düştüğü yere
yemin ederim" sözünden anlaşılan yemindir.
"Şüphesiz o çok şerefli bir Kur'an'dır." İşte üzerine yemin
edilen mesele budur. Yani Muhammed (s.a.)'e indirilen bu Kur'an, ihtiva ettiği
hidayet, ilim, hikmet ve dünya ve ahiret saadetine irşadlardan dolayı hiç
şüphesiz çok faydalı, yararlı büyük bir kitaptır. Kur'an'ın birinci sıfatı
budur.
Adına yemin edilen yıldızlarla üzerine yemin edilen Kur'an arasındaki
münasebet açıktır: Yıldızlar karanlıkları aydınlatır, Kur'an ayetleri de yolu
ışıklandırır, cehalet ve dalâlet karanlıklarını dağıtır ki birincisi maddi karanlıklar,
ikincisi de manevi karanlıklardır.
"Korunmuş bir kitaptadır. Ona tam temizlenmiş olanlardan başkası
el süremez. Alemlerin Rabbinden indirilmedir." Bunlar Kur'an-ı Kerim'in diğer
üç sıfatıdır: Kur'an'ı Kerim, Levh-i Mahfuz'da korunmuş, gizlenmiştir, onu
"kerrûbiyyûn" denilen mukarreb meleklerden başkası göremez. Ona gökte
temiz meleklerden, dünyada da büyük ve küçük hadesten temizlenenlerden, yani
abdest almış, cünüplükten temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz. O, Allah
tarafından indirilmiştir, sihir değildir, kehanet değildir, şiir ve beşer sözü
değildir, belki o, hakkında hiç şüphe olmayan haktır, daha ondan ileri faydalı
bir hak yoktur.
Bu ayetin açık manası; ne kâfirin, ne de abdestsiz ve cünübün ona el
süremeyeceğine delâlet eder. İmam Malik'in Muvatta'mda, İbni Hıbban'ın
Sahih'inde rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) Amr İbni Hazm'a yazdığı
mektup (ferman) da "Kur'an'a ancak temiz olan dokunabilir." demiştir.
Ebu Davud'un Merâsil'de ve diğer Sünen sahiplerinin kitaplarında rivayet
ettiklerine göre Zührî "Ben Amr bin Hazm'ın sahifesinde Rasulullah'ın
"Kur'an'a ancak temiz olan dokunabilir." dediğini okudum"
demiştir. Dara-kutnî de bunu Amr bin Hazm, Abdullah bin Ömer ve Osman bin Ebi
el-Ass'-dan muttasıl senedle rivayet etmiştir. Ancak bu son iki rivayetin
isnadlann-da temkinli olunmalıdır.
Abdesti olmayanın Kur'an'a dokunmaması neredeyse âlimler tarafından
üzerinde icma edilen bir meseledir. Sadece öğrenme ve öğretme zaruretinden
dolayı fukahadan bazıları -ki Malikîlerdir- teiniz olmayanın dokunabileceğine
cevaz vermişlerdir. Ancak âlimler açıklamakta olduğumuz "Korunmuş bir
kitaptadır, ona tam temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz. "
ayetlerindeki kitaptan maksadın meleklerin elindeki kitap olduğu görüşünü
tercih etmişlerdir. Nitekim şu ayetler de bunu teyid etmektedir: "O çok
şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdendir, kıymetli, sevgili, takva sahibi
katiplerin elleriyle (yazılmıştır)." (Abese, 80/13-16). Çünkü bu ayet,
Kur'an-ı Kerim'in şeytanların indirmesi olmaktan münezzeh olduğunu bildirmek
için serdedilmiştir. Ayrıca sure (Vakıa suresi) Mekkîdir. Mekkî surelerin
üzerinde durduğu en önemli husus tevhid, ahiret ve peygamberlik gibi dinin
esasına taalluk eden hususları yerleştirmektir. Fer'î hükümler ise, daha çok
Medenî sürelerdedir. Ve yine ayetteki "meknûn" kelimesinin manası
"Gözlerden gizlenmiştir, korunmuştur, beşer eli ulaşamaz." demektir.
Eğer bundan maksat bizim ellerimizdeki mushaf olsaydı "korunmuş" diye
vasfedilmesinin bir anlamı kalmazdı.
Sonra Allah, Kur'an'ın durumunu hafife alanları paylayarak şöyle buyurdu:
"Şimdi siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz?" yani yukarıda dört
özelliğini saydığımız bu Kur'an'ı mı küçümsüyor, küfürde kâfirlere destek
çıkıyor ve onlara yaslanıyorsunuz? "Ve Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü,
onu yalanlamakla mı yerine getiriyosunuz?" Yani gökten inen rızkınızın
(yağmurun) şükrünü veya yerden çıkan mahsulün şükrünü, Allah'ın nimetlerini,
öldükten sonra dirilmeyi ve Kur'an'ın gösterdiği şeyleri yalanlamakta kullanıyor,
böylece yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Yalanlamayı şükür yerine
koyandan daha zalim kim olur!
Sonra Allah müşrikleri, batıl inançlarından dolayı azarlayarak şöyle
buyurdu:
"Hele can boğaza gelince, o vakit siz bakar durursunuz, biz ona
sizden daha yakınız, ama göremezsiniz. İşte madem ki ceza görmeyecekmişsiniz,
eğer doğru iseniz. O canı geri çevirsenize." Yani ölüm anında can veya ruh
boğaza geldiğinde siz o hayata veda etmek üzere olanı görüyorsunuz, ona ve onun
çektiği ölüm sekeratına (ölüm anının verdiği durumlara) bakıp duruyorsunuz.
Biz ilmimizle, kudretimizle, görmemizle ve meleklerimizle ona sizden daha
yakınız, ama siz onun ruhunu kabzetmeyi üslenmiş ölüm meleklerini
göremiyorsunuz. Eğer siz öldükten sonra asla diriltilmeyeceğiniz, yaratıcının
kulu olmadığınız, hesaba çekilip ceza görmeyeceğiniz iddiasında doğru iseniz
haydi gelin ölüme engel olun, boğaza kadar çıkmış ruhu önceki yerine geri
döndürün de görelim bakalım.
Yani sizi bir yaratan yok, bilakis siz yaratıcı iseniz, niçin ruhlar
boğazlara kadar çıktığı zaman onları cesetlerine geri gönder miyorsunuz? Öldükten
sonra dirilme olmadığında doğru iseniz, ölüm anındaki kişinin ruhunu cesedine
iade edin ki ölüm ortadan kalksın, böylece öldükten sonra dirilme de olmasın?
Yani şu iki şart veya özellik sizde gerçekten varsa; hesaba çekilmeyeceksiniz
ve bunda doğru iseniz, ölenin ruhunu geri çevirin.
Bu ayetin benzeri diğer ayetler de şunlardır: "Artık gözünüzü
açın, (can) köprücük kemiğine dayandığı zaman "tedavi edebilecek
kim?" denildi (denilecek) ve (can çekişen) hakiki bir ayrılış olduğunu
anladı (anlayacak), bacak da bacağa dolaşdı mı o gün sevk yalnız
Rabbinedir." (Rıyame, 75/26-29).
Sonra Allah bu insanların ölüm anındaki ve vefatlarından sonraki
akibetlerini beyan etti ve onları üç kısma ayırarak şöyle buyurdu:
1- "Şimdi eğer o,
mukarrabînden ise rahatlık, güzel rızık ve naim cennetleri vardır." Yani
eğer o ölüm anını yaşayan veya ölen kişi sâbıkûn, mu-karrabûn grubundan ise
onlar için rahat, istirahat, dünya ahvalinden endişesizlik ve cennette güzel
ve bol bir rızık vardır. Sâbıkûn, mukarrabûn sınıfı vacibleri ve müstehapları
yerine getiren, haramları ve mekruhları, hatta bazı mubahları terkeden
insanlardır ki, bunlar bu surenin başında bahsedilen ilk sınıftır. Ayette geçen
"er-revh" kelimesi ruhu ve bedeni de içine alan istirahttır.
"er-Reyhân" kelimesi beden için "cennetü'n-na'îm" ise ruh
için verilen nzıktır ki kişi Rabbine kavuşarak bu nimetlerden istifade eder.
Rivayet olunur ki mümin dünyadan ayrılırken, kendisine cennetten bir reyhan
getirilir, onu koklar. Ya Rabbi, bizi bu zümreden eyle.
2- "Ashab-ı yeminden ise,
artık ashab-ı yeminden selâm sana." Yani ölüm anını yaşayan veya ölen kişi
ashab-ı yeminden ise -ki onlar kitapları sağlarından verilenlerdir- melekler
onlara bu müjdeyi verir ve şöyle derler: Ey sahib-i yemîn, sana kardeşlerin
ashab-ı yeminden selâm olsun, geçmiş olsun, sen selâmet yolcususun, sen ashab-ı
yemindensin, çünkü sen onlarla beraber olacaksın, seni selâm vererek istikbal
edecekler.
Şu ayet-i kerime de bu güzel anı ifade etmektedir: "Rabbimiz
Allah'tır deyip sonra dosdoğru olanlar, şüphesiz onlara melekler inecekler.
"Korkmayın, üzülmeyin, va'dolunduğunuz cennet size müjdeler olsun. Biz
sizin, dünya hayatında ve ahirette dostlarınızız. Gafur ve Rahim'den bir
ziyafet olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey ve orada sizin
için istediğiniz her şey vardır." diyecekler." (Fussilet, 41/30-32).
3- "Eğer o, tekzip
edenlerden sapıklardan ise kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılmak
vardır." Yani ölüm anını yaşayan veya ölen o kişi hakkı ve öldükten sonra
dirilmeyi inkâr eden, hidayetten sapanlardan biri ise -ki bunlar daha önce
bahsedilen ashab-ı şimal (kitaplarını sol taraflarından alanlar)dır- ona bir
ziyafet veya daha önce açıklandığı gibi zakkumdan yedikten sonra gayet sıcak
sudan hazırlanmış bir ikram(!), sonra da her taraftan kendisini saracak olan
ateşe atılıp orada karar kılma vardır.
Sonra Allah meseleyi kesinleştirip bu haberin ne kadar sahih olduğunu
açıklama sadedinde şöyle buyurdu:
"Şüphesiz bu elbette kesin gerçeğin ta kendisidir." Yani bu haber ve bu surede zikredilen öldükten sonra dirilme meselesi ve diğerleri kesin ve mutlak doğrunun ta kendisi ve hulasası ve hakkında şek ve şüphe olmayan ve hiç kimsenin göz ardı edemeyeceği sabit bir hakikattir.
Sonra Allah, peygamberine, onu kemale ulaştıracak şeyi emrederek şöyle
buyurdu:
"O halde Rabbini o büyük adıyla teşbih et." Yani Allah'ı
şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih et. "Bismi" deki
"be" harfi zaiddir, "Rabbin ismini teşbih et" demektir.
"İsim"den maksad "müsemma"dır, yani Allah'ın zatıdır.
Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbni Mace ve "sahihtir" hükmü
ile Ha-kim'in rivayetlerine göre Ukbe bin Amir şöyle dedi:
"Fesebbih bismi rabbike'1-azîm" ayeti indiği zaman Rasulullah
(s.a.) "Bunu rükûnuzda yapın" dedi "Sebbih ismike'1-a'lâ"
ayeti indiğinde "Bunu secdelerinizde yapın." dedi.
"el-Azîm" ile "el-A'lâ" arasındaki fark şudur:
Birincisi yakınlığa, ikincisi uzaklığa delâlet eder. Buna göre Allah her
varlığa ve herkese yakındır, ama O bizim idraklerimizin kavramasından daha
yücedir.
Ebu Davud ve Kütüb-i Sitte sahihlerinden diğerlerinin Ebu Hürey-re'den
rivayetlerine göre Rasulullah şöyle buyurdu: "Dile kolay, mizanda ağır,
Rahmana sevimli iki kelime: "Sübhanallâhi ve bi-hamdihi
sübhânal-lâhi'l-azîm." [8]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/209-210.
[2] Alûsî, XXVII/134.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/214-216.
[4] Bahrü'l-Muhit, VIII/207.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/219-221.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/223-225.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/229-232.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/238-242.