Cinlerin Kur'an-ı Kerim'e Ve Yüce Allah'a İman Etmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Cinlere Dair Daha Başka Hususların Nakledilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Peygamber (S.A.)'e Vahyedilen Başka Türler Ve Onun
Risaletinin Esasları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kıyametin Kopuş Vaktini Ancak Allah Bilir
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
1- De ki: "Bana
şu vahyolundu: Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten
biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik."
2- "O doğruya götürüyor, bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbi- mize
hiçbir kimseyi asla ortak tut-
3" "Do£rusu
Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir
zevce edinmiştir, ne de bir evlât."
4- "Doğrusu bizim
beyinsizimiz Al- lah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş."
5. doğrusu biz Lanlaln
da, cil- rin de Allah'a karşı asla yalan söy- lemeyeceklerini sanmıştık."
6- Bir gerçek de şu insanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını
arttırırlardı."
7- "Ve gerçekten
onlar (insanlardan kâfir olanlar) da sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir
kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar."
Yüce Allah cinlere
dair altı durumdan sözetmektedir:
1- "De
ki: Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki:
Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Ey Mu-hammed, ümmetine
ve kavmine cinlerin Kur'an'ı dinleyip, ona iman ettiklerini, onu tasdik edip,
ona itaatle boyun eğdiklerini haber ver. Allah bana Cebrail (a.s) vasıtasıyla
şunu vahyetti ki, cinlerden bir topluluk benim Kur'an okumama kulak verdi. Bu
okuduğum Kur'an da; "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alâk, 96/1) diye
başlayan suredir. Onlar da kavimlerine geri döndüklerinde dediler ki: Biz
fasahatinde, belâgatinde, öğütlerinde ve yararlarında gerçekten hayreti
gerektiren bir söz dinledik.
Vahyetmek, ruha bir
manayı gizlice telkin etmektir. İlham ve melek indirmek gibi. Vahiy hızlıca
olur.
Cin âlemi bizim için
gizli bir âlemdir. Hakkında ancak vahyin haber verdiği şeyleri bilebiliriz.
Cinler ateşten yaratılmışlardır: "Cinleri de daha önceden (deri
gözeneklerinden) içeriye nüfuz eden yakıcı ateşten yarattık." (Hicr,
15/27) Yüce Allah, cinlere kendilerinden rasul göndermemiştir. Aksine bütün
rasuller insandır. Cinlerin de insanlar gibi mükâfat kazanacak müminleri ve
cezalandırılacak kâfirleri vardır.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçmektedir: "Hatırla ki; cinlerden bir
grubu Kur'anı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik..." (Ahkâf, 46/29)
"O doğruya
götürüyor. Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla
ortak tutmayacağız." Yani bu Kur'an hakka, doğruya, Yüce Allah'ı bilip
tanımaya iletir. Bu sebeple biz de onun Allah tarafından geldiğini tasdik ettik
ve artık bundan böyle Allah ile birlikte yarattıklarından asla bir başka şeyi
O'na ortak koşmayacağımız gibi başka bir ilâh da edinmeyeceğiz. Bu onların
kavimlerine döndükleri vakit, kavimlerinin huzurunda iman ettiklerini açıkça
ilân etmeleri demektir. Nitekim az önce kaydettiğimiz Ahkâf süresindeki ayetin
devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Huzuruna
geldiklerinde: Susup dinleyin, dediler. (Okunması) bitiri-lince de kavimlerine
uyarıcılar olarak döndüler." (Ahkâf, 46/29)
Ayet-i kerimede
Muhammed (s.a)'in davetindeki en büyük hususun Yüce Allah'ı tevhid etmek,
şirki ve müşrikleri bir kenara bırakmak olduğu görülmektedir. Cinler Kur'an'ı
bir defa dinlemekle onun Allah'ın kelâmı olduğuna iman etti. Fakat Kureyş
kâfirleri özellikle de onların elebaşlan Kur'an'ı defalarca dinledikleri halde
ondan yararlanamadılar. Üstelik Allah'ın Rasu-lü onlardan olup onlara karşı
kendi dilleriyle bu kitabı okuyordu.
2-
"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir
evlât." Rabbimizin azameti ve celâli yahut onun fiili, emri ve kuvveti pek
üstün ve yücedir. O, Allah'a eş ve evlât nispet eden kâfirlerin dedikleri gibi,
eş ve evlât edinmekten pek büyüktür. Yani onlar kendilerinin Allah'a şirk
koşmadıklarını belirttikleri gibi müslüman olup Kur'an'a iman ettikten sonra
Allah'ın eş ve çocuğunun olmasından münezzeh olmasını da belirttiler.
Böylelikle Allah'ın vahdaniyetini ortaya koymuş, O'nun ortağının bulunmasının
imkânsızlığını da ifade etmiş oldular. Sonra da O'nun kuvvet ve azamet sahibi
olduğunu belirterek dünya hayatındaki işlerine karşı huzur ve sükûn bulmak
için, ülfet edip kaynaşmak için eşlerinin, güçlenmek, çoğalmak ve ünsiyet için
de çocuklarının yardımını alan kullar gibi eş ve çocuk edinmeye muhtaç olmaktan
ve böyle bir güçsüz durumda bulunmaktan O'nu tenzih edip yücelttiler.
3-
"Doğrusu bizim beyinsizimiz Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş."
Yani şüphesiz cinlerin müşrikleri ve cahilleri müslüman olmalarından önce
haktan uzak, küfürde ileriye gitmiş, sınırı aşan bir söz söylüyorlardı. Onlar
Allah'ın eşinin ve çocuğunun bulunduğunu söyleyerek ve başka iddialarıyla
Allah'a iftirada bulunuyorlardı. Ayetteki "şatat", zulüm, küfür ve
daha başka batıl ve yalan hususlarda sınırı aşmak demektir.
4-
"Doğrusu biz insanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini
sanmıştık." Bizler Allah'ın eşi, ortağı ve çocuğunun bulunduğunu
söylediklerinde cinlerin de, insanların da Allah'a yalan söylemediklerini
sanmış ve bu hususta onların doğru söylediklerini kabul etmiştik. Fakat
Kur'an'ı işitince onların sözlerinin ve bizim daha önce doğru diye sandığımızın
batıl olduğunu ve onların o iddialarında yalancı olduklarını öğrenmiş olduk.
Bu Razi'nin de
belirttiği gibi, taklit dolayısıyla bu tür cahilce tutumların içerisine düştüklerini
ve istidlal ve delil getirmek ile bu halden kurtulduklarını itiraf etmeleri
demektir.
5- Bir
gerçek de şu ki: "İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere
sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." Bizler
onların bizden daha üstün olduklarını zannediyorduk. Bazı insanlar çöllerde,
ıssız yerlerde kimi cinlere sığınıyorlardı. Böylelikle cinlerin adamlarının
azgınlıklarını, beyinsizliklerini, sapıklıklarını, günahkârlıklarını arttırmış
oldular. Çünkü Araplardan herhangi birisi bir vadide konakladı mı şöyle derdi:
Ben bu vadinin efendisine kavminin beyinsizlerinin şerrinden sığınırım. Bu da
cinlerin insanlara karşı cesaret kazanmalarına ve onlara zulmetmelerine kadar
varırdı.
Ayetin bir benzeri de
Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Hepsini toplayacağı o günde: Ey cin
topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz (buyuracak). O zaman
onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: Rabbimiz kimimiz kimimizden
faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik..." (En'âm,
6/128)
6- "Ve
gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi Allah 'in hiçbir kimseyi asla
diriltmeyeceğini sanmışlar." Yani insanlar da sizin gibi -ey
cinler-ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığının görülmesi diye bir şey
olmadığını yahut Allah'ın bu süreden sonra tevhide, Allah'a, rasullerine ve
ahiret gününe iman etmeye çağıracak bir rasul göndermeyeceğini zannetmiştiniz. [1]
8- "Gerçekten biz
göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle
doldurulmuş olduğunu gördük."
9- "Halbuki
gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim
dinle(mek is-ter)se kedisini bekleyen alevli bir ateş bulur."
10- "Doğrusu biz
yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır
mı murad etti bilmiyoruz?"
11- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz,
kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız."
12- "Şunu da hiç
şüphesiz bildik ki; yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu
asla acze düşüremeyiz."
13- "Gerçekten
biz hidayeti işittiğimizde O'na iman ettik. Kim Rabbi-ne iman ederse o
(ecrinin) eksiltil-mesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de."
14- "Gerçekten
kimimiz müslüman-lar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru
yolu aramış olanlardır."
15- "Zalim
olanlara gelince; onlar cehenneme odundurlar."
16- Ve (bana
vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara
bol su içirirdik.
17- Onları bu konuda deneyelim diye. Kim Rabbinin
zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar.
Şanı Yüce Allah daha
önce kaydettiğimiz altı hususa ek olarak, farklı şu yedi hususu nakletmeye
devam etmektedir:
7-
"Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve
alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük." Yani Peygamber (s.a)
gönderilip üzerine Kur'an indirilince bizler adetimiz üzere semadan haber almak
istedik. Oranın sözleri çalmamıza engel olmak üzere orayı koruyan güçlü
meleklerle doldurulmuş olduğunu gördük. Aynı şekilde daha önce yaptığımız gibi
hırsızlama söz dinleyip çalmak isteyeni yakan ve engelleyen yıldızlardan
alevler de bulduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları
şeytanlara atış taneleri yaktık." (Mülk, 67/5) Buna göre burada sözü geçen
"alevli ateş (şühub)" yakıcı yıldızların, cinleri söz çalmaktan engellemek
için düşmesidir.
Ahmed," Tirmizi
ve Nesai, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Şeytanların vahyi
dinlemek üzere semada oturdukları yerleri vardır. Bir söz duydular mı ona dokuz
daha katarlardı. Duydukları söz hak olarak ortaya çıkardı. Fakat onların
ekledikleri ise batıl olurdu. Rasulullah (s.a) peygamber olarak gönderilince
eskiden oturdukları yerlere oturmaları engellendi. Bunu İblis'e anlattılar.
Bundan önce yıldızlar ile onlara atış yapılmıyordu. İblis onlara dedi ki: Bu
ancak yeryüzünde meydana gelmiş önemli bir olay sebebiyledir. Bunun üzerine
askerlerini gönderdi. Askerleri Rasulullah (s.a)'ın Mekke'de iki dağ arasında
namaz kılmakta olduğunu gördüler. Ona gelip durumu anlattılar, o da: İşte
yeryüzünde meydana gelen olay budur, dedi.
Özetle; şeytanlar
Peygamber (s.a)'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra şeytanlar semadan
gizlice Kur'an'dan da bir şeyler çalıp onu kâhinlere telkin etmesinler diye
gizlice söz dinleyip çalmaları engellendi. Çünkü o durumda işler karışır ve
kimin doğru söylediği anlaşılmayabilirdi.
8-
"Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik.
Şimdi ise kim dinle(mek ister)se kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur."
Bizler semada gizlice söz dinlemek ve kâhinlere telkin etmek amacıyla
meleklerden semadaki haberleri dinleyip öğrenmek için bir yerlere otururduk.
Fakat şanı Yüce Allah, Rasulullah (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rince orayı
alevli ateşlerle korudu. Artık bugün kim gizlice söz dinlemeye kalkışacak
olursa kendisini bekleyen ve mutlaka kendisine isabet edecek alevli bir ateş
bulur ve bu onu helak eder, mahveder.
9- "Doğrusu
biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rab-leri onlar hakkında
hayır mı murad etti bilmiyoruz." Semanın bu şekilde korunması ile acaba
Yüce Allah yeryüzünde bulunanlar hakkında bir şer ya da bir azap mı dilemiştir
yoksa Rableri onlar hakkında ıslah edici, düzeltici bir peygamber göndermekle
hayır ve ıslah olmalarını, düzelmelerini mi dilemiştir? Onların kullandıkları
bu ifadeler de şerrin failinin meçhul olarak zikredilmesi, hayrı da Yüce
Allah'a izafe etmeleri edeblerindendir. Sahih hadiste de "Şer sana nispet
edilmez." diye buyurulmuştur.
10- "Gerçekten
biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit
yollara ayrılmışız." Yüce Allah cinlerin arkadaşlarını Mu-hammed (s.a)'e
iman etmek üzere çağırdıklarında kendileri hakkında şunları söylediklerini
bildirmektedir: Bizler Kur'an'ı dinlemeden önce kimimiz salih diye
nitelendirilebilecek iyi, iman eden kimselerdi. Kimimiz de öyle değildik yani
salih değildik ya da kâfir idik. Çeşitli topluluklar halinde idik. Her
birimizin kanaati, görüşü farklı farklı idi. Maksat onların kısım kısım bölük
bölük olduklarını anlatmaktır. Kimileri mümin, kimileri fasık, kimileri
kâfirdi. Tıpkı insanlarda olduğu gibi. Said b. Müseyyeb dedi ki: Onların kimisi
müslüman, kimi Yahudi, kimi Hristiyan, kimisi de mecusi idi.
11- "Şunu
da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla
da onu asla acze düşüremeyiz." Bizler kesin olarak şunu da bildik ki;
Yüce Allah'ın kudreti bize egemendir. Bizler Allah'ın kudretinden, bizi
yakalayıp, hakkımızda bir şeyi murad edecek olursa ondan kurtulamayız. İster
yerde bulunalım, ister ondan kaçıp semalara gidelim. Her durumda onun gücü bize
yeter, bizden kimse onu aciz bırakamaz.
12-
"Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabbine iman
ederse o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden
de." Yani bizler Kur'an'ı işitince onun Allah'tan geldiğini tasdik ettik.
İnsanlardan kâfir olanların yalanladığı gibi onu yalanlamadık. Kim Rabbini ve
onun rasullerini, indirdiklerini tasdik eder, doğrularsa iyiliklerinin
eksiltileceğinden de korkmaz, kötülükleri arttırılarak haksızlığa, zulme
uğratılmaktan da.
13- "Gerçekten
kimimiz müslümanlar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru
yolu aramış olanlardır." Yani kimimiz mümin, salih amel işleyip Rabbine
itaatkârdır, kimimiz de hak ve hayır yolundan, gerektiği gibi iman etmekten
uzaklaşıp haksızlık eden zalimleriz. Kim Allah'a iman eder, O'nun emirlerine
itaat ederek Allah'a teslim olursa, işte onlar mutluluğa götüren yolu izlemiş,
kendileri için azaptan kurtuluş çaresine başvurmuş olurlar. Bu da müminlerin
mükâfatıdır.
Dikkat edilecek olursa
zalim (kasıt) haktan sapan, ondan uzaklaşan kimse demektir. Çünkü böyle bir
kişi, haktan uzaklaşıp sapmış kişidir. Muk-sit ise böyle olmayıp, adaletli olan
kimse demektir. Çünkü bu kişi hakka yönelen kimsedir. Kasıtlar (zalimler)
kâfirler ve hak yoldan sapanlardır. Bu da zulmetti anlamındaki
"kaseta" fiilinden gelir. Muksit ise adaleti uygulayan demek olup, bu
da adalet yaptı, anlamındaki "eksata" fiilinden gelir. Daha sonra
cinler şu sözleriyle kâfirleri yermektedirler:
"Zalim olanlara
gelince, onlar cehenneme odundurlar." İslâm yolundan ayrılıp,
uzaklaşanlara gelince; onlar ateşin tutuşturucu yakıtı olacaklardır. Cehennem
onlarla yakılacak ya da alevlendirilecektir. Tıpkı kâfir insanlarla yakılacağı
gibi.
Rasulullah (s.a)'a
verilen vahyin birinci türü açıklandıktan sonra, Yüce Allah ona verilen ikinci
tür vahyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve (bana
vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara
bol bol su içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." Yani bana şu da
vahyolundu ki: Eğer cinler de, insanlar da İslâm yolu üzerinde dosdoğru
yürüyecek olurlarsa biz de onlara bol su içirir, onlara pek çok, pek bol
hayırlar verirdik. Böylelikle onlara karşı sınayan bir kimsenin davrandığı
gibi davranalım ve bu nimetlere karşı nasıl şükrettiklerini ortaya çıkaralım
diye. Eğer Rablerine itaat ederlerse biz de onları mükâfatlandırırız. Ona
isyan ederlerse, ahirette onları cezalandırır ve nimeti de onlardan alırız;
yahut önce onlara mühlet verir, sonra onları helak ederiz. Nitekim bundan
sonraki ayet de bunu böylece açıklamaktadır:
"Kim Rabbinin zikrinden
yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar." Yani kim Kur'an'dan yahut
öğütten yüz çevirir, emirleri yerine getirmez, yasaklardan uzak kalmazsa, onu
rahat yüzü görmeyeceği çok zor ve ağır bir azaba sokar. [2]
18- Şüphesiz ki
mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye
dua (ve ibadet) etmeyin.
19- Şu da bir gerçek
ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında
bir keçe (gibi) olacaklardı.
20- De ki: "Ben
ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de O'na ortak koşmam."
21- De ki:
"Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına
da sahip değilim."
22- De ki:
"Gerçek şu ki beni, (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben
ondan başka sığınacak kimse de asla bulamam.
23- "(Benim elimden gelen) ancak Allah'tan
gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve Rasulüne
isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada
ebediyyen kalacaklardır."
24- Nihayet onlar
tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve
sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.
Yüce Allah bu surede
vahyolunanların üçüncü türünü de haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki
mescidler de Allah 'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye
dua (ve ibadet) etmeyin." Yani Yüce Allah bana mescid-lerin Allah'a mahsus
olduğunu vahyetmiştir. Buna göre mescidlerde Allah'tan başkasına ibadet
etmeyin ve orada Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Katade dedi ki:
Yahudilerle, Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a
ortak koşuyorlardı. Allah peygamberine sadece Allah'ı birleyip tevhid
etmelerini emir buyurdu. "Allah'a mahsustur." şeklindeki izafe,
şereflendirme ve üstün tutma izafesidir. Mescidler Allah'tan başkasına nispet
edilecek olursa, tanıtmak kasdıyla başkasına nispet edilebilir ve o vakit,
filânın mescidi denilir.
Bu buyruk şanı Yüce
Allah'ın kullarına kendisine ibadet edilen yerlerde, kendisini tevhid
etmelerinin ve O'nunla birlikte başkasına dua ve ibadet etmeyip, O'na ortak
koşmamayı kullarına emretmiş olduğunun delilidir.
Hasan-ı Basri dedi ki:
Yüce Allah mescidlerle her yeri kastetmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a) da
Buhari, Müslim ve Nesai'nin Cabir'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzü benim için mescid ve temizlenme aracı kılınmıştır." Buna
göre Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Yeryüzünün tamamı Yüce Allah
tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla orada onu yaratandan başkasına secde
etmeyiniz. Yine şöyle demiştir: Kişinin mescide girecek olursa "lâ ilahe
illallah" demesi sünnettir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onun için Allah ile
birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin" buyruğunun muhtevası içerisinde
Yüce Allah'ın anılması ve yalnızca Ona dua edilmesi emri de vardır.
Daha sonra Yüce Allah
kendisine vahyedilenler arasında dördüncü hususu söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Şu da bir gerçek
ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında
bir keçe (gibi) olacaklardı." Yani Peygamber Mu-hammed (s.a) Yüce Allah'a
dua ve ibadet etmek için kalktığında cinler onun etrafında, onun Kur'an
okuyuşunu dinlemek ve gördükleri ibadetine hayretlerinden ötürü etrafındaki
izdihamları dolayısı ile üstüste yığılmış topluluklar gibi oldular. Çünkü
onlar benzerini görmedikleri bir durum görmüş, benzerini duymadıkları bir söz
işitmişlerdi. Buradaki "olacaklardı" lafzında ki zamir cinlere
aittir. Zamirin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.
Bazıları[3] dedi
ki: Rasulullah (s.a) kalkıp lâ ilahe illallah deyip, insanları Rablerine davet
edince, Arapların kâfirleri olan insanlar ile cinler, Yüce Allah'ın nurunu
söndürmek ve bu işi bitirmek için yığın yığın cemaatler halinde etrafında kalabalık
oluşturdular. Fakat Yüce Allah onu zafere eriştirmek, nurunu tamamlayıp, ona
karşı gelenlere üstün kılmak istedi ve başkasını kabul etmedi. Buna göre
"neredeyse olacaklardı" lafzında ki zamir insanlara ve cinlere ait
olur. İbni Cerir ile Katade bu görüştedir. İbni Kesir'in belirttiği gibi daha
kuvvetli olan da budur. Çünkü bundan sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ben ancak
Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam." Ey Muhammed,
senin dininin sonunu getirmek üzere senin etrafında sana karşı toplanıp bir
araya gelen bu kimselere de ki: Ben yalnızca Rabbime ibadet ederim. Ona ortak
koşmaksızm bir ve tek olarak ibadet ederim, O'nun beni korumasını diler, O'na
tevekkül ederim. İbadette Onunla birlikte kimseyi Ona ortak koşmam.
Daha sonra onların
hidayet bulma işlerini Yüce Allah'a havale ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Şüphesiz
ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip
değilim." Yani ben dünya ya da din hususunda size gelecek bir zararı da
önleyemem, size herhangi bir fayda da sağlayamam. Ben ancak sizin gibi bir
beşerim, bana vahyolunuyor. Sizin hidayet bulmanızda ya da sapıtmanızda benim
elimde olan bir şey yoktur. Aksine bütün bu hususlarda herşey Allah'ın
elindedir.
Bu buyrukla Yüce
Allah'a tevekkül etmenin ve insanların kendisine karşı birbirlerine yardımcı
olmalarına aldırmadan tebliği sürdürmesinin gerektiğine, eğer ona iman
etmeyecek olurlarsa da tehdit altında oldukları açıklanmaktadır.
Yüce Allah
peygamberinin onları hidayete iletmekten aciz olduğu hususunu, kendisi ile
ilgili hususlardan dahi aciz olduğunu ilân ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Gerçek şu
ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka
sığınacak kimse de bulamam. Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini
tebliğdir (benim elimden gelen)" Ey Muham-med, bunlara de ki: Eğer
Allah'ın azabı bana gelecek olursa kimse onu benden uzaklaştıramaz. Allah'tan
başka da benim bir sığınağım ve yardımcım yoktur. Allah'tan beni kurtarıp,
himayesini sağlayacak tek husus O'nun bana yerine getirmeyi görev olarak
verdiği risaleti tebliğ etmemdir. İşte bu sebeple ben Allah'tan gelenleri
tebliğ ediyor, O'nun risaleti gereğince emir ve yasaklarına uyarak amel
ediyorum. Bunu yerine getirecek olursam kurtulurum, aksi takdirde helak
olurum. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan onun risaletini
tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır..." (Maide,
5/67)
"Ancak Allah'tan
gelenleri... tebliğdir." buyruğundaki istisnanın Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına
da sahip değilim." buyruğundan olması da mümkündür. Yani benim size
yapacağım size tebliğden ibarettir.
Daha sonra Yüce
Allah'tan gelen tebliğin gereğini yerine getirmeyen isyankârların cezasını söz
konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah 'a ve
rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada
ebediyyen kalacaklardır." Ben size Allah'ın risaletini tebliğ ediyorum.
Artık kim bundan sonra isyan ederse onun için pek ağır bir ceza vardır, bu da
cehennem ateşidir. Orada ebedi olarak sürekli kalacaklardır, oradan asla
kurtulamazlar, oradan asla çıkamazlar.
"Ebediyyen"
buyruğu, burada kastedilen isyankârlığın şirk olduğuna delildir. Daha sonra
Yüce Allah iman etmemek hususunda cinlerden daha kısır görüşlü olan müşrikleri
bozguna uğramak ve zelil olmakla tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Nihayet onlar
tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve
sayıca daha az olduğunu bileceklerdir." Yani onlar cinlerden ve
insanlardan şu müşrik olanlar kıyamet gününde tehdit olunduklarını görecekleri
zaman ne kadar küfürleri üzere devam edeceklerdir? İşte o vakit kimin
yardımını alacağı askerlerinin, yardımcılarının daha zayıf, sayılarının daha az
olduğunu bileceklerdir. Kendileri mi yoksa Yüce Allah'ı tevhid edip, iman eden
müminler mi? Yani asıl müşriklerin kesinlikle yardımcıları yoktur ve sayı
bakımından onlar Allah'ın askerlerinden çok daha azdır. [4]
25- De ki: 'Tehdit
olunduğunuz yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir
bilmiyorum."
26- O gaybı bilendir.
O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz.
27- Meğer ki beğenip
seçtiği bir peygaınber ola. Çünkü O, onun önünden ve ardından koruyucular gönderir.
28- Ta ki O Rablerinin
gönderdikle- rirü. gereği gibi tebliğ ettiklerini or- taya çıkarsın. O, onların
yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır.
"De ki: Tehdit
olunduğunuz yakın mıdır? Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir
bilmiyorum." Ey Rasul de ki: Allah'ın sizi kendisiyle tehdit ettiği
azabın yakın olup olmadığını bilmiyorum. Kıyametin vakti yakın mıdır, uzak
mıdır? Allah'ın onun için tayin ettiği nihai vakit ne kadardır, bilemiyorum?
Kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini yalnızca Allah bilir. Ayetin
muhtevası Yüce Allah'ın Rasulüne insanlara şunları söylemesini emretmektedir:
Kendisi kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Yani kıyametin muayyen
olarak ne zaman kopacağına dair bilgi Allah'a havale edilmelidir, çünkü gaybı
bilen O'dur.
Müslim'in Sahih'inde
yer alan Ömer (r.a)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Cibril (a.s),
Peygamber (s.a)'e: Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber ver, deyince,
şöyle buyurmuştu: "Bu hususta kendisine soru sorulan kişi soru sorandan
daha bilgili değildir."
"O, gaybı
bilendir, O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip
seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, (Allah) onun (peygamberin) önünden ve
ardından koruyucular gönderir." Gayblan bilen sadece Yüce Allah'tır. O
gayba (ki o da kulların müşahede edemedikleridir) onlardan hiçbir kimseyi,
-rasullerden beğenip seçtikleri dışında- muttali kılmaz, haberdar etmez. Ancak
beğenip seçtiği rasulleri bazı gaybî bilgilerden haberdar eder. Bu da onlar
için mucize ve peygamberliklerine dair doğru bir delil olsun diyedir. İfade hem
melek, hem insan olan elçileri kapsar. Yüce Allah'ın: "Onun ilminden
kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavraya-mazlar." (Bakara, 2/255)
buyruğu da buna benzemektedir. Rasullerin gayb olan bazı hususlara dair bilgi
vermelerinin örneklerinden birisi de İsa (a.s)'nın söylediği nakledilen şu
sözleridir: "Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber
veririm." (Al-i İmran, 3/49)
Diğer taraftan Yüce
Allah rasulün önünden ve ardından koruyucu melekler takdir eder. Bunlar Yüce
Allah'ın ona bildirdiği gaybı şeytanların taarruzlarına karşı korurlar. Bundan
maksat da vahyi koruyup muhafaza etmektir. Şeytanların gayba dair bilgiyi
çalıp, kâhinlere telkin etmesine engel olurlar. Buyrukta zikredilmemiş
lafızlar da vardır ki takdiri şöyledir: Beğenip seçtiği elçiler müstesnadır.
Onları vahiy yoluyla gaybından haberdar eder. Sonra da önünden ve arkasından
koruyucu melekler tayin eder. Ayet-i kerimedeki "rasad" herbir elçiyi
cin ve şeytanların saldırılarına karşı koruyan koruyucu melekler demektir.
Ayet-i kerime
kâhinliğin, yıldızlardan haber çıkarmanın ve büyünün batıl olduğunun delilidir.
Çünkü bu işlerle uğraşanlar herhangi bir delile dayanmadan gaybı bildiklerini
ileri sürerler. Aynı şekilde ayet-i kerime peygamberlik için beğenip seçilen
bir kimseyi, Yüce Allah'ın gaybından olan bazı hususlardan haberdar edeceğine
de delildir. Kâhinlerin ve yıldız falcılarının bilgisi ise, zan ve tahmindir.
Bu gayb ilmine girmez. Velilerin bilgisi ve onların gösterdikleri kerametler
ise meleklerden telkin edilen ilhama dayalı hususlar olup, bunlar hiçbir şekilde
peygamberlerin bilgileri mertebesine ulaşamazlar.
Razi ayeti şöylece
tevil etmektedir: Ben kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorum. Gaybı
bilen sadece Allah'tır. O, kıyametin ne zaman gerçekleşeceğine dair bilgiyi
hiçbir kimseye bildirmez. Bu Allah'ın kimseyi haberdar etmeyeceği gayb
bilgilerindendir. Daha sonra Razi şunları söylemektedir: Allah'ın bu ayetle
rasuller dışında kimsenin gayba dair bir bilgi sahibi olmasına imkân
vermeyeceğini kastetmemiş olduğunu -aşağıdaki deliller dolayısıyla- kesinlikle
söylememiz gerekmektedir:
1- Tevatüre
yakın haberlerle sabit olduğuna göre Şık ve Satih adında iki kâhin
Peygamberimiz Muhammed (s.a)'in ortaya çıkacağını, çıkmasından bir süre önce
haber vermişlerdi. Bu iki şahıs Araplar arasında bu tür bir bilgi ile tanınmış
kimselerdi. Hatta Kisra, Rasulümüz Muhammed (s.a)'e dair haberleri öğrenmek
üzere onlara başvurmuştu. Böylelikle Yüce Allah'ın rasuller dışında bazı
kimseleri bazı gaybî hususlardan haberdar edeceği sabit olmaktadır.
2- Bütün din
müntesipleri rüya yorumu bilgisinin doğruluğunu ve rüyayı yorumlayan kişinin
bazen gelecekte meydana gelecek birtakım olayları haber verebildiğini ve
bunların bazen doğru çıktığını ittifakla kabul etmektedirler.
3-
Melikşah'ın oğlu Sultan Sencer'in Bağdat'tan Horasan'a getirttiği kâhin kadına
gelecekte ortaya çıkacak birtakım durumları sormuş, o kadın da bazı şeyler
zikretmiş, sonra da dediği gibi çıkmıştı.
4- Bizler
bunu doğru ilhama mazhar olan kimselerde de görüyoruz. Bu doğru ilham da
velilere mahsus bir şey değildir. Hatta bazen sihirbazlar arasında da verdiği
haberleri doğru çıkanlar bulunabilir. Haberlerinin çoğu yalan olsa bile. Kimi
zaman yıldızlardan çıkartılan sonuçlar vakıaya uygun ve duruma muvafık ortaya
çıkabilir. Bütün bunlar görülen ve tespit edilen şeyler olduğuna göre Kuran
bunun hilâfına delil teşkil etmektedir, demek Kur'an-ı Kerim hakkında dil
uzatılmasına sebep teşkil eder. Bu ise bir batıldır. Böylelikle doğru tevilin
bizim kaydettiğimiz tevil olduğunu öğrenmiş oluyoruz.[5]
Benim görüşüme göre
genel anlamıyla gayb bilgisi, aziz ve celil olan Allah'a mahsustur. Hatta
insanın yaratılışının başlanmasında Bakara suresinde belirtildiği gibi
meleklere, Sebe' suresinde belirtildiği gibi cinlere, Lokman suresinin
sonlarında belirtildiği gibi insanlara bile gayb ilmi verilmemiştir. Onlar
gaybı bilmediklerini de itiraf etmişlerdir. Ancak Razi'nin kaydettiği bu tür
olaylar, salih olsun olmasın farketmeksizin ilham ile ortaya çıkabilecek
bilgilerdir.
Daha sonra Yüce Allah
peygamberleri korumasının sebebini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ta ki o, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya
çıkarsın." Yüce Allah elçilerini melekler ile korur. Böylelikle O, bu
peygamberlerin ilâhi risaletleri fazlasız ve eksiksiz olarak tebliğ ettiklerini
vakıada da açığa çıkarttırsın. Buyruğun şu şekilde anlamlandırılması da doğru
olur: Ta ki Allah, peygamberinin, Cebrail'in ve onunla birlikteki meleklerin
Allah'tan aldıkları vahyi herhangi bir değişiklik ve değiştirme olmaksızın,
tam olarak tebliğ ettiğini, meleklerin vahyin insanlar arasındaki rasullere
eksiksiz olarak ulaştırmış olduklarını bilsin.
Birinci açıklamaya
göre maksat, Allah peygamberlerini risaletlerini eksiksiz tebliğ edebilsinler
diye melekler aracılığıyla korumaktadır. Ayrıca bu şekilde görevlerini tam
olarak yapmış oldukları da ortaya çıkar. Bu durumda bu ayet Yüce Allah'ın şu
buyruğuna benzer: "Senin hala yöneldiğin kıbleyi ancak o peygambere (sana)
uyanların, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye
kıble yaptık." (Bakara, 2/143). Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:
"Allah müminleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir."
(Ankebut, 29/11) ve buna benzer Yüce Allah'ın eşyayı meydana gelmeden önce de
kaçınılmaz olarak ve kesinlikle bildiğini belirten daha başka buyruklar. Buna
göre Kuranda yer alan Yüce Allah'ın bilgisinin gerekçe olarak zikredildiği
yerlerden maksat, onun olayın meydana gelmesi ile alâkalı bir bilgi olduğudur.
Yoksa sonradan ortaya çıkan bir bilgi kaste-dilmemektedir. Çünkü şanı Yüce
Allah eşya ile ilgili bilgileri ezelden bilir. Onun bu bildiği olay
gerçekleşince kulları da onu öğrenmiş olur.[6]
Bundan dolayı Yüce Allah bu anlamı şu buyruğuyla şöylece pekiştirmektedir:
"O, onların
yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır. " Yüce
Allah koruma esnasında meleklerin durumunu ya da risaletlerini tebliğ eden
rasullerin durumunu bilir. Onların hallerini de bilir. O olan ve olacak herşeyi
bilir. Daha sonra Yüce Allah: "Herşeyi de sayısı ile saymıştır." buyruğu
ile ilminin kuşatıcılığını beyan etmektedir. Yani O her bir şeyi herhangi bir
meleğin bilgi edinmekte katkısı ve aracılığı bulunmaksızın kesin olarak
sayısıyla tespit etmiştir. [7]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/156-158.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/163-165.
[3] İbni Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, İbni Zeyd,
Hasan-ı Basri ve Katade.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/169-171.
[5] Razi, XXX/169.
[6] İbni Kesir, IV/433.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/175-177.