Yahudi Ve Hıristiyanların Müminlerle İlişkisi Yahudilerin
Düşmanlığı, Papaz Ve Rahiplerin İmanı
Ayetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler:
Hoş Ve Temiz Şeylerin Mübahlığı
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Lağv Yemini İle Mun’akide Yemin Ve Yeminin Kefareti
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Adına Yemin Edilenlere Göre Yeminlerin Türleri
İçkinin, Kumarın, Putların Ve Fal Oklarının Haram
Kılınması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İhramlı İken Avlanmak Ve Kara Avının Cezası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kabe'nin Ve Haram Ayın Değeri İle Hediye Kurbanlıkların Ve
Gerdanlıkların Durumu
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yüce Allah'ın Cezasından Korkutma Ve İyi İşleri İşlemeye
Teşvik
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hakkında Vahiy Nazil Olmayan Şeylerle İlgili Olarak Çokça
Soru Sormanın Yasaklanması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Cahiliye Araplarının Kendilerine Haram Kıldıkları Davarlar
Ve Develer
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İyiliği Emredip Kötülüğü Yasakladıktan Sonra İşi Yüce
Allah'a Havale Etmek
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ölüm Esnasında Vasiyette Şahitlik
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kıyamet Gününde Peygamberlere Davetlerinin Sonuçlarına
Dair Yöneltilen Sual
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İsa (A.S.)'nın Mucizelerinin Hatırlatılması
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
İsrailogulları'na Maide'nin (Sofranın) İndirilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hıristiyanların Hz. İsa Ve Annesi Hakkındaki Ulûhiyyet
İddialarının Reddedilmesi
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
82-
Andolsun, insanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların,
Yahudi ve müşrikler olduklarını bulacaksın. İman edenlere sevgi bakımından en
yakınların da "Biz Hristi-yanlarız" diyenler olduğunu göreceksin.
Bunun sebebi aralarında keşişlerin, rahiplerin olmasıdır ve onların büyüklük
taslamamalarıdır.
83-
Peygambere indirileni dinledikleri vakit hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla
dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz, iman ettik! Artık bizi şahit
olanlarla beraber yaz."
84-
"Rabbimizden bizi de salihler zümresine katmasını ümit edip dururken ne
diye Allah'a ve bize gelen hakka iman etmeyelim?"
85- İşte Allah onları söylediklerinden dolayı
altından nehirler akan cennetleri, orada ebedî kalmak üzere onlara mükâfat
olarak ihsan etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.
86-
İnanmayıp da kâfir olanlar ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise (işte onlar), o
çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar.
İbni
Ebî Hatim, Said b. el-Museyyeb ile Ebu Bekir b. Abdurrahman ve Ur-ve b.
ez-Zübeyr'den şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Amr. b.
Umeyye ed-Damrî'yi beraberinde yazdığı bir mektupla birlikte, Necâşî'ye gönderdi.
Amr, Necâşî'nin huzuruna vardı, Resulullah (s.a.)'m mektubunu okudu. Daha
sonra (Necâşî), Cafer b. Ebî Talib ile onunla birlikte hicret eden diğer
müminleri çağırdı. Rahiplerle keşişlere de haber gönderdi. Arkasından onun isteği
üzerine Cafer b. Ebî Talib(r.a.) onlara Meryem suresini okudu. Bunlar da okunan
Kur"an-ı Kerîm'e iman ettiler ve gözleri yaşla dolup taştı. İşte Yüce Allah
"İnsanlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakınların... artık
bizi şahit olanlarla beraber yaz" buyruğunu bunlar hakkında indirmiştir.
Yine
İbni Ebî Hatim, Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet eder: "Necâşî
arkadaşlarının en iyilerinden otuz kişiyi Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gönderdi.
O da onlara Yasin suresini okudu, ağladılar ve şöyle dediler: Bu İsa'ya
vaktiyle indirilen buyruklara ne kadar da benziyor! Bunun üzerine bu ayet-i
kerime onlar hakkında nazil oldu."
Nesaî
de Abdullah b. Zubeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Şu,
"Peygambere indirileni dinledikleri vakit..." buyruğu Necâşî ve
arkadaşları hakkında nazil olmuştur." Taberânî de İbni Abbas'tan buna yakın
bir rivayet kaydetmektedir.[1] İbni
Abbas, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve es-Süddî der ki: "Burada kastedilenler
Necâşî ve Habeşistan'dan gelip Resulullah (s.a.)'ın huzuruna çıkarak kavminden
iman eden kimselerdir."
Taberî
şöyle der: Konu ile ilgili görüşler arasında bence doğru olanı şudur: Yüce
Allah, biz Hristiyanız diyen bir topluluğu bir takım niteliklerle
vasfetmiş-tir. Allah'ın peygamberi bu gibi kimseleri, Allah'a ve rasulüne iman
eden kimselere karşı insanlar arasında en çok sevgi besleyen kimseler olarak
bulmaktadır. Ancak Yüce Allah bizlere bu kimselerin isimlerini vermemiştir. Bu
buyruklarla Necâşî'nin arkadaşları kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde Hz.
İsa'nın şeriatı üzere olup İslâm'ın gelişini gören, Kur'an-ı Kerim'i işitip
onun hak olduğunu bildikleri vakit ona karşı büyüklük taslamaksızm İslâm'a
giren bir topluluğu da kastetmiş olabilir[2]
Yüce
Allah kendi zatına yemin ederek Kur"an-ı Kerim'in indirildiği çağda
yaşayan insanlar arasında müminlere en ileri derecede düşman olanların Yahudiler
olduğunu haber vermektedir. Çünkü Yahudilerin küfrü inatçı bir küfürdür; hakkı
kastî olarak red, inkâr ve gizleme küfrüdür. Hatta Yahudilerin düşmanlıkları
-önce anıldıklarından dolayı- müşriklerin düşmanlığından da ileridir. Bu
düşmanlıklarından dolayıdır ki Yahudiler bir çok peygamberi öldürmüşlerdir.
Resulullah (s.a.)'ı bir kaç defa öldürmeye kalkışmışlar, onu zehirlemek ve ona
büyü yapmak istemişlerdir. Kendilerine benzeyen müşrikleri de ona karşı
kışkırtmanın yollarını aramışlardır. Düşmanlık ve kin gütmekte Yahudilerden
sonra dinin gerçeklerini bilmedikleri, gerçek ilâhı ve peygamberliği
tanımadıkları için puta tapan müşrikler gelir. Her iki kesim de küfür, hakka
karşı inatlaşmak, haddi aşmak, maddi hayatın etkisi altında olmak ve bencillik
bakımından biribirlerine benzemektedirler.
Peygamber
(s.a.) en büyük sıkıntıları Hicaz bölgesindeki Yahudiler ile Arap
yarımadasındaki Arap müşriklerden ve özellikle de Mekke ve Taifli müşriklerden
çekmişti.
Yine
Allah adına and olsun ki, sevgi ve muhabbet bakımından insanlar arasında
müminlere en yakın olan kimseler "Biz Hristiyanlarız" diyenler, yani
Hz. Mesih'e ve İncil'e tabi olduklarını söyleyen kimselerdir. Genel olarak bunlar
arasında İslâm'a ve Müslümanlara karşı bir sevgi vardı. Buna sebep ise Hz.
Mesih'in dini gereği kalplerinde bulunan incelik ve şefkatti. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ona uyanların kalplerine bir şefkat ve bir merhamet
koyduk." (Hadid, 57/27) İncil'de de şöyle denilmektedir: "Sağ
yanağına tokat vurana sol yanağını çevir."
Resulullah
(s.a.) döneminde bazı Hristiyanlardan bir takım iyi davranışlara tanık
olunmuştu. Habeşistan Hristiyanları, müşriklerin eziyetinden kaçarak oraya
hicret etmiş bulunan müminleri korudu ve onları izzet ve ikramla karşıladılar.
Hristiyan Bizanslıların kralı Herakliyus halkını İslâm'ı kabul etmeye ikna
etmeye çabaladıktan sonra, Resulullah (s.a.)'m mektubunu güzel bir şekilde
cevaplandırdı. Mısır'da Kıptîlerin lideri Mukavkıs ondan daha güzel bir cevap
verdi. Peygamber (s.a.)'e ayrıca bir hediye de göndermişti. Mısır ve Şam'ın
fethinden sonra o ülkelerdeki Hıristiyanların bir çoğu İslâm'a girdi. Buna
sebep ise İslâm'da gördükleri bir takım üstünlükler olmuştu. Habeşistan kralı
Necâşî Ashama ise yakın adamlarıyla birlikte İslâm'a girmişti. Ashama vefat
ettiğinde Peygamber (s.a.) onun gıyabî cenaze namazını kıldı ve vefat ettiği
haberini çevresindekilere bildirdi.
Hristiyanlann
müminlere sevgi duymalarının sebebi şu idi: Onlar arasında bir takım keşişler
(ilim adamları) ve rahipler (abidler) vardı. Bunlar imana, erdeme, alçak
gönüllülüğe, zühde ve dünyadan uzak durmaya davet ediyorlar; hakkı dinlemek,
ona karşı insafla hareket edip hakka uymak hususunda bü-yüklenmiyorlardı. O
bakımdan Yüce Allah onları önce bilgi sahibi olmak, ibadet etmek ve alçak
gönüllülükle; daha sonra hakka bağlanmak, ona uymak ve insaflı davranmakla
nitelendirdi.
İşte
bunlar Peygamber Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir
şey işitecek olurlarsa Allah'ın kelâmından etkilenerek ihlâsla göz yaşları
akıtarak ağlamaya koyulurlardı. Bildikleri hak dolayısıyla böyle davranırlardı.
Çünkü onlar Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak gönderileceğine dair müjdeleri
biliyorlardı. Daha sonra iman davetini kabul konusunda ellerini çabuk tutarak
şöyle diyorlardı: "Rabbimiz iman ettik, artık bizi şahitlerle birlikte
yaz." Bundan kasıt ise iman ettiklerini, imana girdiklerini ifade etmekti.
Yani biz sana, senin peygamberlerine ve Muhammed'e iman ettik. O bakımdan
Muhammed (s.a.)'in de aralarından birisi olduğu peygamberlere indirilen bu
buyrukların doğruluğuna, senin vahdaniyetine tanıklık edenler arasında bizleri
de yaz. İbni Merdûveyh İbni Ebî Hatim ve Hâkim, İbni Abbas'tan: "Artık
bizi şahit olanlarla beraber yaz" buyruğu hakkında şöyle söylediğini
rivayet ederler: Yani bizleri Muhammed ve kıyamet gününde sair ümmetlere karşı
şahitlik edecek olan onun ümmeti ile birlikte yaz. Nitekim Yüce Allah Hz.
Muham-med'in ümmetinin özellikleri arasında şunları da zikretmektedir:
"Böylece biz sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlara karşı şahitler
olasınız, Peygamber de size karşı şahit olsun." (Bakara, 2/143).
Daha
sonra sözlerini pekiştirmek üzere şöyle dediler: "Rabbimizden bizi de
salihler zümresine katmasını ümit edip dururken ne diye Allah'a ve bize gelen
hakka iman etmeyelim?" Bu, böyle bir şey yapmalarının (yani iman
etmelerinin) oldukça uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmektedir. Yani bizleri
Allah'a iman etmekten, Resulullah (s.a.)'ın getirmiş olduğu hakka tabi
olmaktan alıkoyan, engelleyen nedir? Üstelik biz Rabbimizin, imanları doğru ve
sağlam olduğu bizce sabit olmuş bulunan şu şerefli Peygambere tabi olan bu
salihleri ve arkadaşları olarak bizleri de cennete koyacağını ümit ediyorken,
ne diye iman etmeyelim?
Hristiyanlar
arasından iman eden bu gibi kimseler Yüce Allah'ın şu buyruğunda sözü geçen
kimselerdir: "Şüphesiz Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki Allah'a, size
indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a karşı huşu (korku ve tevazu) ile
iman ederler. Onlar Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında satmazlar."
(Al-i İmran, 99). Yine bir başka yerde Yüce Allah böylelerinden şöyle söz
etmektedir: "Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar.
Onlara uyulduğunda da derler ki: Biz ona iman ettik, çünkü o Rabbimiz
tarafından gelen haktır. Şüphesiz biz ondan önce de Müslümanlar idik... Biz
cahilleri aramayız." (Kasas, 28/52-55).
O
bakımdan Yüce Allah imanlarını, tasdiklerini ve hakkı itiraflarını karşılıksız
bırakmayıp mükâfatlandırmış ve şöyle buyurmuştur: "İşte Allah onları
söylediklerinden dolayı altından nehirler akan cennetleri, orada ebedi kalmak
üzere onlara mükafat olarak ihsan etti.” Yani Yüce Allah ebedi nimetler yurdu
olan cennetlere girmekle onları mükafatlandırırdı. O cennetlerin altından
ırmaklar akar, yani oranın ağaçları altında cennetin ırmakları akıp gider. Onlar orada ebediyyen
kalacaklardır. İşte ihsan edenlerin mükafatı budur. Hakka tabi olmak ve ona
uymakta -kaynağı ne olursa olsun- iyi davrananların mükafatı budur. Ahiret
nimetlerini gereği gibi anlayabilmek ve sınırlarını belirleyebilmek bizim için
oldukça zordur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendileri için
işledeklerine bir mükafat olmak üzere gözleri aydınlatan (nimetlerden) neler
gizlendiğini hiçbir nefis bilemez.” (Secde, 32/17) Kafir olup Allah’ın
ayetlerini inkar eden, yani onları reddederek muhalefet eden, Allah’ın
ayetlerini inkar eden yani onları redderek muhalefet eden, Allah’ın birliğini
Muhammed (s.a.)’in peygamberliğini inkar edenlere gelince işte cehennemliklerve
cehenneme girip orada ebedi olmak üzere kalacaklar bunlardır. [3]
87-
Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın
ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi »Şanları sevmez.
88'
Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin ve iman ettiğiniz Allah'tan
korkun-
İbni
Cerîr et-Taberî, İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, İbni Abbas'tan şöyle
dediğini rivayet ederler: Bu ayet-i kerime birisi Osman b. Maz'un olan Ashab-ı
kiramdan birkaç kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, "Erkeklik organlarımızı
keselim, dünyalık zevklerimizi ve arzularımızı terk edelim, rahiplerin yaptığı
gibi biz de yeryüzüne seyahat maksadıyla dağılalım" demişlerdi. Bu
sözleri Peygamber (s.a.)'e ulaşınca onları yanma çağırdı ve söylediklerini
onlara hatırlatınca onlar "evet söyledik" dediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Fakat ben oruç da tutarım, açarım da.
(Geceleyin) hem namaz kılarım, hem uyurum. Hanımlarımla beraber olurum. Benim
sünnetimi takip eden bendendir, benim sünnetimi takip etmeyen de benden
değildir."
es-Süddî'nin
rivayetinde ise bunların on kişi oldukları, Osman b. Maz'un ile Ali b. Ebî
Talib'in bunlar arasında bulunduğu belirtilmektedir.
İbni
Cerîr, İbnül-Münzir ve Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân b. Ensârî, İkrime'den şunu rivayet
ederler: Osman b. Maz'ûn, Ali b. Ebî Tâlib, İbni Mes'ud, el-Mik-dâd b.
el-Esved, Ebu Huzeyfe'nin mevlâsı Salim ve Kudâme dünyadan el etek çekerek
evlerinde oturdular, kadınlardan uzak durdular ve kalın yün elbiseler giymeye
başladılar. Güzel yiyecekleri, elbiseleri kendilerine yasakladılar. Yiyip
giydikleri tek şey, İsrailoğulları'ndan (zâhidâne) seyahate çıkanların
yedikleri ve giydikleri idi. Hatta hayalarını burmayı bile düşündüler,
geceleyin namaz kılıp gündüzün oruç tutmayı kararlaştırdılar. Bunun üzerine:
"Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri
haram kılmayın..." ayet-i kerimesi nazil oldu.
Bu
ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) onlara haber gönderip şöyle
buyurdu: "Şüphesiz nefislerinizin bir hakkı vardır, gözlerinizin bir hakkı
vardır, aile halkınızın bir hakkı vardır. O bakımdan namaz kılınız ama
uyuyunuz da. Hem oruç tutunuz hem yemek yiyiniz. Bizim sünnetimizi terk eden
bizden değildir." Hep birlikte şöyle dediler: Allahım, biz bunun
doğruluğuna inandık, rasulüne indirdiklerine de tabi olduk.
İbni
Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre adamın birisi şöyle der: "Ben yatakta
yatmayı kendime haram kıldım." Bunun üzerine İbni Mes'ud ona bu ayet-i
kerimeyi okuyarak şöyle demiştir: "Yatağın üzerinde uyu ve ettiğin yeminin
kefaretini yerine getir."
Sonuç
olarak bu ayet-i kerimenin, devamlı oruç tutanlara, geceyi namaz kılmakla
geçirmeyi kadınlara, güzel ve temiz şeylere yaklaşmamayı, et yeme-meyi,
yataklarda uyumamayı kararlaştıran bir grup sahabi hakkında nazil olduğunu
rivayetler ittifakla belirtmektedir. [4]
Ey
iman edenler! Kendinize hoş ve temiz şeyleri haram kılıp bunlardan imtina
etmeyiniz. Hoş ve temiz şeyler taşıdıkları faydalar dolayısıyla kişilerin
nefislerinin lezzet duydu" a şeylerdir. Yüce Allah'a yaklaşmak niyetiyle
faydalanmayı terk etmek suretiyle bunları kendinize haram kılmayınız. Allah'ın
sizin için çizmiş olduğu helâl sınırlarını aşarak da haram kılmış olduğu
sınırlara girmeyin. Veya hoş ve temiz şeyleri kullanmakta aşırıya kaçmayın ve
bunları haram kılmak suretiyle haddi de aşmayın. Bur göre haddi aşmak iki
hususu kapsamaktadır: Birinci şekil, söz konusu şeyde israfa kaçmak suretiyle
haddi aşmaktır. Bunu Yüce Allah şu buyruğunda belirtmektedir: "Yiyiniz,
içiniz fakat israf etmeyiniz, çünkü O israf edenleri sevmez." (A'râf,
7/31)
Diğer
şekil ise, hoş ve temiz şeylerden başka temiz olmayan, murdar olan şeyleri
kullanarak haddi aşmak.
Sözü
geçen hususların yasaklanma sebebi ise şudur: Yüce Allah haddi aşanlara
buğzeder, şeriatın11 sınırlarını çiğneyen ve helâl kıldığı şeyi haram kılanları
da cezalandırır. Helâı; haram kılmak, ister yemin suretiyle ister adak, isterse
de başka yolla-ibaac .... la dahi olsa-olabilmektedir.
Bu
durum, İslâm'ın orta yolu beni işeyen itidali tavsiye etme ilkesi ile tam bir
uyum içindedir. İsraf da yoktur, kısmak da yoktur. Meşru hayatın maddî
zevklerinden ve lezzetlerinden çekinmek de söz konusu değildir. Bunun gibi,
istekleri baskı altına almak, nefse işkence etmek, bedeni zayıf düşürüp mahrum
bırakmak gibi sonuçlara götüren rahiplik ve zahitlik de yoktur. Aynı şekilde
alışılmış ve ortalama miktarın üstünde arzulanan ve zevk alınan şeylerden aç
gözlülükle faydalanmak da söz konusu değildir.
Yüce
Allah insana, hayattaki hoş şeylerden yararlanmamayı yasakladıktan sonra
Allah'ın helâl kılıp temiz olan şeylerden yemeyi mubah kılmak anlamında olumlu
bir emir vermektedir. Bu emirle Yüce Allah helâl kıldığı rızıklar-dan yenmesini
istemektedir. Ancak ister leş, akmış kan ve domuz eti gibi bizatihi haram olan
yollardan olsun; isterse de faiz, kumar, hırsızlık, rüşvet ve buna benzer
muamelelerle mallarını batıl yollardan sağlamak suretiyle olsun haram
yollardan uzak durmayı şart koşmuştur.
İşte
bu, "rızk"ın kapsamına helâl ve haram şeylerin girdiğini göstermektedir.
Haramın varlığı imtihan içindir. Bundan amaç, nefsi Allah'ın helâl kıldığı
şeyleri yapmaya, haram kıldığı şeylerden de alıkoymaya mecbur etmek için bu
konuda gösterilecek mücadelenin boyutlarının ortaya çıkarılmasıdır.
Daha
sonra Yüce Allah yalnızca ibadet hakkında değil, aynı şekilde alışılmış günlük
geçim hayatında da geçerli olacak bir kıstas koymaktadır ki, bu da Allah'a
karşı takvalı olup Allah'ın sınırlarına sıkı sıkıya yapışma emridir. Yani bir
çeşit "yemek, içmek, giyinmek, kadın ve benzeri hususlarda hayatınızı ilgilendiren
bütün konularda kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz, helâl ve
haram kılmak hususunda meşruiyyet sınırlarını aşmayınız" şeklinde
emretmektedir.
Burada,
takva emri Allah'ın buyruklarına gereken riayeti göstermek ve bunu sürekli
kılmaya teşvik için zikredilmiştir. Hoş ve temiz şeylerin haram kılınmasını
yasaklayıp helâl ve temiz rızıktan yemek emrinin akabinde zikredilmesi de
temiz nzıklardan yararlanmakla takva arasında bir aykırılık ve bir farklılık
olmadığını göstermek içindir. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın
şu buyruklarıdır: "Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz hoş ve
temiz şeylerden yiyiniz ve Allah'a şükrediniz, eğer O'na ibadet edenler
iseniz." (Bakara, 2/172); "De ki Allah'ın kulları için çıkartmış
olduğu ziyneti ve hoş ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?" (A'râf,
7/32). Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği Hz. Peygamberin şu buyruğu da
bu ayet-i kerimenin muhtevasını ifade eder: "Şüphesiz Allah müminlere,
peygamberlere verdiği emrin aynısını emretmiştir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ey peygamberler! Hoş ve temiz şeylerden yiyiniz ve salih
amel işleyiniz." (Mü'minun, 23/51). Yine Yüce Allah şöyle buyurmuktadır:
"Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz hoş ve temiz şeylerden
yiyiniz." (Bakara, 2/172)
Hadiste
sözü geçen "tayyıbâftan kasıt ise, Nevevî'nin de belirttiği gibi helâl
şeylerdir. [5]
89-
Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlamış
olduğunuz
(mün'akide) yeminlerinizden sorumlu tutar. Bunun kefareti ailenize
yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri doyurmak veya onları giydirmek
yahut bir köle azat etmektir. Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte
bozduğunuz yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi koruyun. Allah size
ayetlerini şükredesiniz diye böyle açıklıyor.
İbni
Cerîr et-Taberî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: "Yüce
Allah'ın "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği temiz ve güzel
şeyleri haram kılmayın" buyruğunu kendilerine kadınlara yaklaşmayı ve et
yemeyi haram kılan topluluk hakkında indirince o topluluk şöyle dedi: Peki ey
Allah'ın rasulü! Bu hususta yapmış olduğumuz yeminlerimiz ne olacak? Bunun
üzerine şanı yüce Allah "Allah yeminlerinizdeki lağvden dolayı sizi
sorumlu tutmaz..." buyruğunu indirdi."
Taberî
bununla ilgili şu açıklamayı da yapar: İşte bu da bizim daha önce söylediğimiz
"Bu topluluk kendilerine bazı şeyleri yaptıkları yeminlerle haram
kılmışlardı" şeklindeki kanaatimizin lehine bir delildir. Onların
yaptıkları bu yemin sebebiyle bu ayet-i kerime nazil oldu [6]
Ebu'ş-Şeyh
İbni Hayyan da Ya'lâ b. Müslim'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Said b.
Cübeyr'e bu ayet-i kerime hakkında sordum, şöyle dedi: Ondan önceki ayet-i
kerimeyi oku! Ben de "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz
ve güzel şeyleri haram kılmayın..." buyruğundan itibaren "Allah sizi
yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz " buyruğuna kadar okudum. [7]
Kastî
olmadan yapılan yeminlerden dolayı sorumluluk söz konusu değildir. Bunlara
herhangi bir hüküm de taalluk etmez. Bu gibi yeminlere lağv yemini denir.
Bunlar ise yemin edenin kastî olmayarak dilinden dökülüveren yeminlerdir. Hz.
Aişe lağv yemini ile ilgili olarak şöyle der: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Lağv yemini kişinin evindeki "hayır vallahi", "evet
vallahi" şeklindeki sözleridir."
Şafiînin
görüşü de budur. Diğer mezhep imamları (cumhur) ise şöyle derler: Lağv yemini,
kişinin doğru olduğunu zannederek geçmişte veya halihazırda olmuş bir durumla
ilgili olarak olumlu ya da olumsuz şekilde haber vermesidir. Bu tarifin delili
de İbni Abbas'tan lağv yemini ile ilgili olarak söylediği rivayet edilen şu
sözlerdir: Lağv yemini, bir iş böyle olmadığı halde onun böyle olduğuna dair
yemin etmektir. Bu tarif aynı zamanda Mücahid'den de rivayet edilmiştir:
Durumun zannettiği gibi olmamasına rağmen, kişinin bir şey hakkında o şekilde
olduğuna dair yemin etmesi demektir.
"Fakat
Yüce Allah sizleri bağladığınız (mün'akide) yeminden dolayı sorumlu
tutar." Mün'akide yemin ise kişinin geleceğe dair belli bir maksat ve kararlılık
ile bir işi yapacağına ya da yapmayacağına dair ettiği yemindir. Üçüncü bir
yemin türü daha vardır ki, buna da "yemin-i gamûs" denir. Hanefîlerin
görüşüne göre bu, kasten geçmişe dair yahut halihazırdaki bir durum hakkında
yalan yere edilen yemindir. Buna göre yeminler üç türlüdür: Lağv yemini,
mün'akide yemin ve gamûs yemin. Taberî, Ebu Malik'ten şöyle dediğini rivayet
eder: Yeminler üç türlüdür: Kefareti olan yemin, kefareti olmayan yemin ve yemin
edenin sorumlu olmasını gerektirmeyen yemin.
Kefareti
olan yemin şudur: Kişi bir işi yapmayacağına dair yemin eder, sonra da yaparsa
o takdirde kefarette bulunması gerekir. Kefareti bulunmayan yemine gelince,
kişinin bir şey hakkında kasten yalan söyleyerek ettiği yemindir. Bunda
kefaret söz konusu değildir. Sahibinin sorumlu tutulmadığı yemine gelince,
kişinin herhangi bir durum hakkında yemin ettiği şekilde olduğu kanaatinde
bulunarak yapılan ve ancak durumun sanılanın aksine olduğu yemindir. Böyle bir
yemin için de kefaret söz konusu değildir. İşte lağv yemin de budur. [8]
Mün'akide
(bağlanmış) yemine gelince: Allah adına yahut Allah'ın sıfatlarından herhangi
birisi zikredilerek yapılan yemindir. Çünkü Hz. Peygamber, Ahmed ve Kütüb-i
Sitte sahiplerinin İbni Ömer'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur:
"Her kim yemin edecekse ya Allah adına yemin etsin, yahut sussun."
Allah'tan başka herhangi bir varlık adına, Peygamber yahut bir veli adına da
olsa yapılan yemin yemin olmaz. Aksine böyle bir şey haramdır.
Fakihler
gamûs yemin hakkında birbirinden farklı iki görüşe sahiptirler. Hanefîlerle
Malikîler şöyle derler: Gamûs yeminde kefaret yoktur. Çünkü gamûs yeminin
cezası cehennemi boylamaktır. Şafiîler ile bir grup ilim adamı ise böyle bir
yeminde kefaret icap edeceğini söylerler. Çünkü Yüce Allah "Fakat
kalplerinizin kazandığından dolayı sizi sorumlu tutar." (Bakara, 2/225)
diye buyurmaktadır. Yaptığı yeminde kasten yalan söyleyen bir kimse ise
kalbiyle bir günah kazanmış olur ve o bundan dolayı sorumlu tutulur. Çünkü
kalbi yemin ederken yalan söylemeyi kararlaştırmış ve kastetmiştir. Yüce Allah
ise böyle bir yemin ile ilgili olarak "Bunun kefareti..." diye
buyurmaktadır.
Hanefîlerle
Malikîlerin görüşüne göre kalplerin kazandıklarından dolayı sorumlu tutulması,
ahiretteki bir cezadır. Buna delil ise Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Şüphesiz Allah'a olan ahitlerini ve yeminlerini az bir pahaya satanlar,
işte onlar için ahirette hiç bir nasip yoktur." (Âl-i İmran, 3/77). Burada
Yüce Allah ahiretteki azap ile tehdidi söz konusu etmekle birlikte, kefareti
söz konusu etmemektedir. Beyhakî ve Hakim Hz. Câbir"den Resulullah
(s.a.)'ın şu buyruğunu rivayet ederler: Her kim benim bu minberimin üzerinde
günah yere (yalan yere) yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın."
Hz. Peygamber bu şekilde buyurmakla kefareti söz konusu etmemektedir.
Buharî,
Müslim ve başkaları Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet ederler:
"Her kim zor ve baskı altında yalan yere yemin ediyor ve bu yemini ile
Müslüman bir kişinin malının alınmasına sebep oluyorsa, Allah'ın huzuruna
Allah kendisine gazap etmiş olarak çıkar."
Daha
sonra Yüce Allah mün'akide yeminin sorumluluk şeklini beyan ederek şöyle
buyurmaktadır: "Bunun kefareti" ifadesindeki zamir ya siyaktan (ifadenin
akışından) anlaşılan yemini bozmaya aittir, ya da bir muzaf takdiri ile fiilin
kapsamında bulunan yemin akdine döner. Yani bu yemini bozmanın kefareti...
Yeminini bozan kişinin ister kasten ister yanılarak ve unutarak, ister hata
ederek, ister uykulu iken, ister baygın, deli ya da zor altında kalarak bozmuş
olsun, kefarette bulunması gerekir.
Gücü
yeten kimsenin yemin kefareti şu üç husustan birisini yapmaktır; o bunlardan
birisini seçebilir: Cumhurun görüşüne göre her bir yoksula bir müd (675 gram)
buğday olmak üzere on yoksula yemek yedirmek. Bu buğdayın o belde halkının
genel olarak yediği ortalama türden olması gerekir. Ne en kalitelisi ne de en
kalitesizi olmalıdır. Kefaret, bir defalık ekmek ve onunla birlikte et yiyeceği
de olur. Çünkü Hasan-ı Basrî ve Muhammed b. Şîrîn şöyle demektedir: On fakire
bir defa et ve ekmek yedirmesi yeterlidir. Hanefîler ise fıtır sadakası olarak
ödenmesi gereken miktar diye bunu tespit etmişlerdir. Bu da yarım sa' (2751
gram) buğday veya bir sa' hurma, arpa veya unu ya da bunların kıymetidir. Bu
da öğle ve akşam iki defa doyuracak kadar yemektir. Çünkü Hz. Ali "Öğle ve
akşam ve yemek yedirir" demiştir.
"Veya
onları giydirmek..." Yani ülke ve zaman farklılığına uygun olarak fakirleri
giydirir. Yedirmekte olduğu gibi orta hallisini seçer. Her bir fakire baştan
aşağı bir entari gibi ortalama bir elbise veya bir gömlek ya da pantolon verir.
Hanefiler ise pantolon ve sarık ile giydirmeyi yeterli görmezler. Çünkü onlara
göre giyimin asgari miktarı bedenin tümünü örten miktardır.
'Yahut
bir köle azat etmektir." Yani, eğer köle varsa bir kişiyi hürriyetine
kavuşturmaktır. Cumhurun görüşüne göre -hata ile öldürme ve zihar kefaretinde
olduğu gibi- kölenin mümin olması şartı vardır. Onlar bu kanaati mutlak olan
(bu buyruktaki köleyi) diğer kefaretleri öngören buyruklardaki kayıtlı ifadeye
hamletmişlerdir. Hanefiler ise kölenin mümin olmasını şart görmezler. Onlara
göre kâfir bir köleyi azat etmek de yeterlidir. Bu görüşlerini burada varit
olan nassın mutlak ifadesine dayanarak ileri sürmüşlerdir. Yemin kefaretinde
lafzın gereğini mutlak olarak bırakmak icap eder. Bu gibi durumlarda her nas
ile ayrıca amel edilir. Çünkü hata yoluyla öldürme kefaretinde kölenin mümin
olma şartının koşulmasının manası aklen idrak edilemez. O bakımdan nas bu
hususta neye dair varit olmuş ise o kadarıyla yetinilir, dışına çıkılmaz.
"Fakat
kim bulamazsa üç gün oruç tutsun." Yani her kim on fakiri yedire-mez yahut
giydiremez yahut bir köle azat edemezse veya her kim bu üç husustan herhangi
birisini yerine getirme imkânını bulamazsa, o takdirde üç gün oruç tutması icap
eder. Hanefilerle Hanbelîlerin görüşüne göre bu üç gün orucun peşpeşe olması
gerekir. Ancak Malikîlerle Şafiîlerin görüşüne göre orucun peşpeşe olma şartı
yoktur.
Birinci
görüşün delili Hâkim, îbni Cerîr et-Taberî ve başkalarının sahih bir yolla
kaydettikleri şu rivayettir: Übeyy b. Ka*b bu buyruğu, "Aralıksız üç gün
oruç tutsun" diye okurdu. Bu aynı zamanda İbni Mes'ud'dan da gelmiş bir
rivayettir. Süfyan es-Sevrî'nin belirttiği gibi er-Râbiî'in mushafmda da
böylece tespit edilmiştir. İbni Merdûveyh de bunu İbni Abbas'tan şöylece
rivayet etmektedir: "Fakat kim bulamazsa aralıksız üç gün oruç
tutsun."
İkinci
görüşe göre bu kıraet delil olarak kullanılmayacak şaz (istisnaî) bir
kıraettir, ancak mütevatir kıraet delil olur.
"Güç
yetirmek" kişinin aile halkının bir gün bir gecelik yiyeceğinden fazlasına
sahip olması demektir. İbni Cerîr'in tercih ettiği görüş budur. Kişi, içinde
bulunduğu günün kendisinin ve aile halkının yiyecek ihtiyacından arta kalanından
yemin kefaretini çıkartıp verir.
İbni
Cerîr, Saîd b. Cübeyr ve Hasan-ı Basrî'den şöyle dediklerini rivayet eder: Her
kim üç dirhem bulacak olur ise yoksul doyurması gerekir, aksi takdirde oruç
tutar.
Kefaretin
belli bir vakti yoktur. Ancak, erken yerine getirilmesi müste-haptır. Şayet
hastalanacak olursa gücü yettiği vakit oruç tutar. Eğer oruç tutmakta acizliği
devam ederse, Allah'ın onu affedip merhamet edeceği umulur. Mirasçı kişi,
(miras bırakanın) kefaretini teberru yoluyla verme hakkına sahiptir.
"İşte
bozduğunuz yeminlerinizin kefareti budur." Yani Allah adına yahut onun
isim ya da sıfatlarından birisi ile yemin edip yemininizi bozduğunuz takdirde
şer*î yemin kefareti budur. Ayet-i kerimede ayrıca yeminin bozulmasından söz
edilmeyişi, kefaretin bizzat yemin ile değil de yeminin bozulması halinde vacip
oluşundan dolayıdır. Hanefilere göre yemini bozmadan kefarette bulunmak caiz
değildir. Şafiîye göre ise eğer yemin eden kişi yeminini bozmakla asi
olmayacaksa, malıyla bozmadan önce kefarette bulunması caizdir.
"Yeminlerinizi
koruyun." lanı yeminlerinize bağlı kalın, yeminlerinizi bozmayın.
Kurtubî'nin tercih ettiği açıklamaya göre ise, "Yemininizi bozduğunuz
takdirde kefareti yerine getirmek suretiyle yeminlerinizi koruyunuz"
demektir. İbni Cerîr ise şöyle der: Bunun anlamı yeminlerinizi (bozduğunuz taktirde)
ke-faretsiz bırakmayın şeklindedir. Burda kastedilen ise yemini bozmanın
masi-yet olduğu ve hakkında yemin edilen şeye muhalefet bulunduğu durumlardaki
yeminlerdir.
"Allah
size ayetlerini... böyle açıklıyor." İşte Yüce Allah bu açıklamada olduğu
gibi, sizlere şeriatının belirgin özelliklerini, dininin hükümlerini beyan
ediyor, yani geniş geniş açıklıyor, vuzuha kavuşturuyor.
"Şükredesiniz
diye." Yani O, böylelikle sizleri size öğrettikleri ile nimetine
şükretmenizi ve bu gibi hallerden kurtuluş yolunu bulmanızı istiyor.
Yapılan
yemin vacip olan bir işi yapmaya yahut bir haramı terk etmeye dair ise o yemini
bozmak haram olur. Eğer mendup ya da mubah olan bir işi yapmaya yemin edilmiş
ise o yemine bağlılık menduptur, yemini bozmak da mekruhtur. Masiyet olan bir
işe veya haram bir işe yemin ettiği takdirde onu bozmak ve kefaretini yerine
getirmek icap eder. Çünkü -İbni Mace dışında- Kü-tüb-i Sitte sahiplerinin
Abdurrahman b. Semura'dan rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Herhangi bir hususta yemin eder de başkasının ondan hayırlı
olduğunu görürsen hayırlı olanı yap ve yemininin kefaretini öde." Ayrıca
İbni Mace tarafından rivayet edilen Hz. Aişe yoluyla gelen şu hadis de bunun
delilidir: "Her kim bir akrabalık bağını koparma yahut uygun olmayan bir
şey hakkında yemin ederse, doğru olan, onun yeminine bağlı kalması değil,
yaptığı bu yeminin gereğini yapmamasıdır." Yani yeminine bağlılık
göstermemesidir. Fakat bu durumda da kefarette bulunması icap eder.
Yapılan
yemin ister itaatte ister masiyette ister mubah hususta olsun, bozulduğu
takdirde kefaretin yerine getirilmesi icap eder. [9]
90- Ey iman edenler! Şarap, kumar, patlar ve fal
okları şeytanın pis işlerindendir. Artık ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
91-
Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi
Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?
92-
Allah'a ve Rasulüne itaat edin ve sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilin ki
bizim peygamberimize düşen yalnızca açıktan açığa tebliğdir.
93-
İman edip de salih amel işleyenler, sakındıkları, iman ederek salih amellere
devam ettikleri, sonra sakınıp inandıkları ve yine sakınmada devam edip
ihsanda bulundukları takdirde, yaptıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur.
Allah ihsan edenleri sever.
İmam
Ahmed, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
Medine'ye geldiğinde Medineliler şarap içiyor, kumar parası yiyorlardı. Resulullah
(s.a.)'a bunlar hakkında soru sordular. Bunun üzerine Yüce Allah "Sana
içki ve kumar hakkında soru soruyorlar..." (Bakara, 2/219) ayetini
indirdi. Bu sefer halk, bize haram kılınmadı, sadece büyük bir günahtır diye
buyuruldu, dediler. Bu halde içki içmeye devam ettiler. Nihayet günlerden bir
gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında arkadaşlarına imam olup namaz
kıldırdı. Kur'an okumayı karıştırdı. Yüce Allah bundan daha ağır bir hüküm
ihtiva etmek üzere şu ayet-i kerimeyi indirdi: "Ey iman edenler! Ne söylediğinizi
bilinceye kadar... sarhoşken namaza yaklaşmayınız." (Nisa, 4/43). Daha
sonra bundan da daha ağır bir hüküm ihtiva eden şu ayet-i kerimeler indirildi:
"Ey
iman edenler! Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir. Artık vazgeçtiniz değil
mi?" Bu sefer vazgeçtik ey Rabbimiz, dediler. Bunun üzerine insanlar, ey
Allah'ın rasulü Allah yolunda öldürülen ya da yataklarında ölen bir takım kimseler
vardır ki, bunlar içki içiyor ve kumar oynuyorlardı. Allah ise bunları şeytanın
işlerinden bir pislik olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Yüce Allah: "İman
edip de salih amel işleyenler... üzerlerine hiç bir vebal yoktur" ayetini
sonuna kadar indirdi.
Nesaî,
Beyhakî, Abd b. Humeyd, İbni Cerîr, İbnü'l-Münzir, İbni Mürde-veyh de İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Şarabın haram kılınışı içki içen
Ensar kabilelerinden iki kabile hakkında indi. Bunlar sarhoş olup
biri-birlerine karşı olmadık işler yaptılar. Ayıktıklannda herkes yüzünde,
başında, sakalında içkili halin bir etkisini görüp şöyle demeye başladı: Bana
bunu filan kabile mensubu yaptı. Halbuki bu kimseler daha önce kalplerinde
birirlerine karşı en ufak bir kin bulunmayan kardeş kimselerdi. Bu sefer şöyle
demeye koyuldular: Allah'a yemin ederim, şayet kardeşim bana şefkatli, merhametli
bir kimse olsaydı bana bunları yapmazdı. Sonunda kalplerine kin yerleşti, bunun
üzerine Yüce Allah şu, "Ey iman edenler! Şarap, kumar...şeytanın pis
işlerindendir. " ayetini indirdi.
Bu
konuda işi zorlaştırmaya ve yasağı kendilerinin dışında tutmaya meyleden bazı
kimseler, "Bu bir pisliktir ve filân kişinin karnında yer etmişti. O da
Uhud günü öldürüldü" demeye koyuldular. Bunun üzerine Yüce Allah
"İman edip de salih ameller işleyenler sakındıkları... takdirde
tattıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur" ayetini indirdi.
İbni
Cerîr de bir topluluktan şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Şu içkiyi haram
kılan ayet-i kerime Sa'd b. Ebî Vakkas sebebiyle nazil olmuştur: Sad b. Ebî
Vakkas içki içtikleri bir kişi ile tartışmaya koyulmuştu. Arkadaşı devenin
kemiği ile ona vurdu, burnunu kırdı ya da onu yaraladı. Bu ayet-i kerime onlar
hakkında nazil oldu.
Yine
Taberî ve İbni Merdûveyh Hz. Sad'dan şöyle dediğini rivayet ederler:
Ensar"dan birisi yemek hazırladı ve bizi yemeğe davet etti. Sarhoş
oluncaya kadar şarap içti. Ensar ve Kureyş karşılıklı olarak övünmeye
başladılar. Ensar, "Biz sizden daha faziletliyiz" dediler. Sonunda
Ensar'dan bir adam bir devenin çene kemiğini alıp bunu Sad'ın burnuna vurdu.
Sad'ın burun kemiği çatladı. Sad'ın burun kemiği çatlak idi. Bunun üzerine şu
"Ey iman edenler! Şarap, kumar... şey tanın pis işlerindendir."
ayeti nazil oldu [10]
Buharî
de Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ebu Talha'nın evinde içki
içenlere şakilik ediyordum. İçkinin haram kılındığına dair emir nazil olunca
bir münadiye bunu çevreye bildirmesi emrolundu. Ebu Talha "Dışarı çık da
bu ses nedir diye bir bak" dedi. Ben de dışarı çıktım ve dedim ki:
"Bu, şunu bilin ki şarap haram kılındı diye seslenen bir münadidir."
Bana "Haydi git şarabı dök" dedi. O sırada şarap, çatlatılan ve ateş
üzerinde kaynatılmadan ıslatılarak suda bırakılan taze hurmadan yapılıyordu.
(Enes) Der ki: Şarap Medine sokaklarında aktı. Bazıları da, "Bir takım
kimseler, içki karınlarında bulunduğu halde öldürüldü" dediler. Bunun
üzerine Aziz ve Celil olan Allah da "îman edip de salih amel işleyenler
sakındıkları... takdirde taptıklarından üzerlerine hiç bir vebal yoktur"
buyruğunu indirdi. [11]
Yüce
Allah içki ve kumarı yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler!
Şüphesiz şarap ve sarhoşluk verici bütün içkiler, bütün çeşitleriyle kumar,
yanında kurbanların kesildiği putlar, uğur ya da uğursuzluğu anlamak için
çekilen fal okları Allah'ın gazap ettiği ve hoşlanmadığı pislik şeylerdir.
Bunlar şeytanın işlerindendir yani onun hoş ve güzel gösterdiği şeylerdendir.
Haydi bu pisliği artık terk ediniz. Kendinizi arındırmak, bedenlerinizin esenliği
ve aranızdaki sevgi sebebiyle belki umduğunuzu elde eder, kurtuluşa nail
olursunuz.
Hamr
(şarap), kaynatıldığında sertleşen ve köpüklenen pişirilmemiş üzüm suyunun
adıdır. Cumhurun görüşüne göre bu isim, aklı gideren sarhoşluk verici her içki
hakkında kullanılır. Hanefîlerin görüşü ise şöyledir: Şarap, haram kılındığı
sırada Araplar üzüm suyundan yapılan şarabın dışındaki içkileri bilmiyorlardı.
O bakımdan şarap (hamr) yalnız bu türün adıdır. Bu türden olmayıp aklı giderme
özelliğine sahip olan içkilere ise hamr denilmez. Çünkü Hanefîlerin görüşüne
göre dildeki kelimelerin kapsamı kıyas yolu ile sabit olmaz. Onlara göre sarhoşluk
veren şeyler de haramlık kapsamı içerisindedir. Çünkü şarabın illeti sarhoşluk
vermesidir, yoksa sarhoşluk veren şey hamr olduğundan dolayı değildir [12] Bu,
İbni Ömer'in de görüşüdür.
Cumhurun
görüşüne göre ise hamr, aklı gideren ve etkileyip gerileten her şeyin adıdır. [13] Üzüm
suyu dışındaki içkiler de nas ile haramdır. Çünkü Yüce Allah "Şarap,
kumar... şeytanın pis işlerindendir." diye buyurmaktadır. Hz. Ömer'in
görüşü de budur. O der ki: Şarap haram* kılındığında, üzümden, hurmadan,
baldan, arpadan ve buğdaydan olmak üzere beş şeyden yapılırdı. Şarap (hamr)
denilen şey ise aklı gideren her şeydir. Bu aynı zamanda İbni Abbas'm da
görüşüdür. Resulullah (s.a.) Ahmed ve Nesaî dışında Sünen sahiplerinin
en-Nu'man b. Beşîr yoluyla rivayet ettiklerine göre şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz buğdaydan şarap olur, arpadan şarap olur, kuru üzümden şarap
olur, hurmadan şarap olur ve baldan da şarap olur." Aynı şekilde Buharî
dışında Kütüb-i Sitte sahipleriyle İmam Ahmed'in rivayetine göre Ebu Hureyre
şöyle demiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şarap şu iki ağaçtan,
hurma ağacı ile üzüm ağacından (alınan meyveden) yapılır." Ahmed, Müslim
ve İbni Mace dışında Sünen sahipleri de İbni Ömer'den Resulullah (s.a.)ın
şöyle dediğini rivayet ederler: "Sarhoşluk veren her şey hamrdır, ve her
hamr haramdır."
Cumhur
bu konudaki görüşlerine bağlı olarak şunu belirtirler: Sarhoşluk veren her şey,
Yüce Allah'ın, "şeytanın pis işlerindendir" buyruğu gereği pistir,
murdardır ve bunların içilmesinden dolayı haddin uygulanması gerekir. Hanefîlerin
görüşüne göre de aynı şekilde pişirilmemiş, çiğ olan ve sarhoşluk veren şeyler,
taze hurmadan yapılan içki ve yan pişirilmiş bazek ile pişirilmemiş kuru üzüm
ve kuru hurmadan yapılmış şaraplar da tıpkı şarap gibi pistirler. Tercihe değer
görülen bir rivayete göre bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşüdür. Çünkü
Ebu Hanife bunların azının da çoğunun da içilmesini haram kabul eder. O
bakımdan bunların bir dirhem miktarından fazla olan kısmın necaseti affedilmez.
Pişirilmiş olan ve müselles denilen üzüm suyu ya da tilâ (3/2'si gidip geriye
3/1'i kalan pişirilmiş üzüm suyu) ile üzerine su eklenip inceltilen tilânın adı
olan cumhûrî ise Ebu Hanife ile Ebu Yusuf a göre necis değildir.
İmam
Muhammed ise sarhoşluk veren bütün içkileri haram kabul eder. Hanefi mezhebinde
de onun görüşüne göre fetva verilir. Çünkü Ahmed ve Sünen sahiplerinin Hz.
Cabir yoluyla yaptıkları rivayete göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." Hanefî-ler ittifakla
şunu belirtirler: Şarap dışında sarhoşluk veren içeceklerin içilme-siyle,
sarhoşluk vermedikçe içki haddi uygulanmaz. Çünkü el-Ukaylî'nin rivayet ettiği
bir hadiste şöyle denilmektedir: "Şarap aynı ile (maddesiyle) ve her türlü
içkiden de sarhoşluk haram kılınmıştır." Ancak bu illetli bir hadistir ya
da İbni Abbas'a mevkuftur.
Hurma
ve üzümden yapılan nebîz, eğer sarhoşluk verecek dereceye ulaşırsa, haram
olur. Şayet hamr derecesine ulaşmaz ve sarhoşluk vermezse -kuru üzümü iki gün
ıslatmak suretiyle elde edilen tabiî hoşaf gibi- o takdirde bu helâldir.
Meysir
(kumar) de aynı şekilde haramdır. Kumarın bütün türleri meysir kapsamına girer.
Hatta bazılarınca küçük çocukların cevizle oynamaları bile meysire dahil
edilmiştir. Ali (r.a.)'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Satranç
da meysir tütündendir." Aynı şekilde belli bir mal karşılığı olduğu takdirde
zar oyunu da böyledir. Şayet satranç veya zar mal mukabili oynanmayacak olursa
da cumhur yine haram kabul eder. Çünkü böyle bir oyun bile insanları düşmanlık
ve kine düşürür. Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoyar. Şafiî, zaman kaybına
sebep olduğundan dolayı satrancı mekruh kabul eder.
Kabe'nin
etrafında dikili bulunan taşların adı olan ensab (heykeller) da bir pisliktir.
Çünkü cahiliye dönemi Arapları bunları tazim eder ve onların yanında kurban
keserlerdi.
Aynı
şekilde fal okları da böyledir. Çünkü onlar bu fal oklarıyla kısmetlerini
araştırırlardı. Bunlara dair açıklamalar önceden Maide suresi 3 ncü ayetin
tefsirinde geçmiştir.
Rics,
maddî, manevî, aklî ve şer"î bakımlardan pis olan şey demektir. İçki ve
ondan sonra söz konusu edilenler, haram olmalarını gerektirecek şekilde bu
nitelikle anılmışlardır. Ayrıca bu haramlık pis şeylerden kaçınma emriyle ve
Yüce Allah'ın "Ki kurtuluşa eresiniz" yani bunlardan kaçınarak
kurtuluşu umabilesiniz, buyruğuyla daha da pekiştirilmiştir.
İçki
ve kumar bir kaç yönden (çeşitli ifadelerle) haram kılınmıştır. Evvela cümle
hasr (münhasıran, ancak...) ifade eden (innemâ ) ile başlamış, ondan sonra içki
ve kumar, putlar ve fal oklarıyla birlikte anılmışlardır. Bunlar ise şer'an ve
aklen oldukça çirkin işlerdir. Ayrıca içki ve kumar şeytanın pis işlerinden
diye adlandırılmışlardır ki, bu da şirkin en ileri derecesidir. Diğer taraftan
bunların madde ve cisimlerinden dahi uzak durmak emredilmiştir. Bu da sırf
nehiy ve haram kılma lafzından daha ileri derecede bir uzaklaştırma ve nefret
ettirme ifadesidir. Diğer taraftan bunlardan uzak durmak kurtuluşa ermenin,
umduğuna nail olmanın sebebi olarak değerlendirilmiştir. Arkasından Yüce Allah,
içki ve kumarın manevî zararlarını, kişisel ve toplumsal zararlarını söz
konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak şeytan... sizi Allah'ı
anmaktan ve namazdan alıkoymak ister." Bundan dolayı Nesaî Resulullah
(s.a.)'ın Osman b. Affan'a mevkufen şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"İçki kötülüklerin anasıdır." el-Bezzâr'm rivayetine göre de
Abdullah b. Amr Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "İçki
müptelâsı puta tapana benzer." Yani şeytan sizin aranıza içki ve kumara
müptelâ olduğunuzdan birbirinize düşmanlık etmeniz dolayısıyla düşmanlığı,
birbirinizden nefret etmeyi, birbirinize karşı kin ve tiksinti tohumlarını
ekmek suretiyle de kini yerleştirmek ister. Böylelikle imanla aranızın
kaynaşmanızdan, İslâm kardeşliği etrafında bir araya gelmenizden sonra, sizi
dağıtma ve parçalama hedefi gerçekleşmiş olur.
Şeytan
aynı şekilde aklı gideren sarhoşluk ve kumar ile uğraştırmak suretiyle
kalplere huzur veren, dünya ve ahirette kişiyi mutluluğa ulaştıran
zikrul-lahtan yani Allah'ı anmaktan alıkoymak ister. Ahlâksızlıktan,
hayasızlıktan, kötülüklerden alıkoyan, ruhu arındırıp yükselten, kalpleri
tertemiz eden namazdan da uzaklaştırmak ister.
İçki
sebebiyle akıl baştan gitti mi kişinin başkaları nazarmdaki şeref ve haysiyeti
alabildiğine düşer, sarhoş bir kimse hayrı idrakten, kötülükten uzak durma
imkânından mahrum kalır, böyle bir gücü kaybeder. Bundan başka içkinin
sindirim sisteminden sinir sistemine kadar bütün organlarda sağlık açısından
bir çok zararı da vardır. Bazan bu zarar çocuklara kadar uzanabilir. Bu çocuklar
arasında zayıf akıllı, geri zekâlılar bulunabilir. İçki çoğu zaman boşanmaların,
aile yıkımlarının da sebebi olmaktadır.
Çalışmadan
ve bir ticaret olmadan bir tarafın kâr etmesi, diğer tarafın da zarara uğraması
sonucunu doğuran kumar ise insan ruhunda düşmanlık ve kin ateşini körükler.
Kumarcıların biribirleriyle kavga edip biribirleriyle sövüştükleri,
biribirlerine küfrettikleri, birbirleriyle kavga ettikleri çokça görülen bir
hadisedir.
Kısaca
söylersek, içkinin çok çeşitli zararları vardır. Bunların kimisi kişisel ve
sağlığadır, kimisi de düşmanlık ve kin tohumlarını ekmek suretiyle toplumsaldır,
kimisi de Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak suretiyle dinîdir. Malın
faydasız ve zararlı alanlarda çar-çur edilmesine sebep teşkil ettiği için malî
zararları da vardır.
Kumarın
da aynı şekilde ruhsal ve sinirsel zararları vardır. Sinirlerin gerginleşmesine,
huzursuzluğa, kararsızlığa sebep olur. Toplumsal, dinî ve malî bakımdan da
-tamamiyle içkide olduğu gibi- zararları vardır.
Yüce
Allah'ın "Muhakkak şeytan... sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
ister" buyruğu daha önce de geçtiği gibi, içki içip sarhoş olan Kusandan
iki kabile hakkında nazil olmuştur. Bunlar biribirlerine olmadık şeyler yaptılar.
Fakat kendilerine gelip ayıktıklarmda her birisi ötekinin yüzünde diğerinin
yaptığının etkilerini görünce -ki önceden kalplerinde hiç bir kin bulunmayan
biribirlerinin kardeşi idiler- bu sefer her birisi şöyle demeye başladı:
Kardeşim bana şefkat eden birisi olsaydı bu işi yapmazdı. Böylelikle aralarında
kin baş gösterdi. Yüce Allah da "Muhakkak şeytan... aranıza kin ve düşmanlık
bırakmak... ister" buyruğunu indirdi. Kur'an-ı Kerim'de şer*î hükümlerin
illetleri ancak çok özlü bir şekilde zikredilir. Burada ise hikmetin veya
illetin geniş olarak açıklandığını görüyoruz. Bunlardan üç tane hikmet söz
konusu edilmekte ve ayrıca içki ve kumarın haram kılmışı birden çok delâlet
ile sabit bulunmaktadır. Böylelikle bunların zararlarına ve tehlikelerine işaret
edilmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah bunların haram kılınışını daha bir pekiştirdi ve bunlara dair
tehdidini daha da artırarak şöyle buyurdu: "Allah'a ve Rasulüne itaat edin
ve sakının..." Yani Allah ve Rasulünden içki, kumar ve bunların dışında
kalan sair haram şeylerden uzak durmaya dair hükümlere itaat edin ve emirlerine
muhalefet ettiğiniz takdirde size gelip çatacak fitne ve dünyada helake
götürecek ahirette de azaba ulaştıracak sebeplere düşmekten sakının. Çünkü Yüce
Allah her bir şeyi ancak apaçık zararı dolayısıyla haram kılar. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O'nun emrine muhalefet
edenler kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın gelip çatmasından
çe-kinsinler." (Nûr, 24/63)
"Şayet
yüz çevirirseniz bilin ki bizim peygamberimize düşen yalnız açıktan açığa
tebliğdir." Yani eğer sizler yüz çevirir ve emrolunduğunuz şeyleri yerine
getirmeyecek olursanız şüphesiz ki, Allah'ın rasulü size gereken tebliği
yapmıştır. O bakımdan ileri sürecek bir deliliniz kalmamıştır. Çünkü uyarılan
kimsenin herhangi bir mazereti kalmaz. Artık sizler herhangi bir gerekçe ya da
bir mazeret belirtme umudunuzu da kaybetmiş bulunuyorsunuz.
Daha
sonra Yüce Allah içki içtikleri halde içkinin haram kılınışından önce
hayattayken içki içip ölen kimselerin hükümlerini şöylece açıklamaktadır:
"İman edip salih amel işleyenler... üzerlerine hiç bir vebal yoktur."
Yani iman edip salih amel işleyenler arasında içki ve kumarın haram
kılınışından önce Hamza (r.a.) gibi vefat edenler ile haram kılınışından önce
içki içen, kumar parası yiyen ve halen hayatta bulunan Abdullah b.Mes'ud gibi
kimseler için de günah ve sorumluluk yoktur. Çünkü kanunun ve yasamanın geriye
doğru bir etkisi söz konusu değildir. Ancak Allah'tan korktukları, onun
indirmiş olduğu hükümlere iman ettikleri ve daha önceden teşri edilmiş bulunan
namaz, oruç ve benzeri salih amelleri işledikleri, sonra da bunlardan sonra
haram kılman şeylerden sakınıp indirilen hükümlere inandıkları, takva, ihsan ve
salih işleri işlemeye devam ettikleri takdirde, bir günah ve bir sorumluluk söz
konusu değildir. Allah elbette ki iyilik yapanları sever, onların yaptıkları
iyiliklerin mükâfatlarını, ihlâslarının ve amellerini güzel bir şekilde yerine
getirmelerinin ecrini verir.
Böylelikle
önce sözü geçen takva ve imandan maksadın takvanın esası ile imanın esasını
elde etmek olduğu, onlardan sonra sözü geçenlerden kastın ise bu takva ve iman
üzere sebat ve devam etmek olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü defa sözü geçen
takvadan kasıt ise, insanlara zulmetmekten uzak durup amelleri güzel bir
şekilde işlemek, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu hoş ve temiz rızıklardan
insanlara vererek onları gözetmek suretiyle iyilikte bulunmak olduğu
anlaşılmaktadır. Günahın iman ve takva şartına bağlı olarak kaldırılması,
vakıayı açıklamak içindir ve bu herhangi bir şekilde günahkâr olmalarından
korkulan müminlere dair sorulan soruya bir cevaptır.
Yani
müminler haramlardan sakındıkları, sonra yine sakınıp iman ettikleri, sonra
yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde, mubah olan yiyecek ve içeceklerden
dolayı vebal altında değillerdir. Bu onlar için aynı zamanda bir övgüdür.
Nitekim Yüce Allah şu buyruğunda, Kabe'ye yönelerek namaz kılma emrinden önce
ölenlerden övgüyle söz etmektedir: "Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir.
Şüphesiz Allah insanlara karşı şefkatlidir, merhametlidir." (Bakara,
2/143)
Geçen
açıklamalardan anlaşıldığına göre bu ayet-i kerime, daha önce ölmüş olanlar
için bir mazeret, daha sonra gelen ve hayatta bulunan insanlara karşı da bir
delildir. Çünkü içkinin haram edildiği hükmü nazil olunca, ashab-ı kiram,
"Ey Allah'ın rasulü! Daha önce içki içtikleri ve kumar parası yedikleri
halde ölen kardeşlerimizin durumu ne olacak?" dediler. İşte bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil oldu.
Hz.
Ömer bu ayet-i kerimenin indirilişinden sonra içki içen Cumahoğul-larından
Kudame b. Maz'un'a had uygulamak istemişti. Kudame, Habeşistan'a hicret
edenlerdendi. Onun hakkında şahitler bu ayet-i kerime ile içkinin haram
kılınışından sonra içki içtiğini belirtmişlerdi. ez-Zührî'nin rivayetine göre
Abdulkaysoğullarının efendisi Cârûd ve Ebu Hureyre, Kudame b. Maz'un hakkında
içki içtiğine dair şahitlik ettiler. Hz. Ömer ona sopa cezası uygulamak
isteyince Kudame şöyle dedi: Bana böyle bir ceza veremezsin, çünkü Yüce Allah "İman
edip de salih amel işleyenler sakındıkları, iman ederek salih amellere devam
ettikleri takdirde... tattıklarından dolayı üzerlerine hiç bir vebal
yoktur" buyurmaktadır. Hz. Ömer şöyle buyurdu: "Ey Kudame, =en bu
ayet-i yanlış anlıyorsun. Eğer sen sakınan bir kimse olsaydın, Allah'ın haram
kıldığından uzak dururdun." İbni Abbas da bu itirazına şu cevabı vermişti:
Bu ayet-i kerimeler geçmişler için bir mazeret, geri kalan insanlara karşı da
bir delil olmak üzere indirildiler. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar... şeytanın pis işlerindendir." Sonra
da öteki ayeti okudu. Eğer bu gerçekten iman edip salih amel işleyenlerden olsaydı
şüphesiz Allah ona içki. içmeyi yasaklamış bulunuyor. Bunun üzerine Hz. Ömer,
"Doğru söyledin. Peki, görüşünüz nedir?" diye sordu. Hz. Ali ve ashabı
ona had vurulması gerektiği görüşünü belirttiler; bunun üzerine ona seksen sopa
vuruldu. [14]
94- Ey iman edenler! Allah gayb ile (görmeksizin)
kendisinden korkanları ayırd etmek için avdan ellerinizin, mızraklarınızın
erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak imtihan edecektir. Bundan sonra kim
aşırı giderse onun için pek acıklı bir azap vardır.
95-
Ey iman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek
öldürürse cezası aranızdan adil iki kimsenin hükmü ile öldürdüğü hayvanın
benzeri Kabe'ye götürülecek bir hayvan kurban etmektir. Yahut kefareti
fakirler doyurmaktır veya bunun dengi oruç tutmaktır. Ta ki bu suretle o
ettiğinin vebalini tatmış olsun. Allah geçmişi bağışladı; fakat kim bir daha
böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır. Allah mutlak galiptir, intikam
sahibidir.
96-
Sizin için deniz avı ve onu yemek size de yolcuya da fayda olmak üzere helâl
kılındı. İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı.
Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun.
İbni
Ebî Hatim bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Mukatil'den şunu rivayet
eder: Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın, ashab-ı kiramın ihramlı olduğu sırada av
hayvanları ile kendilerini sınamış olduğu Hudeybiye umresi hakkında nazil
olmuştur. O sırada evcil olmayan hayvanlar kendileri eşyaları arasında
bulundukları sırada, yanlarına kadar sokulurdu. Bu hayvanları elleriyle yakalayarak
yahut mızraklanyla öldürerek kolaylıkla avlama imkânına sahip idiler. İşte
Yüce Allah'ın, "Avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle..."
buyruğu bunu ifade etmektedir. İşte ashab-ı kiram bu av hayvanlarını yakalamak
istediler, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [15]
Ey
Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Allah şüphesiz sizleri pek çok av hayvanını
yanınıza göndererek yahut da bir miktar av hayvanı ile -ki bu da kara avıdır-
mutlaka imtihan edecektir. Sizler bu av hayvanlarını ellerinizle yakalayabilir
yahut mızraklarınızla avlayabilirsiniz. İşte bu küçüğü ve büyüğü ile av
hayvanlarının hükmünü açıklamaktadır. Özellikle el ve mızrakların zikredilmesi
çoğunlukla avın bu vasıtalarla gerçekleştirilmesi sebebiyledir.
"Bir
şey" buyruğunun nekre (belirtisiz) gelmesi o av hayvanının küçümsenecek
basit bir şey olduğunu anlatmak içindir. Onlar bu önemsiz şeylerle sınandılar.
Bu gibi basit şeyler karşısında sebat göstermeyen kimsenin dinin başka
alanlarında zorlu mihnetler ve sıkıntılar karşısında nasıl sebat gösterebilir?
Şunu da bilmek gerekir ki, özellikle yolculuk esnasında ihtiyaç doğabilir ve
ayrıca av hayvanı da lezzetli ve canın çektiği bir yemektir. Sınama, nefse hoş
gelen ve kolaylıkla elde edilebilecek bir şeyin terk edilmesinin istenmesi
şeklinde ortaya çıkar ve bunu yapmak nefse daha ağır gelir. Aynı şekilde bu
amel takvayı da daha bir belgelendiricidir ve Allah'tan korkunun daha açık bir
alâmetidir.
Aynı
şekilde avlanmak, tuzak kurmak, ağ sermek ve buna benzer yollarla da yapılır.
Bu tuzak ve ağlara yakalanan avlar bunların sahibine ait olur. Eğer başka bir
kimse av hayvanını kovalayarak bu gibi yerlere sığınmak zorunda bırakırsa, bu
ağ ve tuzakların sahipleri, o av hayvanında ötekine ortak olur.
Daha
sonra Yüce Allah şu buyruğuyla bu imtihan ya da sınamanın sebebini şöylece
beyan etmektedir: "Allah kendisinden korkanları ayırd etmek için..."
Yani Yüce Allah ihramlı olduğunuz halde sizleri imtihan eder ki, ezelden beri
bilmiş olduğu itaat ehli kimlerdir, ona isyan edecek olanlar kimlerdir, dünya
hayatında fiilen ortaya çıksınlar. Şüphesiz ki imanın sağlamlığı açık ve
görülen hallerde olduğu gibi, gizli saklı hallerde de Allah'tan korkuyu ortaya
çıkartır. Kısacası Yüce Allah sizlere sınayan kimsenin, sınadığı kimselere karşı
davrandığı gibi davranmayı diler; her ne kadar ezelden beri ne şekilde
davranacağınızı biliyor idiyse de. Çünkü o bununla nefislerin arınmasını,
temizlenmesini ve saflaşmasını murad etmektedir.
"Bundan
sonra kim aşırı giderse..." Yani av hakkında bu rahatlatıcı açıklamalardan
sonra kim Allah'ın sınırlarını aşacak olursa o kimse için ahirette oldukça
acıklı ve çetin bir azap vardır. Çünkü böyle bir kimse Yüce Allah'ın kendisini
sınamasına aldırış etmemiştir. Zira uyarıdan sonra uyarıya aykırı hareket
etmek bile bile hakka karşı direnmektir ve Allah'ın emirlerine aldırışsızhk
etmektir.
Daha
sonra Yüce Allah ihramlı halde iken kara avını haram kılarak şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyin." Bu
genel nehiy erkeği ile dişisi ile bütün Müslümanlar hakkındadır. Bundan önceki,
"...sizi muhakkak imtihan edecektir" buyruğunda sözü geçen sınama
işte budur.
O
bakımdan ey Allah'ı, Rasulünü ve Kur'an-ı Kerim'i tasdik edenler! Sizler hac
ya da umre için ihramlı bulunduğunuz bir sırada her ne şekilde olursa olsun
kara avını öldürmeyiniz. İster doğrudan, ister işaret ederek veya göstererek
sebep teşkil etmekle böyle bir öldürmeye kalkışmayın. İhramlı olmasanız da
Mekke'nin ve Medine'nin harem bölgesinde bunu yapmayınız. Sünnet-i se-niyede de
böylece varit olmuştur. Nitekim Resulullah (s.a.) ashab-ı kiramma,
"İşarette bulundunuz mu, gösterdiniz mi?" diye sorunca onlar,
"Hayır" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.), "O halde
yiyiniz" demiştir.
Bu
ayet-i kerime ihramlı olan kimsenin harem sınırları içerisinde veya dışında
olsun kayıtsız ve şartsız olarak avlanamayacağının delilidir. Aynı şekilde
ihramlı olmayan kişinin de harem sınırları içersinde avlanamayacağmı göstermektedir.
Cumhurun
görüşüne göre ihramlı olan bir kimse, avlanılmamış ve av kastıyla öldürülmemiş
ise av hayvanının etinden yiyebilir. Çünkü Nesaî, Tirmizî ve Dârakutnî Hz.
Cabir yoluyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: Kendiniz
avlamadığınız ve sizin için avlanmadığı sürece kara avı sizin için helâldir.
Hanefîlerin
görüşüne göre de ihramda olmayan bir kimse tarafından avlandığı takdirde
ihramlı bir kimsenin bütün av hayvanlarından her halükârda yemesi caizdir.
İster onun için avlanılmış olsun, ister başkası için. Çünkü Yüce Allah'ın
"Siz ihramda iken avı öldürmeyin" buyruğunun zahirî anlamı bunu
göstermektedir. Bu emirde av hayvanının ihramlılar tarafından avlanıp öldürülmesi
haram kılınmıştır. Başkalarının avladığı bunun kapsamında değildir. Diğer
taraftan asıl adı Zeyd b. Ka’b olan el-Behzî hadisi de bunu ifade etmektedir.
Malik ve başkalarının Resulullah (s.a.)'tan rivayeti yaralı bir yaban eşeği
zebra) hakkında Hz. Ebu Bekir'e emir vererek yol arkadaşları arasında paylaştırdığını
ortaya koymaktadır. Ebu Katâde'nin Hz. Peygamberden naklettiği rivayette de
şöyle denilmektedir: "Şüphesiz bu Yüce Allah'ın size verdiği bir
zi--.afettir." Peygamber (s.a.) de ashab-ı kiram da kendilerine hediye
edilen yaban eşeği (zebra) etinden yemişlerdir.
Yüce
Allah'ın, "Ellerinizin... erişebileceği şeyle" buyruğu gereğince
avdan 1-iasıt, avlanılan hayvandır. İlim adamları bunun medlulü ile neyin
kastedildiği nususunda farklı görüşlere sahiptir. Hanefîlerin görüşüne göre
bundan kasıt iayıtsız ve şartsız olarak ister eti yenen, ister yenmeyen olsun
evcil olmayan hayvandır. Çünkü av, yenilsin yenilmesin avlanılan bütün
hayvanları kapsamına alan genel bir isimdir. Arapça 'sayd' kelimesinin bu
manaya delâleti de gayet açıktır. Araplar avlanırlardı ve av kelimesini de
elleriyle, mızraklarıyla yabaladıkları her bir hayvan hakkında kullanırlardı.
Şafiîler
ise bunun yenen hayvanlara has olduğunu kabul ederler. Çünkü .enilmesi haram
olan şey av olmaz. Bundan dolayıdır ki bunun tazminatı gerekmemektedir. Bu
sebeple bu hayvanların av hayvanı olması da söz konusu değildir. Çünkü av
denilen şey, yenilmesi helâl olan şey demektir. Zira Yüce Al-'.sh bu ayet-i
kerimeden sonra şöyle buyurmuştur: "Sizin için denizde avlanmak ve o avı
yemek size de yolcuya da fayda olmak üzere helâl kılındı. İhramda :olunduğunuz
müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı." Fahreddin er-Razî'nin
Şafiî lehine delil olarak zikrettiği budur. Hakikatte ise bu zayıf bir
de-'ildir. Çünkü bu ayet-i kerime bir husus ifade etmektedir ve bu husus da şüphesiz
ki av denilen şeyin, eti yenen av hayvanı olup olmadığı değildir. Çünkü Yüce
Allah'ın "Size de... fayda olmak üzere" buyruğu, yemek suretiyle
yahut da : aşka yollarla meselâ giyim veya süs eşyası olarak kullanmak gibi
herhangi z :r yolla daha kapsamlı bir yararlanmayı ifade eder.
Aynı
şekilde Râzî, Şafiî lehine bir başka delil daha zikretmektedir ki o da Buharî,
Müslim, Nesaî ve İbni Mace tarafından Hz. Aişe yoluyla gelen meşhur hadis-i
şeriftir: "Beş fasık (bozguncu) vardır ki, ihramlı bir kimse için bunları
öldürmekte vebal yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgan köpek."
Buharî'nin lafzı böyledir. Bir diğer rivayette ise, "Saldırgan yırtıcı
hayvan" denilmektedir. Müslim'in rivayetinde ise, "Bunlar harem
bölgesinde de harem dışındaki bölgelerde de öldürülür" denilmektedir.
Yine bu rivayette "ala karga" de denilmektedir. Saldırgan yırtıcı
hayvan bu hususta açık bir nastır. Diğer taraftan bu hayvanlar fasık olmakla
nitelendirilmiş ve bunların öldürülmelerinin helâl olduğu hükmü verilmiştir.
Uygun niteliğin akabinde bu hükmün anılması ise, hükmün illetinin bu nitelik
olduğu intibaını vermektedir. Bu da bu hayvanların fasık olmalarının
öldürülmelerinin helâl oluşunun illeti olduğunu gösterir. Fasıkhk ise eziyet
vermektir ve bu da yırtıcı hayvanlarda vardır. O bakımdan bu, yırtıcı
hayvanların öldürülmesinin caiz olmasını gerektirir [16] Ancak
bu delil şöylece münakaşa edilebilir: Bu şu görüşü ileri süren Hanefîlere karşı
delil olamaz: Av yenileni de yenilmeyeni de kapsamına alan genel bir isimdir.
Delilin istisna edilip dışarıda tuttuğu şeyden başka hiç bir şeyi hariç tutmak
mümkün değildir. Delil, beş fasığı dışarıda tutmaktadır ve buna sebep de bu
hayvanların fasıklıklarıdır; av olmaları ya da yenilmeyecek türden olmaları
değildir.
Bundan
açıkça anlaşılmaktadır ki, Fahreddin er-Razî'nin Şafiî lehine Kur'an-ı
Kerim'den ve hadis-i şeriften ileri sürdüğü delil bu konudaki iddia lehine
delil olabilecek evsafta değildir. Burada avın yalnızca yenilecek hayvanlara
has bir ifade olduğunu ispat etmek, ancak delil ile olabilir. Eğer bu
ispatla-nailirse bu ayet-i kerime de Şafiîlerin lehine delil olur, aksi
takdirde tahsise dair delil ortaya konuluncaya kadar ayetin umum ifade ettiği
açıkça ortadadır.
Yüce
Allah'ın, "Siz ihramda iken avı öldürmeyin" emri karada ve denizde
bütün av hayvanlarını kapsayan umumî bir lafızdır.
Fakat
daha sonra Yüce Allah'ın, "İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı
üzerinize haram kılındı" buyruğu gelmekte ve bu kayıtsız şartsız olarak
deniz avını mubah kılmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah kasten öldürme halinde ihramlı iken avlanmanın cezasını
şöylece beyan etmektedir: "İçinizden kim onu bilerek öldürürse" yani
aranızdan her kim ihramlı iken bilerek, kasten av hayvanlarından herhangi birisini
öldürecek olursa, öldürdüğü hayvana eğer varsa şekil ve görünüş itibariyle
benzeyen davarlardan birisini ceza olarak kurban eder. Eğer onun benzeri
bulunmayacak olur ise kıymetini ödemek gerekir.
Devekuşunun
benzeri büyük baş hayvan (dişi deve), yabani eşeğin (zebra) benzeri inek,
ceylanın benzeri koyun olabilir. Kuşlarda ise -Mekke güvercinleri dışında-
kıymetleri ödenir. Çünkü Mekke güvercinine karşı koyun kurban edilir, bu
hususta selefe uyulur. Darakutnî'nin Cabir'den rivayetine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "İhramlı bir kimse sırtlan avlarsa bir koç,
ceylan avlarsa bir koyun, tavşan avlarsa (bir yaşını bitirmemiş) dişi oğlak,
köstebek avlarsa dört aylık bir kuzu (kurban etmesi) gerekir."
Dikkat
edilecek olursa ayet-i kerimenin zahiri kasten öldürme halinde cezayı dile
getirmektedir. Şu kadar var ki İmam Ahmed'in dışında cumhur, kişi av hayvanını
ister kasten, ister hata yoluyla öldürsün, ister ihramda olduğunu bilerek,
ister unutarak öldürmüş olsun cezanın söz konusu olduğu görüşündedirler. Bu
konuda onlar, sabit olan nebevi sünnet gereğince amel ederler. Kur'an'da kasten
öldürmenin özellikle zikredilmesi ise tekrar bu işi yaptığı takdirde yine
cezanın söz konusu olacağını belirtmek içindir. Çünkü böyle bir cezayı
gerektiren, onun av hayvanını hata yoluyla öldürmesi değil, kasten
öl-dürmesidir. İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre o hatayla ve unutarak av
hayvanını öldürenin herhangi bir ceza ödemeyeceği görüşündedir. Çünkü Yüce
Allah özellikle burada kasten öldürmeyi söz konusu ettiğine göre bu böyle olmayanın
hükmünün farklı olduğunu gösterir.
îbni
Abbas, Malik, Şafiî, Muhammed b. el-Hasen ve İmamiyyenin görüşüne göre
"benzer" den kasıt, onu andıran hayvandır. Çünkü Yüce Allah öldürülen
av hayvanının benzerini davarlardan olmakla kayıtlamıştır. Dolayısıyla benzer
hayvanın davarlardan olması kaçınılmazdır. Bu ise ancak bu hayvanların
öldürülen hayvanlara benzer ve onları andırması halinde söz konusudur. O
takdirde öldürülen hayvanın kıymetini ödemek gerekmez. Çünkü kıymet, davar
türünden değildir. Ömer, Ali, İbni Mes'ud ve onların dışındaki ashab-ı kiramın
görüşüne göre, devekuşuna karşılık bir büyükbaş hayvan (dişi deve), yabani
eşek (zebra) karşılığında bir inek ceza olarak kurban edilir... Ve bunun gibi.
Ebu
Hanife ve Ebu Yusufun görüşüne göre yerine getirilmesi gereken ceza, bir av
hayvanı olmak itibariyle öldürülen avın kıymetidir. Kıymet ise avlanılan yer
ve zamana göre takdir edilir. Çünkü zaman ve mekâna göre kıymette de değişiklik
olur. Zira Yüce Allah mutlak olarak öldürülenin benzerini ceza olarak ödemeyi
öngörmüştür. Onun benzeri ise imkânsız bir şeydir. O bakımdan mana itibariyle
onun misline geçilir. Şeriatte de benzerin mutlak olarak zikredilmesi halinde
tür ya da kıymet itibariyle ona ortak olanın kastedilmiş olması alışılmış bir
şeydir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun için size kim saldırırsa
siz de tıpkı onun size saldırdığı gibi karşılık verin." (Bakara, 2/194).
Burada "gibi (benzer, misil)"den kasıt, mislî şeylerde tür itibariyle
kıyemî şeylerde de kıymet itibariyle ona benzer kastedilir. Hayvan ise kıyemî
şeylerdendir. O bakımdan onun ücretini ödemek gerekir. Daha uygun olanı ise
türleri arasında farklılık olan şeyler hakkında "benzer" ile
kastedilenin kıymet olmasıdır. Şeriat mislî şeylerden olup telef edilenlerin
tazminatı hususunda şeklen benzerliği nazar-ı itibare almamıştır. Hanefîlerin
görüşünü Yüce Allah'ın, "Sizden iki adil kimsenin hükmü ile" buyruğu
desteklemektedir. Müslüman ve adaletli iki hakeme baş vurmak ancak
değerlendirme açılarının ve bilgilerin farklı olabildiği şeyler hakkında söz
konusudur. Bu da kıymettir.
Daha
sonra Yüce Allah yerine getirilecek cezanın belirlenmesi hakkında, "Sizden
iki adil kimsenin hükmü ile" diye buyurmaktadır. Yani cumhurun görüşüne
göre, benzerinden ceza olarak kesilecek davarın benzer olmaması halinde
kıymeti belirleyecek olanlar adaletli, mümin iki kişidir. Çünkü av hayvanı ile
onun benzerini belirlemek için konu ile ilgili iki bilirkişinin takdirine gerek
vardır. Çünkü insanların çoğu bu konuda yeterli bilgiye sahip olmayabilirler.
Ceza
olarak kurban edilecek olan benzer hayvan Mekke'nin harem hudutları içerisinde
kesilir. Çünkü Yüce Allah, "Kabe'ye götürülecek bir hayvan" diye
buyurmaktadır. Yani ceza hayvanı (meselâ, bir koyun yahut bir koç) Kabe'ye
ulaşacak bir hediye kurbanı olarak gönderilir ve Kabe yakınlarında kesilir, eti
Harem bölgesi fakirlerine dağıtılır. İttifakla bundan kasıt ise, orada kesilip
Harem bölgesinin fakirlerine dağıtılmak suretiyle etin Harem'e ulaşmasıdır.
Daha
sonra şeriat ruhsat tanıyarak hediye kurbanının kesilmesi, yoksullara yemek
yedirilmesi yahut oruç tutulması arasında mükellefi muhayyer bırakmaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yahut kefareti fakirleri doyurmaktır
veya bunun dengi oruç tutmaktır."
Yani
av hayvanını öldüren, öldürdüğü av hayvanının benzeri olan davarı kurban eder
yahut her bir yoksula av hayvanının kıymeti kadar (bir müd) yedirecek şekilde
bir kefaret öder veya bu yiyeceğe denk düşecek kadar oruç tutar. Kişinin bu
konuda muhayyer olduğu görüşü dört mezhepçe de kabul edilmiştir. Çünkü
muhayyerlik ifade eden "ev=veya, yahut" edatının zahiri bunu ifade
eder. Ancak Hanefilerin görüşüne göre muhayyerlik yalnızca kıymet için söz
konusudur. Hakkında hüküm verilen kişi kıymeti ödemekte muhayyer bırakılır.
Dilerse bu kıymet ile bir hediye kurbanı satm alır ve her bir yoksula yarımşar
sâ' buğday veya birer sâ' hurma ve arpa verebilir. Ebu Hanife ile Ebu Yu-sufun
görüşüne göre iki hakem, verilecek cezanın hediye kurbanı yahut yiyecek veya
oruç olarak kıymetini takdir ederler. Avı öldüren de bunlardan herhangi
birisini yapmakta muhayyer bırakılır. Muhammed b. el-Hasan ile Şafiî ise der
ki: Hayır, burada muhayyerlik iki hakem hakkında söz konusudur. Onlar herhangi
bir şey hakkında ne hüküm verirlerse, avı öldüren o hükme uymak zorundadır.
Kabe'den
kasıt Haremdir. Özellikle onun anılması Kabe'yi tazim içindir. Şayet hediye
kurbanını Harem bölgesi dışında kesecek olursa bu, yoksullara bir yemek
yedirmek olur. Yemek yedirmek ise Harem içerisinde de, dışında da olur.
Şafiî'nin görüşüne göre ise yemek yedirmek tıpkı hediye kurbanı göndermekte
olduğu gibi Harem bölgesi içerisinde olur. Ancak ayet-i kerime bu hususu ele
almış değildir.
Yüce
Allah böyle bir cezanın vacip oluşuna, "Ta ki bu suretle o, ettiğinin
vebalini tatmış olsun" buyruğu ile gerekçe göstermektedir. Yani bizim av
hayvanını öldürme cezasını teşri edişimizin sebebi, ihramlı kimsenin emre uymayarak
yaptığı işin vebalini yani fiilinin ağırlığını, işinin kötü akıbetini ve ihramın
saygınlığını çiğnemesinin cezasını tattırmaktır.
Bununla
birlikte geçmişte yapılan bu çeşit işler bağışlanmıştır. "Allah geçmişi
bağışladı." Yani cahiliye döneminde yahut da bu haram kılma hükmünden
önce ihramlı iken öldürdüğünüz av hayvanları dolayısıyla Allah sizi sorumlu
tutmayacaktır.
Fakat,
"Kim bir daha böyle yaparsa Allah ondan intikamını alır." Yani bu
yasaklayıcı hükümden sonra her kim ihramlı olduğu halde av hayvanını öldürmeye
kalkışacak olursa şüphesiz ki emre muhalefeti ve günaha ısrarı dolayısıyla
ahirette cezalandırılacaktır.
"Allah
mutlak galiptir (Aziz'dir)." Yani Allah emrini yerine getirir, kimse Ona
karşı koyamaz, isyankâr kimseler Ona karşı gelemezler. "İntikam sahibidir"
yani yasaklanışından sonra günah işleyeni cezalandırır.
Cumhur
tekrar aynı günahı işleyene kefareti farz görmektedir. Onlara göre öldürme
tekrarlandıkça ceza da tekrarlanır. Çünkü onun ahirette göreceği azap dünyada
da cezayı yerine getirmesinin vacip oluşuna mani değildir.
Ayet-i
kerime, dünyevî cezanın eğer günah tekrarlanmayacak olursa, ahi-retteki cezayı
engelleyeceğini göstermektedir. Fakat bu suç tekrarlanacak olursa, bu sefer
günahkâr dünyevî ceza olan kefaret ile uhrevî ceza olan cehennem ateşini
birlikte hak kazanır.
Deniz
avı ise helâldir. "Sizin için deniz avı ve onu yemek... helâl
kılındı." Yani denizde avlanmak ve denizin kıyıya attığı şeyleri yemek
sizin için mubahtır. İhramlı olan bir kimse, ister canlı olsun, ister ölü
olsun denizden yakalanan avları yiyebilir. Bu hayvanı ister deniz kıyıya atmış
olsun, ister kendiliğinden ölüp su üzerine çıkmış olsun; yahut da su geri
çekildiği için karada ölü kalmış olsun. Bu hüküm Resulullah (s.a.)'m, dört
Sünen sahibinin Ebu Hureyre'den rivayetine göre haber verdiği şu hadisinde dile
getirilmiştir. "Onun suyu tertemizdir, meytesi (ölüsü) de helâldir."
"Size
de yolcuya da fayda olmak üzere..." yani ister yolculuk halinde olun,
ister ikamet halinde olun, kendisinden yararlanabilmeniz için biz size bunları
helâl kıldık. Her kim yolculuk halinde değilse, denizin taze avından yesin. Kim
de yolculuk halinde ise eğer yolculuğu denizde ise taze taze yesin. Yahut karada
yolculuk yapıyor ise konservesinden veya dondurulmuş olanından yiyebilir. Deniz
avlarında bir takım faydalar vardır. Yolculukta olsun ikamet halinde olsun bu
faydalar yiyerek de, saklayarak da olabilir ya da inci avcılığı yahut yağlarını
çıkarmak gibi yemenin dışında başka bir takım yollarla da deniz avından
faydalanmak mümkündür. Bazan kemiklerinden, dişlerinden ve amber vb. kokusundan
da faydalanmak mümkündür.
"İhramda
bulunduğunuz müddetçe ise kara avı üzerinize haram kılındı." Karada
avlanan evcil olmayan hayvanlar ve kuşlar karada doğan ve orada ba-nnan
yaratılış aslı itibariyle evcil olmayan hayvandır. Bunlar siz ihramlı
oldu-zunuz sürece bizzat da haramdır, sizin tarafınızdan avlanılmaları da
haramdır. Ancak başkalarının avladığı böyle değildir. Sizden başkalarının
avladıklarını > anut sizin ihramsız olduğunuz halde avladıklarınızı yemenize
mani yoktur. Çünkü daha önce geçen şu hadis-i şerif bunu ifade etmektedir:
"Kara avı kendiriz avlamadığınız yahut sizin için avlanmadığı sürece size
helâldir." Hanefîler konuyu daha da genişleterek ihramsız bir kimse
tarafından avlandığı takdirde ıhramlının her halükârda av hayvanını yemesini
caiz kabul ederler. Bu av hayvanı ister ihramlı için avlanmış olsun, ister onun
için avlanmış olmasın. Onlar bu hükmü ayetin zahiri ile amel ederek
vermişlerdir. Diğer taraftan Muham-med'in, Ebu Hanife'den, o İbnül-Münkedir'den,
o Talha b. Ubeydullah'tan yaptığı şu rivayete dayanırlar: "İhramlı
kimsenin yediği av hayvanı hakkında tartışıyorduk. Resulullah (s.a.) uyuyordu.
Bu sırada seslerimiz yükseldi ve Resulullah (s.a.) uyanıp şöyle buyurdu:
"Ne hakkında çekişiyorsunuz?" Bizler, "ihramlı bir kimsenin
yediği av eti hakkında" deyince, bize onu yememizi emretti." Müslim
de Ebu Katade'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
haccetmek üzere yola çıktı, biz de onunla birlikte yola çıktık. Aralarında Ebu
Katade'nin de bulunduğu ashabından bir grubu bir kenara ayırarak, onlara
"Benimle karşılaşacağınız vakte kadar deniz kıyısından yol alınız"
dedi. Deniz kıyısında yola koyuldular. Ayrılmalarından sonra şöyle denildi: Ey
Allah'ın rasulü, Ebu Katade dışında hepsi ihrama girdiler, o ihrama girmedi.
Onlar bu şekilde yol alırlarken yabani bir eşek (zebra) sürüsü gördüler. Ebu
Katade üzerlerine bir hamle yaptı, onlardan bir dişi eşek (zebra) öldürdü.
Bineklerinden inip etinden yediler. Daha sonra, "Biz ihramlı olduğumuz
halde (av) eti yedik" dediler. Bu olayda şunlar da anlatılır: Sonunda
Resulullah (s.a.)'tan hükmünü sordular, o da, "Peki aranızda ona bu işi
yapmasını emreden yahut herhangi bir şekilde ona işarette bulunan (görüş
belirten) var mıdır?" diye sordu. "Hayır" demeleri üzerine
Resulullah (s.a.), "O halde yiyebilirsiniz" dedi.
Daha
sonra Yüce Allah ihramlı iken avlanma hükmüne dair açıklamaların sonunda
takvayı emretmektedir. Nitekim bu gibi ifadelere baskın hükümlerin beyanı
halinde de çoğunlukla rastlanılmaktadır. Yüce Allah burada da şöyle
buyurmaktadır: "Sonunda huzuruna varacağınız Allah'tan korkun." Yani
Yüce Allah'ın size yasaklamış bulunduğu av hayvanları, içki, kumar gibi bütün
ma-siyetler hususunda Allah'tan korkun. Size emretmiş olduğu farzları ifa etmek
hususunda da ona itaat etmek suretiyle O'ndan sakının. O'na kalpten bağlanarak
itaat edin. Şüphesiz sizler mahşer günü O'na arz olunacaksınız. Dönüşünüz ve
varacağınız yer O'nun huzurudur. Sizi zorlu bir hesaba çekecektir. İsyankârı cezalandıracak,
itaat edene de mükâfat verecektir. İşte bu açıklamanın amacı böyle bir helâl ve
haram kılma emri akabinde işi sıkı tutmak ve uyarıda bulunmaktır. Aynı ifade
içinde kıyameti ve mahşeri hatırlatmanın amacı ise sakındırmayı ileri dereceye
götürmektir. [17]
97-
Allah Kabe'yi, o Beyt-i Haram'ı, Haram ayı, hediyelik kurbanı ve boyunlarındaki
gerdanlıkları insanlar için bir kıyam kılmıştır. Bu da Allah'ın göklerde ve yerde
olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi en iyi bildiğini sizin de bilmeniz
içindir.
Beyt-i
Haramın kendisi olan Kabe'yi yüce Allah insanların din ve dünya işlerini düzene
sokup bu işlerin dimdik ayakta durmasına sebep kılmıştır. Çünkü yüce Allah
Beytullah'ı insanların dönüp geldikleri ve tekrar gidip geldikleri bir yer ve
bir güvenlik mekânı kılmıştır. Korkan kişi orada güvenlik bulur, ona sığınan
kurtulur: "Bizim onlara emin bir Haram Belde kıldığımızı görmediler mi?
Halbuki onların etrafından insanlar kapılıp götürülmektedir." (Ankebût,
29/67). Ekini bulunmayan bir vadinin Hac menasiki ile mamur kılınması sayesinde
de orada fakir ve yoksulun yiyecek ihtiyacı ve geçimi karşılanır. Böyle olmasaydı
zaten o bölgede kimse ikamet etmezdi. Allah orada yapılan duayı makbul
kılmıştır. Orada işlenen iyilikler insanların ona rahmeti daha artsın diye kat
kat ecir ile mükâfat görür. Nitekim insanların uzak bölgelerden gelip orada
toplanması, halihazırda yapılan toplantı ve kongrelerin hiç birisinin gerçekleştiremediği
dünyevî bir çok menfaati de gerçekleştirebilmektedir. Aynı şekilde hac
amelleri dahi bir çok menfaati gerçekleştirmektedir: "Ta ki kendileri için
menfaatlere tanık olsunlar." (Hacc, 22/28). Dünyevî görüntülerden soyutlanmak,
yüce Allah'a yaklaşmak, yasaklarından sakınmak ve emrini yerine getirmek üzere
eli çabuk tutmak; bütün bunlardan soyutlanıp bir araya gelmek suretiyle
mahşerin dehşetli hallerini hatırlamak... Bunun sonunda kalpten yüce Allah'a
saygı ve korku duymak... Korkunun artması suretiyle dinî bir çok menfaatler
elde edilir, insanlar mutluluğa ve hayra, rahat, huzur ve güvene kavuşur. Said
b. Cübeyr der ki: "Her kim dünya ve ahiret için bir şey isteyerek bu
Beyt'e gelirse ona nail olur."
İbni
Zeyd de yüce Allah'ın bu dört hususu insanlar için bir nizam unsuru kılmış
olduğunu belirtmekte ve bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemektedir: Bütün
insanlar arasında birilerinin ötekilerine zararını önleyecek krallar,
hükümdarlar vardır. Araplar arasında ise birinin ötekine zararını önleyecek
hükümdarlar yoktu. O bakımdan yüce Allah bu Beytullah'ı, onlar için, birinin
ötekine verebileceği zararı önleyebilecek bir nizam unsuru haline getirdi. Haram
ayda da aynı şekilde yüce Allah onların biribirlerine verecekleri zararı önlemektedir.
Gerdanlıktı kurbanlıklar da aynı şekildedir. O bakımdan bir kişi kardeşinin ya
da amcasının oğlunun katili ile karşılaşacak dahi olsaydı, ona elini uzatmazdı.
[18]
"Haram
ayı" buyruğu Kabe'ye atfedilmiştir. Yani yüce Allah haram ayını da aynı
şekilde insanlar için bir nizam kılmıştır. Yani o zaman zarfında insanların
dünya ve ahiret ile alâkalı işleri yoluna koyulur. İnsanlar canlarına, mallarına,
geçimlerine, ticaretlerine gelebilecek zarardan yana emin olurlar. Bunlar
huzur bulur, savaş ateşi söner. Bunun yerine insanlar ibadete, hacca, akrabalık
bağlarını gözetmeye ve yıl boyunca kendilerine yetecek kadar gıdalarını elde
etmeye koyulurlar.
"Hediyelik
kurbanı ve boyunlarındaki gerdanlıkları" da aynı şekilde Allah insanlar
için bir nizam kılmıştır. Harem-i Şerife gönderilen hediye kurbanlıkları
kesilir. Boyunlarına ağaç yaprakları veya gerdanlık takılmış develer de. Bu
gerdanlıkların takılma sebebi ise, insanların onlara kötü maksatla el uzatmasını
önlemektir. Bu şekilde kurbanlıklar göndermek, gönderen kimse için dinini
doğrultacak, günahlarının affedilmesine sebep teşkil edecek, ruhunu ve malını
arındırıp temizleyecek bir ibadet olur, kendisi hakkında güven duymasına sebep
teşkil eder. Bu kurbanlıkların etleri fakirlere dağıtılır ve böylelikle bunlar
Harem bölgesi fakirlerinin varlık elde edip ihtiyaçtan kurtulmalarına, açlık ve
fakirlik musibetinin üzerlerinden defedilmesine sebep teşkil eder. Çünkü yüce
Allah Beytullah'ı tazim etme duygusunu insanların kalplerine yerleştirmiştir.
Oraya gitme kastıyla yola çıkan herkes bu kabilden bütün korkulardan yana
emniyet altında olur.
Sözü
geçen bu nizam kılma ve haccın teşrî edilmesi ile onun ibadetleri ve hacdaki
menfaatlerle ortaya çıkan oldukça incelikli ilâhî tedbir, şanı yüce Allah'ın
göklerde ve yerde bulunan halihazırdaki ve gelecekteki bütün sır ve konumları
çok iyi bildiğinin en açık delillerindendir. Bu türlü hükümlerin teşrî edilmesi
ise ancak yüce Allah'ın bildiği bir takım hikmetlere dayalıdır. Şanı yüce
Allah gizli açık, görünür görünmez her şeyi çok iyi bilendir.
Gerçek
şu ki hac mevsiminden gereği gibi faydalanacak olur ise -ruhları arındırıp
temizlemek, günahları yıkamak, günahlardan kurtulmaktan öte genel açıdan
oldukça büyük ve pek çok menfaatleri de hiç şüphesiz gerçekleştirir.
Hac
İslâm'ın direğidir. "Müminler ancak kardeştir" (Hucurât, 48/10)
buyruğunda dile getirilen bağların güçlenderilip İslâm kardeşliği şuurunu
geliştirmeye bir sebeptir. Bütün Müslümanlar arasında ülke, fert ve halk olarak
doğuda olsun batıda olsun din ruhunun ve dayanışma duygularının
alevlendirilmesine sebeptir. Türlü ekonomik, sosyal, siyasal ve bilimsel
alanlardaki her türlü dayanışmayı hazırlayacak önemli bir zemindir. [19]
98-
Bilin ki muhakkak Allah cezası çok çetin olandır ve muhakkak Allah Ra-hîm'dir
Gafûr'dur.
99-
Rasul'e düşen ancak tebliğdir. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir.
100-
De ki: "Murdar ile temiz, murdarın .çokluğu hoşuna gitse bile hiç bir zaman
bir olmaz." Şimdi ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun ki kurtulsa
eresiniz!
100.
ayet olan "De ki: Murdar ile temiz... hiç bir zaman bir olmaz." ayetinin
nüzulü ile ilgili olarak el-Vahidî ve el-Asbahanî et-Tergîb'de Hz. Cabir'den şunu
rivayet ederler: Resulullah (s.a.) şarabın haram olduğunu söz konusu edince bir
bedevi Arap kalkıp şöyle dedi: Ben vaktiyle bunun ticaretini yapan bir kimse
idim. Ondan bir mal biriktirmiş bulunuyorum. Eğer ben bu malı yüce Allah'a
itaat uğrunda kullanacak olursam bunun bir faydası olur mu?" Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah helâl ve temiz olandan başkasını
kabul etmez." Bunun üzerine yüce Allah, Rasulünü tasdik etmek üzere şu buyruğunu
indirdi: "De ki: Murdar ile temiz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de hiç bir
zaman bir olmaz. Şimdi ey akıl sahipleri! Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa
eresiniz."
Bir
diğer rivayete göre de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Aziz ve Celil olan
Allah sizlere putlara ibadet etmeyi, şarap içmeyi, neseplere dil uzatmayı haram
kılmıştır. Şunu bilin ki yüce Allah şarabı içeni, sıkanı, sakisini, satıcısını,
onun bedelini yemeyi haram kılmıştır." Bir bedevi Arap ayağa kalkıp O'na
şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü, ben vaktiyle bunun ticaretini yapan bir kimse
idim. Şarap satışından dolayı bir miktar mal biriktirmiş bulunuyorum. Eğer ben
bunu Allah'a itaat yolunda kullanacak olursam bu malın bana faydası olur mu?
Peygamber (s.a.) ona şöyle buyurdu: "Eğer sen onu aç bir kimseye yahut
cihad veya bir sadaka vermek gayesiyle infak edecek olursan, şunu bil ki Allah
katında bir sivrisinek kanadı kadar bir kıymeti olmaz. Şüphesiz Allah temiz olandan
başkasını kabul etmez." [20]
Ey
insanlar! Şunu biliniz ki, hiç bir şeyin kendisine gizli kalmadığı Allah,
emirlerine muhalefet edip O'na şirk koşan, fasıklık edip O'na isyan eden kimselere
cezası pek şiddetli ve ağır olandır. Bununla birlikte O, kendisine itaat
edenlerin günahlarını bağışlayıp affeder ve ona merhamet buyurur. İman etmeden
önce işlemiş olduklarından, bilmeden yaptığı ve sonradan tevbe ederek amelini
ıslah ettiği takdirde, işlediği kötülüklerden de onu sorgulamayacaktır. Bu ise
şunu gerektirir: İman ancak korku ve ümit ile tamam olur. Ve şanı yüce Allah
bizi boşuna yaratmamıştır. Aksine isyankârın cezalandırılması, itaat edenin sevap
görmesi de kaçınılmaz bir şeydir.
Cezanın
rahmetten önce anılması, yüce Allah'ın rahmet yönünün daha ağır bastığını
göstermektedir. Çünkü O'nun rahmeti sahih hadiste de belirtildiği gibi
gazabını geçmiştir. Bundan dolayı, "Ve O pek çok şeyi affeder." (Maide,
5/15) diye buyurmaktadır.
Şanı
yüce Allah bu ayet-i kerimede de cezadan önce iki rahmet vasfını zikretmiştir
ki, bunlar da onun Gafur ve Rahîm olduğudur.
er-Râzî
der ki: İşte bu da önemli bir inceliğe dikkat çekmektedir ki, o da şudur:
Yaratıkların yoktan var edilmesi ve varlığın ortaya çıkarılması aslında
rahmetten dolayıdır. Zahiren görülen o ki, nihayet de ancak rahmet üzere olacaktır
[21]
İnsanları
zorlayarak hidayete ermelerini sağlamaya çalışmak, imanlı olmaları için mecbur
etmek Peygamberin görevi değildir. Onun görevi tebliğ etmek, risaleti eda
etmektir. Bundan sonrası, itaata sevap, masiyete ceza verme işi gizliyi ve
gizlinin de gizlisini bilen mahlûkatm yaratıcısı Yüce Allah'a aittir. O Allah
ki insanın açığa vurduğunu da nefsinin derinliklerinde gizlediklerini de bilir.
Rasul tebliğ ettiğine göre gerisi insanlara kalmıştır.
Bu
daha önce 97. ayet-i kerimede geçen, "...Bu da Allah'ın ... bildiğini...
sizin de bilmeniz içindi." buyruğundaki tehdidi pekiştiren oldukça ağır
bir tehdit ve Allah'ın emirlerine muhalefet eden kimselere bir korkutmadır.
Ayrıca müşriklerin batıl mabutlarından duydukları korkunun yersiz olduğunun da
delilidir.
Yüce
Allah, "Bilin ki muhakkak Allah, cezası pek çetin olandır ve muhakkak
Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir" buyruğu ile masiyetten uzaklaştırıp itaati teşvik
etmenin akabinde şu buyruğu ile de bir mükellefiyeti ifade etmektedir:
"Rasul'e düşen ancak tebliğdir." Bundan sonra da itaati teşvik
etmekte, masiyetten uzaklaştırmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Allah
gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir." Yine bunun akabinde bir başka
türden itaate teşvik etmekte, masiyetten uzaklaştırmak üzere de şöyle
buyurmaktadır: "Murdar ile temiz... hiç bir zaman bir olmaz."
Kaliteli
ile âdiyi, iyi ile kötüyü eşit tutmak hikmet ve adalete uygun bir şey değildir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa biz iman edip sa-lih amel
işleyenleri yeryüzünde fesat çıkartanlar gibi mi kabul edeceğiz? Yoksa biz
takva sahibi olanları günahkârlar gibi mi değerlendireceğiz?" (Sâd,
38/28). Yine Aziz ve Celil olan Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
'Yoksa kötülük işleyenler kendilerini iman edip salih amel işleyenler gibi
kılacağımızı ve hayatları ile ölümlerinin bir olacağını mı sandılar?
Hükmettikleri şey ne kadar kötüdür?" (Câsiye, 45/21)
Söyle
onlara ey Peygamber! Âdi ile kaliteli, zararlı ile faydalı, bozuk ile iyi,
haram ile helâl, zalim ile adaletli asla bir olmaz. Ey olayları gözleyen kimse,
kötülerin yahut fesatçıların ya da faiz, rüşvet ve hainlik gibi haram yollarla toplanan
servetlerin çokluğu, buna karşılık salihlerin, iyilerin ve istikamet üzere
olanların azlığı seni şaşırtmasın. Öbürlerinin çokluğu senin hoşuna gitmesin.
Ey
akıl sahipleri! Allah'tan korkun, şeytanın size musallat olmasından çekinin.
Musallat olur da sizi yanıltmış olursa, batıl ve fesat ehlinin yahut haram
malın çokluğu sizi aldatmasın! Şüphesiz akıllı kimse, öğüt alan, uyanık ve kötülüklerden
sakınan kimsedir. Allah korkusu (takva) felahın, umduğunu elde etmenin,
kurtuluşun, dünya ve ahiret hayırlarını ele geçirmenin biricik yoludur.
Burada
takva emrinin verilmesi ise daha önce geçen ve itaati teşvik eden pek çok ifade
ile masiyetten çokça sakındıran buyrukların bir tekididir. [22]
101-
Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız.
Şayet onlar hakkında Kur'an'ın indirildiği esnada sorarsanız size açıklanır.
Allah onu affetti. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
102- Sizden evvel de bir kavim onları sordu da bu
yüzden onları inkâr edenler oldular.
Bu
ayet-i kerimenin birden çok nüzul sebebi vardır. Bunlardan birisine göre sözü
geçen soru denemek ve aciz bırakmak, işi yokuşa sürmek, alay etmek, dalga
geçmek içindi. Bu soruların bir kısmı da konuyu anlamak ve bir takım farzların
tekrar edilmesi ile ilgili doğruyu öğrenmek içindi. Birinci kabilden olanlara
örnek verecek olursak, Buharî ve Müslim'in -lafız Buharî'nin olmak üzere- Enes
b. Malik'ten şu şekildeki rivayetidir: "Resulullah (s.a.) bir seferinde
bir hutbe irad etti. Adamın birisi, "Babam kim?" diye sordu.
Resulullah (s.a.); "Filan" dedi. Bunun üzerine şu, "Size
açıklanınca üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" ayeti nazil oldu.
Yine
rivayete göre İbni Abbas şöyle demiştir: Bir grup, Resulullah (s.a.)'a alay
olsun diye "Benim babam kimdir?" diye sorar. Aynı şekilde devesi
kaybolan adam da "Devem nerdedir?" diye sordu. Yüce Allah bunlar
hakkında: "Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz bir takım
şeyleri sormayınız" ayet-i kerimesi -ayetin tümünü okuyup bitirinceye
kadar- nazil oldu. Taberî de bunun bir benzerini Ebu Hureyre'den, yine Buharî
de Enes'ten, onun Resulullah (s.a.)'tan yaptığı rivayetinde şunlar yer
almaktadır: "Allah'a yemin ederim, bana neyin hakkında soru sorarsanız
mutlaka bu yerimde durduğum sürece size buna dair haber vereceğim." Adamın
birisi huzuruna kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü! Ben nereye
gireceğim?" Hz. Peygamber, "Cehenneme" dedi. Bu sefer Abdullah
b. Huzâfe kalkıp şöyle dedi: Benim babam kimdir ey Allah'ın peygamberi? Hz.
Peygamber "Baban Huzâfe'dir" dedi.
İkinci
türden nüzul sebebine örnek de Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayettir:
Resulullah (s.a.) bir hutbe irad edip şöyle dedi: Ey insanlar! Allah üzerinize
haccı farz kıldı, o halde haccediniz. Adamın birisi, "Ey Allah'ın rasulü,
her yıl mı?" diye sorunca, Resulullah (s.a.) sustu, sesini çıkarmadı.
Nihayet adam üç defa aynı soruyu tekrarlayınca Resulullah (s.a.): "Şayet
evet diyecek olsam, elbette ki bu sizin için böylece farz olur ve eğer bu farz
olacak olursa asla güç yetiremeyeceksiniz." Bir başka rivayette de,
"Bunun üzerine yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi" denilmektedir.
Bunun
bir benzeri de Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in Hz. Ali'den yaptıkları şu rivayettir:
Yüce Allah'ın "Beytin ziyaret edilmesi Allah'ın insanlar üzerindeki
hakkıdır." (Âl-i İmran, 3/93) ayet-i kerimesi nazil olunca, "her yıl
mı ey Allah'ın peygamberi?" diye sordular. Bu sefer o, "Hayır"
diye buyurdu ve devam etti: "Eğer evet diyecek olursam, elbette ki bu
sizin için vacip olur." Bunun üzerine yüce Allah "Size açıklanınca
üzüleceğiniz bir takım şeyleri sormayınız" buyruğunu indirdi.
Diğer
taraftan Taberî de onun bir benzerini Ebu Hureyre, Ebu Ümame ve İbni Abbas'tan
rivayet etmektedir.
Hafız
İbni Hacer der ki: Ayet-i kerimenin her iki husus hakkında nazil olmasına bir
mani yoktur. İbni Abbas'm bu hususa dair rivayeti sened bakımından en sahih
olanıdır. Taberî de şöyle der: Bu hususta söylenecek sözlerin en doğru olanı
şöyle diyenlerin sözleridir: "Bu ayet-i kerime soru soranların Resulullah
(s.a.)'a çokça soru sormaları üzerine nazil olmuştur. İbni Huzafe'nin babasının
sorması, babasının kim olduğunu öğrenmek istemesi gibi.
Yine
Hz. Peygamber "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı" deyince bir kimsenin
ona "Her sene mi?" diye sorması ve buna benzer sorular bu
kabildendir. [23]
Ey
Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Gaybî, yahut gizli ya da faydası olmayan
yahut da dinde oldukça özel sayılacak bir takım meselelere ya da vahyin söz konusu
etmediği bir takım yükümlülüklere dair soru sorup da bu soru dolayısıyla diğer
müminlerin mükellefiyetlerinin ağırlaşmasına sebep olmayın. Soracağınız bu soru
mükellefiyetin ağırlaştırılmasına ve çoğalmasına sebep olmasın. Şayet hakkında
söz edilmeyen girift ve rahatsız edici ya da ağır bir takım mükellefiyetlere
dair Kur'an-ı Kerim'in indirildiği dönemde soru soracak olursanız Allah, rasulü
vasıtasıyla size bunları açıklar. İbni Kesîr der ki: Bir takım şeyler hakkında
ilk soru soran sizler olmayınız. Belki de sizin bu sorunuz sebebiyle hükmü
ağırlaştırıcı ya da sizi sıkıntıya sokucu bir takım buyruklar inebilir.
Müslim'in Amir b. Sa'd'dan, onun da babası yoluyla rivayet ettiği hadis-i
şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Müslümanlar arasında vebali en büyük olan
kişi, haram kılınmadık bir şey hakkında soru sorup da o sorusu dolayısıyla
haram kılınmasına sebep olan kişidir." Fakat Kur'an-ı Kerim o şey hakkında
mücmel (kapsamlı ifadeler) hükümler indirmiş ve siz de bunların beyanına dair
soru soracak olursanız, o takdirde bu hükümler, size onlara duyacağınız ihtiyaç
dolayısıyla açıklanacaktır.
Yani
haklarında soru sorulan meseleler ya haklarında soru sorulması yasaklanmış,
oldukça ağır mükellefiyetlerdir yahut da vahyin kendileri hakkında hüküm
indirmiş olduğu ve sizin açıklanmasına muhtaç olduğunuz şeylerdir.
Müslim,
Muğire b. Şu'be'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Şüphesiz Allah sizlere annelere itaatsizlik etmeyi, kız çocukları diri
diri gömmeyi, üzerindeki hakları yerine getirmeyip haksız taleplerde bulunmayı
haram kıldı. Sizin için üç şeyi de hoş görmedi: Dedikodu, çokça soru sormak ve
malı zayi etmek." Bunu Müslim de Ebu Hureyre'den bir başka lafızla rivayet
etmiştir. Bir çok ilim adamı şöyle demiştir: "Çokça soru sormak"tan
kasıt, fıkhî meselelere derinliğine dalmak kastıyla hakkında vahiy inmeyen
hususlarda ve karşısındakini zorlamak amacıyla bir takım şaşırtıcı konulara ve
yapmacık meselelere dair sorular sormaktır. Selef bundan hoşlanmaz ve böyle bir
tutumu işi zora koşmak olarak görürlerdi.
Bundan
anlaşıldığına göre Kur'an-ı Kerim'in açık olmayan mücmel buyruklarının
açıklanmasıyla ilgili soru sormak mubahtır. Meselâ, Bakara süresindeki ayet-i
kerimenin nüzulünden sonra, şarabın haram kılınması hakkında rahatlatıcı açıklamaların
inmesini istemek buna örnektir. Fakat fayda vermeyen yahut haram kılınmamış
bir meselenin hükmü yahut Müslümanların mükellef kılınmadığı bir meselenin
hükmü hakkında yahut sormaya ihtiyaç olmamakla birlikte soru sorulduğu
takdirde ona verilecek cevapta daha fazla bir külfet ve meşakkati gerektirecek
buyruğun inmesine sebep olacak şeylere dair soru sormak ise haramdır.
"Allah
onları affetti. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir." Yani yüce Allah Kita-bı'nda
söz konusu etmediği şeyleri bağışlamıştır. Onlar, yüce Allah'ın affettiği ve
hakkında söz etmediği şeyler kapsamına girer. O halde yüce Allah bir mesele
hakkında nasıl söz etmemişse sizler de susunuz. Allah soru sormak suretiyle
hata edip sonradan tevbe edenlere mağfiret edicidir, kusurlarınız yahut aşırılıklarınız
dolayısıyla sizleri çabucak cezalandırmaz, Halîm'dir. Dârakutnî ve başkaları
Ebu Salebe el-Hışnî Cursûm b. Naşir yoluyla Resulullah (s.a.)'m şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Şüphesiz yüce Allah bir takım farzlar
kılmıştır, onları zayi etmeyiniz. Bir takım hadler belirlemiştir, onları
aşmayınız. Bir takım şeyleri haram kılmıştır, onları çiğnemeyiniz. Bazı şeyler
hakkında da unut-maksızın fakat size rahmet olmak üzere ses çıkarmamıştır,
onlar hakkında da araştırmayınız."
Daha
sonra yüce Allah bir takım hususlara dair soru sorup sonra da o hususların
hükümlerini ihmal eden salih kavimleri, geçmiş kavimlerin bazılarının
durumlarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Sizden önce de bir
kavim onları sordu da" yani hakkında soru sorulması yasak olan bu gibi
şeylere dair sizden önceki bir kavim de istekte bulunmuş, bu istekleri yerine
getirilip sorulan cevaplandırılmış olduğu halde buna iman etmediler,
böylelikle onlar bunu inkâr eden kâfirler oldular, yani bu sorulan sebebiyle
küfre saptılar. Buyruğun anlamı şudur: Ben onlara gerekli açıklamalan yaptım,
fakat onlar açıklamalardan yararlanmadılar. Çünkü onlar doğru yolu bulmak
maksadıyla istekte bulunmadılar, bu maksatla soru sormadılar. Aksine alay
olsun, inat olsun diye sordular. Buharî ve Müslim (asıl adı Abdurrahman b.
Sahr olan) Ebu Hureyre yoluyla şöyle dediğini rivayet ederler: Ben Resulullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Size neyi yasakladıysam ondan uzak
durunuz. Size neyi emrettiysem gücünüz yettiği kadar onu yapınız. Şüphesiz
sizden öncekileri helak eden, onların çokça soru sormaları ve peygamberlerine
muhalefet etmeleri olmuştur."
Ahmed,
Müslim, Nesaî ve İbni Mace de Ebu Hureyre yoluyla Resulullah s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet ederler: "Sizi terk ettiğim hususlarda siz de beni
bırakınız. Şüphesiz sizden öncekiler çokça soru sormaları, peygamberlerine
muhalefet etmeleri sebebiyle helak oldular. Ben size herhangi bir şeyi
emredecek olursam ondan gücünüzün yettiği kadarını yapınız ve size herhangi bir
şeyi yasaklayacak olursam onu da bırakınız." [24]
103-
AUah bahire, sâibe, vasile ve hâmî diye
bir şey kılmamıştır. Fakat o kâfir
olanlar, Allah'a yalan söylüyor, iftira
ediyorlar. Onların çoğunun da akılları ermez>
104-
Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve
Rasulüne geliniz" denildiği zaman,
"Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ya ataları hiç
bir şey bilmeyen ve doğru yolda
gitmeyen kimseler idiyse de mi?
Şanı
yüce Allah sözü geçen bu dört şeyi haram kılmayı asla teşri etmemiştir, yüce
Allah bahîre'yi de, sâibe'yi de vasîle'yi de hâmî'yi de haram kılmış değildir.
Fakat cahiliye mensupları yapacaklarını yapıp bunları da Allah'ın şeri-atine
nispet ederek haram kılmadığı şeyleri haram kılmakla hem yalan uyduruyorlar,
hem Allah'a iftira ediyorlar. Onların büyük çoğunluğu da bunun Allah'a bir
iftira olduğunu, aklı ve fikri devreden çıkarmak olduğunu, küfür, putperestlik
ve şirk olduğunu akıllarıyla kavrayamamaktadırlar. Oysa Allah küfrü emretmez,
kullarının kâfir olması onu hoşnut etmez.
Bu
şeyleri ilk haram kılıp Araplara putlara tapmayı yasalaştıran kişi Hu-zaalı Amr
b. Luha/dır. Bu kişi, Hz. İbrahim'in dinini değiştirip bahîraların kulaklarını
dildi. Şaibeleri ilk serbest bırakan ve hâmî denilen develerin sırtlarına yük
vurmayı yasaklayan kişi de odur.
Buharı,
Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Ben Cehennemi gördüm, o biririni yiyip duruyordu. Amr b. Lu-hay'ı da
bağırsaklarını sürükler halde gördüm. Şaibeleri ilk serbest bırakan odur."
[25]
Taberî
de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı Eksem
b. el-Cevn'e şöyle derken dinledim: "Ey Eksem ben Amr b. Luhay b. Kami'a
b. Hindifi ateşte bağırsaklarını sürükler halde gördüm. Senden ona ondan da
sana daha çok benzeyen bir kimseyi görmedim." Eksem şöyle dedi: "Ey
Allah'ın Rasulü! Ona benzemenin bana zarar vereceğinden korkarım." Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Asla! Çünkü sen müminsin, o ise kâfirdir. İsmail'in
dinini ilk değiştiren, bahîre'nin kulağını ilk dilen, şaibeleri ilk serbest
bırakan, hamilerin sırtına yük vurulmasını ilk yasaklayan odur." [26]
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim bu uygulamaları yapan cahiliye müşrikleri ile şöylece
tartışmaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine ve Rasulüne geliniz, denildiği
zaman..." yani müşrikler, "Allah'ın indirmiş olduğu hükümler
gereğince ve bu hükümleri tebliğ edip onların mücmellerini açıklayan Rasulünün
emrince amele geliniz" denildiğinde şöyle cevap verirler: "Atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yol bize yeter. Bu konuda onlar bizim önderlerimizdir,
onlar bizim liderle-rimizdir, bizim hukukumuzu belirleyenler onlardır ve biz
onların ardından gideriz."
Şanı
yüce Allah onlara inkârî bir soru ile şunu sormaktadır: Bu onlar için yeterli
midir? Ataları hiç bir şekilde yasa koymayı beceremeyen, din ve dünya ile
ilgili hususlarda neyin maslahat ve hayır olduğunu kesinlikle bilemeyen
kimseler olsalar da mı? O ataları putperestliğin karanlıklarında ve hurafe dolu
inançların seraplarında gelişigüzel yol alıyorlar, nevalarına göre bir takım hükümleri
yasa yapıyorlardı. Kız çocuklarını diri diri gömmek, içki içmek, yetim ve
kadınlara zulmetmek, her türlü hayasızlık ve çirkinlikleri işlemek, basit sebeplerle
savaş ilân etmek, kin ve düşmanlıkları alevlendirmek gibi şeyleri
ya-salaştırıyorlardı.
İşte
bu, aynı zamanda kör taklidi ve herhangi bir anlayış ve idrâk söz konusu
edilmeden miras yoluyla devralınan taassubu bir tenkittir. Nitekim yüce Allah
bu gibi bir çok ayetten birisi olan şu ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
"Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar
"Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya
ataları hiç bir şeye akıl er-dirememiş ve doğruyu da bulamamış idiyseler?"
(Bakara, 2/170) [27]
105-
Ey müminler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size
zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı O size
haber verecektir.
el-Vahidî,
İbni Abbas'tan şunu nakletmektedir: Resulullah (s.a.) başlarında Münzir b.
Sâvî olduğu sırada Hecerlilere mektup yazarak onları İslâm'a davet etti. Eğer
kabul etmeyecek olurlarsa cizye vermelerini söyledi. Mektup Münzir'e varınca o
da bunu yanında bulunan Arap ve Hristiyanlara, Sâbiî ve Mecusilere arz edip
teklif etti. Cizyeyi kabul ettiler, İslâm'a girmek istemediler. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.) ona şöyle yazdı: Biz Araplardan İslâm veya kılıçtan
başkasını kabul etmeyiz. Kitap Ehli ile Mecusilere gelince, ben onlardan
cizyeyi kabul ederim. Münzir onlara Resulullah (s.a.)'ın mektubunu okuyunca
Arap olanlar İslâm'a girdi. Kitap Ehli ile Mecusiler ise cizye verdiler.
Arapların münafık olanları şöyle dediler: Muhammed'in bu yaptığına hayret
edilir. O yüce Allah'ın kendisini bütün insanlar ile İslâm'a girinceye kadar
savaşmak üzere gönderildiğini ileri sürmekte, fakat Kitap Ehli'nden
başkalarından da cizye kabul etmemektedir. Bizim görüşümüze göre o, Arap
müşriklerinden kabul etmediği şeyi Hecerli müşriklerden kabul etmiştir. Bunun
üzerine yüce Allah "Siz kendinize bakın, siz doğru yolu bulursanız o
sapanlar size zarar veremez" yani Kitap Ehli'nden sapıtanların size zararı
olmaz, buyruğunu indirdi. [28]
Bu,
konu ile ilgili rivayetlerden biridir. Bundan maksadın Kitap Ehli'nden
başkaları olduğu da söylenmiştir. Çünkü İmam Ahmed şöyle bir rivayet kayeletmektedir:
Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) (hutbe okumak üzere) ayağa kalktı, Allah'a hamdü
senada bulunduktan sonra şöyle dedi: Ey insanlar! Sizler şu ayet-i kerimeyi
okuyorsunuz, fakat ben de Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Şüphesiz insanlar münkeri görüp de onu değiştirmeyecek olurlarsa, Allah
aradan fazla zaman geçmeden onları kuşatacak bir azap gönderir." (Ravî der
ki:) Ben Ebu Bekir'i de şöyle derken dinledim: Ey insanlar! Yalandan olabildiğince
sakınınız, çünkü yalan imandan uzaktır.
Yine
bu hadis-i şerifi dört Sünen sahibi ile İbni Hibban ve başkaları da pek çok
yoldan ve bir çok kişiden onlar da İsmail b. Ebi Hânî'den bu senedle muttasıl
ve merfu olarak rivayet etmişlerdir. Ancak onlardan kimisi İsmail b. Ebî
Halid'den bu senedle, fakat Hz. Ebu Bekir'e mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.
Bununla birlikte Darekutnî ve başkaları da hadisin merfu olduğunu kabul
ederler.
Diğer
taraftan Tirmizî'nin Ebu Umeyye eş-ŞaTsânî'den şöyle dediğine dair rivayeti de
şöyledir (bunun Kitap Ehli'nden başkası.hakkında olduğu da söylenmiştir): Ben
Ebu Sa'lebe el-Hişnî'nin yanına varıp şöyle dedim: Şu ayet-i kerimeyi nasıl
anlıyorsun? "Hangi ayet?" diye sordu. Ben, yüce Allah'ın, "Ey müminler!
Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulursanız o sapanlar size zarar veremez"
buyruğunu okudum. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, sen bu ayet hakkında bu
işi bilen birisine soru sormuş bulunuyorsun. Ben bunu Resulullah (s.a.)'a
sordum, şöyle buyurdu: "Hayır, siz iyiliği emredin, münkerden alıkoyun.
Nihayet sen, sıkı sıkıya bağlı kalınan bir cimrilik ve kendisine tabi olunan
bir heva ile tercih olunan bir dünya görüp, her görüş sahibinin kendi görüşünü
beğendiğini görecek olursan, işte o vakit yalnız kendine bak ve avamı terk et.
Sizin arkanızdan öyle bir takım günler gelecek ki, o günlerde sabredebilen
kimse bir ateş korunu avucunda tutabilen kimseye benzeyecektir. O günlerde amel
edebilen bir kimseye sizin gibi amel eden elli kişinin ecri kadar ecir
vardır." Bir rivayette şu fazlalık da vardır: "Ey Allah'ın rasulü,
bizden elli kişinin ecri mi yoksa onlardan mı? denildi. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: Hayır, sizden elli kişinin ecri kadar." Daha sonra Tirmizî şöyle
dedi: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir. [29]
Yüce
Allah müminlere kendilerini düzeltmelerini, güç ve imkâriiarı nispetinde hayır
işlemelerini emretmekte ve işini düzene koyan insanlara ister yakın olsun,
ister uzak olsun bozuk insanların bozukluğunun zarar veremeyeceğini
bildirmektedir.
Ey
Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Kendinizi masiyetlerden koruyunuz, ihlâslı
amellerle Rabbinize yakınlaşmaya bakınız ve kendinizi cezadan kurtarmaya
çalışınız. Siz doğru yolu bulup hidayete ererseniz, sizden başkalarının
sapıklığının size bir zararı olmaz. Dönüşünüz Allah'a olacaktır. O yaptıklarınızı
size haber verecek ve herkese ameline göre karşılık verecektir; hayır ise
hayır, şe^ ise şer.
Bu
ayet-i kerimede mümkün olduğu takdirde iyiliği emretmeyi, münker-den alıkoymayı
terk etmeye bir delil yoktur. Aksine ayet-i kerime şunu gerektirmektedir:
Rabbine itaat eden bir kimse günahkâr kimsenin günahlarından dolayı sorumlu
olmayacaktır. Aynı şekilde, yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi kişisel
sorumluluk ilkesini de vurgulamaktadır: "Herkes kazancı karşılığında
rehin olarak alıkonulmuştur." (Müddessir, 74/38); "Hiç bir (günah)
yük yüklenici bir başkasının günah yükünü yüklenmez." (En'am, 6/164) [30]
106-
Ey müminler! Sizden birinize ölüm gelip çattığında vasiyet vaktinde aranızda
ya içinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun yahut yeryüzünde yolculukta
iken ölüm size gelip çatmışsa, sizden (dininizden) olmayan diğer iki kişiyi (şahit
tutun). Bu iki kişi hakkında şüpheye düşerseniz namazdan sonra onları
alıko-yarsınız da Allah'a şöyle yemin ederler: "Akraba dahi olsa hiç bir
menfaati satın almayacağız ve Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. O takdirde
muhakkak günahkârlardan oluruz."
107-
Eğer ikisinin aleyhinde muhakkak bir vebale hak kazanmış olduklarına muttali
olunursa o vakit, yerlerine haksızlığa uğrayanlardan iki kişi -ki bunlar buna
daha lâyıktırlar- öbürlerinin yerine geçerler. Allah'a şöyle yemin ederler:
"Andolsun bizim şahitliğimiz o iki kişinin şahitliğinden elbette daha
doğrudur; biz haddi de aşmadık. Aksi takdirde muhakkak biz zalimlerden
oluruz."
108-
Bu, şahitliği yüklendikleri gibi eda etmelerine yahut yeminlerinden sonra
yeminlerin geri çevirileceğinden korkmalarına daha yakındır. Allah'tan korkun
ve dinleyin. Allah fasıklar topluluğunu doğruya iletmez.
Buharî,
Darakutnî, Taberî ve İbnü'l-Münzir, İkrime'den o da İbni Ab-bas'tan şöyle
dediğini rivayet ederler: Temim ed-Dârî ile Adiyy b. Beddâ Hristiyan iki kişi
idiler. Bunlar cahiliye döneminde Mekke'ye gelir, ticaret yaparlar, orada uzun
süre kalırlardı. Resulullah (s.a.) hicret ettikten sonra onlar da bu ticaret
işlerini Medine'ye yönelttiler. Amr b. el-As'm azatlısı Bu-deyl es-Sehmî de ticaret
maksadıyla yola çıktı ve Medine'ye geldi. Hep birlikte Şam'a doğru ticaret
maksadıyla yola koyuldular. Yolun bir bölümünde Bu-deyl rahatsızlandı. Kendi
eliyle bir vasiyet yazdı, sonra da bu vasiyeti eşyasının arasına bırakıp iki
yol arkadaşına tavsiyede bulundu. Budeyl ölünce eşyasını açıp baktılar. Ondan
bir şey (altın işlenmiş gümüş bir kap) alıp sonra malını olduğu gibi muhafaza
altına aldılar. Medine'ye aile halkı yanma geldiler, eşyasını onlara teslim
ettiler. Aile halkı eşyasını açınca yazdığı vasiyeti ve eşyası arasında
bulunanları gördüler. Ancak vasiyette yazdığı halde bir şeyi bulamadılar. İki
yol arkadaşına bulamadıkları şeyi sordular, onlar da "Bizim onun adına
muhafazaya aldıklarımız ve bize verdiği bunlardan ibarettir" dediler.
Bu
sefer mirasçıları, "İşte onun kendi eliyle yazdığı mektup" dediler.
Arkadaşları, "Biz ona ait bir şeyi gizlemiş değiliz" deyince
mirasçılar Resulullah (s.a.)'ın huzuruna mahkemeleşmeye gittiler. Bunun üzerine
şu, "Ey müminler! Sizden birinize ölüm gelip çattığında... sizden olmayan
diğer iki kişiyi (şahit tutun). Bu iki kişi... Allah'a şöyle yemin ederler:...
yemininizi hiç bir bedele satmayacağız... o takdirde muhakkak günahkârlardan
oluruz." ayet-i kerimesi nazil oldu. Ve sonra Resulullah (s.a.) ikindi namazı
akabinde onlara şu şekilde yemin ettirmelerini emretti: "Kendisinden
başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah adına yemin ederiz ki, bundan bir şey
gizlemiyoruz." Daha sonra iki yol arkadaşı Allah'ın dilediği kadar bir
süre böylece kaldılar. Bilâhare beraberlerinde altınla süslenmiş bir gümüş
kabın olduğu ortaya çıktı. Aile halkı, "İşte bu onun eşyalarındandır"
deyince, ikisi de, "Doğrudur, fakat biz bunu ondan satm almıştık. Yemin
ettiğimiz vakit de bunu söz konusu etmeyi unuttuk ve kendimizi yalancı çıkarmaktan
da çekindik" dediler. Yine Resulullah (s.a.)'ın huzurunda davalaştılar, bu
sefer, "Eğer o ikisinin aleyhinde muhakkak bir vebale hak kazanmış
olduklarına muttali olunursa..." ayet-i kerimesi nazil oldu. Bu sefer Resulullah
(s.a.), ölenin aile halkından iki kişinin, öbürlerinin gizledikleri ve sakladıkları
şeylerin ölene ait olduğuna dair yemin etmelerini ve böylelikle o şeye hak
kazanmalarını emretti.
Daha
sonra Temim ed-Dârî İslâm'a girdi ve Resulullah (s.a.)'a biatta bulundu. Şöyle
diyordu: "Allah ve Rasulü doğru söylemiştir, o kabı ben almıştım." [31]
Özetle;
müfessirlerin ittifakla belirttiklerine göre bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi,
o vakit Hristiyan iki kişi olan Temîm ed-Dârî ile Adiyy b. Beddâ ve onlarla
beraber Amr b. el-As'ın hicret etmiş bir Müslüman olan azatlısı Budeyl b. Ebi
Meryem ile birlikte Şam'a doğru ticarete çıkmalarıdır. [32]
Ey
Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Ölümü yaklaşmış, ölüm hastalığında bulunan
bir kişi yapacağı vasiyete Müslüman erkeklerden adil iki kişiyi şahit tutsun.
Yüce Allah'ın "sizden" kelimesinin anlamı, müminlerden; "ölüm,
gelip çattığında" ifadesinin anlamı ise, ölüm vakti yaklaşıp da ölümün
emareleri ortaya çıktığında demektir. Ya da zaruret dolayısıyla yolculuk
halinde mümin olmayanlardan iki kişiyi şahit tutsun. İşte bu ifade vasiyetin ve
vasiyete şahit tutanın üzerinde dikkatle durulduğunu göstermektedir. İfadede şu
takdirde bir hazf vardır: Eğer siz yolculuk yaparken, ölüm musibeti size gelip
çatar da siz de kanaatinizce adaletli olan iki kişiye vasiyette bulunup
beraberinizde bulunan malı kendilerine teslim eder, sonra ölür ve bu iki kişi
bıraktığınız terekeyi mirasçılarınıza götürür, mirasçılarınız o iki kişinin
durumu hakkında şüpheye düşer ve hainlik ettikleri iddiasında bulunacak
olurlarsa hüküm, namazdan sonra onları (şahitleri), şehadet etmek üzere
alıkoymanız şeklindedir.
Şahitlik
vakti ikindi namazından sonradır. Çünkü o vakitte yemin ettirme alışılmış bir
işti. O vakit yargı ve davalara bakma zamanı idi. Şahitliğin namaz akabinde
yapılması ise bu işin ağırlığına ve ciddiyetine dikkat çekmek ve bu noktada
gerektiği gibi dikkat etmeyi ve korkmayı sağlamaktır. Çünkü Yüce Allah,
"Namazdan sonra onları alıkoyarsınız" buyurmaktadır. Yani ikindi namazından
sonra yemin etmek üzere onları çağırır ve teminat alırsınız. Nitekim Resulullah
(s.a.) Temim ve arkadaşına bu şekilde muamele etmişti. İbni Ab-bas'tan rivayet
edildiğine göre, eğer şahitler Müslüman değilseler namazdan kasıt, onların
dinlerine mensup olanların ayinleridir. Taberî ise bunun Müslümanların
kıldıkları namazlardan muayyen bir namaz olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü
Yüce Allah burada "namaz" kelimesinin başına eliflâm getirerek
marife yapmıştır. Bu ise Araplara göre ancak cinsi ya da aynı itibariyle bilinen
şey hakkında kullanılır. Yahudi ve Hristiyanlara gelince, onların birden çok
bilinen ayinleri vardır. Böylece bununla yargı ve insanların örfüne göre bilinen
muayyen bir namaz kastedildiği anlaşılmaktadır.
Eğer
şahitlerin doğru söyledikleri ve ikrarlarında doğruyu dile getirdikleri
hususunda şüphe edecek olursanız şöyle diyerek yemin ederler: Biz alacağımız
dünyalık karşılığında Allah adına yalan yere yemin etmeyiz. Alınacak olan bedelden
kasıt, çoğu kimseye göre bedeli bulunan şeydir. Buradaki ("onu" daki)
zamir Yüce Allah'ın, "yemin ederler" buyruğundan anlaşılan yemine
aittir. (Meaide zamir yerine açıkça "yemininizi" denilerek zamirin
manası verilmiştir). Bu durumda buyruğun anlamı şöyle olur: Bizler Allah adına
yapacağımız doğ-nı ve sıhhatli bir yemini dünyevî hiç bir şeye karşılık
değiştirmeyiz. İsterse lehine yemin edeceğimiz yahut lehine şahitlik
edeceğimiz kişi akrabalarımızdan olsun. Yani bizler mal için yalan yere Allah
adına yemin etmeyiz. Velev ki lehine yemin edeceğimiz kişi bize yakın olsun.
Yani bu, kendilerinin doğrulukları ve emanetlerinde âdet edindikleri ve her
zaman riayet ettikleri bir husustur. Onlar Yüce Allah'ın şu buyruğunun kapsamı
içerisindedirler: "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve
Allah için şahitlik edenler olunuz. İsterse kendinizin veya ana babalarınızın
ve akrabalarınızın aleyhine olsun." (Nisa, 4/135) [33]
Şahitler
emin kimseler iseler bu takdirde yemin etmeksizin tasdik edilir.
Hülâsa,
şahit doğruyu söyleyeceğine, adaletle şahitlik edeceğine, yeminine karşılık
alacağı herhangi bir bedeli ya da eğer şahitlik yemini ise yakın bir akrabasının
durumunu gözetmeyeceğine dair yemin edecektir. "Allah'ın şahitliğini
gizlemeyeceğiz..." yani yeminlerinde şunu da söyleyeceklerdir: Yüce
Allah'ın farz kıldığı ve gereği gibi korunup şahitliği kabul zamanından eda
vaktine kadar açıklanmasını farz kıldığı şahitliği gizlemeyeceğiz. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve şahitliği Allah için dosdoğru
yapınız." (Talâk, 65/2). Eğer bizler böyle bir şey yapacak ve yeminimizi
basit bir bedel karşılığında satacak yahut yemin ederken akrabamızı gözetecek
ya da Allah adına yapmamız gereken şahitliği gizleyecek olursak şüphesiz
bizler, mutlaka cezasını göreceğimiz çok büyük bir günah yüklenmiş, isyankâr
kimseler oluruz.
"Eğer...
muttali olunursa" yani onların yalan söylediklerine, yahut hainlik edip
hakkı gizlediklerine ve günah kazanmalarını gerektiren bir işi yaptıklarına
dair bir takım emareler tespit edilirse, o takdirde yemin mirasçılara döndürülür.
Bu sefer iki şahidin yerini tutacak mirasçıya yakın olan iki kişi, yani miras
almaya en çok hak kazananlardan iki kişi yemin eder. Eğer şer"î bir mani
bulunmuyorsa bu iki kişi Allah adına şöyle yemin ederler: Andolsun bizim şahitliğimiz
yani yeminimiz bu ikisinin yemininden daha doğru ve daha gerçektir. Bizler bu
malı talep etmekte ve şahitler aleyhine hainlik ile hüküm verilmesini
istemekte haddi aşmış olmuyoruz. Şüphesiz bizler eğer haddi aşıp haksızlık
edecek yahut da kendileri hainlerden olmadıkları halde onların hain olduklarını
söyleyecek olursak, elbette ki biz zalimlerden yani yalan söyleyen batıl
iddiacılardan oluruz. Buna göre Yüce Allah'ın ayetteki "Bizim
şahitliğimiz" ifadesi ile kastedilen yemindir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlardan herhangi birisinin şahitliği Allah adına yemin
ile dört defa şahitlik etmektir." (Nûr, 24/6). Yüce Allah'ın,
"Haksızlığa uğrayanlardan" buyruğundan kasıt ise aleyhlerine vasiyete
hak kazanılan yahut da vasiyetin aleyhlerine olduğu kimseler (mirasçılar)dir.
Ölene daha yakın olanlar ise ona en yakın olan iki kişi demektir.
Ayet-i
kerimede yeminin en yakın mirasçılardan iki kişiye tahsis edilmesinin sebebi,
ayetin kendisi sebebiyle nazil olduğu vakanın özelliğidir.
Bu
şahitliğin yeminlerin teşriinde bulunmasının hikmeti, meselenin çözümünde hak
ve hukuka uygun biçimde bir yolun izlenmesi sonucunu doğurma-sındadır. Çünkü
Yüce Allah'ın, "Bu... daha yakındır" ifadesi bunu gerektirmektedir.
Yani öylesi şahitlerin şehadeti Allah azabından korkarak herhangi bir
değişiklik ve değiştirmeye sapmadan gerçek şekliyle eda etmelerine daha bir
yakındır. İşte şahitliğin ikindi namazından sonra yapılması suretiyle
tağlîzinin (ağırlaştırılmasının) hikmeti de budur. Ya da yeminin mirasçılara
havale edilmesinden dolayı duyulan endişe ve korkudur. Çünkü böyle bir iş
dolayısıyla insanlar arasında rezillik söz konusu olabilmektedir. O takdirde
onların insanlar arasında yalan söyledikleri ortaya çıkar. Allah'ın azabından
yahut da yeminin mirasçılara havale edilmesinden duyulacak korku doğru
söylemeyi gerektirir, hainlikten uzak durmayı sağlar.
Daha
sonra, Yüce Allah doğru şahitlikte bulunmayı ve sıkı tutma işini daha da
ileriye götürmektedir. Bunu da insan yapısında daima kalıcı bir duygu olan
Allah korkusu ile gerçekleştirmektedir: "Allah'tan korkun ve
dinleyin..." Yani yeminlerinizde Allah'ın gözetimi altında olduğunuzu
bilin, onun cezasından korkun, çekinin. Yalan yere yemin edip bunlara karşılık
mal almaktan ve size güvenenlerin emanetlerine hainlik etmekten korkun. Bu
hükümleri dikkatle düşünerek ve kabul ederek dinleyin. Gereğini yapın; aksi
takdirde sizler fasıklardan yani Allah'ın hüküm ve şeriatı dışına çıkan
isyankârlardan, hidayetinden kovulan, cezasını hak eden kimselerden olursunuz.
Yüce Allah ise Rabbinin emrinin dışına çıkarak O'na isyan eden ve şeytana
itaat eden kimseleri başarıya ulaştırmaz. [34]
109-
Allah peygamberleri toplayacağı günde "Size ne cevap verüdir diye buyuracak,
onlar da "Bizim hiç bir bilgimiz yok< §üPnesiz gaybleri en iyi
bilen ancak sensin" diyecekler.
Ey
Peygamber! Allah'ın kıyamet gününde peygamberleri toplayıp da kendilerine,
ümmetlerine bir çeşit azar ve sitem olmak üzere söz söyleyip ümmetlerinin
kendilerine ne şekilde karşılık verdiklerini soracağı günü bir hatırla! Bu
şekilde onlara ne türlü karşılık verildiğini soracaktır. Ümmetleri onlara iman
ve ikrar ile mi karşılık vermişti, yoksa inkâr ve yüz çevirmek suretiyle mi?
Bu, Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Andolsun kendilerine
(peygamber) gönderilenlere de mutlaka soracağız ve onlara gönderilen
(peygam-ber)lere de herhalde soracağız." (A'râf, 7/6); "Rabine
andolsun ki onların hepsine yapmakta oldukları şeyleri elbette
soracağız." (Hicr, 15/92-93). İşte bu buyruklarda her iki kesime de,
peygamberlere de kendilerine peygamber gönderilenlere de soru sorulacağı
belirtilmektedir.
Yüce
Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Diri diri gömülen kız
çocuğa, hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulacağı zaman." (Tekvîr,
81/8-9). Bu ise itham altında tutulana değil de şahide soru sormaktır; bundan
kasıt ise azarlamak ve yapılan fiili reddetmektir.
Soru
soMna farklılığı kıyamet hallerinin farklılığına göre değişiklik gösterir.
Kimi halde Yüce Allah peygamberlere ümmetlerine karşı şahitlik etsinler diye
soru sorar, kimilerinde ümmetlere soru sorar. Bazan da hasma soru sorulacağı
gibi, şahitlere de soru sorulacaktır, her iki kesime de soru sorulacak haller
vardır.
Yüce
Allah yine onlara şunu soracaktır: Ümmetleriniz sizden sonra ne işlediler?
Sizden sonra dininizde olmadığı halde neleri ortaya koydular? Peygamberler
Aziz ve Celil olan Rabbe şöyle cevap vereceklerdir: Biz her neyi biliyorsak
mutlaka onu sen bizden daha iyi bilirsin. Onlar bu sözlerini Yüce Allah'a olan
edeblerine uygun olarak söyleyeceklerdir. Senin her şeyi kuşatan, her şeye
muttali olan bilgine nispetle bizim bilgimiz yok hükmündedir. Bizim bilgimiz,
senin bilgine nispetle hiç bilmemek gibidir. Çünkü sen bütün gaybleri en iyi bilensin.
Yani kıyamet gününün dehşeti dolayısıyla onların bilemedikleri ve unuttukları
her şeyi en iyi bilensin. Yüce Allah'ın ilminin, işlerin görülenini de
görülmeyenini de kuşatıcı olmasından dolayı böyle diyeceklerdir.
İşte
bu şekilde, bu ayet-i kerimenin tefsiri ve cevabın açıklanması ile ilgili olan
iki görüşü bir arada telif etmek mümkün olur. Bunlar aşağıdaki şekildedir:
1- Bundan kasıt Yüce Allah'ın bilgisine nispetle kendi bildiklerini eksik
olduğunu onlara anlatmaktır. Bu İbni Abbas'm görüşü olup daha sahih olandır.
Diyecekler ki: Bizim bilgimiz yoktur. Çünkü sen onların neyi açıkladıklarını ve
neyi gizlediklerini bilensin. Bizler ise ancak onların açığa vurduklarını
bilebiliriz. Onun için senin onlar hakkındaki bilgin bize göre daha etkilidir,
bütün derinliğini kuşatıcıdır.
2- O günde karşılaşacakları dehşet ve korkuları dolayısıyla ilimleri yok
olacak ve cevap veremeyeceklerdir. Bu da Hasan-ı Basrî, Mücahid ve Süddî'nin
görüşüdür. Rivayet edildiğine göre cehennem getirileceği vakit bir defa öfke
ile nefes alacaktır. Ne kadar peygamber ve ne kadar sıddîk varsa (onlar da
dahil olmak üzere) mutlaka dizleri üstüne çöküvereceklerdir. Hz. Peygamber de
şöyle buyurmuştur: "Cibril kıyamet günüyle beni o kadar korkuttu ki,
sonunda ağladım ve şöyle dedim: Ey Cibril! Yüce Allah benim geçmiş ve gelecek
günahlarımı bağışlamadı mı? Bana şöyle dedi: Ey Muhammedi Sen o günün
dehşetinden öyle şeyler göreceksin ki, mağfiret olunduğunu sana
unutturacak." [35]
110-
Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, senin ve anan üzerindeki
nimetimi hatırla! Hani ben seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikte iken
de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti,
Tevrat ve İncil'i de öğretmiştim. Hani benim iznimle çamurdan bir kuş suretine
benzer bir şey yapar ve ona üfürüyordun da, iznimle (o çamur) bir kuş
oluveriyordu. Anadan doğma körü, abrası da yine benim iznimle iyi ediyordun.
Yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun ve hani İsrailoğullarını senden
çekmiştim. Kendilerine apaçık mucizelerle geldiğin zaman da içlerinden kâfir
olanlar: "Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir" demişlerdi."
111-
Hani havarilere "Bana ve Rasulü-me iman edin" diye vahyetmiştik, onlar
da "İman ettik, gerçekten Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol,"
demişlerdi. .
Ayet-i
kerimeler, Yüce Allah'ın yalnızca kendi iradesiyle Hz. İsa'ya lütfettiği
harikulade ve göz kamaştırıcı mucize ve nimetleri hatırlatmaktadır.
Hatırla
ey İsa, seni babasız bir anneden yaratarak benim her şeyi kemaliyle kadir
olduğuma kesin bir delil ve belge kılmak şeklinde sana verdiğim nimetimi!
Ve
yine hatırla, seni, zalimlerin ve cahillerin kendisine yaptıkları ahlâksızlık
iftirasından uzak olduğuna dair bir delil kılmak suretiyle annene olan nimetimi!
Çünkü ben seni beşikte iken konuşturmuş, sen de annenin suçsuzluğuna,
temizliğine tanıklık etmiştin.
Ve
seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim -Sahih görüşe göre o Cebrail (a.s.)'dir-
ve seni küçüklüğünde de büyüklüğünde de Allah'ın yoluna çağıran bir peygamber
kılmıştım.
"Beşikte
iken de yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun." Yani küçüklüğünde de
büyüklüğünde de insanları Allah'ın yoluna çağırıyordun. Anneni zalimlerin
itham ettikleri her türlü kusur ve ithamdan temize çıkarıyordun: "Şüphesiz
ben Allah'ın kuluyum, bana Kitab'ı verdi, beni peygamber kıldı, beni mübarek
kıldı." (Meryem, 19/30-31).
"Hani
sana kitabı ve hikmeti... öğretmişti." Yani yazı yazmayı ve kavrayışı
öğretti. Kitapları okuyor, senin için onlarda bulunan din ve dünyada faydalı
olacak bilgileri kavrıyordun. Hikmet, nazarî ve amelî bütün bilgileri kapsar.
Ben sana ayrıca (Allah'ın kelimi Musa b. İmrân'a indirilmiş bulunan) Tevrat'ı
ve İncil'i (ki bunlar benim sana vahyettiğim öğüt ve hikmetlerdir) öğretmiştim.
Bunlardan sonra bu iki kitabın anılması onların şereflerine dikkat çekmek ve
onları tazim etmek içindir.
Hani
sen çamurdan, uçan bir kuş suretinde şekiller yapıyordun. Bu hususta ben sana
izin vermiştim ve bunları sen iradenle yapıyordun. Sonra sen şekillendirdiğin
bu suretlere üflüyordun ve bunlar benim iznim ile bir kuş oluyordu. Bu tabiî
kiYüce Allah'ın izni ve yaratması ile uçan bir kuş oluyordu. Sen Allah'ın
takdir ettiğini yapıyor ve O'nun takdir ettiği şekilde üflüyordun, onu kuşa
dönüştüren ise Allah'tı. Bu iş kayıtsız şartsız değildi; ancak Allah'ın iradesiyle
gerçekleşen sayılı hallerde oluyordu.
Ayrıca
sen anadan doğma kör olanı (el-ekmeh'i) iyileştiriyordun. Bir çeşit deri
hastalığı olan baras hastalığına yakalanmışa da şifa veriyordun, ölüleri diriltiyordun.
Bütün bunlar ise benim iznim ve emrim ile oluyordu. Sen ölüleri kabirlerinden
çağırıyor, onlar da Allah'ın izni ve kudreti ile diri olarak ayağa
kalkıyorlardı.
Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamber ve bir elçi olduğuna dair kesin belge ve
delilleri getirdiğin zaman onlar seni yalanlayıp sihirbaz olmakla itham edince
ve seni yakalayıp asmak isteyince İsrailoğullarının sana zarar vermelerini
önleyerek, onların elinden seni kurtarmış, seni kendime doğru yükseltmiş,
onların kötülüklerine karşı seni ben himaye etmiştim.
Yüce
Allah böylelikle Hz. İsa'ya lütfetmiş olduğu bütün nimetleri (Kur'an-ı Kerim
üslûbunda) mazi (dili geçmiş) sigası ile ifadelendirdi ki, bunun vuku bulacağına
kesin delâlet etsin.
Havarilere
"Bana ve peygamberim İsa'ya iman edin" diye vahyetmiştim. Böylelikle
ben sana bir takım arkadaşlar ve yardımcılar da peyda etmiştim. Onlar,
"Allah'a ve Rasulüne iman ettik" dediler. Yani böyle demeleri onlara
ilham edildi, onlar da ilham edildikleri şeyi yerine getirdiler ve,
"Şahit ol ki bizler gizlide de açıkta da Allah'a itaat eden, ona teslim
olmuş kimseleriz" dediler.
Dikkat
edilecek olursa vahiy kelimesi, daha önce açıklandığı üzere, ilham anlamında da
kullanılabilir. Nitekim Yüce Allah "Biz Musa'nın anasına onu emzir, diye
vahyettik." (Kasas, 28/20) buyurmaktadır. Bunun ilham suretinde vahiy
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de
şöyle buyurmaktadır: "Allah bal arısına dağlarda evler edin, diye
vah-yetti." (Naiû, 16/68). [36]
112-
Hani Havariler "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin gökten bize bir sofra indirebilir
mi?" demişlerdi. O da "Eğer iman edenlerdenseniz Allah'tan korkun"
demişti.
113-
Onlar "İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz yatışsın, senin bize (peygamberlik
iddian ile ilgili) hakikaten doğru söylediğini bilelim ve biz de ona şehadet
edenlerden olalım" dediler.
114-
Meryem oğlu İsa "Ey Allahım, ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki,
bizden öncekiler için de bizden sonra gelecekler için de bir bayram ve senden
bir ayet olsun; bizi rızıklandır. Çünkü sen rızık verenlerin en
hayırlı-sısın" dedi.
115-
Allah buyurdu ki: "Şüphesiz ben onu üzerinize indiriciyim. Artık (bundan)
sonra aranızdan kim kâfir olursa ben onu âlemlerden hiç kimseyi
azap-landırmayacağım bir azapla azaplan-dırınm."
Ey
Muhammedi İsa'nın samimi arkadaşları olan Havarilerin ona şu sözleri
söylediklerini hatırla: Rabbin bize gökten bir yiyecek sofrası indirmeye razı
olur ve böyle bir işi yapar mı?
Bu
talep Yüce Allah'ın her şeye gücü yettiğini bilen mümin Havariler tarafından
yapılmış olmakla birlikte, güç yetirebilmenin söz konusu edilmesinden kasıt,
"O böyle bir işi yapar mı ve sen böyle bir istekte bulunacak olursan duanı
kabul eder mi?" sorularına cevap almaktır. Havariler bununla Yüce Allah'ın
her şeye kadir olduğuna tam bir inanç ve bilgi sahibi olduktan sonra, gözle
görmek, müşahade etmek ve itminan verecek bilgi sahibi olmak istediler. Nitekim
İbrahim (a.s.) de şöyle demişti: "Rabim bana ölüleri nasıl dirilttiğini
göster." (Bakara, 2/260). Çünkü düşünme ve habere dayalı bilgi hakkında,
ba-zan şüphe ve itirazlar söz konusu olabilir. Fakat gözle görülen maddî
şeylere dair bilgiye bu gibi şeylerin etki etmesi söz konusu değildir. İşte
bundan dolayı tıpkı Hz. İbrahim'in "Fakat kalbimin mutmain olup
yatışmasını istiyorum." Bakara, 2/260) dediği gibi Havariler de
"Kalplerimiz yatışsın" demişlerdi. [37]
es-Süddî
der ki: Rabbin indirebilir mi, ifadesinin anlamı, eğer böyle bir istekte bulunacak
olursan Rabbin onu sana verir mi, demektir. Bu da güç yetire-bilme kudretinin
kulların itaat etmelerini sağlayıcı bir yönü olduğunu göstermektedir. [38]
Taberî
de şöyle der: Bence doğruya daha yakın olan anlam şudur: Eğer bunu ondan
isteyecek olursan senin isteğini kabul edip sana istediğini verir mi?[39]
Kimisi
de şöyle demiştir: Ayet-i kerimede, "Sen Rabbinden isteyebilir misin"
kıraatine göre hazf edilmiş bir ifade vardır ki takdiri şöyledir: Rabbinden
isteyebilir misin? Hz. İsa onlara şu şekilde cevap verdi: İsraillilerin Musa
(a.s.)'dan isteklerini andıran böyle bir istekte bulunmaktan Allah'tan korkunuz.
Eğer gerçekten iman eden kimseler iseniz yani eğer sizin mümin olma iddianız
doğru ise...
Havariler
bu isteklerine dair mazeret belirterek şöyle dediler: Biz bu sofradan yemek
istiyoruz. Çünkü yemeğe ihtiyacımız var. Yüce Allah'ın kudretine senin
peygamberliğinin doğruluğuna dair kalbimizin yatışmasını ve yakîn bilgimizin
de artmasını istiyoruz. Çünkü duyu ve müşahadelerle elde edilen bilginin, delillere
teslimiyete dayalı nazarî bilgiye göre istenene delâleti daha güçlüdür. İşte
biz, buna tanık olmayan diğer İsrailoğullarma karşı bu mucizeye de tanıklık
edenlerden olmak istiyoruz; ya da Allah'ın birliğine ve kudretinin kemaline,
senin de peygamberliğine şahitlik edenlerden olmak istiyoruz. Böylelikle bu,
imana yahut imanın artmasına bir sebep teşkil etsin.
Hz.
İsa da dilekte bulundu ve dileği yerine getirildi. Böylelikle bu konuda onlara
karşı getirilecek delillerde bir eksiklik kalmasın, muhalefet ettikleri
takdirde onlara azap gelmesine bir gerekçe olmuş olsun.
Hz.
İsa şöyle dedi: Ey işlerimizin mutlak maliki ve velisi olan Rabbimiz! Üzerimize
şu Havarilerin göreceği şekilde semadan bir sofra indir. Onun ineceği gün
bizim için bayram olsun. Denildiğine göre o gün pazar günü idi. O günden
itibaren Hristiyanlar pazar gününü bayram edinmişlerdir.
Bu
hem bizden öncekilere, hem bizden sonrakilere yani bizim çağdaşımız olan
dindaşlarımıza da bizden sonra gelecek olanlara da bayram olsun. Ve senden bir
ayet, yani kudretinin kemaline benim de peygamberliğimin doğruluğuna delâlet
eden nezdinden gelen bir alâmet olsun.
O
sofradan da başkalarından da bedenlerimizi gıdalandıracak, besleyecek hoş ve
temiz rızıklarla rızıklandır. Sen nzık verenlerin en hayırlısısın. Yani bağışlayan
ve nzık verenlerin hayırlısısın. Çünkü sen Ganî ve Hamîd'sin, dilediğine
hesapsız rızık verirsin. Dikkat edilecek olursa Hz. İsa inecek sofranın faydasını
dinî ve toplumsal fayda istemesinden sonra duasında söz konusu etmiştir.
Halbuki Havariler bunun tam aksine sofradan yeme faydasını diğer faydalardan
öne almışlardı.
"Allah
buyurdu ki: Ben onu üzerinize şüphesiz indireceğim." Yani Yüce Allah Hz.
İsa'ya bir veya bir kaç defa bu sofrayı indireceği vaadinde bulundu. Allah'ın vaadi
ise gerçektir, O sözü doğrunun ta kendisidir. Nitekim bu sofra indirildi.
Fakat
verilen bu söz ile birlikte, muhalif hareket edilmesi halinde ceza da söz
konusu edilmektedir: "Artık (bundan) sonra aranızdan kim kâfir
olursa..."
Yani
bu sofranın indirilişinden sonra kim Allah'ı inkâr ederse şüphesiz ki ben onu,
diğer bütün âlemlerin kâfirlerinden -onların çağdaşları arasından- hiç bir
kimseye yapmayacağım oldukça ağır bir azap ile azaplandırırım. Çünkü artık bu
maddî delilden sonra kâfir olan yahut Allah'ın varlığına ve kudretine delâlet
eden kesin delil ve mucizelerle alay eden kimselerin ileri sürebilecekleri hiç
bir mazeretleri kalmayacaktır.
Sofrada
indirilen yiyeceklere gelince: Denildiğine göre bu, ekmek ve et ya da ekmek ve
balıktı. Taberî der ki: Sofrada indirilenler hakkında söylenecek doğru söz şu
olabilir: Sofra üzerinde yiyecek bir şeyler vardı. Bunun balık ve ekmek olması
da cennet meyvelerinden bir meyve olması da mümkündür. Ancak bunları bilmenin
faydası olmadığı gibi bilmemenin de zararı yoktur. [40]
Süyutî'nin
kaydettiği bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Sofra semadan, ekmek ve et
ile indirildi. Hainlik etmemeleri ve ertesi güne bir şey saklamamaları
emrolundu, fakat hainlik ettiler ve sakladılar. O bakımdan bunların hilkati
maymunlara ve domuzlara dönüştürüldü." [41]
116-
Allah "Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve anamı
iki ilâh edinin diye sen mi söyledin?" de d içi zaman o der ki: "Seni
tenzih ederim. Hiç bir şekilde hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz.
Şayet ben onu söylemiş isem sen onu bilmişsindir. Sen benim içimde olanı
bilirsin, ama ben senin zatındakini bilemem. Şüphesiz ki sen gaybleri hakkıyla
bilensin.
117-
Ben onlara, bana emrettiğin "Benim de Rabbim, sizin de Rabiniz olan
Allah'a ibadet edin" sözünden başkasını söylemedim. Ben aralarında bulunduğum
müddetçe üzerlerinde bir şahit idim. Ne zaman ki sen beni aldın, üzerlerinde
gözetici ancak sen kaldın ve sen her şeye hakkıyla şahitsin.
118-
Eğer sen onları azaplandırırsan şüphe yok ki onlar senin kullarındır ve eğer
onlara mağfiret edersen, yine şüphe yok ki sen Azîz ve Hakim olansın."
119-
Allah şöyle buyurur: "Bu gün doğru söyleyenlerin doğruluklarının fayda
vereceği bir gündür. Onlar için orada ebedî kalıcılar olmak üzere altından
ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da ondan
hoşnut olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur."
120-
Göklerin, yerin ve onlarda ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O her şeye
hakkıyla kadirdir.
Bu
ayet-i kerimeler bir tartışma yapmakta ve bir soruyu canlandırmaktadır. Bunlar
aynı zamanda kıyamet gününde Hristiyanlarm herkesin gözü önünde
azaplandınlacaklarını ve onlara sitem edileceğini de ihtiva etmektedir. Burada
hitap Resulullah (s.a.)'adır.
Ey
Muhammedi Sen Yüce Allah'ın İsa'ya şöyle bir soru yönelteceği mahşer gününü
hatırla! Ey İsa, insanlara beni annenle birlikte Allah'tan başka iki ilâh
edinin diye sen mi söyledin? Yani böylelikle tevhidi aşarak şirke yönelmelerini
sen mi söyledin? Şirk ise Allah ile birlikte bir veya daha fazla ilâh
edinmektir. Kişinin Allah'a ortak koştuğu bu varlığın bağımsız bir şekilde
zarar veya fayda vereceğine inanmasıyla yahut da Allah'ın bu konuda kendisine
güç ve yetki verdiğine inanmasıyla ya da etki ve üstün değeri dolayısıyla Allah
nezdinde bir aracılıkta bulunacağını kabul etmesi arasında hiç bir fark yoktur.
Nitekim Yüce Allah müşriklerin davranışlarını bize şöylece nakletmektedir:
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da vermeyen şeylere
taparlar. Bir de bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir,
derler..." (Yunus, 10/18); "Ondan başka veli edinenler "Biz
bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (derler)."
(Zümer, 39/3)
Ayetteki
soru, onun hakkında bilgi edinmek amacıyla sorulmuş değildir. Aksine bu soru,
Hz. İsa'nın ulûhiyyetini iddia edenlere bir azarlamadır. Ta ki böyle bir
sorudan sonra Hz. İsa'nın böyle bir şeyi reddetmesi, onları yalanlamakta daha
beliğdir ve bu daha ileri bir anlam ifade etsin, azar ve sitemi daha ağır olsun
diyedir. Veya bu sorudan maksat, ona kavminin kendisinden sonra bir takım
değişiklikler yaptıklarını ve kendisinin söylemediği şeyleri ona mal
ettiklerini öğretmektir.
Ayet-i
kerime Hristiyanlarm Hz. Meryem'i ve onun oğlunu iki ilâh edindiklerini
göstermektedir. Çünkü onlar Hz. Meryem'e ibadet ettiler, onu tasdik ettiler.
Onlar bununla da kalmayıp "Hz. Meryem bir insan doğurmuş değildir, o bir
ilâh doğurmuştur" dediler. İşte biribirlerinden oldukları için Meryem de
doğurduğunun derecesine sahiptir. Kimi Hristiyan fırkaları Hz. Meryem'i üç
üknu'ndan yani baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten birisi olarak kabul ederler.
Hz.
İsa Yüce Allah'tan öğrendiği delil ile şöylece cevap verecektir: "Seni
tenzih ederim," yani sana yakışmayan şeylerden sen uzaksın ve seninle
birlikte bir başka ilâhın bulunmasından münezzehsin. Böylelikle Hz. İsa, Yüce
Allah'ın zatında, sıfatlarında ortaktan münezzeh ve kendisine izafe edilenden
uzak olduğunu belirtmekte, kendisinin Allah'ın önünde boyun eğdiğini,
satvetinden korktuğunu açıklamaktadır.
Daha
sonra Hz. İsa, böyle bir batıl söz söylemekten uzak olduğunu belirterek şöyle
diyecektir: Benim hiç bir şekilde söylemem mümkün olmayan bir sözün benden
sadır olması, tarafımdan söylenmesi benim yapabileceğim bir iş değildir. Daha
sonra kesin reddini şu sözleriyle pekiştirecektir: Ey Allahım! Eğer ben böyle
bir söz söylediysem, zaten sen benim söylediğimi bilmişsindir. Çünkü senin
bilgin her şeyi kuşatıcıdır. Sen benim gizlediğimi, içimde sakladıklarımı dahi
bilirsin. Halbuki ben senin kendi zatına has zati bilgilerinden sakladığın hiç
bir şeyi bilemem. Sen bütün gaybleri kuşatansın. Olanı da olmakta olanı da
olacağı da bilirsin.
İşte
bu, Hz. İsa'nın vereceği cevaptır. O, ben böyle bir şey söyledim yahut
söylemedim demiyor; aksine bunu her şeyi kuşatan Allah'ın bilgisine havale
ediyor ve diyor ki: Eğer ben böyle bir şey dediysem zaten sen onu
biliyorsun-dur. Bu cevap oldukça ileri derecede bir edebî halini ortaya
koymakta ve Yüce Allah'ın huzurunda zilletini ve kalpten itaatle boyun eğişini
ifade etmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah, Hz. İsa'nın şu sözlerini nakletmektedir: Ben onlara itikat
ve ibadete dair hususlarda bana emrettiklerinden başka bir şey söylemedim.
Benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, dedim. Benim de onlar
gibi senin kullarından birisi olduğumu söyledim. Onlar arasında bulunduğum
sürece durumlarını gözetiyor, yaptıklarına tanıklık ediyor, batıl söz söylemelerine
engel oluyor ve hak söz söylemelerini istiyordum. Fakat ne zaman ki sen beni
aldın, yani beni alıp yükselttin, bu sefer onların davranışlarını, sözlerini
gözetleyen, onların yaptıklarını tespit eden sen oldun, zaten sen her şeye tanıksın.
Benim aralarında bulunduğum döneme de tanıksın. Bu ifadeler Hz. İsa'ya ona tabi
olanların fiillerini, söz ve inanışlarını tanıtmak sadedinde olacaktır.
Müfessirlerin
çoğunluğunun "Ne zaman ki sen beni vefat ettirdin (aldın)"
buyruğundan kasdın, semaya yükseltme şeklindeki vefat olduğu görüşündedirler.
Çünkü Yüce Allah "Muhakkak ben seni vefat ettireceğim ve seni kendime
kaldıracağım." (Al-i İnıran, 3/55) buyurmuştur.
Hasan-ı
Basri der ki: Yüce Allah'ın kitabında "vefat" tabiri üç anlamda
kullanılmıştır:
Birincisi
ölüm anlamına gelen vefat. Yüce Allah'ın: "Allah ölüm vaktinde ruhları
vefat ettirendir." (Zümer, 39/42) buyruğunda bu anlama gelir. Yani ecelleri
dolduğu vakit.
Diğeri
ise uyku vefatıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sizi vefat
ettiren O'dur." (En'âm, 6/60) Yani sizi uyutan O'dur.
Bir
de yükseltme, yukarı kaldırma anlamında kullanılışı. Bu konuda da Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ey İsa, muhakkak ben seni vefat ettireceğim"
(Âl-i İmran, 3/55). Buradaki anlamı da budur.
Daha
sonra Hz. İsa şu sözleriyle işi bütünüyle havale edecektir: Eğer sen kötülük
işleyeni azaplandıracak olursan elbetteki adaletin gereğini yapmış olursun.
Eğer insanlara, küfrüne rağmen mağfiret edecek olursan (buna dahi bir şey
diyemem), mülk senin mülkündür, kimse sana itiraz edemez. Sen sevap vermeye de
cezalandırmaya da kadir ve güçlü olansın. Mutlaka sen, hikmetin gereği ve doğru
olarak karşılık verensin, Hakîm olansın.
Burada
şöyle bir soru sorulabilir: Allah şirki bağışlamayacak olduğu halde, Hz.
İsa'nın "Ve eğer onlara mağfiret edersen..." demesi nasıl
açıklanabilir?
Cevap:
Hz. İsa'nın söyleyeceği bu sözden kasdı işi bütünüyle Allah'a havale etmektir.
O dilediğini yapar, dilediği hükmü koyar. Kimse hükmünü geri çe-viremez, kimse
O'nun hükmünü sorgulayamaz. Bu cevabı Hz. İsa bütünüyle itirazı ve O'na karşı
bir şey söylemeyi terk etmek için söyleyecektir.
Yüce
Allah'ın, "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz."
buyruğuna gelince: Bu, şer'an delilin gösterdiği vakıayı ifade etmektedir. Bununla
birlikte ehl-i sünnetin görüşüne göre, Yüce Allah'ın kötülük işleyene mağfiret
etmesi, itaat edeni de cezalandırması mutlak irade ve meşîete göre aklen
mümkündür. Mutezile ise şöyle derler: Ceza Allah'ın günahkâr üzerindeki bir
hakkıdır. Onu kaldırmakta da Allah'ın bir zararı yoktur.
Hz.
İsa'nın söylediği sözler, kendisine tabi olan kimselere hiç bir şekilde
şefaatte bulunma yetkisine sahip olamadığını da ihtiva etmektedir. Çünkü şefaat,
hiç bir şekilde, Allah'a ortak koşmuş olan kimsenin nail olacağı bir şey değildir.
Yüce
Allah bu suredeki tartışmayı şu buyruğu ile sona erdirmektedir: "Allah
buyurur: Bu gün..." Yani şüphesiz kıyamet günü olan bu gün imanlarında,
şahitliklerinde, dünyadaki sair söz ve fiillerindeki doğrulukların faydalı
olacağı bir gündür.
Doğruların
mükâfatı köşk ve ağaçlarının altından ırmaklar akan cennetlerdir. Onlar orada
ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'tan onlara bir mükâfattır. O onlardan öyle
bir razı olacaktır ki, ebediyyen bir daha gazap etmeyecektir. Onlar da
kendilerine verilen bu mükâfattan, sevaptan razı olacaklardır. İşte elde
edilen bu büyük mükâfat, hayrı pek büyük olan büyük bir zaferdir. Bu zafere
kavuşanın makam ve mevkisinin şerefi alabildiğine yüksek olacaktır.
Daha
sonra Yüce Allah, Hristiyanlann Hz. İsa'nın ilâh olduğuna dair gördükleri
uygun bir hususu söz konusu etmekte ve göklerle yerin mülkünün kendisinin
olduğunu bildirmektedir. Bunların mülkü İsa'nın ve diğer mahlûkatın değildir.
Bunlardaki her şey de yalnız Allah'ın mülküdür. Allah mutlak olarak her şeye
kadirdir.. Allah'ın mülkiyetinde bulunan ve Allah'ın kadir olduğu her şey ise,
Allah'ın kuludur. Her şey Allah'ın yaratmasıyla olur. Bu konuda İsa, Meryem ve
başkaları arasında hiç bir fark yoktur. Kulluğun da bundan başka bir anlamı
yoktur. Böylelikle her ikisinin de Allah'ın kulu olduğu sabit olmaktadır.
Çünkü mülk ve kudret yalnızca Allah'ındır, bunda hiç kimsenin O'na ortaklığı
yoktur. [42]
[1] Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl.
[2] Taberî, VII/3.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/10-11.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/12-14.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/16-17.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/18-19.
[6] Taberî, VII/10.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/23.
[8] Taberî, VII/11.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/24-27.
[10] Taberî, VII/22.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/36-38.
[12] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 11/462.
[13] İbnü'\-Arabî,Ahkâmu'l- Kur'ân, 1/150.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/38-43.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/51.
[16] Râzî,XII/87.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/51-58.
[18] Taberî, VII/50.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/70-72.
[20] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 120; Süyûtî,
Esbabu'n-Nüzûl.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 4/73-74.
[21] Râzî, XII/102.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/74-76.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/78-79.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/80-81.
[25] İbni Kesîr, 11/107.
[26] Taberî, VII/56; İbni Kesîr, 11/107.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/85-86.
[28] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 21.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/90-91.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/92.
[31] Taberî, VII/75.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/95-96.
[33] Zemahşeri, 1/488.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/97-99.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/104-105.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/108-110.
[37] Kurtubî, VI/365.
[38] Râzî, XII/129.
[39] Taberî, VII/84.
[40] Taberî, VII/88.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/113-115.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
4/119-121.