Ekin Yayınları
1. KURANIN ÖNÜNE GEÇEN YÖNTEM ARAYIŞLARI
I- TARİHTE KUR’AN’IN ÖNÜNE GEÇEN YÖNTEM ARAYIŞLARI
A- Atomik Tefsir Yönteminin Temsil Ettiği Sapma
B) Kadim Kültürlerin ve İsrailiyatın Etkisi ile Gerçekleşen Sapma
1) Bâtınî Tefsirin Temsil Ettiği Sapma
2) İsrailiyat'tn Etkisi ile Oluşan Sapma
a) Güneş, Ay ve Aya Vurulan Şamar Hakkında
b) Kudüs mü Mekke mi; ya da Dünya'nın Ortası Neresi?
II- Günümüzde "Modernizm'in Etkisi İle" Kuranın Önüne Geçen Yöntem Arayışları
1- Tarihselciliğe İlişkin Çerçeve Tanımları
b) Öngörüsel Tarihselcilik ve Popper'in Yaptığı Eleştiriler
c) Yorumsal Tarihselcilik ve Kur'an
3) Tarihsetciliğe İmkan Sağlayan Bir Yorumlama Yöntemi Olarak Hermönetik
4- Filoloji'nin Tarihselcitiğe Yaptığı Hizmetler!
5- İnsanlığın Üretilmiş Kültürel Zeminleri ve Yorumun Tarihseltiği
6- Kur'an Hangi Kültürün Ürünü?
7- Tarihselciliğin Kur'an'a Uyarlanmasında Ortaya Çıkan Sefalet
a) Beşerî Ürünler için Geliştirilmiş Yorumlama Yöntemleri ve Kur'an
b) Kur'an'ın Hükümlerine Belli Bir Zaman Tayin Etme Basiretsizliği
c) Tarihselciliğin Kur'an'ı Kategorize Etme Çabası
a-1) Ahlaka İndirgenen Bir Din Tasavvuru
a-2) Gadamer'den Fazlur Rahman'a Tümel-Tikel Ayırımı
a-3) Nassları Külli-Cüzî Ayırımına Tabi Tutmak Ahlâkî mi?
a-4) Yasama Ruhunun Fiilî Yasamanın Önüne Geçme Hakkı Var mı?
b) Fozlur Rahman'ı Yeniden Üreten Yerel Tarihselciiik
b-1.) Şeriatı Dinamize Etme İddiası Üzrinden Tarihselcilik
b-2.) Kur'an'a 'Hatıra ve İbret' Olacak Kadar Değer Biçen Tarihselcilik
Tarihsel Koşullara Kilitlenebilir mi?
a) Hasan Hanefî'nin Kur'an'a Antropolojik Yaklaşımı
b) Hanefi'nin Şekil ve Görüş Değiştiren İlah Tasavvuru
c) Hanefi'nin, Kalkınma ve İlerleme Projesine Aradığı Fetva Kaynağı
10- Kur'an'ın İlahi Mesajı Tarihin Nesnesi mi Öznesi mi?
11- Ma'hûd İle Ma'hûda Kilitlenmek Arasındaki İnce Çizgi
a) Rasulullah'ın Eşleri: Mü'minlerin Anneleri
b) "Savaş İçin At Beslemek" Hükmünün Evrensel Mesajı
d) Kadın Bakışıyla Tarihselcilik
e) Zıhar Örneği Üzerinden Yürütülen Tarihselcilik Tartışmaları
Kısaltılabileceği Hükmü" Tarihsel mi?
3) 'Çocuğun Taşınması ve Sütten Kesilmesî'nde Süre Tayini
h) Tarihselcilerin Faizi Meşrulaştırma Gayreti
ı) Kölelikle İlgili Hükümlerin Evrensel Boyutları
12- Hükümîerdeki Umum-Husus İlişkisi ve Tarihselciliğin Konuya Duyarsızlığı
13- Müslüman Tarihsetcilerin Sefaleti
a) Kur'an'ı Antropolojik Okumak ve Yorumlamak
b) "Kalkınma ve İlerleme İdeolojisi" İçin Kur'an'ı Alet Etmek
c) 'Aşağıdan Yukarıya' Bir Anlama ve Yorumlama Yöntemini Savunmak
d) Kur'an'ı Lafız-Metin Kategorileri İçine Sıkıştırmak
e) İnsanı Kuşatan İzafî Şartların Lehine, Yorumun İzafiyetini Savunmak
f) Tümel-Tikel Ayırımı ile Kur'an'ın Nasslarını Birbirine Kırdırmak
f-2.) İlahi Kelam ile Kur'an Arasında Yapılan Ayırımın Tutarsızlığı
14) Hz. Ömer'in Hikmetli Uygulamaları Bir "Ta'til veya Nesh Çabası" mıdır?
B- Sözde Evrenselcilik Üzerinden Tarih-Üstücülük
I- İlâhî Bir Mesajın Evrensel Olmaması Düşünülebilir mi?
a) Risaletin Gayesini Bir Alanla ve Bir Irkla Sınırlama İhaneti
b) Risalemin Öncelikli Hedefi ve Ebediyete Dönük Ufku
c) İslam Ümmetinin İnsanlığa Şahitlik Yapma Görevi
2- Kur'an'a Yeni Yetme Anlamlar Takdir Eden Tarih Üstücülük
a) Bilimsel Tefsir Yönteminin Temsil Ettiği Sapma
a-1.) İmam Gazali'nin Açtığı Çığır
a-2) Râzi'nin Döşek Meseline Getirdiği Yorum
a-3.) Said Nursi'de Çok Anlamlı Yorumlama Yönteminin İzleri
a-4.) Kur'an'da Aya Gidileceği Yazıyor mu?
a-6.) Mescid-i Aksa, Medine'ye Ne Zaman Taşındı?
3- Şatıbi’nin Bilimsel Tefsire Yönelik Tenkitleri
4- Modernizm'in Sözde "Kur'an Merkezli İslam" Projesi
a) Yaşar Nuri Öztürk Tecrübesi
a-1.) Yaşar Nuri'nin Kur'an'a Rağmen Kullandığı Kaynaklar
a-2.) Tarihselciliğin Tersten Okunması: Sözde Evrenselcilik
a-3.) Ma'hûdun Önemi ve Eşhuru'l-Hurum Konusu
a-4.) Eyyâmün Ma'dûdât Tahsisini Görmezden Gelen Reformculuk
Kur'an'ın Musarraf Beyanında Yapılan İki Tahsis: Yevmeyn/İki Gün Ve Yevmü'l-Hacci'l-Ekber
Fiyd Terimi Üzerindeki "Ulusal Gurur Gölgesi"
Ficar Savaşları Ve Nesî Bid'ati
a-5.) Kurban İbadeti Etrafında Koparılan Yaygara
a-6.) Sözde Evrenselicilerin Tefsir Usûlü ile Başörtüsü Konusu
b) Mealci Hurufîlikten Rasullük İddiasına Edip Yüksel
c) Hurafeleri İslahta Mu'tedil-Orta Yol
d) Evrenselciler Ne Kadar Evrenselci?
e) Tarihselcilerle Tarih Üstücülerin Ortak Yanları
2. KURANIN ONAYLADIĞI KAYNAKLAR
A- Kur'an'ın Arapça Oluşunun Hikmetleri
1- Dil olarak Arapça'nın vurgulandığı ayetler
2- Kur'an Dilinin Aslî Yapısındaki Apaçıklık
B- Kur'an Arınmak İsteyenler İçin Kolaylaştırılmıştır
C- Dilbilim Eserlerinin Kur'an'ın Anlaşılmasına Sağlayacağı Katkılar
1- Dilbilim Kitaplarının Rolü Nereye Kadardır?
3- Nüzul Ortamı İle Kur'an Arasındaki İlişki
a) Kelimelerin Terimleşme Süreci
b) Kur'an Dilinin Koşullanması mı, İlâhî Vahyin Kuşatıcılığı mı?
A- Kur'an'ın İlk Muhatapları Olan Sahabeler
B- Kur'an'ın Musaddık-Müheymin Sıfatları Bağlamında Nüzul Ortamının Değeri
1- Musaddık Bir Kitap Olarak Kur'an
Zikir Ehli'ne Sormak Edilgen Bir Tutum Değildir.
2- Müheymin Bir Kitap Olarak Kur'an
3- Kur'an'ın Müheymin Sıfatı ile Ortadan Kaldırılan Bazı Gelenekler
c) Mina'da Putlar ve Kabileler İçin Düzenlenen İftihar Meclisleri
g) Evlatlıkların Boşadıkları Kadınlarla Evlenme Yasağı
4- Kur'an'ın Musaddık Sıfatı ile Koruma Altına Alınarak Tahkim Edilen Tevhîdî Örfler
Sünnetsiz Namazın Handikapları
d) Haram Aylarda Savaşmama Örfü
e) Hacc Aylan, Bu Aylar İçinde "İki Önemli Gün" ve Bu İki Günün En Önemlisi
g) Kurban: Bir Armağan, Bir Yakınlaşma Vesilesi
g-1.) Kaldırılan Adetler ve Onaylanan Örfler Bağlamında Haccda Kurban
g-3.) Kurbanla İlgili Diğer Terimler: Hedy, Qalâid ve Büdün
j) Sa'y Safa ile Merve Arasındaki Şavtlar
A- Sünnetin Kur'an'daki Anlam Alanı
I) "Allah'ın Sünneti" Terkibinin Tahlili
2) Sünnet Kelimesinin Kur'an'daki Bağlamları
B- Rasulullah'ın Örnekliğini Takdirde Gözetilmesi Gereken Dengeler
a) Kur'an İlke, Sünnet Onan 'Sahih Davranış Modelleri'dir
b) Kur'an Kelam-Kelime/Kavl ve Hadis; Sünnet 'İlahi Kelamın Şahitliği'dir
2- Rasutullah'ın Sünnetinin İlâhî Denetime Tabî Oluşu
a) Rasulullah'a Tabî Olma Sorumluluğumuz
a-1.) Rasulullah'ın Övülen Şahitliği
a-2.) Rasulullah'ı Örnek Alma Sorumluluğumuz
a-3.) Allah'ın Seçtiği Bir Rasûl Olarak Muhammed (s)
a-4.) Rasulullah'ın Örnek Kişiliğinin Ümmet İçin Anlamı
Allah Tarafından Seçilmiş Olması
Tezkiye Edilmiş Ve Tezkiye İle Görevlendirilmiş Oluşu
Tebliğ Ve Tebyinle Görevlendirilmiş Olması
3) Rasulullah'ın İlâhî Denetim Altında Yerine Getirdiği Kur'an'ı Teşhid Görevi
a) İlahi Vahiyle Korunması/Rasul Olarak Muhammed (s)
b) Tenkit Edilmesi/Abd Olarak Muhammed (s)
a) Peygamberimizin Risaletiyle İlgili Fiilleri
a-1.) İtaat Edilmesi Vacib/Farz Olan Fiilleri
a-2.) İtaat Edilmesi Tavsiye Edilen Fiilleri
b) Peygamberimizin Beşeriyetiyle İlgili Filleri
b-1.) İnsanlık Örfü Gereğince İşlediği Fiiller
b-2.) Arap Örfü Gereğince İşlediği Fiiller
b-3.) Sırf Peygamberimize Özgü Durumlar
C- Sünnet ile Hadis Arasındaki Farklar
1- Her Hadis Sünnetin Bağlayıcı Kaynağımıdır?
2) Hadisin Kaynaktan Bize Ulaşırken Geçtiği Engebeli Yollar
a) Peygamberimize Yahudilerin Sihir Yaptığına İlişkin Haberler
b) Emrullaha/Allah'ın Koyduğu Fiziksel Yasalara Aykırı Rivayetler
3- Hadis Dirayet İlminde Kur'an'a Arz Yöntemi
a) Aişe (r) Validemizin Hadisleri Kur'an'a Arzı
İkincisi: İbn Ömer'in "ölülerin işitebileceği"ne ilişkin rivayeti
b) İmam Ebû Hanife'nin Hadisleri Kur'an'a Arzı
D- Rasulullah'ın Teşrî Yetkisi
1- Rasulullah'ın Hüküm Verme Şekli ve Teşrî Yetkisinin Sınırları
a) Rasulullah'ın Kıraat ve Talim Görevi
a-1.) Teşri İlleti Değişmemiş Hükümler
a-2.) Teşrî İlleti Bilinen Hükümler
a-3.) Teşrî İlleti Tespit Edilemeyen Hükümler
2- Rasulullah'ın Hüküm Vermede Temel Kaynağı
E- Hadisin Kur'an'ı Neshi Caiz midir?
1- Kur'an'ın Nüzul Ortamı ve Sünnet Üzerindeki Müheymin Yetkisi
2- Hadisler Kur'an’ı Nesh Edebilir mi?
a) Hadisin Kur'an'ı Neshini Caiz Görenler
a-1.) Azı Dişli Hayvanların Yenilmesi Haram mıdır?
a-2.) Mirasta Vasiyet Yok mudur?
a-3.) Recm Tatbikatı Celdeyi Nesh mi Etmiştir?
b) Hadisin Kur'an'ı Neshini Caiz Görmeyenler
3- Hadis Kur'an't Değil, Kur'an Hadisi Neshedebilir
a) Rasulullah'ın Beyan Ettiğinin Kur'an Olması ve Ona Tabi Olması
b) Sünnetin Kur'an'dan Hayırlı Olmayıp Ona Tabi Olması
c) Rasul Kur'an'ı değil, Kur'an Rasul'ü Yönlendirir
3. KURAN TEK KAYNAK MI, TEMEL KAYNAK MI?
I- Hasbüna Kitaballahi/Bize Allah'ın Kitabı Yeter
A- Ahbârî-Usûlî /Ehli Hadis-Ehli Re'y Çekişmesi
1- Ahbârîlerin Hadis İle Tarruzu
B- "Only Qur'ancılık/Yalnız Kur'an"cılık
a) Başörtü Ayetine Takdir Edilen Seküler Meal
b) Mealcilerin Abdestin Bozulmasını İmkansız Hale Getirme Gayreti
c) Namazın Sünnet'teki Şahitliğini Reddetme İnadı
d) Dâbbetü'\-Arzı Tarihüstü Yorumlarıyla "Bilgisayar" Yapan Hurufîlik.
2- "İslam Dini'nde Niçin Yalnız Kur'an" Adlı İbretlik Bir Kitabın "Oruç Bağlamında" Tahlili
3- "Only Qur'ancılar"ın Kaynakları
II- Vasat Ümmete Yakışacak Dengeli Yaklaşım Denemeleri
A- İlahi Ahkam Tarafından Belirlenen, İslam'ın Dengeleri
1- Ne 'Saf Tarihselcilik' Ne de 'Sözde Evrenselci Tarih Üstücütük'
2- Meal Okumakla, Meatcilik Arasındaki Denge
3- 'Ahkâmın Tagayyuru' ile 'Mevrîdi Nassda İctihad Yoktur' Kaideleri Arasında Denge
a) İfrat İle Tefriti Uzlaştırma Denemesi
a-1.) İndirilmiş-İletilmiş Nasslar Üzerinde Zamanın Rolü
a-2.) Üretilmiş Beşeri Hükümler Üzerinde Zamanın Rolü
B- Kur'an Tek Kaynak Değil, Temel Kaynaktır
2- Yaş-Kuru Her Şey Kur'an'da Var mıdır?
3- Şahitlik, Sözlü Bir Hitabın Yazılı Kaynağında Nereye Kadar İmkanlıdır?
4- Temel Kaynağın Ne Olduğuna İlişkin Muaz Hadisinin Yaklaşımı
4. KURANIN REHBERLİĞİNDE KURANI ANLAMA USÛLÜ
I- Hem Kitabın Hem De Hikmetin Kaynağı Kur'an
A- İlahi Kaynaklı Bir Kitaptır, Kur'an
B- Çelişkisiz Bir Kitap'tır, Kur'an
C- Mahfuz Bir Kitaptır, Kur'an
1) Gayb Alemi'nde, Kur'an'ı Çevreleyen "Güvenlik Kuşağı"
2) Emin Sıfatlı Melek Elçiye Emanet Edilerek Devam Eden Korunma
3) Emin Sıfatlı İnsan Elçinin Kalbinde Devam Eden Korunma
a) Rasulullah'ın Apaçık Tebliği Esnasındaki Koruma
b) Kıyamet'e Dek Sürecek "Güvenlik Kuşağı"
D- Arınmak isteyenler İçin Kolaylaştırılmış Bir Kitaptır, Kur'an
E- Eksiksiz Bir Kitaptır, Kur'an
1- Mufassal Bir Kitap Olarak Kur'an
2- Musarraf Bir Kitap Olarak Kur'an
3- Müfesser Bir Kitap Olarak Kur'an
a) Kur'an'ın Musarraf, Mufassal, Müfesser Oluşunun Boyutları
F- Arapça Bir Kitaptır, Kur'an
1- Kur'an'ın Arapça Oluşunun Hikmetleri
a) İlâhî Vahyin Arap Lisanı ile İndirilmiş Olması
b) Kur'an'ın Arapça'da Kolaylaştırılmış Olması
c) Kur'an'ın Arapça'daki Belagatı
G- Aceben/İlginç Bir Kitaptır, Kur'an
III-Kur'an'ı Nasıl Okumalıyız?
A-Yöntemin Temel İlkelerini Kur'an'dan Çıkararak
B- Kur'an'ı, Tefsir Usûlü'nün Anahtar Terimlerini Bilerek Okumalıyız
C- Amacına Uygun Olarak Okumalıyız
1-Allah'ın Adı ile Ve Arınmak İçin Okumalıyız
a) Besmele ile Başlamak Farzdır
2) Tağutları İnkar Ederek Okumalıyız
4- Arınmak İsteyenlere Öncelik Vererek Okumalıyız
1- Hikmetlerini Tefekkür Ederek Okumak
2- Sorumluluklarımızı İdrak Etmek İçin Okumak
F- Bilinçlenmek İçin Okumalıyız
Bizi Âlim Yapacak Bir Okuyuş Hedeflemeliyiz
1- Huşu ile Okumanın Vakitleri
2- Makam-ı Mahmûda Erişmeyi Hedefleyen Bir Okuyuş
1- Kaynağından Tertîlen-Tenzîten İnmiş Bir Kitap Olarak Kur'an
1- İnanç ve Eylem İçin Bilgilenmek
Şüphesiz bir kaynak olarak Kur'an'ın değeri bütün müslümanlar için kutsiyet ifade eder. Bu, tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıktır. Fakat söylem düzeyinde kaldığında ümmetten hiç kimsenin itiraz etmediği bu hakikat, hayat içinde naifleşebilmektedir. İnsan yaşamının ürettiği sorunların çözülmesi İçin merhameti sonsuz Rabbimiz tarafından lütfedilen Kur'an ile onun ilk muhatabı Rasulullah ve ilk örnek nesil arasındaki o canlı ve sahih ilişkiyi yeniden kurabilmek -veya bu konuda taşınması gereken sorumluluğu üstlenmek- bazı dönemlerde mümkün olamamıştır. Yine İslam ümmeti açısından, Kur'an ile içinde bulunduğumuz dünya arasında dengeli bir şekilde doğru irtibat kurmak, her zaman gerektiği biçimde başarılamamıştır. Bu başarısızlığın özgün nedenleri olduğu gibi, dış şartların dayatmasıyla gündeme gelen suni sebepleri de olmuştur.
Zaten Kur'an'ın indirilişinden bu yana, ümmetimiz için şu iki sorun hep var olagelmiştir:
Birincisi; "Kur'an'ın yaşanan hayata nasıl müdahale edeceğfdir. İkincisi ise, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s)'in ilke düzeyinde takip ettiği yol ve yöntemlerin ve şahitliğini yaptığı 'amelî örneklikler'in Kur'an karşısındaki durumunun hangi düzlemde ele alınacağıdır. Aslında yukarıda iki soru ile ortaya koymaya çalıştığımız bu mesele, özgün olan yönleriyle çözümsüz ve çetrefilli bir karakter arz etmez. İlahi kelam ile "fıtratında fücura eğilim bulunan insan" arasındaki münasebetten neşet etmesi dolayısıyla bundan tamamıyla kaçınmak mümkün değildir Ayrıca beşeri zaaflarla mukayyet olan mü'minlerin halisane gayretlerine rağmen de birtakım sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Bu yönüyle ortaya çıkan sorun özgündür.
Fakat ümmetin dışından fitne çıkarmak gayesiyle, hedef şaşırtmak amacıyla yürütülen faaliyetler çeşitli tuzaklar taşıdıkları için -kuzu postuna bürünerek aramızda dolaştığı için- teşhir edilmeye ihtiyaç duymaktadır. Ümmetin dışında geliştirilip fitne çıkarmak gayesiyle ortaya atılan tartışmalar, geçmişte Yahudi teolojisi, Helen-Hristiyan kültürü ve Moğol sömürgeciliği ile gündeme gelmiştir. Günümüzde ise Batı emperyalizminin kendisinin dışındaki halkları sömürmek maksadıyla kurumlaştırdığı oryantalizm suni tartışmaların ilk akla gelen teşekkülleridir. Gerek geçmişte gerekse modern dönemde ortaya çıkmış olan bu tür teşekküllerin öz karakteristikleri ve müslümanlar üzerinde yaptıkları etkilerin boyutları etrafında konuyu döndürüp dolaştırmak niyetinde değiliz.
Kur'an ile hayat ve kendimiz arasındaki ilişkiyi kurarken bugün için karşılaştığımız sorunlardan biri de, tarihi süreç içerisinde bulanıklaşan doğru anlamın aslında ne olduğudur. Buna ek olarak, aynı eksende yer alan bir başka sorun da vahyin canlı tanığı olan Rasulullah'ın örnekliği üzerinde oluşmuş toz bulutlarının nasıl temizleneceğidir.
Aslında İslam ümmeti, zinde dönemlerinde ilahi vahiy ile onun ilk muhatabı -elçisi- Rasulullah ve yaşanan hayat arasında doğru münasebetler kurmayı çoğu zaman başarmıştır. Bunun güzel örneklerini de nesilden nesile aktarmıştır. Fakat bu sorunlar fitne konusu yapıldığında, düşman için bir ayartma vesilesine -silaha- dönüşebilmektedir.
Ümmetimizin içinde bulunduğu sorunları hissediyor oluşumuz, sapmadan -müdahane yapmadan, savrulmadan- sırf Allah'ın rızasını arayan bir gönülle, ümmetimizi yeniden inşa etmek, insanlık için elzem olan değerlerimizi yeniden ihya etmek için dertlerimize çareler aramaya bizi zorlamaktadır.
Bu niyetlerle kaleme aldığımız çalışmamızın üç amacı vardır:
Birincisi; sorunları çözme niyetini izhar ettiği halde, sözde evrencelcilik adına -aslında tâğutla uzlaşma adına- "Rasulullah ile Kur'an arasında var olan irtibatı koparıp yerine egemen değerleri öne süren ve kendi hevasını yerleştirenler"i teşhir etmek.
İkincisi; ilahi vahyi, modern hayata hakim kılma iddialarına rağmen, Kur'an ile hayat arasında kurulması gereken zorunlu ilişkiyi Kitab'ın bir bölümü ile sınırlayan -bir kısmını da tarihe kilitleyip gömen- tarihselcilik tartışmaları etrafında gündeme gelen yaklaşımları değerlendirmek.
Üçüncüsü ise; Kur'an ile hayat ve Kur'an ile Rasulullah arasında kurulması gereken doğru münasebeti oluşturarak, sahih bir anlama ve amelleştirme yöntemini göstermeye çalışmak.
Bir anlama yöntemi olarak, sözde evrenselcilik -gerçekte tarih-üstücülük- de tarihselcilik de, Kur'an üzerinde metin dışı olguların belirleyici olmasını meşru görmektedir. Oysa bize hem hafızlar yoluyla hem de mushafın kendisi yoluyla -yazılı bir şekilde- tevatüren gelmekte olan Kur'an karşısında müminlerin konumu, onu tebyin ve teşhid etmekten öte olmamalıdır. Yani müslümanlardan hiç kimsenin, ilahi kelama metin dışı olgulardan hareketle, dilediği anlamı takdir ve tayin etme hakkı olamaz. Oysa bir yorumlama yöntemi olan tarihselcilik ve metnin kendi iç bütünlüğünü, iniş ortamındaki bağlamını hiçe sayan sözde evrenselcilik ilahi kelam karşısında kendilerini son derece hür ve sorumsuz hissederek bir "tefsir" faaliyeti peşindedirler.
Kur'an'ı yorumlamada tarih-üstücü (sözde evrensel) okuyuş şekli "çağdaş dünya"yı baz almakta, kendi illetli ben'ini merkeze alarak ilahi kelama onda olmayan anlamlar takdir etmektedir, tarihselcilik ise, bağlamı içinde ilahi kelamı anlamak adına, onu hükmü geçersiz hale gelmiş bir "târihî hatıra" mesabesine indirgemektedir. Bu yönleriyle her iki proje de "modern"dir. Her iki proje de Kur'an'ı asıl kaynak olmaktan, hayata hakim kılınması gereken bir kitap olmaktan çıkarmaktadır. Her iki proje de Allah'ı ve indirdiklerini, O'nun elçisini değil, kendi beşeri varlığını merkeze koymaktadır.
Tarihselciler Kur'an'ın nüzul ortamı ile ve Sünnetle ilişkisini kurma konusunda şüphesiz daha tutarlı ve daha başarılıdırlar. Fakat ulaştıktan doğruları iniş ortamına kilitlemek suretiyle bu başarılarını gölgelemişlerdir, tarihselcilerle tarih-üstücülerin ortak yanlarından biri de göreceli neticelere ulaşmak hususundadır. Her ikisi de yorumun merkezine çağdaş dünyanın verilerini koymak suretiyle izafî bir sonuca ulaşmayı daha baştan garantilemiş olmaktadırlar. Dolayısıyla her iki yorumlama yöntemini öneren çağdaş proje de Kur'an'ı ikincil kaynak durumuna düşürmektedir. Hem de iddiaları aksi yönde olmasına rağmen.
Tarihselcilik de tarih-üstücülük de modernist birer projedirler. Fakat açıkça laikseküler bir paradigmayı savunmamaktadırlar. Sekülerist modernizmle bu yorumlama yöntemlerinin ne derece denk düştüğüne ilişkin, çalışmamız içerisinde yer yer değiniler bulunmaktadır.
Fakat bu çalışmanın kapsamını gereksiz yere genişleteceğinden dolayı, muhatap kitlemizin içinde yaşadığı ve yakından tanıdığı, dönemsel koşulların ifsad edici bir ürünü olan sekülerisi modernizmin kendisine ilişkin geniş mülahazalara girişmeyeceğimizi belirtmek isteriz.
Amacımız, Rabbimizin inzal buyurduğu doğruları ufkumuzun ve gücümüzün elverdiği oranda beyan edebilmektir. Bu beyan sorumluluğumuz bize, yaşadığımız tüm sorunların çözümlenmesi maksadıyla Yüce Allah'ın rehberliğine sözlü elçilik yapan Kur'an'a başvuruda bulunmayı gerektirmektedir. Çünkü rehber, bizim tehlikelere açık akli yeteneklerimiz değil; doğrudan ilahi kelamın yolumuzu aydınlatan ışıklardır.
İlahi vahyin doğrularına rağmen "üretilmiş bir din" projesi ile insanların karşısına çıkmamız da söz konusu değildir; yapmaya çalıştığımız, Rabbimiz tarafından indirilmiş ve de peygamberimiz tarafından iletilmiş olan Kur'an'dan çıkardığımız doğruları "beyan etmek", susmadan haykırmaktır.
Ölene dek nefsini tezkiye etme/ilahi vahiyle arındırma sorumluluğu taşıması gereken biz mü'minlerin Kur'an ahlakı gereğince, kendini masum addederek temize çıkarması düşünülemez. Bu nedenle ulaşabildiğimiz tüm doğruların asıl kaynağının tevfîk ve inayet sahibi Yüce Allah olduğu, yanlışlıkların ise bizim nefsimizden neşet ettiği unutulmamalıdır.
Fevzi Zülaloğlu Sarıyer 2001 [1]
Kararsızlıklarımızın kararı, çekimserliklerimizin netlik ölçüsü, sorunlarımızın temel çözüm kaynağı olan Kur'an nasıl bir kitaptır? Bu sorunun en doğru cevabını yine Kur'an'dan öğrenmekten başka bir çaremiz yoktur. Aksi halde hedefin etrafında dolaştığımız halde bir türlü gerçek amacımıza ulaşamamak kaderimiz olacaktır. Kur'an kısaca, bilgilendiren, bilinçlendiren, inanç aşılayan, ezeli ve ebedi varlık alanlarına dair kesin, çelişkisiz anlamlar kazandıran söz ve içerik uyumu bakımından aynısı ile taklidi imkansız bir hidayet kitabıdır.
Her insanın, kendine ait benlik oluşum safhasında, asla kaçamayacağı sorular vardır:
Ben kimim, nereden geliyorum, sonum ne olacak? v.b. Bu soruları ciddiye alıp yanıtlamaya çalışanlar için insan benliği, bazı eksik cevaplar verebilmektedir. Benliğimize, doğmadan önceki yaratılış sürecimizde yerleştirilmiş olan "mutlak hakikati kavrama yeteneği"nin körelmemesi için, doğruyu aramaktan vazgeçmemek ve geçici dünya ayartılarına takılıp kalmamak gerekmektedir. Yanlış adreslere başvurarak zaman kaybetmemek için de, bir rehbere ihtiyaç vardır.
Bizi yaratan, başıboş donanımsız bir vaziyette yeryüzüne salmayan Rabbimiz hayatımızı idame etmek ve nihai hakikati kavrayıp ona göre bir yaşam sürdürmek noktasında, bizleri çeşitli yeteneklerle donatmıştır. İnsan olarak kendimiz, çevremiz ve bizi anlamlandıran aşkın hakikatlere dair bir mânâlandırma çerçevesi belirlerken nasıl bir yol izleyeceğimizi de ilahi vahyin rehberliğinde öğretmeyi irade etmiştir. Böyle bir rehberliği yeryüzüne tenezzül buyurarak elçileri ile ileten Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır.
Değil mi ki, Kur'an biz insanlara yer yüzü yaşamımızda, her konuda rehberlik etmesi için Yüce Rabbimiz tarafından indirilmiştir. Öyleyse, bunun şükrünün -rehberliğine hak ettiği ilgiyi göstemek suretiyle- eda edilmesi gerekmektedir. Bu tespite hiçbir müslümanın itirazı yoktur, olamaz da.
Fakat sorun "bu klavuzdan nasıl yararlanacağımız ve hayat ile irtibatını nasıl kuracağımız" noktasında ortaya çıkmaktadır. Tarihte yaşamış ve günümüzde yaşamış kimi müslümanlar Kur'an ile olan ilişkilerini tam teslimiyet temelinde kurarlarken, yarım gönüllü kimi müslümanlar da ona ikinci dereceden önem verir bir duruma düşebilmektedirler. O, tarihi süreç içerisinde kararmış vicdanlara, ışıksız gönüllere hayatın aydınlığını öğreten bir elçi olmaktan çıkarılmıştır. Onu ölüler, üfürükçüler kitabı haline getirenlere engel olamamışız. Ve yine Kur'an'ın üzerinde dileyenin dilediği gibi oynayabildiği bir "tahrif alanı" olarak kullanılmasına yeterli karşılıklar verilememiştir.
Kur'an'ı basite indirgeyici tüm yaklaşımların tuzaklarına karşı uyanık olmak zorundayız. İster kadim hurafeler olsun, isterse modern hurafeler olsun tavrımız değişmemeli, bunlara karşı aynı tutarlılıkta özgün, onurlu bir duruşumuz olmalıdır. Kur'an çalışması, Kur'an araştırması adı altında insanları aldatan, ilahi mesajı bulandıran, gizlemeye çalışan kişi ve zümrelere karşı çetin bir tavır sahibi olmalıyız. Kur'an ile insanlar arasında Firavun, Karun, Ebû Cehil, Ebû leheb gibi engelleyici duvarlar örenlere karşı da derin bir cihadı kuşanmalıyız. Sâmirî gibi şeytani planlar yaparak sağdan yaklaşanların da foyasını ortaya çıkarmalıyız.
Dünyevi iktidarları arkasına alan modern kılıklı şirklerin gşrçek yüzünü ortaya çıkarıp, insanlara teşhir etmeliyiz. Bunu yaparken de "gelenek" maskesi ile karşımıza çıkan bulanık anlayışları da ıslah edip yeniden tevhîdî özüne geri döndürmenin çarelerini araştırmalıyız.
Üretilmiş bir kültür içerisinde yaşamamıza rağmen Kur'an'a mümkün olduğu kadar ön yargısız yaklaşmalıyız. Kur'an'a yaklaşım şeklimizi belirleyen iki tür kuşatma altında olduğumuz, çevresine karşı duyarlı müslümanların hemen farkedebileceği bir olgudur. Birincisi, Kur'an'ı egemen şirk kültürüne payanda yapmaya çalışan resmî din eğitiminin kuşatması. İkincisi ise, doğrusuyla yanlışıyla bir gelenek olarak atalarımızdan devraldığımız ve ayıklamaya seçilmeye muhtaç olan bulanık din anlayışlarının kuşatması. Bu iki kuşatmanın etkilerini aşabilmek, korunmuş bir kitap olan Kur'an'ı "belirleyici temel kaynak" olarak telakki etmekle mümkün olabilecektir.
Bu konularda cevaplandırılması gereken sorular vardır:
"Tek kaynak Kur'andır" diyenler, meseleyi çözümleyebileceklerine pratik deneylere rağmen hala inanabiliyorlar mı? Kur'an'ın temel bir kaynak olarak yetersizliğini iddia edip, rivayet kültürü ile beslenen büyük bir tarihsel birikimi onun önüne geçirmek doğrumudur? Kur'an ile Peygamberimizin/sünnetinin irtibatı nedir? Kur'an ile önceki ümmetlere indirilen ilahi vahiylerin irtibatı nedir? Bu ve benzer sorulara doğru cevaplar bulmak, bizim ilahi kitap ile olan irtibatımızı, ilişki düzeyimizi belirleyecektir. Peki bu sorulara nasıl ve hangi kaynaktan yanıtlar arayacağız? Çalışmamızın temel amacı müslümanlar olarak, Kur'an ile irtibat düzeyimizi nasıl belirleyeceğimizi, kaynağımızı doğru kavramada diğer kaynaklara ihtiyaç duyup duymadığımızı, yine birinci elden Kur'an ayetleri ile ortaya koymaya çalışmaktır. Sapmalardan korunmak için Kur'an'ın bizim için değerini ve önemini, hayatımızdaki yerini ve konumunu doğru belirlemek şarttır. Bir başka deyişle şu soruyu doğru cevaplandırmak gerekmektedir: "Kur'an tek kaynak mı, temel kaynak mı?" [2]
"Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'ın ve Elçisi'nin (emrettiği şeyin) önüne kendinizi koymayın, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah kuşkusuz her şeyi işiten, her şeyi biiendirl Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla konuşmayın, yoksa bütün işleriniz, siz farkında olmadan (değer bakımından) sıfırlanır/boşa gitmiş olur. Bakın Allah'ın Elçisi'nin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar Allah'ın gönüllerini takva ile (doldurarak) sınadığı kimselerdir. Onlar için bağışlanma ve büyük bir mükafaat vardır." [3]
Şüphesiz müslümanlar tarih boyunca birçok olumlu okuma şekli geliştirmiştir. Bu olumlu okuma şekillerini altı grupta toplamak mümkündür:
Analitik okuma, icmali okuma, karşılaştırmalı okuma, konulu okuma, nüzul sırasına göre okuma, kelime çözümlemesi yaparak okuma. [4]
Ancak biz bu bölümde müslümanlar olarak tarih boyunca Kur'an'a olan yakınlık düzeyimiz ve yaklaşım biçimimizde rastlanan zaaflardan kısaca söz etmek istiyoruz. Bir başka deyişle, yöntemleri ve taşınan niyetler bakımından Kur'an'a tabi olmak yerine, insanlığın üretilmiş kültürlerinde mündemiç bulunan şirke bulanmışlığın izlerini taşıyan tasavvurlardan bahsetmek istiyoruz. Ki bu tasavvurlar hakikati ifade etmede kasvetli ve bulutlu bir görüntü verdikleri için, nice salih amellerin bilinç hazırlığının yapılacağı gönülleri karartmakta, karamsarlık ve kararsızlık aşılamaktadır. Bunlarla uyumlu olmamız, dostça geçinmemiz mümkün değildir. Tespit etmemiz, sınırlarını tayin edip üzerlerine çıkarak aşmamız ise elzemdir. [5]
Kur'an ilimlerinin oluşum safhasından günümüze kadar devam eden süreçteki yakınlık düzeyimizi bir çırpıda ifade etmek o kadar kolay bir çaba ile olacak şey değildir. Bu nedenle bu bölümde biz, islam ümmetinin yaklaşık on beş asırlık İlahi vahiyle ilişkisini bütünüyle değerlendirmek gibi ağır bir yükü omuzlamak niyetinde değiliz. Kur'an'ı anlamada ve hayata hakim kılmada, yöntemden kaynaklanan bir iki zaafdan söz ederek sözü günümüze getirmek istiyoruz.
Yaklaşık on beş asırlık dönemde -tıpkı halen içinde yaşadığımız modern dönemde olduğu gibi- iyi niyetli de olsa bir takım çabalar Kur'an'ın yanlış anlaşılmasında yol açmıştır. Bazen beşeri zaaflardan kaynaklanan, bazen de art niyetten ortaya çıkan yanlış aktarımlar, tarihten bize anlam daralması, zihniyet bulanıklığı şeklinde tevarüs etmiştir. Ancak yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için, şunu peşinen belirtelim ki; İslam ümmeti kendine yakışan itidalli yaklaşımlara dair, her zaman güzel örnekler ortaya koymuştur. Fakat biz çalışmamızda daha çok yanılgı anlamına gelebilecek yaklaşımlar üzerinde yoğunlaşmak, vasatı temsil eden yaklaşımları ise, çalışmamızın tamamına yayarak göstermek istiyoruz.
Önce modern dönemden -İslam dünyasının Batı karşısında direncini kaybettiği son üç yüzyıldan- önceki sapmaları kısaca tahlil etmeye çalışalım. Bu tahlilimizi iki kısma ayırarak sapmaları izah etmek istiyoruz: Atomik tefsir yönteminin temsil ettiği sapma; kadim şirk kültürlerinin ve İsrailiyatin etkisi ile gerçekleşen sapma [6]
Bize göre iyi niyetli de olsa, Bektaşi mantığı diye de ünlenen atomik tefsir yöntemi/teczil usul Kur'an'ın bütüncüllüğünü gözden kaçırarak parça/cüz'î doğruları, bütün gibi sunarak günümüze kadar gelen kötü izler bırakmıştır. Bu tefsir yönteminde ayetler Kur'an'ın canlı bir organizması gibi bütüncül değil, parça parça ele alınmakta, öylece yorumlanmaktadır. Şüphesiz pek çok faydaları da olan bu usul, bazen Kur'an'ın doğru anlaşılmasının önünde engel olabilmektedir. Atomik tefsirin ilk akla gelen örneği Celaleyn Tefsiridir.
Kur'an'ın konularını birbirinden bağımsız olarak ele almak, insanların ilahi mesajın kendi içinde tutarsızlıklar taşıdığı zehabına kapılmalarına yol açabilmektedir. Ya da zihinlerde varolan tenakuzlar giderilememektedir. Neye iman ettiği konusunda kendisini dahi ikna edememiş bir kimsenin başkalarına hakikati sahih bir şekilde iletemeyeceği aşikar olduğuna göre, parçalar arasında birleştirici bir bağ kurma sorumluluğu taşımamak, tahkik ehli bir ümmetin oluşmasını engellemektedir. Atomik/parçacı yorumlama tarzının ne gibi handikaplara yol açtığını üç örnek üzerinde dile getirmek istiyoruz: Nüşuz, şefaat, ru'yetullah. [7]
Birincisi nüşuz kelimesidir. Kur'an'da sadece iki ayette geçen nüşuz kelimesine verilen anlamlar arasında her hangi bir ilgi kurmamak bazı olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Çünkü ayetler arasında zorunlu münasebetlerin var olduğu konusunda, her hangi bir kaygı taşınmamaktadır.
Nisa Suresi (4), 34. ayette geçen, kadınların işlemesi mümkün kötü bir fiili olan nüşuza verilen anlam ile, erkeklerin işleme ihtimali olan nüşuzun [8]. anlamı arasında, doğru bir alaka kurmadan, sözlükten seçilen her hangi bir karşılık vermek hakikate ulaşmayı zorlaştırmaktadır. Oysa ilahi mesajın bütünlüğü ve bağlamı gözönüne alınarak -aslına uygun, tutarlı bir yorumla- ayetlerin tefsiri yapılmalıdır.
Kadınların nüşuzunu Celaleyn, "kocalarına itaatsizlik etmek suretiyle isyan etmeleri" şeklinde izah ederken; erkeklerin nüşuzunu ise, şöyle izah eder:
"Erkeğin eşi ile birlikte yattığı yeri terk etmesi, eşinin nafakasını kısması, gözünü ondan daha güzeline dikmesi." [9]
Erkeğin nüşuzu ile ilgili yoruma bir itirazımız yoktur. Fakat kadınların nüşuzu açıklanırken mesajın salt 'erkeğe itaat' bağlamına indirgenmesi ve iki ayet arasında bir irtibat ve bütünlük kaygısı güdülmemesi bize göre çeşitli sorunlara yol açabilmektedir.
Şüphesiz bir kelime iki farklı yerde bağlamından dolayı, birbirinden farklı anlamlara gelebilir. Fakat bu, Kur'an'da sadece iki ayette kullanılan nüşuz için geçerli değildir. Bize göre iki ayet arasında kurulacak ilgi ile -ilahi mesajı erkeği ya da kadını kayıracak şekilde yorumlamadan ele alırsak- nüşuz'un terim anlamını şöylece toparlayabiliriz:
"İster kadın tarafından işlenmiş olsun, isterse erkek tarafından işlenmiş olsun, aile sorumluluklarına halel getiren maddi ve manevi nitelikli -özellikle ahlâki- davranışlardır." [10]
İkinci örneğimiz şefaat kavramıdır. Atomik tefsir yöntemi ile mesajı fehm etme çabasında olan eserler -ki onlarca Kur'an meali ve tefsir bu hataları tekrar etmektedir. Önce düşünce alanında sonra da gündelik amellerine kadar müslümanlar üzerinde olumsuz tesirler icra etmektedir. Teczîl usulü tek geçer akçe kabul eden yorumcular, "Şefaata izin verileceği" anlamında Kur'an'da geçen ayetler ile, "Ahirette şefaat yoktur" şeklindeki ayetler arasında her hangi irtibat kurma gereği hissetmemektedirler. Bu da çeşitli yanlış anlaşılmalara yol açmakta, hakikatin bir yüzü gereğinden fazla ön plana çıkarılırken, diğer yüzü görmezden gelinmektedir. [11]
Diğer bir örnek de, ru'yetullah meselesidir. Atomik tefsir yöntemi ile hareket eden bir kısım müslümanlara göre Allah, Ahiret Günü mutlaka görülecektir. Bunların dayanak olarak ileri sürdükleri ayetin, ru'yet (görme/idrak) değil de nazar/bakmadan bahsediyor olması, onlar için hiç önemli değildir.
Bir kısım müslümanlar da Bektaşi'nin atomik tefsir yöntemini kendi meşreplerini delilIendirmek için kullanmakta, ötekilerin öne çıkardıkları kanıta itibar etmemektedirler. Biz burada iki karşı cephenin delil olarak öne sürdükleri iki ayet ile söylemek istediklerimizi ifade etmek istiyoruz. Allah'ın, ahiret günü görülemeyeceğini söyleyen müslümanların öne çıkardıkları ayet şudur:
"Gözler onu idrak edemez, halbuki o gözleri idrak eder, zira yalnız O'dur latîf ne habîr olan." [12]
Ahiret günü Allah'a "nazar" edilebileceğini savunanların da ileri sürdükleri delil şudur:
"Bazı yüzler o gün mutlulukla parlayacak, Rablerine bakarken (lafzen, nâzırah)." [13]
Bize göre bu ayetler ile, mesajı birbirine benzeyen ayet grupları arasında vehmedilen -takdir edilen tezat manalar- "bütünlüğü esas alan bir tefsir yöntemi" ile giderilebilir. Dünyadaki idrak düzeyimiz ile ahirettedeki idrak düzeyimizin aynı olmayacağı vakıasından öte, bize göre, insanların birbirlerini ve diğer varlıkları idrak ettikleri şekillerde Yüce Allah'ın kavranabileceğini iddia etmek, onu gereğince takdir edememek anlamına gelmektedir.
Aksi takdirde herkes ayetlere -gerçekliği olsun veya olmasın- kendince manalar takdir edecek, sanki Kur'an'da iki farklı anlayışa geçit veriliyormuş gibi bir sonuç hasıl olacaktır.
Mesajın parçalanmasına yol açan bu teczil yöntem, sayılarını çoğaltabileceğimiz birçok konuda, ümmetin zihninde yanlış tasavvurların oluşmasına sebep olmaktadır. Derinlemesine analizlerde yararlanılabilecek bu usul, Kur'an'ın fehm edilmesi esnasında dikkatli kullanılmalıdır. Yoksa "gruplara bölünüp her bir grubun da elinde tutuğunu yegane hakikat olarak gördüğü bir bir durum"a düşebiliriz. Bu parçacı-bölücü anlayış ise, bilindiği gibi Ehli Kitab'ın kınanan özellikleri arasında Kur'an'da anılmaktadır. Görüldüğü gibi atomik tefsir yönteminde, anlam takdir edilen anahtar bir keiime veya her hangi bir konu -ayetleri birbiri ile tenakuza düşürme pahasına- Kur'an'ın mesaj bütünlüğü ile ilişkilendirilmeden yorumlanabilmektedir; bu da çeşitli zaafların ortaya çıkmasında etkili olmaktadır.
Kur'an'ın bütünlüğünü, ayetlerin siyak-sibakını, surenin bağlamını, ilk muhatapların öncül bilgisinin temsil ettiği arka planı dikkate almadan ilahi kelamı anladığını iddia etmek havada "kalan bir iddia olma" nitelemesiyle mahkum olmaktan kurtulamayacaktır. Atomik/parçacı tefsir yönteminin halk arasında handikaplarıyla ilgili olarak -çoğu zamanda alay edilerek- Bektaşi hikayeleri dolaşmaktadır. Fakat bu sorun ne avam ile, ne de tarihin bir dönemi ile sınırlıdır.
Akademik bir tezi ispatlamak için Kur'an ayetlerine araç muamelesi yapan araştırmacılar da, samimi olup olmadıkları bir yana, ilahi vahyi salt bir metin olarak görmekle teczîl tefsir usulünden yararlanmaktadırlar. Yine aşağılık kompleksi bulunan kimi "bilimsel tefsir" sevdalıları da, etimolojinin imkanlarından yararlanıp içine biraz da hayal gücü kattıktan sonra, Kur'an'ın bağlamının, gramerinin üzerine çıkıp surelerin, ayetlerin siyakını hesaba katmaksızın zorla söküp çıkardıkları anlamı elde ederken de atomik bir tefsirin hastalıklarına tutulmuş olmaktadırlar. [14]
Tarihte ve günümüzde hayatı, eşya ve olguları Kur'an'ın öğrettiği İslami bir dünya görüşünün, değerler sisteminin penceresinden değil de, eski alışkanlıkların veya içinde yaşanılan toplulumun kolektif hafızasının etkisi ile bakma eğilimine yoğun olarak rastlanmaktadır. Bunun en başta gelen sebebi, köklü bir irşad sürecinden geçmeden Müslüman ismini almak, daha sonra da bu sıfatın içini hak edildiği şekilde doldurmaya gayret etmemektir.
İsrailiyat yoluyla gerçekleşen sapma, şirk kültürlerinin etkilerinden kurtulmadan müslümanlık iddiasında bulunan ve ümmet içinde yer alan kimseler eli ile gerçekleşmiştir. Bunlar içerisinde, eski kimliği Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm, Hinduizm, Manihaizm, Kadim Mısır veya Yunan kültürü olan ya da maddeci felsefelerin etkisinden kurtulamamış kimseler -Müslüman filozoflar- ön sıralarda yer almaktadır.
Böylesi bir sapmanın çok fazla iyi niyetli olduğunu varsaymayı gerektiren ipuçlarını temsil düzeyindeki eserlerde görmek o kadar kolay değildir. Çünkü bu kesimlerden Kur'an ile oluşmuş bir kimliğe geçiş yapanlar, ya yarım gönüllü, imanda pazarlıkçı insanlardır, yahut da konjoktürden/o günkü dünyada var olan hakim paradigmadan etkilenerek Kur'an'a onda olmayan anlamlar takdir etme gayretine düşmüş kimselerdir.
Bu gün İslam dünyasında pek çok müslümanın ortak hafızasında yaşayan hurafelerin kaynağı olarak çoğu kez "İsrailiyat" diye terimleşen olgu ile karşılaşmaktayız. Müslüman kimliğinin kesintisiz tevhid geleneğine mensubiyeti, tarihi süreç içersinde basiretten nasibi olmayan kimi insanlarca istismar edilebilmiştir. Bunun sonucunda da bize din olarak tevarüs eden kimi anlayışların, öz benliğini ve çevresini arındırmakla, insanlığa şahit olmakla görevlendirilmiş olan İslam ümmetinin yeniden inşa edilmesinin önünde engel olduğu için ıslaha muhtaç hale gelmiştir.
Tabii ki biz toptan reddetmek gibi kolaycılıklara kaçmadan Rasulullah'ın bize öğrettiği şekilde -ıslah edilebilecek olanı ıslah etmeli, atılması gerekeni acımadan atmalı- "seçici" davranmalıyız. Ne yalan yanlış şeylerin sırf tarihi değer taşıyor diye zihnimizi, kalbimizi, gönlümüzü kirletmesine izin vermeliyiz; ne de onları tamamıyla reddetmeliyiz. "Pireye kızıp, yorgan yakan; papaza kızıp oruç bozan"lar durumuna düşmemeliyiz.
İsrailiyat sadece Kur'an tefsirlerini etkilememiş, zaten birbiri ile doğal bir etkileşim halinde olan hadis literatürünü de etkilemiştir. Mesela ehl-i kitapta -özellikle Yahudi ve Hristiyanlar'da- görülen antropomorphism/insan görünümlü tanrı anlayışı, bazı hadisler aracılığı ile akidemize taşınmak istenmiştir. [15] Fakat Kur'an'ın korunmuş lafzı ve Rasulullah'ın apaçık şahitliğinin tevatüren, kesintisiz bir şekilde nesilden nesile aktarılmış olması, müslümanlar arasında bu türden batıl ulûhiyet tasavvurlarının kökleşmesini çok şükür engellemiştir. Ancak vahdet-i vucud etkisinde kalan tasavvuf literatürünü bu genellemenin dışında tutmak gerekir. [16]
Bilindiği gibi bâtın zahirin zıddıdır. Bir terim olarak Bâtınîlik ise, "iç manaya yönelme iddiasıyla ilahi mesaja fütursuzca anlam takdir etme hakkını kendilerinde görmek"şeklinde tanımlanabilir. Kur'an'ın bilinen -Rasulullah tarafından anlaşılan ve uygulanan ve sahih bir şekilde tevarüs eden- anlamıyla yetinmeyen bâtınîler, sözde derinlik adına hevalarınca ürettikleri manaları ilahi kelamın mesajına yükleyerek tahrifler yapmışlardır. Konuyu fazla uzatmamak için bu tür tefsir yöntemini kullanan simge bir isimden ve onun yorumlama şeklinden bahsetmekle yetineceğiz.
Fatır Suresi(35), 15. ayet bağlamında, örnek tahlil:
"Allah İnsanlara muhtaç mıdır?" Önce ayeti okuyalım:
"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Ama O, hiçbir şeye muhtaç değildir; ve hamd/bütün övgüler O'na mahsustur."
Muhyiddin İbn Arabi bu ayeti hevasına göre yorumlayarak, ona şöyle bir anlam takdir etmiştir:
"Varlığımız açısından biz O'na muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır... O bana hamd eder, ben ona hamd ederim; o bana ibadet eder, ben O'na ibadet ederim." [17]
Bu batini tefsir yöntemi, İbn Arabi'nin yaşadığı tarihsel kesitte bazı olumlu yankılar bulabilecek nitelikte idi. O içinde yaşadığı dünyanın kültürel atmosferine benliğini kaptırmış, Kur'an'ı anlamada ön yargısız hareket etmemiştir. İbn Arabi'nin yetiştiği ortamdan kaynaklanan kimlik ve kişiliği, ilahi vahyi algılama şeklini olumsuz yönde etkilemiştir.
Acaba İbn Arabi'yi böyle tefsirler yapmaya sevk eden kültürel unsurlar nelerdir? Bu konuda bir İbn Arabi uzmanlarından Afîfî onun kuşatılmış olduğu kültürü iki başlıkta özetlemektedir:
a) Geniş çapta Stoacılardan, Philio'dan ve Yeni Eflatunculardan alınan ve yine bu doktrinin metafizik ve insani boyutunu geniş çapta etkileyen Hellenistik unsur,
b) Başta İsmaiüler (Batıniler) ve Hallac-ı Mansur'a ait olan ve daha çok tasavvufi yönü etkileyen İslami unsurlar." [18]
"Kalbim vasıta olmaksızın Rabbim'den haber verdi ki" demek suretiyle Kur'an'ın kaynak değerini sıfırlayan ve vasıtasız vahiy aldığı iddiasıyla da Rasulleri küçümseyen İbn Ârâbî hermetik irfan okulunun hocaları elinde yetişmiştir. [19] Vahdetçi vücutçu filozofların tümünde varolan şeriat, tarikat, hakikat ayırımı ve ilahi vahiyle indirilmiş olan şeriatın en alt basamağa yerleştirilmiş olması, bize göre İbn Arabi'de varolan seçkinci ve küçümseyici tutumdur. Eğer böyle bir tutumu olmasaydı, Kur'an'ın açık beyanlarına rağmen Firavun'un cennetlik olduğunu söylemez, Kıyamet'in zamanını tayin etmeye kalkmazdı. Arabi'nin bütün fikirlerine etki eden hakikati sulandırıcı bu çoğulcu yaklaşım tarzı, post modernizm tartışmalarından sonra yeniden revaçta olmaya başlayan röiativizmle birleşince, bazı kafası karışık zihinlerde kendisine ifade kolaylığı bulabilmektedir.
Burada dikkatlerin üzerinde yoğunlaştırılması gereken nokta, yüzyıllar öncesinde kendisini tüm hakikatlerin üzerinde gören tasavvur ile Kur'an'ın anlaşılmasında hermönetiği bir yöntem olarak önerenler arasındaki benzediktir. Her iki yaklaşım sahipleri de Kur'an'dan tek bir hakikat çıkmayacağını savunmak suretiyle ilahi vahyin mesajını rölativizmin/göreceliğin kaçağına itmektedirler. Bir başka deyişle Kur'an ve Sünnet'in temsil ettiği mubîn hakikate ikinci üçüncü dereceden bile değer vermeyen mekteplerin Bâtınîlik üzerine kurulu yorumlama yöntemi ile post modernizmin "her şey yanlışlanabilir" öngörüsü arasındaki benzerlik üzerinde durulmaya değerdir.
Vahdet-i vücud felsefesinin temsil ettiği bâtınîlik Allah ile varlıklar arasındaki ilişkiyi manevi planda ele alsa da yatay bir düzlemde değerlendirmiştir. Nasıl Hristiyanlar İsa (a)'la, Yahudiler Üzeyir (a)'la, Mekke müşrikleri meleklerle Allah arasında soy bağı icad ettilerse; vahdet vücutçular da tüm kainatla Allah arasında soy bağı icad etmişlerdir. [20] Çünkü Kainat'ı Allah'ın bir tecellisi, O'nun manevi şahsiyetinin bir parçası olarak tasavvur etmişlerdir. Oysa Allah'ı gereğince takdir etmek, O'nunla yatay bir ilişki olan "vahdet ilişkisi" ile mümkün değildir. Allah'a her hangi bir şeyi ortak koşmadan -O'na denk aramadan- münasebet kurmak, dikey bir ilişki olan "tevhid ilişkisi" ile mümkündür. [21]
Kur'an'ı anlama ve yorumlamada İsrailiyat'ın etkisine dair çok sayıda çalışma yapılmıştır. Biz bu müstakil eserlerin birinden bazı örnek alıntılar yaparak, daha geniş bilgi için kaynaklarımıza vurgu yapmakla iktifa edeceğiz.
Sahabe'den Abdullah İbn Abbas, Ebu Hureyre, Amr İbnü'l- As; tabiinden Ka'bü'l-Ahbar, Vehb İbn-i Münebbih İsrailiyatı Kur'an'ı tefsir etmede kullanan isimlerden bazılarıdır. Şimdi birkaç alıntı ile işin vehametini gözler önüne sermeye çalışalım. [22]
İsra Suresi 12. ayetinde geçen "gece ayetini silmek" ifadesini İbn-i Abbas, Kurtubi'de geçtiğine göre şöyle yorumlamıştır:
"Allah arşının nurundan iki güneş yarattı. Kendi ilmi ilahisine muvafık olarak güneşi dünya büyüklünde yarattı. Ayı da güneşten küçük olarak halk eyledi. Bu yaratmadan sonra Cebrail'i ayı söndürmekle vazifelendirdi. O da üç kerre kanadını ay yüzeyinden geçirdi
(tokat attı) Ay bundan önce bir güneşti. Ayın ışığı alındı, geriye nuru kaldı. Bu gün sizin ayın yüzeyinde gördüğünüz siyah lekeler bu mahvın izleridir. Eğer Allah bu ameliyyeyi yapmayıp da, ayı ilk hali ile bıraksaydı gece gündüzden seçilip ayrılamazdı." [23]
Aslen Yemen Yahudilerinden olan Ka'b el-Ahbar çok sayıda İsrailiyat haberini müslümanlar arasında yaymıştır. O Kaf sûresi (50), 41-42. ayetlerin tefsirinde eski kültürünün etkilerini ve hevasını konuşturarak Mekke ile Kudüs'ü, dolayısıyla Kabe ile Beytü'l-Makdis'i rekabete, birbirleriyle üstünlük yarışına sokmuştur.
Onun yorumuna geçmeden önce ayetlerin mealini okuyalım:
"Ve ölüm çağrısında bulunan Allah'ın (sizi) yakından çağıracağı o (Kıyamet) Günü'ne kulak verin. (Ve kendi kendinize düşünün) bütün insanlığın nihai çağrıyı gerçekten duyacağı Gün'ü, (ölümden) hayata dönecekleri Gün'ü"
Katade'ye göre Ka'b bu ayeti şöyle yorumlamıştır:
"Ayette bahsedilen "ünleme günü"nde Cenabı Hakk bir meleğe, "Beytü'l Makdis'in kayası üzerinden şöyle seslenmesini emredecek: Ey çürümüş kemikler! Ey parça parça olmuş eklem ve mafsallar; Allah sizin fasl-ı kaza için toplanmanızı emrediyor!.."
Acaba bu melek veya ünleyici niçin Beytü'l-Makdis'ten (Kudüs'ten) nida edecekti? Sorusuna dünyanın yarı çapıyla ve Kudüs ile sema arasındaki mesafeyle ilgili mühendislik hesapaları da yapılarak, gerekli cevaplar verilmiştir:
1- Çünkü Beytü'l-Makdis yeryüzünün (dünyanın) tam ortasıdır.
2 -Burası Arz'ın semaya en yakın noktasıdır. Ve bu yakınlık 18 mildir.
3- Ünleyici Beytü'l- Makdisteki kayadan önleyecektir. Burası yer ile göğün birbirine en yakın oldukları noktadır. Aradaki mesafe 12 mildir" [24]
Yaptığımız alıntılar yoruma ihtiyaç duymayacak açıklıkta olup, Kur'an'ın "Gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceği, sorumluluk doğuracağından dolayı bilinemeyecek olanın ardına düşmenin de yanlış olduğu" ölçüsüne açıkça muhalefet içerdiğini söylemekle yetinmek istiyoruz. [25]
İsrailiyat yolu ile birçok yanlış ve hurafe müslümanlara geçmiştir. Sayfalar dolusu listeler sıralamak mümkündür. Fakat biz, bunlardan ikisinden söz ederek konuyu kapatmak istiyoruz. Birincisi, ilk kadının (Havva'nın) erkeğin (Adem'in) kaburga kemiğinden yaratıldığı, bunların çocuklarının evlenerek insanlığın ensest ile çoğaldığı iddiası. Kur'an'ın hiçbir ayetinde ima bile edilmeyen bu anlayış bugün milyonlarca müslüman arasında yaygın inanç olarak varlığını sürdürmektedir. Oysa böyle bir tasavvurun kaynağı Kur'an değil, muharrer Tevrat'ın Tekvin babıdır. [26]
İkinci örneğimiz Yahudiler'den geçen bir ahiret telakkisidir. Müslümanların günlük hayatına kadar etkili olmuş bu telakkiye göre; "cehennem geçici bir menzil"dir. Oysa böyle bir itikadın yahudilere ait olduğu ve batıl bir zandan ibaret olduğu beyan edilerek ilahi kelamın korunmuş kaynağı olan Kur'an'da reddedilmektedir.
"Ve onlar: 'Ateş sayılı birkaç günden fazla dokunmaz'derler. De ki (onlara): "Allah'tan bir söz mü aldınız -çünkü O hiçbir zaman sözünden caymaz-yoksa asla bilemeyeceğiniz bir şey mi Allah'a isnad ediyorsunuz?" [27]
Günümüzde müslümanlar arasında yaşayan, günlük hayatı ve ahlaki alışkanlıkları dahi etkileyen çok sayıda İsrailiyat izdüşümü vardır. Müslümanlar arasında görülen Yahudileşme eğilimlerine ilişkin, Mustafa İslamoğlu'nun Kur'an'ı temel kaynak alarak hazırladığı yetkin bir eserini anarak konuyu kapatmak istiyoruz: Yahudileşme Temayülü. [28]
Günümüzde modernizmin etkisiyle ortaya çıkan ve Kur'an'ın önüne geçen yöntemlere geçmeden önce genel bir değerlendirme yapmanın lüzumu vardır. Kur'an'ı ikincil kaynak durumuna düşüren geleneksel bazı yanlışlardan kısaca söz etmeye çalıştık. Müminlerin Kur'an'la ilişkilerini asıl ekseninden saptıran bu tür yanlışlara karşı tevhîdî bir duruş almak şarttır. Aksi halde ilahi mesaj belirleyen değil, belirlenen durumuna düşürülmüş olacaktır. Üretilmiş kimi kültürel kalıplan Kur'an'a önceleyen geleneksel ön kabullerle sahih bir İslâmî anlayışa ulaşmak mümkün değildir.
Yine bundan sonraki başlıklarda yapacağımız tahlillerde de görüleceği üzere Batı'yı referans olarak kullanan modern yaklaşım da Kur'an'ı ikincil kaynak durumuna düşürmekte, üretilmiş kültürü birinci dereceden referans olarak göstermektedir. "Bu noktada Kur'an'ın târihî şartların ürünü olduğunu iddia eden oryantalist zihniyetle, Kur'an'ın anlaşılmasını ve belirleyiciliğini öncelikle İslam tarihi içerisinde "üretilmiş" olan kaynaklara bağlayan gelenekçi, mukallid zihniyet arasında, sonuç itibariyle pek fark yoktur." [29]
Modernizmin on sekizinci yüzyıldan sonra Avrupa'da gelişimini tamamlamasıyla kendinden önceki tüm kültürleri ve tüm değerleri küçümseyerek, eline geçirdiği araçlarla saldırdığını görmekteyiz. Pozitivizm gibi felsefi cereyanlar genelde tüm dinlere, özelde Kur'an'a tarihin kendi bağlamında kalması gereken bir ürünü gözüyle bakan bir persptektife sahiptir. Sözde nesnel değerlendirme kriterlerini Kur'an'a uyarlayan modernizm ve onun ayaklarından biri olan pozitivizm müslümanlara yönelik şöyle bir eleştiri geliştirmiştir:
"Kur'an'da yer alan bilgilerle modern bilimin nesnel(!) verileri çelişmektedir."
işte modernizmin bu itirazına müslümanlardan halen de etkileri süren iki tepkisel yanlış cevap gelmiştir. Kur'an'a yaklaşımda belirli bir yöntem öneren, ancak bu şekilde saldırıların bertaraf edilebileceğini savunan cevaplardan birincisi, "tarihselci, sözde nesnellikten yana, modernist yorumsamacılık"tır. İkincisi ise, Kur'an nasslarını yorum bilimin imkanlarından yararlanarak, kolayca feda edebilen "sözde evrenselci, aslında tarih-üstücü modernist yorumsamacılık"tır.
İkisi de modernizmin yeniden üretilmesi ile sonuçlanan bu yaklaşım şekilleri Kur'an'a ikincil kaynak muamelesi yapmaktadırlar. Birincil kaynak her ikisinde de modern dünyanın moda değerleridir. Günümüzde, Kur'an'a yaklaşım şekli konusunda bu iki temel sapmayı şu şekilde formüle edebiliriz:
A) Saf tarihselcilik
B) Sözde evrenselcilik (tarih-üstücülük) [30]
Daha sözün başında iken tarihsellik ile tarihselcilik ifadelerinin ayırdına varmak için ikisini karşılaştırmakta fayda görüyoruz. Tarihsellik; tarihe ait olan, tarihsel gerçekliğe haiz olan, tarih üstü olmayan veya tarih ilmine ait olan manasına gelmektedir. Tarihselcilik ise terim olarak sosyal bilimlere uyarlanmak üzere geliştirilmiş tenkitçi bir metoddur. [32]
Felsefi bir terim olarak tarihselcilik; "Tarihin kendi toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel şartlarının oluştuğu dönemin hakim paradigmasını belirlediğini savunan akımın paradigmal uzantılara sahip modern bir zihniyet için öngörülmüş bir yönteme verilen addır." Buna göre her dönemin kendi hakikat perspektifi vardır ve bu gerçeklik kurgusu içinde mutlak hakikati değil, görece doğruları barındırmaktadır. Dolayısı ile her hakikatin kendi zaman ve? mekan şartları vardır; her gerçeklik belli koşulların ürünüdür. Tarihsellik formelliği ve determinizmi savunan doğa bilimlerine tepki olarak doğmuştur." [33]
Fiziksel dünyanın yer ve zaman içinde değişmeyen bir yapısı olduğu, dolayısı ile değişmeyeceği öncülünden hareket eden tarihselcilik, sosyolojik kanunların -Kur'an'ın sünnetullah'la ilgili beyan ettiğinin tersine- değişebileceğini iddia etmiştir. Fiziksel kanunların aksine toplumsal yasaların göreceliğini iddia eden tarihselcilik, sosyolojide tabiatçı bir metot benimsenemeyeceğini söyler. [34]
Üç türlü tarihselcik anlayışından söz edilmektedir:
Birincisi, Colligwood'un savunmaya çalıştığı "bilimsel tarihselcilik"; ikincisi, Popper'a göre Hegel, Marks ve August Commte'un temsil ettiği "öngörüsel tarihselcilik" ; üçüncüsü ise Müslüman tarihselcilerin de itibar ettikleri sosyal bilimlerin kullandığı bir yöntem olan "yorumsal tarihselcilik". [35]
Bu türün kitabımızda hedeflediğimiz amaçlarımızla doğrudan bir ilgisi olmadığı için geniş mülahazalara girmek istemiyoruz. Bu türün değerlendirmesini bilim felsefecilerine ve bilim tarihçilerine bırakıyoruz. İki ve üçüncü tür ise doğrudan ilgi alanımız içindedir [36].
"Tarihselciiiğin Sefaleti" adı ile tercüme edilen eserinde Kari R.
Popper, "fiziksel" olan ile "sosyolojik" olanı karşılaştırırken şöyle demektedir:
"Sosyal hayatın kanunları yer ve zamana göre değişirler. Tarihselcilik, düzenli olarak tekrarlanışları gözlemlenebilen birçok tipik sosyal şartlar olduğunu kabul etmesine rağmen, sosyal hayatta görülebilen düzenliliklerin, fiziksel dünyanın değişmez düzenlilikleri karakterinde olduklarını reddeder, çünkü onlar tarihe ve kültürdeki farklılıklara dayanırlar. Bundan dolayı, daha ileri nitelendirmeler yapmadıkça, mesela iktisat kanunlarından değil, sadece feodal dönemin veya endüstriyel dönemin ilk yıllarının, v.s. nin iktisadi kanunlarından söz etmek gerekir; daima söz konusu kanunların hüküm sürdükleri kabul edilen tarihi dönem zikredilerek..." [37]
Tarihsel çilerin zaaflarını dile getirmek için kaleme aldığı eserinin bir başka yerinde ise Popper şöyle demektedir:
"Tarihselci metodun, dünyanın genel bir felsefi yorumunun bir parçası olarak doğmuş olabileceği, imkansız'gibi görünmüyor. Zira hiç şüphesiz mantıki açıdan olmasa da, tarihi açıdan metodolojiler genellikle felsefi görüşlerin yan ürünleri olmuşlardır." [38]
Popper'in sözünü ettiği ve eleştirdiği tarihselcilik diyalektik materyalizmin kurucusu Kari Marks gibi sosyologların, geçmiş olayları değerlendirirken başvurageldikleri bir yöntem olan "geleceğin kuramsal tarihini belirlemektir. Bir başka deyişle geçmişteki tarihsel olaylardan çıkarılan derslerle, geleceğin gerçekleşmesi öngörülen tarihini önceden kestirmek, hatta tayin etmek için öngörülerde bulunmaktır. Mesela Marks'ın feodalite ve materyalizm üzerine yaptığı tahlillerden yola çıkarak, geleceğe sosyalizmin egemen olacağı kehanetinde bulunması bu türden bir tarihselciliktir. [39]
Doğa bilimlerinin aksine tarihsellik hakikatin mutlak kesinliğini değil, sosyo-politik, kültürel şartlara göre oluşan göreceliğini savunmuştur. Buna göre insan için "bilme, ancak ve ancak belli bir tarihsel perspektiften imkanladır.
Batı tarihinde 16. yüzyılda ortaya çıkan reform hareketleri ile iki alan fikrinin -din ile dünyanın, din ile siyasetin, kilise ile siyasetin, papa ile kralın birbirinden bağımsız alanlarda bulunması gerektiği düşüncesinin- yaygınlık kazanmasıyla birlikte kutsal kitaplara da sosyal bilimlerin paradigmalarımla yaklaşarak incelemeler yapma alışkanlığı yaygınlık kazanmıştır. Onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda artık bir devrimle de kendi konumunu pekiştirmiş olan hayatın seküler alanı tarihselci tenkit metodunu kutsal metinler üzerinde de denemeye başlamıştır.
Başlığına Kur'an kelimesini koyduğumuz bu bölümde Batı'dan -özellikle Avrupa tarihinden- söz ediyor oluşumuz boşuna değildir. Çünkü bu yöntemin oluşum aşamaları tamamıyla İslam dünyası dışında tamamlanmıştır. Helle Üniversitesi teologlarından/ilahiyatçılarından Salamo Semler ilk defa tarihselci-tenkitçi-hermönetik bir programla Kitab-ı Mukaddes'e eleştirel bir tarih araştırmacısı gözüyle bakmayı denedi.
Yöntemin amacı kutsal metinleri eşzamanlı/syncronic okumaktan vazgeçip, artzamanlı/diachronic bir okuma yöntemiyle literal tarihi anlamı ortaya çıkarmaktı. Semler, bu yeni yöntemde metin tefsirinin evrensel-nesnel ilkelerinin kutsal-kutsal olmayan ayırımı gözetilmeksizin uygulanması gerektiğini savunuyordu. Ayrıca Semler -Müslüman tarihselcilerde de görüldüğü gibi- Allah'ın kelamı ile kutsal metni birbirinden ayırmaktaydı. Bununlada kalmayan Semler'in yine bir başka ilgi çeken yönü de, kutsal metinlerin Allah'ın kelamı olmadığını savunmasıydı. [40]
Tarihselciliğin değer felsefesine göre; tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli bir hakikat yoktur. Çünkü bu yönteme göre, her hangi bir şeyin gerçek mahiyetini tespit etmenin yolu, onun tarihsel gelişim süreci içerisinde oynadığı rolü ve işgal ettiği yeri tespit etmekle mümkündür.
İsrailiyat, Grek, Mısır gibi kadim kültürlerin etkisi ile kökeni ilahi olan Hristiyanlık dininin iyice bozulması, yakın Avrupa tarihinde gerçekleşen sanayi devriminin verdiği ivme ile hızlanan modern reform/tahrif çabaları, tabiat bilimlerinin ve sosyal bilimlerin hızlı gelişimi neticesinde, bu akım Batı için pratik bîr değer ifade eder olmuştur.
Aslında Hristiyan kutsal metinleri üzerinde meydana gelen ilk reformun tarihi köklerini ilk yüzyıllara kadar uzatabiliriz. Helen kültürü ve Yahudi geleneği içinde büyüyüp eğitimini tamamlayan Pavlus [41] Hristiyanlığı şeriatın lafzından kurtarmakla övünmüştür. O Romalılara yazdığı yedinci mektupta, Müslüman tarihselcilerin yaptığını çağrıştıracak şekilde "metin/lahz-mesaj" "geçmiş-şimdi" ayırımı yaparak yorumun özgürlüğünü savunmaktadır:
"Zira biz cismaniyette iken şeriat vasıtasıyla olan günah ihtirasları, ölüme semere getirmek için azamızda işliyordu. Fakat şimdi tutulmuş olduğumuz şeye ölmüş olarak şeriattan âzât olduk. Ta ki, biz harf eskiliğinde değil ruh yeniliğinde kulluk edelim" [42]
Bu nedenle tarihsellik tartışmalarının Avrupa'da özellikle Diltey (1883-1911) ile iyice sistematize olması da, en temelde tarihseldir. Tarihselciliğin sistematik olarak gündeme gelmesinin 1789 Fransız Devrimi öncesi ve sonrası gelişen olaylar ile yakından ilgisi vardır. Peki Diltey'e kadar neler olmuştur da, bu yorumlama yöntemi Hristiyan Avupa'da birden bire en revaçta akım haline gelmiştir? Bu sorunun cevabını Fethi Kılınç'tan okuyalım:
"Bilimsel çalışmaların ilerlemesi sonucu Kitab-ı Mukaddes'teki bir takım verilerin bilimsel verilerle çatıştığı görüldü. Bu durumda Batı insanı için iki yol kalıyordu:
Ya çoğunlukla görüldüğü gibi, Kitab-ı Mukaddes'in tümüyle beşeri kaynaklı olarak görülmesi ve onun tarihsel bağlamının tespit edilerek açıklanması, ya da ilahi kaynaklı olduğu kabul edilmekle birlikte, onun ifade ve kurgusunun tarihsel olduğunun belirtilerek yorumlanması." [43]
Tarihte olup bitenleri beşerileştiren ve bu beşeri aktiviteyi de tarihi-sosyal bağlamı ile açıklamaya çalışan anlayış, süreç içerisinde ciddi eleştirilere muhatap olmuş ve Aydınlanma'nın her şeyi açıklayacağına inanan "bilgiç akıl" sorgulanmaya başlanmıştır. Geçmişten gelen bir başlangıç ile Diltey (1883-1911) ve Heidegger'den (1889-1976) geçerek nihayetinde Gadamer'de (1900-) zirvelenen hermönetik yaklaşım ile tarihi ve tarihte olup biten olay ve olguları açıklayan ya da 'anlamaya çalışan insanın da tarihsel olduğu anlayışı'na varılmıştır." [44]
Gadamer ile ulaşılan yorumsama usulüne göre artık sadece olgu ve olayların kendileri değil, bizler/özneler de tarihseldir. Ulaşılan iki temel tez şudur:
Birincisi; tarihte ortaya konulan şeyler o şartların bir ürünü oldukları için evrensel bir karakter arz etmezler, rölatiftirler. İkincisi; anlayan insanın tarihsel şartlar tarafından belirlenmesi nedeni ile her tür anlama, yorumdan ibaret olup kesin ve herkesi bağlayan bir anlamadan söz etmek mümkün değildir. Görüldüğü gibi, her tür anlama ve yorumlama -istisnasız- güvenilirlik vasfını yitirmektedir. Aslında doğruluk payı yüksek olan bu yaklaşım şekli, beşeri bilimler alanında kaldığında fazla bir sorunla karşılaşılmayabilir. Çünkü her tür beşeri ürün zanni olma handikapından tümüye kurtulamaz. Fakat bu yöntem kaynağı ilahi olan ve yakîn, mubîn, mufassal gibi sıfatlara haiz olan Kur'an'ın anlaşılmasında ve yorumlanmasında kullanılmaya kalkılınca iş karışmaktadır. Tarihselcilik ve her-mönetik yöntemi, bünyesinde zaaflar taşımakla mukayyet olan bütün beşeri eserler, bütün insani değerler için kullanabilecek doğrular taşımaktadır. Belli bir mekan ve belli zaman içinde bulunan insanoğlu, tümü ile olmasa bile bazen çok belirleyici bir şekilde çevresi tarafından kuşatılmaktadır.
Buraya kadarki anlamıyla, "ilahi bir hitabın, ilahi denetim altında yazıya geçirilmiş bir metni" olan Ku'an-ı Kerim için tarihselcilik yönteminin geçerli olamayacağını söyleyebiliriz. Fakat beşeri ürünler için metnin metin dışı olgular tarafından kuşatılabileceğini -hatta belirleyebileceğini- rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bir insan için günün birinde doğru olan bir şey, şartların değişmesi ve araya başka amillerin girmesi ile tam tersine dönecek keskinlikte yanlış olabilmektedir. Mesela, Yaşar Nuri Öztürük'ün "Kur'an'daki İslam" adlı eserinin 1993'te yapılan baskısı ile, 28 şubat 1997'den sonra yapılan baskılarında savunulan görüşler arasında, reel politikten/icabat-ı vakt-i halden kaynaklanan nedenlerle, yaşla kuru arasındaki zıtlık kadar bir uçurum ortaya çıkabilmektedir.
Öztürk söz konusu kitabının 28 Şubat 1997 muhtırasının etkisi altında kalarak "Türkçe İbadet projesi" için henüz koiları sıvamadığı 1993 baskısında, namazın kıraati ile ilgili olarak, o şöyle demektedir:
"Kıraat, namaz sırasında Kur'an'dan bir miktarın okunmasıdır, Kur'an dışında okunan dualar kıraat kavramı içine girmez. İlahi kitap kendi bağlılarını zorunlu kulluk borçları olan namazlarında vahyin ilahi senfonisiyle az veya çok birlikte olmalarını esas almıştır. Bunun içindir ki, biz buradaki kıraat şartının ancak Kur'an'ın orijinal metni ile yerine getirilebileceğine inanmaktayız. Başka bir deyişle, namazda Kur'an'dan okunacak kısmın, Kur'an'dan yapılmış her hangi bir düden tercüme olmaması gerekir." [45]
Oysa aynı eserin 2000 baskısında bu ifadeleri, önceden doğru kabul ettiklerini tam tersine çevirecek şekilde şöyle değiştirmiştir:
"Arapça okuyamamak, secde etmemenin gerekçesi yapılamaz. Arapça'yı iyi okuyamayanlar, kendi dillerinde çeviri ile namaz kılarlar... Her musalli {namaz kılan) bilgisine, durumuna, içinden gelen arzu ve coşkuya uygun olarak belli miktar Kur'an ayetini namaz sırasında okuyabilir. Bunu orijinal metinden okuyabileceği gibi, tercümesinden de okuyabilir." [46]
Hermönetik kavramının kökleri Yunan mitolojilerine kadar uzanmaktadır. Mitolojiye göre tanrıların sözlerini insanlara aktarmakla görevli olan Hermes, tanrı buyruklarını insanların anlayabilmesi için kendi insani yorumunu da katar. Tanrının vahyini ulaştırırken bir tür tefsir eden Hermes'in bu yorumları hermönetiğin mitoloji bağlantısını oluşturur. Yöntemin Batı'da önceleri edebi metinler üzerinde uygulanmasından sonra, bilahare teoloji alanına da taşındığı görülür.
Yoğun bir şekilde insan etkisinde kalarak tahrife uğrayan Yahudi-Hristiyan kutsal metinlerindeki çelişkilerin tespit edilmesi ve giderilmesinde işlevsel olması hasebiyle, gerek sosyal bilimciler gerekse teologlar/ilahiyatçılar tarafından itibar görmüştür.
Çok genel olarak; "her hangi bir metni anlamanın yolunun, metnin yazarının niyetini keşfetmekten geçtiğini, bunun da metnin yazarını kuşatan, etkileyen tarihsel bağlamı ele almayı gerektirdiği görüşü tarihsellik ve hermönetik ilişkisinin temelini oluşturur." [47]
Hermönetik, tarihselcilik, semantik gibi yöntemlerden yararlanırken onların "temel paradigmalarının taşınmaması gerektiği"nin altını çizmek istiyoruz. Biz bu tür yöntemlerin nihai olarak beşeri ürünler için veya beşer eli ile üretilmiş kültürel değerler için geçerli olabileceğini düşünüyoruz. [48]
Metnin yazarının ondan anladığı anlama ulaşmayı amaçlayan hermönetiğin, yorumsama işine girişmeden Kur'an'a bir yazar arayacağı ve peygamberimize de bu gözle bakacağı aşikardır. Bu yönden hermönetik "değişen koşullar"ı bahane ederek Kur'an üzerinde inisiyatif kurma amacı güden ilerlemeci ideolojiler için geniş imkanlar sunabilecek bir yorumlama yöntemidir.
Kur'an'ı yorumlarken ona beşer ürünü bir eser gözüyle bakan bu yöntemin kalpteki imanı ve onun sevk ettiği olağan üstü, aşkın hakikatlerle oluşan eylemlilikleri anlaması mümkün gözükmemektedir. Bırakalım aşkın değerleri ve gaybi hakikatleri kavramasını beklemek, bu yöntemle yapılacak yorumun kendisi de öznesi de belli tarihsel koşulların ürünü olduğu için zaten ulaşılan sonuçların nesnelliğinden ve güvenirliğinden dahi söz edemeyiz.
"Aslında hiçbir yorumlama çabası Gadamer'in deyimiyle 'etkin tarih'in üstüne teammüden yerleştirilen ön yargıları meşrulaştırmada sonsuz imkanlar sunan bir araç olamaz. Tarihte devreye giren bilerek çarpıtmadır." [49] Oysa bilerek çarpıtmanın önüne geçecek olan Kur'an'daki ifadesiyle "takva sahibi olmak/Allah'a karşı ahlaken sorumluluk bilinci taşımak" ve "kitab'i arınmak için okumak"tır.
Kur'an'ı merkeze almayan hiçbir anlama çabası neticesi itibariyle hidayet amaçlı sonuçlara ulaşmaz kanaatindeyiz. Öyleyse, bu tür şaibeli yöntemlerden yararlanmakla birlikte fazla bel bağlamamak gerekir. Tanımından da anlaşılacağı gibi hermönetik; incelenecek eserin yazarını kale almakta, onun yetişme şartlarını ve etkilenme alanına dikkat etmektedir. Çünkü her esere belli tarihsel koşulların ürünü olarak bakmaktadır. Oysa Kur'an, Hz. Muhammed'e değil, Allah'a aittir; belli tarihsel koşulların ürünü de değildir.
Hermönetiğin en temel özelliklerinden biri; yazarın niyetini anlama çabasıdır. Yazarın niyetinin içinde yaşadığı, kültürel, sosyo-politik şartlar tahlil edilerek anlaşılabilir. Bu yöntem çeşitli azizler tarafından kaleme alınan İnciller için anlamlı olabilir. Çünkü insan ürünü olmalarından dolayı içinde bir çok çelişki ve tutarsızlık barındırmaları doğaldır. Avrupa Aydınlanması ile birlikte içinde yüzlerce birbiri ile tenakuz içinde bilgiler bulunan İnciller için hermönetik/yorumsama anlaşılabilir bir çabadır. [50]
19. yüzyılda başlayan modern filoloji/dilbilim, dil ve dilin ilahi kökeni hakkındaki fikirleri reddetmek için yoğun bir gayret göstermiştir. Bu alanda çok sayıda eser verilmiştir. Ancak biz burada örnek olarak bir tanesinden söz etmek istiyoruz.
İlahi otoriteyi bir kenara itme endişesi taşıyan eserinde Ernest Renan, öncelikli olarak ilahi metinleri dünyaya kutsal bir müdahalenin araçları olmaktan çıkarmaya çalışmış, onların tarihsel maddiliği olan objeler olarak tasvvur edilmesini sağlamak istemiştir. Kenan'ın filolojik ve metinsel çalışmasından sonra, kutsal metinlerin algılanmasında ilahi olanın bir değeri kalmamaktadır.
İlahi otorite yerine filolojik iktidarın temellerini atan Ernest Renan'ın bu konudaki ilk ciddi çalışmasının tahlilini Edward Said'in kaleminden dinleyelim:
"Renan'ın ilk ciddi çalışması, sami dilleri hakkında 1848'de yaptığı ve 1855'te gözden geçirerek yayımlanan 'Sami Dillerinin Karşılaştırılmalı Sistemi ile Genel Tarihi' idi. Bu çalışma olmaksızın İsa'nın hayatı yazılamazdı. Genel tarih, Sami dillerinin özellikle tanrı tarafından söylendiği ya da en azından biçimlendiği iddia edilen üç kutsal metnin -Tevrat, İncil, Kur'an'ın- yazıldığı diller olan İbranice, A'ramice ve Arapça'nın bayalığını (!) bilimsel olarak sergiliyordu.
Bu sayede Renan, İsa'nın hayatının da, Musa, İsa ve Muhammed tarafından aktarılan sözde kutsal metinlerin de -eğer mesaj olan bu diller bu kadar zavallıca dünyevi malzemeden oluşuyorsa- içlerinde kutsal olan hiçbir şey barındırmadıklarını ima edebilmiştir." [51]
pozitivizm'in her şeyi ilerlemeci bir tarih anlayışı ile değerlendirmesi, perspektifinin dini de insan üretimi bir meta/ürün olarak görmesine yol açmıştır. Bu nedenle "bütün dinlerin insanlık tarihinin kültür mirası içinde değerlendirilmesi gerektiği" varsayımı ve beklentisi halen geçerlidir. Bu beklenti ile hafızası oluşmuş olan kaptitalist dünyanın insanları her ne kadar postmodernizm ile kendileri dışındaki ötekiler için belli bir konuma oturtmak şartı ile değer verseler bile bu yanıltıcıdır. Çünkü post modernizm pozitivizmin yeni versiyonundan öte bir anlam ifade etmez. Diğer dinlere ve fikirlere özellikle mistik anlayışlara pozitivizmden daha insaflı yaklaşması onları anlamak için değil asimile etmek içindir. Yenileceğini anlayan pehlivanın psikolojisi içinde rakibini daha hafif bir maç için ikna etmeye çalışan Batı uygarlığının seküler dünya görüşü, potmodernizm ile pozitivizmi yeniden üretme çabası içindedir.
Burada göz önünde tutulması gereken bir denge de Kur'an'ın evrensel mesajlar taşıdığı gerçeğinin onu tarihsel şartlarla ilgisiz kılmadığıdır. Çünkü Kur'an'ın indiği döneminin tarihsel şartları ile doğrudan bir ilgisi vardır. Fakat kaynağı itibari ile ilahi olması o şartlar tarafından edilgen bir şekilde kuşatılamamasını, etkin olarak o nüzul koşullarını dönüştürmesini sağlamaktadır.
Bu durumda bizim iniş şartlarını bilmemiz bir kolaylık sağlayabilir. Ancak belirleyici olarak ele alınamaz. Mesela, Kur'an'daki başörtüsü ayetinin nüzul sebebi olarak gösterilen "hür kadınlar ile köle kadınları birbirlerinden ayırmak" sebebi, eğer belirleyici olarak ele alınırsa bu gün, en azından siyasal statü itibari ile ve şeklen köle kadınların olmaması, ayetlerin evrensel mesajını askıya alarak geçersiz kılma girişimlerine çanak tutacak veri olarak ele alınabilmektedir. Nitekim Bahriye Üçok gibi bazı ilahiyatçı-akademisyenler bu nüzul sebebine dayanarak ayetin evrensel niteliğini ortadan kaldıracak açıklamalar yapabilmektedirler. Başörtüsünü bir inanç olmaktan çıkarmaya çalışan ve kültürel bir kimlikmiş gibi sunan bu rahatlık ve nassları esnetme gayreti Kur'an'a tarihselcilik gözlüğü ile bakmanın meydana getirdiği zaaflardan kaynaklanmaktadır.
Tarihselcilik sapmasına karşı ilk elden söylenebilecekler şunlardır:
Unutulmamalıdır ki, Kur'an bir beşer sözü değildir. Ayetlerin iniş ortamı ile kayıtlanması gerektiği anlamına gelmez. Batı'da tarihselliğin Dini metinlere uygulanması belki masum karşılanabilir. Ancak korunmuş bir vahiy kaynağı olan Kur'an'a uyarlanması bütünüyle imkansızdır. Çünkü Kur'an beşeri bir ürün değildir, yazan yoktur, tarihsel bağlama mahkum değildir. Kur'an'ın iniş/nüzul ortamı ile ilgili yanının olması, bağlam tarafından belirlendiği anlamında alınamaz. Çünkü bu durumda Kur'an'ın ilahi kökenli oluşunun bir manası kalmaz.
Tarihte batıniliğin/özellikle tasavvuf felsefesinin, işrakiliğin Kur'an'a istediği anlamı takdir etme çabalarına karşı, "zahiritik" akımının doğduğunu düşünüyoruz. Bu akımın imamlarından İbn-i Hazm Kur'an'ın iniş ortamının metnin fiili anlamı üzerinde hakimiyet kurduğunu iddia eden tarihselcilere yüzyıllar ötesinden cevap verir gibidir:
"Kur'an tarihsel olaylardan bahseder, ama kendisi tarihsel değildir. Geçmiş olayları tekrar eder, yoğunlaştırır ve tikel leştirir, ama kendisi fiilen yaşanmış (beşeri) bir deneyim değildir. İnsanın hayat sürekliliğini kesintiye uğratır, ama Allah zamansallığa sürekli olarak girmez. Kur'an, içeriğini kendi kendisiyle özdeş biçimlerde -uyanlar, emirler, buyruklar, cezalar, ödüller halinde- sürekli tekrarlayan edimlerin aynısını uyandırır." [52]
20. yüzyılın sonlarına doğru Kur'an ile tarihsellik arasında kurulan ilişkinin yoğun bir şekilde gündeme gelmesi; tam da globalleşme ve yeni dünya düzeni projesinin liberal kapitalizmi bir yaşam biçimi olarak dayattığı dönemde ortaya çıkmıştır. Tesadüfi olmayan bu zamanlama konusunda kasıtlı bir tutum içinde olanlar olduğu gibi (Celal Nuri, Muhammed Arkun, Hasan Hanefi gibiler). Fazlur Rahman ve onu revize ederek izinden gidenler gibi iyi niyetli olanlar da vardır. [53]
Bir kültürü değerlendirmek ve anlamak için o kültürün iletişim araçlarını doğru tahlil etmek gerekmektedir. Çünkü kültürü meydana getiren söz, yazı ve imajın oluşturduğu etki şekli değişkendir; yani üçünün de gerçekleştirdiği enformasyon akışı, etkileri bakımından, dolayısı ile ortaya çıkardıkları sonuçlar açısından bir birinden farklıdır. Her üç kültür de birbirinden farklı hayat tarzlarının sonucudur; yada birbirinden farklı yaşam şekilleri oluşturur. Tarih ortaya çıkmış bütün kültürlerin eserlerinde, kendi dönemlerinin iktidar olgusunun izlerine rastlanır. Kendilerini kuşatan şartların ve iktidarın, o eserleri belirlemesi olasıdır.
Tarihselcilik geçmişte kültürün, bilginin ve ideolojinin temelde iki kültürün etkisi ile oluştuğu varsayımı ile tezlerine temel aramaktadır:
Sözlü kültür, yazılı kültür. Şimdi bu kültürlerel zeminlerin özelliklerine karşılaştırmalı bir yöntemle kısaca göz atalım. [54]
Söze sözlü kültürün ürünlerine örnek gösterilen, yüzyıllar ötesinden tevarüs eden değerler vardır. Bunların başta gelenleri; destanlar, mitolojiler, masallardır.
Bu türlerin yazılı kültürün ürünü olan bir romandan farkını karşılaştırarak ortaya koymak gerekirse; sözlü kültürün ürünlerinde tekamüle erişmiş, ölçüleri tanımlanmış giriş, gelişme, sonuç ve olaylar arasında bir kurgu yok iken, yazılı kültürün tipik bir ürünü olan romanda hepsi vardır. Destanlar daha çok kamu alanını ve toplumun genel anlayışını verirken; romanda daha çok birey ele alınmakta, olaylar bir kişinin etrafında döndürülmektedir.
Sözlü kültürde kelamın ağızdan çıkması sırasında kesinleştirilmiş belli bir düzenek yerine, kayıtlanmayan daha serbest bir model kullanılmıştır. Söz bir kere söylendi mi, artık geri dönülmesi mümkün olamayacak şekilde yayılmaktadır.
Son derece ağdalı bir dil üslubu benimsenen sözlü kültürde, "özümleme" yerine "kümeleme" vardır:
Örneğin, çınar yerine "ulu çınar" gibi. Bu şekilde ağdalı bir dil, sözlü kültürde saygı görürken, yazı kültüründe sıkıcı, imaj kültüründe de çekilmez bir hal alabilmektedir.
Sözlü kültürde ise dinleyeni konunun odak noktasına yakın tutmak, konuşanın dikkatini yeniden toplamasına fırsat oluşturmak için, bol tekrarlı anlatım çok gereklidir. Oysa böyle bir üslup yazı dilinde son derece sıkıcı ve gereksizdir.
Sözlü kültürde bilgi, güç bela elde edilir ve değerlidir. Çünkü yüzyılların geleneği ile oluşmuştur, dokunulmazdır. Oysa yazı kültüründe çok sayıda kaynak vardır, bilgi belli geleneksel klişelerin tekelinden, belli zümrelerin tasallutundan kurtulmuş, tüm toplum kesimlerinin yararına sunulmayı kolaylaştıran kalem, kağıt gibi araçlara fazlası ile kavuşmuştur.
Kur'an'ın ilk muhatapları büyük oranda sözlü bir kültürün etkisi altında idiler. Bu nedenle "anlaşılır" bir kitap indiren Rabbimiz, ilahi kelamın mesajını beyan ederken onları tabii ki gözetmiştir. Mesela Kur'an'a göre Hz. Zülkarneyn "güneşin battığı yere" ve "güneşin doğduğu yere" kadar gitmiştir. Bu ifadeleri Kur'an'ın ilk muhataplarını ve sözün bağlamında mündemiç olan maksadı atlayarak, sanki bir astronomi uzmanına hitabediliyormuş zehabına kapılarak anlama cihetine gidersek yanlış yorumların önünü açmış oluruz. Bu şekilde Kur'an'ın edebi üslubunu, sözün bağlamını ve ilk muhatapların arka planını hesaba katmadan yapılan yorumlarda ilahi vahyin mesajı ya bilimsel bir araca dönüştürülmekte, ya da bilimsel yanlış izafe edilmektedir. İlahi kelama bilimsel yanlışlık izafe edenlere çanak tutmamak için, yukarıdaki türden ifadeleri, deyimleri, temsilleri ilk muhatapların "edebi anlatım sanatı" olarak değerlendirmek gerekir. Bu takdirde hiçbir anlam sorunuyla karşılaşmayız. [55]
Yazılı bir iletişim yolu ile ele alınan konular işlenirken şu özelliklere dikkat edilmek zorundadır:
Belirli bir plan, belirli bir kurgu ve tez, belirli bir bütünlük ve dil bilgisi kurallarına uyum. Bu kurallara dikkat etmeden kaleme alınan yazılı metinler başarısız sayılır ve okurun tepkisine yol açar.
Sözlü kültürde sözlük yoktur; yazılı kültürde ise bir kelimenin çeşitli versiyonlarının geçtiği dev sözlükler oluşturulmuştur. Anlam sözlü kültürde sözlüklerde aranmaz, gerçek yaşam ortamındaki bağlamından öğrenilir. Bunun için sözlü kültürle oluşmuş zihin kelimeleri, sözlük, terim, kavram anlamları ile tanımlamaya çalışmaz. Çünkü sözün söylendiği anda, zaten sınırlı sayıdaki muhataplarını çok iyi tanıyan bir hatip için yanlış anlaşılma ihtimali neredeyse sıfırdır.
Bu dönemde yazı ve araçları çok önem kazanmıştır. Bu araçlara sahip olup en iyi şekilde kullanan revaçtadır, el üstündedir, hatta iktidardadır.
Fakat sınıfta dersini anlatan bir öğretmen, sözlü kültürün imkanlarını daha çok kullanır; eğer teknolojik imkanlara boğarak dersini anlatmıyorsa, yazılı kültürün kurallarının hiç birine uymak zorunda değildir. Ders esnasında, anektod, fıkra veya hatırasını anlatır ve dilinin lehçesi, üslubu, cümlelerinin düzgün olması çok da şart değildir. [56]
Günümüzde ise sözlü ve yazılı kültürden de yararlanan bir vizyon kültürünün/görsel-imaj kültürünün hakimiyetinden söz edebiliriz. Her şeyi belirleyen yeni bir paradigmayı meydana getiren bu kültür önceki iki kültürün verdiği imkanlardan beslenmektedir.
Fotoğrafın ve televizyonun keşfedilmesi ile oluşan imaj kültüründe ise, sözün de yazının da önceki dönemlerde algılandığı biçimi ile bir değerinin kaldığını söylemek zordur. Artı söz ve yazının yerine fiyakalı pozlar, bilgeliğin yerine bilgiçlik geçmiştir. İmaj kültüründe derin ve hikmetli bilginin yerini tüketilen, biriktirilip atılan bilgi almıştır. İnsana verilen değer ölçüsü de değişen bu dönemde kim daha çok medyatik olursa, o kadar itibar görebilir.
Pop bu dönemin en çok dinlenen müzik türüdür. Öyle ki, bu türün klasik üretmesi mümkün değildir. Günlüktür, derinlikten anlamdan yoksundur, sözler. Bir yıl önce dinlenen bir şarkı bir yıl sonra işkence edecek kadar çekilmez bulunur. Her şey imajdan/hayalden ibarettir artık; hayat da sanaldır cesaret de ümit de, şu an da sanaldır geçmiş de gelecek de.
İmaj-vizyon kültürü, kendinden önceki dönemlerin ürünlerini yasaklamamakta, fakat bir mirasyedi gibi har vurup harman savurmaktadır. Televizyon bu kültürün en bariz simgesidir. Bu araç "kitapları yasaklamamakta, ama onların yerine geçmektedir" [57]
Artık söz ve yazı; medyatik, fiyakalı, artistik olabildiği oranda değerlidir. Değilse, dünyanın en güzel söz ve yazıları, hatip ve yazarları bile hiç dinleyici-muhatap bulamamakla yüz yüze kalacaktır.
"Zira, televizyonda söylem büyük oranda görsel imajla yansıtılır; yani televizyon konuşmayı bize sözcüklerle değil, görüntülerle aktarır. Politik sahnede imaj yaratıcısı kişinin ortaya çıkması ve buna bağlı olarak söz yazarının geri plana düşmesi, televizyonun diğer iletişim araçlarından daha farklı bir içerik talep ettiğini kanıtlar. Televizyonda politik felsefe yapamazsınız. Televizyonun biçimi bu içeriğe ters düşmektedir." [58]
Kur'an'ın indiği ortamda, bu üç kültürden (söz, yazı, imaj) sözlü olanı yaygındır ve ilk müslümanlar sözlü kültürün kalıplarına alışmış insanlardır. Bu yapı içinde bulunmaları ve o tarihsel koşulların bağlamı içinde yaşamlarını sürdürerek dünyadan göçüp gitmeleri, onların değerini azaltmadığı gibi yüceltmez de. Böyle bir tespitle işe başlamamız, nüzul ortamının bağlamını doğru tespit etmek bakımından önem ifade etmektedir.
Öte yandan Kur'an-ı Mübin'in indirildiği ilk muhatapların, on dört asır önce henüz sözlü kültürün etkisi altında bulunan bir toplumsal yapı içinde yaşıyor olmaları, Kur'an'ın bütünü ile o kültür tarafından belirlendiği anlamına gelmez. Çünkü o her şeyden önce ilahi bir "hitâb"ın metnidir.
Kur'an sözlü kültürün ürünü değildir; çünkü "tertilen" indirilmiş kitaptır. Sözlü kültürün ürünü değildir; çünkü Alimu'l- Habir olan Allah katından indirilmiştir. Sözlü kültürün ürünü değildir; çünkü kıssaları "hak ile" anlatılmıştır, gerçek dışı hiçbir olay yoktur, alelade gerçekliği aşan, bazen son derece aşkın bir müteşabih dille anlatılan fikir ve olaylardan söz edilir.
Kur'an'ın indiği dönemin ürünü olduğunu iddia eden kafirlerin yanında İslam dünyasından çıkan bazı araştırmacılar da benzer görüşler ileri sürmektedirler. Örnek olarak Muhammed Halefullah'ı verebiliriz. Ona göre, Muhammed (s)'in peygamberliği vakii olmayan uydurma şeyleri nakletmeye dayalı idi. [59]
Oysa Yüce Allah, Kur'an'ın bir çok ayetinde olayların "Bil-hakki/Hak ile" anlatıldığı ayetlerin sonunda yapılan bir vurgudur. Bu pekiştirme Kur'an'da anlatılan konuların hayal mahsûlü değil, yaşanmış veya Kıyamet gibi yaşanacak olaylardan alındığını göstermektedir. Mesela Kur'an-ı Kerim'de Ashab-ı Kehf kıssası anlatılırken, hem anlatılan olayın gerçekten vuku bulmuş olduğu hem de, bunun Kıyamet'in hak olduğuna delil olacağı vurgulanmıştır:
"Onların kıssasını hak ile/bütün gerçekliği ile sana anlatacağız. Onlar gerçekte Rablerine yürekten inanan gençlerdi..." [60]
"İşte bu yolla, insanların dikkatini onların kıssası üzerine çektik, ki onların başına gelenler konusunda aralarında tartıştıkları zaman bilsinler ki, Allah'ın vadi bütünüyle gerçektir ve son saatin/Kıyamet'in gelip çatacağına hiç şüphe yoktur..." [61]
Kur'an'ın sözlü kültürün ürünü olmaması demek, ona aşina olan insanlara tamamen yabancı gelebilecek bir üslup benimsediği anlamına gelmez. Çünkü ilahi kelam sözlü bir kültürün ürünü olmasa bile, Kur'an'ın ilk muhatapları genel geçer alışkanlıklar tarafından kuşatılmış bir dünya içinde yaşıyorlardı. Bu nedenle onların aşina olduğu konu ve olaylardan bahsedildiği gibi, hiç aşina olmadıkları, kabul etmemekte var güçleri ile direndikleri konulardan da söz etmiştir.
Yazılı kültürün ürünü değildir; çünkü bu kültürün gereklerini yerine getirmekle kendini sorumlu hissetmeyen Yüce Allah tarafından indirilmiştir. Onda yazılı kültürün kaygılarını göremeyiz; çünkü çokça unutkan olan insanoğluna varoluş gayesini tekrar tekrar, döne dolaşa, evire çevire anlatan ayetlerden oluşmaktadır.
Yazılı kültürün ürünü değildir; çünkü isim ve şahıslardan çok, olaylar olaylardan çok bütün zamanlarda geçerliliği ve tazeliği yok olmayan her konuda rehberlik edici fikirler verir.
Sözlü ve yazılı kültürün hakim paradigmalarında olayların kahramanları ya bir kişi ile ya da kollektif şuur ile sınırlandırılırken, Kur'an'da insanlık sahnesinin aktörleri iyi kötü herkestir. Her iki kültürde de hangi dünyaya kulaklar açık ise diğerine sağır iken; Kur'an'da hem Musa hem Fravun, hem melek hem şeytan aynı sahnede çarpışmaktadır.
Kur'an imaj kültürünün bir ürünü de olamaz. Çünkü o, bir görüntü olarak indirilmemiştir. İlahi vahiyde, öyle şekilli ve resimli olarak anlatma biçiminin izine rastlayamazsınız. Eğer imaj kültürünün bir ürünü olarak indirilseydi Kur'an'da namaz, tavaf, ihram, başörtü-sü/humr gibi, en azından imgesel yönleri olan konularda resimli anlatım teknikleri kullanılırdı.
Fakat bazı sahneler o kadar canlı anlatılmıştır ki, insan okurken kendini yaşıyormuş gibi hissetmektedir. Mesela Kıyamet sahneleri, olacak bir olaydan bahsettiği halde, sanki yanı başımızda bizim de içinde yer aldığımız bir olaydan bahseden bir üslupla karşı karşıya bırakmaktadır.
Tekvir Suresi (81), 1-14. ayetleri örnek olarak vermekle burada iktifa etmek durumundayız:
"Güneş karanlığa gömüldüğünde, ve yıldızlar ışıklarını yitirdiğinde, dağlar kaybolup gittiğinde, ve doğurmak üzere olan dişi develer başı boş bırakıldığında, bütün hayvanlar biraraya toplandığında ve denizler kaynadığında, bütün insanlar yaptıkları ile eşleştirildiğinde ve diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda, 'hangi suçtan dolayı öldürüldükleri', (insanların yapıp ettiklerine dair) dosyalan açıldığında, ve gökyüzü açılıp ortaya serildiğinde, cehennemin yakıcı ateşi parladığında ve cennet gözler önüne getirildiğinde, (o gün) her insan, kendisi için ne hazırlamış olduğunu görecektir." [62]
Kur'an Peygamberimiz tarafından şifahi olarak-ağızdan okundu; muhataplarınca işitmek suretiyle ezberlendi veya öğrenildi, daha sonra da yazıya geçirilerek mushaf ismini aldı. Bir çok konuda Rabbimiz tarafından uyarılan peygamberimiz yaptığı bu işler esnasında eğer hatalı davransaydı ilahi inzar bu konuda da devreye girer ve gereken yapılırdı. Öyleyse elimizdeki mushafa Rasulullah'ın bir ürünü olarak bakamayız. O Rabbimiz tarafından indirilen "sözlü bir hitabın, yazılı metni" olmaktadır." [63]
Ancak unutulmamalıdır ki; ister sözlü bir hitap olsun isterse yazılı bir metin olsun, Kur'an Yüce Allah'tan tenzilen/aşama aşama indirilmiş bir mesajdır. İlahi kaynaklı bir kitabın beşeri kültürlerin zaaflarından etkilenmiş olma ihtimalinden dahi söz etmek bir mümin olarak bizim kabulleneceğimiz bir yaklaşım değildir. Sadece itibar edilmemesi gereken varsayımlardan bir varsayımdır.
O halde hiçbir zaman hidayet kitabımız Kur'an'a belli tarihsel koşulların ürünü ve o koşullar tarafından kuşatılmış bir kitap gözüyle bakmamız mümkün değildir.
Sözlü bir hitap şeklinde indirildiğinde kuşku bulunmayan Kur'an İlahi denetim altında Rasulullah'ın zihninde toplanmış, vahiy katipleri tarafından da yazıya geçirilmiştir. Bugün elimizdeki mushafın yazılı dilin değil de sözlü bir dilin üslubunu taşıyor olması, Kur'an'a beşeri hiçbir müdahalenin olmadığının kanıtlarından biri olarak ileri sürülebilir. Bir çok konuda elçisini uyaran Yüce Allah'ın Kur'an'ın cemi ve yazımı sırasında ta'zir etmemesi, cem etme ve yazıya geçirme şeklini tenkit eden hiçbir ilahi inzar ile karşılaşmıyor oluşumuz toplamanın doğru yapıldığına delildir. [64]
Mütevatir olarak Kur'an'ı sonraki nesillere aktaran ilk kuşak müslümanlar Rasulullah'ın cem ederek ve yazarak koruduğu vahiy metinlerini esas almışlardır. Kuran'ın Peygamberimiz zamanında yazıyla tespit edildiği konusunda ittifak vardır. Ayrıca çok sayıda kaynak Kur'an'ı Rasulullah döneminde toplamakla görevli sahabilerin varlığını kaydetmiştir. [65]
Şurası inkar edilemez bir nassi karinedir ki, kafirlerin bütün taleplerine rağmen Kur'an yazılı bir metin olarak, indirilmemiştir.
Kur'an'ın ezberden okunarak muhataplarca dinlenen bir hitap/kitap oluşuna dair çok sayıda ayet vardır. Sözlü bir hitabın yazıya geçirilmesi şeklinde mütevatir olarak bize ulaşan mushafın şu anki hali, aslında Kur'an'ın korunmuşluğuna ve icazına delil olarak gösterilebilir. Çünkü Kur'an yazıya geçirilerek toplandığı halde, ilahi kelamın sözlü hitabı özelliğini aynen korumuş, bu konuda hiçbir değişiklik meydana gelmemiştir.
Kur'an'ın bir defada "yazılı olarak", Musa (a)'a indirilen levhalar gibi, indirilmesini isteyen muarızlar çıkmıştır. Ancak Yüce Allah onların bu isteklerinin saçma bularak yanıtsız bırakmıştır.
"Kafirler; 'Kur'an ona bir defada toptan indirimeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine yerleştirmek için böyle indirdik. Onu düzenli ve yerli yerince indirdik." [66]
Kur'an ne nesir, ne de şiirdir. Kur'an'ın iniş ortamında yaşayan Araplar arasında şiirin çokça itibar edilen bir tarz olmasına rağmen, Yüce Allah'ın Kur'an'la şiir arasında benzerlik kurmayı dahi reddetmesi [67] manidardır. Hatta Arapların çok aşina olduğu recez üslubuyla benzeşen ayetler bile, ilahi kelamın etkinliğini yansıtacak özgünlüktedir. Çünkü Kur'an'ın muarızlarına yaptığı "benzerini getirin" şeklindeki meydan okuma çağrısı, onun biçim ve öz olarak taklit edilemezliğini göstermektedir. O halde Kur'an için sözlü kültüre atıf taşıyan, "sözlü kültürün ürünü" kodlaması tamamıyla yanlıştır. "Sözlü hitap" nitelemesi ise doğruluk payı taşımakla birlikte yüzeysel ve eksiktir.
Recez ya da seci' nesire de şiire de benzemeyen, fakat ahenkli olmak bakımından şiire benzeyen bir anlatım yöntemidir. Bu yöntemi daha çok kahinler tercih etmişlerdir. Arap kahinlerinin kullandıkları bu söz söyleme sanatı ile Kur'an'ın özgünlüğü düzleminde yapılan tartışmalara yüzyılların ötesinden Eş'ârî kelamının imamlarından Bakıllânı şu değerlendirmesiyle katılmıştır:
"Eğer Kur'an seci' olmuş olsaydı, onların (şairlerin) ifade üsluplarının dışına çıkamazdı. Onların üslupları doğrultusunda olsaydı, bununla i'caz gerçekleşmezdi." [68]
Söz hemen söylenmeli, hemen etki uyandırmazdır. Oysa bir yazar sözünü süsler, düzeltir, yeniden kurgular, siler, yeniden yazar. Bu tür hiçbir işlemden geçmeden olduğu gibi söylenen her beşeri sözde yanlışlıklar oluşur. Oysa Kur'an ayetleri bir sefer indirildikten sonra hiçbir şekilde düzeltme değiştirme yapılmamıştır. Buna rağmen hiçbir tenakuz, tutarsızlık bulunmaması onun icazına, ilahi kaynaklı oluşuna delalet etmektedir.
Tek bir kalemde çıkan her hangi bir metinde, ya da bir seferde düşünülmeden hitabet dili yapılmış sözlü bir iletişimde mutlaka yanlışlıklar, çelişkiler, tutarsızlıklar, birbiri ile tenakuza düşmüş fikir kümeleri bulunabilmektedir.
Öyleyse Kur'an'ın ilk muhatapları sözlü kültüre aşina olsalar da ona, "salt bir sözlü bir hitap" olarak bakılamaz. Salt yazılı bir kitap da değildir; çünkü bir kerede yazılı bir metin olarak indirilmemiştir. Kuran, bir insanın kitabını kurguladığı gibi kurgulanmış bir eser değildir; aslında bu da onun ilahi kaynaklı oluşuna, i'cazı'na dair güçlü bir delildir.
Roman vb. bir metni inşa eden insan hem tekrarlardan kaçınır, hem de karşısında muhatabını görmediği için onu cahil durumuna düşürerek gereksiz bir yığın açıklama yapabilir. Oysa Kur'an için böyle handikaplar söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah kullarının kalplerinden geçirdiklerini de geçireceklerini de, gözlerinin gördüklerinide görmediklerini de, gizlediklerini de açığa çıkardıklarını da bilmektedir.
Ancak ilk muhataplarının mesajı iyi anlaması için Rabbimiz taralından her türlü kolaylık oluşturulmuştur. Mesela Kur'an'da çok sayıda tekrar vardır. Yüce Allah ayetlerde beyan ettiği mesajı, evirip çevirip açıklamıştır; böylece çokça unutkan olan insanoğluna görevi tasrifen hatırlatılmıştır. Bu bağlamda Kur'an, yazılı kaynaklar gibi, akademik-mekanik eserler gibi tekrarlardan kaçman bir kitap değildir. [69] Çünkü onda asıl gaye, muhataplarına salt bilgi vermek değil, inanç ve eylem oluşturmaktır.
Fakat çoğu zaman da tekrardan kaçınılır, muhatapça malum olan sıkıcı olmasın diye ilam edilmez. Konu ilk muhatapların, bildikleri üzerine bina edilir. Mesela, başörtüsü ayetinde [70] ilk muhatapların öncül bilgilerinin üzerine yeni hüküm bina edilmiştir; bu yüzden saç-örtü ilişkisinin detayları mesajın lafızlarında yoktur. Yine aynı şekilde namazın, haccın temel ölçüleri ayetlerde geçerken şekille ilgili detaylara girilmemiştir.
Eğer öyle olmasaydı ilahi kelam altı yüz küsur sahifeden -114 sureden değil- binlerce sahifeden oluşurdu. Öyleyse Kur'an'ın beşer ürünü olan sözlü hitaplarla birebir denk tutulması, aynı görülmesi mümkün değildir. Bu da göstermektedir ki, o alışılmış sözlü hitabelerden farklılıklar taşımaktadır. Çünkü o, ilahi kaynaklıdır.
Defalarca altını çizmek gereken bir vurgu; Kur'an'ın ilahi kaynaklı bir kitap oluşudur. Bu sebeptendir ki o, okuyucusu ile birebir diyalog ortamında olmayan bir yazarın metni gibi de değildir, bir vaizin olur olmaz, yerli yersiz konudan konuya atlaması şeklinde oluşan üslubu gibi de değildir.
Bütün ayetleri insanlara hitabeden Kur'an'ı anlarken beşeri ürünlerden yararlanmak, onları temel belirleyici kılmamak şartı ile pek tabiidir. Fakat her zaman temel belirleyici olan Kur'an'dır. Hiçbir tarihsel kesit ilahi kelamı edilgen bir şekilde belirleyemez. Aksi takdirde ilahi kelamın tarihsel koşulların ürünü olduğunu savunmak, deyim yerinde ise, Allah'ın kendi yarattığı hayat karşısında edilgen, etkisiz eleman gibi bir pozisyona düşmesi manasına gelecektir. Böyle bir duruma düşmekten Rabbimizi tenzih seferiz.
Bize göre tarihseiciliği Kur'an'ı anlamada bir yöntem olarak önerenler, felsefi tarihselcilerin aksine, hayatın oluşumunda dolaylı bir rolü olan insanın etkinliğini -Eş'ari kelamının düştüğü duruma düşmeyelim diye- abartmaktadırlar. Mesela, Allah'tan söz edişlerinde, Eşari kelamına karşı, insanı tavır olarak öne çıkarırken, kula yakışan "tevazu ölçüsünün sınırları" zorlanmaktadır. [71]
Sonuç olarak Kur'an'a bir kültürün ürünü -hatta bir olgu- gözüyle bakmak doğru değildir. İlahi kelam hiçbir tarihsel özellik taşımayan mutlak bir bilgidir. Bu noktada Allah'ın kendi zatında tarihsel olmayan ilahi ilmin Kur'an olarak indirildiğinde beşeri bir vasıf kazandığı gibi ayırımlara girmek de mümkün değildir. Hatta ilahi denetim altında oluşmuş ve bize kadar sadık haberlerle gelmiş olan Rasulullah'ın sünnetine dahi, her ne kadar tamamıyla beşeri bir karakter taşısa da, "tarihseldir; evrensel değildir" diyemeyiz. Ancak bizim ilahi kelamın mesajından anladıklarımıza "Allah'ın zatında tarihsel olmayıp, insan zihninde tarihsel olan" şeklinde bir nitelemede bulunabiliriz. [72]
Aslında "tarihselcîlik" bir disiplin olarak, insanlığın kültürel mirasını doğru tahlil edebilmek, bir mitolojinin yada yazılı bir metnin kendi bağlamı içinde anlaşılması için, uyulması gereken bazı ölçüler getirmiştir. Buna göre, yazılı bir metnin ortaya çıkışı esnasındaki siyasal-toplumsal- ekonomik şartlar onun paradigmasında etkili olmaktadır.
Tam da bu noktada tarihsellikle (historical) tarihselcilik (histori-cism) arasındaki farklılığa işaret etmenin, meramımızı doğru ifade etmek bakımından gerekli olduğunu düşünüyoruz. Birincisi, bir şeyin tarihle ilgili olduğunu ifade edereken, ikincisi tarih ve ondan tevarüs eden kültür üzerinden ideoloji üreten bir metodolojidir. Bu bağlamda Kur'an'ın iniş ortamında değiştimeyi hedeflediği konuları ve muhatapları, tarihselliğin konusu olabilir, ama tarihselciliğin asla. Kur'an'ın kendisi tarihsel değildir, ama insan olmaları hasebiyle ilk muhatapları ve onların içinde bulundukları verili dünya tarihseldir.
Bu sebeple tarihsel bir bağlam içinde bulunan ümmi Araplar ve diğer muhatapların idrak seviyeleri, içinde bulundukları gelenekle ilişkileri, bildikleri doğrular, çarpıttıkları örfler bir arkaplandır ve Rabbimiz ilahi vahyi bu arkaplanın bağlamına indirmiştir. Fakat bu gözetimin tüm zamanlar ve tüm mekanların üzerinde bulunan aşkın bir ilah olan kadir-i mutlak Allah tarafından yapıldığı unutulmamalıdır. [73]
Peki Kur'an'ı anlama ve mesajını kavramada bu tamamı ile beşer ürünü bir yöntem ne kadar elverişlidir? Peşinen ifade etmek gerekirse; bizim görüşümüz Kur'an'ı anlama yönteminin en azından temel ilkelerinin mutlaka yine Kur'an'dan çıkarılmasının zorunlu olduğu konusundadır. Hiçbir beşeri yöntem Kur'an'ı anlamada tek başına hakikatin bütününe ulaştıran doğruya ulaştırmaz.
Kendisi bir şarkiyatçı olan Toshihiko İzutsu, semantik yöntemi ile yaptığı başarılı çalışmalarla kelimelerin -ve Kur'an kelimelerinin- örümcek ağı gibi bir biri ile olan irtibatını ortaya koymaktadır. [74] Şüphesiz hiçbir şekilde tahkir etmeyi düşünmediğimiz bu çalışmalardan bilimsel anlamda yararlanılabilir. Fakat nihai anlamda bir hidayet kitabı olan Kur'an'ı fıkh etmede bu türden çalışmalar "Takva idealini kuşanarak, tevazu ile okunması gereken Kur'an"ı, amaçlarını tam olarak kavramak, örnek yaşamsal modeller çıkarmak için yeterli olamaz. Bu nedenle de böylesi ürünlere bel bağlanarak hareket edilemez. [75]
Tarihselcilik nasıl tanımlanırsa tanımlansın, nasıl çeşitlendirilirse çeşitlendirilsin hepsinin ortak paydası, "bazı olguların sadece tarih içinde belli bir zaman ve makana kayıtlı olarak gerçekleştiği ve bu nedenle de tarihi bağlamı ile sınırlı ve geçerli olduğu"dur. Bu tanım Kur'an'a uyarlandığı vakit, ilahi vahiy bir "olgu" olarak yaftalanacaktır, geçerliliği belirli bir tarihsel kesitle sınırlandırılacaktır, nihayet Allah'ın kelamı bir şekilde rafa kaldırılan bir "hatıra" [76] durumuna düşürülecektir. Neresinden bakılırsa bakılsın tarihselcilik yönteminin gözlüğünü takarak "yorumsal tarihselcilik" yapanların, ilahi kelamı "Kur'an'ın iniş döneminin şartlarıyla kayıtladıkları için", olayın sonucundan baktığımızda vahyin geçerliliğinin Hz. Muhammed'in hayatıyla sınırlı olduğunu söyleyen oryantalistlerden ve sosyal bilimcilerden bir farkları kalmamaktadır.
Tarihselciliğe atıf yapan bazı araştırmacıların çalışmalarında Kur'an'a sanki bîr beşeri kaynak gibi yaklaşıldığını görürüz. Elimize ulaşan mushaftan, sıradan bir insanın yazdığı bir kitaptan söz eder gibidirler. Aslında Kur'an'ın tabii ilk bağlamını bilmenin öneminin vurgulamak için söylenen şu sözler, anlaşılır cinsten değildir. Belki de kasdını aşan aşağıdaki satırların izahını yapabilmek oldukça güçtür:
"Yazılı bir metin olarak okuduğumuzda, Kur'an metninde çelişkiler vardır, Kur'an metninin kompozisyonunda belli bir mantık yakalamak mümkün değildir; ne kronolojik, ne konularına göre, ne de sistematik bir tertiptir. Buna bağlı olarak bütün olarak Kur'an metni, iç bütünlüğe sahip olmaktan uzaktır, sure içi bütünlük yoktur, mevcut formun en küçük birimleri olan ayetler bile, gerçek bir bütünlüğe tekabül etmemektedir"(!) [77]
Akademik bir çalışmada aranan vasıfların sıralandığı yukarıdaki pasajda, eğer bazı suçlayıcı ifadeler yer almasaydı, belki şöyle bir değerlendirmeyle konuyu kapatabilirdik:
"Kur'an akademik bir çalışmanın sınırları sıkı bir şekilde tayin edilmiş tezi değildir." Fakat mesajın bütünlükten yoksun olduğunun idda edilmesi, maksadın anlaşılamaması gibi tasğîr edici ifadelerin bulunması konuyu içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Kaldı ki akademik çalışmalardaki ruhsuzluk, sistematiğe boğulmuşluk ve mekaniklik insanların genellikle bu türe ilgisiz davranmalarına yol açmaktadır. Kur'an ise Kıyamet'e kadar yaşayacak olan her kültürden ve her yaştan tüm insanlara hitabeden bir kitaptır.
Yukarıdaki pasajda görüldüğü gibi, Kur'an'a tarihselci yaklaşım onu kutsal bir hitabın denetim altında yazıya geçirilerek korunmuş bir metni olarak görmemekte, Kur'an'ı nesnel bir anlamanın aracı olarak algılamaktadır.
Bize göre Kur'an'ın, "ulusal kültürün ve ulusal devletlerin revaçta olduğu 1789'dan 1989'a kadarki dönemin koşulları ile kayıtlanacak şekilde yorumlanması" nasıl yanlışsa, globalleşme rüzgarları ile gelen liberal kapitalizmin varsayımları ile kayıtlanması da, onda akademik bir çalışmanın sistematiğini aramak da aynı şekilde yanlıştır. Dışarıdan bir gözlükle, beşeri ürünlere yaklaşıldığı gibi Kur'an'ı değerlendirmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'an tarihsel bir bağlama inmiş olsa da ilahi bir kitap olduğu için, hiçbir zaman söz konusu tarihsel şartların ürünü olarak görülemez.
Semantik, hermönetik, tarihselcilik gibi yöntemler, her şeyden önce gayba canı gönülden iman eden, dünyadaki duruşunu da bu inanca göre belirleyen müminler için son derece soğuk ve mekanik veriler sunmaktadır. Bu nedenle bu yöntemler, ilahi bir kitap olan Kur'an'ı anlamada bütünü ile kabul edilme şansına sahip olamazlar. Çünkü Kur'an'ı anlamada benimsenen yöntem aynı zamanda Kur'an'a verilen değeri de ele vermektedir.
Kur'an tarihle irtibatlı bir kitaptır; bu inkar edilemeyecek gerçektir; ancak o tarihsel/tarihe ait bir olgu değildir. Yine Kur'an, ilk muhataplarına karşı kayıtsız ve ilgisiz bir kitap değildir. Ancak tarihsel koşullardan söz eden ayetlerin tevhid, nübüvvet gibi temel konulara ilişkin bütün zamanlarda örnek oluşturacak içerikleri vardır.
Kur'an'ın doğru anlaşılmasında beşeri bilimlerin ürettiği yorumlama yöntemlerinin fazla bir değeri yoktur ve ısrarla bu yöntemi kullananlar da kuşku uyandırmaktadır. Çünkü gelinen nokta itibariyle bir muhasebe yaptığımızda açıkça görülen durum; "Kur'an'ın şeriat-muamelat diye bildiğimiz nasslarının nasıl da bertaraf edilmeye, süresiz olarak ta'til edilmeye çalışıldığı" şeklindedir.
Buna göre Kur'an'ın siyasi, ekonomik, toplumsal şartlarla alakalı olan hükümleri o dönemin bağlamı ile ilgilidir. Yeniden yorumlanmalıdır. Bu taleple ilgili olarak kuşku duyduğumuz husus, bu yorumsama çabasının Batılı sekülerlaik paradigma lehine işleyip işlemeyeceğidir. Mesela bu çaba sahiplerine göre hırsızlık, kıtal, zina, hırsızlık v. b. suçlara verilen cezanın "biçimi yerel, amacı evrense/"dir. Mesajın "lafzı tarihsel, kendisi evrensel"dir.
Örneğin Fazlur Rahman'ın mirasın taksimiyle ilgili Kur'an'da yer alan hükümlerin değişebileceğini söylemesi bu yerel-evrensel kategorik ayırımına dayanmaktadır, Fazlur Rahman'a göre, Kur'an'ın hükmü kadının aktif sosyal hayata katılmadığı bir dönem için indirilmiştir, bu yüzden ilahi hüküm değişebilir:
"Şayet bir kadın maddi yönden, mesela miras yoluyla veya çalışıp kazanmakla bağımsızlaşırsa ve evin geçimine katkıda bulunursa erkeğin bu yönde (mirasın paylaşımında) olan üstünlüğü o ölçüde azalır. Çünkü insan olarak bir erkek karısından üstün değildir." [78]
Mirasla ilgili hükmü ilk muhatap için emreden Allah "görüş değiştiren, sözünden cayan" bir ilah olmadığına ve Kıyamet'e kadar geçerli olacak başka bir kitap indirmediğine göre bu hükmün kesin bir buyruk olarak telakki edilmesine mani olan nedir?
Birçok İslami hükmün tatbik keyfiyeti için öncelikle gözetilmesi gereken gerekli şart, bağımsız İslam toplumuna sahip olup olmadığımızla alakalıdır. Modern çağda küresel kapitalizmin kuşatması altında bulunan müslümanların toplumsal konumlarıyla ilgili yaşadıkları acı ve dengesizlikleri aşmak için, reel şartların dayattığı gereklilikleri "İslam modernizmi" adı altında meşrulaştırmaya çalışıp bu doğrultuda, evrensel Kur'an hükümlerini, içtihadi hükümlermiş gibi zaman şartına bağlayıp değiştirmeye teşebbüs etmek önemli bir sapma ve basiretsizliktir. Kaldı ki mirasla ilgili "vasiyet" hükmü, bizi kuşatan ve kontrol edemediğimiz modern dayatmaların murisler üzerinde oluşturduğu dengesizlikleri düzeltmemiz için Rabbimizin bize sağladığı evrensel bir imkan olarak da yararlanacağımız bir başka Kur'an hükmüdür.
Öte yandan "yerel" diye nitelenen ceza hukukuyla ilgili Kur'an'daki hükümler karşısında da benzer bocalamaları görmekteyiz. Kur'an'ın rehberliğinde işleyen Müslüman aklının rolü, böylesi hükümleri nesh etmek/ortadan kaldırmak için değil, cin ve insan şeytanlarının engellemelerine rağmen uygulamanın yollarını aramak için olmalıdır.
"Kur'an'daki kimi ayetleri itikad, ibadet ve ahlakla ilgili görüp, onları evrensel; diğerlerini de muamelatla ilgili bulup onları da tarihsel diye niteleyen yukarıdaki anlayışın bu ayırımı, bütünlükçü bir dinin kitabı olan Kur'anı iyi anlamamaktan ileri gelse gerektir. Esasen "Kur'an'ı katagorik okuma tarzı modern bir hastalıktır. Kur'an'daki ayetlerin muamelatla ilgili gösterilenleri ahlaktan, ibadetten, itikaddan bağımsız ve ayrı olmadığı gibi tersi de doğru değildir." [79]
Paçacı bir makalesinde "Kur'ani Değerler Şeması" ile Kur'an'ın hükümleri arasındaki dengeli ilişkiye dikkat çekmiştir. Mehmet Paçacı, "temel inançlar alanı, ahlaki değerler alanı, hukuki kurumlar alanı ve menasik alanı/ ibadetler alanı" selinde bir şema ile bir alanın işlevinin "diğer alanların işlevlerini güçlendirmek amacı ile" varolduğunu ifade etmektedir. [80]
Paçacı'nın görüşünü temellendirdiği örnek, üzerinde durmaya değerdir:
"Metafizik ilkelerin hakim olmadığı bir toplumda hırsızın elinin kesilmesi doğru değildir." Bize göre de bu örnek doğrudur. Mesela Suudi Arabistan gibi sözde İslam ülkelerinde ülke kaynaklarını har vurup, harman savuran kral ailesi hiçbir zaman hırsıza uygulanan had cezasına çarptırılmazken, belki de meslek edindiği için değil de, fakirlikten dolayı sıradan küçük bir metayı yürüten garibanlara "el kesme cezasının uygulanması" bir adalet değil zulümdür.
Paçacı'nin şematik olarak ifade ettiği alanların ne kadar içice ve birbiri ile dengeli olduğunu Nur Sûresi, 2. ayette geçen "suçlulara şeriatı uygulamada acımamak" ilkesi bağlamında da ele alabiliriz. Bu ayette hem ahlaki bir mahiyet taşıyan ilkeden, hem de had cezasının biçiminden -yüz celdeden- söz etmektedir. Bu ayet de göstermektedir ki, ahlaki olan ile hukuki olan arasında öyle kesin ayırım koymak mümkün değildir. Bunlar içice geçmiş bir tarağın dişleri gibidir.
Hz. Ömer'in meşhur uygulamaları bu konuda hikmetli bir mahiyet taşımaktadır. O, kıtlık şartlarında had cezasını uygulamamıştır. Fakat hiçbir zaman o ilahi hükmün had cezasını ebediyyen -ya da süresiz olarak- suni bir konjonktür lehine olacak şekilde askıya almayı, hakim bir paradigmanın hatırı için ilahi kelamın mesajını neshederek, hükmünü ortadan kaldırmayı düşünmemiştir. [81] Ayrıca onu belli bir süre cezayı uygulamamaya -yürütmeyi durdurmaya- sevk eden her hangi bir tağuti idare değildi; adaleti uygulama endişesi idi. İlahi vahiy ile Allah'ın tüm zamanlara adilce müdahale etme iradesini gerçekleştirme sorumluluğu idi. O ilahi adaleti uygulamada suçlulara acıyacak bir imani bilinç gevşekliği de taşımıyordu, böyle bir kişilik özelliği de yoktur.
Bir başka deyişle onun uygulamaları, bir yürütmeyi durdurma işlemi idi. Yasamanın "sübutu ve manaya delaleti katî bir nass"ı olan ayetin hükmünü, müstekbirlerin hatırı için onlara yaranmak ve yağcılık yapmak için, yok saymaya çalışmak değildi.
Kur'an'a yaklaşımda "tarihsetcilik yöntemi'ni esas alan yorumcuların, bu konuda Hz. Ömer gibi hareket edip etmedikleri tartışmaya açıktır. Çünkü onlar şöyle sormaktadırlar:
"Hırsızlığın önlenmesi için daha etkili bir yöntem bulunursa bu uygulanabilir mi?"
Bu soru ile Kur'an'da yer alan muhkem bir hükmün süresiz ya da ebediyyen askıya alınması mı kasdediliyor, bilemiyoruz. Fakat şurası muhakkak ki, başka bir yol arandığı kesindir. Peki neden? İlahi bir hükmün değiştirilmesini gerektiren ne oldu da, bunun yolları aranmakta?
Tabii ki, gerçek bir hırsızlık olayı için öngörülen "el kesme" dışında da müeyyideler bulunabilir. Ancak konu ile ilgili verilebilecek cezanın en üst sınırını/haddini belirleyen "el kesme" müeyyidesini nesh etmeye/ayetin hükmünü süresiz olarak dondurmaya kalkmamak şartı ile; bunu müstekbirlerin hatırı için değil de, gerçekten adaletin geregi için uygulama şartı ile; yine bu müeyyidenin ilahi bir mesaja dayalı olduğunu unutmamak şartı ile...
Her şeyi bilen Allah bin yıl ya da daha sonraki dönemleri bilmiyor muydu ki, yedinci yüzyılla kayıtlanabilecek nasslar indirmiştir? Böyle bir nakısadan Rabbimiz beridir. İlk indirdiği toplumun tasavvurlarını kale alan Allah, Kıyamet'e kadar yaşayacak tüm insan toplumlarının kavrayış düzeylerini de dikkate alacaktır. Hem o her şeyi bilen bir ilahtır. [82]
Tarihselciliğin Kur'an nasslarını kategorize etmesinin sebebi, onları daha iyi anlamada kolaylık sağlamak içinmidir? Bu sorunun cevabına evet demek o kadar kolay değildir. Çünkü dikkatlice irdelendiğinde tarihselciliğin Kur'an nasslarını itikadı, ibadi, ahlaki diye ayırmasının, bir kısmının etkileme gücünü ta'til etmeye yönelik olduğu görülecektir.
Aşağıdaki ayet "ilahi ahkamı -örnek olarak boşanma hukuku- uygulamada gevşek davranmamak" gerektiğine ilişkin Kur'an’i bir ilkeden söz ederken, insanın gereğince bilmek, kavramak, idrak etmek hususunda zaaflarına dikkat çekmekte ve Allah'ın her şeyi bildiği hakikati ile bitmektedir; görüleceği gibi inanç, ahlak, hukuk ve ibadet içice geçmiştir:
"Kadınları boşadıktan sonra, bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse, aralarında uygun bir şekilde anlaştıkları takdirde, başka erkeklerle evlenmelerine engel olmayın. Bu Allah'a ve ah'iret gününe inanan her biriniz için bir uyarıdır. Bu sizin için en erdemli ve en temiz yoldur. Allah her şeyi aslı ile bilir, ama siz bilemezsiniz." [83]
Tarihselliğin yorumsama çabalarının sınırının nerede bittiği, önceden kestirilemeyecek boyuttadır. Bu nedenle bugün itikadı olanı koruyan yarın ona da "tarihsel bağlamla ilgili" damgasını vurarak geçersiz hale getirebilir.
İlahi kaynaklı bir sözün iniş ortamının gündemlerinden, sanki bir beşer ve onun eylemleri gibi olumsuz olarak etkilenmesi düşünülemez. Bu nedenle Kur'an'ın doğru anlaşılabilmesi için cahili kültürün, tarihsel zeminin bütün ayrıntıları ile bilinmesi de gerekmez. Zaten bu şart ile Kur'an'a yaklaşmak onu belirleyen, etkin bir kitap olmaktan çıkarır, belirlenen, etkisiz bir konuma düşürür.
Eğer Kur'an gerçekten indiği tarihsel koşullar tarafından kuşatılmış olsaydı muhataplara dair, her beşeri kitapta rastlanabilecek türden ayrıntıların yer alması gerekirdi. Oysa Kur'an'ın birinci muhatabı olan peygamberimiz (s)'in şahsi ismi, sadece tüm 114 sûre boyunca yalnızca dört defa geçmektedir. [84]
Kur'an'ın anlaşılmasında bir yöntem olarak tarihselcilikten yararlanılabileceğini İslam dünyasında sistematik olarak Fazlur Rahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkun gibi şahıslar gündeme getirmişlerdir.
Fakat bu yöntemin izlerini Seyyid Ahmed Han'a kadar götürmek mümkündür. İngiliz hakimiyetindeki Hindistan'ın o tarihsel koşullarında yetişen Seyyid Ahmed, Batı'nın üretilmiş değerleri karşısında büyük bir komplekse kapılmıştı. Bu sebeple, kendisine mutlak hakikat gibi gelen Batı menşeli varsayımları Kur'an'la uzlaştırabilmek için Kur'an'ın tarihsel bildirimler ortaya koyduğunu söylüyordu.
Batı karşısında loyalist/bağımlı bir kimliği savunan Seyyid Ahmed Han'a göre, belli bir inancın kabul edilmesinde çağdaş bilimin verileri esas alınmalıydı. Buna göre Batı'nın pozitivist felsefeleri ile tenakuz içerisinde bulunan melek, şeytan gibi gaybi hakikatler sembolizme göre yorumlanmak, miras, ceza hukukuna dair Kur'an'ın şeriat ve muamelat konulan "tarihsel" olarak nitelendirilmeli idi. [85]
Ona göre "İslam bir din olarak toplumsal bir sisteme sahip değildi. Hatta Kur'an bazı dini nazariyeler ve ahlak kuralları içermekten öte bir işleve sahip değildi." [86]
Seyyid Ahmed Han'ın farklı İslam memleketlerinde benzerlerine rastlamak mümkündür:
Bunlardan en meşhurlarını saymak gerekirse ilk göze çarpan isimler; Mısır'dan Ali Abdurrazık, Taha Hüseyin, Emin el-Hûlî, Muhammed Ahmed Halefullah'tır.
Biz burada Türkiye'de en çok isminde sözü edilen Fazlur Rahman tecrübesini tahlil etmekle yetineceğiz. Tarihsellik yöntemine fazlası ile bel bağlayıp Kur'an'a uyarlayan Fazlur Rahman'a göre ahlaki değerlerden bahsedenleri hariç bütün ayetler, indiği dönemin koşulları tarafında belirlenmiştir. [87]
Ona göre her hangi bir iktisadi değerin tüm ömrü, ortaya çıktığı şartlarla kayıtlıdır. Ahlaki değerler ise tarih üstüdür, şartlardan aşkın bir varlığa sahiptir. Bu perspektifle ilahi kelamı yorumlayan Fazlur Rahman, Kur'an'ın faiz-riba yasağı o tarihsel şartların ürünü saymıştır.
Acaba, kapitalist büyüme modelinin önünde, faiz-riba yasağı bir engel olduğu, hakim seküler anlayış tarafından bu yasak telin edildiği ve bu saldırıların tasallutundan kurtulmak istendiği için mi ilahi nasslar beşeri ideolojilere feda edilmektedir?
Her beşeri düşünce ve ideoloji için doğruluğu kuşku taşımamakla birlikte, Fazlur Rahman'ın aşağıdaki yargısını ilahi kelama uyarlama çabasını anlayışla karşılamadığımızı belirterek, onun söylediklerine bir bakalım:
"Belli bir toplumda ve belli bir geçmiş zaman içerisinde uygulanan her hangi bir iktisadi değerin tüm ömrü, o sosyo-ekonomik ortama hastır; ve bu değerin anlamı, kendi ortamını pek fazla aşamaz. Ama ahlaki değerler için durum böyle değildir." [88]
Aslında Fazlur Rahman bu söylediklerini Kur'an'a uyarlarken onu Allah'ın kelamı [89] olarak görmediği için değil, ilahi mesajı tarihselcilik yönteminden hareketle analiz ettiği için, küll-cüz ayırımına tabi tutuğu için salt ahlaka indirgemiştir.
Fazlur Rahman Kur'an'ı hukuki metin olarak kabul etmemekte, dolaylı bir hukuk malzemesi olarak tasavvur etmektedir.
Aşağıdaki alıntıda da görüleceği gibi, onun tarihselcilik perspektifi ile oluşmuş görüşleri İslam'ı salt ahlak olarak görmek isteyen ve müslümanların siyasi taleplerini mahkum emek isteyen dünyadaki tüm tağuti idarelerin yüreklerine su serpecek cinstendir:
"Eldeki mevcut delillerin de açıkça gösterdiği üzere, Hz. Peygamber öncelikle insanlık için gönderilmiş ahlaki ıslahatçı idi, ve zaman zaman çözümlemek durumunda kaldığı münferit davalar için verdiği kararlar dışında genel bir yasamaya ender olarak ve sadece İslam davasını güçlendirmek amacıyla başvurmuştu. Bizzat Kur'an'ı Kerim'de genel yasama, İslam öğretisinin son derece küçük bir bölümünü oluşturur." [90]
Müslümanların modern dünya ile uyumunun sağlanması için Kur'an'ın -ki bütün müslümanların en büyük değeridir- önemli bir bölümünü ta'til etmeyi açıkça savunmuştur. Onun "içtihat" adını vediği, bize göre "reform"la sonuçlanabilecek çalışmalarının amacını kendi ifadelerinden okuyalım:
"İslami çağdaşlığın bir anlamı varsa, o da kesinlikle şeriatın muhtevasının değişime, büyük ölçüde ve çok yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir... Bu faaliyet hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Hatta Kur'an'ın kanun koyan ayetleri dahi bu yeni yorumun kapsamı dışına itilemez. Bu ilkenin tek sınırı ve gerekli çerçevesi Kur'an'ı sosyal gayeleri, temel manevi ahlaki ilkeleridir." [91]
Fazlur Rahman yukarıda alıntı yaptığımız makalesinde Batı'ya ve laik-ulus devletler şeklinde örgütlenip müslümanları yöneten hükümetlere "Müslüman tutucular"a karşı nasıl mücadele edebileceklerinin yollarını göstermekte ve hiçbir meşru temele sahip olmayan bu sistemlere akıl hocalığı yapmaktadır. Aynı makalede kendisinin ifade ettiğine göre Mevdûdî onun bu modernizm projesine şöyle bir yanıt vermiştir:
"İslam, pazarın gereklerine göre uygun değişiklikler yapılarak başkalarına sunulacak bir mal değildir." [92] Mevdûdi'nin bu cevabına bütün kalbimizle katıldığımızı ifade etmek isteriz. [93]
Kur'an’i hermönetik projesi için hayatı boyunca çalışıp çabalayan Fazlur Rahman'ın nasslara uyguladığı tümel-tikel (küil-cüz) ayırımı özgün bir tasnif değildir; bir benzerine Gadamer'de de rastlanmaktadır. [94]
Fazlur Rahman bu sınıflamayı Kur'an'ın ekonomi, hukuk, siyaset gibi alanlarda va'z ettiği hakikatleri "tikel" olarak nitelendirerek çağdaş dünyanın değerlerine yer açmak için kullanmıştır. Fazlur Rahman Kur'an'ın konularını dînî ve ahlâkî olan ve olmayan diye ikiye ayırmakta ve takibettiği usulü de şöyle temellendirmektedir: "Dînî ve ahlâkî ilkeler, belli bir mekan ve zaman içerisinde tikel durumlara uygulanmıştır." [95]
Peki neyin tümel-küllî neyin tikel-cüzî olduğunu kim belirleyecektir? Fazlur Rahman'a göre kuşkusuz güvenilmesi gereken insan aklı. Aklın işlevini "tikel nassların yorumlanarak özün alınması, şeklin gerekirse terkedilmesi" görevini yürütmesi için 'içtihat yapmak' olarak belirleyen Fazlur Rahman'ın bu konudaki öncelikleri üzerinde durmak, ortaya çıkabilecek vahim sonuç açısından elzemdir. Çünkü Fazlur Rahman seri delil ile içtihat arasındaki çatışmada birincisinden yana tavır koymaktadır. Bu da neyin belirleyici neyin belirlenen, neyin etkin neyin edilgen olacağına ilişkin önemli bir ipucudur. Fazlur Rahman "Müctehid, içtihadı ile şer'î delil arasında çatışma bulunması durumunda içtihadını terk etmelidir; içtihat şeriatın gayeleri ve kanun koyucunun hedefleri ile çatışmamalıdır" diyen Şâtıbî (öl. 790)'yi eleştirmekte ve tutarsızlıkla suçlamaktadır. [96]
Fazlur Rahman'ın söylediklerini daha iyi anlamak için somut konulara ve olaylara nasıl yaklaştığına bakmak gerekir. Bu nedenle onun el kesme cezasına nasıl baktığını incelemekte yarar vardır. O el kesme cezasının tarihsel olarak vâki olduğunu söyledikten sonra, yine bir yöntem tartışmasıyla konuyu değerlendirmektedir. İddisına göre "Allah'ın kelamı genel olarak ebedidir, fakat hukuka ilişkin mesajın harfiyyen ebedî olduğu tartışmalıdır." [97] Buna göre, ilahi kanunun "ahlaki alanı" geçerliliğini sürdürmektedir, ama "hukuki alanı" ebedi olmadığı için içtihada muhtaç hale düşmüştür.
"Genel ilkeler, ancak sebeplerden çıkarılır" diyen Fazlur Rahman'a göre Kur'an, iddia edildiğinin aksine geneî ilkelerin değil, somut tarihi olayların çözüm yollarının kaynağıdır. Ona göre çözüm şudur: "Kur'an'm nazil olduğu dönemdeki toplumsal-tarihi ortamı gerektiği şekilde göz önünde tutarak, Kur'an'm somut durumları değerlendirmesini temel alıp genelleme yapmalıyız." [98]
"Ahlak Kur'an'ın özüdür" diyen Fazlur Rahman'a göre külli/genel hükümler sadece ahlakla igili olanlarıdır, cüzi/özet hükümlerin ise lafızları tarihsel olup "genel ilkeleri özel durumlara (hukuki mahiyetteki emirlere) uygulama eğilimindedir." [99]
Fazlur Rahman'ın ilahi hükümleri tabi tuttuğu küllî-cüz'î ayırımına Şâtıbî'nin dilinden cevap vermek istiyoruz: "Kur'an'daki serî hükümlerin pek çoğu küllîdir, cüz'î değildir. Cüzî olanları kaynağı da külîîye dayanır. Bu da ya, külliyi itibara almaya ya da, delilin tahsis ettiği şeylerin dışında aslın manasına dayanır." [100]
Kasımı de Şâtıbî'yi destekleyici tarzda, Enam Suresi, 38. ayeti delii göstererek şöyle tamamlamaktadır:
"Kur'an muhtasar olmasına rağmen birçok hakikatleri içine alır. Muhtevası küllî emirlerdir." [101]
Yukarıdaki alıntılarda da da görüldüğü gibi Fazlur Rahman, ahlaki olana karşı alçak gönüllü, şeriatla/ilahi yasalarla ilgili olana karşı serttir. Aslında onun neden ahlaki olanları kurtarma telaşına düştüğünün cevabı, tarihselcilik yöntemine göre verilebilir. Çünkü onun büyük bir teslimiyetle bağlandığı Avrupa'da doğup büyüyen ve bütün dünyaya yayılan modern paradigma, dinin hayat damarları kopartılmış -dalları budanmış bir ağaç gibi- ahlak ve ibadetle ilgili mabedsel ve vicdani boyutuna geçit vermektedir.
Cihad gibi sömürüye karşı bir başkaldırıyı temsil eden inançlar, başörtüsü gibi gözü doymak bilmeyen kapitalist büyüme modelinin önünde simgesel bir engel olarak duran ilahi buyruklar, şeriat ve muamelatla ilgili, siyasal-sosyal alanla ilgili hükümler yaklaşık üç yüz yıldır dünyayı egemenliği altında tutan batılı dünya görüşü tarafından tel'în edilmektedir. Acaba Fazlur Rahman bu tel'îni yapanların hislerine istemeden tercüman mı olmaktadır?
Kur'an'ın genel ve tikel olmak üzere iki tür hükümlerden müteşekkil olduğunu düşünen Fazlur Rahman genel/tümel-külli hükümlerin evrensel, ama siyaset, hukuk, ekonomi gibi konularda indirilen hükümlerin tarihsel olduğunu savunmaktadır. Bugün bizi bağlayacak hükümlerin cüzî/özel hükümler olmadığını, onların bizim akletme melekelerimizin çalışması için sadece bazı sebepler teşkil edecek değerde olduğunu belirtmektedir.
"Batı menşeli olan tarihselci yaklaşım bu haliyle tamamen modern seküler bir paradigmanın bir ürünü olarak zuhur etmiştir. İster ilahi kaynağın olamayacağını vehmederek tüm vahiyleri tarihsel kabul etsin, isterse ilahi bir kaynağı kabul etmekle birlikte vahyi verilerin tarihsel bir yapıda olduğunu düşünsün, en temelde bu yaklaşım Batı'nın kendi iç çelişkilerinin bir ürünüdür." [102]
Fakat illetleri bizzat Kur'an'ın içinde yer alan, ilahi kelam ile belirlenmiş, "şahitlik" gibi konularda yaptığı çalışmalara kimsenin diyeceği bir şey olamaz. Çünkü böyle bir esnekliğe hakimlerin hakimi olan Allah'ın izin verdiği anlamına gelir. Şatıbî'nin Muvafakat adlı çalışmasını bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. [103]
Külli/genel ve cüzi/tikel ayırımı yaparak Allah ile kulları arasındaki ilişkileri dikey bir şekilde düzenleyen nasslara çekidüzen vermeye kalkmak, bize göre ahlaki değildir. Zira bir sınır çizmek o kadar kolay değildir, öte yandan söz konusu olan bizimle aynı düzlemde yer alan insan ürünü bir olgu ile değil, aşkın olan Yüce Allah'ın indirdikle riyle yüz yüze isek.
Pratik olarak da külli-cüzi ayırımı mantık dışıdır. Nasıl olurda Kur'an'da kırk küsur ihtimali ve bir o kadar da kıyasa elverişli malumatı içinde barındıran mîrasla ilgili teferruatlı hükümler "cüzî/tikel" diye nitelendirilebilir? Ki Fazlur Rahman sınırlarını dahi kendisinin tayin etmeye güç yetiremeyeceği iti kadi-ahlaki ilkeler dışındaki her şeyi "cüzî/tikel" kapsamında değerlendirebilmektedir. Oysa bize göre, "hırsızı cezalandırmayı emreden ayet"de, "mirası belli şekillerde bölüşmeyi emreden ayetler" de, hukukî bir muhteva barındırmakla birlikte aynı zamanda hem itikadı hem de ahlaki bir nitelik taşımaktadır. Çünkü Kur'an'ın nassları ilahi kaynaklıdır ve de bir bütündür.
Ahlaki-hukuki olan aynı zamanda itikadidir. Ebû Zehra'nın dediği gibi:
"Kur'an'ın ihtiva ettiği şeyler küllidir, cüzî değildir. Ondan hükümler icmali olarak beyan edilir. Buna münasib olan da neshedilmemektedir. Aile ve miras hükümleri gibi Kur'an'ın tafsilatıyla bildirdiği şeyler, ebedi olduğu için böyle genişçe anlatılmıştır." [104]
Fazlur Rahman'a göre muamelatla igili hükümler ikiye ayrılır:
Yasama ruhu ile ilgili olanlar, fiili yasama ile ilgili olanlar. İkinci grupta mütalaa edilebilecek literal-lafzi boyutunun değiştirilebileceğini belirten Fazlur Rahman'ın açtığı kapı, bize göre "Seküler aklın Kur'an ve aşkın olan ne varsa nesh çabasına katkı" anlamına gelebilecek niteliktedir. Yasama ruhu ile fiili yasama arasındaki farkı "hırsızlık" örneği ile izah etmeye çalışalım. Buna göre hırsızlığın önlenmesi için cezai müeyyideler getirmek yasama ruhu ile ilgilidir. Hırsızın elinin kesilmesi ise, fiili yasama ile ilgilidir. Bu durumda Fazlur Rahman, "Hırsızın elinin kesilmesi"ne ilişkin Kur'an ayetini şu anki dünyanın moda anlayışı lehine nesh etmeyi teklif etmiş olmaktadır. Peki hangi hakla?
Aynı şekilde "zina yapanlara uygulanması gereken, şahitler huzurunda yüz cetde vurma cezası" da fiili yasama konusu olduğundan değiştirilebilecek nasslar arasında yer almaktadır. Artık varın siz kaç ayetin "Seküler akıl tarafından ta'til veya nesh konusu edildiğini" bu iki örnekten kalkarak hesap edin.
Konumuza, tarihselciliğin nerelere kadar gidebileceğini, Fazlur Rahman'da Batı'nın mı, yoksa Kur'an'ın mı belirleyici olduğunu ve işin vehametini ispat eden bir alıntı ile devam edelim:
"Müslüman modernist(!) meseleler va'z etmeyi seven bir içtimaiyatçı gibi çağdaş Batı'dan hür düşünce ile ilgili belirli temel içtimai değerleri alır ve onları sadece "meşrulaştırmak"la kalmayarak, Kur'an'ı bu değerleri destekleyecek şekilde yorumlar." [105]
"Müslüman tutucular" elinde Kur'an nasslarf nın laik-seküler yönetimlere karşı kullanılan eleştiri okuna dönüşmesini önlemek isteyen F. Rahman'a göre İslam modernizminin anlamını şeriatın muhtevasını değiştirmek şeklinde belirlemiştir:
"İslami çağdaşçılığın bir anlamı varsa, o da kesinlikle şeriat'ın muhtevasının değişime büyük ölçüde ve çok yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir." [106]
Bu alıntılarda da görüldüğü gibi onun için Kur'an, belirleyen değil belirlenen, etkin değil edilgendir. Fazlur Rahman için Kur'an ispatlamaya çalıştığı tezleri için bir araç mesabesindedir. Kur'an şeriatının muhtevasını büyük ölçüde değiştirmek için kolları sıvadığını ayan beyan ortaya koyan Fazlur Rahman gibilerin cesareti, sarinin maksadını tam olarak bildikleri varsayımından da beslenen bir boyutu vardır.
Bunu bir örnekle izah edelim. Onlar kısaca şöyle demektedireler:
"Şârî/hüküm koyucu, hırsızlığı önlemek için 'el kesme cezası'nı va'z etmiştir. Günümüzde bundan daha etkili olan çağdaş yöntemleri meşrulaştıracak şekilde -dolayısıyla çağdaş dünya ile aramızdaki farkı ortadan kaldıracak şekilde- şeriatın muhtevası değiştirilmelidir." Bu argümandaki temel yanılgı noktası sârinin, yani Allah'ın bu hükümle murad ettiklerini basit bir düzleme indirgemektir. Maksat basitleşince de hükmün ta'tilini teklif etmek kolaylaşmaktadır. Oysa Kur'an'ın bütün hükümlerinde çok yönlü ilahi maksatlar söz konusu olabilir. Bununla ayetlerin bütün boyutlarıyla anlaşılamayacağını kast etmiyoruz. Söylemek istediğimiz, cezai müeyyide yönü öne çıkan bir ayet hem itikadi bir nass olması sebebiyle inanç konusudur, hem de ahlaki-hukuki boyutu iç içe geçtiği için Rab-kul ilişkisini düzenleyen bir ibadi nasstır. Bunlar birbirinden koparılıp ayrılamaz, öte yandan bize göre, takva sahibi, tevazu ve ihsan ile kalbi dolu olan hiçbir mümin "ben nasstaki maksadı anladım" öncülü ile, tüm insanlığa Kıyamet'e kadar geçerli olmak üzere indirilmiş bir kitabı -ve onun her hangi bir hükmünü- değiştirmeye ahlaken cesaret edemez. Çünkü maksat çok yönlü olabilir. Hem de "yasa koyucunun gerçek niyetini/maksadını" tam anlamıyla ve bütün boyutlarıyla ortaya koymak mümkün değildir; mümkün olsa bile, müctehid ince eleyip sık dokumayı gerektiren zor bir işle karşı karşıyadır. [107]
Batı ile ilişkileri loyalist/bağımlılıkçı olan Fazlur Rahman'ın "Batı" karşısındaki çekingen ve kompleksli tutumunu aşağı yukarı her yorumunda görmek mümkündür. Örneğin, ona göre taarruz amaçlı cihad olamaz, sadece savunma amaçlı olabilir. [108]
Oysa peygamberimizin sefer emrini verdiği Mûte, bizzat içinde bulunduğu Tebuk seferi, yoruma ihtiyaç duymayacak derecede taarruz savaşı kapsamında değerlendirilmektedir. Bu iki savaşta da müslümanlara karşı bir ordu toplanmış değildi, buna rağmen tehlikeyi önceden bertaraf etmek bağlamında, taarruz nitelikli bir mücadele yoluna gidildiği, fitnenin harekete geçmeden yerinde bertaraf edildiği bütün tarih kaynaklarında anlatılmıştır. Mesela, Rasulullah'ın mektubunu Bizans'a götüren sadece bir tebliğ elçisinin şehadeti, savaş nedeni olabilmiştir. Tabii ki durup dururken, sırf ganimet maksadı ile savaş çıkarmak, ahiretin dünyaya önceliğine gönülden iman etmiş müslümanlar için olacak şey değildir. [109]
Fazlur Rahman ve Kur'an'a "tarihselcilik gözlüğü" ile bakanların handikaplarını sonuç olarak şöyle özetleyebiliriz. Fazlur Rahman siyaset, hukuk, toplumsal alan gibi Batı ile ve ona özenen diğer öykünmeci seküler iktidarlarla çelişen Kur'an hükümlerini tikeilikle nitelemekte ve tarihsellik yaftası ile damgalamaktadır. Böyle rahat bir tavır bize göre, beşer eli ile ilahi kelam üzerinde tasarruf hakkı iddia etmek manasına gelmekte olup, istenildiği gibi nasslar üzerinde oynama hakkının önü açılmaktadır. Hem de bu iş teorik zeminde, son derece soyut bir alanda yapılmaktadır. Bu felsefi mahiyeti ağırlıklı tartışmalar, Hz. Ömer gibi icra makamında olan bir kişinin tasarruflarına benzetilemez. Onun merhale şuurundan/tedriç bilincinden dolayı yürütmeyi şartlar geçene kadar, kısa bir süre için dondurma çabası ile tarihselcilerin nesh etme girişimleri birebir kıyaslanamaz. Çünkü arada mahiyet ve amaç farkı vardır.
Peki namaz, oruç gibi Kur'an'ın gerçekleştirmek istediği amaç bütünlüğünden koparılmış ibadetler, "ferdiyetçi bir ahlaka boğulmuş ölçüler" de kitabın tümü gibi tarihsel olmaktan nasıl kurtulmaktadır? Böyle bir kategori ile ayetleri ele alma hakkı nasıl ve nereden alınmaktadır? Bu tutum kemalle tamamlanmış bir dini neshetme /hükümlerini ortadan kaldırma (reformize etme-tahrif etme} hakkını beşere vermek demek olmayacak mıdır?
Fazlur Rahman Kur'an ile insanın ilişkisinde merkeze insanı koymaktadır. "Allah'ın vahyi doğruitusunc11 tarihe müdahale eden insandır. Yani insan öznedir, nesne değil" derken ilahi vahiy karşısında insanın edilgen değil etkin olmasını savunmaktadır. Peki bu etkinlik teklifi ilahi olanı da kuşatıp tahrif edecek seviyelere ulaşabilecek bir kapının aralanması anlamına gelmiyor mu?
Bu görüş belki tarih boyunca oluşmuş beşeri düşüncenin içine karıştığı, insanın her şeyin üstünde tutulduğu kimi ideolojik yaklaşımlar için doğru olabilir. Ancak bu yaklaşım biçiminin Allah'ı tüm noksanlıklardan uzak görmeyi gerektiren tenzih bilincinden insanları yoksun bırakacağı aşikardır. Biz ilahi vahiy karşısında insanın, Eşarilik-Maturidilik'le ilgili kelami tartışmalara girmeden, Kur'an ahlakının bir gereği olarak daha mütevazi/alçak gönüllü durması gerektiği kanaatini taşıyoruz. İnsanın ilahi vahiy karşısında daha etkin durmasını savunan modernizmide tevazu yerine kibiri seçerek ahlaki bir zaaf içine düşmekle suçluyoruz.
Fazlur Rahman, İslam'ı; hukukundan, şeriatından, muamelâtından soyutlanmış bir inanç ve ahlak durumuna indirgeyerek Batı'da kiliseye karşı oynanan ve başarılı olan oyunun İslam dünyasında da sahnelenmesine çanak tutmaktadır. Modern hayatın ifsad edici uygulamaları karşısında kayda değer bir tavır takınmayı bile hedeflemeyen Fazlur Rahman gibiler, çağdaş yaşamın Kur'an tarafından kutsanması anlamına gelebilecek bir kompleksle uzlaşmacı tutumlar takınmaktadırlar.
Çağdaş Firavunlar ve zulümleri karşısında dut yemiş bülbül gibi hareket eden, hatta neredeyse gündemlerinde butür konulara hiç yer vermeyen modernistler, Kur'an'ı salt bir ahlak kitabına indirgemeye çalışmaktadırlar. Çağdaş zulüm, sömürü ve ahlaksızlık karşısında ciddi bir tavır sahibi olmayı bir türlü Kur'an ahklâkının temel amaçları arasında görme basiretinden yoksundurlar. [110]
Bu akımın mensuplarının, istemeden de olsa, ortaya koydukları İslami araştırmalarının mevcut zulüm sistemlerinin sömürü çarkına hizmet etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü, Kur'ani bilinçlenme çabası içinde yer alan müminlerin hedef tahtasına oturtulmasından dolayı, yapılan işin mahiyet itibariyle Müslüman mahallesinde "nüfuz ajanlığı" yapmak manasına gelebileceği de unutulmamalıdır.
Kur'an'ın indiği dönemi bütün yönleriyle -hatta Pers-Bizans savaşlarını dahi- incelemek gerektiğini söyleyen Fazlur Rahman, tezlerine tarihi kökler bulma ihtiyacı hissetmektedir. "Ayet'in tarihi ortamını ve çözüm getirdiği sorunu" araştırıp o dönem için taşıdığı manayı iyice kavramanın amacını ise Fazlur Rahman şu çerçevede ele almaktadır:
"Kur'an'ın belirli özel cevaplannı genelleştirerek, onları umûmi olan ahlâkî-toplumsal ilkelerin ifadeleri olarak ortaya koymak." [111]
Yaşadığımız coğrafyada Fazlur Rahman'ın metodolojisini içselleştirmiş bazı akademisyen ve araştırmalar, onun çabasını destekleyip güçlendirmekle kendilerini vazifeli hissetmektedirler. Bunlardan biri de, İlhamı Güler'dir. Onun "Sabit Din, Dinamik Şeriat" adlı eserini Kur'an'a verilen kaynak değeri bakımından bazı alıntılar yaparak tahlil etmek istiyoruz.
Güler, din ile şeriatı değişebilirlikleri bakımından birbirinden ayırmakta ve Fazlur Rahman'da da rastladığımız türden bir çerçeve tanımı geliştirmektedir:
"Allah'a tapınma (ubudiyet) dindir. Fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriattır. Mirası adil bir şekilde paylaştırmak dindir. Fakat bunun hangi oranlarda paylaştırılacağı şeriattır. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın kötü olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği dindir. Fakat bu, suçlara cezaların terettüp ettiği şeriattır... O halde din sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise şeriat bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar." [112]
"Dini şeriattan zihinsel olarak tecrit etmeyi" amaçlayan bu tanımda, cari şeriata göre -yani fiili yasamanın bir sonucu olarak- hırsızın elinin kesilip kesilmeyeceği, zinanın yüz celde ile mi cezalandırılacağı gibi somut tartışmalardan kaçıldığını görmekteyiz.
Hitabın tarihsel, mesajın evrensel olduğunu belirten yazar, "her özel atfın olgusal anlamda evrensel bir yaygınlığının ve sürekliliğinin olmadığı"nı ifade etmekte, "Kur'an'ın hukuki iktisadi, politik alanlardaki temeli evrensel ahlak ilkelerine çözümlerinin tarihselliğini ortaya çıkarır" demektedir. [113]
Bu durumda Kur'an'ın ahlaki ilkelerini çıkardığını iddia eden biri, kendi tarihsel çözümünü icra etmekte serbest kalmaktadır. Mesela, "iffetli olmak" Fazlur Rahman'a ve İlhami Güler'e göre yasama ruhu ile -din ile- ilgili bir hükümdür. Bu durumda Kur'an'ın fiili yasaması olan "başörtüsü ve cilbab" hükümleri, iffetli olma ilkesinden hareketle, -ki ayetlerde değil nüzul sebeplerinde böyle bir illet vardır- Allah Teala'nın Kur'an ile tarihsel çözümümüdür? Bu tarihsel çözüm, ya da "özel atıf!" bu gün için geçerli değil mi? Yani herkes istediği türden bîr "iffetli olma şekli" belirleme hakkına sahip mi?
Yorumlarımızın grameri belirlemeye kalkmaması şartı ile, takva ve tevazu huylarını tâc edinmek şartı ile, Kur'an'da illeti beyan edilmiş hükümler hakkında fikir yürütme hakkını savunabiliriz. Yoksa ilahi hikmetin her hükmün illetini belirtme zorunluluğu yoktur.
Bu konuda Fazlur Rahman, kadınların şahitliğinden bahseden Bakara suresi (2), 282. ayette geçen "biri unutursa diğeri ona hatırlatabilsin" şeklindeki illet üzerinde son derece başarılı bir çalışma yapmıştır. Fakat ayeti kerimede geçen illet/hükmün üzerine bina edildiği vasıf, apaçıktır. Bu apaçıklıktan yararlanan Fazlur Rahman konuyu şöyle tavzih etmiştir:
"Burada bir erkek yerine iki kadın şahit tutulmasının nedeni, o günlerde bu tip alışverişlerde kadınlar genel olarak şahitlik yapmaya alışkın olmadıkları için, erkeklerden çok daha "unutkan" olacakları kabul edilmiştir... (Hükmün illeti) kadının ticari işlerde hafızasının daha zayıf olmasına bağlandığı için kadınlar bu konuda alışkanlık kazanınca -ki bu yanlış bir şey olmamakla beraber toplumun yararına olduğu için- onların şahitliği erkeklerinkine denk sayılabilir." [114]
Fazlur Rahman'ın yaptığı bu çalışma aslında tarih boyunca, yasama, yürütme ve yargı görevlerinde bulunmuş sorumlu, öncü mü'minlerin hepsi tarafından yapılmıştır. Yine fıkıh ve tefsir ilminde uzmanlaşmış Müslüman alimler kendi yaşadıkları şartları değerlendirerek, içinde bulunulan merhaleye göre, illetleri bilinen ayetler üzerinde bir takım içtihadı yorumları tarih boyunca hep yapagelmişlerdir. [115]
Fakat Kur'an'da Yüce Allah her hükmün illetini beyan etmemiştir. Bu durumda zanni rivayetlerin, belli tarihsel koşulların etkisi altındaki aklımızın göreceli tasavvurlarından yola çıkarak Kur'an'a "illet takdir etme hakkı"nı nereden alacağız? Yüce Allah mümin kadınların "başörtüsü ve cibabla kalplerindeki takva elbiselerini güçlendirip korumalarını takdir etmişse" kimse kalkıp da, "özel atıf" şeklinde kategorize ederek, başka türlü de iffetli olunur deme hakkına sahip olamaz.
Aynı yöntemi, hırsızın elinin kesilmesi, zina yapanlara yüz celde vurulması, haksız yere adam öldürenlere kısas uygulanması gibi konularda da işletebiliriz. Kısacası, eğer illeti Yüce Allah tarafından belirlenmedi ise, bizim kalkıp Kur'an'ın hükümlerine zannî bilgi kaynaklarını kullanarak "illet takdir etme hakimiz" olamaz.
"Hitabın tarihsel olduğu" üzerine sürekli olarak vurgu yapan sayın İlhamı Güler "Hükmün evrenselliği, hitabın tarihselliğini engellemez" demektedir. Bu görüşünü de "Mekki ayetlerde müşrikler, kafirler, medeni ayetlerde Yahudiler, münafıklar muhatap alınmıştır" şeklinde kanıtlamak istemiştir. [116]
Bu öncülden hareketle Kur'an'ın muhataplarının zaman ve mekanın değişmesi ile değiştiğini belirten Güler, Yüce Allah'ın Kur'an ile 7. asırda va'z ettiği hükümlerden bazılarının değişip değişmediğini sorgulamaktadır: "Kur'an'da bu alanda verilmiş hükümler Arap toplumunun miladi 7. asırdaki sosyo-kültürel ve sosyo-politik durumuna, üretim ilişkilerine, üretim araçlarına, üretim kaynaklarına, demografik durumuna, coğrafi, ekolojik şartlarına göre mi verilmiştir, yoksa, seçilmiş ve çözülmüş sorunların ve çözüm şekillerinin öyle bir doğaları mı var ki, yatay ve dikey anlamda evrenseldirler?" [117]
Bu soruya da tarihselcilik yöntemi ile şöyle cevap vermektedir:
"Kur'an'ın toplumsal alanla; kölelik, aile, ceza, ticaret, savaşla ilgili fiili yasamalarını (bu yasamaların dayanağı ahlaki ilkeleri değil) miladi yedinci yüzyılda, belirli (reel) bir sosyo-politik, kültürel, coğrafi, ekonomik, demografik, ekolojik yapıda atılabilecek en nihai, en doğru, en adil ve en ahlaki adımlar olarak görmek gerektiği kanaatindeyiz." [118]
"Allah'ın her özel atfı veya her pozitif hukuki çözüm, doğasında zorunlu olarak evrensellik taşımaz" diyen İlhamı Güler, [119] ayeti yorumlayarak yukarıdaki görüşünü temellendirmeye çalışmıştır. Konuyu değerlendirmeden önce söz konusu ayetin mealini okuyalım:
"Ve her toplum için bir vade-ecel belirlenmiştir. Öyle ki, vadeleri dolduğunda, onu bir tek an olsun ne geciktirebilirler, ne de öne alabilirler."
Bu ayette geçen "ecel" terimini "dönem-süre" olarak tefsir eden Güler, "tıpkı fert fert insanlar gibi toplumların da ömrünü takdir etme hakkının Allah'a ait olduğu" mesajını taşıyan bu ayetin Türkçe'sinin şöyle olması gerektiğini söylemekte, bize göre grameri yoruma kurban ederek, ayete kendince anlamlar takdir etmektedir:
"Her zaman (dönem, süre) için ayrı bir hüküm vardır." [120]
Daha sonra Ra'd Suresi 39. ayette geçen "Allah dilediğini siler, dilediğini ise sabit tutar, ana kitap O'nun katındadır" ayetinde geçen sabit tutulan alanın "iman, ibadet, ahlak ilkeleri" olduğunu belirten yazar, Kur'an'ın diğer bir alanı olarak nitelendirdiği şeriat ilkelerinin her dönemin karakterine uygun olarak "değişebileceğini" iddia etmektedir.
Peki tarih boyunca hangi şeriat ilkesinin hangisi ile değiştirilmesine karar veren Allah iken, günümüzde Kur'an'da yer alan şeriat ilkelerinden hangisinin insanlarca değiştirileceği sorununda "heva" devreye girmez mi? Hem bunun ahlaki ölçüsü ne olacak? Yazarın kanıt olarak ileri sürdüğü, Maide Suresi (5), 48. ayet bağlamında konuşursak insanlar "Her ümmet için ayrı bir şeriat/yol yöntem berleyen Allah"ın belirlediği şeriat üzerinde oynama, onu ta'til etme, nesh etme hakkını nasıl kendilerinde görecekler? Bu son şeriat artık Kıyamet'e kadar geçerli olacak şekilde indirilmemiş midir?
Yazar, Allah Teala'nın kendi iradesi ile tarih boyunca peygamberlerin elçiliği ile şeriatta yaptığı değişiklikleri iddiasına mesnet kılmaya çalışmakta, bunu da klasik nesh teorisi ile temellendirmek istemektedir. Kur'an ayetleri arasında nesh olmadığını sarih bir şekilde ortaya koyan Said Şimşek'in "Kur'an'da iki Mesele" [121] adlı kitabına atıf yaparak konuyu kapatmak istiyoruz.
Kaldı ki, Kur'an ayetleri arasında tedric/merhalecilik anlamında bir değişim olsa bile, buna karar verici olan hüküm koymada ortağa ihtiyaç duymayan Allah'tır. Yazar ise, ortaya attığı ve Fazlur Rahman'a katkı sağlayan iddiasında "hırsızın elinin kesilmesi" gibi fiili yasamayla ilgili ilahi hükümlerin insanlar tarafından değiştirilebileceğini savunmaktadır. Hem de, beşer aklının bundan daha geçerli önleme yolları bulabileceğini îmâ ederek.
İlhami Güler'in, Kur'an'ın bir 'varlık felsefesi' olmaktan çok, 'eylem teorisi' olduğunu savunan Hasan Hanefi'ye dayandırdığı "yorum-metin ilişkisi"yle ilgili savunduğu bir varsayım da şöyledir:
"Yorum, metinden gerçeğe doğru inen bir yol değil, fakat gerçekten metne doğru çıkan bir yol"dur. [122] Bununla ne demek istediğini tam olarak anlamak için bir alıntı daha yapalım:
"Adına ister 'nesh' denilsin isterse 'tedriç', Allah'ın şartlara göre davranması (ayet indirmesi) onun insana 'insan gibi' davrandığının delilidir." [123]
Bize göre bu anlayış, Allah'ın hükümlerini beşeri bir karakterde anlamakla en büyük yanlışı yapmaktadır. Ayrıca bu ifadeler aslolanın "yukarıdan aşağıya doğru inen" ilahi vahiy değil, "aşağıdan yukarıya doğru çıkan" yorum olduğu anlamına gelmektedir. Ki, böyle bir görüş etkin ve belirleyici olma hakkını ilahi kelamın indirilmiş bir kitabı olan Kur'an'a değil, beşeri yorumlara vermiş olmaktadır.
Güler, yorum-metin ilişkisiyle ilgili bu yaklaşımlarında yalnız değildir. Onun görüşleri, tıpkı Hasan Hanefi'nin antropoloji-ilahiyat ilişkisini incelediği kitabında dile getirdiği varsayımlara benzemektedir. Hanefî, metni hiçe sayıp aşağıdan/insandan yukarıya/ilahi vahye doğru bir yorumlama yöntemini savunmaktadır. Buna göre yorum metninin fersah fersah önünde ve uzağındadır. Aşağısı birinci dereceden kaynak, yukarısı/ilahi vahyle indirilen kitap ikinci dereceden bir kaynaktır. [124]
Daha çok usul tartışmaları ile yetinen Güler, Fazlur Rahman kadar açıklık ilkesine uygun davranmamakta, neyin değiştirilebileceğini somut olarak ortaya koymamaktadır. Mesela, fiili yasamanın bir ürünü olan "humr/başörtüsü", "riba/faiz" gibi -ki kapitalist liberalist büyüme modelinin önünde birer engeldirler- hükümler değişimin kapsamında mıdır? Yine kim nasıl, hangi hakla bu değişikliği yapacaktır?
Değiştirilmek İstenen Kur'an hükümleri bir İslam toplumunun ihtiyaç duyduğu nedenlerle "yürütmeyi geçici bir süre durdurma" işlemi midir? Yoksa "modernizm tarafından kuşatılmış bir akl"ın modern paradigma için sorun teşkil eden loyalist/bağımlı çabaları mıdır? Bu soruların cevaplarını net olarak verebileceğimiz veriler sunmaktan yazar kaçınmıştır. Bunun yerine daha çok felsefi ve metodik planda tartışmalar üzerinde yoğunlaşmıştır. Oysa daha somut konular üzerinde durulursa, tarihselciliğin müslümanların hangi yarasına merhem olacağını da yakından öğrenmiş oluruz. [125]
"Kur'an'ın belli bir tarihe ait olduğunu, tarih üstü olmadığını, bu nedenle de doğru anlaşılması için kendi tarihsel şartları muvacehesinde ele alınması gerektiğini" söyleyen Özsoy, öncelikli olarak tarihselcilik yaklaşımını "tarih üstü olmamak", "yalın anakronizme tepki duymak" [126] kaygıları etrafında temellendirmeye çalışmaktadır.
Kur'an'ın evrensel olup olmadığı konusunda tam bir karara varabilmiş değildir; hitabının tarihsel olduğunu ama mesajının evrensel olabileceğini ileri süren yazar, bir yerde "Kur'an'ın hitabının tarihselliğini kabul etmek, onun mesajının evrenselliğini yadırgamayı gerektirmez" derken; başka bir yerde "şayet Kur'an evrensel bir metin olsaydı, bizim Kur'an karşısındaki konumumuzu ilk neslinkinden farklı kılan her hangi bir sebebe sahip olmazdık" demektedir. [127]
Kur'an'a iman ederek onun üzerinde araştırma yapan hiçbir mümini oryantalistlikle suçlamaya akıl ve izan sahibi hiç kimsenin hakkı olmasa gerektir. [128] Ancak biz, eğer varsa oryantalistlerle Müslüman tarihselciler arasındaki benzerliklere işaret etmekten kaçınmayacağız. Tabii ki indirgemeden, genellemeden.
Özsoy, Kur'an'in "tarihsel bir olgu"[129] olduğunu ileri sürmekle, onun üzerinde sözde nesnel değerlendirme kriterlerini uygulamanın yolunu açmaktadır. Öte yandan bir olgunun ilahi kelama olan manevi yakınlığı da kuşkuludur.
"Kur'an'ın birtakım hükümlerinin bugün uygulanmaması gerektiği"ni, uygulamaya çalışmanın da yapay ortamlar oluşturmaya yol açacağını iddia eden Ömer Özsoy, ilahi vahyin "tamamıyla tarihsel" olduğunu iddia etmektedir. [130] Öte yandan Fazlur Rahman'da ve Gadamer'de rastladığımız "külli/tümel-cüzî/tikel" ayırımına Özsoy'da da rastlamaktayız. [131] Aslında Kur'an'ın tümünü "tarihsel" ilan ettikten sonra bu ayırımın bir anlamı kalmamaktadır. Çünkü Fazlur Rahman, Kur'an hükümlerinin bir kısmını ta'til etmek için bu ayırımı yapmaktadır. Tümel-tikel kategorik ayırımlarının Özsoy tarafından hala sürdürülüyor oluşunu doğrusu anlamak zor.
Özsoy'a göre, Kur'an'ın iniş dönemine ilişkin verdiği malumatlar öyle bize her konuda kesin malumatlar veren bir güvenilirliğe de sahip değildir. Mesela onun verdiği örnek üzerinden ifade edersek, İsrailoğulları'yla İsmailoğulları'nın akrabalığına ilişkin Kur'an'daki ilahi beyanın amacı doğru bilgi vermek değil, "Yahudilerin politik desteğini almak"mış [132]; yani pragmatik bir malumatmış, gerçeklere uygun değilmiş? Özsoy'un iddialarını kabul etsek bile, kendi ifadesine göre "ilahi maksatları hiçbir zaman tespit edemeyeceğimize göre" [133] o zaman Kur'an'ın inişinin ve varlığının anlamı nedir? Bu sorunun cevabını indirgemeci bir genellemeyle Özsoy "hatıra/anı" diye vermektedir.
Yazarın nesnellik kriteri Taha Hüseyn'in kesin bir şekilde hiçbir zaman ispatlanamayacak varsayımlarına dayanmaktadır. Zanni olanın mutlak olanı bu şekilde belirlemesine nasıl izin verilmektedir? Aslında şaşırtıcı değildir. Çünkü tarihselcilik yönteminin öğrettiklerinde hep bu yanlışa düşülmektedir. Tıpkı modern dönemin zanni değerleriyle, mutlak olan ilahi vahyin ta'til edilmeye kalkışılması gibi, bir takım sanal tarihi verilerden hareketle Kur'an'ın bize yanlış malumatlar verdiği iddia edilmektedir. Bunun nedenini de Kur'an'ın "özgün/ötekilerden farklı kılan bir niteliğinin olmamasına [134] bağlamaktadır. Peki eğer Kur'an'ın iniş ortamında yaşayan müşriklerin malumatın farklı, özgün bir mesajı yok idiyse, niçin "türedi" olmakla suçlandı, niçin ilahi vahye o kadar büyük tepki gösterildi?
Burada sorgulanması gereken bir nokta da; Kur'an'ın verdiği bilgilerin asılsızlığını ilan eden değerlendirme kriterlerinin zannilikten ne kadar arınabilmiş olduğudur. Bu kriterler nesnellikte rüştünü ne kadar ispatlamış ki yazar bu kadar güvenip o sanal bilgiler üzerinden Kur'an'da mündemiç bulunan ilahi vahyin doğrularını sorgulamaya kalkıyor? tarihselciliğin nesnellik kriteri, Doğu'dan-Batı'dan, oryantalislerden-oksidantalistlerden geliyorsa -ki Kur'an'ı asılsız bilgi vermekle suçladıklarına göre öyle- biz bu kriterlere güvenmediğimizi şimdiden ilan edelim.
Hem Kur'an'ın tümünü daha baştan ibret alınacak bir kıssa ve "hatıra" seviyesine indirgeyen bir yöntemin nesnellik iddiası, öznelliğe meftundur. Kur'an geçmişten bize kalan güzel bir "anı" olunca, tabii ki bir mümin olarak ilahi ahkamın uygulanmasını isteme gafletinde bulunursanız "partizanca bir inatçılıkla [135] ve "istimta ile/onu kullanıp istismar etmekle" [136] suçlanmaya hazır olacaksınız.
Özsoy'u diğer müslüman tarihselcilerden ayıran özellik, Kur'an'ın itikadı ibadeti ve muamelatıyla tümden tarihi baz alan bir kitap olduğunu iddia etmesidir. Kur'an'ın bir kısmının "tarihsel" bir kısmının "evrensel" olarak ayrılamayacağını söyleyen Özsoy daha da ileri giderek ilahi vahyin "Arab'a özgü olduğunu ve bize bir şey söylemediğini" ileri sürmektedir. [137]
Benzer bir vurguya da "Kur'an metninin yukarıdan aşağıya doğru inen bir buyruk değil de, aşağıdan yukarıya doğru şekillenen bir yorum" olduğunu ileri süren Hasan Hanefi'de rastlamaktayız. Hanefi de Özsoy gibi "Kur'an vahyinin bize yaşadığımız realitelere ve özgüllüklere ilişkin doğrudan hiçbir şey söylemediğini" [138] iddia etmektedir.
Özsoy'dan anladığımıza göre, o Kur'an'ın tarihsel bir bağlama hitap etmesini, 'tarih-üstücülük'ten kaçmak gerekçesiyle ilahi mesajın geçerliliğini nüzul ortamı ile kayıtlamaktadır. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak diye buna denir. Aslında insaf sahibi hiçbir tefsirci Kur'an'ı anlamada nüzul ortamını dikkate almayı reddetmemektedir. Mesela nüzul sebeplerine ilişkin usul kitaplarında yer alan geniş mülahazalar bazı zannilikler taşısa bile, ümmetin alimlerinin ma'hudu tespit etme kaygısından dolayıdır. Ma'hûdu/ilk muhatapların tarihsel bağlamını bilmenin önemli olmadığını söyleyenler istisnadır. Bu istisnanın geçmişte kötü örneği ilahi kelamı rölatif bir mesaja indirgeyen, grameri ve bağlamı hiçe sayıp kendilerince anlamlar takdir eden Bâtınîler'dir. Günümüzdeki kötü örneği ise tarihselciler gibi modernist olan "sözde evrenselciler" ve "sözde evrenselci mealciler"dir. Tarihselcilerin bu iki örneğin olumsuzluklarına ilişkin yaptıkları eleştirilere katılmamak mümkün değildir.
Tarihselcilerin "ma'hudu tespit etmek" gerekçesiyle başladıkları iş, gelip Kur'an'ın bir takım hükümlerinin iptal edilmesine, süresiz olarak geçersiz ilan edilmesine kadar dayanmaktadır. Mesela Özsoy, Kur'an'da geçen ribayı tefecilikle özdeşleştirdikten sonra, banka faizlerini "enflasyondan kaynaklanan mağduriyetlerin giderilmesi" [139] gibi masum sayan bir yaklaşımla takdim etmesi işin gelip dayanacağı noktayı göstermesi bakımından önemlidir.
Özsoy'un bugünkü banka faizlerinin haksız kazanca yol açmadığını iddia edecek kadar kitaplara gömüldüğünü zannetmiyoruz. Öte yandan ribanın Mekke-Medine şehir devletlerindeki uygulama şekilleriyle günümüzdeki uygulamaların birebir örtüştüğünü de iddia edemeyiz. Ancak şunu yakinen biliyoruz ki, günümüzdeki faiz uygulamaları reel ekonomiyi yok etmekte, üretimi ve ticareti engellemekte, tembelliğe, çalışmadan geçinmeye, rantçılığa ve belki de hepsinden önemlisi paranın belli tekellerde toplanmasına yol açmaktadır.
Sonucundan baktığımızda bile faizin "parayı yatıranın enflasyon karşısında ezilmesini önlediği" var sayılsa bile, üretimi ve ticareti engellemesi "malın belli ellerde devlet olması"na yol açması yönleriyle haramdır. Felsefesi itibariyle, öz olarak Kur'an'ın indiği ilk tarihsel dilimde olduğu gibi aynı mantığa sahiptir. Çünkü paranın durduk yerde "artması, fazlalaşması" manasına gelmektedir. Özsoy'un kat kat yenileni haram kategorisinde değerlendirip "tefecilik" diye nitelemesi ve kat kat olmayan faizi meşrulaştırması ise tutarlılıktan tamamen uzak bir yorum olduğu için üzerinde durulmaya değmeyen bir ayırım olduğunu belirtmek isteriz. [140]
Kur'an'ın tarihsel bir zeminde yaşayan insanlara "ilahi kelamın mesajı olarak" inişi ile "tarihsel" oluşu, hele hele "tarihselciliğin üzerinde cirit atabileceği bir olgu" oluşu aynı değildir. Nüzul ortamı ile ilahi vahyin ilişkisine dikkat çeken, arkaplanın bilinmesi gerektiğine işaret eden Şâtıbî gibilerin yaklaşım şekli ile, tarihselcilerin sonunda nassların ta'tiline yol açan yöntemlerini birbirinden ayırmak ise seçici olmanın lüzumuna inananlar için elzemdir.
Tarihsellik tartışmalarının nerelere kadar uzanabileceğini kestiren tarihselciler, bu nedenle kendilerinin müsteşriklerden farkını ortaya koyma gereği hissetmişlerdir. Özsoy bu amaca yönelik savunmasını şöyle özetlemektedir:
"Kur'an'ın tarihselliği Kur'an'ın çevre şartları tarafından belirlendiğinin değil, onu göz önünde bulundurduğunun, dikkate aldığının ifadesidir. Kur'an'ın nüzul döneminin verili durumu tarafından söylemek onu bütünüyle tarihin ürünü kılar ki, böyle bir tezi Kur'an'ı Muhammed (s)'in eseri olarak gören bir müsteşrikin dahi kabul etmesi makul karşılanamaz." Yazarın ilahi kaynaklı bir kitaba yakıştırılamayacak vasıflara işaret ettiği bu yaklaşımın çoğuna katılmakla birlikte onun aynı tutarlılığı sürdürdüğü konusunda kuşkularımızı saklı tutuyoruz. Aşağıdaki ifadelere dikkatimizi yoğunlaştırdığımızda, Özsoy'un Kur'an'ı her hangi bir tarihsel zeminde ortaya çıkmış beşerî bir ürün gibi tasavvur ettiği ve önceki ifadeleriyle bu yaklaşım arasında tutarsızlık bulunduğu gözden kaçmamaktadır:
"Karşısındaki muhataplara hitabeden bir sözü, müstakbel okurları da hesaba katarak kurgulanmış bir metin gibi okuma hakkımız olmasa gerek." [141]
Özsoy'un ikinci alıntımizdaki vurgularında iki temel yanlış vardır. Birincisi kendisinin de eleştirdiği sözde evrenselci/tarih üstücülerin Kur'an'ı yazılı bir metine indirgeme hatasının sürdürülmüş olmasıdır. İkincisi ise Kur'an'ın ilahi kaynaklı bir kitap oluşunun gözden ırak tutulmuş olmasıdır. Tüm zamanların idrakinde olan Allah, Peygamberimize ve arkadaşlarına hitap ederken, Kıyamet'e kadar gelecek kullarını hesaba katacak kudrettedir. O'nu böyle bir kudrete sahip olmamakla suçlayacak tevhid ve tenzih ehli hiçbir mümin düşünülemez. [142]
Kur'an'ı ve Hz, Muhammed (s)'in hayatına yansıyan örnek uygulamalarını birer ibret vesikası olarak anlatılan önceki peygamberlerin kıssaları ile özdeşleştiren Müslüman tarihselcilerin İlahi kelama yaklaşım şekilleri tam bir indirgemecilik örneğidir. Rabbimizin birer sınama vesilesi olan itikâdî, ibâdî, siyâsî, iktisadî hükümlerini "hatıra ve ibret" olarak nitelemek bir takdir ve tayin hatası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yaklaşım biçimi, hiç çekinmeden ilahi vahiyle oluşmuş bir kitab'ı "bir referans kaynağı değil, tarihte yaşanmış ve örnek alınması gereken bir tecrübe" olarak nitelendirirken, tarihin mevcut dönemsel koşulları tarafından şartlandırılmış olan akıllarına risalet yolunu açmış olmaktadırlar.
Zina isnadının hukuki sonuç doğurabilmesi için dört şahit getirilmesinin şart koşulması [143], boşanmış kadınların gebeliğinin anlaşılması için üç kur beklenmesi [144] gibi ilahi ahkamda hukukîlikle ahlâkîlik İç içe geçmiştir. Buna rağmen bu tür hükümlerin dahi bize katkısının, "bilgisel düzeyde değil, sait ahlâkî düzeyde" olduğunu ileri sürmek, "kategorize ederek bertaraf etmek" değil de nedir? Kur'an'ı "örnek alınacak ahlâkî bir metin" durumuna düşürdükten sonra, durumu kurtarmak için öne sürülen "Kur'an'ın evrensel mesajının yaşadığımız çağa okunması" temennisi son derece ikna edici gibi görünüyor. Fakat bu niyet iyi hoş da, böyle bir niyetin gerçekleştirilebilmesi için sahiden bağlayıcı ve hayata yön verici bir kitap elde kalmıyor ki! [145]
Kur'an'ın çeşitli hükümleri üzerinde şüphe bulutları oluşturarak evrenselliğini geçersiz kılmaya çalışan tarihselcilik, görecelik ve her mönetik gibi yöntemler şarkiyatcıların/oryantislerin müslümarlarıngündemine soktığu tartışmalara gündem oluşturmaktadır.
Kur’an’ı salt tarihsel verilere –beşeri ürün muamelesine tabi tutarak- indirgeyen bu yaklaşımlar ilahi kaynaklı metnin evrensel hükümlerine karşı pazarlıklı bir tutum takınmakta, “şunlar geçerlidir, şunlar geçersizdir” diye, modern paradigmanın verilerine göre oluşmuş düşünce kalıplerına güvenerek vahye karşı bir üst makamdan, üst perdeden kibirle konuşmaktadırlar.
Kur’an’ın teşri hükümlerinden hangisinin günümüzde “geçerli” hangisinin “geçersiz” olduğunu tartışmaya açan tarihselciler, ilahi iradenin sarih beyanları üzerinde dilediklerini seçme yetkisine sahiplermiş gibi, buna hakları varmış zehabına kapılarak müslümanlara yol göstermektedirler! Bunun çok sayıdaki örneğini tarihselcilerin sembolik isimlerinden Hasan Hanefi’nin görüşleri üzerinde bazı tahliller yaparak vermek istiyoruz. [146]
İnsanı konu alan antropoloji; fikri hareket noktası olarak "her şeyin tarihsel değişimlerin paralelinde anlaşılabilir bir gelişiminin olduğu” öncülünden hareket eden bir bilim dalıdır. On dokuzuncu yüzyılda Batı'nın kendisiyle aynı tarihi kökene sahip olmayan toplumları tanıyıp sömürgesi altında kolayca tutabilmek maksadıyla oryantalizm'e bağımlı olarak geliştirdiği bir disiplindir. Bu tür bir yöntemin Kur'an gib ilahi vahiylere yaklaşım şeklini şöylece formüle ederek özetleyebiliriz:
"Evrensel ve ebedi bir hakikat yoktur; dönemden döneme değişen şartların zorunlulukları vardır."
Avrupa'nın sömürgecilik tarihiyle eşzamanlı olarak gelişen "antropoloji bilimı'nin verilerini toplayan ilk öncüleri deniz korsanlarıdır. [147] Antropolojik ve tarihsel okuyuşun Kur'an'ı algılama biçimi; hiç kuşkusuz müminlerin iman ettikleri gibi değildir. Biz müslümanlar için Kur'an deyince akla gelen "ilahi kelamın yukarıdan aşağıya doğru mekanı ve zamanı kuşatarak değişime uğratması" biçiminde özetlenebilecek bir yargıdır. Antropoloji'nin bu yargıya itirazı ise; sözüm ona nesnel bir çerçevede dile getirilecektir. Bu bilim dalının perspektifine göre Kur'an'a yaklaşanlar, ilahi vahyi "her tür uhrevî-manevî iddiadan soyutlayarak, ortaya çıktığı yıllardaki bir takım çıkar gruplarının geliştirdiği sosyal bir proje" olarak değerlendireceklerdir.
Ateistler, deistler, seküleristler, laikler; "Allah'ın mekana ve zamana hükmetme hakkını, tarihe müdahale etme lütfunu inkar ettikleri için" hep antropolojinin yukarıdaki öncüllerine bağlı kalarak vahyi ve onu tebliğle görevli olan peygamberi son derece dünyevi bir gözle değerlendirmektedirler. Yine bu perspektiften hareketle Hz. Muhammed'e yaklaşanlar onun portresini, biyografisini sözde nesnel olan psikanaliz gibi usulleri kullanarak okumaktadırlar. En iyimser değerlendirmeyle onlardan bazıları için Peygamberimiz "devrimci bir şahsiyettir; bazıları için "akıllı bir önder"dir; bazıları için "iyi bir komutan"dır. Fakat bu nesnel değerlendirme kriterlerinden hiç birinin dili, bir türlü ona 'Allah'ın seçilmiş bir peygamberi' diyemez. Çünkü icâbâtı vakti hal'in bir ürünü olan yöntem ve onun tasarımcıları, Allah'ın tarihe müdahale hakkına inançlarından dolayı karşıdırlar.
Tarihselciliği ve antropolojinin öznel-zanni verilerini kullanarak Kur'an'ı okuyup yorumlamaya çalışan müslümanlara gelirsek, bunlar arasında her konuda tam bir fikir birliği olduğunu homojen bir yapı arzettiklerini söyleyemeyiz. Kur'an'ı modernizm'in haklılaştırma sebebi, merşulaştırma gerekçesi olarak "bir fetva gibi" kullanmak isteyen tarihselciler arasında hangi ayetin "evrensel" hangisinin "tarihsel" olduğu hala devam eden bir tartışmadır.
Fazlur Rahman itikadi ve ahlaki nasslara tarihselciliğin penceresinden bakmayı doğru bulmazken, Hasan Hanefi, Ömer Özsoy gibiler tüm Kur'an'ın yeni bir okuma şekli ile kritik edilmesi, her değişen dönemin şartlarından sonra yeniden yorumlanması gerektiğini savunmaktadırlar. Hatta Hanefi "Kur'an'ın yeniden yazılması gerektiğini" savunacak kadar işi ileri götürmüştür. [148]
Beşeri bilimler için geliştirilen ve işlevsel bir yöntem olan tarihselcilik Kur'an için kullanılmaya kalkışıldığında ne gibi vahim sonuçlar ortaya çıktığını görmek için Hanefi'yi izlemek yeterlidir. O ve diğer Müslüman tarihselciler Allah'ı ve Kur'an'ı sanki bir bilim nesnesi olarak ele almakta, ilahi vahyi kadir-i mutlak bir iradenin indirdiğine ilişkin olarak emin bir duruş alamamaktadırlar. Özellikle Hanefi'nin Allah'a, dine ve aşkın olan ilişkin olarak söyledikleri, her tür Gaybî telakkinin insan hayalinin bir ürünü olduğunu iddia eden Kari Marks gibi sosyolog-filozofların söylemine benzemektedir. [149]
Hasan Hanefî sürekli şekil değiştiren hayat gibi, vahyin ve hatta Allah'ın da ihtiyaçlara göre biçim değiştirdiğini iddia etmektedir. Ona göre Kur'an ve onun yorumu olan teolojinin amacı halkın ilerlemesini ve kalkınmasını sağlamaktır:
"Kalkınmakta olan halk için Allah birlik ve kalkınmadır. Hürriyetini elde etmek için savaş halinde olan halk için Allah, hürriyet ve gücün iradesidir. Çağın imajı olarak teoloji çağımızda bir kalkınma ve özgürlük mücadelesidir." [150]
Kur'an'ı sıradan beşeri bir ürün gibi ve Allah'ın sıfatlarını bir olgu gibi kafasında kurgulayan Hanefi'nin antropoloji ile teolojiyi niçin yan yana getirdiğini anlamak çok zor değildir. Ona göre antropoloji, "Allah'ın sıfatlarını insanların tayin etme, belirleme yöntemi"dir. [151] Teolojinin görevi de antropolojiye nesnel veri sunmak, saha işlevi görmekten öte değildir.
Hanefi'nin antropolojik okumalarından sonra, "aşağıdan yukarıya doğru sıfatlarını dahi kendisinin takdir ve tayin ettiği bir ilah"ın hayat ve eşya üzerindeki hakimiyetinden söz etmek mümkün değildir. Böylece yukarıdan aşağıya doğru "tenzîlen" indirildiğinden kuşku duymadığımız ilahi vahiy karşısında, seküler insan için serbest bir alan açan Hanefî, "kalkınma"nın önündeki engelleri bir bir temizlemiş olmaktadır!
Hanefi'nin ulûhiyet tasavvuru Hristiyanlık'taki "insan görünümlü bir ilah"tır. Çünkü Hristiyan teolojisinde ki tanrı da sıfatlarını, hatta şeklini şimalini insanları takdir edip tayin ettiği bir tanrıdır. İnsanın takdir edip sıfatlarını belirlediği, tıpkı ilk günahın yükünden insanı kurtarmak için, İsa olarak enkarne olup kendisinin çarmıha gerilmesine izin veren tanrı anlayışı, etkin bir ulûhiyet telakkisinden oldukça uzaktır. Çünkü Hristiyan teolojisinde de Hanefi'nin antropolojik teolojisinde de tanrı insanlığın sabırlı bir hizmetkarı pozisyonuna tevazu ile boyun eğmektedir.
Hanefi'nin antropolojik teolojisinde insanın takdir edip sıfatlarını belirlediği tanrı artık "kalkınma ve ilerlemenin tüm yükünü omuzlamış ve insanların bencilce ihtiras ve tutkularına hizmet etmek için seferber olmuş bir tann"dır. Allah'ın sıfatları mevzûsu Hanefi için yüzyıllardır Müslümanlar tarafından yapılmış kelami mülahazalara bir yenisini eklemek için gündeme getirilmiş değildir. İlahının dahi özelliklerini kendisi belirleme yetkisi ile donatılan insanı, değişimi yukarıdan aşağıya doğru değil aşağıdan yukarıya doğru değiştirerek "etkin bir varlık" haline getirmek içindir. Böylece öğüt alma, nefsini arındırma gibi insana alçak gönüllülük aşılayan, Allah'ı da buyurgan bir mevkiye yükselten ahlaki sistemi tersine çevirebilmenin önü açılmıştır.
Kur'an'ı bir modernleştirme aracına dönüştürmek için geliştirdiği teolojik antropolojide Hanefi, hayatı ve eşyaya yön vermede takdir yetkisini Allah'tan almış insana vermiştir, tarihselcilik bahanesiyle ilahi vahyin yorumlanmasında, illeti, maksadı, bağlamı değil, ihtiyaçları esas alan bir sistem kurmaya çalışmıştır. [152]
Hasan Hanefi için Kur'an'ın yorumu [153], gerekli "şartları yerine Setirerek yapılması gereken bir görev değildir. "Hanefi için önemli olan şey Kur'an'ın bir ideolojik kalkınma dayanağı olarak başarılı bir şekilde yorumlanmasıdır." Kalkınma ile Kur'an arasında kurduğu ilişkiyi "doğal consensus" olarak İsimlendiren Hanefi'nin projesine verdiği bu isim on yedinci, on sekizinci yüzyıl aydınlanmacılarının "doğal din", "doğal hukuk" gibi kategorileri çağrıştırmaktadır. Hatta onların kullandığı temaları yer yer tekrarlamaktadır.
Hanefi'nin tarihselci projesi'nde gözlemlenen şey, genelde batılı özelde Marksist değerlerin cazibesine kapılarak Kur'an'dan bunların yorumunu/fetvasını arıyor olmasıdır. "Hanefi, aydınlamanın tüm akidelerine tek tek, meşhur aydınlanmacılardan daha fazla inanmıştır. Bunun için Kur'an'a teammüden kendi önyargılarını dayatmanın yollarını arar durur..." [154]
Yasin Aktay, Hanefi'yi "Kur'an'ı bir metin olarak algıladığı ve onu aşağıdan yukarıya doğru okuduğu için" suçlayarak- "modernlik durumumuzun çarpıcı bir örneği olarak" teşhir etmektedir. [155] Çalışmamızın başından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi, tarihselciliğin modernist bir tasarım olduğu konusu, Hanefi üzerinden ifade edersek, hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek kadar açıktır. [156]
Kur'an Kıyamet'e kadar sürecek insanlık tarihine çekidüzen vermek için gerekli ilkelerin yeterli ölçüde içinde bulunduğu ilahi bir kitaptır. Bu bakımından onu indiği dönemin nesnelerinden/olgularından biri gibi tahayyül etmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü Yüce Allah onu nüzul döneminde yaşayan insanlarla sınırlamamıştır; "âlemlere rahmet olarak" indirmiştir. Rabbimiz her tür şirk ve zulüm karşısında tevhid ve adaletin şahitliğini üstlenmemizi emretmektedir. Bu sebeple ilahi vahye dayalı hukuka açıkça tavır almış, hatta savaş açmış tâğutlara karşı olmayı ahlakî davranmanın temel bir ilkesi olarak görmeyen yaklaşımların Kur'an mesajı'nın bütünlüğünü ve gayelerini kavrama imkanı yoktur. Hakikatin bu boyutunu göz ardı eden her yöntem ister "tarihselci" isterse "tarih-üstücü" olsun Allah'ın ayetlerini zalimler lehine gizleme, tahrif etmeye kalkışma ihaneti içindedir.
Dayatan modern kimlikler, şirk ve zulüm karşısında suskun kalmayı tercih eden bir kesim, arkalarına aldıkları akademik araştırma imkanlarını "te'vil zırva götürmez" türünden çabalarına dayanak yapmakta, ilahi hükümlerden hangilerini geçersiz ilan edeceklerinin yarışı içine girmektedirler.
Bilindiği gibi Kur'an, belli bir tarihsel bağlam içerisinde yaşayan müminlere yirmi üç yıllık bir süreç içinde indirilmiştir. Bu yönü ile indiği toplum ve tarihsel kesitle alâkalı olmak bakımından tarihseldir. Fakat, tarihsellik "Kur'an hükümlerinin belli bir toplumsal şartla, belli bir tarihsel kesitle kayıtlı olduğunu ileri sürmek" anlamına geliyorsa, hiçbir ayet tarihsel değildir. Bu ikisi arasında ayırım yapmak için biz "tarihsellik" yerine çalışmamızın başından beri saf tarihsellik ifadesini tercih ettik. Toparlarsak; Kur'an ilk iniş ortamı ve ilk muhatapları ile ilgili bir kitaptır; fakat onlarla kayıtlı bir kitap değildir.
Tarihselcilik; Kur'an nasslarını kategorize edip, birine küllî diğerine cüz'î demek suretiyle açtığı kötü çığırın meşruluğunu ispatlayamaz. Çünkü bu tür ayırımlar tamamıyla ictihâdî olup, zanna dayalıdır. Sanal olan beşeri düşünce taslakları da, yakînî olan ilahi ahkama dilediği şekli vermenin yollarını açma hakkına sahip değildir. Hem değil midir ki, Kur'an'ın tümü i'tikada/inanca konu teşkil etmektedir; öyleyse değer ve dereceleme ölçüsü koymaya kalkan tüm ayırımlar özünde yanlışlıklar barındırmaktadır. [157]
Müslüman tarihselcilerin söylediklerine baktığımızda, "nüzul sebeplerini, ilk muhatapların tarihi bağlamını ileri sürerek Kur'an'ın hükümlerini iniş dönemine hapsetmenin yollarını arayıp durduklarını" söylersek çok abartılı bir yargıda bulunmuş olmayız. Aslında onların vurgu yaptıkları ma'hud/muhatapların kültürel arkaplanı hükmün vasatı, nüzul sebepleri, muhataplarının tarihi bağlamı gibi hususlar tarih boyunca tefsir İlminin ilgilendiği konular olmuştur. Fakat terihselciler bu konular etrafında kopardıkları fırtınayla Kur'an'ı bir Çağdaşlaşma aracı veya reformizmin fetva kaynağı olarak kullanmaya kalkışmaktadırlar.'
Hırsızlığı meslek edinerek haksız kazanç sağlayan kimselere Uranıda öngörülen "el kesme hükmü" [158], zina yapanlara vurulması emredilen yüz celde [159] gibi ilahi buyrukları tarihselciler Araplara özgü olmakla itham etmektedirler. Hemen hemen tüm Kur'an hukukunu konjonktürel/dönemsel şartların ürünü olarak tasavvur eden tarihselcilerin bu konuda yaptıkları diğer bir hata da "hükümlerin va'z ediliş gayelerini takdir ve tayin eylemeye kalkmak"tır. Nüzul sebebini Allah'ın niyetini sorgulayacak şekilde tayin etmeye kalkışan Müslüman tarihselciler bunun adını da "toplumsal değişmeyi dikkate almak" diye koymuşlardır.
önceki başlıklarda da incelediğimiz gibi, Kur'an'da "tarihselciliğin fitne konusu yapabileceği nitelikte" bazı nasslar vardır. Fakat bu ilahi hükümler akîde/Rabbimizle bağımızı oluşturan inançlar, 'büyük sınavın deneme araçları olup hepsi de iman esasları içindedir. Bu bağlamda itikadı olan ile ahlâkî olanı bir Yüce Allah'ın kullarını sınama vesileleri olarak görüp, şeriatla, mu'âmelâtla/hukukla, siyasetle ilgili olanın imtihanla bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürmek son derece tutarsız bir tutum olsa gerek. Öte yandan böylesi ayırımlarla ilahi ahkamı bölüp parçalamaya kalkmak bizi önceki ümmetlerin durumuna düşürebilecek tehlikeleri bünyesinde taşımaktadır.
Hem Allah tarafından indirilmiş, sözleri ilahi nitelik taşıyan bir kitap olan Kur'an'ın, tarihi değeri olan müzelik bir "fosil" gibi olduğunu ileri sürmek, ancak Allah'ın ve O'nun dininin küstah düşmanlarının kalkışacağı bir "ideolojik savaş şekli"dir. Örneğin "Peygamberimizin eşleri ile, vefatından önce ya da sonra evlenilemeyeceğine dair emir"; "savaş için atlar besleyin!" şeklindeki buna benzer ayetler, tarihselcilerin en çok tartışma konusu yaptığı türden ilahi buyruklardır.
Bu tür mevzi/lokal örneklerden kalkarak ayetlerin indikleri dönemlerle kayıtlı olduğunu, yaşadığımız dünyanın sorunlarına çözüm üretemeyeceğini söyleyerek, genellemelere gitmek son derece sığ, yüzeysel bir tahlil yöntemidir. Bu türden ayetlerin ilk muhatapları, tarihsel olabilir. Doğrudur, onlar zaten şu an aramızda yaşamıyorlar, on beş asır önce hakka yürüdüler. Ancak, muhatapların tarihsel, kullanılan imgelerin onların anlayacağı düzeyde olması, mesajın tarihsel olması demek değildir.
Kaldı ki, söz konusu "Rasulullah'ın eşlerinin annelerimiz olduğu’ onlarla evliliğin annelerimizle evlilik anlamına geleceği vurgusu Peygamberimizin vahiy alan, tüm toplum kesimlerine önderlik de biri olarak yüklendiği görevin niteliği ile ilgilidir. Bu emrin muhtevası doğrudan tarihsel koşullarla ilgili olabilir; ancak taşıdığı mesaj evrenseldir. Çünkü, yüzeysel bir düşünüş şekli bile, bu mesajın derin hikmetlerini kavramak için yeterlidir.
Bu bölümde tarihselcilerin varsayımlarını delillendirmek için gündeme getirdikleri konuların ilk muhataplar arasındaki bağlamlarını tespit etmeye ve geçmişe gömülmek istenen nassların evrensel yönleri üzerinde durmaya çalışacağız. [160]
"Peygamber müminler üzerinde onlarfın kendileri üzerinde sahip otduğun)dan daha büyük hak sahibidirler; ve (onu bir baba gibi gördüklerinden) Peygamberin eşleri onların anneleridir..." [161]
Peygamberimizin eşlerinin mü'minlerin anneleri olduğuna ilişkin Kur'an'ın beyanının bu gün için uygulama alanı bulunmadığını söyleyen tarihselcilerin bu konudaki temel zaafı, konuya salt fıkıh gözlüğü ile bakmalarıdır. Aslında tarihselciler Kur'an'ın tümünü ahlaka indirgeyerek fıkhî hükümleri ta'til etme gayretinde olmalarına rağmen, bu ilahi beyanda ağır basan ahlâkî boyutu gözden kaçırmakta, hukukî yönü öne çıkarmaktadırlar.
Bu emir; Rasulullah'ın çağları aşan konumu ile, ilahi vahyin tebliğine ve şahitliğine önderlik eden biri olarak, teminatı birçok Kur'an ayeti ile sağlanmış bulunan, asla küçümsenmemesi gereken önemine ilişkin mesajlar taşımaktadır. Hristiyanların İsa peygambere yaptıkları ihanet gibi Rasulullah'ı İlahlaştırmak nasıl bir sapma ise, onu herhangi biri konumuna düşürmek de bir sapmadır.
İslam'ın çağları aşan mesajını taşıyan Kur'an'ın tüm ayetlerinde, hırsızlık, faiz, rüşvet gibi haksız kazanç türleri yasaklanmıştır. Yine insanlar arasında, soy, aşiret, kabile, ırk, dil, renk, cinsiyet ayırımcılğı yapılmasını yasaklayan Rabbimiz üstünlüğün bu doğuştan kazanılan statülerde değil "takvada/insanların Yaratıcı'ya karşı sorumluluklarını yerine getirme konusunda canı gönülden üstleneceği görevleri ifa etmedeki samimiyetinde olduğu" ilkesini getirmiştir. O halde kim kalbini Allah'ın arındırmasına bütünü ile pazarlıksız olarak açardı o üstün insandır. İnsan ilişkilerinde, görev ve sorumluluk verirken de biz müminler, kimsenin soyuna, ırkına, rengine, diline değil; ehliyetli ve takvalı olup olmadığına bakmak durumundayız. Yüce Allah Peygamberimizin eşleri ile evliliği yasaklamıştır. Böylece hem Rasulullah'ın eşleri ile olan evlilikleri neticesinde oluşabilecek, onun hatırasına saygısızlıklar önlenmiş, hem de münafıkların örgütleyebilecekleri haksız kazanç elde etme yollarının önü tıkanmıştır. Eğer Peygamberimizin eşleri ile evlilik serbest olsaydı, bir takım insanlar sırf onlarla evli olmaktan dolayı kendilerinin hak etmedikleri statüler elde edebileceklerdi.
Bilindiği gibi Aişe validemize ifk/zina iftirası ile saldıran münafıklar, Peygamberimizin hakka yürümesinden sonra da aynı olayı, İslam ümmetini birbirine düşürmek için kullanmışlardır. Hz. Ali ile Aişe validemizi birbirine düşürerek çok sayıda müslümanın mağdur olmasına, İslam'ın siyasal gücünün ve gönüllerdeki moral desteğinin zayıflamasına yol açmışlardır.
Kaldı ki; buna rağmen Peygamberimizin ailesinin saygınlıklarını korumak adına, bir ehli beyt küttü oluşmuştur, seyyidlik kurumu ile bazı insanlar haksız kazanç ve makam, mevki elde etmenin yollarını aramışlar, aramaya da devam ediyorlar. Eğer yukarıda sözünü ettiğimiz haram emri olmasaydı, artık bu kötü niyetli münafıkların emellerini gerçekleştirmelerine bulunmaz bir fırsat çıkmış olacaktı.
Sonuç olarak Peygamberimizin bıraktığı tek miras; Kur'an ve onun örnek uygulamalarıdır. O, hiç kimseye maddi bir miras ve statü bırakmamıştır. Bu yüzden sırf onun akrabası, eşi, kızı, damadı, torunları olmaktan dolayı, hiç kimse ümmet üzerinde haksız bir statü elde etme hakkını kendinde göremez. Eğer Rasulullah'ın eşleri ile evlilik serbest olsaydı, bir takım insanlar bundan haksız statü elde edebilmenin yollarını arayacaklardı. Bu sebeple peygamberimizin aziz hatırası kirletilmiş, onun şahsında İslam'a yapılacak saldırıların önü açılmış olacaktı, otuz üç sene sonra beklemek zorunda kalan ısırıcı meliklik, o vefat eder etmez hemen başlayabilecekti.
Erkek çocuklarının çok küçük yaşta vefat etmelerinin belki de hikmetleri bu meyanda aranmalıdır. Bütün bunların günümüzde yaşayan müslümanlar için, dolaylı bir anlam taşıdığında kuşku yoktur.
Bu konu Kıyamet'e kadar yaşayacak İslam ümmetine, Yüce Allah tarafından bütün zamanlarda güzel örnek olarak gösterilen peygamberimizin konumunun, saygınlığının sarsılmaması için önemlidir, peygamberimizin Kur'an ile teminat altına alınan manevi şahsiyetinin önemi de, Kıyamet'e kadar geçerli olduğu için evrenseldir. Tarihsel değildir. [162]
"O halde, onlara karşı toplayabildiğiniz kadar kuvvet ve at/binek hayvanı hazır edin! Ki bununla hem Allah'ın hem sizin düşmanınız olan bu insanları, hem de sizin bilmediğiniz ama Allah'ın bildiği başkalarını yıldırıp caydırabilesiniz; (ve bilin ki) Allah yolunda her ne sarfederseniz size bütünüyle ödenecek ve size haksızlık yapılmayacaktır." [163]
İlletli illetsiz bütün Kur'an nasslarını "hatıra" mesabesinde değerlendiren tarihselcilerin delil olarak kullandığı bu ayette Yüce Allah, illeti/hükmün üzerine bina edildiği vasfı saklamamış açıkça beyan etmiştir:
"Ki, bununla Allah'ın düşmanlarını ve sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği bundan başka düşmanları korkutmak suretiyle yıldırıp caydırabilesiniz/'
Bu illetin Yüce Allah tarafından beyan edilmiş olması, müslümanlara zaten belli bir hareket alanı sağlamaktadır; ayrıca dünyanın bir coğrafyasında atlara aynı gerekçe ile ihtiyaç duyulabilir. Düşmanı korkutmak amacıyla at beslemek illetinin sarahati, Kur'an şeriatının evrenselliğini ispat eden bir karinedir. Ayrıca bir "dünya dini" olan İslam'ın merhale merhale yaşanılabilirliğini de göz önünde tutarsak, bu illetin geçerli olduğu zaman ve mekanlar dünyanın her yerinde aynı olmayabilir. Bir bölgede bu illet geçerli olabilirken başka bir bölgede geçersiz olabilir.
Öte yandan "at besleme talimatının tatbik alanını kendi dönemimizde, şimdilik yitirdiğini, bunun yerine ayette geçen illeti tahakkuk ettirecek modern silahlar üretmemiz gerektiğini" söylemek, Kur'an'ı tarihsel saymak manasına gelmez. Çünkü ayette "kuvvet hazırlamak" gayenin gerçekleşmesini sağlayacak genel hükümdür; "at beslemek" ise sadece bir örnektir. Biz bu örnekleri merhaleden merha-'eye, maksadı ve illeti gerçekleştirecek şekiide çoğaltabiliriz.
Hz. Ömer'in merhaleyi gözetme usulünü hatırlarsak, tabii ki biz de onun gibi makasıdu'ş-şeria'ya riayet etmekle kendimizi yükümlü tutmalıyız. Savaş için ve düşmanı caydırmak maksadıyla at beslemek" ilahi emrinde yer alan illet yaşadığımız zaman diliminde ve yaşadığımız coğrafyada maksadı hasıl etmiyorsa, maksadı hasıl edecek şekilde başka bir yol ve yöntem bulunabilir.
Hükmün illeti at beslemekle gerçekleşmiyor diye, tarihselcilerin yaptığı gibi "bu ilahi kelam bize hitap etmiyor" diyerek kolaycılığa kaçmak bize göre doğru bir tavır değildir. Çünkü Kur'an'ın tüm hükümleri Kıyamet'e kadar devam edecek bir süreçte, alemlere rahmet olarak indirilmiştir; bir dönemle ve salt bir toplumla kayıtlansın diye değil. [164]
Tarihselcilerin en büyük dayanaklarından birini de, Hz. Ömer'in belli bir süre müellefe-i kuluba -Tevbe Suresi (9), 60. ayette zekat verilecek sınıflar arasında anıldığı halde- zekat vermeyi durdurmasıdır. Ömer (r)'ın bu hikmetli davranışı, müellefe-i kulûb kalmadığı içindir. Yoksa bu konuda pragmatik davrandığı için değil. Tarihselcilerin Batı karşısındaki ioyalist bir tutum takınması ile Peygamberimizin sohbet halkasından yetişen bu basiretli müminin tutumunu bir tutmak kesinlikle mümkün değildir. Hamidullah, Hz. Ömer'in bu hususta bütün Medinelilerce desteklendiğini şöyle ifade etmiştir:
"Medine cemaatinin de bu hususta icma ile ona destek verdiği kesindir." [165]
Müellefe-i kuluba zekat verilebileceğini beyan eden ayetin hükmü yerinde durmaktadır; ancak şartların değişmesinden, müslümanların güçlenmesinden dolayı, o kapsamda değerlendirilebilecek kimse kalmamıştır. Bu nedenle bir sınıfa zekat verilebilmesi için, onların reel olarak muhatabımız olabilmesi, gerçek hayatta yaşıyor olması gerekir. Fakat fiilen olmasa da, hükmen Hz. Ömer döneminde müellefe-i kulub kalmamıştır. Öyle ya, müellefe-i kulûb kapsamında değerlendirilebilecek kimse kalmadıysa, sırf ayeti uygulayalım diye Medine'de böyle bir sosyal grup ihdas edilecek değildi!
Aynı şekilde bir toplumda ayette geçen sınıflardan "köle, esir ve borçlu" yoksa hükmün geçici bir süre askıda kalması söz konusu olabilir. Fakat ayetin hükmü, bu sınıfların var olduğu başka bir yöre için geçerli olacak şekilde, göz önünde bulundurulmaya devam edecektir.
Tarihselciler nassların hükümlerinde yer alan illetleri, maksatları, hikmetleri göz önünde bulundurmadan tüm Kur'an'ı tarihsellikle yaftalamaktadırlar. Bu durum onları tarih üstücülükle suçladıkları kesimlere benzetmektedir. Çünkü Kur'an'ın içinde illet, maksat aramayınca Kur'an'ın dışında -icâbat-i vakti hal'den kalkarak- hikmet ithal etmekle sonuçlanan bir yola başvurulmaktadır.
Hz. Ömer'in bu tercihi ile tarihselcilerin tüm Kur'an ahkamına yönelik "cüz/özel hüküm" muamelesi yapması arasında dağlar kadar fark olduğunu düşünüyoruz. O hırsızlığı meslek edinenlerin elinin kesilmesini de belli bir dönem durdurmuştur. Her iki olay için de ilahi ahkamı süresiz olarak yürürlükten kaldırmadan değil, geçici olarak şartlara bağlı bir yürütmeyi durdurma işleminden söz edebiliriz. Zaten hükümle söz konsusu merhale geçildikten sonra geriye dönmektedir. Tarihselciler ise Kur'an'ın tüm hükümlerinin bağlayıcılıklarını, aklın lehine olacak şekilde ortadan kaldırmakta, onlara örnek alınacak hatıralar gözüyle bakmaktadır. [166]
Kur'an'da tarihselcilerin en çok üerinde durduğu ayetler, kadınlardan söz eden ayetlerdir. [167] Aslında bunlar ataerkil kültürün izlerini, kadınları erkeklerden aşağıda görmek isteyen Yahudi-Hristiyan geleneğinin etkilerini silmek isteyen bir mesaja sahiptir.
Hemen hemen hepsinin illeti tespit edilebilen bu ayetler, bugün makasıdu'ş-şeriaya uygun olarak uygulanmadığı takdirde bir takım adaletsizliklere yol açabilir. Fakat bu tür adaletsizlikler her halükarda olacaktır; bundan kaçmak mümkün değildir. Çünkü ne tür kanun, ne tür ahlak olursa olsun uygulayıcısı hep insan olacaktır.
Tarihsel bağlamı da dile getiren bu illetli hükümler ancak Kur'an bütünlüğünde anlaşılabilir. Bu bütünlüğe müracaat ettiğimizde görüyoruz ki, kadın ile erkek arasındaki bu farklı hakların bulunması adaletin sağlanması içindir. Yoksa aralarında bir değer üstünlüğü bulunmasından dolayı değildir.
Kur'an'da, Kitab-ı Mukaddes'te olduğu gibi kadının erkekten yaratıldığını iddia eden "kaburga kemiği mitolojisi", cennette erkeğini şeytanla işbirliği yaparak aldatan, ilk günahın suçlusu kadın imgesinin izine bile rastlamak mümkün değildir.
Birçok ayetin kadın-erkek arasında bir cinsiyet ayırımcılığını ve üstünlük yarışını yasaklayıp reddettiğini okumaktayız. Buna göre üstünlük cinsiyet ve ırk farkında değil, takvada/Allah'a karşı sorumluluk bilincine yeterince sahip olup olmamakta aranması gerekmektedir. Allah katında erkek olmanın da kadın olmanın da tek başına bir değer ifade etmediğini vurgulayan çok sayıda ayet vardır. [168]
İslami nasslara tarihselcilik yönteminin penceresinden bakmanın vehametine dair, yaşadığımız ülkede yapılan bilimsel araştırmalara, hatta sıradan gazete ve dergi sayfalarındaki röportajlara bakarak somut örnekler bulmak artık hiç de zor değildir. Mesela, Fazlur Rahman'dan esinlendiğini hiç gizleme gereği hissetmeden [169] "tarihsellik penceresinden kadın bakış açısı"yla Kur'an'ın konularına yaklaşan Hidayet Ş. Tuksal hanımefendinin şu cümlelerini okuyalım:
"Bir sene yoğun bir şekilde sırf Kur'an üzerinde onun kadına yönelik bakışaçısını yakalayabilmek için çalıştım, en azından bunlar (gelenekten tevarüs ederek ortalıkta dolaşan kadına ilişkin hurafeler) 'Kur'an'a aykırı' diyebileyim istedim. Araştırmalanm neticesinde bunların pek çoğunun Kur'an'ın genel yaklaşımına ve ruhuna aykırı olsalar da, Kur'an'da gerçekten 'ataerkil bir fon'un varlığını fark ettim." [170]
Kur'an'da "ataerkil bir fon"un varlığını vahyin ilk muhataplarının cahil Araplar olmasına bağlayan ve miras, erkeğin kavramlığı, eşitlik gibi konularını modern bilinçle anlamlandıramadığını söyleyen Tuksal'ın düşündüklerini cesurca söylemesi önemlidir. Çünkü tarihselcilik yönteminin meramında yatanı daha çok, fikri düzeyde değil de, gündeme getirilen somut konular üzerinde anlayabilmekteyiz.
Tuksal'ın kadın bakış açısıyla, tarihselcilik gözlüğünden bakarak değerlendirdiği Nisa Sûresi, 34. ayetle ilgili söylediklerini doğrusu maksadı aşan ifadeler olarak değerlendirmek isterdik. Fakat bu o kadar kolay gözükmüyor. Biz alıntıyı yapalım takdir yetkisini okuyucularımıza bırakalım:
"Bu araştırmaya başlamadan önce 'eşinizi şu durumlarda dövebilirsiniz' şeklindeki ayeti hiç düşünmek istemezdim. Bu ayet yokmuş gibi davranmak isterdim. Çünkü açıklamasını bulamıyordum. Bizim modern bilincimizle böyle bir şeyi kabul etmemiz mümkün değil, ama bu ayet var... Kur'an'ın şiddetin bu kadar yaygın ve yerleşik bir davranış kalıbı olduğu bir toplumda aslında onu devre dışı bıraktığı bile söylenebilir. Yani Kur'an o dönemin erkeklerini bir nevi terbiye ediyor ve en son çare olarak da dayağa olur veriyor. Ama bu, bizim bugün kabul edemeyeceğimiz bir öneri..." [171]
Hidayet hanımın Kur'an nasslarını "bir öneri" rahatlığında, "eskiden öyleydi, şimdi böyle" ikileminde değerlendirip görmesinde, geçmişi geri ve cahil olarak görüp, modern bilinci "insanlığın sıçradığı ileri bir aşama" olarak kabul eden ön yargısının önemli bir payı olduğunu düşünüyoruz. Fakat bundan daha da önemlisi, kendisine Kur'an'daki "hangi öneriyi kabul ediyorsun, hangisini etmiyorsun?" diye sorulmuşçasına verdiği cevapların arkaplanıdır. Kendisinin de itiraf ettiği gibi, ona bu arkaplanı ve lojistik desteği "tarihselcilik yönteminin modern bilince göre oluşmuş kadın bakış açısı" vermektedir.
Her tepkinin karşı tepkiyi doğurduğu hatırlanırsa "kadın bakış açısıyla Kur'an değerlendirmeleri"ni, korkarız ki "erkek bakış açısıyla Kur'an değerlendirmeleri" alabilecektir. Belki erkekler de kendi haklarının Yaratıcı tarafından yeterince korunmadığını iddia ederek b'r kısım ayetler için "bu öneriyi kabul etmiyorum" diyebilecektir. İşte tam da bu noktada tarihselcilerden Hanefi'nin teklif ettiği gibi yorum, "aşağıdan yukarıya hareket edecek" ve kendi inancını –hatta kendi taptığı ma'budunun özelliklerini ve şeklini- insanoğlu artık kendisi belirleyebilecektir. Biz de Yaratıcı-insan ilişkisini tersine çeviren bu karışıklığı tarihseldlik yöntemine borçlu olacağız. Ne büyük bir nimet!.. Modern paradigmalar ve belli tarihsel şartların ürünü olarak ortaya çıkmış olan kadın bakış açısını beşeri bir ürün üzerinde rahatlıkla konuşturulmasına kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak bir mü'min ilahi kelam karşısında bu rahatlıkla konuşma cesaretini nereden bulabilmektedir? İlahi bir nass'ın tayin ve takdir ettiğini önce öneri'ye indirgeyip, sonra da "bu öneriyi kabul ederim, bu kadın bakış açıma uygun", "şu öneriyi kabul etmem bu modern bilincime ters" gibi, son derece cüretkar ifadeleri nasıl kullanabilir? Tabii ki tarihselcilik yönteminin sağladığı lojistik destek ve kamçıladığı cesaretle. [172]
"Allah kocası hakkında, sana başvuran ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözlerini işitmiştir. Ve Allah ikinizin söylediklerini de mutlaka işitir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten, her şeyi görendir." [173]
Bilindiği gibi bir Arap örfü olan "zıhar" erkeğin "sen bana anamın sırtı gibisin" demesi ile boşanmanın vuku' bulduğu şeklindeki süregelen bâtıl adettir. Mücadele suresi ayetlerinin nüzul sebebi olarak çok sayıda rivayet vardır. Bunlardan birine göre ayetler; eşine eski bir Arap adeti olan zıhar yapan Evs b. es-Samit hakkında inmiştir. Bir başkasına göre, hanımına Ramazan ayı çıkana kadar zıhar yapan Seleme b. Sahr hakkında indirilmiştir. Ancak kanaatimiz o ki; Mücadele Suresi ayetlerini incelediğimizde bu rivayetlerin özel iniş sebebi olarak anılmak için yetersizdir. Çünkü sûrenin ilk ayeti de göstermektedir ki, şikayeti yapanın kadının -ki rivayetlere göre Evs'in eşidir- sorununu çözmek üzere inmiştir ayetler. O halde esas iniş sebebinin buna benzer mağduriyetlerin giderilmesi olduğunu beyan etmektedir.
Eşine "sen bana anamın sırtı gibisin" diyerek kendine haram kılma şeklindeki bu adet, Rabbimiz tarafından Kur'an ile kesin olarak kaldırılmıştır. Bu adetin etkisi altında kalarak hala aynı şekilde yanlışı sürdürenlere ise ayeti kerimelerde açıklandığı üzere herkesin gücü nisbetinde şu cezaları ödemesi emredilmiştir "bir köle azat etmek, iki ay oruç tutmak, altmış fakiri doyurmak."
Bu ayetin inişine sebep olan Evs'in eşi gibi mağdurelerin sorununu çözmek idi. Fakat benzer durumda olan herkesin derdine çareler sunuyordu. Her ne kadar bire bir olmasa da çeşitli halklarda buna benzer boşama yöntemlerine kıyasla aynı keffaretler uygulanarak ayetin hükmü güncelleştirilebilir. Kısacası, hiç kimsenin Kur'an'ın hiçbir ayetinin mesajına "tarihte kalmış, hiçbir uygulama alanı olmayan bir hüküm" muamelesi yapmaya hakkı yoktur. Kaldı ki, Kıyamet'e kadar hiçbir uygulama alanı bulamasa da Kur'an'ın tüm ayetlerinin kendi bütünlüğü içinde birbirinden koparılamaz şekilde örülmüş tuğlalardan oluşan duvar gibi içiçeliği söz konusudur; birini çektiğiniz zaman önce duvarda sonra da binada tamiri imkansız hasarlar meydana gelebilir.
Ömer Özsoy'a göre Mücadele Suresi ayetlerinden kalkarak bir Arap örfü olan bu konu ile ilgili Kur'ani düzenlemenin yerelliğini reddetmek mümkün değildir:
"Bir Arap geleneği olan zıhar'la ilgili düzenlemeleri içeren bu pasajın yerel bir konuyla ilgilenmekte olduğunu reddetmek, Kur'an'ın zıhar'ı evrensel bir boşama şekli olarak önerdiğini kabul etmek anlamına gelir. Oysa zıhar ve tebennt uygulamalarını eleştiren ayetlerden Kur'an'ın böyle bir amacı olmadığını anlamaktayız. [174]
Kur'an'ın yerel/indiği ortamda yaşanan sorunlarla ilgilenmesine köleliği de örnek olarak gösteren Özsoy'un da belirttiği gibi, Kur'an'ın nüzul ortamındaki sorunlarla ilgilenerek, bunlardan söz etmesi, "meşrulaştırmak için değil, adetlere yön vermek, inkilap yapmak, değiştirmek ve bazen de tamamen ortadan kaldırmak için"dir. Bu yaklaşıma katılmamak mümkün değildir.
Zıhar adetinin, köleliğin olmadığı yerde zorla sorun oluşturarak ayetin hükmünün devam ettiğini bu şekilde ispatlamaya çalışmak ne kadar yanlışsa, tarihselciler gibi bu tür örnekleri genelleyerek ilahi ankamın bugün bir şey ifade etmediğini iddia etmek de o kadar saçmadır. Evet bugün zıhar adetinin devam ettiği, köleliğin biçimsel olarak sürdüğü bir İslam toplumu yoktur. Fakat örtük bir kölelik biçim değiştirerek dünyanın her yerinde sürdürülmektedir. Belki zıharla birebir örtüşen adetler yoktur; fakat ona benzeyen -dolayısıyla benzer yaptırımlar uygulanması gereken- gelenekler vardır. Mesela, muhtevasında ensest îmâsı yer alan ve Türk adetlerinde yaşayan "annesini eşine benzetme yemini" -anam avradım olsun ki-, cezasız kalmaması gereken bâtıl bir gelenektir. Zıhara kıyasla, benzer yaptırımlar bu şart koşma şekline başvuranlara neden uygulanmasın ki? Hanımına ana muamelesi yapana hukuki sonuç doğuran bir ceza Kur'an'da öngörülürken, annesine "hanım" muamelesi yapana hukukî sonuç doğuran bir ceza öngörülmeyecek mi?
Bize göre, yakın döneme kadar Amerika'da, Güney Afrika'da zencilere uygulanan muameleler kelimenin gerçek anlamı ile kölelik idi. Köle ticareti sömürgeciler tarafından bir insanlık ayıbı olarak halen dünyada maalesef sürdürülmektedir. Diyelim ki, böyle bir ortamda bazı müslümanlar yaşamak zorunda kaldılar, ilk başvurmaları gereken Kur'an olmayacak mı? Sorunlarımızı çözmek için indirilen Kur'an'ın illa da uygulama alanı olduğunu ispat etmek için suni meseleler ihdas etmekse tabii ki, biz müminlerin ahlâkî ilkelerine uygun düşmez.
Ya da zıhara, köleliğe benzeyen fiili durumlar halen dünya üzerinde yok mudur, bunlar tespit edilerek "kölesiz, adaletli bir toplum ideali"ni gerçekleştirmek için Kur'an'ın bu hükümlerinden yararlanılamaz mı? Tabii ki, evet. Öte yandan yukarıda sözünü ettiğimiz konuların ilk muhataplarla ilgisini kopanrsak, şu anki dünyada devam eden "ıslah edilmiş kölelik uygulamalarına" dolayısı ile bu alanda devam eden zulümlere karşı dinamik çözümler üretme imkanından mahrum oluruz.
Sözün özü; Kur'an'ın ilahi kökenli hitabı tarihsel değildir; fakat tarihe -özellikle indiği dönemdeki zemine- hitap etmektedir. Kur'an'ın iniş ortamı ile olan ilgisini inkar edemeyiz. İlahi kelamın nüzul ortamı ile ilişkili olması demek, onun bugün için reformize edilmeye/değiştirilmeye ihtiyacı olduğu anlamına gelmez. Çünkü son tahlilde bunlar, Yüce Allah'ın biz müminlere benzer durumlar için faydalanacağımız örneklikler sunmasıdır. [175]
Savaş sırasında namazın hep beraber değil de, bölük bölük nöbetleşe kılınabileceğine izin veren Nisa Sûresi, 102. ayette Yüce Rabbimiz, dininin yaşanmasını kolaylaştıran hükümler va'z etmiştir. Kur'an'ın ilk muhataplarınca cephe şartlarında tatbik edilen bu uygulamaya göre; Rasulullah aynı sûrenin 101. ayetinde korku hali illeti ile verilen izne bağlı olarak farz namazları cemaat halinde iki rekat olarak kıldırmıştır; savaşan müminler ise bölük bölük gelerek bir rekat olarak kılmışlardır.
Her şeyden önce tüm Kur'an gibi bu ayetin de iniş ortamı ile, ilk hitap ettiği muhataplarla doğrudan ilişkisi vardır. Öte yandan böyle olması, ayetin hükmünün neshini/iptalini gerektirmemektedir. Çünkü bütün zamanların fevkinde olan Yüce Allah, ilk muhataplar için anlaşılır ve ilgili olan ayetlerinin Kıyamet'e kadar yaşayacak tüm insanlık için de anlamlı kılmaktan aciz değildir.
Bugünün savaş teknikleri daha kolay olsa da, tespit edilebilir illeti olan ayetin hükmü tarihsel değil, evrenseldir. "Kafirler sizin silahlarınızı ve teçhizatınızı unutup bırakmanızı isterler; ki âni bir baskınla üzerinize saldırabilsinler" şeklindeki illete rağmen tarihselciliğe delil olarak takdim edilmesini "dikkatsizlik" şeklinde yorumlamak istiyoruz. Eğer illet elektronik savaş teknikleri kullanılmış olsa da devam ediyorsa, hüküm aynen uygulama alanına geçebilecektir. Çünkü cephe savaşında yaşanan benzer sıkıntılar bilgisayar başında komuta edenlerce de yaşanabilecek türden bir sıkıntıdır. [176]
Tarihselciler "Çocuğun taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer." [177] ayetinde geçen tavsifi ifadenin dahi tarihsel koşulları baz aldığını, Arap'a hitap ettiğini, dolayısıyla evrensel olmadığını iddia etmektedirler.
İlahi kelamın gramatik yapısından anladığımıza göre, çocuğun yaklaşık yirmi bir ay emzirilmesini tavsiye eden bu tavsîfî ifade âmir bir hüküm olarak değil, güzel bir örfün sürdürülmesini tavsiye etmek Şeklinde anlaşılmalıdır.
Nüzul ortamında yaşayan Araplar arasında böyle bir örf varolabilir ve bu örf meşru sayıldığı için, tevhide ve adalete bir zarar da vermediğinden dolayı, Rabbimiz tarafından Kıyamet'e kadar gelecek kularına bir tavsiye olarak Kitap'ta anılmış olabilir. Bu tavsiyenin tarihselciler tarafından ille de Araplar'a özgü olduğunun dile getirilmesinin maksadını anlamakta doğrusu güçlük çekmekteyiz. [178]
"Ey İman edenler! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve eğer gerçekten müminseniz faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin. Çünkü eğer böyle yapmazsanız, bilin ki Allah'a ve elçisine savaş açmış olursunuz. Ama eğer tevbe ederseniz ana paramz(ı geri almay)a hak kazanırsınız. Böylece ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğramış olursunuz." [179]
Fazlur Rahman faizin kat kat olanının haram olduğunu, diğer türlerin helal olduğunu iddia etmektedir. Kur'an'daki riba ayetlerinden "faizin her türlüsü haramdır" şeklinde sonuç çıkaran fakihleri eleştiren Fazlur Rahman modern banka sistemindeki faiz uygulamalarını savunmaktadır. [180]
Riba ile faiz arsasında fark görmelerini Kur'an'daki Ali İmran Sûresi, 130. ayette geçen "kat kat" nitelemesine bağlayan tarihsel çiler, bununla tefeciliğin kasdedildiğini, bugünkü banka faizlerinin hükmün dışında kaldığını savunurlar. Oysa Kur'an'da geçen "kat kat artmak" ifadesi faizle ilgili tüm ayetlerde vurgulanmaz. [181]
Kur'an iniş ortamı içinde yaygın bir uygulama olan köleliği bıçak gibi kesme yoluna gitmemiştir. Fakat birçok ayette sürekli olarak vurgulanan "üstünlüğün cinsiyet, kabile, soy, aşiret, ırk gibi arizi unsurlardan değil, takva idealine bağlı kalmaktan ve ehliyete göreli olarak oluşacağı ilkesi" sınıfsal anlamda köleliğin yavaş yavaş tarih sahnesinde kalmasına zemin hazırlamıştır. Mesela "Mümin bir köle, hür bir müşrikten daha hayırlıdır." [182] denilerek, köleliğin biçimsel olarak varlığını devam ettirdiği bir vasatta yaşayan müslümanların vicdanlarında merhale merhale meşrulyetini yitirmesine yol açmıştır. Her fırsatta Yüce Allah "müminlere köle azad etmelerini emrederek" bu onursuz durumu aşama aşama ortadan kaldırmıştır. Bunun en meşhur örneği "zıhar adeti"dir. Cahiliyye Arapları arasında yaygın olan bu batıl -son derece saçma- boşanma şekline başvuranların kendilerini Allah'a affettirmelerinin birinci koşulu, [183] ayete göre "bir köle azad etmek"tir. Buna benzer keffaret yöntemlerini ilk İslam toplumuna emreden Yüce Allah, kullarına şerefli yaşamanın, yanlış geleneklerden ve özgürlük düşmanı şirk değerlerinden nasıl kurtulacaklarının yollarını "Kur'an ile" öğretmiştir. [184]
Şurası da muhakkak ki, aslında şekli olarak -sınıfsal anlamda- kölelik günümüzde devam etmese de, sefalet ücretine çalışan veya hiçbir iş bulamayan milyonlarca insanın yeryüzünde yaşıyor olması, hatta açlıktan binlerce insanın emperyalist politikalar nedeniyle ölümüne seyirci kalınması, içinde yaşadığımız dünyanın hiç de eskisinden daha iyi olmadığını göstermektedir.
Köleliğin kılık değiştirerek şekli hüviyetinden birçok unsurun yok olduğu günümüzde kölelikle ilgili ayetlerin yaptığı düzenlemeler, öğütler değerini yitirmiş midir? Bu sorunun cevabı, kesinlikle "hayırdır. Çünkü insanoğlunun mülkiyet ve ebediyet içgüdüsüne bağımlı olarak gelişen tahakküm tutumu, Kıyamet'e kadar devam edecek, dolayısı ile kılık değiştirerek de olsa kölelik devam edecektir. Bu durumda "insanın insana ve her tür puta kulluğunu ortadan kaldırmak için indirilen Kur'an"ın rehberlik edici ilkelerinden -ilahi vahyin yol gösterici ışıklarından- köleliğe karşı mücadele şekillerini öğrenmek için yararlanmak elzem hale gelmektedir. Benzer şartların olduğu her yer ve her zamanda kölelikle ilgili hükümler -hem de lafzi anlamları ile- uygulama alanına çıkacaktır. Öte yandan Kur'an kölelikten bahsettiği için kölelik ortaya çıkmamıştır; ortaya çıktığı için insan onurunu ve haysiyetini rencide eden bu uygulamayı kaldırmaya dönük hükümler indirilmiştir.
Kölelikle ilgili hükümlerin evrensel olduğunu söyleyenlere tarihselcilerden Özsoy'un eleştirisi şu şekildedir: "Kölelikle ilgili hükümleri heder etmemek için ya kölelik kurumunu yeniden ihdas edeceksiniz, ya da verili durumda kölelikle aynileştirebileceğiniz bir öge bulacaksınız." [185]
Kur'an'ın tarihsel bağlama kilitlenmesiyle ve hükümlerinin ta'til edilmesiyle sonuçlanabilecek tarihselcilik yönteminin eleştirilmesini ve ilahi ahkamın evrenselliğine işaret edilmesini savunanlar Özsoy tarafından iki şeyi yapmaya mecbur tutulmuştur:
Birincisi; tarihselcilige karşı çıkan bizler "hükümler heder olmasın diye" nüzul ortamına denk sorunlar çıkarmaya mecbur tutuluyoruz. İkincisi, köleliğe benzer uygulamalar bulmak.
Özsoy'un temel yanılgısı bizim Kur'an'ı sorunları çözmek için değil de sorun çıkarmak için okuduğumuzu zannetmesidir. Ne ki, bizim sorun çıkarmaya niyetimiz yoktur. Eğer ortada bir sorun yoksa "sırf ilahi hüküm heder olmasın diye", sorun ihdas etmek gibi hastalıklı bir durumu hiçbir insaflı akıl sahibi mümin savunmaz. Diğer taraftan "bir insanın bir hükümden sorumlu olması için, zamanın geçmesi veya geri dönmesi gibi bir şartda yoktur; şartların oluşması önemlidir. [186]
Kur'an'da yer alan her konunun bir nüzul sebebinin olmasını gerekli saymamak koşulu ile "iniş nedenlerini bilmenin anlamın oluşumundaki katkılarını göz ardı edemeyiz. Fakat şunu da hemen ilave edelim ki, bize iniş sebebi olarak tarihten gelen tüm malumatlar zannidir. Bu nedenle nüzul sebepleri diye rivayet edilen haberler üzerinde ciddi tezler bina etmek o kadar kolay değildir. Çünkü ayetlerin iniş nedenlerine ilişkin gelen haberler hem zan taşımaktadır, hem de hususi sebeplerden söz etmektedir. Bunun farkına varan tefsir usulü alimleri şu ilkeyi tayin ederek sorunu aşmaya çalışmışlardır:
"Sebebin hususi olması, hükmün umûmî oluşuna engel değildir."
Bu yorumlama ilkesi aynı zamanda nüzul ortamından ve hadislerden gelen bilgilerin değerlendirilmesinde nassların mesajının ebediliğine-evrenselliğine halel getirmemek noktasında çok işlevsel olmuştur. Fakat tarihselcilik yöntemini bir tefsir usulü olarak kullananlar, tezlerini ispatlayabilmek için geleneksel bir form aradıklarında esbab-ı nüzulün şemsiyesine sığınmışlardır. Hem de hususi olan sebepten kalkarak hükmü de hususileştirmeye, iniş ortamıyla sınırlamaya/kililtlemeye kalkarak.
Tarihselcilerin sorun olarak gördükleri konular, müslümanların Kur'an'ın beyanlarından hareketle tarih boyunca geliştirdikleri usullerle gerekli izahlara kavuşturulmuştur. Bu usulün etrafında oluşmuş bulunan umum-husus, illet, hikmet, maksat, sebeb-i nüzul, sebeb-i vurûd gibi terimler mesele gibi gözüken birçok konunun çözümünde anahtar işlevi görmüştür; halen de görmeye devam etmektedir. Öte yandan hükümlerin ilk uygulama alanında Rasulullah'ın şahitliği de ilahi ahkamın buharlaştırılmasıyla sonuçlanabilecek çabalara karşı kalkan işlevi görmeye devam etmektedir.
Alimlerin çoğu ayetlerin özel sebeplerinin dışındaki olayları da kapsadığını söylerken "sebebin hususi oluşu yerine lafzın umumi oluşuna dayanmıştır." Bu konuda İbn Teymiyye şöyle der:
"Alimler her ne kadar bir sebebe dayalı olarak vârid olan ve umum ifade eden lafzın, sebebine özgü olup olmadığında ihtilafa düşmüş iseler de, hiç kimse Kur'an ve sünnetin umum ifade eden lafızlarının belli bir şahsa has olduğunu söylememiştir. Söylenebilecek olan (şudur):
Onun, o şahsın durumunda olan has olduğu ve benzerlerinin hepsini içine aldığıdır. Umum ifade etme sadece lafızda kalmaz. Belli bir sebebi olan ayet şayet emir ve nehiy ise, o şahsı kapsadığı gibi, onun durucunda olan diğer şahısları da kapsar." [187] Bu konuda ifk hadisesini, Rasulullah'ı yıpratmak ve siyasi bir menfaate dönüştürmek maksadıyla örgütleyen iftiracı münafıklar hakkında indirilen "kazif haddi" örnek olarak tahlil edilebilir. Kazif haddine göre; namuslu ve evli kadınlara zina isnad edenler bu iddialarını doğrulayamazlarsa, kendilerine şahitler huzurunda "seksen celde" vurulacaktır. Konu ile ilgili ayet Nur Suresi'nde geçmektedir: "İffetli kadınları zina ile suçlayıp sonra da (bu suçlamayı doğrulayıcı yönde) dört şahit getiremeyen kimselere gelince, böylelerine seksen değnek vurun; bundan böyle hiçbir zaman onların şahitliğini kabul etmeyin; çünkü bunlar gerçekten yoldan çıkmış kimselerdir," [188] (Aynca bkz. aynı surenin 7-9. ayetleri)
Subhi es-Salih "sebebin hususi olduğu bu ayetin evrensel bir hüküm taşıdığına ilişkin olarak" şöyle demektedir: "İfk hadisesinde kazif haddi, müminlerin anası Hz. Aişe (r)'ye iftira edenler hakkında indi. Ona iftira edenler belli idi. Lakin kazif haddi onlar için geçerli olduğu gibi, başkaları için de geçerli oldu." [189]
Tarihselcilere sormak gerekir:
Bugün de zina iftirası yapanlara ilahi bir hüküm olan kazif haddini uygulamayıpda, ayeti indiği döneme ve hitap ettiği şahıslara kayıtlayıp/hapsedip, daha etkili caydırıcı(!) modern ceza türlerini düşüneceksiniz?
Kısacası, nüzul ortamı ile ilgili olan Kur'an hükümleri evrensel bir karakter taşımaktadır, öyleyse Kur'an ile ilişkisi olan iniş ortamının örfü/sahih geleneği bizimle de ilgilidir. Fakat İslam ümmeti arasında Cahiliyyeden kalma ırkçılığı hortlatan Muaviyc b. Ebî Süfyan "Sebebin hususi olması, hükmün umumi oluşuna engel değildir" ölçüsünü tanımamıştır. "Malı yakını olan belli kimselerler arasında dolaşan meta haline getirdiği için" kendisini tekelcilikle suçlayan müslümanların tebliğ ettiği "Mal aranızda dolaşan bir devlet olmasın" mealindeki [190] ayetinde dile getirilen hakikate karşı o, hep duyarsız kalmıştır.
Oysa ayetin genel hükmü, ganimetin birkaç kişi arasında dolaştırılarak haksız kazanç aracı haline dönüştürülmesini yasaklamaktadır Bu ayete göre ganimet; "Allah ve elçisi, ölen müminlerin yakınları, yetimler, yoksullar ve yolculara aittir". Bu durumda devlet gücünün ve belli bir zümre ile sınırlandırılarak bölüştürülmesi, kıyasla haram kılınmış olmaktadır. Fakat o, ganimet olarak elde edilen arazileri bile şahsi serveti arasına katmaktan hiç çekinmemiştir. [191]
Ayrıca Muaviye b. Ebi Süfyan, [192] ayette geçen "Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, onlara çok çetin bir azabı müjdele!" ifadelerini sadece Ehli Kitap'la kayıtlamaya çaba göstermiştir. Kendisini bu konuda eleştiren başta Ebû Zer olmak üzere Rasulullah'ın sünnetini/çizgisini sürdüren müslümanlara "bu Ehl-i Kitapla ilgili, benden söz etmiyor" diyerek hükmün umûmi mahiyet arzettiği gerçeğini görmezden gelmeye çalışmıştır.
Tarihsel durumlara Kur'an'a bağlı kalarak, uygulamada ise içtihada başvurarak -ama nassları tatil etmeden, nesh etme hakkını kendimizde görmeden- her asrın idrakine İslam'ı söyletmeliyiz. Hz. Ömer'in hilafeti esnasında başvurduğu ictihad örneklerinde gördüğümüz gibi; illetin değişmesiyle hükmün uygulama alanı zayıflayabilir. Fakat dünyanın bir başka yerinde illetin geçerli olması durumunda ise ilahi ahkam yeniden fiiliyat sahası bulabilir. Bu sebeple nüzul sebeplerini -Kur'an'ın ilk muhataplarının bağlı bulunduğu tarihsel koşullar, kültürel arka planı- bahane ederek hiçbir ilahi mesaj heba edilemez.
Kur'an'ı yeni tarihsel durumlara taşımak veya uyarlamak adına, dönemsel koşulların zanni verilerinden hareketle ilahi ahkamdan hiç birinin ta'tili teklif edilemez. Her şeyin yegane yaratıcısı olan Allah'ın adı ile hareket etmesi gereken sorumluluk sahibi, takva ve ihsanı yüreğine takmış hiçbir mümin, ahlaken -ictihad adına konjoktür adına- böyle bir teklifte bulunma hakkını kendinde göremez. Oysa tarihselciler içinde bulunulan konjonktürel şartları baz alarak, nüzul sebeplerini umum-husus ilişkisini göz ardı edecek şekilde yorumlayıp Kur'an nasslarmın lafızları ve manaları üzerinde diledikleri gibi at oynatmakta, diledikleri gibi cirit atma hakkını kendilerinde görebilmektedirler. Netice itibariyle de tarihselcilerin modern zamanlarla uyuşmadığını bahane ederek, ulus devletlerin kalkınma ve ilerleme idealine hizmet edecek şekilde ilahi ahkamın heba edilmesine göz yummaları, kaynağı ilahi olan hükümlerin bir kısmının miadını tamamladığı gerekçesiyle fosil durumuna düşürülmesi için tekliflerde bulunabilmeleri Rabbine karşı sorumluluk bilinci taşıyan biz müminlerin ahlaken kabul edebileceğimiz bir tutum değildir. [193]
Kur'an'ın tarihe hitabetmesi ile bu hitabın nüzul sürecine kilitlenmesini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Kur'an'ın tarihe hitap etmesinden neticesi itibariyle bir ideolojiye yol açan "genelleyici ve indirgeyici” bir yöntem çıkarmanın doğru olmadığını belirtmek isteriz. Roger Garaudy, Kur'an'ın tarihsel olaylardan söz etmesini vurgulu ifadelerle ortaya koymuştur. Müslüman tarihselcilerin sefaletinden söz etmeden önce, buraya kadar incelediğimiz konulara ilişkin genel bir değerlendirmeyi Garaudy'nin sözleri üzerinden yapmak istiyoruz.
Garaudy'e göre, kaynağı Allah olan İslam şeriatı gerçek tarihsel olaylardan söz eder, afaki değildir, ayakları yere basan hükümlerdir. Fakat bu tarihsel olaylardan söz eden ayetlerin ilahi kaynaklı olduğu da unutulmamalıdır. İlahi şeriat, Roma hukuku gibi, olmayan olaylar üzerine soyut hükümler koymaz; doğrudan indiği tarihsel bağlama hitap eder.
"Kur'an'ı indiren Allah'tır. Fakat onu okuyanlar ve yorumlayanlar insanlardır. Kesinlikle, çünkü Allah'ın sözü ebedidir. Her bir tarihsel durum içinde ondan canlı bir uyarı almak insanlara aittir. Bu anlayışa ulaşan İslam, insani yüzlü bir geleceğin olabilmesi için kendi eyleminde ve kendi düşüncesinde örnekler vererek bu gün dünya'ya ihtiyacı olduğu mesajı taşıyabilir. Bu ilahi yasaya şeriat denir. Başlıca iki kaynağı vardır:
Kur'an, Sünnet." [194]
Bu genel değerlendirmeden sonra buraya kadar incelediğimiz konular ve onlara tarihselcilerin yaklaşım şeklinden hareketle bazı genel sonuçlar çıkarmak istiyoruz. Tarihselliği her gündeme getireni ilzam etmemek şartıyla tarihselciliği bir ideolojik yöntem olarak kullananların genel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: [195]
Antropolojik okuma her şeyi sosyal çevre faktörleri dediği bir tür cebriye anlayışı ile izah etmektedir. Buna göre insanın tüm yapıp etmeleri çevre koşullarının şartlamasıyLa oluşur. Sosyal determinizm de diyebileceğimiz bu tasavvura göre kutsal-kutsal olmayan ayırımı yoktur, Peygamberimize Kur'an'ın yazarı gözüyle bakan oryantalistler bu tür okuma-yorumlama yönteminin etkisi altındadırlar.
Fazlur Rahman'ın vahiy anlayışında bu etkinin izlerini görmek zor değildir. O dışarıdan bir unsur olan Cebrail'in rolünü azaltacak şekilde bir vahiy yorumu yapmaktadır. Kur'an'ın Peygamberimizin kalbine bir kerede indiğini, gerektikçe oradan sorunların çözümünde yararlandığını söylemektedir.
Antropolojik okuma-yorumlama yöntemlerinin etkisi altında kalarak metin-mesaj ayırımı yapan Müslüman tarihselciler "Kur'an'ın özü Allah'tan inmiştir; sözü-yorumu Hz. Muhammed'e aittir" [196] şeklinde özetleyebileceğimiz bir ön kabulden hareketle yorumlarını yapmaktadırlar.
Kur'an ve Peygamberimizi sosyal çevrenin ürünü olarak tasavvur eden Hasan Hanefi gibi tarihselciler, Peygamberimizi ve onun tevhid anlayışını "üretilmiş" bir zihinsel faaliyete indirgemektedirler. "Tarihsel koşulların beşeri bir ürünü" olmakla itham ettikleri bir kitabın da tabii ki, bir hatıradan, ibret alınacak bir hikayeden öte hiçbir anlamı olmayacaktır. Müslüman tarihselcilerin antropolojik okuma-yorumlama yönteminin etkisi altında bulunuyor olmaları, Kur'an'ın oluşumunda nüzul ortamının belirleyici etksinin olduğu ön kabulünü savunmalarına yol açmıştır. Hatta Kur'an'ın ma'hud/iniş vasatındaki kültürel arkaplan tarafından belirlendiğini savunan tarihselciler böyle bir bakış açısının itmesiyle nassların bir kısmını, modern dünyanın lehine heba etmekten çekinmemektedirler. Müslüman tarihselciler antropolojik okuma-yorumlama yönteminin deist, laik paradigmasının etkisi altında özellikle kamu alanına ilişkin -faizin yasak olması gibi- Kur'an nasslarını buharlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu da dini toplumsal-siyasal ve hukukî alandan soyutlayıp Allah'ı ve indirdiklerini bir alana sıkıştırmaya, hayatın içinden kovmaya çalışan laik-deist ideolojilerin hedefleriyle aynı paralelde faaliyet yürütüyor olmakla sonuçlanmaktadır. [197]
Müslüman tarihselcilerin bir başka handikapı da Kur'an'daki merhaleciliği -ki ilahi denetim altında oluşmuştur- klasik dönem tefsir çalışmalarından bu yana tartışılagelen nasih-mensuh konuları üzerinden gündeme getirdikleri "değişimin imkanı" ve meşruiyeti meselesidir. Ancak bu imkan için kullanılan "modern paradigmaların parametreleri "nin meşruiyeti bir sorun olarak kalmaya devam etmektedir. Öyle ya konjonktürden konjonktüre yorumu değişen, hatta ters yüz edilebilen bir metnin güvenilirliği bir sorun hale geleceğinden dolayı, ilahi kelam "belirleyen değil, belirlenen" durumuna düşmeyecek midir?
Aslında Müslüman tarihselciler "Kur'an'ın dönemsel şartlar tarafından koşullanmaması gerektiği" öncülünden hareket etmektedirler-Fakat tarîh-üstü bir yorumsamadan kaçtıklarını iddia etmelerine rağmen suçladıkları sözde evrenselcilerle aynı neticeye ulaşmışladır.
Çünkü ele aldıkları konularda -faiz, kadınların mirasdan alacakları pay, başörtüsü v.b.- modern vakıayı baz aldıklarını gösterdiklerinden dolayu niyetlerinden tam tersi bir uca yuvarlanmışlardır. Böylece tarihselcilerle tarih-üstücüler, modern zihniyetler karşısında Kur'an'ı belirleyen değil, belirlenen, etkin değil, edilgen kılmak konusunda aynılaşmışlardır.
Özellikle öngörüsel tarihselcilik etrafında yapılan tartışmalarda, hayatın bütün alanlarında meydana gelen değişimlerin, teknolojik gelişmelerin bilincimizi etkilemesi sonucunda meydana geldiği iddia edilmektedir. Bu varsayım, bütün materyalist felsefelerin düştüğü handikaptır. O da, insanı özellikle iradesi, kendisini ve tercihlerini belirleyen etkin bir varlık olarak inkar etmektir.
Bütün materyalist felsefelerin; her şeyi "somut metaların kendi kendine tesadüfen devinmesi"nden ibaret saymaları dolayısı ile insanoğlunun tarih üzerindeki rolünü hep küçümsemisler, maddi karakterli dış şartları daha çok önemsemişlerdir. Tarihte ortaya çıkan tüm gelişmeleri de, ya üretim araçlarının, ya siyasi-sosyal ve ekonomik şartların ürünü gibi algılamışlardır.
Aslında tarihsellik-tarihselcilik tartışmalarının 18. yüzyıla damgasını vuran evrimcilikle tepkisel olsa da inkarı mümkün olmayacak bir bağı vardır. İlerlemeci tarih anlayışı ile birlikte modernizm kendisinden önceki insani ve ilahi değerleri inkar ederek işe başlamıştır.
Bilindiği gibi modernizm; örf olarak hayat içerisinde kendisine yer bulan manevi geleneklerden ve tüm aşkın değerlerden beşeriyeti kopararak, Firavun gibi dünyayı bütün propaganda güçlerini harekete geçirerek ebedi kalınacak bir yermiş gibi takdim etmeye çalışmıştır; halen de bu sürecin içinde bulunmaktayız. Modernizme iman eden dindaşları Allah'ın dinine hayatın şahitlik oluşturacak yerlerinde yaşam hakkı tanımamakta, tüm tezahürleri yasaklayarak onu maedlere ve vicdanlara hapsetmek için var gücüyle çalışmaktadırlar. Modernizm ahiret yerine dünyayı, vahiy yerine rehbersiz aklı, din yerine "çağdaş uygarlık düzeyi" idealini geçirmiştir. İşte bu inkarcılığa bir tepki olarak gelişip serpilen bilim felsefesinin tezlerinden tarihsellik, evrimciliği yeniden üretmiştir. Hem de doğa bilimlerine karşı alternatif olma iddiasına rağmen. Tevrat, İncil, Kur'an gibi bütün kadim metinlerin -ilahi olsun veya olmasın- tarihsel olduğu iddiası, hayatın her alanını yeniden inşa etmek, yeniden kurgulamak, her şeye yeniden biçim vermek amacı ile ortaya çıkan sözde aydınlanma felsefelerinin sonucu olarak ortaya çıkan "Seküilerist Fransız Devrimi" ile, bütün dünyanın yeni bir fikir, ideoloji ve dünya görüşü tasavvurunun işgaline uğraması sürecinde ivme kazanmıştır.
Buna göre, modernizmin kendisinden önce oluşmuş bütün dünya ve evren tassavvurları yanlıştır ve onlar tarihin fosiller müzesinde, tarihsel birer değer olarak yerlerini alacaktır. İnsanı tarihin üzerinde konumlandıran ilerlemeci tarih anlayışı da, insanı tarihin bir ürünü gibi takdim eden determinist diyalektik materyalizm de geçmişe hep "geri, kötü ve karanlık" gözüyle bakmışlardır. Bu da tarihin bir ürünü olarak görülen din ve örf içinde taşınan değerlerin reddine yol açmıştır.
İşte böyle bir mirası devralan Müslüman tarihselciler ne kadar seçmeci davranmaya çalışsalar da, sefaletle sonuçlanan yaklaşımlarının böyle bir ma'hudu/arkaplanı vardır. Müslüman tarihselciler içtihat ile meşrulaştırmak istedikleri yaklaşımlarını bu kültürel zeminden ve onun sorgulanmaya ve mutlaka aşılmaya muhtaç olan paradigmalarından hareketle yapmaktadırlar. Zeminlerinin kaymaya müsait olması da onların tezlerine, yöntemlerine ve ulaştıkları sonuçlara güveni yok etmektedir. [198]
Hayatı ve tarihi antropolojik okuma yönteminden yararlanan "Müslüman tarihselciler" insan merkezli bir yorumlamadan yanadırlar. Bu da yukarıdan aşağıya inzal olunan/indirilen akışın yönünü değiştirmek anlamına gelmektedir. Kur'an aşağıyı değiştirmek için yukarılardan/üst bir konumdan bir buyruk olarak indirildiği halde "Müslüman tarihselciler" için onun anlamı bir "hatıra" kadardır-Kur'an'ın anlamı ve değeri bu tarihselciler için, hayatı değiştirip dönüştürmesi gereken ilahi buyruklar olmaktan çok aşağılar tarafından yorumlanmaya muhtaç bir metindir.
"Müslüman tarihselciler" için bilgi ve bilinç oluşturan akışın yönü Allah'tan insana doğru değil, insandan Allah'a doğrudur. Bu durumda ilahi hakikat inzal olmamakta, aşağıdan yukarıya doğru hareket etmektedir. Bu perspektife göre tarihin oluşumunda fa'âl olan Allah değil- insandır; dolayısıyla söz konusu olan ilahi vahiy sonucu indirilmiş bir kitap olsa da, hayatın ve yorumun merkezinde olması gereken insandır. İnsanın ilahi kelam karşısındaki merkezi konumu ise Kitab'ın yorumlanması işleminde düpedüz rölatifliği/göreceliği doğuracağından ortaya çıkacak sonuç daha baştan güvenirliğini kaybetmektedir.
Hasan Hanefi gibi tarihselciler işi daha da ileri götürerek Allah'ın sıfatlarını insanların belirlediğini, O'nun kamil sıfatları bulunmadığını iddia etmektedir. Bu tür bir yorumsamacılığın Kur'an'dan tamamıyla âzâde olacağı, vahyin ilahi sıfatını hiçe sayacağı aşikar olduğundan, "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" misalini hatırlatmakta, bu sebeple de kale alınma ihtimali bulunmamaktadır. Hasan Hanefî'de ortaya çıkan yönüyle söylersek, antropolojik Kur'an okumalarının yeri tefsir kitapları değil, olsa olsa sosyal bilimler mezarlığıdır. [199]
Tarihsel okuyuş savunucuları Kur'an'ın lafız değil, metin olduğunu iddia etmektedirler. İndilerin İsa peygamberin sözleri olarak görüldüğü bir kültür için anlamlı olabilecek bu teknik ayırımın Kur'an için ne kadar anlamlı olduğu bir tartışma konusudur. Çünkü tarihselciler bu ayrım iie Kur'an'ın mesajının ilahi, lafzının ise beşeri olduğunu -Rasulullah'a ait olduğunu- açıkça söylemektedirler. İlhami Güterin "Sabit Din Dinamik Şeriat" ayırımının arka planında bu katesorize etme çabasının etkilerini açıkça görmekteyiz. [200]
Bu öykünmeci ayırımların etkisinden kurtulduktan sonra gönül rahatlığı ile şunu ifade edebiliriz:
"Kur'an ne söz ne de metin kategönlerine dahil edilemeyecek bir vahiydir. Onun söz olarak vahyedilmesinin ardından korunma vadi, evrensel oluşu ile irtibatlı olan kitaplaştırılma hali arasında hiçbir zaman sorun olmamıştır, bugün de yoktur." [201]
Tarihsellik yöntemini savunanların arkasına sığındığı bir gerekçe de "tarih içinde oluşan bir metni tarihsel şartların etkisinden kurtarmak" tır. Buna göre eğer söz konusu şartlar incelenerek belirlenirse metin, günümüze taşınırken o koşulların olumsuz etkilerinden kurtarılabilir! Oysa anlamın tarihsel olduğu iddiası da tarihseldir.
Bu durumda hangi yorum yapılırsa yapılsın "tarihsellik" kategorisinde değerlendirilmekten kurtulamayacak, rölatif olmakla yaftalanacaktır. Bu durumda hangi zeminde, neye güvenerek kendi durumumuzu, içinde bulunduğumuz koşulları anladığımızı, tanımlayabileceğimizi, şartlar üzerinde etkinlik kurabileceğimizi iddia edeceğiz?
Yok eğer her türlü anlama meşru ise, biz tarihsel şartların eseri, koşulların esiri olmak zorunda kalmıyor muyuz? İnsanın değeri bu kadar mı? Kutsal ilahi metinler de bu kuşatmanın etkisi altında ise, beşeri kaynaklardan farksız hale gelmiyorlar mı?
"Müslüman tarihselcilerin" Kur'an'dan bir anlama ve yorumlama sorunu olarak görüp çıkardıkları konulara bir baktığımızda, etrafımızı çevreleyen modernizmin kodlarının ve koordinatlarının etkinliği hemen fark edilmektedir. Mesela kadın konusundaki tartışmalarda bireyin haklarının öne çıkarılması, hayatı sekülerleştirmek isteyen eğilimlere arka çıkılması ve humaniter bir söylemin dillendirilmiş olması bu kabildendir.
Tarihsel olgulara bakan insanın kendisinin, olaylara bakarken durduğu yerin, kullandığı araçların, baz aldığı perspektifin de tarihsel olması anlamın izafiliğini gündeme getirmektedir. Bu durumda ulaşılan anlam her zaman öznel, göreceli olmakta, mutlak hakikatten söz etme, nesnel gerçeklikten bahsetme ihtimalini tamamen mahkum etmektedir. Peki anladığının kesin olduğuna dair kuşku içinde bırakılan bir mümin, hangi gerekçe ile sâlih ameller için bir iyilik yapma yarışına koşulacaktır?
Tarihselciliğin bir disiplin olarak kendisi de, dile getirdiği metod da fiziksel bilimler ile sosyolojik disiplinlerin rekabetinin kızıştığı bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Bu durumda, tarihselcilerin dili ile konuşursak, o günkü dünyanın bir parçası olarak doğduğu için görecelidir. Öyleyse metodu dahi göreceli olan tarihseldiikten yola çıkarak ilahi ve yakini/kesin olanın zanni olan tarafından belirlenmeye kalkılması son derece tutarsızdır.
Tarihselcilik, paradigmasının özünü; "ideoloji, kültür, edebiyat, felsefe, sosyo-ekonomi-politik konularında geçerli hakim anlayışların insanın kendi doğasından kaynaklanmadığı gibi, ona bunları vermiş olan aşkın bir güç tarafından da belirlenmediği iddiası" üzerine kurmuştur.
Hermönetiğin imkanlarından yararlanan tarihselcilik hakikatin tek olmadığını, göreceli olduğunu ileri sürerek inançlardaki kesinliğin ve değişmezliğin altına koymaya çalışmaktadırlar. Bir kere inançlarından ve anladıklarında kuşku duyan bir müminin ise artık "kalpleri diken diken eden, yüzüstü secdelere kapaklanmakla sonuçlanan" duyarlılıklarını yitireceği kesindir. İnançları konusunda göreceliğin tuzaklarına düşen bir mümin, dönemin hakim ve baskın ideolojilerinin, fikir akımlarının etkisi altına gireceğinden dolayı kolaylıkla mevçut durumda en güçlü anlayışa teslim olmak zorunda kalacaktır. Hermönetik üzerinden yapılan tartışmalar bir ideolojik savaş şekillerinin saldırı için argüman olarak kullanılabilmektedir. Bu durum korunmuş bir kitaba ve kesin inançlara sahip müminlerin, kalplerinin sarsılması ve böylece dinin reformize edilebilmesi için insan şeytanlarına geniş fırsatlar sunabilmektedir.
Davası için ölüme gözünü kırpmadan gitme duyarlılığı oluşturan ilahi vahiy, tarihselcilik yöntemi tarafından kuşatıldığı zaman tüyleri diken diken eden, dinleyenlerini göz yaşlarına boğan etkiyi dondurak ve donduracak ve bu mekanik yöntemle yapılan bir fehmetme ası yeterli olamayacaktır. Seccadeleri göz yaşlarından ıslanan ilahi
vâhyin bağlılarının, tüm benliğini saran manevi duyarlılıklarını ne tarihselcilik ne "sözde evrenselcilik" ne de sözlüklerin lafız manalarına takılıp ruhunu boğan etimolojik, semantik yöntemleriyle yapılan çalışmalar anlayamaz. Çünkü bu kategorik yaklaşımlarla, aşkın manevi ulvilikler uyandıran ilahi mesajın iskeletine dair bilgiler elde edilebilir. Fakat asıl özü, asıl amacı kavranamaz.
Kur'an'ın cahiliyye üzerinde hangi tarihsel bağlam üzerinde ne gibi değişiklikler yaptığını takva, kerim, hilm gibi anahtar kelimelere nasıl bir muhteva kazandırdığını sosyal disiplinler penceresinden değerlendirebilmek mümkündür. [202] Fakat tarihselciliğin, semantiğin vd. beşeri disiplinlerin kalpteki takva elbisesini idrak edebilmesi mümkün değildir. Çünkü ilahi vahyi bir beşer ürünü gibi telakki etmekle bu ulvi hedefler kavranamaz. Belki fehmedilebilir/anlaşılabilir, ama fıkh edilemez/hikmetli bir şekilde idrak edilemez.
Tarihselciliğin sefaleti, İlahi kaynaklı bir kitaba beşeri bir kaynak muamelesi yapmakta yatmaktadır. Kur'an'a inanmayanlar için tarihselcilik masum görünüşlü münafıkça bir saldırıdır. Çünkü ona tarihsel bir metin işlevi yüklemektedir. Bu perspektifin ümmetimiz tarafından içselleştirilmesi, kendi elimizle kendi idamlık ipimizi çekmeye benzemektedir.
Bu görüşlerin, asla tahrif yaşamamış dini bir metin olan Kur'an'a uyarlanması vahim sonuçlara yol açmaktadır. Kur'an'ın mesajına haset ve kıskançlıktan daha olumlu bir tepkisi bulunmayan, maddeci dünya görüşünden her tür insanın dillendirdiği bir değerlendirme vardır:
"Yüce kitabımız en son ve mükemmel dinin kaynağıdır, ancak tarihsel koşullar değiştiği için günümüze söyleyeceği fazla bir şey yoktur(l), onun her alandaki hayatiyeti devam eden kitap olduğunu söyleyenler de gericidir/mürtecidir(!)"
Koşulların değişmesi ile Kur'an'ın illetsiz hükümlerinin askıya alınmasına göz yuman veya hükmünün süresiz olarak geçersizliğini ilan etmek isteyen modernizm hayranlarının/batı öykünmecilerinin, ilahi kaynağa fosil muamelesi yapan kafirlerden ne farkları kalmaktadır? Doğrusu üzerinde durulması gereken bu sorunun, muhatapları tarafından cevaplanması gerekmektedir.
Mesela dinin dünyevi hükümlerden el çekmesi gerektiğini iddia eden Ali Suavi, Namık Kemal gibi deistlerle ve başörtüsü gibi somut tezahürleri olan konularda müslümanlardan taviz bekleyen Kemalistlerle düştükleri paralelliği nasıl değerlendirdiklerini "Müslüman tarihselciler"in mutlaka ortaya koymaları gerekir. [203]
İtikadi-hukuki-ahlaki bütünlük içersindeki sabit dinin özgünlüğü bozulduğu, "dinamik şeriat" ta'til edildiği takdirde "sabit din"i kurtarmak mümkün değildir. Çünkü ikisi bir bütündür. Aksi takdirde sabit din de, dinamik şeriatla birlikte hayat sahnesinden çekilir gider. Tıpkı Helen şirk kültürünün ve daha sonra da modernizmin tasallutunda kalan Hıristiyanlık'ta olduğu gibi. [204]
Tarihselcilik yönteminden hareketle Fazlur Rahman'a katkılarda bulunduğu eserinde ilhamı Güler, dinin/i'ttkad ve ibadetin ilkelerinin tarih boyunca sabit kaldığını, fakat şeriatın Kur'an'ın indiriliş sürecinde dahi dinamik toplumsal hayatı dönüştürme gayesine uygun olarak bazı hükümlerinin değişebileceğini belirtmektedir.
Bu öncül bilgiden sonra îlhami Güler, neden bizim de bugün, insanlık tarihi boyunca ilahi vahiy tarafından yapıldığı gibi, Kur'an'ın şeriata taalluk eden hükümlerinde toplumsal yaşamın koşullarını göz önünde bulundurarak bir takım değişiklikler yapamayacağımızı sorgulamaktadır.
Halbuki din; itikadı ve şeriatı ile bütündür. İkisi olmadan biri garip ve yetimdir. Şeriatın bazı kurallarının uygulandığı, sözde müslüman ülkelerde, hayatın her alanında itikadımızın emrettiği ilkelere, üstekbirlerin hatırı için canlılık hakkı tanımayan zalim ve diktatör son derece tartışmaya açık olan, son derece zanni olan bilgilerden ve mülahazalardan oluşan bir yöntemin hatırına yakînî bilginin tek kaynağı olan Kur'an'dan neden vazgeçelim? [205]
Müslüman tarihselcilerin yaptığı yanlışlardan biri de, Allah'ın ilmi ile Kur'an'ı birbirinden ayırmaktır. Bu yaklaşıma göre Allah'ın İlmi yeryüzüne indikten sonra tarihsel hale gelmektedir. Burada akla gelen ilk soru şudur:
"Bir insan olarak Peygamberimizin kalbine indirilen Kur'an, onun etkilerine ve belirlenimlerine açık mı tutulmuştur ki, ilahi vahiy yoluyla ve tamamıyla denetim altında indirilmiş olan Kitab'a 'tarihselliğe mahkum olmuştur' denilebilsin?"
"Müslüman tarihselciler" işin soyut düzlemde kalan metodolojik tartışmasını yapıyorlar, dolayısı ile çabaları pratik faydaları bakımından felsefi münazaralar olmaktan öteye gitmiyor. Hatta içinden bulunulan dönemin şartları bakımından değerlendirirsek; tarihselciler seküler sistemlerin "her tür İslami talebi mahkum etme çabası"na katkı sağlamak gibi -belki de hiç arzu etmedikleri- sonuçların hasıl olmasına sebep olmaktadırlar. [206]
"Müslüman tarihselciler"in Hz. Ömer'in uygulamalarını dillerine pelesenk etmeleri bize göre son derece yanlıştır. Çünkü Ömer (r) biçimlendirmiyor, süresiz olarak -hem de "devir değişti" türünden ilerlemeci tarih anlayışının etkisi ile- fiili yasama ile ilgili Kur'an nasslarını reel politiğe uygun olarak yürürlükten kaldırmıyordu. Geçici olarak nassların illetlerini, hikmetlerini göz önünde tutarak "yürütmesini" durduruyordu. İki tutum birbirinden son derece farklıdır. Hz, Ömer'in yürütmenin başındaki tüzel kişilik olarak bunu yapıyordu.
Kur'an'ın mesajı ile tarihsel-kültürel arkaplanda yaşayan örflerin, adetlerin bir ilgisinin bulunduğunu söylemek, "vahyin bütünüyle bugün bize bir şey söylemeyeceği, bazı tadilatlara muhtaç olduğu" sonucuna götürmez. Nitekim tarihte Şâtıbî, Kur'an'ın ma'hudunu bahane ederek bazı nassların ta'tilini önermemiştir. Yine "ilk muhataplarla Kur'an'ın ilgisinin bulunduğu, evvela onlara hitap ettiği" yargısı üzerinde ısrarla duran, tarih-üstücü yorumculuğun handikaplarını aösteren Dücane Cündioğlu [207] aynı konuları işlerken, tarihselcilerin yaptığı gibi ilahi vahyin bir kısmının nesh edilmesini savunmamıştır. Tarihselcilerin her öncülünden aynı sonuç çıkmamaktadır; farklı sonuçlar da çıkmaktadır. [208]
"Müslüman tarihselciler" Kur'an'ın değerini bir "hâtırâ-anı" mesabesine indirgedikten sonra, Allah'ın "insanlara katkıda bulunmak" gibi mütevazi bir isteği bulunduğu için Kur'an'ı indirdiğini iddia etmektedirler. Bu katkınında öyle abartılacak bir tarafı bulunmadığını, epistemolojik/bilgi verme gibi bir maksat taşımadığını, sadece ahlâki bir katkı olduğunu ileri sürmektedirler.
Kur'an'ı salt ahlâka indirgeyen bu genelleme, "Müslüman tarihselciler"le Din'i ve Sâhibi'ni vicdanlara ve ma'bedfere hapsetmeyi gaye edinen "ideolojik savaş ajanları" arasındaki çizgiyi maalesef naifleştirmektedir. .
Bilindiği gibi, modernizm eliyle gerçekleştirilen Hristiyanlığa çekidüzen verme işi aslında daha ilk yüzyıllarda başlamıştır. Pavlus ve onun geleneğini sürdüren kiliselerin eliyle Hristiyanlığa tarihsellik bahanesiyle Helen elbisesi giydirilmiştir. [209] Müslüman tarihselcilerin, kaldırılmasını teklif ettikleri Kur'an hükümleri yerine önerdikleri modernizm elbisesi de, Helen elbisesinin modaya göre biçimlenmiş hali olmasın? [210]
Kur'an'ın indiği ortamla ilgili olduğu, ama kayıtlı olmadığını söylemiştik. Çünkü o, söz olarak da mesaj olarakda Allah'a aittir; bu nedenle de evrenseldir. [211] Evrensel oluşunu, "bütün zamanlarda geçerli olduğu" anlamında alırsak, sorun yoktur. Çünkü hiçbir Kur'an’i hüküm indiği tarihsel dilim ile sınırlı değildir. Kur'an'ın evrensel hükümlerini belli tarihsel koşullarla kayıtlamak ise mümin olduğunu beyan eden hiç kimsenin girişmeye cesaret edebileceği bir iş değildir. Fakat "sözde evrenselcilik" Kur'an'ın bu çağa da bir şeyler söylediğini ispatlamak adına, yorumda göreceliğin yollarını açmayı amaçlamaktadır.
Kur'an'ın ilk muhatapları tarihsel olsa da, kendisi ilahi bir kitap olmasından dolayı tüm mesajı tartışmasız olarak "evrensel"dir. Bu bağlamda Kur'an'da indiği dönemle kayıtlanacak "fosil" muamelesi yapılacak, neshe konu edilebilecek, ta'til edilebilecek hiçbir ayet yoktur. Peygamberimizin neredeyse o günkü bütün dünya devletlerine "tebliğ mektupları" göndermesi de mesajın evrenselliğine Rasullullah'ın uygulamasından bir kanıt olarak zikredilebilir.
İlahi mesajın ilk muhataplarla -Araplarla- sınırlı olmadığı, bütün insanlığa şamil olduğuna dair çok sayıda ayettten bazılarını anmakta meramımızı ifade etmek bakımından gerek vardır.
Fakat sözde evrenselcilik diyebileceğimiz, aynı zamanda modernist bir akım, onu ulusal bir projenin meşrulaştırıcı aracı kılmak istemekte ve dini tarihin ve onu Araplaştıranların tasallutundan kurtaracağını iddia ederek, Kur'an'a yeni yetme anlamlar yüklemektedir. [212]
Mesajının anlaşılması için ilk muhatapların dili olan Arapça ile indiren Yüce Allah, seçtiği konuları da bu ilk muhataplar için soyut, afaki, anlaşılmaz bir muhtevada değil son derece mubîn/apaçık, anlaşılır ve ilgili olacak biçimde belirlemiştir. [213]
Yüce Allah'ın Kur'an'dan önceki mesajları da -yahûdilerin bütün gizleme gayretleri ve kendi ırkları ile kayıtlama çabaları bu gerçeği değiştirmez- evrensel karakterdedir (örneğin Hz. Musa, Mısır'daki tebliğine İsrailoğullarından değil, Firavun'dan başlamıştır):
"Allah, kendilerine geçmişte vahiy verilenlerden sağlam bîr taahhüt almıştı: 'Onu insanlara açıklayın ve hiçbir şey gizlemeyin.' Ama onlar, bu taahhütlerini kulak arkasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler. Ne kötü bir alışverişti bu!" [214]
Kur'an'ın ilk muhatapları Peygamberimiz ve Hicaz bölgesinde yaşayan insanlardır. Yani çoğunluğu Araplardır. Fakat genel muhatapları, Kıyamet'e kadar yaşayacak bütün insanlardır. Tüm alemlerin Rabbi olan Allah, insan toplumlarının hepsini muhatap olarak almıştır. Hulâsa; Kur'an'ın ilk muhataplarını çoğunluğu Araplar olsa da, alemler/tüm insan ırkları Kur'an'ın genel muhatabıdır. Konuyla ilgi birkaç ayet mealini hatırlayalım:
“(Ey muhammed!) Biz seni bütün insanlığa ancak bir müjdeci ve uyarıcı olman için gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu anlamaz," [215]
“Alemlere/tüm insanlığa bir uyarı olsun diye kuluna hakkı batıldan ayırıcı bir ölçü indiren Allah ne yüce ne cömerttir." [216]
"Ve Biz seni yalnızca alemlere/tüm insanlığa rahmetimizin bir işareti olarak gönderdik." [217]
"De ki (Ey Muhammedi): 'Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah'ın hepinize gönderdiği bir elçiyim. O ki, göklerin ve yerin egemenliği O'na aittir..." [218]
Peygamberimizin sadece kendi toplumuna değil tüm insanlar için gönderilmiş bir elçi olduğunu açıkça îlan eden yukarıdaki ilahi beyanlarda görüleceği üzere risalet bir şehirle, bir bölge ile sınırlandırılamayacak evrensel nitelikli bir görevdir. Bu yüzden o, hatemü'1-enbiyadır; peygamberliğin sona erdiğini belgeleyen mührüdür.
"Mühammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın elçisi ve bütün nebilerin/peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir." [219]
İslam ümmetinin tüm insanlar için şahitlik yapma görevi ile taltif edilmesi de Kur'an'ın mesajının evrenselliğine delildir:
"Ve böylece sizin vasat/dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın..." [220]
"Sız insanlığın iyiliği için çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz, doğru olanı emreder, eğri olandan alikoyarsınız ve Allah'a iman edersiniz..." [221]
"... Elçinin sizin önünüzde ve sizin de tüm insanların önünde gerçeğe tanık olmanız için, geçmiş çağlarda da, bu ilahi mesajda da, sizi "Müslümanlar/kendilerini yürekten Allah'a teslim edenler" diye isimlendiren O'dur..." [222]
Kur'an'ın mesajının evrensel oluşunda kuşku yoktur. Ancak bu öncülün ardına sahici olmayan bir maksatla sığman kimi yorumcu' lar, ilahi vahyin yazılı metni olan Kur'an'dan iddialarının tam aksi istikametinde sonuçlar devşirmektedirler. Mesela, Kur'an'a bakarken ona "tarih üstücü” bir pencereden yaklaşan sözde evrenselci [223] ilahi vahyin ilk muhataplarını göz ardı eden bîr tefsir usulü önermektedir. Kur'an'ın her bir harfinde binlerce anlam olduğunu ileri süren geleneksel batmilik ile sözde evrenselci tarih-üstücülüğün Kur'an'ı fehmetme gayretleri bakımından usulleri birbiri ile çakışmaktadır. Çünkü her ikisi de Kur'an'da gerçekte varolan mesajı aramak yerine, kendi yüklemek istedikleri mananın tesiri ile hareket etmektedirler.
Sözde evrenselcilik, içinde yaşanılan şartların dayatmalarını baz alarak ilahi mesaja son derece şaşırtıcı anlamlar takdir etmektedir. Sonucu itibariyle tahrif anlamına gelen bu yorumlama usûlünün "evrenselcilik" diye takdim edilmesi, bir tuzağın kılıflanmasından ibarettir. Çünkü bazen tüm ilahi mesaja mecaz muamelesi yapan, bazen sözlüklerden beğendiği anlamları Kur'an'a giydiren, bazen bütün kitab'ı simgesel bir gözle okumaya kalkan bu yöntem kendisini bağlayabilecek tüm ölçülerden kaçınmaktadır. Belki bağlayıcı bir tek ölçüsü vardır: "Konjonktürün gerektirdiği menfaatler ölçüsünde Allah'ın kitabından yorum sağmak" şeklinde nitelendirebileceğimiz pragmatizm.
"Yorumun grameri belirlemesi' [224] diye de tanımlayabileceğimiz bu sapma'nın geleneksel bâtınîlikte de izlerine rastlamak mümkündür. İlahi kelamın gramatik yapısını hiçe sayan bâtinîliğin işi nerelere kadar vardırdığına ilişkin örnek bir tahlil yapmanın meramımızın anlaşılması bakımından yerinde olacağını düşünüyoruz. İşte, âyetlere nasıl da salt beşeri anlamlar takdir edildiğine ilişkin, Kadı Iyad'dan grameri hiçe sayan ibretlik biryorum:
Iyad, Abese Suresi'nde geçen Rasulullah'a yönelik ilâhî uyarının yönünü "bir yanılmazlık makamına çıkarıp, yücelterek buharlaştırmak için" Abese tavrının mef ûlünü değiştirmiştir. Ayeti kerimede surat asılıp yüz çevirilen "a'ma" (rivayetlere göre gariban, "mustazaf bir arınma gönüllüsü") Abdullah İbn-i Mektum iken, Iyad'ın yorumunda kafirlerin öncüleridir. Şifa sahibi, Ebu Temmam'dan naklen ayetin işaret ettiği hakikatleri ters yüz edecek şekilde şöyle yorumluyor:
"Peygamber yanında bulunan kafirlere surat astı ve onlardan yüz çevirdi." [225]
Rasulullah'ı yüceltme adına aşağıdaki ayetler alet edilerek devşirilen yorumun göreceliği kuşkusuzdur. Ancak buradaki pragmatizm/işe yararlık-menfaat; sözde evrenselcilerinkinden biraz farklıdır. Sözde evrenselciler için modern hayatın yükselen değerleri yorumun merkezindedir. Geleneksel batmîliğin izlerini gördüğümüz Kadı Iyad'ın yorumunda ise başka bir menfaat etkili olmuştur: Rasulullah'ın tanrısal mevkîye yükseltilerek tüm kusurlardan âzâde kılınmak istenmesi.
Her iki ekol de (geleneksel bâtınîlik ve sözde evrenselcilik) Kur'an'ın ne söylediğine dikkatlerini yoğunlaştırmayıp kendi önyargılarını Allah'a doğrulatma çabası içine girmektedirler. Yine her iki ekol de aslında dînî bir söylem kullanarak görüşlerini temellendirmeye çalışmaktadırlar. Sözde evrensel çilerin ve "mealci tutum"un metnin içinde olduğunu iddia ettikleri anlam arayışları da tamamen boştur. Çünkü ilerideki örneklerimizde de görüleceği üzere onlar metnin tabii bağlamını, illetleri, maksatları ve hikmetleri dahi hesaba katmak niyetinde değillerdir.
Öte yandan sözde evrenselcilerin yorumlama faaliyetleri tarihselcilerle aynı kapıya çıkmaktadır. Sözlüklerden beğendikleri her hangi bir etimolojik karşılığı ön yargılannı pekiştirmek için kullanan sözde evrenselciler de tarihselciler gibi konjonktürü meşrulaştıran bir yorumun peşindedirler. Sonuç:
Kur'an'dan uzaklaşma ve insanlığın ürettiği çağdaş sıfatlılaik-seküler değerler'i yüceltmek. Yani Kur'an'ın belirleyici değil belirlenen, etkili değil, etkilenen bir Kitap olmasına izin vermek... [226]
Bâtinîlik yöntemi ile Kur'an'ı yorumlayıp, kendilerince anlamlar takdir eden çok sayıda gayret sahibi tarih boyunca görülmüştür. Öyle ki, bu çaba sahiplerinin yorumlarında, kaynağın Kur'an olduğu gerçeği çoğu kere unutulmuştur. Çünkü en muhkem ilahi hakikatler bile çetrefilli meseleler üretmede araç olarak kullanılabilmiştir. İbn Arabi gibi bazı tasavvuf filozofları bu konuda binlerce olumsuz örnek ortaya koymuşlardır. Bu örneklerden bazılarını önceki başlıklarımızdan "Kadim Kültürlerin Etkisi île Gerçekleşen Sapma" bölümünde anmıştık.
Şimdi ise Kur'an'i sanki bir coğrafi, fenni, biyolojik, fiziksel, matematiksel keşifler kitabı gibi algılamak için yoğun gayret sarfeden fehm etme çabalarından kısaca söz etmek istiyoruz, "ilmi tefsir; Kur'an ibaresinde, ilmi ıstılahları hakim kılan ve muhtelif ilimleri ve felsefi görüşleri ondan çıkarmaya çalışan bir tefsirdir. Bu durum, Kur'an ibaresinin anlaşılmasında muhtelif ilim sahalarında karar kılınan esaslara rağmen ortaya çıkmış ve bu anlayış, Kur'an'ın bütün ilimlerin özünü ihtiva ettiğini iddia eden görüşe kadar varmıştır. Böylece onların bu iddiaları itikadi, ameli, zahiri ve bâtını bütün din ilimlerinin yanında, bütün dünyevi ilimleri de içine almıştır." [227]
Tarihte bilimsel tefsir yöntemini savunan pek çok ilim adamı çıkmıştır. Önceki, alimlerden şöhret derecesinde bilinenler şunlardır:
Gazali (öl. 505/1111), Fahruddin Razi (öl. 606/1209), Suyûtî (öl. 911/1505).
Bunlar arasından Gazzali'yi kısaca değerlendirmek İstiyoruz. Cevahiru'l-Kur'an" adlı eserinde o, dini ilimlerin yanında tıp, astronomi, coğrafya, anatomi, sihir ve tılsım v.s. bilinmesinin dini ilimlerin ulaşılması için şart olduğunu iddia eder. [228]
Gazali Kur'an ayetlerinin birden çok manasının olduğunu, anlamın durmadan genişleyebileceğini ispat etmek ve görüşünü temellendirmek için "İhyâu Ulumi'd-Din" isimli meşhur eserinde, bir hadis nakletmiştir. Bu hadise göre "Kur'an'ın her kelimesinin bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir de matlaı vardır." "Sözkonusu rivayet hiçbir hadis kitabında yer almamaktadır. Anlam olarak da gerçeklerle bağdaşması mümkün değildir." [229]
"Cevahiru'l-Kur'an" isimli eserinde Gazali, bu görüşüne açıklık getirir ve gelmiş geçmiş tüm ilimlerin, hatta geçmişte var olup bugün insanlığın bilmediği ve şu anda insanlığın bilmeyip ileride bileceği tüm ilimlerin temellerinin Kur'an'da mevcut olduğunu belirtir. Ona göre tüm ilimler Allah'ın sıfatlarının bir eseridir. Allah'ı tanımak için bütün bu ilimlerin bilinmesi gerekir. Mesela Allah şifa verir. Allah'ın şifa verdiğini bilebilmek için tıp ilminin tamamının bilinmesi lazımdır." [230]
İhyâu Ulûmi'd-Din adlı eserinde bazı alimlerden naklen Gazali, Kur'an'daki ilim çeşitlerinin matematiksel hesabının sonucunu 77200 olarak ifşa etmiştir! [231] Bugünkü bilgisayar ortamında bunu örnek alan birinin -Allah korusun- 77200'ü kaç ile çarparak nasıl bir neticeye ulaşacağını varın siz hesap edin. Belki de Kur'an'ı övmek, kutsamak için iyi niyetle girişilen böylesi çabalarla, nasıl da onun etrafına ulaşılmaz bir kale gibi yüksek duvarlar örülmektedir! [232]
Tefsirdeki yetkinliğinden kuşku duymadığımız Fahruddin Râzî, Neml Sûresi, 61. ayette geçen "yeri sizin için döşek kıldık" şeklindeki nimet vurgusunu, dönemin bilimsel anlayışını belirleyici kılarak tefsir edince ortaya bugün için gülünüp geçilecek bir yorum çıkmıştır. Döşek meselinin çağrışımlarını, yeryüzünün küre şeklinde olduğunu ama dönmediğini -sakin olduğunu- ispatlamak için kullanan Razi, konu ile ilgili olarak şöyle demiştir:
"Eğer hareketli olsaydı, mutlak manada o yeryüzü bizim için bir döşek olmazdı. Çünkü yüksekten atlayan bir kimsenin bu durumda yer yüzüne düşmemesi gerekirdi. Zira yeryüzü kayıp gitmektedir. Bu insan da boşlukta kalmaktadır." [233]
"Döşek meseli" aslında Yüce Allah'ın insanoğluna nimetlerini hatırlatmaktan ibarettir. Bu ve benzer ayetlerin mesajının amacı dışında yorumlanması son derece yanlıştır. Şükür gerektiren birçok ilahi lutfun hatırlatıldığı diğer ayetlerin mesajı gibi bu da kendi gayesi ve bütünlüğü -bağlamı- içinde tefsir edilmelidir. Bu sebeple "yeryüzünün beşiğe benzetildiği" Zuhruf Sûresi, 10. ayet de aynı şekilde "dünyanın hareketli olduğuna, döndüğüne kanıt olarak kullanılmamalıdır. Çünkü bilimin verileri her zaman için "yanlışlanabilir-tartişılabilir hipotetik materyaller" ihtiva ettiğinden dolayı zaaflıdır. Onlara gereğinden fazla değer vermek, Kur'an'ı ikincil kaynak durumuna düşürür. Bilime bîrincil-belirleyici-etkin kaynak değeri biçen bu hatalı yaklaşım, ilahi olanın beşeri olan tarafından kuşatılması, belirlenmesi anlamına gelecek sonuçlar ortaya çıkarabileceğinden, mutlaka dikkatli olmayı gerektirmektedir. [234]
Günümüzde bilimsel tefsir yöntemine ilgi duyan pek çok araştırmacı vardır. İslam dünyasında bu konuda büyük bir şöhrete ulaşan Tantavî Cevheri'dir (öl. 1940). O, 'el-Cevahir fi Tefsiri'l-Kur'ani'l-Kerim" isimli eserinde bilimsel konulara serâhatle temas eden 750 ayet olduğunu iddia etmiş ve buna rağmen müslümanların fıkıhta ilerledikleri kadar modern ilimlerde ilerleyememesini bir çelişki olarak göstermiştir. [235]
Bediüzzaman namıyla bilinen Said Nursi de bilimsel tefsir metodu kullananlardandır. Bilimsel tefsir yöntemini benimseyen diğer "aştırmacılar gibi o da, En'am Sûresi (6), 59. ayette geçen "hiçbir yaş ve hiçbir kuru yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın." ifadesi- evh-i mahfuzdaki ilahi bilgi hazinesine değil, Kur'an'a hamletmiş ve bu konuda şöyle demiştir:
"Ayet-i kerimenin hükmüne göre Kur'an-ı Kerim, zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi iîade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikayeleri, gerek mucizeleri hakkında Kur'an-ı Kerim'in işârâtından fehmettiğime göre, (Haşiye) mu'cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet ta'kib edilmiştir.
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir. İkincisi: Terakkiyat-ı maddiyye için lazım olan örnekleri nev'i besere göstererek, o mu'cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev'i beşeri teşvik ve teşci' etmektir." [236]
Ayetlerin manasının sonsuz olduğu varsayımından hareket eden Said Nursi gelmiş, geçmiş ve de gelecek bütün ilimlerin Kur'an'da bulunduğu, tüm keşiflere, icadlara Kur'an'ın ders verdiğini, pek çok bilimsel gelişmeye ayetlerin "numune ve me'haz teşkil ettiğini" iddia etmektedir. Bunlardan bazılarını ise şöyle sıralamaktadır:
"Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrafüj aleti, 'öyleyse bazısı ile taşa vur” [237] ayeti ile işaret edilen Hz. Musa'nın asasından ders almıştır; Hz. "Süleyman'a kuş dilini öğrettik” [238] manasındaki âyet-i kerîme, beşerin keşfiyâtından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me'hazdır. Ve hakeza, beşerin henüz keşfedemediği çok mu'cizeler vardır. İstikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur." [239]
Ne hikmetse bilimsel teori veya keşif ortaya çıkana kadar ortalıkta gözükmeyen Kur'an'ın kendi iç bütünlüğünü ve pasajlardaki bağlamı hiç hesaba katmayan bilimsel tefsir sevdalıları, bir icadın ardından hemen kaleme sarılarak "bu Kur'an'da var" demekte, ayetlerle o belki de çok kısa bir süre sonra yoğun bilimsel eleştiriler alarak, çöpe atılacak olan hipotetik ifadeleri ilahi vahyin dili ile meşrulaştırmaya gayret etmektedirler. İşte bu sözde evrenselci usulün gelip tıkandığı yer, tam anlamıyla 'yorumun grameri belirlemesi', 'tarih üstücülük” veya 'ayetlerden yorum sağmak' gibi tavsifleri hak eden bir yerdir.
İçinde "ebced/harflere verilen rakam değerleriyle gizli anlamlara ulaşma gayreti" gibi Bâtmîliğin öğelerini de, "pozitivizmin saldırılarına karşı tepkisel bir duruşu" da barındıran bu yorumlar tarih üstücülüğün sadece bir cephesini ifade etmektedir. Öte yandan ebcedin bilgisayar destekli çağdaş yorumu olan 19'cu hurûfîlik ise işi iyice çığırından çıkarmıştır. Matematik destekli bu yeni aşama Said Nursî'nin temsil ettiği noktadan çok farklı noktalara savrulmuştur Rasulullah'ı ve Kur'an'ın ilk muhataplarının arkaplanını hiçe sayıp sahih anlamın sadece metnin içinde olduğu neticesine ulaşmıştır. Bu yorumlama yöntemi, bize göre tarih üstücülüğün ortak paydalarına sahiptir ve yaşadığımız coğrafyada haklı olarak "mealcilik" olarak isimlendirilmiştir. Yine risalet ile Kur'an arasındaki bağı kopardığı için bu ideolojik Kur'an meali okuma yöntemi 'Allah'ın elçisini postacı durumuna düşürmekle suçlanmıştır. [240]
Aya gitme v.b. konularda Kur'an'i zorla da olsa konuşturan sözle tefsirler, bilimsel araştırmalar (!) ile her gün karşılaşmaktayız. Bu Esirlerde bazı lafızlara bağlamı dışında manalar yakıştırılarak ama- ulaşılmak istenmektedir. Mesela, geçen; aşama aşama kesintisiz bir ilerleme içinde olan insan hayatının doğum, büyüme, yaşlanma, ölüm safhalarından söz edilen İnşikak Sûresi 19. ayette geçen "terkîb" kelimesi, bambaşka çağdaş bir yorumlama yönteminin/sözde evrenselci tarih üstücülüğün kurbanı olabilmiştir.
İddianın temellendirilmesi esnasında, Batı Uygarhğı'nın tarih felsefesi olan "ilerlemecilik" önyargısının tesirinde kalındığı için, bir önceki ayette (18.) geçen aya yemin ile terkib kelimesi arasında bağ kurulmakta, böylece Kur'an'dan istenen anlam sağılmaya çalışılmaktadır! Bu ayet için yapılan yorumun alt yapısını, Kur'an'a anlam takdir etmede son derece maharetli (!) olan "sözde evrenselci okuma şekli" nin düşünüş tarzı belirlemiştir. Söz konusu ayetlerin mealini sibakıyla birlikte okursak apaçık bir tutarsızlığı daha yakından görme imkanını elde edebiliriz:
"Ve dolunay haline gelen ayı (tanıklığa çağırırım). Le terke-bunne/siz adım adım ilerleyeceksiniz" [241]
Burada bahsedilen evrende herşeyin durmadan değiştiği, hiçbir şeyin durağan olmadığı gerçeğidir. Birinci ayet ayın kesintisiz bir ilerleme/değişim içinde olduğunu beyan etmektedir. İkinci ayet ise, insanın kesintisiz bir ilerleme/değişim içinde -doğum, büyüme, yaşlanma, ölüm ve yeniden dirilim gibi- olduğunu açıklamaktadır. 18. ayette ayın safhadan safhaya geçişi bağlamında kainatta her şeyin bir değişim ve başkalaşım içinde olduğu beyan edilirken, benzer bir aşamalı dönüşümün insan için de söz konusu olduğu izah edilmektedir. Ayın çeşitli haller (ilk dördün, son dördün, hilal, yarım ay, dolunay gibi) geçirmesi de bu değişimin bir göstergesidir ki bu gerçeği Kur'an'ın ilk muhatapları, yaşadıkları coğrafya ve yüzyılların tecrübesi dolayısı ile bu günkü müslümanlardan daha iyi bilmekteydiler.
Fakat "leterkebünne" kelimesinin tercümesi olan "ilerleyeceksiniz" mealine modern bir zihinle yaklaşıldığı zaman, bunun sanki bilimsel ilerlemeden söz ettiği zehabına kapılmabilmektedir. Oysa bir hidayet kitabının gayeleri arasında bu türden bilgi vermek olmamış kime ne?
Bu konudaki saçma çabanın bize göre arka planını, şu anda için' de "yaşanılan tarihsel kesitte savunulan moda fikirleri tek geçer akçe kabul etmek" oluşturmaktadır. Güya "bizde de bunlardan var, size ihtiyaç duymuyoruz" denilmektedir.
Aya çıkmanın bilimsel ilerleme ile gerçekleşeceğini, aya çıkıldıktan sonra Kur'an'dan arayan çok sayıda eser ve makale görmüşudür. Biz bunlardan birini örnek olarak alıntılamak istiyoruz. Ancak önce delil olarak gösterilen ayetin mealini okuyalım:
"Siz ey görünmez varlıklar(ın) ve insanların şerlileriy)le birarada yaşayanlar! Eğer göklerin ve yerin ötelerine geçebileceğinizi (düşünüyorsanız), haydi geçin! (Ama) onların ötesine geçemezsiniz. (Allah'tan) bir sultan/yardım olmazsa! öyleyse Rabbinizin hangi nimet ve kudretini inkar edebilirsiniz?" [242]
Yüce Allah'ın sonsuz kudreti karşısında insanların ve cinlerin acziyetinden söz eden bu ayetin, aya çıkılacağına, hatta uzayın fethedileceğine ilişkin olarak delil olacağını iddia eden Fransız bir Müslüman olan Maurice Bucaille şöyle demektedir:
"Şüphe yoktur ki bu ayet [243], bir gün insanların gerçekleştirecekleri -ve çağımızda, oldukça yersiz bir deyimle- 'uzayın fethil dediğimiz olayın mümkün olduğuna işaret etmektedir. Şuna da dikkat etmek gerekirki Kur'an metni, yalnız göklerin bölgelerine girmekten değil, aynı zamanda yerin bölgelerine de nüfuz etmekten, yani yerin derinliklerinin keşfinden de bahsetmektedir." [244]
Kur'an'a bilimsel gelişmeleri onaylatma ancak "onu zorla konuşturup" yepyeni anlamlar takdir etmekle mümkün olabilir. Ayetlerin asıl amacını gözardı eden, bağlamını hiçe sayan bu tavır sahipleri aslında iyi niyetli olsalar da, kendi önyargılarını Kur'an'a onaylatmak bakımından son derece yanlış bir tutum sergilemektedirler. Çünkü Kur'an'ı etken olmaktan çıkarıp şahsi düşüncelerin edilgen bir onaylayıcısı -deyim yerinde ise noter- durumuna düşürmektedirler. [245]
Bu konuda bir alıntı da sözde evrenselci okuma yöntemine dair çok sayıda tefsir örneği ortaya koyan Yaşar Nuri Öztürk'ten yapalım, âlında bu alıntıda da görüleceği gibi, evrensellikle hiçbir alâkası olmayan bu yorumlama şekline "bilimsel bâtınlük" demek daha doğru olur.
Öztürkün, Müddessir Sûresi'nde cehennemin bir bölümünün özelliği baglamında geçen, ayetleri yorumlayışı şu şekildedir:
"Bütün bunlan dikkate alarak biz şu kanıya varıyoruz. Kur'an'ı rastgele insan sözü sayan inatçıların gerçeği görmedikleri için itildikleri sekar, bilgisayardır. Elektirik enerjisi ile çalışır. Ortada hiçbir şeyi görünür halde bırakmaz, fakat hiçbir şeyi de kapsamazlık etmez." [246]
Şimdi bu modern yorumu Kur'an'ın ilgili ayetleri ile karşılaştırmak için Müddessir Sûresi'ne bakalım:
"Bu, ölümlü insan sözünden başka bir şey değildir, der. Sekarın ne olduğunu hiç düşündün mü? O, ne yaşatır, ne de ölüme terk eder. Ölümlü insana (nihai hakikati) gösterir. Onun üzerinde ondokuz (güç-gözcü melek) vardır. Çünkü yalnızca meleki güçleri cehennem ateşinin gözcüleri kıldık..." [247]
Bu kadarlık alıntı bile ayetlerin bağlamının tamamen cehennem ile ilgili olduğunu göstermektedir. Ayetlerin siyak-sibakı/bağlamı açıkça cehennemden söz ettiği halde Sekarın Bilgisayar olarak yorumlanması, acaba hangi akla hizmet etmektedir? Aslında Öztürk'ten yıllar önce bu yorum 19 hurûfîliğine hizmet etmesi için Edip Yüksel tarafından yapılmıştır. [248] Yüksel'in amacı ebcedcilik ideolojisine Kur'an'ı alet etmek iken Öztürk'ün amacı Kur'an'ın "ne kadar bilimsel (!) bir kitap" olduğunu ispat etmektir. Her ikisi de Allah'ın kelamını ön yargılarının esiri kılmış, yorumun mesajı belirlemesini meşru görmüştür.
Bize göre kaynak olarak Kur'an'ın kendisini değil de modernizme ve çeşitli hezeyanlara göre şekillenmiş bir tefsir yöntemini esas kabul edenler buna benzer hatalardan kendilerini asla koruyamayacaklardır. Öyleyse ilahi vahyi hidayet etmek üzere indiren Yüce Allah'ın kast etmediği manalan Kur'an'da vehmetmek son derece yanlış olup, bunda ısrar etmek de insaf ehlinin yapacağı cinsten değildir. [249]
Kur'an'a yepyeni anlamlar takdir etme konusunda ilginç örnekler ortaya çıkabilmektedir. Mesela, İsra Sûresi'nde geçen Mescid-i Aksa'ya şaz bir anlam takdir eden Mustafa Hizmetli, bize göre bağlamı ve ilk muhataplarca anlaşılanı kale almamıştır.
Neden böyle bir yoruma ihtiyaç duyduğunu mealinden öğrenemediğimiz mütercimin İsra Suresi'nin 1. ayetine verdiği sıradışı meal şöyledir:
"Bir kısım ayetlerimizi göstermek üzere kulunu geceleyin Mekke'den çevresini bereketli kıldığımız Medine'ye yürüten Allah'ın şanı yücedir. Şüphesiz o her şeyi işitir ve bilir." [250]
Şüphesiz bilimselliği, nesnelliği tartışmalı böyle bir yorum; sanırız en çok -Müslümanların Kudüs üzerindeki hak iddialarından vazgeçtiklerini duymalarından dolayı- İsrail'in Siyonizm idealine bağlı üyelerini memnun edecek niteliktedir. [251]
Bilimsel yorum yapma gayretine düşen müfessir ve araştırmacılar, Kur'an'a tüm bilgi hazinelerinin -bazen tüm varsayımların- kaynağı olarak bakma zaafına sahiptirler. Onların, görüşlerine genellikle şu kanıtları ileri sürdükleri görülmüştür:
Birincisi; [252] ayet:
"Yeryüzünde hiçbir canlı ve kanatları ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer toplum olmasınlar, Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık, sonra hepsi de rablerinin huzurunda toplanacaklar."
İkincisi; [253] ayet:
"... Karada ve denizde olan her şeyi (Allah) bilir. O'nun bilgisi olmadan hiçbir yaprak düşmez ve yerin karanlıklarında hiçbir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın."
Üçüncüsü; [254] ayet:
"Her topluma kendi içlerinden bir şahit getirdiğimiz gün, seni de bunlara şahit olarak getireceğiz. Çünkü, sana Kitab'ı her şeyi açıklamak, müslümanlar için de yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik."
Dördüncüsü; hurûf-u mukataa/esik harfler.
Şatıbî, bilimsel tefsir meraklılarının delillerini şöyle tenkit etmiştir:
"Ayetlere gelince, müfesssirlere göre bunlardan murat, teklif ve ibadet halleri ile ilgili bilgilerdir. Yahut da, 'Biz kitapta hiçbir şeyi eksik birakmamışızdır' ayetinde geçen 'Kitap'tan murat, levh-i mahfuzdur. Müfessirler, bu kelimenin bütün nakli ve akli ilimleri içerdiğini ifade eden her hangi bir söz söylememişlerdir."
"Bazı surelerin başlarındaki harflere gelince, birçok ilim adamı, bunların daha önce, Araplarca bilinen bir şey olduğuna delalet eden sözler söylemişlerdir... Bunların Arapların alışık olmadıkları tarzda tefsirine gelince, bu asla doğru olmaz. Nitekim eskilerin hiç birisi de böyle bir şeyi iddia etmemiştir. Binaenaleyh, bu iddialarına dair hiçbir delil yoktur." [255]
Günümüzde bilmsel tefsir meraklıları, -araştırmacı ve okuyucu düzeyinde- azımsanamayacak sayıdadır. Öyle ki, bu bilimsellik tutkunu zihin sahipleri ne zaman tıpta bir hastalık keşfedilse, okyanuslarda bir balık türünden söz edilse "bu zaten Kur'an'da vardı" türünden açıklamalar yapmakta, bazı ayetlere takdir ettikleri anlamlarla da iddialarını Allah'a onaylatmaya kalkmaktadırlar.
Buna göre Newton'un eylemsizlik prensibinin de, Bacon'un metodolojisinin de, Einstein'in izafiyet teorisinin de Kur'an'da yeri vardır!
Bu yaklaşım şekli, son derece yanlış olup, Kur'an'ı "çalkaladıkça içinden yağ çıkarılan yayık gibi sallayarak" kendisine sonsuz sayıda birbirine zıt anlamlar takdir edilebilecek bir kitap olarak algılamaktadır. Her ne kadar bu iddia sahiplerinin niyeti Kur'an'ın kudsiyetini ve icazını ispatlamaya çalışmak ise de yanlıştır.
"İnsanoğlunun aya gidebilme imkanı ve hatta gitmesi, kelam-ı İlahinin mevzu edineceği bir husus olmamıştır. Zira bu,
a) Muhataplarını sırat-ı müstakime hidayet etmeyi hedeflemiş bir hitabın maksadı açısından önemli değildir,
b) Kur'an'ın nazil olduğu muhataplan için ise anlamlı değildi." [256]
Modernizm ve onun hizmetindeki oryantalizm, "sözde Kur'an merkezli din pojesi" ile İslam dünyasında gerçekleştirmek istediği nihai değişim için bir fırsat aramaktadır. Bu yeni yetme anlayışın temsil düzeyindeki din uzmanları yerinde ulusalcı, yerinde evrenselci, gerektiğinde zahiri gerektiğinde de batini olabilmektedirler. Fakat "evrenselcilik" vurgusu ağırlıkta olduğu için bizi bu çerçevede konuyu irdelemeye çalışacağız.
İlahi vahyi sanki Muhammed (s)'e inen bir kitap değil de kendisine inen bir mesajmış gibi tahayyül eden sözde evrenselci tefsir usûlü, Kur'an'a yeni anlamlar yüklemenin kapsını aralamaktadır. Çünkü ilerlemeci tarih anlayışının güdümünde olduğu ele aldığı konulardan belli olan bu yorumlama yöntemi, kendisinden yüz yıllar önce yaşamış insanları yeterince bilimsel ve medeni olmamakla ve Kur'an'ı anlamamakla suçlayabilmektedir. Böylece vahyin mesajının taşıdığı anlamı belirleyen Allah değilmiş, örnek tanıklık Rasulullah'a ait değilmiş de, her şeyin merkezinde modern insan varmış gibi bir ucube görüş çıkmaktadır ortaya. Kur'an'a yeni yetme manalar vermenin önünü açan böyle bir meşrebin handikabını kısaca şöyle özetleyebiliriz:
"Kur'an'ın iktiza etmediği manaları ona giydirme çabası."
Zaten bu acaib bakış açısı, yüzyıllardır mütevatir olarak gelen ve üzerinde İslam ümmetinin mutabakat sağlayarak icma oluşturduğu kimi konuları tartışmaya açmaktan hiç çekinmemektedir: Başörtüsü ve namazın tahfifi, ezanın Türkçeleştirilmesi, hacc günlerinin değiştirilmesi v.b. [257]
Tarihselciliğin en ciddiye alınır simgesel ismi nasıl Fazlur Rahman ise, bize göre Türkiye'deki tarih üstücülüğün temsili ismi de Yaşar Nuri Öztürk'tür. "Modern bâtınîlik" akımı olarak nitelendireceğimiz bir cereyanın bu simgesel ismi, hem tüm seküler eğilimlere çanak tutmakta, hem de Muhiddin İbn Arabi, Hallacı Mansur gibi bâtınilerin felsefelerini ihya etmeye/yeniden hayat vermeye soyunmaktadır, üstelik bu gayretin adını da "Kur'an merkezli İslam" koyarak. Kısaca kökenini hatmilerden alan bu modern yaklaşım sahipleri için, deyim yerinde ise Kur'an görüşlerini meştrulaştıracak bir enstrümantaldan/sıradan bir araçtan öte bir anlam taşımamaktadır.
Simgesel ismi Edip Yüksel olan "meacilik ideolojisi"nin verilerinden kopye çekercesine yararlanan Yaşar Nuri Öztürk tarih üstücü metin yorumlama yönteminin meydana getirebileceği sorunları yerinde görmek bakımından en ilginç tecrübedir. Bu tecrübenin içinde bizim tespit edebildiğimiz ana unsurlar şunlardır:
Mealcilik, İbn Ârabîci vahdet-i vucutçuluk, bilimselcilik, bâtınîlik. Bu izlerin bizim tarafımızdan nerelerde görüldüğünü örnek konular üzerinde tahlil etmeden önce, sayın Öztürk'ün şahsiyetini ve fikirlerini kısaca tanıyalım. [258]
Kur'an perspektifinden baktığını iddia ettiği halde, "Allah'ın kendisine ibadet ettiğini, tek Allah'a kızgın olduğunu, Firavun'un bile Müslüman olarak öldüğünü v.b. iddia ederek, hiçbir Kur'an’i değeri kale almayıp, keşf ve işrak okyanuslarında boğulan İbn Arabi" için Yaşar Nuri Öztürk "fikir ve ilham devi, Kur'an kaynaklı düşüncenin tarihteki en büyük temsilcisi" demektedir. [259] Yine "İmanla küfür arasında fark gören kafirdir" diyen Hallacı Mansur, Yaşar Nuri Öztürk'e göre örnek alınması izlerinin sürdürülmesi gereken büyük ruhlardandır. [260]
Türbedar Ahmed Amiş Efendi'den yaptığı şu alıntıyı 'Kur'an merkezli İslam" iddiasındaki bir büyük araştırmacının -çıplak uyarıcının- nasıl içine sindirdiğini anlamak mümkün değildir:
"Hz. Adem'e cennette bir çok dil teklif edildi de, onların hiç birisi ile konuşmayı kabul etmedi, Türkçe teklif edilince hemen kabul edildi."[261]
Yaşar Nuri kaynak olarak sadece Hallac-ı Mansur, İbn Ârâbî, Hacı Bayram Veli gibi mistik değerleri savunan kimseleri değil, bugünkü Batı'yı da -entegrasyon açısından- İslam dünyasından daha önemli bulmaktadır:
"Kur'an'ın evrensel değerlerini hayata sokma açısından bakıldığında, bugünkü Batı dünyasının bugünkü İslam dünyasından Kur'an'a daha yakın olduğu görülür... Bugünkü Batı ile entegrasyondan beklenen hayır, bu günkü İslam dünyası ile entegrasyondan beklenen hayırdan hiç az olmayabilir." [262]
Yaşar Nuri'nin Kur'an merkezli din projesi bir aldatmacadan ibarettir. Kur'an'ın onun için değeri, ancak görüşlerini desteklediği oran kadardır. Tasavvuf felsefesinin Kur'an'dan onay alma gereği duyulmayan ölçüsüzlüğünün izlerini açıkça gördüğümüz Yaşar Nuri Öztürk, açıkça ayeti kerimelerin muhkem mesajına muhalefet eden Hallac-ı Mansur, Muhiddin A'rabi gibileri sanki Kur'an'ın gerçek temsilcileri gibi pazarlamaktadır.
"Onun Kur'ancılığı da bir başkadır. Kur'an onun için Muhiddin İbn Arabi, Hallacı Mansur, Mevlana ve Hacı Bektaş'ın yorumlan demektir. Ona göre İbn Arabi 'Kur'an'ı anlayan en önemli isim' iken bir de bakarsınız İbni Teymiyye'den de övgü ile bahseder. Hadisin Kur'an'la kritiğine inanır da, kendi tezini doğrulamak söz konusu olduğunda hadis kritiğini unutur gider. Bu bakımdan Öztürk'ün Kur'an'a yaklaşımı, kendisinin eleştirdiği bir çok gelenekçiden hiç de farklı değildir." [263]
'Kur'an galerisine giden yolun ışığını yakmak' sözünün içini ise bize göre dolduramamıştır. Keşke bu süslü iddiasında samimi olabilseydi. Bu arada şunu da ilave etmek de yarar görüyoruz; Öztürk'ün geleneksel bid'atleri eleştirisine katılmamak mümkün değildir. Ancak söylemi "Modern, laik, ulusçu kültür"ü güçlendirdiği için hurafelere yönelik tenkitleri de güvenilirliğini yitirmektedir.
Onun Kur'an'a yaptığı vurgunun ne kadar da havada kaldığını -kalın kitaplarından yapacağımız yüzlerce sayfalık alıntı ile ortaya koymak mümkündür, ancak- birkaç örnek daha anarak kapatmak istiyoruz:
"Kur'an Reenkarnasyonu onaylar." [264]
Budizm, Hinduizm ve muharref Hristiyanlık kaynaklı bu -enkarnasyon ve reenkarnasyon- düşüncenin Kur'an'a onaylatma çabası Yaşar Nuri'nin "kaynak olarak Kur'an'a verdiği değeri ele vermektedir. Tanrının ve insan ruhlarının bedenlenmesi demek olan hulül/enkarnasyon; ruhun bedenden ayrılması demek olan tenasüh/re-enkarnasyon düşüncesi, hiçbir ayette îmâ bile edilmemektedir. Fakat sayın Öztürk'ün loyalist ve modernist tavrı, Kur'an'ın bazı ifade biçimlerinin te'vili/tahrifi ile, kadim şirke malzeme oluşturmasına yol açacak vehâmettedir.
Yaşar Nuri Öztürk'te reenkarnasyon sadece basit bir "ruh göçü" değildir; o bunu "ölen insanlardan bazılarının tekamül için, ikinci bir şans olarak tekrar dünyaya gönderileceklerini" [265] iddia edecek kadar pervasızlaşmakta, "Kur'an'ın itikadda tek ölçü olduğu hakikatini" bulandırmaktan çekinmemektedir.
Öztürk "insanın iç kuvvetleri arasında bizatihi kötü olan yoktur" [266] demektedir. Oysa Kur'an'da Yüce Rabbimiz measen şöyle buyurmaktadır:
"Nefs'e ve onu düzenleyene andolsun! Sonra da ona Fucur'u (kötüye olan eğilimi) ve Takvayı (iyiye olan eğilimi) ilham edene, ki onu arındıran kurtuluşa ermiştir." [267]
Yaşar Nuri Öztürk'ün eserlerine müracat ettiğimizde Kur'an'ı anlamada tarihselciliğin bir değer ifade etmediğine dair kanıtlar ileri sürdüğünü görmekteyiz. O tarihselcilerin çok fazla itibar edeceği nüzul sebeplerini ayetlerin manasını tahsis etmede kullanmaya gerek duymamaktadır. Mesela, başörtüsünün hürcariye kadın ayırımının bulunduğu bir dönemde anlamlı olduğunu savunan tarihselcilere karşın Öztürk, bu konudaki rivayetin imkanlarından yararlanmayı reddetmiştir.
Cariyelerin hür kadınların aksine örtünmemelerini fıkhın bir emri olarak gören Yaşar Nuri Öztürk, nüzul sebebinin zanni verileri ile ayetin anlamını sınırlayanlara bu konuda şöyle demektedir:
"Böyle bir ayırımın Kur'ansal dayanağı yoktur ve olamaz. Böyle bir ayırımı kabul ettiğinizde örtünme ile ilgili emirler dinsel düzenleme olmaktan çıkar, örfe ilişkin düzenlemeler olur; o takdirde örtünme emrinin din yönünden bağlayıcılığı kalmaz. Nitekim bazıları fıkhın bu ayırımına bakarak örtünmenin dinsel bir emir değil, örfi bir düzenleme olduğunu söyleyebilmişlerdir. Bunu kabul mümkün değildir." [268]
Fakat o, tarihselcitik yerine öne çıkardığı "evrenselcilik" vurgusunu, "Kur'an her muhatabına içinde yaşadığı zaman diliminde inmektedir" şeklinde yapmaktadır. [269]
Buna göre "ayetlerin ilk muhatapları, kendi dönemlerindeki bilimsel gelişmeler yeterince olgunlaşmadığı için", bazı Kur'an düsturlarını doğru anlayamamış olabilirler. Görünüşte masurn gibi gözüken bu tespite inandırmak, Kur'an ile ona muhatap olan kişinin rolünü yüceltmek içindir.
Böylece dilediği gibi anlam verebilmenin -tahrifin- önü açılmış olacaktır. Çünkü bu akımın kullandığı yöntemin tezahürlerine, örnek şahitliklerine baktığımızda, ayetlerin ilk muhataplarına, Rasulullah'ın nasıl anlayıp şahitlik yaptığı önemli değildir; ayetleri okurken herkes kendisine iniyormuş gibi davranmalıdır. [270]
Kur'an'da haram aylarla ilgili "savaş yasağı" hükmünden söz edilmektedir. Fakat haram ayların hangileri olduğu belirtilmemiştir. Biz ancak iniş ortamının mütevatir bir yolla bize aktarılan tanıklığından (ma'hûdundan) haram ayların; Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep olduğunu öğrenmekteyiz.
Bu durumda nüzul ortamına bizi gönderen Kur'an'ın çağrısına uyarak Araplara müracat etsek, kendisi de bir Arap olan Peygamberimizin ve arkadaşlarının şehadetine müracat etsek, dini Araplaştırmamı oluruz? Nüzul ortamında yaşayan tevhid geleneğini bize mütevatir olarak ileten Sünnet'e müracaat etmeden haram ayların hangileri olduğunu nereden bileceğiz. Eğer bu ayetlerin ilk muhatapları Peygamberimiz ve dostları değil de biz isek, hilalin hareketlerine göre oluşturulmuş takvimde her yıl yeri değişen haram aylarını nasıl tespit edeceğiz? Ayların yıl içindeki yerleri hep aynı kalan, değişmeyen güneşi esas kabul eden milad takvimine göre mi?
Ramazan ayı bir hilal-Arap ayıdır. Bu durumda bir Arap ayı olan Ramazan'da oruç tutmak dini Araplaştırmak mı olmaktadır? Çünkü bu ayın tespiti ancak ve ancak hilalin hareketleri takip edilerek öğrenilebilmektedir. Zaten Yüce Rabbimiz aşağıdaki ayette, özellikle hacc gibi, Ramazan orucu gibi ibadetlerin günlerinin tayininde güneşin esas alınacağı bir takvimi değil, ayın hareketleri ile oluşan kamerî takvimi cari kılmıştır:
"Sana ayın evrelerini soruyorlar. De ki: 'Onlar haccın ve insanların (öteki faaliyetlerinin) vaktini gösterir..." [271]
Peki hilalin hareketlerinden bihaber olan kişi, Ramazan orucunun muhatabı kılınırken güneş merkezli bir takvim anlayışının hakim olduğu kültüre göre mi hareket edecek, yoksa "kamerî Arap takvimini mi esas alacak? [272]
Kur'an'da büyük Hacc gününden [273] söz edilmekte, fakat hangi gün olduğu belirtilmemektedir. Biz tevhid dirr İslam'ın ilk peygamberden bu yana gelen sahih geleneğine -ki peygamberimizin sünnetinin de bir kaynağıdır- müracat ederek, bunun Zilhicce'nin dokuzu olduğunu tespit etsek dini Araplaştırmış mı oluruz?
Bu tespit ile hareket edip Zilhicce'nin dokuzunda tüm insanlık renklerinin, ırklarının buluştuğu Hacc mekanlarında bulunmak için gayret edenlerin tercihleri, Kur'an merkezli İslam iddasmdaki Y. N. Öztürk'ü tatmin etmemiş olacak ki bu mütevatir tanıklığı reddetme eğilimi taşımaktadır.
Ona göre, hacc aylarından söz eden Kur'an, bunların içindeki hacc günlerinden bahsetmemiştir. O halde hacc aylarının içindeki her hangi bir günde, hacc mekanlarında bulunmak yeterlidir. Kur'an'ın büyük hacc gününe yaptığı atfı görmezden gelen Öztürk, tartışmayı "eşhuru'l-ma'lûmât/bilinen aylar" çerçevesinde tutmaya, yoğun gayret göstermektedir:
"Kur'an (Ramazan'dan başka) hiçbir ayın adını anmaz. Araplar çarpışma ve çapulculuğu durdurmak üzere kutsal ilan ettikleri eşhuru'1-hurum/haram aylar tabiri ile, hacc aylarını amaçlayan eşhuru'l-ma'lûmât/bilinen aylar tabiri Kur'an'da ay adı anılmadan kaydedilir... Hacc aylarının da her hangi bîr kutsallığından söz edilmez. Kutsallık hacc ibadetine verilir. İyilik yapmanın özel zamanı olmadığı gibi, kötülüğün hafife alınmasını sağlayacak özel zamanlar da yoktur." [274]
Bu satırlardaki iddialarla ilgili akla gelen birkaç soru:
Eğer haram aylar "Arapların çapulculuklarını önlemek için icad ettikleri bir çözüm" ise, neden ilahi vahiy ile tüm zamanları bağlayacak bir uygulamanın devamı olarak Kur'an'da anılmıştır? İbadetin özel zamanı yok ise namazın orucun belli vakitlerde yapılması da mı gerekmiyor? İbadetin özel zamanı yoksa, haccı neden üç ayla sınırlıyorsunuz, bütün yıla yaymayı neden teklif etmiyorsunuz? Kur'an'da hacc aylarının isimleri geçmediğine gere bu ayların Şevval, Zilkade, Zilhicce olduğunu nereden biliyorsunuz, çapulcu(!) Araplardan öğrendiğinizin doğruluğuna nasıl güveniyorsunuz? Neden Aralık, Ocak, Şubat gibi kış ayları -ki dini kolaylaştırmak için güzel bir teklif olabilir!- olmasın?
Geçmişinde çapulculuk bulunan hiçbir ırka değil de, bu sıfatı özellikle Araplara karşı kullanması insaf ölçüsüne uymamasının dışında acaba medyatik olma kaygısının bir ürünü müdür yoksa? Bilemiyoruz. Fakat o, "Allah'ın kulları arasında ayırım yapmamak, kimseye kin tutmamak ve bütün insanlığı kucaklamak, insanlığı bir bütün olarak görmek" şeklinde kendi koyduğu ilkeyi Araplar söz konusu olduğu zaman kolaylıkla çiğnemektedir.” [275]
Üç ayların da (Recep, Şaban, Ramazan) "mevsimlik dindarlık itleti"ne yol açtığını iddia eden Yaşar Nuri Öztürk, haccın belli bir zaman dilimine sıkıştırılmasının izdihama yol açacağı gerekçesi ile, üç aya yayılarak yapılması gerektiğini teklif etmektedir:
"Kur'an temel ibadetlerden biri olarak gösterdiği haccın "hacc ayları" diye bilinen üç ay içinde (Şevval, Zilkade, Zilhicce) yapılabileceğini bildirmektedir... Bu üç ay içinde dileyen, dilediği zaman hacca gidip ibadetini yapar. Bu konunun temel beyyineleri, [276] ayetleridir"! [277]
Yine onun temelsiz iddialarından biri de "Haccın ifası için Arefe günü gerekir... Kur'an, bir vakfenin hangi gün yapılacağına ilişkin bir kayıt koymamıştır." [278] ifadeleriyle dile getirilmiştir.
Ayetlere "izdiham olduğunda istediğiniz gün hacc yapabilirsiniz" şeklinde bir illet ta'yin eden aslında ilk defa Yaşar N. Öztürk değildir. Ondan yıllar önce meafdlik idolojisinin doktrinel temsilcilerinden 19 hurûfîliğinin önderlerinden Edip Yüksel bu yorumu yapmıştır. Yalnız bir farkla Yüksel, Öztürk gibi hacc aylarını üçle sınırlamıyor; daha da genişletiyor ve "dört ay" diyor. [279] Yüksel'in "only Qur'an"/yalnız Kur'ancı olduğunu biliyoruz; fakat bu dört ayı hangi ayetten çıkardığını tespit edebilmek mümkün değildir. Hiçbir ayette konuyla ilgili ayrıntılı bir bilgi bulunmamasına rağmen öztürk de Yüksel de hacc ibadeti için belli ayların seçilmesi gerektiğinde hemfikirler. [280]
Kur'an'ın mubîn, mufassal, musarraf, müfesser beyanı ve Rasulullah'ın örnek şehadeti ile İslam dîni Yüce Allah tarafından koruma altına alınmıştır ve hiçbir kimsenin bu saflığı bozmaya gücü de yetmeyecektir. Çünkü dinin sahibi olan Rabbimiz arınmak isteyenler ve O'nun adı ile Kur'an'ı okuyanlara yollarını kolaylaştırmayı va'd etmiştir. Şimdi bu va'din, fitne konusu yapılan haccla ilgili nasslar etrafında, gerçekliğini yeteneklerimizin el verdiği oranda ispatını yapalım.
Kur'an'da geçen icmâilî ifade, Zilhicce'nin dokuzunu. İşaret eden "büyük hacc günü"dür. Zilhicce'nin dokuzu Kur'an'da geçmemektedir; fakat Rasulullah'ın hacc uygulamalarına baktığımızda Arafat'ta vakfenin bu günde yapıldığı bilgisine kesin olarak ulaşmaktayız. Yüzyıllardır kendilerini "şii, sünnî, hârîcî, mu'tezilî fıkıh anlayışları "na bağlı hissetseler de bütün müslümanlar tarafından aynı şekilde uygulanmıştır. Bu Rasulullah'tan gelen uygulamanın güvenilirliğinin en büyük delilidir. Yüzyıllardır hacc mevsimi Şevval, Zilkade, Zilhicce aylarında icra edilmiş ve Rasulullah Zilhicce'nin 9. ve 10. günlerinde ibadetin en önemli unsurları icra ettiği için bu çizginin değiştirilmesi/reformize edilmesi hiçbir akıl ve îzan sahibi mümin tarafından teklif edilmemiştir.
Temel unsurları Kur'an'da bulunan bu önemli ibadetin şahitliği de Rasulullah'ın sünneti ile, sadık bir haber olarak, kesintisiz bir şekilde yaşanarak -mütevatiren- gelmektedir. İşte ispatı:
"Ve yine Allah'tan ve O'nun elçisinden bu büyük hacc günü bütün insanlığa bir duyurudur şu:
“Allah'ın Allah'tan başkasına ilahtık yakıştıranlarla hiçbir bağlantısı yoktur, O'nun elçisinin de öyle. Hal böyle iken artık tevbe ederseniz, kendi iyiliğinize olacaktır bu; yok eğer (bu fırsatı da) teperseniz, o zaman bilin ki, Allah'ın gözetiminden asla kurtulamayacaksınız." [281]
Sayın Öztürk, Kur'an'ı Kur'an'a arz yöntemiyle, genel ifadelerdeki ilk bakışta kapalı gözüken noktaları açıklayan diğer ayetlerle sorunu gidermeye çalışacağına, sadece bir ayette gördüğü kapalılığı "fitne konusu" yapmaktadır. O hacc düşmanı bir takım çevrelerin yüreğine su serpercesine, ve entel bir rahatlıkla televizyon televizyon dolaşıp bu yeni projesinden bahsetmektedir. Oysa "eşhuru malumat" ifadesini, Tevbe Suresi'nde geçen "büyük hacc günü" terkibi ile tefsir etseydi ve nüzul ortamının ve Rasulullah'ın sünnetinin rolünü hiçe saymasaydı sorun kökünden çözülebilirdi.
Bakara Suresi (2), 189. ayetten anladığımıza göre Kur'an'ın ilk muhatapları ayın evreleri ve ayların önemine ilişkin sorular sormuşlardır. Bu ayetin "aynı surenin 197. ayeti ile tahsis edildiğini" çıkarabilen Yaşar Nuri Öztürk, eşhur-u malumat/bilinen aylar ifadesinin 203. ayette geçen "eyyamun ma'lumat/bilinen günler" terkibi ve aynı ayette geçen "yevmeyn/ikî gün" kelimesi ile tahsis edildiğinin üstünü örtmektedir. Bu günler; Sünneften öğrendiğimize göre Arafat'ta vakfe yapılan Zilhicce'nin dokuzu ve kurban bayramını takibeden günlerdir. Zilhicce'nin dokuzu ve onu, haccın ifası için fariza hükmündedir. Diğer günler ise ihtiyaridir.
Unutulmamalıdır ki Kur'an, arınmak isteyenlere rehberlik eden bir kitaptır; kendini müstağni sayanların kitabı değil. Bulunan bir açıktan(!) yararlanma gayesi ile hareket edildiğini düşündüğümüz bu tavırda, dinin ulusallaştırmasının yollarını arama çabası hissedilmektedir.
Ona göre, hacc ayları içindeki her hangi bir günde bu ibadet icra edilebilirmiş. Oysa yukarıda alıntısını yaptığımız ayette geçen "büyük hacc günü" ve "yevmeyn/iki gün" lafızları Öztürk tarafından görmezden gelinmiştir. Yine Öztürk'ün ardına sığındığı bir başka meşru (!) gerekçe de "ancak bu şekilde insanların, izdihamdan, ayaklar altında ezilmekten, kolektif ibadetin getirdiği sıkıntılardan kurtulabilecekleridir. Bize göre asıl sorun, haccın milyonlarca kalabalık tarafından yapılmasından değil, onları organize edecek bir bilince sahip olamamaktan ileri gelmektedir. Yine asıl sorun özgürlük yurdu mescid-i haramı dünya müslümanları için tutsaklık yurdu haline getiren, sömürgecilerin maşalığına gönüllü hizmet eden politikacılardan kaynaklanmaktadır. [282]
Fiyd terimi üzerindeki "ulusal gurur gölgesi" ve lafzın etimolojisindeki dalga dalga, kalabalıklar halinde ilerlemek vurgusu sözde evrenselcilerin üstünü örttüğü bir konudur. Ayrıca sözde evrenselik, ayetin genel mesajındaki "kitlesel İslâmî coşku"nun sağlayacağı tevhîdî bilinçle de hiç ilgilenme gereği duymamıştır.
Öte yandan kollektif ibadetin müminlere kazandıracağı bilinç ve özgüven duygusunu anlamak istemeyen bu anlayışı, Bakara Suresi'nin 198. ayetinde geçen "fiyd" kelimesinin sözlük ve terim anlamına ve Kur'an'daki bağlamına yeniden bakmaya çağırıyoruz. Bu kelimenin sözlük anlamı; "şiddetli itişme, koşuşturma "dır. Terim olarak anlamı ise, Arafat'tan vakfe bittikten sonra (insan seli ile birlikte dalga dalga) heyecanlı bir dönüş yapmaktır. [283]
Arafat'ta vakfenin kitleler halinde, büyük bir coşku ile yapılmasının ümmet bilincinin korunmasında etkili olduğunu düşünüyor, bunun da yukarıda andığımız ayetlerde geçen 'fiyd'ın bağlamı dahilinde olduğunu belirtmek istiyoruz. 'Fiyd'ın/kalabalıklar içinde "dalga dalga ilahi rızayı elde etmeye koşma"nın ayetlerdeki bağlamı şöyledir:
"... Arafat'tan kalabalıklar halinde, dalga dalga indiğnizde/efadtüm, kutsal mahalde Allah'ı anın; ve O'nu yolunuzu gerçekten kaybetmişken size doğru yolu gösteren bir ilah olarak anın; ve dalga dalga ilerleyen öteki kalabalıklarda birlikte siz de ilerleyin ve Allah'tan günahlarınıza mağfiret dileyin. Doğrusu Allah çok affedicidir; rahmet kaynağıdır." [284]
Peki kim hangi hakla Peygamberimizin mütevatir sünneti ile belirlenmiş, ilahi hiçbir inzar/uyarı da almamış olan Zilhicce'nin dokuzuncu, onuncu günlerini değiştirecek? Kim nasıl takdir edecek bunların yerine geçirilecek günleri, hangi ölçüye göre? Dini vicdanlara ve mabede hapsetmeye kalkışan hangi seküler kurum? Bu soruların cevaplarını, Sünnet'i ayak bağı olarak gören bir anlayış, sadece hevasına göre verebilecektir.
Bu ulusal projenin amacı özetle şudur:
Her ülke halkına bir gün ayıralım, o günde hacc yapsın, böylece ulusal gururumuz ve onurumuz hiçbir şekilde incinmemiş olsun! Yoksa hiçbir zaman bu "ümmetçilik müptelası"ndan kurtulamayacağız; dini de Arapların tekelinden kurtaramayacağız! [285]
Öztürk'ün hacc günlerini değiştirme telaşı, bize Peygamberimizden önce yapılan Ficar Savaşları'nı hatırlatmaktadır. Bu savaşlar haram aylar içinde yapılan savaşlardır. Güçlü kabileler, savaşılmaması gereken bu ayların yerlerini değiştirmek suretiyle amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlardı. İlkeye uymak yerine, ilkeyi kendilerine uyduruyorlar; kitaba uymak yerine kitabı kendilerine uyduruyorlardı. Yaşar Nuri de "büyük hacc günü"nü değiştirmeye çalışarak, o çapulcu dediği cahiliyye Araplarının durumuna düşmüş olmaktadır.
Cahiliye Arapları arasında yaygın olan nesid/haram ayları erteleme bidati Kur'an ile Rabbimiz tarafından kaldırılmıştır. Haram aylarda savaş çıkarmak isteyen kabile, haram aylardan olduğu halde örneğin Zilhicce'yi haram ay kabul etmez, Safer, Şevval gibi haram olmayan ayları haram ay statüsüne çıkarırdı. Tevbe Sûresi, 37. ayet bu nesî bid'atini "küfürde artış" olarak nitelendirmiştir:
"Nesî/ayları ertelemek ancak küfürde bir yarıştır. Kafirler onunla (insanları) saptırırlar. Bunu ayların sayısını Allah'ın yasak kıldığı takvime uyarlamak amacıyla, bir yıl olumlayıp bir yıl yasak sayıyor ve böylece Allah'ın yasak kıldığı şeyi kendilerince meşrulaştırmaya kalkışıyorlar. Kendi yaptıkları kötülük güzel görünüyor onlara. Zaten Allah, hakkı tanımaktan kaçınan insanları doğru yola yöneltmez."
Yukarıdaki izahlarımızda da görüldüğü gibi evrenselci okuma şekli, aslında evrenselci değil, ulusalcıdır. Çünkü bu akımın simge ismi, Kur'an merkezli İslam projesini (!) unutarak, Türkçe ibadet tartışmalarında, daha çok fıkıh kaynaklarına vurgu yapmakta. Kur'an'a ve onun Arapça olarak indirildiğini beyan eden ilahi kelama, çoğu zaman gösterdiği itibarı esirgemektedir.
Oysa Kur'an merkezli İslam iddiasındaki birinin, "nüzul lisanı, egemenliğinde ortak tanımayan Allah tarafından Arapça olarak seçilen bir kitap"la karşı karşıya olunduğunu unutmaması gerekirdi.
Fakat onun için Kur'an'ın değeri önyargılarını pekiştirdiği oranda bir anlam ifade etmektedir. Tezlerini desteklemesi şartı ile keşf ve işrak yolundan -senetsiz olarak- direk tanrıdan, elçisinden alınan hadisler de, Hallac-ı Mansur da, İbni Arabi de projesinde işe yaradıkları oranda yer alma hakkına sahiptirler. Kısaca her şey projenin enstrümantalidir. Bu durumda Kur'an vurgusu bizim açımızdan inandırıcılığını tamamen yitirmektedir.
Haccı engelleme ve Mescid-î Haram'a yönelişi soğutma çabalarını sayın Öztürk her fırsatta sürdürmektedir. Mesela 17 Ağustos 1999 yılında Marmara Bölgesi'nde gerçekleşen depremle ilgili yazdığı kitapta, "borçlu olan kimselere Hacc'ın farz olmayacağı" öncülünden hareketle, istitaat şartı'nı Misak-ı Milli sınırlarına kadar -kamusal alan diyerek- genişletmektedir.
Depremden dolayı -ki bu iddia kuşku götürür, devletin depremi nasıl da ranta dönüştürdüğü herkes tarafından bilinmektedir- devletin ağır borç yükü altına girmiş olmasını bahane ederek, haccı engellemeye çalışan siyasi iradeye "fetva desteği" vermektedir:
"Kur'an, bireyin duygu ve çıkarlarını değil, kamunun bütün çıkarlarını ve genel ahengi esas alır. O halde istitaat kavramı, bireyin yeterliliği ile sınırlanamaz, toplumun gücü ve imkanları bir bütün olarak değerlendirilmelidir.
"Bu Kur'ansal espiriyi unutmadan baktığımızda istitaatn azık ve yol için gerekli kıldığı kudretin birey için aranan bir "kifayet" (yeterlilik) olarak değil, toplum için bir güç ve imkan şartı olarak değerlendirilmesi gerekir" dedikten sonra Öztürk, bugünkü Türkiye'de istitaat şartının gerçekleşmediğini -Kur'an'a takdir ettiği mananın tesiri ve icabat-ı vakti hale göre (dönemsel şartların gerektirdiği şekilde) bir te'vil yaparak- ilahi vahyin yorumunu uygun adım vaziyetine getirmektedir{!):
"Bütüncül düşünmek zorundayız. Böyle düşündüğümüzde, gırtlağına kadar dış borca batmış bir ülkenin, hacca gidecek yurttaşlarının borçsuz olması istitaat şartının varlığı için yeterli olamaz. Böyle bir kabul bencilliktir ve Kur'an'ın ibadet anlayışına taban tabana zıttır... Kısacası, bugün Türkiye'de haccın farziyeti askıdadır. Çünkü haccın edasının şartları doğmamaktadır. Durum düzelince askı elbette sona erecektir.
Bugün için, Allah'ın istediği ve Kur'an'ın gösterdiği ruh ve İman içinde "hacı" olmak isteyenler, hacc için ayırdıkları parayı, deprem felaketinde evsiz-işsiz-aşsız kalanlara vermek durumundadırlar..."
Kendi görüşlerini bir ayette [286] geçen istitaat kavramını yorumlayarak "Allah'ın istediği ve Kur'an'ın gösterdiği ruh ve iman" olarak sunan Öztürk, bu konuda aynı hassasiyeti göstermeyen Diyanet İşleri Başkanlığı'nı da göreve çağırmakta, siyasal iktidarın gönlünden geçtiği şekilde konuşmayı "Kur'an'ın verdiği ruh ve şuurla konuşmak" şeklinde kutsamaktadır:
"Diyanet İşleri Başkanlığı'nın depremin ilk günlerinde 'hacca gidebilirsiniz, ama bu deprem felaketinden sonra umreye gitmeyin, umre paralarını felaket zedelere yardım için harcayın' yolunda yaptığı açıklama yetersizdir. Hakkaniyete tam uygun konuşursak, Kur'an dışıdır, konuyu ciddiye almamaktır... Kur'an'ın verdiği ruh ve şuurla konuşmamaktır." [287]
Sözüm ona hayvan severliğin kurban ibadetine yönelik olumsuz telkinleri ile karşılaşıyoruz. İşte böyle bir konjonktür'ün etkisiyle olsa gerek, her hacc mevsiminde Öztürk "kurban ibadetinden soğutma çalışmalarına destek anlamına gelecek şekilde" Kur'an'ı yorumlamaktadır.
Kurban bilindiği gibi ilk insandan bu yana devam eden bir tevhid eylemidir. Bu nedenle Allah'a teslimiyetin bir nişanesi olarak, adanmışlık bilincinin bir simgesi olarak duygusal tepkilerden uzak bir şekilde takdim edilmelidir. Haşa, Yahudiler'in düşündüğü gibi "Allah'ın kızgınlığını dindiren bir araç" değil. Kurban bilincinin yeniden diriltilmesi, bu konuda zihinlerde ve toplumsal yaşamda cari olan hurafelerin düzeltilmesi gerekir. Ancak bu başka bir şeydir; kurban kesenleri tahkir etmek başka bir şeydir. Bize göre bu konuda kurban kesenleri tahkir edici ifadeler kullanan, kesmek istemeyenlere fetvalar veren sayın Öztürk insaf ölçülerinin dışına çıkmaktadır.
Peygamberimizle sınırlı olmayan ondan yüzyıllar önce başlamış bir tevhîdî örf olan haccda kurban kesiminin şart olmadığını iddia eden Öztürk, bu konuda şöyle demektedir:
"Kurban kesmek adı altında hayvan boğazlamayı haccın şartlarından biri haline getirmek de Kur'an'a tamamen aykırıdır." [288]
Oysa haccda kurban kesmenin yüzyıllardır süren bir tevhid geleneği olarak sürdürülmesi gerektiğine ilişkin Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:
"Bunun gibi (Allah'a gönülden bağlanan muvahhid) her ümmet için kurban kesmeyi menasiklerden/bir kulluk eylemi olarak öngördük ki (bu amaçla) kendilerine rızık olarak sağladığımız hayvanları keserken Allah'ın ismini ansınlar. Ve (her zaman akıllarında tutsunlar ki) sizin ilahınız tek bir İlah'tır; öyleyse bütün varlığınızla kendinizi O'na teslim edin!" [289]
İnsanlığın düşmanı olan İblis, çıplaklığı teşvik ederek bizi cennetten çıkarmak ister. Bu yüzden tesettür ilk insan toplumundan bu yana ilahi bir hüküm olarak kendilerini Allah'a adayan müminlerin -erkek, kadın- riayet ettikleri bir tevhid eylemidir. Şeytanın sapkınlığı körükleme konularından birinin de "insanı örtüsünden soymak" olduğunu ilahi vahyin beyanlarından öğreniyoruz:
"Ey Ademoğulları! Tıpkı atalarınızın cennetten çıkarılmalarına yol açtığı gibi, Şeytan'ın sizi de ayartmasına izin vermeyin. Çıplaklıklarının farkına varsınlar diye onları örtülerinden yoksun bırakmıştı o. Muhakkak ki, o ve avânesi, onları hiç fark edemeyeceği yerde ve biçimde sizi (de) pusuda bekliyor..." [290]
“Başörtüsünü tesettürün bütünlüğünden koparma çabası: Şeytan'ın insanı hakikatten soyma idealine hizmet edeceğini düşündüğümüz bu modern tefsir, Kur'an'da başörtüsünün, saçları kapatmayı gerektiren bir farz olmadığını iddia etmektir.
"Kur'an'daki İslam" kitabında Öztürk, bu konuda şöyle demektedir:
"Hiçbir tartışmaya imkan bırakmayan nokta, göğsün tamamen kapatılmasıdır. Saçların bütünüyle görünmeyecek şekilde, kapatılmasını emreden bir ifade yoktur. Cenabı Hak bunu kulunun tercihine bırakmıştır. Her Müslüman bunu, yaşadığı iklim şartlarına ve toplum örfüne göre kendisi belirler. Ve başörtüsünü ona göre seçer." [291]
Bu iddiaya göre başörtüsü ile "saçların kapatılması" farz değildir. Bu sözde evrenselci yönteme göre Kur'an'ı anlama çabası içinde olanlar, Nur Suresi 31. ayette "saç" kelimesi geçmemesinden cesaret alarak, humr/başörtüsü kelimesini modern bir aksesuar olan fulara indirgemeye çalışmaktadırlar.
Tarihselcilik yönteminin "evrimci/ilerlemeci tarih anlayışı"nı kendine mezhep edinenler de, "modern paradigma" ile zıt düşen başka ayetler için benzer nesh etme çabası içinde olabilmektedirler. Öyleyse iki usulün de -tarihselciliğin de sözde evrenselciliğin de- aynı kapıya çıktığını, birbirlerini tersten okuduklarını söyleyebiliriz.
Kur'an'ın ilk muhataplarını ve Peygamberimizin şahitliğini önemsemeyen, Kur'an'ı egemenlerin hatırı, memnuniyeti ve hoşnutluğu için kendi uydurduğu yalanlara, bir süre sonra kendisi de inanarak, bugüne kadar insan ve cin şeytanları tarafından tahrif edilemeyen kitabımızın muhkem ve mubîn ilkelerini bozmaya kalkışan evrensel ulusçularla karşı uyanık olmak zorundayız.
Tarih üstücü bakış açısı, Nur Suresi (24), 31. ayet bağlamında konuşacak olursak, ayetin ilk muhataplarının "Medineli Müslüman" hanımlar değil de, çağdaş şehirlerde artık üzerlerinde çıkaracak hiçbir kıyafeti kalmamış kadınlar olduğunu iddia etmektedir. Oysa bu ayetin tarihsel muhatapları, kapitalizmin bir pazar metası haline dönüştürdüğü metropollerin kadınları değildir. Onlar saçlarını örtmekte olan, başlarında bir örtü bulunan, fakat bu konuda muhkem bir ilahi hüküm olmadığı için tesettürün ölçülerini henüz tam olarak kavrayamamış olan iffetli kadınlardır.
Söz konusu olan ayet, tamamen yepyeni, türedi bir hüküm değil, tevhid dini İslam'ın evvelki müntesipleri olan Hanifier, Yahudiler ve Hristiyanlarca zaten uygulanmakta olan tesettür hükmüne, çerçeve getirmektedir; boyutlarını tahkim etmiştir. Kur'an ile var olan örf teşmil edilmiş, baştaki örtü süs yerlerini, sîneyi-bağırı da kapsayacak şekilde ilahi kelam tarafından pekiştirilmiştir. Bu pekiştirmenin formu Rasulullah'ın işaretleri ve kabulü ile pratize edilmiş ve mütevatir bir uygulamayla günümüze kadar gelmiştir. [292]
Malumu i'lam etmeye, bilineni yeniden bıktırırcasına tekrar etmeye- gerek yoktur. Başörtüsü ayetinin ilk muhatabı olan kadınlarda zaten bir örtü vardır, ancak gerdanlarda ve göğüslerde, boyun altında, kulakların kapatılması konusunda ciddi bir sorumluluk bilinci oluşmuş bulunmamaktadır. İşte ayetin üzerinde durduğu 'Yakalarınızın üzerine vurun/salın!' vurgusu, bu uygulamadaki aksaklıkları gidermeyi, hükmü kıyamete kadar sürecek bir yenilemeye tabi tutmayı gaye edinmektedir. Diğer yandan tesettürün ana ilkeleri olan "humr, cilbab ve süslerin gösterilmemesi" hükmü, "takva elbisesini kuşanmanın önceliği" ne ilişkin hükümle de, Rabbimiz tarafından ahlâkî temellerine kavuşturulmuştur.
Bu durumda evrenselci bakış açısının sahipleri, başörtüsü ayetinin tek tek tesettür kapsamına girecek uzuvları -saç v.b.- sayıp dökmesini beklemektedir. Haksızlık etmeyelim zaman zaman Öztürk'ün mütevatir sünneti önemsediğine dair ifadelere de eserlerinde rastlamaktayız. Hoş rüzgarın estiği yöne doğru hareket eden yazar, eğer yeni baskılarında görüşlerini değiştirmezse, Nur Suresi, 31. ayetin içinde geçen Hımar'ın, Mütevatir Sünnet'in verilerine göre Peygamberimiz tarafından "başörtüsü" olarak anlaşıldığını belirtmektedir ve şöyle demektedir:
"Nur süresindeki emir ise başörtüsünü kapsamına alır." [293]
Fakat aynı zamanda saçların örtülmesini dinin değil, örfün kabulü olarak niteleyen Y. N. Öztürk, -yıllardır başörtüsünü bahane ederek zulüm uygulayan tarafa değil, kinini mağdur olanlara yönelterek-bu durumun tesettürü fesat üniformasına dönüştürdüğünü iddia etmektedir:
"Örtme-açılma çekişmelerinde olay böyle başlayıp ve sergilenen haksızlıklar ifrat noktaya vardığı için bir kanat, kamu alanına girerek karşı bir haksızlığın doğmasına zemin oluşturulmuştur. Bu karşı haksızlığın en kötü yanı, "tesettür" adı altında, Arap örf ve zevklerini İslamileştirmesi ve din içinde bir kargaşa yaratması olmuştur. Dinin emri ile, örfün emri ile örfün kabulleri içice girmiştir. Ve "tesettür" adı altında bir tür "fesat üniforması" yaratılmıştır." [294]
Bir çok yerde Araplar'ı aşağılamayı marifet sayan Öztürk başörtüsü konsusunda Libya'nın diktatör lideri Albay Muammer Kaddafi'ye "Kadınların başörtmeleri Kur'an'ın tüm zamanlar için geçerli kıldığı bir emir değildir" dediği için methiyeler dizmektedir. [295] Burada belirmekte fayda vardır; aslında Kaddafi'nin ifadeleri tarihselcileri doğrular niteliktedir. Oysa Kur'an'ı şu an nazil olan bir kitap gibi tahayyül eden Öztürk'ün bu argümanı kullanması, bir pragmatizm örneği olmasının yanında, onun evrenselcilik iddiasının da havada kalan bir iddia olduğunu açıkça göstermektedir.
Bağcıyı nasıl döveceğini düşünmekten gözleri kararmış olan başörtüsü düşmanları için hidayet talep etmekten başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Fakat onların uzmanlığına(!) güvenerek, günah bataklığına sürüklenebilecekler için birkaç söz daha söylemekte yarar görüyoruz.
Ayette saç anlamına gelebilecek her hangi bir kelime bulunmamaktadır. Doğrudur; fakat ' yakalarınızın üzerine vurun!" emrinin insan vücudundaki yerinin de, boyna takılacak bir fuların, bele bağlanacak bir kuşağın asla gerçekleştiremeyeceği bir muhkemliği vardır.
Aslında bu muhkem ayet tarih boyunca bu derece fitne konusu olmamıştır. Çünkü muhkemdir. Şeytanların ayartılarına müsait olan, konusu aşkın ve deruni bir dünya olan, gayb ile ilgili yüksek teşbihler içeren müteşabih ayetler fitne konusu yapılabilmektedir.
Fakat [296] ayette kendilerine karşı uyarıldığımız "fitne çıkarma gayesindeki yarım gönüllü, kötü niyetli kimselerin çağdaş versiyonları muhkem bir ayeti önce müteşabih gibi idraklere sunmakta, sonra da fitne konusu haline getirmektedirler.
Tarihte başörtüsünü sorun haline getiren ilk evvela, Yahudi kabilelerinden Kaynukaoğulları'dır. Onlar çıkardıkları fitnenin bedelini, yerlerinden yurtlarından olarak ödemişlerdir. "Genç bir müslüman kadın bazı alımlarda bulunmak üzere Benûkaynuka çarşısındaki bir kuyumcu dükkanına girmişti. Buradaki yahudi delikanlılar ona laf atıp, örtüsünü açmasını alaylı bir biçimde söylediler. Pek tabii ki bu müslüman sahabi hanım bunu reddetmiştir. Ancak kuyumcu o devirde pek yaygın bir eşek şakası yaptı." [297]
Çarşının yanında geçmekte olan erkek bir müslüman hanımın kaldığı duruma sebep olan kuyumcunun kafasını uçurmuştur. Bunun üzerine diğer yahudiler de o sahabiyi şehit etmişlerdir. Bu olay gerçekleşene kadar müslümanlarla barış içerisinde Yahudiler artık Medine'de bir daha rahat yüzü görememişlerdir.
Tarihte başörtüsüne uzanan ilk kirli elin sahibi olan Kaynukaoğlulları, bu nedenle Peygamberimiz tarafından -hicretten sonra yaptıkları vatandaşlık anlaşması'nın ilgili maddesine dayanarak- sürgün edildiler. Taberi, İbn-i Sa'd ve İbn-i Hişam'da geçtiğine göre, bu yahudi kabilesinin "silahları toplandıktan sonra Medine'den çıkmalarına izin verildi; Filistin'deki Ezriat şehrine kadar gidip yerleştiler,” [298]
Bugün onların çizgisini sürdürenler ise, kadını soyarak pazarın sıradan bir meta't haline getirmeye çalışan kapitalistler ve onların fetvacısı din bilgiçleridir. Kapitalizm, başörtüsünü açgözlü, istifçi, sınırsız büyümeci, kanaatsiz gelişiminin önünde bir engel olarak görmektedir. İnkar edecek değiliz, evet başörtüsü ilerlemeye karşı simgesel bir direniştir; kapitalist büyüme modelinin önünde bir engeldir.
Başında ve kalbinde örtü taşıyanlarda istenen düzeyde hiçbir zaman gerçekleşemeyecek idealler dikte eden, şükür nedir bilmeyen kapitalist büyüme modeli kafirdir/nankördür. Hiç doymaz, fare gibi istifledikçe istifler, hep daha fazlasına gözünü diker. Bu sonsuz büyüme ve gelişme arzusunun önünde barikat olarak gördüğü başörtüsü taşıyanlar, onun sınırsız reklam ve pazarlama sektörü için uygun elemanlar değildir.
Hristiyan kadınlar yüzyılın başında örtülerinden soyutlanmışlardır. [299] Egemenlerin örtüyü sadece kiliselere özgü hale getirme siyaseti, bu sebeple/makine devrimi ile başlayıp çılgınca bir üretimin pazarda yeterince müşteri bulma kaygısı nedeni iledir ve de tesadüfi değildir. Biz bu oyuna gelmemeliyiz. Çünkü hiçbir insan ve cin şeytanının tahrifine güç yetiremeyeceği muhkem bir kitap olan Kur'an'ın Rabbimiz tarafından tahkim edilmiş değerleri vardır, elimizde.
Başörtüsü konusu kapitalizmin pazar arayışlarına ket vurmak ve tüketim kültürünün ahlaki değerlerine aykırı bir duruşu bulunmak bakımından ilginç bir konudur. Dünya üzerinde insanlığın yönetilmesinde hakim paradigma durumunda olan laik tasavvurlar ve seküler telakkiler başörtüsü'ne mesafeli durmak konusunda yerlisiyle yabanasıyla, ulusçusuyla, globali-enternasyonali ile hem fikirdirler. Bu nedenle bu konu belki de Salih (a)'in devesine karşı takınılacak tutumla benzerlikler göstermektedir. Yani kurtulmayı ve helak ile cezalandırılmayı doğurabilecek bir tutum ve tavır.
İşte bu arka plandan dolayı günümüzde başörtüsü konusu Kur'an'a yaklaşımda, onu okuma ve yorumlamada turnusol kağıdı işlevi görmektedir. Tarihselcileri ve tarih üstücülerin konuya yaklaşımlarına baktığımızda bir ortaklıklarının bulunduğunu görmekteyiz. Farklı noktalardan hareket eden bu yorumlama yöntemlerinin verilerine baktığımızda, başörtüsünün bugün hâlen tıpkı namaz gibi bir ibadet ve inanç olduğuna ilişkin hiçbir sarih açıklamaya rastlayamadık. Tam tersine kuşku uyandırıcı, lafı eveleyip geveleyici, sözü döndürüp dolaştırıcı, kelimeleri yerlerinden kaydırmakla sonuçlanabilecek ifadelerle bol bol karşılaştık. [300]
Sözde evrenselciler sözün tabii bağlamını hesaba katmadan Kur'an'ın ilke ve davranış modellerini anlamaya kalktıklarında, onu hem gereksiz olarak genişleyen, hem de bazen keyfi olarak nesh edilen bir kitap haline getirmektedirler. Mesela, tesettürün ana unsurlarından biri olan başörtüsünü, kullandıkları bu yöntem nedeniyle Kur'an’i bir hakikat olmaktan çıkarmaya gayret etmektedirler.
Oysa sahabenin ve ondan sonraki tüm müslüman kuşakların aklına gelmeyen yeni bir yorum, ilahi mesajın içine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Yaşar Nuri Öztürk bu konuda yalnız değildir. Mesela cehennemin ateşini bile sembolik olarak yorumlayan, orayı zalimlerin cezalarını çekecekleri bir yer değil de, tedavi gördükten sonra çıkacakları bir rehabilitasyon merkezi olarak niteleyen Hüseyin Hatemi başörtüsüne de aynı muameleyi yapmaya kalkmıştır. O ve onun gibi diğer tarih üstücüler Kur'an'ın mahfuz lafzına modern yorumlar takdir etme cesaretini kendilerinde bulmalarına sebep olmaktadır. Hâtemî'nin bu bâtınîlik yöntemi ile modern bir sapmanın tipik örneğini Nur suresi 31. ayet üzerinde denemiştir. O, ayette "baş açma yasağının açıkça belirtilmediğini, başörtüsü ile ilgili bir serâhatin Kur'an'da bulunmadığını" [301] söyleyebilme cesaretini bize göre, söz konusu yöntemin verdiği rahatlıktan almaktadır.
Metne çağrışımlarla ve ön yargılarla yepyeni anlamlar giydirme çabası içinde olan geçmiş yüzyıllarda İslam dünyasında yaşamış Batınîler gibi sözde evrenselciler de Kur'an karşısındaki kendi indî konumlarını fazlası ile önemsemişlerdir. Oysa Kur'an metninin tek bir doğru anlamı olabilir; onun grameri ve fiili uygulaması olan Rasulullah'ın sünneti anlamı belirleyen, kısıtlayan, sınırlayan, tahkim eden bir işleve sahipken bu şekilde hareket etmek kabul edilecek bir tutum değildir.
Yorumun sınırlarını, gramerden de önce belirleyecek olan. Kur'an ahlaklıdır. Bu ahlakın temel ilkelerine riayet etmeden yapılan tefsir çabaları, son tahlilde yanlışlarla dolu olacaktır. Çünkü, tağutun adı ile yapılan her anlama ve gündeme getirme gayreti, "Allah'ın adı ile" başlanmayan her iş gibi, Kur'an'ın amacına değil, münafıkların fitne çıkarma sevdasına hizmet edecektir. [302]
Reşad Halife isimli Mısır kökenli Amerikan vatandaşının Bahaîler'den aldığı cifr hesabına benzeyen ondokuz harfine dayalı bir sisteme kendini kaptıran Edip Yüksel, harflerde var olduğunu vehmettiği gizli anlamın büyüsüne kapılarak hızını alamayıp, bize mütevatir bir şekilde gelen Kur'an'ın bazı ayetlerini inkar etmeye kadar işi vardırmıştır. Tevbe Suresi'nin son iki ayetini çıkararak, Amerika'da Türkçe bir meal de bastıran Edip Yüksel tıpkı mürşidi Reşad Halife' gibi kendini rasul ilan etmektedir.
Kur'an'ın kesin haberle bize aktarılışmı ve Peygamberimizin kesintisiz bir uygulama ile bize aktarılan sünnetini reddeden bu modern söylem de evrenselcilik yöntemi ile hareket etmektedir. Yaşar Nuri ile bir çok benzerlikleri bulunan bu söylem'in belirgin özelliği, Kur'an karşısında Muhammed (s)'in rolünü postacılığa indirgeyip kendilerinin bir çok ayetin anlamını ondan daha iyi anlayıp daha iyi yaşayacaklarını iddia etmektir.
Yalnız Kur'an sloganı ile ve rasul kavramının kelime anlamlarından hareketle, Kur'an'da bu kelimeye takdir edilen kavram anlamının görmezden gelip, Kur'an'ın tebliğcisi çağdaş taşıyıcıların da rasul olabileceğini iddia eden Edip Yüksel ile Yaşar Nuri arasında ince bir çizgi bulunmaktadır. Kur'an'a dilediği gibi -harflerin, rakamların büyülü dünyasından hareketle- anlam takdir etme hakkını doğurmak için kendini rasul ilan eden Edip Yüksel'in söylediklerini Yaşar Nuri Öztürk kendisine yakıştırdığı "çıplak uyarıcı" sıfatının muhtevasını tıpkı E. Yüksel gibi doldurarak yapmaktadır.
Vahiy veya birtakım ilahi işaretler aldıklarını iddia eden bu modern bâtınîler, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s)'nın aklına bile getiremeyeceği manaları Kur'an'a takdir etme hakkını kendilerinde görmektedirler. Böyle bir halet-i ruhiye ile hareket ettiklerinden dolayı, ondokuz rakamının kutsallığına dayalı bir sistemi Kur'an'a onaylatmaya kalkmakta, sisteme uymayan ayetleri inkar etmekte, çağdaş zihniyetle çelişen İslam'ın şiarlarını ve uygulamalarını hafife almakta hatta topyekun bir savaş açmaktadırlar. Kur'an'da 19 harften oluşan cümle bütünlükleri arayışındaki bu sistem gerektiğinde "ve", "ma", "hu" gibi edat ve zamirleri kelime saymamakta gerektiğinde "ev", "min", "la" gibilerini kelime saymaktadır. Hemze ve ye harflerini bazen adet olarak saymakta bazen saymamaktadır. Böylece adeta bir bir harf ve sayı hokkabazlığı ile kurrnaya çalıştığı 19 sistematiği ile Kur'an metninin muhkemliğini zedelemeye çabalamaktadır. Güya bu sistematiğe uymadığı için de Tevbe Suresinin son iki ayetini inkara kalkışmaktadır. [303]
Tağutların zulmüne karşı tavır almak yerine ilginç ve orijinal olduğu düşünülen sorularla medyatik olmanın dayanılmaz büyüsüne kapılan bu tür çabalar İslam ümmetinin vicdanında mahkum edilmiş umduğu başarıyı hiçbir zaman yakalayamamıştır. [304]
Zalimlere karşı alçak gönüllü, mazlumlara karşı sert tavırlı Y. N. Öztürk ve diğer modern Bâtınîler -yukarıdaki başlıklarda izah etmeye çalıştığımız gibi- ayetleri, geleneksel çevrelerin hurafelerini tahkir etmek için kullanmaktadır. Şüphesiz dinin safiyetini bozan her yanlışa karşı tavır almalı, sineye çekerek örfleşmesini engellemeliyiz. Fakat bunu yaparken de Kur'an'da Rabbimizin, bize temel ilkelerini öğrettiği bir yöntem takip etmeliyiz.
Bize göre Allah'ın dini konusunda bazı yanlışları olan gelenekten -mirasla İslam'a sahip olanları- dini öğrenenlere karşı, Ehl-i Kitab ile olan ilişkilerde Peygamberimize ve arkadaşlarına, Kur'an'da salık verilen yumuşak tutumu örnek almak gerekmektedir.
Güzel bir üslupla ıslah etme çabası içinde olunması gerekirken, kendini savunmaktan aciz gariban kesimi, sistemin güç odaklarını yanına alarak tahkir etmek, onları düzeltmediği gibi, hurafelerine daha da bir sarılıp yapışmaya sevk etmektedir. Çünkü iyi niyetinden kuşku duyulamayacak kadar Allah'a bağlı bu kesimler, tutundukları bu çürük dallar da ellerinden gittiğinde, kendilerine modernistlerce teklif edilen reformizm uçurumuna düşeceklerini çok iyi bilecek kadar da irfan sahibidirler.
Çağdaş şirkin tuzaklanna karşı insanlan uyarmak için hiçbir gayret Söstermeyip -çağdaş Firavunlara ve Ebû Cehillere karşı alçakgönüllü tavır takınıp- sadece halkın tahrife uğratılmış, bulandırılmış din anlayışını gündeme getirmek doğru bir tutum değildir. Çünkü öncelikli hedef ve suçlu düşman, iktidarda olmanın sağladığı imkanlarla hayatı yönlendirebilmekte olandır. Geniş halk yığınlarını sürekli destekleyip derinleşmesi için çaba sarfettikleri küfrün karanlığında tutan çağdaş tağutlara karşı alçak gönüllü bir tutum takınıp, zayıf bırakılmış, hakları ellerinden alınmış büyük bir kitleyi "tek hedef tahtası" olarak görmek, akla müstekbirlerle beraber hareket edildiği ihtimalini getirmektedir.
Sorumluluğunun idrakine varmış müminler olarak görevimiz; hem şeytan adına hareket edenlere, hem Allah adına hareket edenlere, hem soldan yaklaşan şeytanlara hem sağdan yaklaşan şeytanlara, hem aldatanlara hem de aldatılanlara karşı "uyan vazifesi"ni yerine getirmektir. Tuğyan içre olup Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyip taşkınlık yapan, bozgunculuk yapan ve ma'ruf olan her şeye karşı savaş açan, iktidarların kirli emellerine hizmet etmek için Kur'an'ın kelimelerini yerinden edip tahrif etmeye kalkışan, ilahi vahyi zalimlerin hizmetine sunarak kurban etmeye çalışan Sâmirilerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak da aslî görevlerimiz arasındadır.
Kafirlerin söylentilerine ve itirazlarına kanarak garrayı/dünyanın geçici menfaatlerine kapılıp ilahi vahyin muhkem ayetlerini, nefsin kötü arzularına veya müstekbirler lehine yorumlamak haramdır; böyle bir meyilden Peygamberimizin şahsında tüm müminler sakmdırılmıştır:
"O halde (Ey peygamber! Sırf zalimler hoşlanmıyorlar diye ve) onların 'niçin ona gökten bir hazine inmedi' ya da 'niçin onunla (gözle görülebilir) bir melek gelmedi' diye söylenmelerinden ötürü yüreğin daralıyor diye, sana vahyedilen mesajın bir kısmını gözardı etmen hiç doğru olur mu? (Unutma ki), sen sadece bir uyarıcısın; Allah ise her şeyin üzerinde bir gözetici olarak bulunuyor." [305]
Tarihselcilerin ve sözde "evrenselci modernistler"in, hakim moda paradigma lehine bazı ilahi hakikatleri feda etme -kurban etme- çabası yukarıdaki ayette yer alan uyarının şümulünde olsa gerek. Maddi menfaat umarak veya hem soldan hem de sağdan yaklaşan şeytanın ayartmalarına kanarak, Kur'an'ın bütünlüğünü koparan Ehl-i Kitap gibi olmayalım diye, Rabbimiz bizleri uyarmaktadır:
"(Bir ilahi kelam bağışladık sana) tıpkı onu (sonradan) bölüp parçalayanlara indirdiğimiz gibi. İşte onlar (şimdi) Kur'an'ı tutarsız, insicamsız bir anlam (demeti) olarak göstermek istiyorlar." [306]
Allah'ın kendilerine haksızlık yapacağından korkacak kadar iman ilkelerine uzak olup dünya menfaatlerini önceleyen-ahirete gereğince iman etmeyenler, Kttab'ın ayetleri arasında ayırım yaparlar; şahsi menfaatlerini inançlarına önceleyen bu tür insanlar bazı ilahi hükümleri -zalimlerle ilişkilerde sorun teşkil etmeyenleri- öne çıkarırlarken diğer kısmını yorumlayarak, tahrif ederek, olmadı inkar ederek yürürlükten kaldırmaya çalışırlar. Sonsuz rahmetinin bir tezahürü olarak kullarına rehberlik etmek için bilgi hazinelerinden vahiy demetleri indiren Yüce Allah, küfrün karanlığını delip geçen imanın aydınlığına karşı oluşabilecek düşmanlıkların türünü de Kitap'ta açıklamıştır. İmanda pazarlık yapan, şahsi menfaatlerine uygun bir kitap talep eden yarım gönüllü, kalbi hastalıklı bu kimselerin niteliklerini daha açık bir şekilde Nûr Sûresi'nden okuyalım:
"Gerçek şu ki; Biz hakikati bütün açıklığıyla ortaya koyan mesajlar indirdik; fakat yine de Allah (doğru yola gerçekten ulaştırılmak) isteyen kimseyi doğru yola eriştirir. Çünkü niceleri 'Allah'a ve Rasûl'e inandık, itaat ettik' derler de, sonra onlardan bir kısmı, bu (sözlerine) rağmen (sözünden) cayarlar; işte böyleleri hiçbir zaman (gerçek) müminler değildirler.
Ve (böyleleri) aralarında 'ilahi kitap hüküm versin diye' Allah'a ve O'nun rasulüne çağırıldıklarında, onlardan bir kısmı hemen yüz çevirir; ama (bu yüz çevirenler) bir de hüküm kendilerinden yana gözükmeye görsün, hemen boyun eğerek kabul ederler! Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa (bunun ilahi mesaj olduğundan) şüphemi ediyorlar? Yahut Allah'ın ve elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır (kendilerine) haksızlık yapan onların (yine) kendileridir!" [307]
"Evrenselciler"in evrenselcilik vurgusu aslında, çoğu zaman samimiyetten yoksundur. Eğer samimi olsaydı, başörtüsü ile ilgili ulaştığı sonuç, hiç de "onun Kur'an’i bir emir olduğunu reddetmek" şeklinde olmazdı. Büyük zaaflar taşıyan bu yaklaşım şekli ilk muhatapları, Rasulullah'ı ve sünnetini, nüzul ortamını göz ardı etmekte, bunun yerine ise reel politiği (icâbât-ı vakt-i hali) önemsemektedir.
Tarih üstücülükle, bâtmîliği ve rölativizimi harmanlayan sözde evrenselciler, incelediğimiz örneklerde de görüldüğü gibi, bu tefsir şeklini global sekülerleştirmenin fetva kaynağı olarak kullanmaktadırlar. Bir başka deyişle uhrevî olanı unutturup, dünyevî olana meftun etmenin temellerini, Kur'an ile kutsanmış bir kılığa büründürerek gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Çoğu zaman yeni yetme, âfâkî yorumlarıyla sözde evrenselcilerin yaptığı faaliyet en kestirme ifadesiyle "reformculuk" diye isimlendirilmeyi hak etmektedir.
Sözde Kur'an merkezli İslam, uluslararası şirkin bir yansıması olan 'ulusal siyaset'e hizmet etmektedir. Tağutları razı etmek, Allah'ı razı etmekten daha öncelikli hale geldiğinde ise, kelamullahın etkinliği beşeri olanın lehine feda edilmiş olmaktadır. Çünkü Kur'an'ın dönüştürmek için indiği hayat ile gerçek irtibatını koparan bu yaklaşım, detay konuları abartarak Rabbimizin yaşadığımız ortamdaki yasama, yürütme ve yargı alanında egemen cahiliyye kadrolarının kurumlaştırdıklan zulümlere karşı bize yüklediği görevleri hiç gündemlerine almamaktadır. Böylece sözde Kur'an uzmanları, ilâhî olanı kullanarak halkı suskun, uzlaşmacı, sığınmacı bir ahlaki tutum takınmaya teşvik etmektedirler.
İnsanların Kur'an'a yönelen ilgisini, sürekli ihtilafları gündeme getirerek korkutan modern Sâmirîler Yüce Allah'ın muhkem ve yalın mesajını kapalı, çetrefilli ve içinden çıkılmaz sorunlar yumağı gibi göstermek suretiyle Şeytan'a hizmete kendilerini adamış olmaktadırlar. Modern Sâmirîler, tahrife uğramış veya bulanmış bidatleri eleştirmede Kur'an’i nassları aşağılama aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu sözde evrenselciler laik, ulusçu, vatancı, devletçi tezleri "Kur'an İslamı" terkibiyle dile getirerek ciddi bir şaşırtmaca ile geniş kitleleri aldatmaya çalışmaktadırlar.
Bu modernist ulusçu-evrenselciler (!) Peygamberimizi Kitab'ı mektup gibi bize bırakıp giden postacı durumuna düşürmektedirler. Onun ayetleri nasıl anlayıp, uyguladığını kale almamaktadırlar. Onlar kendilerini Peygamberimiz gibi, hatta daha üst seviyede hissetmektedirler. Çağdaş risalet iddiası ile kendilerini "buğday ambarında gören" bu zevata göre; peygamber yüzyıllar öncesinde yaşamış bir insandır, öyleyse o günümüzün dünyasındaki sorunları çözecek model uygulamaların sahibi olamazmış; bu yüzden de Kur'an'ın şeriatını/hükümlerini içtihatla -aslında hevâ demek daha doğru olur- yeniden günümüz şartlarını esas alacak şekilde yorumlamak gerekirmiş.
Kur'an'ın Ali İmran Suresi, 97. ayetinde geçen hacca gitmek için gereken istitaat şartını yorumladıktan sonra Y. N. Öztürk reel politiğe göre oluşan kendi mevcut görüşünü nasıl da Kur'an'a söyletmek için çırpındığını aşağıdaki satırlar yeterince ispatlamaktadır.
"Bugünkü Türkiye'de haccın temel şartlarından biri olan istitaat şartı gerçekleşmemektedir, askıdadır." [308]
Sözde evrenselciler başlığı altında değerlendirdiğimiz faaliyetlerin çok homojen olduğunu söylemek tabii ki mümkün değildir. Bu akımdan bazıları bâtınîliği esas alarak, bazıları ise zâhirîliği esas alarak hareket etmektedirler. Geçmişinde iç içe olduğu kültürün etkilerinden sıyrılmadan Kur'an'a vurgu yapmanın handikapları bazılarında açıkça görülmektedir. Diğer bir kesim ise; Kur'an'ın hükümlerinin geçersizliğini açıkça iddia etmek yerine, modern dünyanın görece kalıplarını, insanları sadece midesinden değil bütün benliğinden kuşatan boyutlarını, suni olgu ve olaylarını bahane ederek ilâhî nassları pervasızca tartışmaya açmaktan çekinmemektedir.
Görüldüğü gibi dinin direklerinin sarsılıp yıkılmaması için ilahi denetim altında oluşmuş Rasulullah'ın şahitliği, çok önemlidir. Ki bu şahitliğin önemine işaret eden çok sayıda ayet vardır. Bu nedenle Peygamberimizin Kur'an'ın tanıklığını yapma görevi, kendinden menkul değil, bizzat Rabbimizin yönlendirmesi ve buyrukları sebebiyledir. Kur'an'ın temel konularını nasıl anladığı ve nasıl yaşadığına dair bize vazgeçilmez bir öncülük-örneklik yapan Peygamberimizin Sünnet'ini önemsizleştiren "Modern Bâtınîler" aslında, kendilerini Allah'tan daha çok sorumlu hissettikleri makamların sünnetlerine yer açma telaşındadırlar.
Bu makamlar, kendi hevaları ve kullukla yükümlü hissettikleri tağuti otoritelerdir. Çağdaş tahrif çabalarında işin asıl vehameti ise; bu kimselerin kendilerini "Kur'an merkezli İslam" projesi ile halka takdim ediyor oluşlarıdır. Modenizmin gözlüğü ile Kur'an'a bakan bu sözde evrenselci akım, ilahi vahyi gündeme getirirken nasrullahtan/Allah'ın dininin yardımcılarından olmak gibi sahici bir niyet taşıyor değildir; dünyevileştirici işlevini gizlemek için, çirkin yüzünü dînî bir söylemin ardına gizlemektedir.
Biz Rabbimizin üzerimize yüklemiş olduğu sorumlulukla Kur'an'ı istismar ederek, câri sistemin meşrulaştırılmasında onu fetva aracı olarak kullanmak isteyen kimselere karşı çevremizi uyarmamız gerektiğine inanıyoruz. "Dikkat edin! Şeytan sizi Allah'ın adı ile aldatmasın" Kur'an’i ilkesini, bıkmadan usanmadan, kötülüğe meyyal olan kendi nefislerimize ve yüreğini ilahi vahyin tertemiz öğütlerine açık tutan herkese hatırlatıyoruz.
"Ey insanlar! Allah'ın va'di gerçektir, sakın ğârra/bu dünya hayatının (geçici süslerinin) sizi ayartmasına ve Allah hakkındaki (kendi) çarpık düşüncelerinizin sizi saptırmasına, izin vermeyin." [309]
Apaçık reformu, Rasulullah'ın örnek tanıklığını bize taşıyan sünneti hiçe saymayı, ulusçuluğu, bâtinîliği bir birine katıp karıştıran sözde evrenselcilerle tarihselcilerin en önemli ortak yanları ilahi kelamın yorumlanması esnasında merkeze kendilerini koymalarıdır. Bu yanlışın sonucunda ilahi vahyin korunmuş metni olan Kur'an'ın hükümleri tahrifle, ta'tille ve neshle karşı karşıya kalmış olmaktadır.
Kur'an'ı her şeyi söyleyebilen bir metin gibi diledikleri şekilde yorumlamaya kalkışan mealci geleneğin verileri evrenselciler tarafından yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Özellikle Yaşar Nuri örneğinde bu çok somut olarak sırıtmaktadır. Sözlüklerin verilerinden de yararlanan bu çağdaş bâtınîliğin ortaya çıkan izlerine baktığımızda karşılaştığımız sonuç şudur:
"Anlamı metin içinde aramak" adına, Kur'an lafızlarından sekülerlaik ve ulusçu bir hayat tarzı için yorum sağmak...
Kur'an'ı "gramatik tarihsel bir metin" olarak gören tarihselcilere karşın, tarih üstücü sözde evrenselciler onu, "mesajı buharlaştırabilecek bir metin" olarak görmektedirler. Tarihselciler Kur'an'ın günümüze hitabetmesi hususunda lâkayd bir tutum sergilerlerken, sözde evrenselciler Kur'an'ın ma'hûdu/ilk muhataplarının arkaplanı -ya da nüzul ortamı- ve Rasulullah'ın bize sadık haberlerle, mütevatir uygulamalarla aktarılan örnek davranışlarına karşı lâkayd bir tutum takınmaktadırlar. [310] Şüphesiz her ikisi de belirleyici olarak "modern dünyanın verileri"ni takdim etmek suretiyle Kur'an'ı ikincil bir kaynak durumuna düşürmüş olmaktadırlar. [311]
Kendisini müslüman olarak tanımlayan hiç kimsenin Kur'an'dan bağımsız bir yönteme dayalı olarak, Kur'an'a muhalif fikir ve amel tasarımları geliştirmeye hakkı olamaz. Yine hiçbir müminin Kur'an'dan bağımsız kaynaklara dayanarak, İslam'ı biçimlendirmeye kalkışması olacak şey değildir. Tabiiki, zaaflarla dolu insan hayatının durmadan değişen şartları karşısında Kelam-ı İlahi'nin söze dayalı olarak biçimlenmiş ve ilahi mesajın sınırlarının belirlenmiş olması dini muhkemleştiren en önemli dayanağımızdır. Bu sebeptendir ki, Kur'an'ın kaynak oluşunu hiçbir müslümanın sorgulama hakkını kendinde görmesi, vehmetmesi mümkün değildir. Her şeyden önce insana indirilmiş olan Kur'an'ın akla hitap etmesi bile, onaylanmış ikincil derecede bir kaynağın hemencecik doğmasına sebep olmaktadır. Bu durumda Kur'an'ın tescil edeceği bazı kaynakların olduğunda kuşku yoktur.
Peki hangi kaynaklar Kur'an'a rağmen değil de Kur'an'ın onayına göre bir değer taşımaktadır? Bize göre temelde üç kaynak Kur'an'ın onayından geçmekte, birçok ayet onları meşrulaştıncı söndermeler içermektedir.
Bunları üç grupta mütâlâa etmek mümkündür: Dilbilim Eserleri, Nüzul Ortamı, Rasulullah'ın Sünneti. [312]
"Biz her elçiyi yalnız kendi halkının diliyle gönderdik ki, onlara (İlahi mesajı) açıklasınlar. Allah dilediğini saptırır; dilediğini doğru yola iletir, O Azizdir, hikmet sahibidir." [313]
Sözlü ya da yazılı bir metinden yararlanırken, eğer o kaynak kendi ana dilimizde değilse, ya o dili öğrenmek yada o dilin tercümesini yapanlara başvurmak zorunlu hale gelmektedir. Kur'an Arapça indirilmiş bir kitaptır. Bu gerçeği, iman edip kendini tefhim, tefsir ameliyesi süreci içinde gören hiç kimse göz ardı edemez. "Kur'an Allah'ın kelamı, O'nun konuşması, O'nun sözü olduğuna göre evvel emirde dille alakalıdır; dilsel bir olgudur. [314]
Dilin beşeri-dünyevi oluşu ve belli bir duruma bağlı olarak -somut bir biçimde- meydana gelişi, onun anlam aktarma ve anlam üretme yeteneğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle söz konusu yetenekten ancak, dilin soyut kurallar tarafından oluşmadığını bilenler yararlanabilirler. Ayrıca spekülatif yorumsama çabalarının sınırsız isteklerini karşılamak için hiçbir dil uygun değ'ldir. Bütün diller gerçek kurallar tarafından yönetilirler.
Her dil için geçerli olan somut kurallar tarafından belirlenme Kur'an dili olan Arapça için de geçerlidir. Zaten bu sebeple, Kur'an'ın Arapça indirilmesi de, onun ilk muhatapları tarafından daha iyi anlaşılması içindir. Allah'ın ana dili Arapça olan birini peygamber seçmesi ve ilahi mesajın ilk muhataplarının Arap oluşu Kur'an'ın Arapça olmasını gerektirmiştir. Bu durumda mesajı Araplarla ve ilk muhataplarla sınırlı olmayan Kur'an'ın dilini öğrenmek, onu doğru anlamanın önemli araçlarından biridir.
Öte yandan Yüce Allah'ın her elçiyi kendi toplumunun dili ile göndermesi; O'nun sünnetinden/değişmez yasalarındandır. Aksi takdirde muanzlar "bu elçinin dili yabancı" diye tepki gösterecek, haklı olarak anlayacakları dilde bir mesaj isteyeceklerdi. Yukarıdadaki ayet bu konuda söylenmesi gereken her şeyi özetleyecek mahiyettedir. [315]
Sünnetullah gereğince, ilk muhatapların dilinin Arapça oluşu, Kur'an dilinin de Arapça olmasını zorunlu kılmıştır. Arapça, vahyin ilk muhataplarının ana dili olması hasebiyle, "kolay anlaşılsın diye" Rabbimiz tarafından seçilmiştir. Aksi takdirde bu mesajdan bir şey anlamadıklarını ifade edenler çıkacak, hatta bazı müşriklerin yaptığı gibi Peygamberimiz, "kaynağı yabancı insanlar olan bir sözün tebliğcisi" diye suçlanacaktı. Kelam-ı İlahi'nin niçin Arapça indirildiğinin gerekçesini Fussilet Suresi'nin 44. ayetinden dinleyelim:
"Eğer bu (ilahi kelamın) Arapça dışında bir dilde bir hitabe olmasını dileseydik, onlar bu defa, 'neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında indirilmiş bir mesaj ve bîr Arap elçi?' diyeceklerdi..."
Kur'an'ın Arapça bir kitap olduğunu beyan eden ayetleri iki grupta mütalaa edebiliriz: Lisan vurgusunu öne çıkaran ayetler, apaçıklık vurgusunu öne çıkaran ayetler. [316]
"Biz onu Arapça bir metin olarak indirdik ki, aklınızı kullanarak belki onu kavrayıp özümsersiniz." [317]
Bu gruptaki ayetlerde çapraşıklıklardan, eğriliklerden arındırılmış, pürüzsüz bir Arapça; Kur'an'ın sıfatıdır. O sıfat göz ardı edildiğinde, Kur'an'ın en önemli özelliklerinden biri yok olmuş olur. O halde hiçbir tercüme Kur'an değildir; onun meali, tercümesi veya tefsiridir. [318]
Mubîn, müyesser, müfesser, musarraf gibi sıfatlar taşıyan ilahi kelamı Yüce Allah, insanlar anlama cehdi esnasında "bunalımlar geçirsin veya kendilerince deryalar dolusu anlamlar takdir etsinler" diye indirmemiştir.
Kur'an, "insanlar tarafından anlaşılabilsin diye" mubîn/apaçık, pürüzsüz bir Arapça ile indirilmiştir. Yüce Allah, Kur'an'ı Arapça indirmesinin gerekçesini "Akledilebilsin/üzerinde düşünülebilsin diye şeklinde [319] açıklamaktadır.
Apaçıklık, anlaşılırhk Kur'an'ın sıfatları arasındadır. İlahi kelamın bu yönü bir çok defa ayetlerde de dile getirilmiştir. Fakat burada söz konusu ettiğimiz ayetlerde ise "Arapça" vurgusu ile birlikte "apaçıktık, anlaşılırlık, kolaylaştırılmıştık" dile getirilmiştir.
Öte yandan müyesserlik/Allah Teala'nın kolaylaştırması ise, Rasulullah'ın dili olan Arapça'da söz konusudur; yoksa bütün dillerin tercümelerinde değil:
"Böylece Biz bu (ilahi kelamı) senin dilinde kolay anlaşılır kıldık ki, insanlar düşünüp ondan ders alabilsinler." [320]
Uzmanlık gerektiren konuların anlaşılması bir yana, Kur'an'ın genel mesajının apaçık oluşu, hem derin düşünüş sahipleri için hem de belli bir eğitimden geçmeyenler için söz konusudur. Özellikle yüzyıllardır tekrarlanagelen mesellerin Kur'an'da çok sayıda örneğinin bulunması, mektepli-alaylı ayırımının önemini ortadan kaldınrcasına anlamın bir çırpıda oluşmasını sağlamaktadır. Örneğin "kitap yüklü eşekler", "aslandan kaçan yaban eşeğine benzeyenler", "karınlarına ateş dolduranlar", "kalınlaşarak gövdesi üzerine dikilen bir ekin gibi olanlar" v.b.5 [321]
Tevâvzû sahibi, muttaki kullarının arınmada rehberi olsun diye Kitab'ı indiren Yüce Allah kelamım -entelektüel kaygı sahiplerinin yaptıkları gibi- kapalı, çetrefilli bir yapıda değil, apaçık bir dille ve apaçık bir muhteva ile indirmiştir. Kalbini hakikatin ışıklarına kapatmayan ve gönlünü Kur'an'ın tezkiyesine açan insanlar için ilahi hitap, fıkhetme gayretlerini boşa çıkarmayacak bir evsaftadır. Bu vasfı ise daimi bir ilahi koruma va'di altında tutulmaktadır.
Kur'an'ın mubîn oluşunu vurgulayan çok sayıda ayetten birini örnek olarak okuyalım:
"Elif-Lâm-Râ. Bunlar ilahi kitabın -kendisi açık olan ve hakkı açıkça gösteren bir İlâhi okuma metninin/Kur'an'ın ayetleridir." [322]
Anlamak, hidayete ermek isteyen muttakiler için kolaylaştırılmıştır. Ancak bu kolaylaştırma, mesajının anlaşılabilmesi ve yaşanmasında güçlük çıkarmayı amaçlayan bir okuma parçası olmadığı manasındadır. Yoksa, yüzeysel yapmak, ayetlerin muhtevasına yerleştirilmiş bulunan hikmetli derinliğini, sözün i'cazını yok etmek, edebi sanatları kullanmamak anlamında değildir, öte yandan ilahi mesajın sorumluluğunun taşınması "her zorlukla beraber bir kolaylık vardır" prensibine bağımlı olup, kolaylaştırılmış olan mesajın Kur'an dilindeki anlamıdır:
"Biz onu senin diline/ilahi kelamın Arapça lafızlara dönüşmüş şeklinde kolaylaştırdık ki, onunla muttakileri müjdeleyesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarasın." [323]
Bölüm bölüm açıklanmıştır. Kur'an'ın genel mesajı her bölümde bıktırmayacak şekilde tekrar edilmiş, açıklanmıştır. Yeryüzünde müminlere rehberlik edecek Kitap ve hikmete ilişkin yeterince açıklama yapan Rabbimiz onu genişçe izah etmiştir. Hidayet amacına uygun olarak gerekli her konuda temel açıklamalar yapan Yüce Allah, müminlere hayatın tüm sorunlarını çözecek bir perspektif kazandıracak kadar bilgi vermiştir. Öyleyse Kur'an, hiçbir düşüncenin yedeği, hiçbir ideolojinin yaması olarak kullanılamaz.
En'am Suresi (6), 55. ayeti örnek olarak okuyalım:
"Böylece mesajlarımızı mufassal olarak/açık şekilde anlatıyoruz ki, mücrimlerin/günaha batmış olanların yolu (dürüst ve erdemlilerden) ayırt edilebilsin." [324]
Evirip çevirip, türlü türlü biçimlerde açıklanmıştır. Rabliğinde ortak tanımayan, hakimler hakimi olan Yüce Allah, mesajını dönüp dolaşıp türlü şekillerde, çokça unutan insanoğluna tasrif etmiştir. İlahi kelam, temel mesajı az sözle çok şey anlatacak biçimde dile getirmektedir. Bu yüzden insanların kendilerince anlam takdirine, izahına ihtiyaç duymamaktadır. Kelime sıkıntısı çekmeyen Rabbimiz evirip çevirip mesajını anlatmaktadır ki, insanların fıkh ederek anlamakla ilgili bir bahaneleri kalmasın. Bu bağlamda Kur'an; tekrarlardan kaçınan, mekanize edilmiş çıplak bilgi vermeyi gaye edinen beşeri çalışmalardan çok farklıdır. Çünkü ilahi kelam ile Rabbimiz salt bilgi vermeyi değil; bilinç, inanç oluşturmayı, eyleme yöneltmeyi dilemiştir.
Bilindiği gibi metnini okumakta olduğumuz Kur'an, konuşma dili olan "hitap" şeklinde indirilmiştir. Yazıya geçirildiği halde, bu üslubunu halen korumaya devam ediyor olması onun hem i'cazına hem de korunmuşluğuna delalet etmektedir. Beşeri eserlerde evirip çevirip bir konu üzerinde durmak; okuyanları, dinleyenleri sıktığı halde Kur'an için böyle bir sorun yaşanmamaktadır. Çünkü o, ilahi bir kitaptır.
Kur'an'ın musarraf sıfatını vurgulayan bir örnek ayet okuyalım:
"...Bakın mesajlarımızı nasıl musarraf/evirip çevirip çok yönlü olarak dile getiriyoruz. Ama hala küçümseyerek yüz çeviriyorlar." [325]
Yüce Allah kelamını beşere söz yolu ile hitâbedecek şekilde indirmiştir. Öyleyse dilbilimle ilgili her çaba, Kur'an'ı anlamada bir katkı sağlayabilecek imkanları bünyesinde taşımaktadır.
Gaybî boyutu bir yana bizim idrak alanımızdan baktığımızda Rabbimiz'in Kur'an'ı insanlara iletmek için, "sözlü bir hitap yolu ile" indirdiğini söyleyebiliriz.
Sözlü bir hitabın yazılı kaynağı olan Kur'an bu sebeple bir dilbilim faaliyetidir. O halde bazı filolojik çalışma biçimlerinden ve bu konuda yazılmış eserlerden birer araç olarak -amaç değil- anlama ulaşmada faydalanmak gerekmektedir. Çok sayıda dilbilim faaliyetinden söz etmek mümkündür. Fakat ilk etapta akla gelen dilbilim çalışmalarından bazıları şunlardır:
Lügat Kitapları: Lafızların tekil manalarının delaletlerini ortaya koymak amacı ile yapılmış çalışmalardır. Sözcükleri tek tek ele alır. Kök anlamlarını ve türevlerini parça parça veren bir yöntemle yapılmış çalışmalardır. Sözlüklerde kelimelerin lafızları, ruhsuz cesetler gibidirler. Bu kelimelerin ruh kazanması hayat içinde bir şeye karşılık olarak kullanılması ile mümkün olabilmektedir.
İştikak Kitapları: Tekil lafızların diğer lafızlarla olan münasebetlerini açığa çıkarmak için yapılmış çalışmaların terim adıdır. Kelimelerin türevlerini ve ifade ettikleri manaları bulur. Yapısal değişiklikler geçirirken kelimelerin nasıl bir muhteva kazandıklarını ortaya koyar.
Sarf-Nahiv Kitapları: Bileşik lafızlara arız olan i'rab hükümlerini öğretmeyi amaçlayan eserlerdir. Dil bilgisi kuralları istisnalarıyla ve bir çok örnekleriyle birlikte ortaya konulur. [326]
Dilin sahici yönlerine bağlılık, insanların hayal gücünü sınırlayan, metinde olmayan anlamlara engelleyen bir prensip olup, yorumun grameri kuşatıp ona ihanet edercesine haddini aşmasını önleyecektir.
Yorumcunun metin karşısındaki konumu, belli bir ölçüye dayanmazsa istenilen anlam istenildiği gibi çıkarılabilecektir.
"Yorumun grameri belirlemesi" hatta gerçek anlama ihanet etmesi çabalarına sık sık günlük hayatta rastlamak mümkündür. Bu en çok tarihi şahsiyetlerle ilgili olarak yapılır. Bu yolla birtakım kitaplardan yapılan alıntılarında yardımı ile, hayatı boyunca Kur'an şeriatından ayrılmamış bir kişi Din'e zararlı ilan edilebilir; yaşamı boyunca Din'e balta vurmak için çalışmış bir kişi "gerçek dindar"olarak gösterilebilir.
Yorumun grameri nasıl da kuşatma altına aldığını son derece özgün örneklerle ortaya koyan Şakir Kocabaşın "İfadelerin Gramatik Ayırımı" adlı eserinden bir iki örnek alıntı yapmak istiyoruz. Birinci alıntımız, gramerin bağlamının aynı zamanda anlamın da takdiri için özünde yeterli ölçüde ipuçlarını taşıdığına ilişkindir:
"Bir para atışında tura gelmesi şansı, 0,5'tir" ifadesi ile "Kainat, şans sonucu ortaya çıkmıştır" ifadesi aynı gramer içinde olamaz. Çünkü önceki ifade için "inanıyor musun?" diye sormak anlamsızdır; halbuki ikinci ifade için öyle değil. Her iki cümlede de "şans" kelimesi kullanılmaktadır." [327]
Karşı karşıya bulunulan metne anlamın takdirinde göz önünde bulundurulması gereken bir başka nokta da, "ifade yapılan "dır. İfade yapılarını bilmek yazarın vermek istediği mesajın doğru anlaşılmasında etkin bir rol oynamaktadır. İfade yapılarının anlamın takdirinde nasıl da etkili olduğuna dair Şakir Kocabaş'a tekrar kulak verelim:
"'Yüzeysel olarak şansa karşı ilk görünen zeki bir yaratıcıya inanmaktır.' Bu teorik bir ifade mi, yoksa gramatik bir ifade mi, yoksa dini bir ifade mi?
Bu ifade de, hipotetik bir kavram olan "şans" kavramı, hipotetik olmayan "yaratıcı" kavramına karşılık olarak gösterilmektedir. Böyle bir karşılaştırma "Alaeddin'in sihirli lambası"nı "elektirik ampulü" ile karşılaştırmaya benzer!
'Fakat Charles Darwin, kör fiziksel güçlerin, bilinçli bir yaratılış planını taklit etmesinin mümkün olduğunu, ve de şansa bağlı değişimlerin birikimli bir süzgeci olarak işleyen bu kör fiziksel güçlerin sonunda nasıl, uyum sağlama yeteneğine sahip ve organizeli birtakarmaşık yapılara, sivrisineğe ve mamutlara ve dolaylı olarak da, kitaplara ve bilgisayarlara yol açtığını göstermiştir.'
Burada bu ifadeye "Biz inanıyoruz ki" önekini ilave etmek anlamsız olur mu? (Biz inanıyoruz ki, Charles Darwin, kör fiziksel güçlerin...)
Şu ifadeye de dikkat edin:
"Kör fiziksel güçlerin, bilinçli bir yaratılış planını taklit etmesinin..." Burada şunu sorabilirsiniz:
"Neden bu kör fiziksel güçler, bilinçli bir yaratılış planını taklit etmiştir?" (Bu ifadeyi sununla karşılaştırabilir miyiz:
"Elementer parçacıklar, şu şu galaktik cisimlerin hareket planını taklit etmektedir"?)
Gene paragraftaki ifadeyle ilgili olarak şunu sormak anlamlı olur mu:
Neden bu kör fiziksel güçler, şansa bağlı değişimlerin birikimli bir süzgeci olarak işlemektedir?" [328]
Öte yandan anlam sadece dili ve gramerini bilmekle elde edilemez; hem de bu ilahi kaynaklı bir kitap olan Kur'an söz konusu ise meânînin tezahürü için başka şartlar gereklidir. Yani temel ilkelerinin kendisinden çıkarıldığı Rabbani bir metodun zorunlu olarak belirlenmesi şart olmaktadır. Kısaca bir metni anlama konusunda eğer söz konusu edilen Kur'an ise grameri de içine alan farklı bir kavrayış yöntemi gerekiyor demektir.
Öte yandan genel geçer bir anlama faaliyeti için "yorumun grameri kaale almaması da, gramerin yorumdan bağımsız ele alınması da" yanlıştır. Grameri hiçe sayarak hareket edildiğinde 'yorumun grameri iptal etmesi' sorunu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Çünkü Cündioğlu'nun dediği gibi:
"Söylenen (şey), anlatılanın yerine, anlaşılan (şey) olarak kabul ettiği takdirde, yapılan yorumlar grameri aşıp onu iptal eder ve hiçbir gramatik mülahaza anlamı kurtaramaz, zira anlam sadece gramere tabi olan değil, aynı zamanda grameri kendine tabî kılan, gramerin içine giren şeydir." [329]
Yüzlerce dil konuşan ırk mozayiğine sahip olan bugünkü İslami topluluklardan bir kısmına bu durumda Kur'an dili olan Arapça'yı öğrenmek farz olmasa bile, farzı kifâyedir. Hatta Araplar için bile gerekli olan bu çaba, Kur'an'ı anlamada hiç kimsenin inkar edemeyeceği bir ihtiyaçtır. Fakat bu, ilahi vahiy yolu ile hidayete ermek için yeterli olmayabilir ve Arapça bilmek yapılması gereken her şey demek değildir. Mesela Arapça bildiğinden hiç kuşku duyamayacağımız Libya Lideri Muammer Kaddafi'nin başörtüsüne duyduğu kin ve düşmanlık, Kur'an'ı anlamasıyla sona ermemektedir. Çünkü asıl sorun ilahi mesajın dilini bilmek değildir; onu takvayı kuşanan bir niyet ve bilinçle, bir hidayet kaynağı olarak okuyup anlamaya çalışmaktır.
Unutulmamalı ki, Kur'an'ın indiriliş sürecinde ona muhatap olduğu halde hidayete ermemiş azımsanamayacak sayıda müşrik vardır. Aynı şekilde bugün Kur'an Arapçası'na muttali olduğu halde ve mesajına bilgi düzeyinde vakıf olduğu halde Arap veya Arap olmayan on binlerce insan vardır. Fakat bu bilgi onları hidayet kitabı Kur'an'dan faydalanmaya sevk etmemektedir. Çünkü mesele sadece anlamak değildir; takva erdemini kuşanarak İlahi mesajı fıkhetmek/arınmak maksadı ile derin bir kavrayış sahibi olmak için okumaktır.
Her ne kadar "ulusal evreselciler!" bunu göz ardı edip rahatsızlıklarını ifade etseler de, Kur'an'ın Arapça bir kitap oluş gerçeği değişmez bir hakikattir. Onların bu rahatsızlıklarını "ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi tezleri"nde görebiliriz.
Bir kaynaktan yararlanırken -bu lügat olsun veya başka bir eser olsun- doğru anlamayı engelleyebilecek bazı unsurlar vardır. Bu etkenler, eseri, metni ya da hitabı anlamak isteyen kimsenin yakasını bırakacak cinsten değildir. Anlamak isteyen kimsenin şahsiyeti, dünya görüşü, kaynağa başvurma nedeni, niyeti, kaynağa gidiş amacı gibi etkenler niteliğine göre sonucu belirleyebilecektir. Eğer kişi iyi niyetli ise bile, bazen kendisindeki kemikleşmiş ön kabuller, önyargılar onun anlama eyleminde bazen tamamen bazen ise kısmen etkili olabilmektedir.
Bu sorun, ana dilimizde olsun veya olmasın, beşeri olsun veya olmasın bütün eserlerde geçerli olabilecek niteliktedir. Öyle ki, ana dili Arapça olan kimse ile, olmayan arasında da fazla bir fark yoktur. Aynı şekilde Arapça lugattan yararlanırken yaşanan zaaflarla, o lügat ile başvurulan kaynağı anlarken yaşanan zaaflar neredeyse aynıdır.
Arapça bir kitap olan Kur'an'ı anlamak için yeryüzünde İslam'a gönül vermiş her müminin onun ilahi dilini bilme zorunluluğu var mıdır? Tabii ki, yoktur. Arapçayı -özellikle Kur'an dilini- bilmek müminlerin bir kısmı için şarttır. Yani farz-ı kifaye olarak değerlendirilebilir. Yeter sayıda alimin Arapça öğrenmesi ile, bilme sorunun bir kısmı çözülebilir. Bir kısmı diyoruz; çünkü bilmek çoğu zaman hidayet kitabı olan Kur'an'dan gayesine uygun şekilde yararlanmak için yeterli değildir.
Kur'an'ın içeriğinde yer alan evrensel mesaj, nüzul ortamında yaşayan ilk muhataplarca o gün için kullanılan dilin imkanlarıyla ifade edilmiştir. Fakat son tahlilde Arapça Kur'an dili, Kur'an dili de ilahi kelamdır. Kur'an'da nüzul ortamında yaşayan halka ait deyimler, meseller, terimler kullanılmış olsa da bu şekillere ruh veren mesaj yerel değil evrenseldir. Çünkü Yüce Allah Kıyamet'e kadar yaşayacak insanların hidayeti için gereken beyanı tüm zamanlarda kâfî olacak şekilde indirmekten aciz değildir. Bu sebeple Kur'an'da nüzul ortamının dilsel imkanları kullanılmış olsa da ilahi mesaj âlemlerin Rabbi Allah'a ait olduğu için evrenseldir.
Öte yadan Kur'an dili ve onun mesajı, idrak seviyelerine göre tüm insanlık dillerine çevrilmelidir. Kur'an'ın çeşitli dillerde mealini biz yapmasak da oryantalistler ya da bilimsel kaygı bile duymayan daha kötü niyetler taşıyan kimseler tarafından yapılacaktır. Bu nedenle öncü müminler tarafından hikmetle ve hüsnü niyetle yapılması gereken bu görev eğer yapılmazsa ehliyetsiz ellerde kalacaktır. Eğer Kur'an'ın çeviri ve mealleri "öğüt almak, arınmak, Allah'a sorumluluklarının idrakine varmak" gibi güzel niyetler taşıyan kimseler tarafından yapılmazsa, maksadı hidayete elçilik etmek olan kitabın bu gayeyi gerçekleştirmediğini görür ve başka amaçlara alet edildiğine şahit oluruz.
Sözün hulâsası; Kur'an Arapçası öğrenme sorunu, sadece Arap olmayan müslümanlar için değil, günümüzdeki Araplar'ın neredeyse hepsi için dahi zorunludur. Çünkü günlük dil ile Kur'an dili arasında azımsanamayacak derecede farklar bulunmaktadır. Fakat sorun sadece dili bilip bilmemekte değil, kitaba gereken değeri ve önemi verip vermemektedir. Asıl sorun kalpten gelen bir besmele, gönüllerden taşan bir takva ile Kur'an'a yaklaşıp yaklaşmamaktadır. [330]
Peki lugatlar ve diğer dilbilim çalışmaları, Kur'an'ı anlamak için sterli midir? Tabii ki, hayır. Çünkü Kur'an'a salt dilsel bir olgu, indiği ortamda yaşanan hayatın sıradan bir aktarımı ya da herkes beşeri zaafalara sahip olan peygamberin inisiyatifi ile belirlediği kitap gözü ile bakmak bizi telafisi imkansız hatalara sürükleyebilir. Zaten tarihselcilerin yanılgıları da bu noktadır. Kur'an'ı tarihin bir ürünü saymak, onu İlahi niteliklerinden soyutlamak, bir başka deyişle ona ihanet etmek demektir. Kafirler bunu bilerek yapabilirler, fakat hiçbir mümin komplekse kapılarak onların bu tamamı ile beşeri zaaflar üzerine kurulu yöntemini Kur'an için kullanmaya kalkmamalıdır.
Kur'an bir olgu değildir; hele hele "Kur'an salt dilsel bir olgu" hiç değildir. Bu tespitimizin amacı, Kur'an'ı okuyup anlarken Arapça bilmenin önemsizliğini söylemek değildir. Gayemiz lügat kitaplarının veya dilin kendinden menkul, bağımsız kaynaklar olmadığını ortaya koymaya çalışmaktır. Kur'an bir dilin imkanlarıyla ortaya çıkmış bir kitaptır; fakat bu dil salt kelimelerden ve gramer kaidelerinden oluşmuş ruhsuz olgu değildir. Çünkü ona ruh veren kelamın sahibi Yüce Rabbimizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulundurmayan dilsel çalışmaların Kur'an'a bir hizmetinin olamayacağını açıkça ifade etmek isteriz. Bu bağlamda Rabbimizin kelamı üzerinde keyfiliğe varan inisiyatifler kullanabilen ahlâkî gevşeklikle yazılmış meallerin varlığından hareketle bir meal düşmanlığı yapmak doğru değildir. Doğrusu mealcilikten uzak durarak, ahlakı ihlas ve ihsan üzerine oluşmuş âlimlerin tercüme, meal ve yorumlarına öncelik vermektedir.
Kur'an'ın bölünmez bütünlüğü, muttaki bir mü'min tarafından esas alınmadan sadece dilin kaynaklarından biri olan lügat kitapları ile anlaşılamaz. Çünkü Kur'an sadece muttakiler/Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar için bir rehberdir. Onu gerçek anlamda idrak edip anlayacak olanlar, sadra şifa kabilinden arınmak için okuyanlardır. Bu bir niyet meselesidir. Değil mi ki Peygamberimize Kur'an'ın ilk ayetlerini indirirken Yüce Rabbimiz "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" demiştir? Öyleyse bizim de bu maksadın dışında kalan Kur'an okumalarına karşı mesafeli durmamız elzemdir. Çünkü Allah'ın adı ile değil de başka güçlerin adı ile Kur'an'a yapılan başvuru, "ilahi kelamı verili kültürü meşrulaştırma, zulme çanak tutma" gibi maksatları gerçekleştirmek için araç olarak kullanabilecektir.
Bir kimse ne kadar iyi Arapça bilirse bilsin takvayı kuşanmadı ise, Kur'an'dan sorunlara klavuzluk edecek bir bilgi elde edemez. Çünkü Kur'an her şeyden önce ilahi kaynaklı bir kitaptır. Gönüllere can veren ışıklarının kapılarını da, ancak ona arınmak için başvuran muttakîler için açmaktadır:
"Elif, Lâm, Mim. İçinde hiçbir şüpheye yer olmayan bu ilahi kelam, takva sahiplerine/Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olup, kalbini arınmaya daima açık tutan ve şeytanın ayarmalarına karşı daima savunma mekanizmalarını hazır tutanlara bir rehber olarak indirilmiştir." [331]
Lügat kitaplarının yetersizliği bir kez de Kur'an’i kavramları tanımlama konusunda söz konusudur. Çünkü sözlüklerde manalar hep parça parça yer almakta, bütünlüğe ve kelimelerin hayat içindeki canlılığına yeterince dikkat edilememektedir. Oysa Kur'an kelimeleri ve kavramları içinde bulundukları ortamda, sözün dar ve geniş alandaki bağlamında gerçek bir mana ifade etmektedirler. Oradan koparıldıklarında ise, sıradanlaşmaktadırlar.
Bu konuda örnek bir çalışma, Ragıp el-İsfehani tarafından yapılmıştır. O, Kur'an'ın bir hidayet kitabı olduğunu göz önünde tutarak, bir mümin olarak ilahi kelamı anlamaya çalışmıştır. İlk etapta hemen anlaşılmayan Kur'an kelimeleri ile ilgili yazdığı eser, günümüzde dahi alanında önemli bir başvuru kaynağıdır. [332]
O halde, Kur'an'ı anlamada her hangi lügat kitabı, dilsel çaba tek başına bir değer ifade etmez. Çünkü Kur'an'da kelimelere ve kavramlara can veren, içinde yer aldıkları inanç bağını temellendiren bağlamlardır. Kendine özgü kavramsal muhteva, ancak ve ancak ilişkili olduğu mesajın genel bütünlüğü anlaşıldıktan sonra gerçek manada ortaya çıkabilmektedir.
İşte bu nedenlerle dilin önemsizliğini iddia eden ve sadece gelişi güzel okunacak bir "meal" ile Kur'an'ın mesajının öğrenilebileceğini iddia edenler büyük bir yanılgı içindedirler. Aynı şekilde Arapçayı, Arapça bilmeyi yüzlerce ana dili farklı ırklardan oluşan İslam topluluklarına dayatmak, olmazsa olmaz şart olarak ileri sürmek de yanlıştır. Ana dili Arapça olduğu halde Kur'an'ın mesajını anlamayan, anlamaya yanaşmayan Araplar'ın sayısı hiç de azımsanacak sayıda değildir. Arapça bilmediği halde meal, tefsir ve kavram çalışmalarından yararlanarak Kur'an'ın mesajını birçok uzmandan daha iyi kavrayabilen müslümanların varlığı da söz konusu olabilmektedir.
Öyleyse Arapça bilmeyi bütün ümmetin, Kur'an'ı okumak onu anlamak isteyen herkesin önüne bir engel olarak koyan yaklaşım da yanlıştır. Arapça'yı uzmanlık derecesinde bilen müminlere ihtiyaç duyduğumuz inkar edilemeyecek bir gerçektir. Fakat unutulmamalıdır ki, hidayet amacı taşımadan Kur'an'ı araştıran bir Arapça uzmanı, arınmak maksadı ile okumadığı için iîahi rehberlikten, gayeye uygun hiçbir inanç temelli bilgi elde edemeyecektir.
Öte yandan bazı kelimeleri, ayetleri tam olarak anlayamamış bir mümin ise ilahi rehberlikten gerekli nasibi alma konusunda herhangi bir güçlükle karşılaşmayabilir. Çünkü bir kelime ya da ayeti bütünü ile kavrayamamak, muttaki bir müminin Kur'an'ın genel mesajını anlayabilmesini engellemez.
Bir rivayete göre; Hz. Ömer Kureyş lehçesinden olmadığı için Abese Suresi(80), 31. ayette geçen "Ebben" lafzını ilkin anlayamamıştır. Fakat tahkik ve araştırma sonucunda öğrenmiştir. [333]
Şüphesiz Ömer Faruk (r) bu lafzın anlamını öğreninceye kadar, İslami sorumluluklarını, ibadet etme, adaleti ikame, zulme engel olma görevlerini ertelememiştir. Ayetlerde geçen bir veya birkaç kelimenin anlamını bilmemek, Allah'a karşı sorumluluklarımızı belirleyen ana kaynağımız olan Kur'an'ın genel mesajını kavramaya engel değildir.
Kur'an her şeyden önce bir ilahi rehberliktir. Allah'a nasıl kul olacağımızı, yeryüzündeki yaşamımızı ilahi rızayı elde edecek şekilde nasıl tamamlayacağımızı öğreten Kur'an'a salt dilsel bir araç gözü ile bakmak doğru değildir. Rabbimizin gönüllere işleyen mesajı o günün dili ve kelimeleriyle ifade edilmiştir. Ama kelimeler, terimler bambaşka bir ruh kazanmıştır. Şüphesiz dile o ruhu veren ise Arapça'nın artık Kur'an dili olmasından ileri gelmektedir. Artık kelimeleri, cümleleri insan ürünü olarak dikkatsizce bir araya gelmiş bir dilden değil
Rabbani bir denetimle seçilip bir araya getirilmiş bir kitaptan söz ettiğimizi unutmamamız gerekir. Bize bu gerçeği unutturmak isteyebilirler; fakat Kur'an'a gönül vermiş müminler olarak uyanık olmak da temel görevlerimiz arasındadır.
İlahi vahyi dilsel bir araca indirgeyen yaklaşımlar, ilk nesil müslümanların, Allah yolunda nasıl gözünü kırpmadan koşa koşa ölüme gittiklerini izah edemez. Acaba ilk şehitlerimiz olan Sümeyye, Yasir, Habbab, Hamza (Allah kendilerinden bize bıraktıkları örnek tanıklıklardan dolayı razı olsun) acaba Kur'an'ın ne kadarını anlamışlardı? Kaç ayetin anlamını tam olarak biliyorlardı?
İlahi mesajı mekanik olarak anlamak, bir bilgi birikimi oluşturur belki, fakat Allah'ın rızasına ulaştıran yolları gösteren Kur'an'ın asıl amacı olan hidayete götüren salt fehm etme çabası değil, onu da içinde barındıran fıkh etme gayretidir. Kur'an'ı ancak ve ancak kalplerini Rabbani arınmaya açık tutarak Allah'a karşı sorumluluklarının idrakine varmak için okuyanlar, ondan amacına uygun olarak yararlanabilirler. Birkaç kelimeyi bilmemek veya araştırmaya muhtaç olmak bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir.
"Tefsir ilminde büyük bir şöhrete ulaşmış olan İbn Abbas bile Kur'an'dan bazı kelimeleri bilmediğini itiraf etmiştir" [334]
İlk Kur'an nesli olan sahâbîlerden herkes İlahi mesajı aynı derecede anlamış değildi. Hatta Kur'an'dan sadece birkaç ayet veya birkaç sure duyarak müslüman olmuş, bırakın tamamını öğrenmeyi temel mesajı kavrayıp o kavrayışı oranında üstün örneklikler ortaya koymuş yüzlerce sahabiden bahsedebiliriz. Onları iyilik müsabakasında birinci yapan, Allah yolunda varını yoğunu ortaya koyma bilincine erişiren, şehadet için yanıp tutuşmaya sevk eden salt bir lugavi fehm/anlama çabası peşinde koşmak değil, hidayet için Rabbani mesajın özünü kavramış olmaktır. Zaten "bütün sahabinin Kur'an'ı icmaten ve tafsilen aynı derecede anlamaları mümkün olamazdı." [335]
Özcesi; Arap olsun veya olmasın Kur'an Arapçasını bilmek, ümmetin fertlerinden bir kısmının görevidir. Fakat bununla arılama sorunu çözümlenememektedir. Aslolan Kur'an'ı hidayet için okumak ve okurken kalplerimizi takva bilinci ile dolu tutmaktır. Bu bağlamda bizi anlamaya ve öğüt almaya çağıran bütün ayetler, dilin önemli araçların biri olan lügat kitaplarına onaylı gönderme yaparak onları meşru kaynaklar haline getirmektedir. Fakat öte yandan, bilmenin yeterli olmadığı "kitap yüklü eşekler" meseli ile Rabbimiz tarafından bizlere anlatılmakta, Kur'an'ın arınmak maksadı ile, yine Kur'an ile belirlenmiş bir yöntem gözetilerek okunması gerektiği beyan edilerek de lügat kitaplarına bel bağlamanın önü alınmaktadır. [336]
Kur'an'ın kendi kullanım alanı içinde -bir hidayet kitabı olduğunu unutmadan- ve bağlamını göz ardı etmeden okumak gerektiğine ilişkin çaba sarfeden isimlerden biri de, hiç şüphesiz tarihte İbn Hazm olmuştur. İbn Hazm'ın çabası ile, Şakir Kocabaş'ın "ifadelerin Gramatik Ayırımı'ndaki gayretleri arasında temel kaygılar bakımından bir bütünlük olduğunu düşünüyoruz.
Kur'an'ın kendi kullanım alanını gözardı eden yaklaşımların ilahi mesajı doğru anlayamayacağını söyleyen İbn Hazm'ın bu görüşünün belli bir çerçevesini Câbirî'den okuyalım:
"Ona göre bu alan Arapça ve onun ifade tarzları ile kavramsal içerikleri tarafından belirlenmekteydi. Tabii buradaki Arapça ve ifade tarzları ile kastolunan Allah Resulü (s) döneminde tedavülde olan Arapça'ydı." [337]
İbn Hazm'ın dil teorisi'nin genel çerçevesini ve temel tezini Edward Said şöyle özetlemektedir:
"İbn Hazm'ın dil teorisi, emir kipinin analizi üzerine kurulmuştur. Çünkü bu teoriye göre Kur'an, en temel sözel düzeyinde iki paradigmatik buyruk, -ikra (oku!) ve kul (söyle!) buyrukları- tarafından kontrol edilen bir metindir." [338]
"Buyruk kipi içinde okuma ve yazma buyrukları arasında meydana gelen şey, anlamlandırıcı bir niyetin sözel gerçekleştirimi olan bir sözcenin aktarılmasıdır. Buna göre, anlamlandırıcı niyet, psikolojik niyetle değil, münhasıran kendisi de gayet dünyevi bir şey olan sözel niyetle eşanlamlıdır. Münhasıran dünyada gerçekleşir. Hem çok kesin hem de bütünüyle uygun bir biçimde, koşullara ve vesilelere bağlıdır. " [339]
İbn Hazm ve Zahiriler dile iki kurum olarak bakarlar. Bu i'tidalli yaklaşıma göre dil, bir yanda ilahi takdir eseri bir kurumdur; diğer yanda sözcüklere bağlı anlamlar üreten bir kurumdur. Buna göre "Her sözce kendi kendisinin vesilesidir; ve böyle olduğu için de, uygulandığı dünyevi bağlama sıkı sıkıya bağlıdır. İlahi ve insani dilin örneği olan Kur'an, konuşmayı ve yazıyı, okumayı ve söylemeyi içinde barındıran bir metindir. Zahiri yorum ise konuşma ile yazı arasındaki ayırımı, ya da metin ile metnin etrafını saran koşullar arasındaki ayrışmayı değil, bunlar arasındaki zorunlu etkileşimi kaçınılmaz görür. [340]
Kur'an'da kullanılan dilin kelimeleri nüzul ortamında yaşayan hayattan seçilmiştir. Bu nedenle de dilin iyi kavranabilmesi için Kur'an'dan önceki arkaplanının ve yaşanan hayat ile bağlamının bilinmesi gerekebilir. Fakat Kur'an dilinin bu gün dahi müşahede ettiğimiz, hissettiğimiz lafız-mana uyumundaki, edebi güzelliğinde ve diğer hususlardaki mükemmelliği vahiy öncesi Araplar'ın başarısı olarak görülemez. Bu sebeple İbn Hazm'ın dillendirdiği "metnin etrafını saran koşullar" ifadesini, "Kur'an'ın belirlenen bir kitap olabileceği" şeklinde anlamamak gerekir.
Her şeyden önce eğer Kur'an vahiy öncesi Araplar'ın diline ve kültürüne teslim olsaydı, cahiliyye ile sonrası arasında bu kadar büyük uçurumlar olmazdı, cahiliyye Arapları Kur'an'ı sessiz sedasız, hiçbir tepki göstermeden kabul ederdi. Zaten hakikat bunun tam tersi değil midir? Vahyin inzalinden önceki bir kelime ve terime şekil veren mana ile sonra Kur'an ile kazandığı ruh arasında bazen taban tabana zıtlıklar oluşabilmektedir.
İlahi mesaj o gün Mekke ve çevresinde yaşayan halkın kullandığı aynı kelimeler ile ifade edilmiş olabilir. Fakat Kur'an'ın nüzulü ile bazen sıradan bir kelime önem kazanarak terimleşebilmiş, bazen ise önemini kaybedebilmiştir. Şimdi bu konuda örnek bir tahlil yapmaya çalışalım. [341]
Cehl, hilm kelimelerinin nasıl da küfr ve silm kavramlarının terimleşmesiyle Kur'an'da yer aldığını izah etmeden önce bunların Cahiliyye dönemindeki kullanılışlarına bir bakalım. Cehl ve hilm kelimelerinin Cahiliyye döneminde üç şekilde görüyoruz. Bu manaları karşılaştırmalı olarak ifade ettikten sonra, Kur'an'ın kelimelerin ruhu üzerinde nasıl bir değişim gerçekleştirdiğine bir bakalım.
Cehl ve hilm kelimelerinin cahiliyyede ve Kur'an'daki kullanılışları şu şekilde olmuştur:
Birincisi: Cehl; "en ufak kızgınlık anında iradesini kaybetmek, ihtirasla öfkesine kapılıp körü körüne bir işe kapılıp gitmek"tir. Hilm ise; cehlin tam tersine "özünde taşıdığı manevi enerji ile ihtiraslarını dizginleyebilen insan ahlâkı"dır. [342]
İkincisi: Cehl insanın düşünme gücünü zayıflatan zihnî körlüktür ki, yüzeysel davranarak basit ve isabetsiz hükümler vermeyi ifade eder. Hilm ise, heyecana kapılmadan, tepkisel davranmadan isabetli karar verme meziyetidir. Yani akıldır. [343]
Üçüncüsü: Cehl bir şeyi bilmeme halidir. Tersi Kur'an'da ilimdir. Ancak bu ilim herhangi bir bilgiyi değil, ilâhî vahiyle indirilmiş olan bildirimi ifade eder. Hilm ise, insanın yersiz gurur ve kibirlerden kaçınmasını, rüşde erişini ve bu olgunluğunun verdiği ruhla zulümden kaçınmasını ifade eder. [344]
Şimdi bu kelimelerin nasıl bir seyir izleyerek terimleştiğini ve Kur'an'da merkezde yer alan anahtar kelimeler haline geldiğini görelim. Cahiliyye döneminde kabile yöneticisi 'Seyyid'in temel vasfı hilm idi ve bu anahtar kelime cehl'in de zıttı idi. [345] Kur'an'da ise bir terim olarak durum değişmiş, 'cehl'in zıttı ilahi vahyin bilgisi anlamında el-ilm olmuştur. Ki ilimde İslam'ın tamamını meydana getiren, kişiyi hidayete erdiren bilgiyi ifade eder olmuştur. Artık Kur'an'ın temsil ettiği hidayete karşı takınılan kin ve düşmanlık "cehl" ile eşanlamlıdır. Tevbe etmeden önceki kişinin günaha batmış durumuna işaret eden cehl, [346] Kur'an'ın inzalinden sonra daha da genişleyerek bir sistemin adı olmuştur. Artık Kur'an'ın indirilişinden önce toplumda hakim olan paradigmanın adı cahiliyyedir. [347]
İnsanlara ait bir vasıf olan dilin imkanlarıyla Kur'an'ı inzal eden Yüce Rabbimiz, eşsiz hakimiyeti ile mesajın çevre koşulları tarafından belirlenmesini engellemiştir. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, cehl, hilm kelimeleri cahiliyye dönemindeki muhtevalarına ek olarak bir terimleşme sürecine, sokulmuştur. Eğer Kur'an, bazılarının iddia ettikleri gibi çevrenin koşullanmış bir ürünü olsaydı, herhangi bir terimleştirme sürecinin yaşanmaması gerekirdir. Oysa cehl izah ettiğimiz gibi, cahiliyye döneminde insanlar arası yatay bir ilişkiyi ifade ederken Kur'an'ın inzalinden sonra, Allah ile kulları arasındaki dikey bir ilişkiyi ifade eder olmuştur. Allah'ın indirdiklerine küstahça -sistemli bir şekilde- karşı çıkışın adı, artık cahiliyyedir. Halbuki, bu kelime daha önce -Asru'n-Nebi'de yaşayan Araplar tarafından- böyle bir bağlamda kullanılmıyordu.
Hilm ise cahiliyye döneminde olumlu insan davranışları için kullanılmış olsa da takva ve tevazu ile hiçbir ilgisi yoktu. Halbuki, Kur'an'ın inzalinden sonra hilm, Allah'a sorumluluk bilincini kuşanmanın ifadesi olan takva ile desteklenmiş, beslenmiştir. Hatta cehl ve hilm daha da dönüşerek -küfr ve silmin terimleşmesiyle- merkezî bir yer işgal etmeye başlamış, Kur'an'ın indirilişinden sonra hilmin yerini İslam, cehlin yerini ise küfr almıştır.
Hilm cahiliyye döneminde kabile reisi ile onun velayetinde bulunan insanlar arasındaki yatay bir ilişkiyi ifade ederken; İlahi bildirimin belirlemesiyle kuşatmasıyla Rab-kul ilişkisini ifade eden dikey bir hal almıştır. Hilm destekli İslam'ın zıttı artık, cehl destekli küfrdür. Rabbani bildirim inmeye devam ettikçe câhil kâfire, halim ise mü'mine dönüşmüş; tenakuz artık kafir ile müslim arasında cereyan etmeye başlamıştır. [348]
Bu bölümdeki konunun işlenmesi sırasında takib edeceğimiz usule ilişkin birkaç hatırlatmada bulunmanın lüzumlu olduğunu düşünüyoruz. Tarihselcilerin ma'hûda Kur'an'ı kilitleme yanlışlığına düşmeden ve de tarih üstücü sözde evrenselcilerin nüzul ortamını ve onun arkaplanını hiçe sayan yaklaşımında gördüğümüz yanlışa da düşmeden mu'tedil bir yol izlemeye çalışacağımızı peşinen ifade edelim. Orta yolu takip etmek, i'tidali elden bırakmamak bizim peşin fikrimizdir. Konunun takip edilmesi esnasında bu usulümüzün göz önünde bulundurulması ve meramımızın doğru anlaşılması için hatırdan çıkarılmaması gerekmektedir.
Kur'an'ın indiği zemin tarihsel, o ortamda yaşayan insanlar da bir takım tarihsel koşullar tarafından kuşatılmış bulunmaktaydılar. Bu nedenle iik muhataplarını bütün şirk değerlerinden kurtarıp özgürleştirirken de Yüce Allah belli bir tarihsel zemine hitap ediyordu. Yüce Allah mesajın anlaşılması için ilk muhatapların ma'hûdunu dikkate almış, onların anlamayacağı bir beyanı kitaba almamıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kur'an'ın ilahi olan mesajı tarihseldir; o günkü koşullar tarafından sıkı sıkıya kuşatma altına alınmıştır. Ya da bu demek değildirki, "âlimü'l-gaybi ve'ş-şehade" olan Yüce Allah, Kıyamet'e kadar gelecek müminleri hitabın dışında tutmuştur.
Kur'an'da ilk muhatapların doğrudan içinde yaşadığı bir hayata hitap edilmiştir. Fakat onlar üzerinden Kıyamet'e kadar yaşayacak tüm müminlere mesaj gönderilmiştir. Öte yandan Kur'an'da o iniş süreci ve iniş zemini üzerinde bulunan, yerel tarihsel unsurlar muhatap alınarak, onlara yer verilmesi, İlahi mesajın değerinden hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü Kur'an her şeyden önce, ezeli ve ebedi yaşamla ilgili her şeyi bilen ve her şeye hakim el-hayyu'l-kayyum -daima dipdiri ve daima ayakta olup dinlenmeye, uyumaya ihtiyacı olmayan- Allah tarafından indirilmiştir.
Rabbimizin koyduğu bir hükümdeki evrensel maksadı anlamak için iniş zeminini, vahyin hitap ettiği muhatapların örfî arkaplanını iyi bilmek gerekir. Bizim ma'hûdu/arka planı gündeme getirme maksadımız ile tarihselcilerinki arasında önemli farklar vardır. Tarihselciler hükmün vasatını, evrensel maksadı nesh edecek/ta'til edecek şekilde yorumlamaktadırlar. Biz Kur'an'ın onaylı gönderme yaptığı nüzul ortamının adet ve örflerini bilmenin gerekli olduğunu söylüyoruz. Tarihselciler ise, izafi olanı mutlakın önüne geçirmek için, ilkeyi icabat-ı vakti hale kurban etmek için ma'hûdu gündeme getirmektedirler. Biz makasıdu'ş-şeriayı Kur'an'ın içinde aramamız gerektiğini söylüyoruz; tarihselciler ise çoğu zaman eleştirdikleri rivayet kültürünün aktardığı zanni bilgileri bize korunarak gelen Kur'an'ın mesajını ta'til etmek için rahatlıkla kullanabilmektedirler, [349]
Bilindiği gibi Kur'an, yaşanan bir hayata, itikadi, ahlaki, siyasi, iktisadi, içtimai sorunların çözüm şekillerini, temel ilkelerini va'z etmek için indiriliyordu. Öyle ki, bazen bir ayetin iniş sebebi aile içinde yaşanan -tahrim olayında görüldüğü gibi- ve iç mesele gibi gözüken şahsi bir nedene dayalı olabiliyordu.
Ancak her ayetin nüzul sebebini bilmek ve bulmak mümkün olmadığı gibi, çoğu zaman birbiri ile çelişen rivayetlerle karşı karşıya olmamız zanni bir bilgi kaynağına mahkumiyetimizi beraberinde getirebilmektedir. Öyleyse "nüzul sebebi" tabiri Kur'an'ın ilgili olduğu ilk muhatapları kuşatacak yeterlilikte değildir. Bu yüzden en başta Kur'an bütünlüğü içinde nüzul ortamı gibi, Kur'an'ın indiği tüm zeminin hikmetli bir şekilde kavranması gereğini çağrıştıran bir tabirin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Kısaca, "nüzul sebepleri" yerine "nüzul ortamı" tabirini tercih etmemizin sebebi; zanni rivayetleri esas kabul ederek Kur'an'ı anlama çabalarının bir takım zaaflar taşımasından dolayıdır.
Nüzul sebeplerinin Kur'an'ın daha iyi anlaşılmasında bir rolünün bulunduğunda kuşku yoktur; ancak iyi tahkik etmek, ahad bir haber ile ilahi bir hükmü nesh etmeye/hükmünü geçersiz ilan etmeye kalkmamak kaydı ile. Nüzul ortamını tahkik açısından Muhammed İzzet Derve-ze'nin "Asru'n-Nebi" adlı çalışması oldukça önemlidir ve bağlı olarak, nüzul sebeplerinin ne gibi zaaflar taşıdığını, yararlanırken nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğini Derveze'den okuyalım:
"Ayetlerin iniş sebebine ve nesnel münasebetlerine ilişkin birçok rivayet vardır. Çeşitli dönemlerde yazılan tefsir kitaplarında bu rivayetlere topluca yer verilmiştir ve haklannda geniş çaplı eleme ve arındırma yapılmamıştır. İçlerinde çeşitlilik, çelişiklik, farklılık veya ayetlerin ruhu ile bağdaşmazlık unsurlan göz önünde bulundurularak bir ayıklama yönüne gidilmemesi bir eksikliktir. Çünkü bir ayetle ilgili olarak rivayet edilen nüzul sebebi, çoğu zaman ayetin akışı bağlamında konuyla ve hatta metinle uzaktan yakından ilgili olmamaktadır. Bu rivayetlerle, konuya ilişkin başka ayetlerle, bu ayetlerin içeriği arasında derin çelişkiler olmaktadır. Hatta dikkatli bir gözlemci bu tür rivayetleri incelediği zaman, İslam'ın ilk üç yüzyılında meydana gelen ihtilafların, siyasal, mezhepsel, etnik, fıkhi ve kelami bölünmelerin etkisini çok net bir biçimde görür. Hatta bunların birçoğunun sırf kötü niyetten çarpıtıldığını, değiştirildiğini ve tahrif edildiğini düşünür. Böyle yapmalarının sebebi, zihinleri karıştırmak, yanlış bilgilendirmek, rakip gruplar hakkında olumsuz propagandalar yapmak, düşmanlık, red ve hataları teşhir etme niyetidir. Bir görüş bir grup karşısında, diğerinin konumunu güçlendirmek amacı güdülmüştür." [350]
Şüphesiz Kur'an belli bir topluma, bertilen/yavaş yavaş belli bir program dahilinde belli bir zaman aralığında, belli mekanlar üzerine indirilmiştir. Kur'an'ın iniş ortamı olan ilgisi, onun anlamı aktarma yeteneğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Fakat o, indiği mekandan ve zamanın koşullarından müstağni olan Yüce Allah'ın sözleridir.
O halde beşeri kaynakları anlamak için geliştirilen hiçbir yöntem, Kur'an'dan onay almadan tek başına geçerli olamaz. Çünkü o, söz ve mana olarak tamamıyla Allah'a aittir.
Bu gerçeği unutan kimi yeni yetme metot arayışları onu raflardan indireyim derken aşağılara yuvarlamakta, önemsizleştirmekte, onu yürürlükten kaldırma çabalarına çanak tutmaktadır. Kur'an'ın ilahi kaynaklı olduğu unutulduğunda, ona beşeri bir ürünmüş gibi yaklaşılmakta, ya saf tarihsel bir bakış açısı ile ayetler ele alınarak mesajın zaman ve mekan üstü gaybi niteliği atlanmaktadır. Ya da bunun tersinden hareket edenler, evrensellik iddiası ile Kur'an'ı diledikleri şekilde manalandıracakları, istedikleri şekilde anlamını genişletebilecekleri, yepyeni mesajlar takdir edebilecekleri, nefsani arzularına göre belirleyebileceklerini sandıkları sıradan bir beşer ürünü durumuna düşürmektedirler.
Sözünü ettiğimiz "tarihselcilik" metodunu Kur'an'a uyarlama çabalarıdır. Buradan tarihselcilik yöntemini ilahi vahyi anlamada kullanmak isteyenlere söyleyeceğimiz şudur; Kur'an'ın indiği toplum ve onların kavrayış ölçüleri çevrelerini kuşatan şartlardan bağımsız değildi. Onlar içinde yaşadıktan şartlar tarafından kuşatılmışlardı, ancak aynı şeyi Kur'an için de söyleyemezsiniz. Eğer söylerseniz, biz de sizi Kur'an'ın ilahi karakterini unutmak, gözden kaçırmak ya da görmek istememekle suçlarız.
Bu demek değildir ki, Kur'an ilk muhataplar olan Peygamberimiz ve arkadaşlarından bağımsız bir kitaptır. Allah'ın mesajının, belli bir mekan ve zaman içinde indirilmiş olması nasıl o mekan ve zamanlar ile sınırlandırılamaz ise, ilk muhatapları ile hiçbir şekilde de kayıtlanamaz. Çünkü Allah her şeyi bilen bir ilahtır, O'nun mekan ve zaman illetleri söz konusu değildir.
Ancak şurası inkar edilemez bir gerçektir ki, vahyin mesajının tam olarak anlaşılması için Yüce Rabbimiz, "ilk muhataplarının anlayabileceği bir dil ve kavrayabilecekleri bir kavram sistemi ile" kela- mini dillendirmiştir. Kur'an'ın mubiyn, müfesser, mufassal, müyesser sıfatlan -ki bu sıfatları dilbilim bölümünde açıklamıştık- ile ilahi kelamın dilinde tanıtılması da bu hakikati belirtmek gayesine matuf olsa gerektir.
Öyleyse Kur'an'ın ilk muhataplarınca ulaşılan anlamını iyi kavrayabilmek, bugün, kötü niyeli olarak ona yaklaşan fitnecilerce sorun varmış gibi, takdim ediien ayetleri ilk nesillerin niçin mesele olarak telakki etmediklerini anlayabilmek için nüzul ortamını doğru tahlil etmek şarttır. Bunun yolu da her şeyden önce Kur'an'ın indirildiği ilk muhatap toplumu, ilahi vahiyin mesajı ile bağlantılı oldukları oranında tanımak elzem hale gelmektedir. [351]
Kur'an'ın nazil olduğu toplum, kelimenin tam anlamıyla "yazısız bir toplum" idi; salt "okuma yazma bilmeyenler topluluğu" anlamında değil, büyük ölçüde okuma-yazmanın gerekli kıldığı alışkanlıklara ve kavramlara sahip olmayanların yaşadıkları bir dünya anlamında bir "yazısız toplum" idi. Öyle ki İbn Sa'd Tabakat'ında ashabdan Rafil b. Malik'in yazı yazmayı bildiğini söylerken, Araplar arasında yazının çok az bilindiğine işaret etmekten kendini alamaz.
Yine hicri III.asırda yaşamış tarihçilerden Belâzûrî Futûhu'l-Buldan adlı eserinde, yazının Ebû Süfyan'ın babası zamanında Mekke'ye sokulduğunu söylemektedir ki bu dönem -Muhammed Hamidullah'ın işaret ettiği üzere yaklaşık Hz. Peygamber'in doğduğu zamanlara rastlamaktadır. İslam geldiğinde yazı yazmayı bilenlerin sayısı, Mekke'de Kureyş'ten 17, Medine'de ise Evs ve Hazrec'den 11 kişiydi. Belâzûrî ayrıca Hz. Peygamber'in zevcesi Hz. Hafsa'nın yazı yazmayı bildiğini, Hz. Aişe ile Ümmü Seleme'nin ise okuyabildiklerini fakat yazamadıklarını kaydetmektedir." [352]
Eğer Kur'an tarihselcilerin iddia ettikleri gibi doğduğu ortamdan etkilenseydi, bugün Mushaf'ta indiği zaman ve mekanla ilgili az sayıda eleştirel ayet yer alması gerekirdi. Oysa Kur'an indiği toplumun dünya görüşünü aktarırken ortamı ve yaşanan hayatı onaylamamakta, değiştirmek için yol göstermektedir. Kur'an'ın bütün ayetleri indiği dönemdeki cahiliyyeyi, tüm zamanların şirk öğretilerini ve düzenlerini meşruiyet krizine sokmakta, durumu düzeltmek için gelecek tasarımları va'z etmektedir.
Rasulullah'ın yaşadığı ortamda gördüğü anlayış ve uygulamalardan korudukları, değiştirdikleri veya ıslah ederek koruduğu çeşitli insani değerler vardır. Eğer bir uygulama tevhid dini İslam'ın yüzyıllar öncesinden gelen bir örfü ise, kendisine bulaşan şirk unsurlarından arındırıldıktan sonra sahip çıkılmıştır. Mesela içinde ve çevresinde yaklaşık üç yüz altmış put olmasına rağmen, müşrikler tarafından işgal altında olmasına rağmen Yüce Allah "Ebabil kuşları ile" gaybi yardımlar indirerek bu mekanı korumuştur. Bu olay bize bir yöntem öğretmektedir; eğer evimiz kirli ise, yapılması gereken onun tümü ile harab olmasına, yıkılmasına göz yummak değildir, tez elden temizlemektir.
Sırf eskiye ait diye bir şeyi atmak marifet değildir. Çünkü Yüce Allah'ı Kur'an ile geçmişte yaşanmış bütün gelenekleri ortadan kaldırmamıştır. Kabe gibi, hacc gibi, namaz gibi, oruç gibi nice örf sırf kirletildi diye atılmamıştır. Islah edilerek, yeniden inşa edilerek hayat kazandırılmıştır. İşte bu nedenle tevhid dini İslam'dan izler taşıyan örfleri anlarken Kur'an'ın iniş ortamını gerektiği kadar bilmek zorunluluk haline gelmektedir.
Bu nedenle Kur'an'ın ilk muhataptan ve o muhataplar için taşıdığı anlamı kavramak bizim için şarttır. Sözlü bir hitap olan Kur'an-ı Kerim'in indiği vasat manasına gelen nüzul ortamı önemlidir. Çünkü Cündioğlu'nun dediği gibi "Kur'an'ı Kerim'in tabii bağlamı itibariyle bir evveliyeti (ilk muhatabı, ilk zamanı ve ilk mekanı) olması Kur'an'da söylenen şeyin evvelemirde o ilk muhataplar için anlamlı olmasını gerektirir. Şayet Kur'an'da söylenen şey ilk muhataplar için anlamlı değilse, dolaylı muhataplar olan bizler için de anlamlı değildir. Dolayısı ile bunun tersi de doğrudur." [353]
Tarihe ait olan örflere tahlil edici, sorgulayıcı ve ıslah edici olarak yaklaşabiliriz. Fakat nüzul ortamını Kur'an'ın onaylı göndermelerine uyarak öğrenmenin gerekli olduğunda da kuşku yoktur. Yine unutulmamalıdır ki Kur'an, nüzul ortamının bir ürünü değil, Allah'ın kelamıdır. Beşeri eserler, ideolojiler ve dünya görüşleri kendi içinden çıktıkları dönemin siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel atmosferinin ürünüdürler, fakat bu ilahi bir kaynak için olası değildir. Fakat bu demek değildir ki; Kur'an'ın indiği ortamla bir alakası yoktur.
Tabii ki, ilk muhatapları ile Kur'an'ın doğrudan ilgisi vardır. Ancak bu ilgiyi oluşturan örneklerin evrensel niteliği vardır. Örnekler, iniş ortamı ile alakalı olsa da, akletme yeteneklerimizi çalıştırarak, kıyas yöntemi ile, konunun tüm zamanlar için geçerli olacak boyutları, mesaj olarak ortaya çıkarılabilir.
Nüzul ortamı; Kur'an'ın indiği yirmi üç yıllık dönem ve o dönemin kendisinden önceki insanlık tarihi ile olan irtibatı demektir. Kur'an'ın indiği ortamdaki muhataplar için ifade ettiği anlamın yetersiz olduğu, sonradan daha çok şey çıkarabileceğimiz tezlerini savunan salt evrenselcilere sormak gerekir:
"Eğer onlar Kur'an'ı eksik anladılarsa, Peygamberimiz de dahil sahabe onu eksik mi yaşamış oldular?" Bu sorunun cevabı evet olarak verilecekse Peygamberimizin örnekliğine dair ilahi kelamın övgüsü nereye oturtulacaktır?
Salt evrenselciler Kur'an'ın ilahi kelamının taşıdığı anlamın modern dönemin verilerinden kalkarak genişletilebileceğini savunmaktadırlar. Bu görüş temelinden yanlış bir öncülden hareket etmektedir. Çünkü tarih bize tersinin doğru olduğunu ispat etmektedir; yani anlamın genişleyeceğini değil, buharlaşacağını. [354]
Bir ayet ilk muhataplar için yeterli bir anlam taşımıyorsa nasıl oluyor da bizim gibi sonradanki muhatapları için, manalar taşıyor? İlahi vahyin muhtevası değişti, ya da Allah sözünden dönüp caydı mı? Allah'ın sözünden dönüp cayacağını iddia edeceklerini ihtimal vermediğimizi salt evrenselcilerin zihinsel yapısını tahlil etmekle, saygı duymasak bile anlamış oluruz.
Onlar "ilerlemeci tarih anlayışından hareketle, bundan on dört asır önce yaşayan müslümanların şimdiki insanlardan, "kavrayış, zihin yapısı ve hayat tarzı bakımından daha geri, az gelişmiş, hatta primitif oldukları" önyargısından hareket etmektedirler.
Oysa bu varsayımların hiçbiri doğru değildir. Onlar zihinsel olarak bizden daha geri olmadıkları gibi, ilahi vahyin sıcak mesajına bizden daha yakın olmaları bakımından daha bile avantajlıdırlar. Tarih içinde değişen insanların genetik yapıları değil, kullandıkları aletlerdir.
Sonuç olarak ilk nesil müminlerin içinde yaşadığı nüzul ortamı ile Kur'an'ın tabii bağlamı arasında doğal bir ilişkinin olması aklen zorunludur. Çünkü "Bu kitap bizimle ilgili değil, başkalarından söz ediyor" şeklinde bir tepki hiçbir rivayette yer almaz. Ayrıca modernizm tecrübesini yaşamamış, katı seküler eğitimden geçmemiş, imaj kültürü içerisinde büyümemiş çok sayıda alimin 'anlaşıldığı yönünde' görüş bildirmesi bu tezimizi doğrulamaktadır.
İbn Teymiyye'ye göre, Kur'an Rasulullah ve ashabı tarafından bütünüyle anlaşılmıştır. Rasulullah'ın beyana, tafsile, takyide muhtaç, mücmel/ilk bakışta anlaşılamayan, kendisinden muradın ne olduğunu tayin etmede güçlük çekebileceğimiz konuları izah ettiğini söyleyen İmam Teymiyye, öyle ki Peygamberimizin birden çok anlamlı lafız bırakmamacasına Kur'an'ı açıkladığını söylemiştir. [355]
Teymiyye'nin bu izah tarzı özellikle Moğol kültürünün istilası altında olan o günün İslam dünyasındaki bâtınîlik cereyanına karşıdır. Bilindiği gibi bu cereyan hakikatin bir dış bir de iç yüzü olduğunu ileri sürerek yorumu kuşatan bütün bağlardan kurtarmaya çalışmıştır. Kur'an söz konusu olduğunda, yorumun bağlı olması gereken ölçülere riayet etmemesi Allah'ın kasdetmediği, Rasulullah'ın şahitliğini yapmadığı akla hayale gelmeyen manaların ilahi vahiyle murad edilmiş gibi takdim edilmesine yol açıyordu. Günümüzde, Rasulullah ile ilahi vahyi birbirinden koparan, Kur'an mushafı ile sınırlı bir tefsir usulü deneyiminden söz etmiştik. İmam İbn Teymiyye'nin yukarıdaki tenkitlerinin muhatabı, sanki bu "bâtınîlik'ten beslenerek Kur'an'a olmadık manalar giydirmek veya onda olmayanları ondanmış göstermek telaşındaki sözde evrervselci tarih üstücü akımdır.
Öte yandan sosyal çevre faktörlerinin ve iniş ortamındaki her türün, Kur'an ayetlerinin içeriğini belirlediğini savunmak mümkün değildir. Aksi bir iddia, tarihsel olanın evrenseli, konjoktürel olanın/dönemsel koşulların ilkeyi, izafi olanın mutlak olanı tayin ettiğini, ilahi kelamın beşer hayatının istikrarsız akışına göre anlam ve içerik değiştirdiği sonucuna götürür. Ki bu tutum ile hareket edildiğinde ilahi vahyin etken ve belirleyici rolü, istenerek veya istemeden görmezden gelinmiş, unutulmuş olur.
Bu durumda evrensel ve ebedi hakikat olmadığı, tarihsel ve kon-joktürel zorunlulukların varlığı kabul edilmiş olur ki, bu tam anlamı ile felsefi anlamda "tarihselcilik" olup, Kur'an'a bu tür yaklaşım şekli kesinlikle masum olamaz.
Sözün özü; Kur'an'ın iniş ortamında yaşamış olan ilk muhatapların ilahî mesajı nasıl anladığı bizim için çok anlamlıdır. Çünkü Yüce Allah Kur'an ile o ortama hitap etmiştir. Ayrıca Rabbimiz hitabının da peşini bırakmamış, doğruların işlenmesi için teşvik ettiği gibi Rasulullah'ın şahsında ilk nebevi uygulamaları da denetlemiştir.
Nüzul ortamı ile igili subutu ve delaleti kati olan bilgi kaynaklarına başvurmalıyız. Subutu ve delaleti zanni olan rivayetler konusunda seçici davranmalıyız. Yoksa subutu ve delaleti kati olan Kur'an'ı anlarken zanni delilleri esas almamız doğru olamaz. Yani öyle olur olmaz, şahinlik şartlarını taşımayan rivayetler esas alınmamalı, daima Kur'an mihver/merkez alınmalıdır. Kur'an’i bir fıkıh sahibi olduktan sonra her tür tarihi malumata başvurmakta hiçbir sakınca olamaz. Rivayetlerin yükü altında, edilgen bir vaziyette kalmak yerine, onları değerlendirmek için kuşatıcı bir yaklaşım sahibi olmak lazımdır. [356]
Kur'an'ın kendisinden önce gelen ilahi vahiylerin hakikatini onaylamasına "musaddık" denilmektedir. Tenkit ederek bir takım ilke ve uygulamaları ortadan kaldırmasında ise "müheymin" denilmektedir. Aşağıdaki ayette söz konusu sıfatlar bu anlamda kullanılmıştır:
"Ve sana (ey peygamber!) hakikati ortaya koyan bu ilahi kelamu geçmiş vahiylerden kalanı tasdik edici (musaddık) ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici olarak (müheymin) indirdik..." [357]
Musaddık sıfatı ile Kur'an'ın onayından geçen tevhid dini İslam'ın öelenekleşmiş uygulamaları bizim için bağlayıcıdır. Eğer bir dini gelenek Asrrı'n-Nebi'de olduğu halde eleştirilmemişse, onaylanmış sayılmalıdır. Bu gün haccda yerine getirilen bir çok uygulamanın, Kur'an'da açıkça karşılığı olmamasına rağmen hiçbir mümin kuşku duymaksızın yerine getirmektedir:
Tavaf, şeytan taşlama" gibi ritüellerin biçimiyle ilgili Kuran'da davranış bağlamında bir bilgi şekli yoktur.
Bilindiği gibi Kur'an, müşrikler tarafından bütün kutsal değerleri kirletilmiş bir tevhid geleneği zemininin üzerine inmektedir. Nüzul esnasında bu vasatta cereyan eden olaylar bazen tasdik edilmekte, bazen ise tenkit edilmektedir. İniş ortamına ilişkin Kur'an'ın yürürlükten kaldırdığı veya onayladığı uygulamalara ise her zaman geniş olarak değinilmemiş, işaret etmekle yetinilmiştir.
Öyleyse bu işaret edilip geçilen konuların öğrenilmesi, iyice kavranılması için Asru'n-Nebi'de ipuçlarını bulabileceğimiz tevhid geleneklerinin neler olduğuna bakmak bazen zorunluluk haline gelmektedir. İşte nüzul ortamını onaylı kaynak haline getiren bu zorunluluktur. Namaz, oruç, hacc gibi ibadetler önceki ümmetlere de farz kılınan ibadetlerdendir. Kur'an indirildikten sonra da bu ibadetler öz olarak devam etmiş, halen de devam etmektedir. [358]
Zikr Kur'an'da söz, kıssa, vahiy, şan, şeref anlamlarında kullanılmaktadır. Zikir ehli ise; ilahi vahyi iyi bilen, kardeşi gibi tanıyan kimseler anlamına gelmektedir. Yukarıda sözü edilen "zikir ehli" terim olarak; peygamberimiz Muhammed (s)'den önce indirilen ilahi vahiylerin ehliyetli temsilcileri anlamındadır.
Kur'an'da kitap ehlinden, zikir ehline/hak ve hakikati iyice bilip teslim edenlere sormak teşvik edilen bir tutumdur. Bu anlamda geçmişi ilk peygambere kadar giden namaz, oruç hacc gibi ibadetlerin arka planını kavrayabilmek için, veya sadece değinilip geçilen bazı konular için nüzul ortamının sahih bilgi kaynaklarından Peygamberimizin sünnetine başvurmak gerekebilmektedir. Kitap ehlinden kalan teamülleri güzelce denetleyip uygun şekilde potasında eriterek müslüman kuşaklarca bizlere, tıpkı Kur'an gibi mütevatir yolla aktarılan bu bilgi kaynakları Kur'an'ın rakibi değildir; dostu, kardeşidir. Zaten bu nedenle Peygamberimiz önceki rasullerin yoluna uymakla yükümlü tutulmuştur. [359]
Fakat sürekli olarak altı çizilmesi gereken husus, Kur'an'ın temel belirleyici olduğudur. Yoksa müşriklerin kirlilikle malul davranışları, Yahudi ve Hristiyanlarm taşkınlıkları bizim için hiçbir zaman ölçü değildir. Başvuru kaynağımız bütün Hanifler, bütün Yahudiler, bütün Hristiyanlar değil, onlardan zikir ehlidir. Yani dinin saflığını ve kalplerinin samimiyetlerini kaybetmemiş, Kur'an'dan önce de ilahi vahyin şahitliğini hakkı ile yerine getirenlerdir. İşte Rabbimizin Kur'an ile yaptığı çağrı:
"(Ey Muhammedi) Biz senden önceki çağlarda di, kendilerine uahyettiğimiz (ölümlü) adamlardan başka kimseyi (elçi olarak) göndermedik; bu konuda yeterli bilgiye sahip değilseniz, zikir ehline/vahyedilmiş önceki kitaplara bağlılığını sürdüren kimselere sorun!" [360]
"Zikir ehline sorun!" şeklinde Kur'an'da onaylı gönderme yapılan bilgi kaynağı, Peygamberimizin getirdiği ilahi mesaj ile önceki peygamberlerin getirdiği temel ilkelerin aynı olduğunu göstermektedir. Temel ibadetlerin biçimleri değişik olsa da, ilahi vahyin ana çizgisinden sapmayanlar öz olarak tarih boyunca bu saflığı sürdürmüşlerdir; Rasulullah da Mekke'de bu saflığı devam ettiren az sayıda Hanif'den/şirke bulaşmayıp salt Allah'a ibadet eden salih kimselerden çok şey görmüştür. Mekke'de İbrahim peygamberin örflerini sürdüren Hanîfier'in varlığı hem ayetlerin işaretlerinden kolayca çıkarabileceğimiz bir husustur; hem de birçok tarihi vesikadan.
İsra Sûresi'nin aşağıdaki beyanları, izah etmeye çalıştığımız hususun sarih bir dayanağıdır; işte ilahi vahyin kesin bildirimi olan el-İlmden nasibi olan bazı kimselerin Kur'an'ı duyup dinlediklerinde gösterdikleri örnek duyarlılık: "De ki: 'Ona ister inanın ister inanmayın.' Kendilerine önceden doğru bilgi ve kavrayış verilmiş olanlara bu (ilahi metin) okunduğu zaman hemen yüzleri üzerine yere kapanır ve şöyle derler: 'Sınırsız kudreti ile ne yücedir Rabbimiz! işte Rabbimiz'in va'di apaçık gerçekleşti." [361]
Bilindiği gibi Rasulullah, türedi değildir. O, nübüvvet zincirinin son halkasıdır. Dolayısı ile kendisinden önce gelen binlerce peygamberin bıraktığı izler üzerinde görevini yürütmüştür. Bu nedenle herhangi bir konuda Kur'an'ın hükmü kesinleşmemişse, Peygamberimiz önceki ümmetlerden kalan tevhide uygun saf geleneklere uymakta idi. Örneğin, biz namazı nasıl kılacağımızı mütevatir olarak yaşanan sünnetten öğreniyorsak, Peygamberimiz de namazın, haccın, orucun bazı unsurlarını, önceki ümmetlerden gelen bir uygulamadan dolayı görmekte idi.
Bu nedenle namazı bütün unsurları ile düzenleyen ayetler gelmeden önce de Peygamberimiz, içinde yaşadığı toplumda, ma'ruf/bilinen güzel bir örf olarak sürdürülmesinden yararlanarak namaz kılmakta idi. Fakat tabii ki, Rasulullah'ın sünneti örften gelen doğruları hem geliştirmiştir; hem de ilahi denetim altında bazı yenilikler getirmiştir.
Zikir ehline sormak edilgen bir tutum değildir. Bu tavsiye ile, bizden önceki ümmetlerle varolan ortak yanlarımız vurgulanmakta ve şirke karşı ortak dayanışma zeminleri aramamız yönünde bir ufka sahip olmak biz müminlere öğütlenmektedir. Yoksa nüzul ortamındaki "ilgi kaynaklarına aynen teslim olmak emredilmemektedir. Aksi halde önceki muharref değerler belirleyici ve birincil derecede kaynak olarak Kur'an'ın önüne geçebilecektir. Kur'an'ın nüzul ortamında şayan örf ve adetlere ilişkin iki tutumun geliştirilmiş olması neyin öncelikli ve belirleyici, neyin tâbi/belirlenen olması gerektiğine dair, elimize sağlam bir karine vermektedir. İlahi vahyin son bilgi kaynağı olan Kur'an, hem nüzul ortamında yaşayan örflere ilişkin olumlu bir tutum geliştirmeyi öğretmektedir; hem de vahyin yirmi üç yıllık iniş sürecinde bu adetlere yönelik tamamen reddiyeci bir tutum takınmayı öğretmektedir.
Şüphesiz Kur'an sadece soyut olaylar üzerine indirilmiş bir kitap değildir. Somut oiaylar -adetler ve örfler- üzerine indirilmiştir. Hükmün vasatı olan iniş ortamında yaşayan adetlere karşı müheymin sıfatı ile "reddetme ve aşma" şeklinde ifade edebileceğimiz köktenci bir tutum emredilmiştir. Öte yandan bilinen güzel davranışlar anlamında örflere karşı ise daha ılımlı ve yumuşak bir tutum musaddık sıfatı çerçevesinde dile getirilmiştir. Bir örnek vermek gerekirse; Kur'an'ın hiçbir ayetinde insanlığın Allah için yaptığı ilk mescid olan Kabe'nin yıkılmasına yönelik bir emir verilmemiştir (musaddık). Fakat Peygamberimize ve ilk müminler topluluğuna; Kabe'nin içini ve dışını kirleten rics kaynağı putlara ve onların temsil ettiği batıl tasavvurlara karşı ılımlı bir tutum takınmak hiçbir zaman tavsiye edilmemiştir (müheymin).
Yeri gelmişken belirtelim ki, Kur'an'ın iniş ortamıyla ilgilenmesi tarihselcilerin iddia ettikleri gibi, onun evrensel olmadığı anlamına gelmez.
Kur'an'da Allah ve peygamberi ile savaşanlara öngörülen, "el ve ayakların çapraz kesilmesi" cezası [362] Firavun'un düzene karşı çıkanları tehdit ederken bahsettiği ceza [363] ile aynıdır. Bu benzerlikten kalkarak "Kur'an'ı adetler ve örfler belirlemiştir" diyen tarihselciler ilahi vahyin müheymin sıfatını görmezden gelmektedirler. Müheymin sıfatının çağrışımından hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
İnsanlık geleneğinde var olan bir cezai müeyyidenin Kur'an ile yeniden gündeme getirilmesi, tarihselcilerin iddia ettikleri gibi Kur'an'ın hitabının iniş döneminde yaşayan insanlarla sınırlı olduğuna, evrensel olmadığına delalet etmez. Çünkü örfün-adetin üzerinde ilahi karakterli bir vahiyle karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır; çünkü Allah takdir yetkisi ile yaşanan hayatın fevkinde bir ilahtır; çünkü Allah her şeyin üzerinde, hakimlerin hakimi bir Rab'dır. [364]
Kur'an, Yüce Allah'ın tarih boyunca indirdiği ilahi vahiyleri tip kollamak amacı ile denetleyen bir kitaptır. Bu denetlemesinde, korunan ile tahrif olanı Yüce Rabbimiz Kur'an ile biz müminlere haber vermiştir. Kur'an'ın hatem/nübüvvet vahyinin mührü olması dolayısı ile önceki vahiylerle kendisi arasında "eşitler arası öncelikli" diye vasfedebileceğimiz bir üstünlüğü vardır.
Bu durumda müheymin sıfatı, önceki vahiyler üzerinde Rabbimizin tasarruf hakkını da imleyecek bir muhtevayı özünde taşımaktadır. Mesela Rabbimiz, Tevrat şeriatında bulunan kuyruk yağını yeme yasağını ve cumartesi günü çalışma yasağını Kur'an ile neshetmiştir; [365] kıbleyi Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a yönelik olarak Kur'an ile değiştirmiştir. Kısaca Rabbimiz müheymin sıfatını verdiği Kur'an ile önceki vahiylere bazı ilaveler yapmıştır; bazılarını ise nesh edip kaldırmıştır.
"Ve sana (ey peygamberi) hakikati ortaya koyan bu ilahi kelamı, geçmiş vahiylerden kalanı tasdik edici (musaddık) ve içinde hangi doğruların bulunduğunu belirleyici olarak (müheymin) indirdik..." [366]
Kur'an nasıl yepyeni -sıfırdan başlayan- bir süreci ifade etmiyor, ilk insanla başlayan rehberlik'ten söz ediyorsa, onun elçisi olan Peygamberimiz Muhammed (s) de bir ilki değil, zincirin son halkası olarak bir tekamülü ifade etmektedir. Bu yüzden ona "türedi" [367] sıfatını layık görerek tahkir eden müşriklerin iftirası tümüyle reddedilmiştir. Peygamberimiz gelenekte ne var ne yok onaylayan, onları meşrulaştıran bir atalar dinini sürdüren bir mesajı tebliğ etseydi, müşrikler bu tahkir ifadesini ona karşı kullanmazlardı.
Kur'an ile beyan edilen hakikatte başta şirk ve tezahürleri olan yanlış şefaat anlayışı gibi, batıl melek tasavvuru gibi doğrudan inançla ilgili konularda köklü değişikler istenmiştir. Gerek Allah adına yapılmış olsun gerekse tamamıyla afaki olsun, toplumsal hayatta yaşayan tevhid ve adaletten nasipsiz gelenekler ya tamamıyla kaldırılmış, ya da ıslah edilerek manevi kirliliklerden arındırılmıştır. Şimdi Kur'an'ın müheymin sıfatı ile ortadan kaldırılan geleneklere örnekler vererek analizlerimizi daha da somut hale getirelim. [368]
Kur'an cahili gelenekler ve tevhidi gelenekler üzerinde musaddık ve müheymin sıfatları ile konuşmaktadır. Kur'an'ın gönderme yaptığı tarihsel toplumsal adetler bilinmelidir. Ancak bu şekilde, atıf yapılan, değinilen konuların detayı öğrenilebilir. Yoksa temel bir açıklama Kur'an'da yer alsa bile, onun ilk muhataplarının arka planına hitap eden ilahi kelamın bütün boyutlarıyla öğrenilebilmesi nüzul ortamının ilgili konularının bilinmesine bağlıdır.
Kur'an'ın müheymin sıfatı ile denetleyerek reddettiği geleneklerin başında, müşriklerin ulûhiyette, rubûbiyette alışkanlık haline getirdikleri şirk yer alır. Şirk ile Allah'ın dini İslam'ın bulandırılması sonucu, İbrahim ve İsmail peygamberlerin asaletlerinden izler taşıyan ibadetler zaman içinde kirletilmiştir.
Konuyla ilgili örneklere geçmeden önce adet ile örf arasındaki farka işaret etmekte yarar görüyoruz. Biz adeti iyi veya kötü gelenek anlamında, örfü ise kök anlamında da mündemiç olan bir manada, "bilinen doğru gelenek" anlamında kullanacağız. Kur'an'ın müheymin sıfatı ile kaldırılan gelenekler içinde "çıplak tavaf" gibi konular bu adet tanımımıza uygun düşmektedir. "Kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram'a çevrilmesi" örneğindeki gibi konular ise, "örf" tanımımız içinde yer almaktadır. Bu durumda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Kur'an hem adetler hem de örfler üzerinde bir mevkîye sahiptir. Yüce Allah hakimlerin hakimi sıfatı ile bilinen bir doğruyu daha iyi bir doğru ile, nice hikmetlere binaen değiştirebilir. Hem değil mi ki, Kur'an yeryüzüne indirilmiş son ilahi vahiy kaynağıdır? Öyleyse Kendinden önceki vahiy kaynaklarını onaylamakla birlikte bir takım değişiklikler de yapabilir. [369]
Müşriklerin uydurduğu, ekonomik tasarruf amaçlı olarak uygulanan çıplak tavaf yasaklanmıştır. Müşriklerin uydurduğu bir adete göre, kendi elbiseleri ile tavaf yapan kimse, bir daha o elbisesini giyemezdi.
Bu sebeple, belki de tek bir elbisesi olan, kıyafetini kaybetmek istemeyen bazı kimseler, geceleyin çıplak olarak tavaf yapıyorlardı. Allah adına bir haram konulmuş -tıpkı Hristiyanlar'ın ruhbanlığı uydurup sonra da, ağır sorumluluklarını yerine getiremeyince hilelere başvurması gibi, Yahudilerin dinde detaylara dalarak ilaveler yaptıkları ibadetleri yerine getirememeleri gibi- yerine getirmekte zorlanılınca da hileli yollara başvurulmuştur. Temelinden yanlış olan bu adet, Kur'an'ın müheymin sıfatı ile yasaklanmıştır. Derveze, bu geleneğin köklerini şu şekilde açıklamıştır:
"Araplar üzerlerinde normal elbiseleri olduğu halde Ka'be'yi tavaf etmeyi hoş karşılamıyorlardı. Onlar üzerlerinde elbiseleri olduğu halde bazı günahlar ve çirkin işler işlemekten sakınıyorlardı. Ahmas (haccda yaptıkları yiğitlikleri ile ünlü öncüler) da bu elbiselerini indirmelerini ve Ahmas'ın hacılara özgü kabul ettikleri ve "Ahmas'a ait fistanlar" adını verdikleri elbiseleri örtünmelerini yasallaştırmışlardı. Tavaf eden tavafını, hacı da hacc ibadetini bitirince çıkardığı elbisesini tekrar giyerdi. Kendi elbisesi ile tavaf yapanlara gelince, bunların tavaftan sonra o elbiselerini giymeleri kendilerine haram olur ve onu atmaları gerekirdi. Buna "atımlık" adını verirlerdi. Ahmas'a ait elbiseleri bulamayanlar yahut onu elde etmeye olanağı olmayanlar, elbiselerini çıkarıp onları atmakla yitirmek istemeyenler onları tavaftan önce indiriyorlardı ve kadın olsun erkek olsun orayı çıplak olarak tavaf ediyorlardı." [370]
Bu insanın onuruna gölge düşüren adet [371] ayetle yasaklanmıştır:
"Her mescide gidişinizde güzelce ziynetinizi/elbisenizi giyin. Yiyin için, fakat saçıp savurmayın. Çünkü Allah saçıp savuranları sevmez." [372]
Hacc dönüşü evlere arkadan girme adeti, dine yapılan ruhbanca bir ilavedir. Rivayetlere göre hacc yapan insanlar içerisinde kendilerini diğer insanlara göre daha çok adanmış sayarak, evlerinin önündeki saçakların gölgesinden yararlanmanın ibadetlerine halel getireceğine inanıyorlardı. İşte bu sebepledir ki, hacc ibadetinin bitiminden sonra evlerinin önündeki gölgeliğin altından değil, arkadan bir kapı açarak içeri giriyorlardı.
Bu yakışıksız adet, "uydurulmuş bir tür ruhbanlık" olarak aşırılıklar taşıdığından, Yüce Allah tarafından yasaklanmıştır:
"...Birr/iyilik-dürüstlük ve erdemlilik evlere arkalarından girmeniz değildir; ama gerçek erdem sahibi muttakidir/Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyup, şeytana karşı İmanını savunma mekanizmalarını daima hazır tutandır. O halde evlere kapılarıdan girin ve muttaki olun ki, kurtuluşa erebilesiniz." [373]
"Hacılar hacc ibadetlerini bitirdikten sonra Mina'da şiir söylemek, ataların ve kabilelerin övünç kaynaklarını bir bir saymak için oturumlar tertipliyorlardı." [374]
Bakara Suresi (2), 200.ayet asabiyet duygularını güçlendiren cahiliyye böbürlenmelerini yasaklamış, onun yerine sübhan olan Allah'ı duyarlıca övüp zikretmeyi geçirmiştir:
"(Hacda ilgili) ibadetlerinizi bitirdiğinizde, atalarınızı andığınız gibi, hatta daha güçlü bir hatırlayışla Allah'ı zikretmeye/hatırlamaya devam edin! Çünkü öyleleri vardır ki; 'Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada verir diye dua ederler. Böyleleri ahiretin nimetlerinden nasib alamayacaklardır." [375]
"Erkeğin belli bir ücret vererek süreli olarak bir kadınla evlenmesi" demek olan bu nikah, rivayetlerden öğrendiğimize göre cahiliyye Arapları arasında yaygın idi. Fakat geleneksel kökleri olduğu halde peygamberimiz ne risaletten önce ne de sonra bu tür bir nikaha asla itibar etmemiştir. O, uzak diyarlara önce ticaretle sonra da cihadla ilgili seferler düzenlediği halde, bu tür bir evliliğe eğilim göstermemiştir; arkadaşlarına da böyle bir nikah türünü tavsiye etmemiştir.
Diğer yandan rivayetlerden öğrendiğimize göre, yaşadığı toplumdaki adetlerin olumsuz koşullamalarına rağmen, Rasulullah cariyelerine bile evlenme teklif ettikten sonra, ancak nikahlanmak suretiyle eş muamelesi yapmıştır. Allah'ın Elçisi (s) Kureyzaoğulları'nın Medine'den tehcir edilmesinden sonra kendisine düşen esirlerden Reyhâne'ye evlilik teklif etmiştir. Fakat bu Yahudi kökenli kadın Rasulullah'ın evlilik teklifini kabul etmediği gibi, başörtüsü emrini kendisine göre ağır bulduğu için müslüman olmayı da tercih etmemiştir. Diğer yandan Peygamberimiz bir diğer cariyesi olan Mâriye validemizle, aynen diğer kadınlar için de geçerli olan nikah bağı ile evlenmiştir. [376]
Kur'an'ın ideal müslüman ailenin nasıl oluşması ve nasıl kurulması gerektiğine ilişkin ilkeleri çok açıktır. Bu modelde kesinlikle muta nikahına yer yoktur. Kaldı ki, savaşta elde edilen esir kadınlarla evlenebilmenin bile ön şartı, hür kadınlarla yapıldığı gibi, nikahın mihir de dahil tüm şartlarının sağlanmasıdır. [377] Nur Sûresi, 33. ayetin beyanları da zaten cariyelerle nikahsız bir münasebeti fuhuş olarak nitelemektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bu nikaha doğrudan bir atıf veya işaret yoktur. Ancak aile saadeti ve evlilik bağı ile ilgili konuları ilahi hükümler, bu tür bir nikahın haram olduğu sonucunu doğurmaktadır. Peygamberimizin vefatından önce bu uygulamayı tümü ile kaldıramadığına dair rivayetler, onun geçerli -onaylı- olduğu anlamına gelmez, Tarihi vesikalar bu cahiliyye geleneğinin Hz. Ömer zamanında tamamı ile -siyasi otorite tarafından- yasaklandığını göstermektedir. [378] Ehli Sünnet alimlerinin hemen hemen hepsi önceleri, bir cahiliyye adeti olarak sürdürülen mut'anın Kur'an'ın ilgili ahkamının tamamlanmasından sonra "haram" kılındığı fikrinde birleşmişlerdir. [379]
Peygamberimizin de sorumlu olduğu -hiç kimsenin müstağni olmadığı- ilahi hükümlerde müslüman bir ailenin yasal çerçevesi belirlenmiştir. Buna göre, nikahta hiçbir süre tahdidi konulamaz. [380]
Şia'nın Nisa Suresi (4), 24. ayette geçen "istimta" kelimesinden süreyi çıkarmak istemesi, bir önyargının Kur'an'a doğrulatılmaya çalışılmasından ibarettir. [381] Kur'an'da hür kadınlara güç yetiremeyenlerin cariyelerle evlenmesi, bu da söz konusu olmazsa "iffetlerini korumaları gerektiği" şeklinde Rabbani tavsiye de göstermektedir ki, hiçbir şekilde mut'aya Kur'an’i bir izin çıkmamıştır. [382]
Öte yandan Peygamberimizin böyle bir nikahın icrasına göz yumduğuna ilişkin rivayetler, onun evrenselliğine delalet etmez. Çünkü onların ömrü, nikahla ve İslami aile modeli ile ilgili ilahi hükümler kemale erinceye, tamamlanıncaya kadardır. Bu tür uygulamalara göz yumulduğuna dair çok sayıda rivayet vardır. [383]
İstimta; yararlanmaya karşılık demek olup, nikahın şartlarından biridir. İstimta için Nisa Suresi (4), 24.ayette "ücretlerini vermek" şartı getirilmektedir. Bu da mihir demektir. Buna göre mümin kadınların hakkı olan mihir/evlilik tazminatından söz edilmeden nikahın şartları tamamlanmış olmamaktadır.
"Kur'an'da aile hukuku, özellikle mirasla ilgili ayetlerin en ince ayrıntısına kadar açıklanmasına rağmen, mut'a ve mut'a nikahından doğacak çocukla ilgili hiçbir hükmün bulunmaması" böylesi bir uygulamayı Yüce Allah'ın onaylamadığını göstermektedir. [384]
Konuyu Âişe validemizin mut'ayla ilgili bir soruya cevabını hatırlatarak bitirmek istiyoruz. Hakim'in Müstedrek'inde naklettiği bir habere göre kendisine mut'a nikahı sorulan müminlerin annesi cevabında "Sizinle benim aramda Allah'ın kitabı esastır" demiş ve konuya son noktayı koyan şu ayeti okumuştur:
"Onlar ki iffetlerini korurlar; eşleri ve cariyeleri dışında (kilerde doyum aramazlar). Çünkü onlar (eşleriyle ilişkilerinden dolayı) kınanmazlar. Ama bu sınırı aşmak isteyenler, işte haddi aşanlar böyleleridir." [385]
Asru'n-Nebi'de ma'ruf/bilinen uygulamaya göre; zina yapanların cezası recmdir. Recm, zina yapan kadın ve erkeğin göbeğine kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülmesidir. Peygamberimiz döneminde bu cezanın uygulandığına dair rivayetler vardır. Fakat bu cezanın infaz edildiği kimselerin çoğunluğunun Yahudiler'den oluşması da göstermektedir ki, recm eski bîr gelenek olarak müslümanların gündemine girmiştir. [386]
Fakat bu zanni rivayetler her şeye rağmen, uygulamanın boyutları hakkında kesin malumat elde etmeye uygun olmayıp, "Rasulul- bu cezanın infazı konusunda isteksizliği"ni vurgulamaktadır.
Hangi gerekçe ile uygulanırsa uygulansın recm, Kur'an’i bir ceza değildir. Fakat Peygamberimizin bu infaz şekline istemeden sessiz kalması -ki rivayetler o yöndedir- müheymin olan Kur'an ile Yüce Allah'ın bu meselede henüz hüküm va'z etmemiş olmasındandır. Kanaatimiz odur ki, böyle bir cezanın infazı mevzi birkaç örnekle sınırlı olup, Nur Suresi, 2. ayetten önce gerçekleşmiştir:
"İmdi zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz celde (kemiğe inmeyen bir vuruş yapacak şekildeki bir değnek ile) vurun! Ve eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onlara karşı duyduğunuz acıma, sizi Allah'ın bu yasasını uygulamaktan alıkoymasın ve müminlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun."
Müheymin olan Yüce Allah'ın bu ayeti indirmesinden sonra da, konu ile ilgili önceki tüm tasavvurlar ve uygulamalar nesh edilmiş/geçersiz hale gelmiştir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, evli cinsler arasındaki cinsi münasebet ile, bekar cinsler arasındaki cinsi münasebet Arapça'da aynı şekilde, zina olarak adlandırılır. Bu durumda Kur'an'ın indirilişinden önceki recm uygulamasının bekar-evli ayrımı yapılarak kurtarılmaya çalışılması -ki bu durumda Kur'an'ın ilgili ayeti zanni rivayetle nesh edilmeye kalkılmış olmaktadır- doğru değildir.
Muhsan/iffetsizliğe karşı iman ve evlilik bağı ile korunan hür kadın [387] için Kur'an'da hükme bağlanmış ceza ile, günaha çekilmeye daha müsait olan cariyelere uygulanması emredilen ceza birbirinden farklıdır. İman ve evlilik bağı ile koruma altında olmayan köle statüsündeki kadınların zina yapmaları durumunda, muhsan kadınlara uygulananın yarısının infaz edilmesi Kur'an şeriatında hükme bağlanmıştır. [388] Bu durumda recmi zinanın cezası olarak kabul etmemiz söz konusu olamaz. Çünkü recm bir ölüm cezasıdır. Ölüm cezasının da yarısı olamaz.
Kur'an'ın genel mesajı ve bütünlüğü göz önünde tutulduğu zaman recmin yürürlüğü ebediyyen durdurulmuş bir adet olmaktan öte bir anlamının olmadığını rahatlıkla söyleyebililiriz.
Peygamberimizin vefatından sonra recmle ilgili hadislerin sahabe arasında tartışılması -Kur'an’i olup olmadığının sorgulanması- da göstermektedir ki, bu cezanın asru'n-nebiden sonra geçerli olup olmadığı hususunda ilk nesiller arasında bir icma yoktur. [389]
Rasulullah, kendisinden önceki peygamberler için cari kılınmış bir hüküm olarak Mescid-i Aksa'yı kıble olarak kullanmakta idi. Peygamberliğinden önce ve sonra kıldığı namazlarda oraya yöneliyordu. Fakat Medine döneminde -rivayetlerden anladığımıza göre- Yahudiler onun özgün bir kıblesinin olmamasını alay konusu yaparak, dillerine dolamışlardı. [390]
"Kıble değişimi hadisesinin tarihi, rivayet edildiği şekliyle, hicretten 16 ay sonra, 17. ayın başlarında Recep ayının ikinci yarısının pazartesi günü, öğlen namazı esnasına denk gelir. Rasulullah konuyla ilgili rivayetlere göre, bu öğlen namazının ilk iki rekatında Mescid-i Aksa'ya, diğer iki rekatında ise Kabe'ye yönelmiştir." [391]
Yüce Allah onun bu sıkıntısını gidermiş ve Kabe'nin yüzyıllardır zaten varolan statüsünü güçlendiren, kitap ehlini de muhatap alan aşağıdaki ayeti indirmiştir:
"(Ey Muhammedi) Yüzünü semaya çevirip durduğunu görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çeviriyoruz. (Öyleyse bundan sonra) yüzünü Mescid-i Haram 'a/Kabe 'ye çeviri Nerede bulunursanız bulunun yüzlerinizi o yöne çevirin. Kitap Ehli, bunun Rabbinden gelen bir hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir." [392]
Peygamberimiz Medine döneminde azatlı kölesi Zeyd'i halasının kızı Zeynep ile evlendirmiştir. Rasulullah'ın özgür bıraktığı, ama kendi isteği ile hizmete devam etmeyi tercih eden Zeyd ve eşi bu evliliği devam ettirememişler, boşanmaya karar vermişlerdir. Cahiliyye geleneklerine göre Peygamberimizin Zeynep'le evlenmesi haramdır. Ancak Yüce Allah bu yasağın kaldırılmasını irade ettiği için Rasulullah'ın Zeynep'le evlenmesini şu ayeti kerime ile emretmiştir:
"Ve bir zaman (ey Muhammed,) Allah'ın lutufta bulunduğu ve senin de iyilik ettiğin kişiye, 'Eşini terk etme ve Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip ol!' demiştin. Ve (böylece) Allah'ın yakında aydınlığa çıkaracağı şeyi içinde gizlemiştin; çünkü insanların ne düşüneceklerinden çekmiyordun, oysa çekinmen gereken yalnızca Allah olmalıydı!
(Fakat) sonra Zeyd o kadınla beraberliğini sona erdirdiğinde onu seninle evlendirdik kî (gelecekte) evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlar(la evlendikleri) için müminler suçlanmasınlar. Ve emrullah/Allah'ın buyruğu (böylece) yerine getirilmiş oldu." [393]
Cahiliyye döneminde evlatlıkların boşadığı kadınlarla evlenmenin haramlığına hükmedilirdi. Yasağın yazılı bir hükme dayanmadığı kesindir. Teamül olarak gelen bu uygulamanın İbrahim peygambere kadar gidip gitmediği kesin değildir. İster kökeni ilahi vahye dayanan bir yasak olsun isterse, beşeri bir adetten meşruiyetini alsın bu hüküm Kur'an ile nesh edilmiştir/hükmü ebediyyen kaldırılmıştır.
Kölelik ve zıhar örnekleri de Kur'an'ın müheymin sıfatı ile kuşatma altına aldığı iniş ortamındaki geleneklerdendir. Biz bu ikisini tarihselcilik bölümünde işlediğimiz için, tekrar konuya geri dönmek istemiyoruz. Bu ve önceki örnekler de göstermektedir ki, tarihselcilerin iddia ettikleri gibi, Kur'an nüzul ortamından etkilenmemiştir; iniş zeminindeki kültürün üstüne çıkmış, onu kuşatma altına almış, belirlemiş, değiştirmiş dönüştürmüştür. [394]
"O, itikadı konularda Nuh'a emrettiğini ve sana (Ey Muhammed) vahiy aracılığıyla öğrettiğimizi ve aynı zamanda İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya öğrettiğimizi sizin için uygun gördü. (Sahih) itikada sağlam bir şekilde sarılın ve o konuda bütünlüğünüzü bozmayın..." [395]
Temel itikadı esaslar ilk insan topluluğu ile başlayan risalet sürecinden dolayı bozulmuş olsa da hiç bilinmeyen hakikatler değildir. Gerek Mekke müşrikleri tarafından, gerekse Yahudi ve Hristiyanlar tarafından tevhid dini İslam'ın özellikle yakın dönemde İbrahim'e dayanan inanç esasları ve canlı bir ibadet geleneği vardı. Ancak tabii ki bu inanç ve ibadetler asli sıfatlarını kaybetmiş, bulandırılmış ve gerçek gayelerinden uzaklaştırılmış bir şekilde yaşatılıyordu. Dini ibadetlerin ilk peygambere ve ilk insanlık topluluğuna kadar giden bir geçmişe sahip olduğunu, Kur'an'da çokça tekrarlanan "sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı" ifadesidir. [396] Zaten Kur'ân ile Peygamberimize yüklenen temel görevlerden biri, her şeyi olması gereken yere koymak suretiyle ifsadın önüne geçmekti. [397]
Rasullullah nübüvvet zincirinin son halkası olup hâtem/işin sona erdiğini belirten mühürdür. O, türedi değildir. "De ki: 'Ben elçilerin ilki değilim, ve (onların tümü gibi) ben de, bana ve size ne olacağını bilemem. Çünkü ben sadece açık bir uyarıcıyım." [398]
Kur'an'ın mesajı da aşağıdaki ayette açıkça beyan edildiği üzere, önceki peygamberlere indirilenlerle ortak öğeler taşımaktadır:
"Peki onlar (Allah'ın bu) sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş atalarına hiç gelmeyen bir şey mi geldi onlara?" [399]
Rasulullah'a verilen ilahi vahiy, önceki peygamberlere verilenin zıddı, alternatifi, tamamen farklısı değil bir benzeridir:
"Ve bu (mesaj temel çizgileriyle) hiç şüphesiz, ilahi hikmetleri bildiren önceki kitaplarda da yer almaktadır." [400]
Öyleyse Allah'ın elçisi Muhammed (s) -Yüce Allah'ın yol göstermesi ve denetimi altında- önceki rasullerin yoluna -bizzat Rabbimiz tarafından nesh edilenleri hariç olmak kaydı ile- uymakla yükümlüdür.
Rasulullah'ın kendisinden önceki peygamberlerin yoluna uyması gerektiğine ilişkin çok sayıda Kur'an ayeti vardır; örnek olarak birini okuyalım:
"Allah'ın doğru yolu ulaştırdığı (ilahi hakikate reddederek İhanet etmeyecek peygamberlere) insanlara (vahyi indirmekteyiz). Öylese onların rehberliğine uy! De ki: 'Sizden bunun için hiçbir karşılık istemiyorum'. Unutmayın ki o (Kur'an) bütün insanlığa bir öğütten ibarettir." [401]
Bu sebeple Kur'an'da Rabbimizin va'z ettiği buyruklarla önceki vahiy kaynaklarında ve onlardan asru'n-nebiye kadar süzülüp gelen örf arasında bir benzerlik olması garipsenmemeli, hatta bir benzerlik aranmalıdır. Allah'ın bir buyruğu olmadan Peygamberimiz kendiliğinden tevhid geleneklerinde bir değişiklik yapmaya çalışmıyordu. Hatta o bir yandan da insanlann "yeni bir din mi getiriyor" şeklinde gösterecekleri tepkileri de dikkate almıştır. Buhari ve Müslim'de geçen bir hadiste Rasulullah'ın eşi Aişe'ye şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
"Eğer insanlar yeni İslam'a girmemiş olmasaydı, hatiim [402] Kabe'ye dahil ederdim, çünkü hatiim Kabe'ye aittir." [403] "Fakat o bunu yapmadı. Hatiim bugün de Kabe'yi oluşturan küp şeklindeki yapının dışındadır. Eğer Rasulullah bunu yapacak olsaydı, Kabe'yi yıkıp hatiimi de içine alacak şekilde yeni bir duvar yükseltmek zorunda kalacaktı. Bu durumda halkın diyeceği şu olacaktı:
İsmail ve İbrahim'in takipçisi olduğunu ilan eden bu kişinin ilk yaptığı şey, Kabe'yi yıkmak oldu.' Bu nedenle o, böyle yapmadı. Hatiim bu gün de hala Kabe'nin dört duvarının dışındadır." [404]
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız nedenlerle, şirke rağmen hala tazeliğini ve saflığını koruyan ibadetler Kur'an'ın nüzul ortamında boy göstermeye devam etmekte idi. Bazı ayetlerin işaretlerinden öğrendiğimize göre, müşrik Araplar -bir kısmına şirk bulaşmış olsa da-Kabe'nin yanında bazı dini ayinler yapıyorlardı. [405]
Hatta bazı kimseler, çok yaygın olmasına rağmen insanların çoğunluğu gibi putlara tapmıyorlardı. Cahiliyye döneminde müşrikler, inancının özüne şirk bulaştırmayan ve putlara şefaat yetkisi tanıyarak ibadet edenlerden uzak duranlara sabit demişlerdir. Zaten cahiliyye döneminde tek tip insandan söz etmek mümkün olmadığı gibi, Mekke'nin peygamberler tarafından kurulmuş bir şehir olması nedeniyle, bazı örflerin hala yaşıyor olmasına da şaşırmamak gerekir. Toplumsal yaşamın ana karakteri şirk değerleri tarafından işgal altında tutulmuş olsa da, Peygamberimiz gibi kendini mümkün olduğu kadar manevi kirliliklerden uzak tutmayı başaranlar da Mekke ve çevresinde yaşamaktaydı.
İşte nefsini manevi kirliliklerden uzak tutarak çoğunluğa uymayan, bir tür devrimci-aykırı tavırla görece bir saflığı özünde ve davranışlarında yaşatanlara cahiliyye döneminde Hanif veya Sâbii denilmiştir. Mesela bu şekilde isimlendirilenlerden biri Peygamberimizin öncü sahâbîlerinden biri olan Ebû Zer'dir. Muhammed Ammara onun hayatı hakkında düştüğü notta şöyle şöyle demektedir:
"Ebû Zer tevhid akidesine yönelip putlara ibadeti terk etti ve sadece Allah'a ibadet etti. Bu esnada kavmi onun bu durumunu biliyordu ve önceki dinin/şirk dininin değerleri ve uygulamalarını terk edip huruç ettiği için ona şu sıfatı takmışlardı: Sâbiî." [406]
Yüce Allah, Kur'an'ın musaddık sıfatı ile koruma altına altına aldığı temel ibadet biçimlerinin Kıyamet'e kadar kesintisiz olarak sürdürülmesini emretmiştir. Çerçevesi netleştirilerek farz kılınan, doğruluğu onaylanan ve tüm toplumlar için câri kılınmış bulunan tevhid geleneklerinin akla ilk gelenlerini, en çok bilinenlerini kısaca tahlil etmek istiyoruz. [407]
Biçiminde bir takım değişikler olsa da namaz, tevhid dini İslam'ın temel ibadetlerinden biri olarak tüm peygamberlerce tebliğ edilmiştir. Yine ilk peygamber Adem (a)'dan beri tarih boyunca müminlerce icra edilmiştir. Tahrif edilerek içi boşaltılmış olsa da, insanlardan az bir kısmının Hanîf olarak/Allah'a ortak koşmadan ibadet ettikleri de Kur'an'dan kolayca takip edebileceğimiz bir hakikattir. Namaz Kur'an'da anlatıldığına göre bütün peygamberlerin ibadetleri arasında ilk sırayı almıştır.
"Kendilerini gece gündüz ibadete veren kimseler"den, "İbrahim (a)'ın namazlarında devamlı ve kararlı bir ümmet temennisi"nden; "Şuayb (a)'in haksızlığa karşı direnen namaz"ından; "İsa (a)'ın hayatı boyunca terk etmediği namazı'ndan; "Zekeriyya (a)'ın mihrabından; "Musa peygamberin namaz kılışının hikmetleri"nden bahseden ayetler, bu ibadetin Hz. Muhammed'le kaim olmadığını gösteren apaçık deliller olarak anılabilir. [408]
Öte yandan namaz, Peygamberimizi çağdaşı olan müşriklerin bile rutin olarak sürdürmek zorunda kaldıkları bir ibadettir. Ancak namaz ibadetinin bu canlılığı, onun şirk unsuru pisliklerden korunduğu anlamına gelmiyordu. Çünkü müşriklerin namazı, özünde yer alan hikmetlerin yok edildiği birer gösteri ve folklor -sıradan kültürel bir doku- olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Çünkü onların namazı "el çırpmak, ıslık çalmak gibi, mahremiyetten uzak olmak gibi" unsurlar üzerine kuruludur; ayrıca namaz ile dinin diğer gayeleri arasındaki bütünlük de müşriklerin ihmal ettikleri bir husus idi. [409]
Müşriklerin namazı, yetimi kollamakla, öksüze sahip çıkmakla, Allah için infaklarda bulunmakla özdeş değildi. Oysa Allah katında makbul bir namaz, dini O'na halis kılarak yapılmalı ve infakın temsil ettiği adaletten uzak olmamalıdır. Rivayetlerden öğrendiğimize göre Peygamberimiz risaletten önce de, namazla ilgili ayetler indirilmeden önce de namaz kılmakta idi. Peygamberimize bir teselli armağanı olarak verilen isra-mirac nimetinden çok önceleri namazın kılındığına ilişkin birçok karinemiz vardır. Mesela, ilk inen Alak Suresi, 10. ayette "namazı engelleyen müstağnilerden söz edilmesi de bu tezimizin ilham kaynağıdır. [410]
Bakara Suresi, 125.ayette, namazın tevhid geleneğinin yaşayan sünneti olduğuna açık bir işaret vardır.:
"O zaman Biz mabedi/Kabe'yi insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef/kıble ve bir kutsal sığmak yapmıştık: 'Öyleyse İbrahim için vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin.' Nitekim Biz İbrahim ve İsmail'e emrettik: 'Mabedimi, onu tavaf edecekler için, onun yanında i'tikafa/kendini Allah'a adamak maksadı ile tefekküre ve ibadete dalacaklar için ve (namazda) rükû ve secde edecekler için temiz tutun." Bu ayet açıkça namazın unsurlarından olan rüku ve secdeden söz etmektedir. Bu İbrahim peygamberin ve ona tabi olanların namazında rüku ve secdenin varlığını göstermektedir. İsrailoğulları'ndan kesintisiz bir şekilde namaz kılacaklarına dair Yüce Allah'ın taahhüt almış olması [411] bu ibadetin Peygamberimizle başlamadığına ve sürekliliğine ilişkin Kur'anî delillerden biridir.
Yine gece namazının Kur'an'ın nüzulundan çok daha önce var olduğu, kendilerini Allah'a adayan salih insanlar tarafından uygulandığını, Peygamberimiz ve arkadaşlarının henüz ilahi vahiy ile tavsiye edilmeden de gece kıyamı yaptıklarını ayetlerin üslubundan çıkarmak hiç de zor değildir. [412]
Sünnetsiz namazın handikaplarını tezahürleri üzerinden bir tenkide tabi tutmak istiyoruz. Mealcilik cereyanları ile gündeme getirilen sünnetsiz namazın deneyleri neticesinden bakıldığında çok daha kolay anlaşılabilmektedir. Mesela mealcilik cereyanlarından "Hint Kur'aniyyûn Akımı" önemli bir deneyimdir. Bu akımın öncülerinden Abdullah Çekralevi'nin öğrencilerinden Muhammed Ramazan 1922 yılında -ki İngiliz sömürüsünün Hint kıtasında varlığını sürdürdüğü yıllardır- "Salatu'l-Kur'an Kema Alleme'r-Rahman" adlı bir eser kaleme alarak Kur'an ve zikir ehlinin namazlarını nasıl kılacaklarını maddeler halinde sıralar:
1. Farz olan üç vakit namazdır, ikindi ve akşam namazları kişinin kendi arzusuna kalmıştır.
2. Her namaz iki rekattan ibarettir. Bunun üzerine arttırılan sayı, insanlar tarafından yüklenilen (arzuya kalmış) bir görevdir, insanların ihtiyacından dolayı değildir.
3. Başlama tekbiri "innellahe kane aliyyen kebira"dır. [413] ayete dayanıyor.)
4. Rükudan kalkmak Kur'an'ın talimatına aykırıdır. Rukuda iken, hiç doğrulmadan hemen secdeye kapanmak gerekir.
5. Her rekatta bir secde vardır, başka değil.
6. Secde zikirleri bittiğinde namaz tamamlanmış olur. Muhammed Ramazan'ın tanımladığı bu namazı, şimdilerde Belağu'l-Kur'an cemaati aynen uygulamaktadır. İlahibahş bizzat gözlemlediği bu namazla ilgili izlenimlerini şöyle aktarır:
"Lahor'daki merkezlerinde benim gözlemlediğim namaz da böyleydi. İmamları saftan öne çıkmaksızın aralarında duruyor, sonra Kur'an'dan şu ayeti okuyor:
"Rabbi edhilnî müdhale sıdkın..." [414] Rabbim beni girdiğim yere dürüstlükle girdir...) Ardından yukarıdaki gibi başlangıç tekbiri alıyor ve başlıyor, Muhammed Ramazan'ın farklı surelerden seçerek biraraya getirdiği 25 ayetlik seçkiyi okumaya. Sonra özel tekbiri ile rukûa gidiyor ve rukûda üç ayet okuyor. Sonra rukûdan doğrulmadan secdeye varıyor ve secdede farklı surelerden derlenmiş beş ayet okuyor ve böylece namazın bir rekatı tamamlanmış oluyor. Aynı şekilde bir rekat daha kıldıktan sonra, ikinci rekatın secdesinde namaz son buluyor. Dikkati çeken bir nokta da, imamları kıyam, rükû ve secdelerin tamamında açıktan okuyor, kesinlikle gizli okumaya yer vermiyor." [415]
Görüldüğü gibi sünnetsiz namazın biçimi, şahsi inisiyatifle oluşturulmuştur; yoksa Kur'an'da kıyam, kıraat, rüku ve secdelerin biçimine, oralarda neler okunacağına, nasıl dua edileceğine dair illüstrasyon/resimli anlatım falan yoktur. Zaten olması da beklenemez. Çünkü Kur'an'ın kendisi 'kelam, kavi, hadis' diye sıfatları olan "sözlü vahiydir. Onun şahitliğini, üsvesini/model örnekliğini ortaya koyan, tatbik eden Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s)'dir ve bizi de onu takiple, itaatle yükümlü tutan Yüce Allah'tır.
Sünnetsiz namaza bir başka kötü örnek de ülkemizde doğup büyümüş, babası ile olan çatışmasını İslami nasslar üzerinden sürdüren
Edip Yüksel'dir. [416] O da yukarıdaki biçime benzer önerilerin sahibidir. Ona göre namaz beş vakittir ve Kur'an'da bu vakitler belirtilmiştir. [417] Ancak Yüksel, daha sonra yazdığı "Kur'an Çevirilerindeki Hatalar" adlı kitapla bu görüşünü değiştirerek, sabah, akşam, orta olmak üzere namazların vaktini ve sayısını üçe indirmiştir. [418]
Oysa Kur'an'da namazların vakitleri, konuyla ilgili birçok ayet bir yana, "beş vakit olarak" açıkça beyan edilmiştir:
"Bunun içindir ki, (hakkı inkar eden)ler ne derse desinler, sabret; ve güneşin doğmasından ve batmasından önce (sabah, akşam) Rabbinin sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle an; ve gecenin bazı saatlerinde (yatsı), gündüzün belli vakitlerinde (öğle, ikindi) yine Rabbinin kudret ve yüceliğini an ki hoşnutluğa, esenliğe erişesin." [419]
Sünnete olan mesafesini peygamberimiz Muhammed (s)'e olan uzaklığını her fırsatta ortaya koyan 19'cu hurûfîliğin çağdaş takipçisi E.Yüksel "tüm dini pratiklerin Muhammed'in hayatından önce mevcut" olduğunu iddia etmektedir. Namazda sadece kıraat olarak Fatiha suresi okunması gerektiğini savunan [420] Yüksel'e sormak gerekir:
Fatiha suresi hangi dini pratikle Peygamberimize gelmiştir? Rekatların sayısının 17 olduğu, Muhammed (s)'den önce hangi peygamber tarafından belirlenmiştir?
Tüm kainatı 19 rakamına indirgeyerek -çocuksu bir mantıkla- anlamlandırmaya, baktığı her yerde 19'u görmeye çalışan Edip Yüksel, Kur'an'da, namazda, oruçta bu rakamın izlerini bulmak için gerektiği zaman çarpma işlemi -ki en çok sevdiği matematik işlemi budur, gerektiği zaman toplama, çıkarma, bölme işlemi uygulamaktadır. Farz namazlardaki rekatların sayısının -ki Rasulullah'ın sünnetinin tevatüren bize ulaşması ile tespit edilebilmektedir- 17 oluşunu bu dört matematik işlemle ispatlayamayınca bakın nasıl bir ibretlik yöntem seçmiştir: Sırasıyla sabah, öğlen, ikindi, akşam, yatsı namazlarını farzların rekat sayılarını yan yana dizip ortaya çıkan rakamı 19'a bölerek: 24434. Bu rakam 19'un 1286 ile çarpımından elde edilebilmektedir. [421] Dedik ya bu çağdaş hurûfî en çok çarpma işlemini, onunla bağlantılı olarak bölmeyi sevmektedir. İnsan kafaya koymasın bir defa isterse evrenin 18 rakamı üzerinde durduğunu bile ispatlar; altından girer, üstünden çıkar, yapar... [422]
Müşriklerin kıldıkları namaz'ın eleştirildiği ayetlerin değerlendirilmesinde de kaydettiğimiz gibi, onlar infak etmemekle suçlanmışlardır. Çünkü insanı kötülüklere karşı koruyup manevi güvenlik kalkanı oluşturan namaz soyut ve salt formel bir ibadet değildir. Onun gerekleri vardır. İşte bu gereklerin başında da "iyilik yapmak"; "yetimi kollamak; öksüze sahip çıkmak"; "mustazafların haklarını korumak"; "fakire-fukaraya, yolda kalmışa karşı merhametle kol kanat germek" gibi özellikler gelir. Namazla ilgili bütün ayetlerin bağlamında Allah için infak etmek manasına gelen bir fiilin yer aldığını tekrar vurguladıktan sonra konuyla ilgili bir ayeti kaydedelim:
"Yazıklar olsun şu namaz kılıp duranlara, onlar ki kalpleri namazlarına yabancıdır; onlar ki niyetleri yalnızca görülüp takdir edilmektir ve üstelik onlar (insanlara) en ufak bir yardım yapmayı bile reddederler." [423]
Oruçla ilgili açıkça "sizden öncekilere yazıldığı/farz kılındığı gibi" ifadesinin ilahi kelamca dillendirilmesi, onun tıpkı namaz gibi temel ibadet biçimlerinden olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki ayeti dikkatlice okuyalım:
"Ey İmana ermiş olanlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı, ki muttakilerden olasınız/Allah'a karşı sorumluluk bilincine varabilesiniz." [424]
Perhiz türleri değişik olsa da, bugün dünya üzerinde önceki peygamberlere ümmet olma iddiasındaki Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerince bir oruç ibadetini sürdürmektedirler. [425] İlahi vahyin silik izlerinin dahi bulunabildiği her tür cemaatin oruç olarak nitelendirilebilecek bir uygulaması vardır. Bu da göstermektedir ki, oruç ilk insandan bu yana cari olan evrensel boyutta geçerlilik alanı bulmuş temel ibadetlerden biridir. [426]
İçinde savaşılması yasak aylar geleneği en az İbrahim peygambere kadar geri gitmektedir. Cahiliyye dönemindeki Araplar müşrik olmalarına rağmen bu tevhid geleneğini sürdürmede belli bir hassasiyet taşımışlardır. Asru'n-nebide yaşayan Kur'an'ın bu ilk muhatapları haram ayları çok iyi bilmektedirler. Bu nedenle Kur'an'da "içinde savaşılması yasak aylar geleneği" ilahi bir hüküm olarak onaylanmış, sürdürülmesi emredilmiştir. Fakat ayların dört olduğu belirtilmiş, isimleri anılmamıştır.
"Sana saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: 'O ayda savaşmak çirkin bir şeydir. Ancak insanları Allah yolundan çevirmek, O'nu inkar etmek ve Mescidi Haram(a girmekten menetmek) ve halkını oradan sürmek, (bütün bunlar) Allah katında daha da kötüdür, çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur..." [427]
Haccın güvenli bir şekilde her yıl kesintisiz olarak yapılmasıyla doğrudan ilişkili olan haram ayların Kur'an’i hükmünden bahseden bir ayet de aynı surenin 194. ayetidir. [428] Buna göre saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda, meşru müdâfaa helal olup adil bir karşılık verilmesine Rabbimiz izin vermiştir. Ancak "kısas yasası" muvacehesine göre verilecek karşılık, saldırının geri püskürtülmesine yetecek miktarı aşmamalıdır.
Bu durumda biz müminlere düşen, asru'n-nebiden süzülerek gelen Rasulullah'ın yaşayan mütevâtir sünnetine tabi olup, onaylı bir kaynak olarak ayların isimlerini öğrenmek için ona başvurmaktır. Rasulullah'ın mütevâtir sünnetine başvurduğumuzda -ki bu bilginin akışında hiçbir kesinti olmamıştır- bu ayların isimlerini öğrenmekteyiz:
Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep (Kameri ayların yedinci, on birinci, on ikinci ve birincisi).
Haram aylarda savaşmama geleneği Kur'an ile tasdik edilmiş/onaylanmış ve bu örfün devam etmesi emredilmiştir. Fakat hangi ayların haramlık ifade ettiği Kur'an'da belirtilmemiştir. Çünkü Kur'an'ın ilk muhataplarının hepsi tarafından bu aylar ezbere biliniyordu. Onların ma'hûdu/kültürel arkaplanı bu ayları bilmek için elverişli idi. Bu durumda "malumu ilam etmek" anlamına gelecek olan tekrardan kaçınılmıştır. Bizim için ise nüzul ortamını da aktaran mütevâtir sünnete başvurmak zorunludur. Çünkü ma'hûdun bilinebilmesi başka türlü mümkün değildir. Aksi halde, nesî bidatini/ayların yerlerini değiştirerek örfe karşı saygısızlık yaptıkları için Kur'an ile kınanan müşrik Arapların davranışlarına yön veren heva devreye girer. Kur'an'ın iniş ortamıyla bağlantısının kopartılması manasına gelen bu durum, büyük bir kargaşanın ve karışıklığın ortaya çıkmasına sebep olur. Mesela Kur'an ile mütevâtir sünnet -dolayısıyla Rasulullah-arasındaki bağı koparan sözde evrenselcilerden Y. N. Öztürk, hacc günlerini değiştirmeyi teklif ederken cesaretini ma'hûdun önemini küçümsemekten almaktadır.
Haram aylar ve hacc ayları gibi örfî bilgileri ma'hûddan devralan ilk müslümanlar bu bilgileri sünnet ile nesilden nesile, kesintisiz bir şekilde aktarmıştır. Bu gün için kesintisiz bir şekilde yaşanarak bize ulaşan mütevâtir sünnetten haram ayları öğrenebildiğimiz bu ayların yerine örneğin güneş takviminin aylarından Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz aylarını önermeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü din tamamlanmıştır. Dinin yeni yetme fetvalara ihtiyacı yoktur. Ancak yine de ilahi denetim altında oluşmuş dinin dengelerini modern ulusçuluğun itmesiyle değiştirmeye çalışanlar olursa, bu davranışın Kur'an'daki ifadesiyle "nevasını ilah edinmek" manasına geleceği de iyi bilinmelidir. [429]
Hiçbir ayette haccın temel menasikinin değiştirilmesi emredilmemiştir. Fakat müşriklerin bu tevhid geleneğini bulandıran, onu asli amaçlarından uzaklaştıran uygulamaları tenkide uğramıştır. Başta şirk koşmak olmak üzere bir takım bid'atleri Kur'an'ın müheymin sıfatı bağlamında tahlil etmiştik. Kur'an'ın musaddık sıfatı ise daha ılımlı mu'tedil ve ıslahatçı bir tavır takınmayı ifade etmektedir. Rabbimizin Peygamberimizi tasdik edip ıslah etmekle yükümlü tuttuğu yüzyıllardır yaşanarak gelen örflerden biri de haccın temel menasikidir. Haccın menasikiyle ilgili ayeti kerimelerde çok detaylı bilgiler vardır. Ancak yine de bu bilgilerin arka planı bilinmeden sahih bir fıkhetme çabasından söz etmek o kadar kolay değildir. Çoğu zaman sünnet ve onun taşıdığı arka planın önemi anlatılırken namaz konusu örnek verilir. Fakat bize göre hacc ve menasikinin doğru kavranması, tahrif çabalarından korunabilmesi de ancak ve ancak Rasulullah'ın sünneti ve onun bize sadık haberle, kesintisiz bir uygulamayla taşıdığı bilgilere ulaşmakla mümkündür.
Kur'an'da haram aylar/saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayların isimleri verilmediği gibi, hacc aylarını ve büyük hacc gününün de ismi verilmemektedir. Bu durumda yaşayan mütevâtir sünnete başvurmak Rabbimizce onaylanmış olmaktadır. Biz de onların hangi aylar olduğunu nüzul ortamından, yani sünnetten öğrenmekteyiz: Arka arkaya gelen üç haram ayda hacc-umre yapılması tevhid dini İslam'ın örfüdür:
Zilkade, Zilhicce, Muharrem. Arafat'ta vakfe'nin yapıldığı büyük hacc günü ise, Kur'an ile onaylanan örfe göre, Zilhicce'nin dokuzudur ki, Peygamberimizin uygulamasının da bu şekilde olduğunda hiçbir kuşku yoktur. Bu ayların, yılın saldırmazlık örfünün geçerli olduğu dönemine denk gelmesi tabii ki, tesadüfi değildir:
Zilkade, Zilhicce, Muharrem; on birinci, on ikinci, birinci aylar. Bu sebeple hacc için güvenlik sağlanmış olmaktadır. Haram aylardan dördüncüsü olan Recep ise "hacc ayı" değildir.
Derveze bu eşhuru'l-ma'lûmâtla ilgili olarak şunları kaydeder:
"Bu ayların adları ile ilgili Kur'an'da açık bir metin yoktur. Fakat mütevatir rivayetler, onların haram aylardan üç kameri ay olduğunu ve bunların da, Zilkade, Zilhicce, Muharrem aylarından oluştuğunu kaydederler." [430]
"Eşhurun ma'lûmât ve eyyâmun ma'lûmât/hacc bilinen aylarda, bilinen günlerdedir" terkiplerinin geçtiği bağlamı, bir de ayetlerin mealinden okuyalım:
"Hacc eşhurun ma'tûmâtta/belli aylarda ifa edilecektir. Her kim o (aylarda) haca ifa ederse, hacc sırasında çirkin konuşmalardan, tüm yakışıksız davranışlardan ve kavgadan kaçınmalıdır. Her ne iyilik yaparsanız Allah onun farkındadır," [431]
Bu ayette geçen genel ifade olan "bilinen hacc ayları" aşağıdaki ayetle tahsis edilmiş, belli günlerde/eyyamün malûmatta hacc mekanlarında bulunmak zorunlu kılınmıştır:
Bunlar nüzul ortamını (asru'n-nebiyi) bize taşıyan Rasulullah'ın sünnetinden öğrendiğimize göre, Zilhicce'nin dokuzu ve onudur. Zilhicce'nin dokuzu Arafat'ta vakfe için, onu da şeytan taşlama, kurban ve tavaf için gereklidir. Bundan sonrasını hacc mekanlarında geçirmek ihtiyaridir/kişinin seçimine bağlıdır.
İşte eşhurun ma'lûmâtı/tayin edilmiş, bilinen, belli ayları "tayin edilmiş belli günler"le, onu da iki günle tahsis eden ayetin meali:
"Ve Allah'ı eyyamün ma'lûmâtta/tayin edilmiş belli günlerde hatırlayın; her kim iki gün içinde acele ederse günaha girmez. Kim daha uzun kalırsa Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde oldukça günaha girmemiş olur. O halde muttaki olun! Ve sonunda O'nün huzurunda toplanacağınızı bilin." [432]
Şimdi de Arafat'ta vakfenin yapılması gereken büyük hacc gününden -ki diğerine göre daha önemli bir gündür- söz eden ayeti okuyalım:
"Ve yine Allah'tan ve O'nun elçisinden bu büyük hacc günü bütün insanlığa yapılmış bir duyurudur şu: ..." [433]
Kısacası, genci olarak hacc aylarından (Şevval, Zilkade, Zilhicce) sonra onun içinde önemli iki günden, sonra da hepsinden daha önemlisi olan Arafat'ta vakfenin yapılacağı büyük hacc gününden söz edilmiştir. Fakat bunların Kameri ayların hangi günlerine tekabül ettiği açıkça zikredilmemiştir. Bu durumda Yüce Allah'ın temel ilkelerini belirleyerek onaylamış olduğu nüzul ortamının uygulamalarına, dolayısı ile Rasulullah'ın sünnetine müracaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Kur'an temel kaynaktır; onunla onaylananlar yararlanılabilir talî kaynaklardır.
Tevhid gelenekleri ile ilgili bu bilgileri bize sunan; nüzul ortamından saf bir şekilde süzülerek gelen Rasulullah'ın yaşayan mütevatır sünneti ve onunla uyumlu kaynaklardır. Sadık haber niteliğindeki bu bilgilerden Kur'an'da doğrudan doğruya yer almadığı -sadece işaret edildiği- halde hiçbir kuşku duymuyoruz. Modernistlerin yaptığı gibi fitne malzemesi de aramıyoruz. Çünkü rasulsüz Kur'an, Kur'an'sız rasul düşünemiyoruz. Kur'an'ı rasulsüz, rasulü Kur'an'sız düşünenler de, zaten onun yerine ya kendi nevalarını temel belirleyici kaynak olarak yüceltmekte, ya da şeytanın cirit atma alanı olan moda kültürlerin etkisi ile neshe/reforma -daha da olmazsa- tahrife yönelmektedirler. [434]
Şeytan taşlama Kur'an'da açıkça ifade edilmemiştir. Fakat Bakara Suresi, 203. ayet, hacıların Rasulullah döneminde "tekbir getirip şeytan taşladıkları bu günler"e işaret etmiştir. Daha önceki başlıklarda da izah ettiğimiz gibi, Zilhicce'nin 10. günü şeytan taşlama ve kurban kesme günüdür. Halen yeryüzünde yaşayan müminlerce her yıl tekrarlanarak haccda yaşatılan bu mütevattr sünnetten Derveze şöyle söz etmiştir:
"Peygamber döneminden bu yana hacılar bayram günlerini Arafat ve Meş'an Haram'dan dönüşlerinden sonra Mina'da geçirirler. Namazlardan sonra tekbir getirir ve Allah'ı anarlar. Şeytanı taşlarlar." [435]
Kurban, Allah'a sunulan bir armağan ve O'nun rızasını kazanmak için bir yakınlaşma vesilesidir. Bilindiği gibi ilk insanlık toplumu ile birlikte başlayan Kurban tüm peygamberlerce uygulanan bir tevhid eylemidir. Kurban Adem'in çocuklarına, yani tüm insanlığa emredilmiş bir ibadettir. Adem'in iki oğlunun kıssasındaki kurban konusu bu ibadetin evrensel karakterini, geçmişten süregelen ve ilk insana kadar uzayan boyutunu ortaya koymaktadır. Kurbanla ilgili ayetlerin üslup ve içerikleri bu ibadetin yüzyıllardır -doğru veya yanlış olsa da, özünü kaybetmiş olsa da- sürdürülen İslâmî geleneklerden olduğunu göstermektedir. Kurban ibadeti yüzyıllardan beri uygulanarak kesintisiz bir bilgi akışı ile bizlere ulaşmıştır.
Hayatta en çok sevilen şeylerden Allah rızası için vazgeçmenin, O'na adamanın ve O'na adanmanın somut bir ifadesi olan kurban ilk insana kadar giden bir tevhid geleneğidir. Kur'an'da Adem'in iki oğlu kıssası ile kurbanın ilk insanlık toplumuna uzanan geçmişine işaret edilmiştir. [436] Yakın dönem insanlık tarihinde ideal bir uygulama olması sebebiyle İbrahim-İsmail peygamberlerin örnek kurban takdimleri İlahi kelam ile övülmüştür. Bu kıssada İbrahim peygamberin "oğlunu boğazlarken gördüğü" rü'yası da, özellikle kurbanın önemine işaret eden önemli mesajlar taşımaktadır. [437]
Yüce Allah diğer dini geleneklerde olduğu gibi kurbanda da yanlış uygulamaları tashih etmiştir. Kurbanla müşriklerin bazı tasavvurları düzeltilmiştir. Müşriklerin bu konuda yanlış tasavvurdan kaynaklanan yanlış bir gelenekleri vardı:
"Onların adetlerinden biri de kurbanların kanını Ka'be duvarına sürmeleriydi. Onlar böylece evin sahibine daha fazla yaklaştıklarını sanıyorlardı. Bazı tefsirci ve ravilerin kaydettiğine göre Hacc Suresi (22) 37. ayet buna işaret etmiştir. Ayette kurbanların etlerinin ve kanlarının Allah'a ulaşmayacağı, O'nun insanlardan yalnızca takva ve samimiyet istediği vurgulanmıştır. Bununla söz konusu adet iptal edilmiştir. Onlar kurbanların etlerinden yemeyi günah sayıyorlardı. Onları fakirlere, yoksullara, yırtıcı hayvanlara bırakıyorlardı." [438]
Kurbanla ilgili kaldırılan yanlış bir adet de, onları putların ve heykellerin önünde kesmektir. Putlara adamak için, onlar adına hayvan boğazlama geleneği kesin bir şekilde Kur'an ile yasaklanmıştır. Hacc Suresi (22), 30. ayetin muhtevası bu adete işaret ederek kaldırmıştır:
"... (Yasak oldukları) size bildirilenler dışında (kurban etmek ve etinden yemek üzere) bütün hayvanlar size helal kılınmıştır. Öyleyse inanç ve uygulama olarak puta taparlığın her türlü bayalığından uzak durun; asılsız her türlü sözden kaçının." [439]
Allah'a yakınlaşmanın bir simgesi olan kurban ibadetini icra edecek günler de açıkça Kur'an-ı Kerim'de beyan edilmemiştir; ilk İslam toplumunun neredeyse tüm fertleri için malum olan bilgiye ve uygulamaya atıf yapılarak işaret edilmiştir.
Kurbanın kesileceği bu günler, haccın yapıldığı "eyyamün ma'lûmât'la birlikte anılmıştır. Öyleyse yukarıda izah ettiğimiz üzere Zilhicce'nin dokuzu; büyük hacc günüdür ve onu takibeden Zilhicce'nin onu ve malum günler de şeytan taşlamak ve kurban kesmek, tavaf yapmak için ayrılması gereken günlerdir.
Buna göre Arafat'ta vakfeyi bitirdikten sonra -yani kurban bayramı günü- ilk insandan beri süregelen bu tevhid eylemi icra edilir. Bir önceki ayetin (Hacc Suresi, 22/27) hacc ibadetinden söz etmesi dolayısı ile, haccda kesilmesi gereken kurbanla ilgili olduğu kuşku götürmez şekilde açık olan [440] ayette, Allah için feda etmenin sembolü olan bu ibadetin vaktinden şöyle söz edilmiştir:
"... Ve Eyyamün ma'lûmâtta/tayin edilmiş belli günlerde O'nun kendilerine rızık olarak sağladığı hayvanlar üzerine Allah'ın İsmini ansınlar! Ve siz de bunlardan yiyin ve darlık içindeki yoksulu da doyurun."
Bakara Suresi, 196. ayetinde de haccda kesilmesi gereken kurbandan söz edilmektedir. Fakat bu ayette geçen kurban ibadeti şarta bağlanmıştır:
"Hacc ve umreyi Allah için ifa etmekten alıkonulursanız." Ayetin devamında ise haccdan önce umre yapanlara gücünün elverdiği bir kurban kesmek emredilmiştir. Şayet kurban kesecek imkan bulunamazsa "hacc sırasında üç gün, ailesine döndükten sonra da yedi gün" olmak üzere toplam on gün oruç tutmak fariza haline gelmektedir. [441]
Şeâir; haccda özel dini merasimler için ayrılan yerleri ve de bu ibadetlerin kendilerini ifade eden bir kavramdır. Ka'be, Safa-Merve gibi mekanlar ve buralarda yapılan ibadetler; hakimlerin hakimi olan Allah'ın yeryüzündeki egemenliğini simgeleyen bir mahiyet taşımaktadırlar. Bu yönü ile tevhid dini İslam'ın evrensel ibadet biçimlerinden biri olan kurban da şiardır. Haccdaki bu sembollerin çoğu, İbrahim peygamber tarafından konulmuştur. Peygamberimize indirilen Kur'an ile de bozulan tarafları tashih edilmiş, sağlam kalan gelenekler korunmuştur.
Qalâid: Kur'an'da işaret edildiğine göre kurbanlıklar, vücudunun her hangi bir yeri kanatılarak veya gerdanlık takarak işaretleniyordu. Asru'n-nebîde yaygın olan bu uygulamanın tahkir edildiği Kur'an’i hiç bir hüküm yoktur. Kur'an'ın indirilişinden önce hacıların icra ettiği bu uygulamayı Derveze şöyle anlatmaktadır:
"Kurbanın boynuna deriden ince bir kayış ya da ağaç liflerinden yahut da iplerin fitillerinden gerdanlıklar takıyorlardı. Böylece onun kurbanlık olduğunu ilan ederlerdi. Artık bundan sonra o hayvan haram kabul edilir ve ona dokunulmazdı. İşte "qalaid" kavramından kasdedilen de budur. Onları helal kılmanın yasaklanması herhalde kurbanlıkların boynundan gerdanlıklarını almaktır." [442]
Kurbanlıklara verilen diğer bir isim de, hediye etmekten türetilmiş bir masdar olan hedydir. Allah'a adanmışlık bilinci ile yaşayan müminlerin O'na armağan sunma amacıyla icra edilen kurban ibadeti bir infak çeşididir. Şüphesiz bu infaktan yararlananlar Allah'ın fakir-miskin kullarıdır. Yoksa her türlü ihtiyaçtan müstağni olan Yüce Allah'ın bu hediyelere gereksinim duyması olacak şey değildir. Hedy kurban edilmek için tahsis edilen her hayvana denilir.
Şeâirillah, hedy ve qalâid kavramlarının birlikte geçtiği Maide Suresi'nde onlardan şöyle söz edilmektedir:
"Ey müminler! Allah'ın koyduğu şeâire/sembollere ve kutsal (hacc) ayına ve hedy ve qalâide/armağan edilmek üzere süslenen ve ayrılan kurbanlıklara ve Rablerinin lütuf ve rızasını isteyerek Beytü'l-Haram'a/saygın bölgeye koşanlara karşı saygısızlıkta bulunmayın..." [443]
Kurban edilmek için tahsis edilen hayvan, eğer deveden ve sığırdan seçilmişse, bu durumda "büdün" İsmini alır. Bu kavram, Hacc Suresi'nde şu bağlam içinde geçmektedir:
"Büdüne (boğazlanacak deve ve sığırlara) gelince, Biz bunu sizin için Allah tarafından konulmuş simgelerden (şeâirden) biri olarak öngördük ki, bunda sizin için nice yararlar vardır. Öyleyse artık sıraya dizildiklerinde onların üzerine Allah'ın ismini anın ve cansız olarak yere serildiklerinde onların etinden kendiniz de yiyin; kendi nasibiyle yetinip istemeyen kimseyi de, istemek zorunda kalan kimseyi de doyurun. Biz işte bu amaçla kurbanlık hayvanları sizin yararınıza sunuyoruz ki şükredesiniz." [444]
Tavaf; Hacer-i Esvedin bulunduğu köşeden -el sürerek veya selamlayarak- başlamak suretiyle Ka'be binası etrafında yedi kere dönmektir. Kur'an'da bu yedi şavt/dönüş ve başlangıç noktası ile ilgili bir bilgi yoktur. Zaten bu merasimlerin şeklini Kur'an'da aramak onun bir kavi, hadis, kelam olduğu gerçeğini unutmaktan ileri gelmektedir. Kur'an'ın görüntülü imgeler içeren bir kitap olmaması, temel ilkelerden söz ederek şahitliğin Rasulullah'a bırakılmasını gerektirmiştir. İlahi mesaj ana çerçeveyi belirlemiştir; salih amellerin icra görevi ise Rabbani kontrol altında oluşan Peygamberimizin şahitliğine bırakılmıştır. Dolayısıyla tavafın şekli ve önemli teferruatına ilişkin tanıklığı biz Rasulullah'ın sünnetinde bulabilmekteyiz.
Bu merasimlerin en azından bir kısmının yüzyılların birikimi olan İbrahimi geleneğe dayalı olması ihtimal dahilindedir. Fakat her örfî uygulama aynen korunmamış, bazılarında köklü değişiklikler bazılarında ise kısmî değişiklikler yapılmıştır. Ne olursa olsun, mütevatir sünnet ile Rasulullah'ın Kur'an'dan neşet eden ilkelerin tanıklığını yapması, bize kesintisiz bir isnad zinciri ile ulaştığından dolayı, nebevi şahitliğin yine kesintiye uğratmaksızın bizim tarafımızdan da sürdürülmesi gerektiğini göstermektedir.
Tavaf; enine boyuna Hacc Suresi'nde ortaya konulmuştur.
"Çünkü İbrahim'e bu ibadet evinin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman 'Bana kimseyi ortak koşma ve Benim mabedimi onu tavaf edecekler için, onun önünde dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapaklananlar için temiz tut! Bunun içindir ki (Ey Muhammedi) bütün insanları hacca çağır; yaya olarak ve hızlı yürüyen her binek üstünde (dünyanın) en uzak köşelerinden sana gelsinler de kendilerine sağlayacağı yararları görsünler ve belirlenen günlerde O'nun kendilerine rızık olarak sağlayacağı hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar ve böylece siz de bunlardan yiyin ve darlık içindeki yoksulu da doyurun. Bundan sonra, uymak zorunda oldukları birtakım kısıtlamalara son versinler (varsa) adaklarını yerine getirsinler ve (dünyanın) bu en eski ma'bedini/Ka'be'yi tavaf etsinler." [445]
Ayetlerden özellikle iikinin üslûbu varlığı bilinen bir örfü anlatır tarzdadır; bu da tavaf geleneğinin peygamberimizden önce de câri olduğunu göstermektedir. Peygamberimizden önce de cari olan tavaf geleneği Kur'an ile Rabbimiz tarafından onaylanarak ümmet için haccın rükunlarından biri haline gelmiştir. Öte yandan hacc ve umre niyeti ile Mescid-i Haram'a gelenlerin Ka'be'yi ziyaretlerinden bahseden bir ayet de Bakara Suresi'nde geçmektedir:
"Haccı ve umreyi Allah için ifa edin! Fakat yapmaktan alıkonulursanız gücününüzün yeteceği bir kurban kesin ve kurban kesinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin; ama içinizden hasta olan yahut başında rahatsızlık olan kimse, oruç tutarak veya sadaka vererek veya başka türlü bir ibadet ile özrünü karşılayacak bir şey (keffaret nevinden) yapmalıdır. Sağlıklı ve emniyette olduğunuzda haccdan önce umre yapan, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin; ama kurbana gücü yetmeyen, hacc sırasında üç gün ve döndükten sonra da yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutsun. Bütün bunlar Mescid-i Haram civarında yaşamayanlar içindir. Muttaki olun/Allah'a karşı sorumluluklarınızı yerine getirmede gevşek davranmayın ve bilin ki Allah (amellerinizin) karşılığını vermede çok şiddetlidir (kat kat verir)." [446]
Görüldüğü gibi bu ayet hacc mekanlarına sokulmama ve görevi sonlandırmaktan alıkonulma ihtimallerinden bahsetmektedir. Ayetin üslubundan anlaşılacağı gibi hacc ve umre Kur'an'ın indirilişinden önce de yapılıyordu. "Hacc mevsimleri dışında ve hacc niyeti olmadan yapılan umre de, hacc da İslam'dan önce icra edilen resmi ziyaretlerdi." [447]
İhram, İki parçadan oluşan dikişsiz elbise olup hacc yasaklarına girişin kıyafet olarak simgesidir. Modeli, kesimi, biçimi kişinin sosyal konumunu gösteren dikişli elbiseler giymek hacc esnasında yasaktır.
İhramın şekli Kur'an'da açıkça ifade edilmemektedir. Çünkü yüzyıllardır süren bu tevhid geleneği, canlı bir şekilde Mekke halkı tarafından korunmuştur. Arka planı haccın menasiklerinin kendisine öğretildiği İbrahim peygambere dayanan söz konusu ibadetin uygulamalı örfü, bize asru'n-nebîden bu yana kesintisiz olarak Müslüman kuşaklarca sürdürülen hacc ibadeti ile aktarılmıştır. Hiç kuşku yoktur ki, ihramın şekli-paftası ilahi kelamın dillendireceği cinsten bir mahiyet taşımamaktadır. Bu sebeple de Kur'an'da konuyla ilgili şekli boyutlar üzerinde durulmamış, sadece mevcut uygulamaya onay verilerek işaret edilmiştir.
Fakat Ka'be ve benzeri mabedlere girerken ziynetleri/elbiseleri kuşanmak gerektiği ile ile ilgili A'raf Sûresi'nin 31. ayetini ihrama işaret olarak yorumlamak mümkündür:
"Ey Adem oğulları, her mescide gidişinizde güzel elbisenizi giyin; yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."
Bu durumda ihramın şekli konusunda yapılacak iş, nüzul ortamına ve ortamın sadık haberlerini uygulamalı bir şekilde bize aktaran Rasulullah'ın yaşayan mütevatir sünnetine başvurmaktır.
İhram biçimi ile ilgili sarih ifadeler Kur'an'da yer almasa da bir takım işaretle onun bir hacc örfü olarak sürdürülmesine delalet etmektedir. Mesela, ihrama giriş ve çıkışın bir alameti olan tıraştan söz eden ayetler -konuya hiç de yabancı olmayan ilk nesil müslümanlar için açık, bizim için kimi kapalı işaretler taşımaktadır.
Tıraş hem ihrama girişin hem de çıkışın bir simgesi olup, İslam'dan önce de cari olan geleneklerdendir. Erkek hacıların ihram giymeden tıraş olmaları -ki haccın ifası esnasında yasaktır- hacc yasaklarına bir başlangıç alametidir. Yani ihram giymeden önce tıraş olmak, Peygamberimizden önce de sürdürülen bir örftür. Fetih Suresi'nde geçen konu ile iligili ayet eski bir örfün aynen sürdürülmesini tavsiye edici niteliktedir:
"Allah Elçisi'nin sadık rüyasını gerçekleştirmiştir. Allah dilerse, Mescid-i Haram'a güven içinde, başlarınız tıraşlı yahut kısaca saçlarınız kesilmiş olarak hiçbir korkuya kapılmadan mutlaka girersiniz; Çünkü O, sizin bilmediğinizi bilmektedir ve (sizin için) bunun yanısıra, yakında gerçekleşecek bir zafer takdir etmiştir." [448]
İhramdan çıkışın işareti; Allah'a "hediye olarak sunulan" kurban ve tıraştır. Kurban kesmeden başı tıraş etmek ve ihramdan çıkmak Hacc Suresi (22), 33, ayet ve Bakara Suresi (2), 196. ayette geçtiğine göre mahzurlu sayılmıştır. "Tüm ibadetleri yerine getirdikten sonra saçları tıraş olma ve kısaltmanın peygamberlikten önce de ihramdan çıkışın alametlerinden olduğunu" [449] ayetlerin üslubundan anlamaktayız. [450]
Genel olarak avı helal kılan Yüce Allah, iharamlı iken yasaklamıştır. Av yasağının süresi; haram/saygın bölgeye resmi hacc ziyareti için girişten Mina'ya dönünceye kadardır. Maide Sûresi'nin ilk ayetlerinde bu konuda şöyle buyurulmuştur:
"Ey müminler anlaşmalarınıza sadık olun! Belirtilecek hususlar dışında (bundan sonra) ot ile beslenen hayvanlar sizin için helaldir. Ancak ihramlı iken avlanmanıza izin verilmemiştir. Bilin ki, Allah iradesinin gereğini emreder. Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'ın koyduğu şiarlara/sembollere ve kutsal (hacc) ayına ve süslenmiş kurbanlıklara ve Rablerinin lütuf ve rızasını isteyerek Beytü'l-Haram'a koşanlara karşı saygısızlıkta bulunmayın; ancak hacc görevinizi bitirdikten sonra serbestçe avlanabilirsiniz..," [451]
İhramlı iken avlanma yasağı, önceki bir geleneğin pekiştirilmesi mahiyetindedir. Maide Suresi, 96. ayete göre "deniz avı yemek sınırsız olarak helal olup, ihramlı olunduğu sürece kara avı yasaktır." Bir önceki ayette ise, haceda iken av hayvanı öldürmek haram kılınmış ve böyle bir şey vuku' bulduğunda yerine getirilmesi gereken keffaretler/tazminatlar hükme bağlanmıştır:
"Ey Müminler! Hacc yaparken av hayvanı öldürmeyin. Ve sizden kim onu kasden öldürürse öldürdüğüne eş değerdeki hayvanı -iki dürüst kişinin onunla ilgili vereceği karara istinaden- kurban edilmek üzere kabe'ye getirerek tazmin etmekle yükümlüdür. Yahut muhtaçları doyurmak suretiyle veya ona denk olacak kadar, oruç tutarak günahının keffaretini ödemelidir. Yaptığı fiilin tam ağırlığını hissedebilsin diyedir. Allah geçmişi silmiştir. Ama her kim onu yeniden işlerse Allah cezasını ona gösterecektir. Zira Allah kudret sahibidir., kötülerden intkam alandır." [452]
"Ayetlerin muhtevası da göstermektedir ki, ihramlı iken avlanma yasağının etkisi zayıflamış ve artık horlanır hale gelmişti. Tenzilin hikmeti onu yeni baştan yerleştirmeyi gerekli görmüştür" [453]
Sa'y de eski bir adet olup Kur'an ile -İbrahimi bir gelenek olarak-onaylanan geleneklerdendir. Safa (sert kaya) ile Merve (yumuşak kaya) arasında yedi şavt yaparak hafif koşu vaziyetinde yürümek, kendisi zenci bir köle olan Hacer (r) annemizin hatırasının yâd edilmesidir.
Sa'y onun Allah için zorluklara katlanırken eşsiz bir teslimiyet göstermesinin, dünyevi şavtlara "alın yazısı" deyip teslim olmayıp debelenmesinin, suyu kendi çabası ile aramasının, tembel tembel oturup başına gelecekleri beklemek yerine hikmetli bir arayış içine girmesinin hatırlanışıdır. Allah'a itaat ve teslimiyette alemlere örnek bir davranış sergileyen Hacer annemiz, kansız bir kurbanın -en sevdiklerinden vazgeçmenin- de nasıl takdim edileceğini göstermiştir. Kısaca o sabrın numune-i imtisali, bir simgesi olarak Safa ile Merve arasında anılmalıdır. Tabii ki, bu örnekliğin gerçek hayatta yaşatılması ve çoğaltılması için. İki tepe arasındaki şartlar eğer gerçek hayatta da inançla, bilinçle ve istençle yaşatılabilirse bitimsiz ödüllere kavuşmak -tıpkı Hacer annemiz gibi- hiç de imkansız değildir. Sözün özü sa'y, dünyada da ahirette de ilahi yardımlara mazhar olmaktır:
Bu dünyada zemzem; öte dünyada cennet...
Allah'ın dini İslam'ın eskiden beri şiarları arasında yer alan sa'y mekanlarının, Kur'an'ın indirilişinden sonra da aynen saygınlığı korunmuştur. Safa ve Merve Kabe'ye yakın kayalık iki tepedir. Birbirlerinden yaklaşık dört yüz metre uzaklıktadır. "Rivayetlerde kaydedildiğine göre, müşrikler bu iki tepenin yanına bazı putlar koymuşlardı. Onların yanında bazı ayinler yapıyorlardı, onlara kurbanlar takdim ediyorlardı." [454]
Kur'an'da hem onaylanan hem de şirk unsurları yasaklanarak ıslah edilen Safa-Merve arasında yedi şavt örfünün şekli teferruatlı bir şekilde beyan edilmemiştir. Nasıllığı sünnete bırakılmıştır. Aşağıdaki ayet bu örfün İslam ümmeti için hem evrensel bir nitelik kazandırmakta hem de önceden var olan şirk unsurlarını iptal ederek şiarı temizlemeyi emretmektedir:
"Unutmayın Safa ve Merue Allah tarafından konulmuş sembollerdendir. Böylece hacc ve umre için mabede/Ka'be'ye gelen birinin bu ficisi arasında gidip gelmesinde bir mahzur yoktur. Zira, eğer kişi yapması gerekenden daha çok iyilik yaparsa bilsin ki Allah, şükre bol karşılık verendir, her şeyi bilendir." [455]
Mescid-i Haram'ı imar etmek, hacılara su dağıtmak Kur'an'ın indirilişinden önce de Araplar'ın çok önem verdikleri geleneklerdendir. Bugün hala devam eden bu örfler şartlı olarak ilahi onaydan geçirilmiştir. Şart, "bu örflerin haksız bir imtiyaz elde etmek için kullanılmaması, büyüklük taslama vesilesi yapılmaması "dır. Tevbe Suresi (9), 17-20. ayetlerde anılan ve devam etmesi gereği vurgulanan imare ve sikaye dışında Kur'an'da anılmayan hacc örfleri de vardır.
Hacılara Arafat ve Mina günlerinde yemek takdim etmek anlamına gelen rifade ve Ka'be'nin kapısı ile örtüsü ile ilgili olan hicabe Kur'an'da zikredilmeyen geleneklerdendir. Fakat bunların tenkit edilmemesi, devamında mahzur olmadığı ve teşvik edildiği anlamına gelir, öncekilerle ilgili olarak konulan "tevazu" ilkesine uymak koşulu ile.
Sözün özü; Kur'an'ın hitap ettiği müminlerin bir örfî arka planı (ma'hûdu) vardır. İlahi hitap da bu arka planı çok iyi bilen ilk muhatap Kur'an nesline yapılmıştır. Çoğu zaman sadece atıf yapılarak geçilen bu vasatı doğru tespit etmek, vahyin daha iyi anlaşılması için gereklidir.
Fakat ilahi vahyin ilk indiği zeminin karakterini, olumlu ve olumsuz yanlarını tespit edeceğimiz bir çalışmada dahi -yine her hâlukârla olduğu gibi- Kur'an temel belirleyicidir. Bu konuda rivayetlere teslim olmadan ve hiçede saymadan yararlanılabileceğini somut örneklerle ortaya koyan Filistinli müslüman alim İzzet Derveze'nin çalışmaları, son derece başarılı "sahih bir yöntem için örnek" olup faydayı haizdir. Kur'an'ı temel belirleyici kılarak yaptığı çalışmalar yönteme dair örnek alınması gereken bir değere sahiptir. Özellikle iki eseri, bu konuda kayda değer bir başarıya sahiptir ve Türkçe'ye de kazandırılmıştır. [456]
Örneklerimizde görüldüğü gibi Kur'an nüzul ortamındaki adet ve örflere karşı pasif değil, dinamik bir tavırla ilişki kurmuştur. Bunlardan başta şirk olmak üzere zararlı olanlar ebediyyen nesh edilmiş, örfler ise Rabbimizin buyrukları ile korunup yeniden tahkim edilerek pekiştirilmiştir. Bütün bunlar ilk Kur'an neslinin yakından bilip tanıdığı kültürel arkaplan üzerinde yapılmıştır.
Şâtıbî'nin ifadesiyle ma'hûd/bu kültürel arka plândan bazıları Kur'an'ın daha iyi anlaşılması için bilinmelidir. Çünkü Rabbimiz vahyin ilk muhataplarının çok iyi bildiği kimi konulara Kur'an'da detaylı olarak yer vermemiş, sadece işaret etmiştir. Rasulullah'ın sünneti ile örnek uygulamaları yapılan bu yeni duruma ilişkin Kur'an metni-mushafında her zaman yeterince ayrıntılı bilgi olmadığından dolayı nüzul ortamının bu arka plânına bir onaylı kaynak olarak başvurmak elzemdir. İşte bu nedenledir ki, İslam dininin tümüyle öğrenilip yaşanılabilmesi için nüzul ortamı ve sünnet, Kur'an ile onaylı gönderme yapılan temel kaynaklarımız arasında yer almaktadır.
Nüzul ortamının adet ve örflerine ilişkin en güvenilir bilgi ise en başta Kur'an ve onun teşhid edilmiş hali olan Rasulullah'ın sünnetinden öğrenilebilir. Bu sebeple nüzul ortamı ile sünnet arasındaki ilişkinin doğru bir şekilde tespit edilip gözler önüne serilmesi gerekmektedir. Bizim bundan sonraki bölümde Kur'an ile sünnet arasındaki kopmaz bağı işlerken yapacağımız vurguların amaçları arasında söz konusu münasebeti doğru tayin etmek de vardır. [457]
Bu bölümde sünnetin neden Kur'an'a bağımlı ikinci dereceden bir kaynak [458] olduğunu, neden tüm zamanlarda yaşayan müslümanlar için tartışmasız derecede bağlayıcı boyutlarının olduğunu, gücümüz yettiği orada ortaya koymak istiyoruz.
Yapacağımız tahlillerdeki temel amacımız; Kur'an ile hayat, Rasulullah ile Kur'an arasındaki kopmaz bağı koparan geleneksel ve modern tahrifçilere de işaret ederek sünnetin önemini dilimiz döndüğünce ifade etmeye çalışmaktır. [459]
Sünnet işlek yol, adet, gidişat anlamlarına gelmektedir. Rasulullah ve onun tartışmasız temel kaynağı olan Kur'an ile kopmaz bir bağa sahip olan sünnet, Kur'an'ın bize önemsettiği başvuru kaynaklarının en başında geleni ve Rasulullah'ın gerçekleştirdiği şahitliklerin ortak adıdır.
Kur'an'da doğrudan "Rasulullah'ın sünneti" diye bir terkip yoktur; sünnet kelimesi ayeti kerimelerde genellikle Allah'a nisbet edilmiştir. Fakat kelimenin çağrıştırdığı eylemlerin bir insan olarak Rasulullah'a nisbet edilmesinde itikadi olarak bir sakınca da yoktur. Çünkü "insanların hayat tarzı, adet edindikleri gidişat, sürdürdükleri çizgi" anlamında bazı ayetlerde geçen sünnetin faili her zaman Allah değildir. İnsanlar da sünnetin temsil ettiği eylemin izafe edildiği özneler olarak Kur'an'da anılmaktadır. [460]
Gidişat, çığır, iz, takip edilen yol anlamına gelen sünnet; her şeyin takdirini belirleyen Allah ile ilişkiiendirildiği zaman, Kur'an'da sünnetullah' diye isimlendirilmektedir. Sünnetullah; Yüce Allah'ın yarattığı insan toplumları için belirlediği çığır, hayatın gidiş istikameti anlamını kazanmaktadır. Kısaca insan toplumlarının iradelerinin de bağımlı olduğu, onu hem yönlendiren hem de çeşitli özgürlük imkanları sunan "değişmez, kesin ilahi yasalar" demektir. Kur'an-ı Kerim'de sünnetullah bağlamında insanlık tarihinin Allah tarafından konulmuş belli yasalar uyarınca işlediği ifade edilmektedir. Sünnet kelimesi Kur'an'in 16 yerinde geçmiştir. Bunlardan sekizinde sünnet, doğrudan Allah lafzı ile terkibe sokulmuştur; "bizim sünnetimiz", "öncekilerin sünneti", "çizdiğimiz yol" gibi terkipleri de vardır." [461]
Allah lafzı ile terkibe sokulmuş sünnet; adet, yol, yöntem, gidiş tarzı anlamlarına gelir. Sünnet bir şeyi sürekli olarak, kesintisiz bir biçimde yapmaktır. Sünnetullah ise Allah'ın öteden beri süre gelen, tarihin oluşumunu sağlayan, değişmeyen, değişmeyecek olan toplumsal hayatla ilgili yasalarıdır.
Kainatta tesadüfe yer vermeyen Allah yarattığı her şeyin özüne işleyiş biçimini belirleyecek kanunlar koymuştur. Kainatta hiçbir varlık yaratılış özünde yer alan kanunların dışına çıkamaz. Hepsinin bağımlı olduğu ölçüler, takdir edilmiş bir hareket alanı vardır.
Sünnetullahın Kur'an'da geçen bağlamlarına bakarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Sünnetullahın evrendeki tüm varlıkların işleyişiyle ilgisi kurulamaz. Çünkü o, sadece insanlarla, insanlık tarihiyle, insanlığın sürdürdüğü toplumsal yaşamın işleyişi ile ilgili Allah'ın değişmez yasalarıdır. [462]
Kur'an'da sünnet kelimesinin ilişkilendirildiği terkipler ve ayetlerdeki bağlamları şu şekildedir: [463]
Sünnet kelimesinin çoğuludur. Sünen/sünnetler; yollar, yöntemler, hayat tarzları anlamında Âl-i İmran Suresi'nde geçmektedir.
Ayette, Allah'ın ayetlerini yalan sayanların kendileri için oluşturdukları hayat tarzlarından dolayı başlarına gelenleri belirleyen değişmez bir yasadan söz edilmektedir:
"Sizden önce (nice) hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün." [464]
Nisa Suresi'nde ise Sünen/sünnetler; önceki toplumlardan "iyilikten yana tavır belirleyen kimselerin hayat tarzları" ve onlara uygulanan ilahi yasalar anlamında kullanılmaktadır:
"Allah (bütün bunları) size açıklamak, öncekilerin (doğru) hayat tarzlarına sizi yöneltmek ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister; zira Allah her şeyi bilendir; hikmet sahibidir." [465]
Lafzen öncekilerin sünnetleri demektir. Ayetlerin bağlamı içerisinde "önceki toplumlara uygulanan ilahi yasalar" manasında kullanılmaktadır. Fâtır Sûresi (35), 43. ayette iki defa geçen sünnetullah terkibi ile birlikte aynı ayette sünnetü'l-evvelînin kullanılmış olması, buradaki eylemin öznesine işaret etmekte ve ilahi vasfının serahatine kanıt olmaktadır:
"(Onlara bir uyarıcının gelmiş olması) yeryüzünde böbürlenmelerini arttırdı. (Allah'ın mesajlarına karşı) şeytani itirazlar geliştirme (çaba)larını. Halbuki bütün şeytani tuzaklar sonunda sahiplerini yutar, yoksa onlar önceki (günahkarların (sürüklendikleri) sünnetten/yoldan başka bir şey mi bekliyorlar?Sünnetullahta/Allah'ın tuttuğu yol ve yöntemde hiçbir değişiklik göremezsin; evet sen sünnetullahta/Allah'ın tuttuğu yolunda ve yönteminde bir sapma göremezsin." [466]
Enfal Suresi'nde bu terkip peygamberlere ve onların varisi uyarıcılara karşı inatlaşarak düşmanlığa devam eden, "tevbe etmeye yanaşmayanlara uygulanmış yasalar" anlamında geçmektedir. Bu ilahi kanunların Hz. Muhammed'in peygamberliği sırasında da geçerliliğini koruduğunda dolayı, o günün kafirlerine yapılan tehditkar bir ikaz eşliğinde dile getirilmektedir:
"Kafirlere anlat ki, eğer direnmeyi bırakırlarsa geçmişte olup bitenlerden ötürü kendileri bağışlanacaklar; ama eğer (geçmişteki hatalı tutumlarına) dönecek olurlarsa o zaman geçmişte kendileri gibi olanların sünnetini/başlarına gelenleri hatırlat onlara." [467]
Sünnetü'l-evvelîn terkibi Hicr Suresi'nde de "öteden beri değişmeden süregelen ilahi bir karıun"dan bahseden pasaj içinde kullanılmıştır. Buna göre, bütün toplumlar peygamberlerle alay etmişlerdir; zalimler, her tür mu'cizeye rağmen yine de imana yanaşmamıştır:
"Önceki (zalim)lerin sünneti/izlediği yol (ve bu yolda başlarına gelenler) de nicedir gözlerinin önünde olduğu halde buna inanmazlar. Hatta onlara gökten bir kapı açsaydık ve oraya biteviye yükseliyor olsaydılar, kuşkusuz o zaman da: 'Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı. Demek ki, büyülenmiş kimseleriz biz' diyeceklerdi." [468]
Kehf Suresi (18), 55. ayette de sünnetü'l-evvelîn ifadesi, önceki toplumların yanlış alışkanlıklarına dikkat çekmektedir. Buna göre önceki toplumlarla günümüzdekiler aynı hatadan dolayı hidayete ermeden fırsatı tüketerek ahirete göçmüşlerdir. Ayet günaha batmışların boş vermişliklerinin, hayatı yeterince ciddiye alıp fırsatları değerlendirmeye çalışmamalarının hidayetlerine engel olduğu şeklindeki bir bağlamda geçmektedir:
"Nitekim kendilerine doğru yol rehberi gelmişken insanları imana erişmekten ve Rablarinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, (onarın) önceki (günahkar) toplumlara uygulanan sünnetin/süreç yasalarının kendilerine de uygulanmasını ya da (nihai) azabın öte dünyada başlarına gelmesini beklemeleri değil de nedir?" [469]
"Bizim sünnetimiz" terkibi, Allah'ın "peygamberleri yurtlarından çıkaranlara uyguladığı helak yasası"ndan söz eden [470] ayette geçmektedir. Bu ayette iki defa geçen sünnet kelimesi birincisinde yalın olarak, ikincisinde ise biz anlamına gelen "nahnu" zamiri ile birlikte kullanılmıştır. Fakat her iki eylemin de failinin Allah olması, lafızlar farklı olsa da bahsedilen hakikatin doğrudan sünnetullaha ilişkin olduğunu belgelemektedir. [471]
Allah'ın sünneti; "tarih olmuş veya halen yaşayan toplumların varlıklarını sürdürmelerini ya da helak oluşlarını belirleyen İlahi yasalar" demektir.
Sünnetullahın lafzı terkibi ile birlikte geçtiği Ahzab Suresi, 38. ayetin bağlamı "Allah'ın iradesine uygun olan bir tatbikatı konusunda peygamberlere suç isnad edilemeyeceği"ne ilişkindir. Ayette bunun "öteden beri varolan bir yasa olduğu" konusu işlenmektedir.
Aynı Sûrenin 62. ayetinde ise, "münafıklara, kalbinde hastalık bulunduğu için imanı içselleştiremeyenlere, şehirde kötü haber yayanlara rağmen, "Allah yolunda yürümekten yılmayan müminlerin sözü edilen gruplara karşı mutlak bir zafer elde edecekleri müjdesi" verilirken, bunun bir sünnetullah/değişmez ilahi kanun olduğu vurgulanmaktadır. Önceki toplumlarda ugulanmış bu ilahi yasanın halen devam ettiği, sünnetullahta bir değişikliğin olamayacağı ayetin başında ve sonunda iki defa aynı lafız kullanılarak pekiştirilinmektedir.
Sünnetullah terkibi Fâtır Sûresi, 43. ayette ise iki defa geçmekte, birincisinde "sünnetü'l-evvelîn" ifadesi ile aynı hakikat pekiştirilmektedir. Her iki lafzî terkip de "kötü tuzağın eninde sonunda sahibine dolanacağı" şeklinde tüm insanlık toplumlarına uygulanmış ve de uygulanacak olan ilahi yasadan söz eden bir bağlam içinde geçmektedir.
Mü'min Sûresi, 85. ayette de bir defa kullanılan sünnetullah, be'sin/Rabbimiz tarafından "suçlulara karşı yapılan ani baskın"ın ardından "iman etmenin geçerli olamayacağı" mesajı verilmektedir. Bu ayette sözü edilen sünnetullaha göre "değiştirilemeyecek bir felaketin sonucunda, serbest bir seçime dayanmayan bir İman iddiası" geçersizdir. Bu tür İman "Firavun imanı" diye ünlenmiştir; kişilerin veya toplumların böyle ye's anında yaptıkları imanın geçersiz olması, sünnetullah kaidesidir.
Mushaf sıralaması itibariyle sünnetullah, son olarak Fetih Sûresi, 23. ayette de iki defa geçmektedir. Bu ayetteki bağlam ise, "sünnetullahın tebdil kabul etmeyeceği gerçeği"nin bir kez daha te'yid edilmesiyle birlikte, "başarının yasaları"na müminlerin dikkatini çekmek şeklindedir. [472]
Peygamberimizin Kur'an'dan kalkarak yaptığı örnek tanıklığı ifade etmek için İslam ümmeti sünnet kelimesini terimleştirmiştir. Terimleşmiş bir kelime olarak sünnetin birçok tanımını yapmak mümkündür. Bizim teklif ettiğimiz tanım ise şöyledir:
"Hükümlerinin aslı Kur'an'da olan İslam'ın temel ilkelerinin, teşhid keyfiyeti için Rasulullah'ın örnekliğine başvurmanın zorunlu olduğu, zamanı aşkın, ümmeti bağlayan model uygulamalardır." Bu model uygulamaları değerli kılan, onların Allah'ın denetimi altında oluşmuş bulunması ve bize kesintisiz, mütevatir bir uygulamayla veya sadık haberle ulaşmış bulunmasıdır. Yoksa bize ulaşıncaya kadar başından kaza geçen uygulama ve haberlerin aynı değerde ele alınması mümkün değildir.
İlahi denetim altında oluşmuş bulunan Rasulullah'ın örnek uygulamalarını iyi tahlil etmek gerekir. Allah'ın elçisinin din için önemini, ümmet için tayin edilmiş konumunu doğru bir şekilde belirlemek sünnetin sahih bir şekilde kavranabilmesi için elzemdir. Çünkü Kur'an'ın bu ilk örnek tanıklığı, bütün zamanlarda yaşayan müslümanlar için, bünyesinde bağlayıcı uygulamalar barındırmaktadır.
Amelî vasatı ilk vahiy nesli olan sünnetin değeri; Rasulullah'ın, Kur'an'ın ilahi denetim altında oluşmuş davranış modellerinden meydana gelmesinden kaynaklanmaktadır. Sünnet; Peygamberimizin risalet misyonunun -Kur'an'ın- eyleme dökülmüş boyutunu temsil etmektedir. Hadis ise; risaletin söze dökülmüş boyutudur. Sünnetin fiili boyutu bize mütevatir olarak geldiği için haber-i sadıktır; güvenilir haberdir. Çünkü yüzyıllarca Müslüman nesiller mütevatir bir zincirle, kesintisiz olarak aynı haberi, farklı farklı coğrafyalarda yaşatıldığı halde aynı kesinlikte aktarmaktadır. Fakat mana ile rivayet edilen; rivayet edenin idrak seviyesini, algılama gücünü, hatta niyetini yansıtan hadis için aynı güvenilirlik kıstasından söz etmek o kadar kolay değildir. Bu yüzden sünnet, değer kriterleri bakımından hadisten önceliklidir.
Tarih boyunca her mezhep ve meşrep kendi anlayışını meşrulaştıracak şekilde bir sünnet tanımı yapmayı denemiştir. Günümüzde de bu çabalar devam etmektedir. Sünnetin tanımı, bağlayıcılığı, konusu ve amacına dair Kırbaşoğlu'nun teklif ettiği tanım, üzerinde durmayı doğrusu fazlası ile hak etmektedir:
"Hz. Peygamber'in kendi döneminde islam toplumunu akide, tebliğ, eğitim, ahlak, hukuk, siyaset, ekonomi gibi çeşitli alanlarda; kısacası bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere hayatın her alanında, yönlendirip yönetmede Kur'an başta olmak üzere, esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturduğu bir "zihniyet" ya da "dünya görüşü"dür." [473]
Şurası da hemen ifade edilmesi gereken öncül hakikattir ki; Rasulullah'ın sünnetini, kelimetullahı yüceltme vazifesini hangi örnek uygulamalarla gerçekleştirdiğini en sahih bir şekilde takip etme olanağını başta Kur'an-ı Kerim vermektedir. Kur'an ile onaylı görev verilen her konuda, Peygamberimize itaat zorunluluğu ise bizzat Yüce Rabbimizin sarih beyanlarına dayanmaktadır. Çünkü Peygamberimizin maruf olan emirlerine itaat etmeyi emreden de bizatihi Yüce Rabbimiz'dir. [474]
Sünnetin bizim için değerini ve önemini iyi tespit etmek gerekir. Ne fazla ne de az. Rasulullah Muhammed (s)'i Hristiyanların İsa peygamberi yücelterek ilahlaştırdıkları gibi telakki etmek de biz orta ümmete yakışmaz. Yahudilerin öldürmeye kadar varan peygamberleri aşağılama tavırlarını çağrıştıracak, küçük bir ima bile dengenin tanıklığını yapmakla görevlendirilmiş müslümanlara yakışmaz. Yahudi ve Hristiyanların peygamberlerine uyguladığı "yüceltme" ve "aşağılama" tavırlarının benzerleri müslümanlar arasında da maalesef görülmektedir.
Yanlış rasul tasavvurlarını tahlil edip ortaya koymadan sünnetin konumunu, değerini Kur'an karşısındaki yerini doğru bir şekilde oturtmak mümkün değildir. Çünkü sünnet deyince Allah'ın rasulü Muhammed (s) akla gelmektedir. Onun bizim için bir kul-beşer ve rasul-seçilmiş insan olarak konumunu dengeli bir şekilde tayin edip belirlemeden, sünnetin gerçek mahiyetini kavramaktan yoksun kalacağımızı bilmeliyiz.
İki yanlış peygamber tasavvurunu tahlil ederek Kur'an'ın tanıttığı gerçek rasulü bize o şiirsel diliyle anlatmayı gaye edinen Mustafa İslamoğlu nun Üç Muhammed eserini anımsatmak istiyoruz. Rasulullah'ın Kur'an ve hayat ile ilişkisini dengeli bir şekilde tayin etmeye çalışan İslamoğlu, ifrat ile tefrit arasında Peygamberimizin gerçek konumunu "beyan bilgi siteminin usûlü" ile izah etmiştir:
"Allah'ın bize gönderdiği Hz. Muhammed {sonsuz sayıda selam, hürmet ve muhabbet ona olsun) bir tek Muhammed idi. Fakat geleneğimiz en az üç Muhammed ortaya çıkardı.
Birincisi; göklere çıkartılan insan üstü Muhammed. İkincisi; ara kablosu, 'postacı' muamelesine maruz bırakılarak aşağılanan Muahammed. Üçüncüsü; Kur'an'ın tanıttığı, muhteşem bir ahlaka sahip olan örnek Muhammed. Yüzyılların biriktirerek getirdiği gelenekteki üç yanlış tasavvuru ise, İslamoğlu bütün kalbimizle destekleyeceğimiz şekilde izah etmiştir:
1. Muhaddislerin, ömrü boyunca hep konuşan ve hiç iş yapmayan Muhammed'i.
2. Sufilerin ömrü boyunca içiyle uğraşıp dış dünyaya sırt dönen Muhammed'i.
3. Fakihlerin işi gücü Kur'an'ı kodifike edip, ondan formel hükümler devşirmek olan Muhammed'i. [475]
Peygamberimizin misyonunu, sünnetini doğru tahlil etmek, ona hak ettiği yeri vermek gerekir; ne olduğundan az, ne de olduğundan fazla abartmadan. Bu konuda -her konuda olduğu gibi- ilahi vahiy ile bizlere rehberlik eden Rabbimizin kitab-ı mubini Kur'an'a başvurmak en sahih, en geçerli, en güvenilir yoldur. Kur'an ile, Rabbimizin biz müminlere tanıttığı 'örnek Muhammed' kimdir? sorusunu, ilahi vahyin muhkem beyanları ile ortaya koyarak, temel kaynağımız Kur'an'ın yanında sünnetin rolünü ortaya koymak istiyoruz. Allah'tan dileğimiz orta yolun mutedil tutumlarını şiar edinerek, herşeyi yerli yerine koymak, adaletsiz davranışların pençesine düşmeden hareket edebilmektir. [476]
Allah'ın kitabı ile resulü arasındaki ilişki etle kemik gibidir. İkisi birbirinden koparıldığı zaman anlamsızlaşır. Bu sebeple Kur'an'la kritik edilmeyen sünnet de, Kur'an'dan koparılmış bir rasul de yetim ve öksüzdür, önceki başlıklarda izah etmeye çalıştığımız gibi, Kur'an'ı "sözde evrenselci okuma tarzı" bu konuda tefrit derecesinde hatalar yapmıştır. Kur'an'ın Rasulullah'la bağını kopardıktan sonra, artık ilahi vahye dilenen yorumu takdir etme hakkı doğmaktadır. Bu da Kur'an'ın tüm ahkamının altını üstüne getirmektedir.
Sözde evrenselci tarih üstücülük, nüzul ortamı ve Rasulullah ile Kur'an arasındaki bağı kopararak peygamberimize postacılık payesini layık görmüştür. Tarihselcilik ise bir başka aşağılanan Muhammed ve aşağılanan ilahi mesaj örneği sergilemiştir. O da hem Kur'an'ın hem de sünnetin 'etkisiz eleman' durumuna düşürülmesidir.
Kur'an'ın mubîn, mufassal, müfesser gibi sıfatları kendi yapısı içinde hikmetler taşımaktadır. Onun mücmel olmaması, sözlü vahiy oluşu itibariyledir. Yoksa kendi bağlamı, iniş ortamı, vahyi insanlara taşıyan, şahitliğini yapan Rasulullah'la ilgisinin olmadığı anlamında değildir. İlahi hikmetin vermeyi amaçladığı, takdir etmeyi dilediği kadarı ile Kur'an mücmel değil, mufassaldır. Fakat bir iletkene değil, insan bir elçiye indirilen Kur'an ile, Yüce Allah'ın bildirmeyi gaye edindiği mesajın şahitlik boyutu Muhammed (s) ile tamamlanmıştır. Bu nedenle sünnet olmadan Kur'an muhtasar/mücmeldir; sünnet olmadan somut değil soyuttur. Kur'an ile insan hayatında gerçekleştirilmek İstenen somut hedefler; Rabbani bir denetim altında oluşmuş bulunan sünnetin bütünlüğünde mündemiçtir.
Rasulullah'ın ilk muhataplar olan sahabelerle birlikte gerçekleştirdikleri ilk şahitlik bu nedenlerle çok önemlidir. Bu şahitlik olmadan, dini doğru anlamanın ve sahih bir Kur'an’i şahitlik ortaya koymanın imkanı yoktur. Ancak hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir boyut da, şahitliğin temel ilkelerinin en ince ayrıntısına kadar İlahi vahiyde açıklanmış olmasıdır.
Kısacası, şahitlik gerektiren konularda Kur'an'ın mücmelleri/sünnetle açıklanması gereken yönleri vardır. Namazın nasıl kılınacağı, haccın ne zaman, nasıl yapılacağı gibi konular örnek olarak verilebilir. Fakat sözlü bir vahyin sınırları bakımından ve amaçlanan konuların en ince ayrıntılarına varıncaya kadar apaçık anlatılması bakımından Kur'an mücmel/kapalı değil, musarraf, mufassal, müyesser, müfesser ve mübîndir.
Rabbani rızaya uygun bir hayatı yeniden inşa etmesi için yaratılmış bir ihya projesi, yaşamın gerçek anlamını kavramakta insanoğluna rehberlik ederek, hayatı duyumsayarak algılamayı sağlayan Rabbimizin elçilikleri olan Kur'an, teorik bir kaynaktır. Bir insan elçinin işlevi ise bu noktada devreye girmektedir. "İnsan elçi" ilahi vahyin örnek tanıklığını yapmak için görevlendirilmiştir. O, Kur'an'ın hayata kazınmış, Kıyamet'e kadar silinmesi olanaksız izidir; bu iz ise nesiller boyunca takip edilebilecek bir mahiyettedir. [477]
Kur'an'da davranış modelleri ile ilgili somut şekiller görmeye çalışmak abesle iştigal etmektir. Çünkü o, kelam, kavi ve hadistir:
Sözlü bir hitabedir. Böyle bir kaynak ise sözlü hitabenin sınırları içinde mesajı dile getirmektedir. Öyleyse Kur'an'dan Ka'be'yi tavafın şekillerini, Safa ile Merve arasındaki şavtiarın sayısını, büyük hacc gününün hangi kameri ayın hangi günü olduğunu, namazın rekatlarını ve kılınma biçimlerini "şekillerle ve sınırsız teferruatı ile" anlatmasını beklemek doğru değildir. Çünkü bunların bir çoğu Kur'an'ın muhatapları tarafından teferruatıyla bilinmektedir.
Öte yandan miras gibi konularda kırk ihtimalin birden teferruatıyla beyan edilmesi, hem meselenin şahitlikten çok ilkesel bir mesele olması hem de yaşanan aksaklıkların giderilmesi hususunda gerekli her şeyin açıklanması içindir. Kur'an şüphesiz gerekli teferruatları veren bir kitaptır; fakat gereksiz teferruatlara da dalmayan bir kitaptır.
Kur'an'ın dolayısıyla sünnetin nüzul ortamında yaşanan namaz, haccın menâsiki gibi örfler karşısındaki konumu ise, furkan sıfatında tecessüm etmektedir; yani doğru ile yanlışı, hak ile batılı ayırt edip göstermek. Müheymin sıfatıyla tezahür eden ise, nesh edilmesi gerekenleri ortadan tamamıyla kaldırıp, korunması gerekenlerin ıslah edilme yollarını göstermektir.
Öte yandan şunu da hemen eklemekte yarar vardır; sözlü bir hitabın zaaflarını çok iyi bilen Yüce Allah, elçisini şahitlikleri/Kur'an'ın tüm hayattaki davranışsal yansımaları olan tanıklıklarını ortaya koyması için görevlendirmiştir. Örneğin namazın 'şahitliğinin namaz hocalarında olduğu gibi -şekilli, resimli olarak- Kur'an'da gösterilmesi imkansızdır. Çünkü Kur'an'da sözlü bir hitabın yazılı kaynağı olarak resim ve diğer görüntülü araçlar kullanılmamıştır. İşte sözün imkanlarının tükendiği noktalarda oluşabilecek sorunların giderilmesi de dahil, çeşitli hikmetlerle somut tezahürleri, görsel imkanları içinde barındıran Rasullah'ın şahitliğini Yüce Allah devreye sokmaktadır. Bu bağlamda Kur'an'ın beyanlarıyla Rasullah'ın örnek tanıklıkları arasında ayırım yapmak doğru değildir; çünkü her ikisi de ilahi denetime tabidir. [478]
Kur'an kelamdır; Allah'ın sözüdür; hiçbir şeytani güce ait değildir. Bütünüyle Allah'a ait olan ilahi kelam, yazılı bir metin olarak indirilmemiştir. Öyleyse Kur'an'dan resimli, görüntülü eserlerde yer alan şekilli anlatım yönteminin elvereceği mahiyette açıklamalar beklemek son derece yanlıştır. [479] Bu nedenle namaz gibi ibadetelerin "nasıl" sorusunun kapsamında değerlendirilebilecek şahitliklerinin Kur'an tarafından görüntülü -dolayısıyla yoruma kapalı- bir şekilde göstermesini istemek abes bir arzudur.
Kur'an kavidir, sözdür. Yazılı bir kitap olarak indirilmemiştir. Kavlü'n-fasldır; ilahi vahiy "ayırdedici" bir söz olarak indirilmiştir. Yani sözün niteliği fasl içermesi yönündendir. Kur'an gerçekle yalanı, hakla batılı birbirinden ayıran ana hatlar çizerek, karışmalarını önleyen sözlü hitaptır. Böylece hakikatin sulandırılmasını, mesajın görece hale getirilip bulandırılmasını önleyecek yeterli sözlü açıklama yapılmış, spekülasyonları önleyecek mahiyette hitap kesinleştirilmiştir. Şu ayeti okuyalım:
"Bakın bu (ilahi kelam) doğruyu yanlışı ayıran bir sözdür. Boş bir lakırdı değil." [480]
Kur'an ahsenü'l-kavidir; sözlü hitabın en güzelidir. Kur'an kusursuz bir sözlü anlatıma sahiptir. Çünkü o, noksanlıktan beri olan Allah katından indirilmiştir. Ahsendir. Çünkü, iç bütünlüğü, iç tutarlılığı ve dizini, yeterliliği bakımından bir beşerin taklit dahi edemeyeceği güzelliktedir. Zümer Suresi'ne kulak verelim:
"Söylenen her sözü (dikkatle) dinleyen ve onların en güzeline uyan (kullarım)a: Çünkü Allah'ın hidayetine mazhar olanlar onlardır. Onlar akıl-i'zan sahipleridir." [481]
Kavlün sekiyidir, ağır sorumluluklar yükleyen bir sözdür:
"Biz sana sorumluluğu ağır bir sözlü mesaj tevdi edeceğiz." [482]
Kur'an hadistir, sözlü bir mesajdır; yazılı ya da görüntülü değil. Kur'an ahsenü'l-hadistir; insanlar tarafından söylenmesi mümkün olmayan güzellikte olup, tüm beşeri noksanlıklardan arındırılmıştır.
"Allah, ahsenü'l-hadisi/bütün sözlerin en güzelini, kendi içinde tutarlı, her türlü ifadesini çeşitli biçimlerde tekrarlayan bir ilahi kelam şeklinde indirir..." [483]
Özetlersek Kur'an kavi, kelam, hadistir; sünnet şahitlik/örnekliktir. Bu sebeple namaz gibi, tavaf gibi, şavtlar gibi, şeytan taşlama gibi, başörtüsü ve cilbabın uygulama biçimleri gibi ilahi emir ve ibadetlerin şeklinin çizimli/görüntülü bir tarzda ayetlerde gösterilmemiş olması, ilahi kelamın mücmel/kapalı, anlaşılmaz olduğunu ispatlayacak türden bir delil değildir. [484]
Rasulullah'a itaat konusunda bir ayrıma varmak gerekmektedir. Peygamberimize bakarken birbiri ile çatışmayan iki boyutlu bir kişiliğinin olduğunu belirtmek gerekmektedir:
Birincisi, insan (abd) olarak Muhammed (s); ikincisi, peygamber olarak Muhammed Mustafa (s). Şüphesiz bu ayrımlar ifade etme kolaylığı açısındandır; yoksa Peygamberimizin iki tür alan yaşadığını ima etmek için değildir.
Hemen belirtelim ki, Onun üzerinde istisnasız tüm risalet hayatı boyunca ilahi ahkamın denetim ve hakimiyeti vardı. Allah'ın seçilmiş elçisine itaat ederek tabi olmak mecburiyetinde oluşumuz, hem onun risaletin ilk mübelliği, ilk davetçisi olmasından; hem tebyin, teşhid ve tezkiye ile görevlendirilmesinden; hem de ümmete onu takip sorumluluğunun Rabbimiz tarafından yüklenmiş olmasından dolayıdır.
İslamiyet Rasulullah'ın şahsı ile kaim değildir. Çünkü o, İslam'ın önceki peygamberlerinin çizgisini sürdüren bir ilkedir. Bu ilkenin ender şahitliklerinin ortaya konulduğu sünneti sürdürme görevi de Muhammed (s)'den Kıyamet'e kadar yaşayacak müminlerin görevidir. Yüce Rabbimiz onun ortaya koyduğu tanıklıkları sürdürme görevinin [485] müminlere ait olduğunu Âl-i İmran Suresi'nde şöyle beyan etmektedir:
"Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de (başka) elçiler gelip geçtiler: Öyleyse, O ölür yahut öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz? Ama topukları üzerinde gerisin geri dönen kişi hiçbir şekilde Allah'a zarar veremez -halbuki Allah (kendisine) şükreden herkesin karşılığını verecektir." [486]
Rasulullah'ın temsil ettiği ilahi vahyin şahitliği çok önemlidir. Yoksa şekli-şimali, ırkı, soyu, kabilesi, teninin rengi, sevdiği tonlar, elbisesinin modeli gibi konular değil. Fakat, bu ayırım unutulmamalıdır ki, kolaylık olsun diye yapılmıştır. Yoksa, onun hayatında iki alanın olduğu anlamında değil. Mesela, aile içi ilişkileri, eşlerine karşı davranış tarzı, ev ekonomisi ile ilgili tutumları da tüzel kişiliği içindedir. Rasulullah'ın şeffaf yaşantısı aile hayatını da mümkün olduğu kadar göz önünde yaşamasına sebep olmuştur. Bu sebeple onun aile hayatı da kamu alanı olup, tüzel kişiliği içinde değerlendirilmelidir.
Allah'ın seçkin elçisi Muhammed (s)'in tamamıyla şahsi diyebileceğimiz, içinde yaşadığı toplumun ve içinden çıktığı ırkının şiarı sayılabilecek konular, bize göre örf olarak değil adet olarak değerlendirilmeli, birincisi bağlayıcı ikincisi ihtiyarî sayılmalıdır. Onun risaletle birlikte [487] oluşan kişiliği daima ilahi kontrol ve denetim altında olduğundan dolayı tüm ümmet için Rabbani onaydan geçmiş uygulamalar olarak bağlayıcılık değeri taşımaktadır. Çünkü ilahi denetimden geçirilen davranışları ya övülmüş, ya onaylanmış, ya da eleştirilmiştir.
Rasulullah'ın örnek uygulamalarını kale almamızı, ona göre hareket etmemizi emreden çok sayıda Kur'an ayetinden bazılarını konumuzun çerçevesinin elverdiği oranda anmak istiyoruz. İlahi kelam ile övülen Rasulullah'ın sünnetini oluşturan kişiliğinin bizim için değerini doğru tespit etmenin yolu yine Kur'an'a başvurmaktan geçmektedir. Yüce Allah'ın Rasulullah'a biçtiği konum, kendi kuşağı içerisinde hiç kimseye nasib olamayacak cinstendir. İlahi kelamın mesajında o, "Allah'ın kulu ve elçisidir." O, Allah'ın kuludur, fakat seçilmiş bir kuludur. Çünkü o elçidir. [488]
"De ki (Ey peygamber): Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi otun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin; zira Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır." [489]
Yukarıdaki ayette Rasulullah'ın izinden gitmek emredilmektedir. Allah'ı izlemek ontolojik düzlem farklılığından ötürü mümkün olmadığma göre, tâbi olmak sadece insanlar arası ilişki ile alakalı bir eylemliliği ifade edebilmektedir. Çünkü insan ve Allah mahiyet açısından farklı varlıklardır. İnsan içkin ve sınırlı (immanent), Allah aşkın ve mutlaktır (transandantal). Böyle mahiyet farlılığı olan iki varlık arasında izlemeyi, ardından gelmeyi ve yerine geçmeyi gerektiren bir ilişkiyi ifade eden hilafet-vekalet mümkün değildir.
Yapısı gereği dikey ilişki türü olan insan-Allah ilişkisinde izlemenin mümkün olabilmesi için "izleyenle izlenenin aynı -ontolojik- düzlemde olması, aynı dünyayı paylaşması gerekir. Değil mi ki izlemek "iz sürmek, izini takip etmek, izi sıra gitmek"tir. İzi olmayanın izini sürmekten söz edilebilir mi? İz bırakmayanın izi sıra gitmek mümkün mü?" [490]
Rasulullah'ı izleme -ona tabi olma- görevimiz vardır. Hem de bu vazife Allah'ı sevmenin bir ön koşulu olarak betimlenmektedir. İzleme peşinden gitmek, tabi olmak demektir. Hiçbir şeyin kendisine denk olmadığı Yüce Allah'ın izinden gitmek söz konusu olamaz. İzinden gidilen, bizim gibi aynı türden olan, aynı zaaflara ve üstünlüklere sahip olan biri olmalıdır. Bu nedenle İlahi vahyin apaçık tanıklığını kendi şahsında ve ulaşabildiği her yerde başarı ile ve Rabbani gözetim altında yapan "insan" Rasulullah'a tabiiyetten bahsedilebilir. [491]
Allah'ın seçip alemlere üstün tuttuğu bütün elçiler gibi, peygamberimiz Muhammed Mustafa (s) de, seçilmiş, görevini tamamlaması için gaybi yardımlarla desteklenmiş, risaleti boyunca Rabbimiz tarafından gözetilmiş, denetlenmiş, davranışları ümmetin bütün zamanlarda mensubu olanlar için örnek gösterilmiş, sünnetine itaat emredilmiştir. O bizzat, alemlerin rabbi olan Allah tarafından övülmüş, takdir edilmiş, ilahi vahyi tatbik etme şekline ittiba etmek, yukarıdaki ayette beyan edildiği gibi farz kılınmıştır.
Bizim Rasulullah'a uymamız onun Kur'an'a uygun hareket etmesinden dolayıdır. Yoksa kayıtsız şartsız, ilkesiz-denetimsiz, ölçüsüz bir tabi olmak söz konusu değildir. Rasulullah'ın neye tabî olacağına ilişkin çok sayıda ayette rehberlik yapılmıştır, bu da gösteriyor ki bizim ona tabi oluşumuzun mesnedi ve meşruiyet kaynağı doğrudan doğruya Kur'an'dır.
Örnek bir ayet okuyalım:
"O halde geçmiş vahyin mensupları arasında Allah'ın indirdiğine göre hükmet ve onların mesnetsiz görüşlerine tabi olma/uyma ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar..." [492]
Peygamberimizin; hayatın tüm alanlarında, dinin yürürlüğe giren ilkelerini uygulamada "iyi örnek" olduğunu beyan eden ayetlerin en vurgulusu Ahzab Suresi'nde geçmektedir. Rasulullah'ın üsvetün hasene/iyi örnek olduğunu beyan eden Ahzab Sûresi ayetinde şöyle buyurulmaktadır:
"Gerçek şu ki, Allah'ı ve ahiret gününü (korku ve ümitle bekleyen) ve O'nu her daim anan kimseler için Allah'ın elçisi 'üsvetün hasene/güzel bir örnek' teşkil eder." [493]
Peygamberimizin her davranışı kayıtsız şartsız örnek değildir. Fakat çoğunluğu örnektir. Ahzab suresi 21. ayetin bağlamı her ne kadar savaşla ilgili ise de sadece bu konu ile kayıtlı olduğu düşünülemez. Hiç kimse bu ayetin mesajını sadece savaşla sınırlandırma hakkına sahip değildir. Ömrünün toplam bir iki yılını savaş meydanlarında geçirmiş rahmet peygamberi Muhammed (s)'in örnekliğini sadece bu alana hasretmek, bize göre haddini bilmezliktir.
Bazı "mealciler" kendilerine yer açmak -hatta kendi resullüklerini ilan etmek için- Peygamberimizin örnekliğini savaş meydanlarına hasretmeye kalkmaktadırlar. Örneğin, Edip Yüksel "19 Dinini propaganda ettiği bir broşüründe örnekliğin "Rasulullah'ın savaştaki kahramanlığı" ile alakalı olduğunu öne sürmüştür. [494]
Ayetin bağlamının savaşla ilgili olması, örnekliğin sadece savaşa hasredilmesini gerektirmez. Bu konuda dengeyi esas alan bir yöntem izlemeliyiz. Rasulullah'ın örnekliğini sadece bir alanla kayıtlayan mealciler de, "yirmi dört saatinin her anında ve yaşadığı müddetçe tüm yaptıkları" şeklinde genişleten rivayetçiler/ehli hadis de itidalden yoksundurlar; ifrat ve tefrit tavrı sergilemektedirler.
Sünnet ancak örnek olabilecek bir şahsiyetin temsil ettiği fiillerle her devirde yeniden ihya edilebilir. Rasulullah'ın miras bıraktığı değerleri yeniden üretip çoğaltmak, onun gerçek misyonunu dengeli bir şekilde kavradığımızda mümkün olabilir. Öte yandan Peygamberimizin her davranışının da bizi bağlayan bir örneklik teşkil ettiğini iddia edemeyiz. Çünkü Ahzab ayetinde geçen "fî rasûlillehi' lafzında geçen "fi cer harfi" ile, Peygamberimizin örnekliği makul ve mümkün düzleminde değerlendirilerek sınırlandırılmıştır. [495]
Ayette "Rasûlullâhi üsvetün/Allah'ın elçisi örnektir" denilmemiş, tesadüfle açıklanamayacak seçici bir yaklaşımla "fi Rasûlillehi üsvetün/Allah'ın elçisinde güzel örnek vardır" denilmiştir. Öyleyse Rasulullah'ın her yaptığı Kıyamet'e kadar yaşayacak İslam ümmeti için evrensel bir karakter taşımaz. Mesela, deveye binmesi, elle yemek yemesi, fistan giymesi yaptığı elçiliğin gereği değil, yaşadığı toplumda var olan insanlık örfünün bir gereği olduğu için tuttuğu bir yoldur. Sağ elle yemek yemesi, sol elle temizlik yapması bir düzenliliğin ve tertibin ifadesi olarak sünnettir. Fakat tabiatı gereği "solak" olan bir insanı "sünnet adına" işlerini sağ elle yapmaya zorlamak, en basit ifadesi ile şekilciliktir. Sünnetin maksatlarını, hikmetlerini anlamadan, adet yerini bulsun diye yapılan uygulamalar Allah'ın rızasını kazanmak yerine kaybettirmeye dönüşebilir. Böyle bir handikapın pençesine düşmemek için, hatta Sünneti zulüm aracı olarak kullanmaya kalkanları uyandırabilmek için, amellerin belirlenebilir gayelerini tespit etmek gerekir. Bir uygulamanın gaye ve illetinin devam edip etmemesine göre tavır belirlemek gerekmektedir.
Öte yandan illeti halen devam eden -erkeklere saf ipek elbise giymelerinin yasaklanması ve altın takının yasaklanması gibi- uygulamalar hiçbir gerekçe ile ortadan kaldırılamaz. İlahi vahye pazarlıksız ve gönülden bağlanan hiç kimse Kur'an'ı ve onun insan elçisi olan model şahsiyeti göz ardı etme, peygamberin şahitlik görevini bir müddet yaşamış olduğu çağla sınırlamaya hakkı yoktur. Sünnetin tarihsel bağlamı kuşkusuz belirleyicidir. Fakat bütün bir risalet mücadelesini -deveye binmek gibi- örneklerden kalkarak tarih müzesine gömmeye kimsenin salahiyeti yoktur. Öte yandan deveye binmenin, çölde yaşamanın, elle yemek yemenin sünnet olduğunu iddia etmek de, şekilci ve lafızcı usulsüzlükten beslenen çamurlara saplanmaktır. Örneklikten söz edilen yerde mutlaka iki unsurun bulunması gerekir:
"Birincisi; örnek gösterilen şey, örnek alacaklar tarafından kesinlikle "üretilebilir" bir şey olmalıdır. Üretilemeyecek bir şeyi örnek göstermek, güç yetirilemeyecek olanı teklif etmektir ki, Allah Teala için bu muhaldir. Mesela, hiçbir mümine Hz. Peygamber'in göz rengi, boyu, kafatası yapısı örnek gösterilemez.
İkincisi; örnek ile örnek alacaklar arasında yapısal farklılık bulunmamalıdır. Çünkü insan, ancak insanı örnek alabilir. İnsan meleği örnek alamaz" [496]
Dinin temel ve ilkesel kaynağı olan Kur'an'daki ilahi emirlerin yerine getirilmesi konusunda Rasulullah'ın uygulama şekli tüm zamanlarda yaşayan ümmetimiz için güzel örnek teşkil etmektedir. Bu nedenle ihtilaflı konularda onun "tüzel kişiliği ile" verdiği kararlara uyulmalıdır. Hucurat Suresi'ne kulak verelim:
"Ey iman edeneler! Allah'ın ve elçisinin (emrettiği şeyin) önüne kendinizi koymayın, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah kuşkusuz her şeyi işiten her şeyi bilendir." [497]
Rasul olarak Peygamberimizin bizzat Yüce Allah tarafından seçilip alemlere üstün kılınması ve özel bir eğitimden geçirmesi onun ümmetimizin diğer tüm fertlerinden daha üstün bir konuma yükseltmektedir. İlahi vahiyle onaylanmış, hiçbir eleştiriye tabi tutulmamış görüş ve uygulamaları Kur'an'ın "Rasulullah'a itaat" emri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Bu bağlamda sünnet Hanefi Mezhebinin fıkıh usulü normlarında ona verdiği değer ve konumdan çok üstün bir yere sahip olmaktadır. Çünkü Hanefi Mezhebinin fıkıh usulü formlarına göre sünnet; farz ve vacibden sonra gelmektedir. Oysa kendisine itaatin emredildigi Rasululîah'ın kimi uygulamaları, birinci dereceden değer verilmesi gereken muhtevaya sahiptir. Hemen örnek vermek gerekirse; namaz kılma şekli, ihram giyme biçimi, tavafta takibettiği usul, şeytan taşlama, sa'y etme esnasında ısrarla sürdürdüğü davranış modelleri v.d.
Bu konuda Rasulullah'ın doğrudan Kur'an'a dayalı veya onu tatbik etmek amacı ile verdiği emirlere karşı yarım gönüllü davranan münafıklarla ilgili olarak indirilmiş olan aşağıdaki ayetler, biz müminlerin onun sünnetine vermemiz gereken değere dair önemli veciz vurgular içermektedir:
"Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur; yüz çevirenlere gelince; Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik. Onlar, 'biz sana itaat ediyoruz' derler, ama yanından uzaklaştıklarında, içlerinden bir kısmı, gecenin karanlığında, senin dile getirdiğinden başka şeyler taşırlar, ve Allah onların böyle gece karanlığında tasarladıkları her şeyi kaydeder. O halde kendi başlarına bırak onları ve yalnızca Allah'a güven; zira hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz" [498]
Rasulullah'a itaatin Kur'an'ın tebliği ile sınırlı olmadığı, örneğin "Tebuk seferf'ne katılmak gibi salih amellere riayet etmeyi, ganimeti bölüştürürken verdiği paya razı olmayı da içeren bir "tatbik" [499] boyutunun olduğunda kuşku yoktur. [500]
Onun büyük bir ahlak sahibi oluşu
"Senin için kesintisiz bir ödül vardır; Çünkü sen üstün bir ahlaka sahipsin." [501]
Hayranlık verici bir ahlaki olgunluğa sahip olan Peygamberimizi örnek alma sorumluluğumuz zanni bir rivayete değil, doğrudan doğruya Kur'an'a dayanmaktadır. Onun risaleti, müminlere canlarından ileridir:
"Peygamber müminlerin üzerinde, onlardan daha büyük hak sahibidir; ve (onu bir baba gibi gördüklerinden dolayı) peygamberin eşleri onların anneleridir. Bu şekilde yakın olanlar Allah'ın buyruğu gereğince, birbirleri üzerinde (Yesrib'deki) müminlerden ve muhacirlerden daha fazla hak sahibidirler. Ancak öteki yakın dostlarınıza da en güzel şekilde davranmalısınız: Bu da Allah'ın buyruğu gereğidir. " [502]
Alemlere rahmet olan Allah'ın elçisi, hem kendisine vahyedilen kitabı insanlığa tebliğ etmesi hem de tatbik ederek, ardında Rabbimiz tarafından onaylanmış model uygulamalar bırakmış olması onu diğer müminlerden ayrıcalıklı kılmıştır. O, bütün İslam ümmetinin manevi babasıdır:
"Muhammed sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın elçisi ve bütün peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir." [503]
Makam-ı mahmuda erişmiştir:
"Ve gecenin bir vaktinde kalkıp, kendi isteğinle yaptığın ilave bir eylem olarak teheccüd namazı kıl; ki böylece seni belki ahirette makam-ı mahmuda/övgüye değer bir konuma yükseltir." [504]
Mürselîndendir/seçilmiş peygamberlerdendir. Öyleyse onun Allah katındaki konumu, dolayısı ile bir peygamber olarak icra ettiği fiillerin değeri, diğer insanlarınkilerle bir olamaz:
"Bunlar Allah'ın mesajlarıdır. Biz hakikati ortaya koyan bu ayetleri sana iletiyoruz. Doğrusu sen mürselîndensin/seçilmiş elçilerdensin." [505]
Tezkiye; Rasulullah'ın kendini ve müminleri bilgi, bilinç ve eylem düzeyinde arındırma görevini ifade etmektedir. Bu şükrünün Allah'a ifa edilmesi gereken nimetle ilgili Bakara Suresi'nden iki ayet okuyalım: "Nitekim size mesajlarımı iletmesi, sizi arındırması, vahiy ve hikmeti bildirmesi ve bilmediklerinizi öğretmesi için içinizden bir elçi gönderdik. Öyleyse Beni anın ki Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkar etmeyin." [506]
Anlamı birbirine yakın olan bu görevler arasında nitelik bakımından küçük farklar vardır. Tebliğ görevi, ilahi mesajı kıraat etmeyi/okuyarak insanlara iletmeyi ifade etmektedir. Kıraat ederek tebliğ etmek Rasulullah'ın ilk görevidir. Kur'an'ın ilk mesajları olan aşağıdaki ayetlerde tebliğ, mesajı yüklenerek olduğu gibi telaffuz etmek, dile getirip muhataba aktarmak manasında geçmektedir:
"Oku yaratan Rabbinin adı ile, o insanı bir yumurta hücresinden yarattı; oku, çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir. İnsana yazma araçlarını kullanmayı öğretendir; İnsana bilmediklerini belletendir." [507]
Beyan ise tebliğ ettikten sonra mesajı niteliğini ve niceliğini değiştirmeksizin muhatabına göre açıklamaktır. Tebliğ mesaj iletmek iken, tebyin muhatabın idrak seviyesini, özel şartlarını dikkate alarak anlaşılmayan hiçbir ayrıntı bırakmadan her şeyi açıklamak, anlaşılır, yaşanılır hale getirmektir.
"Sana bu ilahi kelamı yalnızca üzerinde çekişip durdukları (dini) sorunları onlara beyan edesin/açıklayasın ve inanmaya eğilimli olan kimselere de onu doğru yol bilgisi ve rahmet olarak ulaştırasın diye indirdik." [508]
Rasulullah'ın ilahi vahyin tanıklıklarını ortaya koyması bakımından Rabbimiz tarafından siracen münir/ışık saçan bir meşale olarak övülmüştür:
"Ey peygamberi Unutma, Biz seni hakikatin bir şahidi, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Herkesi O'nun izni ile Allah'a çağıran ve siracan münir/ışık saçan bir kandil olarak." [509]
Rasulullah aldığı ilahi vahyi yaşanılır hale getirmek, müminler için pratik örneklikler oluşturmakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğünü yerine getirirken Peygamberimiz Kur'an'a uygun bir takım talimatlar verebilir. İşte bu ilahi vahyi tatbik amaçlı olarak onun verdiği emirlere -ki Kur'an'a aykırı olmamak koşulu ile- uymak sünnete uymaktır. [510]
Rasulullah'ın ister risalet görevi esnasında olsun, isterse buna bağlı olarak imamet/yönetme görevi sırasında olsun hüküm vermede temel kaynağı Kur'an'dır. O sadece tebliğci değil tatbikçidir. Bu nedenle tebliğ edip kenara çekilmez, uygulamada en büyük sorumluluğu o üstlenir.
Son derece karmaşık, çetrefilli bir imtihan dünyasını vahye göre yeniden inşa etmek ise gerçekten zordur. Bu zorluk nedeni iledir ki, bazı tatbik hataları mümkündür. Fakat kulunu seçip elçi yapan bütün bilgi hazinelerinin sahibi olan Yüce Allah ona sahip çıkmış, uygulamalarını denetlemiş, alemlere örnek davranışlar bırakabilmesi için gaybi yardımlar indirmiştir. Böylece yaptığı doğrular onaylanmış, yanlışlar ise beyan edilmiştir. İşte bu ilahi denetim, bizim sünnete bakarken vermemiz gereken değerin belirleyicisi olmaktadır.
Rasulullah sadece bir postacı gibi tebliğ edip giden biri değildir. O tebliğ ettiğinden öncelikle kendisi sorumludur/tebliğ ettiklerinden müstağni değildir. O aynı zamanda ilahi buyruk gereği öğrettiklerinin örnek uygulamaları olan şahitliği yapmakla yükümlüdür. Bu yüzden Peygamberimizin meseleleri çözüm tarzı "ümmet" için bağlayıcıdır. Çünkü o, hem rasul hem şahittir; hem tebliğci hem de tatbikçidir.
Allah'ın elçisinin alemlere örnek şahitlik görevi onun vefatıyla da bitmemektedir. Bazı kasıtlı, aceleci tepkisel yaklaşımlar Peygamberimizin şahitlik görevinin onun vefatıyla sınırlı olduğunu zannetmektedirler. Bu tür tepkiselliklere verilebilecek en kestirme cevap, "Rasulullah'ın somut bir şahsiyet olmasının yanında korunan bir risaletin şahitliği ile görevli seçilmiş bir insan olduğunu hatırlatmak" çerçevesinde olmalıdır. Rasulullah'ın zaman ve mekanı aşkın örnek şahitliği meşrulyetini Allah'tan almaktadır.
"Hz. Muhammed'in kendisine vahyedileni insanlara aktarma görevi yanında, Kur'an'ın mesajını sosyalleştirme konusunda da diğer insanlar üzerinde itaat edilmesi gerekli bir önceliği ve örnekliği mevcuttur. Zaten Hz. Muhammed'in sünneti denilen rasulün örnekliği ile zorunlu ilgimiz de Kur'an’i nassların yorumlanmasında Allah'ın elçisinin zaman ve mekanı aşkın bu öncelikli evrensel konumuyla irtibatlıdır." [511]
Peygamberimizin Kur'an'ı anlama ve yorumlama, şahitliğini yapma boyutu bizzat Yüce Allah tarafından denetlenmektedir. Rasulullah genel ilke gereği Kur'an ile hükmeder. Beşer tabiatı gereği bilmeden bir yanlış yaparsa, bu sefer de Yüce Rabbimiz tarafından düzeltilir. Kur'an'ı takip ettiğimizde görürüz ki, hakimlerin hakimi olan Yüce Allah'ın Rasulullah'ın şahsında düzelttiği ve onayladığı tavırları vardır. [512]
Allah'ın seçip alemlere üstün kıldığı Rasulullah (s)'ın yaptığı doğrular ilahi tenkit almadığı için onaylanmış sayılacağından tüm zamanlarda yaşayan "ümmet" için bağlayıcılık değeri taşır. Rasulullah'ın tebliğ ve teşhid görevini icra etmesi esnasında sapmaktan korunmuş olması, onun Kur'an ile yaptığı tanıklığın bağlayıcı olmasının en önemli sebebidir. İlahi koruma iki yönlüdür:
Birincisi, tebliğ ve tebyinle ilgili korumadır. İkincisi ise şahitlikle ilgili korumadır. Birincisinde Rasulullah'ın yanlış yapma ihtimali yoktur. İkincisinde ise bir kul, bir beşer olarak yanlış yapması mümkündür. Fakat her iki durum da, ilahi denetim altında olduğu için, herhangi bir yanlışın yerleşmesi ve gelecek nesillere aktarılması daha baştan önlenmiştir. Yine Rasulullah adına ortalıkta dolaşan ilkesel ve ameli boyuttaki yanlışlıklar insanların kendi zaaflarından kaynaklanmıştır.
Rasulullah'ın ilahi vahyin çizgisinden sapmaktan korunduğuna ilişkin çok sayıda ayetten birini okuyalım:
"O yolunu şaşırmış kimseler, Bizim adımıza vah yettiğim izden ortaya başka bir şey atasın diye seni ayartarak, seni vahyettiğimiz (gerçeklerden) uzaklaştırmaya çalışmaktalar; öyle ki bunu başarabilselerdi seni hemen kendilerine dost edinirlerdi. Eğer senin imanının berkitmemiş olsaydık, belki de onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. O zaman sana hayatta da ölümünden sonra da kat kat azap tattırırdık; ve bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın." [513]
Rasulullah'ın bir komutan, bir devlet başkanı olarak Kur'an'da şura, istişare, biat, adaleti uygulama gibi ana ilkeleri bulunan konularda ictihad ile hüküm vermektedir. Bu ictihadlar bile, bizim için kendi ictihadlarımzdan daha önceliklidir. Ayrıca söz konusu o ictihadları ilahi tenkite de uğramamıştır.
Rasulullah'ın verdiği emirlerin doğrudan Kur'an'a dayalı olanları ile ictihadi olanları arasında bir derece farkı gözetmek gerekmektedir. Onun namazı emretmesi, zekatı toplaması ile bir savaşın yapılacağı- mekanı tespit etmede kullandığı yöntem aynı değildir. İkincisi ictihad, şura ve istişare ile olmaktadır. Bu nedenle hiç kimse Bedir meydanında savaş yapmanın sünnet olduğunu iddia edemez. Öte yandan bu seçimin ilahi ahkama uygunluk-uygunsuzluk bakımından bir sakıncası da yoktur.
Peygamberimizin namaz kılma biçimine dair Kur'an'da bir tenkit yoktur. Fakat müşriklerin infaktan bağımsız, hususuz, tevhidi bütünlükten bağımsız olarak, sadece bir gelenek olarak kıldıkları, şuursuz hareket ve ritüellerden oluşan namaz kılma şekilleri açıkça tenkit edilerek, Müslümanlar bu tür hareket ve tavırlardan Yüce Allah tarafından sakındırılmıştır.
Demek ki, doğru yapıldığında ilahi inzar/uyan tenkidi gelmemekte, fakat yanlış yapıldığında ise doğrusu için Rabbimiz rehberlik edici, yol gösterici ışıklarla Rasulullah'ın, dolayısı ile bizim yolumuzu aydınlatmaktadır. Örneğin Peygamberimiz bir rekatta bir rükû iki secde yaptığı halde, ilahi denetim bu konuda sessiz kalarak onay vermiştir.
O halde bu uygulama, bizim için ilahi rızayı kazanmada teşri niteliklidir. Mütevatir bir uygulama "yaşayan sünnet" olarak bize Rasulullah'ın teşrileri geldiği halde, kafamıza göre yeni bir namaz kılma şekli uydurup çıkaramayız; böyle bir tutum da ilahi vahye muhalefet kadar basiretsiz bir tutum olmakla telin edilmelidir. [514]
Onun fiilleri ilahi tenkide tabi tutularak düzeltilmiştir. Konu ile ilgili iki örnek vermek istiyoruz. Birincisi, Abese Suresi'nde geçmektedir:
"O, suratını astı ve uzaklaştı. Çünkü kör bir adam ona yaklaşmıştı! Nereden bilebilirsin (ey Muhammed) belki de o annacaktı. Yahut (haikikat) hatırlatılacak ve bu hatırlatma kendisine fayda verecekti. Ama kendini her şeye yeterli görene gelince sen bütün ilgiyi ona gösterdin. Halbuki onun arınmaktan geri kalmasının sorumlusu sen değilsin. Ama sana büyük bir istekle geleni ve (Allah) korkusu ile (yaklaşanı) sen görmezden geldin." [515]
Bu ayetlerde anlatıldığına göre Rasulullah, "İslami mücadelenin başarısı adına da olsa müstekbîrlere meyletmemesi, mustazafları incitmemesi gerektiği" ilkesini ihmal etmiştir. Değil mi ki hidayet sadece muttakiler içindir; öyleyse ilahi vahiy karşısında kibirli ve buyurgan bir tavır sahibi olan müstekbirlerin doğru yola girmesi mümkün değildir. Onlar böyle bir niyetlerinin olduğunu söyleseler bile bu bir yalandır; altında "ilahi mesajın doğrultusunu değiştirmek" gibi başka niyetler vardır.
İşte bu saptırma ihtimaline karşı Rasulullah, hemen ilahi inzar/uyarı ile denetim altına alınmıştır. Bu denetleme ne Ebû Bekir (r) ne Ömer (r) gibiler için geçerlidir. Sadece Peygamberimize özgüdür; çünkü onun sünneti/uygulamaları ilahi denetim altındadır.
Peygamberimizin denetlendiğini, insan olmasında dolayı beşeri duygusallıklara maruz kalabileceğini gösteren -tenkit amaçlı- çok sayıda örnekten biri de Tahrim Suresi'nde geçmektedir:
"Ey Peygamber! Eşlerin(den herhangi biri)ni memnun etmek için, neden Allah'ın sana helal kıldığı bazı şeyleri (kendine) haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayıcı, rahmet kaynağıdır. Allah (doğru ve haklı gerekçesi olmayan) yeminlerinizi bozmayı ve keffaretini vermeyi (size) emretmiştir. Allah, sizin Yüce Efendinizdir ve yalnız O'dur her şeyi bilen, gerçek hikmet sahibi." [516]
Onun eşlerinin birbirlerini kıskanmalarına tepki olarak "helal olan bir şeyi -bir yiyeceği ya da eşleri ile birlikteliği- kızgınlık esnasında belli bir süre kendisine haram kıldığını" görmekteyiz. Onun aile yaşantısının da müslümanlar için örnek olduğunu gösteren bu ayetlerden şu ahlaki ders çıkarılmıştır:
"Ayetlerde helal olan bir şey kızgınlık anında -bireysel hayatımız için dahi kayıtlasak- haram kılınamaz". Bu konuda her insan gibi beşeri bir zaaf içine düşebilen Raslulullah, dolayısı ile Kıyamet'e kadar onun çizgisini sürdürecek olan tüm müminler uyarılmıştır. Bu tenkitler de göstermektedir ki, Rasulullah'ın Kur'an'ı tatbiki-teşhidi, ilahi denetim altında oluşmuştur. [517] Bu nedenle de evrensel anlamda Kıyamet'e kadar yaşayacak tüm müminler için bağlayıcıdır. [518]
"Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, fakat o, Allah'ın rasulü ve bütün nebilerin sonuncusudur. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir." [519]
Peygamberimizin çağları aşan örnekliği, onun Rabbimizin seçtiği bir rasul olmasıyla ilgilidir. Konuyu daha iyi izah edebilmek için, şimdiye kadar Rasulullah'ın fiilleriyle ilgili ortaya konulan tasavvurlar ve telakkiler üzerinde durmakta yarar vardır. Onun sünnetini fıkıh ve hadis kaynakları genellikle üç bölümde ele almaktadır: Kavli, fiili, takriri. [520]
Şüphesiz bu tasnifin, sünnetin şumûlü ve kaynağı bakımından efradını cami ağyarını mani işlevsel bir değeri vardır. [521] Fakat peygamberimizin çağları aşan örnekliğini ve bizim için fiillerinin değerini, sünnetin Kur'an ile irtibatını yeterince ortaya koyabildiği kanaatinde değiliz. Özellikle Hanefî fıkhında ibadetler söz konusu edildiğinde değer bakımından sünnetin farzlardan sonra gelmesi, kafalarda bazı karışıklıklara yol açabilmektedir. Çünkü Rasulullah'ın sünnetindeki bazı uygulamaların değeri fariza niteliğindedir; bu sebeple de değeri itibariyle farzdan sonra gelmez. Mesela farz namazlar da, vacib namazlar da nafile namazlar da teşhid itibariyle mütekamil şeklini Rasulullah'ın sünnetinde bulmaktadır. [522]
Biz Rasulullah'ın sünnetinin değerini, Kur'an ile onun örnek davranışlarının irtibatını ortaya koyabilmek için ikili bir tasniften yararlanmak istiyoruz:
a) Abdühü/Allah'ın rasûlü olarak Muhammed (s); onun risaletiyle ilgili olan fiilleri
b) Abdühû/Allah'ın kulu olarak Muhammed (s ); beşeriyetiyle ilgili olan fiilleri. [523]
Seçilmiş bir nebi-rasul olarak Muhammed (s)'in fiilleri önceki bölümlerde konumuna ilişkin ayetler üzerinde yaptığımız tahlillerde de ifade ettiğimiz gibi zaman ve mekan aşkın bir boyutta ve değerdedir. Rasulullah'ın kendisine yüklenmiş göreviyle ilgili olan bu fiilleri, bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda İslam ümmetini pazarlık yapmaya meydan vermeyecek değerde bağlayıcıdır. Rasulullah Kıyamet'e kadar geçerli olacak bir Kitab'ın şahitliği ile görevli bir peygamber olduğu için, onun fiillerine önceki peygamberlerini kıssalarını değerlendirirken kullandığımız "ibret almak" kriteri ile yaklaşmak yeterli değildir. İbret almakta bir ihtiyarilik söz konusudur. Oysa sünnette öyle konular vardır ki; en az Kur'an kadar bağlayıcıdır. Mesela, başta eşleri ve çocukları olmak üzere insan ilişkilerinde kullandığı yol-yordam, müminlere karşı tavırları, kafirlerle, münafıklarla olan ilişki biçimleri, cihadı uygulama şekli, haccın menasikini uygulama biçimleri, namazın rekatları ve ayrıntılı şekilleri, zikrullahı günlük hayata yayarken tayin ettiği örnek uygulamalar. Risaletle ilgili bütün bu ve benzeri fiillerinin örnekliği, zaman ve mekanı aşkın bir mahiyet taşır ve "ibret" kelimesinin esnekliğinde değerlendirilemez.
Rasulullah'ın fillerini bağlayıcılık derecesi ve zaman-mekan ayırımına gitmeksizin bütün İslam ümmeti için değeri bakımından ikiye ayırmakta fayda vardır:
Uyulması Farz Olanlar; Uyulması Tavsiye Edilenler. [524]
Temel ilkeleri Kur'an ile tahkim edilen, Peygamberimizin ibadet şekilleri, tüm zamanlarda yaşayan müslümanlar için fariza hükmündedir. Mesela, haccdaki bir takım uygulamalar, namaza bir çağrı şekli olan ezan ve sözleri, beş vakit namazın rekatları, şekli ve benzeri temel ibadetler Rasulullah tarafından uygulandığı biçimi ile ilahi tenkit almamıştır. Bu da onun söz konusu davranışlarının Rabbani onaydan geçtiği anlamına gelir.
Namaz örneğini biraz açarsak, Kur'an'ın hiçbir ayetinde her rekatta bir rüku ve iki secde yapılmasına ilişkin bilgi yoktur; ancak Rasulullah'ın çağları aşarak güvenli bir şekilde bize gelen bu uygulamasının eleştirildiğine ilişkin korumuş kitabımızda herhangi bir eleştiri de yoktur. Bu durumda hiçbir müminin kalkıp daha dindar olduğunu ispatlamak için bir rekatlık namazdaki tek rüku iki secdeyi artırmak ya da azaltmak hakkı olamaz. Yine hiçbir mümin, Cuma namazını bulunduğu zaman ve mekanı bahane ederek cuma yerine pazar günü eda etmeyi teklif etme hakkını kendinde göremez.
Öte yandan cenaze namazında, ne rüku vardır, ne de secde; ölülerimize bu şekilde dua etmek de evrensel bir ritüeldir; hiçbir müminin Peygamberimizin bu mütevatir olarak bize kadar ulaşan uygulamasının dışına çıkma hakkı olamaz. Bu tür davranış modellerinin resimli- görüntülü bir şahitliğinin Kur'an'da aranması ise abestir. Çünkü Kur'an ilkedir; sünnet uygulama. Bu sebeple Kur'an'da ilkeyi aşan bir somut şahitliğin araması boşunadır; fakat Peygamberimiz gibi bizimle aynı yatay düzlemde yaşamış bir insanın örnek uygulamalı şahitlik yapması mümkündür. Yine cenazenin nasıl kefenlenip gömüleceğine ilişkin Kur'an'da hiçbir bilgi yoktur; ama Peygamberimizin örnek uygulamaları, kesintisiz mütevatir bir uygulamayla bize kadar çağları aşarak gelmiştir. Savaş meydanında ölenleri elbiseleriyle gömmek, diğer müminleri kefenlemek, kıbleye döndürerek defn etmek bu nedenlerle şarttır; güvenilirliğinde kuşku bulunmayan bu tür uygulamaları değiştirmek, değiştirilmesini teklif etmek bize göre Allah'a ve Rasulüne savaş açmaktır.
Harp namazı da Rasulullah'ın fiillerine ilişkin ilginç bir örnektir. Peygamberimizin savaş için yaptığı yolculuklarda namazı iki rekat olarak kılması, [525] aktif olarak savaşan müminlerin en dar zamanlarında bir rekat olarak kılmalarına Rabbimizin izin vermesi Kur'an'a dayanan bir ilkedir. Eğer zorluk ve meşakkat illeti devam ediyorsa, tüm ümmet için bunun sünnetteki uygulamaları bağlayıcıdır; böyle bir uygulamaya ittiba etmek ise farzdır. [526] Çünkü kaynağı ve temelleri Kur'an'da bulunan bir hükmün, şahitliğini ortaya koymak Rasulullah'a bizzat Rabbimiz tarafından verilmiş bir yetkidir.
Sayılarını çoğaltabileceğimiz örneklerden biri de, temel rükunları Kur'an'da açıklanmış olan teyemmümdür. "Yüze ve dirseklere kadar kollara temiz toprağa değdirilmiş eli sürmek" şeklinde uygulanması gereken teyemmümün nasıllığını biçim olarak sünnetten öğrenmekteyiz. [527]
Yine haccdaki menasiklerden yedi şavtın bir tavafa eşit olduğu bilgisi de Kur'an'da yoktur. Yedi şavtın sağdan sola doğru yapılması, doğrusal değil dairesel olan bir dönüşle icra edilmesine dair herhangi bir bilgi de yoktur. Fakat tenkit edilmediği için onaylamış sayılan bu uygulamalar Kur'an'ın herhangi bir karinesiyle de çelişmediğinden dolayı zamanı ve mekanı aşkın bir bağlayıcılık değeri kazanmış olmaktadır.
Temelleri ve inanç ilkeleri Kur'an'da yer alan teşhid alanı sünnette bulunan bu ve buna benzer uygulamalara aynen ittiba etmek bizim için Allah'a itaat etmek gibidir. İtaat yükümlülüğümüzün yönü onun beşeriyetinin temsil edildiği kişiliği değil, risaletinin temsil edildiği kişiliğidir. İşte bu sebeple itaatimiz, onun beşeriyetini değil, risaletini hedeflediğinden dolayı, bir insanı "aşırı yüceltme"nin konusu da yapmış olmamaktayız. [528]
Allah'ın emrettiklerini tam olarak yerine getiren Peygamberimiz, 'nun tavsiye ettiklerini de icra etmekte hiçbir gevşeklik göstermemiştir. İlave bir eylem olarak kendisine farz derecesinde, ümmete de nafile derecesinde emredilen kimi ibadetleri ise hayatı boyunca hiç ihmal etmeden yerine getirmiştir. Fakat onun her daim yaptığı bu ibadetler, yine de tüm İslam ümmeti için farziyet ifade etmezler. Çünkü Kur'an'da tüm müminleri bağlayacak bir emir kipinde değil, tavsiye kipinde -belli şartlara haiz olanlar için- geçmektedir.
Tavsiye nitelikli ibadetlerden bazıları şunlardır:
Rasulullah'ın farzlar dışında kıldığı namazların müekked ve gayri müekked nafileler, beş vakit namaza birleşmeyen kuşluk namazı gibi nafileler. Ramazan orucu dışında tuttuğu oruçlar. Her gece hakikati tefekkür etmek, nefsini kirliliklere karşı hazırlamak, Rabbiyle başbaşa kalmak için kıldığı teheccüd namazı ve hikmeti yeniden kuşanmak, gündüze hazırlanmak gibi maksatları bulunan Kur'an tilavetini de içeren gece kıyamı... [529]
Her Ramazan'ın son on gününde, "kendini ibadete vermek, gündelik meşgalelerden kopmak, tüm dünyevi meşgalelerden hicret edip, tüm zamanını Rabbi'ne vakfetmek, O'nunla başbaşa kalmak" gibi hikmetleri bulunan itikaf ibadeti de Rasulullah'ın fariza içermeyen tavsiye nitelikli davranış modellerindendir. [530]
Rasulullah'ın beşer oluşunu, özel hayatında sıradan her insan gibi davranışlar sergilemesini her ne kadar garipseler de Rabbimiz onun bu yönünü çok sayıda ayette vurgulamıştır. O bir beşerdir ve her beşer gibi yer, içer, çarşılarda gezer, evlenir, çevresinden, ailesinden, kabilesinden, ırkından etkilenir. O da diğer insanlar gibi aynı ihtiyaçlara sahiptir. Onun insanlardan farkı, emin, dürüst bir kişiliğe sahip bir elçi olarak ilahi risalet görevini yüklenmiş olmasıdır.
Ancak Yüce Allah'ın "insanlara kendi türlerinden, onlarla aynı özellikleri taşıyan elçiler göndermesi" çoğunlukla tepki ile karşılaşmıştır. Oysa -insanların vehimlerinin aksine- peygamberler doğa üstü güçlere sahip varlıklar olmayıp, bazı kusurlar işlemekle malûldürler.
Konu ile ilgili birkaç ayet örnek ayet okuyalım:
"Elçiler onlara dediler ki: 'Evet biz de sizin gibi insanlardan başka bir şey değiliz. Fakat Allah kullarından dilediğine lütfeder..." [531]
"Biz onları yemek yemeyen cesetler yapmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi." [532]
Allah'ın elçisinin her insan gibi bir takım beşeri özelliklere sahip olması onun örnekliği için gerekli bir vasıftır. Çünkü Rasulullah Kur'an'ın soyut bir ilkesi değil, somut bir şahsiyetttir. Böyle olması de onun zamanı aşkın örnekliğini teminat altına almaktadır. Eğer insanüstü özellikleri olsaydı, insanlara şahitlik ve örneklik yapmakla görevlendirilmiş olması bir mana ifade etmezdi. Çünkü örnek olunacak tanıklığı sürdürülecek biri, olağanüstü şartlara sahip özellikte olursa onu insanların değil, belki meleklerin örnek almasından söz edilebilir. Oysa Kur'an'da sürekli onun insanlara karşı vazifeli olduğu, meleklere cinlere gönderilmediği vurgulanmaktadır.
Bu durum Peygamberimizin saygınlığına aslında hiçbir halel getirmemiştir. Çünkü müminler için o, kapısına vurup izin istemeden huzuruna çıkılmaması gereken saygın bir liderdir; sesini bastırmak, onun huzurunda çok yüksek sesle konuşmak yasaklanmıştır ve onun huzurunda saygısız bir eda ile seslerini yükseltenler, niyetleri bir yana peygamberlik makamını işgale yeltenmekle suçlanmışlardır. [533] Peygamberimizin biyolojik varlığıyla aramızda yaşamaması bu ve benzeri vurguların bizim için anlamsız olduğunu göstermez. Çünkü onun ilahi kelam ile teminat altında alınan bu sıfatlarını göz önünde bulundurmanın bizim için anlamı "duyurduğu ilkeleri esas almak, onun şahitliğini ve örnekliğini kendi nefsani arzularımızın üstünde tutarak, sünnetini kesintisiz bir şekilde sürdürüp çocuklarımıza emanet etmek"tir.
Peygamberimizin gerçek şahsiyetini örnek olmaktan çıkaranlar ifratçılar ve tefritçilerdir. İfratçılar, İstamoğlu'nun ifadesi ile "aşırı yüceltmeciler"dir. Tefritçiler de "indirgemeciler"dir. Rasulullah'ı aşırı yüceltmek, onu bir tür ulûhiyet makamına çıkarmak manasına gelir ki, böyle birinin örnekliğinden söz etmek mümkün değildir.
Peygamberimizin değerini olduğundan düşük göstererek alçaltanlar olduğu gibi, öveyim derken İlahlık seviyesinde gösterenler de olmuştur. İşte Rasulullah'ın aşırı yüceltilmesi ile ilgili Nur-u Muhammedi teorisi:
"Bütün tasarruflannda Muhammed (s)'in durumu Allah'ın durumu gibidir. Âlemde Muhammed (s)'den başkası yoktur. O iman ettiğimiz gaybdandır. Beşeriyyeti nur olduğu için onun tüm ifrazat ve atıkları (teri, tükrüğü, bevli, gaytası) tertemiz ve mukaddestir. Vücudunun diğer cisimleri gibi gölgesi yoktur. Adem'e üfürüldüğü buyurulan nur, işte bu Muhammedi nurdur; Allah'ın ruhu Muhammed'in nurudur." [534]
İnsanlık örfü gereği yemek yemesi, çarşılarda gezmesi, nefes alması, yorulması, uyuması, sinirlenmesi, tuvalete gitme ihtiyacının doğması, her insan gibi gölgesinin yere düşmesi, bıyığının ve sakalının çıkması... Rasulullah'ın gaybı bilmemesi, yarın başına gelecek olanı önceden kestirememesi ve benzeri ifadelerle beşer oluşunun birçok ayeti kerimede vurgulanmış olması, şüphe yok ki önceki ümmetlerin durumuna düşmeyelim diyedir.
Değer verme adına peygamberlerini "Allah'ın oğlu" gibi sıfatlarla gereksiz yere yüceltenler aslında onlara en büyük kötülüğü yapmışlardır; bu başlı başına bir reform, bir laikleştirmedir, ilahi mesajı ve peygamberini yüceltmek adına buharlaştırarak hayattan kovmaktır. Çünkü böyle yüceltilen bir kimsenin örnek alınması, tanıklığının sürdürülebilmesi ancak onunla aynı özelliklere sahip olanlarca mümkündür.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s)'i saygın kılan şeyler, onun üstünde bulutlar dolaşması, gölgesinin yere düşüp düşmemesi, tuvalete gidip gitmemesi, tükürüğünün şifa olup olmaması değildir; risalet misyonudur. Onun Rabbimiz tarafından örnek gösterilen üstün ahlakıyla ortaya koyduğu tüm şahitlikler, bu misyonu başarıyla tamamladığını göstermektedir. Dolayısıyla Peygamberimizi üstün kılan yönler, Kur'an'ın örnek uygulamalarını, model tanıklıklarını özünde banndıran sünnetini bize tertemiz bir emanet olarak bırakmasında aranmalıdır. [535]
Elle yemek yemesi, Arap örfüne ve iklime uygun kıyafetlerden fistan giymesi, deveye binmesi, renk seçimi bu kabilden eylemleri olup evrensel nitelik taşımazlar. Çünkü İslam bir Arap dini değil, insanlık dinidir.
Yine Peygamberimizin sevdiği renkler, yiyecek-içecekler, meyve ve sebzeler de onun içinde yaşadığı toplumun alışkanlıklarından dolayı oluşmuş olabileceğinden tüm İslam ümmetini bağlayıcı hükümler manasında yorumlanamaz. Çünkü o, ilahi bir emir olduğu için, beşer fıtratını biçimlendiren şartlar tarafından kuşatıldığı için yaşadığı ortamın özelliklerinden etkilenmiştir.
Elbisede renk seçimi, risalet misyonundan kaynaklanan bir sünnet değildir; Peygamberimizin kişisel tabiatını belirleyen fıtrî yapıdan, Arap adetlerinden ve günün alışılmış değerlerinden kaynaklanmaktadır. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin Arap adetlerinden, çevre koşullarından kaynaklanan davranışlarını nübüvvet misyonunun gereği olarak sunmak, bir kafa karışıklığı örneğidir. Bu kafa karışıklığının sonucu olarak bazı kitaplarda Peygamberimizin Arap örflerinden kaynaklanan giysilerinin, kılık kıyafette renk seçiminin de "sünnet"e dahil olduğu iddia edilmiştir. [536]
Peygamberimizin risaletle görevlendirilmiş olması, onu kendi çağdaşı olan arkadaşlarından ayıran en önemli husustur. Bunun bir ilkesel boyutu vardır; bir de fiili boyutu. Mesela kendisine göz ile kalp arasında hiçbir uyumsuzluğun yaşanmadığı, olağanüstü görsel ayetlerin gösterildiği ilk vahiy alışı esnasında yaşatılan ferdî tecrübe hiçbir sahabe için söz konusu olmamıştır. [537] Ki Allah'ın elçilerine benzer şekillerde yaşattığı bu özel tecrübe, onların görevlerine hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir aşkla bağlanmasına yol açacak mahiyettedir. Fiilî boyutta ise Peygamberimizin özel bir korumaya ve özel bir denetime tabi tutulması sebebiyle, onun sünneti çağları aşan bir evrensellik değeri kazanmıştır.
Peygamberimize özgü özel fiilî durumlara en çarpıcı örnek, onun on ikiyi bulan evlilikleridir. [538]
Öte yandan Rasulullah'ın dokuz hanımla evli olduğu Hicret'in yedinci yılında gelen Ahzâb Suresi, 52. ayet, bu konuda son noktayı koymuştur:
"Bundan sonra (başka) hiçbir kadın sana helal değildir; onları(n hiçbirini) başka kadınlarla güzellikleri seni fazlasıyla celbetse de değiştirme(ne izin verilmemiştir), halen sahip oldukların dışında (hiç biri sana helal değildir). Allah her şeyi görüp gözetendir."
Peygamberimiz bu ayetten sonra bir daha evlilik yapmamıştır; fakat aynı surenin elli üçüncü ayetinde "müminlerin anneleri sıfatı"yla anılan dokuz eşinden beşini boşama yoluna gitmemiştir. Eşleri müminlerin anneleri olan başka bir sahabi yoktur; bu sırf peygamberimize özgü bir durumdur. Bir arada dokuz eşle evli kalma durumu da sadece ona özgüdür. Sadece Peygamberimize has olan bu durum, kendi döneminde yaşayan ve Kiyamet'e kadar yaşayacak olan Müslüman erkekler için örnek teşkil etmez. Çünkü ilahi hukuk ona özgü olan bu durumun genelleşmesini önleyecek hükümler va'z etmiştir.
Rasulullah bir anda dokuz hanımla evli olduğu halde, bunun bir sünnet olarak câri kılınmasını Rabbimiz önlemiştir; Ahzab Suresi, 52. ayet ile Peygamberimize bir daha evlilik yapması yasaklanmıştır. Bu ayetten iniş sırası itibariyle daha sonra gelen aşağıdaki ayet ise, doğrudan bütün mümin erkekleri muhatap alarak, bir anda en fazla dört hanımla evlenmeye izin vermektedir:
"Eğer yetimlere adil davranmamaktan korkuyorsanız, o zaman size helal olan (diğer) kadınlardan birisi ile evlenin, (hatta) ikisi, üçü veya dördü (ile); ama onlara adil bîr tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman sadece bir tane ile (yetinin). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur." [539]
İşte bu sebeplerle Peygamberimizin her davranışı -Kuran'ın evrensel uygulaması anlamında- sünnet değildir. Çünkü Rasulullah'ın evlililikleri bağlamındaki sünnete çeki düzen veren, biçimlendiren, Kur'an ile kimi uygulamaları tahkim eden kimilerini nesh eden Yüce Allah'tır. Yüce Allah'ın onayından geçmeyen, Kur'an'la kritik edilmeyen bir ilke ya da uygulama, sünnet olamaz. [540]
Sünnete uymanın bağlayıcılığı konusunda bütün İslami mezhepler, cemaatler ve gruplar ittifak etmiştir. Bu konuda, neyin sünnet olup olup olmadığı tartışılmakla birlikte, bütün İslam mezhepleri arasında icama/yüzyıllar boyunca oluşmuş Müslüman kamuoyu, vardır. Fakat bu demek değildir ki, Rasulullah'a nisbet edilen her yalan yanlış rivayete itibar edeceğiz. Değil mi ki Rasulullah'a nisbet edilen mevzu hadisler, bu konudaki tüm gayretlere rağmen vardır? Öyleyse "mevzuat rivayet etmenin kökünün kurutulduğunu" [541] iddia edemeyiz.
Diğer yandan bu konudaki reddiyeci genellemeler de, insaf ölçüsünden uzaktır. Çünkü mevzû/uydurma hadislerin tanınma yollarına ilişkin geçmiş hadis alimleri hem genel kaideler tespit etmişlerdir; hem de kendi dönemlerinde ortalıkta dolaşan mevzuata dair eserler kaleme almışlardır. Bunlardan en meşhuru ve başta geleni İbnü'l-Cevzî'nin (ö. H. 597) "el-Mevzûâtü'l-Kübrâ"sıdır. [542]
Hadis ile sünneti aynılaştırmak mümkün değildir. Sünnet ile hadisin irtibatını ise, şu şekilde kurmak mümkündür; hadisler sünnetin sözlü kaynaklarından biridir; sünnet Rasulullah'ın uygulamalarının, hadis ise çeşitli durumlar karşısında takındığı tavırlara dair sözlerinin nakledilmesinden ibarettir.
Sünneti anlama ve yaşamlaştırmada bize göre, hadisten daha öncelikli kaynak Kur'an ve Peygamberimizin bize 'mütevatir ameli uygulamalar' [543] olarak ulaşan şahitliğidir. Çünkü bu uygulamalar yüzyıllardır, "bir araya yalan söylemek üzere gelmeleri mümkün olmayan kuşaklar tarafından hep aynı şekilde" değiştirilmeden aktarılmaktadır. Hadisler ise bize bütün ümmetin aktarımı ile -mütevatir olarak- değil, belli sayıyı geçmeyen ravilerle gelmektedir. O yüzden sünnetle hadisin aynı güvenilirlikte olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kur'an'ın rivayeti de mütevatir olarak bize kadar ulaşmıştır. Her nesilde binlerce, milyonlarca Müslüman mushafi yazılı olarak ve hafızlık kurumu ile ezberden aynı şekilde bize kadar güvenli bir şekilde ulaştırmıştır; biz de aynı yöntemlerle bizden sonra gelen nesillere aynı şekilde emanet edeceğiz. Bu, Kıyamet'e kadar bu şekilde devam edecektir. Fakat hadisler için aynı güvenli ulaşımdan söz etmek o kadar kolay değildir. Çünkü hadislerin çoğu Peygamberimizden mana olarak rivayet edilmiştir; lafızlarıyla birlikte mütevatirlik derecesine çıkan hadislerin sayısı hakkında ümmetin alimleri arasında bir fikirbirliği yoktur. Hatta tek bir hadisin lafızlarıyla birlikte mütevatirlik derecesine çıktığını söyleyenler bile vardır.
Bu tartışmayı bir kenara bırakırsak hadislerin çoğunluğunun mütevatirlik derecesine çıkmamalarından dolayı ahad olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle hadislerin büyük ekseriyeti haber-i vâhiddir. Haber-i vahidin kaynaklarımızdaki tanımı şöyle yapılmaktadır:
"Lügaten yalnız bir şahsın rivayet ettiği haber demek ise de; ıstılâhan mütevatir mertebesini bulmayan haber manasınadır. Râvisi ister bir, ister iki isterse daha ziyâde olsun."[544]
Sünneti hadis ile eşitleyerek "hadisçilik ideolojisi" oluşturmak, Rasulullah'ın gerçek misyonun anlaşılıp yaşanmasının önünde bir engeldir. Peygamberimizin risalet hayatı boyunca yerine getirme cehdi içinde olduğu görevini salt hadislerle eşitlemek, ya da hiçbir seçme yapmadan sünnetin üzerine çıkarmak büyük bir kafa karışıklığının ürünüdür.
Bu konuda yaşanan kafa karışıklığını önlemek elzemdir. Çünkü Peygamberimizin yüklendiği ve ümmete miras bıraktığı sorumluluğun yeterince anlaşılabilmesi ve dünyanın her yanında tevhid ve adaletin orta yerde bir şahitliğinin yeninden üretilerek ortaya konulabilmesi için sünnet ile hadisi doğru tahlil etmek gerekir.
Hadis ile sünnet arasındaki farkı bir de İslamoğlu'nun kaleminden okuyalım:
Sünnet; "Eyleme dönüştürülerek açıklanması gereken mesajları eylem düzeyinde açıklamak." Hadis ise; "Eylemi desteklemek amacıyla ya da eyleme ilişkin olmayan konularda söylem düzeyinde açıklamak." [545]
Hadis, sünnete göre son derece şahsi inisiyatife açık zanni yollardan gelerek bize ulaşmıştır. Dolayısıyla, ikisinin güvenilirliklerini eşit derece düşünmek bir zihinsel bulanıklık örneğidir. Önceki peygamberlerin kıssalarını Kur'an'ın beyanlarından bütün ibret yönleriyle öğrenen Rasulullah (s) kendisinin de başına gelecekleri az çok kestirmiştir.
Değil mi ki, kıssalarda anlatıldığı hemen hemen her toplumda rastlandığı gibi, peygamberlerden bazıları insanlar tarafından aşırı yüceltilmiştir? Değil mi ki önceki peygamberlerin ümmetleri dinin saflığının korumasını, belki iyi niyetlerle başlayan çabalardan dolayı önleyememişlerdir? Öyleyse kendisini yüceltme adına Kur'an'ın önüne geçebilecek gayretlere karşı Rasulullah'ın ümmetini uyarması gerekirdi. Öyle de olmuştur. Hemen hemen bütün hadis kaynaklarında yer alan "Kim bana yalan yere bir hadis isnad ederse, ateşteki yerine hazırlansın!" [546] hadisini Peygamberimizin sahte meşrulyet araçları bulmak isteyen ahmaklara karşı bütün ümmetini uyarması bağlamında değerlendirebiliriz.
Hadislerin tedvini esnasında senette yer alan raviler, ilk muhaddisler tarafından geliştirilen "cerh ve ta'dil" usulü ile ameliyat masasına yatırılmış, gerekli denetlemeler yapılmıştır. Fakat bu işlemin her hadis ve her ravi için yapıldığını hiç kimse iddia edemez. Bizim şimdi kalkıp yeniden senet tenkidi için ravileri tek tek, yeniden, bütün boyutlarıyla cerh ve ta'dil işlemine tabi tutmamız o kadar kolay değildir. Bu sebeple bozulmamış, tahriften korunmuş bir kitap olan Kur'an'ın elimizde bir hidayet kaynağı/rehber olarak yer alması, durmadan şükredilmesi gereken Rabbânî bir ni'mettir. Bu ni'metin kadrini kıymetini bilerek, kaynağından bize gelene kadar yolda başına kaza gelen hadislerin dirayet ilminin usullerinden yararlanarak bir seçmeye tabi tutulması zorunludur.
Tarihte hadis tedvini yapılırken, senet tenkidinin bir hayli dikkatle yapıldığı, ancak metin tenkidinin zayıf kaldığı kanaatini biz de paylaşıyoruz. Hadis dirayet ilminin geliştirerek bir kritik etme yöntemi olarak kullandığı terimlere baktığımızda metin tenkidinin niçin fazla yapılmadığını daha iyi anlarız.
Tabii ki geçmiş alimlerin dirayet yöntemlerine ilişkin çabalarını takdirle karşılamak zorundayız. Eğer bu çabalar da olmasaydı, iş vahim boyutlara ulaşabilecekti. Fakat hadis dirayet ilminin riavayetleri analiz etme gayretleri, maalesef daha çok senetle/rivayet zincirinde yer alan râvilerle ve lafızlarla sınırlı kalmıştır. [547] Hadislerde senet tenkidi ile ilgili yüzlerce eser yazılmıştır, ancak metin tenkidi ile ilgili İbn-i Kayyım el-Cevziyye'nin, "el-Menarü'1-Münif" adlı eseri istisna olma özelliğini halen korumaktadır. [548]
Bir haberin Rasulullah'a nisbetindeki güvenilirlik kriteri, bize göre senedinden önce metnidir. Rivayetin muhtevası Kur'an'ın ruhuna, genel maksatlarına uygun olmalıdır. Hadis dirayet ilmine göre, bir hadisin Rasulullah'a ait sayılması için filancanın feşmekancanın onu sahih, hasen v.b. diye isimlerle anması yeterli değildir. [549]
Bize kadar intikal eden kaynaklarda hadis dirayet uzmanlarınca metin tenkidine tabi tutulması gereken yüzlerce hadis vardır. Biz bunların hepsini analiz edecek değiliz. Fakat bu konuda birkaç örnek analizi yapmak istiyoruz: [550]
Peygamberimize Yahudi Lebid b. A'sam tarafından sihir yapıldığı ve bu sihrin çok etkili olduğu, yapmadığı şeyleri bu sırada yapıyormuş gibi hissettiğine ilişkin haberlerin hepsi, olayın vuruda yerinin Medine olduğunu iddia etmişlerdir. [551]
Nüzul bebepleriyle ilgili kitapların kaydettiği olayı kısaca hatırlayalım:
Yahudi Lebid b. A'sam, Rasulullah'ın saçından aldığı kıllarla ona sihir yapmış, neticede bu sihirin etkisiyle cinsel gücünü kaybetmiş, günden güne erimeye başlamış, bunun üzerine Cebrail (a) Muâvvizeteyn Surelerini (Felak, Nas) getirmiş, her bir ayetin Rasulullah tarafından okunmasıyla da bir düğüm çözülmüş -dolayısıyla düğümlerin on bir ayete tekabül edecek şekilde olduğu- tedavi işlemi bizzat vahiy meleği tarafından yerine getirilmiştir. [552]
Buhari, Müslim ve Nesai'nin kaydettiği sihir hadisesi üzerine Felak ve Nas surelerinin Peygamberimize indirildiği iddia edilmiştir. Yahudilerin yaptığı sihri yok etmek üzere indirildiğini iddia eden hadislerin senedinde de metninde de gariplikler vardır. Çünkü surelerin iniş nedeni olarak gösterilen sihirin Medine'de yapıldığı iddia edilmiştir. Fakat sûreler Mekke'de indirilmiştir. [553]
Tekbirin yangını söndüreceğine ilişkin bazı hadisler rivayet edilmiştir. Metin tenkidine İhtiyaç duyan bu tür hadislerden bir örneği Ramuz el-Ehadis'ten okuyalım: "Yangın gördüğünüzde tekbir getiriniz, zira tekbir onu söndürür." [554]
Bu hadis dinin ve aklın kuralları ile açık bir çelişki arzetmektedir. Makul olmadığı için de, Peygamberimizin böyle bir sözü söylemesini ihtimal dışı görmek gerekir.
Kur'an'ın rehberliğinde bir akletme faaliyetinin hadislerin kritik edilmesinde etkin bir rolünün olduğunu düşünüyoruz. Akılcılığı ideoloji edinerek onu putlaştıranlardan beraatimizi ilan ettiğimiz halde, bu konuda bizi akılcılıkla suçlayacaklara cevabımız açıktır:
"Hiçbir Kur'an ayeti yoktur ki, bizi aklımızı kullanmaya davet etmesin." Rabbimizin iki nimeti olan vahiy ve akıl arasındaki derece farkında öncelik birincisindedir, ikincisinin ise bir kritik etme aracı olarak göz ardı edilemeyecek değeri vardır. [555]
Hadis dirayet ilmi, hem Rasulullah'ın sözlerini rivayet edenleri hem de onların metinlerini bir takım yöntemlerle cerh eden/ameliyat ederek sınıflayan ve doğrusunu-eğrisini ortaya çıkarmak maksadıyla oluşturulmuş bir disiplindir. [556]
Bir dirayet metodu olarak hadislerin Kur'an'a arz edilerek Rasulullah'a aidiyetinin test edilmesi birçok alim tarafından yapılmıştır. Bu konuda kaynaklarımızda çok sayıda örneğe rastlamak mümkündür. Fakat tüm hadiseleri konu alan böyle müstakil bir eserden de maalesef söz edemiyoruz. Biz burada Kur'an'a arz yöntemini kullanan yüzlerce alim arasından İslam'a hizmette öncülük yapmış olan ikisi üzerinde duracağız: Aişe validemiz, İmam Ebû Hanîfe. [557]
Bilindiği gibi Peygamberimizin sözlerinin sahih bir şekilde bize ulaşmasında Aişe validemizin (r) rolü büyüktür. Risaletin Medine döneminde geçen on yılında Peygamberimize en yakın olan müminlerden biri, hiç kuşkusuz odur. Allah'ın seçkin elçisinin vefatından sonra Aişe validemiz bu yakınlığının avantajlarını İslam ümmetine gizlemeksizin elinden geldiğince aktarmıştır. Rasulullah'ın Hakk'a yürümesinin ardından saygıdeğer annemizin özellikle kadınlarla ilgili mahrem hususların daha doğru bir şekilde ümmete öğretümesi hususunda üstüne düşen görevi yaptığını görmekteyiz. Belki de onun en önemli hizmeti, Rasulullah'ın söz ve davranışlarının doğru bir şekilde anlaşılması için koyduğu ve uyguladığı yöntemdir.
el-İcâbe sahibinin eserinden öğrendiğimize göre, Aişe annemizin hadis metinlerinin tenkidinde kullandığı "hadis dirayet yöntemleri" olarak görebileceğimiz altı ana ilke şunlardır:
Hadisleri Kur'an'a, sünnete, hadise [558], tarihe-vakaya, aklına-kanatine, mantık ve dile a'rz. Biz bunlardan Kur'an'a arz ilkesine ilişkin iki örnek vererek daha geniş tahlil yapmak isteyenleri kaynaklara müracaat etmeye davet ediyoruz.
Birincisi; "Ailesinin ağlamasınla ölünün azap çekeceği" rivayeti Buhari ve Müslim'de geçen rivayetin hulasası şöyledir: İbn-i Abbas şöyle dedi:
"Ömer (suikaste uğrayıp) yaralanınca, Suheyb 'vah kardeşim vah arkadaşım!' diye ağlamaya başladı. Bunun üzerine Ömer: 'Ey Suheyb! Rasulullah (s), ölü, ailesinin kendisine bazı ağlayışı sebebiyle azap çeker, buyurduğu halde, sen bana ağlıyor musun?' dedi." İbn-i Abbas dedi ki:
"Ömer (r) vefat edince bunu Âişe'ye (r) hatırlattığımda şöyle dedi:
'Allah Ömer'e rahmet eylesin. Vallahi Resulullah böyle söylemedi'." [559]
Bu rivayeti Âişe validemiz "Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi"ne atıf yaparak Kur'an'a arz etmiştir. Özellikle Necm Suresi (53), 38. ayete:
"Hiç kimse kimsenin günah yükünü taşıyacak değildir", öyle ya! Herkes yaptığından sorumlu ise, yakınları ve akrabaları yüzünden ölü neden cezalandırılarak azaba uğrasın? [560]
Buharı (ö. 256/870) İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hz. Peygamber Bedir'de (müşrik ölülerin topluca gömüldükleri) çukurun başına varıp 'Rabbinizin size vadettiği şeyin gerçek olduğunu gördünüz mü?' dedikten sonra 'Onlar şimdi benim dediklerimi işitiyorlar' buyurdu" Bu hâdise Hz. Âişe'ye haber verilince o:
"Hz. Peygamber ancak 'Onlar şimdi benim söylediklerimin hak olduğunu biliyorlar' demiştir." dedi. [561]
Aişe validemiz bu hâdiseyi kafirlerin ölülere, sağırlara benzetildiği [562] ayete arz etmiştir:
"Dirilerle ölüler de bir değildir; Allah dilediğine işittirir, sen kabirlerde olanlara işittıremezsin." [563]
Bu ayetin mesajının kalben ölü olan kafirlerle, mezarlarda sahiden ölü olan kimseleri karşılaştıran bir bağlamının olduğu, dolayısıyla mezarfardakilerle ilgili olmadığı söylenmiş, "Kafirlerin imana daveti hakkında inmiştir" denilerek Âişe validemiz eleştirilmiştir. [564]
Doğrudur, ayetin bağlamı tüm duyarlılıklarını ve algılama yeteneklerini, kör bir inat yüzünden kendi elleriyle köreltmiş olan kafirlerle ilgilidir. Fakat burada eleştiri sahibinin gözden kaçırdığı husus; ayette "kafirlerin neden mezarlardaki ölülere benzetildiği'dir; eğer mezarlardaki ölülerin algılama ve idrak etme yetenekleri -Âişe validemizin eleştirdiği hadiste olduğu gibi- devam ediyorsa, Kur'an'ın getirdiği temsil ne anlam ifade etmektedir? Durum öyleyse mesel bir anlam ifade eder mi?
Bize göre eğer ayetin bağlamı salt manevi duyarlılıklara hasredilirse, bu durumda "ölülerin rûhânî yönleri körelmiştir, ama beş duyusu ve algılama yetenekleri çalışmaya devam ediyor" demek zorunda kalınır, ki böylece son derece içinden çıkılmaz bir durum ortaya çıkar. Oysa insanın duyuları ve kalbinin temsil ettiği algılama yeteneği birbirinden koparılamaz. Hepsi birlikte bir anlam ifade eder; birlikte iş görür. Ölülerde ise her ikisi de tamamıyla yok olduğu için, mezarları başında olanlardan bir şey duyup görmeleri düşünülemez. [565]
Aslında metin tenkidi birçok alim tarafından yer yer yapılmıştır. Fakat hadis külliyatının tümünü kapsayan ciddi bir çabanın ürünü olarak değerlendirebileceğimiz müstakil bir eserden söz etmek mümkün değildir. Mesela Re'y ekolünün önemli öncülerinden büyük imam Ebû Hanife bazı hadisler üzerinde metin tenkidi yapmıştır. Kur'an'a arz yöntemini kullanan Ebû Hanife bakın Ebû Davud'un Sünen'inde geçen bir hadisi nasıl kritik etmiştir.
Önce hadisin metnini okuyalım:
"Zina eden kimsenin üzerinden imanı gömleğinin çıkması gibi çıkar" Ebû Hanife bu hadisi "içinizden zina eden kadın ve erkeğe yüz değnek vurun." [566] ayetine arz etmiştir. Ulaştığı sonuç ise şöyledir:
"Ayette bahsi geçen "iğinizden" tabiri, zina edenlerden hadiste olduğu gibi imanı nefy etmemizi gerektirmez." [567]
Bu durumda hadis ile ayet arasında bir çelişki doğmaktadır. Hadise göre zina edenler, kafirdirler ya da davranışları esnasında küfre girmektedirler. Oysa ayet zina edenelerin küfre girdiklerine dair hiçbir hüküm barındırmamaktadır.
Öyleyse Kur'an'a aykırı hüküm vermemesi gereken Peygamberimiz böyle bir hadisi söylemiş olamaz. Bu yüzden bize mütevatir, güvenilir yollardan gelen bir habere ittiba etme yükümlülüğümüz vardır. Çünkü ilahi kontrolden geçtiği halde reddedilmeyen bir hüküm veya uygulama, "güvenilirlik stfatı"nı hak etmektedir. [568]
Yol gösterenlerin en iyisi olan Allah, Peygamberimize temel hükmetme ilkelerini ilahi vahyin rehberliği ile öğretmiştir. O da vahyin ilkelerine göre -onlara rağmen değil- hareket ederek Kur'an'ı hayatın tüm alanlarına tatbik etmiştir.
Yüce Rabbimizin seçerek alemlere üstün kıldığı, ümmetimize örnek gösterilen Rasulullah'ın hüküm vermede takip ettiği yöntemi ayeti kerimeler ışığında ortaya koyarak konuya girmek istiyoruz. Bu konuda Kur'an'da yer alan ayetleri iki grupta mütalaa etmek mümkündür. Birincisi; "hüküm vermede nihai merci olarak Allah'ın kudret makamını görmek gerekir" sonucunu çıkarabileceğimiz ayetler. İkincisi ise, "Allah'ın hükümlerine uygun tatbikatın bizi şirke düşürmeyeceği" ilkesini çıkarabileceğimiz ayetler.
Bu ayet gruplarından birincisine olarak Kehf Suresi'nden örnek vermek istiyoruz. Bu ayet, doğrudan teşri konusunda olamasa bile, hüküm verme konusunda ölçüyü vermekte "Allah'ın hüküm vermede ortağının olamayacağı" ilkesinden söz etmektedir:
"... Göklerin ve yerin gizli gerçekleri yalnızca O'nun elindedir. O, ne eşsiz bir görücü ne eşsiz bir işiticidir! Onların O'ndan başka velisi/koruyucusu-kayırcısı yoktur. Çünkü O, hükmüne kimseyi ortak tutmaz," [569]
Diğeri ise, ilahi vahyi tebliğ ve tatbik esnasında, Allah'ın öğrettiği şekilde hüküm vermenin şirk olmadığı, aksine mesajın hayata hakim kılınması için şart olduğunu vurgulamaktadır:
"Biz sana hakikati ortaya koyan ilahi kelamı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana öğrettiğine göre hüküm verebilesin. O halde ihanet edenlerle tartışmaya girme." [570]
Bu durumda Peygamberimiz tarafından hükme bağlandığı, uygulandığı halde, ilahi vahyin itirazına bahis teşkil etmeyen hüküm ve uygulamalar, aynen Kur'an ayetleri gibi bizi bağlamaktadır. Konuyu bazı örneklerle açmakta yarar vardır.
Birincisi, "Müslüman erkeklere, bir bayanı teyzesi ve halası ile birlikte aynı nikah altında tutma yasağı" Kur'an'da yer almadığı halde mütevatir haber kaynaklarının sünnet olarak aktardığı bir hükümdür. Bu hükmün Kur'an'a herhangi bir muhalefeti de yoktur. Hatta evlenilmesi yasak olan kimselerle ilgili genel hükmün, bir kıyasla tavzihinden ibarettir. [571]
"Hiçbir beşer için o yetki yoktur ki, Allah ona kitap versin, hüküm versin, peygamberlik versin de o sonra insanlara 'Allah'tan beride bana kul olun' diyebilsin. Velakin 'kitab talim etmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz için Allah adamları olunuz' der." [572]
Bu ayet, Rasulullah da dahil bütün müminlerin tebliğ ve talim esnasında tanımlanmış yetkilerini aşmamaları hususunda özlü uyanlar taşımaktadır. İki şahıs münasebetli bir fiil olan talim durağan bir okuma eylemi değildir; aktif bir eylemliliktir. Talim Kur'an'ı hayatın tüm alanlarına tatbik etmede şahitlik [573] yapmayı içeren bir görevdir.
Peygamberimize yüklenmiş olan ta'lim-tatbik görevi aynı zamanda ona tanımlanmış bir yetki de vermektedir. Çünkü talim kraatten farklı olarak uygulamalı örneklik ortaya koymayı gerektiren bir fiildir. Bu sebeple onun idari tasarruflarını da Rabbimiz itaat edilmesi gerekenler arasına almıştır. Mesela o, temel ilkeleri Kur'an'da yer alan ganimetin bölüşümüyle ilgili, adalete uygun tatbikatında kimi ictihadlara başvurmuştur. [574] Onun, yürütme yetkisini kullanırken, Kur'an'da tüm detayları bulunmayan bazı idari tasarruflara yönelme hakkı vardır. Çünkü o tebyin yanında teşhid göreviyle de yükümlü tutulmuştur.
Hem Allah'ın elçisi hem de, elçiliğini yaptığı düsturları uygulamada liderlik yapan Peygamberimizin tebliğ ettiklerini tatbiki esnasında bazı teşrilerde bulunma yetkisi vardır. Bu yetki hem Hz. Peygamber'in rasul ve imam sıfatı ile, hem de kendisine yüklenmiş olan "tebliğ-tebiyin"', "tatbik-teşhid" göreviyle alakalıdır.
Birincisi ilk inen mesajlarda "kıraat" olarak beyan edilmiştir. Tebliğ; Allah'ın mesajını metin olarak apaçık duyurmak, muhataplarına ifham etmektir. Tebyin ise, mesajı kapalı hiçbir hususun kalmayacağı bir biçimde, apaçık beyan etmektir.
Diğer yandan tatbik; tebliğ ettiği topluma Kur'anî düsturları uygulamaktır. Teşhid ise uygulamalı öğretimdir. İşte bu tatbik safhasında Rasulullah da Allah'ın Kur'an'la bildirdiği teşriatın dışında -Ona muhalif olmamak şartıyla- teşri yetkisine sahiptir. Nitekim risaleti boyunca bazı genel ve özel teşriat koymuştur da. Bu teşriatın esaslarını Kur'an belirlemiş olmakla beraber, geçici veya kalıcı nitelikte olmalan, illetlerinin/gerekçelerinin sürekli veya geçici olmasına bağlıdır.
Kur'ânî esaslar çerçevesinde teşri kılınmış ve fakat Kur'an'da mevcut olmayan bir 'Peygamberi teşrî' karşısında tutumumuz, bize göre aşağıdaki gibi olmalıdır: [575]
Peygamberi teşrî'in illeti (gerekçesi) biliniyorsa ve bu illet değişmemişse, ona aynen ittiba etmek gerekir. Mesela, "bir kadını aynı anda teyzesi veya halası ile beraber nikahlama yasağı" [576] bu tanıma uygundur.
Bir kadını teyzesi ve halası ile birlikte aynı nikah altında bulundurma ile ilgili peygamberi teşri'nin illetini anlamak mümkündür:
"Peygamberimizin bir bayanı, halası ve teyzesi ile birlikte aynı nikah altında tutmayı yasaklaması, "bir kızın annesi ile birlikte ve iki kız kardeşin birlikte nikahlanmasını haram kılan ayet "e [577] kıyasen çıkanlmış bir hükümdür. Dolayısıyla bu tatbikat, Kur'an'a rağmen uygulamaya sokulmuş -ayetlerle tenakuz teşkil edecek, ilahi vahyi nesh/iptal edecek- bir tatbikat değildir; Allah'ın indirdiği hükümlerle muvafıktır. [578]
Peygamberi teşrî'in illeti biliniyorsa ve fakat bu illet zaman-mekan faktörleriyle değişmiş ise Kur'an'ı esas ve Peygamberi teşrî'i örnek alarak, değişen şartlara uygun yeni çözümler aramak gerekir. Mesela, savaş yolculuğunda kılınan namaz'ın iki rekat olarak eda edilmesi böyle bir duruma örnektir. [579] Can güvenliğinin bulunmadığı zorlu bir yolculuk da, kıyasla savaş şartlarına benzetilebilir; güvenene ulaşıncaya kadar dört rekatlar ikiye düşürülebilir. [580]
Peygamberi teşrî'in illeti hiç bilinemiyorsa bu teşrî'e aynen ittiba etmek gerekir. [581] Namazları vakit ve rekat sayılarının tespiti, bir rekatta bir rüku iki secde bulunması gibi hususların tespit edilebilecek hiçbir illeti yoktur. Hikmetleriyle ilgili yorumlar ise, hiçbir zaman bir kesinlik değeri ifade edecek netliğe ulaşamaz.
Teşri illetini tespit edemediğimiz, namazların rekatları, hangi rükün esnasında hangi surenin ve ayetin okunacağı, bir rekatta kaç rükû kaç secde yapılacağı v. b. hususlar Kur'an'da -şekil itibariyle- detaylı bir şekilde beyan edilmemiştir. Peygamberimiz, bir rekatta bir rükû iki secde yaptığı halde İlahi denetim bu konudaki Rasulullah'ın tatbikatına sessiz kalarak onay vermiştir. Öyleyse onun bu tercihi ilahi rızaya uygundur; bu durumda Rabbimizin hoşnut olduğu fiil bizim için de bağlayıcı hale gelmiştir.
Fakat müşrikler ya namaza karşı son derece duyarsızdırlar; onu engellemektedirler [582] ya da kıldıkları namaz bir folklorik değerden öte ahlaki-ibadi bir değeri yoktur. Onların infaktan bağımsız, hususuz, tevhidi bütünlükten bağımsız olarak, sadece bir gelenek olarak kıldıkları, şuursuz hareket ve ritilellerden oluşan namaz kılma şekillerini açıkça tenkit ederek [583] Müslümanları bu tür hareket ve tavırlardan Yüce Allah sakındırmıştır. Demek ki, tatbikat doğru yapıldığında ilahi inzar/uyarı tenkidi gelmemekte, fakat yanlış yapıldığında ise, Rabbimiz rehberlik edici, yol gösterici ışıklarla Rasulullah'ın, dolayısı ile bizim yolumuzu aydınlatmaktadır.
Yukarıda söz etmeye çalıştığımız hükümler, sünnetteki açıklığı ile Kur'an'da yoktur. Fakat verilen hükmün Kur'an'a bir aykırılığı da yoktur. Öyleyse, bize güvenilir kaynaklardan ve güvenilir bir yolla mütevatir olarak geldiği için hükmün Rasulullah'a aidiyetinde kuşku yok ise ona ittiba etmek ihtiyarî -bizim paşa gönlümüze bağımlı- değildir. Yani uymak zorunludur; çünkü Rasulullah'a itaat etmek farzdır; maruf olan bir hususta Allah'ın elçisine itaat Allah'a itaat gibidir. [584]
"Vahyin haberleriyle uyarılan insanların sorumluluğu kadar, bir beşer olarak resullerin de aynı vahyî uyanlar karşısında sorumlulukları vardır:
"Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de soracağız." [585]
Bununla birlikte vahyin taşınması ve örneklendirilmesi konusunda rasullerin sorumlulukları elbette önceliklidir. Rasullerin öncelikli görevi Kur'an'ı yaşama geçirme konusundaki şahitliğidir ki, o müslümanlar için en güzel örnekliği [586] oluşturur.
Ancak vahyî buyrukların yaşanılır kılınmasında Rasulullah'ın örneklik oluşturan sünneti, daha sonraları farklı biçimlerde anlaşılmaya başlanmıştır. Bu konuda daha ilk dönemlerden itibaren, Rasulullah'ın 'ancak kitapla hükmettiği' ve kendisine sorulan birçok soruya 'De ki...' lafzıyla başlayan ayetlerle cevap verdiği, kendisinin de Kur'an'a tabi olduğu, 'ondan sorulacağı' gözardı edilerek Kur'an ile çelişen veya Kur'an'ın bildirdiği hükümlerle yetinmeyen rivayetlere meyledilmiştir. Ve bu rivayetlerin "Allah katından sanılması" için bazı ayetlerin zorlanmasıyla "kutsi hadis" veya "gayri metluv vahiy" gibi dinin kaynağı ile ilgili, tamamen zanniliğe dayanan ve gayb alanını ilgilendiren yeni bilgi çeşitleri üretilmiştir. Muhkem Kur'an ayetleriyle bu tür rivayetler, eşdeğer veya dinin tamamlayıcısı niteliğinde görülmüştür." [587]
Rasulullah'ın hüküm kaynağı Kur'an'dır. [588] O Allah'a rağmen nevasından ürettiği görüşleri Kur'an'ın önüne geçiremez; geçirmemiştir de. Diğer taraftan Kur'an'da açıkça çözüme kavuşturulmayan toplumsal, hukuki, siyasi konularda Rasulullah'ın yaptığı ictihadlar da bizim için birinci önceliklidir. Çünkü ilahi vahyin ilk muhatabı olan Rasulullah vahyi en iyi anlayandır. Vahye ve onun şahitliğine tabi olma hususunda Rasulullah'a itaat de Allah'a itaat gibidir. [589]
Önemli olan verilen hükümlerde kullanılan usuldür. Bu usul "ister peygamber olsun, ister kanun yapıcı, isterse uygulayıcı hâkim olsun Kur'an'da Rabbimizin va'z ettiği hükümlere aykırı olmaması"dır. İlahi hükümlere zıt olarak verilen kararların hiçbir evrensel bağlayıcılık değeri olamaz. Zaten Peygamberimizin Kur'an'a rağmen ve onun genel ilkelerine aykırı bir hüküm vermesi de düşünülemez.
Diğer yandan Rasulullah'a aidiyetinde büyük şüpheler bulunan zannî rivayetlere, "Rasulullah'ın teşri yetkisinin bulunduğunu" ileri sürerek tümüyle meşruiyet kazandırmak doğru bir usul değildir. Çünkü bu ahad rivayetlerin Peygamberimize ait olduğu kesin olarak ispatlanamamaktadır. Ahad hadislerin Rasulullah'a aidiyeti ispatlanabilse bile, Kur'an'ın nüzul sürecinin hangi aşamasında söylendiği, vurud ortamı ve sözün bağlamı çok önemlidir. Eğer bu hususlara dikkat edilmezse Rasulullah'ın kasdetmediğini sanki onun görüşüymüş gibi algılama ihtimali ortaya çıkar ki, netice itibariyle istemeden "ona yalan isnad etme fiili"nin doğuracağı vebalin yükü altında kalınabilir.
İnsanların inisiyatifine terk edildiğinde büyük karışıklıkların çıkabileceği konularda, bize rehberlik edecek temel ilkeler eksiksiz bir şekilde Kur'an'da ortaya konulmuştur. Bu anlamda hiç kimse Kur'an'a bir eksiklik izafe edemez. Çünkü Kur'an Allah'tan indirilmiş bir hidayet kitabı olarak hiçbir eksiklik taşımaz tamdır. Aşağıdaki ayet bu hususu ne güzel beyan etmektedir:
"... Ve seni de (Ey peygamber mesajının ulaşabileceği) kimseler üzerine şahit kıldık, nitekim sana adım adım her şeyi olduğu gibi açıklayan bîr hidayet rehberi, bir rahmet ve Allah 'a yürekten boyun eğenlere müjde olarak bu ilahi kelamı indirdik." [590]
Aşağıdaki ayetlerde Yüce Rabbimiz Peygamberimize itikadi, hukuki, ahlaki ihtilafların çözümünde temel kaynağının mutlaka Kur'an olması gerektiğini beyan etmektedir:
"O halde, geçmiş vahyin mensupları arasında 'Allah'ın indirdiğine göre' hükmet ve onların mesnetsiz görüşlerine uyma!.." [591]
"De ki: Bu mesaj için sizden hiçbir karşılık istemiyorum; ve ben sahip olmadığı şeyleri iddia edenlerden de değilim." [592]
Allah'ın elçisi Muhammed (s) ancak kendisine vahyedilene uymakla yükümlü olup, ilahi mesaj onun kendi arzusuna göre oluşmaz. Çünkü neyin doğru neyin yanlış olduğunu mutlak bir şekilde Hhakimlerin hakimi olan Allah belirler. Konu ile ilgili Yunus Suresi ayetini okuyalım:
"Ve ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığı ile kendilerine okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler, 'bize bundan başka bir öğreti getir, ya da bunu değiştir' diyecek olurlar. De ki. 'Onu kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil, ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın! Rabbime başkaldıracak olursam, dehşet veren O Gün'un azabından korkarım." [593]
Peygamberimizin hüküm vermede, yürütmenin başı olarak tasarruflarda bulunmada kendinden menkul bir yetkisi bulunmamaktadır.
O öncelikli olarak Allah'a -dolayısıyla Kur'an'a- bağımlıdır. Bu bağlamda hiçbir hadis asla Kur'an'ın hiçbir hükmünü nesh edemez. Çünkü, Rasulullah'ın haram kılma yetkisi Kur'an'a bağımlıdır. O kendiliğinden haram helal koyamaz. Ancak "eşyada aslolan ibahedir" ölçüsü bir konuda yasak yoksa otomatik olarak helal kapsamıda değerlendirilmesi gerekmektedir.
Rasulullah'ın Kur'an ile haram kılma yönteminin Kur'an'a dayalı olarak gerçekleştiğini beyan eden çok sayıda ayet vardır. Örnek olarak bazılarını tekrar anmakta konumuzun vuzuha kavuşması bakımından yarar vardır. Hükmetmede, haram-helal kılmada ortağı bulunmayan Yüce Allah, önceleri Kudüs'e yönelen müminlerin Kabe'ye yönelmesini emrederek öneceki uygulamayı nesh etmiştir; yine önceki örfte Ramazan geceleri yasak olan yeme-içme, münasebet fiillerinin haramlığına ilişkin anlayışı değiştirmiştir; ve yine Araplar'ın cahiliyye döneminden kalma kötü adetlerinden olan "zıhar" yöntemiyle eşlerini boşamasını haram kılmıştır. [594]
Rasulullah'ın nasıl hüküm verdiğini ve neyi nasıl haram kıldığını bu şekilde izah ettikten sonra, ilahi vahye bağımlı olmaksızın nasıl olur olamadık yere bir takım şeyleri kendiliğinden haram kılamayacağını açıklayalım. Rasulullah neyi haram kılamaz?
Peygamberimiz haram-helal koymada, hüküm vermede temel kaynak olarak mutlaka Kur'an'a başvurmuştur. Ancak beşer olması hasebi ile, bir kızgınlık esnasında, değil bütün ümmete kendisine dahi Allah'ın helal kıldıklarını haram kılamaz. Tahrim Suresi ayeti bu konuda son derece sarihtir:
"Ey peygamberi Eşlerinden herhangi birini memnun etmek için, neden Allah'ın sana helal kıldığı bazı şeyleri kendine haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır." [595]
Bu ayetler dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki, Rasulullah'ın haram kılma yetkisinden bahseden ifadelerde genellikle, Kitap Ehli'ne yapılan itaat çağrısı Kur'an'a/dolayısı ile, onun risaletle görevlendirilmiş olmasına dönük olarak yapılmıştır. Allah'ın elçisi oluşu sebebiyle üstün bir ahlaka dayanan örnek bir kişiliğe sahip olması, onun ilahi denetimden bağımsız bir haram koymaya kalkmasının önünü zaten baştan tıkamıştır. Çünkü haram koyma bir şeyi helal ilan etme yetkisi birinci öncelikli olarak Allah'a aitttir.
Aşağıdaki ayet, insanlar tarafından konulduğu halde sunî olarak Kur'an'a ve Peygamberimizin sünnetine isnad edilen tüm haram kılma ameliyelerine karşı bir "ilke" va'z etmektedir:
"De ki: 'Hiç Allah'ın sizin için rızık olarak indirdiği şeyler üzerinde düşündünüz mü? O rızıklar ki, bir kısmım yasaklıyor bir kısmım da meşru görüyorsunuz.' De ki: 'Allah (böyle yapmanız konusunda) size izin mi verdi? Yoksa düpedüz harsınızı/kendi sanal tahminlerinizi mi Allah'a yakıştırıyorsunuz?' Peki bu kendi yalanlarını Allah'a yakıştıranlar Kıyamet Günü (başlarına gelecek olanlar) hakkında acaba ne düşünüyorlar?..." [596]
Rasulullah'ın ve ondan sonra Kıyamet'e kadar yaşayacak müminlerin yetkisi, illetlere ve hikmetlere uygun kıyaslar, ictihadlar yaparak ilahi ahkamı hayata hakim kılmaktır. Fakat bunu yaparken "dini yükümlülükleri gereksiz yere genişletmek" manasına gelecek tavır ve davranışlardan azami olarak sakınmak durumundadırlar.
Reşid Rıza, sübjektif kıyas yöntemleri ile hareket ederek Din'in apaçık hükümlerinin gereksiz tafsilatlara boğulmasını kınamakta ve konu ile igili şöyle demektedir:
"Birçok fukaha/hukukçumuz, kendi sübjektif kıyas yöntemleri ile insanların tekalifini/dînî yükümlülüklerini gereksiz yere genişletmişler, böylece Kur'an'ın apaçık dilinin sona erdirdiği güçlüklere ve (ki Ehl-i Kitap'ta, müşriklerde raslandığı türden) karmaşıklıklara yeniden hayatiyet kazandırmışlardır. Bu da bir çok müslümanın ve yönetimlerinin İslam hukukunun bütünlüğünden uzaklaşmalarına yol açmıştır. [597]
Peki Rasulullah'ın haramları açıklama, onlara boyut kazandırma yetkisi yok mudur? Kökeni Kur'an'da olan bir haramı toplumsal yaşama kazandırırken, Rasulullah'ın ilahi kelama aykırı olmayan bazı düzenlemeler yapma hakkı, her yürütme organı gibi tabii ki vardır. Fakat doğrudan Kur'an'a dayalı olmadan yaptığı düzenlemelere evrensel nitelikli haram-helal nitelemesi yapmamız mümkün değildir. Doğrudan Kur'an'dan neşet eden ilahi hükümlerin sınıflandınlması haram-helaldir.
Fakat Peygamberimizin Kur'an'a uygun olarak verdiği sakındırma ifade eden hükümlere ise "mekruh", yasak v.b. İsimler vermek gerekmektedir. Çünkü bunlar içinde yaşanılan çağın şartları içinde anlamlı olurken, şartların değişmesi ile yürürlükten kaldırılabilecek nitelikte olabilirler. Hem hadislerde kimi yasaklara "haram" ifadesi ile karşılık verilmiş olsa bile bu, terimsel bir muhteva ile değil, etimolojik açıdan yorumlanmalı, dönemsel yasak kapsamında değerlendirilmelidir.
Sünnet Kur'an'la eşit değerde değildir. Kur'an'ın her zaman önceliği vardır. Rasulullah'ın her"eylem talimatının Kur'an tarafından verildiğini iddia etmek de, onun tüm davranışlarının metluv ya da gayri metluv vahiy tarafından oluşturulduğunu idda etmek de nübüvvet ve risalet misyonunu yeterince kavramamış olmanın belirtileridir. Evet Peygamberimiz ilahi denetim altındadır. Fakat tüm amelleri, verilmiş bir komutla meydana gelmiş değildir. Yüce Allah'ın vahiy yolu ile yaptığı müdahaleler, onun hayatının her saniyesini kapsamamaktadır; ancak telafisi imkansız bir yanlışı önlemek maksadına matuftur.
Rasulullah'ın her eylemi Kur'an'ın talimatı ile oluşmadığı gibi, evrensel anlamda tüm zamanlarda tüm mekanlarda ümmetimizi bağlayacak bir değer de taşımayabilir. Konuyu bir örnek üzerinden tahlil etmek, meramımızın yanlış anlaşılmasını önleyecektir. Peygamberimizin Buhari ve Müslim'de geçen şu sözü üzerinde düşünelim:
"Her kim kurban keserse üç günden fazla elinde tutmasın." Bu yasağın sıkıntılarını yaşayıp, hikmetlerini öğrenmek üzere Peygamberimize gelen arkadaşlarına o şu cevabı vermiştir:
"İnsanlar geçen yıl sıkıntıdaydı, kurban etlerinin herkese ulaşması için böyle bir yasak getirdim." [598]
Hadis'in Kur'an'ı nesh edebileceğini savunanlar, Rasulullah'a Kur'an'a benzer onun gibi başka bir sözlü vahiy kaynağı daha verildiğini ileri sürmek suretiyle tezlerini temellendirmeye çalışmışlarıdır. Aslında alimlerin çoğunluğu bu tür neshi kabul etmemişlerdir. [599] Fakat ümmet içinden aşırılığa meyleden bazı kimseler sünnetin-hadisin önemini ve değerini ispatlamak adına böyle bir ifrat yola sapmıştır. Oysa sünnetin değeri ve önemi, ancak Kur'an'ın önüne geçerek değil, Kur'an'ın arkasından yürüyerek vaki olabilir.
Sünnetin Kur'an'ı neshedebileceği gibi uç düşüncelere, ifrat görüşlere rastlamamızın bir nedeni de, itikadi ve fıkhi bir çok mevzunun Kur'an'da yer almadığı halde yüzlerce ahad hadiste bulunmasıdır; yahutta hadislerde yer alan mantıkla Kur'an'ın verilerinin çatışmasıdır. Bu durum, sünnetin Kur'an'ı neshi meselesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. [600]
Gazali'ye göre, İmam Malik, Hanefiler, Eşari ve Mu'tezile kelamcılarının ekseriyeti ile İbn Hazm ve Zahiriler Kur'an'ın sünnetle neshini caiz görmüşlerdir. [601]
Caiz görenler Necm Suresi, 3-4; Haşr Suresi, 7. ayetleri [602] hadisin Kur'an'ı neshedebileceğine delil olarak ileri sürmüşlerdir. Oysa bu ayetlerden birincisi, Rasulullah'ın aldığı vahyin ilahi kaynaklı olduğunu; ikincisi ise, Peygamberimizin Kur'an'a aykırı olmamak koşuluyla yaptığı idari tasarruflarda ona itaat etmemiz gerektiğini ifade etmektedir; ki bu tasarruf da meşruiyetini ilahi kelamın tayin ettiği sınırlardan almaktadır, temelsiz değildir. Dikkatli şekilde incelendiği zaman görülecektir ki, bu ayetlerin mesajı ve bağlamı, hadisin Kur'an'ı nesh edebileceğine ilişkin bir muhtevaya sahip değildir. [603]
"Her azı dişli hayvanın yenilmesi haramdır." [604]
Hadisin sarihinin "Medine'de söylenen (!) bu hadis, Mekke döneminde indirilen En'am Suresi, 145. ayetini nesh etmiştir" iddiasını reddeden çağımızda yaşamış alimlerden Muhammed Gazali, Kur'an'a arz yöntemi ile şu değerlendirmeyi yapmıştır:
"Ahad hadisin Kur'an'dan bir ayeti neshedebileceğini idda etmek, son derece zayıf ve gülünç bir iddiadır. Üstelik neshedildiği (hükmünün ortadan kaldırıldığı) söylenen bu ayetin anlamı, Kur'an'da dört kez tekrarlanmıştır; iki defa Mekki olan En'am ve Nahl surelerinde, iki kere de Medeni olan Bakara ve Maide surelerinde varid olmuştur. Hatta Maide Suresi'nde nazil olan ayet en son nazil olan ayetlerdendir.
Aklı başında biri, yukarıdaki hadisin bu ayeti neshettiğini nasıl düşünebilir? Ayrıca aralarında İbn-i Abbas'ın da bulunduğu bir çok sahabi ile yine aralarında Şa'bî ve Said b. Cübeyr'in bulunduğu birçok Tabii Müslim'deki bu hadisi reddetmişlerdir. İhtilafa konu olan bir hadis için bir ayeti nasıl terk edebiliriz?" [605]
ez-Zerkeşî, miras ayetinin "mirasçıya vasiyyet yoktur" hadisi ile nesh edildiğini/hükmünün iptal edildiğini iddia etmiştir. [606]
Zührî, Davud ez-Zâhirî, Taberî, İbn Hazm gibi müctehidlere göre, vasiyet caizdir, hatta farzdır. İbn-i Abbas ve Amr b. Şuayb'e dayanan bir rivayette de şöyle denilmiştir:
"Varisler izin vermedikçe varise vasiyet yoktur." [607]
Hakimlerin hakimi olan Yüce Allah, muhkem bir şekilde mirasta vasiyet hakkını Bakara Suresi (2), 180. ayette -ki bir sonraki ayette de hem de bir kere yaptıktan sonra değiştirmemek şartı getirilmiştir-kullanna tanımaktadır: "Herhangi birinize ölüm yaklaştığında, eğer arkasında yeterli bir servet bırakıyorsa, ebeveynine ve diğer yakın akrabalarına uygun şekilde vasiyette bulunmak size farz kılındı. Bu muttakiler için bir yükümlülüktür."
Bu ayet [608]ayetlerde belirlenmiş payların dağıtımından önce yapılmak koşulu ile, ilaveten verilmiş bir haktır. Bu hak aşağıdaki vurud ortamı, niçin söylendiği, daha sonra nesh edilip edilmediği belirlenmemiş bir hadis bahane edilerek bazı nesh teorisyenleri tarafından müminlerin ellerinden alınmak istenmiştir. Halbuki bu ilahi hüküm, hiçbir şekilde hiçbir kimse tarafından nesh konusu edilemez.
[609] ayette geçen akrabalara mirastan verilmesi gereken payların açık bir şekilde belirlenmesi önceki ayetin nesh edilmesini gerektirmez. Miras ayeti vasiyeti yasaklamıyor ki, nesh ilişkisinden söz edebilelim.
"Miras ayetinin vasiyeti nesh edemeyeceği açıktır. Çünkü mirasın varlığı, vasiyete engel değildir. Miras ayeti indikten sonra vasiyet ayetinin geçerli olduğu bir alan kalmamış olsaydı, vasiyet ayetine "mensuhtur" diyebilecektik.
Ayet, ana-babaya ve akrabalara vasiyeti emretmektedir. Her şeyden önce akrabaların tamamı mirasçı değildir. O halde mirasçı olmayan akrabaya vasiyet devam etmektedir. Mesela, ana baba farklı bir dine mensup iseler onlara miras düşmemektedir. Bu takdirde onlar hakkında vasiyet devam etmektedir. Nitekim mirasçı olmayan akraba hakkında vasiyetin devam ettiği İbnu Abbas ve tabiînden bir çok âlim tarafından dile getirilmiştir." [610]
Bize göre, mirasta vasiyete izin veren sarih, muhkem bir ayet olmasına rağmen "mirasta vasiyet yoktur" hadisini [611] baz alarak Kur'an'ın o hükmünü neshe konu olacak şekle yorumlayanlar kelimenin tam anlamıyla "rivayetçi" olup Kur'an'ı değil zanni rivayetleri esas kabul etmişlerdir. Öte yandan Peygamberimizin mirasta vasiyete izin veren çok sayıda hadisi de vardır.
"Varise vasiyet olmaz" hadisi ile akrabaya vasiyet hükmünün kaldırıldığı iddia ediliyor. Oysa mirastan pay almayan akrabalar için bu hüküm neden geçerli olmasın? Korunmasını gerekli gördügü kimseler için miras payı neden vasiyet edilemesîn?
Said b. Ebi Vakkas hastalandığı zaman malının tamamı veya yarısını vasiyet etmek istemiştir. Peygamberimiz ise böyle yapmaması gerektiğini, üçte birini vasiyet edebileceğini söyleyerek görüşünü şöyle temellendirmiştir:
"El açan fakir varisler bırakmak yerine, zengin varisler bırakmak daha iyidir." [612]
Hadisin devamında ise, çoluk çocuğa yedirilen nafakanın Allah katında sadaka sevabına nail olmaya yarayacağı belirtilmiştir. [613]
Âmidî ve İbn Hazm zina ile ilgili [614] ayette geçen "yüz celde hükmü"nün, recm tatbikatı ile nesh edildiğini iddia etmişlerdir. [615]
Hadisin Kur'an'ı nesh etmesi meselesinin içinden çıkamayan ehli hadis, recm ile ilgili Peygamberimizin tatbikatının ayete dayandığını ispat etmeye çalışmıştır. Kur'an'da konuyla alakalı bir ayet bulamayınca ahad bir hadise "metni mensuh hükmü baki" ayet muamelesi yapmaya kalkışmışlardır. Ehli hadisten İbn Kuteybe recmle ilgili tatbikatın ayete dayandığını ve bu ayetin keçi tarafından yenildiğini iddia etmiştir. [616]
İmam Şafii "mütevatir sünnetin bile Kur'an'ı nesh edemeyeceğini" belirtmiştir. Çünkü ona göre ikisi arasında bir uyumsuzluk olamaz. [617] İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, Zahirilerden bir cemaat, eş-Şatıbî, ez-Zerkeşî, Mekkî, ez-Zerkânî, Kur'an'ın sünnetle neshinin vaki olmadığını savunmuşlardır. [618]
İsmi geçen alimler Kur'an'ın mucize olduğunu, hadisin olmadığını; Kur'an'ın muhdes olmadığını fakat hadisin muhdes/insan ürünü olarak ortaya çıktığını hatırlatarak muhdesin kadimi neshinin mümkün olamayacağını söylemişlerdir. [619]
"Sünnet'in Kur'an'ı değil, Kur'an'ın sünneti belirlediğini hakikatin öncülü olarak" kabul etmek lazımdır. Çünkü Kitap sünnete değil, sünnet Kitab'a racidir. Rasul oluşunu bile Kur'an ile anlamlandıran Peygamberimizin ilahi ahkam üzerinde tartışılmaz bir otoritesi olduğu düşünülemez. O, Kur'an'ın şahididir; kendisinin değil. Rasulullah Kitab'a tabidir ve onun yetkisi tefsir ve tatbik ve şahitlik konusundadır.
Sünnetin Kur'an'ı nesh edemeyeceğini söyleyen alimlerin ileri sürdükleri Kur'an delilleri şunlardır: [620]
Peygamberimizin beyan sorumluluğunun Kur'an'la ilişkili olduğu, gizli saklı bir takım bilgi kanallarının olamayacağı ve ikinci bir vahiy kaynağının bulunmadığı aşağıdaki ayette yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar nettir:
"... Biz sana da bu uyarıcı Kitab'ı indirdik ki, insanlara başından beri indirilegelen mesajın aslını olanca açıklığı ile onlara ulaştırasın ve onlar da böylece belki düşünürler." [621]
Rasulullah'ın Kur'an'ın hükümlerini değiştirme görevi yoktur, icra etme görevi vardır:
"Biz bir ayetin (şeriatın) yerine başka bir ayeti getirdiğimizde -ki Allah ne indirdiğini bütünüyle bilmektedir- (kafirler:) 'Sen sadece uyduruyorsun' derler. Oysa onların çoğu bilmeyen, anlamayan kimselerdir." [622]
Sünnet Kur'an'a denk de değildir; ondan hayırlı da değildir. Çünkü bir değer olarak varlığını zaten Allah'ın indirdiklerine borçludur; dolayısıyla ona bağımlıdır. Göklerin ve yerin hükümranı olan ve egemenliğinde hiçbir ortağı bulunmayan Allah, önceki kitaplarda yer alan bazı hükümleri Kur'an'daki ayetlerle değiştirirken "daha iyisi veya benzeri" ile değiştirmiştir. [623] Sünnet ise değer bakımından Kur'an benzeri veya daha iyisi değildir. [624]
Rasulullah'ın Kur'an'ın hükümlerini değiştirme yetkisi yoktur ki, hadis ayeti neshedebilsin! Aşağıdaki ayeti okuyalım:
"Ve ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığı ile kendilerine okunup ulaştırılsa, o bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler, 'bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir, ya da bunu değiştir' diyecek olurlar. De ki; onu kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın (bu konuda) Rabbim'e başkaldıracak olursam, dehşet veren O Gün, azabın (beni bulmasından korkarım." [625]
Hulâsa; Kur'an'a aykırı hadis v.b. malumatların ilahi vahyin bir hükmünü nesh edebileceğini savunmak, katı rivayetçiliktir; hadisçilik ideolojisidir. Eğer Kur'an'a aykırı bir rivayet varsa, yapılması gereken onu herşeye rağmen savunmak değil, vurud/söyleniş sebep ve zamanını araştırmaktır.
Böylece belki de Peygamberimize ait olsa bile, bir ayet gelmeden mi söylenmiştir; yoksa meseleye son noktayı koyan ilahi hüküm geldikten sonra mı söylenmiştir? Onu araştırmak gerekir. Ya da muallel/illetli, sorunlu bir hadis olabileceği varsayımı ile hareket ederek, gerekli incelemeyi yaptıktan sonra rivayete sahip çıkıp çıkmamak gerektiğine karar vermek gerekir.
Öte yandan Rasulullah'ın Kur'an'la varolan irtibatını kopararak bütün bir sünneti ve tüm hadisleri değersiz ilan etmek de diğer aşırı uçtur. Bu aşırı ucu daha önceki başlıklarımızda ifade ettiğimiz gibi, benimsememiz mümkün değildir. Peygamberimizin "ilahi kelamın postacısı" durumuna düşürülmesi de; hadisçilik ideolojisi denilen rivayetçilik de bize göre onun Kur'an'la ilişkisini kurmada yaşanan dengesizliklere gösterilebilecek iki kötü örnektir. Biz bu iki uçtan da sakınarak Rasulullah'ın sünnetinin değerini dilimiz döndüğünce ifade etmeye çalıştık. Bu amacımızı gerçekleştirirken kasdımızı aşan ifadeler kullandıysak, sorunun bizim niyetimizden değil, muallel oluşumuzdan kaynaklandığını belirtmek isteriz. [626]
Kur'an'ın kaynaklığı, İslam tarihi içinde tartışılmış bir konudur. Kur'an'ı tek kaynak olarak telakki etme anlayışı aslında yeni bir tasavvur değildir. Rasulullah (s)'ın vefatından bir süre sonra müslümanlar arasında da tartışılmaya başlanan bu konu, İslam ümmetinin en önemli sorunlarından birisi haline gelmiştir. Fakat bizden yüzyıllar önce yapılmış bu tartışmaların boşuna yapıldığını da kimse iddia edemez. Şüphesiz bir ihtiyaca binaen yapılmıştır. Hadislerin tedvin dönemi olan Hicri 2. yüzyıldan bu yana, hatta Raşid Halifeler döneminden bu yana müslümanlar arasında kaynak sorunu tartışılagelmiştir. Hadislerin tedvin edildiği, derlenip toparlanarak büyük külliyatın oluşturulduğu o yıllarda "Kur'an yeterli bir kaynaktır" diyen müslümanların varlığı rivayetlerin içeriğinden anlaşılmaktadır.
Şunu de hemen belirtmeliyiz ki, günümüzde bir ideolojik hareket halinde varlığını sürdüren "mealcilik" ile ilk dönem müslümanlarınca ortaya konulan "hasbüna Kitaballahi/bize Allah'ın kitabı yeter" vurgusu birbirinden son derece farklıdır. Kur'an'ın tek kaynak olduğunu söylemenin zaaflarını somut olarak izah etmeden önce, hadislerin tedvini döneminde yapılan bu tartışmaya kısaca değinmek istiyoruz. [627]
Ahbârî kavramı ile İslam'ın anlaşılmasında Peygamberimizden, sahabeden ve tabiinden gelen haberlerin öncelikli olduğunu söyleyen, sonraki alimlerin bu haberlere rağmen fikir yürütmesini küçümseyen müslümanların oluşturduğu kümeyi kasdediyoruz. Bu ekol Sünnetin ve hadisin önemini vurgulayabilmek için bazı aşırılıklara meyledebilmiştir. Kur'an gibi sözlü bir vahiy kaynağının "hadisler aracılığıyla Rasulullah'tan devralındtğı" iddiası bu damann temsil ettiği ifrat noktasıdır.
Öte yandan usûlî ya da re'y ekolü kavramsallaştırmalarıyla; zayıf rivayetlere ve Kur'an'a aykırı haberlere itibar etmektense meselelerin fikir yürütmelerle çözümlenmesini savunan müslümanların oluşturduğu kümeyi kasdediyoruz. Bu damarın kökleri sahabeden Hz. Âişe, Ömer (r) gibi müslümanlara uzanmaktadır. Tıkandığını hiç kimsenin iddia edemeyeceği bu damarın en önemli temsilcilerinden biri de İmam Ebû Hanîfe'dir. Bu öncü müminlerden rivayet edilen "Hasbüna kitaballah:
Allah'ın kitabı bize yeter" ifadesiyle, günümüzün mealci ideologlarının dillendirdiği "Only Qur'an/yalnız Kur'an' vurgusu arasından hem niyet hem de sonuçları bakımından son derece büyük farklar vardır. Bu farkları ileriki başlıklarda örneklerle izah etmeye çalışacağız. Ancak genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, ilk göze çarpan farklılıkları şöyle ifade edebiliriz. İslam ümmetinden hadis külliyatının oluşum aşamasında "hasbüna kitaballah" diyenler, temel meselelere yaklaşımda Kur'an'ın kaynak olarak yerini tespit ederken hiçbir şekilde Sünnet'i dışlamıyorlardı. Onlar hadis külliyatının Sünnet demek olmadığını, Kur'an'ın hadis ve diğer kaynaklar üzerinde birinci dereceden öneme sahip olduğunu ifade etmek istiyorlardı.
Oysa "mealcilik", "sözde evrenselci tarih üstücülük" ve "tarihselcilik" şeklinde kendisini ifade eden yöntem arayışlarının vardıkları sonuca baktığımızda "hasbüna kitaballah" vurgusundan çok farklı yerlere savrulmuş olduklarını görüyoruz. Bu akımların önde gelenlerinin ortaya koydukları eserlere baktığımızda, modern yorumlama yöntemlerini baz alarak, bazen Sünnet'in bazen ise daha da ileri giderek Kur'an'ın bir ilke ya da uygulamasının ta'til edilmesini açıkça savunduklarını görmekteyiz. Oysa ilk dönem İslam tarihinde "hasbüna kitaballah" diyen re'y ekolünün mensupları, hiçbir şekilde Kur'an'ın ve Sünnet'in muhkem değerlerini ta'til etmeyi savunmamışlardır. [628]
Ehl-i hadis/ahbariler ile ehl-i re'y/usulcüler arasında bir çekişme yaşandığını aşağıdaki hadisin muhtevasından kolayca çıkarmak mümkündür. Ebû Davud, Tirmizi ve İbni Mace'de geçen bu hadisin muhtevası bir bütün olarak Peygamberimizin söylemine uygun olmasa da "sadece Kur'an" diyen ehl-i re'yden bazı uçlara verilmiş bir cevap niteliğinde olduğu kesindir. Bu hadisin metninin tercümesi şöyledir:
"Hz. Peygamber şöyle demiştir:
'Bilin ki, bana Kur'an ile beraber onun bir benzeri de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş bazı kimselerin, bu Kur'an'a sarılın, helal dediğini helal haram dediğini haram kabul edin, diyeceği zamanlar yakındır. Bilin ki, Allah'ın elçisinin haram kıldıkları Allah'ın haram kıldıkları gibidir."[629]
Bu hadise göre, tedvin dönemindeki bazı rivayetçilerin Kur'an'ın haramlarını ve helallerini dikkate almayı öğütleyen kimselerin varlığından rahatsız oldukları anlaşılmaktadır. "Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulma senaryosu" da doğrusu olayı karikatürize eden iyi bir mizansen. Kur'an'a sarılmanın neresi kötüdür? Böyle bir hadis uydurarak Peygamberimizin alet edilmesi, ahbarilerin/rivayetçilerin usûlîlere/ehl-i re'ye karşı bir acziyetinin ürünü değil midir?
Haramlar helaller konusunda Kur'an'ı kaynak kabul etmenin hiçbir tarafı kötü değildir. Ancak bir tatbikçi olarak Rasulullah'ın tavsiye nitelikli de olsa rolünü küçümsemek, aklı başında hiçbir mümine yakışmaz. Kur'an'ın model uygulayıcısı olarak Yüce Allah tarafından örnek gösterilen Rasulullah'ın Sünneti ile ilahi vahiy arasındaki irtibatı koparmak, "sadece Kur'an" diyenler için bile mümkün değildir. Çünkü Sünnet'i ve önceki ümmetlerin bazı sünnetlerini bizzat Rabbimiz bize Kur'an'da yaptığı onaylı göndermelerle önemsetmektedir. Bizim kanaatimize göre, Sünnet'e aşırı vurgu yapılması ve sanki Kur'an'a rakip bir kaynak gibi sunulması erken dönemde değil, hadis tedvininden ve buna eş zamanlı olarak yüzlerce kültür ve ırk mensubunun yeni müslüman olması ile İslam dünyasına giren yabancı kültürlerin etkisine bir tepki olarak doğmuştur.
Ehl-i hadis; bu dönemde "İran'ın ateşperest kültürüne muharref Yahudiliğe-Hristiyanlığa, Doğu-Batı felsefelerine mensup on binlerce insanın İslami anlamlar dünyasına hicret etmesi ile birlikte ortaya çıkan karmaşa ve yer yer rastlanan yozlaşmaya karşı bir güvence olması için hadisleri sabit ve değişmez bir tutamak gibi görenler"dir. [630]
Peygamberimizin sağlığında Kur'an demek, Rasulullah'ın inkarı akıldan dahi geçmeyen sünneti ve onun önceki peygamberlerin bıraktığı sahih gelenekle olan dengeli ilişkisi demekti. Dolayısı ile ne Kur'an Sünnet'in; ne de Sünnet Kur'an'ın alternatifidir. İkisi bir bütündür. Bu nedenle Peygamberimizin şu türden sözleri, sahabenin hafsalasında ehli hadisin alındığı cinsten manalar uyandırmıyordu:
"Kur'an'a sımsıkı sarılın, bunu yaparsanız, asla sapıklığa düşmezsiniz." [631]
Sahabenin önde gelenleri tarafından -özellikle Ömer ve Aişe (r) tarafından dile getirilen ve ihtilaflı konularda öncelikle olarak neyin hakem olacağını gösteren şu sözlerin amacı, asla Peygamberimizin sünnetini küçümsemek değildi:
"Hasbünâ Kitaballahi/bize Allah'ın kitabı yeter." "Hasbükümü'l-Kur'an/size Kur'an yeter." [632] "Bana verilen şey, sadece Allah'ın bana indirdiği vahiydir." [633]
Bu hadislerin iki anlamı vardır:
1. Rasulullah'a Kur'an'ın dışında bağlayıcılık değeri bulunan başkaca bir sözlü vahiy kaynağı verilmemiştir.
2. Kur'an onun temel başvuru kaynağı olarak değer verdiği tek kaynaktır. Kur'an, ona verilen tek aklî mu'cizedir.
Rasulullah (s) ilahi vahyin mesajını tam olarak tebliğ etmiştir. Bu nedenle Kur'an'ın dışında kalan, bağlayıcı, sözlü (kelam, hadis ve kavle tahvil edilebilecek türden) vahiy yoktur. Çünkü Allah'ın elçisi de Kur'an'a bağımlıdır. Aşağıdaki ayet Peygamberimizin Allah karşısında bir etkinliğinin olmadığını, onun da en az tüm mü'minler kadar ona tabi olmak zorunda olduğunu açık bir dille beyan etmektedir:
"De ki: Bakın ben Rabbimden gelen açık bir kanıta dayanmaktayım; ve (bu şekilde) siz onu yalanlamış oluyorsunuz! Bilgisizliğiniz yüzünden bu kadar şiddetli arzuladığınız (başınıza büyük felaketler gelmesi için meydan okumanız) şey benim elimde değil. Hüküm ancak Allah'a aittir. O hakikati ilan edecektir; çünkü hak ile batıl arasında en iyi hüküm veren O'dur." [634]
Aslında "sadece Kur'an" vurgusu, geçmişte de günümüzde de rivayet kültürünün yaygınlaşması ile başlayan kaynak bulanıklığına karşı bir tepki olarak doğmuştur. Çünkü ehli hadis' içerisinden Kur'an'ı gölgede bırakacak derecede, hiçbir seçme hiçbir ayırım gözetmeden rivayetlere değer verenler çıkabilmiştir. Hatta zamanla Allah'ın ayetlerinin hadislerle nesh edüebileceği/hükmünün ortadan kaldırabileceği gibi aşırılıklara dahi rastlanabilmiştir; o geleneği sorgusuz sualsiz, hiçbir seçime tabi tutmadan kabul eden taklitçi kesimler aynı yanlışı günümüzde de sürdürmektedirler. [635]
Mealcilik; mananın metnin içinde olduğunu ve vahyin şu arıda inerek meal okuyucunun kalbine aktığını iddia eden ve Kur'an'a değer bakımından zan taşıyan sözlüklerden seçme anlamlar bularak, Rasulullah'ın Sünneti'ni ve ilk muhatapların tabii arka planını göz ardı eden bir yorumlama yöntemidir.
Mealcilik ideolojisinin, İslam dünyasındaki laik yönetimler için Kur'an'daki manaların saptırılmasına imkan sağlayan araç olarak da değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Yaşadığımız coğrafyada sözde evrenselci, yine sözde Kur'an merkezli İslam projesi, ulusal tezlerini bu yöntemin imkanlarından yararlanarak dile getirmektedir. Mesela, Türkçe ibadet projesi siyasete ve hayata militarizmin hakim olduğu anormal dönemlerde, temcid pilavı gibi ısıtılarak yeniden gündeme sokulmuştur. Bu amaçla mealcilik ideolojisinin yorumlama biçimi taklit edilerek Kur'an, ulusçu bir din anlayışının üretilmesine alet edilmek istenmiştir.
"Yalnız Kur'an" sloganı ile hareket edenler, geleneksel kültürün taşıdığı zaafların farkına varan önemli bir kitlenin itibar ettiği modern bir yorumlama akımının taşıyıcılarıdır. En bariz özellikleri, anlamı Kur'an metninin mealinde aramak ve Kur'an'ın ilk muhataplarla özellikle Rasulullah'la ilgisini göz ardı etmektir. Rabbimizin gözetimi altında oluşmuş bulunan Kur'an'ın şahitliğini oluşturan Rasulullah'ın konumunu hiçe sayan "mealciler", kendi beşeri zaaflarını fazlasıyla besleyen modern kültürü, Kitab'ın arkaplanı olarak kullanmaya kalktıklarında ortaya bütün dengelerin sarsılmasıyla sonuçlanan meseleler çıkmaktadır.
Sürekli Kur'an'ın yeterli, eksiksiz bir kaynak olduğunu söyleyerek, görünüşte masum bir gerekçenin arkasına sığman Mealcilik ile "hasbüna Kitaballah" diyen sahabenin ve daha sonraki Kur'an nesillerinin savundukları arasında tenakuz derecesinde farklılıklar vardır. "Kur'an yeterlidir" dedikleri halde, Kur'an'a değil çeşitli dillerde yapılmış meallerden hareket eden, yahutta kendi inisiyatiflerini kullanarak ayetleri meallendiren "yalnız Kur'an" akımının önde gelenleri son derece zanni kaynaklar olan sözlüklere başvurabilmektedirler. Üstelik sözlüklerden seçip beğendikleri anlamları edilgen bir vaziyette önlerinde duran sayfalarına giydirmekte de mahir gözükmektedirler. Çünkü önlerinde kendilerine "bunu niçin yapıyorsun?" diye soramayacak cansız sayfalar durmaktadır. Fakat tabii ki Kur'an'ın bağlamı ve Rasulullah'ın ilahi denetim altında oluşmuş bulunan şahitliği, isteyenin istediği anlamı ilahi kelama takdir etme serbestliğinde hareket etmesine engel olabilecek muhkemliktedir.
"Only Qur'an/sadece Kur'an" sloganıyla hareket eden bu akımın önde gelenleri üzerinde yapacağımız kısa bir inceleme, uyguladıktan yöntemlerden devşirdikleri ham meyvalara bizi ulaştıracaktır. Mealcilik yapmayı ideoloji edinerek Kur'an'a yaklaşmanın ne gibi vahim neticelerinin olduğunu, en bariz bir şekilde bu akımın önde gelenlerinin eteklerinden döktüklerine bakarak anlayabiliriz. İşte birkaç örnek. [636]
Kur'an'da "humr" terimi ile geçen, ilk olarak Rasulullah'ın ve sahabenin eşleri tarafından uygulanan, bize de mütevatir olarak gelen Sünnet'in yorumu kesintisiz olarak nesilden nesile sürdürülegelmiştir. Ta ki, modernizmin, kapitalizmin eşliğinde kadını bir pazar metaı haline dönüştürmek için vargücüyle çalışmaya başlamasına dek, Modernizmin etkilenimi sonucu ortaya çıkan mealcilik, yaşadığımız coğrafyada ve tüm dünyada başörtüsünü önce fulara, sonra göğüs örtüsüne -omuz atkısına- sonra da düğmeleri kapalı bir gömleğe indirgedikten sonra geriye kalan sürecin pazara çıkmak isteyen kadınlar tarafından tamamlanması için kenara çekilmektedir.
Mealcilerin yaşadığımız coğrafyadaki en meşhur ismi E. Yüksel bu konuda şöyle demektedir:
"Profesyonel din adamları hadis ve sünnet diye adlandırdıkları şeytani öğretileri Kur'an'la desteklemek için kelimelerin anlamını kaydırmaya çalıştılar. Nur Suresi, 31. ayette geçen "humr" kelimesine başörtüleri anlamını verdiler." [637]
Başörtüsü ayetinde göğüs geçmediği halde, başörtüsünü "göğüs örtüsü"ne indirgeyen Yüksel, geleneksel din adamlarını suçladığı "kelimeleri yerlerinden kaydırmak" hatasını en başta kendisi işlemektedir. Başla ilgili bir konuda "baş" kelimesinin geçmemesinden hareket eden Yüksel, Rasulullah'tan beri yüzyıllardır kesintisiz bir şekilde uygulanarak ümmetin vicdanında ve davranışlarında hüsnü kabul görmüş tevatürü, "profesyonel din adamlarının içtihadı" diye nitelendirerek aşağılamaktadır.
İşte bu örnekte gördüğümüz sorun, bir anlama ve yorumlama yöntemi olarak "meacilik ideolojisinden kaynaklanmaktadır. Bu ideolojik yorumlama tarzı, Kur'an'ın ilk muhataplarıyla ve Rasulullah'la ilgisini kopararak, anlamın bütününü metnin içinde aramaktadır. Oysa Kur'an'ın yeninden ruh verdiği ilk vahiy nesli ile bir irtibatı vardır; onların kültürel arka planına hitabeden Rabbimiz, kadınların başında iğreti duran örtüye çekidüzen vermiştir; dolayısıyla ma'lum ilam edilmemiştir. Halbuki mealcilik bir yorumlama yöntemi olarak anlamı, önünde istediği takdir ve tayin etmeye açık, edilgen bir meta olarak duran sayfalarda aramakla en büyük yanlışını yapmaktadır. Bu yüzden de Kur'an'ın ilk vahiy neslinin arka planına hitap edişini göz ardı etmekte, onun Rasulullah ile alakasını hiçe saymaktadır. Sonuçta "Kur'an merkezli İslam" adına Kur'an'a en büyük haksızlık yapılmış olmaktadır. [638]
Abdest'in temel rükunları ve bozulma biçimlerinin açıkça beyan edildiği ayet Maide Suresi, 6. ayettir. [639] Bu ayete göre "tabii bir ihtiyacı gidermek ve cinsel münasebet" abdesti bozan unsurlardır. Bu genel ifadelere yapılan kıyaslarla konu Sünnet'te geliştirilmiştir. Mesela, uyumanın abdesti bozduğuna ilişkin hiçbir Kur'ânî karîne yoktur. Fakat bu bilinçsizlik halinde, ayette geçen iki unsurla benzerlik teşkil edecek tarzda kimi sorunlarla karşılaşma ihtimali çok yüksektir. Bu durumda Kur'an'da "uyku abdesti bozar" diye bir hüküm geçmiyor diye, saatlerce uyuyan birini abdestli mî ilan edeceğiz?
İslam Fıkıh ekollerinin "hades" [640] olarak isimlendirdiği ön ve arka boşaltım yerlerinden çıkan maddeler abdesti bozar; yine bir atık türü olan yellenme de abdesti bozar. Abdest almayı gerektiren diğer hususları da Fıkıh'ta atmık, lohusa kanı olarak özetlemek mümkündür. Şüphesiz bu ayrıntıları yukarıdaki ayette bulmak mümkün değildir. Ancak bu ayrıntıların kaynağı, Kur'an'ın teşhid alanı olan Sünnet'e dayanmaktadır.
Abdest'in teferruatına ilişkin Sünnet'te dayanan Fıkhî hükümlerden yukarıda andıklarımızın ayette geçen "tabii ihtiyaç" şeklindeki genel hükme kıyasla çıkarıldığı apaçık bir hakikattir. Fakat anlamın metnin lafzî yapısına kendi bulunduğu cepheden bakarak çıkarılabileceğini savunan "Only Qur'an"cı mealcilik, bu yöntemin doğal bir sonucu olarak "yellenmenin, gaz kaçırmanın, âdet ve lohusa kanının abdesti bozmadığını" [641] iddia etmektedir.
Yalnız Kur'ancı mealcilik E. Yüksel'in varsayımlarında en ilginç ifadelerle uç vermiştir. Hayız kanının abdeste hiç zarar vermediğini iddia eden Yüksel, bu şekilde namaz kılınabileceğini iddia etmektedir. [642] Temel bir kaynak olan Kur'an'da hayızlı namaz kılınamayacağına ilişkin teferruatlı bir hüküm yoktur. Fakat kıyas yaparken dayanak teşkil edebilecek, konuya işaret eden ayetler vardır. Zaten Sünnet'ten bize kadar gelen ve hiçbir İslam fıkıh ekolünün üzerinde ihtilaf etmediği "hayız ve nifas kanının abdesti bozduğu" hükmü de bu ayetlere dayanmıştır.
Bakara Sûresi, 184. ayete göre hastalık halinde oruç ertelenebilir. Kur'an'da "eza/rahatsızlık ve sıkıntı" [643] olarak nitelendirilen aybaşı hali, bir hastalık türü olarak yorumlandığı için, yukarıdaki ayette geçen orucun kazaya bırakılabileceği hükmüne kıyas yapılmıştır. Oysa ayette sadece merîd/hasta olma durumundan söz edilerek genel hükümden bahsedilmiştir. Konunun ayrıntıları tebyin ve teşhid yetkisi verilen Rasulullah'ın sünnetine bırakılmıştır. Rasulullah'tan bize kadar gelen mütevatir ameli Sünnet'e göre mümin kadınlar hayızlı iken namaz kılmazlar. Çünkü abdest almaya engel olan bu durum, Bakara Suresi, 222. ayete göre "tahareti/temizlenmeyi" gerektiren bir muhteva taşımaktadır. Zaten ümmetin mütevatir ameli uygulaması da yeryüzünün her yerinde bu yöndedir.
Görüldüğü gibi Sünnet ile -dolayısıyla Rasulullah ile- Kur'an arasında ihtilaf ve çelişkiler arayan "yalnız Kur'an"cılık akımı, ayetleri yorumlarken, sırf muhalefet çıkarabilmek için küçük bir ilmî çaba ile giderilebilecek kapalılıklardan fitne çıkarmayı adet haline getirmiştir. Sözün maksadını ve yönünü teşhid ederek genel ifadeleri tayin eden Sünnet'in imkanlarından yararlanmayı reddeden 'mealciler'e hevasına göre konuşmaktan başka çare kalmamaktadır. [644]
Mealcilik ideolojisi, Rasulullah'ın Kur'an'la irtibatını göz ardı ettiği, ilahi onaydan geçen Peygamberimizin örnek şahitliğini reddettiği için yorumlama yöntemine aykırı anlayış ve uygulamaları gündeme getirme ihtiyacı hissetmiştir. Bu amaçla, namazın önemli ayrıntılarıyla ilgili gündeme getirilen konulardan bazıları şunlardır.
Namazın vakitlerini tayinde Sünnet'e -hatta Kur'an'ın beyanlarına- itibar etmeyen "yalnız Kur'an"cılık akımından Yüksel ne hikmetse, namaz vakitlerinin üçe indirgenmesinde muharref Tevrat'a güvenmekte bir beis görmemektedir. [645] Onun tahrif olmuş bir kaynaktan medet umduğu bir konu da 19 ebcedciliğidir; Kur'an'da cehennemin bir bölümü olarak geçen "sekar"ı bilgisayar olarak yorumlamakta zorlanınca çareyi zanni bir alana müracaat etmekte bulmaktadır. [646]
Sünnet'e itibar etmeden bir namaz kılma şekli tasavvur eden "yalnız Kur'an"cılık akımı, kıyamda Fâtihâ Suresi'ni okumanın caiz olduğunu; başka bir ayet okumanın bidat olduğunu, oturuşta tahiyyat okumanın bidat olduğunu, "Cenaze namazının şekilsiz dua olduğunu" mütevatir Sünnet'ten gelen uygulamayı reddetmek için ileri sürmektedir, (s. 114)
Oysa Tevbe Sûresi, 84. ayette mümin olarak ölenlere bir dua şekli olan cenaze namazı vardır. Rasulullah'ın teşhid yetkisi ve göreviyle Kur'an'da geçen bu buyruk ideal bir biçime kavuşmuştur. Peygamberimizin bu şahitliğinde bir sorun olsaydı ilahi ikazla mutlaka düzeltilirdi.
Fatiha Suresi'ni okumanın bidat olmadığını lütfen itiraf etmek zorunda kalan Yüksel, zammı sure okumanın bidat olduğunu iddia etmektedir. Kur'an'ın hiçbir yerinde Fatiha okumak gerektiğine ilişkin bir beyan olmadığı halde bunu kabul eden Yüksel, aynı mütevatir kanaldan bize kadar gelen güvenilir bilgiyi kabule yanaşmamaktadır. Oysa kıyamda Fatiha okumak "yalnız Kur'analık" yöntemine uygun değildir; hiçbir ayette böyle bir ilahi buyruk yoktur; bu bilgi sadece Rasulullah'ın Sünneti ile sabittir. Sünnet'i reddeden bir kimseden, iç tutarlılığı açısından, Peygamberimizin örnek şahitliği sonucu ortaya çıkan ritüelin (Fatiha okumak, bir rüku iki secde yapmak vd.) tümünü de reddetmesi beklenirdi. [647]
'Tarih üstücü"lerin Kur'an'a yaklaşım şekli, Peygamberimizi atlayarak ilk muhatabın kendileri olduğunu zannetmelerine yol açmıştır. Bu yöntemi kullanarak "sekar"ın bilgisayar olduğuna hükmeden ölçüsüzlük örneği Edip Yüksel'de "Dâbbetü'1-Arz"a evrilmiştir. Ona göre ilkel Arap örfüyle kafaları allak bullak olan kimseler yüzyıllardır, matematik bilmedikleri için Kur'an'daki 19 şifresini keşfedememiştir. Yüksel Dabbetü'l-Arz'ın kutsal görevini şöyle tanımlamaktadır:
"Sudan değil, topraktaki elementlerden mamul olan bilgisayar, Kur'an'da gizli bırakılmış matematiksel gizemi ortaya çıkarmak için kendi dili ile Allah'ın mesajını dünya halkına duyurmak." [648]
Yüksel kelime oyunlarıyla ne yapıp etmiş, Dâbbe'nin "bilgisayar" olduğunu ispatlamıştır. Dâbbetü'1-Arz terkibinin bir Kur'an terimi olarak Kıyamet sahneleriyle alakalı bağlamını [649] göz ardı eden tarih üstücü yorumsamacılık, kelimenin sözlük anlamlarına konuyu boğarak istediği sonucu "yorum sağmak suretiyle" Kur'an'dan çıkarmıştır! Artık Dâbbetü'1-Arz'ın bilgisayar olduğuna inanmayanlar, hesap-kitap bilmeyen, cahil Araplar gibi olmakla suçlanmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır!
Ahzab Suresi, 40. ayette Rabbimiz nübüvvetin-risaletin sona erdiğini açıkça beyan ettiği halde Yüksel, aynı kelime oyunlarıyla nebi-rasul arasında ayırım gözeterek, rasullük ilan etmektedir; güya bu peygamberin görevi Kur'an'ı tasdik etmekmiş; 19 rakam şifresinin, "bilgisayarın sağlayacağı lütufladan yararlanarak risaletini sürdürecekmiş. [650]
Tarih üstücülüğü bir yorumlama yöntemi olarak kullanan Yüksel'in bir başka kelime oyunlarına ve ayırımcılığına rastladığımız konu da, Kur'an'da geçen "domuz"un yenilmesine ilişkin haramlıktır;
o nasıl ayırabiliyorsa etiyle yağını biririnden ayırmakta ve "etini haram, yağını helal" ilan etmektedir. [651]
Harfleri 191a bazen bölen, bazen çıkaran, bazense toplayan Yüksel aynı sistemle Kıyamet'in saatini tespit etmiştir(L): 2280 Milâdî... [652] 4444 defa salat-ı tefriciye okumayı her türlü derdin şifası için yeterli gören geleneksel hurûfîlikle 19'cu hurûfîlik arasında temelde bir fark yoktur; her ikisi de insanları sanal bir alemde uyumaya çağırmaktadırlar. Besmelenin ebced değerini 786 tespit eden 19'cu hurûfîlik aslında verilerini geleneksel ebcedçilikten elde etmektedir. [653]
Bakara Suresi 185. ayette 'kim bu aya erişirse oruç tutsun' denilmektedir. Bu aydan ne kadarını oruçlu geçireceğimizden söz edilmeyen -aslında mücmel olarak bahsedilmiştir- ayette bir tahsis/sınırlama olmamasından hareketle Ramazan'dan indirim yapmanın yolları aranmıştır.
Kur'an'ın temel kaynak olduğu, tek kaynak olmadığı gerçeğini yeterince anlayamamış, aynı zamanda da Rasulullah'a "postacı" muamelesini reva gören bir kısım mealcinin ortaklaşa yayınladığı "İslam Dini'nde Niçin Yalnız Kur'an" adlı kitapta şöyle demektedirler:
"Oruç ibadeti bütün ay boyunca değildir; sayılmış belirlenmiş günlerdedir. " [654]
"Tek kaynak Kur'an" diyen bu kitap, Peygamberimizin ilahi onaydan geçen ve bize de yaşayan mütevatir sünnet ile gelen uygulamasını hiçe sayan kimseler tarafından kaleme alındığı için, Ramazan orucu üzerinde spekülasyonlar üretmekte, hem de bu spekülasyonlarına Kur'an'ın dışında bir kaynaktan, Kitab-ı Mukaddes'ten "deliller" getirmektedir. Hani Yalnız Kur'an idi?
Bu iddia sahiplerine göre, Bakara suresi, 184. ayette geçen "eyyamen ma'dûdât/sayıh günler'' ifadesi, yedi güne şamilmiş; tüm Ramazan ayı içindeki günleri kapsamazmış. Oysa ayette tahdidin olmaması, tüm ayın oruçlu geçirilmesi gerektiği manasında da alınabilirdi. "Yalnız Kur'an” önyargısı ile yola çıkan bu görüş sahiplerinin delillerini yine Kur'an'dan getirmeleri gerekirdi. Oysa "Ramazan" ve "ay" vurgusu yapan Kur'an ifadeleri ile yetinmeyip, günlere dair açıklama beklentisi içinde, sözde kapalılığı muharref Tevrat ile gidermeye kalkmışlardır. Bu da onların iç çelişkileri olarak anılabilir.
Gel gelelim bizim konuya yaklaşımımıza; konu ile ilgili ayetlerde serâhat vardır. Çünkü "eyyâmen ma'dûdât" ve Ramazan ayı vurguları birlikte tüm ayın oruçlu geçirilmesi gerektiğine delalet eder. Kaldı ki, böyle bir sonuç çıkarılsa bile, Rasullah'ın yaşanarak bize kadar gelen uygulaması, bu ayın tüm ümmet tarafından ilk nesilden bu yana tümü ile oruçlu geçirildiğini göstermektedir. Fakat Sünnet'i hiçe sayan bu tür "mealci" yaklaşım sahiplerinin handikapı, Rasulullah'ın yorumundan kaçayım derken muharref Tevratın dolusuna tutulmakla sonuçlanmıştır.
Konuya Tevrat'tan delil gösterilen ilgili bölümün alıntısı ile devam edelim:
"Ve siz mayasız ekmek bayramını tutacaksınız. Çünkü ordularınızı aynı o günde Mısır diyarından çıkardım; ve bu günü nesillerinizce ebedi kanun olarak tutacaksınız. Birinci ayda, ayın on dördüncü günü akşamından, ayın yirmi birinci günü akşamına kadar mayasız ekmek yiyeceksiniz." [655]
Tevrat'tan gösterilen delil de "birinci ay" denilmektedir. Peki buradaki kapalılık sorunu nasıl çözülecektir? Eğer nüzul ortamının örfüne veya Sünnet'e sorulmayacaksa, birinci ay neden "Ocak" olmasın ki? Ya da hilal esasına göre düzenlenen bir takvimde birinci ay Muharrem olduğuna göre, oruç Ramazan'da değil de bu ayda mı tutulacak? Kısacası Ramazan, mîlad takviminde de hicret takviminde de birinci ay değildir. Öyleyse birinci ayın hangi ay olduğunu öğrenmek için, geriye bir tek bilgi kaynağı kalmaktadır:
En yakın İsrail konsolosluğu...
Bu örnek tahlilimiz de göstermektedir ki, "yalnız Kur'an" demekle sorun çözülmüyor. Kur'an'ın onaylı gönderme yaptığı oranda nüzul ortamı, zikir ehli ve Rasulullah'ın Sünneti de Kur'an'ı anlamada, dini yaşamada birer kaynaktır. Fakat her zaman için Kur'an'ın dışındaki her malumat tali derecede bir öneme haizdir. Asl temel Kur'an'dır; diğerleri fer'/ayrıntıdır.
Özcesi; Yüce Allah'ın hayatımıza rehber olarak indirdiği Kur'an'da her konunun yer alması imkansızdır. Ancak temel konularda perspektif verecek şekilde aklımıza yol gösteren ilahi vahyin belli konularda başka kaynaklara atıf yapması kaçınılmazdır. Yukarıdaki tahlilde de görüldüğü gibi Kur'an'da onaylanan kaynaklar arasında yer alan Rasulullah'ın Sünneti kale alınmazsa, İsrailoğulları'nın başına gelen tahrifle neticelenen yanlışlar yapılabilir. Vasat ümmete yakışan itidali, dengeyi gözden kaçırmadan, Allah'a karşı sorumluluk duygusu ile hareket ederek, kalplerimizi arınmaya daima açık tutarak kaynak sorunu dahil bir çok mesele çözülebilir. [656]
Tarih üstücülük yönteminden yararlanarak anlamı metnin içinde arayan ve İlahi mesaj sanki kendilerine iniyormuş gibi davranan Yalnız Kur'an'cılar aslında bu iddialarında samimi değildirler. Yukarıda analiz ettiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi onlar Kur'an'ın iç bütünlüğünü ve bağlamını göz ardı ederek lügat kitaplarında yer alan anlamlan Kur'an'ın genel mesajının önüne geçirmektedirler. Bu durumda sözlüklerin zanni anlamları Kur'an'ın önüne geçirildiği için ve bir kaynak olarak tepe tepe kullanıldıkları için, Mealcilik ideolojisinin "only Qur'ancılık" sloganı içi kof bir iddia olarak kalmaktadır.
Kur'an merkezli olma iddiasının kof olduğunu ispat eden bir başka somut gerçeklik de, Rasulullah'ın mütevatir uygulamalarla bize ulaşan Sünnet'ine vermedikleri değeri, muharref Tevrat'a takdir etmiş olmalarıdır. Bu durumda, Sünnet'in teşhid yetkisini inkar etmek için ortaya konulan, "Kur'an'dan başka kaynağa başvurmama" iddiaları, hem de zannî kaynaklara itibar edilmesi nedeniyle” çiğnenmiş olmaktadır. [657]
"Ve böylece sizin vasat ümmel/dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik. Ki hayatınızla tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın..." [658]
İnsanlara örnek olması gereken orta yolda vasat bir ümmet olarak sorunlara doğru teşhisler ve doğru çözümler üretmenin tek yolu, Kur'an'ı temel dayanak yapmaktan geçer. Çünkü sağlam kulp, güçlü zemin, tutanı selamet sahiline ulaştıracak olan Allah'ın ipi; Kur'an'dır. İnsanlara İslam'ın nasıl yaşamlaşacağının şahitliklerini göstermekle görevli ümmet, temel konulara ortak bir anlayışa ulaşmak zorundadır. Çünkü temel kaynaklarda bile anlaşamayanlar, hiçbir tutarlı şahitlik, örnek tanıklık ortaya koyamazlar.
İfrata veya tefrite meyletmesi, insanın üstesinden gelmekte hayli zorlandığı bir zaafdır. Bir dönem insanlık fertlerin haklarını abartıp vurgulayan sistemlere meylederken, diğer bir dönem de toplumculuğa kendini kaptırabilmektedir. Kur'an fert ile toplum; sınırsız müikiyetçilik ile mülkiyeti inkar arasında gidip gelen beşeri sistemlere dengenin ölçülerini muhkem bir şekilde beyan eden bir kitaptır. Yani Kur'an'da faiz, hırsızlık, rüşvet gibi haksız kazançlar yasaklanıp, meşru yollardan ticaret yapmak serbest bırakılmaktadır; bu da kapitalizm ile sosyalizm arasında kurulması gereken itidalin bir göstergesidir.
Kur'an'ın dışında yer alan ve ona rakip olarak çıkarılabilecek hiç bir kaynak yoktur. Kur'an'ın önüne geçen ya da rakipmiş gibi lanse edilen kaynaklar olabileceği bir ifrat tavrını ifade etmektedir. Öte yandan Kur'an'ın tek başvuru kaynağı olduğunu iddia etmek de tefriti oluşturmaktadır.
Kur'an'ı gayba iman boyutundan koparıp rasyonel bilgi deposu gibi algılamak, ifrattır {Bilgi bankası, malumat deposu, bir yük). Öte yandan gayba iman boyutunu bâtınlüğın handikaplarına düşerek kendisine dilenen anlamın yüklenebildiği sıradan bir araç durumuna düşürmek de tefrittir. İki uç arasında i'tidal şöyle sağlanmalıdır.
O, hidayet için Allah katından, maddi-manevi tüm sorunlarımızın çözümünde rehberlik yapsın diye indirilmiş bir kitaptır:
Ne maddeci öykünmeciliğin katı mantıkçı eğilimlerinin malzemesidir, ne de ruhçu ideolojilerin hiçbir mantıki tutarlılığı olmayan mistik ideolojilerine araçlık vazifesi ile maluldür.
Kur'an ne mantık oyunlarında malumatfuruşçuluğun malzemesi olarak kullanılabilecek salt rasyonel bilgidir. Nede mistik maceraların dehlizlerinde, aklı heba etmeye yarayan bir araçtır. O, yaşanan insan hayatını anlamlandıran, gayba ve şuhuda ilişkin kılavuzluk yapan, karanlıklardan aydınlığa çıkaran "Bilgi, inanç, eylem rehberi"dir.
Kısaca Kur'an; madde ile mana, dünyevilik ile uhrevilik, materyalizm ile mistisizm arasında kurulan dengeli ilişkinin eşsiz örnekleri ile doludur. [659]
Kuran'a salt bilgi olarak yaklaşanlar, ister tarihselcilerden olsun isterse Evrenselciler'den olsun ulaştıkları sonuç aynıdır:
"Çağdaş dünyanın verileri ile Kur'an nesh edilebilir". Her iki yorumlama yöntemi de Kur'an'ın ilahi kaynaklı oluşunu unutarak, inanç ve gayb boyutunu göz ardı etmektedirler. Kur'an'ın tüm bilgi kaynakları içinde birinci sıraya yerleşmesi her iki yorumlama yöntemince de reddedilmektedir. Bu konuda "saf tarihselcilik" ifratı temsil ederken; "sözde evrenselcilik" de tefriti temsil etmektedir. Biri Kur'an'ı iniş ortamına kilitlerken; diğeri Kur'an'ı tarih üstü bir kitapmış gibi okuyarak ilahi vahyin risaletle bağını koparmaktadır.
Müslüman tarihselcilerden İlhami Güler, açıkça bir toplumsal sorunu çözmede Kur'an'ı 'bilgisel bir katkı'ya indirgemektedir. İlâh vahyin hükümlerini birinci sıraya yerleştiren fıkıh usulünün tersine içtihadı [660] ve insanın akletme yeteneklerini ilk kaynak derecesine çıkarmayı teklif eden Güler, "tarihsel koşullar bahanesi"ni ileri sürerek muallel bir kabiliyet olan akla Kur'an'ın hükümlerini nesh etme hakkını tanımaktadır. Tarihselcilik yönteminin bir sonucu olan bu yorumlama tarzı, Kur'an'ı temel kaynak olmaktan çıkararak sıradanlaştırmış, alt derecelere indirgemiştir.
Her ne kadar tarihselcilik modern bir yorumlama yöntemi olsa da, aslında nass-ictihad, nass-maslahat tartışmalarında ikincisini lehine tercihte bulunmak yeni ortaya atılmış bir iddia değildir. Bütün sultanlar sözde içtihatlarıyla kurdukları zalim düzenlerini, her zaman Kur'an nasslarına yeğlemişlerdir. Yine bu siyasete uygun olarak "maslahatın nassa tercih edilmesi gerektiği"ne ilişkin bilimsel (!) çalışmalar sekizinci yüzyıldan beri yapılagelmektedir.
Bize göre içtihat Kur'an'ın hayata hakim kılınması çabaları esnasında tabii ki başvurulması gereken yollardan biridir. Fakat içtihat "nassın olmadığı yerde, nasslara aykırı hüküm üretmemesi şartıyla" başvurulabilecek bir imkandır. Sınırlı idrak seviyesine sahip olduğu halde, tarihi koşullar tarafında kuşatılan bir insanın "süper egemen bir özne" olarak, içtihadı ilahi vahye dayanan nassın üzerine çıkarması ahlaki bakımdan bir istiğna davranışıdır. Çünkü içtihat, değişen şartların baskılarına boyun eğerek Kur'an nassları üzerinde cirit atmanın bahanesi olmamalıdır; nassları dinamik bir şekilde yorumlayarak değişen şartlara İslam'ın değerlerini ihya ederek hayata hakim kılmanın bir yolu olmalıdır.
"Mushafın dışında da -onu belirleyecek, hatta nesh edebilecek-kaynaklar vardır" demek bir ifrat ise; "Kur'an tek kaynaktır" demek de tefrit'tir. Vasatı şöylece yakalamak mümkündür:
Kur'an temel kaynaktır ve onun nüzul ortamı, Sünnet gibi onayladığı, bağımlı, ikinci dereceden kaynakları vardır.
"Kur'an'ın ilk muhatapları olan ilgisi, Rasyonel Akî'ın lehine Onun fiili yasamalarını nesh etmeyi gerektirir" diyen Tarihselciler ne kadar i'tidalden yoksunsalar; "Kur'an bütün zamanlara indirilmiştir, indiği ilk muhataplarlada hiçbir ilgisi yoktur, hatta biz onlardan kitabı daha iyi anlayabiliriz" diyen Evrenselciler o kadar dengeden yoksundurlar,
Fazlur Rahman'ın tarihselcilik yönteminde de Yaşar Nuri'nin Evrenselcilik usulünde de anlamanın merkezine mutlak olarak çağdaş insan yerleştirilmektedir. İçinde yaşanılan "modern zaman" küll/esas kabul edilmekte, Kur'an ise fer' muamelesine tâbi tutulmaktadır. İnsanın Kur'an'ı anlamada üstlenmesi gereken önemli bir rolü vardır, şüphesiz. Fakat haddini bilmesi gereken bu rol de fazla abartılmamalıdır; belirleyici değil "ilahi vahye bağımlı bir rol" olarak kalmalıdır. Aksi takdirde "Kur'an'ın rehberliği ve temel kaynak oluşu" bir değer ifade etmez hale gelebilir.
Tarihselcilik yöntemine göre Kur'an'ı yorumlayanlar, Hz Ömer gibi onun fiili yasama ilgili hükümlerinin yürütmesini zorunlu nedenlerle geçici bir süre durdurmakla kalmamakta, aynı zamanda illetli-illetsiz tüm şeriat ahkamını belirsiz bir zaman dilimine kadar nesh etmeye çalışmaktadırlar. Saf tarihselciler gibi sözde evrenselciler de, insan aklına ilahi vahiy karşısında son derece serbest bir alan tahsis etmektedirler. Hem de modern paradigmaya göre oluşmuş insan aklına; ilahi vahyin yol göstericiliğinde oluşmuş selim akla değil.
Modern zihniyet karşısnda Kur'an'ın ikincil bir kaynak durumuna düşmesine yol açan bu ifrat ve tefrit akımlarını ilahi kaynaklı olan bir kitabın hükümlerini nesh etmekle, ya da "te'vilin metni iptal etmesi ile sonuçlanan" yepyeni yorumlar eklemekle suçlamak zorundayız. Rabbimizin buyruklarına yeterince değer verdiğimizi, Kur'an'ı anlama ve yaşama yöntemini belirlerken ikinci dereceden kaynaklara gereğinden fazla İtibar etmeyerek gösterebiliriz. Ali Şeriati'nin ifadesiyle "Kur'an'ı öğrenci gibi okumalıyız." [661]
Değil mi ki Kur'an Rabbimize teslimiyetimizin elçiliğini yapan mesajlar taşıyor? Öyleyse onun ilahi karakterini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız. Bu nedenle ilahi vahye beşeri bir eser muamelesi yapan hermönetik, linguistik, semantik, saf tarihselcilik, sözde evrenseldi ik-tarih üstücülük gibi yöntemlerin kapanına kısılmış bir
zihinle yaklaşmamalıyız. Bütün kalbimizi ve gönlümüzü Rabbimizin mesajına vererek Kur'an'ı dünyada tâbi tutulduğumuz büyük sınavın vesilelerini taşıyan ilahi elçilikler olarak görmeliyiz.
Modernizmin sözde "Kur'an merkezli İslam projesi" ile tarihselciliğin "tarihsel bağlam projesi" arasında, Kur'an'ın bazı hükümlerini çeşitli bahaneler ileri sürerek nesh etmek/hükmünü geçersiz îlan etmek bakımından, bir fark yoktur. Saf tarihselcilik yöntemi de, sözde evrenselcilik yöntemi de, içinde yaşanılan hayatın hakim moda paradigmalarını bahane ederek ilahi mesajın bir takım hükümlerinin altını oymanın yollarını aramaktadır.
Şüphesiz her iki usulün de doğruları vardır. Fakat hangi usulden yararlanılırsa yararlanılsın, Rabbimizin bereket ve diriliş kaynağı kitabı Kur'an, takva idealini kuşanmadan, Allah'a tam teslim olmadan gereği gibi anlaşılamaz. İlâhî kelam "asıl" kabul edilmediğinde ulaşılabilecek yorumlar, "Rabbani olanın beşeri olan tarafından nesh edilmesi/hükmünün ortadan kaldırılması, reformize edilmesi" sonucunu doğuracaktır. Ki bu durumda asıl, fer; fer de asıl yerine geçecek; etkin olması gereken ise, beşeri belirlenimlere açık edilgen bir kaynak durumuna düşürülmüş olacaktır.
Modernizmden etkilenen evrenselci fehm etme usulü, içinde yaşanılan dünyanın bağlamını bahane ederek, reel politiğe aykırı düşen nassları iptal etmeye kalkmakta, ya da en azından icâbâh vakti hâle göre yorumlama cihetine gitmektedir. Tarihselciliği esas kabul eden fehm etme çabaları ise, tarihsel bağlama kilitlediği bazı ilahi hükümleri buharlaştırmanın yollarını aramaktadır. Aslında iki projenin de ortak paydası; modern paradigmayı Kur'an'a öncelemeleri ve Rabbani mesajı 'istenildiği gibi kendisine anlam takdir edilebilecek edilgen bir metin' ya da hitap olarak tasavvur etmeleridir.
Kur'an'ın indiği dönemde yaşayan insanların, yani mesajın ilk muhataplarının tarihsel bir bağlam içinde bulundukları doğrudur. Fakat tarihsel olan, lafız olarak da mesaj olarak da ilahi vahiy olamaz. Kur'an'ın ilk indiği dönem kadar, bugün içinde yaşanılan dönem de tarihseldir. Bu durumda günün doğrularından kalkarak, bazı hükümlerin bağlamının o günün dünyasına ait olduğunu, dolayısı ile ta'til edilmesi gerektiğini söyleyebilecek sağlam hiçbir zemin yoktur.
Bir toplum mühendisliği projesi olan tarihselcilik yöntemi; sonucundan baktığımızda zanni olanın yakini olanı belirlemesi, patavatsızca onun üzerinde hüküm yürütmesine yol açmaktadır. Bu sonuca yol açan ruh hali, ilahi bir mesaj olan Kur'an karşısında son derece mağrurane bir tavırdan hareket etmektedir. Böyle bir tavır Rabbimizin belli bir tarihi kesitte, tüm insanlık için ve tüm zamanlar için indirdiği vahyi "takva eksenli" olarak okuması gereken müminlere yakışmaz. [662]
Kur'an'ı ve onunla birlikte dini Türkçeleştirmek/ulusallaştırmak düpedüz reformizmdir. Fransız Devrimi'nden bu yana hem dünyada hem de İslam aleminde ulusçu tezler hep gündemde olmuştur. Fakat postmodern dönemin yenilenmiş değerlerine ulaşan Batı, kendi içinde globalleşirken -etnik kimliklerin belirleyici olma sürecini sona erdirirken- pazar ekonomisine zarar vermemesi koşuluyla, İslam dünyasındaki ümmetçi toplumsal hareketleri ulus kimlik dayatmasıyla bastırmaya çalışmaktadır.
Batı kültürü ile yetişmiş az sayıda elit, belli oranda müslümanlara ulusçu bir kültür aşılamayı başarmıştır da. Fakat buna rağmen, söz konusu kadroların dine olan mesafeli yaklaşımı, gerekse Rasulullah'ın hala canlı bir şekilde tüm dünyada yaşayan Sünnet'inin canlı izleri, Batı'daki gibi ulusal kiliseler, ulusal mezhepler-dinler doğmasını engellemiştir.
Bu bakımdan Kur'an dili olan Arapça'nın tüm dünya müslümanlarının ortak ibadet dili olması -gönül isterki anlaşma dili olsun-, ulusal camilerin, ulusal dinlerin-mezheplerin doğmasını çok şükür engellemiştir. Bu durumdan rahatsız olan, ulus yaratma sevdalısı kimi zevat batılılaşma ihanetinin başladığı günden bu yana "Türkçe ibadet projesi"nden hiç vazgeçmeden özlemle bahsetmektedir. Bu nostaljik projeyi gerçekleştirmek için de meallere -özellikle mealcilik ideolojisine- bel bağlamaktadır. Fakat meallerle şimdiye kadar bu ihanet çabası, istenildiği şekilde başarılamamış, hatta Kur'an'ın yeniden hayata müdâhil bir kitap olarak gündemleşmesinde, meal çalışmaları tüm eksikliklerine rağmen olumlu roller üstlenmiştir.
Netice-i kelam, bazı Türkçe meal yapma gayretleri ideolojik bir boyut taşımaktadır; "Türkçe Kur'an" söylemine varan bu yaklaşım şekli meselenin ifrat tarafını temsil etmektedir. Öte yandan bu ideolojik boyutu öne çıkararak, meal okumayı yasaklarcasına bir tutum içine girmek de, bize göre aşırılığın tefrit ucunu temsil etmektedir. Kısacası, mealcilik yapmak da yanlıştır, meal düşmanlığı yapmak da. Kur'an'ın yapılmış tüm meallerini mahkum etmek de yanlıştır; dini öğrenmenin tek kaynağı olarak bunları takdim etmek de yanlıştır. Unutulmamalıdır ki, bir mealden İslam'ı yanlış öğrenme riski ne kadar fazla ise, bir tefsirden veya bir ilmihalden yanlış öğrenme riski de o kadar vardır, örneğin, İhlas'ın tam İlmihal'inde rastlanan kusurlar, modernizmin paradigmalarına ilahi vahyi yorumlayarak kurban eden Y. N. Öztürk'ün mealinin taşıdığı yanlışlardan daha az değildir. Fakat tüm eksikliklerine rağmen, bir çok mealin Kur'an'a yakınlığı tefsirlerden daha iyi durumdadır. Bir tefsir projesi de pekala ulusal kültürü güçlendirme aracı olabilir.
Daha önceki başlıklarda da ifade ettiğimiz gibi "Türkçe Kur'an" "İngilizce Kur'an" olmaz; Kur'an'ın Türkçe, İngilizce meali olabilir. "Türkçe Kur'an" sevdası peşinde olup dini ulus kültürünün sıradan bir malzemesi durumuna indirgemek isteyenlere -ki kendisi de tefsiri için bir meal yapmıştır- merhum Elmalılı Hamdi Yazır ile cevap verelim;
"Öylelerini görüyoruz ki, Kur'an'ı anlamıyorlar ve 'tefsirlere müfessirlerin tevilleri karışmıştır' diye onları da kale almak istemiyorlar da eline geçirdiği tercümeleri okumakta Kur'an'ı tetkik etmiş olacağını iddia ediyor; düşünmüyor ki okuduğu tercümeye âlim müfessirlerin te'vili değilse, cahil mütercimlerin re'yi ve te'vili, hatası, noksanı karşışmıştır. Bazılarını da duyuyoruz ki "Kur'an Tercümesi" demekle, "Türkçe Kur'an" demeye kadar gidiyor. Türkçe Kur'an Mı Var Behey Şaşkın?" [663]
Meceile'nin iki Yasama Ölçüsü Üzerinden Yürütülen Mücadeleye Dengeli Yaklaşım Denemesi Kur'an'da inanç esasları dışında her şeyin değişebileceğini savunmak büyük bir ifrattır. Bu görüşü açıkça dile getiren iki isimden biri, Celal Nuri'dir. Ona göre "dünyada her kaide-i hükmiyye değişir, bunun tek istisnası, 'Ezmanın tagayyuru ile ahkamın tagayyuru inkar olunamaz' hükmüdür. İkincisi ise, Mısırlı Hasan Hanefî'dir. O, cahilin cesaretine benzeyen pervasızlığını "Kur'an akaidinin en temel ilkelerine kadar götürür". [664]
Zaten ahkamın değişebileceğini savunan Fazlur Rahman gibilerin açtığı kapının buralara kadar varması şaşırtıcı olmasa gerek. Çünkü, ilahi ahkam olarak değerlendirilebilecek Kur'an'ın bazı hükümlerinin değişebilirliğini savunmanın nerede duracağını kestirmek mümkün değildir. Çünkü bir bakış açısına göre -ki biz bu görüşteyiz- İtİkadla ilgili olanları da dahil tüm ayetler ahkam (hüküm koyan, bir konuyu betimleyen, karar açıklayan) ayetleridir.
Bu noktada Kitab'ın tümünü, ubudiyetin yol göstericisi "muhkem" bir kaynak olmakla niteleyen Hud Suresi'nden şu ayetleri hatırlamak gerekmektedir:
"Etif-Lâm, Râ. (bu) İlahi bir kitaptır ki, ayetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılınmış, birbiriyle açıklanmış ve ayrıca birbiriyle bağlantılı olarak etraflı bir biçimde dile getirilmiştir. Ki Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz..." [665]
Mecelle'nin "Ezmânın tagayyuru ile Ahkâmın tagayyuru inkar olunamaz/zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişebileceği inkar edilemeyecek bir gerçektir" [666] kaidesi bize göre içtihatla üretilmiş hükümler için geliştirilmiştir. Fakat bu Mecelle kaidesini gündeme getirenler, modern dönemin koşullamasıyla ileri sürdükleri yorumlarına geleneksel temeller bularak meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. [667]
Aslında bu mecelle kaidesinin gündeme getirdiği gerçeklik bize göre, "ilahi ahkamın değişebilirliği" değildir; "içtihatla üretilmiş hükümlerin değişebilirliği"dir. Fakat tarihselciler, ilahi olanla beşeri olan arasında, [668] çevre koşulları tarafından etkilenmek bakımından, fark gözetmedikleri için yukarıdaki kaideyi Kur'an ahkamının değişebileceğine delil olarak ileri sürmektedirler. Oysa yukarıdaki Mecelle ölçüsü, insanların muallel akıllarıyla ürettikleri yasama örneklerine uygulanması için ortaya atılmıştır; Allah'ın hükümlerinin dönem dönem neshedilmesiyle Kur'an'ın altının oyulması için değil.
Tarihselcilere göre, Kur'an'ın fiili yasama ile ilgili olan nassları, tarihsel koşulların değişmesi ile tagayyura uğratılabilir. Örneğin tarihselcilerin yöntemlerinden hareketle şu önermeyi kurabiliriz:
Modern kadınlar, başörtüsü ve cilbab gibi kıyafetlerden daha farklı yollarla iffetlerini koruyabiliyorlarsa, onların aşağıdan yukarıya ilahi kitabı yorumlama yetkisi bulunduğundan, bu yeni te'vil kabul edilmelidir! Çünkü zamanın değişmesiyle hükümler değişebilir. [669]
Tarihselcilerin karşı cephesini ise tefriti temsil eden gelenekçilik temsil etmektedir. Gelenekten devr alınan her tasavvur ve uygulamaya kutsallık izafe eden bu uç, tarihte ortaya çıkmış her uygulamayı, bütün mezheplerin fetvalarını, yararlanılacak bir müracaat kaynağı olmalarından daha aşkın bir değer biçerek dondurmaktadırlar. Geçmiş alimlerin tümünü adeta masum kabul eden bir yaklaşım içindedirler.
Gelenekten tevarüs eden taasavvurlara dokundurmayanların temel kaygısı, taşların yerinden oynamasını engellemek, İslam'ı reformize etme çabalarını önlemek, onu bozmaya çalışanlara karşı Rasulullah'ın sünnetinin temsil ettiği çizgiyi korumaya çalışmaktır. Bunların öne çıkardığı Mecelle kanunu ise "Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur" [670] ilkesidir.
Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur/rivayet edilmiş nassta içtihat için gayret peşine düşmeye gerek yoktur. Bunda yasama ölçüsünün doğruluğunda kuşku yoktur; hele de nass Allah'ın kelamı Kur'an'da yer alıyorsa, kitabı kendimize değil, kendimizi kitaba uydurmaya çalışmak esastır. Fakat uygulamada "merhatelecilik ilkesi'nden [671]dolayı -ki Kur'an'da Rabbimiz bunu bize örneklerle öğretmektedir- bazı ictihadlar yapmak gerekebilir.
Ancak bu ictihadların amacı; tağutların siyasi emellerine hizmet etmeyi amaçlamamalıdır, müstekbirlerin hatırı için mustazafların gönlünü kıracak nitelikte olmamalıdır. Hepsinden önemlisi, ilahi hükmü süresiz olarak -hem de siyasi otoritelerin, beşerin kültürel değerlerinden neşet eden hakim paradigmaların hatırı için- rafa kaldırmayı amaçlamamalıdır.
"Mevrîd-i nassta içtihada mesağ yoktur/rivayet edilerek bize miras bırakılmış nass (Kur'an-Sünnet) üzerinde ictihad etmeye gerek yoktur" kuralı ise, Kur'an'ın tümü muhkem ayetlerine, değer bakımından nasıl yaklaşmamız gerektiğini imlemektedir. Bu kaide, ilahi olana karşı takınmamız gereken tevazu ve teslimiyet ahlakıyla ilgilidir. Diğer yandan tarihten devraldığımız beşeri değerlere temel yaklaşım şeklimizi belirleyen ölçü ise, "onların masum olmadığı" şeklinde olmalıdır. Yoksa bütün bir rivayet külliyatını, tarihten devralınan yalan-yanlış tüm haberleri meşrulaştırma aracı değil. İtikad da ibadet de, muamelat da son tahlilde Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımanın tezahürlerini öğretmektedir. Hem "Sabit Din" olmadan "Dinamik Şeriat" ne kadar öksüzse "Dinamik Şeriat" olmadan da "Sabit Din" o kadar yetimdir. "Sabit Din Dinamik Şeriat" ayırımı ile dinin bir kısmını iptal etmeye kimsenin hakkryoktur. Biz nereden bilebiliriz namaz gibi bir ibadetin Allah katındaki değeri ile, yine ibadetler gibi kulluğun bir tezahürü olan fiili yasama örneklerinin birbirleri arasındaki değerlendirme derecelerini? İtikad ile ibadeti; ibadet ile muamelatı kapıştırmak yanlış bir tutumdur. Dinin tüm unsurları birbirlerinin uyumlu bütüne ait parçalarıdır. Biri olmadan diğeri gariptir, öksüzdür, eksiktir.
'Sabit Din' kapsamında değerlendirilen nassları diğerlerine tercih etmek, "insanları iki farz arasında seçim yapmaya zorlamak" gibidir. İlim öğrenmek farzdır; tesettüre riayet etmek de farzdır. Öyleyse "ikisinden birini tercih etmek mümkündür" görüşünü savunmak, "oruç tutmak namaz kılmak yerine geçer" demek kadar saçmadır.
Biz müminlere yakışan ahlaki tutum; Allah'ın Dini'nin ahkamını birbirinin yerine geçen rakipler olarak değil de, büyük sınav ile ulaşılması gereken büyük başarının anahtarları olarak görmek ve o şekilde hareket etmektir. Kur'an'ın hükümlerini tali bir kaynağın verileri, bir teferruat durumuna indirgemekle tağutlardan aferin alınabilir, ama bu tutumla ilahi rızayı yakalamak asla mümkün olmaz. Çünkü müminlerin tüm davranışlarını "Allah'ın adı ile" gerçekleştirme sorumluluğu vardır.
Bu iki görüş arasındaki itidali yakalayanlar da vardır. Ki biz baştan beri vasat olanı bulmanın peşindeyiz; dengeleri gözden kaçırmama endişesi ile hareket etmeye gayret etmekteyiz. Buna göre, "makaşıdı'ş-şeria" prensibinden hareketle illetli nassların hükümlerinin uygulama esnasında -nesh etmek, süresiz iptal etmek anlamına gelmeyecek şekilde- yürütmesinin durdurulmasını savunan Şatıbî'yi, Mehmed Akif'i İtidal görüş sahipleri arasında sayabiliriz. Daha önce andığımızın Hz. Ömer'in -hırsızlığın haddi gibi- uygulamaları bunların örneğidir. [672]
Hulasa-i kelam; Kur'an'ın onun dışındaki beşeri kaynaklar tarafından neshe konu edilmesi nasıl yanlışsa, onaylı gönderme yapılarak bizzat Yüce Allah tarafından önemsetilen -nüzul ortamı, sünnet ve dilbilim eserleri gibi- kaynaklan reddetmek de o kadar yanlıştır.
Tarihselcilik gibi Kur'an'a müzelik muamelesi yapan yöntemler ne kadar yanlışsa, evrenselcilik adı altında modern bir zihniyetin etkisi altında "sekar-bilgisayar" "dâbbe/bilgisayar" örneklerinde olduğu gibi, hevâdan anlam takdir etme hakkını kendinde görmek de o kadar yanlıştır. Her iki yorumlama yönteminin ulaştığı sonuçlarda da, Kur'an temel bir kaynak olmaktan çıkarılmakta, talî bir kaynak olarak dilendiği Sibi yorumlanabilen beşeri bir metin durumuna indirgenmektedir. Kur'an. [673]
“Ve seni de (ey peygamber! Mesajının ulaşabileceği) kimseler üzerinde şahit kıldık; nitekim sana adım adım her şeyi olduğu gibi açıklayan, bir hüda/doğru yol bilgisi, rahmet ve büşra/yürekten boyun eğenlere müjde olarak bu ilahi kelamı indirdik." [674]
Ayette beyan edilen "her şey" vurgusu, Kur'an'ın temel kaynak olarak yeterli olduğunu göstermektedir. Fakat onun yeterliliği, hidayet kaynağı olmak bakımındandır. Kur'an bize Kıyamet'e kadar geçerli olacak şekilde, manevi huzur ve esenliğimizin yollarını göstermek üzere Rabbimiz tarafından bitmek tükenmek bilmeyen bilgi ve bilinç hazinelerinin kaynağı olarak ihsan edilmiştir.
"Kur'an temel kaynaktır' demek, bizim ondan yararlanırken hazır çözüm reçeteleri bulacağımız anlamına da gelmez. O, tıkandığı noktalara aklımıza yol göstermesi için Rabbimizin indirdiği temel kaynağımızdır. Diğer yandan ondan başka kaynak tanımadığını söylemek hiç de makul değildir. Çünkü böyle bir yargıyı verirken kullanılan akletme yeteneği bile, kaynak olarak tasavvur edilebilir.
Ne Kur'an'da ne Sünnet'te ve ne de hadiste hazır bir ibadet katalogu, hazır bir ekonomi paketi, hazır bir siyasal sistem, hazır bir savaş stratejisi yoktur. Bu sayılan hayati unsurlara ait temel ilkeler vardır; çeşitli meselelere çözüm üretirken temel yaklaşım şekillerimizi belirleyen köşe taşı niteliğinde kılavuzlar, aklımıza yol gösteren rehberlik edici unsurlar vardır.
Yüce Rabbimiz Kur'an ile bize ferdi, sosyal, siyasi, ekonomik ve her tür insanlar arası ilişkilere dair değişmez ilke ve prensipler verir. Bizlere düşen Rasulullah'ın ilk İslam nesli ile birlikte yaptığı gibi selim akıl ile bu ilkeleri kullanarak asrın idrakine sunmaktır, İslam'ı-Bunu yaparken aklımızdan daha öncelikli bir kaynak da Kur'an ile de onaylanan Rasulullah'ın sünnetidir. [675]
Eğer Kur'an'da Sünnet'te yaşadığımız sorunlara ilişkin bir çözüm yoksa o zaman İlimde derinleşmiş ehil eller içtihada başvurabilir. İçtihadın yapıldığı muhakeme usulü olan akıl ise, hem nassları anlarken bir kaynak mesabesinde bulunmakta, hem de bu yeni sorunlar karşısında şeriatı güncelleştirirken bir kaynak olarak kullanılmak zorundadır. Öyleyse akıl da temel kaynağımız Kur'an'ı anlamada ve hayata tatbik etmede bir muhakeme vasıtası olarak kullanılmalıdır.
İçtihat yapacak akıl sahiplerinin sadece Allah'ı razı etmeyi amaçlayan bir kalbi duyarlılığa sahip olmaları zorunludur. Çünkü halis bir niyet ve selim/şirkten, günahtan uzak bir kalp taşıyanların gayretleri anlamlıdır. Aşağıdaki ayette beyan edildiği gibi:
"Yalnızca Allah'ın huzuruna selim bir kalple/kötülükten korunmuş bir kalple korunmuş bir kalple çıkanlar (kurtulacaklardır)." [676]
Kur'an Rasulullah'a yaşadığı toplumu ıslah ederken ve şirkin tüm çeşitlerine karşı cihad ile mücadele ederken karşılaşılan sorunları çözmede tartışılmaz temel kaynak olarak klavuzluk görevi yapmıştır. Fakat Rasulullah'ın ilk şahitliğini yaptığı İslam'ın paket programlar halinde hazır reçetelerle Kur'an'ın içinden fırlayıp her şeyi bir anda değiştirdiğini iddia edemeyiz. [677]
"Halbuki yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitap'ta hiçbir tefrit/noksan yapmamışızdır; sonra hepsi Rableri huzurunda toplanacaklardır." [678]
Bu ayette geçen "tefrit bırakılmayan kitap" Kur'an değildir; levh-i mahfuzdaki Rabbimizin sonsuz ilim hazinelerinin sicil kayıtlarının bulunduğu gaybi alemdeki kitaptır. Çünkü Kur'an kainatta ne var ne yok hepsinin ayrıntılı malumatlarının tıkıştınldığı ansiklopedik bir kitap değildir. İnsanlığın hidayeti için inmiştir; o yüzden hidayet için gereken bilgi, bilinç ve inancı oluşturmada eksiksiz bir kitaptır.
Ayet tüm canlı topluluklarıyla ilgili "ihmal edilmeyen hakikat'ten söz etmektedir. Yüce Rabbimiz'in her şeyi belli bir düzen içinde tuttuğu, her şeyin sicil kayıtlarını tutturduğu, yaratılışın ve mükemmel işleyişin ilahi kontrol altında yürüdüğü gerçeğidir. Yani kainatta hiçbir tesadüf yoktur; buyrukları ile onları denetimi altında tutmaktadır. İnsan ve çevresindeki canlıların oluşturduğu ümmetler/topluluklar üzerindeki ilahi denetim ise boşluk ve ihmal kabul etmeyen bir mahiyet taşımaktadır.
Kur'an'a rakip olacak hiçbir kaynak yoktur. Fakat eksiksiz olması ile ilgili vurgular genel ilkeler ve temel inançlar açısından ele alınmalıdır. Fakat ne var ne yok, her şeyi ölçüsüzce içine alan bir kitap değildir Kur'an Onu bir keşifler okyanusu gibi görmemiz doğru değildir. Yoksa yaş kuru her şeyin içinde anıldığı bir kitap bu kadar küçük bir boyutta olamazdı. Kur'an'da astronomi, fizik, kimya biyoloji teorileri arayanların kendilerine yanlış dayanaklar olarak kulanmak istedikleri ayetlerde geçen "kitap" Kur'an değil, levh-i mahfuzdaki sicil kayıtları manasındaki "kitap"tır.
Kur'an'da hidayetle ilgili olan, manevi huzur ve esenliğimizin teminatı olacak bilgi, bilinç ve inanç için gerekli veriler yeterince eksiksiz olarak vardır. Rabbimiz bu dünya hayatında yaşamımızın tüm boyutlarını tüm evrelerini onunla anlamlandıracağımız yeterli malumatı bir lütuf olarak bilgi hazinelerinden cömertçe sunmaktadır. [679]
Kur'an'da namaz, oruç, hacc, zekat, medeni ilişkilere ilişkin yasal sınırlar v.b. konularda temel ilkeler üzerinde durulmuş ama bunların şahitliğiyle ilgili tafsilata girilmemiştir. Temel ilkeleri ortaya konulmuş, tebyin ve teşhidi/örnek şahitliği canlı bir Kur'an olan üstün ahlak sahibi Rasulullah'a bir vazife olarak yüklenmiştir. Peygamberimiz ise bu konuların ayrıntılarını, ilahi vahyin genel ruhuna, Kur'an'ın hakemliğinde yaptığı ictihadlara, kendinden önceki tevhid geleneğine, ilahi yardımlarla güçlendirilmiş selim olarak akletme yeteneklerine göre uygulamış veya yeniden belirlemiştir.
Her şeyin Kur'an'da olduğu varsayımı ciddi bir temelden yoksundur. Kur'an sözlü bir hitap olduğundan dolayı onda şekiller, resimli anlatımlar, görüntülü anlatımlar arayanlar büyük bir yanılgı içindedirler. Sözlü bir hitabın yazıya da geçirilmiş şekli olan Kur'an'da namazın nasıl kılınacağı, tavafın nasıl yapılacağı, başörtüsünün model uygulamalarına dair resimli, görüntülü ipuçları aramak abesle iştigal olacaktır.
Fakat kendisi de çevresinde yaşayanlar gibi yiyen, içen, çarşılarda gezen, evlenen, çoluk çocuk sahibi olan, onlarla aynı dili konuşup aynı mekanlarda bulunan bir insan rasul olan Peygamberimiz Muhammed (s) ibadetler için görüntülü bir kaynaklık teşkil etmekte, çeşitli konularda insanların görerek öğrenebileceği Kur'an’i ilkelerin şahitliğini yapabilecek yetenektedir.
Öte yandan Rasulullah'ın sünnetini önemsemek, onu rakip bir kaynak gibi algılama hatasına düşmediğimiz müddetçe, Kur'an'ın eksik olduğu anlamına gelmez. Kur'an bir hidayet kitabıdır; matematik, fizik, astronomi kitabı değildir.
Öyleyse Kur'an'dan indiriliş gayesinin dışında geniş malumatlar ummak yanlıştır. Kur'an ile Yüce Rabbimiz Din'in temel ilke, hüküm ve prensiplerini her şeyi ile açıklamıştır. Gerekli tüm ayrıntılar hidayetle alakalı olarak hiç ihmal edilmemiştir. Yani mufassal bir kitaptır, o. Fakat tabiiki bu beyanlar, sözlü bir hitabın elverdiği kadardır. [680]
Konu ile ilgili olarak meşhur Muaz hadisi bize neyin birinci dereceden öneme sahip olduğuna, neyin temel kaynak neyin yardımcı kaynak olduğuna dair bilincimizi aydınlatacak ölçüde önemli ipuçları vermektedir.
Peygamberimiz Muaz b. Cebel'i (r) Yemen'e vali olarak gönderirken, ona karşılaşacağı meseleleri nasıl çözeceğini, nasıl bir yol izleyerek insanlara yöneticilik edeceğini sorunca Muaz (r)'ın meşhur cevabı şöyle olmuştur:
"Önce Kur'an'da çözümü arayacağım, onda bulamazsam senin sünnetine başvuracağım, onda da bulamazsam kendi görüşüme/re'yime göre hüküm ve karar vereceğim." [681]
Kur'an indirilirken ona yeterli ilgiyi ve alakayı göstermeyen, Peygamberimizin muhatap olduğu çevresindekiler gibi, sahabelerden daha sonra "zalim hükümdarlar eli ile yetişen nesiller" ve günümüzde eski ve yeni batıl telakkilerin etkisi altında kalan müslümanlar da Kur'an nimetinin kıymetini bilememekte, onu gereğince takdir edememektedirler. Yani ona ya geçerliliğini yitirmiş bir kitap gözü ile bakmaktadırlar, ya ikinci dereceden bir kıymet vermektedirler, ya da dünyevileşmiş bir perdeden bakarak İlahi mesajın gerçekliğini görememektedirler.
Peygamberimizin bu durumu Rabbimize ahirette nasıl şikayet edeceğini ilahi kelamın dilinden mealen okuyalım: "Ve (o gün) rasûl 'Ey Rabbim’ diyecek. Kavmim(den bazıları) bu Kur'an'ı terk edilecek bir şey olarak gördü." [682]
Sözün özü; "Kur'an'ın onayladığı ve bizi başvurmaya ittiği ikinci dereceden kaynakların varlığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu nedenle İslam Dini'nin öğrenilmesinde, Kur'an "tek kaynak değil, temel kaynak"tır. Doğrulara ulaşmada kullanılabilecek tüm kaynaklar ve vasıtalar Kur'an'ın üstünde bir makama oturma hakkına sahip olamaz. Çünkü Allah'ın kullarına rehberlik etmek için indirdiği Kur'an "belirleyen", diğerleri "belirlenen" konumundadır.
Diğer yandan Kur'an'ın tek kaynak olmaması, onu ikinci dereceden kaynaklar arasında değerlendirmeyi de gerektirmez. Çünkü hangi kaynaklardan yararlanırsak yararlanalım, onları anlamlandıracak temel ölçüler İlahi vahyin tek korunmuş kaynağı olan Kur'an'dır.
Çalışmamız boyunca, ilahi vahyin tek korunmuş kaynağı olan Kitab'ı ikinci dereceden kaynak durumuna düşüren kadim ve modern sapmaları ifşa etmeye çalıştık. Öte yandan "yalnız Kur'an" sloganının ardına sığınıp, vahyin Rasulullah ile bağını inkarla sonuçlanan aşırılıklara da değindik. Kur'an'ı yardımcı kaynaklar duruma düşüren ve ona "bir katkı ve hatıra" muamelesi yapan Geleneksel ve Modern sapmalara da işaret ettik. Dengeli hareket etmenin yolu, bu iki aşırı ucun yanlışlarına düşmemektir; yani "only Qur'ancılık" ile, "Kur'an'a ikinci dereceden bir tasavvur şekli ile yaklaşanlar "in yanlışlarına düşmemekten geçmektedir. [683]
"... De ki: 'Ben sadece Rabbim tarafından bana vahyolunan her neyse, ona uyarım. Bu vahiy inanmak isteyen bir toplum için Rabbinizin katından bahşedilmiş basiretlerdir kavrama yöntemi, hüdâ/bir yol gösterici ve bir rahmettir." [684]
Kur'an'ı okuma biçimimiz, niyetimiz ve takındığımız tutum onu anlama şeklimizi de belirlemektedir. Rabbimiz kitabı indirmiş ve onda, gönülden teslim olanlar için kavrama yöntemlerini de açıklamıştır. Bu nedenle ilahi kelamın yol gösterici beyanlarını dikkate almadan geliştirilen her anlama-yorumlama yöntemi, Kur'an'ın anlaşılmasında bir "kolaylaştırma" değil engel çıkarma, zorlaştırma işlevi görecektir. Bu sebeptendir ki, Tefsir Usûlü'nün temel ilkelerinin hikmetin kaynağı Kur'an'dan çıkarılması, sahih bir şekilde tespit edilmesi elzemdir.
Peki Kur'an'ı okuma ve anlama sorununu en sahih bir şekilde nasıl aşacağız, tefhim, tefsir ve tefekkuhla ilahi vahyin mesajını en doğru bîr şekilde nasıl kavrayacağız? Bu ve benzeri soruların cevabını tesbit etmek, öncelikle Kur'an'a başvurmaktan geçmektedir. Çünkü Kur'an hem bir kitap hem de hikmettir. [685]
"İşte bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah ile beraber diğer bir ilâh uydurma ki, sonra kınanmış ve ilahî rahmetten kovulmuş bir halde cehenneme atılırsın!" [686]
Kitap, yazılı bir belge anlamına geldiği gibi, belli bir bütünlüğü olan sözlü hitaplara da denilmektedir. Ki, Kur'an için ikincisi daha doğrudur. Fakat öte yandan Kur'an'ın Peygamberimizin kalbindeki bütünlüğe, ceme uygun olarak yazılı bir metin haline getirilmesi de ilahi denetim altında gerçekleşmiştir. Bu mutlak ilahi kontrolden söz eden aşağıdaki ayetleri okuyalım:
"(Vahyin sözlerini tekrarlarken) dilini oynatıp durma: çünkü onu (senin kalbine) yerleştirmek ve (gerektiğinde) okutturmak Bizim işimizdir. Böylece, onu telaffuz ettiğimizde kelimelerini (bütün zihnini vererek) takip et! Sonra onun anlamım açıklamak bize düşer." [687]
Hikmet ise bir çok anlamının yanı sıra, "İman-amel bütünlüğünü korumak için derinlikli bir yaklaşım sahibi olmak" demektir. Daha geniş ifadesi ile, Allah'ın emrinde bir akletme faaliyetiyle sahih bir tefekkürün yönlendirdiği isabetli eylemlerde bulunmak, Din'in ilahi ilkelerini beşeri hayata hakim kılarken "engin bir kavrayış sahibi olmak, doğru bir kararla en doğru uygulamayı elde etme becerisini göstermek" anlamlarına gelir. [688] İlletli akıl yürütmelerle oluşturulmuş felsefi sistemler de hikmet olarak nitelendirilmek istenmişse de, bunun kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Çünkü hikmetin kaynağı hakîm [689] sıfatına sahip Allah'tır.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, hikmetin İslam alimlerince yapılmış yirmi iki anlamını kaydetmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Kavil ve fiilde isabetli davranabilmektir.
2. İlim ve ameldir.
3. Bilmek ve fıkhetmek/doğru bir kavrayış sahibi olmaktır.
4. Eşyanın künhüne varmaktır.
5. Allah'ın emrinde bir akletme faaliyetidir.
6. Fiilî fehm/nasıl uygulayacağını bildiği görüşlere sahip olmaktır.
7. İcad'dır/bir düşünceyi davranışlara yansıtırken yeniden üretebilme kabiliyetidir.
8. Adaletli davranışlarda bulunma kaabiliyetidir.
9. Sonucu övgüye değer olan fiiller işleme melekesidir.
10. Siyaset/yönetme kaabiliyetidir. [690]
Bütün bu anlamların ortak paydasında ilkesel düzeyde de kalsa uygulamaya dönük bir muhteva vardır. Öyleyse yeniden toparlarsak "Kitap, ilahi ahkamın genel ilke ve öğütleri, hikmet ise bunları yaşama geçirecek yöntemlerdir" diyebiliriz. Hikmetin kaynağı da kitap; yani Kur'an'dır. Çünkü ilahi vahiy hem kitap ayetlerinden hem de hikmetin kaynağı olan ayetlerden müteşekkildir. O halde hikmetin temel yaklaşımlarını Kitab'ın dışında aramak -hele hele bütün hadisleri önce Sünnet'le özdeşleştirip, sonra da hikmet olarak nitelendirmek- yanlıştır. Kitap ve hikmet aynı bütünlük içerisinde -hem bir ilke hem de davranış ilmi olarak- Kur'an'da yer almıştır; örnek olarak aşağıdaki ayeti okuyalım:
"Allah'ın sana lütfü ve rahmeti olmasaydı, o (kendilerine zulmedenlerden bazıları seni saptırmaya çalışırdı. Ama onlar kendilerinden başka kimseyi saptıramazlar. Sana asla bir zarar da veremezler. Çünkü Allah bu kitabı/ilahi kelam'ı indirmiş, hikmeti/onu hayata hakim kılma yöntemlerim (vermiş) ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın sana olan lutfu gerçekten büyüktür." [691]
Ayeti kerimede görüldüğü gibi anlama ve uygulamanın temel ilkeleri -aynı zamanda bir davranış ilmi- Rabbimizin klavuzu olan Kur'an'dan çıkarılmalıdır. Çünkü hakikati anlamada iyiyi kötüyü birbirinden ayırmada ilkeler va'z eden Rabbimiz kitapla hikmeti eşzamanlı olarak Kur'an'a toplamıştır. Eş zamanlıdır; çünkü Kur'an beşeri ideolojilerin kaynaklarında yer alan teoriler gibi değildir. Beşeri ideolojilerde teorik alt yapısı oluşmadan uygulamaya geçilmez; önce manifesto tüm çelişkilerden arındırılmış bir sistem olarak kurulur; sonra da onun için uygulama alam aranır. Fakat Kur'an'ın itikadı ile muamelatı eşzamanlıdır; ilk ayet aynı zamanda ilk uygulamanın da mesajını taşımıştır.
Hikmetin gündeme getirdiğimiz bu bağlamdaki anlamı, bize Kur'an'ı anlama ve uygulama yöntemlerinin de öncelikle ondan çıkarılması gerektiğini öğretmektedir. Kur'an'a dışardan dayatılan anlama ve yaşama yöntemleri, hem fıkhetmeyi hem de izlenebilir tanıklıklar ortaya koymayı güçleştirir; hatta imkansız hale getirebilir.
Öte yandan Kur'an, sadece bir ayet ve suresinde değil, tümünde doğru okumanın-doğru yaşamanın ilke ve yöntemlerini vermektedir. Mesela, muhkem-müteşabih, nasih-mensuh, te'vil gibi Kur'an tefsirinin temel taşları olan kavramların çevre kültürü ile belirlenmiş muhtevaları birçok yanlışın yapılmasına yol açabilecektir. Fakat Kur'an çerçevesinde bunların içeriğini doldurmak ise, bize beşeri zaaflardan kaynaklanan hatalarımızı asgariye indirecek bir donanım kazandıracaktır.
Muttakileri/arınmak maksadı ile yaklaşan alçak gönüllü dostlarını dosdoğru bir yola klavuzlayan Kur'an'ı doğru bir şekilde anlama ve erdemlice yaşama çerçevesinde şu sorular gündeme gelmektedir:
Kur'an nasıl bir kitaptır, nasıl anlaşılır, nasıl anlaşılmaz? [692]
Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğunu öğrenmenin yolu, “yine Kur'an'a başvurmaktan geçmektedir. Dünya hayatımızda eşyaya ve olaylara ilişkin olarak derin bir kavrayış sahibi kılarak rehberlik eden, öteki dünya görüşlerine, ideolojilere ve batıl dinlere karşı mücadele yöntemlerini gösteren kitabımızın kendi içerisinde tanımlanmasını sağlayan yetmiş küsur isim ve sıfatı vardır. Biz bunlardan onu hikmetleri ve maksatları ile fıkhetme/derinlikli kavrama usulüne dair olanlardan bazılarını hatırlatmak istiyoruz. Böylece Kur'an'ı hangi perspektifler okumamız gerektiğine ilişkin bazı ipuçları elde edebileceğimizi umuyoruz.
"Kur'an'ın kendini tanımlaması" anlamına gelen yaklaşık yetmiş İsim ve sıfatı vardır. Fakat biz bunları yedi sıfat üzerinde yapacağımız açıklamalarda özetlemeye çalışacağız. [693]
İlahi olan bir kitap'ta öncelikle belirtmek gerekir ki, beşeri hiç eklemleme yoktur. O Peygamberimiz Muhammed (s)'in değil Yüceler Yücesi Rabbimizin kelamıdır. İnsan ve cin etkilerinden arındırılmış olan Kur'an'ı okuyup anlarken onun ilahi kaynaklı olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.
"Bu Kur'an Allah'tandır. Başkası tarafından uydurulmuş değildir. Ancak kendinden önceki vahiyleri doğrulanıp, âlemlerin Rabbinden geldiğinde şüphe olmayan vahyi özlü bir biçimde açıklıyor." [694]
Alemlerin rabbi Allah tarafından biz kullarına, klavuzluk yapmak üzere, bir rahmet tezahürü olarak indirilmiş olan kitab-ı kerîmin okuma, dinleme ve yaşama geçirme yöntemleri ana hatları ile kendi içinde öğretilmiştir. Bilginin, inanan ve eylemin anahtarlarını kalbini arınmaya açanlara Kur'an ile öğreten Rabbimiz, aynı zamanda tefsir ve tatbikin temel unsurlarını da öğretmiştir. Bu nedenle beşeri kitap, ideoloji ve dünya görüşleri için geliştirilen usuller, kitabımızın kalbe hitabeden mesajını anlamaktan ve fıkhetmekten uzaktır. Çünkü ilahi kaynaklı olan Kur'an'a beşer ürünü, muallel eserler için geliştirilmiş yöntemleri uygulamak hem yanıltıcı olacaktır, hem de onu sıradan bir materyal durumuna indirgeyeceği için, gayba imandan güç alan eylemin klavuzunu kavramaktan uzak bir netice hasıl olacaktır.
Kaynak itibariyle tamamen Allah'a ait olan Kur'an'ı anlama yöntemlerinin temel ilkeleri yine kendisinden elde edilmelidir. Semantik gibi metni salt dil-bilimin materyaline indirgeyen, hermönetik gibi beşeri eserlerde rastlanan kusurları dikkate alarak hareket eden yorumlama biçimleri -yararlanılmakla birlikte, bel bağlanmaması gereken- kalbe hitab eden Kur'an'ı son tahlilde gereğince takdir etmekten âciz yöntemlerdir.
Kur'an dışı bilgi kaynaklarını ve tefsir yöntemlerini fıkhetmenin merkezine almamak gerekir. Ancak böylece doğru anlamak ve sahih bir şekilde kavramak mümkün olabilir. Şüphesiz biz insanlara hitabeden Kur'an'ı anlamada beşeri kaynaklardan yararlanmak mümkündür. Fakat yöntemin asimin ve ana unsurlarının Kur'an'a dayandırılması gerektiği hakikatini unutmamak gerekmektedir. Çünkü ilke ve prensipleri, eylem bilgisi itibariyle Allah katından indirilmiş bir sözlü vahiy olan Kur'an'da muttakileri hidayete eriştirecek yeterlilikte mesaj vardır. Bu nedenle ilahi vahyin mesajını zan -hatta yer yer hars/düzmece bilgiler- taşıyan semantik, hermönetik, tarihselcilik, evrenselcilik gibi beşeri ürün ve eserleri anlama yöntemlerinin handikaplarına düşmemek için, mümkün olduğu kadar tefsir usulünün ana unsurlarının Kur'an'dan çıkarılması gerekir. Şüphesiz bunların ve adını anmadığımız tüm aniama yöntemlerinin hadlerini bilmeleri şartı ile, belli bir değeri vardır.
Kısaca değerlendirmek gerekirse semantik; Kur'an'ın kalplerde ve gönüllerde meydana getirdiği inancın manevi boyutlarını kavramaktan aciz bir yöntemdir. Çünkü anlama eyleminde muradı ilahiyi değil, sözlüklerin bir birleri ile formel ilişkisini esas aldığı için sonuçta mekanik bir tefsir usûlü geliştirmekle Kur'an'ı dil-bilimin alan araştırmasında yer alan sıradan bir denek, öylesine bir meta durumuna düşürmektedir. Evrenselcilik Peygamberimizi postacı durumuna düşürmekte, Kur.'an'ın irtibatını ilk muhataplardan tarihsel bağlamdan koparmaktadır; bu da İlahi vahyi hevaya göre tefsir etmenin önünü açmakta, Rasulullah'ın aklından dahi geçmeyen, Yüce Allah'ın kasdetmediği manaları mesaja giydirmekle sonuçlanmaktadır. Tarihselcilik ise ilahi vahyi beşeri" bir ürün gibi değerlendirmekte, Kur'an'ın bir kısmını indiği dönemle kayıtlayarak geçersiz ilan etmektedir.
Sözün özü; Kur'an ile anlamlandırılmayan anlama gayretlerinin cazibesine de kapılmamak lazımdır. Çünkü bu yöntemlerin cazibe alanlarında yer alan avantajlardan daha çok, dez avantajlar vardır. Şüphesiz her birinin sağladığı faydaların yanında zararları da olan bu yöntemlerden "mal bulmuş mağribi gibi yapışmamak şartı ile" yararlanmak mümkündür. [695]
Kur'an çelikisiz bir kitaptır. Kendi içinde tutarsızlık taşıyan, birbiri ile ihtilaflı beşeri eserlerde olduğu gibi, Kur'an hiç eğrilik (ıvec), şüphe, tereddüt (rayb) barındırmayan kayyim/dosdoğru bir kitaptır. Kur'an'ın insan üstü bir kaynağın eseri oluşunu ispat eden bir hakikat de, yirmi üç yıllık bir süreçte indirildiği halde ilk inen ayetle son inenler arasında bir tenakuzun bulunmamasıdır. Oysa insanlar gibi değişken, durmadan devinen bir varlık tarafından indirilmiş, ya da oturup düşünen ve yazan bir beşer tarafından ortaya konulmuş olsaydı, çok sayıda çelişkili mesajlar barındırıyor olacaktı.
Kur'an'ın iç bütünlüğünde tutarlı bir kitap olduğu üzerinde düşünen, kafa yoran her akıl i'zan sahibi herkes tarafından takdir edilmiştir:
"Kur'an'ı anlamaya çalışmak için düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı onda bir çok (tutarsızlık ve ) çelişki bulurlardı." [696]
Tüm İlahi vahiyler dünyaya indirilinceye kadar, Yüce Allah tarafından sürekli bir koruma zırhı içerisinde tutulmuştur. Çünkü insanlığa gönderilmiş tüm ilahi vahiyler cin şeytanlarının asla dokunmaya güç yetiremeyeceği, "güvenlik görevi" yapan - tertemiz meleklerce korunan bir kaynaktan indirilmiştir.
Son Peygambere indirilen Kur'an ise, hem indiriliş esnasında güvence altında olmuştur, hem de, Kıyamet'e kadar dünyada korunmaya devam edecektir. Hiçbir zaman değiştirilip tahrif edilemeyecek olan Kur'an'ı koruma işini, yukarıdaki ayetin sarih beyanından anladığımıza göre, bizzat Yüce Allah üstlenmiştir.
Kur'an Peygamberimiz Muhammed (s)'e indirilmeden önceki yeri olan levh-i mahfuzda tertemiz, itaatkar meleklerden oluşan bir güvenlik çemberi ile korunmuştur. Oradan Cibrîl-i emin/güvenlir elçi Cibril tarafından indirilirken korunmuştur. Tıpkı vahiy meleği gibi "güvenilir elçi" olan Peygamberimizin kalbine indirildikten sonra da güvenlik kuşağı devam etmiştir. Daha sonra da aynı saflıkta ilk müminlere -onlardan da mütevatir-kesintisiz bir zincir ile bize- ulaştırılmıştır. [697]
"Hayır hayır! Bu mecid/şerefli, soylu, kirlilik bulaşmamış bir Kur'an/hitabedir levh-i mahfuzda/kaybolmayan, tam bir koruma altında bulunan levha üzerine işlenmiş (bir hitabe)." [698]
"O gerçekten kerim/değerli, bitimsiz derecede bereketli, cömertçe kendini arınmak isteyenlere açan bir Kur'an/sözlü hitabedir. Kîtabun meknûn/korunan bir kitap içinde (insana tebliğ edilmiştir).
Ki, ona ancak mutahharûn/maneul olarak temiz olanlar (melekler) dokunabilir. Bütün âlemlerin Rabbi'nden (gelen) bir vahiy." [699]
Kur'an, cin şeytanlarının dokunmaya asla güç yetiremeyeceği levh-i mahfuzda korunmuştur. Adı üzerinde "korunan bilgi levhası" tüm ilahi vahiylerin kaynağıdır. Bir farkla ki, levh-i mahfuz alîm olan Allah'ın ilminin kaydının -sicilinin-arşivinin- tutulduğu yerdir.
Nebilerin elçiliği ile insanlığa tarih boyunca yol göstermek için indirilen vahiylerin kaynağı olan ümmü'1-kitap/ana kitap ise bu levhadaki bölümlerden sadece biridir. Bu durumda ana kitabın ikinci bir koruma zırhı içinde tutulduğunu söyleyebiliriz:
Levh-i mahfuza tertemiz meleklerden başkası dokunamaz, ikinci bir koruma (meknûn) duvarının içinde olan ana kitaba ise sadece vahiy melekleri dokunabilir. [700]
"Hayır! Hayır! Dönüp duran yıldızları, yörüngelerinde akan ve kaybolan gezegenleri, ve kararan geceyi ve soluk almaya başlayan sabahı tanıklığa çağırırım. Bakın, bu (ilahi kelam) gerçekten rasûlün kerim/soylu bir elçinin (vahyedilmis) sözüdür. Kudret ve egemenlik tahtının sahibinin nezdinde güç bahşedilmiş, (kendisine) itaat edilen ve emin/güvene layık birinin (sözü)." [701] Kur'an nüzul esnasında da korunmaya devam etmiştir. Çünkü güvene layık bir elçi olan Cebrail'e emanet edilmiştir. O ihanet nedir bilmeyen, tertemiz kılınmış bir melektir. Kendisi Allah'a itaatinde hiçbir kusur işlemediği gibi, buyruğuna verilmiş diğer vahiy melekleri de görevlerini yerine getirmede hiçbir uyumsuzluk göstermezler. [702]
"(Bu vahyi) Biz sana öğreteceğiz ve (öğrendiklerinden hiç birini) kesinlikle unutmayacaksın, Allah'ın (unutmanı) diledikleri hariç. Çünkü (O'nun denetimi altındasın, yalnız) O'dur cehri olanı/görünen âlemdekileri de, gaybî-hafî olanı/görünmez âlemdekileri de bilen." [703]
"(Vahyin sözlerini tekrarlarken) dilini hızla oynatıp durma: Çünkü onu (senin kalbine) yerleştirmek ve (gerektiğinde) okutturmak bizim işimizdir. Böylece onu telaffuz ettiğimiz zaman, kelimelerini (bütün zihni vererek) takip et! Sonra onun anlamını açıklamak da Bize düşer." [704]
Bu ve benzeri ayetlerin işaretlerinden anladığımıza göre, Kur'an Peygamberimizin kalbinde -mutlak bir ilahi bir denetim ile- korunmuştur. Tüm Kur'an vahyi, güvenilir, seçkin bir "insan elçi" olan Muhammed Mustafa (s)'in zihninde eksiksiz bir şekilde cem edilmiş/toplanıp tasnif edilmiş, unutması -Allah'ın diledikleri hariç- tamamıyla engellenmiştir. Unutup unutmama konsunda dileme yetkisinin Allah'a ait olması, indirilen vahiylerin korunmasına beşeri bir insiyatif kurmanın imkansız olduğunu ifade etmektedir. Zaten Kur'an'ın İndirildiği şekilde tebliğ edilmesi de, tam bir ilahi kontrolle teminat altına alınmıştır. [705]
"Öyleyse, Rabbinin kitabından sana vahyedileni (insanlara) "duyur", O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur. Ve sen de O'ndan başka sığınacak bir kimse bulamazsın." [706]
"Ve ders almaya ne kadar az (hazır olsanız) da (bu Kur'an) bir kâhin sözü de değildir; bütün âlemlerin rabbinden bir vahiydir. Şimdi o (bu vahyi kendisine emanet ettiğimiz kişi) kendi sözlerinden bir kısmını Bize isnad etmeye kalkışsaydı, onu sağ elinden yakalardık; ve şah damarını koparırdık, ve hiç biriniz onu koruyamazdı." [707]
Peygamberimiz Kur'an'ı bütünüyle tebliğ etmiştir; hiçbir ayeti gizlemesi söz konusu değildir. Bu nedenle Kur'an dışında kalmış, tebliğ ve tilavet edilmemiş sözlü bir vahiy yoktur. Her ne kadar Kur'an ile cem edilmemiş vahiy olduğunu iddia eden rivayetler -hem Sünni ekol içinde hem de Şia ekolü içinde- olsa da, bunun mütevâtir Kur'an mushafına yansıyamamış olması, ilâhî koruma va'dinin gerçekleştiğine delildir. [708]
"O zikri Biz indirdik, koruyucusu da biziz." [709] "Gerçek şu ki, kendilerine gelen bu ilahi uyarıyı inkar edenler (var ya, işte onlar hüsrana uğrayanlardır); çünkü o yüce bir ilahi kelamdır. Hiçbir boşluk ue anlamsızlık ona ne açıkça yaklaşabilir, ne de gizlice, (çünkü o) hikmet sahibi ve Övgüye layık biri tarafından indirilmiştir." [710]
Kalemin/yazının muhafazadaki rolü, Peygamberimiz ve arkadaşlarına daha ilk ayetlerden itibaren hatırlatılmıştır; ilk nesil müminler bu işaretin gereğini layıkı ile yerine getirerek Kur'an'ı bize yazılı bir kaynak olarak aktarmışlardır. [711]
Allah'ın insan elçisi Muhammed (s) vahiyden hiçbir şeyi unutmayacağı konusunda garanti altına alınmıştır. Bu güvence, Rasulullah'ı da aşan aşkın ilahi bir mahiyet taşımaktadır. Aşağıdaki ayetlerde dile getirilen hakikate rağmen Kur'an'ın dışında nasih yada mensuh ilahi hakikat aramak, abesle iştigal olsa gerek:
"(Vahyin sözlerini tekrarlarken) dilini hızla oynatıp durma! Çünkü onu (senin kalbine) yerleştirmek ve okutturmak Bizim işimizdir. Böylece onu telaffuz ettiğimiz zaman kelimelerini (bütün zihnini vererek) takip et. Sonra da anlamım açıklamak Bize düşer." [712]
Tevazu sahibi, muttaki kullarının arınmada rehberi olsun diye Kitab'ı indiren Yüce Allah kelamını -entelektüel kaygı sahiplerinin yaptıkları gibi- kapah, çetrefilli bir yapıda değil, apaçık indirmiştir. Kalbini hakikatin ışıklarına kapatmayan ve gönlünü Kur'an'ın tezkiyesine açan insanlar için ilahi hitap, fıkh etme gayretlerini boşa çıarmayacak bir evsaftadır.
Kur'an'ın mubîn oluşunu vurgulayan çok sayıda ayet arasında örnek olarak aşağıdaki ayeti okuyalım:
"Elif-Lâm-Râ. Bunlar İlahi kitabın mubîn -kendisi açık olan ve hakkı açıkça gösteren- bir ilahi okuma (Kur'an) metninin ayetleridir." [713]
İlahi vahiy apaçık anlaşılır bir dille indirilmiştir. Bu yüzden Kur'an'ın ilke ve prensipleri, oluşturulmak istenilen davranış biçimleri anlaşılacak netliktedir. Yüce Rabbimiz mesajını hakikati arayanlar, gerçeğe kalbini açık tutanlar, gönlünü arınmaya açanlar için anlaşılır kılmıştır. Vahyi doğru anlamak isteyenlerin önüne kapalı kılma, anlaşılmaz yapma gibi engeller konulmamıştır.
Kur'an'a muhalefet eden müşriklerin bir çok itirazına ve müminlerin bir çok talebine yer verilen ilahi vahyin sözlü kaynağında "bu anlaşılmaz bir mesajdır" şeklinde ne düşmanlardan ne de dostlardan bir serzeniş gelmemiştir. Bu da göstermektedir ki, indiği dönemdeki muhatapları için Kur'an'ın mesajının anlaşılma sorunu olmamıştır. Günümüzde de asıl sorun, bize göre anlaşılıp anlaşılamama değil pazarlıksız bir şekilde vahye teslim olup yaşamaya gayret edip etmeme noktasında ortaya çıkmaktadır.
Edebi sanatlar ve söyleniş üslubu itibariyle sözü türlü biçimlerde indiren Yüce Allah, mesajını anlamak ve arınmak isteyenler için anlaşılabilecek netlikte indirmiştir. Bu nedenle Kur'an'la yenilenmek, arınmak, kendi hayatını ve tüm insanlık yaşamını anlamlandırmak isteyen sorumlu insanlar için "anlayamadım" şeklinde bir mazeret ileri sürmek kabule şayan değildir. Çünkü Kur'an söylem itibariyle apaçık ilah uyarıların sözlü kaynaklığını yapan kitaptır:
"Tâ, Sîn, Mîm. Bunlar mubîn/apaçık kitab'ın ayetleridir." [714]
Anlamak, hidayete ermek isteyen muttakiler için kolaylaştırılmıştır. Ancak bu kolaylaştırma, mesajının anlaşılabilmesi ve yaşanmasında güçlük çıkarmayı amaçlayan bir okuma parçası olmadığı manasındadır. Yoksa, yüzeysel yapmak, ayetlerin muhtevasına yerleştirilmiş bulunan hikmetli derinliğini, sözün i'cazını yok etmek, edebi sanatları kullanmamak anlamında değildir. Öte yandan ilahi mesajın sorumluluğunun taşınması "her zorlukla beraber bir kolaylık vardır" prensibine bağımlı olup, kolaylaştırılmış olan mesajın Kur'an dilindeki anlamıdır:
"Biz onu senin diline/ilahi kelamın Arapça lafızlara dönüşmüş şeklinde kolaylaştırdık ki, onunla muttakileri müjdelemesin ve inatçı bir kavmi onunla uyarasın." [715]
Kur'an mesaja ilişkin açık ve ikna edici belglerle doludur. Bu nedenle beyyineye muhatap olanların ilahi vahyi anlayamamak, kavrayamamak gibi mazeretler ileri sürmesi söz konusu olamaz. İnsanların rehberliğe ihtiyaç duyduğu her konuda Kur'an'ın ilkesel düzlemde temel boyutları ortaya koyucu tarzda bir açıklaması, ikna edici bir belgesi vardır. [716]
Bir hidayet kitabı, kavl-hadis-kelam olarak Kur'an eksiksizdir. Yüce Allah gaye edindiği rehberlik için indirdiği kitabını, beşeri düşüncelerin payandası olmak gibi eksikliklerden korumuştur. Kur'an'da bu hakikatin dillendirildiği kavramları inceleyerek konuyu izah etmeye çalışalım: [717]
Bölüm bölüm açıklanmıştır. Kur'an'ın genel mesajı her bölümde bıktırmayacak şekilde tekrar edilmiş, açıklanmıştır. Mücmel değildir. Kendi bütünlüğü, gayesi ve özgün yapısı itibariyle kapalı ifadeler değil apaçık bir mesaj taşımaktadır. Yeryüzünde müminlere rehberlik edece Kitap ve hikmete ilişkin yeterince açıklama yapan Rabbimiz onu genişçe izah etmiş, gerektiği kadar açıklamıştır. Hidayet amacına uygun olarak gerekli her konuda temel açıklamalar yapan Yüce Allah, müminlere hayatın tüm sorunlarını çözecek bir perspektif kazandıracak kadar bilgi vermiştir. Öyleyse Kur'an, hiçbir düşüncenin yedeği, hiçbir ideolojinin yaması olarak kullanılamaz. [718] ayeti örnek olarak okuyalım:
"Böylece mesajlarımızı mufassal olarak/açık şekilde anlatıyoruz ki, mücrimlerin/günaha batmış olanların yolu (dürüst ve erdemlilerden) ayırd edilebilsin." [719]
Evirip çevirip, türlü türlü biçimlerde açıklanmıştır. Rabliğînde ortak tanımayan, hakimler hakimi olan Yüce Allah mesajını dönüp dolaşıp türlü şekillerde, çokça unutan insanoğluna tasrif etmiştir. İlahi kelam, temel mesajı az sözle çok şey anlatacak biçimde dile getirmektedir. Bu yüzden insanların kendilerince anlam takdirine, izahına ihtiyaç duymamaktadır. Kelime sıkıntısı çekmeyen Rabbimiz evirip çevirip mesajını anlatmaktadır ki, insanların fıkh ederek anlamakla ilgili bir bahaneleri kalmasın. Bu bağlamda Kur'an; tekrarlardan kaçınan, mekanize edilmiş çıplak bilgi vermeyi gaye edinen beşeri çalışmalardan çok farklıdır. Çünkü ilahi kelam ile Rabbimiz salt bilgi vermeyi değil; bilinç, inanç oluşturmayı, eyleme yöneltmeyi dilemiştir.
Bilindiği gibi okuma parçası metni olan Kur'an konuşma dili olan "hitap" şeklinde indirilmiştir. Yazıya geçirildiği halde, bu üslubunu halen korumaya devam ediyor olması onun hem i'cazına hem de korunmuş tuğuna delalet etmektedir. Beşeri eserlerde evirip çevirip bir konu üzerinde durmak, okuyanları dinleyenleri sıktığı halde Kur'an için böyle bir sorun yaşanmamaktadır. Çünkü O, ilahi bir kitaptır.
Kur'an'ın musarraf sıfatını vurgulayan bir örnek ayet okuyalım:
"... Bakın mesajlarımızı nasıl musarraf/evirip çevirip çok yönlü olarak dile getiriyoruz. Ama hala küçümseyerek yüz çeviriyorlar." [720]
Kur'an bir hidayet kitabı olarak öğüt almak isteyenler için hayatın tüm alanlarına ilişkin olarak genel bakış açısı kazandıracak ölçülerin temel öğelerini vermektedir. Bu yönü ile Kur'an'a eksiklik isnad etmek mümkün değildir. Onun mufassal, musarraf sıfatları bu hakikati dile getirmiştir. Ancak Kur'an'ın eksiksiz olması, onun amacı dışındaki konularda "yaş-kuru" her şeyden haber vermesi demek değildir. Hidayet etme gayesi dışında ondan beyanda bulunmasını beklemek doğru değildir. Amaçla ilgili her konuda Allah'a karşı duyarlılıklarını muhafaza etmek, arınmak ve onunla arındırmak isteyen müminler için bütün sorunların çözüm kaynağı Kur'an'ıdır. Kur'an'ın mufassal bir kitap oluşu, yeterliliğine ilahi vahyin dilinden bir kanıttır. Bu da göstemektedir ki, ilahi mesaj vicdanlara ve salt mabedlere hapsedilemeyecek kifayette klavuzluk ölçüleri ile donatılmıştır.
"... (Kur'an'a gelince) o hiçbir şekilde uydurulmuş bir söz olamaz. Fakat o, kendisinden önceki vahiylerden doğru ve gerçek adına ne kalmışsa doğrulayan ve inanmak isteyen insanlara herşeyi açık seçik bir biçimde dile getiren hidayet ve rahmet (bahşeden ilahi bir metin)dir." [721]
Kur'an'ın en iyi ve en sahih tefsiri, yine Kur'an'ı rehber ittihaz ederek yapılanıdır. Bu nedenle Kur'an'ın anlaşılmasında birinci dereceden ilk kaynak Kur'an'ın kendisidir.
Kur'an'ın bir ayetindeki kapalılık başka bir ayetinde beyan edilmektedir. Yeter ki, beşeri müdahalelerle özgün mesaj bulandırılmaya, gölgelenmeye çalışılmasın. Bu nedenle "tefsir" adı altında yapılan kadim ve modern tahrifleri ortaya çıkarmanın ilk başvurulması gereken yolu da yine Kur'an'a tâbi olmaktan geçmektedir.
"Bunun içindir ki, hangi soruyla karşılarına çıkarlarsa çıksınlar, Biz sana mutlaka asıl doğru olan neyse onu ve en güze! tefsiri/açıklamayı getirmekteyiz," [722]
Kur'an'ın bu sıfatları kendi yapısı içinde hikmetler taşımaktadır. Onun mücmel olmaması, sözlü vahiy oluşu itibariyledir. Yoksa kendi bağlamı, iniş ortamı, vahyi insanlara taşıyan, şahitliğini yapan Rasulullah'la ilgisinin olmadığı anlamında değildir. İlahi Hikmet'in vermeyi amaçladığı, takdir etmeyi dilediği kadarı ile Kur'an mücmel değil, mufassaldır. Fakat bir iletkene değil, insan bir elçiye indirilen Kur'an ile, Yüce Allah'ın bildirmeyi gaye edindiği mesajın şahitlik boyutu Muhammed (s) ile tamamlanmıştır. Bu nedenle sünnet olmadan Kur'an mücmeldir; sünnet olmadan somut değil soyuttur. Kur'an ile insan hayatında gerçekleştirilmek istenen somut hedefler; Rabbani bir denetim altında oluşmuş bulunan Sünnet'in bütünlüğünde mündemiçtir.
Rasulullah'ın ilk muhataplar olan sahabelerle birlikte gerçekleştirdikleri ilk şahitlik bu nedenlerle çok önemlidir. Bu şahitlik olmadan da doğru anlamanın ve sahih bir Kur'ani şahitlik ortaya koymanın imkanı yoktur. Ancak hiçbir zaman gözden kaçırılmaması gereken bir boyut da, şahitliğin temel ilkelerinin en ince ayrıntısına kadar ilahi vahiyde açıklanmış olmasıdır.
Kısacası, şahitlik gerektiren konularda Kur'an'ın mücmelleri/Sünnette açıklanması gereken yönleri vardır. Namazın nasıl kılınacağı, hacc'ın ne zaman, nasıl yapılacağı gibi konular örnek olarak verilebilir. Fakat sözlü bir vahyin sınırları bakımından ve amaçlanan konuların en ince ayrıntılarına varıncaya kadar apaçık anlatılması bakımından Kur'an mücmel/kapalı değil, musarraf, mufassal, müyesser, müfesser ve mübîndir.
Ancak mufassal sıfatı sözlü vahiy oluşu ile sınırlıdır. Sözün yetmediği alanda muhtasar/özet bilgi veren bir kaynak olan Kur'an'ın şahitlik ve tatbik görevi Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s)'e verilmiştir. Rasulullah'ın şahitliği bazı özet bilgilerin tebyini, tefsiri, tatbiki ve teşhidi için Yüce Allah tarafından örnek gösterilmiş ve ona/sünnetine itaat, Kur'an'a itaatte eş tutulmuştur. Bu nedenle Kur'an'ın açık, anlaşılır olma vasıfları amaçlanan temel konularda ortaya konulan ilkelerle ilgilidir. Yoksa şahitliğin şeklini, şimalini, resimlerini, görüntülerini ilahi kitapta aramak abesle iştigaldir. Kısaca, mubîn, mufassal, musarraf, müfesser gibi sıfatlar temel ilkelerin açıkça beyan edilmiş olduğunu, mücmel olmadığını ifade eder. Fakat Rasulullah'ın şahitliği olmadan ayetlerin verdiği "söze dayalı özet bilgi" mücmeldir/kapalıdır; tefsire, tebyine, teşhide muhtaçtır. Kur'an'ın genel ilkelerini Rasulullah'ın şahitliğinden koparıp elçiliği postacılıkla özdeşleştiren evrenselci-mealci okuma yöntemleri çaktırmadan mücmel ilan ettiği ayetleri, kendi seküler aklı ile tefsir etmeye kalkmakla büyük bir ihanet içerisine girmektedir. Çünkü bu durum "nevasını ilah edineni görmedin mi?" ilahi uyarısına muhatap olacak bir handikapı ifade etmektedir.
Kur'an'ın mücmel olmaması demek, onun yaş-kuru her konuda sınırsız bilgi vereceği anlamına gelmemektedir. Kur'an'dan gayesi dışındaki konularda da bilgi vermesini bekleyenler, kendilerine [723] ayeti delil ittihaz etmişlerdir. Oysa bu ayet levh-i mahfuzdaki Allah'ın takdirlerinin sicil kayıtları anlamına gelmektedir. Kur'an'ın eksiksiz olması her konuda yerli yersiz açıklama yapması, ya da her bir harfinde yüz binlerce anlam taşıması anlamına gelmemektedir. [724]
"Kur'an arabiyyendir" terkibinin anlamı ilahi vahyin apaçık bir Arapça ile indirilmiş olmasıdır. Kur'an'ın Peygamberimizin ve onun arkadaşlarının çoğunluğunun ana dili olan Arapça ile indirilmiş olmasının hikmetleri bir yana, değiştirilemeyecek bir hakikati vardır. Bu gerçeği göz ardı eden tefsir çabaları abesle iştigal etmekle ma'lüldür. O yüzden hiçbir Kur'an tercümesinin ve mealinin ilahi kelamın kendisi değil, yorumu olduğu unutulmamalıdır. Tercüme ve meallerin Kur'an'ın kendisi olmaması, ilahi vahye nisbet edilmek istenen beşeri nazariyelerin mutlaka hadlerini bilmelerini gerektirmektedir. [725]
Sünnetullah gereğince, ilk muhataplar'ın dilinin Arapça oluşu, onun Kur'an dili olmasını zorunlu kılmıştır. Arapça, vahyin ilk muhataplarının ana dili olması hasebiyle, "kolay anlaşılsın diye" Rabbimiz tarafından seçilmiştir.
Aksi takdirde bu mesajdan bir şey anlamadıklarını ifade edenler çıkacak, hatta bazı müşriklerin yaptığı gibi peygamberimiz, "kaynağı yabancı insanlar olan bir sözün tebliğcisi" diye suçlanacaktı. Kelam-ı ilahi'nin niçin Arapça indirildiğinin gerekçesinin şu ayetin mealinden okuyalım:
"Eğer bu (ilahi kelamın) Arapça dışında bir dilde bir hitabe olmasını dileseydik, onlar bu defa, 'neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında indirilmiş bir mesaj ve bir Arap bir elçi?' diyeceklerdi..." [726]
Kur'an'ın Arapça bir kitap olduğunu beyan eden ayetleri iki grupta mütalaa edebiliriz:
Birincisi, lisanı vurgulayan ayetler; ikincisi, anlaşırlığı vurgulayan ayetler. [727]
Bu gruptaki ayetlerde çapraşıklıklardan, eğriliklerden arındırılmış, pürüzsüz bir Arapça, Kur'an'ın sıfatıdır. O sıfat gözardı edildiğinde, Kur'an'ın en önemli özelliklerinden biri yok olmuş olur. O halde hiçbir tercüme Kur'an değildir; sadece onun meali veya tefsiridir. [728]
Mubîn, müyesser, müfesser, musarraf gibi sıfatlar taşıyan ilahi kelamı Yüce Allah, insanlar anlama cehdi esnasında "bunalımlar geçirsin veya kendilerince deryalar dolusu anlamlar takdir etsinler" diye indirmemiştir,
Gerçek şu ki; apaçıklık, anlaşılırlık Kur'an'ın sıfatları arasındadır; İlahi kelamın bu yönü bir çok defa ayetlerde de dile getirilmiştir. Fakat burada söz konusu ettiğimiz ayetlerde ise "Arapça" vurgusu ile birlikte "apaçıklık, anlaşılırlık, kolaylaştırılmıştık" dile getirilmiştir.
Öte yandan müyesserlik/Allah Teala'nın kolaylaştırması ise, Rasulullah'ın dili olan Arapça'da söz konusudur; yoksa bütün dillerin tercümelerinde değil:
"Böylece Biz bu (ilahi kelamı) senin dilinde kolay anlaşılır kıldık ki, insanlar düşünüp ondan ders alabilsinler.” [729]
Kur'an, "insanlar tarafından anlaşılabilsin diye" mubîn/apaçık-pürüzsüz bir Arapça ile indirilmiştir. Yüce Allah, Kur'an'ı Arapça indirmesinin gerekçesini "Akledilebilsin/üzerinde düşünülebilsin diye" şeklinde açıklamaktadır. [730]
Kusursuz, düzgün, pürüzsüz bir Arapça ile indirilen Kur'an'ın mesajı ile sözleri arasında da eşsiz bir denge vardır. Yani mesajın sözel boyutu ile muhtevası birbiri ile uyumludur.
"Şüphesiz bu (Kur'an)'da (gerçekten) Allah'a kulluk eden kimseler için beliğ/kusursuz mesajlar vardır” [731]
"De ki: 'Cinlerden bir kısmının (bu ilahi kelama) kulak verdikleri ve sonra (arkadaşlarına şöyle) söyledikleri bana vahyedildi': Biz aceben/olağanüstü güzellikte bir hitabe dinledik. Doğru ile eğriyi ayırd etme bilincine bizi ulaştıran (bir hitabe); ve böylece ona iman ettik. Ve artık Rabbimizden başka kimseye asla ilahlık yakıştırmayacağız. Çünkü biliriz ki Rabbimizin şanı yücedir; O, kendisine ne bir eş ne de bir erkek çocuk edinmiştir." [732]
Kur'an ilahi kaynaklı olduğu için tamamıyla kendine özgüdür. Onun ilgi çekici mesajı, başka dinlerin, ideolojilerin ve dünya görüşlerinin kitaplarına benzemeyip nevi şahsına münhasırdır. Çünkü o, beşer sözü değil Allah'ın sözüdür. Kur'an'ı anlama ve kavramada hiçbir beşeri kaynak, ona denk ve ondan bağımsız bir belirleyiciliğe sahip olamaz. Lafızlarının üslubunda manasını da taşıyan Kur'an, manevi boyutta eşsiz tesirler uyandıran bir kabiliyete sahiptir. Ona eskiden var olan önyargılarından arınarak sahiden kulak verenler, ilahi bir kitapla muhatap olduklarını hemen takdir edebilirler.
Önyargılarından arınarak okuyan muhataplarını hayretler içerisinde bırakan Kur'an, dinleyenlerin gönüllerinde kehdîne çeken bir cazibe alanı meydana getirir. Sözünü ettiğimiz cazibe alanı, mekanik anlamdan çok ötede bir hikmete haizdir.
Rasulullah'ın tüzel kişiliğinin varisi, Peygamberimizden sonra ümmetimizin önderliğini yapan Ömer (r)'in imâna erişi -rivayetlerde anlatıldığına göre- Kur'an'ın "aceben" sıfatı vesilesi ile olmuştur. İlahi vahyin bir beşerin peş peşe dizmesi imkansız olan seslerden müteşekkil mesajına bir an kulak vermesi neticesinde, imanın manevi meşalesi onun kalbini aydınlatmıştır. Hem bu seslerin akustiği ile mana arasında her hangi bir çelişki olmadığı gibi, Kur'an'ın lafızları ile meânisi arasında Arapça bilmeyenlerde bile manevi tesirler uyandıracak bir denklik vardır.
Sadece mekanik anlama yeterli olsaydı Mekke müşriklerinin hepsinin -Kur'an diline tamamıyla fehm noktasında hakim olmaları dolayısı ile- müslüman olmaları gerekirdi. Burada ön yargıların esaretinden kurtularak, "sözü dinleyip en güzeline sahip çıkma basiret ve bilinci" önem kazanmaktadır, Hz. Ömer ile onun çağdaşları arasındaki farkı belirleyen de, bu "kendini arınmaya açık tutma basiret ve alçak gönüllülüğü "dür.
İlginçlik, kökeni itibariyle ilahi olduğu içindir. Bu sebeple Kur'an mesajının doğru kavranabilmesi için, ya ilk kalkış noktasının ondan başlaması, ya da sorunlarımızın çözüm reçeteleri olması itibariyle nihai başvuru kaynağı olarak onun baz alınması gerekmektedir. [733]
Kur'an'ı nasıl okumak, onunla nasıl ilişki kurmak gerektiğine dair çok sayıda ayet vardır. Bu ayetlerde bir hidayet kitabı olan Kur'an'ı özüne ve amaçlarına uygun olarak okumanın yolları gösterilmiştir. Söz konusu yollar, aynı zamanda onun tefsirinin de yöntemine ilişkin köşe taşlarını da belirleyecek bir yeterliliktedir. Kullarına karşı engin bir rahmet kaynağı olan Rabbimiz mehametinin bir tezahürü olarak indirdiği Kur'an'da yorumlama kılavuzu yerine geçecek köşe taşları mesabesindeki ilkeleri de beyan etmiştir. Bize düşen, arınmak ve arındırmak, vahiyle yenilenmek yenilemek için kılavuza uygun düşecek tutumlar içerisine girebilmektir. [734]
Yönteme dair Kur'an'da geçen iki temel kavramdan söz edeceğiz. Şüphesiz tefsir usûlüne ilişkin olarak ilâhî kelamın dile getirdiği çok sayıda kelime ve kavramdan bahsetmek mümkündür. Diğerlerinin bu ikisi etrafında dönmesinden dolayı, onlara uzun uzadıya değerlendirmeyeceğiz, Kur'an'ı Kur'an ile tefsirde belki de en belirleyici rol üstlenen iki kavramdan söz etmek mümkündür:
Muhkem, müteşabih ve buna bağımlı olarak anlaşılması gereken te'vil kavramı. [735]
Kur'an'ın muhkem oluşu her şeyden onun korunmuşluğu ve tahkim kılınışı ile alakalıdır. Rabbimiz mesajını cin ve insan şeytanlarından hem indiriliş sürecinde hem de daha sonra korumuştur. Muhkemdir Kur'an. Çünkü hükümleri sağlamlaştırılmıştır; yerinde sökülüp atılması imkansız kayalar gibidir. İlahi ahkamın yerinden edilmesi, özüne müdahale edilmesi soyut ve somut güçlerin başarabileceği bir iş değildir.
Rabbimiz ayetlerindeki mesajını beşerin elinde oyuncak olmaktan, her türlü tasavvurun meşrulaştıncı aracı olmaktan korumuştur. Bu nedenle Kur'an, kendi bütünlüğünde göreceliğe, hakikatin birbiri ile çelişen çoğulculuğuna elvermeyecek bir mahiyet taşımaktadır. Kimi kötü niyetli insanların ilahi mesajı emellerine alet etme gayreti göstermeleri, Kur'an ile değil ancak ve ancak Kur'an'a rağmen ve onun dışında olabilir. Kur'an tarihi boyunca -ki on dört asırdır mesajın bulandırılmasına yol açan iyi ve kötü niyetli saptırma gayretleri vardır- görülen bu türden çabalar, ilahi vahyin özüne ilişkin hiçbir tesirde bulunamamıştır.
Tevhid mücadelesinin sapmasını önleyecek açıklıkta ilkeler koyan Yüce Rabbimiz, arınmak isteyenler için mesajını muhkem kılmıştır. Bu bağlamda Kur'an'ın tüm mesajı muhkemdir:
"Elif-Lâm-Râ. (Bu) İlahi bir kitaptır ki, ayetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından (kendi bütünlüğünde) muhkem kılınmış/birbiri ile izah edilerek açık ve anlaşılır kılınmış ve mufassalen/ayrıca birbiriyle bağlantılı olarak etraflı bir biçimde dile getirilmiştir." [736]
'ş-b-hr kök harflerinden türeyen bir ismi fail olan müteşabih; kısaca aralarında tenakuz ve çelişki olmayan şeylerin bir biri ile benzeşen karakterde olması demektir. Kur'an'ın bütün surelerinde yer alan ayetleri mesajın özü itibariyle birbirine benzer; aralarında her hangi bir çelişki, uyumsuzluk yoktur. İlahi vahiy, farklı konular üzerinden, farklı sahnelerde mesajını dillendirmiş olsa da tüm ayetleri arasında açık ve anlaşılır bir denkliği esas almıştır. Bu nedenle tüm ayetler -muhkemler de dahil- müteşabihtir. Müteşabihin kapalı, muhkemin kapalı manalar ihtiva ettiği önyargısı doğru değildir. Eğer müteşabihler, manası kapalı ayetlerden müteşekkil olsaydı, "tüyleri diken diken eden, kalpleri yatıştıran duyarlılığa" nasıl yol açacaktı?
"Allah sözlerin en güzelini, müteşâbihen/birbiri ile uyumlu, kendi içinde tutarlı, her türlü ifadesini çeşitli çeşitli biçimlerde tekrarlayan bir ilahi kelam şeklinde indirir. Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir; (fakat) sonunda Allah'ın rahmetini hatırlayınca kalpleri ve tenleri yumuşar, sakinleşir.” [737]
Te'vil; bir şeyin gerçekleşme zamanı, âhiri, nihai anlamı demektir. Tefsirde yorum anlamına gelen bu kelime Kur'an-ı Kerim'de terim olarak müteşâbihle ilişkilendirilmiştir [738] ayete göre, "müteşâbihin te'vilini/nihai anlamını Allah'tan başkası" bilemez. Müteşâbihin terim anlamını izah ve te'vili bu bütünlük içinde kavramaya çalışmadan önce ayeti okuyalım:
"... İlâhî kelamın özü (temeli) olan mukemler/açık ve kesin hükümlü mesajlar ile müteşâbihleri/benzetmeler içeren mesajlardan oluşan bu ilahi kelamı sana bahşeden O'dur. Fitne çıkarmak/kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştıracak şeyler bulmak için ona (keyfî) anlamlar yüklemek için müteşâbihleri gündeme getirirler. Oysa onların te'vül'ni Allah'tan başkası bilemez. Bu yüzden bilgide derinleşenler şöyle derler: 'Biz ona inanırız tümü (muhkemler de müteşabihler de) Rabbimizin katındandır. Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bundan düşünüp öğüt almaz." [739]
Bu ayette müteşabih, gaybın/görünmez alemin bilgisinin insan zihnine kavratılması için yüksek teşbihlerle izah edilmesi bağlamında geçmektedir. Müteşâbihin ilk bakışta öne çıkan; "benzeşmek, birbirine uyumlu olmak" manası, kavramsal bir mahiyet kazanarak genişlemiştir. Böylece müteşâbihin terim anlamı şöyle bir mahiyet kazanmış olmaktadır:
Müteşabih; Yüce Allah'ın sınırlı kavrama yeteneğine sahip olan insanoğluna, görünmez âlemin bilgisini yüksek teşbihlerle beyan ettiği ayetlerdir. Eğitimde de kullanılan "bilinenden bilinmeyene, somuttan soyuta" yöntemi insanoğlunun sınırlı kavrama yeteneğini harekete geçirmek için neredeyse tek yoldur. Yani Allah'ın zatını tanıtan sıfatları, cennet, cehennem, melekler v.b. konular ancak teşbihlerle -müteşabih olarak- beyan edilebilirdi. Gayb âleminin başka türlü de -mesela, soyuttan somuta, bilinmeyenden bilinene doğru- açıklanması, tanıtılması idrak alanı sınırlı beşeri noksanlıklar taşıyan insanlara izah edilmesi mümkün de değildir.
Tanımdan da anlaşılacağı gibi, kapalılık müteşabih ayetlerin Kur'ân’î lafızlarında değil, yüksek benzetmelerle insan zihinine yaklaştırılmak istenen konuların sınırları aşan boyutundadır. Bir örnekle izah edecek olursak; cennet Rabbimizin teşbihlerle biz müminlere anlattığı akidevî bir konu olup, çok sayıda ayette ondan söz edilmiştir. Bu söz edişler müteşabih/benzetmeli bir mahiyet taşımakta ve bizim kalplerimizde ilahi kelamın murad ettiği kadarı ile sınırlı bir inanç oluşturmaktadır. Öte yandan Ahiret hayatında bir mutluluk yurdu olarak müminlere va'dedilen cennetin bilgisi Kur'an'da anılanlarla sınırlı değildir. Fakat insan olarak dünyada kavrayabileceklerimiz de bize anlatılanlarla sınırlıdır.
Şimdi bu durumda bize anlatılanların ardına düşmek boşuna bir çaba olmaktadır. İşte gözün kulağın ve kalbin sorumlu olduğu bu boş çaba içerisine düşenler müteşâbih'in te'vilini araştırmaya kalkmakla suçlanmaktadırlar. Müteşâbih'in te'vilinin peşine düşenlerin ise, "halis niyet taşımayan fitneciler" olduğu beyan edilmiştir. [740]
İlahi mesajın temel amcacı, "muttakileri hidayete erdirmek"tir. Rabbani bir tebyin olan Kur'an, kalbini hak söz ile arınmaya açık tutan ve kendine alçak gönüllü olmayı ahlak edinen kimseler için hidayet kaynağıdır. Yoksa O, her insanın sadrına şifa verecek değildir. Bu nedenle Kur'an'ı her okuma ve anlama çabası hidayetle sonuçlarımayabilir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Kur'an ile kimlerin hidayete erebileceğini aşağıdaki birkaç ayetin mealinden okuyalım:
"(Şu) söylenen her sözü (dikkatle) dinleyen ve onların en güzeline uyan (kullarım)a (müjdeler vardır, çünkü) onlar Allah'ın hidayetine mazhar olmuşlardır ve onlar gerçekten) akıl iz'an sahipleridir." [741]
"Kur'an insanoğluna bir rehber (hü'den), bu rehberliğin apaçık bir delili (beyyine) ve doğruyu yanlıştan ayırd edici bir ölçü (furkan) olarak (ilk defa) bu Ramazan Ayı'nda indirilmiştir..." [742]
Kur'an'ın temel amacı, insanları hidayete sevk etmektir. Bu nedenle onun bir hidayet kitabı olduğunu unutarak okumak, insanı yanıltıcı sonuçların handikaplarına düşürecektir. Mesela, onu bilimsel gelişmeler hakkında bilgi vermek zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmak, Kur'an'ın hidayet kitabı olduğunu unutmak demektir. Geçmişte bu tür bir yanılgı ile Kur'an'a yaklaşanlar, dünyanın düz olduğunu ve dönmediğini ilahi kelama onaylatmak gibi bir handikapa düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır.
Tefsir'deki yetkinliğinden kuşku duymadığımız Fahruddin Razi, [743] ayette geçen "yeri sizin döşek kıldık" şeklindeki nimet vurgusunu, dönemin bilimsel anlayışını belirleyici kılarak tefsir edince ortaya bugün için gülünüp geçilecek bir yorum çıkmıştır. Razi döşek meselinin çağrışımlarını, yeryüzünün küre şeklinde olduğunu ama dönmediğini -sakin olduğunu- ispatlamak için kullanarak şöyle demiştir:
"Eğer hareketli olsaydı, mutlak manada o yeryüzü bizim için bir döşek olmazdı. Çünkü yüksekten atlayan bir kimsenin bu durumda yer yüzüne düşmemesi gerekirdi. Zira yeryüzü kayıp gitmektedir. Bu insan da boşlukta kalmaktadır. [744]
"Döşek meseli" aslında Yüce Allah'ın insanoğluna nimetlerini hatırlatmaktan ibarettir. Bu ve benzer ayetlerin mesajının amacı dışında yorumlanması son derece yanlıştır. Şükür gerektiren bir çok ilahi lutfun hatırlatıldığı diğer ayetlerin mesajı gibi bu da kendi gayesi ve bütünlüğü -bağlamı- içinde tefsir edilmelidir. Bu sebeple, yeryüzünün beşiğe benzetildiği [745] ayet de aynı şekilde "dünyanın hareketli olduğuna, döndüğüne kanıt olarak kullanılmamalıdır. Çünkü "bilim"in verileri her zaman için "yanlışlanabilir" tartışılabilir, hipotetik materyaller ihtiva etme kabiliyetini haizdir. Bundan daha fazla değer vermek, Kur'an'ı ikincil kaynak durumuna düşürür; bilimi birincil-belirleyici, etkin kaynak mesabesine çıkarır. Ki, bu durumda ilahi olanın beşeri olan tarafından kuşatılması, belirlenmesi durumu ortaya çıkar.
Böyle bir yanılgı ile günümüzde Kur'an'ı tefsir etmeye kalkanlar da abesle iştigal anlamına gelecek uğraşlar içine girebilmişlerdir. Nasıl dünyanın düz oluşuna ilişkin hakim bir yargıyı, Kur'an'dan delillendirmeye kalkmak yanlışsa, hipotetik-zanni yargılar içeren ve her zaman "yanlışlanabilir" bîr mahiyet taşıyan kimi moda düşünce ve kanaatleri -mesela dünyanın döndüğü ve yuvarlak olduğu gibi- ilahi vahye onaylatmaya çalışmak da yanlıştır.
Bu tür yanlışları Kur'an'ı bilimsel yorumlama kaygısı güden "modern bâtınîler" çokça yapmaktadırlar. Örneğin, cehennemin bir bölümü ve sıfatı olan "sekar"a, bilgisayar diyecek kadar modern bilim karşısında kompleksli hareket eden bazı yorumcuların düştüğü durum, en az dünyanın düz olduğunu söyleyenlerinki kadar traji-komik bir vehamet düzeyini imlemektedir. [746]
Yahut da ilahi kelamın amaçları arasında yer almayan "insanlığın aya gidebilme imkanı" hakkında Kur'an'ı konuşturmaya kalkanlar, zorla kendisinden bilgi devşirmeye çalışmakla nevalarını Yüce Allah'a onaylatmaya çalışarak aslında zanni olanla yakînî olanı kuşatma altına almak gibi abes bir görev üstlenmiş olmaktadırlar. Kısacası, ona olmayan anlamlar yüklemek veya gayesi dışında bilgiler sağmak maksadı ile okumak son derece yanıltıcı sonuçlara yol açacaktır. Bu da Kur'an'ın moda bir akımın, bir felsefi görüşün, bir ideolojinin yedeği, onaylayıcısı durumuna indirgemek manasına gelecektir. İşin vehameti ve traji-komikliği ise, aradan zaman geçmesi ile anlaşılacaktır. Orta çağda Katolik Kilisesi'nin bu ikrah ile dayattığı, "dünyanın düz ve kainatın merkezi olduğu" inancı bugün ne kadar komik karşılanmakta ise, hipotetik/bilimsel bir dille ifade edilmesi gereken rnoda bir düşüncenin dînî bir ifade ile i'tikad haline getirilmesi gelecekte o kadar komik karşılanabilecektir.
Her zaman yanlışlanabilir doğrular içeren bilimsel konuların dînî ifadeler aracılığıyla kutsanmaya çalışılması veya müminlerde varolan kompleksleri giderme gayesi ile Kur'an'ın enstrümantal/araç durumuna düşürülmesi son derece yanlıştır. Çünkü bir hidayet kitabı olan Kur'an'ın hipotetik bilgiler verme gayesi yoktur. İlahi kelamın gayesi; Allah'ın mütevazi, arınmak isteyen kullarına yol göstermektir.
Hulâsa Kur'an'ın amacı; ona gönül veren müminler için, insanların etkilerine açık olan itikadı ve amelî alanları sürekli yeniden onarmayı öğreten hükümler va'z etmektir. Buna ek olarak yeryüzünde adaleti ikame etme görevini icra ederken karşılaşılan sorunlara 'Ahiretin önceliği ilkesi'nden hareketle çözümler bulmayı müminlere öğretmektir. [747]
Kendi yaşamının farkında olup, kaderini tayinde söz sahibi kılınmış bir varlık olan insanoğlu bilinçli olduğu oranda beşeri zaaflarından arınabilmektedir. Bu nedenle eylemlerini bir alışkanlık eseri değil de belli bir şuurla yapması insanların tekamülü için elzemdir. İlahi vahyi önyargılardan arınarak okumak gerekir. Salt "Allah'ın adı ile" O'nun rızasını kazanmak maksadı ile girişilen çabalar, mesajın doğru kavranmasında başarılı olabilecek bir mahiyet taşımaktadır. Zaten Allah'ın adı ile başlamayan, ilahi vahyin ölçüleri anlamlandırılmayan hiçbir fikri arınma ve hiçbir amel İslâmîlik vasfını hak edemez. Değil mi ki ilahi vahiy, ilk hitabını "Yaratan Rabbînin adı ile oku!" şeklinde yapmıştır? Öyleyse O'nun adı ile başlama bilinci taşımayan hiçbir fehm-fıkh ve eylemlilik çabası Rabbani rızaya ulaşamayacaktır.
Övülmeye değer bulunan bu bilinçlilik hali, ilahi vahyin ilk hitabında şöyle dillendirilmiştir:
"Oku! insanı bir alaktan Yaratan Rabbinin adı ile oku! Çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir." [748]
Allah'ın adı ile okumak, O'nun rızasını ve memnuniyetini arzulayarak mücadeleyi biçimlendirmek anlamına da gelmektedir. Bu noktada Kur'an okumaları eğer şer odaklarını memnun etmeyi amaçla" yarak yapılıyorsa, ilahi rızadan hiçbir iz taşımayan sonuçların hası olmasına engel olmak mümkün olmayacaktır. Bu nedenle aşağıda’41
ayette beyan edildiği üzere, niyetin halis olması gerekmektedir; Allah'ın adını yüceltmeyi amaçlamayan okuma hiçbir şekilde ilahi vahyin bütüncül mesajını doğru takdir edemeyecektir:
"Ama (hem gece hem de gündüz) Rabbinin adını an! Ve bütün varlığınla kendini O'na ada!" [749]
Önyargılardan arınarak, Allah'ın rızasını kazanmak için Kur'an'ı okumak, istiâze ile/şeytani olan her tür güç odaklarından ilahi vahyin esenliğine sığınarak mümkündür. Hem şeytani güçleri hem de Rabbi memnun etme amacı taşıyan Kur'an okumaları, yarım gönüllü münafıkların işidir. Günümüzde bu tür münafıklar, Kur'an'ın aslına nüfuz edemedikleri için manasında, meal ve tefsirinde reform yapma, ilahi vahyin te'vili ile tahrif yapmaya yönelmektedirler. Çünkü onlar her işlerinde olduğu gibi vahyi te'vil etmede de Allah'a istiâze'de bulunmamakta, tâğutlara sığınmaktadırlar. Oysa sığınmaya değer tek güç Allah'tır:
"İmdi Kur'an okuyacağın zaman, hemen o kovulmuş şeytandan istiâze yap!:Allah'a sığın (Eûzü-Besmele). Gerçekte onun İmana erişenlerin ve Rablerine güven bağlamış olanların üzerinde bir nüfuzu/etkisi yoktur. Onun yalnızca kendisini izlemeye istekli olanlar üzerinde ve bir de ona tanrısal nitelikler yakıştıranlar üzerinde etkisi vardır." [750]
"Günümüzde bir takım çevrelerin sistemlerin düzenlerin onayını alabilmek için veya zalimlerden "aferin" alabilmek için, ya da özgüvenden yoksun kompleksli kişiliğini doyurmada dünyayı ahirete tercih eden bir ahlakı tercih ettiği için Kur'an'ı yorumlamaya kalkan Samiriler vardır. Böyle kimselerin Kur'an'ı doğru anlama ve doğru tebliğ etmeleri mümkün değildir. Çünkü Onlar Kur'an'ı Allah'ın adı ile değil tâğutun adı ile okumakta, yorumlamakta, hatta tefsirleri ile tahrif etmeye kalkmaktadırlar.
Tağuttan yardım dilemek için, zalimlerin rızasını elde etmek için Kur'an'a yapılan tüm müracaatlar telafisi imkansız yanlışlara yol açacak, ilahi mesajın bir kısmının ya neshi/hükmünün ortadan kaldırılmak istenmesi ile ya da müstekbirlerin hatırı için tahrif edilmesi sonuçlanacaktır. İslâmî bir dâva, tağutlardan müdâhane/yağcılık ve ilkesizlik yaparak onların gönüllerini alma anlamına gelecek hiçbir yardım almamalı, İlahi mesajı da onların gözlüğü ile okuyup yorumlamaya kalkmamalıdır. "Saray uleması" diye geçmişte ünlenen Samiri kılıklı bir takım "dîn!" uzmanlarının Allah'ın bizim için seçip razı olduğu İslam'ı zalimlerin hizmetlerine sunabilmek için çeşitli çabalar içerisinde oldukları tarih boyunca vaki olmuştur. Böyle kimselerin varlığı fitne/sınama vesilesi olarak, Kıyamet'e kadar da devam edecektir.
Furkanın/doğru ile yanlışı ayırdetmenin ölçülerini lütfeden ilahi kelam, zalimlerin yanlışlarını onaylama, fasıkların günahlarına fetva çıkarma aracına indirgendiğinde tabii ki, sonuçta Kur'an anlaşılamayacaktır. Çünkü Kur'an, sadece kalplerini arınmaya açık tutan, mütevazi, Rablerine karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için bir hidayet kaynağıdır. Muttakiler için Kur'an'ın genel mesajı Arapça bilmeseler de meal, tefsir okumasalar da, ilkesel ve amelî yol göstericiliğe ilahi rızayı kazanmaya elverecek açıklıktadır. Çünkü yeryüzünde her zaman İslam'ı yaşayan sünnet ile hayatına hakim kılmış bir zümre mutlaka var olmuş, Kıyamet'e kadar da var olmaya devam edecektir.
Tağutu inkar etmeden iman etmek nasıl mümkün değilse, tağut adına Kur'an'a başvurmak da fehm-fıkh çabalarında istenmeyen neticelerin hasıl olmasına yol açacaktır. Aslında Kur'an, bütün boyutları ile açık ve anlaşılır bir mahiyet taşımaktadır. Fakat asıl sorun, müstağnilerin, müstekbirlerin, zalimlerin kısaca arınmak değil saptırmak için pazarlıklı bir şekilde Kur'an'ın açacağı kapıların önünde bekleşen kötü niyetli kimselerden ve onlara içerden izinsiz yardım yapmaya kalkan işbirlikçilerin "Allah'ın adı ile" olmayan çabalarından kaynaklanmaktadır.
Tağutların razı olduğu bir mücadele nasıl İslâmîlik vasıflarından uzak ise, İlahi rızayı elde etmede bulanık niyetler taşıyan her okuma da Kur'an'ı yanlış anlamaktan, yanlış yerlerde araçlaştırmaktan asla kurtulamayacaktır. Rabbimiz çok sayıda ayette bu tehlikeye dikkat çekerek loyalist/bağımlı, yamalıkçı, eklemlemeci, entegrist kişilerin muhtemel saptırmalarına karşı bizleri uyarmakta, mücadelenin ' tagutu inkar"la başlaması gerektiğini beyan etmektedir:
"O halde tâğuta/şeytani güç ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede/urvetü'l-vüskaya tutunmuşlardır. Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir." [751]
Burada Peygamberimizin "müstekbirlerin hatırı için mustazafların kalbini kırmakla sonuçlanabilecek eğilimleri"nin eleştirildiği Abese Suresi ayetleri hatırlanmalıdır. Eğer bu eğilime Rabbani izin çıkmış olsaydı, İslami mücadele ana caddesinden, asıl ekseninden sapabilecekti. Öte yandan bundan daha kötüsü İlahi vahyin sağladığı olanakları zalimlerle ilişkilerde, heba etmek de mümkündür.
Bu sebeple Kur'an'ın mesajının gönüllerde meydana getirdiği kazanımların yok olmasına yol açabilecek, haksızlığı körükleyici, sömürüye çanak tutucu, zulmü meşrulaştırıcı tutumlardan kaçınmak şarttır. Aksi takdirde Rabbani mesaj, "mücadelede kazanılanın masada kaybedilmesi" manasına gelebilecek ilişki biçimlerinin meşrulaştırıcı aracı durumuna düşürülmüş olacaktır. Ki bu tür anlama ve yorumlama şekilleri ile, İlahi mesajın doğru kavranması/fıkhedilmesi imkansızdır. Kur'an ile olan ilişkide niyetin sonucu nasıl da belirlediğini aşağıdaki ayetleri mealinden okuyalım:
"Ve (gerçeği anlamamalarından ötürü onlara) Kur'an okunduğu zamanlar seninle Ahiret'e inanmayacaklar arasına görünmeyen bir perde çekeriz. Ve kalplerine, kalplerine onu kavramalarına engel olacak bir örtü koyarız ve kulaklarına da bir tıkaç. Ve bu yüzden Kur'an okunurken ne zaman Rablerinden tek ilah olarak söz etsen nefretle sırtlarını dönüp giderler. Seni dinledikleri zaman, Biz onların aslında neye kulak kesildiklerini ve kendi aralarında görüştükleri zaman, bu zalimlerin (birbirlerine): '(Eğer Muhammed'e uyarsanız), düpedüz büyülenmiş bir adama uymuş olacaksınız.' dediklerini çok iyi biliyoruz." [752]
Tağutlarla ilişkiyi belirleyen bir diğer ilke de, "müdâhane etmemektir. Müdâhane; şer güçlerin ilgisini, sevgi ve hoşnutluğunu elde etmek için yağcılık yaparak ilkesiz davranmaktır. Bu ilkesizlik hali ile yapılan Kur'an okumaları, "Allah'ın adaleti ikame etme emri"ne hizmet edeceğine, bir kısım ayetlerin içinin boşaltılmasına, bir
kısmının tahrifine ve neshine/hükmünün ortadan kaldırılmasına yol açabilecek tehlikeleri özünde barındırmaktadır.
Bize göre Kur'an'ın kimi konularını kimileri ile rekabete sokmak, birbirleri ile üstünlük yarısına sokmak müdâhanedir. Fariza veya tavsiye içeren ayetleri birbirleri içerisinde kıymetlendirme hiyerarşisine tabi tutmak, anlatım kolaylığından çok etkisiz kılma çabasından başka bir şey değildir. Mesela, ilim öğrenmek de, tesettürü başörtüsü ile taçlandırmak da gereklidir. Fakat bunların birinin diğerinden daha üstün ve öncelikli olduğunu iddia etmek gayba taş atmaktır. Çünkü hagisinin Allah katında diğerinden daha öncelikli olduğunu O'ndan başkası bilemez.
Aynı şekilde Allah'ın bazı ayetlerinin "yasama ruhu, fiilî yasama ayırımları ile, devir değişti" türünden bahanelerle neshine yol açabilecek tutumlar içerisine girmek, Kur'an'ı Allah'ın adı ile değil, tâğutun adı ile okumaktan ileri gelmektedir. Ki, bu tutum Kitab'ı ikincil kaynak durumuna düşürmekte, seküler aklı birincil kaynak durumuna yükseltmektedir. İlkeyi değil, icâbât-ı vakt-i hal'i (reel politiği veya mevcut durumun geçici, dönemsel şartlarını) kutsallaştıran, müstekbirlerin hatırı için mustazafların gönlünü kırmaya yol açan bu tür tutumlar, Kur'an mesajının yanlış anlaşılmasına ve yanlış yaşanmasına yol açacaktır. Aşağıdaki ayetler zalimlerle olan ilişkilerde Kur'an talebelerinin takınması gereken onurlu tutuma dair Rabbani buyrukları özetlemektedir. Bu tür saptırıcılara karşı nasıl uyarıldığımızı ve tehlikelerin her zaman varolacağını, Peygamberimizin şahsında dile getiren ilahi vahyin mesajından okuyalım:
"Gerçek şu ki, yalnız senin Rabbin, kimin kendi yolundan saptığını blîlir ve yalnız O'dur, kimin doğru yolda olduğunu bilen. O halde kafirlerin arzu ve özlemlerine uyma. Onlar senin (kendilerine müdâhane yapmanı/yağcılık yapacak derecede yumuşak davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar. Ayrıca yemin edip duran alçağa uyma, yahut iğrenç dedikodular yapan iftiracıya, yahut iyiliğe mani olana, (yahut) günahkar zorbaya, yahut ihtiraslarına esir olmuş zalime ve bütün bunların ötesinde (insanlara) hiçbir faydası dokunmayana." [753]
"İçlerinden seni dinleyenler vardır. Biz onların kalpleri üzerine anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk. Her mucizeyi görseler de ona yine inanmazlar. Seninle tartışmak için sana geldiklerinde o Kafirler derler ki; bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir." [754]
Yukarıdaki satırlarda da izah etmeye çalıştığımız gibi, arınmak gibi hiçbir niyet taşımayan -üstüne üstlük mücadeleyi ekseninden saptırmaya çalışan- müstekbirleri kale alan bir yorumlama yöntemi, ilahi vahyin neshi ve tahrifi ile, İslam davasının yolundan sapması ile sonuçlanabilecektir. Çünkü kendilerini arınmaya muhtaç hissetmeyen, gurur ve kibir küpü bir kalp ile Kur'an'ın açacağı kapıların önüne gelen bu kimseler, aslında gereğince iman etmek için değil, saptırmak için gelmişlerdir. Müminlerin bu kimselerin kalıplarına ve dış görüntülerine aldanarak atacakları her adım, İslam davasının sapmasına ve Kur'an'ın temiz gönüllere gidecek mesajının tarihte ve günümüzde zalimlerin hoşuna gidecek şekilde ilahi mesajının önünün tıkanmasına yol açacaktır.
Tarihte ilahi vahyi tağutların istekleri, şirk kültürlerinin etkisi ile yorumlayan işbirlikçi Sâmirî'lerin örnekleri çoktur. Geçmiş vahiyler bu şekilde asıl amacından, mihverinden sapmış ve onların şahitlikle görevli ümmetleri geçici olanın büyüsüne kapılarak saf, an, duru olan Rabbani mesajı bu nedenle bulandırarak sonraki nesillere aktarmışlardır. Bu duruma en iyi örnek, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Hristiyanlar Yunan pagan kültürü ile zihinleri talan edilmiş ve Roma uygarlığının hakim putperest paradigmasının etkisi altında yaşayan geniş kitlelerin cazibe merkezi olabilmek için onların yanlışlarını önce sineye çekmişlerdir. Daha sonra da sineye çektikleri şirk tezahürlerini İsa Peygamberin şahsında yeniden üretmiş, yeniden canlandırmışlardır. Aynı şekilde benzer bir yanlışı da kapitalistleşme sürecinde yapmışlardır. Sanayi devrimi ile birlikte başlayan, 1789 Fransız Devrimi ile perçinlenen süreçte, "sınırsız maddi olanaklar elde etme, sonsuz büyüme amacı ile hareket eden" talana liberal dünya görüşü, her tür mistik tasavvuru önünde engel olarak görmüştür.
Halen de içinde yaşadığımız bu dönemin miladı olan Fransız Devrimi'nin laik-seküler idealleri ile Hristiyanlığın hayata çekidüzen vermeyi amaçlayan nasslarına sokağa çıkma yasağı konulmuştur; dini bir çok görüntü vicdanlara ve mabedlere hapsedilmiştir. Tabii ki Hristiyanlığın seküler politikaların emrine verilme süreci başlamamıştır. Maalesef Yunan pagan kültürünün şirk unsurlarını, M. S. 325 yılında başlayan konsiller zinciri ile, gerçek dinin tahrifinde kullanmaktan çekinmeyen Katolik Kilisesi, yeni dönemde de liberal dünya görüşünün "Allah'a alan tahsis etme emeli"ne karşı direnememiş, sessizliğe bürünerek durumu sineye çekmiştir. Bireylere sınırsız bir hareket alanı açan, hiçbir güce karşı sorumluluk bilinci uyandırmayan bu dünya görüşü Birinci ve İkinci Dünya talan savaşlarını örgütlemiştir.
Rabbimiz önyargı ile ilahi bildirime yaklaşanlar için hakikatin kapılarını kapatmıştır. Çünkü niyetleri annmak değil, saptırmaktır. Öyleyse müstekbirlerin kabulünü kolaylaştırmak gayesi ile de olsa ilahi hakikat dili eğip bükerek değil, olanca çıplaklığı ve olanca açıklığı ile dillendirilmelidir. Çünkü kendini kendine yeterli görüp kibire kapılanlar, haksız yollarla elde ettikleri menfaatlerinin ve statülerinin sarsılacağı hiçbir hakikati kabule yanaşmayacaklardır. Eğer zâlimler, tevhid ve adaletin yegane teminatı olan ilahi hakikatin kapılarına dayandılarsa bilinmelidir ki bu, saptırmak içindir desteklemek için değil. Yüce Allah ve mesajı karşısında takınılması gereken alçak gönüllü tutum yerine, istiğnayı ahlak edinen yeryüzünün mağrur putperestleri, yaşadıkları müddetçe ilahi vahyin saf kaynağını asıl mihverinden, kendi bütünlüğünde kopararak bozmaya çalışacaklardır. İsrâ Sûresi'nden konu ile ilgili ufkumuzu açan uyarıcı bir kaç ayet okuyalım:
"(Ey Muhammedi) onlar (yolunu şaşırmış kimseler), Bizim adımıza, vahyettiğimizden başka bir şey ortaya atasın diye, seni ayartarak vahyettiğimiz gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışmaktalar, öyle ki, bunu başarabilselerdi, seni kendilerine hemen dost edinirlerdi. Eğer sen(in imanını) berkitmemiş olsaydık, belki de onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. O zaman sana hayatta da, ölümünden sonra da kat kat (azap) tattırırdık ve Bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın!" [755]
İlahi vahyin ebedi mutluluğun anahtarlarını veren hatırlatma ve öğütlerinden, sadece arınmak isteyenlerin bir nasibi vardır. Yoksa kötü niyetle Kur'an'ın mesajına yaklaşanların ondan bir hayır elde etmeleri mümkün değildir. Öyleyse tâğutların rızasını elde etmek amacı ile Kur'an'ı emellerine alet eden okumalardan dolayı, Allah'ın adı ile, annmak için vahye gönül veren biz müminler moralimizi bozmamalıyız. Çünkü aşağıdaki ayetler, Peygamberimizi bile kuşatacak kadar amellerini süsleyen bu tür saptırıcıların her zaman bulunacağını beyan etmektedir:
"İstiğna edene/kendini kendine yeterli görüp Allah'a muhtaç olduğunu itiraf edecek tevazuya sahip olmayanlarla gelince, sen bütün ilgiyi ona gösterdin. Halbuki, onun arınmaktan geri kalmasından sen sorumlu değilsin. Ama sana büyük bir istekle geleni ve (Allah ) korkusu ile (yaklaşanı) sen görmezden geldin! Elbette bu (mesajlar yalnızca birer hatırlatma ve öğütten ibarettir. Kim istekliyse O'nu hatırlayıp öğüt alabilir." [756]
Sözün özü, Kur'an mağrur ve iflah olmaz müstekbirleri değil, mustad'aflan kollayan bir bilinçle okunmalıdır. Geçmiş yüzyıllardaki ve günümüzdeki örneklerini incelediğimizde görüleceği üzere, "yeryüzündeki küçük dağları ben yarattım edası" ile dolaşan kibir müptelası zalimleri celbetmek için, Kur'an'ın mesajında her hangi bir oynama yapmak doğru değildir. Aksine Kur'an'ı okurken ve hayata müdâhil kılarken, mustazafları kollayan bir tebliğ usûlü takip etmeliyiz.
İlahi vahyin korunmuş kaynağı olan Kur'an'ı kolaylaştırmak, inceltmek adına yapılan yumuşatma çabaları terk edilmelidir. İlkeyi yumuşatmak yerine da'vet'te "ruveydâ/yavaş yavaş, planlı bir şekilde, sevgi ile düşmanın kalbini feîh etme ilkesi"ni hatırlayıp işletmek daha doğru bir tutumdur.
Tağut olduğu basiretli her mümince hemen takdir edilebilecek güçlerin rızasını elde etmek için Kur'an okumak, her sûrenin başında yer alan "besmele ilkesi"ne aykırıdır. Ki bu ilke birincil derecede önemli olup, besmelesiz Kur'an okumak hem şeklen hem de öz itibariyle haramdır. [757]
İnsanoğlu unutkan bir varlık olduğu için sürekli hatırlamaya muhtaçtır. Bu nedenle, ilahi vahyin insan benliğinde amaçlanan tesiri uyandırabilmesi için, onunla sürekli hemhal olunmalıdır. İnsanlara asli görevlerini, varoluş gayelerini hatırlatan Kur'an sürekli okunmalı, başucu kitabı yapılmalıdır ki, amaç hasıl olabilsin. Yoksa ikinci dereceden bir kaynakmış gibi, arada sırada başvurulan bir kitap durumuna düşürülmesi müminler için olacak şey değildir. Çünkü Kur'an öncelikle müslimler, sonra da bütün insanlık için müzekkirdir/İlahi bir hatırlatmadır.
Sürekli okumanın bir hikmete binaen olması da şarttır. Yoksa bilinçsiz bir şekilde öylesine okumak, her hangi bir faydaya haiz olmaktan uzaktır. Bu nedenle ilahi kelamı, Rabbimizle iletişim kurmanın, O'nun buyruklarını öğrenmenin en sağlam en sahih yolu olduğu için tüm yaşamımızı kuşatacak şekilde okumalıyız. Bu iletişimin amacı, "salt malumat edinmek için değil, bir derin bilinç, bir yerleşik inanç ve dünya üzerine ondan kaynaklanan ahiret ekinleri ekmek" için olmalıdır. [758]
"Gerçek şu ki; bu (Kur'an) muttakiler için bir tezkiredir." [759]
Yukarıdaki ayette de beyan edildiği üzere, biz muttakiler kalplerimizi Allah'ın arındırmasına açık tutup, O'na karşı sorumluluk bilinci taşımanın bir gereği olarak, şer odakları ile mücadele için savunma ve taarruz yöntemlerini öğrenmek için Kur'an'i sürekli okumalıyız. Çünkü İlahi Kelam, Allah'ın özellikle gayba iman eden muttaki kullarına öğüt vermek, asli görevlerini hatırlatmak için gönderilmiş bir zikir kaynağıdır. Gayba iman etmeyen kafirlerin ondan okumak suretiyle amaçlanan verimliliği alması, mümkün değildir. [760]
Kur'an Allah'ın hatırlanması, hatırlatılması için bir bilinçlenme, bir arınma ve arındırma kaynağıdır. Şan ve şeref anlamına da gelen zikr, her şeyden önce Rabbimizin gönüllerimize şifa verecek olan öğütlerini hatırlatan bir elçiliktir. Kalpler ancak ve ancak bu zikir ile tatmin olur, dinginleşir, huzura erer, doyuma erişir.
"Onlar ki, imana ermişler ve Allah'ı zikir ile kalpleri huzur ve doyum bulmuştur. Çünkü bilin ki, kalpler gerçekten de ancak Allah'ı anarak huzura erişir." [761]
Kur'an, rahman ve rahim olan Allah'ın öğüt ve uyarıları ile doludur. Bu öğütlere tabî olanlar, kendisi ile dünyâ ve Ahiret'te şereflenir, onurlanır, vesveseci cin şeytanlarının süsledikleri günahlara ve zikri örtbas etmek isteyen velveleci insan şeytanlarına karşı karşı direnme gücü bulur.
"... Onlar Rahman'ın zikrini/insanlara asli sorumluluklarını hatırlatan uyarılarını ört bas ederler; gizleyip saklarlar." [762]
"... Unutmayın ki o (Kur'an) bütün insanlığa bir zikirden/asli sorumlulukları hatırlatıcı öğütlerden ibarettir." [763]
Kur'an'ı öylesine, her hangi bir kitabı okuyor gibi okumak amaçlanan verimin kazanılmasını imkansız hale getirecektir. Çok sayıda ayet sonunda Rabbimiz "Neden tefekkür, tedebbür, tezekkür etmiyorsunuz?" buyurarak, gayeli okuyuşa dikkatlerimizi çekmektedir.
Bu sebeple Kur'an'ı tezekkür için, Rabbimize, kendimize ve çevremize karşı sorumluluklarımızı hatırlamak için, tedebbür için; işin inceliğini kavramak, iyiden iyiye düşünmek, bazı şeylerin kıyas ile sonucunu önceden kestirecek basiret ölçüleri edinmek maksadı ile okumalıyız.
Hakikatin kaynağının Kur'an olduğunu takdir edecek olanlar, sadece ulu'1-elbâb/akıl sahipleridir:
"Bu (Kur'an) bütün insanlığa bir mesajdır. Öyleyse artık onunla uyarı bulsunlar ve bilsinler ki, tek ilah O'dur; ve ulu'l-elbâb/sağduyu sahipleri de bunu akıllarında tutsunlar." [764]
Kainat ayetleri ile Kur'an arasında irtibat kurmak için okumalıyız. İkisini birbirine kırdırmak için yoğun çaba sarfeden bilimi seküler ideolojilerine alet eden tabiat bilimcileri kevnî âyetler ile ilahi vahyin hakikatlerini kapıştırmak için bıkmadan usanmadan çalışmaktadırlar. Biz İbrahim (a) gibi kevnî olan ile vahyî olanı dengeli bir şekilde okumayı becerecek bir basirete sahip olmalıyız.
"Onlar ki ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında Allah'ı anar (ve ) göklerin ve yerin yaratılışları üzerinde tefekkür ederler/iyice inceden inceye düşünürler. (Ve şöyle derler): 'Ey Rabbimiz! Sen bunlan(ın hiç birini) anlamsız amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın, sübhansın. Bizi ateşin azabından koru!" [765]
Öyleyse şunu söyleyebiliriz:
Yüzeysel okuyanlar Kur'an'dan gerekli faydayı sağlayamazlar. Kafa yormadan, derin bir kavrayışı amaçlamadan, işin inceliğine vakıf olma gayesinden uzak olarak okumak, ilahi vahyin mesajını doğru anlamayı engelleyecek olumsuz tutumlar olarak anılabilir.
Aşağıdaki ayetlerde beyan edildiği üzere, Kur'an'ı gereğince anlamak, iyice kavramak için "derin bir tefekkürle, halis bir niyetle, arınmak isteyen bir kalple" ilahi vahyin mesaj kapılarını tıklatmak gerekmektedir.
"Öyleyse, onlar bu Kur'an üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" [766]
Gereğince idrak etmek isteyenler için Kur'an'ın mesajının anlaşılması Rabbimiz tarafından kolaylaştırılmıştır; (tabii ki, sadece müddekkirler/sahiden idrak etmek isteyenler için):
"Bu nedenle biz bu Kur'an'ı zikr için/akılda kolay tutulması için, kolaylaştırdık." [767]
İlahi vahyin mesajını okumanın temel gayesi, hidayete ermek, yani salih ameller işlemeye hazır bir benlik kazanmak, arınmak, bilgilenmek, bilinçlenmek olmalıdır. Rabbimizin öz benliklerimizde oluşturmayı hedeflediği gayenin gerçekleşmesi imkansız değildir. Fakat basit, yüzeysel ve sıradan bir iş de değildir. Çünkü Kur'an "kavlün sekiyi" dir. Yani ağır sorumluluklar yükleyen bir mesajın kaynağıdır:
"Ey örtülere bürünen! Gece biraz ilerleyince kalk! Gece yarısı -gece yarısı biraz önce ya da sonra- (kalk) ve Tertilen/ağır ağır (derin bir bilinç, düzenli ve gayeli bir okuyuşla), duyarak-hissederek Kur'an okul Biz sana kavlen sektyli/sorumluluğu ağır bir mesajı tevdi edeceğiz." [768]
Bilinçli bir şekilde, ibret almak için, basiretli bir gözle okumalıyız. Kur'an'dan ahiret gününe iman etmeyenler ders alamazlar. Müddessir Sûresi'ndeki Rabbani beyan'a göre, İlâhî vahy'in mesajının sadece, öte dünya gerçeğine iman edenler için "faydalı öğüt" niteliği vardır:
"Asla onlar öte dünya(ya inanmazlar ve on)dan korkmazlar. Aslında bu (Kur'an) bir öğüttür Ve dileyen herkes ondan ders alabilir. Ama o (öteki dünyaya inanmaya)nlar, Allah dilemedikçe ondan ders almazlar. Çünkü o (Kur'an'ı indiren Rab), takva ve mağfiretin kaynağıdır." [769]
Kur'an'ı gereğince anlayanlar, iyi niyetle okuyup, bütün benlikleri ile kulak ve gönül verenlerdir. Kur'an gerçeği gördüğü halde kabule yanaşmayan, ön yargılarının esareti altında olup, kötü niyetli bir şekilde ilahi vahye yaklaşanların hakikate karşı körlüklerini inatlaştıran bir işlev görür. [770]
"Yoksa siz, gece boyunca secde ederek yahut ayakta durarak/kıyam ederek kendini Allah'a ibadete adayan, ahirete öncelik veren ve Rabbinin rahmetim dileyen kimse (ile kendinizi bir mi tutuyor) sunuz? De ki! Hiç bilenlerle (alimlerle) bilmeyenler (cahiller) bir olur mu? Ancak yalnızca akıl- izan sahipleri bunun farkındadır." [771]
Gece az uyumak övülmüş bir salih ameldir. Yüce Allah cennetini hak eden takva sahiplerin özellikleri arasında "az uyuyup çok ibadet ve zikirle meşgul olmayı" saymıştır:
"Gecenin az bir kısmında uyurlardı. Bağışlanmak için kalplerinin derinliğinden gelerek yalvarırlardı." [772]
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler de göstermektedir ki, gece kıyamı huşu ile Kur'an okuyup arınmak ve arındırmak için gereken bilincin kazanılmasında asla ihmal edilmemesi gereken olanaklar sunmaya namzettir.
İnsanları birbirinden üstün kılan hasletin ne olduğunu, tabii ki en sarih bir şekilde Rabbimizin beyanlarından öğrenebiliriz. Gece kıyamının yüreklerimize katkısını unutmayalım. Çünkü, gece yapılan ibadet özgüven aşılar, kalbe dinginlik kazandırır. İnsan ve cin şeytanlarına karşı cihadımızda bilinç hazırlığı sağlar, bizi diğer insanlarından üstün kılar. Bu nedenle Kur'an'ı huşu ile okumak, ilahi merama uygun bir şekilde mesajı kuşanmak, yerinden oynatılamaz bir kaya gibi kalbimize yerleştirmek için bu imkandan yararlanmak gerekmektedir.
Bizzat kendi öz benliğimizden gelen kötülük çağrılarına ve dışımızdaki şer güçlerin bizi sürüklemek istedikleri cehennem çukurlarına karşı silahlanmak, hazırlıklı olmak zorundayız. Bu hazırlığın yöntemlerinden biri de düzenli Kur'an okuyuşu ve ibadetle taçlandırılmış gece kıyamıdır. [773]
"Onların bu elçiye indirilen (Kur'an'ı) anlamaya başladıkları zaman gözlerinden yaşlar boşaldığını görürsün, Çünkü ondaki hakikatin bir kısmını tanırlar, (ve) 'Ey Rabbimiz!' derler. Biz inanıyoruz, öyleyse bizi hakikate şahitlik yapanlarla birlikte tut!" [774]
Kur'an'ı anlamak gözlerden yaşların boşandığı bir duyarlılığa yol açıyorsa, anlamlıdır. Yoksa arınmayı ve arındırmayı amaçlamayan, salt mekanik bir bilgilenme aracı olarak görülmesi, mü'minlerle müşrikler (müslümanlarla-şarkiyatçılar/oryantalistler) arasında varolması gereken farkları ortadan kaldırır. Ki bu farkın ortadan kalkması demek, Kur'an'ın sıradanlaştırılması demektir.
İlahi olma vasfı olan bir kitap, her şeyden önce insan ile yaratıcı arasındaki temel ilişki biçimi olan "imtihan" araçlarını düzenler. Yoksa insanlar arasında -hele hele müminler arasında- bir bilgi yarışının müsabaka alanı olarak görülemez. Böyle bir muamele ilahi vahye ihanet anlamına gelir.
Duygu ve duyarlılık dolu bir gönülle Kur'an'ın bize açacağı kapılara dayamalıyız tüm kalbimizi. Çünkü müminlerin Kur'an'ı okudukları ve dinledikleri zaman takınması gereken tutum "İmanın kökleşmesi, kalplerin korku ile titremesi, ümit ile yatışması "dır. Enfal Sure-si'nden bir ayet ile, bu örnek gösterilen duyarlılığa dikkatlerimizi yoğunlaştıralım:
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allah'tan söz edilse kalpleri korku ile titrer; Ve kendilerine her ne zaman O'nun ayetleri ulşatırılsa inançları güçlenir, Rablerine tevekkül ederler/güven hisleri ile dolarlar." [775]
Cahiliyyenin karanlığını bir meşale gibi ışık huzmeleri saçarak ayetleri ile aydınlatan Rabbimiz huşu ile Kur'an okumanın övülen bir vakti olarak geceye dikkatlerimizi çekmektedir. Çünkü gece zamanın idrakine varmamızı sağlayıcı işaretlerle doludur.
"Rahman'ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vekar içinde yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa (sadece) 'selam!' derler. Onlar ki, gecenin derinliklerinde secdeye vararak ve kıyama durarak Rablerini anarlar." [776]
Yüreklere çöreklenmiş olan cahiliyye alışkanlıklarından arınmak ve gündüz yapılacak mücadeleye hazırlık için, gecenin uygun bir vakit olduğunu belirtilmiştir. Peygamberimiz gibi öncü mü'minlere tavsiye edilen gece kıyamı ile ilgili ayetlerde vurgulandığına göre bu vakitler, öz benliğimizi ve çevremizi Kur'an ile irşad etme eğitimi için huşu ile göreve kendini vermek için çok uygundur. Bu olanaktan Kur'an'ı gereğince okuyup, gündüze hazırlanmak için, hem fert olarak hem de toplu olarak yararlanmalıyız.
Gece "Kur'an ile" Rabbimize ibadet etmek; benliğimizin kötülüğe çağıran vesveselelerine karşı yenilmez bir iman donanımı kazandıracaktır. Çünkü geceleyin rukular, secdeler tüyleri diken diken eden kalpleri yumuşatıp yatıştıran, gönülleri dinginleştiren bir muhteva kazanmaya gündüzden daha uygundur.
Zor zamanda mücadeleyi üstlenen Peygamberimiz ve öncü müminler, gecenin üçte birini veya daha azını, bazen daha çoğunu kıyam halinde, uyanık geçiriyor, ibadet ediyor, gündüzü planlıyorlardı.
Müzzemmil Suresi'nden öğrendiğimize göre, gecenin bazı vakitlerinde kalkıp düzenli, planlı bir şekilde Kur'an okuyup namaz kılmak; gündüzün meşakkatlerine ve her taraftan saldıran şeytani tuzaklarına karşı, iman ettiğimiz değerlere uygun hareket edebilme azmini yakalayabilmek ve bizi bekleyen ağır sorumluluklara hazırlık için şarttır. [777]
İsra Suresi'nde buyurulduğuna göre Teheccüd Namazı, nefsi tekamül ettirir; makam-ı mahmuda yükseltir:
"Ve gecenin bir vaktinde kalkıp kendi isteğinle yaptığın nafile (ilave) bir eylem olarak teheccüd namazı kıl! Ki, böylece Rabbin seni belki makam-ı mahmuda (övgüye değer bir konuma) yükseltir" [778]
Mü'miminleri makam-ı mahmuda yükseltenin gece yakarışı olduğunu, Kur'an'ın sarih beyanlarından anlamaktayız. Allah'a ibadeti amaçlamayan bir Kur'an kıraati asla maksada erişebilme kudretini kendinde bulamayacaktır. Bu sebeptendir ki, ilahi övgüye mazhar olmanın yollarından biri olarak Kur'an'da teheccüd namazı önerilmiştir. Aynı zamanda bir Kur'an tilavetini de içeren teheccüd namazı, bütün müminler için farz değildir. Ancak peygamberler gibi toplumlara dinin şahitliğini yaparak öncü olmaya azmetmiş müminler için, "zorunluluk derecesinde" bir ibadet şeklidir. Çünkü sabikûnun orta yolda gidenlerden ve geriden gelenlerden her bakımdan farklarının olması gerekmektedir. [779]
Böyle yüce bir gaye ile Kur'an'a gönül vererek okuyanların yar ve yardımcısı Yüce Allah olacağından, ilahi vahyin mesajını doğru anlamanın teminatı da sağlanmış olacaktır. Çünkü gece kıyamında huşu ile ibadet edip, düzenli bir şekilde Kur'an okumak, ilahi vahyin hidayete yönelten işlevinden yararlanmanın birinci şartı olan "takva"nın aşkın bir göstergesidir. [780]
"Allah'ın indirdiği vahiyden bazı kısımları gizleyenler ve bunu az bir kazanç karşılığı değiştirenlere gelince: Onlar karınlarını ateşle doldururlar. Ve Kıyamet Günü Allah onlarla ne konuşacak, ne de (günahlarından) onları arındıracaktır. Şiddetli azap onları beklemektedir." [781]
Geçmiş yüzyıllarda -Kur'an'dan önce- ilahi vahye muhatap olanların temel yanlışlarından biri yukarıdaki ayette "Kitab'ı bölmek" şeklinde ifade edilmiş ve bu tutum sahipleri ebedi azap ile tehdit edilmişlerdir. Kur'an; Rabbimiz tarafından beyan edilen, tefsir edilen bir kitaptır. Bu nedenle bir yerde genel olan bir hüküm, başka bir tahsis edilebilmekte, bir ayette kapalı gibi duran hususlar başka ayetlerde mufassalen, musarrafen açıklanabilmektedîr. Açıklamalar bazen aynı sure içerisinde yer alırken, bazen de Kur'an'ın tüm sureleri içindeki genel mesaja yayılmış olabilmektedir. Bu durumda arınmak için, salih niyetlerle Kur'an'a gönül verenlerin tek bir ayetin ilk anda akla gelen anlamından hüküm çıkarmak yerine, mesajın bütünlüğünde mündemiç olan öğütlerin tümüne dikkat ederek karar vermesi gerekmektedir. Bu konuyu önceki konularda, musarraf, müfesser, mufassal başlıkları ile açıklamıştık.
Kur'an'ı atomik/parçacı bir şekilde okuma çabaları "Bektaşi mantığı" diye önlenmiştir. Bu mantık "hakikatin bir kısmını öne çıkarırken diğer kısmını işine gelmediği için görmezden gelmeye çalışmak"-diye özetlenebilir.
İnsan yaşamını tüm yönleri ile tevhid ve adaletin gerektirdiği bir ölçüye göre kuşatmak isteyen ilahi kelamın mesajına karşı düşmanlar hem içerden -dost gibi gözükenler eli ile- hem de dışarıdan olabilir. Her iki düşman da [782] ayet bağlamında izah etmeye çalıştığımız gibi, müteşabih'in te'vili'ni fitne konusu yapabilmek için Kur'an'ın bütüncül mesajını göz önünde tutmadan yoruma gidebilir. Oysa Rabbimiz bu ayette, mesajın yanlış anlaşılmasının önüne geçmenin yollarından birini açıklamakta ve "müteşabih ayetlerin muhkem ayetlerin temeli üzerine bina edilerek anlaşılması gerektiğini" beyan etmektedir. Tek bir müteşabih ayette geçen bir kelime üzerinden fitne çıkarmak maksadı ile yapılan atomik/parçalayıcı tefsir çabaları hem iyi niyetli olamaz; hem de iyi niyetli olsa bile vehametle sonuçlanmaktan kendini kurtaramaz. Geçmişte Kitap Ehli'nin düştüğü bu duruma biz müminlerin -Kur'an talebelerinin- de düşmemesi için ilahi vahyin mesajını hikmetleri ile birlikte bütüncül olarak okumak zorundayız.
Hiçbir ilahi hükmü diğeri ile üstünlük yarışma, -örneğin ilim öğrenmek, başörtüsünden daha öncelikli bir farzdır demek gibi- diğeri ile rekabete sokmamalıyız. Tüm ilah mesajı bir bütünün ayrılmaz parçaları ile görmeliyiz. Bu bağlamda Kur'an konularını "i'tikad, ibadet, şeriat-muâmelât" diye ayırmak ifade kolaylığı açısından olmalıdır. Yoksa Rabbimiz mesajını böyle ayırımlara tabi tutmamıştır. Biz hiçbirini ötekinden ayırmamalıyız. Öyle ki, bütünün parçalarından biri olmadığında eksik kalacağını, özgünlüğünü -acebenliğini- yitireceğini bilmeliyiz. itikad olmadan ibadet ve şeriat ahkamı, şeriat olmadan da ahlaki ilkeler yetimdir, öksüzdür.
Öte yandan tâğutların rızasını elde etmek veya tembelliğe mazeret üretmek için Kur'an'ın bütünlüğünü parçalamak isteyen kimselerin -sınav devam ettiği müddetçe, Kıyamet'e kadar- her zaman varolacağı muhakkaktır.
Öyleyse bu tür durumlara hazır olmak lazımdır. Hazırlığımızı da sağdan ve soldan yaklaşan insan şeytanlarının düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık, tedbirli olmak suretiyle yapmalıyız. Bilmeliyiz ki, yeryüzünde İlahlık taslayan ve gücü elinde bulunduran insan şeytanlarının kalbini kazanmak için yağcılık yapacak gönüllü münafıklar her zaman ümmet içersinde bulunacak, Kitab'ın bütünlüğünü tâğutlar lehine bozmaya çalışacaklardır.
Bu tür kimselere karşı Rabbimiz, Rasulullah'ın şahsında bizleri uyarmaktadır:
"O halde (ey peygamber! Sırf kafirler hoşlanmıyorlar diye ve) onların 'Niçin ona gökten bir hazine indirilmedi, ya da niçin onunla (gözle görülür) bir melek gelmedi?' diye söylenmelerinden ötürü yüreğin daralıyor diye, sana vahyedilen mesajın bir kısmını göz ardı etmen hiç doğru olur mu? Unutma ki, sen sadece bir uyarıcısın; Allah ise her şeyin üzerinde gözetleyici olarak bulunuyor." [783]
İlahi vahyin gönülleri aydınlatan mesajını, "alimlerin hoşuna gitsin diye"dünyevi menfaatler karşılığında satanlar; onun bütünlüğünü göz ardı eden çabalar peşine düşerek bunu yapmaktadırlar. Günümüzde de Kur'an'ı zalimlerin hizmetine âmâde bir kitap haline getirmek isteyenler, fitne çıkarmak maksadı ile âdeta didik didik ederek onda çelişki aramakta, fitne konusu yapılabilecek unsurlar bulabilmek için çırpınmaktadırlar.
Biz müminlere düşen; bu tür durumlara düşmemek için, Kur'an'ı bütüncül okumalı, parçacı yorumlardan kaçınmalı, ilahi rızayı elde etmek gayesi ile Kitab'a yaklaşmalıyız; ilahi vahyin bir kısmını diğerine kurban etmek" gibi şeytanların süslü gösterebileceği uçurumların cazibesine kapılmamalıyız. Şeytanların sağdan yaklaşabileceğini bilerek hareket etmeliyiz. [784] Ayette beyan edildiği üzere, garrâya/dünya hayatının cazibesine kapılarak Kur'an'ı yorumlamaya kalkmamalıyız; yoksa sonuç ebedi mutluluğumuz açısından bir felaket olabilir!
Kur'an'ı mesajın bütününü göz önüne alarak okumak gerekir. Fitne çıkarmayı amaçlamayan iyi niyetli bir okuyucu bilmelidir ki, ilahi vahyin bir bölümünde gözüken kapalılık, ya başka bir yerde giderilmiştir; ya da konu şahitliklikle ilgili ise Rasulullah'ın amelî tanıklığına bırakılmıştır. Haddi zatında parçacı okuyuş, çoğunlukla kötü niyetli hasedçiler -reformistler, tutarsızlık arayan ve mesajı saptırmak isteyen kafirler- tarafından yapılan bir iştir.
"Kitab'ın bir kısmına iman edip diğer kısmını göz ardı etmek, bir kısmını diğerinin hükmünü iptal etmenin gerekçesi kılmaya çalışmak" gibi alçakça emeller taşıyanların, düştükleri zelil duruma ilişkin Bakara Suresi'nden bir ayet daha okuyalım:
"... Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." [785]
Kendi iç bütünlüğünde hiçbir çelişki ve tutarsızlık barındırmayan Kur'an'ı Yüce Allah müşriklerin bütün tenkitlerine rağmen tenzlien-tertilen/yavaş yavaş, planlı bir şekilde indirmiştir. Bu nedenle onun kıraati de nüzulüne uygun olmalıdır. İlahi kelam yirmi üç yıllık bir süreçte indirildiği halde ayetleri arasında tam bir tutarlılık ve tam bir iç bütünlük oluşturacak ilişki vardır.
Kur'an'ın yavaş yavaş indirilmesi onun mesajının muhataplarınca özümsenmesini, yüreklere işleyen bir yaşam alanın kazanmasını sağlamıştır. İşte bu sebeptendir ki, ilahi vahyi tam olarak anlamak isteyenler aceleci davranmamalıdır. Bir sonuç çıkarmadan önce mesajın tümünü incelemeli, bir parça hakikatin diğer ayetlere yayılan umûmi anlam örgüsü içindeki yerini doğru tespit etmelidirler.
İlahi kelamda münferit gibi gözüken meselelerin bile mesajın bütünlüğü içinde bir yeri vardır. Bu bütünlüğü göz ardı ederek yapılan kıraat, hikmetten yoksun sonuçlara yol açabilme ihtimali taşımaktadır. Hikmetle kıraat etmek ise tefhim ve tefsir ise konuları bütünlük içinde ele almayı, hepsini ortak bir potada eritmeyi gerektirir.
İşte bu nedenlerle Kur'an'ı mekanik bir şekilde, lalettayin sıradan bir iş yapıyormuş gibi kıraat etmek doğru değildir. İlahi vahyin mesajını kalbimizde duyumsamadan, gönlümüzde özümsemeden, huşûsuz bir sekile papağan gibi tekrarlamaktan kaçınmak gerekir. Bunun yerine mesajın kulaklara ve yüreklere işleyen mesajının elfâzından ve meânisinden gerekli faydayı elde etmek için ağır ağır, planlı bir şekilde hazmederek okunması gerekmektedir.
Kur'anın kimi konulara ilişkin yaklaşımlarını bütünü göz önüne tutmadan, tez canlılıkla, duygusal ve tepkisel bir şekilde açıklamaya kalkmak aşağıdaki ayette yasaklanmaktadır:
"Öyleyse (bil ki) Allah, var olan her şeyin ötesinde yüceler yücesidir. Mutlak ve nihai egemenlik sahibi, mutlak ve nihai gerçektir. Dolayısı ile Kur'an'ın vahyi bütünüyle sana ulaştırılmadan önce onun hakkında (görüş bildirmekte) tezlik gösterme, fakat (daima) 'Ey Rabbim! Benim ilmimi arttır' de!" [786]
"Biz bu (Kur'an 'ı) hak ile/batıl bulaştırmadan indirdik ve o da sana hak ile/hiçbir değişikliğe uğramadan ulaştı. Çünkü biz seni yalnızca bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve ayrıca onu insanlara yavaş yavaş (Alâ müksin) okuyasın diye, bir Kur'an/temel bir okuma metni olarak bölüm bölüm açıkladık, ayet ayet tenzilen/planlı bir şeklîde, safha safha indirdik." [787]
Tertil ve tenzile ilişkin açıklamalara geçmeden önce Kur'an'ın kaynağı ve oradan indiriliş süreci hakkında ön bir bilgi vermek istiyoruz: [788]
Kur'an; levh-i mahfuzda, meleklerden oluşmuş bir güvenlik kuşağı ile cin şeytanlarının kötü emellerinden beri kılınmış olan ümmül-kitaptan/ana kitaptan Rasulullah'ın kalbine indirilmiştir.
"Şüphesiz bu ilahi mesaj âlemlerin Rabbi tarafından tenzîlen/yavaş yavaş indirilmiştir; onunla mutlak güvenilirlik derecesinde olan bir vahiy inmiştir; senin kalbine ki, (Ey Muhammed onunla) uyaran kimselerden biri olasın." [789]
İndiriliş zamanı itibari ile Kur'an; Ramazan ayının son on günü içinde yer alan, bin aydan hayırlı bir değer biçilmiş Kadir Gecesi'nde indirilmiştir. [790]
Yüce Rabbimiz Kur'an'ı yavaş yavaş, planlı bir şekilde indirmiştir. Bu nedenle onun nüzul şeklini dikkate alan "bütüncül bir okuma sünneti "oluşturmak, biz müminlerin Allah'ın mesajına karşı sorumlulukları arasında yer almaktadır.
Rabbimiz gönülleri aydınlatan mesajını peyderpey, planlı ve düzenli bir şekilde indirmiştir. Ki bu sayede kalpler iyice ona aşina olsun, sıcak bir yakınlık kesbetsin, gönüllerde taht kuracak biçimde pekişebilsin. Bu sebeple tertilen indirilen ilahi vahyin yine aynı şekilde, merhale-tedric olgusuna dikkat ederek okunması gerekmektedir. Aksi takdirde yanlış anlamaların önünün almak mümkün olamayacaktır.
Yukarıdaki ayetin bir tefsiri bağlamında okunması gerektiğini düşündüğümüz Kıyâme sûresi ayetleri, tenzil ve tertile ilişkin olarak yol gösterici bir muhteva içermektedir. Bu ayetlerde Rabbimiz Kur'an'ın hıfzı ve tebyini esnasında acele etmemeyi, bilinçli planlı bir şekilde hareket etmeyi Rasulullah'ın şahsında vahye gönül veren tüm müminlere emretmiştir:
"Dilini hızla oynatıp durma. Çünkü onu (senin kalbine) yerleştirmek ve okutturmak Bizim işimizdir. Böylece onu telaffuz ettiğimiz zaman kelimelerini (bütün zihnini vererek) takip et; sonra onun anlamını açıklamak da Bize düşer." [791]
Yukarıdaki ayette belirtildiği üzere Rasulullah'a yüklenen "bütün benliğini vererek Kur'an okuma" görevi, bizim de Allah'ın vahyine karşı vazifemizdir. Rabbimizin vahiy ile gönüllerde meydana getirmek istediği amaçların hasıl olabilmesi ancak bu vazifeyi yerine getirmekle mümkündür.
Hem gereğince Kur'an okumalarımızda hem de İslâmî mücadelenin başarısını arzulamada, hem de kâfirlere muntakîm olan Allah'ın vaîd ettiği dünyevi ve uhrevi azabın başlarına getirilmesinde acele etmemek, sabırlı olmak müminler olarak takınmamız gereken vakarlı tutumlar arasında yer almaktadır.
İnsanoğlu aceleden yaratılmış bir varlıktır; her şeyin hemen olmasını isteyen bir karaktere sahiptir. Fakat biz müminler, hem vahyin mesajını kavrarken, hem de hayatımıza rehber olacak tanıklıklar ortaya koyarken acele etmemiz gerekir. Çünkü aceleye getirilemeyecek, ciddi sorumluluklar yükleyen bir ilahi vahiy karşısında sabır ve metaneti kuşanmak gerekir. Ciddi bir şekilde anlamak ve kavramak, amellerimizin sıhhatinin de teminatı olacaktır. Hikmetli bîr derinlikten yoksun, bütünlükten uzak Kur'an kıraati "yüzeysel olma zaafı"ndan kurtulamayacağı için, onu gereğince kavramaktan söz edilemez. Bu nedenle Kur'an yüzeysel değil derin, ciddiyetten uzak bir basitliğe indirgeyerek değil hikmetli bir şekilde okunması gerekir.
Tenzil ve tertil esası üzere indirilen Kur'an'ın kıraati aynı şekilde nüzulüne uygun olması gerekiyorsa, tatbikinde de aynı ölçüler geçerlidir. Allah'ın va'd ve vaîdinin acele istenmemesi, sınava talip olması gereken müminlere yakışan bir tutum değildir. Adaletin yegane teminatı olan ve işlerin sonunu belirlemede hiçbir otorite boşluğu oluşturmayan kudreti sonsuz Yüce Allah'ın takdirlerinin acele ile yerine getirilmesini beklemek doğru değildir. İslâmî mücadelenin öncüleri olan müminler, tertit ile sabır arasındaki ilişkiyi unutmadan hesaplarını daima gözden geçirmek durumundadırlar.
Özcesi; tenzil ve tertile İslam'ı yaşamlaştırırken, yeryüzünü Allah'ın boyası ile boyarken de dikkat etmek gerekmektedir. Allah'ın müminlere va'dettiği fetih-nusret/zafer ve yardımı da aceleye gelmez. Kafirlere vaîd ettiği dünyevi-uhrevi azap da aceleye gelmez. Bu durumda sabır; hem Kur'an'ın kıraatinde hem de tatbikinde sürekli mü'minin başında bulunması gereken metanet tacı olmaktadır. [792]
"Gerçek şu ki, bu Kur'an'ı sana safha safha indiren biziz." [793]
Tenzil; bir şeyi yavaş yavaş, acele etmeden, hazmederek huşu ile, bilinçli, planlı bir şekilde yapmak, iç bütünlük oluşturacak şekilde indirmek anlamına gelmektedir. [794]
Kafirlerin, müşriklerin bütün ısrarlarına rağmen rahmeti sonsuz rübbimiz Kur'an'ı bir defada değil, yavaş yavaş, safha safha indirmiştir. Bizim de ilk nesil müminler gibi ilahi vahyin bu karakterini göz önünde tutmamız, onu düzenli ve hikmetli bir yöntemle okuyup anlamamız gerekmektedir.
İlahi vahyin yirmi üç yıllık tedriç ile indirilmiş olmasının bakışta akla gelen hikmeti, şeriatın maksatlarının ve gayelerinin iman edenlerce iyice anlaşılıp kavranmasıdır. Salih amellerin kaynağı olan Kur'an vahyin iyice kavranması ise uygulamanın sıhhati ve Kıyamet'e kadar gelecek müminler için takip edilebilir örneklikler oluşturabilmek için şarttır. Bu durumda Kur'an'ın indirilirinden yüzyıllar sonra yaşayan biz müminler için tenzilin safha safha olmasının hikmeti de ortaya çıkmış olmaktadır:
Acele etmeden, yüzeyselliğin handikaplarına düşmeden, derin bir tefekkür, engin bir tefekkuhla Kur'an mesajını idrak etmeye çalışmak.
İnsanlığın ne yapacağını bilemez, şaşkın bir durumda kalmaması için, âlemlerin rabbi Allah tarafından tenzîlen/parçaları birbiri ile uyumlu bütünlük oluşturacak şekilde, kontrollü olarak yavaş yavaş indirilmiştir. Kur'an'ın peyder pey, aralıklı olarak indirilmesinin bir çok hikmeti vardır. Mesela tenzîlen indirilmiş olmasının hikmetlerinden biri, insanların -öncelikle müminlerin- ilahi vahyin yol gösterici mesajlarına ihtiyacını yangın bir yürekle hissetmesi içindir. Diğer bir hikmet de, birdenbire derin hakikatleri kavramaktan aciz olan biz insanların mesajı iyice kavrayacak bir sürece ihtiyacımız olduğu içindir.
Tenzilin çok sayıda hikmetinden söz edebiliriz. Bir tanesini daha anarak diğerlerini "ilimde derinleşenler"in selim akıllarının engin kavrayışına bırakalım:
Kur'an salt bir bilgi kaynağı değil, eylem ve talimatlar dizgesi olduğu için, hayata geçirilmez malumatlar yerine, yaşanılabilir hakikatlerin menşei olduğu için tenzilen/yavaş yavaş indirilmiştir.
"Kur'an indirilmiştir." Öyleyse onu kutsama adına, göklere çıkararak -daha doğrusu geri gönderme cüretini göstererek- aşırı tazim gösterisi yapmak doğru değildir. Çünkü ilahi vahyin 'mesajı hayalın tam ortasına, yaşamın merkezine onu dönüçtürmek, ıslah etmek için indirilmiştir. Bu nedenle Rabbani mesajın gönülleri aydınlatan mesajından faydalanmak için onunla iletişim kurmak gerekir.
Kur'an'ı biçimsel ve mahiyet itibari ile ulaşılmaz bir yükseklikte tutmaya gayret etmek, yüceltmek değildir; ince bir tahkirle, örtük bir alçaltına girişimidir. Söz konusu girişim iyi niyetli ama cahil kimseler eli ile olabileceği gibi kasıtlı bir şekilde de olabilir.
Kur'an'ın kasıtlı bir şekilde indirilmiş olduğu yeryüzü ile -yani hayat ile- bağını koparmaya çalışanlar, Allah'ın mesajının sorumluluk doğurmayan gerçek üstü bir alana ait olduğu vehmini yaymaya çalışmaktadırlar. İşte şirkde zaten bu yaklaşım şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Âfâkî bir ilah tasavvuru görüntüsü altında, ilahi mesajın tevhid ve adalet asasının etki gücünü akıllarınca kırmaya çalışmaktadırlar. Çığırtkanlık yaparak her fırsatta çıkardıkları velveleler, göz boyayıcı sihirler ile ilahi vahye gönül veren müminlerin önüne, hem asli hüviyeti ile hem de sağdan yaklaşarak çıkan şeytan ve dostlarının hileli tuzaklarına karşı uyanık olmak zorundayız. Günümüzde şeytan bir kesim üzerinde "bâtıl bir kutsiyet" şekli oluşturarak etkili olmaktadır. Kur'an'ın yücelttiklerini iddia eden bir kesim onu "anlaşılmaz, ulaşılamaz" bir mevkiye çıkarmakla azaltmaktadırlar. Bu bir tür aşağılamadır. Çünkü, Kur'an'ın sadece teberrüken/sevap kazanmak amacı ile okunabileceğini, anlamak, ondan hüküm çıkarmak maksadı ile ilahi vahye gönül vermeyi günah saymaktadırlar. [795]
Bu bakış açısının çok ciddi neticeleri olmaktadır. Kur'an'ı bir hidayet kılavuzu değil de, sevap kazanma aracı olarak görenler artık bütün davranışlarını fetvalarla meşrulaştırma cihetine gitmektedirler. Kendilerinin ilahi vahyin saf, tertemiz mesajının gereklerini "biz kimiz onu anlamak kim" diyerek, güya yüceltme görüntüsü altında, Rabbani buyrukların hayat damarlarına kasdetmektedirler. Kendileri sağdan yaklaşan şeytanın vesveselerine aldanan, garrâya kapılarak bâtıl bir kutsiyet havası estiren din bezirganları, beraberlerinde sürükledikleri milyonlarca insanın daha önce yaptıkları salih amellerinin değer bakımından hubûtuna/sıfırlanmasına yol açmaktadırlar.
Şeytan sağdan da yaklaşır, soldan da. Bu sebeple "dindarlık görüntüsü altında" doğru yoldan çelmek için önümüze çıkan müşriklerin oyunlarını bozmak, Kur'an'ın hayatın kalbine "indirilmiş" bir kitap olduğu gerçeğini unutmamak lazımdır.
Yanlış kutsiyet anlayışlarının aldatmasına kanmamalıyız. Kur'an'ı şekil olarak yükseklerde tutmak yeterli değildir. Yüceltmek, onun insan hayatına yön vermek maksadı ile indirildiği hakikatini daima göz önünde tutmak, mesajın rehberliğinde hayatımızı idame etmektir. Kur'an yücelere aittir diye, aşağılarda/dünya hayatında etkinlik kurmasına izin vermemek, siyasetten, eğitimden, sokaktan, giderek hayattan kovarak bunun adını da "saygı" koymak, büyük bir aldanma, aldatmacadır. Çünkü Kur'an; yüceler yücesi bir makamdan aşağılık dünya hayatında yaşanan rezillikleri törpülemek, ıslah etmek ve gerekirse değiştirmek-dönüştürmek için "indirilmiştir." [796]
Kur'an, kalemle yazmayı öğreten, vahiyle insanoğlundan arınmak isteyenlere yol gösteren Yüce Allah tarafından sırası geldikçe, planlı ve düzenli bir şekilde safha safha indirilmiştir. Öyleyse okuyuşumuzda bu nüzul şeklini göz önünde tutmalıyız. Yani iniş ortamındaki canlılığa ve çözümü amaçlanan sorunun konu ile ilgili bağlamına dikkat ederek, acele etmeden, yüzeyselliğin tuzaklarına düşmeden Kur'an'ı okumalı, anlamalı, kavramalı ve amelî cihetini de aynı şekilde düzenli bir şekilde gözetmeliyiz. [797]
Öte yandan tenzil ve tertile uygun Kur'an tefsiri, bütün ayetleri iniş sırasına göre okumak demek de değildir. Eğer öyle olsaydı Yüce Rabbimiz Kur'an'ı nüzul sırasına göre toplar ve o şekilde okunmasını emrederdi. İlahi kontrol altında olduğunda kuşku bulunmayan Kur'an'ın cem'i -ki yukarıda alıntıladığımız Kıyâme suresi ayetlerinde cem'in Rabbani denetiminin mahiyetine ilişkin önemli ipuçları vardır- bize mütevatir olarak gelen mushaf sıralamasına göre oluşturulmuştur. Öyleyse "hangi ayetin hangisinden önce indirildiğini kesin olarak bilmek gerektiği" şeklindeki bir varsayım, bunu "onsuz olmaz" denilebilecek kesinlikte öne süremez. Fakat yine de elimizde kesin karineler varsa ve güçlü dayanaklara sahip ictihadlar yapabilecek verilere sahipsek ayetlerin nüzul sırasını bilmek çok faydalı olacaktır. Bu durumda hangi ayetin hangisinden önce indirilmiş olduğunu bilmek tabii ki, ufuk açıcı etkilere haiz olacaktır. Fakat resmî bir nüzul sırasının tespitinin de, sübutu ve delaleti kati nasslarla mümkün olmadığının bilinmesi lazımdır.
Özcesi bizim vurgulamak istediğimiz hakikat, "Kur'an'ın peyder pey -safha safha, aşama aşama- indirilmiş olduğu ve her tür tefsirin bu gerçeği unutmaması gerektiği"dir. [798]
"Kafirler: 'Kur'an ona bir bütün olarak bir kerede indirilseydi yal'diyorlar. Oysa, Biz onu böyle tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde, terülen/belli bir düzen içinde ağır ağır vahyediyoruz ki, onunla senin kalbini pekiştirelim." [799]
Acele etmeden, bir bütünlük ve hedef gözeterek Kur'an okumanın gereğine işaret edilen bir başka kavram da tertildir. Kur'an bir defada değil, safha safha indirilmiştir ve bu biçime uygun bir kıraat, tefsir, tebyin ve tefekkuh da teşvik edilmiştir.
İlahi mesajı doğru kavramak ve doğru yaşamak konusunda dikkat edilecek hususlara ilişkin olarak tertil kelimesinin yol gösterici muhtevasından yararlanmak istiyoruz.
Tertil, bir şeyi yavaş yavaş, acele etmeden, planlı-uyumlu bir şekilde yapmak demektir. Rabbimiz Kur'an'ı tertilen/programlı, parçaları arasında eşsiz bir uyum oluşturacak şekilde indirmiştir.
Kur'an'ın indiriliş sıralaması ve tasnifinde Rasulullah'ın doğrudan bir dahli yoktur. Bir defada değil de sırası geldikçe yavaş yavaş indirilen Kur'an'ın nüzulüne uygun olarak da okunması gerekmektedir. Yani planlı, programlı, sabırlı, düzenli bir şekilde. Kur'an'ı okurken acele etmemek, onu ağır ağır okumanın da ötesinde yüzeysel değil derinlikli bir şekilde kıraat etmek demektir.
Tertil Kur'an'ın bir parçasının diğerleri ile irtibatını kurmak, yaşadığımız coğrafyanın içinde bulunduğu şartları dikkate alarak, tedrici göz önünde bulundurarak okumaktır. İslâmî mücaledelenin ilk örneği olan Rasulullah'ın Asr-ı Saadet'te gerçekleştirdiği Sünnet'te, tertîlin, tedricin uygulanışı ile alâkalı çok sayıda örnek vardır. Örneğin, Mekke döneminde fiilî bir kıtal cihadına izin vermeyen Yüce Allah şartların değişmesi ile birlikte Medine döneminde yaşayan müslümanlara adaletin ikamesi ve doğru yol üzerinde müşriklerin kurdukları barikat engellerinin bertaraf edilmesi için kıtal cihadını teşvik etmiştir. [800]
Gece kalkıp çalışmayı, ibadet etmeyi öğütleyen Müzzemmil Sûresi ayetlerinde 'Kur'anı tertilen okumak' emredilmektedir. Bu uyarı sadece mekanik bir plan yapmayı değil; aynı zamanda ilahi vahyin mesajını yüreklere işleyen bir özümseme ile okunmasını da gerektirmektedir. Programlı okuyuşta, acele etmeden huşu ile hareket etmek esastır. Kur'an'ı huşu ile kıraat etmede ise gecenin önemli bir yeri vardır. Rabbimiz gecenin sağlayacağı olanaklara, çok sayıda ayette dikkatimizi çekmekte, sessizliğin imkanlarından yararlanmayı özendirmektedir.
Gecenin derin düşünüş ve hikmetli engin bir kavrayışa ulaşabilmek için uygun bir vakit olduğunda kuşku yoktur. Bize Kur'an'ın anlaşılması ve yaşanması noktasında örnek şahitlikler bırakan Rasulullah ve arkadaşlarının bu olanaktan yararlanmaları övgü ile Kur'an'da zikredilmiştir. Gece, ilahi bir nimettir; Rabb'e yaklaşmak, kendini görev olarak planlanacak işlere vermek için, gündüzden daha çok olanaklar sunmaktadır.
Gecenin sağladığı olanakların farkında olan Peygamberimiz bazen yalnız başına, bazen de müminlerle toplu olarak kalkıp ibadet etmiş, Kurân'ı "tertil üzere" okumuş, üzerinde tefekküre dalmış, kavrayışını derinleştirip, öğrendikleri ile ertesi gün yapacaklarını planlamıştır. [801]
Kur'an'ı yaşamsal sorunlarımızı çözmek amacı ile okumalıyız. Çünkü Rabbimizin rehberliğinde çözüm kaynağı, Kur'an'dır. Hidayetin ön şartı, salt bilgilenmek değildir. Bilginin takva sahibi olabilmek için, kendi özümüzde ve çevremizde yer alan şeytani unsurlara karşı cihad usullerini öğrenmek için bir değeri vardır.
Bu sebeple aşağıdaki ayete göre, "Allah yolunda üstün gayret göstermek", dosdoğru yola iletilmenin şartlarından biri olarak gösterilmektedir:
"Ama davamız uğrunda cihad edenleri/üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz. Allah kuşkusuz muhsinlerle/iyilik yapanlarla beraberdir." [802]
"Elif-Lâm-Mîm. insanlar (sadece) 'inandık' demelerimle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Evet andolsun ki, Biz kendilerinden öncekileri de sınadık; o halde (o halde bugün yaşayanlar da sınanacak ve) elbette Allah, doğru davrananları ortaya çıkaracak ve yalancıların da kimler olduğunu gösterecektir." [803]
Yeryüzündeki büyük sınavda Rabbimiz, rahmetinin bir tezahürü olarak biz insanlara nübüvvet vahyi ile rehberlik etmektedir. Bu şuurla başvurulması gereken sonsuz rahmet sahibi Yüce Allah'ın kelamı, bir "inanç kılavuzundur. Hakikatin yakînî kaynağı olan Kur'an; kesin bir inanç, derin bir bilinç ve can veren bir eylem için, uygulamaya geçirmek maksadı ile okunmalıdır.
İlahi vahyin gönülleri aydınlatan mesajı felsefi spekülasyonların, sonu gelmez kelami mülahazaların aracı olarak kullanılmamalıdır. Aksi takdirde ilahi iradenin amaçladığı bir verimliliğe yol açması bir yana, Kur'an ifsada sürükleyen şeytanın sağdan yaklaşımlarının aracı durumuna indirgenmiş olur. Ki, bu durum basiret ehli tarafından dünyada, Rabbimiz tarafından ahiret gününde ona değer vermekten çok ihanet anlamı taşıyan bir tutum olarak nitelenmekten asla kaçıp kurtulamayacaktır.
İnançlarımızın kaynağı olan Kur'an'a, "önceden sınırları belirlenmiş tezlerin onaylayıcı aracı olarak yaklaşmak" biz mü'minlere yakışmaz. Bilgiyi sömürü ajanlığı için kullanan müsteşriklere/şarkiyatçılara uygun düşecek tavır/tutumlardan kaçınmak, ilahi vahye karşı üstümüze düşen vazifelerdendir. Bu nedenle salt akademik-entelektüel bilgilenme maksadıyla okunan Kur'an'dan maksada muvafık verim elde edilemez.
İmtihan şuuru ile okunmayan Kur'an'dan öğrenilecek bilgiler, sırtımızda yük olmaktan, bize hiçbir değer kazandırmayan şeyler taşımaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Hayata ilişkin sorunlarımızın temel çözüm kaynağı olan Kur'an "sadra şifa" olması için okunmalıdır. Malumatfuruşçuluk için, bilgi hamallığı için değil.
Alîmu'l-habîr olan Allah, salt bilgisini-kültürünü artırmak için ilahi vahye başvuranlar için hidayet etme sözü vermemiştir. Geçmişte ilahi vahye muhatap olduğu halde, ona gerektiği değeri vermeyen Kitap Ehli'nden ilmi ile amel etmeyenler "entel eşek meseli" ile Cum'a Sûresi'nde anılmaktadır:
"Tevrat'ın/ilahi vahyin yükü ile onurlandırılmış iken bu taşıyamamış olanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş (ama onlardan habersiz bulunan) eşeğin durumuna benzer. Allah'ın mesajlarını yalanlamaya şartlanmış olanların durumu ne acıdır. Çünkü Allah rehberliğini böyle zalim bir halka ihsan etmez." [804]
Yüreklerimize çöreklenmiş şirk alışkanlıklarını yok etmek, şeytanın körüklediği küfrün ateşinin izlerini silmek için sürekli Kur'an'a başvurmalıyız. Şu dünya hayatının geçici heveslerine kapılıp kalmamak için, Kur'an'ın aşkın dilinin elçiliğinde Allah'tan yardım dilemeliyiz. [805]
Gereğince takdir ederek okumalıyız. Gereğince takdir etmek nedir? Onu zanna ve vehime dayanan beşeri kuruntuların meşrulaştırıcı aracı kılmamaktır. Arınmak ve ma'ruf olanın yaygınlaştırılması için okumaktır. Öğrendikleri ile amel etmeyen veya amel etmek için değil, spekülasyon üretmek için Kitab'a başvuran kimseler belki ilahi mesajı kısmen anlayabilirler; ama asla engin bir kavrayışla onu idrak edemezler. Dolayısı ile öğrendikleri onları hidayete sevk etmez; ya dalâletlerini ya da vehimlerini derinleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Aşağıdaki ayetlerde belirtildiği üzere, Kur'an hidayete ermek, arınmak, arındırmak, uyarılmak, uyarmak için okunmalıdır.
"O kitap ki, müminler için bir yol gösterici ve bir müjdedir. O mü'minler ki, salatta/namazda devamlı duyarlıdırlar; arınmak için infak ederler/sahip olduklarını Allah yolunda feda ederler ve ahirete de canı gönülden iman ederler." [806]
"... Kulları arasından yalnızca ulemâ/gereğince anlama kavrama gayreti içinde olanlar, Allah'tan (hakkıyla) korkar-çekinirler. (Çünkü yalnızca onlar bilirler ki) Allah sonsuz bir kudret sahibidir, çok bağışlayıcıdır. Allah'ın vahyine (seksiz şüphesiz) uyanlar, namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli-açık ihtiyaç sahipleri için harcayanlar: İşte ancak bunlar (dünyada ve ahirette) kesintiye uğramayacak bir kazanç umabilirler." [807]
Kur'an'a gereğince ilgi göstermek, "ilahi mesajın gönülleri ısıtan aydınlığına kalbimizi tamamıyla açmak" demektir. Salt bir fehm/anlama çabası, Rabbani mesajı kavramak ve hayatın kalbine onun aydınlık meşalesini dikmek için yeterli değildir. Çünkü ilahi vahye gönül vermeyen biri bile, Kur'an'dan bir şeyler öğrenebilir, bir şeyler çıkarıp anlayabilir. Fakat şeriatın maksatlarını gerçekleştirecek verimlilik, onu ancak "bir inanç kaynağı, bir eytem talimatı' olarak okumakla mümkün olabilir.
Kur'an'ı önceki ümmetlerin yaptıkları gibi, gereğince amel etmekten başka maksatların meşrulaştırıcı aracı kılmamak gerekir. Ona gerçek anlamına uygun bir kavrayışı amaç edinerek, tam anlamıyla uygulamak gayesi ile başvurmak lazımdır.
İlahi kelamı gereğince okuyup anlayabilmek için, arınma niyeti ile tevazu tacını takmak, takvayı kuşanmak lazımdır. Kur'an'ın mesajındaki derin hikmetleri kavramak için tam anlamıyla nüfuz etmeyi gaye edinen bir okuma yöntemi gerekir.
Bu yöntemle ilahi mesajı kavramak, ona malumatfuruşçuluk için değil uygulama düşüncesi ile başvurmak demektir. Aşağıdaki ayet ilahi mesajı gereğince okumanın, gönülden teslim olanlarca yapılabileceğini beyan etmektedir:
"Kendilerine ilahi kelamı emânet ettiklerimiz (ve) ona gereği gibi uyanlar -işte onlardır (gerçekten) iman edenler; kafirlere gelince- işte onlardır asıl kaybedenler." [808]
Hikmetin temel kaynağı olan Kur'an'ın rehberliğinde oluşmamış her tür yorumlama şekline mesafeli yaklaşmak zorundayız. Değil mi ki, hayatı ve içinde yer alan her tür olguyu ilahi vahyin klavuzluğunda anlamlandırmak gerekir? Öyleyse anlayışlarımızı, bütün anlama çabalarımızı, tüm tefekkür gayretlerimizi, de ilahi vahyin biricik korunmuş kaynağı olan Kur'an'ın yönlendirmesine açık tutmak boynumuzun borcu olsa gerek.
Bu bağlamda Kur'an'ın ruhundan onay alması mümkün olmayan tarihselcilik, tarih üstücülük gibi dışardan yorumlama yöntemlerinin hiçbir değeri yoktur. Anlamı metnin dışına arayan tarihselcilik de, anlamı metinin içinde ve içinde yaşanılan dünyanın verilerinde arayan tarih üstücülük de, bir birlerine zıt gözükmelerine rağmen aynı kapıya çıkan sonuçlar vermektedirler. Çünkü her ikisi de anlamanın merkezine insanı koymakta, bu bakımdan aşağıdan yukarıya doğru bir yorumlama usûlü ile konulan ele almaktadırlar. Her ne kadar, bir tür risalet vehmi ile, "tarih üstücü rnealcilik" anlamın yukarıdan aşağıya doğru yağdığını iddia etse de netice itibariyle durum bu meyandadır.
Kısaca Kur'an'ın denetiminde, ilahi vahyin rehberliğinde oluşmayan tüm geleneksel ve modern yorumlama biçimleri neticeleri itibariyle asıl olan fer', belirleyici olması gerekenin belirlenen, etkin olması gerekenin edilgen olması gibi zulümlere yol açmıştır; açmaya devam etmektedir. Bir imtihan alanı olan dünyada, tabii ki denenme konularımız arasında ilahi vahyin insanlara iletilmiş tek korunmuş kaynağı olan Kur'an'a, hayatımızda nasıl bir yer verdiğimiz de vardır. Her mü'minin, Kitapla ilişkisini bu bilinçle kurması da beklenmesi gereken bir şeydir.
Kur'an'ı doğru anlamanın yolu, tefsir/yorumlama usûlünün de doğru olmasına bağlıdır. Yöntemin de Kur'anî olması gerektiğini "hikmet" kavramı çerçevesinde dile getirmiştik. Buraya kadar aktarmaya çalıştığımız gibi, Yüce Allah'ın biz insanlara bahşettiği bir bilgi, İnanç-bilinç ve eylem klavuzu olan Kur'an'da, tefsir yöntemine ilişkin temel yaklaşımlarımızın neler olması gerektiği açıkça beyan edilmiştir. Bu köşe taşları oturtulmadan girişilen tefhim, tefsir, tefek-kuh çabaları vehametle sonuçlanmaktan kendini kurtaramayacaktır.
Tabii ki, Kur'an tek kaynak değil temel kaynaktır. Onaylı gönderme yapılarak bize önemsetilen Sünnet ve ilk muhataplarla mesajın bağlantısını koparmak, Kur'an'ın doğru anlaşılmasını mümkün kılacak yolların kapanmasına neden olacaktır. Bu sebeple her tür ikincil derecede kaynağın, her tür bilgilenme aracının Kur'an'ı temel alarak değerlendirmeye tutulması gerekir.
Aceben/ilginç bir kitap olan Kur'an'dan orijinal, duyulmamış, şaşırtan bilgiler çıkarmak için yararlanmak mümkündür. Ancak elde edilen bu ma'lûmât, mesajın bütünlüğü ve gayeleri göz önünde tutulmadan kullanılmaya kalkıldığında bir işe yaramayacaktır. Asıl amacı insanlardan takva sahiplerine hidayet etmek olan ilahi vahyin kalpleri aydınlatan, gönülleri ısıtan mesajına salt bir ma'lûmât muamelesi yapmak doğru değildir.
Özcesi; küfrün karanlığında kalarak ölüme terkedilmiş kalpleri, ışık saçan bir meşale gibi aydınlatarak yeniden hayat veren Kitabımızı, "sorunlarımızın nihai çözüm kaynağı" gözü ile okumalıyız. İlahi kökeni unutmadan, beşeri yöntemlere bel bağlamadan okumamız gereken ilahi vahyin can veren mesajlarını günlük hayatımızın her anında varoluşumuzun gayelerini hatırlamak ve hatırlatmak için okumalıyız. Kur'an'ı belli bir plan ve program içinde, duyarlı bir şekilde, takvayı kuşanmış bir yüreğin duyarlılığını taşıyarak okumalı, Yüceler Yücesi Rabbimizin katından "indirilmiş" Kitab'a gönül vermeli, ona başvurmalı, onun yoluna baş koymalıyız. [809]
1. Abdulbaki, Muhammed Fuad, el- Mu'cemu'l-Mufehres li Elfazi'1-Kur'ani'l-Ke-rim, Darü'l-Hadis, Kahire, 1408/1988.
2. Açıkgenç Alpaslan, Kur'an'da İlim Kavramı Çereçevesinde Tarihselliğe Bir Yaklaşım ve Bunun Tefsir Yöntemine Katkısı, Bursa, 1996.
3. Alper Ömer Mahir, Kur'an'ın Korunmuşluğunda Ölçü, Haksöz dergisi, sayı: 41-42.
4. Ammâra Muhammed, Müslimûne Suvvâr, Kahire, 1988.
5. Ahmed Aziz, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm Ve İslam, Yöneliş yayınları, İstanbul, 1990, s. 41, 55.
6. Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1984.
7. Ayçan İrfan, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt:3, sayi:4, Ankara, 1989.
8. Aydemir Abdullah, Tefsir'de İsrailiyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
9. Ateş Süleyman, Çağdaş Kur'an Tefsiri, İstanbul, 1990, c. 2, s. 250.
10. Aktaş Cihan, Kılık Kıyafet İktidar; İstanbul, 1989, s. 35.
11. Akyüz Vecdi, İbadetler İlmihali, İstanbul, 1995.
12. Aktay Yasin, Anlama, Vahiy ve Tarih, Tezkire Dergisi, Ankara, 1997.
13. Aktay Yasin, Modernlik Durumumuza Dair, age, Ankara, 1997.
14. Atalar Kürşat, Ömer Özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, İktibas Dergisi, Ankara, Eylül-1997.
15. Bedîüzzaman Said Nursi, İşaretü'l-İ'caz, mütercim: Abdülmecid Nursi, İstanbul, 1990.
16. Begoviç Ali İzzet, Doğu Batı Arasında İslam, İstanbul, 1987.
17. Berki Ali Himmet, Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, İstanbul, 1985.
18. Bucaılle Maurıce, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, çev. Suat Yıldırım, İzmir, 1985.
19. Buhari, Muhammed b. İsmail Ebu Abdillah (öl. 256/870) el-Camiu's-Sahih
20. Bulaç Ali, Makasıdu'ş-Şeria Bağlamında Kadının Şahitliği Konusu, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1991.
21. Bulaç Ali, İslam'ı ve Tarihini Okuma Biçimi, Bilgi ve Hikmet Dergisi, İstanbul, 1994.
22. Candan Fatma, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz Dergisi, İstanbul, Kasım-1993.
23. Câbîrî Muhammed Abid, Arap Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, İstanbul, 1997.
24. Câbîrî Muhammed Abid Arap-İslam Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, İstanbul, 2000.
25. Celaleddin Muhammed İbn-i Ahmed el-Mahalli, Celaleyn Li Kur'an'il-Azim, İstanbul, tarihsiz.
26. Cerrahoğlu İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988, s. 74.
27. Cerrahoğlu İsmail, Tefsir Usûlü, 5. baskı, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara.
28. Coşkun Medet, Sünnetin Kur'an'ı Neshi Meselesi, Ankara, 1995.
29. Cündioğlu Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı -Hermönetik Bir Deneyim-, İstanbul, 1995.
30. Cündioğlu Dücane, Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Anlamın Tarihi, Kitabevi, İstanbul 2. Baskı, tarihsiz, s. 107-108.
31. Cündioğlu Dücane, Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, İstanbul, 1995.
32. Çakır Ruşen, Direniş ve İtaat, İstanbul, 2000.
33. Çakır Yılmaz, Haksöz Dergisi, sayı: 75, İstanbul, Haziran 1997, s. 33.
34. Çakır Yılmaz, Özne-Nesne İlişkisine Hapsolmak ya da Tarihsel Okuyuş, Haksöz Dergisi, sayı: 7. .....Modern Bir Samiri: Yaşar Nuri Öztürk, Haksöz dergisi, sayi:53, İstanbul, Ağustos-1995
35. Darimi, Abdullah b. Abdurrahman Ebu Muhammed (öl. h. 255), Sünenu'd-Darimi. Derveze İzzet, et-Tefsiru'1-Hadis, Ekin yayınları, İstanbul, 1998
36. Darimi, Kur'an'ül-Mecid, Ekin yayınları, İstanbul, 1997.
37. Darimi, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998
38. Ebû Bekir, Tefsiru'l-Celaleyn li Kur'an'il-Azim, Salah Bilgili Yayınevi, İstanbul, tarihsiz.
39. Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş'as es-Sîcistanî el-Ezdî (öl. h. 275), Sünen-i Ebi Davud.
40. Ebu Hanife, İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, el-Alim ve'l- Mütealüm, İFAV yay. İstanbul, 1992, s. 24-25.
41. Ebû Ubeyde (Öl. H. 210), Mecâzü'l-Kur'an, Beyrut, 1981.
42. Ebu Zehra, Muhammed; Fıkıh Usulü, Terc. Abdülkadir Şener, Fecr yay., Ankara, 1986.
43. Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, İstanbul, tarihsiz.
44. Emin el-Hûlî, Tefsir ve Tefsir'de Edebî Tefsir Metodu, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1988/6.
45. Emin Ahmed, Fecrü'l-İslam, Terc. Ahmet Serdaroğlu, Kıhç Kitabevi, Ankara, 1976.
46. Erdoğan, Mehmed, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İFAV. Yay. İstanbul, 1990.
47. Eren Furkan, Bir Arınma Yolu Olarak Gece Kıyamı, Haksöz Dergisi, İstanbul, Ağustos-2000.
48. Esed Muhammed, Kur'an Mesajı, Çev. Ahmet Ertürk, Cahit Koytak, İşaret Yayınları, İstanbul, Aralık-1999
49. Fadlullah M. H., Min Vahy'il-Kur'an, İstanbul, 1991, c. 7, s. 112.
50. Fadlullah M. H., Kadın, İstanbul, 1991.
51. Fazlur Rahman, İslam Ve Çağdaşlık, Fecr Yayınevi, Ankara, 1990.
52. Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1995.
53. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, Ankara, 1987.
54. Fazlur Rahman, İslam ve Siyasi Hareket: Dinin Emrindeki Siyaset, İslami Araştırmalar Dergisi, c. 7, sayı: 2, Ankara, 1994.
55. Fazlur Rahman, İslami Çağdaşlaşma Alanı, Metodu ve Alternatifleri, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, Ekim-1990.
56. el-Ferra (Öl. H. 207), Meânî el-Kur'an, Beyrut, 1980.
57. Garaudy Roger, 20. Yüzyıl Biyografisi, çev. Ahmet Zeki Ünal, Ankara, 1989
58. Gazalî Muhammed, Fıkhu's-Sîre, çev. Resul Tosun, İstanbul, Nisan-1987;
59. Gazalî Muhammed, Nebevi Sünnet, İslami Araştırmalar Yayınları, İstanbul, 1992
60. Görmez Mehmet, Sünnet ve Hadis'in Anlaşılmasındaki Metodoloji Sorunu, Ankara, 1997
61. Güler İlhamı, Allah'ın Ahlakiliği Sorunu, Ankara, 2000.
62. Güler İlhamı, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara, 1999.
63. Güler İlhamı, İslami Anlayışımıza Dair, Tezkire Dergisi, Ankara, 1/4.
64. Gümüş M. Sıddık, Tam İlmihal, Seâdet-i Ebediyye, 82. Baskı, Hakikat kitabevi, İstanbul, 2000, s. 46-25. mektup.
65. Gümüş Fuat, Korunmuş Bir Kitap Olarak Kur'an, Haksöz dergisi, sayı: 27, İstanbul, Haziran-1993.
66. Gümüşhanevi, Ahmed Ziyaüddin, Ramuzu'l-Ehadis (haz. Lütfi Doğan, M. Cevat Akşit, İstanbul, 1982, c. I, s. 47)
67. Güngör Mevlüt, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt:2, sayı:6, Ankara, 1988
68. Halefullah Muhammed Ahmed, el-Fennü'l-Kasasi Fi'1-Kur'an, Kahire, 1972
69. Hamîdullah Muhammed, İslam Peygamberi, ça,v. Salih Tuğ, İstanbul, 1990.
70. Hanefî Hasan, Teoloji mi Antropoloji mî?, A.Ü.İ.F.D. Yay., sayı: 23, Ankara, 1978,
71. Hatemi Hüseyin, Kadının Çıkış Yolu İlahi Hikmette Kadın, III. Baskı İstanbul, s. 252, 263-264.
72. Heykel Muhammed Hüseyin, Hz. Muhammed'in Hayatı, çev. Vahdettin İnce, Yöneliş Yay., İstanbul, 2000.
73. Hizmetli Mustafa, Kur'an'ı Kerim'in Türkçe Anlamı, İstanbul, 1997.
74. el-İsfahani Râğıb (öl. H. 425); Mufredatu Eifazi'l-Kur'an, Kahraman yayınları, İstanbul, 1986.
75. İbn-i Hanbel, Ahmed Ebu Abdullah (Öl. H. 241); Müsned,
76. İbn-i Hişam, es-Sîreti'n- Nebeviyye, Ankara, 1992
77. İbn-i Kuteybe, Tefsîru'l-Garibi'l-Kur'an, Beyrut, 1982.
78. İbn-i Kuteybe, Hadis Müdafaası, Kayıhan Yayınları, tercüme ve notlar: M. Hayri Kırbaşoğlu, İstanbul, 1989.
79. İbn-i Mace, Muhammed b. Yezid Ebu Abdullah el-Kazvini (öl. H. 275) Sünen-i İbn-i Mace, İbn-î Manzur (Öl. 711), Lisanu'1-Arab. 397
80. İslamî Araştırmalar Birliği (Adem Özgüven, Selçuk Hasanoğlu, Şerafettin Yılmaz, Adil Çakır, Mahmut Yurdanur), İslam Dini'nde Niçin Yalnız Kur'an, Gösterge Yayınları, İstanbul, tarihsiz,
81. İslamoğlu Mustafa, İsraioğulları'ndan Ümmet-i Mubammed'e Yahudileşme Temayülü, İstanbul, 1995.
82. İslamoğlu Mustafa, Adayış Risalesi, Denge yay., İstanbul.
83. İslamoğlu Mustafa, İmamlar ve Sultanlar, Denge yay. İstanbul.
84. İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, İstanbul, Denge Yay. 2000.
85. İslamoğlu Mustafa, İmamlar Ve Sultanlar, İstanbul, 1994.
86. İzutsu Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, (Çeviren, Süleyman Ateş}, Ankara, tarihsiz.
87. İzutsu Toshihiko, Kur'an'da Dini Ahlaki Kavramlar, (Çev. Selahattin Ayaz), İstanbul, tarihsiz.
88. İzutsu Toshihiko, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, ( Çev. Selahattin Ayaz), İstanbul, 1984.
89. İzutsu Toshihiko, İslam'da Varlık Düşüncesi, İnsan yayınları, İstanbul.
90. Kalın İbrahim, Derrida ve Anlamın Anlamı, Dergah Dergisi, İstanbul, 1995/64.
91. Karaman Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1986
92. Karataş Şaban, Şia ve Sünni Kaynaklarda Kur'an Tarihi, İstanbul, 1996.
93. el-Kâsımî Cemaleddin, Tefsir İlmi'nin Temel Meseleleri, İstanbul, 1990.
94. Kayacan Murat, Kur'an'ı Kerim'i okuma Biçimleri, Hak Söz Dergisi, sayı: 96, İstanbul, Mart 1999
95. Keskioğlu Osman, Hz. Muhammed, DİB, Ankara, 1988.
96. Kılınç Fethi, Tarihselciiik ve İslam Dünyasındaki Yansımalarına Eleştirel Bir Bakış, Haksöz Dergisi, sayı: 75, İstanbul 1997.
97. Kırbaşoğlu Hayrİ, İslam Düşüncesi'nde Sünnet, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1996.
98. Kitab-i Mukaddes (Eski ve Yeni Ahit) Tevrat, Tekvin Babı, Bap-2/21-22; Kitab-ı mukaddes şirketi, İstanbul, 1993.
99. Kocabaş Şakir, İfadelerin Gramatik Ayırımı, İstanbul, 1984
100. Koç Hülya, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Hak Söz Dergisi, İstanbul, Kasım-1993.
101. Koçkuzu Ali Osman, Hadiste Nasih Mensuh, İstanbul, 1985.
102. Koçyiğit Talat, Hadis Istılahları, Ankara, 1985.
103. Konrapa Zekai, Peygamberimiz, Fatih yay. İstanbul, tarihsiz. Kutman Orhan, "19 Meselesinin Reddi ve Bu Meseleyle İlgili Önemli Açıklamalar", İslami Araştırmalar Dergisi, Mayıs 1998.
104. Kutup Seyyid, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, Çizgi yayınlan, mütercim: Mehmet Yolcu, İstanbul. 1991.
105. Mevdûdî Ebu'1-Â'la, Dört Terim, İstanbul, 1996.
106. Mutahharî, Kadın, İstanbul, 1991.
107. Müslim b. el-Haccac Ebu'l-Huseyn el-Kureyşi en-Nisaburi (öl. 261/875);
108. Sahih-i Müslim. Namlı Tuncer, Tarihsellik yada İradecilik (voluntarizm), Haksöz Dergisi, Mayıs. 1998/86.
109. Nasr Hamîd Ebû Zeyd, İlâhî Hitab'ın Tabiatı, Ankara, 2001.
110. Nesai, Ahmed b. Şuayb Ebu Abdurrahnıan (öl. H. 303); es-sünenü'1-Kubrâ. 398
111. Nursî Saİd, İşaretü'l-İ'câz, İstanbul, 1990.
112. Olgun Hakan, luther ve Reform, Ankara, 2001.
113. Öz Mustafa, İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, İstanbul, 1992.
114. Özsoy Ömer, Sünnetullah, Fecr Yayınları, Ankara, 1994.
115. Özsoy Ömer, Çeviri Kuramı Açısından Kur'an çevirisi sorunu, Bilgi vakfı, 2. Kur'an Sempozyumu Tebliği.
116. Özsoy Ömer, Kur'an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, 1997/11-12.
117. Öztürk Yaşar Nuri, Mevlana Ve İnsan, İstanbul, 1993.
118. Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990
119. Öztürk Yaşar Nuri, Konferanslarım, İstanbul, 1994.
119. Öztürk Yaşar Nuri, Tevhid Mücadelesi, İstanbul, 1994.
120. Öztürk Yaşar Nuri, Çıplak Uyan, İstanbul, 1993.
121. Öztürk Yaşar Nuri, İslam Nasıl Yozlaştırıldı?, 4. baskı, İstanbul, 2000.
122. Öztürk Yaşar Nuri, Depremin Gösterdikleri, İstanbul, 1999.
123. Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, Aralık-1993.
124. Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990.
125. Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, 5. baskı, 1993.
126. Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, 37. baskı, İstanbul, 2000
127. Paçacı Mehmet, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1994; 7/2.
128. Paçacı Mehmet, Kur'an ve Tarihsellik Konulu Tebliğ, Bursa, 1996.
129. Paşa Ahmet Cevdet, Mecellei Ahkâm-ı Adlîyye, İstanbul, 1985.
130. Pirîş Şaban, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Anlamı, İlk bahar yay, İstanbul, 2000.
131. Popper Kari R., Tarihselciliğin Sefaleti, İstanbul, 1985.
132. Postman Neil, Televizyon: Öldüren Eğlence, İstanbul, 1994.
133. er-Razi Fahruddin, Tefsir-i Kebir Mefatihu'1-Gayb, Ankara, 1988.
134. Rudânî Muhammed b. Muhammed b. Süleyman, İstanbul, 1996.
135. Said Edward, Oryantalizm -Sömürgeciliğin Keşif Kolu-, Pınar yay. İstanbul, 1982.
136. Said Edward, Kış Ruhu, İstanbul, 2000
137. es-Salih Subhi, Kur'an İlimleri, Hibaş yay. Konya, tarihsiz.
138. Hadis İlimleri ve Istılahları, Ankara, 1988.
139. Sarmış İbrahim, Tasavvuf Ve İslam, Ekin yayınları, İstanbul, 1997
140. Sıbâî Mustafa, es-Sünne, İstanbul, 1989
141. Siddikî M. Necatullah, İsiami Hareketin Geleceği, Haksöz dergisi, sayı: 115, İstanbul, Ekim-2000,
142. Suyûtî Abdurrahman Celalüddin (öl. 911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an.
143. Sülün Murat, İman Amel İlişkisi, İstanbul, Ekin Yayınları, 2000
144. Şahin Ahmed, Sünnet Işığında Hayat, İstanbul, 1991
145. Şahin Emad Eldin, Reşid Rıza Ve Batı, Çev: Erkan Saka, İstanbul, Ekin Yay., 2000
146. Şahinler Necmeddin, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, İstanbul, 1995
147. Şatıbi, Ebu İshak İbrahim b. Musa el-Lahmi el-Ğırnatî (öl. 790), el-Muvafakat fi Usuli'l-Ahkam, Beyrut, 1980
148. Şerîatî Ali, Kur'an'a Bakış, Ankara, 1992
149. Şimşek Said, Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele, Yöneliş Yayınları, İstanbul, Mayıs-1991.
150. Şimşek Said, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul, 1995.
151. Şimşek Said, Kur'an Kıssalarına Giriş, İstanbul, 1998
152. Tirmîzî, Muhammed b, İsa Ebu İsa (öl. H. 279) el- Camiu's-Sahih, Sünenu't- Tirmizi.
153. Toplu Çalışma, İslâmî Kimlik (İlkeler ve Hareket), Ekin yayınları, İstanbul, 1996.
154. Türkmen Hamza, İslamcılık ve Safların Farklılığı, Haksöz Dergisi, İstanbul, 2001/120.
155. Türkmen Hamza, Hz. Muhammed'in Sünneti Doğru Anlaşılıyor mu?, Haksöz Dergisi, İstanbul, 1992.
156. Uyanık Mevlüt, "19. yüzyıl İslam Yenilikçilerine Göre İslam'ın Uygulanabilirliği Meselesi" Bilgi ve Hikmet Dergisi, sayi:9. İstanbul, 1995.
157. el-Vâhidî İmam Ebul-Hasen Alî b. Ahmed (öl. 468. H.) Esbâb-ı Nuzul, Erzurum, 1994.
158. Watt Montgomery, Hz. Muhammed'in Mekkesi, terc. M. Akif Ersin, Bilgi Vakfı yay., Ankara, 1995.
159. Yolcu Mehmet, Kur'an-ı Kerim'de Nesh Meselesi, Mezuniyet tezi, Selçuk Ünv. İlahiyat Fakültesi, Konya, 1,983
160. Yüksel Edip, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, İstanbul, tarihsiz.
161. Yüksel Edip, Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, İstanbul, 1998
162. Zemahşeri, Carullah Ebul-Kasim Mahmud b. Ömer (öl. 538); el-Keşşaf an Hakaiki't-Tenzil ve Uyuni'l-Ekavil fi Vucuhi't-Te'vil, I-IV, Daru'l-Marife, Beyrut.
163. ez-Zerkesî Bedruddin, Hz. Aîşe'nin Sahabe'ye Yönelttiği Eleştiriler, Yayına Hazırlayan: Bünyamin Erul, Kitâbiyât, Ankara, 2000.
164. Zeyveli Hikmet, Kur'an Ve Sünnet Üzerine Makaleler, Ankara, 1996.
165. Zeyveli Hikmet, Kur'an'ın Aktüel Değeri Üzerine, I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ankara, 1994.
166. Zeyveli Hikmet, 19 Mu'cızesi (mi)?", Kitap Dergisi, Ağustos 1986.
167. Zülaloğlu Fevzi, Kur'an'a göre Cehennem Geçici Bir Menzil midir?, Haksöz dergisi, sayı: 55, İstanbul, Ekim-1995.
168. Zülaloğlu Fevzi, Allah'ı Gereğince Takdir Etmek, Haksöz Dergisi, sayı: 109, İstanbul, 2000.
169. Zülaloğlu Fevzi, Sekîne Ne Zaman İner?, Haksöz Dergisi, sayı: 53, İstanbul, 1995. [810]
[1] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 17-20.
[2] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 21-23.
[3] Hucûrât: 49/1-3
[4] Bu okuma şekillerinin geniş bir mülahazası için bkz. Kayacan Murat, Kur'an'ı Kerim'i Okuma Biçimleri, Haksöz Dergisi, sayı: 96, İstanbul, Mart 1999, s: 38-40.
[5] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 27-28.
[6] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 28.
[7] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 28-29.
[8] Nisa: 4/128.
[9] Celaleddin Muhammed İbn-i Ahmed el-Mahalli Ve Celaleddin Abdurrahman İbn-i Ebû Bekir es-Suyûtî, Tefsiru'l-Celaleyn Li Kur’an'il-Azim, Salah Bilgili Yayınevi, İstanbul, s: 76, 89.
[10] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 29-30.
[11] Bize göre iki grup ayet arasındaki ilgi şöyle kurulmalıdır: Kur'an'da tevhid inancının temel ilkelerinden biri olan adalet gereğince, haksız kazanç dünya hayatında da ahiret hayatında da yasaklanmıştır. Su yüzden hak etmediği halde, Rasulullah'ın, meleklerin, meşayihin, velilerin veya bir başka vesilenin torpili ile cennete gitmek mümkün değildir. İltimas ve torpilcilik anlamında bir şefaat anlayışına ilahi mesajda asla geçit yoktur.
Torpilcilik anlamına şefaat olmadığına ilişkin bir grup ayet için bkz. Bakara: 2/48, 123, 254; Secde: 32/4; Zümer: 39/44.
Yüce Allah'ın kimleri affedeceğinin muhkem ölçüleri de bellidir. Öyleyse torpilcilik anlamında bir şefaat anlayışı Kur'an'da yoktur. Fakat dünyada ve ahirette müminlere yardım etmeye söz veren Yüce Rabbîmizin "kendi taraflarına yardım etmesi" anlamında bir şefaat anlayışı Kur'an'da vardır. Bu anlamdaki bir grup ayet için bkz. Taha: 20/109; Şuara: 26/100-101; Mü'min: 40/18; Necm: 53/26. İlahi bir yardım anlamdaki şefaatin, va'dinden asla dönmeyen adaletli Rabbimiz'in inayetinin dünyada ve ahirette rıza-i ilahiye erişmiş müminler için olduğunda hiçbir kuşku yoktur; konunun bu bakımdan beyan edildiği bir grup ayet için bkz. Maide: 5/56; Maide: 7/94; Hacc: 22/15; Rum: 30/47; Fatır: 35/6; Saffat: 37/171-173; Mücadele: 58/19, 21-22; Müzzemmil: 73/51.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 30.
[12] En'am: 6/103.
[13] Kıyame: 75/22-23.
[14] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 31-32.
[15] Aşağıdaki hadis ile Tevrat'ta geçen şu pasa; arasındaki birebir uyum, hadisin kaynağına ilişkin apaçık bir ipucu vermektedir: "Allah Adem'i kendi suretinde yarattı" {Buhari'den nkl. İbn-i Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, terc. M. Hayri Kırbasoğlu, Kayıhan yay. İstanbul, 1989, s. 338, 341) "Ve Allah yerin hayvanlarını cinslerine göre ve toprakta sürünen her şeyi cinsine göre yaptı ve Allah iyi olduğunu gördü ve Allah dedi; 'Suretimizde benzeyişimize göre insan yapalım' ve denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve sığırlara ve bütün yeryüzüne ve yerde sürünen her şeyin hakimi olsun..." (Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, Tekvin, Bab-1, 25-26, K. M. şirketi yay. İstanbul, 1993, s. 1-2)
[16] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 32-34.
[17] Fususu'l-Hikem, 1/83'nden, Prof. Dr. İbrahim Sarmiş, Tasavvuf ve İslam, Ekin yayınları, 1997, İstanbul, s: 183.
[18] Dr Ebu'l- A'la Afifi, Muhyiddin İbn Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, A. Ü. İlahiyata Fakültesi yayınları, s: 86. 'dan Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Tasavvuf Ve İslam, Ekin yayınlaRI, 1997, İstanbul, s; 183-184.
[19] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yayınları, İstanbul, 2000, s. 146; İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye, 3/94'den nkl.
[20] Allah ile icad edilen her tur soy bağı Kur'an'da kınanmış ve lanetlenmiştir. O, aşkın bir ilahtır; yarattıklarına denk olarak düşülebilecek bir ilah değildir. Konuyla ilgili yüzlerce ayetten referans vermek mümkündür. O'nu "bir şeyden doğan" veya "bir şey doğuran" İlah olarak tasavvur eden her tür felsefi yada dini akıma Kur'an'ın bir suresi bile yeterlidir: "De ki: O, tek Allah'tır. Allah Öncesiz ve Sonrasız, bütün var olmakta olanların sebepsiz sebebi (dir). O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Ve hiçbir şey onunla mukayese edilemez." (İhlas Suresi, 112/1 4)
[21] Vahdet ile tevhid arasındaki fark ve Allah'ı gereğince takdir etmenin Kur'anî ölçülerinin neler olduğuna ilişkin daha geniş bilgi için bkz. Fevzi Zülaloğlu, Allah'ı Gereğince Takdir Etmek, Haksöz Dergisi, İstanbul, Nisan, 2000, sayı. 109, s. 33-48. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 34-36.
[22] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 36.
[23] Abdullah Aydemir, Tefsir'de İsrailiyyat, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s: 89. !-
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 36-37.
[24] Zemahşeri'nin Keşşafı'ndan; Abdullah Aydemir, Tefsir'de İsrailiyat, DİB, Ankara, 1979, s: 93.
[25] Her taşın altında da İsrailiyat ve hurafe arama alışkanlığının abartılması durumunda, sağlığımızı bozabileceğini söylemeden konuyu kapatmak istemiyoruz. Bazı İsrailiyat kabilinden kaydedilen bilgiler yoruma elverişli olup, illa da bir red konusu yapılmayabilir. Örnek olarak atla iligili verilen şu malumat hatırlatılabilir. İbn-i Kesir ve Kurtubi'nin aktardıklarına göre Hristiyaniık'tan İslam'a geçen meşhur İsrailiyatçılardan Vehb b. Münebbih Allah atı neden yarattı? sorusunu şöyle cevaplamıştır: "Allah atı güney rüzgarından yaratmıştır". Abdullah Aydemir, Tefsir'de İsrailiyat, DİB, Ankara, 1979, s. 91.
[26] Kadını yaratılıştan özürlü ilan eden "Kaburga kemiği hurafesi" ve büyük bir ahlaki sefahat örneği olan "ensest efsaneleri" için bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, Tekvin Babı, Bap-2/21-22; Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1993, s. 2.
[27] Cehennemin geçici bir menzil olmadığına dair, bu ayet ile aynI mesajı taşıyan benzer ayetler için bkz. Al-i İmran: 3/23-25. Bakara: 2/80
[28] İslamoğlu Mustafa, İsraloğulları'ndan Ümmet-i Muhammed'e Yahudileşme Temayülü, İstanbul, 1995
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:37-39.
[29] İslâmî Kimlik, İlkeler ve Hareket, Ekin Yayınları, İstanbul, 1996, s. 39. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:39.
[30] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 39-40.
[31] Tarihselciliğin başına saf kelimesini getirmemizin sebebi, bu yöntemin özellikle insan ürünü disiplinler üzerinde son derece başarılı çalışmalar yapmış olmasıdır. İnsan ürünü olan bir şeyin toptan doğru veya yanlış diye nitelenmesi tarzımız değildir. Bu sebeple karşı çıktığımız yöntem ve onun ortaya çıkardığı akıma sorunlara rağmen, seçici olma kaygımızdan dolayı, yeri geldiği zaman doğrularının da altını çizmekten çekinmeyeceğiz. Zaten bütün genellemelerde hataya düşme olasılığı yok mudur? Tarihselcilik ismi verilen yöntemin hakimlerin hakimi olan sonsuz kudret sahibi Yüce Allah'ın kelamı olan Kur'an'a uyarlanmasına karşı çıktığımızı daha konunun başında ifade etmek isteriz.
[32] Tarihselliğin batı dillerindeki ifadesi historicity veya historicaldır. Tarihselcilik ise Histori-cismdir.
[33] "Diltey ve Schleiermacher'in temsil ettiği hermönetiğin temel endişesi, sosyal bilimlere (pozitiflik iddiasındaki) tabiat bilimleri karşısında kaybettikleri itibarı yeniden kazandırmak olmuştur." Kalın İbrahim, Derrida ve anlamın anlamı, Dergah dergisi, sayı: 64, İstanbul, Haziran-1995, s. 17.
[34] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 40-41.
[35] Açıkgenç Alpaslan, "Kur'an'da 'İlim' Kavramı Çerçevesinde Tarihselliğe Bir Yaklaşım ve Bunun Tefsir Yöntemine Katkısı" konulu tebliğ. Bursa, 09-11-1996, s. 3. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:41.
[36] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 41.
[37] Popper Kart fi., The Poverty of Historicism (Tarihselciliğin Sefaleti) İnsan yayınları, İstanbul, 1985, s. 33.
[38] Popper Kari R, age. s. 84.
[39] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 41-42.
[40] Paçacı Mehmet, "Kur'an ve Tarihsellik Tartışması" konulu tebliğ, Bursa, 08-11 -1996, s. 1 – 2.
[41] "Pavlus, bir İslam peygamberi olan 'Allah'ın kulu ve elçisi' İsa'yı öldürüp, onun yerine muhayyel ve düzmece bir.'Tanrı İsa' kurgulayan" Hristiyan teolojisinin kurucusudur. Daha geniş bilgi için bkz. İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 53.
[42] Kitabı Mukaddes, yeni ahit (İncil), Romalılara Mektuplar, Kitabı Mukaddes Şirketi yay. İstanbul, 1993, 7/5-6, s. 159.
[43] Kılınç Fethi, Tarihselcilik ve İslam Dünyası'ndaki Yansımalarına Eleştirel Bir Bakış, Haksöz Dergisi, Haziran-1997; sayı: 75, s. 26.
[44] Kılınç Fethi, a.g.m., s. 26.
[45] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, 5. baskı, 1993, İstanbul, s: 582.
[46] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, 37. baskı, İstanbul, 2000, s. 582-583. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:42-46.
[47] Çakır Yılmaz, HaksÖz Dergisi, sayı: 75, İstanbul, Haziran 1997, s. 33.
[48] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 46-47.
[49] Aktay Yasin, Anlama, Vahiy ve Tarih, Tezkire Dergisi, 1997, Cilt: 2, sayı: 5, s. 40.
[50] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 47-48.
[51] Said Edward, Kış Ruhu, İstanbul, Kasım-2000, s. 137.
[52] Roger Arnaldez, Grammaireettheologie, s. 12'den, Said Edward, Kış Ruhu, İstanbul, Kasım-2000, s. 127.
[53] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 48-50.
[54] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 51.
[55] "Aslında güneş yükseldi, güneş ufkun altına indi" gibi Türkçe'de de rastlanan ifade kalıpları bir bilim dalı olan astronomi açısından yanlıştır. Fakat günlük hayatta kullanıldığında, sözün maksadına dikkat eden zihinler açısından hiçbir "bilimsel yanlış yaftalaması" ile karşılaşmaz ve kullanılmaya devam eder. Yukarıdaki pasajda kullandığımız örnek ve diğer açıklamalar için bkz. Zeyveli Hikmet, "Kur'an Kıssaları" konulu tebliğ, Bilgi Vakfı II. Kur'an Sempozyumu, 4-5 Kasım 1995. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:51-52.
[56] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 52-53.
[57] Postman Neil, Televizyon: Öldüren Eğlence, İstanbul, 1994, s. 154.
[58] Potttnan Neil, a.g.e., s. 16. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:53-54.
[59] Muhammed Ahmed Halefullah, el-Fennü'l-Kasasi Fi'l-Kur'an, Kahire, 1972, s. 21 -22'den M. Sald Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, İstanbul, 1998, s. 53. Said Şimşek bu kitabında Kur'an'ın kıssalarının gerçek olmadığını düşünen Halefullah'in görüşlerini bir çok delille çürütmüştür. Bkz. a. g. e. s. 49-66.
[60] Kehf: 18/13.
[61] Kehf: 18/21.
[62] Kıyamet sahnelerinin Kur'an'ın anlatımında ne kadar canlı, sözlü bir dilin imkanları düşünüldüğünde ne kadar mucizevi olduğunu ortaya koymak amacı ile Merhum Şehid Seyyid Kutup'un kaleme aldrğı konu İle ilgili eseri için bkz. Seyyyid Kutup, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, Çizgi yayınları (mütercim, Mehmet Yolcu), İstanbul, 1991.
[63] Cündioğlu Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, Tıbyan yay. 1995, İstanbul, s. 118.
[64] Konu ile ilgili özellikle aşağıdaki ayetler yazmanın ve cemin peygamberimiz döneminde gerçekleşmiş olması gerektiğini göstermektedir: Kalem: 68/1-2, Kıyamet: 75/17-18, A'la: 87/6-7, Alak: 96/3.
[65] Kur'an'ın peygamberimiz döneminde toplanıp yazıldığına dair bkz. Alper Ömer Mahir, Kur'an'ın Korunmuş, loğunda Ölçü, Haksöz dergisi, sayı: 41-42, s. 62-65.
[66] Kur'an mushafının sözlü bir hitabın yazılı metni oluşuna dair, çok sayıda ayet vardır. Biz bunlardan bazılarını tahlil etmekle meramımızı ifade edebiliriz. "Oku!" diye tercüme edilen kıraat fiilinin gerçekleşmesi için bir yazılı metne ihtiyaç yoktur. Çünkü bu fili yüklenilen mesajı taşımakla, iletmekle eşanlamlı bir kelimedir. Bkz. A'raf: 7/204; Alak: 96/1-3. Maide: suresi (5), 83. ayette Kitap Ehli'nin Kur'an karşısında oluşan duyarlılığının "dinlemek" suretiyle meydana geldiği belirtilmiştir; bu da yazılı bir metnin okunması şeklinde değil, kulakla ilgili olan bir eylemliliktir. En'am suresi (6), 25. ayette ise kafirlerce geliştirilen olumsuz tepkinin bir kitabı okuduktan sonra değil, Kur'an'ı dinledikten sonra gerçekleştiği beyan edilmiştir. Benzer bir ayet de Lokman: suresi (31), 7. ayettir. Ra'd: suresi (13), 14. ayette Kur'an mesajı "hakka da'vet" olarak nitelendirilmiştir. Ki "hakka/gerçeğe çağrı" olarak çevrilebilecek bu terkip de sözlü bir hitabın gerektirdiği üsluba uygun bir ifadedir. Bk Ra'd: 13/14. Furkan: 25/32
[67] Yasin: 36/69.
[68] Nasr Hâmid Ebû Zeyû, İlahi Hitabın Tabiatı, Kitabiyat, Çev. M. Emin Maşalı, Ankara, 20001, s 179; Bakıllani, İ'cazu'l-Kur'an, Kahire, 1370, Cilt: I, s. 87-88'den nkl.
[69] Kur'an'ın tekrarlara yer veren musarraf bir hitabın kitabı oluşuna ilişkin çok sayıda ayet için bkz. Bakara: 2/12, 47; Enam: 6/65, 105; A'raf: 7/58; İsra: 17/41, 69; Kamer: 54/17, 22, 32, 40; Rahman: 55/13, 16, 18. v. d.
[70] Nur: 24/31
[71] Şer problemini farklı bir yorumla ele alan İlhamı Güler eserinde, hayatın çeşitli alanlarında insanların Allah'ı takdir etmede yaptıkları yanlışları ortaya koymakta ve eleştirmektedir; ancak bize göre sebep-sonuç ilişkilerini inkar eden -en azından küçümseyen- Eş'arilere karşılık o da, Allah'ı sebep-sonuç ilişkilerinin mahkumu bir ilah olarak tasavvur etmektedir. Bkz. Güler İlham,, Allah'ın Ahlakiliği Sorunu, Ankara, 2000.
[72] Allah'ın ilmi ile indirdiği vahiy olan Kur'an'ın muhtevası arasında fark görüp ikisini birbirinden ayıran tarihselcilerin eleştirisi için verimli bir kategorik ayırım Alpaslan Açıkgenç tarafından yapılmıştır: a) Tarihsellik Özelliği taşımayan mutlak bilgi b) Allah'ın kendi zatında tarihsel olmayıp, insan zihninde tarihsel olan bilgi (örneğin bizim Kur'an'dan anladıklarımız) c) Kendi zatında tarihsel olan bilgiler (tüm beşeri çabalar) Daha geniş olarak bkz. Açıkgenç Alpaslan, "Kur’an'da İlim Kavramı Çerçevesinde Tarihsellige Bir Yaklaşım ve Bunun Tefsir Yöntemine Katkısı" konulu tebliğ, Bursa, 09-11-1996, s. 5. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:54-61.
[73] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 61-62.
[74] İzutsu'nun Türkçe'ye çevrilmiş Kur'an semantiğine dair eserleri şunlardır: İzutsu Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, (Çeviren, Süleyman Ateş), Ankara, T'siz; Kur'an'da Dini Ahlaki Kavramlar, (Çev. Selahattin Ayaz), İstanbul, T'siz; İslam Düşüncesinde İman Kavramı, (Çev. Selahattin Ayaz), İstanbul, 1984. Ayrıca İslam'da Varlık Düşüncesi, İnsan yayınları, İstanbul ve İbn Arabi'nin Vahdeti Vücut Felsefesi'ne dair iki eseri daha Türkçe'ye çevrilmiştir. Dil ve Büyü adlı bir çalışması daha bulunan Izutsu, Kur'an semantiği konusunda son derece özgün örnekler ortaya koymuştur.
[75] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 62.
[76] Ömer özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, Af. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997. S. 30
[77] Özsoy Ömer, Çeviri Kuramı Açısından Kur'an Çevirisi Sorunu, Bilgi Vakfı, 2. Kur'an Sempozyumu Tebliği.
[78] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, Fecr yay. çev. Alpaslan Açıkgenç, Ankara, 1987, s. 127.
[79] Çakır Yılmaz, Özne-Nesne İlişkisine Hapsolmak ya da Tarihsel Okuyuş, Haksöz Dergisi, sayı: 75, s. 34.
[80] Paçacı Mehmet, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1994; dit: 7, sayı: 2, s. 182.
[81] Hz. Ömer'in bu konudaki diğer örnek uygulamaları da şunlardır: Mut'ayı yasaklaması, fethedilen arazileri savaşanlara pay etmemesi, zekattan müetlefe-i kulübe pay ayırmaması, Tağlib kabilesinden kırkta iki zekat alması v. d,
[82] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 63-68.
[83] Bakara: 2/232.
[84] Kur'an'da Peygamberimizin şahsi isminin geçtiği sadece dört ayet vardır: Bkz. Ali İmran: 3/144; Ahzab: 33/40; Muhammed: 47/2; Fetih: 48/29. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:68-69.
[85] Ahmed Aziz, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ve İslam, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1990, s. 41, 55.
[86] Uyanık Mevlüt, "19. yüzyıl İslam Yenilikçilerine Göre İslam'ın Uygulanabilirliği Meselesi" Bilgi ve Hikmet Dergisisi, sayı: 9.
[87] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 69-70.
[88] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr Yayınevi, Ankara, 1990, s:. 73, 93.
[89] "Müslümanlar için Kur'an (M.S. 610-632 yılları arasında) Hz. Muhammed'e(s) kelimesi kelimesine indirilen Allah'ın kelamıdır. Sanıyorum ki başka hiçbir dinin kitabı müslümanların Kur'an'ı bu şekilde anladıkları gibi anlaşılamamıştır." Fazlur Rahman, a.g.e, s. 68.
[90] Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, Ankara Okulu Yayınlan, Ankara, 1995, s. 22.
[91] Fazlur Rahman, İslamic Modernism, İts Scope, Method and Alternatives'ten çev. Bekir Dernirkol, İslami Çağdaşlaşma, Alanı, Metodu ve Alternatifleri, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: IV, sayı: 4, Ankara, Ekim-1990, s. 319.
[92] Fazlur Rahman, a.g.m., s. 320.
[93] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 70-71.
[94] Tümeller ile tikeller arasındaki ilişki için Gadamer'in uzun mülahazaları vardır. Bkz. Paçacı Mehmet, "Kur'an ve Tarihsellik Tartışması" konulu tebliğ, Bursa, 1996, s. 9; Warnke Cadamer, Hermeneutics, s. 93'ten nkt.
[95] Bkz. Paçacı Mehmet, "Kur'an ve Tarihsellik Tartışması" konulu tebliğ, Bursa, 1996, s. 8.
[96] Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, Çev. Salih Akdemir, Ankara Okulu Yay. Ankara, 1995, s. 165; el Şatıbî, K. el-İ'tisam, Kahire, cilt: III, s. 251'den nkl. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 72.
[97] Fazlur Rahman, İslami Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve Alternatifleri, Çev. Bekir Demirkol, İslami Araştırmalar Dergisi, ci(t: IV, sayı: 4, Ankara, Ekim-1990, s. 319. (F. R'ın bu makalesi İnternational Jurnal of Middle East Studies, I, 1970, s. 317-333'te yayınlanmıştır)
[98] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr yayınevi, Ankara, 1990, s. 95.
[99] Fazlur Rahman, a.g.e., s: 91, 95, 285.
[100] el-Kûsımî Cemaleddln, Tefsir İlmi'nin Temel Meseleleri, İstanbul, 1990, s. 123.
[101] el-Kâsımî Cemaleddln, a.g.e., s. 123.
[102] Kılınç Fethi, Tarirıselcilik ve İslam Dünyasındaki Yansımalarına Eleştirel Bir Bakış, Haksöz Dergisi, sayı: 75, s. 28
[103] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 72-74.
[104] Ebu Zehra Muhammed, İslam Hukuk Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener, Fecr yay. Ankara, 1986, s. 167.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 74-75.
[105] Fazlur Rahman, İslam ve Siyasi Hareket: Dinin Emrindeki Siyaset, İslami Araştırmalar Dergisi, çev. İbrahim Maraş,, cilt: 7, sayı: 2, s. 198.
[106] Fazlur Rahman, İslami Çağdaşlaşma Alanı: Metodu ve Alternatifleri, çev. Bekir Demirkol, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, Ekim-1990, cilt: 4, sayı: 4, s. 319.
[107] Aslında Makasıdu'ş,-Şeria konusu tarihselcilerin ardına sığınarak nassları ta'til etme gayretlerine ciddi bir katkı sağlamaz. Çünkü maksadın tespitinde esas olan, tarihselcilerin yaptığı gibi dünyada hakim olan tasavvurlar değil, bizzat Kur'an'da yer alan illetler, hikmetler ve genel mesajın öğrettikleridir. Ayrıca bu yöntemi kullanan Şatıbî gibi, günümüzde Ali Bulaç gibi kimseler aynı Öncülden "Kur'an'ın bir kısmının ta'til edilmesi gerektiği" sonucunu çıkarmamışlardır, bkz. Bulaç Ali, Mekasidu'ş-şeria Bağlamında Kadının Şahitliği Konusu, İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, Ekim-1991, cilt: 5, sayı: 4, s. 292-309; Yılmaz Çakır, Kur'an'ın Anlaşılmasında Nüzul Ortamı, Haksöz Dergisi, sayı: 18-19, İstanbul 1992.
[108] Fazlur Rahman, İslam ve Siyasi Hareket: Dinin Emrindeki Siyaset, çev. İbrahim Maraş, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 7, sy; 2, s. 201.
[109] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 75-77.
[110] Mesela Fazlur Rahman, Pakistan'ın darbeci Generali Ziyau'l-Hak'ı düzeltmesi için dönemin ABD başkanı Ranold Reacon'ı göreve davet edebilecek kadar siyasi basiretten yoksundur. O İran, Pakistan ve Sudan'da meydana gelen İslami gelişmeleri "tutucu İslam" diye tahkir etmiştir, İslami Araştırmalar Dergisi, Fazlur Rahman Özel sayısı, Ekim-1990, cilt: IV; sayı: 4, s. 231.
[111] Fazlur Rahman İslam ve Çağdaşlık, Çev. Alpaslan Açıkgenç, M. Hayri Kırbasoğlu, Fecr yay. Ankara, 1990, s. 74. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 78-79.
[112] Güler ilhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara, 1999, s. 25.
[113] Güler İlhami, a.g.e., s. 88.
[114] Fazlur Rahman, Ana Konulan ile Kur'an, Çev. Alpaslan Açıkgenç, Ankara, 1987, s. 125-126.
[115] İlletleri bilinen ayetler üzerinde yapılan çalışmalar ve bunun yorumuna ilişkin olarak bkz. Oerveze İzzet, et-Tefsiru'l-Hadis, Ekin yay. İstanbul, 1998, cilt: 5, s. 314-320.
[116] Güler İlhami, a.g.e., s. 90.
[117] Güler İlhami, a.g.e., s; 93.
[118] Güler llhami, a.g.e., s. 100.
[119] Araf:7/34.
[120] Güler İlhami, a.g.e., s. 94.
[121] Kur'an ayeleri arasında neshin olmadığını güçlü kanıtlarla ortaya koyan bu müstakil eser için bkz. Şimşek, Said, Kur'an'ın Anlaşılmasında iki Mesele, Yöneliş Yayınları, İstanbul, Mayıs-1991.
[122] Güler İlhami, a.g.e., s. 98.
[123] Güler İlhami, a.g.e, s. 99.
[124] Aktay Yasin, Modernlik Durumumuza Dair, Tezkire Dergisi, sayı: 3, Mayıs-1997.
[125] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 80-85.
[126] Özioy Ömer ile Tarihselllk Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997.
[127] Özsoy Ömer, Kur'an Ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, sayı; 11-12, Ankara-1997 s. 74-75.
[128] Hz. Muhammed'e psikanaliz uygulayan ve Kur'an'ı onun otobiyografisi olarak okuyan oryantalistlerin ilahi kelama tarihin bir ürünü olarak baktıklarını ve tarihselcilik yöntemini bu önyargılarını pekiştirmek için kullandıklarını söyleyen Özsoy, Şarkiyatçıları ikiye ayırmaktadır: Kur'an'ın kökenini sorgulayanlar; köken sorununu öne çıkarmayıp "Muhammed ne demek istedi?" diye soranlar. İkincisini bir "zihniyet devrimi" olarak değerlendiren ve Rudi Paret'i ikinci kategoride yer alanlar içinde değerlendirmektedir. Bu kategorik ayırımın sebebi tabii ki Müslüman farihselciierle oryantalistleri birbirlerinden ayırmaktır.
[129] Tarihselcilik yaklaşımının bizim özgün şartlarımız tarafından doğurulmadığını, Özsoy "onyedinci yüzyıldan sonra Alman felsefesi içerisinde belirginleşen bir eğilim olduğunu, oryantalistlerin bu yöntemi Kur'an'a uyarlayarak onun tarihin bir ürünü olduğunu ispata çalıştıklarını" kendisi de itiraf etmekte, doğruların benzeşmesinin bir yargılama nedeni olamayacağını söylemektedir. Ancak Özsoy Müslüman tarihsekilerin Kur'an'a "tarihin bir ürünü" olarak değil, "tarihsel bîr olgu" olarak baktıklarını söylemektedir. Doğrusu biz ikisi arasındaki öngörülen farkı anlayabilmiş değiliz. Özsoy Ömer, Tarihsellik Üzerine Röportaj, İktibas Dergisi, Ankara, Eylül-1997, s. 24, 25.
[130] Ömer özsoy'un Kur'an'ın tarihselliğine ilişkin anlayışı, Kur'an'ın verdiği malumatlar arasında "tarihsel gerçeklere ayktrı unsurlar bulunabileceği" gibi varsayımları da içermektedir. Mesela "Üzeyir (a)'ın Allah'ın oğlu oluşu hususunda Kur'an'da Yahudilerin eleştirilmiş olmasını, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmediğine ilişkin Kur'an'da verilen bilgilerde "tarihsel gerçeklikle bağdaşmayan unsurlar bulunduğunu iddia ederek zanni olan sosyal bilimler verilerini baz alarak yakînî olan ilahi vahyin beyanını sorguya çekmektedir. Ömer Özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, EylüI-1997, s. 31.
[131] Ömer özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Ankara, Eylül-1997, s. 29.
[132] Özsoy Kur'an'ın verdiği malumatları salt bilgi vermek bakımından şüpheli-güvenilmeyen cinsten görürken; Taha Hüseyn'in nesnelliğinden, tarihçi titizliğinden hiç kuşku duymamaktadır. Çünkü Kur'an'ı "tarihsel gerçekliğe aykırı unsurlar barındırmakla suçlarken, kullandığı referans Taha Hüseyn'dir. Bkz. Ömer Özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997, s. 31. "Kur'an'ın amacı bilgisel katkı sağlamak ise yalan söylemiş oluyor" diyen Özsoy, bir maksada binaen malumat veren ilahi kelamın yalan-yanlış. bilgileri sırf gayesine kilitlenerek kullandığını ima etmektedir. Ömer Özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997, s. 32.
[133] Ömer özsoy ile Tarihseliik Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eyfül-1997, s. 27.
[134] Ömer özsoy île Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürşat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997, s. 26.
[135] Ömer özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürsat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997, s. 29-30.
[136] Ömer Özsoy ile Tarihsellik Üzerine Röportaj, M. Kürsat Atalar, Ahmet Rânâ, Celal Sancar, İktibas Dergisi, Eylül-1997, s. 27.
[137] Özsoy Ömer, Kur'an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, sayı: 11-12, Aralık-1997, s. 76-77. Aslında Özsoy Paret'e ait saydığı bu yaklaşımın "Kur'an'ı VII. Yüzyıla hapsetme eğilimi" olduğunu da söylemektedir. Rudl Paret, Kur'an Üzerine Makaleler, Derleme ve çev. Ömer Özsoy, Bilgi Vakfı yay. Ankara, 1995, s. 18.
[138] Aktay Yasin, Anlama, Vahiy ve Tarih, Tezkire Dergisi, cilt: 2, sayı: 5, s. 33; Hasan Hanefi, Teoloji mi Antropoloji mi'den nkl.
[139] Özsoy Ömer, Kur'an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, sayı: 11-12, Aralık, 1997, s. 73.
[140] Kabarmak, artmak, fazlalaşmak, üste çıkmak manalarına gelen Riba bir terim ofarak, "reel bir karşılığı olmaksızın borç olarak verilen paranın/altının, gümüşün v. s. bir veya birden çok katlarla çoğalması" anlamında Kur'an'da geçmektedir. Riba şu ayetlerde kelime anlamıyla geçmektedir: Hacc: 22/5; Fussüet: 41 /39. Aşağıdaki ayetlerde ise, Türkçe'ye faiz diye geçen haram kılınmış işlem anlamında geçmekte ve kişiyi ebediyyen cehenneme sokacak günahlar arasında sayılmaktadır: Bakara: 2/275, 276, 278; Ali İmran: 3/130; Nisa: 4/161; Rum: 30/39.
[141] Özsoy Ömer, Kur'an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, sayı; 11 -12, Aralık, 1997, s. 78.
[142] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 85-91.
[143] Nur: 24/4.
[144] Bakara: 2/228
[145] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 91.
[146] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 91-92.
[147] Antropolojik okumanın üçlü bir sac ayağının Kur'an'a bir vahiy değeri vermesi söz konusu olamaz. Söz konusu üçlü sac ayağı şunlardır: 1) Her şeyi deizmin gözlüğün değerlendirmek 2) Her şeyi sosyal çevre faktörleriyle izah etmek 3) Her şeyi değişim ve ilerleme ön yargısıyla okuyarak dînî ve tarihsel mirası yargılayarak okumak. Daha geniş bilgi için bkz. Bulaç Ali, İslam'ı ve Tarihini Okuma Bitimi, Bilgi ve Hikmet Dergisi, İstanbul, Yaz-1994/7, s. 8.
[148] Hasan Hanefi, Teoioji mi Antropoloji mi? çev. M. Said Yazıaoğlu, A.Ü.I.F Dergisi, sayı: 23, 1978; "Hasan Hanefi ile Tecdid Projesi Üzerine Bir Söyleşi", Ciiler İlhamı, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 6, sayı: 3, Ankara, 1993, Hasan Hanefi, Dini Değişme ve Kültürel Tahakküm, çev. Güler İlhamı, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 6, sayı: 3, Ankara, 1993.
[149] Dinlerin kökenine ilişkin Marks'ın söylediklerini şöylece özetleyebiliriz: "Tanrı, basitçe insanların mükemmellik arayışının, insanlığın gerçekleşmemiş umut ve beklentilerinin sembolik bir ifadesi olarak tahayyül ürünüdür." Ve bir de Hanefi'nin Allah'ın takdir etmede nasıl bir zaafa düştüğünü, tahayyül ettiği İlahın Marks ile neredeyse birebir benzerlik gösterdiğine dikkatle bakalım: "İnsanın Allah için takdir ettiği alîm, kadîr gibi kamil sıfatlar insanın ürettiği bir imajdır. Bu imaj insan yaratığıdır." Aktay Yasin, Anlama, Vahiy ve Tarih, Tezkire Dergisi, cilt: 2, sayı: 5, s. 34; Hasan Hanen, Teoloji mi Antropoloji mi, s. 520'den nkl.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:92-94.
[150] Aktay Yasin, Anlama, Vahiy ve Tarih, Tezkire Dergisi, cilt: 2, sayı: 5, s. 34; Hasan Hanefi, Teoloji mi Antropoloji mi, s. 520'den nkl.
[151] Aktay Yasin, a.g.m., s. 34.
[152] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 94-95.
[153] Aktay Yasin, a.g.m., s. 42.
[154] Aktay Yasin, a.g.m., s. 43.
[155] Aktay Yasin, Modernlik Durumumuza Dair, Tezkire Dergisi, sayı: 3, Mayıs-1992.
[156] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 95-96.
[157] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 96-97.
[158] Maide: 5/38.
[159] Nûr: 24/2.
[160] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 97-99.
[161] Ahzâb: 33/6.
[162] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 99-101.
[163] Enfal: 8/60
[164] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 101-102.
[165] Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, İstanbul, 1991, paragraf: 1636, s. 972.
[166] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 102-103.
[167] Aileden birinci derece sorumlu olan erkeklerin kadınlardan mirasta bir derece üstün oldukları: Bakara: 2/228; Nisa: 4/24. Ticari anlaşmalarda unutma riski bulunan iki kadının Şahitliğinin bir erkeğe denk sayılması: Bakara: 2/282. Savaşta galip gelenlerin esir kadınlar üzerinde hak sahibi olabildiği: Nisa: 4/24.
[168] "Halbuki -ister erkek ister kadın olsun- iman edip doğru ve yararlı işlter yapan kimse cennete girecek ve bir hurma çekirdeği kadar bile haksızlığa uğratılmayacaktır." (Nisa: 4/124) "(Orada)kim bir kötülük yapmışsa sadece yaptığı kadarı ite cezalandırılacaktır. Kim de, ister erkek olsun isterse kadın olsun, iman edip doğru ve yararlı ister yapmışsa cennete girecek ve orada kendisine hesapsız nimetler verilecektir." (Mü'min: 40/40)
"Gerçek su ki Allah'a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, îman eden bütün erkekler ve kadınlar, kendilerini (Allah'ın dinine yardım etmeye) adamış bütün erkekler ve kadınlar, sözlerine sadık bütün erkekler ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren bütün erkekler ve kadınlar, (Allah'ın karşısındaki) güçsüzlüğünü anlayan bütün erkekler ve kadınlar, karşılıksız yardımda bulunan bütün erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol eden bütün erkekler ve kadınlar, iffetleri üzerine titreyen bütün erkekler ve kadınlar ve Allah'ı durmaksızın anan bütün erkekler ve kadınlar için (evet) bunların (tümü) için Allah, mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzâb: 33/35)
[169] Tarihselciliğin "kadın sorunu" olarak adlandırılan olgunun çözümünde pratik faydalar sağlayacağını bekleyen ve Fazlur Rahman'ı bu konudaki katkılarından dolayı minnetle anan H. Ş. Tuksafın bu görüşlerini anlattığı bir sempozyum tebliği için bkz. İslam ve Modernîzm, Fazlur Rahman Tecrübesi, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, Kültür İşleri Daire Bşk. Yay, 22-23 Şubat, 1997, s. 340-348.
[170] Çakır Ruşen, Direniş ve İtaat, H. Ş. Tuksal İle Röportaj, Metis yay. İstanbul, 2000, s. 24,
[171] Çakır Ruşen, a.g.e., s. 24
[172] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 103-106.
[173] Zıhar adetini konuları ağır yaptırımlarla kaldıran ayetlerin tamamı için bkz. Mücadele:58/1-5; Ahzâb: 33/4. Mücadele: 58/1
[174] Özsoy Ömer, Sünnetullah, Ankara, 1994, s. 20.
[175] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 106-108.
[176] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 109.
[177] Ahkaf: 46/15.
[178] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 109-110.
[179] Bakara: 2/278-279
[180] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecr yay. Ankara, 1987, s. 110-111.
[181] Riba terimi iafzen, bir şeyin ilk hacminin veya miktarının üstündeki artışı veya ilaveyi ifade eder. Kur'an terminolojisinde ise bir kimsenin veya kurumun başka birine ödünç olarak verdiği belli bir mal veya para miktarının faiz yoluyla, meşru olmayan bir artış sağlamasını ifade eder. Esed Muhammed, Kur'an Mesajı, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret yay. İstanbul, 1999, s. 827-828.
Her hangi ticari bir işlem olmaksızın, gerçek karşılığın olmayan bir mal veya paranın elde ettiği her tür ilave -ister tek kat isterse kat kat olsun- bu faiz tanımının içerisine girmektedir. Rabbimiz nüzul kronolojisinde ilk inen ayette faiz işlemleri yerine, müminlerde dayanışma ve birliktelik ruhunu güçlendiren infak'ı teşvik etmiştir: "Ve (unutmayın başka) insanların malları sayesinde artsın diye faize verdikleriniz (size) Allah katında bir artış sayılmaz. Oysa Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için karşılıksız verdikleriniz (O'nun tarafından bereketlendirilir:) İste onlar (bu şekilde Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenler) ödüllerni kat kat artıranlardır." (Rum: 30/39) Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:110.
[182] Bakara: 2/221.
[183] Mücadele: 58/3.
[184]Köleliğin kaldırılması için gerekli ahlaki-itikadi ve diğer çözüm yolları bir çok ayetin beyanında yer almaktadır. Örnek olarak bkz. Beled: 90/11 -17.
[185] Özsoy Ömer, Kur'an Ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, sayı: 11-12, Aralık-1997, s. 73-74.
[186] Namlı Tuncer, Tarihsellik ya da İradecilik (voluntarizm), Haksöz Dergisi, Mayıs-1998, sayı: 86, s. 51.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:111-112.
[187] Salih Subhi, Kur'an İlimleri, Hibaş yay, Konya, t'siz, s. 128-129; el-İtkan, 1/51'den; .
[188] Nur: 24/4.
[189] es-Salih Subhi, a.g.e., S. 128 114
[190] Haşr :59/ 7.
[191] Muaviye fethedilen yerlerdeki hükümdarlara ait arazileri, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi, ümmetin faydasına sunmak yerine şahsi serveti arasına katarak tekelciliğin önünü açan uygulamaları başlatmıştır. Ya'kûbî'nin aktardığına göre o "tipik bölgelerde, oraların hükümdarları tarafından kendilerine tahsis etttikleri arazileri sahipsizlikten kurtarmak için tespit ettirdiğini ve kendisine tahsis ettiğini görmekteyiz." el-Batayine M.D., Muaviye Döneminde Devletin Mâlî Yapısı, Çev. Ahmet Nedim Serinsu- İrfan Ayçan, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 3, sayı: 4, Ankara, 1989, s. 214; "Muaviye nafakadan/hediyelerden kendisine ulaşan bu malları şahsi ihtiyaçlarına, ailesinin, akrabalarının ve kölelerin ihtiyaçlarına sarf ediyordu." Age, s. 214; Muaviye'nin Şam yöresinde hakim olan Bizans kültürünü Rasulullah'ın sünnetine tercih ettiği, yaptığı icraatlarından kolayca anlaşıl-faktadır. Kendisi bununla da övünmektedir: "Ben meliklerin ilkiyim." Age. s. 214. Sa'd "Ebi Vakkas (r) Muaviye'nin yanına girerken şöyle selam veriyordu: "Selam sana ey kra'l" el-Kami, ııı/275'den Mustafa İslamoğlu, İmamlar Ve Sultanlar, s. 75. İstanbul, 1994.
[192] Tevbe:9/34.
[193] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 112-116.
[194] Carudy Roger, 20. Yüzyıl Biyografisi, çev. Ahmet Zeki Ünal, Ankara, 1989, s. 288-289.
[195] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 116-117.
[196] Jung'ın tüm ilahi vahiyler için yaptığı "peygamberlerin bilinç altı" iftirasını göğüsleme gereği ve onun gibilere cevap verme ihtiyacı hissettğini zannettiğimiz Fazlur Rahman'ın Kur'an'ın tenziliyle ilgili söyledikleri oldukça ilginçtir. Hristiyanların İsa tasavvuruyla da benzerlikler arz eden bu hipotez özünde birçok hastalık taşımaktadır. Fazlur Rahman Peygamberimizin Cebrail (a) ile hepsi iki defa karşılaştığını, ikisinin de ruhani olduğunu, fiziksel bir tecrübenin var olmadığını iddia etmekte, Hicr Suresi, 15/8'de bahsi geçen azap melekleri ile ilgili bağlamı hiçe sayıp -sanki ayette bahsedilenler vahiy melekleri imiş gibi- "Peygamberimize vahiy için melek gonderilmediği"ni iddia etmektedir; 199, 207, 208. Ruh'u "peygamberin kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğu zaman vahiy şekline dönüşen bir kuvve veya bir duyu veya bir araç" olarak yorumlayan Fazlur Rahman görüşünü Buhari'de de geçen bir hadise dayandırmaktadır. Daha geniş bilgi için bkz. fazlur Rahman, Ana Konuları ile Kur'an, çev. Alpaslan Açıkgenç, Fecryay. Ankara, 1987, s. 210; 199, 207-208 v. d.
Azlur Rahman'ın görüşünü dayandırdığı hadise göre Kur'an bir defada topluca indirilmiştir. Oysa çok sayıda ayette Kur'an'ın peyder pey "tertilen" indirildiği beyan edilmektedir: Örnek ayet için bkz. Furkan: 25/32-33.
[197] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 117-118.
[198] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 118-120.
[199] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 120-121.
[200] Kur'an'ın hem lahutî/ilahi-kutsal, hem de nasutî/insani- dünyevî bîr kitap olduğunu ileri süren I. Güler, onun gökten indiği kadar yerden bittiğini söylemek suretiyle bize göre lafuz ile mesajın arasını ayırmış olmaktadır. Bkz. Güler İlhamı, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1999, s. 72-73.
[201] Çakır Yılmaz, Haksöz dergisi, agm, s, 35. 122. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:121-122.
[202] Cahiliyye'de kullanılan silm, İtaat, hilm, takva gibi kavramları Kur'an'ın nasıl bir değişiklige uğratarak içini doldurup terimleştirdiğini, yaptığı semantik çalışma ile başarılı bir şekilde ortaya koyan Izutsu'yu burada kaydetmeğe değerdir. Ioshihiko, çev. Süleyman Ateş, Kevser yay. Ankara, t'siz, s. 187-207.
[203] Osmanlı modernleşmesinin ve bunun siyasal sonucu olan laik Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşunda hep minnetle anılan bu iki sembolik ismin hayatı ve görüşlerine ilişkin kapsamlı bir çalışma için bkz. Türkmen Hamza, "İslamcılık" ve Safların Farklılığı, Haksöz Dergisi, sayı: 120, Mart-2001, s. 31 -39.
[204] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 122-125.
[205] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 125-126.
[206] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 128.
[207] Cündioğlu Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, Tibyan yay. İstanbul, 1995; Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, tibyan yay. İstanbul, 1995; Söz'ün Özü, Tİbyan yay. İstanbul, 1996; Anlamın Tarihi, Kitabevi, İstanbul, t'siz.
[208] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 128-129.
[209] Hristiyanlıktaki "Tarihsel hükümler ortadan kaldırılınca bunlara yeni zarflar gerekti ve bu zarflar da Helen geleneğinin zarflaRI oldu" Paçacı Mehmet, "Kur'an ve Tarihsellik Tartışması" konulu tebliğ, Bursa, 1996, s. 15. Hristiyanlığın doğuşundan üç asır sonra İlk değişim Helen kültürü (Eski Yunan mitolojileri ve Roma uygarlığı) etkisiyle gerçekleşmiştir. Bu etkinin simgesel kurumu Katolik Kilisesi'dir. Bu nedenle Hristiyanlık özelinden dinin hayat sahnesinden çekilmesini salt aydınlanma-reform hareketlerine bağlayıp Luther'i günah keçisi yapmak insafsızlık olur. Öte yandan Uıther Katolik Kilisesi'nin kuruluşundan daha teye İsa (a) ve Havariler'in temsil ettiği döneme- dönüşü savunuyordu. Daha geniş bilgi için bkz. Olgun Hakan, Luther ve Reform, Fecr yay., Ankara, 2001.
[210] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 129.
[211] Evrenseli bir terim olarak "tüm dünyada, tüm zamanlarda ve tüm mekanlarda geçerli olmak; tazeliğini ve geçerliliğini yitirmemek" manasında kullanacağımızı peşinen ifade etmek isteriz. Sözde evrenselcilik ise; ileriki sayfalarda örneklerini göreceğimiz üzere, Kur'an'ın ilk muhataplarıyla ilgisini, ilk mü'minlerin örfî arkaplanını göz ardı eden, Rasulullah'ın örnek uygulamalarını hiçe sayan, hatta Kur'an'ın gramatik yapısını alt üst ederek yorumun merkezine kendini koyan mealci bir "çağdaş bir tefsir usûlü deneyimi"nin adıdır. Bu tanımlarda da görüleceği üzere bu çağdaş tefsir usûlü deneyiminin -ekolün önde gelenleri tarafından 'evrensel yorum' nitelemesi ile pazadanmak istense de- evrenselcilik iddiası doğru değiidir.
Neticesinden baktığımızda bu, oryantalizmin planlanmış bir tuzağıdır ve Kur'an'ın yorumlanmasında hiçbir ciddi ölçüsü yoktur. Özelliklerini üç maddede özetlemek mümkündür: Birincisi; yorumlar görecelidir; tartışmaya açıktır, nesnel ölçülen yoktur, vahyî daya''' lardan yoksundur. İkincisi; insan merkezlidir; bu yüzden Kur'an okumaları aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşmektedir; bu yönüyle de sözde evrenselciler, Müslüman tarihselc'le're benzemektedirler. Üçüncüsü ise; modernizmin globalleşmeden önceki geçer akçe olan ulusçuluğu baz almaktadır.
[212] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 130-131.
[213] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 131.
[214] Ali İmran: 3/187. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 131.
[215] Sebe: 34/38.
[216] Furkan: 25/1 Furkan: 25/1
[217] Enbiya: 21/107
[218] Araf: 7/158
[219] Ahzab: 33/40 Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 131/132.
[220] Bakara: 2/143
[221] Ali İmran: 3/110
[222] Hacc: 22/78. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 131-132.
[223] Yaşadığımız coğrafyada "mealcilik" olarak da isimlendirilen sözde evrenselcilik, aslında tarih üstücülüktür. "Müslüman tarihselciler"den Ömer Özsoy, "Tarihselciliğin karşıtının evrenselcilik olmadığını, tarih üstücülük olduğunu" söylemektedir. Özsoy Ömer, Kur'an veTarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, sayı: 11-12, s. 74. Özsoy'un bu yaklaşımına katıldığımızı belirtmekle birlikte iki yöntemin de benzer zaaflar gerdiğini ifade etmek istiyoruz.
[224] Yorumun grameri belirlemesi sözde evrenselciliğin en bariz vasfıdır. Bu ifadelendirme ve örneklerine ilişkin tahliller için daha geniş bkz. Kocabaş Şakir, İfadelerin Gramatik Ayırımı? yayınları, İstanbul, 1984, s. 60-77. Kur'an'ın gramatik yapısını, hedeflerini ve ilk musaplarının arkaplanını ve genel mesajı göz önünde bulunduran örnek bir çalışma için Kocabaş Şakir, İslam'da Bilginin Temelleri, İz yayınları, İstanbul, 1997.
[225] İslamoğtu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. Aralık, 2000, s. 120, Kadı Iyad, Ebu'l-Fadl el-Yahsubi, eş-Şifa bi- Ta'rifi Hukuki'l-Mustafa, I, II, Dam'l- Fikr, Beyrut, 1988, cilt: 1-s. 161den nakl.
[226] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 132-134.
[227] Emin el-Hûli, Tefsir ve Tefsir'de Edebi Tefsir Metodu, Çev. Mevlüt Güngör, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 2, sayı: 6, Ankara, 1988, s. 37-38. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:135.
[228] Emin" el-Hûti, a.g m., s 38.
[229] Şimşek Said, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul, 1995, s. 81.
[230] Şimşek Said, a.g.e., s. 81.
[231] "Kur'an 77200 İlim ihtiva eder, ondaki her bir kelime ilimdir ve her kelime için zahir, batın, had ve muttala diye dört mana vardır." Gazâtt, Ihyau Ulûmi'd-Din'den Cerrahoğlu İsmail, Tefsri Usûlü, 5. baskı, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları, Ankara, s. 303-304-
[232] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 135-136.
[233] Er- Razi Fahruddin' Tefsir-i Kebir Mefatihu'l-Gayb, Ankara, 1988, cilt: 2, s. 113-114.
[234] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 136-137.
[235] El-Cevah'i cilt; 20, s. 55-56'dan; Şimşek Said, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul 995,s.84.
[236] Said Hant, İşaretti'M'caz, mütercim: Abdülmecid Nursi, İstanbul, 1990, s. 238.
[237] "Ve yine bir keresinde Musa, kavminin su ihtiyacını karşılamak için (Bize) yalvarmıştı ve Biz de kendisine 'Asanla taşa vur!' demiştik. Bunun üzerine oradan on iki kaynak birden fışkırmıştı ki, halkın tümü nereden hangi kaynaktan içeceğini bilsin, (Ve Musa demişti ki:) 'Allah tarafından verilen rızıktan yiyip için, ama yeryüzünün yozlaşmasına ve çürümesine yol açarak bozgunculuk yapmayın!" (Bakara: Sûresi, 2/60) Ayetin kendi bütünlüğünde kaldığımızda bile, dikkatli bir okuyucu burada verilen mesajın; "Allah'ın sonsuz kudretine ve kullarına karşı nimet vermede son derece cömert oluşuna, kullarının da yeryüzünde bozgunculuk yapmadan yaşarak bu nimete şükranlarını sunması gerektiğine ilişkin vurgular"dan oluştuğunu görecektir. Yani ayetin santrafüj aletiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
[238] "Süleyman Davud'a varis olduktan (sonra) o şöyle derdi: 'Ey İnsanlar! Bize kuşların dili öğretildi; hem bize (cömertçe güzel ve iyi) her şeyden bahşedildi. Bu (bize Allah'ın) apaçık bir lütfudur." (Neml Sûresi, 27/16) Bu ayette geçen kuşların dilinin öğretilmesi ile radyo arasında kurulan alakanın "gramere yorum giydirmek" gibi bir yöntem hatası vardır. Bu usul hatasına sebep olan ise bize göre, "kompleks" kelimesiyle ifade edilebilecek Batı'nın endüstrileşme hızı karşısında bazı müslümanlarda yerleşen aşağılık psikolojisidir.
[239] Bediüzzaman Said Nursi, Işaretü'l-l'caz, mütercim: Abdülmecid Nursi, İstanbul, 199 -s. 239-240. Said Nursi'nin bu görüşlerinden ilham alan şakirtleri, özellikle Sızıntı ve Zafef dergilerinde bilimsel gelişmelerle gerektiğine ilişkin vurgular"dan oluştuğunu görecektir. Yani ayetin santrafüj aletiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
[239] "Süleyman Davud'a varis olduktan (sonra) o şöyle derdi: 'Ey İnsanlar! Bize kuşların dili öğretildi; hem bize (cömertçe güzel ve iyi) her şeyden bahşedildi. Bu (bize Allah'ın) apaçık bir lütfudur." (Neml Sûresi, 27/16) Bu ayette geçen kuşların dilinin öğretilmesi ile radyo arasında kurulan alakanın "gramere yorum giydirmek" gibi bir yöntem hatası vardır. Bu usul hatasına sebep olan ise bize göre, "kompleks" kelimesiyle ifade edilebilecek Batı'nm endüstrileşme hızı karşısında bazı müslümanlarda yerleşen aşağılık psikolojisidir.
[239] Bediüzzaman Said Nursi, Işaretü'l-l'caz, mütercim: Abdülmecid Nursi, İstanbul, 199 -s. 239-240. Said Nursi'nin bu görüşlerinden ilham alan şakirtleri, özellikle Sızıntı ve Zafef dergilerinde bilimsel gelişmelerle ayetler arasında irtibat kurmak için kendilerini -ç°ğü za' man suni bir şekilde- zora sokmuşlardır.
[240] bu konuda "mealdüği Rasulullah'ın değerini bir indirgeme yöntemi olarak nitelendiren" 9un bir çalışma için bkz. "Hiçbir peygamber bir İletişim aleti değildir." Islamoğlu Mus-taf". Üç Muhammed, Denge yayınları, İstanbul, 2000, s. 129.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:137-139.
[241] İnşikak: 84/18-19
[242] Rahman: 55/33-34
[243] Rahman: 55/33.
[244] Maunce, Kitab-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim, çev. Suat Yıldırım, İzmir, 1985, s.
[245] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:139-141.
[246] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 21.
[247] Müddessir: 74/25-31
[248] Yüksel Edip, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Gösterge yay, İstanbul, t's'iz, s. 59-60.
[249] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:141-142.
[250] Hizmetli Mustafa, Kur'an'ı Kerim'in Türkçe Anlamı, İstanbul, 1997, s: 171.
[251] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 142-143.
[252] En'am: 6/38.
[253] Enam:6/59.
[254] Nahl: 16/89.
[255] el Hâli imin, Tefsir ve Tefsirde Edebi Tefsir Metodu, Çev. Mevlüt Güngör, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 2, sayı: 6, Ankara, 1988, s.39.
[256] Cündioğlu Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, İstanbul, 1995, s. 28.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:143-144.
[257] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 144-145.
[258] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 145-146.
[259] Öztürk Yaşar Nuri, Mevlana ve İnsan, İstanbul, 1993, s. 14; Kur'an'ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990, s. 174.
[260] Öztürk Yaşar Nuri, Mevlana ve İnsan, İstanbul, 1993, s. 101.
[261] Öztürk Yaşar Nuri, Konferanslarım, İstanbul, 1994, s. 245-246.
[262] Yaşar Nuri Öztürk, Tevhid Mücadelesi, İstanbul, 1994, s. 158.
[263] Çakır Yılmaz, Modern Bir Samiri: Yasar Nuri Öztürk, Hak Söz dergisi, sayı: 53, İstanbul, Ağustos-1995, s. 36.
[264] Öztürk Yaşar Nuri, Çıplak Uyarı, İstanbul, 1993, s. 199.
[265] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 153, 248, 250, 258. Cehennemin geçici bir menzil mi, ebedi bir yurt mu olduğuna ilişkin detaylı bir Kur'an araştırması İçin bkz. Fevzi Zülaloğlu, Kur'an'a göre Cehennem Geçici Bir Menzil midir?, Hak Söz dergisi, sayı: 55, İstanbul, Ekim-1995.
[266] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990, s, 66.
[267] Şems: 91/7-9. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 146-148.
[268] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, 5. baskı, İstanbul, 1993, s. 619.
[269] Öztürk'ün kitaplarında konunun bu açıklıkta ifade edildiği bir pasaj yoktur; ancak bu ifadeleri kendisi M. Ü. İlahiyat Fakültesi'nde bir konferansta aynı sarahatte dile getirmiştir.
[270] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 148-149.
[271] Bakara: 2/189.
[272] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 149-150.
[273] Büyük hacc gününden -dolayısıyla haccdaki en önemli bir günden- söz eden ayet için ble. Tevbe: 9/3.
[274] Öztürk Yaşar Huri, İslam Nasıl Yozlaştırırı?, 4. baskı, İstanbul, 2000, s. 124-125.
[275] Öztürk Yatar Nuri, Kur'an'ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990, s. 40, 108, 143; Kuran'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 497. 8u gün dünyada İslam'ı en iyi yaşayan halkın Türkler olduğunu söylerken gösterdiği hassasiyeti Yaşar Nuri Araplar'dan esirgemektedir. Bk. Tevhid Mücadelesi, İstanbul, 1994, s. 216. Ona göre "Muhammed ümmetine musallat olan fitnelerin hepsinde odak nokta ve motor unsur Arap'tır." Kur'an'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 717.
[276] Bakara: 2/197, 203.
[277] Öztürk Yaşar Nuri, İslam Nasıl Yozlaştınldı, 4. baskı, İstanbul, 2000, s. 241.
[278] Öztürk Yaşar Nuri, İslam Nasıl Yozlaştırıldı, 4. baskı, İstanbul, 2000, s. 243.
[279] "Kur'an haccın bilinen kutsal aylarda (ama hangi aytar? F. Z.) yapılması gerektiğini açıkça bildirmişken, siz (din adamları) bu görevi sadece Zilhicce ayının 10. gününe sıkıştırarak milyonlarca hacıyı perişan ediyor, hatta birbirlerinin ayakları altında çiğnenerek ölmelerine vesile oluyorsunuz. Allah'a ve elçisine uysanız hacıları dört aylık bir süreye (Only Qur’an'da böyle bir malumat yoktur. F. Z.) paylaştırarak hac ibadetinin huzur ve mutluluk verici bir ortamda yapılmasını sağlayabilirsiniz..." Yüksel Edip, Müslüman Din Adamları'na 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, t'siz, s. 58.
[280] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 150-152.
[281] Tevbe: 9/3.
[282] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 152-154.
[283] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 186.
[284] Bakara: 2/198-199
[285] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:154-155.
[286] Âl-i İmran: 3/97.
[287] Öztürk Yaşar Nuri, Depremin Gösterdikleri, İstanbul, 1999, s. 172-175. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:155-158.
[288] Öztürk Yaşar Nuri, İslam Nasıl Yozlaştırıldı, A. baskı, İstanbul, 2000, s. 245.
[289] Ayrıca bkz. Aynı ayetin devamı olan 35-36. ayetler; Bakara: 2/196: Bu ayeter göre, hacc ile umreyi birarada yapanlar ve niyet ettiği herhangi bir nedenle ifa edemeyenler kurbanı bîr fârizâ hükmünde kesmek zorundadırlar. Daha geniş bilgi İçin bkz. Derveze İzzet, Asru'n Nebi, Tercüme: Mehmet Yolcu, Ekin yayınları, İstanbul, 1998, s. 170-201. Hacc: 22/34. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:158-159.
[290] İnsanı hakikatsiz bırakmak isteyen şeytan müminleri dış şartlara karsı koruyan tüm örtülerden soymak istemektedir. Dış düşmana karşı mümin kadınların kendilerini koruduğu tesettüre ve başörtüye karşı açılmış savaş bu sebeple insanlık tarihi kadar eskidir. Daha özelde de Allah'a adanmışlıkta ve iffetli olmakta "tanınma illeti"nin tezahürü olan başörtüsünden mümin kadınları mahrum bırakmak "şeytani bir tuzak"tır. Bu tuzağa karşı uyanık olmaya çağıran bazı ayetler için bkz. Araf Sûresi: 7/22-23; Nur: 24/31; Ahzab: 33/59. Araf: 7/27
[291] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, Aralık-1993, s. 615.
[292] Candan, Fatma - Koç, Hülya; Kur'an Çerçevesinde Kadın, Kasım 93, sayı: 33, s. 37-39.
[293] Öztürk Yaşar Nuri, a.g.e., s. 615.
[294] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, 37. baskı, İstanbul, 2000, s. 617.
[295] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990, s. 226.
[296] Ali İmran: 3/7.
[297] Hamidullah Muhammet!, İslam Peygamberi, İstanbul, 1991, c: I. s: 576
[298] Hamidullah Muhammed, a.g.e., c: I. s. 578.
[299] Siyasal iktidarlarla kadınların örtüsü arasındaki bağı yetkin bir şekilde ortaya koyan bir çalışma için bkz. Aktaf Cihan, Kılık Kıyafet İktidar; İstanbul, 1989, s: 35
[300] Tarihselcilik yöntemiyle ve kadın bakış açısıyla Kur'an'ı yorumlamaktan yana açık bir tavır koyan H. Ş. Tuksal hanım bir röportajında başörtüsünü inancının gereğince taşıdığını söylemeye dili bir türlü varmamıştır: "Başörtüsü benim dindarlaşmamın bir sembolüdür; asla siyasal bir sembol olmamıştır. Ben dindarlaşmaya karar verdiğim gün örtünmeye de karar verdim. Yüzde 99'umuz için böyledir. Yani eski hassasiyetlerimizi kaybetmek. Halbu ki sîz tam da bu hassasiyetlerinizle kendi kimliğinizi alternatif bir kimlik olarak kurgulamasınız, ama sizden bunun sembolünü alıyorlar..." Çakır Ruşen, Direniş ve İtaat, Metis yay. İstanbul, 2000, Tuksal ile Röportaj; İslam ve Kadın: İtaatin Meşrulaştırılması, s. 38. Tarih üstücü bakış açısının simgesel ismi Y. N. Öztürk ise "Kur'an'daki İslam" kitabında, bu konuda şöyle demektedir: "Hiçbir tartışmaya imkan bırakmayan nokta, göğsün tamamen kapatılmasıdır. Saçların bütünüyle gorünmeyecek şekilde, kapatılmasını emreden bir ifade yoktur. Cenabı Hak bunu kulunun tercihine bırakmıştır. Her Müslüman bunu, yaşadığı iklim şartlarına ve toplum örfüne göre kendisi belirler. Ve başörtüsünü ona göre seçer" Öztürk Y. Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 615.
[301] Hatemi Hüseyin, Kadının Çıkış Yolu İlahi Hikmette Kadın, III. Baskı İstanbul, s: 252, 263-264.
[302] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 159-165.
[303] Hikmet Zeyveli, "19 Mu'cizesi (mi)?", Kitap Dergisi, Ağustos 1986; Dr. Orhan Kutman, "19 Meselesinin Reddi ve Bu Meseleyle İlgili Önemli Açıklamalar", İslami Araştırmalar Dergisi, Mayıs 1998.
[304] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 166-167.
[305] Hûd: 11/12.
[306] Hicr: 15/90-91.
[307] Nûr: 24/46-50. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 167-169.
[308] Öztürk Yaşar Nuri, Depremin Gösterdikleri, İstanbul, 1999, s. 173. 170
[309] Buna benzer ayetlerde türevleri ile geçen gârrun kelimesi; beşeri kuruntuların şeytani düşünceler halini alırken, bunun hipotetik değil de dini bir ifade ile dile getirilmesi halidir; ki bu halin simge ismi Samiri'dir. Konu ile ilgili benzer ayetler için bkz. İbrahim, 14/22; Hicr: 15/17; Samiri karakteri için: Taha: 20/85-91; Lokman: 31/33; Fatır: 35/40; Hadid: 57/14. Fatır: 35/5. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:169-172.
[310] Tarihselcilerin, öznel bir yorumlama yöntemi takip eden sözde evrenselcilere yönelik eleştirilerindeki haklılığa işaret etmeden geçmenin bir eksiktik teşkil edeceğini düşünüyoruz. Mesela ö. Özsoy onlar için şu tespiti yaparak tam yerinden tenkit etmiştir: "Kur'an'ın korunmuş lafzına çağdaş anlamlar giydirilmesi, düpedüz yeni bir metin inşasıdır". Özsoy Ömer, Kur'an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar, Tezkire Dergisi, 1997, sayı: 11-12, s. 73.
[311] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 172.
[312] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 173-175.
[313] Peygamberlerin kendi toplumlarının dili ile gönderildiğini ifade eden çok sayıda ayetten bazıları şunlardır: Ra'd, 13/37;Nahl, 16/103; Taha, 20/113; Fussilet, 41/3; Şura, 42/7; Ahkaf, 46/12. İbrahim: 14/4.
[314] Cündioğlu Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, İstanbul, 1995; s: 17.
[315] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 176.
[316] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 177.
[317] Yusuf: 12/2.
[318] Dil olarak Arapça Kur'an: Bu gruptaki ayetlerde "çapraşıklıklardan, eğriliklerden arındırılmış, Pürüzsüz bir Arapça" Kur'an'ın sıfatıdır: Zümer: 39/28; Fussilet: 41/44; Ahkâf: 46/12. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:177.
[319] "İnsanlar tarafından anlatabilsin diye" mubîn/apaçık-pürüzsüz Arapça ile indirümiştir, Kur'an: Şuara: 26/195; Yüce Allah "Akledilebilsin/iizerinde düşüntüebilsin diye" Arapça bir Kur'an indirmiştir: Zuhruf: 43/3; Apaçık-mubîn kitaptır, Kur'an: Duhan: 44/2, 58; İnsan: 75/16; Ancak şurası unutulmamalıdır ki, bu kolaylaştırma va'di ilk muhataplar ve konuştukları dil için yapılmıştır: Meryem: 19/97.
[320] Duhan: 44/58
[321] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 177-178.
[322] Kur'an'ın mubîn sıfatını dile getiren benzer ayetler için bkz. Bakara: 2/118, 159, 187, 219, 221, 130, 242, 266; Maide: 5/15; Yusurf: 12/1; Nur: 24/34, 46; Şurara: 26/2; Neml: 27/1, 79; Kasas: 28/2; Yasin: 36/69; Zümer: 39/28; Zuhruf: 43/2; Duhan: 44/2; Talak: 65/1, Hicr: 15/1. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:178-179.
[323] Kur'an'ın müyesser sıfatının vurgulandığı çok sayıda ayet vardır: Duhan: 44/58; Kamer: 54/17, 22, 40.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:179. Meryem: 19/97.
[324] Kur'an'ın mufassal oluşunu defalarca vugulayan Rabbimiz, öğüt almak isteyenler için yeterli açıklamaları içeren bir kitap indirmiştir: Enam: 6/97, 98, 114, 119, 126; Araf: 7/32, 52, 145, 174; Tevbe: 9/11; Yunus: 10/5, 24, 37; Hud: 11/1; Yusuf: 12/111; Ra'd. 13/2; İsra: 17/123; Rum: 30/28; Fussilet: 41/3, 44.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:179-180.
[325] Kur'an'ın musarraf sıfatını vurgulayan birçok ayet vardır: Enam: 6/65, 105; Araf: 7/58; İsra: 17/41, 89; Kehf: 18/54; Taha: 20/113; Furkan: 25/50; Sad: 38/87; Ahkaf: 46/27; Kamer: 54/1 7, 22, 32, 40; Kalem: 68/52; Tekvir: 81/7. Bıktırmayan, o şiirsel tekrarlara Rahman Suresi'ni örnek verebiliriz: Rahman: 55/1 3, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77. Enam: 6/46. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:180.
[326] Daha geniş bilgi için bkz. Cündioğlu Dücane, İstanbul, 1995, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, s: 14-15.
[327] Kocabaş Şakir, İfadelerin Gramatik Ayırımı, İstanbul, 1984, s. 90. 182
[328] Kocabaş Şakir, İfadelerin Gramattk Ayırımı, İstanbul, 1984, s. 90-91.
[329] Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, İstanbul, 1995, s. 32-33.
[330] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 181-185.
[331] Bakara: 2/1-2.
[332] el-İsfehani Ragıb, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, Kahraman yayınları, İstanbul, 1986. Kur'an'ın ilk etapta anlaşılmakta güçlü çekilen kelime, karam ve terimleriyle ilgili bundan başka çok sayıda eser yazılmıştır; bunlardan ilk akla gelen uçuşudur: Ebû Ubeyde (öl. 210 "Mecazü'l-Kur'an, Beyrut, 1981; et Ferra (öI. 207. H.), Meâni el-Kur’an, Beyrut, 1980; İbni Kuteybe, Tefsiri' I-Carîbi'l-Kur' an, Beyrut, 1982.
[333] Cerrahoğlu İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988, s. 74.
[334] Cerrahoğlu İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988, s. 74.
[335] Cerrahoğlu İsmail, Tefsir Tarihi, Ankara, 1988, s. 72.
[336] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 185-190.
[337] Cûbirî Muhammet! Abld, Arap Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, İstanbul, 1997, s. 441. Câbirî, İbn-i Hazm'ın Zahiri'liğine dair şu iddiaları ileri sürmektedir: "İbn-i Hazm’ın Zahiriliği'ne baktığımızda Beyan'ı yeniden tesis etmeyi hedefleyen ve irfanı dışlayarak "Burhan" ile "Beyan" arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemeye çalışan felsefi boyutlara sahip düşünsel bir proje olduğunu görürüz.
" Câbirî, Age, s. 441.
[338] Said Edward, Kış Ruhu, İstanbul, Kasım-2000, s. 127.
[339] Said Edward, Kış Ruhu, İstanbul, Kasım-2000, s. 128
[340] Said Edward, Kış Ruhu, İstanbul, Kasım-2000, S. 128
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:190-191.
[341] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 191-192.
[342] Cehlin bu anlamdaki kullanılışına Yusuf (a)'ın günaha karşı direnmesinde rastlıyoruz. Bu ayette cehl, sabır ile ters orantılıdır. "(Yûsuf:) 'Ey Robbim!' dedi; 'Benim için hapis, bu kadınların isteklerine boyun eğmekten daha iyidir. Çünkü sen onların oyunlorını-tuzaklarını benden uzak tutmazsan, ben o zaman cahillerden olurum." (Yûsuf: 12/33.) Hilmin öfkesini yenmek, ihtiraslarına galip gelmek, iyi huy sahibi olmak manasında kullanıldığı ayetler için bkz. Bakara: 2/225, 235, 263; Al-i İmran: 3/155; Nisa: 4/12; Maide: 5/101; Tevbe: 9/114; Hud: 11/75; Hacc: 22/59; Saffat: 37/101; Teğâbün: 64/17.
[343] Cehlin zihni körlük anlamında kullanıldığı çok sayıda ayet için bkz. Nisa: 4/17; Enam: 6/54, 111; A'raf: 7/138, 199; Hud: 11 /29, 46; Yûsuf: 12/33, 89; Nahl: 16/119; Furkan: 25/63; Neml: 27/55; Kasas: 28/55; Ahkaf: 46/23. Hilmin akıl anlamında kullanıldığı ayet için bkz. Tur: 52/32.
[344] Cehlin doğrudan bir şey bilmeme, bilgisizlik anlamına geldiği ayetler şunlardır: Bakara: 2/67, 273; Ahzab: 33/72; Zümer: 39/64; Hucurat: 49/6. Hilmin insanın rüşde ermesi/olgunlaşması anlamında geçtiği ayetler için bkz. Nûr: 24/58-59.
[345] Toshihiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Kevser yayınların, Ankara,
[346] Kişinin tevbe etmeden önceki durumu Kur'an'da cehaletle tavsif edilmiştir. Bkz. Nisa: 4/17; Enam: 6/54.
[347] Bir hayat tarzı olarak İslam'ın zıttı olan cahiliyyenin bu anlamlarda kullanıldığı ayetler şunlardır: Âl-i İmran: 3/154; Maide:, 5/50; Ahzab: 33/33; Fetih: 48/26.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:192-193.
[348] Daha geniş bir semantik inceleme ve tahlil için bkz. İzutsu Tosikiko, Kur'an'da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Kevser yayınları, Ankara, s. 187-207. Ayrıca Türkçe'ye İzutsu'dan önce kazandırılan ve on binlerce Müslüman tarafından başucu kitabı olarak okunan Mevtana Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî'nin Dört Terim'i kelimelerin cahiliyyede ve Kur'an'ın nüzulünden sonra nasıl bir seyir izleyerek terimleştiğini anlatan ender bir eserdir. Bu semantik incelemenin Türkçe'de çok sayıda çevirisi vardır; bunlardan biri için bkz. Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Dört Terim (İlah, Rab, Din, İbadet), çev. Mahmut Osmanoğlu, Özgün yayıncılık, Beşinci baskı, İstanbul, 1996.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:193-194.
[349] Tarihselciler Ahzab Suresi: 33/59. ayetteki "tanınma illeti"ni,esbab-ı nüzul kaynaklarında yer alan zanni rivayetlerden yararlanarak, köle ile hürün birbirinden ayrılması şeklinde yorumlamışlardır. Oysa ayette böyle bir ayırım yoktur. Öte yandan şunu da ifade etmekte yarar vardır: "Sebebin hususi olması, hükmün umumi oluşuna engel teşkil etmez. "
[350] Derveze izzet, Kur'an'ül-Mecid, İstanbul, 1997, s. 185-186; Derveze izzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, c. I, (Asru'n-Nebi), Ekin Yayınları, 1998.
[351] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 194-198.
[352] Cündioğlu Dücane, Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Anlamın Tarihi, Kitabevi, İstanbul 2-Baskı, t'siz, s. 107-108.
[353] Cündioğlu Dücane, Kur'an'ı Anlamanın Anlamı, Tibyan yay. 1995, İstanbul, s. 96.
[354] Bu konu ile ilgili, ilk muhatapların önemini, sözün manasının zamanla genişlemek yerine nasıl buharlaştığını anlatan alanında yetkin müstakil bir eser için bkz. Cündioğlu Dilcane, Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, İstanbul, 1995.
[355] Ebu Zehra Muhammed, imam İbn-i Teymiyye, İslamoğlu yayıncılık, İstanbul, t'siz, s. 211.
[356] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 198-202.
[357] Kur'an'ın musaddık sıfatını dile getiren çok sayıda ayetten bazıları şunlardır: Bakara: 2/4, 41; Al-i İmran: 3/3, 39, 50; Nisa: 4/47; Maide: 5/46, 48; Yunus: 10/37; Hud. 11/17; Enbiya: 21/24; Şuara: 26/196; Fatır: 35/31; Ahkaf: 46/12; 30; Saf: 61/6. Kur'an önceki vahiylerin kitaplarında bulunan doğrulara delil olarak atıf yapmaktadır: 20/133; Uluhiyette salt Allah'ı birlemek hem önceki vahiylerin hem de Kur'an'ın ortak İlkesidir: 21/24, 39/65; Kur'an'ın mesajı önceki kitapların mesjının devamı, bütünleyicisi, tamalamlayıcısıdır: 26/196. Ahiretin dünyaya önceliği ilkesi Kur'an'dan önceki kitapların muhkem hakikatlerinin başında yer alır: 87/18-19. Maide: 5/48
[358] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 202-203.
[359] Peygamberimizle önceki resullerin tebliğ ettiği ilahi mesajın temelleri itibariyle herhangi bir çatışması ve tenakuzu değil uyumu ve benzerliği söz konusudur. Bu nedenle Peygamberimize önceki resullerin tahrif olmamış namaz, oruç, hacc, yetimi-öksüzü kollayıp kol kanat germek gibi güzel ahlak ürünü örflerine uygun bir şekilde hareket etmesi emredilmiştir. Örnek olarak Kur"an'daki şu ayetlere bkz. Enam: 6/90; Hud: 11/120; Nahl: 16/123; Ahzab: 33/38-39; Sad: 38/17; Ahkaf: 46/35; Mümtehine: 60/4-6.
[360] Nahl: 16/43
[361] İsra: 17/107-108.
[362] Maide: 5/33;
[363] Taha: 20/71, Şuara: 26/49.
[364] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 203-206.
[365] Yahudiler için "işledikleri kimi suçların keffaretini ödeme fırsatı sunmak" bağlamında takdir edilen bazı yasaklar Kur'an ile açılan yeni sayfada yer almamıştır. Cumartesi gününü ibadet ve dinlenme günü yapmak sadece Yahdudiler için indirilmiş bir hükümdür. Ayrıca bu ağır cezalar bir suça karşılık gelmiştir; oysa bu suçlar Kur'an'ın ilk muhataplan tarafından işlenmemiştir. Bu ve benzeri hikmetlerle, her şeyden önce de hakimlerin hakimi olan Allah'ın koyduğu hükümleri değiştirme hakkının bulunması nedeniyle önceki ümmetlere takdir
edilen kimi şeriat kuralları nesh edilmiştir. Bunlardan kimi yiyeceklerin haramlığına ilişkin uygulamanın nesh edildiği ayetler için bkz. Ali İmran: 3/93-100. Cumartesi günü çalışma yasağını, Kur'an'a iman eden herkes için kaldıran Rabbimizin buyrukları için bkz. Nahl: 16/124. Yahudilerin pek azı dışında katı yürekli ve Allah'a karşı sorumsuzluk içinde hareket eden insanlar oluşuyla ilgili bkz. Maide: 5/13.
[366] Müheymin Yüce Allah'ın sıfatları arasındadır: Haşr: 59/23; Kur'an'ın sıfatı olarak sadece Maide Suresi (5), 48. ayette geçmektedir. Fakat Kur'an'ın -dolayısı ile ona inananların- denetleme, kollama, gözetme görevini yerine getirdiğine ilişkin çok sayıda ayet vardır: Maide: 5/59; Enbiya: 21/24; Şuara: 26/192-196; Ahzab: 33/40; Fussilet: 41/42-43; Şura: 42/13, 15; A'la: 87/18-19. Maide: 5/48.
[367] Rasulullah'ın yeni yetme bir türedi olduğunu ileri sürerek, müşrikler ona taktıkları bu sıfat ile gelenekte ne var ne yok süpüren bir ayrılıkçı-bozguncu olduğunu îma ediyorlardı. Kur'an'da bu sıfatın Rasulullah'a ya kıstırılması tümüyle reddedilmiştir. İlgili ayetler için bkz. Âl-i İmran, 3/l44; Mü'minun: 23/68; Ahkaf: 46/9.
[368] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 206-208.
[369] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 208-209.
[370] Derveze İzzet, Kur'an'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 192.
[371] A'raf :7/31.
[372] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 209-210.
[373] Bakara: 2/189. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 210.
[374] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 189.
[375] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 210.
[376] Rasulullah cariyelerle olan münasebetlerde de, islam'ın ailevi tanıklığının örnek şahitliklerini ümmete göstermiştir; bize bu sünnet olarak tevarüs etmiştir; konuyla ilgili daha geniş olarak bkz. Hamldullah Muhammed, İslam Peygamberi, Çev. Satih Tuğ, İrfan yayıncılık, İstanbul, 1991,5.690-691.
[377] Cariyelerle evlilikte önce Müslüman olanlardan başlamak teşvik edilmiş, mihirlerinin az da olsa ihmal edilmemesi emredilmiştir; bkz. Nur: 24/25, 32;
[378] Ebû Zehra Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi, çev. Abdüikadir Şener, Fecr yayınları, 4. baskı, Ankara, 1986, s. 166.
[379] bkz. Ateş Süleyman, Çağdaş Kur'an Tefsiri, İstanbul, 1990, cilt: 2, s. 250.
[380] Kur'an'da İslami bir aile modelinden söz eden ve ilahi ahkama göre yasal çerçeveyi belirleyen ayetler -ki bunların hiç birinde mut'a'ya işaret bile edilmemiştir- şunlardır: Bakara: 2/28; Nisa: 4/23-25; Maide: 5/5; Nur: 24/32-33; Rum: 30/21.
[381] Günümüzde yaşayan Şiiler mut'anın hala geçerli olduğunu iddia etmektedirler; bkz. fadlullah M. H, Min Vahy'il-Kur'an, İstanbul, 1991, cilt: 7, s. 112; Mutahharl, Kadın, İstanbul, 1991, s. 55.
[382] Kur'an'ın hiçbir ayetinde cariyelerle bile, mut'aya izin verilmemiştir: Nur: 24/32-33; Maide: 5/5.
[383] Mut'aya göz yumulduğuna ilişkin rivayetler: İbn Mace, Nikah: 44; Müslim, Nikah, 14, 19, 20, Nesai, Nikah, 71; Müsned, cilt: III, s. 405. Peygamberimizin mut'ayı reddettiğine, nehyettiğine ilişkin rivayetler de vardır: Buhari, Meğazi, 38; Nesai, Nikah, 71; İbn-i Mace, Nikah, 44; Darimi, Nikah, 16; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, cilt: I, s. 79, cilt: II, s. 404, 405.
[384] Koç Hülya, Candan Fatma, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Hak Söz Dergisi, İstanbul, Kasım-1993, s. 28.
[385] Hâkim şöyle demiştir: "Bu haber Buharı ve Müslim'in şartlarına uygun olduğu halde nakletmemişlerdir." ez-Zerkefî Bedruddin, el-İcabe II îrâdi mâ'stedrekethu 'Â'işe 'alâ's-saha-be (Hz. Aişe'nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler), Yayına Hazırlayan, Bünyamin Erul, Kitâbiyât, Ankara, 2000, s. 8S; Hâkim, Müstedrek, ll/305'den nkl. Mü'minûn: 23/5-7. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 211-213.
[386] Yahudiler'den zina ettiklerini itiraf edenlere ve ispatlanmış olanlara Peygamberimizin recm cezasını uygulama konusundaki isteksizliği aşağıdaki hadislerin muhtevasından anlaşılmaktadır: Müslim, Hudud: 27; Tirmizi, Hudud, 10; İbn-i Mace, Hudud, 10; Müsned, cilt: 2, s. 7, 26, 63, 76, 126, 280; cilt: 4, s. 355; cilt: 5, s. 91, 92, 94, 95, 96, 97, 104, 108.
[387] Muhsan kadın; "iman ve evlilik bağı ile iffetsizliğe karsı korunan hür mümin kadın" manasına gelir. Konuyla ilgili daha geniş bir açıklama için bkz. İsfehâni Ragıb, el-Müfredât Fî Carîbi'l-Kur'an, Kahraman yayınları, İstanbul, 1986, Ha maddesi, s. 171.
[388] Muhsan kadın ile, yasal olarak köle stastüsündeki kadının toplumsal konumlarından dolayı yol çıkma risklerinin farklı olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğin hatırlatan ve adaletin gereği olarak kanunen köle statüsü ile toplumsal hayata katılan kadınlara uygulanması gereken ceza da muhsan kadınlarınkinin yarısıdır. "Aranızdan herkim içinde bulunduğu şartlardan dolayı, muhsan/hür bir mümin kadın ile evlenecek durumda değilse, onu meşru şekilde sahip olduğunuz köle statüsündeki mümin bakirelerden biri ile evlendirin. Allah imanınızla ilgili her şeyi bilir; her biriniz diğerinin bir benzeridir. O halde fuhuşta bulunmayan, dost tutmayan ve meşru evlilik bağını gözeten kadınlarla sahiplerinin iznini alarak evlenin ve mehirlerini uygun şekilde kendilerine verin. Onlar evlendikten sonra gayri ahlaki bir davranışta bulunurlarsa, hür evli kadınların tabi oldukları (yüz celde) cezasının yansıyla cezalandırılırlar...' (Nisa: 4/25.) Ayrıca karşılaştırınız. Nur: 24/33.
[389] Recm cezasının Kur'an'a ve İslam'a ait bir ceza olup olmadığı sahabe de dahil bütün Müslüman nesillerce tartışılmış bir husustur. Recm cezasının Kur'an’i olup olmadığının tartışıldığını gösteren hadislerden bazıları şunlardır: Müslim, Hudud, 15; Buhari, Hudud, 30-31; İbn-i Mace, Hudud, 9; Ebu Davut, 37/23.
"Recmin Kur'an'a ait bir ayet olduğu iddiası -ki uydurulan hadiste Kur'an'ın üslubunun taklid edildiği açıkça anlaşılmaktadır: Zina yapan kadın ve erkeği recm edin! Akıllara durgunluk verecek korkunç bir iddiadır bu. Bu iddianın kabul edilmesi durumunda ise, Yüce Allah'ın Hicr Suresi (15), 9. ayette geçen "Zikri biz indirdik, onu (tahriflerden) koruyacak olan da biziz" şeklindeki va'dini tutmadığı iftirasının vebali kabul edilmiş olmaktadır. Şurası hiç kuşku götürmez bir gerçektir: "Bu türden zanni rivayetler hiçbir şekilde mütevatir olarak bize gelen Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşürecek icraat alanı bulamamıştır." Bu da göstermektedir ki ilahi va'd gerçekleşmiş, gerçekleşmeye de devam etmektedir. Bu konudaki en akıl almaz, korkunç rivayet ise yalanına Hz. Aişe validemizi ortak etmek istemiştir. Hz. Aişe'ye isnad edilen İbn-i Kuteybe'nin iddiasına göre; "Recm ayeti (!)'ni keçi yemiştir." Kuteybe iddiasının boyutlarını keçinin mübarek bir hayvan olmasına kadar götürür, İbn-i Kuteybe, Hadis Müdafası, Tecüme ve notları M. Hayri Kırbasoğlu, İstanbul, 1989, s. 408-409. Kur'an'ın korumuşluğuna gölge düşüren rivayetler recmle sınırlı değildir. Bu konuda hem Sünniler'in hem de Şiiler'in değer verdiği rivayet koleksiyonlarında çok sayıda ahad haber vardır: Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Karataş Şaban, Şia ve Sünni Kaynaklarda Kur'an Tarihi, İstanbul, 1996, s. 116-220; Gümüş Fuat, Korunmuş Bîr Kitap Olarak Kur'an, Haksöz dergisi, sayı: 27, İstanbul, Haziran-1993.
Recm konusu meşruiyet krizini asftnda hiçbir zaman aşamamıştır. Bu sebeple bazı öncü sahabiler bile meşruiyet krizinin aşılabilmesi için alet edilmiştir. Mesela, Ömer b. Hattab (r)'ın bir hutbesinde söyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah'ın kitabında recm ayeti vardı. Biz bu ayeti okuduk ezberledik, anlayıp belledik." Bu rivayetlerin ya mevzu veya rivayette geçen "Allah'ın kitabı" ile kasdedilenin Tevrat olabileceği, ayetin de Tevrat ayeti olabileceği söylenmiştir. Söz konusu rivayetler en muteber sayılan hadis kitaplarına dahi girmiştir: Buhari, 86/31; Müslim, 291 A; Ahmed İbn Hanbei, Müsned, cilt: 1, s. 23, 36, 40. Hz. Ömer gibi sert tabiatlı, doğru bildiği bir şey konusunda kınayanın kınamasına asla aldırmadan o şeyi icra eden, ilkeli öncü bir mümine atılan iftiraların zanni olmaktan öte, aslı asdarı olmayan bir rivayet olduğunu düşünüyoruz. Hz. Ömer gibi sahih rivayetlerde çizilen "dirayetli, basiretli Ömer" portresine aykırı olan bu tür rivayetlerein sahih olmadığı -senedi çok sağlam olsa bile- ayan beyan ortadadır. Bütün tarihi vesikaların ortak anlatımına göre, Ömer (r)'ın karakteri halktan korkacak bir cesaretsizliği içinde barındırmıyordu. Zanniliği kuşkusuz olan bazı rivayetlerde Hz. Ömer'in karizması ve saygın kişiliği kullanılmak-istismar edilmek istenmiştir. Bazı rivayetlere göre, "Kur'an'ı mushaf haline getimek için oluşturulan komisyonun başkanı Zeyd b. Sabit'in Hz. Ömer'in getirdiği Recm ayeti (!)'ni şahit yetersizliği yüzünden almadığı" iddia edilmiştir: Tirmizi, 15/7; Buhari, 93/21 Buhari'nin bu rivayetinde recmin meşruiyetine maymunlar olumlu örnek olarak gösterilmiştir. Bu tutarsız bir meseldir. Çünkü, maymunların insanlara olumlu bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Hem Kur'an'da maymunlar biz insanlar için olumlu değil, olumsuz örneklikieriyle anılmıştırlar; bkz. Bakara: 2/65; A'raf: 7/166.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 213-215.
[390] Yahudiler'in kıble konusunu fitne unsuru olarak kullanarak, peygamberimizle birlikte yeniden yükselen İslam'ın gür sesini boğmak istemişlerdir. Kur'an'da Kabe'nin tarihi olarak Mescid-i Aksa'dan daha öncelikli oluşu ve İbrahim peygamber konusundaki ortak kabuller öne çıkarılarak önceki tevhid geleneği değiştirilmiş, bunun yerine Kıyamet'e kadar devam edecek ilahi hüküm geçirilmiştir. Yahudilerle müslümanlar arasında kıble üzerinden yapılan tartışmalara, "Yüce Allah'ın nesh etme hakkı" bağlamında işaret eden ayetler için bkz. Bakara:
2/91-95, 111, 131-135; 142-152; Âl-i İmran: 3/7S, 93-100; 188; Nisa: 4/49-50; Maide: 5/18; Cuma: 62/6-7.
[391] Derveze izzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı (Siretu'r Rasul), çev. Mehmet Yolcu, Ekin yayınları, İstanbul, 1998, cilt; 2, s. 151; Kıble ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Age. s. 141-155.
[392] Kıblenin değiştirilmesinden önceki Medine Yahudilerinin alaycı tutumlarına ilişkin geniş bir açıklama için bkz. Bakara Suresi, 2/142-152. Kıble ve Allah'a yönelimin önemine ilişkin diğer ayetler ise şunlardır: Bakara: 2/105-109, 114-115; 124-131. Al-i İmran: 3/144. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 216.
[393] Ahzâb: 33/37.
[394] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 216-217.
[395] Şûra: 42/13.
[396] Dini ibadetlerin öz itibariyle her zaman varlığını muhafaza ettiği, dolayısıyla Kıyamet'e kadar hükmü devam edecek Kur'an ile güvence altına alındığına ilişkin çok sayıda ayetten bazıları için bkz. Bakara: 2/135,183, 187; Âl-i İmran: 3/43; Hud: 11/87; Nahl: 16/123; Enbiya: 21/73; Hacc: 22/26-27; Kasas: 28/27.
[397] Kur'an'ın ilk muhataplarının temel itikadı esaslardan bîhaber olmadığına işaret eden ayetler için bkz. Şura: 42/13; A'lâ: 87/18-19; Kur'an'ın yakın muhataplarından Yahudilerin, Hristiyanların da bulanık da olsa Allah, peygamber, cennet, cehennem tasavvurlarının bulunduğunu ayetlerden kolaylıkla çıkarmak mümkündür; bkz. Bakara: 2/80-82, 11; Âl-i İmran: 3/23-26. Yine Mekke Müşriklerinin yanlış da Allah, melek, cin, şeytan tasavvurlarının olduğuna işaret eden ayetler için bkz. Furkan: 25/21; Zuhruf: 43/87. Yine Mekke'de yaşanan canlı ibadet geleneğinin varlığını her şeye rağmen sürdürdüğüne ilişkin -ki bütün rivayetler Peygamberimizin vahiy aldığı esnada itikafa girdiği/Allah için ibadete kapandığını aktarmaktadır- ayetlerdeki işaretler için bkz. Bakara: 2/124-129; 131-132; Nisa: 4/35-37; Hacc: 22/26.
[398] Ahkaf: 46/9
[399] Mu’minûn: 23/68.
[400] Kur'an'ın mesajı, önceki ümmetlere de yol gösteren, Yüce Allah'ın indirdikleri ile temel çizgileri itibariyle aynıdır: Âl-i İmran,: 3/73; Ankebut: 29/49; Fatır: 35/31; Ahkaf: 46/10 Şuara: 26/196.
[401] Rasulullah, Allah'a ihanet nedir bilmeyen önceki peygamberlerden kendisine kadar ulaşan doğrulara sahip çıkmıştır; hatta onlara uymakla yükümlü tutulmuştur. Konu ile ilgili birkaç ayet için bkz. Hud: 11/120; Nahl: 16/123; Ahzab: 33/38, 39; Sad: 38/17; Ahkaf: 46/35; Mümtehine: 60/4, 6. En'am: 6/90.
[402] Hatiim; Kabe'nin yanında kısa duvarla çevrili olan bir bölümdür; diğer adıyla Hicr. Bu gün tavaf bu duvarın dışından yapılmakta, dolayısıyla fiilen bu bölüm Kabe'ye ait sayılmış olmaktadır.
[403] Buhari, Sahih, Kitabu'l-Hacc, Bap: Fethu Mekke ve Bünyanuha (Mekke'nin fethi ve inşası), Hadis no: 1431-1443, Kahire, Hicri-1388 baskısın'dan, Sıddıki M. Necatullah, İslami Hareketin Geleceği, Haksöz dergisi, sayı: 115, İstanbul, Ekim-2000, s. 31.
[404] Sıddıki M. Necatullah, İslami Hareketin Geleceği, Haksöz dergisi, sayı: 115, İstanbul, Ekim-2000, s. 31.
[405] Müşriklerin Kabe'nin yanında yaptıkları namaz, hacc gibi ibadetlerin tahrif olmuş ritüellerini yerine getirdiklerini bazı ayetlerin beyanlarından anlıyoruz. Örnek olarak bkz. Enfal: 8/34-45. ayetler arası; Tevbe: 9/17-28.
[406] Ammara Muhammed, Müslimûne Suvvâr (Müslüman Devrimciler), Daru'ş-Şurûk, Kahire, 1408. H. /1988. M., s. 67.
[407] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 217-221.
[408] Asru'n-Nebi'de/Peygamberimizin asrında Allah'a ortak koşmadan ibadet edenlerin varlığı bir gerçek olup, Rasulullah'ın bu saf ve temiz insanlar arasında bulunduğunu aşağıda geçen ayeti kerimelerin işaretlerinden hareketle söyleyebiliriz; bkz. Ali İmran: 3/110-115; Yunus: 10/87; Şuayb (a)'ın adaletin teminatı olan namazı için bkz. Hud: 11/87; İbrahim (a)'ın kesintisiz namaz ibadeti için duası da İbrahim: 14/37-40; Yine İbrahim (a)'a Kabe'yi tezkiye emrinde rüku ve secde vardır; bkz. Hacc: 22/26; İsmail (a)'ın kendisinin kıldığı namazı çevresine de emreden duyarlılığından bahseden ayetler için bkz. Meryem: 19/54-55; “keriyya peygamberin namazın esaslarından kıyam esnasındayken aldığı müjdeli vahyi tasvir eden ayetler için bkz. Âl-i İmran: 3/38-39; İsa (a)'ın hayatı boyunca terk etmediği namazından bahseden ayetler için bkz. Meryem: 19/30-31; Musa peygamberin namazından ve onun hikmetlerinden söz eden ayetler için bkz. Enam: 6/102; Taha: 20/14.
[409] Müşriklerin namazı folkloriktir; özden ve gayeden uzaktır; bkz. Enfal: 8/35; Maun: 107/5. Oysa Kur'an'ın bize tanıttığı namazın belli başlı sıfatları vardır; adı namaz olan her ibadet makbul değildir. Kur'an'da namazın geçtiği her bağlamda infakla ilgili bir vurgunun yer aldığını söylemek abartılı bir genelleme değildir; örnek olarak bkz. Bakara: 2/3, 43, 45, 83, 110, 153, 177,238,277; Şuara: 21/73. v.d.
[410] İsra ("miraç") olayı gerçekleşmeden önce indirilen birçok ayette namazdan söz edilmiş olması, bu konudaki genellemeci ve indirgemeci rivayetlerin aşırı iddialarını zayıflatmaktadır. İşte, Peygamberimizin nüzul sırası itibariyle İsra nimetinden önce indirilmiş ayetlerde yer alan, namaz kıldığına ilişkin işaretler; bkz. Alak: 96/9-12; A'la: 87/14-15; Kevser: 108/2.
[411] Rabbimiz İsrailoğulları'ndan namaz kılacaklarına ilişkin kesin taahhüt almıştır; bkz. Bakara: 2/83.
[412] Gece ibadetinin Kur'an ile tavsiye edilmesinden önce de Peygamberimizin ve arkadaşlarının bu ibadeti yapmaları, onun güzel bir tevhid geleneği olarak -örf olarak- Mekke ve çevresinde bilindiğini göstermektedir. Bkz. Müzzemmil: 73/1-5, 20, Secde Suresi ayeti ise bu ibadetin sadece Peygamberimiz ve arkadaşlarıyla sınırlı olmadığını göstermektedir; bkz. Secde: 32/16. Peygamberimizin bu ibadeti ölene dek sürdürdüğü ve Allah'ın övgüsüne "lazhar olduğunu beyan eden ayetler için bkz. Tur: 52/49; İsra: 17/80. Daha geniş bilgi için bkz. Eren Furkan, Bir Arınma Yolu Olarak Gece Kıyamı, Haksöz Dergisi, İstanbul, Ağustos-2000, sayı: 113, s. 33-37.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:221-223.
[413] Nisa: 4/34.
[414] İsra: 17/80.
[415] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 199-191; İlahibahş, el-Kur'âniyyûn, s. 372-373'den nkl.
[416] E. Yüksel, 19 rakamının fitnesine kapılarak Tevbe Suresi'nin son iki ayetini inkar etmektedir. Ki, kendisinin çokça elettirdiği "rivayeti din edinenler" de, bu iki ayet üzerinde spekülatif tartışmalar yapmışlar, bu münakaşalar ahad hadislerin zanni lafızları ile bize kadar ulaşmıştır.
[417] "Tanrı ile bağlantı kurmamızı sağlayan ve asıl kişiliğimizi besleyen namaz (salat) belli zamanlarda uygulanmalıdır (Nisa: 4/104): Sabah Namazı (Nur: 24/58); Öğle Namazı (İsra: 17/78); İkindi Namazı (Bakara: 2/238); Akşam Namazı (Hud: 11/114); Yatsı Namazı (Nur: 24/58; Hud: 11/114) Kur'an'da ayrı ayrı belirtilmiştir... Namaz vakitlerinin beş ve toplam rekatlarının 17 olduğu konusunda bir tartışma yoktur." Yüksel Edip, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, t'siz, 55-56.
[418] "Kur'an'da sadece üç namazın ismi geçer. Bir başka deyişle, salat (namaz) kelimesi, zaman bildiren üç tanımlayıcı kelime ile birlikte anılır. 1. Salate'l-fecri: Sabah namazı (24/58; 11/114). 2. Salate'l-işa: Akşam namazı (24/58, 17/78; 11/114). 3. Salate'l-vusta. Orta namazı (2/238, 17/78)." Yüksel Edip, Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 109-110.
[419] Tâhâ: 20/130.
[420] Edip Yüksel Kur'an'dan hiçbir delil getiremediği halde namazda Fatiha suresi okunmasını -ki aslında bu bilgiye sadece sünnetle ulaşılabilir- gerektiğini savunmaktadır. Yüksel Edip, 19 Som, Gösterge yayınları, İstanbul, t'siz; s. 57
[421] Yüksel Edip, Müslüman Din Adamlarına 19 soru, Gösterge yayınlan, İstanbul, t'siz, s. 56.
[422] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 223-226.
[423] İnsan nefsinin kötülüklere karşı direngen bir yapıya kavuşması, günaha yönelen eğilimlerin denetim altına alınabilmesi için zekat-infak-sadaka Allah'a karşı sorumluluk bilincinin bir gereği olarak yapılması gereken temei ibadetlerdendir. Bu ibadete karşı insanların –özellikle müşriklerin- duyarsızlığından söz eden birkaç Mekki ayet için bkz. Necm: 53/33-34; Fecr: 89/17-20; Beled: 90/12-17; Şems: 91/7-10; Duha: 93/6-10; Hümeze: 104/29. Mâûn: 107/4-7. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:226.
[424] Bakara: 2/183.
[425] Oruçtan bu gün Yahudi ve Hristiyanların kabul edip tabi olmaya çalıştıkları Ahd-i Atik'te açıkça söz edilmekte, oruç günlerine ve tutamayanların vermesi gereken fidyeye ilişkin olarak bazı ayrıntılar bile verilmektedir: Sk. Kitabı Mukaddes, Tevrat (Ahdi Atik: Eski Sözleşme), Çıkış, Bap: 12, cümle: 15-20, İstanbul, 1993, s. 65.
[426] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 227.
[427] Bakara: 2/217
[428] Kur'an'ın beş ayetinde tekrar tekrar "saldırmazlık örfü"ne müslümanların riayet etmeleri gerektiği belirtildiği halde yine bu dört ayın ismi verilmemiş; kültürel arkaplanında son derece meşhur olan ilahi vahyin ilk muhataplarına başvurmanın önü böylece açık tutulmuştur. Haram aylardan bahseden diğer üç ayet be şunlardır: Maide: 5/2; Tevbe: 9/5, 36.
[429] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 227-229.
[430] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 183. 230
[431] Bakara: 2/197.
[432] Bu ayetin tefsiri bağlamında yazdığı dipnotta Muhammed Esed şöyle demektedir: "Hacılar bu günlerin en az ikisini Arafat ile Mekke arasındaki yolun ortasında yer alan Mira vadisinde geçirmekle yükümlüdürler". Esed Muhammed, Kur'an Mesajı, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret yayınları, İstanbul, 1999, s. 59. Bakara: 2/203.
[433] Tevbe: 9/3.
[434] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 229-231.
[435] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 188.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:231-232.
[436] Adem'in iki oğlundan birinin kurbanı "En sevdiğini feda etme duyarlılığı gösterdiği için" kabul edilmiştir; diğeri bu duyarlılığı göstermeyip hevasını ilah olarak benimsediği için kabul edilmemiştir; üstelik kendi kötü tutkularını Yaratıcı'ya ortak koşan kötü oğul karganın kılavuzluğuna muhtaç duruma düşmüştür; Bkz. Maide: 5/27-31.
[437] İbrahim peygamberin rüyasının anlatıldığı ayetler için bkz. Saffat: 37/101-107. Kurban ibadetinin daha geni} olarak anlatıldığı ayetler aynı surenin 83-113. ayetleri arasında yer almaktadır.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:232.
[438] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 195.
[439] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 233.
[440] Hacc: 22/28.
[441] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 233-234.
[442] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 194.
[443] Hedy ve Qalâid kavramlarını geçtiği diğer bir ayet için bkz. Maide: 5/97; Hedy kelimesi Fetih suresi, 48/25. ayette tek başına Allah'a sunulması gereken bir tür armağan olan kurban anlamında geçmektedir. Maide: 5/2.
[444] Hacc: 22/36. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 234-235.
[445] Hacc: 22/26-29
[446] Hacc ve umre esnasında Kabe'yi ziyaret hakkında indirilen Bakara Suresi, 2/158, 196. ayetler Mekke'nin fethinden kısa bir süre önce indirilmiştir: Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 189. İhram'dan çıkışın bir sembolik bir uygulaması olan saçların tıraş edilmesine bir diğer ayette de işaret edilmiştir; bkz. Fetih: 48/27. Bakara: 2/196.
[447] Derveze izzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, 1998, s. 190.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:236-237.
[448] "Hudeybiye'de sona eren seferden kısa bir süre önce Hz. Peygamber rüyasında kendisinin ve arkadaşlarının Mekke'ye hacı olarak girdiklerini gördü. Bu rüya bir yıl sonra H. 7. yılda Müslümanların Mukaddes Şehir'e ilk barışçıl hacc ziyaretlerini yerine getirmeleriyle gerçekleşmiş oldu." Esed Muhammed, Kur'an Mesajı, İstanbul, Aralık-1999, s. 1051. Fetih: 48/27
[449] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, Aralık-1998, s. 192.
[450] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 237-239.
[451] Maide: 5/1-2.
[452] Maide: 5/95.
[453] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, Aralık-1998, s. 196.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:239-240.
[454] Derveze İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, İstanbul, Aralık-1998, s. 193.
[455] Bakara: 2/158. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 240-241.
[456] Denete İzzet, Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, Ekin Yayınları, İstanbul, 1998, et-Tefsiru'l-Hadis, Ekin yayınları, İstanbul, 1998. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 241-242.
[457] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 242.
[458] Kur'an'ın birinci dereceden bir kaynak ve sünnetin ikinci dereceden bir kaynak olduğu hususu neredeyse bütün islam ümmetinin icma ettiği bir husustur; İslam hukukunun dayandığı hükümlerin kaynaklarıyla ilgili bütün eserlerede bu sıralamaya dikkat edilmiştir; bkz. Ebu Zehra Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi, terc. Abdülkadir Şener, Fecr yayınları, Ankara, 1986, s. 69, 93; Karaman Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil yayınları, İstanbul, 1986, cilt: I, s. 71.
[459] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 243.
[460] Sünnet Kur'an'daki iki ayette "İnsanların sürdürmeyi adet edindikleri hayat tarzı" anlamında geçmekte ve bu eylem Allah'a izafe edilmemektedir; bkz. Âl-i İmran: 3/137; Nisa: 4/26. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 243.
[461] Doğrudan doğruya sünnetullahla ilişkilendirilerek, sünnet ve terkiplerinden söz edilen on altı ayet şunlardır: a) Tekil olarak sünnet: İsra: 17/77. b) Sünen: Sünnetin çoğulu, yani sünnetler: Âl-i İmran: 3/137; Nisa: 4/26. c)Sünnetü'l-Evvelîn; öncekilerin sünnetleri: Enfal: 8/38; Hicr: 15/13; Kehf: 18/55. d) Sünnetüna; Bizim sünnetimiz: İsra, 17/77. e) Sünnetullah; Allah'ın sünneti: Ahzab: 33/38, 62; Fâtır: 35/43(iki defa); Mümin: 40/85; Fetih: 48/23 (İki defa).
[462] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 243-244.
[463] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 244.
[464] Al-i İmran: 3/137
[465] Nisa: 4/26. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 244-245.
[466] Fâtır: 35/43
[467] Enfal: 5/38.
[468] Hicr: 15/13-15.
[469] Kehf: 18/55. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 245-246.
[470] İsra:17/77.
[471] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 246.
[472] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 247.
[473] Kırbojoğlu Mehmet Hayrı, İslam Düşüncesinde Sünnet, Ankara, 1996, s. 104.
[474] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 248-249.
[475] İslamoğlu, bu üç tasavvuru şöyle tavzih etmiştir:
"Birincisi; had isçilerin peygamber tasavvuru: Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru.
İkincisi; fıkıhçıların peygamber tasavvuru: Buna "normatif" bakış açısı da diyebiliriz. Yani Hz. Peygamber'in her tavır ve davranışına, bağlamına illetine, maksadına bakmaksızın "Bundan ne çıkarabilirim?", "Hangi hükmü elde edebilirim?" diye bakmak... Sanki bu yaklaşım sahiplerinin gözünde Hz. Peygamber, bir hukuk definesidir. Fıkıhçı (fakih değil) fıkhetmeyi fıkıh okumaya, hikmeti meseleci (kazuistik) bir bakış açısıyla mümkün olduğunca fazla hüküm tedarik etmeye indirgemiştir. O, kendisini bir defineyi kazarak "hükmünü aradığı probleme" en elverişli olduğuna inandığı malzemeyi çıkarmakla görevli hissetmektedir. Tıpkı kendi maksadını Kur'an'a söyletmek için "Kur'an'a anlam idhal eden "Kur'an’cı" gibi, çoğu zaman fıkıhçı da, sünnet ve hadise "hüküm idhal etmek" durumunda kalmaktadır.
Üçüncüsü; mistik peygamber tasavvuru: Buna "Rasulullah'ın buharlaşması" da diyebiliriz. Çünkü mistik peygamber tasavvurunda, Hz. Peygamber'in insani varlığı garip bir biçimde ortadan kaldırılmaktadır. İnsani tabiatı ortadan kaldırılan bir peygamberin örnek alınması, izlenmesi ise imkansız bir durumdur. İşte bu tasavvurun indirgemeci tabiatı da burada ortaya çıkmaktadır." (İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yayınları, İstanbul, 2000, s. 197-204)
[476] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 249-251.
[477] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 251-252.
[478] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 252-253.
[479] Kur'an'ın kelam oluşunu vurgulayan ayetler için bkz. Bakara: 2/75; Tevbe: 9/6; Tekvir: 81/25. Aynı vurgular kök harflleri aynı kelime lafzı ile de dillendirilmiştir: Bakara: 2/37; Saffât: 37/171-173; Mücadele: 58/21.
[480] Tarık: 86/13-14
[481] Zümer: 39/18
[482] Kur'an şaka ve eğlence olsun diye değil, ciddi ve ağır sorumluluklar yüklemek için Yüce Allah'ın rahmetinin bir nişanesi olarak indirilmiştir. Konuyu vurgulayan ayetler için bkz, Tarık: 86/14: Ra'd: 13/31; Vakıa: 56/81; Haşr: 59/21. Müzzemmil: 73/5
[483] Kur'an'ın hadis/sözlü bir mesaj olusunu vurgulayan diğer ayetler için bkz. Kehf: 18/6; Zümer: 39/55; Tûr: 52/34; Necm: 53/59; Mürselât: 77/50. Zümer: 39/23
[484] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 253-254.
[485] Kur'an'ın herkese hitap ettiğini, Rasul'ün şahsı ile sınırlı olmadığını beyan eden bazı ayetler için bkz. Nisa: 4/140; Enam: 6/19, 92; Araf: 7/157-158; Ra'd: 13/30; Şura: 42/7; Cuma: 62/3.
[486] Âl-i İmran: 3/144.
[487] Peygamberimizin risaletten önceki hayatı örnek değildir. Çünkü denetim ilahi vahyin inzali ile başlamıştır. Hem o bir takım rivayetlerde iddia edildiği gibi peygamber olacağını önceden bilen biri değildir. Peygamber oluşu Kur'an'ın indirilişi ile belgelenmiştir. Yoksa "önceden vahiy nedir, kitap nedir bilmeyen ümmi bir şahsiyet" olan Peygamberimiz "kendisine kitap indirileceğini ne bekliyor ne de umuyordu" Bu sonuçları çıkardığımız ayetler için bkz. Nahl: 16/78; Ankebut: 29/48; Şura: 42/52. Rasulullah'ın dosdoğru bir yola girmesi ilahi vahyin rehberlik etmesi ile mümkün olabilmiştir; hatta peygamberlikten önce sürekli bir şaşkınlık ve ne yapamayacağını bilemezlik hali yaşadığını da Kur'an'ın beyanlarından anlamaktayız; bkz. Enam: 6/14, 56,161,163; Yunus: 10/35,104-106; Neml: 27/91; Sebe: 34/50; Zümer: 39/11, 12, 64-66; Mümin:40/65-66; Muhammed: 47/14; Cin: 72/20-23; Duhâ: 93/7.
[488] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 255-256.
[489] Al-i İmran:, 3/31.
[490] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 34.
[491] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 256-257.
[492] Rasulullah'ın uyması, uygun hareket etmesi, sarılması gereken ilkelerin, temel kaynağın Kur'an olduğu onlarca ayette tekrarlanmıştır; bkz. Maide: 5/48; Enam: 6/114; A'raf: 7/158; Hud: 11/12, 112; Nur: 24/1; Neml: 27/92; Kasas: 28/85-87; Ahzab: 33/2,50-52; Sebe: 34/50; Zümer: 39/11-12; Zuhruf: 43/43. Bizim ona ittiba görevimiz, onun da Kur'an'ın beyanlarına ittiba görevi vardır; bu görev de muhtemel sapmalara karşı Rabbimizin denetimindedîr. bkz. 75/18, 87/6. Maide: 5/49. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:257-258.
[493] Ahzab: 33/21
[494] Yüksel Edip, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, t'siz, s. 7 0.
[495] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 233.
[496] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 1 30.
[497] Hucurat: 49/71. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:258-260.
[498] Nisa: 4/80-81
[499] Rasulullah'ın Kur'an'ı tatbikine itaat emeyi emreden bir çok ayetten bazı örnekler için bkz. Ahzab: 33/36-40; Haşr: 59/6-7.
[500] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 260-261.
[501] Kalem: 68/3-4.
[502] Ahzab: 33/6 Ahzab: 33/6. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 261-262.
[503] Ahzab: 33/40.
[504] İsra: 17/79. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:262.
[505] Bakara: 2/252. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:262.
[506] Bakara: 2/151-152. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 262.
[507] Alak: 96/1-5.
[508] Rasulullah'ın meseleleri tartışmaya meydan vermeyecek şekilde Kur'an ile apaçtk otaya koyduğuna tanıklık eden bir çok ayet vardır; bkz. Maide: 5/15, 19; Nur: 24/54; Neml: 27/76; Şura: 42/48; Zuhruf: 43/29; Duhan: 44/13. Nahl: 16/64. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:262-263.
[509] Ahzab: 33/45-46.
[510] Şahitlikle ilgili çok sayıda Kur'an ayetinden ikisi için bkz. Nisa: 4/65; Huctirat: 49/2.
[511] Türkmen Hamza, Hz. Muhammed'in Sünneti Doğru Anlaşılıyor mu?, Haksöz Dergisi, İstanbul, Kasım-1992, sayı: 20, s. 3.
[512] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 263-265.
[513] Rasulullah'ın inzal, tebliğ ve tebyîn, ve teşhid esnasında korunduğuna, yüreğinin yanlışa düşme ihtimallerine karşı berkitîldiğine dair ayetlerden bazıları ise şunlardır: Şura: 42/24, Kalem: 68/8-10; Hakka: 69/44-48. vd. İsra: 17/73-75.
[514] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 265-266.
[515] Rasulullah'ın ikaz edilmesini gerektirecek bazı fiillerinin -her beşer gibi zaaflar taşımasından dolayı- olduğunu beyan eden diğer ayetler için bkz. Enfal: 8/67; Tevbe: 9/43, 84; Kehf: 18/23-27; Ahzab: 33/37; Tahrim: 66/1. Abese: 80/1-10.
[516] Tahrim: 66/1-2
[517] Rasulullah Allah lütfü ve merhameti ile sapmaktan korunmuştur; öyleyse onun eylemlerinin toplamı olan Sünnet ilahi denetim altında oluşmuştur; bu yüzden bağlayıcıdır. Peygamberimizin sapmaktan korunduğuna ilişkin bazı ayetler şunlardır: Nisa: 4/113; İsra: 17/73-75; Şura: 42/24; Kalem: 68/8-10; Hakka: 69/44-48; Kıyame: 75/16-19.
[518] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 266-268.
[519] Ahzâb: 33/40
[520] Sünnetin değerine ilişkin yaklaşımlarımızı ifade etmek gayesiyle bu bölümü hazırladığımızdan dolayı, kavtî, fiilî ve takriri sünnet konusunu işlemek niyetinde değiliz, ancak bu konuyu özünde Peygamberimizin ümmet için konumuna ilişkin önemli ipuçları barındırması dolayısıyla birkaç kelam ile geçiştirmek de doğru değildir. İşte bu niyet ve gerekçelerle üçlü tasnife ilişkin kısa bir açıklama yapmayı uygun gördük.
Kavli sünnet; bir uygulamaya sevk eden Rasulullah'ın sözleridir. Kavli sünnetin kapsamına Rasulullah'a aidiyeti kesinleşmiş tüm hadisler girebilir. Birkaç örnek vererek diğer iki kısımdan farkını ortaya koymaya çalışalım. "Ameller niyetlere göredir, herkes niyet ettiği şeyi karşılık olarak görecektir." (Buhari, Bed'ul-vahiy, 1; Müslim, İmare, 155). "Ramazan hilalini görünce oruç tutun, şevval hilalini görünce bayram yapın". (Buhari, Savm, 11; Müslim, siyam, 4, 18). Fiili sünnet, Rasulullah'ın tüm gözle görülür uygulamalarıdır. Bir başka deyişle Kur’an'ın tatbikatıdır. Onun üstün ahlakını bu uygulamalar üzerinde kolaylıkla görmek mümkündür. Mesela ailesine ve müminlere karşı son derece merhametli oluşu, kafirlere karşı meddahlık yapmaması, eğilip bükülmemesi, münafıklara yağcılık yapmaması, müslümanlık iddisasında bulunanları münafık da olsalar, samimiyete davet etmekle birlikte, tekfir etmemesi, namaz kılma şekli, hacc yapma biçimi, fiili cihada bizzat katılması vd. Fiilî sünnet ile kavlî sünnetin içice geçtiği şu meşhur hadis, meramımızı ifade kolaylığı sağlaması bakımından son derece ilginçtir: "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın." {Buhari, Ezan, 18, Edeb, 27; İbn Hanbel, Müsned, cilt: III, s. 318, 366. vd.)
Takriri sünnet ise, kendisinin içinde doğrudan yer almadığı, fakat onayladığı davranışlardır. Peygamberimiz gördüğü veya işittiği bazı uygulamalar olumlu tepki vermiştir. Bu olumlu tepki, o uygulamanın onay alması dolayısıyla teşri imkanı kazanmasına yol açmıştır. Peygamberimizin erkek olması hasebiyle doğrudan kadınlara hitabeden ilahi buyrukların uygulama alanına aktarılması onun tarafından yapılmamıştır. Fiilî sünnet'in evrensel şekillerinin ortaya çıkması onun eşleri ve diğer öncü mümin kadınların olumlu davranışlarını takrir etmesi suretiyle mümkün olabilmiştir. Mesela, mümin kadınların cilbab ve başörtüleriyle ilgili temel ölçülerin tayin edilmesi, uygulamalı olarak gösterilmesi bu suretle teşhid alanına aktarılmıştır. Peygamberimizin onayladığı bu tür davranışlar, bizzat kendisi tarafından uygulanmasa bile, onun tebyin, teşhid ve üsvetün hasene olma yetkileri nedeniyle aynen ötekiler kadar değerlidir. Peygamberimizin yakından takip ettiği tesettür uygulamasında başörtüsü, saçların tümünü kapatacak bir örtüdür; o halde Nur: 24/31. ayette saç kelimesi geçmiyor bahanesine sığınarak "Humru boyun bağına-fulara indirgeyen tarih üstücüler"i, yanlış bir tefsir usulü ile Kur'an'ı yorumlamaları bir yana, takriri sünneti hiçe saymakla suçlamak zorundayız. Kadınların tesettürüne ilişkin takriri sünnetin ne olduğuna dair delilimiz, yüzlerce konuda ihtilafları olan İslam mezheplerinin bu konuda tarih boyunca kesintisiz bir şekilde yaşatarak bize getirdikleri mütevatır uygulamalardır. Aslında takriri sünnetin meşhur örneği tesettür uygulamaları değildir. Fakat biz Kur'an'ın tesettür ilkelerinin modernizmin kapitalist büyüme modeli ve tüketim ahlakı önünde bir engel teşkil etmesi dolayısıyla, fitne malzemesi olarak kullanıldığını göz önünde tutarak takriri sünnete daha somut bir örnek teşkil edeceğini düşünüyoruz. Teyemmüm konusuna gelince, Rasulullah'ın içinde yer almadığı askeri müfrezelerden Amr b. As komutasındaki bir grup asker havanın soğuk olması nedeniyle su yerine abdest için toprağı tercih etmiştir. Konu bir soru ile Rasulullah'a yöneltildiğinde onun olumlu tepki vermesi "suyun hükmen bulunmaması durumlarında da teyemmüm almak suretiyle namaz kılınabileceği" şeklinde bir yorumun teşri kaynağı olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Su bulamadığında teyemmümle namaz kılan birinin daha su bulsa da bu namazı iade etmesine gerek olmadığına ilişkin hadisler de aslında takriri sünnetin kavli sünnetten kaynağı mesabesindedir; bkz. Ebû Davud, Sünen, Taharet, 124; Ahmed b. Hanbel, Müsned, cilt: 4, s. 265; İmam Malik, Muvatta, Taharet, 91-92.
Peygamberimizin bizzat yanında veya gıyabında tasvib görerek takriri sünnet örneği olarak bize aktarılan konulardan biri de, kendisi yemediği halde yabani eşek eti yiyenlere bir yasaktan söz etmemiş olmasıdır. Ebû Zebra Muhammed, İslam Hukuk Metodolojisi, terc. Abdülkadir Şener, Fecr yayınları, Ankara, 1986, s. 93.
[521] Sünnetin kavli, fiili, takriri diye üç bölümde değerlendirilmesi, hadisleri dışarda bırakmama kaygısının bir ürünüdür ve saygıya değer bir yönü de vardır. Fakat sünnetin değerine değil, kapsamına ilişkin bu tanımın biraz geliştirilmeye ihtiyacı vardır. "Sahabe ve tabiine nisbet olunan rivayete şumûlü olduğundan, haber hadisten daha geneldir." Öte yandan her "her hadisin sünnet olduğu" iddiası da aşırı bir genellemedir; uygulama boyutu ön plana çıkması dolayısıyla "her sünnetin hadis olmadığı" doğrudur. Hadis muhaddisîne göre sünnetten daha geneldir; bkz. kurutulduğunu iddia etmiştir; bkz, Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı- Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984,s.8.
[522] Sünnetin değeriyle ilgili karışıklığa yol açmaması için namazın farz ve sünnet diye sınıflanması yerine farz, vâcib, nafile diye sınıflanmasını, İslam'ın diğer uygulama şekillerinde de bu tasnifin kullanılmasını daha uygun görmekteyiz. Konuyla ilgili örnek bir çalışma için bkz. Akyüz Vecdi, İbadetler İlmihali, İz yayıncılık, İstanbul, 1995, cilt: I, s. 87-88.
[523] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 268-270.
[524] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 270-271.
[525] Peygamberimizin savaş namazını iki rekat olarak kıldırdığına, aktif muharebe içinde bulunan müminlerin ise bir rekata kadar kısaltmalarına izin verildiği ayet için bkz. Nisa: 4/102.
[526] Peygamberimizin harp namazını kısalttığına dair çok sayıda sözlü haber ve mezheplerin görüşlerine yansımış mütevatir uygulamalar vardır. Konu ilgili bir hadis için bkz. Muhantmed b. Yezid İbn-i Mace, Sünen, bab: 5/124; Ahmed b, Hanbet, Müsned, cilt: 1. sahife, 241.
[527] Teyemmüm ayetinde temel rükunlar açıklanmıştır: "... Hiç su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprağı alın, yüzünüzü ve ellerinizi hafifçe avun. Bilin ki, Allah gerçekten günahları temizleyendir, çok affedicidir." (Nisa: 4/43.)
[528] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 271-272.
[529] Gece kıyamı Peygamberimizin her gece yaptığı ilave bir eylem olup makam-ı mahmuda yükselten bir ibadet olarak tüm ümmet için de örnektir. Yüce Allah'ın geçmiş ümmetlerden bu örfü sürdürenleri övdüğünü ve Peygamberimizin tek başına veya müminlerle birlikte bu ibadeti, gündüze maddi ve manevi hazırlık için her gece yaptığını Kur'an ayetlerinin üsluplarından anlamaktayız. Bu ayetlerden bazıları şunlardır: Furkan: 25/63-64; Zümer: 39/9; Zariyat: 51 /1 7-18; Tur: 52/49; Müzzemmil: 73/1 -8, 20; Gece kıyamının Allah katında övgüye değer bir makama yücelteceği vurgulanmıştır: İsra: 1 7/79. Konu ile ilgili rivayetlerden bazıları şunlardır: İbn Hanbet Ahmed, Müsned, cilt: 2, s. 28, 95; Nesal, Sünen, Kıyamu'l-leyl, 9.
[530] Peygamberimizin Ramazan ayının son on gününde dünyevi işlerden kaçınarak, kendini tamamıyla ibadete kapattığı, o günleri bütünüyle Allah'a adadığı çok sayıda rivayette ifade edilmiştir. Mescidlerde ve Mescid-i Haram'a i'tikafa girmeyi övgüye değer eylemler olarak zikreden ayetler için bkz. Bakara: 2/125, 187; Hacc: 22/25. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 273.
[531] İbrahim: 14/11.
[532] Hayatın ve ölümün yasalarından ne önceki peygamberler ne de bizim peygamberimiz istisna edilmiştir. Çünkü ilahi kanunlar kimseye göre değişmez: "Her can ölümü tadacaktır..." (Âl-i İmran: 3/185)
"(Ey Muhammed) Şüphesiz sen ölümü tadacaksın ve şüphesiz onlar da ölüp gidecektir." (Zümer: 39/30) Peygamberlerin beşer oluşları ve kendi türlerine peygamber olarak gönderilişleri ile alakalı diğer bazı ayetler için bkz. Bakara: 2/129; Âl-i İmran: 3/144; Maide: 5/75; Enam: 6/8-9,130; Araf: 7/35; Yunus: 10/2; Hud: 11/27, 31; Ra'd: 13/38; İbrahim: 14/10; Nahl: 16/113; Kehf: 18/110; Enbiya: 21 /3, 8; Müminun: 23/24, 33, 34, 47; Furkan, 25/7, 20; Şuara: 26/154, 186; Yasin: 36/15; Sad: 38/4; Fussilet: 41/6, 14; Casiye: 45/53, 60; Kaf: 50/2; Kamer: 54/24; Tegabün: 64/6. v. d. Enbiya: 21/8.
[533] Bkz. Ahzab: 33/53; Hucurat: 49/1-4. Bu ayetelerdeki mesajın bize göre hikmetli gayeleri, Müminlerin Rasulullah'ın beşeri özelliklerin bahane ederek çağlanrı aşan örnekliğine halel getirme zaafına düşmelerini önlemeye ve onun sünnetini küçümseyip yerine ümmet arasında onulmaz yaralar açabilecek başka sözde sünnet alternatifleri geçirilmesini önlemeye matuftur.
[534] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yayınları, İstanbul, 2000, s. 78, Abdurrahman el-Vekil, Hazihi hiye's-sufiyye, en-Nefhatu'l-Akdesiyye'den nkl. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 273-275.
[535] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 275-276.
[536] Ör. Olarak bkz. Şahin Ahmed, Sünnet İşığında Hayat, İstanbul, 1991, s. 49.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 276-277.
[537] Peygamberimizin şahsına özel bir tecrübe olan görsel ayetlerin olağanüstü bir şekilde harekete geçirilmesi, göreviyle ilgili özgüven aşılanmasına yöneliktir. Mu'cizeden farklı bir mahiyeti olan bu olağanüstü tecrübeyi Rasulullah hayatı boyunca iki defa yaşamıştır; birincisi ilk vahyi aldığı zaman, ikincisi ise isra-"mirac" olayı esnasında. Birincisi, görevin başında ikincisi ise görevin zorluklarının doruğa tırmandığı, Taif'te ikamet niyetinin başarısızlığa uğradığı bir aşamada gerçekleşmiştir. Her iki tecrübe de ona özgüven aşılamıştır. Konunun özetle, dilin imkanlarının elverdiği oranda anlatıldığı ayetler için bkz. Necm: 53/1-18; İsra: 17/1, 60. Bu manevi takviyenin mücadele zemininde yaşayan tüm sahabileri kapsayan boyutuna Kur'an'da sekîne denilmektedir. Konuyla ilgili kapsamlı bir çalışma için bkz. Zülaloğlu Fevzi, Sekine Ne Zaman İner?, Haksöz Dergisi, İstanbul, Ağustos, 1995, sayı: 53, s. 47-51.
[538] Peygamberimiz ilk evliliğini Hatice validemizle yapmış, son evliliğini (12. evliliğini) de, Hicret'in yedinci yılında, cariyesi Mâriye annemizle yapmıştır. Bkz. İbn-i Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, çev. İzzet Hasan, Neşet Çağatay, Türk T. K. basımevi, Ankara, 1992, s. 116; Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İrfan yayımcılık, İstanbul, 199O,s.676, 691.
Rasulullah'ın evliliklerine her hangi bir sınırlamanın getirilmediği hicretin yedinci yılından önce gelip evliliği teşvik eden Ahzab Suresi 50. ayetin iniş sırası, mushaftaki sıralamayla uyumludur, bundan sonra gelen 52. ayet ve tüm müminleri ilzam eden Nisa suresi, 3. ayet evliliklerin bir sınırlamaya tabi tutulduğuna açık karinelerdir. Yoksa bazılarının iddia ettikleri gibi "savaş koşullarında sınırsız evlilik" Kur'an'ın genel hükümlerine ve Rasulullah'ın sünnetine aykırı çıkarsamalardır.
[539] Nisa: 4/3.
[540] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 277-278.
[541] Ahmed Naim hadis dirayet İlmi sayesinde mevzuat/uydurma hadisler rivayet etmenin kökünün kurutulduğunu İddia etmiştir; bkz. Ahmed Naim, Sahih-i Buharı Muhtasarı- Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s. 293.
[542] Ahmed Naim bu türde yazılmış eserlerden on beşini Tecrîd-i Sarih'te kaydetmiştir; bkz. Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı- Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s. 293-294.
[543] Bir güvenli aktarım yöntemi olan mütevatiri kaynaklarımız üç aşağı beş yukarı aynı şekilde tanımlamalardır: "Haberi mütevatir; kizb/yalan üzerine ittifakları âdeten muhal olan adedi kesîr/çok sayıda insandan oluşan bir cemaatin verdiği mahsûse âid haberdir ki, bi nefsihî mervî/rivayet edilen hakkında işitene zarûreten yakîn/kesin malumat ifade eder. Mütevatir olan haber-i Rasul'ün münkiri kâfir olur. Çünkü böyle bir haberi inkar etmek, tekzîbi Resûl'e varır ki o şüphesiz küfürdür." Bkz. Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı- Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s. 101-102.
[544] Bkz. Ahmed Nalm, Sahih-i Buhari Muhtasarı- Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s. 101.
[545] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 154.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:279-281.
[546] Buhari, Sahih, İlim, 38, Edeb, 109; Müslim, Sahih, Zühd, 72.
[547] Hadis usulünün terimlerine bile bakmak metin tenkidinin gölgede kaldığın”; sened/rivayet zincirindeki raviler ve lafızlar üzerinde yoğunlaştığını açıkça göstermektedir. Bu konuda Türkçe'de yer alan eserlerden bazıları şunlardır: Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı- Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Türle Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s. 101-492; Koçyiğit Talat, Hadis Istılahları, A. Ü. 1. F. yayınlarından, No, 1 70, A. Ü. Basımevi,
Ankara, 1985; Hadis Tarihi, A. Ü. I. F. yayınlarından, No: 184, Ankara, 1988; es-Salih Subhi, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Mütercim: M. Yaşar Kandemir, Gayet matbaacılık, Ankara, 1988.
[548] Kırbaşoğlu Hayri, İslam Düşüncesinde Sünnet, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1996, S-114.
[549] Görmez Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılmasında Metodoloji Sorunu, TDV. Yay. Ankara, 1997
[550] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 281-282.
[551] Müslim'in Ebu Kureyb'den Hz. Aişe kanalıyla rivayet ettiği hadise göre peygamberimize Medine'de Zurayka oğullarındanYahudi Lebid b. A'sam tarafından sihir yapılmıştır: Müslim, Kitabu's-selam, 44/ 2189. hadis, s. 1701 (Sahih-i Müslim Tercümesi ve şerhi, haz. Ahmed Davudoğlu, sönmez nşr. İstanbul, 1983, cilt: IX, s. 5802); Buhari ise benzer rivayetleri Sahih'ine almıştır. Bunlardan biri Ubeyd b. İsmail'den, o da Ebu Usame'dendir. Bir diğeri ise Aişe validemize atıfla Hişam b. Urve'dendir: Buhari, Tıbb, 47; cizye, 14, Edeb, 56. Nesai ise aynı rivayetlerin bir benzerini Zeyd b. Erkam kanalıyla Hennad'dan kaydetmiştir: Nesai, Tahrimu'd-dem, 20. Rudâni bu hadislerin ortak paydalarını eserine kaydetmiştir: "Peygambere bir tarak kıl döküntüsü ve erkek hurma tomurcuğunun kapçığı ile büyü yapılmış ve zervanın kuyusuna atılmıştır", Rudânî İmam Muhammed b. Muhammed b. Süleyman, Terc. Naim Erdoğan, iz yay. İstanbul, 1996, cilt: IV, (7628-7630. hadisler), s. 205.
[552] el-Vahidî İmam Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed (öl. 468. H.), Esbabı Nüzul, Arapça tahkik: Kemal Besyûnî Zeğlul, Terc. Necati Tetik, Necdet Çağıl, İhtar yay. Erzurum, 1994, s. 566-567.
[553] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 282-283.
[554] Cümüfhanevi, Ahmed Zlyailddin, Ramuzu'l-Ehadis (haz. Lütfi Doğan, M. Cevat Akşit, İstanbul, 1982, c. I, s. 47.
[555] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 283-284.
[556] Hadis dirayet ilminin tanımını Ahmet Naim şöyle yapmıştır: "Rivayetin şurût ve enva' ve ahkâmından, ravilerin ahvali ile şurutundan, merviyyatın envaından ve merviyyattan, istihrac-ı maânî keyfiyyatindan -tabiri diğerle- gerek senede ve gerek metne nazaran Hadis'in sahih, hasen, zalf, merfû, mevkuf, maktu', âli, nazil... olduğunu ve keyfiyyeti tahammül ve edayı, senetlerde isimleri geçen ricalin sıfatını bildiren kavânînden, el-hasıl sened ile metnin ahvalinden, yahut -daha münasib bir tabir ile- kabul veya red haysiyetlerinden râvî ile mervtnin ahvalinden bahsolunur." Ahmed Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1984, s. 5-6
[557] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 284.
[558] Hadisin hadise arzına ilişkin bir hadis müdafaası olarak kaleme alınan İbn-i Kuteybe'nin andığı iki rivayeti hatırlatmak istiyoruz. Bu iki rivayette insanın yaratılışı, tabiatı ve kaderine ilişkin iki görüş çarpışmaktadır; birincisi şâkî tezini savunurken ikincisi fıtrat tezini savunmaktadır. Birinci hadis (Cebriyye ekolünün yorumuyla şaki tezi): "Şaki (bedbaht, cehennemlik) anasının karnında şaki olandır; said (mesud, cennetlik) de anasının karnında said olandır." (İbn Kuteybe, Te'vilü Muhtelifi'l-Hadîs, terc. M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan yay. İstanbul, 1989, s. 224; Buhari, Kitap, 82, bab, l.'den nkl.)
Bu hadis Rey Ehli tarafından ondan daha esah bir hadise arz edilerek kritik edilmiştir; fıtrat tezi: "Her doğan fıtrat üzere doğar, sonra ana-babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecûsi yapar.", a.g.e., s. 233; Buhari, Kitap 23, bab: 80, 93; Ahmed b. Hanbel, Müsned, cilt: 2, s. 133'ten nkl.
[559] ez-Zerkeşî Bedruddin, Hz. Aişe'nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, Yayına Hazırlayan, Bünyamin Erul, Kitâbiyât, Ankara, 2000, s. 72.
[560] "Dirilerin işlediği suçlar yüzünden ölünün günahlarının artmayacağı, hayatta olan insanlardan birinin işlediği suçtan da onun akrabalarının ya da arkadaşlarının sorumlu olmayacağı" ilkesini çıkarabileceğimiz benzer Kur'an ayetleri için bkz. Enam: 6/164; İsra: 17/15; Fâtır: 35/18; Zümer: 39/7.
[561] Buharı, 23, Cenaiz, 87, II, 101; Meğazi, 8, 12, V. 9, 21; ez-Zerkeşî Bedruddin, Hz. Aişe'nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, Yayına Hazırlayan, Bünyamin Erul, Kitâbiyât, Ankara, 2000, s. 81.
[562] Fâtır:35/22.
[563] Benzer bir ayet de şöyledir: "Sen ölülere duyuramazsın, arkasını dönüp gidenlere de çağrıyı işittiremezsin." (Neml: 27/80.)
[564] ez-Zerkeşî Bedruddin, Hz. Aişe'nin Sahabeye Yönelttiği Eleştiriler, Yayına Hazırlayan, Bünyamin Erul, Kitâbiyât, Ankara, 2000, s. 82.
[565] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 286.
[566] Nur: 24/2.
[567] Öz Mustafa, İmam-ı Azam'ın Beş Eseri, el-Alim Ve'l- Miiteallim, İfav yay. İstanbul, 1992, s. 24-25.
[568] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 287.
[569] Kehf: 18/26.
[570] Nisa, 4/105
[571] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 287-288.
[572] Ali İmran: 3/79.
[573] Rasulullah'ı şahitlik görevinden/yetkisinden söz eden ayetlerden biri için bkz. Bakara: 2/143.
[574] Rasulullah'ın idari tasarruflarına örnek olarak ganimetin bölüşümü esnasındaki rolü gösterilebilir; bkz. Haşr: 59/7.
[575] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 288-289.
[576] Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37, 39.
[577] İki kız kardeşin bir arada aynı nikah altında tutulması açıkça Kur'an'da yasaklanmıştır; bkz. Nisa: 4/24.
[578] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 289-290.
[579] Harp namazının ve savaş için çıkılan yolculuğun illeti "kafirlerin bir kötülük yaparak güvenliğimizin tehlikeye girmesinden korkmak"tır; bkz. Nisa: 4/101-103.
[580] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 290.
[581] Zeyveli Hikmet, Kur'an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Ankara, 1996, s. 14-15; Ebu Hureyre'den gelen bir hadiste Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kadını onun halası ve teyzesi üzerine nikahlamak olmaz." (Buhari, Kitabu'n-Nikah, Bâbu lâ tünkehu'l-Mer'etü ala ammetiha ve halatiha.)
[582] Namazı engelleyen müşriklerden daha ilk surenin ilk ayetlerinde işaret edilerek onların bu tutumları Rabbimiz tarafından tenkit edilmiştir, bkz. Alak: 96/9-10.
[583] Müşriklerin kıldıkları namaz Allah için harcama yapmaktan, yetime-öksüze garibana sahip çıkmaktan yoksun olduğu için bir değer ifade etmez; bkz. Mâûn, 107/4-7. Oysa müminlerin namazı zulüm karşısında tavır almayı, Allah için sevdiklerinden infak etmeyi gerektiren bir bütünlüğe sahiptir; örnek olarak bkz. İbrahim: 14/31, 40; Enbiya: 21/73; Müminun: 23/1-6; Şura: 42/36-38; Mearic: 70/22-35. v.d.
[584] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 290-291.
[585] A'raf: 7/6
[586] Ahzab: 33/21.
[587] Toplu Çalışma, İslami Kimlik (İlkeler ve Hareket), Ekin yayınları, İstanbul, 1996, s. 48-49.
[588] Rasulullah'ın hüküm vermede ortak kabul etmeyen Allah'ın önüne geçmesi vaki olmamıştır; bkz. Nisa: 4/105; Yusuf: 12/40; Kehf: 18/26; Ahzab: 33/36;
[589] Rasulullah'ın maruf tasarruflarına itaat etmek Allah'ın indirdiklerine itaat gibidir; bkz. Ali İmran: 3/32.
[590] Nahl: 16/89
[591] Maide: 5/49
[592] Sa'd: 38/86.
[593] Rasulullah'ın hüküm koymada tabi olduğu yönteme dair bkz. Bakara: 2/143-150; Maide: 5/42-49; Enam: 6/56-57; Sa'd: 38/86. Yunus: 10/15. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:291-293.
[594] Mekke'nin Kıyamet'e kadar kıble olan edilmesi Kur'an'ın müheymin sıfatıyla önceki örfü nesh etmesi sonucu olmusutur; bkz. Bakara: 2/144. Oruç tutulacak olan günlerin gecelerinde örfe göre varsayılan kimi haramlar Kur'an ile nesh edilmiştir; bkz. Bakara: 2/187. Zıhar'ı peygamberimiz Allah'ın haram kılması ile ebediyyen yasaklamıştır; bkz. Mücadele: 58/1-4. Ayrıca peygamberimizin haram kılma yöntemine dair bkz. Araf: 7/157; Tevbe, 9/29.
[595] Tahrim: 66/1.
[596] Allah'ın İlahi vahiyle yönlendirilerek neyi yasaklayıp, neyi serbest bıraktığını belirleyen temel kaynak Kur'an'dır: Maide: S/101-102; Enam: 6/138-139, 143-144, 147-151; Yunus: 10/36, 53. Yunus: 10/59-60.
[597] Esed Muhammed, Kur'an Mesajı, İstanbul, 1999, s. 216; el-Menar, cilt: IV, s. 138'den nkl.
[598] İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, Denge yay. İstanbul, 2000, s. 155; Buhari, Edahi, 76/16, 5/2115; Müslim, Edahi, 35/5, 3/1563'den nkl. Rasulullah'ın Sünnet olmayan eylemleri için ayrıca bkz. İslamoğlu Mustafa, Üç Muhammed, s. 154-159. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 293-296.
[599] es-Sıbai Mustafa, es-Sünne, Risale yayınları, İstanbul, 1989, s. 397.
[600] Konu ile ilgili yayınlanmamış bir doktora tezi için bkz. Coşkun Medet, Sünnetin Kur'an'ı Neshi Meselesi, A.Ü.I.F. Ankara, 1995. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 296-297.
[601] Yolcu Mehmet, Kur'an'ı Kerim'de Nesh, Mezuniyet tezi, 5elçuk Ünv. İlahiyat Fakültesi, Konya, 1983, s. 38; el Gazali, el-Mustasfa, cilt: I, s. 80-81'den nkl.
[602] "Sizin bu arkadasınız ne sapmış ne de aldatılmıştır, ve nede kendi arzu ve hevesine göre konuşmaktadır; bu size ilettiği kendisine indirilen ilahi vahiyden başka bir şey değildir." (Necm: 53/2-4) "Bu beldelerin halkından ganimet olarak ne alındıysa Allah hepsini elçisine devretti, (ganimetin tümü) Allah'a ve elçisine, ölen müminlerin yakınlarına, yetimlere yoksullara ve yolculara aittir... ' (Haşr: 59/7)
[603] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 297.
[604] Buhari, Zebaih, 75/28, 5/2102; Müslim, Sayd, 34/3, 3/1533.
[605] Gazali Muhammed, Nebevî Sünnet, İslami Araştırmalar yay. İstanbul, 1992, s. 170.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 297-298.
[606] ez-Zerkeşî, el-Burhan Fî Ulûmi'l-Kur'an, Kahire, 1957, cilt: 2, s. 32'den es-Salih Subhi, Kur'an İlimleri, Konya, t'siz, s. 206.
[607] Karaman Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul, 1986, cilt: 1, s. 379.
[608] Nisa:4/11-12.
[609] Nisa:4/7.
[610] Şimşek Said, Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele, İstanbul, Mayıs-1991, s. 130-131.
[611] Ebu Davud, Vesaya, 6, Buyu, 8. İbnu'l Cevzî, Nevâsihu'l-Kur'an, s. 58-62, İbn Kesir, Cilt: I, s. 302'den
[612] Buhari, Vesaya, 2.
[613] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 298-299.
[614] Nur:24/2.
[615] Koçkuzu Ali Osman, Hadiste Nasih Mensuh, İstanbul, 1985, s. 156-157; Âmldi, İhkam, s. 140; İbnu Hazm, İhkam, s. 480'den nkl
[616] İbn-i Kuteybe, Te'vîl-u Muhtelifi'l- Hadîs, (Hadis Müdafaası), Kayıhan yayınları, tercüme ve notlar: M. Hayri Kırbaşoğlu, İstanbul, 1989- s. 288, 461, 462, 467. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 299-300.
[617] er-Risale, s. 1 37-146'den Cerrahoğlu İsmail. Tefsir Usûlü, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 124; es Salih Sübhi, Kur'an İlimleri, Konya T'siz, s. 206. er-Risale, s. 106 (14. maddeden), Koçkuzu Ali Osman, Hadis'te Nasih Mensuh, İstanbul, 1985, s. 155.
[618] Yolcu Mehmet, Kur'an'ı Kerim'de Nesh, Mezuniyet tezi, Selçuk Ünv. İlahiyat Fakültesi, Konya, 1983, s. 38. el-Şatıbî, el-Muvakatât, c. 3, s. 106; ez Zerkeşl, el-Burhan, c. 2, s-32; ez-Zerkani, Menahilu'l-İrfan el-Ulûmi'i-Kur'an, c. 2, s. 134; Mekkî, el-İzah, s. 69, 87. 95'den nkl.
[619] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 300.
[620] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 300.
[621] Nahl: 16/44. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 300-301.
[622] Nahl: 16/101.
[623] Bakara: 2/106.
[624] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 301.
[625] Yunus: 10/15.
[626] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 301-302.
[627] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 303-305.
[628] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 305-306.
[629] Müslim b. Haccac en Nisabûrî (261), el-Camiu's-sahih, 15/19; Muhammet! b. Vezid İbni Mace (275), Sünen, 25/84.
[630] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 307-308.
[631] Muhammed b. Yezid İbni Mace (27S), es-Sünen, Kitap: 25, Bap: 84, Hadis no: 3074; Müslim b. Haccac en-Nisaburi (261), el-Camiu's-Sahih, Kitap: 15, Bap: 19, Hadis No: 1218.
[632] Buhari (ö. 2S6), Sahih, 3/39, 64/83, 75/17, 93/51, 96/26, 23/32; Müslim (ö. 261), el- Camiu's-Sahih, 25/5, 11/9.
[633] Buhari, Fedailu'l-Kur'an, 1; Müslim, iman, 239; Ahmed b. Hanbel, Müsned, cilt: 2, s. 341,451.
[634] Enam: 6/57.
[635] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 308-309.
[636] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 309-310.
[637] Yüksel Edip, Kur'an Çeviril erindeki Hatalar, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1988, s, 24.
[638] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 310-311.
[639] Temiz toprağa ellerimizi sürerek yüzümüzü ve kollarımızı hafifçe ovmak şeklindeki rükünleriyle, bir tür abdest olan teyemmümden bahseden ayet için bkz. Nisa: 4/43.
[640] Abdest'in sıhhatini etkileyen sorunlarla ilgili daha geniş bkz. . Akyüz Vecdi, Mukayeseli İbadetler İlmihali, İz yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 242-247.
[641] Yüksel Edip, Kur'an Çevküerindeki Hatalar, Milliyet yayınları, İstanbul, 1998, s. 112.
[642] Yüksel Edip, Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, Mifliyet yayınları, İstanbul, 1998, s. 36-87.
[643] Kur'an'ın yirmi dört ayetinde geçen hayız, kadınlar için "eza" (örnek olarak bkz. Bakara: 2/222) olması hasebiyle, verdiği sıkıntı ve halsizlikten dolayı hastalığa benzetilmiştir. Bu benzetmeden dolayı yapılan kıyasladır ki, hayızlı kadınların orucunu erteleme hakkı doğmuştur; bkz. Bakara: 2/184.
[644] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 312-313.
[645] Edip Yüksel 19 rakamı üzerinden yürüttüğü geleneksel ebced oyunlarını ispatlamak ve namaz vakitlerini üç olduğunu kanıtlayabilmek için, Tevrat'ı kaynak olarak göstermekte bir beis görmemiştir; Bkz. Yüksel Edip, Türkçe Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, Milliyet yayınları, İstanbul, 1998, s. 75. Namazın vakitlerini üçe indirgemeden yaklaşık on yıl önce Yüksel, bir başka 19 İdeolojisi temelinde kaleme aldığı eserinde, yine aynı ayetiere dayanarak (4/104, 24/58, 2/238, 17/78, 11/114, 25/48.) beş vakit ilan etmiştir; demek ki şu anda savunduğu görüşlerini de rüzgarın farklı yönlerden esmesiyle ileri değiştirebilecektir; bkz. Yüksel Edip, 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, 1989, s. 55. Tevrat'ta üç ibadet vaktinden söz eden ifadeler için bkz. Kitab-ı Mukaddes (Ahdi Atik, Ahdi Cedid), Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1993, Samuel, I, 20/41, s. 295; Mezmurlar, 55/16-17; s. 571.
[646] Yüksel Edip, 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, 1989, s. 66. Tevrat üzerinde henüz bir çalışmasına rastlayamadığımız Edip Yüksel'e göre. Eski Ahir'te 19 şifresinin kodları mevcuttur. Bu değerlendirmeye biz de katılabiliriz; çünkü harflere rakamsal değerler yükleyerek gizli emellerini saklama geleneği Yahudiler'e yabancı değildir.
[647] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 313-314.
[648] Yüksel Edip, Türkçe Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, Milliyet yayınları, İstanbul, 1998, s. 150.
[649] Dâbbe kelimesi tek başına Kur'an'da hayvan anlamına gelmektedir; bkz. Bakara: 2/164; Hud, 11/6, 56; Nahl: 16/49, 61; Lokman: 31/10; Fatır: 35/45; Şura: 42/29. Dâbbetü'1-Arz terkibi ise bir ayette Hz. Süleyman'ın asasını kemiren "ağaç kurdu" manasında geçmektedir; Sebe: 34/14. Dâbbetü'l-Arz'ın geçtiği bir ayette ise, "Kıyamet gerçekleştiği zaman ortaya çıkacak ve insanlığa ilahi mesajın hakikatine tanıklık edecek bir hitabette bulunacak yaratık" manasında geçmektedir; bkz. Neml: 27/82.
[650] Yüksel Edip, 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, 1989, s. 38, 42.
[651] Yüksel Edip, 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, 1989, s. 24.
[652] Yüksel Edip, 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, 1989, s. 3.
[653] Yüksel Edip, 19 Soru, Gösterge yayınları, İstanbul, 1989, s. 42, 67.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:315-316.
[654] Toplu Çalışma, İslam Dini'nde Niçin Yalnız Kur'an, Gösterge yayınları, İstanbul, tarihsiz, s. 239.
[655] Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, Çıkış, Bap: \ 2, cümle: 17-18; Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1993; s-65.
[656] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 316-318.
[657] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 318.
[658] "Vasat bir ümmet olup insanlığa tevhid ve adaletin örnek şahitliklerini göstermek" Rabbimizin üzerimize yüklediği ağır bir sorumluluktur. Bu görevi yerine getirecek kabiliyette bir İslam ümmetinden söz etmek şu anda mümkün değilse de, ihya ve inşa gayretinde olan bir uyanış-kıpırdanış dünya üzerindeki Müslüman cemaatler vardır. İlkesel düzeyde orta yolun, dengeli yaklaşımların neler olabileceği ilimde derinleşmiş mümin öncülerin hedefleri arasındadır. Bu konuda yazılmış eserlerden "Doğu Batı Arasında İslam" adeta yukarıdaki ayetin geniş hikmetli bir tefsiri olarak değerlendirilebilir; bkz. Begoviç Ali İzzet, Doğu-Batı Arasında İslam, Nehir Yayınları, İstanbul, 1987. Bakara: 2/143. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 319.
[659] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 319-320.
[660] Kur'an'a sadece bir bilgisel katkı değeri biçen tarihselciler, içtihadın kaynak değerini dördüncü sıradan birinci sıraya yükseltmeyi teklif etmektedir; bkz. Güler İlhami, İslam Anlayışımıza Dair, Tezkire Dergisi, Ankara, cilt: I, sayı: 4, s. 48-49.
[661] Şeriatı Ali, Kur’an'a Bakış, çev. Ali Seyidoğlu, Fecr yayaları, Ankara, 1992, s. 20-25.
[662] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 320-324.
[663] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an . Dili, l/15'den, Cündioğlu Dücane, Anlamın Tarihi, İstanbul, tarihsiz, s. 247.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 324-325.
[664] Daha geniş bilgi için. Bkz. Zeyveli Hikmet, Kur'an'ın Aktüel Değeri Üzerine, I. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı, Ankara, 1994.
[665] Hûd: 11/1-2 Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 325-326.
[666] Mecelle, 39. madde, metni ve açıklamaları kontrol eden Berki Ali Himmet, Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, İstanbul, 1985, s. 22.
[667] Güler İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1999, s. 100.
[668] Tarihselciliğin Türkiye'deki hararetli savunucularından İlhamı Cüler'in aşağıdaki pasajında da görülebileceği, onlar "ilahi olan" ile "beşeri olan" arasında pek bir fark görmemektedirler: "Kur'an'ın Allah ve peygamberleriyle savaşanların, yeryüzünde bozgunculukla uğraşanların cezası olarak uygulanabilecek dört türlü cezadan biri olan 'el ve ayakların çaprazlama kesilmesi'nin (Maide: 5/33) Firavun'un kendine karşı çıkanlara uyguladığı bir ceza yöntemi olduğunu (A'raf: 7/124, Şuara: 26/49) hatırlatalım. Buradan Firavun'un bir vahiy kalıntısını uyguladığı iddiasıyla savunmaya geçmektense 'Allah'ın bir insan gibi davranarak' Sami gelenekteki bir ceza müeyyidesini uygulamakta bir sakınca görmediğini anlamak daha uygundur." Güler İlhami, Sabit Din, Dinamik Şeriat, Ankara Okulu yayınları, Ankara, 1999, s. 100-101.
[669] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 326-327.
[670] Mecelle, 14. madde, metni ve açıklamaları kontrol eden Berki Ali Himmet, Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, İstanbul, 1985, s. 20.
[671] Kur'an ahkamının uygulanmasında "merhale/aşama ilkesi"nin gözetilmesi, bir geçersiz kılma işlemi değil, insanların içinde bulundukları çevre koşullarını dikkate almadır. Daha geniş bilgi için bkz. Toplu Çalışma, İslami Kimlik (ilkeler ve Hareket), Ekin yayınları, İstanbul, 1999, s. 74-77.
[672] Daha geniş bilgi için. Bkz. Zeyveli Hikmet, Kur'an'ın Aktüel Değeri Üzerine, Sempozyumu, Silgi Vakfı, Ankara, 1994, s: 276.
[673] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 327-329.
[674] Kur'an'ın hidayet etmede, amacını gerçekleştirmede yeterli bir kitap oluşunu vurgulayan diğer ayetler için bkz. Maide: 5/3; Yunus: 10/37; Yusuf: 12/111; İsra: 17/9: Bu ayetler aynı zamana Kur'an ile önceki peygamberlere indirilen vahiylerin temel temasının aynı olduğunu, Yüce Allah'ın insanoğlunu başsız bırakmadığını, her zaman doğru yola ulaşmanın temel taşlarını gösterdiğini beyan etmektedir. Nahl: 16/89.
[675] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 330.
[676] İbrahim peygamberin tertemiz niyetinden neşet eden ameli tutum da "selim kalp" sahibi olmak şeklinde beyan edilmiştir; bkz. Saffat: 37/84. Şurara: 26/89.
[677] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 331.
[678] En'am: 6/38.
[679] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 331-332.
[680] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 332-333.
[681] Bkz. Tirmizi, Sünen, Ahkam, 3; Ebû Davud, Sünen, Akdiye, 11, hadis no: 3562; Darimi, Mukaddime, 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, cilt: V. sayfa: 230, 236, 242.
[682] Furkan: 25/30.
[683] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 333-334.
[684] A'raf: 7/203.
[685] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 335-337.
[686] İsra: 17/39.
[687] Kıyamet: 75/16-19.
[688] Hikmet'le ilgili daha geniş bilgi için bkz. Fadlullah M. Hüseyin, İslami Harekette Hikmet, İstanbul, 1999.
[689] Hikmetle aynı kökten bir ismi fail olan Hakîm Allah'ın sıfatları arasındadır; çok sayıda ayette geçen bu neteleme için bkz. Bakara: 2/32, 129, Al-i İmran: 3/6, 18, 62, 126; Maide: 5/118; Enam: 6/18, 73. vd.
[690] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, çift: II, s. 915- 926. Mukatil'e göre de Hikmet'in dört anlamı vardır: Kur'an, ilim, Nübüvvet ve ilginç sırlara vukufiyet.; age. s.
[691] Peygamberimize indirilen hikmetin kaynağının Kur'an olduğuna ilişkin olarak ayrıca bkz. Bakara, 2/129,151, 231, 251, 269; Al-i İmran, 3/48, 164; Nisa: 4/54, 113; Maide: 5/110; Yunus: 10/1; Nahl: 16/125; İsra: 17/39; Lokman: 31/12; Ahzab: 33/34; Sa'd: 38/20; Zuhruf: 43/63; Cuma: 62/2. Nisa: 4/133.
[692] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 337-340.
[693] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 340.
[694] Kur'an'ın ilahi kaynaklı bir kitab oluşunu vurgulayan çok sayıda ayetten bazıları şunlardır: Nisa: 4/82; Yunus: 10/15-16; Hud: 11/35; İsra: 17/86-89; Taha: 20/114; Secde: 32/1-3; Ahkaf: 46/8; Necm: 53/3-7; Rahman: 55/1-2; Vakıa: 56/80; Hakka: 69/43-47; Müddessir: 74/18-31. Yunus: 10/37.
[695] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 340-342.
[696] Kur'an'ın ilahi bir kaynaktan geldiğinden dolayı, kayyimliğini/dosdoğru ve eğrilikten korunmuş bir kitap oluşunu vurgulayan diğer ayetler için bkz. Kehf: 18/1; Furkan: 25/32; Zümer: 39/23, 28; Abese: 80/11-16.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 342-343. Nisa: 4/82.
[697] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 343.
[698] Burûc: 85/21-22.
[699] Levh-i mahfuzun karakterine ve Kur'an'ın gayb alemindeki korunmasına ilişkin çok sayıda ayetten bazıları için bkz. Hicr: 15/16-18; Cin: 72/8-9; Abese: 80/11-16; Beyine: 98/1-3; Mutaffifîn: 83/18-21. Vakıa: 56/77-80
[700] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 343-344.
[701] Cebrail Resulün kerim'dir/şerefli, güvenlir bir efçidir: Hakka: 69/38-43. Vahiy meleği Cebrail konusunda Kur'an'da çok sayıda ayet vardır. Bu ayetleri iki grupta toplamak mümkündür: a) Cebrail: Cibril İsmi île anıldığı ayetler: Bakara: 2/, 97, 98; Tahrim: 66/4. b) Rûh, Rûhu'l-Emin, Rûhu'l-Kuds adı ile anıldığı ayetler: b-1)Rûhu'l-Kuds/kutsal ilham: 2/87, 253; 5/110; Nahl, 16/102; b-2) Rûhu'l-Emin/vahyin güvenilir elçisi: Şuara: 26/193; b-3) Rûh/vahiy meieği: Me'âric, 70/4; Nebe, 78/38; Kadir, 97/4. Vahiy konusunda Cebrail yalnız değildir; ona görevinde yardım eden itaatkar başka melekler de vardır. Aşağıdaki ayette melekler çoğul olarak geçmektedir: "Kullarından dilediği (elçilere Emr'inden Rûh/vahiy ile melekler indiriyor da buyuruyor ki; şu hakikati bildirin; Benden başka ilah yok, hemen bana sığınıp korunun!" Nahl: 16/2; Aşağıdaki ayetler de de Cibrîl'in kendisine itaat edilen bir melek olduğu vurgulanmaktadır; demek ki onun emri altında çalışan melekler vardır. Tekvir: 85/20-21. Tekvir: 8l/15-21
[702] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 344-345.
[703] A'lâ: 87/6-7.
[704] Kıyâme: 75/16-19
[705] Rasulullah'ın kalbindeki korumaya dair diğer ayetlerden bazıları için bkz. Tâhâ: 20/114, Şurara: 26/192-195; Şura: 42/24; Necm: 53/1-5; Cin: 72/26-28; Beyine: 98/1-4.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 345.
[706] Kehf: 18/27.
[707] Kur'an'ın tümünün sınıf farkı gözetmeden ilk nesil müminlere -daha sonra da insanlığı" açıkça duyurulduğuna ilişkin ayetler için bkz. Tevbe: 9/2-3; Yunus: 10/15. Hakka: 69/42-47.
[708] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 345-346.
[709] Hicr: 15/9
[710] Fussilet: 41/42
[711] Yazının öneminin peygamberimiz ve ilk Kur'an neslince kavranmasına ve bunun vahyin muhafazasında kullandığına işarete eden ayetlerden bazıları şunlardır: Tûr: 52/1-3; Kalem: 68/1-2; Alak: 96/1-4.
[712] Kıyame: 75/16-19. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, ekin yayınları :346.
[713] Hicr:15/1.
[714] Kur'an'ın Mubîn sıfatını vurgulayan diğer ayetlerden bazıları şunlardır. Bakara: 2/99, 118, 159, 185, 187, 219,221,230, 242, 266; Ali İmran: 3/86, 118, 138; Maide: 5/15; Yunus: 10/15; Yusuf: 12/1; Meryem: 19/73; Hacc: 22/16, 72; Nur: 24/1, 2, 34, 46; Şurara: 26/2; Neml: 27/1, 79.; Kasas: 28/2, 36; Ankebut: 29/49; Sebe: 34/43; Yasin: 36/69; Zümer: 39/28; Zuhruf: 43/2; Duhan: 44/2; Casiye: 45/25; Ahkaf: 46/7; Hadid: 57/17; Mücadele: 58/5; Talak: 65/1, 11; Tahrim: 66/1. Şuara: 26/1-2. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 347-348.
[715] Kur'an'ın müyesser sıfatının vurgulandığı çok sayıda ayet vardır: Meryem: 19/97; Duhan: 44/58; Kamer: 54/1 7, 22, 40; Meryem: 19/97. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 348.
[716] Kur'an'ın Beyyine/apaçık betge oluşunu vurgulayan ayetler için bkz. Bakara: 2/213; Al-i İmran: 3/105; Rum: 30/9; Hadid: 57/25; Tegabün: 64/6, Beyine: 98/1-4. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 348.
[717] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 348-349.
[718] En'am: 6/55.
[719] Kur'an'ın mufasal oluşunu defalarca vugulayan Rabbimiz, öğüt almak isteyenler için yeterli açıklamaları içeren bir kitap indirmiştir; Enam: 6/97, 98, 114, 119, 126; Araf: 7/32, 52, 145, 174; Tevbe: 9/11; Yunus: 10/5, 24, 37; Hud: 11/1; Yusuf: 12/111; Ra'd: 13/2; İsra: 17/123; Rum: 30/28; Fussilet: 41/3, 44.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 349.
[720] Kur'an'ın musarraf sıfatını vurgulayan bir çok ayet vardır: Enam: 6/65, 105; Araf: 7/58; İsra: 17/41, 89; Kehf: 18/54; Taha: 20/113; Furkan: 25/50; Sad: 38/87; Ahkaf: 46/27; Kamer: 54/17, 22, 32, 40; Kalem: 68/52; Tekvir: 81/7. Bıktırmayan, o şiirsel tekrarlara Rahman suresi'ni örnek verebiliriz: Rahman: 55/13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77. Enam: 6/46.
[721] Kur'an'ın bir hidayet kitabı olarak eksiksiz oluşunu, yeterliliğini vurgulayan diğer bazı ayetler şunladır: Maide: 5/3; Yunus: 10/37; Kehf: 18/54; Rum: 30/8. Kur'an'ın Mufassal oluşunu vurgulayan ayetler için bkz. Enam: 6/55, 97, 98, 114, 119, 126; Araf: 7/32, 52, 145, 174;Tevbe: 9/11; Yunus: 10/5, 24, 37; Hud: 11/1; Rad: 13/2; İsra: 17/123; Rum: 30/28; Fussilet: 41/3, 44. Yusuf: 12/111. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 349-350.
[722] Kur'an'ın müfessir sıfatının ve kendi kendini açıklamasının bazı örnekleri için, aşağıdaki ayetlere bakılabilir Furkan: 25/30-34; Muhammed Suresi(47), 15. ayette geçen cennet hamrı'nın tefsiri Saffat Suresi(37), 45-47. ayetlerde açıklanmaktadır; Kâria suresinde geçen "Haviye" ve "Karia", aynı sure içinde açıklanmıştır; Beled Suresi'nde geçen Akabe'nin tefsri anynı sure içersinde açıklanmıştır: Beled: 90/13-17. Hutame'nin tefsiri, Hümeze Suresi'nde geçmektedir. Sekar'ın tefsin geçtiği yerin bağlamında/siyak sibakında yer almaktadır: Bk. Müddessir: 74/26-31. Furkan: 25/33. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 351.
[723] Enam: 6/38.
[724] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 351-352.
[725] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 353.
[726] Fussilet: 41/44
[727] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 353.
[728] Arapça Kur'an: Bu gruptaki ayetlerde çapraşıklıklardan, eğriliklerden arındırılmış, pürüzsüz bir Arapça Kur'an'ın sıfatıdır: Yusuf: 12/2; Zümer: 39/28; Şura: 42/7. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 353.
[729] Duhan: 44/58.
[730] Arap lisanı ile indirilmenin gerekçeleri Kur'an'da şöyle açıklanmaktadır: "İnsanlar tarafından anlaşılabilsin diye" Mubiyn/apaçık-pürüzsüz Arapça ile indirilmiştir, Kur'an: Şuara: 26/195; Yüce Allah "Akledilebilsin/üzerinde düşünülebilsin diye" Arapça bir Kur'an indirmiştir: Zuhruf: -43/3; Apaçık-mubiyn kitaptır, Kur'an: Duhan: 44/2; Ancak şurası unutulmamalıdır ki, bu kolaylaştıma va'di ilk muhatapları ve konuştukları dil için yapılmıştır: Meryem: 19/97. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 354.
[731] Kur'an'ın belagatını vurgulayan diğer ayetler için bkz. İbrahim: 14/52; Nahl: 16/82; Ahkaf: 46/35. Enbiya: 21/106. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 354.
[732] Cin: 72/1-3.
[733] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 354-356.
[734] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 356.
[735] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 356.
[736] Kur'an'ın, her tür cin ve insan şeytanın "İslami mücadeleyi saptırarak başarısını gölgeleme gayretlerini boşa çıkaracak evsafta oluşunu" vurgulayan diğer ayetler için bkz, Hacc: 22/52; İlahi vahyin göreceliğe elvermeyecek açıklıkta oluşunu vurgulayan ayet için bkz. Muhammed: 47/20. Hûd: 11/1. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 356-357.
[737] Kur'an'ın mesajı itibariyle kendi bütünlüğü içinde ihtilafsız -tertil ve tertip esasına göre- tutarlı, mesajı birbiri ile uyumlu ve çelişkisiz bir kitap oluşunu vurgulayan diğer ayetler için bkz. Nisa: 4/82 (İhtilafsız); Furkan: 25/32 (Tertilen/tertipli; tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde); Yunus: 10/37; Kehf: 18/1; Secde: 32/2; Zümer: 39/28; Beyyine, 98/3(Suhufun mutahhara/arı-duru, kirlilik bulaşmmamış); Abese: 80/11-16 (mutahrlar/arı-duru, kirlilik bulaşmamış). Zümer: 39/23. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 357-358.
[738] Al-i İmran:3/7.
[739] Al-i İmran: 3/7.
[740] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 358-359.
[741] Zümer: 39/18.
[742] Kur'an'ın bir hidayet kitabı olduğunu ve "ancak takva sahipleri için rehber olabileceği" ısrarla vurgulayan çok sayıda ayet vardır, bunlardan bazıları için bkz. Bakara: 2/1 -3; Al-i İmran: 3/101; En'am: 6/104; A'raf: 7/203; Yunus: 10/107; Nahl: 16/104; İsra: 17/9; Casiye: 45/29-30. v. d. Bakara: 2/185.
[743] Neml: 27/61.
[744] er-Razı Fahruddin, Tefsir-i Kebir Mefatihu'l-Gayb, Ankara, 1988, cilt: 2, s. 113-114.
[745] Zuhruf:43/10.
[746] Öztürk Yaşar Nuri, Kur'an'daki İslam, İstanbul, 1993, s. 21.
[747] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 359-362.
[748] Alak: 96/1-3.
[749] Müzzemmil: 73/8.
[750] Nahl: 16/98-100. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 362-363.
[751] Bakara: 2/256.
[752] İsra: 17/45-47. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 363-365.
[753] Kalem: 68/7-13. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 365-366.
[754] Enam: 6/25.
[755] Rasululları'ın Müsîekbirler'in saptırma amacıyla tezgahladıkları oyunlara karşı Rabbimiz'den tarafından korunduğu, bir çok ayette tekrar edilmiştir; bkz. Bakara: 2/120, 145; Maide: 5/48-49; Enam: 6/150; Yunus: 10/93; Ra'd: 1 3/37; Kehf: 18/27-28; Kasas: 28/49-50, 87; Şura: 42/24; Kalem: 68/8-10; Hakka: 69/44-48. İsrâ: 17/73-75.
[756] Abese: 80/5-12.
[757] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 366-369.
[758] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 369-370.
[759] Hakka: 69/48.
[760] Kur'an'ın bir tezkire/Rabbani buyrukları hatırlatma elçisi oluşunu vurgulayan diğer ayetler için bkz. Taha: 20/3; Hakka: 69/48; Müddessir: 74/49; İnsan: 76/29; Abese: 80/11.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 370.
[761] Ra'd: 13/28.
[762] Enbiya: 21/36.
[763] Kur'an'ın zikrullatı oluşunu vurgulayan diğer ayetler için bkz. Araf: 7/2; Yusuf: 12/104; Hicr: 15/9, 16; Nahl: 16/44; Meryem: 19/97; Taha: 20/99; Enbiya: 21/10; Furkan: 25/29; Ankebut: 29/51; Yasin: 36/11, 69; Sad: 38/1, 8, 49, 87; Fussilet: 41/41; Kalem: 68/51-52; Tekvir: 81/27. Enam: 6/90. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 370-371.
[764] İbrahim: 14/52.
[765] Al-i İmran: 3/191.
[766] Muhammed: 47/24.
[767] Gereğince idrak etmek isteyenler için Kur'an'ın kolaylaştırıldığı defalarca vurgulanmıştır; bkz. Kamer: 54/22, 32, 40; Derin tefekkür sahipleri, Kur'an'ın lafzı ile manası arasındaki uyumunu idrak edebilirler; tedebbür, tefekkuh ve tezekkür sahipleri için mesajın çelişkisizliği, ahengi, icazı onun Allah'tan indirildiğine dair bir kanıttır: Bk. Nisa: 4/82; Yeryüzündeki ve Kainattaki eşsiz dengelerin varlığı da tezekkür edilmesi/üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur: Neml: 27/62; Kamer: 54/17. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 371-372.
[768] Müzzemmil: 73/1-5. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 373.
[769] Müddessir: 74/53-56.
[770] Kur'an'a başvurma amacının, okuma niyetinin anlama-idrak etme, ve gereğince kavramaya ilikin sonucu nasıl belirlediğine ilişkin hakikati dile getiren bir grup ayet için bkz. Maide: 5/64-68; Enam: 6/25, 39; Araf: 7/176; Tevbe: 9/125; İsra: 17/41, 45, 46, 82; Kehf: 18/57; Hacc: 22/72; Müminim: 23/63, 71; Şuara: 26/200-203; Fussilet: 41/44; Vakıa: 56/79; Kur'an'dan ancak ulu'l-ebsar/derin kavrayış sahipleri ders alırlar: Haşr: 59/2; Hakka: 69/50. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 373.
[771] Zümer: 39/9.
[772] Zariyat: 51/17-18.
[773] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 374.
[774] Kur'an'ı ağlayarak secdelere kapaklanacak bir duyarlılıkla okumak, övülmüştür: İsra: 17/107-109; Meryem: 19/58; Secde: 32/15-16. Maide: 5/83.
[775] Kur'an'ı okumak da dahil tüm eylemlerimizi Allah'a tevekkül ederek, sadece O'na güvenip dayanarak yapmalıyız; bu konuda Yusuf Peygamberin örnek gösterilen tevekkülü için bkz. Yusuf: 72/85-86. Enfal: 8/2.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 374-375.
[776] Furkan: 25/63-64.
[777] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 375-376.
[778] İsra: 17/79.
[779] Cece kıyamında Kur'an'ı düzenli bir şekilde gayeli olarak okumak, tek başına olabileceği gibi, müminlerden bir grupla toplu olarak da yapılmalıdır. Peygamberimizin hem tek başına hem de müminlerle birlikte Kur'an'ı geceleyin tertilen okuduğuna Kur'an şahittir: Tek başına kıraate örnek olarak bkz. Tûr: 52/49; Müzzemmil: 73/18. Müminlerle birlikte yapılan kıraate örnek olarak bkz. Müzzemmil: 73/20.
[780] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 376-377.
[781] Bakara: 2/174.
[782] Al-i İmran: 3/7.
[783] Hûd: 11/12.
[784] Bakara: 2/86.
[785] Dünya hayatının cazibesine kapılarak, ilahi mesajın bir kısmını -Tevrat'ın, İncil'in kendi içindeki kimi hakikatleri veya onların bîr uzantısı oları Kur'an'ı- inkar veya tahrif etmeye çalışmak suretiyle kazanç elde etmeye çalışacak kötü niyetli fitnecilerin geçmişte varolduğunu ve Kıyamet'e kadar da varolabileceğini Kur'an'ın kimi ayetlerinin sarih beyanlarından anlamaktayız; bkz. Bakara: 2/41, 113; Ali İmran: 3/7, 119; Maide: 5/44, 66, 68; Hicr: 15/88-91; Allah'ın kendilerine haksızlık yapacağından korkacak kadar iman ilkelerine uzak olup dünya menfaatlerini önceleyenler, Kitab'ın ayetleri arasında ayırım yaparlar: Nur: 24/46-51. Bakara: 2/85.
[786] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 377-381. Tâhâ: 20/114.
[787] İsra: 17/105-106.
[788] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 381.
[789] Kuran'ın kaynağının ilk mekanından yavaş yavaş inişi ile ilgili diğer ayetler için bkz. Burûc: 85/21-22. Şurara: 26/192-194. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 381-382.
[790] Nüzul/iniş Zamanı ile ilgili ayetler için bkz. Bakara: 2/185; Duhan: 44/1-3; Fecr: 89/1- , Alak: 97/1-5.
[791] Bu ayet herkesten çok peygamberimiz Muhammed (s) ile ile alakalıdır. Yeni gelen vahyi an önce ezberlemek için Allah'ın elçisi Muhammed (s) acele ediyor, duygusal davranıp unutmaktan korkuyordu. Vahyi indiren Yüce Allah Peygamberimizin onu kolayca ezberde tutmasını da sağlayacak lutuflarda bulunmuştur. Bu hakîkat Kıyâme Sûresi'nin alıntıladığımız ayetlerinden başka, bir de Tâhâ Suresi'nde dile getirilmektedir. Öncelikle Peygamberimizin Kur'an'ı ezberlemesi ve vahyin onun kalbinde korunmasını anlatan ayetlerin bize de söyleceği yönteme dair çok hikmetli bir mesajı vardır: Tâhâ: 20/114. Kıyâme: 75/16-19.
[792] Müminler yakışan ahlaki tutum; acele etmeden sabırlı bir şekilde, özümseye özümseye Kur'an'ı okumak ve sonuçların gerçekleşmesini metanetle beklemektir; bize bu metaneti tavsiye eden ayetler için bkz. Enbiya: 21/37-44. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 382-384.
[793] İnsan: 76/23.
[794] Kur'an'ın kaynağının "Tenzil" kelimesinin muhtevası bağlamında dile getirildiği çok sayıda ayet vardır. İlahi mesaj âlemlerin rabbi, yeri ve yüce gökleri yaratan, aziz/kudret sahibi, rahîm/rahmet kaynağı, hakîm/hikmet sahibi, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden intikamı çetin, lütfü sınırsız, hamîd/en güzel övgülere layık olan Allah tarafından safha safha indirilmiştir. İsra: 17/106; Taha: 20/4; Furkan: 25/25; Şuara: 26/192; Secde: 32/2Yasin: 36/5; Zümer: 39/1; Mü'min: 40/2; Fussilet: 41/2; 42; Ahkaf: 46/2; Vakıa: 56/80; Hakka: 69/43.
[795] Kur'an-ı Kerim'i anlamak maksadı ile okumayı haram kabul eden bir zihniyet yaşadığımız coğrafyada varlığını halen devam ettirmektedir. Neredeyse tüm tercüme ve meal çalışmalarını tahkir eden bu zihniyet, sadece kendi anlayışlarını doğrulayan çabaları meşru kabul etmektedir. Tam İlmihal adlı, 1248 sayfalık kitaplarının da bir tür Kur'an tercümesi, meali, tefsiri olduğu gerçeğini görmezden gelen bu zihniyet sahipleri, kendileri dışında gelişen Kur'an'ı anlama çabalarını "dinsizlik" ve "cahillik"le itham etmekte ve konu ile ilgili şu ibretlik iddiaları ileri sürmektedirler:
"Kur'an-ı Kerim'in hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam ve fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı Kerim'den ve hadisi şeriflerden alınmış ve yazılmışlardır. Kur'an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esir eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur." Gümüş M. Sıddık, Tam İlmihal, Seâdet-i Ebediyye, 82. Baskı, Hakikat kitabevi, İstanbul, 2000, s. 46-25. mektup.
Yukarıdaki alıntı yaptığımız pasajda dile getirildiği gibi, Kur'an'ı tercümelerden yanlış anlama ihtimali vardır. Doğrudur. Fakat aynı tehlike Tam İlmihal'den din öğrenilmeye kalkışıldığında yok mudur? Belki meallerden daha fazla bu tür kitaplar zararlıdır. Çünkü mealler bütün zaaflarına rağmen tefsir kitaplarından bile Kur'an'a daha yakındır; çünkü konusu doğrudan Kur'an'dır. Bir çok ihya önderi'ne küfürler dolu, sözde İslam ilmihali olan bu kitap aynı zamanda bir Kur'an meali, tefsiri işlevi gördüğü gerçeğini kim inkar edebilir? İslam'ı çok iyi bilmeyen halkın Kur'an mealleri ile yanlış bilgilendirilme riski ne kadarsa, Tam İlmihal'le de o kadardır; 1248 sayfalık bir kitap ne kadar anlaşılır bir mahiyet taşıyor ki, Kur'an tercümeleri-mealleri de o kadar anlaşılır bir mahiyet taşısın? Kısaca, yanlış anlama riski tercümeler kadar Tam İlmihal için de söz konusudur.
Peki Kur'an'a "anlaşılmaz" damgası vurulduğunda neler olmaktadır? Olan; "her adıma uygun bir fetva ısmarlamak ve gönül rahatlığı ile faiz işlemleri yapmak, mankenleri yarı-çıplak bir vaziyette televizyon programlarına çıkarıp, -harama bakmayı yasaklayan ayetlerin meallerini anlayamayacakları için- onlardan zekata konu olacak servetler kazanmak"tır.
[796] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 384-387.
[797] Tenzille ilgili -aynı kökten türetilmiş bir ismi mef'ul olan- bir başka kelime de Münezzel'dir. İki ayette geçen ketime tenzil'in kaynağı olan Yüce Allah'ın vahiy üzerindeki tartışılmaz otoritesini ve belirleyiciliğini vurgulamaktadır. O hidayet amacı ile indirdiği vahyi bir defada değil, peyderpey tebyin etmeyi takdir etmiştir. Kur'an'ın Yüce Allah'ın takdiri ile, şükrü gerektiren büyük bir nimet olarak bir defada değil safha safha, gerektikçe indirildiğini vurgulayan ayet için bkz. Enam: 6/114. Bu kelime bir de İsa peygamber ve arkadaşlarının Allah'tan kendilerine lütfetmesini istedikleri "sofra" ile alakalı olarak geçmektedir: Maide: 5/11 5. Ki "sofranın indirilmesi", her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu, her şeyin belli bir ölçü ile, planlı bir şekilde O'nun kudret elinden çıktığını ifade etmektedir.
[798] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları:387-388.
[799] Tertil kelimesi Kur'an'da iki ayette geçmektedir. Birisi alıntıladığımız ayet, diğeri ise Müzzemmil: 73/4. ayettir.
Düzenli, planlı bir nüzul sonucunda ulusan Kur'an'ın bu sıfatını sabır, acele, tenzil, tedriç gibi kelimelerin muhtevası desteklemektedir. Birden bire indirilmeyen Kur'an'ın iniş biçimine uygun olarak, acele etmeden, sindire sindire, palanlı bir şekilde -hikmetlerine vakıf olmak maksadıyla- okunması gerekir. Aşağıdaki ayette Kur'an vahyinin bütünlüğünü göz önünde tutmadan acele ile karar vermek, görüş bildirmede göstermek yasaklanmaktadır: Taha: 20/114. Furkan: 25/32
[800] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 388-389.
[801] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 389.
[802] Ankebût: 29/69. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 390.
[803] Ankebût: 29/1-3.
[804] Cuma: 62/5.
[805] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 390-391.
[806] Neml: 27/2-3.
[807] Fâtır: 35/28-29.
[808] Bakara: 2/121. Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 391-392.
[809] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 393-394.
[810] Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 395-400.