BAHMAN VE RAHÎYM OLAN ALLAH'IN ADİYLE. 2

2 - BAKARA  SÛRESİ2

l  EIif lâm mîm.. 2

Haccm Vâcibleri:37

Hacc’ın Sünnetleri:38

Hacc'ın Adabı39

Haccm Mahzurâti:39

Umre. 39


BAHMAN VE RAHÎYM OLAN ALLAH'IN ADİYLE

 

2 - BAKARA  SÛRESİ

 

Medine'de nazil olmuştur, 286 âyettir [1]

 

l  EIif lâm mîm

 

Bu çeşit harflere Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi bir sûrenin bacında tesadüf edilir. Bunlara «Müteşâbih» denir. Muteşâbihı Ümmet için bu dünyada ma'nasım bilmeye imkân olmayan âyettir. Zahirine inanır, ilmini Allah Teâlâ'ya havale ederiz. Ebû Bekirissıddık (Radiyallâhü anh):

«Her kitapta Allah'ın bir sırrı vardır. Kur'ân'daki sim da sû­re başlarındaki harflerdir» der.

Ba'zılarına göre de, bunun her bir harfi, Cenâb-ı Hakk'ın isim­lerinden bir ismin anahtarıdır,

Elif, Allah; Lâm, Lâtif; Mîm, Mecîd ismine anahtardır. Bir kısım müfessire göre ise, sûrelerin isimleridir.[2]

 

2- (Bu, o kâmil kitaptır ki, Allah tarafından gönderildiğine hiç şüphe yoktur. Takva sahihlerine (şirk, günâh ve kötülüklerden korunanlara)  yol göstericidir.)

Bir hâdis-i şerifde:

«Takva, (Nahl sûresi:  90)   âyet-i kerimesinde zikrolunmuştur.»  buyurulmaktadır. [3]

 

3 -(Onlar, ki gaybı (Peygamber Efendimizin haber verdiği Ba's, Cennet, Cehennem ve gayri)  tasdik ederler.

Şerîatte îmân: Kalble inanmak, dil ile söyleyip ikrar etmek ve a'zâ ile ameldir. Amele, îmân denilmesi şeriattan olması münâ­sebeti iledir.

İslâm isej Teslim ve inkıyaddır, îmdi her îmânda, îslâm vardır, fakat her İslâm'da îmân yoktur.

Gerçek îmân, kaible tasdîk edilen îmândır. İnanmak bir kalb işidir.

îmân, bir şeye içten ve yürekten bağlanmak ve onu kat'î ola­rak kabul etmek demektir.

îmân edene, inanana da «mü'min» denir. Mü'minin kalbi ile dili birdir. İnandığını söyler ve inanarak söyler. Kalbinde îmân ol­madığı, içinden inanmadığı hâlde, sözle «înandım!» diyenlere «Mü­nafık» denir ki içi başka; dışı başka kapalı kâfir demektir.

îmân, Arabça, «Emân» kelimesinden gelmektedir. Emân ver­mek, emin kılmak demektir, ki Cenâb-ı Hakk'ın mübarek isimle­rinden biri olan Mü'min bu ma'nâyadır. Allah Teâlâ kullarını azâbdan emin kılar. Bir de emin olmak, tek kelime ile, inanmak ve mutlaka tasdîk etmek, tasdik ve i'tirâf etmek ma'nâlarına da gelir. Tasdîk eden, tasdik ettiğini tekzibden, yalanlamaktan emîn kıl­mış veya kendisi yalandan emin olmuş olur.

Bu âyet-i kerîmede tasdîk ve i'tirâf eder­ler meâlindedir.

Gaybdan murâd: Hissen Anlaşılamayan ve akim açık olarak iktizâ etmediği gizli şeylerdir. Gayb iki kısımdır.

Bir kısmına delîl yoktur. Buna: «Gaybın anahtarları Allah Teâlâdadır. Onları; ancak, O bilir.» âyet-i kerîmesi ile işaret buyurulmuştur.        

Bir kısmına delîl vardır. Hak Teâlânm zâtına, sıfatlarına, âhiret gününe ve o günün hâllerine îmân gibi ki, bu âyetten murâd budur. Yâhûd, ma'nâ şudur: «Onlar, sizden gâib oldukları hâlde îmân ederler. Yoksa münafıklar gibi mü'minlerin karşısında îmân etmiş görünüp şeytanları ile başbaşa kalınca «biz sizinleyiz» de­mezler.

Ba'zılari: «Gaybdan murâd kalbdir. Yânî kalbleri ile îmân ge­tirirler. Kalblerinde îmân olmadığı hâlde dilleri ile onu söyleyenler, gibi yapmazlar.» demişlerdir.

Levâkıh-ül-Envâr, îmânı: Taklidi îmân, ilmî îmân, aynî imân, kalbî îmân, hakikî îmân olmak üzere beş bölüme ayırır:

Birincisi avamın, ikincisi delil sahihlerinin, üçüncüsü müşa­hede ehlinin, dördüncüsü ariflerin ve beşincisi vâkıfların îmân­larıdır. Bir de hakîkat-ül hakîka (gerçeğin gerçeği) îmân vardır, ki Peygamberlerindir, arifler onu keşiften menedilmislerdir»  der.

Şübhesiz bu tasnif, imânın kemâli (olgunluğu) bakımından­dır. Nasıl ki bir hadîs-i şerîfde:

«îmân yetmişten ziyâde şu'bedir. Efdali lâ ilahe illallah demek ve en aşağısı yoldan ezayı gidermektir. Haya da îmândan bir şu'-bedir»  buyurulmuştur.

Ve namazı dosdoğru kılarlar. Namazın rükünlerini yerli ye­rince edâ ederler, fiillerine halel getirmekten sakınırlar veya ona devam ederler, yâhûd fütur getirmeksizin edâ ederler.

Salâtm Iûgat ma'nâsı duadır. Şeriatta mahsûs fiillerin ismidir ki, kiyâm, kıraat, rükû', sücûd, ku'ûd, duâ ve senadır.

«înnallâhe ve melâiketehü yusallûne alennebiyyi yâ eyyühelle-ziyne âmenû sallû aleyhi ve sellimû tesliymâ» (Ahzâb sûresi, âyet 56) âyet-i kerimesinde salât, Allah Teâlâ'dan rahmet, Melâikeden istiğfar ve mü'nıinlerden duadır.

İmâm Râzî, «Bu salât emri tazammun eder. Kasclolunan beş vakit namazdır,» der.

[ Ve onlara verdiğimiz ni'metlerden Cnzıklardan) Allah yo­lunda sarfederler. ] [4]

 

4 (Hem onlar, sana indirilen Kur'ân'ı ve senden önce indi­rilen  (Tevrat, Zebur, încîl ve sair)  Kitabları tasdik ederler.)

Rivayet edildiğine göre, Cenâb-ı Hak, yüz on sahife dört kitap inzal etmiştir. Şit Aleyhisselâm'a elli, İdris Aleyhisselâm'a otuz, İbrahim Aleyhisselâm'a yirmi ve Âdem Aleyhisselâm'a on sayfa indirilmiştir. Dâvûd Aleyhisselâm'a Zebur, Mûsâ Aleyhisselâm'a Tevrat, îsâ Aleyhisselâm'a İncü ve Âhir Zaman Peygamberi Mu-hammed sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimize de Kur'ân-ı Ke­rim inzal buyurulmuştur.

[ Ve Âhiret'i seksiz bilirler. ] [5]

 

5 (İşte bu vasıfta olanlar, Rablerinden doğru yol üzeredir­ler. Ve Kıyamet Günü ateşten kurtulup, Cennet'e erenler de bun­lardır.)

îbn-i Cerir'in Mücâhid'den rivayetine göre Bakara sûresinin başından dört âyet mü'minler hakkında inmiştir. Bu âyet dördün­cüsüdür. İki âyet kâfirler hakkında inmiştir. Onlar bundan önceki iki âyettir. Onlardan sonra gelen 13 âyet de münafıklar hakkında inmiştir. [6]

 

6 (Onlar ki Hakk'ı inkâr ve setrederek kâfir oldular.)

Dört türlü küfür vardır:

İnkârı küfür, Allah Teâlâ'yı külliyen inkâr edenler. Cuhûdî küfür: Allah'ı kalble bilip ve fakat dille ikrar etmiyenler: İblisin küfrü gibi.

İnâdî küfür: Allah'ı kalbleriyle bilip dilleriyle ikrar ettikleri hâlde onunla tedeyyün etmiyenler. Ebû Tâlib'in küfrü gibi; ki «Muhammed'in dîni bütün dînlerin hayırUsıcUr, biliyorum, eğer halkın beni  kınayacaklarından  çekinmesem  kabul  ederdim,"   demiştir. Dördüncüsü de iki yüzlülerin, münafıkların küfrüdür. Cenâb-ı

Hakk'm varlığını ve birliğini dilleriyle ikrar ettikleri hâlde kalben tasdik etmezler. Bu dört nev'î kimseler mağfiret olunmaz.

[ Onları ister korkut, ister korkutma, birdir; onlar, seni ve sana verilen Kur'ân'ı tasdik etmezler. ] [7]

 

7  (Allah Teâlâ onların kalbleri üstüne de,  kulakları üstüne de küfrü mühürledi ve gözlerinin üzerine de bir perde çekti  (ki

Hakk'ı kabul etmezler, Hakk'ı işitmezler ve doğru yolu görmezler.) Onlara dünyâda ve ukbâda pek büyük  (ve daimî)  azâb vardir.[8]

 

8  lînsanlarm bir kısmı, Allah Teâlâ'ya ve Kıyamet Gününe îmân ettik derler. Halbuki îmân etmiş değillerdir.]

Bu âyet-i kerime ve bunu tâkibeden on üç âyet Yahudilerden münafıklar için nazil olmuştur ki, mü'minlerden emin olmak için küfürlerini gizler, îmân etmiş görünürlerdi.

îhyâ-i Ulûm'e göre, îmânla İslâm'ın iki hükmü vardır. Biri dünyevi, diğeri uhrevîdir. Uhrevîsinin hükmü odur, ki zerre ka­dar îmân bile, sahibini Cehennem'de daimî olarak bırakmaz, çı­karır.

îmân, ba'zı âlimlere göre, yalnız kalble i'tikâdtır. Ba'zılarına göre ise, kalble i'tikad ve dille ikrardır. Ba'zılarına göre de kalble i'tikad dille ikrar ve erkânla ameldir. Buna nazaran îmân sâhib-leri altı dereceye ayrılır:

1) Bir kimsede? i'tikad, ikrar ve amel, üçünün bir arada bu­lunması hâlinde yeri hilâfsız Cennet'tir.

2) İ'tikad, ikrar ve ba'zı amelleri edâ eder ve fakat aynı za­manda büyük günâhların ba'zısmı veya tümünü işleyip de tevbe etmiş olmazsa, Kitap ve Sünnet gereğince, Kıyamet Günü Cenâb-ı Hakk'ın O'nu afvetmemesi hâlinde, eğer iyilikleri ile kötülükleri müsavi ise, Allah'ın irâdesi kadar Araf'ta hapsolunduktan sonra Cennet'e girer. Kötülükleri iyiliklerinden ziyâde ise, yine Allah'ın irâdesi kadar Cehennem'de yattıktan sonra, keza Cennet'e girer.

3) İ'tikad ve ikrân bulunup da, ameli bulunmayan kimseler.

4) İ'tikad edip de, bunu ikrar etmeksizin veya amellerle meş­gul olmaksızın vefat edenler.

İmân: İ'tikad, ikrar ve ameldir, diyenlere göre, bu ve üçüncü derecede bulunanlar mü'min olmamak lâzım gelir. Zîrâ bunlara göre, üçü birden imânın rüknüdür. Bunlardan velev birisi bulun­mayan kimseye mü'min denemez. Fakat şu hadîs-i şerifte: «El-iy-nıân en tü'mine billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusûlihî vel-yevmiTâhıri ve tü'mine bilkaderi hayrihî ve şerrini» diye ta'rif bu-yurulan îmânda lisanla ikrar ve erkânla amel bulunmadığı gibi, «Yahrucu minennâri men kâne fiy kalbihî zerretün minel'İymân (Kalbinde zerrece îmânı olan Cehennem'den çıkar,)» diye buyu-rulan hadîste de kalbin tasdikinden gayri şey zikrolunmamıştır. Binâenaleyh, bu iki Hadîs gereğince yalnız tasdiki olan dahi mü'-mindir.  Ateşte dâimi olarak kalmaz.

5) İ'tikâdı bulunup da; «Lâ ilahe illallah Muhamnıedün resûlullâh»   diyecek  kadar  zaman  müsâid  ve  bunun  söylenilmesinin kendisine  vâcib olduğunu  da bildiği hâlde  söylemiyen   kimseler. Bu imtina, namaz kılmaktan imtina etmek gibi olduğu için bun­lar da mü'mindir ve ateşte kezâlik dâimi olarak kalmazlar.

6) Dilleriyle   «Lâ  ilahe  illallah Muhammedün resûlullâh» de­dikleri hâlde, kalben bunu tasdik etmiyenler. Bu münafıklar hiç şübhesiz kâfirdirler ve ateşte daimî olarak kalırlar: Fakat kalble-rindekini bilmek mümkün  olmadığı  için  zahiren,  dünyâda yaşa­dıkları müddetçe Müslümandırlar.

Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, Hazret-i Huzeyfe (R.A.)'ye münafıkları bildirmişti. Bunlardan biri öldüğü vakit cenazesine gitmezdi. Ömer İbnü'l Hattab (R.A.) Huzeyfe'yi gözetler, O'nun gitmediği cenazeye, O da gitmezdi. [9]

 

9 (Güya Allah Teâlâ veya Resulünü aldatırlar. Kaiblerindeki küfrü örterek, dilleriyle îmân etmiş gibi görünüp, mü'minleri de aldatırlar. Mü'min değiUerken  onları gördüklerinde  mü'minleriz, derler.)

(Halbuki, ancak kendilerini aldatırlar; ama vebalinin kendi­lerine avdet edecek olduğunu bilmezler.) [10]

 

10 (Kalblerinde şübhe ve nifak hastalığı vardır.)

Hastalığın aslı za'fdır. Dinde şübhe, hastalıkla vasıflandırıl­mıştır. Hastalık vücûdu zayıflattığı gibi, şübhe de dîni zayıflatır.

(Hak Teâlâ da,  onların marazlarını artırdı.)

Zira, Âyet-i kerimeler birbiri ardınca nüzul etmekte idi. Her Âyet nazil olduğu vakit onlar, küfür ve nifaklarını arttırmaktay­dılar.

(Onlara, bir azâb vardır (ki, elem ve vecâ'ı kalblerine erişir.) Şu   sebeble   ki, Allah   Teâlâ'yı  ve   Resulünü   tekzîb   ederlerdi.) [11]

 

11 (Onlara yeryüzünde, küfür, mâsiyet ve halkı Resûlullâh'a ve Kur'ân'a îmândan alıkoyarak fesâdta bulunmayın denilse; Der­ler ki: Biz müfsid değiliz, biz ancak ıslâh edicileriz.! [12]

 

12 (Bilin ki onlar (küfürle ve halkı imândan alıkoymakla) ifsâdedicilerin tâ kendileridir. Lâkin kendilerinin fcsâdcı olduğu­nu bilmezler.) [13]

 

13 (Ne zaman o münafıklara veya Yahudilere denilse ki: Siz de Kitab Ehlinden îmâna gelenler gibi, yâhûd muhacirler ve ensâr gibi îmâna gelin.)

(Derler ki: Şu hafif akıllı câhiller gibi biz de îmân mı edelim!)

Burada açıksözlülükle ikiyüzlülük (münafıklık) nasıl telif edilebilir? diye sorulabilir. Cevâbı şu ki: Bunu aralarında konu­şurlardı; yoksa mü'minler arasında değil. Fakat Cenâb-ı Hak onu Resulüne ve îmân edenlere bildirirdi.

(Bilin ki asıl câhiller kendileridir; lâkin cahilliklerini bilmez­ler.) [14]

 

14 (Ne zaman o münafıklar mü'minlerle buluşsaîar,  biz de sizin gibi îmân ettik, derler.)

(Ama reisleriyle kâhinlerine döndükleri vakit de biz, sizin di­ninizde sabitleriz. Biz ancak, Muhammed ve ashâbiyle, Müslümanız diye, istihza ediyoruz, derler.) [15]

 

15 (Allah da onları istihzâlariyle cezalandırır. Ve onları da­lâletlerinde şaşkınlık ve tereddüt  içinde  bırakır   (mühlet verir.) [16]

 

16 (Onlar küfrü,   îmâna  değiştiler.   Ama   ticâretlerinde  kâr etmediler, faydalanmadılar ve dalâlette kalıp hidâyete ermedüer.) [17]

 

17 (Onlann hâli o kimsenin hâli gibidir, ki ateş yakarlar da, o ateş onu yakanın çevresindeki eşyayı aydınlatınca, Allah nur­larını giderip, onları karanlıklar içinde bir şey görmez bir hâlde bırakır.!

Yâni, nifakta münafıkların hâli, karanlık bir gecede çölde ateş yakarak ısınan ve ışığı ile çevresini görüp yırtıcı hayvan ve sair tehlikelerden korunduğu bir sırada, ateşin sönüvermesi üze­rine karanlıkta korku ve şaşkınlık içinde kalan bir adamın hâli­ne benzer.

îmân etmiş gibi görünüp mal ve evlâtlarının emniyetini sağ­larlar. Mü'min kadınlarla evlenip miraslarım alırlar. Keza gani­metleri de birlikte üleşirîer, fakat bu fayda, bu nûr öldükleri va­kit kaybolur,  tekrar karanlığa ve korkuya dönerler. [18]

 

18 (Onlar Hakkı duymazlar,  Hakkı  söylemezler,  Hakkı gör­mezler,  dalâletten hidâyete  dönmezler.)

 

19 (Yâhûd münafıkların  hâli,  göğün  her  tarafından yağan, ufukları   tutan zulmetler,  gök   gürültüsü ve şimşekler   yağdıran yağmura  tutulmuşlar  gibidir  ki,  yıldırımlardan  Ölüm  korkusiyle, parmaklariyle kulaklarını tıkarlar.)

Ekseri müfessirlere göre, gök gürültüsü, bulutu sevk eden Me­lektir. Şimşek de nurdan kamçısının parıltısı dır. Melek, bulutu bu kamçı ile sevk eder,

(Ama Allah, ilim ve kudretiyle kâfirleri kuşatıcıdır, Azâb vaktinde onların hiçbiri azâbtan kurtulmaz.) [19]

 

20 (Neredeyse şimşek, gözlerinin nurunu kapıverecek olur. Karanlık gecede şimşek yollarına ışık verince yürürler. Şimşeğin ışığı gidip yol karardığı vakit de hayrette kalarak dururlar.)

Cenâb-ı Hak, bu meseli, münafıklar ve kâfirler için irâdet-miştir.

Denildi ki, yağmur Kur'ân'dır. Kalbe hayât verir. Vücûda ha­yât verdiği gibi.

Karanlık: Kur'ân'da zikredilen küfür ve şirktir. Gök gürültüsü de, doğru yola, va'de tehdide ve Cennet'e işa­rettir.

Kâfirler Kur'ân okunduğu vakit, kalben ona meyletmemek için kulaklarını tıkarlar; zîrâ onlara göre îmân küfürdür. Küfür­se, ölümdür. Şimşeğin gözlerinin nurunu neredeyse kapıverecek olması da, Kur'ân'ın kalblerine te'sîr etmeye yakın olmasıdır.

Başka bir îzâha göre-de bu, İslâm'a meseldir. Yağmur: İslama, karanlık: Azaba, gök gürültüsü: Tehdid ve âhiretteki korkunç yer­lere, ve şimşek; va'de delâlet eder. Münafıkların, parmaklariyle kulaklarını tıkamaları da İslâm'da musibet ve şiddet gördükleri vakit ölümden sakınıp  kaçmalarıdır.

Halbuki bu kaçış faydasızdır. Allah, onları kuşatmıştır. Ve dilediği zaman toplayıp azâbeder. Şimşek, ışık verince yürüme­leri de, îmânlarını ızhârettikleri vakit emin olmaları ve fakat öl­düklerinde yine karanlığa avdet etmeleridir.

Bir de şu şekilde îzâh ediliyor: İslâm'da ganimet ve rahata er­dikleri vakit «Biz de sizin gibi mü'minleriz,» derler. Musibet ve şiddet görüldüğü vakitte  de,  hareketsiz,  yerlerinde  kalırlar.

(Allah dilese, işitmelerini de, görmelerini de giderirdi Çün­kü Allah Teâlâ, her şeye kaadirdir.)

Kaadir, dilerse işleyen, dilerse işlemeyen ve Kadîr, dilediği şe­yi dilediği gibi işleyen demektir ki, bu vasıf yalnız Allah Teâlâ'ya mahsûsdur. [20]

 

21 (Ey İnsanlar! Rabbinizin varlığına ve birliğine manın ve O'na kulluk ve ibâdet edin.l

Bu hitâb bütün nisanlara âmin ve şâmildir. Bundan yalnız kü­çüklerle deliler müstesnadır. Çünkü onlar mükellef değillerdir, îbn-i Abbas (R.A.): «Bu yerden mâada Kur'ân'ın neresinde «Ey İn­sanlar!» diye hitâb edildi ise Medînelüer murâd edilmiştir.» diyor.

(Ki O, sizi ve sizden öncekileri yarattı. Tâ ki azabından kurtulasınız. Müttekîlerden, takva sahihlerinden olasınız.) O şekilde takva sâhiblerinin (şirk, günâh ve fenalıklardan ko­runanların) yolunda, onlar gibi, ibâdet edin ki, ancak bu suretle Cenâb-ı Hakk'm yakınlığına lâyık olursunuz. Takva, derecelerin sonudur. Allah Teâlâ'dan gayri her şeyden yüz çevirmek, O'na yö­nelmektir.

İbâdet eden, ibadetiyle gururlanmamalıdır. Belki Cenâb-ı Hakk'm rahmetini dileyip, azabından korkmalıdır. Sırf ibâdet et­miş olduğu için sevâb ummamalıdır. Kulun, ibâdeti, Cenâb-ı Hakk m ihsan buyurduğu ni'metlerin şükrüdür. Bu ni'metlere şükredil-mesi vâcib olduğu için ibâdet eder. O, bir ücretli gibidir ki, üc­retini işlemeden önce almıştır. [21]

 

22 (Cenâb-ı Hak, yeryüzünü sizin için bir döşek ve göğü yük­sek tavan ve kubbe gibi bir bina yaptı. Ve gökten yağmur indirdi. Onunla size çeşit çeşit ve renk renk meyva ve nebatlar meydana getirdi. Tâ ki bu meyvalar kendinize yiyecek ve nebatı hayvan­larınıza yem olsun ve onunla Allah Teâlâ'nın Halik ve Kezzâk ol­duğunu bilip, yalnız O'na ibâdet edesiniz.)

(Siz de artık, Cenâb-ı Hakk'm bir olduğunu ve ortağı olma­dığını bilirken, O'na hiçbir şeyi eş tutmayın.) [22]

 

23 (Eğer   kulumuz   Muhammed   Aleyhisselâm'a   parça   parça indirdiğimiz Kur'ân'm Allah Teâlâ tarafından gönderildiğine şübhedeysenizj siz de (o belâgatte) onun benzeri bir sûre meydana getirin.)

(Ve Allah'tan gayri, bütün güvendiklerinizi (ibâdet ettiğiniz ilâhları, ins ve cinden muavenetini rica ettiğiniz kimseleri yardı­ma) çağırın, ki size Peygamber Aleyhisselâm'm getirdiği gibi bir Sûre meydana getirsinler.)

(Eğer Muhammed Aleyhisselâm, onu kendiliğinden söylemiş­tir sözünde sâdıklarsamz   (bunu yapın.) [23]

 

24 (Fakat bunu yapamazsanız, ki hiçbir zaman yapamıyacaksınız.)

Zira o, Muhammed Aleyhisselâm'a mu'cizedir.

(O hâlde (imâna gelin, onunla) o ateşten sakının, ki ekser çırası insanlarla taşlardır.)

Bu taşlardan murâd; putlardır, denilmiştir.

(O ateş, kâfirler için hazırlanmıştır.) [24]

 

25 (Yâ Muhammed! Müjdele, sevindir o mü'minleri, ki sâlih ameller  (yararlı işler)  işlemişlerdir.)

Hazret-i Muaz'a göre: İlim, iyi niyet, sabır ve ihlâs; sâlih amel­ler içindedir.

(Onlar için birçok bahçeler (Cennetler) vardır ki, ağaçlarının ve evlerinin altından ırmaklar akar.)

(Her defasında, bu Cennet meyvalarından bir şeyle rızıklandıkları vakit, biz bunu dünyâda da yemiştik, diyecekler.)

Zîrâ Cennet meyvalarınm renkleri birbirine benzer, fakat lez­zetleri çeşitlidir.

Onlara, isimleri birbirine benziyen ve fakat lezzetleri ayrı rızık verilecek.

Ve onlar için orada tertemiz eşler de vardır. (Hayz gibi, kir gibi, kötü huy gibi şeylerden tamamen temiz.

Ve orada (bir daha çıkmamak üzere) daimî olarak kala­caklardır.

Ebû Hüreyre   (R.A.)'den rivayet edilmiştir;  der ki:

«Cennet'e ilk gireceklerin yüzleri, ayın on dördü gibi ve on­dan sonra girecek olanların yüzleri ise bir parlak yıldız gibi mü­nevver olacaktır.»

Hazret-i Enes  (R.A.) de rivayet eder ki:

«Cennet kızlarından biri dünyâda görünseydi, ziyası ve güzel kokusu Doğu ile Batı arasını doldururdu.»

Yine Enes  (R.A.)'den rivayet edilmiştir:

«Cennet't bir çarşı vardır, ki Cennet sakinleri her Cum'a, bu sokağa giderler. Burada yüzlerini yalıyan bir şimal rüzgârı güzel­liklerini artırır. Eşler birbirleriyle karşılaştıkları vakit, her ikisi de artan güzelliklerini hayranlıkla seyrederler.» [25]

 

26 (Allah, sivrisinek ve onun üstünü şeyle hakkı vasıflandır­mak ve bildirmek için mesel getirmekten sıkılmaz.)

Bu âyetin inmesine sebeb Yaîıûdîlerdir. Allah Teâlâ sinek ve örümcek gibi şeyleri misâl verince Yahudiler:

«Allah bu gibi kıymetsiz şeyleri misâl vermekle ne demek iste­miştir? Böyle bir şeyi misâl vermekten utanılır.» demişlerdi. Âyet-i Kerîme bu sözü red için inmiştir.

Kur'ân'a ve Muhammed Aleyhisselâm'a îmân edenler, onun Hak ve Allah Teâlâ'dan olduğunu bilirler.

Amma kâfir olanlar: Allah, bu hasîs şeyi mesel getirmekle ne demek istedi? derler.

Hak Teâlâ onlara cevaben dedi ki:

Allah, o meselle, O'nu tekzîbettikleri için, nice kâfirleri zelîl ve perişan eder,

Ve yine o meselle, O'nu tasdik ettikleri için, nice mü'minlerin de hidâyetlerini artırır.

Bu delâlet eder, ki hidâyet de, dalâlet de Allah Teâlâ'dandır. Onunla yalnız fâsıkları yoldan çıkarır.

Fâsık: Büyük günâhları irtikâb ederek Allah'ın emirlerini terkeyleyen, Allah'a itaat çevresinden çıkan kimsedir.

Üç derecesi vardır:

Birincisi, işlediği işi günâh ve bunu çirkin gördüğü hâlde va­kit vakit işliyen; ikincisi, hareketini sevimli görmediği hâlde bunu sırf i'tiyâd edinmiş olduğundan yapan; üçüncüsü de, günâh olan şeyi, doğru ve günâh addetmiyerek işlıyendir, ki bu sonuncusu, boynundan îmân bağım çıkarmış olur; fakat ilk ikisi imân ve tasdîk etmekte oldukları için mü'minlik sıfatını kaybetmiş olmazlar. [26]

 

27  (Onlar,  Allah'ın  ahdini  misâkla  bağlandıktan    (yeminle te'kîdettikten)  sonra bozarlar.)

Cenâb-ı Hakk'm Peygamberlere, âlimlere ve bütüB Âdemöğullarma karşı ahdi vardır. Peygamberlerden aldığı ahid, risâleti teb­liğ edip, dini ikâme etmek. Âlimlerden aldığı ahid, Kitâb-ı mübîni halka bildirip gizlememek, Âdemoğullarmdan aldığı ahid de, Ce-nâb-ı Hakk'm birliğine inanmak, ondan başkasına tapmamak, Peygamberlerine uymak, onun yolunda yürümek, elest-ü bezminde verilen andı dâima gerçekleştirmektir.

Ve Allah Teâlâ'nm vaslını emrettiği şeyi keserler.

Cenâb-ı Hakk'm vasimi, bitişmesini, ayrılmamasını emrettiği şey: Mü'minlerden ayrılmamak, kavli fiiline uygun düşmek, bütün Peygamberleri tasdik etmek, rahim hakkı, akrabalık hakkı gibi şeylerdir.

 (îmândan menj Hakk'ı istihza, düzenliği te'mîn eden vaslı keserek)  yeryüzünde fesâd ederler.

İşte onlar, (vefa, salâh ve sevaba karşılık, bozgunculuk ve azabı satın aldıkları için)  ziyan edicilerdir. [27]

 

28 (Allah Teâlâ'ya,  nasıl  olup  da  kâfir  olursunuz ki.  Ölü iken   (henüz babalarınızın sulbünde bir nutfe  iken annelerinizin rahminde, sonra da dünyâda)  sizi O diriltti. Sonra sizi yine O öl­dürecek. Tekrar sizi   (kabirde  ve  neşirde)   O,  diriltecek.  Nihayet âhirette O'na döneceksiniz.   (Allah da, hayır ve  şer,  amellerinize göre size ceza verecektir).

Bu âyet-i kerîme'de şuna işaret edilmektedir ki, ilkin hayât vermeye kaadir olan Allah, sonra da hayât vermeye kaadirdir. Zîrâ ilk yaratış, tekrar yaratıştan kolay değildir.

Bu hitâb, mü'min ve kâfirlere müşterek bir hitâbdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, vahdaniyet ve nübüvvetin bütün delillerini bildirmiş, imân edenlere va'd ve küfür edenlere vaiydde bulunduktan son­ra bütün ni'metlerini tam bir müsâvîlikle ihsan buyurduğunu te'-yid etmiştir. Bütün bu ni'metlere karşılık, onların küfre sapacak­larını uzak ve  çirkin görmüştür.

Yâhüd yalnız mü'minlere hitâbtır. Bununla minnet ve şükran­da bulunmaları ve küfürden uzaklaşmaları irâde buyurulmuştur. O ma'nâ ile ki: «Küfür edeceğiniz nasıl tasavvur edilebilir? Ölü­ler gibiydiniz, cehil içindeydiniz, ilim ve irfanla sizi diriltti. Sonra bilinen ölümle sizi öldürecek ve hakîkî hayâta tekrar diriltecektir. Müteakiben Allah'a rücü' edecek, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanoğlunun tahayyül ve tasavvur edemiyecegi şey­lerle sizi sevâblandıracaktır.» denilmiştir. [28]

 

29 (Allah Teâlâ, yerde ne varsa hepsini sizin için (sizin faydalannıanız için Rabbinizin kudretini,  varlığını ve birliğini istid­lal etmeniz için)  yarattı. )

Bu Âyet-i kerîme'ye göre, insanlar için men ve haram kılın­dığına dâir hakkında nass bulunmıyan her şey mubâhdır.

Sonra semâya inayet buyurdu da onları yedi gök hâlinde nizâmına koydu. O, her şeyi hakkiyle bilir. [29]

 

30 (Yâ Muhammedi Hani Rabbin, Meleklere: Ben muhak­kak yeryüzünde bir halîfe (bir insan, âdem) yaratacağım, demiş­ti. )

Vakta ki Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri, Melekleri ve Cinni halk etmişti. Melekleri gökte ve Cinni yerde iskân etti. Bir müddet ibâ­det ettikten sonra Cinlerin aralarına hased girdi. Serkeşlik etme­ye, birbirlerini öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, üzerlerine Meleklerden bir müfreze asker gönderdi. İçlerinde en çok bileni, reis ve mürşidleri İblis idi.

Müfreze, Cinleri dağlara, vadilere, adalara sürdükten sonra, yeryüzünde ibâdet etmeye başladı. Cenâb-ı Hak ibâdetlerini ha­fifletti. İblîs'e de arzı, dünyâ semâsını ve Cennet hazînelerini ver­di, tblîs, kâh yerde, kâh dünyâ semâsında, kâh Cennet'te ibâdet ederdi. Bu durumu, nefsine gurur getirdi. Kendisini bütün Melek­lerin üstünde görür oldu.

Cenâb-ı Hak, O'na ve müfrezesine, yeryüzünde bir halîfe ya­ratacağı haberini verdiği vakit, memnunluk duymadılar. Zira, ha­fif bir ibâdetle iktifa etmekteydiler.

(Yâ Rabbena! Yeryüzünde bozgunculuk edecek, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? dediler. Allah Teâlâ: Sizin bil­mediğiniz şeyi ben bilirim,  dedi.) [30]

 

31 (Âdem'i yarattıktan sonra bütün eşyanın isimlerini O'na öğretti.)

Âyeti te'vîl edip, yorumlayanlara göre; Allah Teâlâ Hz. Âdem'e bütün dilleri öğretti. O da evlâdının her birine ayrı bir dil ile ko­nuştu. Sonra çocukları muhtelif memleketlere dağıldılar. Muh­telif diller doğdu böylece.

Sonra o eşyayı Meleklere gösterdi (ki Âdem'in fazlı ve on­ların aczi meydana çıksın). Bu eşyanın isimlerini bana bildirin, eğer sâdıklar iseniz, dedi. [31]

 

32 (Melekler  acz ve  kiTSûrlarını  i'tirâf  ettiler.  Dediler  ki: Yâ Rabbena! Seni her şeyden tenzih ederiz. Senin, bize öğrettik­lerinden gayri, bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen, o Alimsin ki, sa­na hiçbir şey gizli kalmaz, .Halamsın ki, her fiilin hikmete uygun­dur.) [32]

 

33 (Allahi Yâ Âdem! Meleklere eşyanın isimlerini bildir, de­di, O da onlara, emredildiği üzere bildirince: Hak Teâlâ, Meleklere: Ben, size demedim mi ki, göklerin ve yerin gaybmı, olmuş ve ola­cağını, ve sizin  aşikâr söylediklerinizi  de,  gizli tuttuğunuz şeyle­ri de bilirim; buyurdu.)

Bu âyette; insanın şerefine, ilmin meziyetine ve ibâdete olan üstünlüğüne delâlet vardır. Cenâb-ı Hak, Âdem Aleyhisselâm'm fazlını ilimle açıkladı. Eğer ilimden şerefli bir şey olaydı, fazlını onunla açıklardı. İlmen üstünlüğü sebebiyledir ki, Meleklere sec­de etmeleri emrolundu. [33]

 

34 (Ve hatırla ki, o vakit Meleklere: Âdem'e secde edin, di­ye emrettik.)

Bu secde, bir tahiyyât, bir selâm secdeyiydi, yoksa bir ibâdet secdesi değildi. Yûsuf Aleyhisselâm'a kardeşlerinin selâmı gibi... Ba'zılarına göre de, Âdem Aleyhisselâm, Kıble edinilmişti. Asıl secde Cenâb-ı Hakk'a idi. Nasıl ki namaz için Kâ'be, Kıble'dir, ve secde Allah Teâlâ'ya yapılır.

[Melekler, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, secde et­meyi kibirine yediremedi. Zâten kâfirlerdendi (Yâhûd kâfirler­den oldu.)

îlm-i îlâhîde kâfirlerdendi, yâhûd, Allah'ın emrini çirkin gör­mekle kâfirlerden oldu, demektir.

Bu Âyet-i kerîmenin faydalarından biri şudur ki, kibir ve gu­rurdan sakınmak gerekir. Kibir, ba'zı hâlde, insanı küfre götürür.

Sonra Hak Teâlâ, Meleklere emretti. Âdem'i altından bir taht üzerine yatırarak Cennet'e koydular. Bir arkadaşı, eşi yoktu. Uy­kuya daldı. Uykudayken, Cenâb-ı Hak, sol eğe kemiğinden Hav­va'yı halk etti. Âdem, Havva'nın yaratılışını hissetmedi, hiçbir acı duymadı. Ancak uyandığı vakit O'nu yambaşmda oturuyor gördü.

«Sen kimsin?» diye sordu.

Havva: «Eşinim ve Hak Teâlâ beni, senin için halk etti.» dedi. . [34]

 

35 (Dedik ki: Yâ Âdem! Sen ve eşin Cenneti mesken edin, İkiniz de Cennet'te dilediğiniz vakit, dilediğiniz yerde, dilediğiniz gi­bi bol bol yeyin. Fakat bu ağaca yaklaşmayın. Yaklaşırsanız, iki­niz de zâlimlerden, ma'siyetle nefislerinize zarar edicilerden olur­sunuz.) [35]

 

36 (İkisini de Şeytan, Cennet'ten ayırmaya sebeboldu. Ve on­ları bulundukları ni'metten çıkardı)

Rivayet edilir ki: îblis, Âdem ve Havva'nın nail oldukları ni'-mete hased etti. Bir yolunu bulup Cennet'e girdi. Ve onlara ves­vese verdi. «Rabbiniz. sizi o ağaçtan niçin menetti, biliyor musu­nuz? Eğer siz, ondan yerseniz artık sizin için ölüm olmaz, ebedi­yen Cennet'te kalırsınız.» dedi.

İlkin Havva'yı ve O'nun vâsıtasiyle Âdem'i aldattı. İkisine de o ağacın meyvasmdan yedirdi.

Biz de: Birbirinizin düşmanı olduğunuz hâlde inin, yeryüzün­de sizin için bir vakte kadar kalmak ve geçinmek vardır; dedik. [36]

 

37 (Âdem Aleyhisselâm, Rabbinden bir takım kelimeler te­lâkki etti (ve alıp hıfzetti. Bu kelimelerle de yalvardı.)

Bu kelimeler, bir rivayete göre:

«Rabbena zalemnâ enfüsenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ, lenekûnenne minelhâsiriyn».

Diğer bir rivayete göre de:

«Lâ ilahe illâ ente sübhâneke ve bihamdike rabbiy amelle se-vâün ve zalemte nefsiy fagfirliy inneke ve entelgâfûrurrahîym» idi.

îbn-i Abbas (R.A.)'ın rivayet ettiğine göre: «Adem ve Havva ikiyüz yıl ağladılar. Kırk gün yemeyip içmediler. Yüzyıl Âdem, Hav­va ile temasta bulunmadı.»

Bu sebeble Allah tevbesini kabul ve rahmetle ona rücû' etti. Çünkü Allah Teâlâ, kullarına mağfiretle rücû' edicidir. Rahmeti geniştir. Tevvâb ve Rahîm'dir. [37]

 

38 (Dedik ki: Hepiniz yeryüzüne inin. Ne zaman benden size bir hidâyet: Kitâb, Peygamber ve Şeriat gelir de, kim bu hidâyetime tâbi' olursa, onlara korku yoktur, mahzun da olmazlar.) [38]

 

39 (Kâfir olup Âyetlerimizi tekzib edenler ise Cehennemlik­tir. Ateşten çıkmazlar ve dâim orada kalırlar.)

Âdem Aleyhisselâm'm kıssasında bizim için dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bir defa mahlûk bir Cennet vardır. Tevbe makbuldür. Doğru yolu tutan, imân eden, kötülüklerden korunan­lar, asla tehlikede değillerdir ve akıbetlerinden emin kılınmışlardır. Sonra dâimi bir ateş ve azâb vardır. Kâfirler o ateşte, çıkmamak üzere kalacaklardır. Fakat kâfirlerin gayri değil.

Cenâb-ı Kak, tevhid, nübüvvet ve meâd'a (dönülecek yere) âhi-rete âid .bütün delilleri beyân etmiş ve bunu nihayetsiz ni'metlerini sayarak te'kîd buyurmuşlardır. Halk etmek, emretmek yalnız O'-nundur. Yaratmaya kaadir olan Allah, onu iadeye de kaadirdir.

Bu i'tibârla, ilim ve Kitâb sâhiblerine (Semavi Kitâblara i'tikâ-dedenlere) hitâbedilmiş ve: Dâima Allah'ın ni'metlerini zikrediniz, Hakk'a uyunuz, doğru yoldan şaşmayınız, ahdlerinize vefa ediniz, sözünüzde durunuz tâ ki Hazret-i Muhammed (S.A.V.)'e ve O'na indirilen Kitâb'a îmân ediniz, buyuru!muştur. [39]

 

40 (Ey Benî İsrâîlî Size in'âm ettiğim ni'metleri hatırlayın.) Düşünün ve şükredin. Burada kasdedilen, cedlerine verilen ni­metlerdir ki, bunlar da: Denizin yarılması, oradan geçip kurtulma­ları, müteakiben aynı denizde Firavun ve kavminin b.oğulması, Tin Sahrasında bulutla gölgelendirilmeleri, kudret helvası ve bıldırcın kuşu indirilmesi, kendilerine doğru yolu bulmaları için kitap (Tev­rat)  inzal buyurulması ve sair ihsan buyurulan ni'metlerdir.

Ahdime vefa (Bana îmân ve tâat) edin ki, Ben de ahdinize vefa edeyim (Ahdi bozmayın). Benden korkun.

Bu Âyet-i kerîme'de va'd, vaiyd, şükür ve ahde vefa etmenin vücubuna delâlet vardır. Bir mü'min için Cenâb-ı Hak'tan gayri kimseden korkmamak icâbettiğine işaret vardır. [40]

 

41 (Elinizdeki kitabı tasdik eder olduğu hâlde inzal ettiğim Kur'ân'a îmân edin.)                                                                 

Zaman farkı sebebiyle ba'zı hükümlerde ona aykırı olana dahî îmân edin ki, her biri zamanına göre haktır. Onunla insanların sa­lâhı hedef tutulmuştur. Bu i'tibârîa:

Kur'ân'ı inkâr edenlerin ilki olmayınız. Hem kendinizin ve hem size uyanların vebâliyle muaheze edilirsiniz. (Âyetlerime îmân ve hükümlerine riâyeti az olan dünyâ hazlariyle değişmeyiniz. (Bu,ne derece yüksek olursa olsun, ahiret nazlarından kaybedilene nig-betîe az ve değersizdir.)

Yahudilerin reisleri ve âlimleri, halkm her yıl, bağ, bahçe ve paralarından muayyen bir vergi alırdı. Besûl-ü Ekrem (S.A.V.) 'in. Tevrat'ta yazılı vasıflarım bildirirler de, halk da Müslüman oluve-rirse, bu vergiyi kaybedeceklerinden korkmuşlardı. Bu bakımdan bildirilen vasıfları değiştirmişler ve Efendimizin mübarek isimlerini gizliyerek dünyâyı, âhirete tercih etmişlerdi.

Benden sakının, korkun. [41]

 

42 (Hakkı bâtıla bulayıp  da  bile  bile  Hakkı  gizlemeyin.) [42]

 

43 (Beş  vakit  namazı  küm.  Malınızın   zekâtını  verin.  Na­mazda rükû' edenlerle   (cemâati müsliminle)  birlikte siz de rükû edin.)

Zira, cemâatle kılman namazm, yalnız kılmanı üzerine yirmi-yedi derece sevabı vardır. Rükû' ile birlikte denilmesine sebeb de, Yahudilerin namazında rükûun bulunmayışıdır.

îmâm Râzi; «Namazda rükûun farziyyeti, bu âyet-i ketime ile sabittir.» der. [43]

 

44 (Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musu­nuz? Halbuki Tevrat'ı okuyorsunuz.)

Tevrat'ta inad, iyiliği terk, sözün işe uymazlığı menedilmiştir.Yoksa, aklınız mı yok? Ki bu fena hareketinizden el çekmiyorsunuz. Enes bin Mâlik  (R.A.)  rivayet eder: Peygamberimiz Efendimiz buyurdu ki:

«Miraç gecesi bir kavme rasgeldim ki, dudaklarını ateşten ma­kaslarla kesiyorlardı. Cebrail Aleyhisselâm'a: Bunlar kimdir? diye sordum. Ümmetin âlimleriydi, halka iyilik emreder, fakat Kitâbul-lah'ı okudukları hâlde, kendileri iyilikte bulunmazlardı.» dedi.

Üsame bin Zeyd'den de rivayet edildiğine görei Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz buyurmuşlar ki:

«Kıyamet Günü, CehennenVe bir kimse getirilip bırakılacak ve bağırsakları sürünmekte olduğu hâlde, bir hayvan gibi değirmen çevirecek. Çekeceği şiddetli azabı seyretmek için Cehennemlikler etrafını alacak. Sen, bize iyiliği emir ve münkeri nehyetmez miy­din? diyecekler, Evet, gerçi ben iyiliği emrederdim fakat onu iş­lemezdim. Sizi münkerden nehyederdhn, fakat münkeri kendim iş­lerdim,» diyecek. [44]

 

45  (İhtiyaçlarınızın husulü için Allah Teâlâ'dan sabır ve na­mazla yardım dileyin.)

Mütevekkillerden olun. Ferah ve necatı bekleyin. Oruç da müf-tırattan sabırdır. Namaza gelince: Burada namaz, bütün ibâdet nevilerine şâmildir. Taharet, setr-i avret, Kâ'be'ye yönelmek, i'tikâf, huşu', ihlâs, Şeytânla mücâhede, Hakk'a münâcat, Kur'ân-ı Kerîm okumak, kelime-i şahadet getirmek ve saire gibi...

Gerçi namaz ve sabırla yardım istemek çetin, ağıl ve meşak­katli bir iştir, ama huşu' sahihleri için değil.. [45]

 

46 (Ki  onlar,   Allah  Teâlâtyı  göreceklerine,  hesâb  ve  ceza için haşrolunac aklarına  intizâr  ederler. ) [46]

 

47 (Ey İsrâîl oğulları! Size in'âm ettiğim ni'meti ve vaktiyle sizi âlemlerin üstüne geçirdiğimi hatırlayın. ) [47]

 

48 (O günün hesâb ve azabından korkun, ki kimse bir baş­kasının yerine bir şey ödeyemez.)

Bu Âyet-i kerîmenin nüzul sebebi şudur ki: Yahudiler, o vakit, biz İbrahim ve îshâk Peygamberlerin evlâdıyız diye övünmüşler-di. Fakat bilmiyorlardı, ki o gün kimsenin kimseye faydası olmaz.

Kimseden, kimse için şefaat kabul edilmez, fidye de alınmaz. Azâbdan da menolunmazlar.

Mutezile,. günahkârlar  için  şefaatin  fayda  vermiyeceğine  bu Âyet-i kerîmeyi gösterirler. Onlara deriz ki; bu Âyet-i kerime, kâ­firlere mahsûsdur. Mü'minlerin günahkârları için, bu husustaki âyetler ve hadîsler delaletiyle, şefaatin cevazı sabittir. [48]

 

49 (Ey İsrâiloğuUarı!  Hatırlayın o vakti ki: Ecdadınızı Fir'-avn ve ona tâbi olanların elinden kurtarmıştık.)

Fir'avn, bir lâkabdır.  Amalika'ya,   hükümdar olanlara verilen bir unvandı. Burs ve Rûm hükümdarlarına Kisrâ ve Kayser denildiği gibi... Mûsâ  Aleyhisselâm   zamanındaki  Firavunun  ismi:   Velid  bin Mus'ab bin Reyyân'dı.

Size işkencelerin en kötüsünü yüklerlerdi.

Nakledildiğine göre, Firavun, îsrâüoğullarını çeşitli hizmetler­de; inşâatta, zirâat işlerinde ve bir kısmını da hizmetçilikte kulla­nırdı. Birtakımı dağlarda taş çıkarır, ve sonra arkalarında şehre getirirlerdi. Demircilik, marangozluk ve sair bütün ağır hizmetler Beni îsrâile yükletilmiş ti. Kadınları da keza ücretsiz ip eğirir ve bez dokurlardı. Zayıf olup da çalışamıyanlar cizye vermeye mec­burdular. Her gün Güneş batmadan cizyelerini verirlerdi. Günlük cizyesini vaktinde ödemiyenlerin sağ elleri demirlenir, bir ay bu hâlde bırakılırdı.

Ve doğan çocuklarınızın erkeklerini öldürür, kızlarını aîıkorlardı.

Bunun sebebi şu idi: Bir gün Firavun, rüyasında, Beyt'il-mak-dis'den bir ateş çıktığını ve Mısır'ı kapladığını görmüştü. Ateşt Fi­ravun oğullarını yakmış ve fakat Benî İsrâîle bir zararı dokunma-mıştı. Firavun, rüyasını kâhinlere tâbir ettirdi. Dediler ki:

«Benî İsrail'den bir oğlan doğacak, senin helakine ve mülkü­nün zevaline sebebolacak.»

Bunun üzerine Firavun, Benî İsrail'den doğacak her erkek ço­cuğun öldürülmesini ve kızlarına dokunulmamasmı emretmişti. Oniki bin çocuk öldürülmüştü.

Bundan sonra, îsrâîloğuliarmm ihtiyarları öldü. Kavminin re­isleri Firavun'a:

«İsrâîloğulîarınm küçüklerini sen öldürdün. Büyükleri de kı­rıldılar. Böyle giderse onlardan erkek kalmayacak! İşleri kim ya­pacak?» dediler.

Bunun üzerine Fir'avn, bir yıl doğan çocuklar öldürülüp bir yıl öldürülmeme sini emretti. Öldürülmeyen yılda Hârûn (A.S.), öldü­rülen yılda ise Mûsâ  CA.S.)  doğdular.

Firavun'un üzerinize saldırışında (Mûsâ Aleyhisselâm'ın gön­derilip Firavun'dan kurtuluşunuzda, mihnete sabır ve ni'mete şü­kürde)  Rabbinizin size büyük bir imtihanı vardır.

Bu Âyette, şuna işaret edilmektedir ki, hayır da, şer de kulla­rına Allah Teâlâ'nm bir imtihanıdır. Kula lâyık olan odur ki, se­vindiğinde şükür ve zarara uğradığı vakit sabretsin. Tâ ki imtihan edilenlerin hayırlısı olsun. [49]

 

50 (Hatırlayın o zamanı ki, denizi ikiye ayırıp sizi boğulmak­tan kurtarmıştık ve gözlerinizin ı önünde Firavun ve kavmini boğ­muştuk.)                                                                                  

Rivayet edilir ki, Firavun ve kavminin helaki yaklaşınca, bir gece, Allah'ın emriyle Mûsâ Aleyhisselâm, Benî İsrail'e emretmişti. Her biri evlerinde kandiller yakmışlardı.

O gece, Firavun oğulları bir ölünün defni ile meşguldü. Bun­dan faydalanarak bütün Beni İsrail yola düştüler. Hârûn Aleyhis­selâm önlerinde ve Mûsâ Aleyhisselâm arkalarında idi.

Nihayet deniz kıyısına varmışlardı. Güneş de doğmuştu. Bir de baktılar ki Firavun, askeriyle tozu. dumana katarak geliyor. Der­hâl Mûsâ, âsâsiyle denize vurdu. Ve denizde on iki yol açıldı. Benî israil'in on iki sıbtmdan her biri, bir yola girdi. Yolların iki tara­fında su, dik bir duvar gibi oluvermişti. Buna rağmen birbirlerini göremedikleri için içlerine boğulma korkusu düşmüştü. Fakat bu sırada sudan pencereler açıldı ve bu açılan pencerelerden bitişik yolda yürüyenler birbirlerini görebildi ve sözlerini işitebildi. Bu şe­kilde sür'atle geçip selâmete kavuştular. Firavun'un ve kavminin şerrinden kurtuldular.

Bu arada Firavun da deniz kenarına gelmişti. Gördü ki, deniz, yol yol olmuş.  «Bakın!» dedi.  «Kaçanları   yakalıyayım diye   deniz, heybetimden oniki yol oldu, haydi girin!» Fakat kavmi girmeye ce-sâret edemedi. «Evvelâ sen gir ki görelim- dediler. Maamafih, Fi­ravun da tereddüd etmekteydi. Bir aygıra binmişti. O anda Cebrail Aleyhisselâm, bir kısrağa binmiş olduğu hâlde denize girdi. Arka­sından, hayvanını zaptedemiyen Firavun da denize girmek zorun­da kaldı. Askeri çaresiz kendisini tâkib etti. Hepsi denize girdik­ten sonra da sular üzerlerine yıkıldı. Bir kişi büe kurtulmamasma boğuldular. [50]

 

51 (Ve yine hatırlayın o vakti ki, (Firavun ve kavmini helak ettikten sonra) Musa Aleyhisselâm'a va'dettik (ki O'na Tevrat'ı ve­relim, zîrâ şeriatleri yoktu) kırk gece (Zükâde'nin birinden Zilhic-ce'nin onuna kadar) mîkât ta'yhı ettik.)

Eivâyet edilir ki: Cenâb -1 Hak tarafından Hazret-i Musa'ya bir kitap verilmesi va'dedildiği için Sina Dağı'na davet edilmişti. Kar­deşi Harun'u yerine vekil bıraktı. Kendisi Tûr'a gitti.

Benî îsrâîl Mısır'da iken bir gün düğün sebebiyle Kıptilerden ödünç, altından yapılmış zinet eşyası almışlardı. Apansızın Mısır'­dan çıktıkları için bunu sâhiblerine verememişlerdi. Tin sahrasın­da, ne köy ve ne kasaba bulunmadığından, altın ve gümüşün kıy­meti yoktu. Beni İsrail bu eğreti zînet eşyasını, boyunlarındaki ve­balleri gibi beyhude kendilerine yük edip taşıyorlardı.

İçlerinde Samiri adlı bir münafık, onları aldattı. O eşyayı top­lattı. Ve hepsini ateşe koyup eritti. Samiri kuyumcuydu. Bununla altından bir buzağı heykeli yaptı, ki buzağı gibi ses verirdi. «İşte, sizin ilâhınız, Musa'nın da ilâhı budur. Mûsâ, onu arayıp bulmak için Tûr'a gitti, gelinil, buna tapınız!» dedi.

Hârûn Aleyhisselâm ile O'na tâbi' olan oniki bin kişiden gayrisi, buzağıyı ilâh edinip tapmaya başladılar. Harun Aleyhisselâm, her ne kadar nasihat ettiyse de kulak asmadılar: «Mûsâ gelince­ye kadar biz buzağıdan vaz geçmeyiz,» dediler.

Kur'ân-ı Kerîm'de  bu vak'a hatırlatılarak buyuruluyor kii

Siz (Mûsâ Tûr'a gittikten sonra) nefislerinize zulmederek o buzağıyı ilâh edindiniz.

Mûsâ Aleyhisselâm, Tevrât-ı şerifle Tûr'dan geldi. Ne görsün ki, Benî İsrâîl buzağıya tapıyorlar, Pek ziyâde gazâblandı. Samirî'-yi lâ'netleme -etti. Ve buzağıyı denize attı. Ve niçin kendilerini gö­zetmedi de Samiri'ye aldandılar diye, Hârûn Aleyhisselâm'm saka­lından tuttu. Harun:

«Ne yapayım? Bu kadar nasihat ettim, dinlemediler, az kaldı ki beni öldüreceklerdi,» diye özür diledi.

Buzağıya tapmış olanlar da ettiklerine pişman oldular, yalvar­dılar, günâhlarından tevbe ve istiğfar ettiler. Allah Teâlâ buyurdut[51]

 

52 (Bilâhare  (tevbe ettiniz), şükredersiniz diye, günâhlarını­zı afvettik.) [52]

 

53 (Zikret o vakti ki, hidâyet bulaşınız diye, Musa'ya Tevrat'ı ve Fürkân'i verdik)

Fürkân odur ki: Hakla, bâtılı veya küfürle, imânı yâhûd helâl­le haramı ayırır. [53]

 

54 (Zikret o vakti ki, Mûsâ, buzağıya tapanlara. Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle nefislerinize zulmettiniz, dedi.)

Bakara Sûresi

Dediler ki: Çâresi nedir? Emret ki yapalım. Dedi ki:

Rabbinize rücû' edin ve tevbeye azmedin.

Dediler ki: O'na nasıl rücû' ve tevbe ederiz? Dedi ki:

Birbirinizi öldürün! (Buzağıya ibâdet etmeyenleriniz, ona ibâdet edenleri öldürsün.

 (Katille Allah Teâlâ'ya rücû' ediniz.) Bu Rabbiniz indinde si­zin için daha hayırlıdır, (ki şirkten temizliğe ve ebedî hayâta vesi­ledir.

Mûsâ Aleyhisselâm bunu kendilerine haber verdiği vakit de­diler ki: «Allah Teâlâ'nm enirine tahammül ederiz.»

Hak Teâlâ üzerlerine siyah bir bulut gönderdi. Ve duman çö­kertti. Kişi babasını, oğlunu, kardeşini veya karısını görüp de Al­lah'ın emrini yerine getirmekten çekinmesin diye... Sabahtan ak­şama kadar kılıç ve hançerle birbirlerini öldürdüler. Bu hâli gören Mûsâ ve Hârûn Aleyhisselâmlar nihayet dayanamadılar, ağlaşıp duâ ettiler, geri kalanların af yolunmalarını dilediler. Duaları müs-tecab oldu. Üzerlerinden bulut kalktı ve kalanlar ölümden kurtul­dular. Yetmişbin kişi öldürülmüştü. Allah Teâlâ buyurdu:

Allah Teâlâ da (emrini yerine getirdiğiniz için) tevbelerinizi kabul edip, günâhlarınızdan geçti. Allah, günâhları tevbeye Tevfîk ve rahmet eder. [54]

 

55 (Yine hatırlayın o zamanı ki: Musa'ya? «Biz, Allah Teâla1-yı apâşikâr görmedikçe sana inanmayız» dediniz. Bu sebeble gök­ten yıldırım inip sizi yaktı. Erişen musibeti gözlerinizle gördünüz.) [55]

 

56 (Ve ölümünüzden sonra sizi, (dirilik ni'metine) şükreder­siniz diye dirilttik.)

Rivayet edilir ki: Allah Teâlâ, Musa'ya; îsrâîl oğullarından bir bölüğü ile birlikte, buzağıya ibâdetten pişmanlık ve özür dilemek için, Tûr'a gelmesini emretti, Mûsâ da kavminin ileri gelenlerinden yetmiş kişi seçti. Tûr-i Sina'ya mik'ata yöneldiler. Yolda Musa'ya: «Rabbinden dile, bize sesini işittirsin» dediler. Mûsâ da «Peki!» dedi.

Tûr'a yaklaştıkları vakit, üzerlerine bir bulut indi ve bütün dağı kapladı. Mûsâ, buluta girdi, yanındakilere de, «Girin!» dedi.

Mûsâ Aleyhis selâm, ne zaman, Allah Teâlâ hitâb etse, yüzünü bir nûr kaplardı ki hiçbir kimse yüzüne bakmaya muktedir ola­mazdı. Bu sebeble, Mûsâ Aleyhis selâm, kendisiyle kavmi arasına bir perde koymuştu.

Cenâb-ı Hak, Mûsâ ile birlikte onlara da sözlerini işittirdi. Vak-tâ ki Mûsâ, münâcattan ayrıldı, ve bulut kalktıktan sonra onlara yöneldi. Dediler ki: «Allah'ı aşikâr görmeyince seni tasdik etmeyiz.» Bu sebebten, onları ölüm veya yıldırım kapı vermiş ti. Birbirlerinin ölüşlerini görmüşlerdi. Nihayet cümlesi heîâk oldu.

Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm, ağlayıp Cenâb-ı Hakk'a yal­vardı:

«Yâ Rabbil Bunlar Benî İsrail'in ileri gelenleridir. Benim yü­zümden onları helak ettin. Şimdi ben kavmime ne cevâb vereyim?» dedi.

Cenâb-ı Hâk, duasını kabul buyurdu. Hepsini birer birer dirilt­ti, Ük dirilenler, diğerlerinin dirildiğini gördü. Maamafih, onların dirilmeleri, ömürlerini ve rızıklarmı tamamlamak içindi. Yoksa, ecelleriyle ölmüş olsalardı Kıyamet Gününe kadar dirilmezlerdi. [56]

 

57 (Ve Tîh'te size bulutları gölgelik ettik ve men ve selva kuşu indirdik.)

Men, kudret helvası idi. Her gece kar gibi, ağaçların üzerine yağardı. Herkes ondan birer ölçek alırdı.

Dediler ki: «Yâ Mûsâ! Kudret helvası bizi usandırdı. Allah Teâlâ'dan dile de bize et indirsin.»

Hak Teâlâ da onlara selva kuşu indirdi. Selva, bıldırcına benzer bir kuştu, yâhûd baldırcm idi. Her gün Güneş doğduktan ba-tmcaya kadar bir bulut, yere Selva kuşu yağdırırdı. Herkes kendi­sine bir gün yetecek kadarını alırdı. Yalnız Cum'a günü iki günlük alırlardı, Zîrâ Cumartesi günü yağmazdı.

Ve dedik ki: Size verdiğimiz helâl rızıkdan yeyiniz,

Lâkin istif etmeyiniz. Fakat onlar itaatsizlik edip istif edince, sakladıkları kurtlandı. Sonra da inmez oldu. Hak Teâlâ buyurdu ki:

Onlar (bu nfmetlere küfürle ve rızkı istif etmekle) bize za­rar etmiş olmadılar. Belki kendileri mutazarrır oldular.

Şu sebeble ki: Dünyâda meşakkatsiz ve Âhirette hesabı sorul­mayacak bir rızkı, kötü hareketleriyle, kestirdiler. [57]

 

58 (Ve bir vakitı Şu şehre girin de ni'metlerinden dilediği­niz gibi bol bol yeyin. Ve şehrin kapısından secdeler ederek girin ve deyin kis «Senden isteğimiz günâhlarımızın afvıdır». Tâ ki biz de (sücûdunuz ve duanız sebebiyle) günâhlarınızı mağfiret edelim. İyilik edenlerin ise sevâblarmı artıracağız, demiştik.) [58]

 

59 (Msiyet ile nefislerine zulmedenler, emrolundukları sözü değiştirdiler. Biz de taatten çıktıkları için, üzerlerine gökten taun indirdik.)

Rivâyet edildiğine göre, bir saat içinde yetmişbin kişi helak  Mûsâ işti. Biz de ik. Taştan (İsrâiloğullarmın oniki çeşme fışkırdi. Ve her sıbt çeşmelerini bildi. Dedik ki: Allah'ın rız­kından (kudret helvası ve Selva kuşundan) yeyin ve için de mifsidlik ederek yeryüzünü fesada vermeyin.

Bivâyet edilir ki: Mûsâ Aleyhisselâm'm asası kendi boynundaydı. Ve iki bölümdü. Karanlıkta nûr gibi parlar, bir kandil gibi aydınlık verirdi. Âdem Aleyhisselâm onu Cennet'ten birlikte çı­karmıştı. Peygamberlerin birinden, diğerine intikâl ederek, niha­yet Şuayb Aleyhisselâm'm eline geçmiş, O da Mûsâ Aleyhisse-lâm'a   vermişti.- Taş da aynı yoldan Mûsâ   Aleyhisselâm'a intikâl etmişti. [59]

 

61 (Hani siz: «Yâ Mûsâ! Biz, her gün yediğimiz tek çeşit ye­meğe tahammül edemeyiz. Bizim için Kabbine duâ et de yerin bi­tirdiklerinden! sebzelerinden, hıyarından, , buğdayından, mercime­ğinden, soğanından çıkarsın» demiştiniz.)

Mûsâ da; «Şu (size yorulmadan, meşakkat çekmeden veri­len) hayırlı şeyleri âdi şeylerle değişmek mi istiyorsunuz? Mısır'a gidin, istedikleriniz orada vardır demişti. Ni'mete küfrân ettik

teri için mücâzat olmak üzere) üzerlerine zillet vejneskenet vu­ruldu! Allah'ın gazabına da uğradılar. Sebebi de Allah m âyetle-rTnfmkâr etmeleri ve Peygamberleri haksız yere o durmeleri, Al-îah'm emirlerine isyan etmeleri, hududu tecâvüz etmeleri yuzundendi. [60]

 

62 (îmân edenlerle, Yahudiler, Nasrânîler ve Sahillerden Allah Teâlâ'ya ve Âhiret Gününe îmân eden ve sâlih amel, yararlı İşler işliyen kimselerin Allah indinde vâdolunan ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur, mahzun da olmazlar.)

Sabiîler: Yahudilik ve Nasrâniyyetten çıkıp Melâikeye ibâdet eden din sâlikleriydi. [61]

 

63 (Hani sizden (Tevrat ile âmil olacağınıza dâir) mîsâk al­mış, Tûr'u da üzerinize kaldırmıştık.)

Rivayet edilir ki: Vaktâ ki Cenâb-ı Hak, Mûsâ Aleyhisselâm'a Tevrat'ı indirmiş, o da kavmine onu kabul ve hükümlerine riâ­yet etmelerini emretmişti. Fakat kavmi, Tevrat'taki hükümleri âğir bulmuş, kabul etmemişlerdi. Allah Teâlâ, Cebrail Aleyhisselâm'a emretti. Filistin dağlarmdan bir dağı yerinden koparıp Benî İsrail'in tepesinde ve muallakta  tuttu.  Önlerine  ateş ve  arkalarına da deniz gelip durdu.

Size verdiğimiz kitabı azimle alın. İçindekinden gaafil ol­mayın, ona göre hareket edin, tâ ki dünyâda helakten ve âhiret-te azâbdan kurtuîasmiz.

Kabul ederseniz febiha, yoksa, şimdi bu dağ üzerinize yıkılır, ateşle yakılır, denizde boğulursunuz.

Benî îsrâil korkmuştu. Nihayet Tevrat'ı kabul ederek secdeye vardılar. Fakat dağı düşündükleri için yüzlerinin bir yanma sec­de etmişlerdi. Bundan sonra Yahûd'a bu şekilde secde etmek sün­net oldu «Bu türlü secde etmek, üzerimizden azabı defe sebebolrauştur,derler.   [62]                                                        .

 

64 (Siz  ise  bundan  sonra  da  emrimizden     yüz  çevirdiniz. Eğer Allah Teâlâ'nın fazlı, rahmeti, size imhâl ve azabı te'hîri ol­masaydı,  elbette  ziyânkârlardan  olurdunuz.) [63]

 

65 (Ey Benî İsrail! Ecdadınızdan Cumartesi günü haddi aşanların hâlini bilirsiniz.)

Yahudiler, o gün çalışmazlardı; sâdece ibâdet etmeye me'mûrdular.

Dâvud Aleyhisselâm zamanında- Yahûd'dan deniz kıyısında oturan bir kabile vardı. Cumartesi günü balık avlamayı Hak Te-âlâ onlara yasak etmişti. Cumartesi oldu mu, balıklar deniz ke­narına gelir, başlarını suyun dışına çıkarırlardı. Fakat ertesi gü­nü hiçbir balık kalmaz, dağılırdı. Bunlardan bir grup, hile yoluna saptı. Deniz kıyısına havuzlar kazıp, kanallar yaptılar. Cum'a gü­nü kanalları açar ve Pazar günü de ağlarım kurup biriken ba­lıkları avlarlardı.

Biz  de  onlara:  Koğulmuş  maymunlar  olunî   dedik.   (Onları Allah'ın  rahmetinden   uzaklaştırdık,   tardettik,    mayınım   şekline soktuk.) Derhâl, hepsi maymun oldular.

Bundan sonra üç gün yaşayıp helak oldukları ve nesilleri kal­madığı rivayet olunur. Bu kıssa A'râf sûresinde daha tafsilâtlı an­latılacaktır. [64]

 

66 (Biz bu cezayı orada bulunanlara (hâzır olanlara) ve on­lardan sonra gelenlere bir ibret ve mü'minîerden müttekîlere (ko­runacaklara)   öğüt kıldık.) [65]

 

67 (Hani Mûsâ Aleyhisselâm, kavmine: «Hak Teâlâ size bir inek boğazlamanızı emrediyor.» demişti.)

Rivayet edilir ki: Beni İsrail'de zengin bir adam vardı. Ve bu­nun fakir bir yeğeninden baçka mirasçısı yoktu. Bir gün, amca­sının mirasına tamah ederek yeğeni, O'nu öldürdü ve ölüsünü gizlice başka bir köye bıraktı. Ertesi günü, o köyden birçok kim­seleri Mûsâ Aleyhisseîâm'a getirdiler. Ve, «Arkadaşımızı bunlar öldürdü.» diyerek itham ettiler. Fakat getirilenler inkâr etti. «Biz kaatil değiliz, bu adamı biz öldürmedik.»  dediler;

Cenâb-ı Hak, bir inek boğazlamalarını' emretti. Bunun bir par-çasiyle ölüye vurulduğu takdirde kaatili haber vereceğini vah-yetti.                                                                                 .       .

Kavmi «Bizimle istihza mı ediyorsun?» dediler. Mûsâ: (Müminlerîe istihza ederek) câhillere katılmaktan Allah'a sığınırım.» dedi.

Kavmi, ineğin boğazlanmasını Cenâb-ı Hakk'm vahyetmiş ol­duğunu öğrenince: [66]

 

68 (Dediler ki: «Rabbinden dile. Bize o ineğin yaşım ve vas­fını bildirsin'». Mûsâ da: «Cenâb-ı Hak buyurdu: Ne büyük ve ne küçüktür, belki ikisi ortasıdır. Emrolunduğunuz şeyi işleyin» de­di.) [67]

 

69 (Kavmi yine Mûsâ Aleyhisselâm'a dediler ki: «Rabbinden dile, ki bize o ineğin rengini bildirsin. Mûsâ da:  «Allah Teâlâ, o, sapsarı, güzelliği ve rengi bakanlara sürür veren bir inektir bu­yuruyor» dedi.) [68]

 

70 (Yine Mûsâ Aleyhisselâm'a:  «Rabbinden dile ki o, salma mı, yoksa çalıştırılan bir inek mi, bize bildirsin. Zîrâ o vasıfta inek çok. Bize, inekler birbirine benzer görünüyor, inşâallah buluruz) [69]

 

71 (Mûsâ Aleyhisselâm: Rabbün şöyle buyuruyor» dedi.ı «O. zirâat için yer süren, ekin sulamak için su çeken bir inek aeğil-dir. Salma, aybı ve renginde alacası olmayan bir inektir». Uîşte şimdi doğru bildirdin»  dediler.)

Ve söylenen vasıftaki ineği aradılar. Bu, bir delikanlının ma­lıydı. Derisi doluşunca altın vererek, satın aldılar.

Ve onu boğazladılar. (Fakat bahâsının çokluğundan, katilin kabilelerine mensûb bir kimse olması korkusundan, ızdırâb-larının şiddetinden)  az kaldı ki bunu yapamıyacaklardı.  Peygamber Efendimiz  (S.A.V.):

«Eğer onlar, ilk defa, inek boğazlanması kendilerine emredil-diği vakit,  diledikleri ineği boğazlamış  olsalardı,  kifayet ederdi» buyurmuşlardır.

Rivayet edilir ki: İsrail oğullarından iyi bir adam vardı. Bir gün dişi bir buzağıyı ormana salıvermişti. Ve: «İlâhi!» demişti. «Bu buzağı sana emânet olsun, oğlum büyüdüğü vakit O'na verirsin.»

Bir müddet sonra adam vefat etti. Zamanla buzağı da orman­da büyüdü. Kendi basma gezer, kimseye tutulmaz, gördüğünden kaçardı. Çocuk da iyi bir insandı. O da herkes tarafından sevilen bir delikanlı olmuştu. Gecenin üçte birini annesinin yanında ge­çirir, diğer üçte birinde ibâdet eder, gündüz de arkasiyle odun getirip satardı ve kazancının üçte biriyle geçinir, üçte birini fu­karaya dağıtır ve diğer üçte birini de annesine verirdi.

Bir gün annesi: «Baban, bir buzağısını, filân ormanda senin için Allah'a emânet etmişti, artık zamanı geldi, onu getirip sat.» dedi.

Delikanlı, ineği bulup annesinin yanma getirdi. Kadın: «Pa­zara götür, bunu altı altına sat, fakat bana danışmadan isteyene verme» dedi.

Delikanlı, ineği pazara götürdü. Filhakika bir adam altı altına ineğe tâlib oldu.

Delikanlı: «Gidip anneme danışayım, sonra getirip ineği size teslim ederim» diyerek eve döndü. Olanı haber verdi.

Annesi: «Oğlum, o, insan değil, bir Melektir, şimdi git, O'na, bu ineği satayım mı, satmıyayım mı, ne emredersin? diye sor» dedi.

Melek: «Bunu derisi doluşunca altından eksiğe satma», diye^ cevâb verdi.  

Halbuki ineğin değeri ancak üç altındı. Benî İsrail, işte bu ine­ği satın almışlardı. Çünkü aradıkları bütün vasıfları bu inekte bulmuşlardı. [70]

 

72 (Hani siz birisini Öldürmüştünüz de, kaatil hakkında bir-birinizle  atışmış,  üstünüzden  atmıştınız.  Halbuki Allah Teâlâ,  si­zin gizlediklerinizi izhâr edicidir.)

İnek kıssasının başı budur. Velev ki, tilâvet yönünden olsun. Öldürülen adamın ismi, «Âmîl» imiş. [71]

 

73 (Onlara; Boğazladığınız ineğin bir parçasını o ölüye vu­run dedik.)

Allah izniyle, ölü dirilmişti.  «Beni öldüren yeğenîmdîr» diye söyledikten sonra düşüp tekrar öldü. Akabinde de kaatili yaka­layıp katlettiler. İki köy arasındaki çekişme de bu suretle sona erdi.

îşte Allah, Ölüleri böyle diriltir. Ve size kudretinin kemâline delâlet eden Âyetlerini gösterir, tâ ki akü erdiresiniz diye.

Tek kişiyi diriltmeye kaadir olan Allah, çoğunu da diriltmeye kaadirdir. Kıyamet Günü de böyle diriltecek tir. Nefsinizin hava­sına uymayın da, Allah Teâlâ'ya itaat edin. [72]

 

74 (Bütün Âyetlerimize rağmen) Sonra kaibleriniz katılaş-tı. Taş gibi, belki ondan daha katı oldu.)

Zîrâ öyle taşlar vardır ki onlardan nehirler akar, ba'zısı ya­rılıp içinden su fışkırır, birtakımı da Allah'tan korkup dağ başın­dan yuvarlanır.

Allah, işlediğinizden gaafil değildir. (Allah, kötü amelleri­nizi  cezasız  bırakacak  değildir.  Her  hâlde   cezalandıracaktır.)

Ehl-i Sünnet Mezhebi onun üzerinedir ki, canlı cansız her şey, Cenâb-ı Hakk'ı teşbih eder. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:

«Hiçbir şey yoktur ki, O'na hamcl ile teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız.» Üsrâ süresi; Âyet 44) Ve di­ğer Âyet-i kerîme'de:                                                      

«Kanadlarım açıp uçuşan kuşlar O'na tesbîh ediyorlar. Her biri duâ ve teşbihlerini biliyor» (Nur sûresi; Âyet, 41) buyurul-muştur. Yine bir Âyet-i kerimede de:

«Görmüyor musun ki göklerde bulunanlar, yerde bulunan­lar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, yürür hayvanlar ve bir­çok insanlar Allah'a secde ederler (Hacc Sûresi; Âyet, 18) buyrulmuştur.

Rivayet edilir ki: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Beşir dağı üzerindeydi. Kâfirler kendisini arıyordu. Dağ: «Yâ Resûlallah, üzerimden git. Kâfirlerin seni üzerimde bulmalarından korfiarım. Sonra Cenâb-ı Hatk bana ikab eder» dedi. Fakat Hıra' daği;

«Yâ ResûlaUah, bana gel, bana geldiye O'nu çağırdı.

Enes  (R.A.)  rivayet eder:

«Resûl-Ü Ekrem Uhud Dağını göstererek dedi ki: Bu dağ bizi sever, biz de onu severiz.»

Hazret-i AH  (R.A.)  rivayet ediyor:

«Resûl-ü Ekrem'le Mekke dışında dağlar arasından gidiyor­duk. Efendimizin her uğradığı dağ ve ağaç, O'na Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah! diye hitâbetmişti.»

Câbir bin Abdullah  (R.A.)   rivayet ediyor:

Peygamber Efendimiz, hutbe okuduğu vakit, mescidin direk­lerinden bir hurma kütüğüne dayanırdı. Minber yapılıp da hutbe­lerini minberde okumaya başlayınca, kütüğün bir dişi deve gibi inlediği işitildi. Hemen Resûl-ü Ekrem minberden inip onu kucak­ladı ve ancak bu suretle iniltisi kesilmişti. [73]

 

75 (Yâ Muhammedi Yahudilerin size îmân edeceklerini mi ümîd ediyorsunuz? Halbuki onlardan bir fırka vardı ki, Hak Teâlâ'nın kelâmını (Tevrat'ı) işitirlerdi de, hükümlerini anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.)

İbn-i Abbas ve Mukaatîl der kii Bu Âyet-i kerime Mûsâ Aley-hisselâm'ın seçip de Tûr'a götürdüğü yetmiş kişi hakkmda nazil olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın kelâmını işitip kavimlerinin yanına döndükleri vakit ikiye ayrılmışlardı. Bir kısmı, işittiklerini aynen kavimlerine tebliğ etmişlerdi. Bir kısmı da: «Kelâmullahı işittik. Allah sözlerinin sonunda buyurdu ki: Söylediklerimi eğer işleme­ye gücünüz yeterse isleyiniz. Dilerseniz işlemeyiniz,» demişlerdi. Kelâmullahı bu şekilde tahrif etmişlerdi. [74]

 

76 (Onlar (Yahudilerin münafıkları) ne zaman imân eden­lerle buluşsalar, «Hâlis mü'minleriz,» derler. Ve birbirleriyle ten­hâ kalınca: (münafık olmıyanları, münafıklara): Muhammed ve ashabına, sizi Rabbiniz indinde, dünyâda ve Âhirette onunla il­zam etsinler diye mi, Allah'ın Tevrat'ta Muhammed'in nübüvve­tini ve dîninin hakikatini bildirdiğini haber veriyorsunuz, daha buna aklınız ermiyor mu?» derler.)

Bu, Kurayza Yahudilerinin birbirlerine hitâb ve itabıydı. Re­sûl-ü Ekrem  (S.A.V.)  onları muhasara edip de:

«Ey maymunların dostları! Kalenizden inin» demişti. Yahu­diler.

«Bunu Muhammed'e kim haber verdi? Muhakkak ki siz ha­ber verdiniz»  diye münafıklara itâb etmişlerdi. [75]

 

77 (Onlar  bilmezler   mi   ki,   Allah,   kalblerinde   gizledikleri küfrü ve dilleriyle izhâr ettikleri îmânı bilir.) [76]

 

78 (Bunların  ba'züarı  da   ümmîlerdir  ki  Kitabı   bilmezler bildikleri, ancak  (âlimlerinin, Allah Teâlâ'ya izafetle iftirâlarıcr) uydurmalardır. Onlar yalnız kuru bir zan içindedirler. [77]

 

79 (Yazık onlara ki  (tahrif ettikleri)  Kitabı elleriyle yazar­lar da sonra az bir bahâ ile satmak (dünyâ malı edinmek) için bu «AUah tarafındandır» derler.)

Halbuki dünyâ malı, dünyâda edinecekleri menfaat, Âhirette müstehak olacakları dâimi azaba nisbetle pek az, pek değersizdir. Bilselerdi...

Bu Âyet-i kerimede, Mushafları ücretle yazmanın kerahetine de delâlet vardır. Hediye olarak yazmalıdır.

Yazık, elleriyle yazdıklarından dolayı onların hâline! Ve yazık böyle kazançları yüzünden onların hâline!

Veyl; teellüm edatıdır. Vay, yazık ma'nâsına gelir. Yâhûd he-.lâk ma'nâsmadır. Veya en büyük azâbdır. Cehennem'de bir va­dinin adı da Veyl'dir.

Ebû Saîd Hudrî (R.A.) rivayet eden Peygamber Efendimiz bu­yurmuş ki:

«Veyl, Cehennem'de bir vadidir ki, kâfirler üzerinden bıra­kıldığı vakit, kırk yılda dibine inemez.»

Rivayet edilir ki: Peygamber Efendimiz, Medine'ye hicret bu­yurdukları zaman, Yahûdî âlimleri, gelirlerinin ve mevkilerinin sona ereceğinden korkmuşlardı. Bu sebeblo Yahudilerin îmân et­melerine mâni' olmak, îmândan yüz çevirmelerini te'min etmek için, Efendimizin Tevrat'ta yazılı vasıflarım tahlif etmişlerdi. Tev­rat'ta Efendimiz: Güzel yüzlü, güzel saçlı, sürmeli gözlü, orta boy­lu diye ta'rif edilmişti. Fakat bunun yerine onlar, uzun boylu, mavi gözlü, kıvırcık saçlı: diye yazmışlardı. Ve sorulduğu zaman bu şekilde okurlardı. Yahudiler bu uydurmaya inanır, Efendimizi ta'rîf edilen vasıflara uygun bulmadıkları için,  tekzîb ederlerdi. [78]

 

80 (Bize ateş dokunmaz, meğer ki sayılı günlerde ola, de­diler.)

Ya kırk gün, ki bu müddet zarfmda dedeleri buzağıya tapmışlardı; yâhûd dünyânın yaşı kadar ki, yedibin yıldır, her bin yıla karşılık bir gün azâbta kalırız, sonra da azâb kesilir, demiş­lerdi.

Onlara de ki yâ Muhammed! Yoksa Allah indinde bir ahid

mi edindiniz (ki sayılı günlerden ziyâde size azâbetmesin. Yâhûd «Lâ üâhe illallah» mı dediniz ki sizi azabından emin kılsın. Eğer ahdiniz varsa) Allah, elbette ahdinden dönmez, yoksa hakikatini bilmediğiniz şeyi Allah'a isnâd mı ediyorsunuz? [79]

 

81 (Hayır! (Hakikat dediğiniz gibi değil) kim kötülük işler ve suçu dört yanını kuşatırsa, işte onlar Cehennemliktir, dâim ora­da kalırlar.) [80]

 

82 (Allah'a  ve  Besûlüne   İmân   edip  sâlih  amel   işliyenler (farzları  edâ  ederek  kötülüklerden   sakınanlar)   de  Cennetliktir. Ve dâim orada kalırlar.) [81]

 

83 (Hani  Benî  İsrail'den  söz  almıştık:   Allah'tan başkasına ibâdet etmeyiniz,  ana babanıza,  akrabaya,  yetimlere, yoksullara iyilik  ediniz,  insanlara  güzellikle  söz  söyleyiniz   (onlara mârufu emir ve münkerden nehyediniz),  namaz kılınız ve zekât veriniz diye...  (Bunları kabul ettiğiniz hâlde)  sonra bu ahidden,  (ve Mu­hammed Aleyhisselâm'a imândan)  yüz çevirdiniz. Yalnız  (Abdul­lah bin Selâm gibi) pek azınız ahdinde durdu, dönmedi. Siz o ka­vimsiniz ki,  âdetiniz dönekliktir,   (ecdadınızın  dönekliği gibi...) [82]

 

84 (Hani ey Benî israil! Birbiiinizîn kanını dökmeyiniz, bir­birinizi yurdundan çıkarmayınız, diye sizden söz almıştık. Sonra, siz bu mîsâkı ikrar ve lüzumunu i'tirâf etmiştiniz. Buna bugün de şahadet edersiniz.) [83]

 

85 (Sonra da, işte siz öyle kimselersiniz ki, birbirinizi Öldü­rüyorsunuz, içinizden bir kısmını yurtlarından çıkarıyorsunuz, üzerlerine ma'siyet ve zulümle yardımlaşiyorsunuz, esir olarak size gelirlerse malla değişiyorsunuz, (fidyeleşiyorsunuz) halbuki onları yurtlarından çıkarmanız size haram kılınmıştı.)

Cenâb-i Hak, Benî İsrail'den dört şeye söz almıştı:

1 - Adam öldürmemek,

2 - Kimseyi yurdundan  çıkarmamak,

3 - Kimseyi himaye etmemek,

4 - Esirleri feda etmemek, kurtarmak...

Beni İsrail bu dört ahdin ilk üçünden yüz çevirmiş ve fakat dördüncüsüne sâdık kalmıştı.

Yoksa siz Tevrat'ta üzerinize farz kılınanların ba'zısma imân edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Ahd ve mîsâkı nak­zedenlerinizin cezası dünyâda horluk, zillet, Âhirette de azabın en şiddetlisine uğratılmaktır. Allah, yaptıklarınızdan gaafil değildir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz ve Kıyamet Günü cezalarını verir.)

Rivayet edildiğine göre, Benî Kurayza ile Benî Nadîr kabile­leri dövüşmekte ve Evs kabilesi Kurayza'ya, Hazreç de Benî Na-çttr'e yardım etmekteydi. Taraflardan esir olanları kurtarmak için de mal biriktirirlerdi. Âyet-i kerîmede, Tevrat hükümlerinin ba'zı-sına îmândan kasd esir kurtarmak; inkârdan murâd edilen de di­ğer hükümler, katil ve sürgündür denilmiştir. [84]

 

86 (Onlar  Âhirete  bedel,  dünyâ hayâtını  satın  almışlardır. Bu  sebeble  onların Âhirette  azabı hafifletilmez, kendilerine yar­dım da edilmez.) [85]

 

87 (And olsun ki, Biz Musa'ya Tevrat'ı bir defada verdik. Sonra da birbiri ardınca Peygamberler gönderdik. Ve Meryem oğ­lu îsâ Aleyhisselâm'a açık mu'cizeler verdik.)

Ölüyü diriltmek, hastaları iyi etmek, gâibden haber vermek ve saire gibi. Yâhûd O'na încîl'i verdik.

Ve O'nu rûh-ül kudüsle kuvvetlendirdik. kudüsten maksâd: Cebrail Aleyhisselâm'dır. Yahud îsâ'nın ruhudur. Veya Cenâb-ı Hakk'm ism-i A'zamıdır. Onunla ölüleri diriltirdi. Yâhûd Kudüs'ten maksâd; Allah Teâlâ ve rûh'la kasdedilen de Cebrail Aleyhisselâm'dır. îsâ Aleyhisselâm'ın, Ceb­rail'le takviye edilmesi evvelce emredilmişti. Nereye giderse, O da O'nunîa birlikte giderdi. Hattâ semâya da O'nunla yükseldi.

Bir rivayete göre de, rûh-ül kudüs'ten maksâd İncil'dir. Onun îsâ'ya rûh olması, Kur'ân'm   Peygamber Efendimize   rûh olması gibidir. Zîrâ, ki kalbin hayatiyetine sebebdir.

Ey Benî İsrâîl! Ne zaman ki size nefsinizin sevmediği şey­leri emreden bir Peygamber geldiyse, O'na îmân ve ittibâ kibi-rinize dokundu. Kimisini (Mûsâ ve îsâ gibi) tekzîb ettiniz; kimi­sini de (Yahya, Zekeriyâ, Eş'iyâ vesâir katledilen Peygamberler gibi)  öldürdünüz. [86]

 

88 (Yahudiler,   kalblerimiz  kilıfdır,   dediler.)

Yâni: «Yâ Muhammedi Kalblerimiz her ilme mahfazadır. Her işittiğimiz ilmi alırız. Fakat senden işittiklerimizi almayız. Ve esa­sen anlamamaktayız. Eğer bunda bir hayır olmuş olsaydı, kalblerimiz, diğer ilimleri alıp fehmettiği gibi onu da alır ve fehme-derdi», derlerdi.

Belki Allah Teâlâ, onları küfürleri yüzünden» her hayırdan kovup uzaklaştırdı. Onlar pek az şeye îmân ederler. [87]

 

89 (Vaktâ ki Allah tarafından, onlara Kur'ân geldi, ki ken­dilerinde olan Tevrat'a uygundur.)

Halbuki daha evvel kâfir olanlara karşı yardım istiyorlar­dı.

Rivayet edilir ki; bi'setten önce Arap müşrikleri, Yahûdüerç tecâvüz edince, «Yâ Rabbi! Bize Tevrat'ta na'M mübârekini bil­dirdiğin Âhir Zaman Peygamberi ile düşmanlarımıza karşı yar­dım ihsan et!» derlerdi. Ve filhakika galip de gelirlerdi.'

Vaktâ ki, mübarek na'tini bildikleri Peygamber (ki Muham-med Aleyhisselâm'dır) geldi (yâni, Beni İsrail'den gayri geldi) Mahzâ hasedlerinden ona kâfir oldular. Allah Teâlâ'nm lâ'neti kâfirler üzerinedir. [88]

 

90 (Ne çirkin şey, o nefislerini sattıkları ki (hakkı batılla değiştiler) Allah Teâlâ'nın inzal ettiğine kâfir oldular. Kulların­dan dilediği kimseye fazlından nübüvvet verdiğine ve kitap indir­diğine hased ettiler de gazâb üstüne gazaba uğradılar.)

îlk gazâb, Tevrat'ı tahrif ettikleri ve ikinci gazâb, Muhammed Aleyhisselâm'a ve Kur'ân'a küfürleri içindi. Yâhûd, ilki, îsâ ve în-cîl'e ve ikincisi Muhammed ve Kur'ân'a küfür ettikleri içindi.

Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvvetini inkâr edenler için hor ve hakîr edici bir azâb vardır  (zelil olurlar). [89]

 

91 (Ne zaman (Medine Yahûdüerine) Allah Teâlâ'nm inzal ettiği Kur'ân'a îmân edin, denilse, derler ki: Biz, bize inzal olunan Tevrat'a îmân ederiz, (o bize kifayet eder.) Ve diğer kitaplara kâ­fir olurlar. Halbuki o Kur'ân, haktır ve yanlarında bulunan Tev­rat'ı tasdik edicidir.)

Yâ Muhammedi Onlara de ki Mademki Tevrat'a îmân edi­yordunuz, niçin Peygamberleri Öldürdünüz? (Halbuki Tevrat'ta Peygamberleri öldürmekten menedümiştiniz.

Bu Âyet-i kerîmeden şu anlaşılır ki: Bir fenalığa rızâ gösteren, onu işliyen gibidir. Binâenaleyh, Allah Teâlâ'ya ve Kitâbı'na ina­nan kimseye lâyık olan fiillerinin kavillerine uygun olmasıdır. [90]

 

92 (Gerçekten, Mûsâ Aleyhisselâm, size açık deliller ve mucizelerle  gelmişti.  Arkasından   (Mûsâ,  Tûr'a münâcat  için  gittik­ten sonra)  buzağıyı, ibâdet için, ilâh edindiniz. Siz, o zâlimlersi­niz.) [91]

 

93 (Hani sizden mîsâk almış ve Tûr'u üstünüze kaldırmış­tık. Verdiğimiz Kitâb'ı ciddiyetle alın, emirlerini dinleyin ve yeri­ne   getirin  demiştik.    Onlar:   (Kulağımızla)   dinledik,   (kalbimizle) isyan ettik demişlerdi. Küfürleri sebebi ile kalblerine buzağı sev­gisi yerleşmişti.)

Yâ Muhammedi Onlara de ki: Sizler mü'minlerseniz, îmânı­nız size ne çirkin şeyler emrediyor?

Ki bu inanç, size buzağıya ibâdeti emrediyor. Yâhûd Tevrat'a îmân ediyorsanız, o, bu çirkinlikleri emretmez veya îmânınız ona rulısad vermez, O hâlde siz, îmân edenlerden değilsiniz, demek olur. [92]

 

94 (Yâ Muhammedi De ki: Eğer Cennet, Allah indinde has­saten sizinse, başkalarına âid değilse, ölümü isteyiniz. Eğer sözü­nüzde sâdıklarsamz.) [93]

 

95 (Fakat   onlar,    (Muhammed   Aleyhisselâm'a  ve   Kur'ân'a küfürleri ve Tevrat'ı tahrifleri gibi)   işledikleri fenalıkları yüzün­den, hiçbir vakit, ölümü temenni etmezler. Allah, zâlimleri bilir (ve Kıyamet Günü cezalarını verir.) [94]

 

96 (Yâ Muhammedi   Sen  Yahudileri  uzun  hayâta  insanla­rın en harisi, hattâ müşriklerden de harisi bulursun. Ba'zıları bin yıl yaşamak ister. Halbuki çok yaşamak, onları azâbdan uzaklaş­tıracak değildir. Allah, işlediklerini görür.)

Ve Kıyamet Günü ona göre cezalarını verir. [95]

 

97 (Yâ Muhammed! Cibril'e düşman olan o kimse  (gayzın-dan helak olsun). Onlara de ki: (O'na düşman olmaya sebeb yok­tur )  Zîrâ CibrU, Kur'ân'ı Allah Teâîâ'nın emri  (ve kolaylık göstermesi) ile senin kalbine indirdi. Ondan Önce inen Kitabları tasdîk ve mü'minleri (Hak dîne hidâyet ve Cennet'e duhûl ile) müj­deler.

Rivayet edilir ki: Yahudi âlimlerinden Abdullah ibn-i Suryâ, Peygamber  (S.A.V.)  Efendimize:

«Sana, gökten hangi Melek geliyor?»  diye  sordu.

Resuldü Ekrem:  «Cebrail» dedi.

«O, bizim düşmanımızdır, eğer gelen Mikâil olsaydı, sana îmân ederdik» dedi.

«Cebrail azâb, kıtal ve şiddetle gelir, bize kaç defa düşmanlık etmiştir. Musa'ya, Buhtunnasr tarafından Beyt'il-Makdîs'in tahrib edileceğini haber vermişti. Bunun üzerine Benî İsrail'den kuvvetli bir adamı, onu bulup öldürmesi için Bâbü'e göndermiştik. O za­man Buhtunnasr zayıf bir çocuktu. Adam, hançerini çekip tam öl­düreceği sırada, Cebrail erişmiş, Buhtunnasr'ı ölümden kurtarmış­tı. Bilâhare büyüyüp kuvvetlenen Buhtunnasr, filhakika Beyt'il-Makdîs'i harâb etmişti. İşte bu yüzdendir ki Cebrail'i düşman edin-mişizclir.»

Katâde \der ki: Hazret-i Ömer'in Medine'nin, yukarısında bir tarlası vardı. Tarlaya giden yolun üzerinde de Yahudilerin bir medresesi vardı. Ömer, tarlasına giderken arasıra bu medreseye uğrar, onları dinlerdi.

Dediler ki: «Muhammed'in ashabından bize senden sevgili kimse yoktur, onlar uğrarlarsa bize eza ederler, sen, ezâ etmedik­ten başka, dersimizi de dinliyorsun.»

Ömer, cevâb verdi:

«Vallahi benim size gelişim, ne sevdiğim için, ne de dinimde bir şübhem olup da onu sormak için değildir. Şunun için geliyo­rum ki, Resûl-ü Ekrem'in emirlerinin serpintilerini Kitabınızda da görüyor, basiretimi artırıyorum.»

Sordular:   «Muhammed'e  Meleklerden  hangisi  geliyor?»         

«Cebrail» dedi.

«Cebrail nü?» diye cevâb verdiler. «Of bizim düşmanımızdır. Sırlarımızı Muhammed'e haber verir. O, azabın, karanlığın, kıtlık ve şiddetin sahibidir. Ama Mikâil, dâima bolluk ve selâmet getirir.»

Ömer (R.A.) dedi ki, «Cebrail'i biliyor ve Muhammed Aleyhİs-selâm'ı inkar mı ediyorsunuz?»

«Evet» dediler.

Ömer; «Peki!» dedi. -Bana Cebrail ve Mikâü'in Allah indin-4eki mevki ve derecesini söyler misiniz?»

Dediler ki: «Cebrail, Allah'ın sağında ve Mikâil solunda durur. Ve Mikâil, Cebrail'e düşmandır.»

Hazret-i Ömer, şu cevâbı verdi:

«Kim ki Cebrail'e düşmandır, Mikâil'e de düşmandır. Ve Mi-kâil'e düşman olan Cebrail'e de düşman olmuş olur. Bu ikisine düşman olan da Allah Teâlâ'ya düşmandır.»

Hazret-i Ömer, oradan ayrılıp . Resûl-ü Ekrem'in yanına geldi. Cebrail Aleyhisselâm'ı huzurunda, ve bu Âyet-i kerîmeyi getir­miş buldu. Fahr-i Kâinat, Âyet-i kerimeyi okuyup dedi ki:

«Yâ Ömer! Rabbin celle şânüh sana muvafakat etti.»

Hazret-i Ömer der ki:

«Bundan sonra kendimi Allah'ın dîninde taştan kaskatı bulur oldum.» [96]

 

98 (Kim   ki   Allaha,   meleklerine,   peygamberlerine,   Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa, bilsin ki Allah, kâfirlerin düşmanıdır.) [97]

 

99 (Biz sana apaçık  (Helâli ve haramı, hak ile bâtılı beyân eden) âyetler indirdik. Onları fâsıklardan başkası inkâr etmez.) [98]

 

100 ( Her ne zaman Yahudiler bir ahdde bulunsalar, içlerin­den bir takımı onu nakzedip duracaklar mı? Belki onların çoğu Tevrat'a inanmazlar,  Cve ahdi bozmayı bir günâh saymazlar,)

Yahudiler, 'Muhammed Aleyhisselâm nübüvvetle geldiği va­kit O'na imân etmeye ahdetmişlerdi. Fakat gelince kâfir oldular. [99]

 

101 (Vaktâ ki Yahudilere; Allah indinden, Kitablarnıa uygun Kitabla îmâna da'vet eder (Hazret-i îsâ ve Muhammed Aleyhisse­lâm gibi) Peygamber geldi; Kitab verilenlerden bir takımı, sanki Allah'ın Kitabı olduğunu bilmezlermiş gibi, arkalarına attılar) [100]

 

102 (Yahudiler, Süleyman Aleyhisselâm zamanında, Şeytan­ların okudukları şeylere uydular.)

Rivayet edilir kiı Şeytanlar, sihire âid duydukları ve uydur­dukları ne kadar şey varsa bunları kâhinlere öğretirler, bunlar da öğrendiklerini halka öğretir ve Kitablanna yazarlardı. Şeytan­ların gaybı bildiğini zannederler, «Bu, Süleyman'ın ilmidir, bu ilim sayesinde Süleyman, insanları, Cinleri, rüzgârları teshir ediyor.» derlerdi!     

Süleyman Aleyhisselâm bunu öğrenince, bu yolda yazılmış ne kadar şey varsa hepsini toplayıp kürsüsünün altına gömmüştü. Vaktâ ki Süleyman Aleyhisselâm vefat etti, o zaman, Şeytanlar, durumu bilmiyen halka:

«Eğer Süleyman ilmini öğrenmek isterseniz, işte hepsi bura­dadır.» diye kürsünün altını göstermişlerdi.

Halk, gösterilen yeri kazmış ve filhakika, sihire âid birçok Kitablar bulunmuştu. Beni İsrail, aldıkları bu Kitabları göstere­rek Süleyman Aleyhisselâm'a sihirbaz diye iftira etmişlerdi. Âyet-i kerîme bu iftirayı reddetmektedir.

Süleyman küfür etmedi (sihir yapmadı, zira sihir yapan kâ­firdir), belki sihir yaptıkları ve halka sihir yapmayı Öğrettikleri için Şeytanlar kâfir oldular.

Ehl-i Sünnete göre, sihirin varlığı gerçektir, fakat onunla amel etmek küfürdür. Cündeb bin Abdullah (R.A.)'tan rivayet edildi­ğine göre, Peygamber Efendimiz:

«Sâhirin haddi, kılıçla O'nun boynunu vurmaktır.» buyurmuş­lardır.

Ve onlar Hârût ve Mârüt adlı iki Meleğe ilham edilen şeyi halka öğretiyorlardı. Yâhûd o iki Meleğe ilham olunan şeye uyu­yorlardı.

Burada bir suâl vârid olur:

«Acaba Melâikeden sihir öğrenmek mümkün mü?» diye, bu, şu şekilde te'vîl edilmektedir.

Ba'zılanna göre, onlar öğretmeyi kasdetmiş değillerdi. Belki sihirin vasıflarını bildirerek bâtıl olduğunu bildirmişler ve ondan sakınmayı emretmişlerdi. Fakat kötü huylular, bu öğüde kulak as­mamışlar, sihirin Öğrendikleri vasıflarını halka öğretmişlerdi.

Ba'zılanna göre de: Allah, o zaman, bu iki Melekle halkı im­tihan etmişti. Sapıklar sihir öğreterek kâfir olmuşlar, mü'minler de, sihir öğrenmek ve öğretmekten kaçınarak îmânlarını koru­muşlardı.

Îbn-İ Abbas  (R.A.)  rivayet eder ki:

îdris Aleyhisselâm zamanında Âdemoğullarmm fenalıklarını gören Melâike, Cenâb-ı Hakk'a dediler ki:

«Neden Âdemoğullarmı yeryüzünde kendine halîfe seçtin, hal­buki bak sana isyan ediyorlar.»

Cenâb-ı Hak:

«Eğer sizi de yere indirsem, ve onları terkîbeden şeyleri size de  versem, siz onların  yaptıklarını  yapardınız»   buyurdu. Melekler: «Ey Rabbimiz!» dediler. «Biz, sana isyan edebilir mi­yiz? Bu, yaraşır mı?» Cenâb-ı Hak:

«O hâlde, içinizden iki Meîek seçin, Onları yere indireyim, gö­rürsünüz» buyurdu.

Hârut ve Mârût, içlerinde, iyilik ve ibâdette en üstünleriydi. Melekler Onları seçti ve ikisi de yeryüzüne indirildi. Hak ve adille yeryüzünde hükmetmeye me'mûr edilmişlerdi. Gündüz yerde va­zifelerini görüyor ve gece gökte ibâdet ediyorlardı. Şirk, katil, zi­na ve içki içmeden men edilmişlerdi.

Günlerden bir gün, Zühre adlı, fevkalâde güzel bir kadın yan­larına gelmişti. Kocasiyle geçinemediğinden şikâyet etmekteydi. Kadın, Meleklerin pek hoşuna gitmişti. Ondan faydalanmak he­vesine kapılmışlardı.

Kadın:       

Size teslim   olurum, dedi. Fakat bir şartla:   Her ne kadar haklıysa da, kocam aleyhine hükmederseniz...

Melekler:

Peki! dediler. Ve kocasının aleyhine hükmettiler.

Fakat kadın, bununla iktifa etmemişti. Birlikte içki içmeyi tek­lif etmişti. Onu da kabul ettiler. Böyle iken yine teslim olmamıştı. Bu sefer kocasının öldürülmesini istedi. Hârût ve Mârût bu tekli­fi de yerine getirmişlerdi. Tek kadını elde etsinler diye...

Kadın,, bu isteğini de yerine getirttikten sonra:

Son bir teklifim daha var, eğer bunu da yaparsanız, artık sizin olurum, dedi.

Söyle, dediler.

Benimle birlikte putlara secde etmelisiniz, dedi.

Hârût ve Mârût, kadının güzelliği karşısında o kadar kendi­lerinden geçmişlerdi ki, bunu da kabul etmekten çekinmediler.

Bu esnada Cenâb-ı Hak, onlarla Melekler arasındaki perdeyi açtı, Melâike, vaziyeti görünce, yeryüzündekilerin özürlerini tak­dir ederek, bundan sonra onlar için istiğfar eder oldular.

Vaktâ ki gece olmuş, Melekler semâya yükselmek istemişler­di. Fakat kanadlarmm kendilerini çekmediğini görmüşlerdi. An­cak o zaman yaptıkları hatâyı anlamışlar, İdris Aleyhisselâm'a gidip onu Hak Teâlâ'ya şefi' edinmişlerdi. Allah, onları dünyâ aza-biyle âhiret azabı arasında muhayyer boraktı. Dünyâ azabını ter­cih etmişlerdi. Dünyâ azabı, bir müddet sonra kesilir, fakat âhi­ret azabı kesilmez kalır, diye düşünmüşlerdi.

Ne şekilde azâb edildikleri hakkında anlaşmazlık vardır,

Ba'zılarina göre, saçlarından asılmışlar ve Kıyâmet'e kadar bu hâlde kalacaklardır.

Ba'zılarma  göre,  başları  altında  bükülmüş  durmaktadırlar.

Ba'züarma göre; başaşağı asılmış, demirden kamçılarla dövülmektedirler.

Rivayet edilir ki: Bir adam, sihir öğrenmek için Hârût ve Mârût'a gitmiş. Onları, başaşağı ayaklarından asılı, gözleri yerinden fırlamış, derileri kararmış, dilleri, altlarındaki sudan dört par­mak yukarıda susuzlukla azâbedildiklerini görmüş. Kalbine kor­ku düşmüş ve «Lâ ilahe illallah» demiş.                                         

Melekler:

Sen hangi ümmettensin? diye sormuşlar.

Adam:

Muhammed Aleyhisselâm'm ümmetindenim, diye cevâb ve­rince sevinmişler ve:

«Elhamdülillah, âhir zaman Peygamberi gelmiş, azabımızın sona ermesi yakınlaştı» demişler.

Yine rivayet edilmektedir ki: Zühre, Hârût ve Mârût'a yaptır-' dığı bütün münasebetsizliklere rağmen, yine kendini teslim etme­miş:

Göğe ne şekilde yükseliyor sunuz? Bunu da öğrenmek iste­rim, demişti.

Melekler:

Cenâb-ı Hakk'ın İsm-i A'zami ile, demişler ve onu da öğ­retmişlerdi.

Zühre, bunu öğrenir öğrenmez, îsm-i A'zam'ı söyleyerek göğe yükselmiş, Cenâb-ı Hak da kendisini mesh buyurup yıldıza tahvîl etmişti. Zühre Yıldızı, yıldıza tahvîl edilen bu kadındır, derler.

O iki Melek: «Biz, ancak bir imtihan için gönderildik, sakın sihir yapmayı tecviz edip de kâfir olma» demedikçe kimseye sihir öğretmezlerdi.

Burada şuna işaret edilmektedir ki, sihir ve benzerleri gibi ya­pılmaması ve uyulmaması gereken şeyleri öğrenmekte beis yok­tur. Menedilen, bu öğrenilen şeyleri yapmak ve buna göre hareket etmektir.

Halk, onlardan karı koca arasını ayıran şeyleri öğreniyor­lardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar veremezlerdi.  Kendilerine zarar verecek  ve  hiçbir menfaati  olmıya-cak bir şey öğreniyorlardı.

Onlar;  gerçekten  bilirler ki,   sihri  satın  alanların  Âhirette hiçbir nasîbleri yoktur.

Onlar nefislerini ne kötü bîr şeye bedel değişmişlerdir, eğer bilseler.

Yânî, ilimleriyle amel etseler. Zîrâ ilmi ile amel etmeyen, ilmi olmıyan gibidir. [101]

 

103 (Eğer onlar Muhammed'e ve Kur'ân'a îmân etseler ve (sihirden)   sakmsalardı, Allah TeâJâ'nın sevabı haklarında hayırlı olurdu. Eğer bilselerdi. ) [102]

 

104 (Ey îmân edenler! Râınâ demeyin, Unzurnâ deyin ve din­leyin, ki kâfirler için elîm bir azâb vardır.)

Peygamber Efendimiz, ashâbiyle konuşurken, içlerinden ba'zı-lari: Arapça:

«Bizi de gözet, iyi anhyahm yâ Resûlallah» manâsına «Râınâ yâ Resûlallah» derlerdi.

Halbuki «Râınâ» îbrânîce'de «Ey çoban, ey ahmak, dinle, ey dinlenmeyesi; dinle, a sözü dinlenmez adam» ma'nâsma gelmek­teydi. Yahudiler birbirlerini «Râınâ» diye tezyif ve tahkir ederlerdi.

Müslümanların «Râınâ yâ Resûlallah» demelerini fırsat bilen Yahudiler, «Râınâ» kelimesini andıracak şekilde ağızlarını eğe­rek, tezyif kasdiyle «Râınâ, rama», yâhûd «Râınâ yâ Muhammed demeye başlamışlardı.

Saîd ibn-i Muaz Hazretleri bunu işitti. İbrânîce bilirdi.

«Ey Allah'ın düşmanları, size lâ'net olsun, vallahi hangi biri­nizin, Resûlüllah'a karşı bunu söylediğini bir daha işitirsem boy­nunu vururum» dedi.

Onlar da buna karşı:

«Siz, böyle söylemiyor musunuz?» diye kaçamak bir cevâb vermişlerdi. Bunun üzerine işbu Âyetin nazil olduğu rivayet edil­miştir. [103]

 

105 (Ne kitap ehlinden kâfir olanlar ve ne müşrikler Rabbinizden size hayır indirildiğini sevmezler ve istemezler. Allah Teâlâ, nübüvvet ve vahyi rahmetiyle dilediği kimseye tahsis eder. (Düşmanlarına gaalib kılar, yardım buyurur). Allah, en büyük fazl sahibidir) [104]

 

106 (Biz her hangi bir Âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya mislini getiririz. Bilmez misiniz ki Al­lah her şeye kaadirdir.)

Nesh-. Sonra gelen Şer'i delilin, onun hilâfına delâlet eden ön­cekinin hükmünü kaldırmasıdır.

Âyet, âyetle; hadîs, hadîsle neshedildiği gibi, âyet, hadîsle ve hadîs, âyetle dahî nesh. edilir.

Nesh, emir ve yasaklama olur. Emir ma'nâsmda olan haberde de nesh caizdir.

Kur'ân-ı Kerîm'de üç nev'î nesh caizdir.

Ya hem hükmü hem tilâveti kaldırılmıştır. Geçmiş Peygam­berlerin sahîfeleri bu kabildendir.

Ya sâdece hükmü nesh edilmiştir. Tilâveti yânî, okunması bakîdir.

Yâhud sâdece tilâveti nesh edilmiştir. Hükmü bakîdir.

Tilâveti bâkî'yö misâl: Kâfirûn sûresinin sonundaki; «Sizüı dîniniz sizin,  benim dînim benimdir.»  âyeti.

Hükmü bakî olana misâl de; zina eden ihtiyar erkek ve ihti­yar kadının recmedilmelerini emreden âyettir. [105]

 

107 (Yâ Muhammed! Bilmez misin ki göklerin ve yerin (ve mâ fîhima'nın) mülkü Allah Teâlâ'mndır. Allah'ın azabı indiğin­de lEy kâfirler) sizi ondan kurtarır.ne dost ve ne de yardımcınız olmaz.) [106]

 

108 (Yoksa siz de (Ey Yahudiler) evvelce Benî İsrail'in Mû-sâ Aleyhisselâm'dan sorduğu gibi Muhammed Aleyhisselâm'ı sor­guya mı çekmek istiyorsunuz?)

Âyet-i kerîmenin nüzul sebebi şudur ki, Yahudiler, Resûl-ü Ek-rem Efendimize:

«Eğer Peygambersen bizden perdeyi kaldır. Cenâb-ı Hakk'ı aşikâr görelim. Yâhûd Musa'nın Tevrat'ı getirdiği gibi, sen de bize gökten bir kitap getir,» demişlerdi.

Halbuki; her kim îmânı, küfre değişirse; muhakkak doğru yoldan çıkmış olur. [107]

 

109 (Kitâb ehlinden birçok kimseler isterler ki  (Ey mü'mnv ler)  sizi, îmân ettikten sonra  (kendilerince Muhammed'in sözünü doğru ve dininin hak olduğu belli olduğu hâlde)   sırf hasedlerinden, çevirip kâfir etsinler. Allah'ın (bu bâbtaki) emri gelinceye ka­dar, onları bırakın, afvedin. Allah, her şeye kaadirdir.)

Âyet-i kerîmede işaret edilen emir;

Tevbe Sûresi; 29) Âyetiyle buyuralmuştur, ki kıtal emri ve üzerlerine cizye vaz'ma dâirdir. [108]

 

110 (Beş vakit namazı vaktinde edâ edin, malınızın zekâtı­nı verin. Nefisleriniz için, hayırdan her ne ki takdim ederseniz, Allah indinde sevabını bulursunuz. Allah Teâlâ, işlediklerinizi gö­rür.)

Hayırdan maksâd: Mal veya sadakadır. Ondan bir hurma ve­ya bir lokmayı Uhud Dağı kadar büyük bulursunuz. Allah katında hiçbir amel kaybolmaz. [109]

 

111 (Yahudiler  dediler ki:  Yahûdî olmayanlar Cennet'e  gi­remez.   (Yahûdîyetten gayri din yoktur.)   Nasrânîler der Nasrânî olmayanlar Cennet'e  giremez   (Nasrânîyetten gayri  din yoktur.), dediler. Bu, onların sâdece kuruntularıdır. Yâ Muhammed, de ki: Eğer dadanızda  gerçekseniz,  delilinizi  getirin.) [110]

 

112 (Hayır!   (Hüküm  onların  dedikleri  gibi  değildir.  Belki hüküm, islâm'ındır.) Bir kimse, ki kendini veya niyetini Allah Te-âlâ için hâlis kılarsa, O'nun için, Allah indinde, ameli üzere vadolunan, ecri vardır. Onlara azâb korkusu yoktur, mahzun da ol­mazlar.)     [111]                                           .

 

113 (Yahudiler: Dîn hususunda Nasrânîler bir şey üzere de­ğil, dediler tîsâ'ya ve İncil'e kâfir oldular). Nasrânîler dei Yahu­diler, dîn hususunda bir şey üzere değil, dediler (Musa'ya ve Tev­rat'a kâfir oldular). Halbuki iki taraf in her biri kendilerine indirilen Kitâb'ı okuyorlardı. (Birine mü'min olanın, diğerine kâfir olmaması gerekirdi. Münzel Kitâbların her biri diğerini tasdik eder). Onlar gibi (Arap müşrikleri ve saire) Kitâb bilmiyenler deı Muhammed ve ashabı dînden birşey üzere değildir, dediler. Allah Teâlâ, onları Kıyamet Günü, ihtilâf ettikleri şeyde, hükm ile ka­za edip, Cehennem'e gönderir ve Cennet'e girenleri gösterip bil­dirir.) [112]

 

114 (Allah'ın mescidlerinde ismi pâkinin anılmasını meneden ve harâb olmasına çalışanlardan daha zâlim kim olur? Bun-İann o mescidlere korka korka girmekten başka hakları yoktur)

Rivayete göre Tatyos Rûmî ve arkadaşları Benî İsrail'in üze­rine yürüyerek bir çoklarını öldürmüş, bir kısmını da esir almış­lar. Tevrat'ı yakıp Beyt'il-Makdis'i harâb etmişler, içine pislik at­mış; domuz kesmişler. Bu hâl Hz. Ömer (R.A.) zamanına kadar devam etmiş. O'nun zamanında Müslümanlar onu tamîr etmiş­lerdir.

Bunlara dünyâda zillet ve Âhiret'te büyük bir azâb vardır.

Bu Âyet-i kerîme, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştu,

Mescidden maksâd, Mescid-i Harâm'dır. Hudeybiye'de Resûl-ü Ek­rem ve ashabının haccetmelerine mâni' olmuşlardı. Mescid-i Ha-râm'm zikrullahla ta'mîrini menetmişler, harâb olmasına çalış­mışlardı! Korka korka girmenin ma'nâsı da: Resûl-ü Ekrem, Mek­ke'yi fetih buyurduktan sonra, müşriklerin haccetmelerini menet-mişti. Memnu' olan bir yere ancak korka korka girebilirlerdi. Âye­tin nüzulü sebebi Atâ'ya göre budur, fakat hükmü umûmîdir. Her mescidi tahrîb edene veya namaz için hazırlanmış bir yerin mu­attal kalmasına çalışana şâmildir. [113]

 

115 (Doğu, Batı (Arzın her yanı) Allah Teâlâ'mndır. (Ha­kîkî mâlik O'dur. Mülkü bir mekâna mûhtas değildir.) Ne tarafa dönerseniz, (namazda onu kıble edinmenize) şübhesiz rıza gös­terir. Cenâb-ı Hakk'ın mağfireti geniştir. Hâlis niyyetlerinizi bili­cidir.) İbn-i Abbas  (R.A.):

«Kıble tahvil edilmeden evvel, bir seferde iken, sahabeden bir cemâatin üzerine sis inmişti. Bu esnada namaz vakti erişti. Kıb-le'yi araştırarak namazlarını kıldılar. Fakat sis kalkınca Kıble isabet etmedikleri belli oldu. Medine'ye gelip de namazlarının sa­hih olup olmadığını Resûl-ü Ekrem'den sordukları vakit bu Ayet-i kerime nazil oldu.» demiştir.İbn-i Ömer (R.A.) de:

«Bu Âyet, müsafir hakkında nazil olmuştur. Nafile namazı, yolcunun hayvanı ne tarafa dönmüşse o tarafa doğru kılınır. Re­sûl-ü Ekrem Efendimiz, yolculukta nafileyi, hayvanın üzerinde ve onun döndüğü tarafa dönerek kılardı.»  der. îkrime de:

«Bu Âyet, Kıble'nin tahvili hakkında nazil olmuştur. Vaktâ ki Kıble, Beyt'ül-Makdîs'den Râ'be'ye çevrilmişti. Yahudiler, muay­yen bir Kıbleniz yok, kâh bir tarafa, kâh öbür tarafa dönüyorsu­nuz, demişlerdi. Bunun üzerine bu Âyet-i kerîme nazil oldu.» diyor.

Mücâhid'e göre ise, ne zaman ki;  

«Rabbiniz buyuruyor ki: Bana dua edin de duanızı kabul ede­yim» (Mü'min Sûresi; Âyet: 60) buyuruldu.

«Hangi cihete dönelim de duâ edelim?» dediler. Bunun üzeri­ne bu Âyet-i kerime nazil olmuştur. [114]

 

116 (Kâfirler,  «Allah Teâlâ, oğul edindi» dediler  (Hâşâ)  Al­lah, bundan münezzehtir. Belki göklerde ve yerde her şeyin Halikı ve Mâliki O'dur. Ve hepsi O'na münkaddırlar.) [115]

 

117 (O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Ne zaman bir şeyin var olmasını dilerse ona «Ol» der, o da oluverir) [116]

 

118 (Câhiller, «N'olaydi, Allah, bizimle konuşaydı,   (Bize, se­nin Resulü olduğunu haber vereydi)  yâhûd bize bir delü getireydin dediler. Bunlardan evvelkiler de tıpkı böyle, bunların dedik­leri gibi,  (Musa'ya: Bize, Allah Teâlâ'yı aşikâre göster, ve îsâ'ya, Rabbinin gücü yeter mi ki gökten bize bir sofra indirsin), demiş­lerdi. Bunların ve onların kalbleri  (küfür, kasvet ve muhal olan isteklerinde) ne kadar birbirine benziyor. Biz, yakın taleb edenlere âyetlerimizi apaçık gösterdik.) [117]

 

119 (Yâ Muhammedi Biz, seni Kur'ân ve îslâmla tâat ehlini sevâbla müjdelemek ve günahkârları az âb la korkutmak için gön­derdik. Sen, Cehennemliklerin küfür ve günâh işlemekteki ısrarla­rından mes'ûl değilsin  (mademki risâletini tebliğ ediyorsun). [118]

 

120 (Yâ Muhammed! Yahudiler ve Nasrânîler senden ebedi­den hoşnut olmazlar. Meğer ki dînlerine giresin (ve Kıblelerine na­maz kılasın.) De ki: Yol (ki Hak Dîn ve İslâm yoludur,) Allah'ın yoludur.)

Sana gelen bu ilimden (Dîmıllâh'ın îslâm ve Kâ'be'nin Kıb­le olduğunu bildikten) sonra onların hava ve heveslerine uyacak olursan seni Allah'ın azabından kurtaracak ne bir yârin ve ne hakkiyle bir yardımcın bulunabilir. [119]

 

121 (O kimseler ki, biz onlara Kitab verdik. Onu hakkiyle (ona tam ma'nâsiyle tâbi olarak) okurlar. İşte (tahrif etmeksizin) Kitablarma îmân edenler bunlardır. Kim ki inkâr eder (hükümle­rini tahrif ederse) onlar da dînlerinde (imân yerine küfrü seç­mekle)  ziyan edenlerin tâ kendileridir.)

Bu Âyet-i kerîme, Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm gibi mukaddes Kitabları hakkiyle okuyup anlıyan ve gerçeği gö­ren kimseler hakkında nazil olmuştur.

İbn-i Abbas' (RA.)'dan rivayet edildiğine göre; Cafer bin Ebû Tâlib ile birlikte otuzikisi Habeşli, sekizi de Şam rahiplerinden ol­mak üzere Habeşistan'dan gelen (Birisi de rahip Bahiyrâ idi) kırk kişi hakkında inmiştir. Bunlara Ehl-i  Sefine  denilirdi. [120]

 

122 (Ey Benî İsrail! Hatırlayın o ni'meti ki,  (siz Tih'de iken ben, Selva ve sâireyi)  size in'âm etmiştim. Ve o ni'meti hassaten ecdadınıza verip  onunla,  onları  zamanlarındaki  insanlar  üzerine Üstün kılmıştım.) [121]

 

123 ( O günden korkun ki, o gün, hiçbir kimse, hiçbir kim­se  için, hiçbir  şey  ödemez.  Fidye  kabul olunmaz.  Ve  onun  İçin (eğer kâfirse) şefaat da fayda etmez. Onlara yardım da olunmaz

(yardım da olunmazlar). [122]

 

124 (Ve hatırlayın bir zaman, Rabb Teâlâ, İbrahim Aleyhis-selâm'ı bir takım kelimelerle imtihan etmişti.)

Cenâb-ı Hakk'm kullarını imtihan etmesi hâllerini bilmek için değildir.. Zira hâllerini bilir. Belki kulların birbirlerinin hâllerini bilmeleri içindir.

İbrahim Aleyhisselâm da onları tamamen edâ etti.

Bu kelimelerin ne olduğu hakkında ihtilâf edilmiştir. İbn-i Abbas  (R.A.):

«Bu, otuz kelimedir. Onu  âyetinde, onu âyetinde ve onu  âyetinin başında ve Me'âric Sûresinde de zikredilen iyi hasletlerdir» der.

Başka bir rivayete göre de, Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'i on şeyle imtihan etmiştir. Beşi baştadır. Saçı varsa saçını iki tarafa ayırmak, bıyığını kesmek, ağzına ve burnuna su vermek ve mis­vak tutunmaktır. Beşi de bedendedir. Bunlar: Tırnak kesmek ve koltuk altı ve ön tarafını tıraş etmek, sünnet olmak ve. istincâ et­mektir.

Bir rivayete nazaran da, imtihan edilen kelimeler menâsik-i Hacdır. Allah Teâlâ: Yâ İbrahim, seni insanlara imam ettim (ki ha­yırda uyulasın) buyurdu. İbrahim: evlâdımdan da imam et, dedi. Hak Teâlâ: Yâ İbrahim! Sana ahdettiğim nübüvvet ve imamet, evlâdından zâlimlere erişmez, buyurdu. [123]

 

125 (Hatırlayın o vakti ki: biz Kâ'be'yi insanlar için merci ve emin bir yer kıldık.)

Ki her taraftan ona gelirler. Orada olana kimse taarruz et­mez. Hac ve ziyaret ederek sevâblanırlar. Hacceden Âhiret azabın­dan emin olur. Hac, önceki günâhları mahveder.

Siz de İbrahim'in makamını namazgah edinin.

O Mescid-i Harâm'da bir taştır ki, Hazret-i İbrahim, Kâ'be-i Mûkerreme'yi bina ederken onun üzerinde dururdu. Üzerinde ayak parmaklarının izi görülürdü. Zamanla çok meshedildiği için, o iz kayboldu. Veya bu, Hazret-i İbrahim'in üzerine çıkıp insan­ları Hacc'a da'vet ettiği yerdir.                                                               

Rivayet edilir ki; Resûl-ü Ekrem, Hazret-i Ömer'i elinden tutup, «İşte burası İbrahim'in makamıdır» diye göstermişti. Hazret-i Ömer: «Yâ Resûlallah, onu musalla edinelim mi?» diye sordu. Efendimiz (S.A.V.): «Onunla emrolunmadım,» buyurdu. Sonra, Güneş bat­madan, bu Âyet-i kerime nazil oldu.

Bir rivayete göre de: Bundan maksâd, Tavaf Namazıdır. Haz­ret-i Câbir, Peygamber Efendimizin, tavafı müteâkib Makam-ı İbrâhim'e giderek arkasında iki rek'at namaz kıldığını, celilini okuduğunu rivayet eder.

Maamafîh, Harem-i Şerifin her tarafı Makam-ı İbrahim'dir: Ba'züarına göre de, Hacc duraklarıdır. Musalla, ittihâz edilmesi, orada dua ve Cenâb-ı Hakk'a yakınlaşmak içindir.

İbn-i Abbas rivayet eder ki: İbrahim Aleyhisselâm, îsmâil Aleyhisselâm'la Hâcer'i Mekke'ye getirip bıraktıktan bir müddet sonra, Cürhemîler Mekke'ye gelerek yerleşmişlerdi. İsmâü, Cürhe-milerden bir kızla evlenmişti. O sırada anası Hâcer vefat etti.

İbrahim Aleyhisselâm, Şam'da oturmaktaydı. Hâcer'in vefa­tından haberdâr değildi. Hâcer'i görmek üzere, karısı Sârâ'dan izin istedi. O da izin verdi. Fakat, Mekke'de atından inmemeyi şart koştu.

İbrahim, Mekke'ye gelince, İsmail'in evini buldu. Kendisi ava gittiği için evde yalnız karısı vardı. O'na: «Bize, ne ikram edecek­sin?» diye sordu. Fakat kadın, geçim darlığından şikâyet ederek hiçbir şey ikram etmedi. İbrahim de: «Kocan geldiği vakit, O'na benden selâm söyle, kapısının eşiğini değiştirsin,»  diyerek ayrılıp gitti

îsmâil avdan dönünce, kadın, evimize bugün bir ihtiyar geldi, diye vak'ayı anlattı.

îsmâil Aleyhisselâm: «O, benim babamdır, senden ayrılmamı emretmiş.» dedi. Ve karısını boşadı. Yine Cürhemilerden başka bir kadınla evlendi.

Aradan zaman geçti. İbrahim Aleyhisselâm, yine Sârâ'nm iz­niyle ve atından inmemek şartiyle, Mekke'ye îsmâil Aleyhisselâm'ı ziyarete geldi. Tesadüfen, yine İsmail Aleyhisselâm'ı ava gitmiş buldu. Karısı kendisine et ve yoğurt ikram etti. Geçim durumla­rını sorduğu vakit de: Refah içinde  olduklarını söyledi.

Sonra kadın: «Atından in de başını yıkayayım.» diye teklif et­ti. Fakat İbrahim, atından inmedi. Giderken: «Kocana, benden se­lâm söyle, kapısının eşiğini doğru tutmuş,» diye tenbîh etti.

İsmail Aleyhisselâm avdan dönünce, karısı, gelen müsâfiri ta'-rîf ederek hâdiseyi anlattı. İsmail de: «O, benim babamdır, seninle otunnaklığımı, seni bırakmamamı emretmiş,» dedi.

Aradan zaman geçti. İbrahim Aleyhisselâm, tekrar geldi:

Oğlum îsmâil, dedi. «Allah, bana, burada bir bina yapmak-lığımı emretti. Bana yardım eder misin?»

îsmâil; - Hay hay, yardım ederim, dedi.

îkisi birlikte binanın inşâsına başladılar. İsmail taş getirip İb­rahim'e sunuyor, O da örüyordu. Bina yükselince, îsmâil Aleyhis-selâm, (Makam) denilen taşı, kolaylıkla örebilsin diye, ibrahim Aleyhisselâm'ın ayağının altına koydu. îşte bu sebebden ona Ma-kam-ı İbrahim denildi.

İbrahim ve İsmail'e: Evim Kâ'be'yi tavaf edenler, ibâdete ka­pananlar, rükû' ve sücûda varanlar için tertemiz bulundurun, di­ye emrettik.

Yabancılar için efdal olan tavaf ve Mekke sakinleri için de efdal olan salâttır, denilmiştir. [124]

 

126 (Yine hatırlayın o vakti ki, İbrahim Aleyhisselânu Yâ Rab! Burasını emîn bir belde kıl, ahâlisinden Allah Teâlâ'ya ve Âhiret Gününe îmân edenleri meyvalardan rızıklandır, diye duâ etti.)                                                                                     

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (A.S.)'in duasını kabul etti. Ve Mek­ke'yi Harem yaptı. Orada kan dökülmez; zulmedilmez; av avlan­maz; yaş otu biçilmez.

Rivayete göre Tâif, Şam şehirlerinden biri imiş. tbrâhim Aley­hisselâm'ın duası ile şimdiki yerine nakledilmiş. Bundan önce Tâ-if'in şimdiki yeri çorak ve susuzmuş.

Allah Teâlâ dedi ki- Kâfir olanı da rızıklandırınm.

İbrahim Aleyhisselâm, rızkı imamete kıyâs ederek, duasında onu ancak mü'minler için dilemişti. Fakat Hak Teâlâ, O'na tenbîh etti ki: Rızık dünyevî bir rahmettir Mü'mine de, kâfire de şâmildir.

Ben onu az bir müddet için (eceline kadar) rızıklandırınm.

Onun kalil (azlıkla) zikredilmesi şunun içindir ki, dünyâ me-tâı ne kadar çok olursa olsun, Âhiretin müebbet ni'metlerine nis-betle şübhesiz azdır.

Sonra Âhirette onu ateşle azâbederim. Orası (varacağı yer) ne kötü uğraktır. [125]

 

127 (Hani  tbrâhim  ve  İsmail Beytullah'ın  temellerini  yük­seltmişler, ve birlikte şöyle duâ etmişlerdi: Yâ Bab Bizden  (yap­tığımız binayı)   kabul buyur, ki duamızı işiten ve niyazımızı bi­len ancak Sensin.) [126]

 

128 (Yâ Rab! Bizi sana huzû, ihlâs, tâat ve tevhîd edici kü. Zürriyetimizden de Müslüman, muhlis,  muti bir ümmet halk et. Bize ibâdetimizin yollarını  (ibâdet edeceğimiz yerleri, Hacc amel­lerini)   göster. Tevbelerimizi kabul   (küçük günâhlarımızı ve zür-riyetimizin büyük günâhlarını afv)   buyur. Şübhesiz ki, tevbeleri kabul eden Rahîm sensin.)

Cenâb-ı Hak, İbrahim ve İsmail'in duasını kabul ederek, On­lara Cebrail Aleyhisselâm'ı gönderdi. Cebrail, Arefe günü ibâdet edecekleri, kurban kesecekleri yerleri kendilerine gösterdi. Sonra, «Arefte (yâni, Bildin mi?) yâ İbrahim?» dedi. O da «Evet!» dedi. Bu sebeble, o güne «Arefe» ve ibâdet yerlerine «Arafat» denildi. [127]

 

129 (Yâ Rab! Onlara (sana muti olan zürriyetimize) içlerin­den bir Peygamber gönder ki âyetlerini okusun, (Tevhid ve Nü­büvvet delillerini bildirsin), Kitab ve hikmeti öğretsin, onları şirk ve günâhlardan temizlesin. Muhakkak ki Azız ve Hakîm sensin.)

Niyaz edilen Peygamber, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendinıizdir. İbn-i Abbas (R.A.)'a göre: Bütün Peygamberler Benî İsrail'dendir. Yalnız on'u müstesnadır ki bunlar da: Nûh, Hûd, Salih, Şuâyb, Lût, İbrahim, îsmâil, îshâk, Yâkub ve Muhammendir. Salâvatullâhü ve selâmuhü aleyhim ecma'iyn. [128]

 

130 (İbrahim Aleyhisselâm'm dîn ve şerîatinden kim yüz çevirir? Meğer ki nefsini bilmiyen biri olsun. Biz, O'nu dünyâda (Nübüvvet ve hak din için) seçtik. Şübhesİz Cennette de Sâlihler dendir.)

Allah Teâlâ'dan başkasına ibâdet etmek nefsini bilmemektir. Nefsini bilmiyen, Rabbini de bilmez. Cenâb-ı Hak, Dâvûd Aley-hisselâm'a vahyetti:

«Yâ Dâvûd! Nefsini bil ki, Beni bilesin.» Dâvûd dedi ki:

«Yâ Rabbi! Nefsimi ve Seni nasıl bileyim?» Buyuruldu ki:

«Onu za'f, acz ve fena ile bil, ki Beni kuvvet, kudret ve beka ile bilesin.»                                                                                        

Abdullah bin Selâm Hazretleri, yeğenleri Seleme ve Muhâ-cir'i İslâm'a da'vet ederek:

«Cenâb-ı Hakk'm, Tevrat'ta, Ahmed isminde, îsmâiloğulların-dan bir Peygamber göndereceğim, dediğini bilmiyor musunuz? O'na îmân eden hidâyet bulur ve inkâr eden mel'ûn olur.» demiş­ti. Bunun üzerine Seleme İslâm'ı kabul etmiş, fakat Muhacir, yüz çevirmişti.  Âyet-i kerîme bu sebeble nazil olmuştu. [129]

 

131 (Rabbi, O'na: îslâm emrini verince, RabbiTâlemîn'e teslim oldum, demişti.) [130]

 

132 (Bunu İbrahim Aleyhisselâm oğullarına, Yâkûb Aleyhis-selâm da oğullarına vasiyyet etti: «Oğullarım! Allah sizin için bu dîni seçti ki dînlerin en safı, en güzîdesidir. Siz de  ancak İslâm olarak can verin, başka dinlerden sakının.»  dedi.)

Yâhûd Allah Teâlâ'ya iyi zanda bulunun, ki ölümünüz o hâlde iken vâki' olsun.

Câbir bin Abdullah CR.A.) rivayet eder; Peygamber CS.A.V.) fîfendimiz ölümünden üç gün evvel buyurmuş ki:

«Sizden biriniz ecel geldiği vakit, Allah Teâlâ'ya iyi zan etsin.»

İbrahim Aleyhisselâm'ın dört oğlu vardı: tsmâü, îshâk, Med-yen, Medayn. Bir rivayete göre de sekiz veya on dört oğlu olmuştu.

Yâkûb Aleyhisselâm'ın oğulları da oniki idi: Rubin, Şem'ujn, Lâvi, Yahuzâ, Yeşşuhuz, Zebulun, Zevana, Teftuna, Kevza, Uşir, Bünyamin, Yûsuf.

Yahudilerin Peygamberimize: «Bilmiyor musun Yâkûb (A.S.) ölürken oğullarına Yahudiliği vasiyyet etmişti.» demeleri üzerine şu âyet indi: [131]

 

133 (Yoksa, Yâküb'a ölüm yaklaştığı vakit siz hazır mı idi­niz. Oğullarına demişti ki: Ölümüm yaklaştı, benden sonra neye ibâdet edeceksiniz? Dediler ki: Senin ve babaların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın Allah'ı olan tek Allah'a ibâdet ederiz. Biz, O'nu tevhîd-de muhlisleriz.) [132]

 

134 (Onlar bir ümmetti ki geçtiler. İşlediklerinden onların ve  sizin kazancınız  sizindir.  Onların  amellerinden  sorulacak de­ğilsiniz.)

Yâni, onlarm işledikleri seyyielerden muaheze edilmezsiniz. İşledikleri hasenelerden sevâblanmıyacağımz gibi... Nebilere ve Allah'ın velî kullarına intisabınız onların amellerinden fayda­lanmayı icâbetmez. Belki faydalanmanız onlara ittibâ etmekle olur. Bu sebebledir ki: Peygamber  (S.A.V.)  Efendimiz:

«Ey Hâşim oğulları! Kıyamet Günü, insanlar bana sâlih amel­lerle geldiği vakit, siz bana mücerred intisâbla gelmemelisiniz. Zi­ra, bana ittibâ etmediğiniz takdirde, bunun size faydası olmaz.» buyurmuşlardır. [133]

 

135 (Yahudiler  ve  Nasrânîler,   ayrı  ayrı,   İslâmlara  dediler ki: Bizim dinimize girin ki hidâyete eresinîz.)

Islâmiyetin ilk senelerinde din hususunda Yahudiler de, Hı­ristiyanlar da Müslümanlara şiddetli bir düşmanlık göstermişlerdi. Yahudiler:

«Bizim Peygamberimiz Mûsâ Aleyhisselâm, Peygamberlerin üstünüdür. Kitabımız Tevrat da Öyle. Dinimiz, dînlerin efdalidir.» demişlerdi. Bu suretle îsâ'ya ve İncil'e, Muhammed Aleyhisselâm'a ve Kur'ân'a kâfir oldular.

Keza Nasrânîler de:

«Bizim Peygamberimiz îsâ Aleyhisselâm, Peygamberlerin üs­tünüdür. Kitabımız İncil de öyle. Dînimiz, dînlerin efdalidir.» de­mişlerdi. Onlar da, Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'ân'a kâfir ol­dular. Ve her iki ümmet, Müslümanlara:

«Bizim dînimize girin, zîrâ dîn, bizim dînimizdir.»  derlerdi.

Yâ Muhammed! de ki: Hayır, biz, muvahhid, pâk olan İbra­him dînine tâbiiz. O, müşriklerden değildi.

Bu Âyet-i kerîmede Kitâb Ehlinin kâfirlerine tariz vardır. On­lar, İbrahim Dîninden oldukları iddiâsındaydılar. Halbuki şirkte ısrar ediyorlardı. Cenâb-ı Hak, onlara îmân yolunu öğretmek için buyurdu ki: [134]

 

136 (Deyiniz ki: Biz, Allah Teâlâ'ya, bize inen Kitâb'a (Kur'­ân'a), İbrahim, İsmail, îshâk, Yâkûb ve oğullarına indirilene, Mû-sâ'ya verilen Tevrat'a ve îsâ'ya verilen İncil'e ve bütün Peygam­berlere verilen mu'cize ve Kitâbların hepsine îmân ettik. Onlardan hiç birinin arasını îmânda tefrik etmeyiz. Allah Tealâ'yı tevhde muhlisleriz.)

Zîrâ Yahudiler ve Nasrânîler, ba'zısına îmân ve ba'zısına kü­fürle Peygamberleri birbirinden ayırdediyorlardı. Hepsini tasdik, mü'minlere vâcibdir. [135]

 

137 (Eğer Yahudiler ve Nasrânîler, sizin îmân ettiğiniz şeye imân ederlerse, dalâletten hidâyete ererler. Ve eğer Muhammed Aleyhisselâm'a, Kur'ân'a ve bütün Peygamberlere îmândan yüz çevirirlerse, bil ki, ayrılık ve düşmanlık içindedirler.)

Yâ Muhammed! Allah, Senin nâmına onlara yeter. Allah, on­ların kavillerim işitir ve hâllerini bilir.

Gerçekten O'nun nâmına Cenâb-ı Hak kâfirlere yetmişti; Ya­hudi'lerden Kurayza'yı tepelemiş; Nadîr'i de vatanından sürgün etmiş; ve her iki tarafı cizye denilen vergiye bağlamıştı. [136]

 

138 (Allah'ın boyasiyle boyandık, ki maksâd dînidir. Kim Allah'ın boyasından daha güzel şeyle boyanabilir? Biz, ancak O'-na ibâdet edenleriz.)

Ba'zılanna göre, boya'dan kasdedilen hıtan'dor. Sahibini kana boyar. Fakat İbn-i Abbas (R.A.)'a nazaran, kandan kasdolunan, eskilerin «Ma'müdî» dedikleri Hıristiyanların vaftiz suyudur. Hı-. ristiyanlar, doğumundan yedi gün sonra çocuğu bir sarı suya ba­tırırlar ve güya bu suretle O'nu temizlerler. Âyet-i kerîme, bu ha­reketin ma'nâsızlığını belirtmektedir. Eğer onlar, vücûdlarını bo-yuyorlar ve bunu bir temizlik addediyorlarsa, siz de nefislerinizi îmân boyası ile boyayın, onu şirk ve küfürden temizleyin. Asıl ve gerçek olan taharet budur. [137]

 

139  (Yâ Muhammed!  De  ki:   Allah Teâlâ'nm   sânında   (ve Araptan Peygamber seçilmesi hususunda) bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Halbuki O» bize ve size Rab olmakta müsavidir. (Kullarından dilediğini rahmete muhtas kılar. Kimsenin ona hük­mü ve saltanatı yoktur.) Biz kendi amellerimizle cezalanırız, siz de kendi                                                                                                Yahûdî ve Nasrânîler: «Peygamberler bizden ve bizim dînl mizdendiler; dînde biz, sizden eskiyiz ve Cenâb-ı Hak indinde de­ğerimiz vardır; yâ Muhammed, eğer sen Peygamber olsaydın biz­den olurdun.» dediler. Bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nazil ol­muştu. [138]

 

140 (Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshâk, Yâkûb ve oğulları Yahûdî veya Nasrânî miydi diyorsunuz? De ki: Onların dinini sîz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah Teâlâ mı?)

Cenâb-ı Hak:

«İbrahim Aleyhisselâm Yahûdî ve Nasrânî değildi, belki mu-vahhid, pâk bir Müslümandı» (Âli İmrân Sûresi; Âyet; 67) diye bu Peygamberlerin kıssalarını hikâye ederek Müslüman oldukla­rını haber vermiştir.

Allah'ın şahadet ettiği bir hakikati bilerek gizliyenden da­ha zâlim kim olabilir?

Yânı, Allah Teâlâ'nui; tbrâhim ve oğullarının Nasrânî ve Ya­hûdî olmadığına, belki muvahhid ve pâk bir Müslüman olduğuna ve Muhammed Aleyhisselâm'm, Kitablarında zikredilen risâleti-ne dâir şahadetini gizliyen Kitab Ehlinden daha zâlim kim vardır?

Allah, onların yaptıklarından gaafil değildir (Kıyamet Gü­nü cezalarını verir).

Bu âyet-i kerîme'de zâlime va'd ve mazluma teselli vardır. [139]

 

141 (Onlar, bir ümmetti ki geçtiler. İşlediklerinden onların kazancı onların ve sizin kazancınız sizindir. Amellerinden siz so­rulacak değilsiniz.) [140]

 

142 (İnsanların bilmiyenleri, Muhammed ve ashabını Kıble­lerinden çeviren sebeb ne diyecekler. De ki: Doğu da, Batı da Al­lah'ındır   (O'nun mülküdür).   Kullarından dilediğini   seçtiği Dîne hidâyet eder.)

O'na i'tirâz edüemez. Dilerse Beyt'ül-Makdîs'e, dilerse Kâbe­ye yöneltir.

Kıble, Beyt'ül-Makdîs'den Kâ'be'ye çevrildiği vakit, Mekke müşrikleri, Muhammed, emirlerinde tereddüd eder oldu. Doğdu­ğu yerin hasretinden ona döndü. Yakında dîninize de döner, de­mişlerdi.

Yahudiler de Muâz ibn-i Cebel (R.A.)'e:

«Muhammed bizim Kıblemizi hasedinden terketti. O da bili­yor ki, bizim Kıblemiz, Peygamberlerin Kıblesidir. Biz hak ve adli gözetenlerdeniz»  demişlerdi.

Muâz, «Hayır!» demişti, «Belki hak ve adi üzere olan biziz.»

Bunun üzerine Allah Teâlâ buyurdu ki: [141]

 

143 (İbrahim ve zürriyetini seçtiğimiz gibi, sizi de vasat (yâ­ni hayırlı, âdil, güzide)  bir ümmet kıldık.)

Bununla istidlal edilir ki, bu ümmet, islâm ümmeti, sair üm­metlerin hayırhsıdır. İttifak ettikleri şey, hüccet olur. Zîrâ ittifak ettikleri şey bâtıl olmuş olsaydı, o zaman adaletle vasıf landırıl-maları sahih olmazdı.

Tâ ki (Kıyamet Günü, Peygamberlerin kendilerine indirilen vahyi ümmetlerine tebliğ ettiklerini kâfirler inkâr ettikleri vakit) gâhid olasınız. Muhammed Aleyhisselâm da - üzerinize şâhid ol­sun.

Rivayet edildiğine göre: Hak celle ve alâ, önce gelenleri de, sonra gelenleri de bir yere toplayacak. Ümmetlerin kâfirlerine di­yecek ki.

«Size azabımdan korkutan kimse gelmedi mi?»

Kâfirler: «Bize ne rahmetinle müjdeci ve ne azabınla korku­tucu gelmedi!» diye cevâb verecekler.

Hak Teâlâ,  sonra Peygamberlere dönecek. Peygamberler:

«Yâ Rabbi! Biz onlara âyetlerini tebliğ ettik» diyecekler.

Delil istendiği zaman da ümmet-i Muhammedi şâhid göstere­cekler. Onlar da:

«Yâ Rab! Peygamberlerinin her biri vahyini tebliğ etmişlerdi» diye şahadet edecekler.

Bunun üzerine eski ümmetler:

«Bu ümmet, bizden sonra gelmişken, nasıl olur da hâlimizi bi­lir?» diye i'tirâz edince, ümmet-i Muhammed:

«Bize Peygamber gönderdin, Kur'ân'mı indirdin. Ve bize Pey­gamberlerinin vahiylerini ümmetlerine tebliğ ettiğini haber ver­din. Sen, verdiğin haberlerde doğrucusun»  diyecek.

Müteakiben Muhammed Aleyhisselâm getirilecek. Ve O'na ümmetinden sorulacak. O da, o zaman onların doğruluğuna şa­hadet edecek.

Biz Kâ'be'yi ancak Resûl'e ittibâ edeni, O'na ittibâ etmeyip irtidâd eden (İslâm'dan dönen) den ayırdetmek için Kıble kıldık.

Yâhûd, o iki sınıf hakkındaki ezelî ilmimizi belli etmek iste­dik ki, bir kavim dalâlet ve diğeri hidâyette kalacaktı. Filhakika, Kıble Beyt'ü-Makdîs'den Kâ'be'ye tahvil edilince, İslâm'dan bir kı­sım, Yahudiliğe dönmüşlerdi. Zîrâ, «Muhammed, babalarının Dî­nine döndü» demişlerdi.

Gerçi, Kıble'nin tahvili, çok ağır ve çetindir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği, doğru yola ilettiği kimseler hakkında değil. Allah sizin (Kıble'nin tahvilinden önce, Beyt'ü-Makdis'e yönelerek) kıl­dığınız namazı kabul eder, zayi' etmez. Zîrâ, Allah'ın insanlara merhameti boldur, (ecirlerini verir,) ziyâde esirgeyicidir (günâh­larını yarlıgar, rızıklarını gönderir.)

Rivayet edilir ki: Kıble, Beyt'il-Makdîs'den Kâ'be'ye tahvil edil­diği vakit, Yahudiler Müslümanlara: «Beyt'il-Makdîs'e dönerek kıl­dığınız namazları söyleyin. Eğer o hidâyet idiyse, hidâyetten dön­müş oldunuz. Eğer dalâlet idiyse, dalâleti dîn edinmiştiniz, ki o za­man Ölenleriniz, dalâletteyken ölmüş oldular.» demişlerdi.

Filhakika, nice kimseler, Kâ'be'nin tahvilinden önce vefat et­mişti. Her ne kadar Müslümanlar:

«Hidâyet,. Allah'ın emirlerine uymak, dalâlet de uymamaktır. diye cevâb vermişlerse de yine Cenâb-ı Peygambere:

«Beyt'il-Makdîs'e yönelerek ibâdet edip de vefat edenlerin na­mazları gerçekten sahîh değil midir?» diye sormuşlardı. İşte bunun üzerine nazil olan bu Âyet-i kerîme, bu tereddüdü izâle ve o id­diayı reddetmektedir. [142]

 

144 (Yâ Muhammedi  Biz,   senin  semâya doğru   tereddütle baktığını biliyor ve görüyoruz. Bu sebeble seni mutlaka sevdiğin ve dilediğin Kıble'ye döndüreceğiz. Öyle ise, yüzünü Mescid-i Ha-râm'a doğru çevir.)

Efendimiz (S.A.V.), Medine'ye hicret buyurduktan sonra on altı ay kadar namazda Beyt'il Makdis'i Kıble edinmişti. Bir gün ashabı ile birlikte Beni Seleme mescidinde öğlenin iki rek'atini kıldıktan sonra, namazda iken bu Âyet-i kerîme nazil olmuş ve Kâ'be'ye yönelmişlerdi. Bu sebeble, Benî Seleme mescidine Mes-cîd-i Kıbleteyn denilmiştir.

 (Karada, denizde) Her nerede olursanız, olun, namaz kılar­ken yüzlerinizi o tarafa çevirin. Kendilerine Kitâb verilenler, Kible'nin Kâ'be'ye tahvilinin Allah Teâlâ'dan olduğunu bilirler. Allah, onların yaptıklarından gaafil değildir.)

Ey mü'minler, size onun sevabını verir. Sizin de ey Yahudiler, kötü hâllerinizden gaafil değildir. Dünyâda ve Âhirette size ceza­nızı verecektir.

Bu sefer, Yahudiler ve Nasrâniler:

«Bari bize bunun doğruluğuna dâir bir delil getirseydin» de­diler.

Buyuruldu ki: [143]

 

145 (Yâ Muhammedi Vallahi, sen Ehl-i Kitâb'a bütün hüc­cetleri getirsen  (Yahûdî ve Nasrânüere, Kıble'nin Kâ'be olduğuna dâir bir burhanla gelsen)  onlar, senin Kıblen'e tâbi olmazlar. Sen de onların Kıblesine tâbi' olmazsın. Onların bir kısmı, diğer kısmın Kıblesine de uymaz. (Zîrâ her biri kendi Dîninin hak olduğuna ina­nır, böyle iken, sana ittibâ edip Kıble'ne yönelerek namaz kılma­larını nasıl ümid edebilirsin?) Eğer, Dînin hak ve Kâ'be'nin Kıble olduğu bejli olduktan sonra (bilfarz) onların heveslerine uyacak, olursan, bu takdirde zâlimlerden olursun.) [144]

 

146 (Kendilerine Kitâb verdiklerimizin âlimleri, oğullarını tanıdıkları gibi Muhammed Aleyhisselâm'ı tanırlar. Böyle iken iç­lerinden bir kısmı, mahzâ inadlarmdan, bile bile hakkı gizlerler.)

Bu Âyet-i kerîme nazil olduğu vakit, Ömer ibn-i Hattâb, Ab­dullah bin Selâm'a dedi ki:

«Resûl-ü Ekrem hakkında bana bildiğini anlat.»

Abdullah:

«Yâ Ömer!» dedi. «Ben O'nu gördüğüm vakit, oğlumu tanıdı­ğım gibi tanıdım, belki ondan da ziyâde... Zîrâ Cenâb-ı Hak, O'nun Tevrat'ta vasıflarını zikretmişti. Fakat oğlum, ihtimâl ki annesi hıyanet etmiştir.» [145]

 

147 (O hak, Rabbindendir. Sakın şübhe edicilerden olma. ) [146]

 

148 (Her ümmetin bir Kıblesi vardır. Allah Teâlâ onu, ona döndürür. Artık sür'at ve gayretle tâate başlayın. Siz ve düşman­larınız nerede olursanız olunuz, Allah, Kıyamet Günü sizi Mahşer yerinde toplar. Allah, her şeye kaadirdir.)

Sizi öldürmeye, diriltmeye ve toplamaya da kaadirdir. [147]

 

149 (Nereden   yola  çıksan,   namaz   kıldığın   vakit,    yüzünü Meseid-i Harâm'a doğru çevir. Namazında Kâ'be'ye yönelme emri Rabbinden haktır. Allah, yaptıklarınızdan gaafil değildir.) [148]

 

150 (Evet)  Nereden yola çıksan, namaz kıldığın vakit, yü­zünü Mescİd-i Harâm'a doğru çevir. Her nerede  olsanız, yüzleri­nizi o tarafa yöneltin. Tâ ki Yahudilerin aleyhinize delilleri olma­sın (İbrahim'in Dîninden olduğunuz hâlde niçin onun Kıblesi olan Kâ'be'yi terkettiniz demesinler. Mekke müşriklerinin de  aleyhini­ze  delilleri  olmasın.  Muhammed  Aleyhisselâm,  niçin  ceddi  îbrâ-him'in  Kıblesini  bırakıp  da  Yahudilerin  Kıblesine  değişti  deme­sinler.)   Ancak   onların   zâlimleri   müstesna!   Onlar   inadlarından; «Muhammed, o Kıble'ye sâdece babalarının dînine meyi ettiği için döndü" derler. Yâni bunlardan başka sizin aleyhinize söz eden ol­maz. Artık onlardan korkmayın. Belki benden korkun   (da emri­me muhalefet etmeyin)  tâ ki size ni'metimi tamamlıyayım ve tâ ki dalâletten, hidâyete erişesiniz.

Hadis-i Şerif de:

«Ni'metin  tamâmı  Cennet'e   dâhil  olmaktır.»   buyuruhnuştur.

Hazret-i Ali (R.A.) de:

«Ni'metin tamâmı İslâm olarak can vermektir.» der. [149]

 

151 (Nasıl ki içinizden, size âyetlerimizi okur (Kur'ân'ı ti­lâvet eder), sizi küfür ve günâhlardan temizler, size Kitabı, hik­meti öğretir, size bilmediğiniz şerâyi' ve ahkâmı ta'lîm ©der bir Peygamber gönderdik. ) [150]

 

152 (Siz, Beni (tâatle) anın ki, Ben de sizi anayım. (Siz, Beni ni'met ve bolluk içinde anın, ki Ben de sizi şiddet ve belâda ana­yım.) Ve Bana tâatle şükredin, ma'siyetle küfrân etmeyin.)

Zîrâ, O'na itaat eden şükür üzere, ve isyan eden küfür üzere­dir.

Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz diyor ki:

«Hak celle ve alâ (Ben, Beni zikreden, dudakları, Beni zikirle kımıldanan kulumla beraberim)  buyurdu.»

Bir gün bir A'râbî, Resûl-ü Ekrem  (S.A.V.) Efendimize:  «Yâ Resûlullah:  Amellerin   hangisi   efdaldir?»    diye   sormuş. Efendimiz (S.A.V.):

«Dünyâdan ayrılışın, Zikrullahtan dilin yaşlı olduğu hâlde ol­maktır» buyurmuşlardır. [151]

 

153 (Ey mü'minîer! Allah Teâlâ'dan  (günâhlardan ve nefsin haz duyduğu şeylerden)   sabırla ve   (ibâdetlerin temeli olan)   na­mazla yardım isteyin. Şübhe yok ki, Allah sabredenlerle beraber­dir.)

Sabır ve namaz zikredilerek tahsis edilmiştir. Zîrâ sabır, bâtı­nı amellerin en çetinidir. Namaz da zahirî amellerin en çetinidir, ki kendisinde tâatlerin çoğunu toplar. [152]

 

154 (Allah yolunda katlolunanlar için «Ölüler» demeyiniz. Belki onlar diridirler, ama siz onların hayâtlarının keyfiyetini bil­mezsiniz. )

Hasan Basrî'den rivayet edildiğine görei Şehîdler, Allah in­dinde, diridirler. Rızıkları ruhlarına verilir; ve bundan onlara fe­rahlık erişir; Firavun oğullarının ruhlarına sabah akşam ateş ye­rilmesi gibi ki,  onlara bundan acılık ve  hüzün  gelir.

Bu Âyet-i kerîme, Bedir şehîdleri için nazil olmuştur, ki on dört kişiydiler. Altısı Muhacirinden ve sekizi Ensâr'dandı. «Falan öldü, dünyânın ni'met ve lezzeti de ondan kaybolup gitti.» dediler. Fa­kat Hak Teâlâ, onlara «Ölü» denilmesini menetti. Zira onlar, hük­men diri gibidir, ki sevâbları Kıyamet Gününe" kadar câri olur. [153]

 

155 (Sizleri biraz korku, açlık, mal, can ve mahsûl eksikliği ile mutlaka imtihan edeceğiz.   (Tâ ki itaat edeni,  isyan edenden ayırdedelim. Yoksa bilmediğimizi bilmek için değil).

Yâhûd düşman korkusu veya Allah korkusu ile. Kıtlık veya Ramazan orucu ile. Malını yok ,etmek veya ziyana uğratmakla. Ze­kât veya sadaka ile. Ölüm, hastalık veya ihtiyarlıkla. Mahsûle, hastalık vermekle  veya evlâd  ölümiyle  deneyeceğiz.

Evlâd, kalbin semeresidir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz bu­yuruyor ki: Ne zaman bir kimsenin evlâdı vefat ederse, Cenâb-ı Hak, Melâikeye der ki:

«Kulumun evlâdını, kalbinin semeresini kabzettiniz mi?» Meâlike:

«Evet yâ Rabbi!» derler. Hak Teâlâ sorar:

«Kulum, buna karşılık ne dedi?» Melâike der ki:

«Yâ Rab! Sana ha m d etti ve inna ve innâ ileyhi râci ûn, dedi.» O zaman Cenâb-ı Hak:

«Bu kulum için Cennet'te bir köşk yapın ve adını Hamd Köş­kü koyun.» buyurur.

Yâ  Muhammedi  Belâya  ve  ezaya sabredenleri  müjdele! [154]

 

156 (Onlar ki bir musibete  uğradıkları  vakit:   «înna lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn = Biz Allah'ın kullarıyız, ancak O'na döne­riz,   (musibetlerine razıyız)   derler.)

Musibet umûmîdir. Herkese gelebilir. Hadis-i şerifte Duyurul­duğuna göre; «Ne ki mü'mine ezâ verirse, o musibettir.»

Fakat sabır, yalnız dille istircâ, yâni bir musibete uğradığın­da «İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râçj'ûn» demek değildir. Belki, kal­ben de gelen musibete rızâ gösterilmelidir. Yaradılışını ve niha­yet Cenâb-ı^ Hakk'a döneceğini, elinden almanla bırakılan ni'met-îeri mukayese ederek düşünmelidir ki, uğradığı musibetin şidde­tini kolaylıkla gidermiş olsun.

Said bin Cübeyr  (R.A.)  der ki:

«Musibete karşı bu ümmete verilen güzel haslet, hiçbir üm­mete verilmemiştir, ki o istircâdır.  Eğer evvelce  verilmiş olsaydı,

Ya'kûb Aleyhisselâm'a verilirdi. İşitmedin mi ki, Yûsuf'u kaybet­tiği vakit «Yâ esefâ alâ Yûsuf»   (Ah Yûsuf'um!)» demişti. [155]

 

157 (İşte onlara (bu vasıfta; bulunan kimselere) Rablerin-den tezkiye, gufran, lütuf ve ihsan vardır. Hidâyete erdirilenler de bunlardır.  (Dünyâ ve Âhiret saadetine ihtida olunmuşlardır.)

Şu sebeble, ki musibete istircâ ederler; Allah Teâlâ'mn kaza­sına rızâ gösterirler.

Ebû Hüreyre (R.A.) rivayet ediyor. Efendimiz (S.A.V.) buyur­muş ki:

«Kim bir musibete uğrarsa, velev bir diken batsa bile, Cenâb-ı Hak onun günâhlarını örter, mahveder.»

Yine Ebû Hüreyre   (R.A.)   rivayet ediyor:

Bir kadın Peygamber Efendimize geldi. Gözlerinden rahatsız­dı. Dedi ki: «Yâ Resûlallah! Bana dua et ki, Cenâb-ı Hak afiyet versin. Efendimiz buyurdu:

«İstersen.Cenâb-ı Hakk'a duâ edeyim, afiyet bul, dilersen sab­ret, Kıyamet Günü hesâbtan kurtul.»

Kadın: «Sabredeyim, tâ ki hesâbtan kurtulayım» dedi.

Peygamber Efendimiz:

«Mü'min, kendisine bir hayır erdiği vakit Cenâb-ı Hakk'a hamd-ü şükür eder? bir musibete uğradığı vakit de yine Cenâb-ı Hakk'a bamdedip belâya sabreder.» buyurmuşlarda. [156]

 

158  (Safa ile Merve Allah'ın nişânelerindendir.)

Safa ile Merve, Mekke'de iki ma'rûf tepedir. Hac menâsikin-dendir. Rivayet edilir ki: Câhiliyyet devrinde Safa'da İsaf adlı bir put, Merve'de de Naile adlı diğer bir put vardı. Müşrikler bunla­rın arasmda tavaf eder, ve bunları meshe derlerdi. İslâm gelip de putları kırdıktan sonra Müslümanlar Safa ile Merve arasında ta­vaftan çekindiler. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu. «Korkmayın,  bunda  günâh  yoktur.»   denilerek, izin  verildi.

Her kini Hac veya Umre niyyetiyle Beyt-i Şerîf' i ziyaret ederse, bunları tavaf etmesinde  günâh yoktur.

Ulemâ Safa ile Merve arasındaki sa'yin (gidip gelmenin) hük­münde ihtilâf etmişlerdir. İmâm Ahmed'e göre sünnettir. İbn-i Abbas(R.A) ile Enes (R.A.) nın kavilleri de budur. İmâm A'zam vâ-cib olduğunu söylemiştir. İmâm Mâlik ile Şafiî'ye göre ise rükün­dür,                 ;

Kim, bir hayır işlerse şübhe yok ki Allah, tâ a tinin sevabını verir, Ona bir şey gizli kalmaz, hepsini bilir.) [157]

 

159 (Tevrat'ta  insanlara  beyân  ettikten  sonra  indirdiğimiz (recm âyeti gibi)  beyyîneleri ve hidâyeti gizliyenler yok mu? İşte Onlara,  Allah lâ'net eder,  Melâike,  ins ve cin de lâ'net eder. [158]

 

160 (Ancak tevbe edenler, amellerini ıslâh edenler ve gizle­diklerini  açıklıyanlar  başka.  Ben, onların  tevbelerini  kabul  eder ve günâhlarından geçerim. Ben, tevbeyi çok kabul eden, bağışla­yanım.) [159]

 

162 (Onlar, o lâ'net ve ateşte  daimî olarak kalırlar, Azâb lari  hafifletilmez.  Onlara mühlet  verilmez   Cveyâ  i'tizâr  etmeleri beklenilmez,   yâhûd   rahmetle   onlara   bakılmaz.) [160]

 

163 (Hepinizin ilâhı, ma'bûd-ü bilhak, birdir. O'ndan başka ilâh yoktur. Bütün ni'metleri veren Rahman O'dur.  (Âhiret'te has­saten mü'minlere rahmet edici)   Rahîm de O'dur.)

Kureyş müşrikleri:

«Yâ Muhammedi Bize Rabbini vasfet.» demişlerdi. Bu sebeb-le bu Âyet-i kerîme ve İhlâs Sûresi nazil oldu.

Sonra da:

«Muhammed, bize ilâhınız tek ilâhtır, diyor, bize bir âyet ge­tirsin ki, doğruluğunu bilelim» dediler. Bunun üzerine de aşağıda­ki Âyet-i kerîme nazil oldu. [161]

 

164 (Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün bir­birini tâkib etmesinde, insanlara yararlı şeylerle deniz üstünde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de onunla kurumuş toprakları diriltip, üzerinde her çeşit mahlûkâtı yaydığı suda, rüz­gârları her taraftan estirmesinde, gökle yer arasında nıüsehhar bulutta, şübhesiz hep bunlarda, akıllı olan bir ümmet için elbette Allah'ın birliğine âyetler vardır.)

Peygamber  (S.A.V.)  Efendimiz:

«Yazık o kimseye ki, bu âyeti okuyup da üzerinde durmasın, ma'nâsım düşünmesini» buyurmuşlardır.

 (Amma âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olan yok mu, işte Allah'ın lâ'neti, Meleklerin lâ'neti, insan­ların lâ'ııeti hep onların üstünedir.) [162]

 

165 (Ba'zi insanlar, Allah Teâlâ'dan gayriyi ibâdet hususun­da O'na eş ittihâz ederler. Onlar, onları Allah gibi severler.  (Al­lah Teâlâ'ya tâzîm ve itaatleri gibi, ki bu sevgi ve itaatte bir fark gözetmezler).

îmân edenler ise, Allah'a sevgilerinde onlardan daha titiz ve sabittirler.

O'ndan gayrisini seçmezler. Fakat müşrikler, bir puta tutunup da ne zaman daha iyisini görürlerse, birincisini bırakıverirler.

Katâde der ki:

«Kâfir, bir musibete uğradığı vakit mabudundan yüz çevirip, Allah'a döner.  Ama mü'min,  sevinçli zamanında da,  sıkıntılı an­larında da,  varlıkta da , yoklukta da Allah Teâlâ'dan yüz çevir­mez.  Müminlerin,  Allah'a olan sevgileri kuvvetlidir.

Yâ Muhammedi O zulmedenler, azâb görecekleri vakit, bü­tün kuvvetin ancak Allah'ta olduğunu, Allah'ın da azabının şid­detli bulunduğunu görseydiler...

Allah'a eş tutmanın faydası olmadığını düşünüp, son derece pişman olurlardı. Allah'tan gayri kimseden fayda ve zarar gelmiyeceğini anlarlardı. [163]

 

166 (O vakit Allah'ın  azabını görerek,  metbû  olanlar tâbi* olanlardan teberrî ederler. Ve  aralarındaki bağlar kesilir.) [164]

 

167 (Tâbîler de: Eğer tekrar dünyâya dönseydik, şimdi on­lar bizden teberrî ettiği gibi, biz de onlardan teberrî ederdik, di­yecekler. Böylece Allah, onlara (azâb gösterdiği gibi) amellerini ardı arası kesilmiyecek pişmanlıklar suretinde gösterecek. (İşle­dikleri seyyieleri görüp biz niçin bunları işlemişiz veya hasene-lerden terkettiklerini görüp neden işlememişiz, diye nedamet du­yacaklar. Veya onlara Cennet ve Cennetteki yerleri gösterilecek, eğer Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olsaydınız, siz de buraya girecek­tiniz, denildikten sonra, ateşe bırakılınca, sapkınlıklarından du­yacakları pişmanlık nihayetsiz olacak.) Halbuki o ateşten çıka­cak değillerdir.) [165]

 

168 ( Ey insanlar! Yeryüzünde olan- şeylerin ba'zısını (ki şer'in haram kılmadıklarıdır)  helâl, pak olarak yeyin.)

Sahibi olmayan ma'denler, ihya edilen sâhibsiz arazîde yetiş­tirilen mahsûl, muharebe meydanında düşmandan elde edilen ganîmet, zekât, başkasından bir mukaveleye istinaden edinilen fay­dalanma, hibe olunan mal, mîrâs ilh...  helâl  olan  şeylerdir.

Yenilmesi helâl ve fakat pis, temizliği şübheli şeylerden de sakınmak gerekir. Hele haram olması ihtimâli bulunan şeylere el sürülmemelidir. Bir hak iddiası bahis mevzuu olabilecek yiyecek­ler bu cümledendir.                      

Fakat Şeytan'ın adımlarına uymayın (i2inden gitmeyin). Çünkü O, size apaçık bir düşmandır.

Şeytan'ın adımlarından nıürâd, ma'siyet işlemeye edilen ne­zirdir. Bir yiyecek veya giyeceği nefsine haram edene,  o haram olmuş, olmaz.

Bir adam İbn-i Mes'ûd (R.A.)'a; nefsine sığır eti yemeyi ha­ram ettiğini söylemiş, O da: «Bu hareketinle Şeytan'ın izinde git­miş  oluyorsun, git  ondan ye ve keffâret  ver!»  demiştir.

fbn-i Abbas (R.A.) da: «Öfke hâlinde edilen yemîn veya nezir Şeytan'ın adımlarına uymaktır; keffâreti, keffâret-i yemindir.» der. [166]

 

169 (O Şeytan, sizi ancak kötülüğe, hayâsızlığa teşvik ve Allah Teâlâ hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi telkin eder.)

Kötülük demek, akim hoş görmediği ve şerîatin fena gördüğü şeylerdir. [167]

 

170 (Ne  zaman  onlara,   «Alîah  Teâlâ'nın  indirdiği Kur'ân'a uyun»  denilse,  derler ki:   «Hayır, biz haram ve  helâlda babaları­mızı neyin üzerinde bulduksa ona uyarız.»  Babaları bir şeye akü erdiremez ve doğru yola gitmese   de   (yine onlara   ittibâ ederler miydi?) 

Bu Âyet-i kerime taklitten men'e delildir. [168]

 

171 (O kâfirlerin hâli, bağırıp  çağırmadan   başka  bir  şey işitmeyen hayvanlara durmayıp haykıran bir çobanın hâline ben­zer. Onlar, sanki sağırdırlar (Hakk'ı işitmezler); dilsizdirler,  (Hak-k'ı söylemezler); kördürler, doğru yolu görmezler.  (Kur'ân'm öğüt­lerinden  bir şey anlamazlar). [169]

 

172 (Ey  mü'minler!   Size   verdiğimizin   helâlmdan   yeyin   ve eğer Allah'a ibâdet ederseniz ona şükredin!)

Zira ibâdetin tamâmı şükürledir. [170]

 

173 (Size ancak eti yenen hayvanların boğazlanmadan öl­müşünü, kanı, hınzır etini ve Allah'dan başkası adına boğazlananı haram kıldı. Fakat kim bunlardan (aynı çaresizlik içinde buluna­na tecâvüz ederek zâlim olmamak ve yiyeceği açlığını giderecek kadarını geçmemek şartiyle) yemek ıztırânnda kalırsa günâhı yoktur. Allah, mağfiret edici ve esirgeyicidir.)

Boğazlanmadan yalnız balık ve icâbı hâlde çekirge yenilebi­lir. Hınzırın ise her uzvu haramdır. Diğer a'zâsı da eti gibidir. konuşmaz (onlara merhametle bakmaz, sevinecekleri şeyler söy­lemez, belki sözleri teybin olunur) ve onları günâhlarından te­mizlemez. Onlara elîm bir azâb vardır.

Bu Âyet-i kerîme, Yahudi âlimleri hakkında nazil olmuştur. Menfaatlerinin kaybolması ihtimâlini düşünerek Yahudi âlimleri, Resûl-ü Ekrem'in Tevrat'ta yazılı vasıflarını tahrif etmişler, bil-miyenler, Efendimizi, yapılan ta'rîfe uygun bulmadıkları için îmân etmekten kaçınmışlardır. [171]

 

175 (Onlar hidâyeti, dalâletle; mağfireti, azâbla değiştiler. Onlar ne de ateşe sabırlı şeylermiş!.) [172]

 

176 (Onlara bu azâb, Allah Teâlâ'mn indirdiği Kitâb'ı in­kâr ve ketmederek hak yolundan ayrılmaları yüzündendir. Onlar ki Kitâb üzerinde, (bir kısmma inanıp, bir kısmına inanmamak suretiyle) ihtilâf etmişlerdir, haktan uzak bir ayrılık içindedir­ler.) [173]

 

177 (İyilik,  yüzlerinizi  doğu  ve  batı  taraflarına  çevirmek değildir.)

Bu Âyetin kime hitâb ettiği. ihtilaflıdır. Ba'züanna göre; kasdedilen Yahudiler ve Nasranîlerdir. İbâdetlerini Yahudiler batı­ya, Beyt'ül-Makdîs'e doğru, Nasrânîler de doğuya doğru yönele­rek ediyorlardı. Her ikisi de, bu hususta yaptıklarının doğrulu­ğuna kaaildi. Bu Âyetle, iyilik ve hayrın, onların din ve ilminin gayri olduğu haber verilmiştir,

Ba'zıiarma göre de: Hitâb edilen nıü'minlerdir. îslâmiyetin ük senelerinde, imân edenler, namazı ne tarafa kılarlarsa kılsınlar, vefat ettiklerinde Cennet onlara vâcib olurdu. Vaktâ ki Resûl-ü Ekrem, Medine'ye hicret etmiş, farzlar ve hükümler nazil olmuş, bu arada Kıble de Kâ'be'ye çevrilmişti. Bu Âyet-i kerimenin nüzû-liyle buyuruldu ki, hayır ve iyilik, namazı doğu ve batıya doğru küıp da onun dışındaki amelleri imlememek demek değildir.

O kimsenin hayır ve iyiliği, îmân ve takvâsıdır ki: Allah'ın birliğine (ortağı ve benzeri olmadığına), Âhiret Gününe, (hayır ve şer, her işlenilen şeyin mükâfat ve mücâzat edileceğine), Melek­lere, Kur'ân ve diğer inzal buyurulan Kitâbların hak ve Allah ta­rafından helâl ve haramı bildirmek için geldiğine ve bütün Pey­gamberlerin halkı, hakka da'vet etmek üzere gönderildiğine ina­nır.

Mala  olan  sevgisine  rağmen  malından;  akrabasına,  yetim­lere,  biçârelere,  yolda  kalmışlara,  dilenenlere  ve   (âzâdları  için) esirlere   (sadaka)   verir.

Resûl-ü  Ekrem  Efendimize  bir  kimse,  hangi  sadakanın  ecri büyüktür? diye sormuş. Efendimiz.

«Sadakanın efdali, vücûdun sıhhatte iken, mala kıymet ver­diğin, yaşıyacağmı umduğun ve bu i'tibârla ilerisi için fakr-u za­ruretten korktuğun bir zamanda, geciktirilmeksizin, tasadduk edi­len maldır. Can, boğaza gelinceye kadar geciktirip de, o vakit, ma­lımın şu kadarı falana ve şu kadarı falana deme ki, o anda ister istemez, mal senin değil, gösterdiğin kimselerindir» buyurmuşlar­dır.

Diğer bir Hadîs-i şerifte de:

«Bîçârelere verilen sadaka, bir sadakadır. Fakat akrabaya ve­rilen iki sadakadır,» meâlindedir.

Başka bir Hadîs-i şerifte de:

«Allah Teâlâ'ya ve" Kıyamet Gününe îmân eden müsâfirine ik­ram etsin,» buyurulmuştur. Yolda kalıp da, size sığman müsâfirdir.

Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, bir de andlaştıkları va­kit ahdlerini yerine getirirler. Hele sıkıntı ve hastalık hâllerinde ve harbin şiddetli zamanında sabrederler. İşte bunlar, o sâdıklar ve o korunan müttekîlerdir.

Bu Âyet-i kerîme, insanı olgunlaştıran esâsları apaçık göster­mektedir. Bunlar da sağlam îmân, iyilik ve yardım ve nefsin tehzî-bidir. Âyet-i kerîmede: «Men âmene» den vennebiyyiyn» e kadar imânın esâsları, «âtelmâlle»den «fiyrrikaâb»a kadar iyilik ve yar­dım yolu, «ekaâmessalâte» den «hıynelbe's» e kadar nefsin ne şe­kilde tehzîbedileceği bildirilmiştir. Bu hasletleri kendisinde top-layan bir kimse, îmân ve i'tikâdına nazaran, sıdkla vasıflandırıl­mıştır. Ve halkla muaşeret, hakla muamelesine nazaran da takva ile medhedilmiştir.

Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz-.

«Kim bu âyetle amel ederse, gerçekten îmânını olgunlaştınr.» buyurmuşlardır. [174]

 

178 (Ey îmân edenler! Öldürülenler hakkında size kısas far? kılındı. Hür, hür ile; köle, köle ile; kadın, kadınla kısas olunur. Fakat kim, (öldürülenin) kardeşinden (vârislerinden) cüzi bir afv görürse (kısas düşer). O vakit vâcib olan, birinin ma'rûfu (diyeti) ta'kîb etmesi, birinin de ona borcunu ödemesidir. Bu, Rabbinizden

 (afv ve diyette zikrolunan hüküm) bir hafifletme ve rahmettir. Her kim, bunun arkasından yine (kaatile ve vârislerine) tecâvüz ederse, artık ona elim azâb vardır.)

Câhiliyyet devrinde Arab kabilelerinden ikisi arasında kan dökülmüş fakat, herkes hakkını almamış. Kabilenin biri, ötekin­den şerefli imiş. Bunlar, yemîn etmişler; «Bizden köle yerine on­lardan hür, öldürülecek; kadın yerine onlardan erkek vurulacak. Bir erkek yerine onlardan iki erkek öldürülecek! Yaralarda da iki misli ceza verilecek!»  demişler.

Mes'eleyi Peygamber (S.A.V.)'e arz ettikleri vakit, bu âyet-i kerîme inmiş. Ve müsavat emretmiş. Onlar da razı olmuşlar.

Kısas mes'elesinde kâfir için mü'min öldürülmediği gibi köle için hür, ve oğul için baba da öldürülmez. Ama Müslüman için kâfir, hür için köle, baba için oğul öldürülür. Sahabe ve Tabiin­den ekseri ulemânın kavli budur. Şa'bî ile Nehâi'ye göre zinamı bir kâfir için Müslüman, köle için hür ve bir kişi için bir cemâat öl­dürülür.-

Saîd b. Müseyyeb'den rivayet olunduğuna göre; Hz. Ömer  (R.A.), bir erkek için beş veya yedi kişi öldürmüş ve;

«Bunun katline bütün  San'a halkı iştirak etse  hepsini  öldü­rürdüm.» demiştir. [175]

 

179 (Ey kâmil akıl sâhibleri! Kısasta sizin için hayât vardır, tâ ki katilden  sakınasımz.)

Çünkü birini öldürmek isteyen kimse, kendinin de öldürüle­ceğini düşününce öldürmekten vazgeçer. Şu hâlde vaz geçmesin­de hem kendisinin, hem de öldürmek istediğinin hayâtı vardır. Onun için; «Katil, katli azaltır.» denilmiştir. Yâni "kısas, katli azal­tır; denilmek istenmiştir. Yâhûd kısasla, Âhiret kısasından kurtu-lunur. Zira dünyâda kısas olunan, Âhirette serbest kalır. Dünyâ­da kısas olunmazsa, Âhirette kısas olunur. [176]

 

180 (Birinize ölüm geldiği vakit, eğer bir hayır (mal) bıra­kırsa, ana babaya, hısımlara ma'rûfla vasiyyet etmek size farz kı­lındı. Bu, müttekîlere bir haktır.)

Hayır'dan maksâd, çok maldır. Rivayet edildiğine göre: Haz-ret-i Ali (R.A.Vnin bir kölesi vasiyyet etmek istemişti. Yediyüz dirhemi vardı. Hazret-i Ali (R.A.), onu, bu vasiyyetten menetmiş; Hak celle ve alâ: «Hayır terkederse.» buyurdu. Hayır ise, çok mal­dır, demişti.

Yine rivayet edilir ki: Bir kimse, Hazret-i Âişe vasiyyette bulunacağını söylemiş, O da; «Malın ne kadardır?» diye sormuştu. Adam, üç bin dirhemi olduğunu ve dört kişilik bir ai­lesi bulunduğunu söylemişti.  Âişe   CR.  Anhâ.):

«Hak celle ve alâ vasiyyeti hayır, yânı çok malla terketmeyi şart etti; bu kadar servet çok sayılmaz. Bunu ailene terket.» de­mişti.

dolaylıkla anlaşılmıştır ki, vasiyyet sahibi, ancak fazla ser­veti olduğu takdirde vasiyyet eder.

îslâmiyetin ilk senelerinde, ana baba ve akraba için vasiyyet­te bulunmak farzdı. Onlara mal bırakılırdı. Sonra Miras âyeti ile neshedildi. Bir Hadis-i şerifte:

«Hak celle ve alâ her hak sahibine hakkını verdi. Bilin ki, vâ­ris olanlara vasiyyet etmek yoktur.» buyurulmuştur.

Ba'züarına göre, vasiyyetin vücûbu, vasiyyet edene, vâris olmayanlar için vücûb bakîdir. İbn-i Abbas, Tavus, Katâde, Hasan buna kaaildirler.

Tavus: «Bir kimse, başkasına vasiyyette bulunup da hısımla­rını muhtâc bıraksa, mal, vasiyyet edilenden alınarak hısımlarına reddedilir,» der.

Vâris olmayan hısımların fakirlerine vasiyyet müstehabdır. Ancak, meşru' şekilde vasiyyet edilmelidir. Vasiyyet edilen şey, servetinin üçte birini tecâvüz etmemelidir. Bunun gibi, fakiri bı­rakıp da zengine vasiyyet edilmemelidir.

Sa'd ibn-i Mâlik (R.A.) rivayet eder: Resûl-ü Ekrem Efendimiz, Beni Iyâdet'e gelmişti. Dedim ki: «Bütün malımı vasiyyet etmek istiyorum.» Buyurdular ki:

«Etme.» «Yarısını», dedim. Yine, «Etme,» dediler. «O halde üç­te birini vasiyyet edeyim,»  dediğim vakit, buyurdular ki:

«Üçte birini et. Bu, vasiyyet derecelerinin üstünüdür.»  Sonra ilâve ettiler. «Vârislerini zengin etmek sana hayırlıdır, fakır bırak­ma ki, el açarlar.»

Hazret-i Ali (R.A.)'den de vasiyyet derecelerinin son haddinin nıevcûd servetinin ancak üçte biri olduğu rivayet edilmiştir. [177]

 

181 (O kimse ki; vasiyyet edenin sözlerini işittikten sonra, onu tağyir ve tebdil ederse, her hâlde vebali onu değiştirenlerin üzerinedir. (Ölüye değildir.) Allah (vasiyyet edenin vasiyyetini) İşitir,   (değiştirenin. de değiştirdiğini) bilir.[178]

 

182 (Bir kimse, vasiyyet edenin hatâya meylinden, veya gü­nâha gireceğinden, endişe ederek tarafların aralarım bulursa, O'na vebal yoktur.   (Bâtılı hakka değişmiştir.  Zulümden  korunanı)   Al­lah mağfiret edicidir.   (Emirlerine itaat edene)   rahmet edicidir.) [179]

 

183 (Ey imkn edenler! Sizden evvelkilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de Ramazan orucu farz kılındı. Tâ ki günâhlardan sakmasınız.)

Ramazan orucu, evvelce Hıristiyanlara da vâcibdi. Fakat çok sıcak veya çok soğuk günlere tesadüf ettiği vakit, yolculukta me­şakkat   ve  geçimlerine  zarar  verir  oldu.

Nihayet âlimleri toplanarak Yazla Kış  arasında mu'tedü,  sa­bit bir mevsimin ta'yîrune karar vermişler ve bunu Bahar'a tahsis etmişlerdi. Bu değişikliğe keffâret olmak üzere de on gün zam­mederek,  oruç müddetini kırk güne iblâğ etmişlerdi.  Aradan za­man geçmiş, bir gün, Melikleri hastalanmış,  iyi olursa  kavminin orucuna yedi gixa ilâve etmeye nezretmişti. Ve filhakika' iyi ol­muş, bu sebeple oruç müddeti de kırkyedi güne yükselmişti.  Zamanla bu Melik ölmüş, yerine geçen, daha üç gün ilâvesiyle bu müddeti elli gün olarak tesbit etmişti.

Şa'bî der ki: «Bütün yıl oruçlu olsam, Şaban veya Ramazan

olduğunda şübhe edüen günde iftar ederdim. Şu sebeble ki, Nas-rânüere Ramazan orucu farzdı. Bir gün evveline ve bir gün so­nuna ilâve ettiler. Sonra gelenleri de önce gelenler gibi yaparak oruç müddetini nihayet elli güne yükselttiler.» [180]

 

184 (Sayılı günler  (de oruç tutun).  îsîâmiyetin ilk yıllarında her ay üç gün ve Aşûra orucu vâcib-di. Sonra 'Ramazan oruciyle neshedildi. Hazret-i Âişe (R. Anhâ.) der ki:

«Câhiliyyet devrinde, Kureyşliler, Aşûra günü oruç tutarlar­dı. Medine'ye hicret edince de ashâbla birlikte yine bu orucu tut­tu. Ramazan farz kılınınca, Aşûra orucu bırakıldı. O gün oruç tutmak herkesin arzusuna kaldı.»

Sizden kim (oruçtan zarar görecek derecede) hasta olur, yâhûd seferde bulunursa tutamadığı günler sayısınca başka gün­lerde tutar. (İhtiyarlığından veya tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan) oruç tutmaya gücü yetmeyenler üzerine de bir yok­sul doyumu fidye vermek lâzımdır. Fakat, kim hayrına fidyeyi artınrsa hakkında hayırlı olur. Maamafih, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Eğer orucun faziletini bilirseniz...

Mükellef olan nıü'minin Ramazan'da oruç tutmamasına ruh­sat yoktur. Ancak, gebe ve süt emziren kadınlar, çocuğuna zarar geleceğinden korktukları takdirde, oruç tutmaz, bilâhare kaza ederler. İbn-i Ömer, îbn-i Abbas ve îmâm Şafiî'ye göre, fidye de verirler. Fakat, Hasan, Ata, Nafi, Zühri, îmâm Ebû Hanife, Evzaî ve Sevrİ'ye göre, fidye lâzım değildir. Müsâfir, hasta, hayz ve ni-fâsh olanlar da keza bilâhare gününe gün kaza ederler. Yalnız ihtiyarlar ve hastalığının iyi olması ihtimâli bulunmayan hastalar sadece fidye verirler. [181]

 

185 (Size orucu farz kılman sayılı günler) o Ramazan ayı­dır ki, Kur'ân o ayda indirildi.

Tekmil Kur'ân, Kadir gecesinde Levh-i Mahfûz'dan dünyâ se­mâsına, Beyt-i Ma'mûr'a inzal edilmiştir. Sonra, Cibril Aleyhisse-lâm tarafından, yirmi üç senede tedricen, parça parça Resûl-ü Ek­rem Efendimize indirilmiştir.

Buna göre, Kur'ân-ı Kerim, bir Ramazan gecesi, arza en yakın olan semâda tecellî etmiş, ve yeryüzüne indirilmesi onu ta'kîb et­miştir.

Ebû Zerr (R.A.)'den rivayet edildiğine göre, Ramazan'ın ilk ve­ya üçüncü gecesi İbrahim Aleyhisselâm'a indirilen sayfalar, altın­cı gecesi Tevrat, on üçüncü gecesi İncil, on sekizinci gecesi Zebur, yirmi dördüncü gecesi de Kur'ân nazil olmuştur.

O Kur'ân ki, insanları dalâletten hakka hidâyet eder. Doğru yolun ve hak ile bâtıl arasını ayırdeden hükümlerin açık delilleri­dir.

İçinizden kim  (hazarda sıhhatli ve mu'kîm olup da)  o aya erişirse, orucunu tutsun.

Âlimler, Ramazana eriştiği vakit mu'kîm olup da sonradan müsâfir. olanlar hakkında ihtilâf etmişlerdir. Hazret-i Ali (R.A.)'ye göre, bu kimseler için oruçlarını tutmamak caiz değildir. Bu Âyet-i kerîme delaletiyle bütün Ramazan orucunu tutar. Ubeydet'üs-Sel-mânî de buna kaaildir. Fakat diğer sahabe ve fukahâya göre, Ramazan ayında sefere çıkan bir kimsenin orucunu tutmaması caiz olur.

îbn-i Abbas (R.A.)'dan rivayet edildiğine göre: Resûl-ü Ekrem Efendimiz, Mekke'nin fethi sırasında «Kediyde» mevkiine geldik­leri vakit orucunu bozmuş, bütün ashâb da Efendimize uyarak oruçlarını bozmuşlardır.

Hasta veya seferde olan kimse de, oruç tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde orucunu hazâ etsin,

Oruç tutmamayı mubah kılan hastalık ve sefer hakkında ule­mâ ihtilâf etmişlerdir.

Hasan ve îbrâhim Nahaî'ye göre; bu hastalık, otururken na­maz kılması caiz olacak derecede olan hastalıktır. Fakat ekser âlimlere göre; oruçla artmasından korkulan bir hastalık hâlinde oruç tutmamak caiz olur,

Sefere gelince: Eğer oruç kendisine eziyet ve meşakkat .verir­se; oruç tutmaz, meşakkat vermediği takdirde tutması caiz olur. Ancak, îbn-i Abbas, Ebû Hüreyre, Urvetübnüz-Zübeyr ve Ali bin el Huseyn hiçbir veçhile seferde oruç tutmaya cevaz vermezler. Bunlar,a göre, hattâ oruç tutarsa kazası vâcib olur. Şu delil ile ki:

Resûl-ü Ekrem, bir sefer esnasında, bir kısım ashabın, bir kim­senin etrafına toplanarak gölge ettiklerini görmüş vs sebebini sor-, muş.  Oruçlu olduğunu öğrenince:

«Seferde iken oruçlu olmak, salâhtan değildir,» buyurmuşlar­dır.

Seferde  oruç  tutulmasını tecviz  edenlerin  delili  de:

Ebû Saîdül-Hudri  (R.A.)'nin şu rivayetidir. Ebû Saîd diyor ki:

«Resûl-ü Ekrem'le bir Ramazanda seferde idik. içimizde oruç­lu olanlar da, olmayanlar da vardı. Ne oruçlu oracsuzu, ne oruçsuz oruçluyu tâyibetmemişti.»

Seferde oruç tutmakla tutmamak arasında hangisinin efdal olduğu da ihtilaflıdır. îbn-i Ömer'e göre; seferde oruç tutmamak, oruç tutmaktan efdaldir. Saîd ve Şa'bî de buna zâhibdirler. Muâz bin Cebel ve Enes'e göre ise, oruç tutmak efdaldir. îbrâhim Nah-fî de buna kaanidir.

Mücâhid, Katâde, Ömer bin Abdülâziz de, hangisi kendisine kolay gelirse o efdaldir, demişlerdir.

Mukîm olarak sabahlayıp da oruca niyet eden bir kimse, o gü­nün gündüzü sefere çıksa, ekser ulemâya göre, bu orucu, bozma­sı caiz değilse de, Şa'bî ve îmâm Ahmed aksine kaaildirler. Fakat müsâfir olarak sabahlayan kimsenin, bilittifâk, orucunu bozması gerekir. Şu delille ki: Câbir (R.A.)'den rivayet edildiğine göre: Re-sûl-û Ekrem Efendimiz, Mekke'nin fethi sırasında,   (Kiram)   denilen mevkie geldikleri vakit oruç tutmuşlar, ashâb da birlikte oruç tutmuşlardı. İkindiden sonra idi.  Ashâb:

«Yâ Resûlallahl  Oruç halka meşakkat verdi»  dediler.  Bunun üzerine Efendimiz, bir kadeh su isteyip herkesin gözleri önünde suyu içtiler. Onu görenler de iftar etti. Fakat ba'zı kimseler oruç­larını bozmadı. Keyfiyet Resûl-ü Ekrem'e bildirilince: ,   «Onlar asîlerdir» buyurdular.

Keza, oruç bozmayı mubah kılan seferin mesafesi de ihtilaflı­dır, îmâm Şafii'ye göre bu, iki günlük mesafedir. Sevri'ye ve Eim-me-i Hanefiyye'ye göre ise, üç günlük mesafedir.

Allah size kolaylık diler, güçlük istemez.

Bu sebepledir ki seferde ve hastalık hâlinde size oruç tutma­mak mubah kılınmıştır. Şa'bî der ki: Bir kimse ikisi arasında mu­hayyer  bırakılsa  kolay  geleni  seçmelidir.   Seçtiği   Allah   indinde

makbul olur.

Bu Âyet-i kerîme, büyük bir kaidenin temelidir: Meşakkat tey-siri celbeder (yânî güçlük kolaylığa sebeb olur; darlık vaktinde genişlik gösterilmek lâzım gelir). Zaruretler memnu' olan şeyleri mubah kılar. Bir iş zıyk oldukta müttesî olur (yânî bir işte meşak­kat görülünce, ruhsat ve vüs'at gösterilir).

Tâ ki (tutamadığınız günlerin) sayısını ikmâl edesiniz de, hidâyetine  karşılık  Hak  Teâlâ'yı  tekbîr  ile  büyükleyesiniz.

Bu, Ramazan Bayramı tekbîrinin meşruiyetine delildir. Vakti, Ramazanın son günü Güneş battığı zamandır. îbn-i Abbas (R.A.):

«Müslümanlar üzerine, Şevval hilâlini gördüklerinden, Bay­ramlarından çıkıncaya kadar Cenâb-ı Hakk'i tekbîr etmeleri hak­tır.» der.

Ve tâ ki O'nun ni'metlerine şükr ede siniz.

Ebû Hüreyre  (R.A.)  rivayet eder: Resûl-ü Ekrem:

«Ramazan Ay'ı girdiği vakit Şeytan demirlenir, Cennet kapı­lan açılır ve Cehennem kapıları kapatılır» buyurmuşlardır.

Yine Ebû Hüreyre (R,A.) rivayet ediyor:

«Ramazan ayının ilk gecesinde, Şeytanlar demirlenir, Cin de­mirlenir, Cehennem kapıları kapatılır. Hiçbir kapısı açık kalmaz ve bir münâdi nida eder ki: Ey hayır isteklisi, yüzünü hayra çe­vir! Ve ey şer isteklisi; serden uzaklaş! Ramazan'm her gecesin­de Hak Teâlâ'mn ateşten azâdlnarı vardır.»  Duyurulmuştur.

Keza Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir: Peygamber Efendi­miz:

«Bir kimse Ranıazân-ı şerifte mü'min ve muhlîs olarak ve Hak Teâîâ'dan ecrini umarak oruç tutarsa geçen günâhları mağ­firet olunur. Nitekim, Kadir Gecesi'nde, bu gecenin ulûvvü kadrine

İnanarak, ve ecrini umarak bu geceyi ihya ederse, keza geçmiş gü­nâhları  mağfiret  olunur»   buyurmuşlardır.

Selman (R.A.)'dan rivayet edildiğine göre dei Bir Sabân ayı­nın sonunda Resûl-ü Ekrem Efendimiz şu hutbeyi irâd buyurmuş­lardır:

«Ey nâs! Büyük ve mübarek bir ay yaklaştı. Gölgesi başımıza değdi. Bir ay ki, içinde bin aydan hayırlı bir gece vardır. Bir ay ki, onu oruçlu geçirmek Allah'ın farzıdır ve gecelerini namazla geçirmek gönül isteğine bağlıdır.

Her kim bu ayin içinde bir iyilikle Cenâb-ı Hakk'a yaklaşırsa, başka bir ayda bir farzı edâ etmiş gibi olur. Ve bir farizayı edâ etse, başka bir ayda yetmiş fariza yapmışa benzer.

Bu ay sabır  ayıdır; sabrın İse sevabı Cennettir.

Bu ay yardım ayıdır. Mü'minin rızkını genişletme ayıdır. Her kim bir oruçluya iftar edecek bir şey verirse, bu yaptığı iş, günâh­larına mağfiret vesilesi, ve ateşten âzâd olmasına sebeb olduğu gibi, o oruçlunun ecrinden hiçbir şey eksilmeksizin, onun ecri ka­dar ecre nail, olur.»                                                                         

Ashâbdan ba'züari:

«Yâ Resûlallah,» dediler. «Hepimiz oruçluya iftar edecek şey verebilecek durumda değiliz.»

Resûl-ü Ekrem buyurdular ki:

«Allah Teâlâ, bu sevabı, tek hurma dânesi, bir içim su veya bir yudum sütle bir oruçlu iftar ettirene verir.»

«Bu öyle bir aydır ki, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ateş­ten âzadlıktir.

Bu ayda her kim, menılûkünün yükünü hafifletirse Cönâb-ı Hak da onu mağfur ve ateşten azâd eder.

Bu ay içinde en fazla dört haslete kendinizi alıştırınız. Bun­lardan ikisi ile Rabbinizi hoşnûd edersiniz. Diğer ikisinden ise kendiniz müstağni kalamazsınız. Rabbinizi hoşnûd edecek iki has­let: «Eşhodü enlâ ilahe illallah» demek, ve Allah'dan mağfiret di­lemektir. Müstağni kalamıyacağınız iki haslet ise, Allah'dan Gen-net'i dilemek ve ateşten Cenâb-ı Hakk'a sığınmaktır.

Her kim bir oruçluya bir içim su verirse, Allah, ona havu­zundan öyle bir su içirecektir ki, Cennet'e girinceye kadar bir da­ha susuzluk nedir bilmeyecektir.»

Keza Hazret-i Ebû Hüreyre CR.AJ'den rivayet olunan bir ha-dîs4 kudside şöyle buyurulmaktadır:

«Hak celle ve alâ der ki: Âdemoğlunun her ameli kendine âid-dir. Yalnız oruç böyle değildir. O benimdir ve onun mükâfatını ben veririm.»

Diğer bir lıadis-i şerifte de:

«Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemîn ede­rim ki, oruçlunun nefes kokusu, Kıyamet Günü Allah indinde, misk kokusundan daha hoştur.»

«Oruçlunun duyacağı iki sevinç vardır. İftar ettiği zaman if­tarına sevinir, Rabbine kavuştuğu vakit de oruç tutmuş olduğuna sevinecektir.» [182]

 

186 (Yâ Muhammedi Kullarım sana, Beni sordukları zaman de ki: Ben, onlara yakınım. Bana dua ettiği zaman, duâ edenin, duasına icabet ederim. )

Ashâbdan ba'zılari dediler ki: Allah Teâlâ yakında mıdır, ki O'na münâcât edelim; uzakta mıdır ki O'na nida edelim? Bunun üzerine bu Âyet-i kerime nazil oldu.

Ebû Mûsâ El-Eş'arî  (R.A.)  diyor ki:

Resûl-ü Ekrem Efendimiz Hayber'e giderken, ashâb, bir vadi­ye indikleri zaman, yüksek sesle tekbîr almışlardı. Efendimiz bu­yurdu ki:

«Ağır olun. Zîrâ siz duayı ne kulağı işitmeyene ve ne yanı­nızda bulunmayana etmiyorsunuz ,işitene ve yakınınızda buluna­na ediyorsunuz.»

Bu Âyet-i Kerime'de Cenâb-ı Hakk'm mekândan münezzeh olduğuna, duâ edenin duâsma icabet edeceğine ve duaya tergîbe delâlet vardır.

O hâlde, onlar da, Benim tâate davetime icabet ve Bana îmânlarında sebat etsinler. Tâ ki doğru yolu ve hakkı bulsunlar.

Cenâb-ı Hakk, Ramazan orucunu emir ve tekbîr ve şükre kul­larını tergîb ettikten sonra da, bu Âyet-i kerîme ile hâllerini bilir ve işitir olduğunu, dualarını kabul ve amellerini mükâfatlandıra­cağını tenbih buyurmuşlardır.

Hak celle ve alâ, «Duâ edene icabet edeyim» ve «Bana duâ edin ki kabul edeyim buyurmuşken, denilebilir ki, o hâlde birçok kimselerin dualarının kabul edilmemesinin sebebi nedir?

Bu hususta ihtilâf vardır. Ba'zılarına göre, buradaki duanın ina'nâsı itaat ve icabetin ma'nâsı sevâbdır.

Ba'zılarına göre, bu iki âyetin (lâfzan umumî ise de) tamâ-miyle husûsi bir ma'nâsı vardır. Eğer onu dilersem, duâ edenin dû-âsına icabet ederim, ma'nâsmadır. Yâhûd, duâ edenin duasına, eğer kazaya uygun olursa, veya icabet ona hayırlı olursa veyâhûd muhal  olan bir şeyi  istemediyse  icabet ederim,  ma'nâsma gelir.

Resûl-ü Ekrem Efendimiz:

«Hak celle ve alâ, günâh bir şey istenilmez ve duanın kabulü için acele edilmezse her birinizin duâsma icabet eder,» buyurmuş­lardır.

Cenâb-ı Hakk'a duâ ettim de kabul edilmedi, diyerek duadan kesilmemelidir. Cenâb-ı Hak, kulun duâsma icabet eder. Eğer onun mes'ûlü mukadderse verir, eğer mukadder değilse onun için Âhirette sevâb biriktirir veya ondan bir fenalığı giderir.

Denildi ki, Allah Teâlâ, sevdiği kulunun duâsma hemen ica­bet eder, fakat onu vermekte gecikir, tâ ki tekrar sesini işitsin. Sevmediği kulunun da duasını kabul ye isteğini vermekde gecik­mez, tâki sesini işitmesin.

Maamafîh, duanın âdâb ve şartları da vardır ki, icabet sebeb-leridir. Ancak bu şartlara riâyet ederek duâ eden, icabete hak kazanmış olur. [183]

 

187 (Size, oruç gecesi, zevcelerinizle cinsî temasınız helâl edildi.)

Rivayet edildiğine göre; îslâmiyetin ilk senelerinde, oruçlu, ancak Güneş battıktan Yatsı Namazını kılıncaya veya Yatsıdan evvele kadar yer, içer ve cima1 edebilirdi. Bir oruç gecesi, Ömer İbn-i Hattab (R.A.), Yatsıyı kıldıktan sonra zevcesiyle temasta bu­lundu. Bilâhare guslederek, hâlini arzetmek için, ağlaya ağlaya Cenâb-ı Peygamber'e gitti. Aynı mazeret ve nedametle ashâbdan ba'züarı da Resûl-ü Ekrem Efendimiz'e gelmişlerdi. Bunun üzerine işbu Âyet-i Kerîme ile ilk hüküm neshedildi. Ve bütün oruç ge­cesi, imsak edilinceye  kadar,   cima  mubah  kılındı.

Onlar size bir giysi, siz de onlara bir giysisiniz.  Bir örtü altında birleştiğiniz için, elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması gibi birbirinizin ayıplarını örttüğü­nüz, iffetini koruduğunuz için,  giysi gibisiniz.

Bir hadîs-i şerifte:

«Evlenen bir kimse, Dinin üçte birini afattan korur,» buyurulmuştur.

Allah,   nefislerinize   hıyanet   ve   zulmettiğinizi  bildi.

Ramazan orucu farz olunca ashâbdan birçokları zevceleriyle temasta bulunmazlardı. Buna karşılık, ba'zılan da nefislerine hı­yanet ederlerdi.

Tevbenizi kabul ve sizi afvetti. Bundan böyle (oruç gecele­rinde, dilediğiniz vakit) zevcelerinizle temasta bulunun. Ve Al­lah'ın sizin için takdir ettiğini (mubah kıldığı şeyleri) isteyin. Ve fecrin beyaz ipliği, siyah iplikten seçilinceye kadar yeyin, için. Sonra da Güneş batuıcaya kadar orucu tamamlayın.

Sahabeden Ebû Kay s bin Surmetel - Ensârî (R.A.) anlatıyor: Bir adam, oruçlu olduğu hâlde bütün gün tarlasmda çalış­maktaydı. Gece eve döndüğü vakit, zevcesi yemeğini ısıtıp getir­mek üzere iken yorgunluktan uyuyakaldı. Uyandığında, Yatsıdan sonra yemek, içmek ve cima' memnu' olduğu için, Allah'a ve Re­sulüne isyandan korkarak bir şey yemeden ertesi günün orucuna niyetlenip yattı. Fakat ertesi günü daha öğle olmadan açlıktan bayıldı. Bilâhare gelip hâdiseyi Resûl-ü Ekrem Efendimize anlattı. Onun üzerine bu Âyet-i kerîme nazil oldu. Oruç gecesi cimâa izin verildiği gibi yemeye, içmeye de müsaade edildi.

Mescîdlerde i'tikâfta bulunduğunuz zaman zevcelerinizle cinsî temasta bulunmayın!

Ancak mescidlere mahsûs olan i'tikâf sünnettir.

Hazret-i Âişe (R. Anhâ.Vden rivayet edildiğine göre: Resûl-ü Ekrem Efendimiz, vefatlarına. kadar, her Ramazanın son on gü­nünde i'tikâfa girerlerdi. Ondan sonra da ümmehât-ı mü'minîn ftikâfa girerdi.

Ashâbdan bir kısmı i'tikâfta iken, ihtiyâç hissettikleri vakit, çıkıp zevceleriyle temasta bulunurlardı. Sonradan gusledip tekrar mescide avdet ederlerdi. Bu Âyet-i kerîme ile gece ve gündüz, i'ti-kaftan çıkıncaya kadar, cima menedilmiştir. Aksi hâlde, i'tikâf fâsid olur. Öpmek ve şehvetle sarmaşmak da mekrûhdur. Fakat imâm Mâlik'e göre, bu dahi fesada sebeb olur. Ancak, şehevi ol­mayan temasta beis yoktur. Hazret-i Âişe  (R. Anhâ.)'den:

«Resûl-ü Ekrem i'tikâfta iken başını bana eğer, ben de müba­rek saçını tarardım.» diye rivayet edilmiştir.

Bu hükümler, Allah Teâlâ'mn hududlarıdır. (Hak ile bâtü arasını ayıran bendler, manîlerdir.) Sakın onlara yaklaşmayın. Allah, insanlara emirlerin» ve nehiylerini, korkup sakınsınlar di­ye böyie bildirir. [184]

 

188 (Birbirinizin mallarını aranızda (kumar, sirkat, gasb, yağma, rüşvet gibi Allah indinde mubah olmayan) bâtıl sebebler-le yemeyin.)

Rivayet edilir ki, Rebiâ bin Abdan Hadrenıi, İmri'ilkays bin Abis Elkindî'den bir parça arâzt da'vâ etmiş, bunu benden gas-betti, demişti. İmri'ilkays inkâr edince, Resûl-ü Ekrem, Abdân'dan beyyîne istedi.  Fakat   Abdân'ın beyyînesi  yoktu.   Bunun  üzerine îmri'ilkays'e;  «O hâlde yemîn edersin.»  dedi.  O da yemin etmek istediyse de, Peygamber Efendimiz,  derhâl:

«Allah'a verdikleri söz ve yeminleri az bir fiyatla satanlar...»

(Âl-i İmrân Sûresi;  âyet,  77)   âyetini  okuyunca,  yemîn  etmekten çekindi. Efendimiz de, arazîyi Abdân'a iade etti. Bu Âyet-i kerime, bu hâdise üzerine nazil oldu.

İnsanların bir kısım mallarını bile bile (yalan şahadet, yalan yere yemin gibi) günâh olan şeylerle yemek için (mal da'vâsiyle hükümete)   hâkimlere  koşmayın.

Katâde der ki: Kardeşinin malım, nahak yere yediğini bilir­ken bunu hâkime atma. Hâkimin hükmü,  haramı helâl etmez.

Kâdî Şüreyh de: «Zannıma göre bu da'vânda haksızsın. Fakat vazifem, zanna göre değil, eldeki beyyînelere göre hüküm ver­mektir. Hükmümle sana haram olan şey, helâl olmaz.» derdi.

îki hasım, Resûl-ü Ekrem'in huzurlarına, muhakeme olmaya gelmişlerdi.  Efendimiz:

«Ben de sizin gibi bir insanım. Bana muhakeme için geliyor­sunuz. Olabilir ki, biriniz delilini, diğerinden eksik ifâde eder. Ben de dinlediğime göre hükmederim. Binâenaleyh, her kimin le­hine kardeşinin hakkından bir şey hükmedersem, ona bir ateş parçasını hükmetmiş  olurum»   buyurmuştu.

Bunun üzerine taraflar ağlıyarak:

«Benim hakkım, arkadaşımın olsun» dedi. Resûlüllah  (S.A.V.) da:

«Haydi bakınız, araştırınız, sonra kur'a atınız, sonra da birbirinizle  helâllaşınız.»  buyurdu.

Bu Âyet-i kerîme'ye göre: Haksız, bâtıl sebeblerle mal yemek haramdır. Rüşvet haramdır. Nahak yere başkasının malını yemek için hükümete, hâkime başvurmak haramdır. Ve aslında haram olan bir şey, hâkimin hükmiyle helâl olmaz. [185]

 

189  (Yâ  Muhammedi   Sana,   yeni  doğan  ayları   sorarlar.)

Rivayet edilir ki: Ensâr'dan Muâz bin Cebel ile Sa'lebetebni Gunm:

«Yâ Resûlallah! Bu ne hâldir? Ay İplik gibi incecik beliriyor, sonra kahnlaşıyor, daha sonra tamamlanıyor, müteakiben eksile eksile yine önceki hâlini alıyor?» diye sormuşlardı.

Bu Âyet-i Kerîme bu sebeble nazil oldu.

De ki: Onlar insanların faydası için, Hacc için vakit ölçüle­ridir.  Birr-ü takva,  evlere  arkalarından  girmek  değildir.

Ensâr, ihrama girdikleri vakit, Arapların eski âdetlerine uyarak, eve girmek isterlerse,, kapıdan girmezler, belki arkadaki du­var üstünden girerdi. Çadırda bulunanlar da keza arkadaki ara­lıktan girerlerdi.

Yine Arapların Câhiliyyet devrinde; bir kimse, bir şey yapmak ister de bunda muvaffak olamazsa, evine kapıdan girmez, arka­dan girerdi. Bu hâl tam bir sene devam ederdi, Âyet-i kerîme bu âdetleri ibtâl etmektedir.

Ba'zı müfessirlere göre de, Âyet-i kerîme bir meseldir. Doğru yola gidin, doğru yoldan ayrılmayın ma'nâsmadır.

Lâkin birr-ü takva: (Haram ve şübheli şeylerden) sakın­maktır. Evlerinize kapılarından girin. Allah Teâlâ'ya karşı gel­mekten korunun ki, felah bulaşınız. [186]

 

190 (Allah Teâlâ'mn  kelimesini i'lâ ve dînini i'zâz için,  si­zinle vuruşan kâfirlerle  (Şehr-i haramda ve gerek Harem'de, Al­lah'ın tâatinde)  cihâd edin. Fakat haksız taarruz etmeyin  (kadın­ları, çocukları, pîr-i fânileri, ruhbanları ve sizden aman dileyeni öldürmeyin). Allah,  haddi  aşanları  sevmez.) [187]

 

191 (Onları nerede bulursanız  (hattâ Harem'de bulsanız da) öldürün ve sizi diyarınızdan çıkardıkları gibi, siz de onları diyar­larından çıkarın.)

Müşrikler, Müslümanları Mekke'den çıkarmışlardı. Onlar da Fetih Günü, îslâmiyeti kabul etmiyenleri çıkardılar. Bunun üze­rine müşrikler, Harem'de dövüşmeyi i'zâm ederek Müslümanları utandırmak istemişlerdi.  Bu Âyet-i kerime nazil oldu. ki:

Fitne (Allah'a şirk, Müslümanların Harem ve ihramda sizi katillerinden) daha şiddetli ve daha büyüktür. Mescid-i Haram yanmda, müşrikler sizinle dövüşünceye kadar onlarla vuruşmayın. Fakat sizi öldürürlerse sizler de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir,   (işlediklerinin misli işlenir). [188]

 

192  (Eğer kıtal ve şirkten vazgeçerlerse Allah  (tevbe edeni) mağfiret,  (O'na itaat edene)  rahmet edicidir.) [189]

 

193 (Fitne   (şirkî'kalmayıncaya, dîn   (ibâdet ve taat)   yal Allah'ın oluncaya kadar onlarla kıtal edin. Eğer vazgeçerlerse artık husûmet yalnız zâlimlere karşıdır.) [190]

 

194 (Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler, hürmetlere kısastır.)

siyle Umre, müteâkib seneye bırakılmıştı. Efendimiz (S.A.V.), an­cak Hicretin  yedinci  senesinde  Umrelerini  kaza  edebilmişlerdi.

Halbuki, bu ayda Arap an'anesine göre kıtal haramdı. Buna rağmen, Kureyşliler, Resûl-ü Ekrem'in Medine'den çıktığını haber alınca toplanmış,  onu Mekke'ye  sokmamak  için,  cenge  hazırlan­mışlardı. Bu suretle haram aya gereken saygıyı göstermemişlerdir. Buna göre, Âyeti kerîmenin ma'nâsı şu olur ki: Müşrikler, eğer bu yıl da geçen seneki gibi, gereken hürmeti göstermez, katle teşebbüs ederek sa'y ve tavafa mâni'  olmak is­terlerse, siz de misliyle mukabele edin. Zilka'de'dir diye, kıtalden kaçınmayın. Zorla şehre girin. Zîrâ o haram ay,  bu haram ayla takas edilir.

Kim ki haram ayda kıtalle size tecâvüz ederse» siz de ona, ettiği tecâvüzün misliyle, tecâvüz edin.

İmâm Şafiî, bu Âyet-i kerîmeye dayanarak der ki.

Kaatiî, aynen katlettiği gibi katledilir. Boğarak, yakarak, aç bırakarak, suya atarak hangisiyle katletmişse, o da onunla katlo-lunur. Hattâ tatlı suya. atarak öldürmüşse, tatlı suya, acı suya atarak öldürmüşse acı suya atılmak suretiyle öldürülür.  (İleri gitmeye) Allah'tan korkun! Bilin ki Allah, müttekîlerle beraberdir. [191]

 

195 (Allah yolunda infâk edin! Kendinizi tehlikeye atma­yın.)

îsrâf ederek, kazancınızı boşa sarfederek, vatan müdâfaasın­da mâlî fedâkârlıktan kaçınarak, ki bu düşmanı kuvvetlendirir ve bütün cemiyetin mukadderatını tehlikeye düşürür. Veyâhûd. cim­rilikle kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. Ahlâk ve amellerinizi güzelleştirin. İhsan edin. Allah, ihsan edenleri sever. [192]

 

196 ( Hacc ve Umreyi Allah için tamamlayın.)

Bunların tamamlanmasından murâd ne olduğu ihtilaflıdır. Ba'zılarına göre menâsik, hudûd, t'erâiz, sünen ve âdabının ta­mamlanmasıdır.

Hacc, büyük bir işi kasdetmek ma'nâsma gelir. Şerîatte; Za-man-ı mahsûs'da, mekân-ı mahsûsu, fiü-i mahsûs ile ziyareti kasddir.

Zamân-ı mahsûs: Hacc niyyetiyle Arafat'ta vukuf ve Kâ'be-i Muazzamayı tavâf-ı ziyaret vakti.

Mekân-ı mahsûs: Kâ'be-i Muazzama ile Arafat.

Fiil-i mahsûs: Hacc niyyetiyle mîkâtların birinden ihrama gi­rerek vukuf ve tavâf-ı ziyareti icradır.

Rükünleri: Vakfe, tavaf, ihram, Safa ile Merve arasında sa'y ve tıraşdır.

Şartları-, Vücûbunun şartları, edasının şartları ve sıhhatinin şartları olmak üzere üç bölüme ayrılır.

Edasının şartlan-. Göz ve vücûd sıhhati, Hacc'a mâni' olan se-beblerin giderilmiş olması, yol emniyeti, kadın hakkında iddet beklemiş olmaması, kadının yanında mahreminin bulunması.

Sıhhatinin şartları: îhrâm, zaman (yâni vukuf-u Arefe), me­kân (yâni tavâf-ı ziyaret), îslâm, (îslâm vücûbunun şartlarına da dâhildir). [193]

 

Haccm Vâcibleri:

 

1) îhrâm'a mikâtta  girmek   (İhrâmsız  mîkât'ı  geçmemek).

2) Arafat'ta vukufu Güneş batmcaya kadar uzatmak.

3) Kurban Bayramı olduğu gün, fecrin doğması ile Güneşin doğması arasında Müzdelife'de vukuf etmek.

4) Minâ'da remy-i cimâr etmek  (yâni Şeytan'ı taşlamak),

5) Kaarin veya mutemetti olan hacılar, Hac ve Umreyi cem-edebildiklerinin şükrânesi olarak kurban kesmek.

6) Tavâf-ı ziyaretten sonra halk (tıraş olmak) ve taksir (saç kesmek)  ile ihramdan çıkmak,

7) Bunları  Harem'de  veya Bayram  günlerinde  yapmak,

8) Remy-i  cimâr'ı  bunlardan  evvel yapmak.

9)  Kurban kesmeyi remy-i cimâr ile halk veya taksir ara­sına getirmek.

10) Tavâf-ı ziyareti eyyâm-ı nahrda yapmak. ,

11)  Sa'yetmek  ve  bunu  Hac  ayları  olan  Şevval,  Zilka'de  ve Zilhicce'nin  ilk  on  gününde  yapmak.

12) Sa'yi, tavaftan, sonra yapmak.

13) Özrü  olmayanlar  sa'yı  yürüyerek  yapmak.

14) Sa'ye, Safa mevkiinden başlamak.

15) Afakîler, tavâf-ı vedâı icra etmek.

16) Tavafa  Hacer-i  Esved'den  başlamak.

17) Kâ'be'yi sola alarak tavaf etmek.

18) Özrü  olmayanlar  tavafı  yürüyerek  yapmak.

19) Tavafta taharet üzere olmak.

20) Tavafta avret yerleri örtülü olmak.

21) Tavafı hatîmin hâricinden yapmak.

22) Tavaftan sonra iki  rek'at  namaz kılmak.

23) Tavâf-ı ziyaretin son üç şavtmı  yapmak.   (îlk dört şavt-Hacc'ın farzlarındandır).

24)  İhramda   bulundukça  dikişli   elbise   giymek,   av   avlamak gibi mahzûrât-ı ihramı terketmek.

Bunların yapılması ile Hacc bâtıl olmazsa da eda edilmediği hâlde kurban kesmek lâzım gelir. [194]

 

Hacc’ın Sünnetleri:

 

1) îhrâm ederken gusletmek veya  abdest almak.

2) îki rek'at namaz kılmak.                                           '

3) Beyaz  bir  izâr  ile  ridâ  tutunmak.

4) ihramdan evvel güzel koku sürünmek.

5) îhrâmlandıktan sonra yüksek sesle çokça telbiye etmek.

6) Telbiyeyi üçer kere yapmaK.

7) Salâvat-ı şerife okumak.

8) Duâ etmek.

9) Mekke-i Mükerreme'ye girmek için gusletmek.

10) Mekke-i Mükerreme'ye gündüzün musalla cihetinden gir­mek.   (Mekke-i Mükerreme'nin kabristanı cihetidir).

11) Beyt-i Şerif görüldükte duâ etmek.

12) Beytullah' karşısında tekbir ve tehlil etmek.

13) Âfâki olanlar tavâf-ı kudümü icra etmek.

14) Tavafta erkekler ıztıbâ etmek  (ridânın ucunu sağ koltuk altından alarak sol omuz üzerine koymak, sağ kol ve omuz ih­ramdan açıkta kalmak).

15) Sa'yden  evvel edilen  tavafın  evvelki  üç  şavtında remel yapmak.

16) Sa'y esnasında erkekler mileyn-i ahdareyn arasında hervele yapmak.

17) Hervele'den evvel ve  sonra yavaşça yürümek.

18) Tavafı çokça yapmak.

19) Zilhicce'nin yedisinde öğleden sonra Mekke'de hutbe okun­mak.

20) Sekizinci günü Güneş tulü ettikten sonra Mekke'den Minâ'ya çıkmak, o gece orada kalmak, dokuzuncu gün tulûdan son­ra Minâ'dan Arafat'a çıkmak.

21) Gurubdan sonra Arafat'tan ağır ağır inip Meş'arülharâm yanma konmak ve Bayram gecesi orada kalmak.

22) Bayram sabahı Minâ'ya inip Eyyâm-ı Nahr'i orada geçir­tmek.

23) Cemre-i Akabeyi remyederken, cemreleri aşağıdan yuka­rıya atmak.

24) Minâ'dan Mekke'ye  inmeyi  acele  eden  kimse,  on ikinci günü gurubdan evvel çıkmak, Yolda tahsîb etmek.

25) Mekke'de tavâf-ı sadr ve tavâf-ı saiâttan sonra Zemzem suyundan Beyt-i Muazzanıa'ya dönerek ayakta içmek ve yüzüne başına sürmek ve âsitâr-ı Ka'be'ye yapışıp duâ etmek.

26) Hacer-i Esved'le Kâ'be kapısı arası olan yere göğsünü ve yüzünü sürmek.

27) Kimseyi incitmeksizin Beyt-i Şerife girmek mümkün olursa, iki rek'at namaz kılmak. [195]

 

Hacc'ın Adabı

 

Hacca niyyet eden kimse eğer borcu varsa Ödemeli, herkesle helâllaşmalı, günâhlarına tevbe ve istiğfar etmeli, kalan namaz­larını kazaya çalışmalı. Helâl mal ile yola çıkmalıdır. Haram mal ile edilen Hacc makbul değildir. [196]

 

Haccm Mahzurâti:

 

İhramdan sonra icrası haram olup Haccı ifsâd veya cinayet sayılarak kurban boğazlanmasını îcâbeden şeylere (Haccm mah-zûrâtı) denir. Bunlar iki kısımdır. Biri nefse, diğeri başkalarına ta­allûk eder. Tırnak kesmek, tıraş olmak, koku sürünmek, dikişli elbise giymek, başına serpuş koymak, zevcesiyle muâmele-i zev-ciyede bulunmak, Harenvi Mekke'nin avım avlamak, ağaç ve nebâtlarmı kesmek. [197]

 

Umre

 

Beytullah'ı tavaf ile sa'yden ibarettir. Bunda Arafat'a çıkmak, Müzdelife'ye  inmek,   Minâ'ya  gelip  remy-i  cimâr   etmek  yoktur,

Umre'nin sıhhatinin şartlı

îhrâm, rüknü de tavafın dört şavtıdır. îhrâmdan tıraş ve saç kesmek ile çıkılır. îhrâmsız Umre olamadığı gibi rüknün bede­li de olamaz.

Eimme-i Hanefîyyeye  göre  Umre,  müekked sünnettir.

Arefe ile Eyyâm-ı nahr ve teşrikten mâada, senenin her vak­tinde Umre caizdir. Zikrolunan beş günde Umre mekrûhdur. Ra-mazan-ı şerîfde efdâldir,

Haccm nev'îlerii

Hacc Umre'yi de hâvi olup olmamak i'tibâriyle üç nev'îdir: Hacc-ı ifrâd, Hacc-ı kırrân, Hacc-ı Temettü*.

Hacc-ı ifrâdt Umresiz olan Hacdır.

Hacc-ı kirrân: Bir seferde Hacc ile Umre-i ihramı cenıetmektir.

Hacc-ı temettü: Hacc-ı ifrâddan; Hacc-ı Kırrân da Hacc-ı Temettûdan efdâldir.

Hacc-ı temettü', Hacc ile Umre ef'âlini ayrı ayrı iki ihram ile cemetmektir.

Eğer bundan menolunursanız size kolay gelen bir kurban Üzerinize vâcib olur.

Buna şerîatte ihsâr denir ki, muhrîm olan kimsenin meşru' bir özür sebebiyle tavaf ve vukuftan menolunmasıdır. Hac ve Um­re niyyetiyle ihrama girdikten sonra parasız kalmak, hastalan­mak, kadınsa mahremi vefat etmek ve şâire gibi Haccm ef'âlini edaya mâni' bir sebeb zuhur etse, ihramdan çıkmak caiz olur. An­cak o kimsenin, eğer müfred-i bilhac ise; Harem-i Şerife bir, kaâ-rin-i bilhac ise iki koyun göndermesi ve orada kurban kesileceği gün ihramdan çıkması lâzımdır.

Umre'den menolunan da dilediği vakit Harem-i Şerife (boğaz­lanmak üzere)  bir koyun gönderip ihramdan çıkar.

Kurban boğazlanacak yere varıncaya kadar başlarınızı tı­raş etmeyin.

Kurbanın boğazlanacağı yer, ekser âlimlere göre, muhrîmin menolunduğu yerdir. Zîrâ Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, meno-lunduğu  yerde,  Hudeybiye'de  kurbanını  boğazlamışlardır.

Ba'zılarına göre de, Harem'e gönderdiği kurbanı, boğazlaya­cak kimse ile sözleştiği güne kadar, muhsır ihramı üzere mu'te-mirdir. Kurbanı boğazlandığı vakit ihramdan çıkar. Şayet muh­sır, boğazlanacak kurban bulamazsa, bir kavle göre, bulduğun­da boğazlar. Kurban olmayınca, olmaz.

Diğer kavle göre-, kurbana karşılık savm-ı temettü' vâcib olur. Yâhûd, kurbanın kıymeti kadar yemek satın alınarak fakirlere tasadduk edilir.

Kim ki ihramda iken hasta olur veya başından rahatsızlığı bulunurda tıraş olursa, O'na üç gün oruç tutmak, yâhûd altı fa-kîre yarımşar ölçek buğday sadaka etmek veya bir kurban boğaz-. Uyarak vermek vâcib olur.

Emîn olduğunuz vakit ise, kim Hacc'a kadar Umre ile fay­dalanmak (Cenâb-ı Hakk'a yakınlaşmak, sevaba girmek) isterse kolayına geleni kurban etmek vâcib olur. Fakat bulamazsa, Hacc günlerinde, ihrâmlı olarak, üç gün, memleketine döndüğü vakit de yedi gün, ki mecmuu tam on gün    eder, oruç tutmak vâcib olur.

Kurban, nahr günü boğazlanır. Bunu nahr gününden evvel, Hacc için ihramdan sonra boğazlarsa, ba'zılarına göre, caiz de­ğildir. Dem-i Udhiye gibi. Ba'zılarına göre ise, caizdir. Dem-i ci-nâyat gibi.

Bu hüküm, Mescid'ül-Harâm'da mukîm olmayanlar içindir (Emir ve nehylerin muhafazasında) Allah Teâlâ'dan korkun. Bi­lin ki Allah Teâlâ'nm iîtaâbı şiddetlidir. [198]

 

197 (Hacı ayları,  bilinen  aylardır.)

Ki Şevval ve Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür. İmâm Şafiî'ye göre nahr gecesiyle beraber Zilhicce'den dokuz gündür. 3mâm Mâlik'e göre de, bütün Zilhicce ayıdır.

Kim o aylarda (ihram ve telbiye ile) Haccı üzerine farz eder­se...

îbn-i Abbas ve İmâm Şafiî, bu Âyet-i kerimeye istinaden der ki: «Bir kimse Hacc aylarından gayri aylarda Hacc için ihrama girerse, Hacc için ihrama girmiş olmaz, belki Umre için ihrama girmiş olur. Zira farz olan Hacc, bu aylara tahsis edilmiştir. Na­mazların muayyen vakitlere  tahsis  edildiği gibi.»

Bilindiği üzere, farz olan namazlardan biri, vakti girmeden kılındığı takdirde edâ edilmiş olmaz. Fakat Ebû. Hanîfe, Mâlik ve Sevri'y© göre, Hacc aylarından gayri aylarda, Hacc için olan ih­ram mün'akiddir.

Umre'nin vakti muayyen değildir. Senenin her vaktinde Umre edüebilir.

Hacc günlerinde cima', kötü söz söylemek, (haram olan şoyleri ve mahzürâtı işlemek, şer'in hududunun dışına çıkmak, hiz­metçileri ve  arkadaşlariyle)   mücâdele  etmek  yoktur.

Resûl-ü Ekrem Efendimiz:

«Kim ki Hac'da kadmlara takılmaz, kötü söz söylemez, haram ve menedilen şeylerden uzaklaşirsa, ailesine anasından doğduğu gün gibi günahsız döner,» buyurmuşlardır.

Hayır ve taatten her ne ki işlerseniz, Hak Teâlâ onu bilir.

Ve Kıyamet Günü mükâfatını verir.

Âhiret için azık edinin. Azığın en hayırlısı takvadır. Ve Ben­den korkunuz, ey kâmil akıl sâhibleri!

Yâhûd Hacc. için yetecek kadar azık edinin.

Rivayet edilir ki, bu Ayet-i kerime Yemenli bir kafile hak­kında nazil olmuştur. Onlar:

«Biz Hacca azık edinmeksizin gideriz, biz Allah'a mütevekkil­leriz, O bizi doyurur.» demişler.

Fakat Mekke'ye gelince, dilenmeye başlamışlar. Hattâ, içlerin­den ba'zılan gasba bile yeltenmiş. Bunun üzerine buyurulmuştur ki, Hacc yolculuğu için azık edinsinler. Halka yük olmaktan sa­kınsınlar,    [199]                                                               

 

198 (Hacc mevsiminde ticâretle) Rabbinizden rizık iste­menizde size günâh yoktur. Arafat'tan, Güneş battıktan sonra, dön­düğünüzde.)

Arafat, Arefe günü hacıların vakfeye durdukları dağın adı­dır. Mekke'ye on mil uzaklıkta ve oradaki dağların en yükseğidir.

Bu dağın ne şekilde isimlendirildiği hakkında muhtelif riva­yetler vardır:

Ba'zılarına göre; tanımak ma'nâsına marifetten veya i'tirâf-tan, yâhûd güzel koku ma'nâsına arfden müştaktır.

Bir rivayete göre de: Cebrail Aleyhisselânı, ibrahim Aleyhis-selâm'a burada menâsiki göstermiş, sonra, «Arefte/Tanıdın mı?» demiş, O da «Areftü/Tamdım,» diye cevâb vermiş. Ve bu i'tibârla, buraya Arafat ve gününe Arefe denilmiştir.

Bir rivayete göre de: Biri Serendib'e ve diğeri Cidde'ye indiri­len Âdem ve Havva burada buluşmuşlar ve burada birbirlerini ta­nımışlardır.

Ve diğer bir rivayete nazaran- Hazret-i İsmail anasından bir müddet ayrılmış, sonra burada buluşarak tanışmışlardır. Dağa, Arafat adı bu sebeple verilmiştir.

Meş'ar-i Haram yanında Allah Teâlâ'yı (dua ve telbiye ile) zikredin. Nasıl ki O, sizi (îslâm Dînine ve Hacc menâsikino) hida­yet ettiyse, siz de O'nu öylece tevhîd ve tazimle zikredin. Gerçi O'nun hidâyetinden evvel, îmân ve tâate câhillerdendiniz. [200]

 

199 (Sonra insanların akın ettiği yerden (Arafat'tan) akın edin!)

Âyetin nüzul sebebi şudur ki:

Kureyş, halk arasında kendisini mümtaz tanır ve vukufu Müz-delife'de ederlerdi. «Biz, Harem sakinleriyiz, herkesle müsavi de­ğiliz,» diyerek Harem'den çıkmazlar, Arafat'a gitmezlerdi. Ce-nâb-ı Hak, Kureyş'in de diğer kullarına müsavi ve ondan farklı bulunmadıklarını ve binâenaleyh, halkın vukuf ettiği yerde vu­kuf ve akm -ettikleri yerden ifâza etmelerini emir buyurmuştur.

 (Vukuf, ifâza, ve sair menâsiki tağyirdeki câhiliyetinizden) Allah Teâlâ'ya i'tizâr ve istiğfar edin. Allah Teâlâ (günâhtan tev-be edene) mağfiret eder ve  (Cennetle sevâblandınr.) acır. [201]

 

200 (Hacc ibâdetlerinizi bitirdiğiniz zaman, babalarınızı zik­rettiğiniz gibi, belki ondan kuvvetli ve ondan çok,

Allah Teâlâ'yı (tekbir, temcid ve sena ile vasıf ve)  zikredin.

Haclarım tamamladıktan sonra, Arapların, Beytri şerif yanın­da durarak, babalarının mefahirini yâdetmeleri adetti. Cenâb-ı Hak buyurdu  ki:

«Şimdi, Beni zikredin.  Zîrâ,  size ve babalarınıza,  o mefahiri Ben verdim, Ben ihsan ettim.» îbn-i Abbas ve Ata der ki:

«Allah Teâlâ'yı, çocukların babalarını zikretmesi gibi zikre­din. Zîrâ çocuk söz söylemeye başladığı vakit, yalnız babasını zik­reder, başkasını zikretmez. Siz de onun gibi, Allah Teâlâ'yı, yal­nız ve yalnız Allah Teâlâ'yı zikredin!»

îmânı Râzî «Bu Âyet-i kerîme, Zikrullah'ı ilânın vâcib oldu­ğuna delâlet eder" diyor. Çünkü bilindiği gibi, insan babasiyle iftihâr ve mübalağa ile O'nu zikir ve ilân eder ve bundan çekin­mez.                                                                                              

Hazret-i Ali  (R.A.):

«Yâ Babbi! Zikrin, zikredene şeref verir» diye duâ ederdi. Ve her salâvatta Besmele-i şerîfeyi yüksek sesle

Kimi insanlar: «Ya Rabbil Bize nasibimizi dünyâda ver» der. Onun Âhirette haz ve nasibi yoktur.

Çünkü dünyâda' istedikleri mal ve servetle her şeylerini dün­yâya vakf ve hasretmişlerdir. Katâde'nin dediği gibi, niyyeti dün­yâ olan bir kulun infak, amel ve nasibi de yalnız dünyâ içindir. Âhirette nasîb almazlar. [202]

 

201 (Kimi insanlar da: «Yâ Rabbena! Bize dünyâda bir gü­zellik (sıhhat, rızık, tevfîk, hayır) ve Âhirette bir güzellik (sevâb ve rahmet) ver; afv ve mağfiretinle bizi ateş azâbmdan koru» der.)

Hazret-i Ali (R.A.)  der ki:

«Dünyâdaki güzellik, sâlih olan zevcedir. Âhiretteki güzellik de hurilerdir. Ateş azabı da fena huylu zevcedir.»

Hazret-i Hasan  (R.A.)  da:

«Dünyâdaki güzellik, ilim ve ibâdet ve Âhiretteki güzellik Cennet'tir. Ateş azabı şehevât ve günâhlardır» der.

Enes bin Mâlik   (R.A.)'den rivayet edildiğine göre:

Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz  bir kimseye:

«Cenâb-ı Hakk'a duâ eder veya ondan bir şey diler misin? diye sormuş. O da:

İlâhî! Bana Âhirette edeceğin ıkabi, dünyâda tacil et derim»» diye cevâb vermiş.

Resûl-ü Ekrem Efendimiz:

«Sübhânallah, senin ona gücün yetmez, takat getiremezsin, sana lâyık olan «Rabbena âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl'âhi-reti haseneten ve kına azâbennâr)  demektir.» buyurmuşlar. [203]

 

202 (Onlar için kazandıkları hayır ve duadan (sevabı) nâ-sibleri vardır. Allah Teâlâ, çabuk hesâb görür.)

Allah Teâlâ, kulların adetlerinin ve amellerinin çokluğuna rağmen, hepsini bir bakışta hesâbeder. O hâlde, haydi tâate, iyi­lik ve sevâb kazanmak için koşuşun. [204]

 

203 (Sayılı günlerde  Allah'ı zikredin   (tekbir alın).

Yâni Minâ günlerinde, yâhûd Arefe sabahından Zilhicce'nin 13 üncü gününün ikindi vaktine kadar olan günlerde «Allahü ek­ber, Allah-ü ekber lâ ilahe İliâllâhü vallâhü ekbei Allâh-ü ekber ve lillâhilhamd» deyin.

Kim iki günde (Minâ günlerinde, Zilhicce'nin onbir ve on-ikinci günlerinde, Minâ'dan Mekke'ye gelmekte) acele ederse ona günâh yoktur. Bunun gibi, kim geriye (Zilhicce'nin onüçüncü gü­nüne)  kalırsa ona da günâh yoktur.

Gerçi te'hlr efdalse  de  hacılar,  Minâ'dan  Mekke'ye  gelmeyi te'hîr  veya tâcîl  etmekte  muhayyerdirler.

Fakat bu (Hacdan döndükten sonra) günâhlardan sakınan­lar içindir. Allah Teâîâ'dan korkun. Bilin ki hepiniz O'na topla­nacaksınız  (ve amellerinizin cezasını göreceksiniz.) [205]

 

204 (Ba'zı kimseler var ki, dünyâ hayâtına âid sözleri seni hayrete düşürür, hoşuna gider  (beğenecek olursun).

Bu Âyet-i kerîme, Benî Sakîften Ahnes ibn-i Şurayk hakkında nazil olmuştur. Tatlı sözlü, güzel yüzlü bir kimseydi. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'e gelmiş, Müslümanlık izhâr ve diller dökerek sevgisinden bahsetmişti, hattâ bu sözlerini yeminlerle de te'yid ey­lemişti. Halbuki bir münafıktı. Huzûr-u Peygamberîden çıkar çık­maz, Müslümanlar'a âid ekili bir tarlanın mahsûllerini yakmış, hayvanlarım öldürmüştü. Maamafih, nüzulü sebebi bu olmakla beraber,  hükmü,  bu vasıftaki bütün münafıklara  şâmildir.

Ve (yemin eder.) Sözünün, kalbinde olana uygun olduğuna Allah Teâlâ'yi şâhid tutar. Halbuki, İslâm'a husûmet ve cidali şid­detlidir. [206]

 

205 (Senden ayrıldı mı, yeryüzünde fesâd etmeye, ekinleri yakıp, hayvanları telef etmeye çalışır. Allah, fesadı sevmez.) [207]

 

206 (Ne  zaman  ona Allah  Teâîâ'dan  kork,  denilse,  kibiri, hamiyyet-i câhüiyesi onu günâha sevk eder, Böylesine Cehennem azabı kifayet eder, o ne kötü yataktır)

îbn-i Mes'ûd   (R.A.)   der ki:

«Allah'tan korkun denildiği hâlde, kötü bir fiili işlemekte ısrâr etmek  günahların büyüklerindendir.»

Ömer ibn-i Hattâb (R.A.), kendisine Allah Teâîâ'dan kork de­nilse, Allah'a olan tevâzuundan yüzünü yere koyardı. [208]

 

207 (İnsanların  öylesi de  vardır  kiî  Allah  Teâla'nın  rızâsı uğruna öz nefsini satar.   (Allah Teâlâ'nm rızâsı için cihâd eder» mârufu emir, münkeri nehyeyler.)  Allah'ın kullarına rahmeti zi­yâdedir.)

Bu Âyet-i kerîme, ekser müfessirlere göre, Suhayb bin Sinân-i

Rûmî  (R.A.)   hakkında nazil olmuştur.

Mekke müşrikleri bu zâtı tutmuşlar, dîninden döndürmek için işkence etmeye başlamışlardı.

Suhayb:

«Ben ihtiyar bir adamım. Malım, metâım da var. Benim siz­den veya düşmanlarınızdan, olmamın size hiçbir zararı olmaz. Ben, bir söz söyledim. Ondan dönmeyi iyi görmem. Gelin, bütün malımı size vereyim, Dînimi sizden satın alayım.» demişti. Müş­rikler de buna razı  olmuşlar,  salıvermişlerdi.

Oradan kalkıp Medine'ye gelirken bu Âyet-i kerîme nazil ol­muştu. Medine'ye  girince  Hazret-i  Ebû Bekr   (R.A.)'e rasgelmiş.

Ebû Bekrüssıddîk   (R.A):

«Yâ Suhayb! Satışın kârlı olsun,» demişti. Suhaby da cevaben: «Senin satışın da zarar etmesin, fakat ne var?» diye sormuştu.

Bunun üzerine Efendimizin yâr-ı gaâri:

«Allah Teâlâ, hakkında bir âyet inzal buyurdu.» demiş ve bu Âyetti kerîmeyi okumuştu. [209]

 

208 (Ey îmân edenler!  Cümleniz   (zahirde ve bâtında Allah Teâlâ'ya)  inkıyâd edin. Şeytan'm izince gitmeyin. Zîrâ O, size ap­açık düşmandır.) [210]

 

209 (Eğer size bunca açık hüccetler  (deliller)  geldikten son­ra, yine kayarsanız, bilinki Allah Teâlâ Azîz'dir,  (intikamdan O'nu bir şey âciz edemez) Hakîm'dir,  (intikamında isabet eder.) [211]

 

210 (Onlar, yalnız Allah'm Meleklerle birlikte bulut gölge­leri Snde kendilerine gelmesini, işin olup bitmesini bekhyorlar. (Bil ki)  bütün işler Allah'a döner.) [212]

 

211 (Yâ Muhammed! İsrail oğullarma sor ki; Biz, onların baba ve dedelerine ne kadar âyetler verdik Kim ki bu bümdikten sonra, Allah Teâlâ'nın hidâyet m'metmı tebdil ve tağyir ederse, sübhe yok ki, Allah'ın ikâbı şiddetlidir.) [213]

 

212 (Dünyâ hayâtı kâfirlerin gözlerine çok güzel göründü ve sevgisi kalblerine yerleşti. Ba'zı îmân edenlerle (dünyâyı terk-edip ukbâya yüz çevirdikleri için) istihza ediyorlar. Halbuki ko­runan mü'minler, Kıyamet Günü onların üstünde (A'lâ-yı llliy-yînde, onlarsa esfel-i sâfilinde) dir.)

Yâhûd mü'minler  izzette,  onlarsa  zillettedir.

Allah Teâlâ,  dilediğine  hesâbsız rızık  verir.

Dünyâda, vermesi kâh istidrâc ve kâh imtihan etmek içindir. Kimisine az, kimisine çok verir, her birine ihtiyâcı kadar vermez. Belki ihtiyâcı olmayana çok verir, ihtiyâcı olana azmi bile ver­mez. Bunun için ona i'tirâz edilmez ve hesâb sorulmaz. Niçin buna verdin, buna vermedin veya niçin buna az, buna çok verdin, de--nümez. Hesaba da ihtiyacı yoktur. Zîrâ ne kadar verse, hazînesi­nin tükenmesine imkân yoktur. [214]

 

213 (İnsanlar, (Âdem ile İdris Aleyhisselâm arasında hak bir dînde) tek bir ümmetti, EVaktâ ki ihtilâf ettiler) Hak Teâlâ onlara (îmân ve itaat edenlere) sevâbla müjdeleyici, (küfür ve isyan, edenlere)  ikabîa korkutucu Peygamberler gönderdi.)

Kâ'b der ki:

«Peygamberlerin adedi, benim bildiğim, yüzyirmidört bindir. Ve bunlardan üçyüzonüçü mürseldir, Kur'ân'da isimleri geçenler yirmisekizdir.»

Ve onlarla birlikte, insanların ihtilaf ettikleri şeylerde ara­larında hükmetmek üzere hak Kitablar da inzal etti. ]

Halbuki hakta (veya indirilen Kitâb'da) kendilerine Kitâb verilenler gelinceye kadar ihtilâf eden olmadı. Bu da Tevrat ve İn-cü hükümleri geldikten sonra dünyâda hased ve hırsları sebebiy­leydi. Hak Teâlâ, irâde ve lûtfu ile rnü'minleri ihtilâf ettikleri hak­ka hidâyet etti.

îbn-i Zeyd der ki

Kıble hususunda ihtilâf etmişlerdi. Namazı kimi Doğuya kimi Batıya, kimi Beyt'ül-Makdîs'e yönelerek kılıyorlardı. Hak Teâlâ, mü'minlere Kâ'be-1 Mükerreme'yi hidâyet etti.

Oruçta da ihtilâf etmişlerdi. Cenâb-ı Hak mü'minlere Rama­zanı hidâyet etti.

Günlerde ihtilâf halindeydiler. Yahudiler Cumartesiyi, Nasra-ııîler Pazarı almışlardı. Allah Teâlâ, Cum'a'yı hidâyet etti.

İbrahim Aleyhisselâm hakkında ihtilâftaydılar. Kimi Yahûdî, kimi Nasrâni diyorlardı. Cenâb-ı Hak mü'minlere O'nun hanîf ve müslim olduğunu hidâyet etti.

Hak  Teâlâ  dilediği kimseyi Dîni  İslâm'a hidâyet eder. [215]

 

214 (Ey mü'minler! Yoksa siz, sizden önce geçen Enbiyâ ve mü'minlerin mesel olmuş hâlleri başınıza gelmeksizin Cennet'e gireceğinizi mi zannedersiniz? Onlara öyle şiddet, fakr, belâ ve hastalık isabet etti ve o kadar sarsıldılar ki hattâ (bu bitmeyen şiddet ve uzayan müddetten sabırlarının bağı çözülerek) Peygam­berleri ile birlikte dediler ki; «Allah Teâlâ'nın yardımı bize ne va­kit erer ve üzerimizden belâ gider? )

Denildi ki:

Bilin ki Allah Teâla'nın yardımı yakındır.

Bu Âyet-i kerîme Hendek Gazvesinde nazil olmuştu, ki o va-.kit Müslümanların başına şiddet, korku, maişet darlığı ve çeşitli musibetler çökmüştü. [216]

 

215 (Yâ Muhammedi Sana ne infak edeceklerini (fi sebîlil-lah kimlere sarf ve tasadduk edeceklerini)  soruyorlar.)

Bu Âyet-i kerîme Amr ibn-i Cemûh hakkında nazil olmuştur. Zengin bir ihtiyardı. Resûl-ü Ekrem Efendimize-,

«Yâ Resûlüllah! Kimlere, neyi tasadduk edelim?» diye sormuştu.

De kiî Malınızdan Allah yolunda ne infâk ederseniz anaya, babaya, hısımlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışlara infâk edin. Hayırdan ne işlerseniz, Hak Teâlâ, onun künhünü bilir,  (ve sevabını verir.) [217]

 

216 (Her; ne kadar size hoş gelmez ise de cihâd üzerinize farz kılındı)

Bu Âyet-i kerîmenin hükmünde ihtilâf vardır.

Atâ: «Cihâd tetavvûdur. (Gönüllü işidir.) Bu âyetle murâd, Peygamber Efendimizin ashabıdır, gayri değildir.» der.

îmâm Sevrî de buna zâhibdir. Şu delîl ile ki Kur'ân'da: (Nisa Sûresi; âyet: 95)   «Mal ve canları ile cihâd edenleri, Allah oturanlar üzerine üstün kıldı..» buyurulmuştur.

Ba'zı âlimler ise, âyetin zahirine bakarak, «Kıyamete kadar bütün Müslümanlar üzerine cihâd farzdır» demişlerdir.

Bir hadîs-i şerifte:

«Bir kimse ki gaza etmeden, veya nefsini gaza etmeye tahrik etmeden vefat ederse, nifaktan bir şu'be ile muttasıf olduğu hâlde vefat eder» buyurulmuştur.

Ba'zılanna göre de: Cihâd, Cenaze Namazı ve selâm almak gi­bi farz-ı kifâyedir. Bir kısım Müslümanların cihâd etmesiyle di­ğerlerinden sakıt olur.

Fakat, olur ki hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda daha ha­yırlı olur. Sevdiğiniz şey de olur, ki şer olur. Hak Teâlâ (hayır olanı) bilir, siz bilmezsiniz.

Rivayet edilir ki.

Resûl-ü Ekrem, Bedir Gazasından iki ay önce, Cemâziyelâhir ayı idi, halazadesi Abdullah bin Cahşül-Esedi, on kadar Muhacirin üe Kureyş'in ahvâlini tarassud etmek için, Mekke tarafına gön­dermişti. Giderken, Abdullah'a bir kâğıt vermiş ve:

«Bunu iki gün gittikten sonra, konakhyacağınız yerde açuı ve ona göre hareket edin..» buyurmuştu. Tenbîh edildiği gibi, iki gün gittikten sonra, Abdullah, kâğıdı açmış ve mâiyetindekilere oku­muştu. Kâğıtta Mekke ile Tâif arasında Batn-ı Nahle'ye gitmeleri emredilmekteydi. Burada Tâiften Mekke'ye gelmekte olan Ku-reyş'in bir kervanına rastladılar. Reis, Amr tbn-i Hadremı idi. Os­man bin Abdullah ile Hakem bin Kisân da beraberinde idi. Müs­lümanlar Amr ibn-i Hadremî'yi öldürdüler. Osman ile Hakem'i de tuttular. Diğerleri kaçtı. Abdullah bin Cahş bu iki esiri ve ker­vandaki eşyayı aldı, Medine'ye getirdi.

Hâdise Receb ibtidâsmda vâki' olmuştu. Fakat ashâb, Cemâ-ziyelâhir'in son günlerinde olduğunu zannetmişlerdi. Haber, Mek­ke'de duyulunca, Muhammed (S.A.V.); Şehr-i Harâm'da kıtali he­lâl kıldı, demeye başladılar. Bu sözler ashabı müteessir etti. R,e-sûl-ü Ekrem de eşyaya dokunmadı. Fakat iki esiri de salıvermedi. Nihayet, bu Âyet-i kerîme nazil oldu. Bunun üzerine ganimetin beşte birini ayırarak, geri kalanını ashaba üleştirdi. Esirler de mü­badele edildi.

İslâm'da ilk alınan ganimet budur. [218]

 

217 (Yâ Muhammedi Sana haram olan ayda yapılan kıta­lin hükmü nedir? diye sorarlar. De ki: O ayda kıtal büyük bir günâhtır. İnsanları İslâm'dan, Hak Teâlâ'y» yapılan tâatten men et­mek, CVna küfretmek, Mescid-i Harâm'a gitmelerine mâni' olmak, ahâlîsini oradan çıkarmak ise, Allah indinde, daha büyük günâh­tır. Fitne, (onların şirkleri de mü'minlerin haram ayda yaptıkları) katilden daha büyüktür.)

Haram olan aylar: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb'dir.

 (Ey mü'minler! Bilin ki müşriklerin size olan düşmanlığı dâimidir.) Güçleri yetse, sizi dîninizden döndürünceye kadar si­zinle kıtalden geri kalmazlar. (Fakat muktedir olacak değillerdir). İçinizden kim ki (gizli veya aşikâr) İslâm Dîninden döner de, kâ­fir olarak ölürse, böylelerin iyi amelleri dünyâda ve Âhirette bey­hude olur. Onlar, şâir ateşlikler gibi dâim orada kalırlar. [219]

 

218 (îmân edenler, yurtlarından hicret ederek mallarından ayrılanlar, Hak Teâlâ'nm tâatine çalışıp müşriklerle O'nun yolun­da cihâd edenler, şimdi işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Al­lah Teâlâ (hatâ ile, ihtiyatsızlıkla işlenen günâhları) mağfiret eder, rahmetiyle kullarını Cennet'e kor.)

Abdullah bin Cahş ve ashabı:

«Yâ Resûlüllah! Ettiğimiz seferin gaza olmasına tamah edi­yoruz.» demişlerdi. Bunun üzerine bu Âyet-i Kerîme nazil oldu. Bilindiği gibi Abdullah bin Cahş, İslâm'da, ilk ganimeti alan on kişilik kafilenin reisiydi. [220]

 

219 (Yâ  Muhammedi   Sana  şarabı  ve  kumarı  sorarlar.) Nahl Süresindeki  «Hurma bahçeleri ile  bağların  meyvalarından içki yaparsınız» âyeti nazil olduğu vakit şarab içmek haram değildi.

Günlerden bir gün, Hazret-i Ömer (R.A.l ve Muâz (B.A.), sa­habeden bir kaafile ile;

«Yâ Resûlallah! Bu insanın aklını başından alan şarab hak­kındaki hükmü bildir.» dediler. Bu Âyet-i kerime nazil oldu. Bu­nun üzerine, halkın kimi içer, kimi içmez oldu.

Bir gün, Abdurrahman bin Avı (R.A.) bir ziyafet verdi. Ve şarab ikram etti. İçlerinden biri namaza durdu. Sarhoşlukla Kâfi-rûn sûresini «ağbüdü mâ tağbüdün» diye okumaya başladı. O va­kit, Nisa Sûresinde  (âyet, 43)

«Ey îmân  edenler!   Sarhoş  iken namaza  yaklaşmayın!»   âyeti nazil olunca,  içenler azaldı.

Bir gün Itbân bin Mâlik, Sa'd bin Vakkas (R.A.) ile arkadaş­larına içkili bir ziyafet verdi. Yedirip içirdi. Sarhoş oldukları zaman, övünmeye ve şiirler inşadına başladılar. Bu sırada Sa'd, bir şiir okuyup Ensârı hicvetti. Bir Ensâri, bunu işitince hiddetlendi ve Sa'd'm başını yardı. Sa'd, Efendimize şikâyette bulundu. Hazret-i Ömer orada idi. «İlâhî! Şarab hakkında bize hükmünü beyân bu­yur.» diye dua etti.

Mâide Süresindeki (âyet: 90, 91) «Şarab, kumar, tapmak için dikilmiş taşlar ve fal okları Şeytan işi, murdar şeylerdir. Ondan kaçının, ki kurtulasınız.» ve:

«Şeytan, şarab ve kumarla sırf aranıza düşmanlık ve kin sal­mak; sizi Allah'ın zikri ile namazdan alıkoymak ister. Vazgeçmi­yor musunuz, siz?»  âyetleri nazil oldu. Hazret-i Ömer  (R.A.)  bunu dinleyince:

«Inteheyııâ yâ Rabbi! - Tamamen vazgeçtik yâ Rabbi!» dedi. Âyet-i kerîmenin aslında «hamr» denilmektedir ki çiğ üzüm şırasından yapılan şarab demektir. Maahâzâ, alelumûm sarhoş eden içkilere de «hamr» denilir. Hamr, nedstir. Ve helâl addeden tekfîr olunur. Yalnız Ebû Hanîfe, Süfyan Sevri ve daha birçok âlimlere göre, hamr kelimesinin açık ma'nâsı, üzüm şarâbı oldu­ğundan mutlak olarak katresi dahî necis ve haram ve inkârı küfür olabilecek olan budur. Diğer meşrubatın kendisinin değil, fakat sarhoşluğunun haram olduğuna kaail olmuşlar ve «Küllü müski-rin haram - Bütün sarhoş edici şeyler haramdır» hadis-i şerifine

istinâd etmişlerdir.

Hamr'dan gayri içkilerin fâsıklara ve kefereye benzemek kasdi olmaksızın kuvvet için az bir miktarda içilmesi caiz olabilece­ğine Hazret-i Ebû Hanife kaail olmuşsa da muhtar olan; «Mâ es-kere kesiruhu fekalilluhu haram» Hadisi şerifine göre; çoğu sar­hoş eden şeyin, azmin da haram olmasıdır.

Şer'an içme bakımından bütün içkiler haramdır. Fetva buna göredir.

Diğer bir Hadîs-i şerif de:

«Her sarhoş eden içki hamr'dir ve her sarhoş eden haramdır. Dünyâda içki içmeye devam ederken tevbe etmeksizin vefat eden, Âhirette Cennet şarâbını içemez.» meâlindedir.

Diğer bir Hadîs-i şerîfde de:

«Üzümden bir hamrt hurmadan bir hamr, baldan bir hamr, buğdaydan bir hamr, arpadan bir hamr vardır.» buyurulmuştur.

İmdi, yâ Muhammedi  Sana şarâbı ve  kumarı sorarlarsa:

De ki: İkisinde de hem büyük günâh ve hem insanlara ba'aa menfaatler vardır. Fakat günâhı, menfaatlerinden daha büyüktür. Yine sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De kis İhtiyâcdan ar­tanı (ehil ve lyâle âid nafakadan fazla kalanı) verin!

Bu sebebledir ki, ashâb, kazandıkları malın, ihtiyâçlarından fazlasını tasadduk ederlerdi. Sonra zekât âyeti ile nesh edildi.

Filhakika, başkalarına yardım etmek, ihtiyaçlarını gidermek kadar sevâbh bir şey yoktur. Fakat nefsine ve ehil ve lyâline lâ­zım olan, ancak zarurî ihtiyâçlarım karşılayan bir maldan tasad­duk etmek yanlış bir harekettir. Bu, hayır olmaz, ilk plânda yar­dım edilecek olanlar, bir kimsenin küçük çocukları, zevcesi, muhtâc olan anası babası ve yakın akrabasıdır. Bunların nafakası da, kendi nafakası gibidir.

Peygamber Efendimize bir kimse gelip dedi ki:

«Yâ Resûlallah!  Bir dinarım  var.»  Efendimiz:

«Nefsine infâk et.»  dedi. Dedi ki:

«Bir dinarım daha var.»

«Anana, babana infak et.» dedi. Dedi ki:

«Bir dinarım daha var.»

«Zevcene ve çocuklarına infâk et.» dedi. Dedi ki:

«Hizmetçine infâk et.» dedi. Dedi ki:

«Bir dinarım daha var.»

Bu sefer Resûl-ü Ekrem:

«Sen bilirsin.» buyurdu. îşte, Allah, size âyetlerini, böyle bildiriyor. Tâ ki düşünesiniz. [221]

 

220 (Dünyâ hakkında da, Âhiret hakkında da  (düşünesiniz diye).

Evet, düşününüz de dâima işlerinizde iyi ve faydalı olanı ara­yınız. Zararı olup, faydası olmayandan, veya zararı, faydasından ziyâde  olandan  sakınınız.  Mallarınızdan   ihtiyâcınıza yetecek ka­darını alıkoyup mütebakisini Âhiretinize faydalı olacak bir  şeye sarfediniz. Dünyânın geçici olduğunu düşününüz de ibâdet ve tâat ediniz. Günâh ve fenalıklardan kendinizi koruyunuz ve Âhiretin daimî olduğunu düşünerek onun için hazırlanınız. Bir de, sana yetimleri sorarlar.

Âyet-i kerîmenin nüzulü sebebi şudur»

«Yetimin malına yaklaşmayın.» (İsrâ Sûresi; âyet: 34) ve «Ye­timlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldururlar.» (Nisa Sûresi; âyet: 10) âyetleri nazil olunca, Müs­lümanlar, yetim mallarından pek kaçınır oldular. Mallarını, mal­larından ayırdılar. Hattâ yetim için başka yemek pişirmeye baş­ladılar. Artanını da bittabi yemiyorlardı. Bozulup telef oluyordu. Nihayet Efendimize sordular:

 (Sana ondan sorarlarsa) de ki: Islâh için mallarına müdâha­leniz onlara hayırlıdır.

Mallarını ücret ve ivazsız iyi bir hâle getirmeniz hayırlıdır. Zirâ, onların mallarını artırmış, siz de büyük sevâb kazanmış olur­sunuz. Yetimin malmı kullanarak, velînin kendi servetini artırması caiz değildir. Gaye, yetimin malının artırılmasıdır. di eder, ancak iyi bir hâle timlerle düşüp kalkmayı haram kılarak  başınızı sıkardı. Şübhesiz ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir. [222]

 

221 (Müşrik  kadınları  îmân  etmedikçe   nikahlamayın.)

Rivayet olunur ki- Resûl-ü Ekrem Efendimiz, Müslümanlardan bir-kaafileyi. gizlice Mekke'den kaçırmak için Ebû Mersedel-Ga-nevî (R.A.)'yi Mekke'ye göndermişti. Mersed, gürbüz bir delikan­lıydı. Müslüman olmadan önce Anak isminde gayet güzel bir ka­dınla münâsebeti vardı. Kadın, Mersed'in gelişini fırsat bilerek kendisini da'vet etti. Fakat Mersed; «Müslümanlık, buna mânidir gelemem» dedi. Bunun üzerine Anak, evlenme teklif etti. Mersed, «Bu olur, fakat daha önce Resûl-ü Ekreme danişmalıyım» diye ce-vâb verdi. Filhakika, Medine'ye dönünce, Efendimiz'e: «Ne emre­dersiniz?» diye sordu. Âyet-i kerîme bu sebeble nazil olmuştur.

Müşrikden murâd, putlara ibâdet edenlerdir. Zira, Kitab eh­li olanların Mâide Süresindeki  (âyet, 5)

«Ehl-i Kitâb'ın namuslu kadınları ile evlenmeniz helâldir.» âyeti delaletiyle  nikâhı mü'minlere  helâl  edilmiştir.

Hazret-i Osman (R.A.); Naile bint-i Kurâfıza'yı nikahlamıştı. Halbuki Nasrânî idi. Onun nikâhı altında iken İslâm'a gelmişti. Talhâ bin Ubeydullah  (R.A.)  keza bir Nasrâni ile evlenmişti.

Huzeyfe (R.A.), bir Yahudi ile evlenince, Ömer bin Hattab, o'nu boşamasını istedi. Huzeyfe:

«Yoksa haram mı sanıyorsunuz?» dedi. Ömer  Hayır, fakat Müslüman kadınlarla kaynaşmasından korkanm.» diye cevâb verdi.

Güzelliği sizi imrendirse bile, şerik koşan bir kadından, imân eden bir câriye her hâlde   daha hayırlıdır. Müşrik  erkeklere de  (size hoş görünse bile), kadınlarınızı, îmân edinceye kadar, ni­kâh ettirmeyin. îmân eden bir köle elbette müşrikten daha hayır­lıdır. Onlar (sizi) ateşe davet ederler. Allah Teâlâ ise, izniyle in­sanları Cennet'e ve mağfirete da'vet eder. Âyetlerini insanlara bil­dirir; tâ ki nasihat dinleyip, günâhlara son versinler. [223]

 

222 Yâ Muhammedi Sana hayz hâlinden de soruyorlar. On­lara de ki: O, bir ezadır. (İnsanın istikrah duyacağı murdar bir şeydir). Hâiz oldukları müddetçe zevcelerinizden çekilin. Hayzlan kesilip temizleninceye kadar (cinsi temas için) onlara yaklaşma­yın.

Fakat bu memnûiyet, yalnız cinsi temas içindir. Bundan gayri

her hususta hayzlı bir kadınla temas caizdir. Hayz buna mâni' ol­maz. Hazret-i Âişe  (R. Anhâ.):

«Ben ve Resûl-ü Ekrem, ikimiz cünubken bir kabdan gusle-derdik. Efendimiz i'tikâfta iken mübarek başlarını çıkarır, hayzlı olduğum hâlde, başım yıkardım. Yine hayzü iken ben su içip, su kabını O'na verirdim. O da ağzını, ağzımı koyduğum yere koyup içerdi.» demiştir.

Hayzlı bir kadınla cinsi temas hâlinde keffâret îcâb edip etmiyeceği ihtilâf mevzuu olmuştur.

Ba'zılanna göre, keffâreti yoktur. Tevbe ve istiğfar etmek la­zımdır.

Ba'zılanna göre ise, keffâret vâcib olur. Hayzın başlangıcın­da bir altın, sonlarına doğru yarım altın vermek gerekir.

Hayz, namazların cevazını ve vücûbunu meneder. Fakat oru­cun yalnız cevâzmı meneder, vücûbunu değil. Temizlendiği vakit orucunu kaza eder. Fakat hayz yüzünden fevt ettiği namazları kaza etmez. Nifâslı kadınlar da aynı hükme tâbidir.

Hayzlı bir kadının, bundan başka, Kâ'be'yi tavaf etmesi, mes-cidde i'tikâfa girmesi, mushafa el sürmesi ve Kur'ân okuması ca­iz değildir.

İyice temizlendiler mi, o zaman, Allah'ın emir ve helâl et­tiği yerden onlara yaklaşın. Allah Teâlâ günâhlardan tevbe edenleri sever  (fenalık ve kirlilikten)  temizlenenleri de sever. [224]

 

223 (Kadınlarınız sizin İçin (evlâd yetiştiren) bir tarladır. O hâlde, tarlanıza dilediğiniz gibi gelin. Kendiniz için önceden s fil ih ameller gönderin  (hayırlı evlâd yetiştirin.)

Ba'zı âlimler, tarlanıza dilediğiniz gibi gelin, kavl-i kerîmin­den, arzu edilen şekil ve (gece veya gündüz) istenilen vakitte raa'-nâsmı anlamışlardır.

Ba'zı âlimler de: «Maksâd azl'dir» demişler ve dilerseniz az­ledin, dilerseniz azletmeyin, ma'nâsını vermişlerdir.

Azl, çocuk yapmaktan kaçınmak maksâdiyle inzal hâlinde, kadibi çekerek, dışarıda inzal etmek demektir. Fakat ba'zı fuka-hâ, azli çirkin görmüşlerdir. Hele Cenâb-ı Hakk'm emir ve helâl kıldığı yola aykırı hareket etmeye kafiyen yeltenmemelidir.

Ebû Hüreyre  (R.A.)'den rivayet edilen bir Hâdîs-i şerifte:

«Zevcesine  Uvata eden  mel'ûndur»  buyurulmuştur.

Cinsî teması, sâdece, bir telezzüz vâsıtası addetmemeli, belki Cenâb-ı Hak'tan hayırlı evlâd istenilmelidir.  Bir Hadis-i şerifte:

«Ölen bir kimsenin ameli kesilir. Ancak faydalanılan bilgi, ah­lâkı güzel, hayırlı evlâd, sadaka-i câriye, yâni yaptırdığı mescîd, mekteb, h ast ah ân c, hayatında malından ayırarak hayırlı bir İşe yatırdığı para veya mal kişinin ölümünden Sonra da sevabına ilâ­ve edilir.»  buyurulmuştur.

Fakat unutulmamalıdır ki, hayırlı evlâd, afif, temiz bir zevce^ den doğan çocuktur. Başka bir Hadîs-i şerifte:

«Bir kadınla dört hasleti için evlenilir. Bunlar da: Mal, asalet, güzellik ve dindir. Her şeyden önce, dindar bir zevce iste, ki iki elin hayırla dolsun.»  buyurulmuştur.

Her hâlde Allah Teâlâ'ya isyan etmekten sakının. Ve bilin ki O'na kavuşacaksınız. Yâ Muhammed! (Bu hükümleri tebliğ et, ve bunları kabul ve tatbik edecek olan) nıü'minleri de müjdele.) [225]

 

224 (Allah Teâlâ'ya yemininizi; birr-ü takvaya, insanların arasını bulmaya mâni1 kılmayın. Allah Teâlâ, her şeyi hakkiyle işitici ve kemâliyle bilicidir. 3

O hâlde içinizden biri, bir iyiliğe, bir hayra çağırıldığı vakit, ben bunu yapmamaya yemîn etmiştim, diyerek ondan yüz çevir­mesin.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:

«Bir şeyi yapmak veya yapmamak için yemîn eden bir kimse, yemîn ettiği şeyi hayırlı gördüğü takdirde, yeminine keffâret edip o hayırlı şeyi işlesin. Allah Teâlâ'nın mübarek isimlerini çok ye-minle ibtizâle uğratmasın.» buyurmuşlardır. [226]

 

225 (Allah Teâlâ sizi, yeminlerinizden, ettiğiniz lağıvla mu-âh aza etmez.)

Lağıv, i'tibârı olmayan söz demektir. Binâenaleyh bu çeşit ye­minler, bir kasd gözetilmeksizin edilen, istemiyerek ağızdan kaçı-veren yeminlerdir. Şa'bî, îkrime ve îmâm Şafii buna kaaildirler.

Yâhûd doğru olduğu zanniyle edilip de, bilâhare, doğru ol­madığı anlaşılan, edilirken yalan söylemek kasdi bulunmayan ye­minlerdir. Zührî, Hasan, Nahai, Katâde ve İmâm Ebû Hanîfe de buna zâhibdirler. Bu türlü yeminlerde keffâret yoktur.

Hazret-i Ali (R.A.)'ye göre; öfke hâlinde edilen yeminler de lağıvdır. Tavus da aynı kanaattedir.

Bir günâh, bir fenalık istenilmesi için edilen yeminler de aynı mâhiyettedir. Zira, yeminin yapılmaması hâlinde, Cenâb-ı Hak tarafından bir muâhazaya mâ'rûz kalınacak değildir. Bil'akis ya­pılması suçtur. Bu türlü edilen yeminlerin keffâreti, Şa'bî'ye göre, tevbe ve istiğfardır. Bir kimsenin nefsi üzerine ettiği yeminler de keza bu kabildendir. «Bu işi yapmazsam, Allah bana şöyle bir belâ versin» gibi. Esâsında, edilen böyle bir yemîn için Cenâb-ı Hak, kulunu muâhaza etmez. Eğer muâhaza etse ikalını ta'cîl etmiş olurdu. Kur'ân-ı Kerîm'de:

«Allah insanlara hayrı çabuk istedikleri (hayır dualarının çabuk kabul olunmasını istedikleri) gibi şerri de (beddualarını da) tâ'cîl etseydi (ve meselâ kendisine, ailesine kızınca, Allah belâmı versin, belânızı versin, sizi elimden alsın gibi duaları çabuk ka­bul etseydi) ecelleri tükenirdi, ölüp giderlerdi.» (Yûnus Sûresi; âyet:  11)   buyurulmuştur.

Gâlib zanna istinaden edilen yemîn de lağıvdır. Günâhı ve keffâreti yoktur. Gerek kasdî olsun ve gerekse olmasın.

Fakat kalbinizin dilinize uyduğu yeminler yüzünden sizi (ukubet veya keffâretle, yâhûd ikisinden biriyle) muâhaza eder. Allah Gafûr'dur, (lağıvla muâhaza etmez.) Halîm'dir (gerçekten yemin  edeni muâhazaya  acele  etmez,  tevbesini  bekler.)  [227]

 

226 (Zevcelerine cima' etmemeye yemîn edenler için dört ay beklemek vardır. Şayet dönerlerse Hak Teâlâ mağfiret ve (keffâ-rete ruhsat vermesiyle)  rahmet eder.)

Ekser âlimlere göre, bu vaziyette (keffâret-i yemin) vâcib olur. Fakat Hasan, İbrahim ve Katâde'ye göre, Allah Teâlâ, mağfiret va'd buyurdukları için,  (keffâret-i yeminle ihtiyâç yoktur. [228]

 

227 (Eğer bu müddet içinde boşanmaya azmederlerse Allah (sözlerini)  işitici ve   (niyetlerini)  bilicidir.) [229]

 

228 (Boşanan  kadınlar,  kendi  kendilerine,   üç  âdet  müdde­ti  (evlenmeyip)  beklesinler. Eğer Allah Teâlâ'yı ve son günü tas­dik ediyorlarsa, bu kadınlar için  (iddette acele etmek    ve dönme hakkını   ibtâl  etmek   maksâdiyle)   rahimlerinde   Allah   Tealâ'nm halk ettiği çocuk (ve hayzı) gizlemeleri helâl olmaz. Kocaları bu iddet müddeti içinde, barışmak isterlerse, onları geri almaya ehafc-tırlar. Onların, mâruf veçhile, kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır. Yalnız koca­ların,  zevceleri üzerinde  üstün bir  mertebesi  vardır.)

Zîrâ kendilerini ve mallarını korurlar, nafakalarını te'mîn ederler. Ailenin mes'ûliyeti erkeklerin üzerindedir. Binâenaleyh bu vecîbe ve mes'ûliyetleri sebebiyle, meziyyet ve dereceleri de

yüksektir.

«Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler.»   (Nisa Sûresi; âyet:34)»  Âyet-i kerîmesi delaletiyle Resûl-ü Ekrem Efendimiz:

«Şayet bir kimsenin, bir kimseye secdesini irâde ve emreder olsam, kadının zevcine secde etmesini emrederdim.» buyurmuş­lardır. Allah Azîz ve Hakîm'dir.

Hükümlerine muhalefet edenlerden intikamını alır, O'nun hü­kümleri hıkem ve mesâlih ile  doludur. [230]

 

229 (Boşama iki keredir. Bundan sonra vâcib olan, onları ya dönüp (hüsn-ü muaşeret) İyi muamele ile tutmak, yâhûd (ihsanla) güzellikle bırakmaktır. Zevcelerinize verdiğiniz bir şeyi geri alma­nız helâl olmaz. Meğer ki zevç ve zevceden her biri evliliğe müte­allik olan haklara riâyet etmemekten korkmuş olsunlar. İmdi (ey hâkimler) şayet zevç ve zevcenin evliliğe âid ilâhi hükümleri îfâ edemiye çeklerinden korkarsanız, kadının ayrılmak için hakkından vaz geçmesinde, ikisine de günâh yoktur. Bunlar, (bu emir ve nehiyler) Allah Teâlâ'mn hudududur. Onu tecâvüz etmeyin. Kim te­câvüz ederse, bu gibiler nefislerine zulmedicilerdir.)

Kat'î bir mecburiyet olmadıkça boşanma yoluna gitmemelidir. Boşama, mubah olmakla beraber, Cenâb-ı Hak, boşanmadan hoş-nûd olmaz. Resûl-ü Ekrem Efendimizin en sevimsiz buldukları şey boşamaydı.

«Helâl olduğu hâlde, Allah indinde, en menfur şey boşamadır» buyurmuşlardır.

Yine bir Hâdis-i  Şeriflerinde Efendimiz   (S.A.V.): «Bir boşama oldu mu arş-ı âlâ titrer» buyurmuşlardır. Boşanma, en son, ve en çaresiz kalındığı zaman başvurulacak bir yoldur. [231]

 

230 (Erkek karısını üçüncü defa olarak boşarsa, artık bu kadın, başkasiyle nikahlanıp ikinci zevç tarafından cima' edilme­dikçe, o erkeğe helâl olmaz. Eğer ikinci kocası da O'nu boşarsa, (ilk karı-koca) Hak Teâlâ'mn tahdîd ettiği şeyleri ayakta tuta­caklarını zannettikleri takdirde yeni bir nikâhla tekrar evlenme­lerinde günâh yoktur. Bunlar, bilen ve tatbik eden bir kavm için, Allah  Teâlâ'mn  beyân  buyurduğu  hükümlerdir.) [232]

 

231 (Kadınları  boşadığınızda  iddetlerini  bitirdiler  mi,  artık

ya onları iyilikle tutun, yâhûd iyilikle bırakın. Bir zarara eriştir­mek için onları alıkoymayın, ki zulmetmiş olursunuz. Kim ki bu­nu yaparsa nefsine zulmetmiş olur. Allah Teâlâ'mn âyetlerini, (ona aykırı hareket etmekle) eğlence edinmeyin. Hak Teâlâ'nm size in'âm ettiği îmân ni'metini şükürle zikredin ve size öğüt vermek için inzal ettiği Kur'ân ve ondaki hikmeti düşünün, Allah Teâlâ'-ya muhalefetten korkun. Bilin ki, Hak Teâlâ, gizli, aşikâr her şeyi bilir.) [233]

 

232 Kadınları boşayıp da iddetîeri sona erince, aralarında, meşru' surette, rızâlaştıkları takdirde, nikâhlanmalannı menetme-yin. Bu, Allah Teâlâ'ya ve son güne îmân edenlere verilir bir öğüt­tür. Bu hükümlerle amel etmek hakkınızda daha faydalı ve daha temizdir. Allah (size fayda ve salâhı olan şeyi) bilir, siz bilmezsi­niz. [234]

 

233 (Boşanan) anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. Bu, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler içindir. Emziklilerin yiyecek ve giyecekleri, gücü yettiği kadar, çocuğun babasına âid-dir. Kimseye gücünden fazlası teklif olunmaz. (Emzirmeye razı iken elinden alınmak suretiyle) ne çocuğu ile bir ana, (gücünden fazla masraflar yüklemek veya sebeb yokken sütana tutmaya mec­bur etmek gibi hâllerle) ne de çocuğu ile bir baba ızrar edilmesin. Çocuğun vârisi de baba gibidir. Eğer ana baba, iki yıl tamamlan­madan, birbirleriyle anlaşarak, çocuğu sütten kesmek isterlerse günâhı yoktur. Şayet evlâdınızı başkalarına emzirtmek isterseniz, ma'rûf veçhile ücretini Ödediğiniz takdirde yine size günâh yok­tur. (Çocuklar ve emzirenler hakkında) Allah'ın emirlerine mu­halefetten sakının. Bilin ki Allah, bütün yaptıklarınızı görür. [235]

 

234 (İçinizden ölenlerin bıraktıkları zevceler kendi kendile­rine dört ay on gün beklesinler. îddetleri sona erdiği zaman, şer'a, örfe uygun olarak kendileri hakkında (zinetlenmek; yeniden evlenmek gibi) yaptıkları şeylerden size vebal yoktur. (Bundan, on­ları  men  etmeyin).  Allah,  bütün  yaptıklarınızdan  haberdârdır.) [236]

 

235 (Zevci vefat  edip  iddet  bekleyen  kadınları kinaye  ve remz ile istemenizde veya bu arzuyu kalblerinizde saklamanızda size bir vebal yoktur. Allah Teâlâ, onları anacağınızı  (ve sabre-demiyeceğinizi) bilir. Fakat onlarla nikâh veya cima' için sözleş-meyin. (Yâhûd bu sözleşmeyi gizli etmeyin)  meğer ki meşru' bir söz söylemiş olasınız. Farz olan iddet müddeti erinceye kadar, ni­kâh akdine azmetmeyin. Allah Teâlâ, kalblerinizde caiz olamayan bir şeye azmettiğinizi bilir. Hak Teâlâ'dan korkup emirlerine karşı gelmekten sakının. Bilin ki Allah Teâlâ Gafûr'dur.  (Allah korku-siyle niyet ettiği münkeri işlemeyen kimseyi mağfiret eder.)  Ha-îîm'dir  (ikabında acele etmez.) [237]

 

236 (Dokunmamış veya mehrini takdir etmemiş olduğunuz kadınları boşamakta size vebal yoktur. Şu kadar ki, zengin olan­larınız kudretine, fakır olanlarınız da imkân ve takati kadarınca, şeriat ve mürüvvetin güzel göreceği bir şeyle, onları faydalandı­rın. Bu hüküm, ihsan edenler için hak oldu.) [238]

 

237 (Dokunmamış, fakat mehrini takdir etmiş olduğunuz bir kadını da boşarsanız, zevç üzerine bu takdir olunan mehrin yarısını vermek vâcib olur. Meğer ki kadın, yâhûd kadının nikâh düğümü elinde olan kimse, onu terketmiş olsun. Sizin bağışlama­nız takvaya daha yakındır. Birbirinize fazletmeyi unutmayın. Al­lah, amellerinizi görür, (fazl ve ihsanınızı zayi' etmez mükafatı­nı verir.) [239]

 

238 (Farz namazların (vaktinde, şartlarına, rükünlerine ri­âyet ederek) edasına devam ve muhafaza edin. Hele Orta Nama­za dikkat edin. Huşu' ve tâatle namaza durun.)

Orta Namaz, ashâb ve ulemâ' arasında ihtilâf mevzuu olmuş­tur.  Ba'zılarına   göre   bu,   Sabah   Namazı'dır.  Zîrâ   Cenâb-ı   Hak buyurmuşlardır   ki,   Kunut   (Tûl-i   kıyam),   uzun müddet   Allah'ın   divânında   durmaktır. Tûl-i   kıyam  ise,   Sabah Namazına hasdır, ki başka bir Âyet-i kerîme ile, îsrâ Sûresi;  âyet: 78) Âyet-i kerîmesiyle diğer namazlar arasın­da tahsis edilmiştir. Bu divânda, Gece Melekleri de, Gündüz Melekleri de hâzır bulunur. Ve bu divân, hem gece ve hem gündüz divânlarından her birine yazılır. Ömer, îbn-i Abbas, Muâz, Câbir (R. Anhüm.) bu kanaattedirler. Atâ, Mücâhid, îmâm Mâlik ve Şa­fii de bu kavle uymuşlardır.

Zeyd bin Sabit, Ebû Saîd'ül-Hudr', Üsâmet'übnü Zeyd (R. An­hüm) ise, bunun Öğle Namazı olduğuna kaanidirler. Zira günün ortasında edâ edilir. Zeyd bin Sâbit'ten rivayet edildiğine göre; Resûl-ü Ekrem tS.A.V.) Efendimiz, namazlarını öğle sıcağında kı­lardı. Ashâb'a bundan zor namaz yoktu. Çoğu sıcaktan evlerinden çıkamaz, cemâate gelemezlerdi. Efendimiz (S.A.V.); bu hususta söylenmiş ve bunun üzerine bu Âyet-i kerîme nazil olmuştur.

Hazret-i Ali, İbn-i Mes'ûd, Ebû Eyyûb, Ebû Hüreyre ile Haz-ret-i Âişe'ye göre, ki İbrahim Nahâî, Katâde ve Hasan da buna zâ-hibtirler. Orta Namaz, İkindi Namazıdır. Hazret-i Âişe'nin âzâdlı kölesi Ebû Yûnus der ki:

Hazret-i Âişe, bana bir Mushaf yazmaklığımı emretmişti. Bu âyete geldiğimde, buraya kadar yazdığımı haber verdim.

diye yaz. Ben Resulü Ekrem'den böyle işittim» dedi. Bunu Hafsa (R. Anhâ.) da te'yîd etti.

Hazret-i Ali   (R.A.)'den rivayet  edilen bir Hadis-i şerîfde  de: Ahzâb Muharebesi günü:  «Bizi Orta Namazı olan İkindi Na­mazından alıkoydular. Allah,  kalblerine  ve  evlerine  ateş  doldur­sun.»  buyurulnıuştur.

Kubeysatübnü Züveyb'e göre ise, bu, Akşam Namazıdır. Zîrâ çok namazlar, az namazlar arasındadır. Rek'ât adedi iki ile dört  arasındadır.

Orta Namaza, Yatsı Namazı diyenler de olmuştur. Fakat es­kilerden hiçbirinden bu hususta bir rivayet mevcûd değildir.

Ba'zılarına göre dej beş vakit namaz arasında her hangi biri­dir. Cenâb-ı Hak onu, beş vakit namazın hepsine devam edilmesi için mübhem kılmıştır. Ramazan'da Kadir Gecesini, Cum'a günü icabet saatini, Esmaûllahda İsm-i A'zamı mübhem bıraktığı gibi.

Kunut, ayakda uzun zaman durmak demek olduğu gibi -kî Efendimize namazın hangisi efdâldir? diye sorulmuş, «Kıyamı uzun olanıdır,» buyurmuşlardır. aynı zamanda, bu kıyamda, tâat, huşu; sükût ma'nâlarmı da tazammun eder. [240]

 

239 (Eğer düşman veya yırtıcı hayvan korkusiyle namazın hakkını koruma imkânınız olmazsa, yaya, yâhûd hayvanınız üs­tünde  olduğunuz hâlde namazınızı edâ edin.)

Gerek Kıble'ye dönmüş veya dönmemiş olun, rükû' ve sücûdu îmâ edin. Şu kadar ki rükû' secdeden alçak olmasın!.

Ekser âlimlere göre; korku hâlinde, namaz rek'atleri kısaltıl­maz. Fakat Mücâhid'in İbn-i Abbas'dan rivayet ettiğine göre; İbn-i Abbas:                                                           .

«Hak celle ve alâ, Resûl-ü Ekrem'in diliyle namazı, hazarda dört, seferde iki, korku hâlinde bir rek'at farz kıldı» demiştir. Ata, Tavus, Hasan ve Katâde de bu kanaattedirler.

Said ibn-i Cübeyr  (R.A.):

«Muharebe meydanında senin namazın (Sübhânallahi vel-hamdülillâhi ve lâ ilahe illâllâhü vallâhü ekber) demek ve Allah Teâlâ'yı zikretmektir.»   der.

Düşmandan emin olup, korkunuz zail olduğu zaman da Al­lah, size, bilmediklerinizi nasıl öğrettiyse, siz de beş vakit namazı, hakkını vererek edâ edin, Allah'ı  anın! [241]

 

240 (İçinizden vefat edip zevceler bırakanlar, vârislerine, onlara, yılına kadar terekesinden nafakalarını vermesini, ve evin­den çıkarılmamasını vasiyyet etsinler!

Rivayet edildiğine göre; Tâifli Hükeym bin el-Hâris, ailesiyle Medine'ye hicret ve orada vefat etmişti. Hakkında bu âyet nazil olunca, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) mirasım, ana baba ve çocukları­na vermiş, fakat karısına bir şey vermemişti. Yalnız, yılma kadar, terekesinden zevcinin infâk edilmesini emîr buyurmuştu.

îslâmiyetin ilk yıllarında vefat iddeti bir yıldı. Bir yıl tamamlanmadan vereseye zevceyi evinden çıkarmak haramdı. Nafakası ,da zevcinin terekesinden verilirdi. Fakat mîrâs hakkı yoktu. Ko­casının evinden çıkarsa oturma ve nafaka hakkı sabit olurdu. Fa­kat mîrâs âyeti ile bu nesholundu. îddet müddeti dört ay on güne indirildi.

Şayet, kendi istekleriyle, bir yü tamamlanmadan, kocaları­nın evinden çıkarlarsa, meşru' surette işledikleri (zinetlenme gi­bi) işler yüzünden size bir vebal yoktur. Allah, Azîz ve Hakîm'dir. [242]

 

241 (Her boşanan kadını, şeriat ve mürüvvetin güzel görece­ği bir şeyle faydalandırmak, her müttekîye vâcib oldu.) [243]

 

242 (İşte akü erdirip, tatbik edesiniz diye, Allah âyetlerini size böyle beyân buyuruyor.) [244]

 

243 (Binlerle kişi iken,  Ölüm korkusiyle,  memleketlerinden çıkanları görmedin mi? Hak Teâlâ, onlara  (ölüm) buyurdu. Sonra da diriltti.)

Rivayet edildiğine göre. Vaktiyle Irakta (Vâsıt) tarafında (Dâ-verdan) adlı bir kasaba vardı. Bir yıl taun oldu. Ahâlisinden bir kısmı, memleketlerinden kaçtı. Ve hastalık zail olunca, sağ salim memleketlerine döndüler. Fakat kasabada kalanların çoğunu, has­talık öldürmüştü. Dediler ki:

«Siz bizden, akıllı imişsiniz,  eğer hepimiz,  sizin gibi kaçmış olsaydık içimizden bu kadar kişi ölmemiş olacaktı. Bir daha taun (olursa tâunsuz yere gidelim.»

Filhakika, "ertesi yıl yine taun olunca, bu sefer bütün ahâli, kasabalarını terketti. Kurtulacaklarını umdukları bir vadiye in­diler. Fakat iki Melek, hepiniz (Ölün) dediği gibi, Allah'ın izniyle, hepsi öldü.  Sonra yine Cenâb-ı Hak hepsine hayât verdi.

Ölmiyelim diye kaçtıkları zaman, korktukları başlarına gel­di, öldüler. Öldük dedikleri bir anda da, hiç ummadıkları hâlde, tekrar hayât buldular. Demek ki, Allah'ın hükmünden kaçılmaz ve hiçbir vakit Allah'dan ümit kesilmez.

Yine rivayet edildiğine göre: Benî israil'den gazaya me'mûr edilen bir kavim de, muharebeden korkmuşlar, memleketlerinden kaçmışlardı, Cenâb-ı Hak onlara ölümü gönderdi. Bir anda kendi­lerinin ve hayvanlarının ruhlarını kabzetti. Bir hafta bu hâlde kaldılar. Hâllerini Hazkil Aleyhisselâm gördü. Taaccüb etti ve dü­şündü. Sonra Hak Teâlâ'ya yeniden hayâta kavuşmaları için yal­vardı. Cenâb-ı Hak da nebisinin duasını kabul ederek cümlesini diriltti. S,onra da fiysebilillâh gaza etmelerini emretti. Böylelikle Cenâb-ı Hak onlara ölümden kaçmakla kurtulmanın mümkün ol­madığını, mukadder ne ise önüne geçilemiyeceğini bildirdi.

Allah, insanlara fazledicidir. Fakat insanların çoğu, gerektiği gibi O'na, şükretmezler. [245]

 

244 (Allah Teâlâ'ya itaat için düşmanlarına cihâd edin. Mu­hakkak bilin ki, Hak Teâlâ, sözlerinizi işitir ve gizlediklerinizi bi­lir.) [246]

 

245 (Kimdir  o  ki Allah  tâatinde  gönül  hoşluğu  ve  ihlâsla helâl maldan iyilik ve minnet ve ezâ etmeksizin Allah'ın kullarına ede, Hak kimini daraltır, kimim genişletir. götürüleceksiniz.) [247]

 

246 (Bent İsrail'in, Musa'nın ölümünden sonra, toplanan ileri gelenlerine ilmin erişemedi mi? Hani onlar, nebileri (Yûşâ veya Şem'uri, yâhûd EşmoiD ne dediler ki: Bize bir melik gönder de (onun emrinde) Allah yolunda düşmanlarımızla savaşalım. Nebî: «Korkarım ki üzerinize savaş farz kılınır da, sözünüzde durmaz, savaştan kaçınırsınız» dedi. «Allah yolunda savaştan bizi kim me-neder, ki savaşmıyalım. Memleketlerimizden çıkarıldık, evlâdları-mızdan ayrıldık.» dediler.)

Rivayet edilir ki Mûsâ Aleyhisselâm vefat edince, yerine Yû­şâ Aleyhisselâm geçti. Benî israil arasında Tevrat'ın hükümlerini ayakta tuttu. Sonra sırasiyle Hazkil, Ilyâs, Elyesâ Aleyhisselâmlar gelip keza Tevrat'ın ahkâmını ayakta tuttular. Fakat Elyesâ Aleyhisselâm'm ölümünden sonra, Beni İsrail'de sapıklık başgös-terdi. Allah'ın ahdini unuttular ve isyanı büyülttüler.

Bu sırada, Amâlika'dan Belsâsân adlı bir kavim zuhur etti. Câlût isminde bir emîrin idaresi altında Mısır ile Filistin arasına yerleşmişlerdi. Beni İsrail'e harb açarak memleketlerinin çoğunu aldılar. Çocuklarına varmcaya kadar esir ettiler. Bu arada Beni îsrâîl meliklerinin oğullarından dörtyüzkn-k kişi de esir edildi, Geri kalanları üzerine de cizye koydular ve Tevrat'ı ellerinden alıp gittiler.

Benî îsrâil büyük bir musibete uğramıştı. Fakat aralarında bir Nebi bulunmadığı gibi, kendilerini çekip çevirecek bir kimse de yoktu. Yalnız Nebi ailesinden gebe bir kadın kalmıştı. Kadını, kız doğurursa bir erkekle değiştirmesin, hile yoluna gitmesin, diye bir rahibin yanında habseitiler. Nihayet, kadın, vakti erdi, bir erkek çocuk meydana getirdi. îsmini Eşmoil koydular. Biraz büyüyünce Beyt'ül Makdis'te, Tevrat'ı öğrenmesi için, Benî îsrâîl âlimlerinden bir ihtiyarın yanına gönderdiler. Zaman geçti, Eşmoil büyüdü, bu­gün, hücresinde. otururken, Cebrail Aleyhisselâm geldi. İhtiyarın sesine benzer bir sesle:

«Yâ Eşmoil!» diye seslendi. Eşmoil, ihtiyarın yanına gitti ve: «Beni neye çağırdın?»  diye sordu.  İhtiyar-, «Ben, seni çağırmadım» demeye üşenip geriye yatmaya gön­derdi.

Cebrail Aleyhisselâm ikinci defa yine evvelki gibi seslendi. Bu sefer de ihtiyar kendisini yine yerine gönderdi. Fakat üçüncü­sünde, Cebrail kendisine göründü.

«Var kavmine git, Allah Teâlâ'nın risâletini teblîğ et. Cenâb-ı Hak, seni nebî gönderdi.» dedi.

Eşmoil, kalkıp kavminin yanma gitti. Ve emroîunanı kendi­lerine teblîğ etti. Fakat kavmi:

«Senin henüz Nebi olacak vaktin değil, eğer daVânda gerçek isen, bize bir   melik gönder, biz de   nübüvvetine i'timâd   edelim»

dediler. Zîrâ Benî İsrail'in nizâmı, bir Melike tâbi' olmaktı. Melik­ler de, Nebilere itaat ve İmân ederlerdi.

Vaktâ ki üzerlerine savaş farz kılındı. Savaştan yüz çevir­diler. Pek az kişiler sözünde durdu. Allah, o nefislerine zulmeden­leri çok iyi bilir.

Eşmoil Aleyhisselâm, Beni İsrail'in isteğiyle Cenâb-ı Hakdan bir melik diledi. Bunun üzerine kendisine bir asa, bir de içi yağ dolu bir boynuz verildi. Benî İsrail'e ta'yîn edilecek melikin bu asâ boyunda olacağı ve kendisine geldiği vakit, boynuz içindeki yağın kaynayıp taşacağı bildirildi.

Nü kenarında debbağlık (tabaklık) eder (Tâlût) adlı bir kim­se vardı. Bir  gün  babası  hayvanını  kaybetti.  Aramaya  adamlanndan  biriyle  Tâlût'u  gönderdi.   Sora  soruştum  nihayet,  Eşmoil Aleyhisselâm'm evinin yanma geldiler. Hizmetkâr Tâlût'a;

«Hazır evinin yanına geldik, gel, Nebî'ye girelim, olur ki kay­bolan hayvanımız için bize delâlet eder, hakkımızda Hak TeâlaV dan hayır diler.» dedi.

İkisi de Eşmoil Aleyhisselâm'm evine girdiler. İsteklerini an­lattıkları sırada, boynuzdaki yağ, kaynayıp taşmaya başladı. Bu­nun üzerine Eşmoil Aleyhisselâm, asâ ile Tâlût'un boyunu ölçtü. Tıpatıp geldi. Kaynayan yağla başını yağlayıp: Sen, Beni İsrail'in üzerine melîk oldun, bunu bana Hak Te-âîâ bildirdi»,  dedi.  Sonra:

«Sözümün doğruluğuna şâhid istersen, babanın evine git, hay­vanını bulmuş göreceksin."  diye ilâve  etti.

Filhakika Tâlût, babasının hayvanına bulduğunu gördü. Ve Eşmoil  Aleyhisselâm'm  sözünün   doğruluğuna i'timâd  etti. [248]

 

247 (Eşmoü işte, Hak Teâlâ, Tâlût'u size melik gönderdi» dedi. Dediler kiı «O, bize nasıl melîk olur? Biz, melîkliğe ondan daha iâyıkız. Malca da bolluk içinde değil.)

Bu i'tirâzlanna sebeb şu idi: Beni İsrail'de nübüvvet, Lâvi bin Yâkub sıbtmda idi. Mûsâ ve Hârûn Aleyhisselâmlar bu sıbtan gel­mişlerdi. Saltanat da Yahuda sıbtında idi. Dâvûd ve Süleyman Aleyhisselâmlar bu sıbttan gelmişlerdi. .Tâlût ise, Bünyâmin sıbtın-dandı. Ne nübüvvet ve ne saltanat    ailesinden değildi. Kaldı ki

makbul bir sıbt da değildi. Bu sıbt mensûbları büyük günâh işle­nmekten kaçmmazlardı, Hak Teâlâ, onlara gazâb etmiş, mülk ve nübüvveti kendilerinden kaldırmıştı. Bu yüzden bu sıbta (günah­kâr sıbt)  denilirdi.

Eşmoil dedi kis «Onu sizin üzerinize Allah Teâlâ melik seçti. İlimce, vücûd, güc ve kuvvetçe size üstün kıldı. (Mülkün mâliki odur.) Mülkünü dilediğine verir. Allah'ın fazlı boldur. Fakire ge­nişlik ve zenginlik ihsan eder ve mülke ehil ve lâyık olanı bilir. [249]

 

248 (Vaktâ ki Benî İsrail, Eşmoil Aleyhisselâm'dan Allah Teâlâ'mn Tâlût'u seçip üzerlerine melik ettiğine hüccet istedi) Nebileri dedi ki; Tâlût'un melîkliğine alâmet, tâbutun gelmesi ola­caktır ki, içinde Rabbiniz celle şânühden bir sekine; Mûsâ ve Hâ­rûn ailelerinin terekesinden bir bakiye vardır.)

Tâbut, bir sandıktı, Cenâb-ı Hak onu Âdem Aleyhisselâm'a in­dirmişti. Şimşir ağacından, uzunluğu üç ve genişliği iki zira' idi. Altın suyu ile yaldızlıydı. Âdem Aleyhisselâm'm ölümünden sonra Şît Aleyhisselâm'a ve ondan birçok el değiştirerek İbrahim Aley­hisselâm'a, intikâl etmişti. İçinde sekine vardı. Sekine, zeberced veya yakuttan iki kanadlı ve kedi gibi başı, kuyruğu bulunan bir suretti. Ses çıkardığı vakit, Benî İsrail, yardım göreceklerine hük-. mederlerdi. Muharebede tâbut yürürse yürürler, durursa durur­lardı.

Bir rivayete göre de, sekine Cennet'ten çıkarılmış altın bir leğendi.   Peygamberlerin  kalbleri  bunun  içinde  yıkanırdı.

Yâhûd o, Allah Teâlâ'dan bir rûh'tu ki bir şeyde ihtilâf ettik­leri vakit, onu,  onlara bildirirdi.

Mûsâ ve Hârûn Aleyhisselâmlann terekesinden kalan baki­yeye gelince: Bunlar da levha kırıkları, Mûsâ Aleyhisselâm'm asâ ve elbisesi, Hârûn Aleyhisselâm'm sarığı ve Beni İsrail'e inen bir mikdâr kudret helvasıydı. Benî İsrail bu tâbutla emniyet ve sekî-net bulurdu. Tâbut, Beni İsrail'in fesâd ve isyanlarını artırdıkları, Amâlika'nm memleketlerini istilâ ettikleri zamana kadar yanla­rında kaldı. Nihayet Amâlika, tâbutu ellerinden alarak en büyük telâkki ettikleri bir putun altına koydular. Fakat ertesi günü, tâ­butun, putun üzerine çıktığı görüldü. Tekrar putun altma indire­rek iki ayağını tâbuta perçinlediler. Bu tedbire rağmen, daha er­tesi günü, putun ellerinin ve ayaklarının kesildiğini, gövdesinin tâbutun altına bırakıldığını ve şâir bütün putların yüzü koyun yere yıkıldığını görünce, tâbutu mâbedlerinden çıkararak başka bir yere naklettiler. Bu sefer de civarında bulunan halk boyun ağ­rısına tutuldu. Ve bu yüzden birçokları öldü. Nihayet tâbutu başka bir kasabaya götürdüler. Cenâb-ı Hak bu kasabaya da fare gönderdi. Kasaba ahâlîsinden birçoklarının uyurken karnının fa­reler tarafından yenildiği ve bu suretle öldüğü görüldü. Mecburen tâbutu sahraya çıkarıp bir harabeye gömdüler. Fakat bu defa kim sahraya çıkarsa kuiunc'a tutulmakta idi.

İçlerinde Enbiyâ ailesinden esir bir kadın vardı: «Bu tâbut sizde oldukça musibetten kurtulamazsınız.» dedi Nihayet O'nun tavsiyesiyle tâbutu iki öküzün çektiği bir ara­baya yükleyerek  İsrail'e doğru bırakıverdiler.  Cenâb-ı Hak,  dört Meleğini bu işe me'mûr etti. Melekler, arabayı sevk ve idare ede­rek, Beni israil'in bulunduğu şehre getirdiler ve burada arabanın iplerini kestiler.  Öküzler kurtulup gitti, Tâbut da Beni îsrâü di­yarında kaldı.

E Melekler  onu  yüklenip  getireceklerdir.

îbn-i Abbas:

«Melâike .tâbutu gökle yer arasından getirip Tâlût'un yanma koydular»; Hasan:

«Tâbut gökte Melâikenin yanında idi, Tâlût melik olunca ona getirdiler.»; Katâde:

«Tâbut Tih'de idi, Mûsâ Aîeyhisselâm onu Yûşâ Aleyhisselâm'a bırakmıştı, Melekler onu melik olunca Tâlût'a getirdiler.» der.

Eğer mü'minlerseniz, elbette bunda size bir alâmet vardır.

Nihayet inandılar ve seksen bin asker Tâlût'un emrine itaat ettiler. [250]

 

249 (Vaktâ ki Tâlût,  ordusiyle,  Beyt'ül Makdis'den çıktı.)

İhtiyar, hasta veya mazereti olanlar hâriç, bütün Beni İsrail sözünde durmuş, Tâlût'un etrafında toplanmıştı. Tâbutun gelme­siyle  muzafferiyet  kazanacaklarından  emindiler.  Tâlût:

«Bana, tacir olanlar, borçlu olup da alacaklısını bırakmak mecburiyetinde kalacaklar, bina inşâsına başlıyanlar, yâhûd evli olanlar lâzım değil, istediğim şen delikanlılar.»  dedi.

Şiddetli bir sıcağın hüküm sürmekte olduğu bir gün, ordu ha­reket etti. Bir zaman yol aldıktan sonra susadılar. Tâlût'a; «Al­lah'tan dile de bize bir nehir akıtsın.» dediler.

Dedi kii Hak Teâlâ, sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim bu nehirden içerse benden değildir. Kim tatmazsa işte bendendir. Meğer ki eliyle bir avuç içmiş olsun (fakat nehre varır varmaz bol bol)  içtiler. İçlerinden pek az kimseler içmedi.

İçmeyenler dört bin kişiydiler. Daha doğru olan bir rivayete göre, üçyüz on üç kişi idi. Bir avuç su hem kendilerine ve hem hayvanlarına kifayet etmişti. îmân bütünlüğü üe nehri geçtiler.

Fakat içenlerin dudakları kuruyup susuzlukları arttı. Nehrin ke­narında kaldılar. Düşmanla karşılaşmaya da korkarak nehri geç­mediler.

Vaktâ  ki  Tâlût  ve  maiyetindeki  mü'minler  nehri  geçtiler, birbirlerine:  «Bugün Câlût ve  askerine karşı duracak takatimiz yok.» dediler.  Zîrâ onlar çok ve bizse azız.

Fakat Allah Teâlâ'ya kavuşacaklarını iyiden iyî bilen ve se­vabını umanlar dediler ki «Hak Teâlâ'nin irâde ve kazâsiyle nice az asker çok askere gaalib olmuştur. Allah Teâlâ'nın yardım ve sevabı sabredenlerle beraberdir. [251]

 

250 (Vaktâ ki Tâlût ve askerleri, Câlût ve askerlerine karsı duâ ile Üzerimize sabır dök, kalblerimise kuvvet ver, kafirlere Kars yardım et, muzaffer kıl) [252]

 

251(Hak Teâlâ, dualarını kabul buyurdu.) Allah'ın izni ve yardımiyle kâfirleri dağıttılar. Dâvûd, Câlût'u öldürdü.

Dâvûd Aleyhisselâm'ın babası İyşa on üç oğlu ile Tâlût'un nehri geçen askerleri arasmdaydılar. Dâvûd, îyşa'nm küçük oğ­luydu. Sapan atmakta pek mahareti vardı. Hangi hayvana atsa onu  düşürür veya  öldürürdü.

Tâlût ve askerleri, Câlût ve askerlerinin karşısma safı olup durdukları vakit; Câlût, meydana çıkıp Tâlût'a dedi ki:

«Cengi ikimiz edelim, hangimiz gaalib gelirse, mağlûbun mül­kü onun olsun. Ayrılıp gidelim. Yâhûd askerlerinden birini seç. Aynı şartla onunla cenkleşeyim.»

Bu teklif, Tâlût'u üzdü ve düşündürdü. Askerlerine:

«Kim Câlût'u öldürürse kızımı onunla evlendirir ve mülkü­mün yarısını ona veririm»  dedi.

Fakat Câlût'un cür'eti karşısında kimse buna cesaret edeme­di. Bu esnada Nebilerine;

«Câlût'u öldürecek İyşa'nm çocuklarından biridir» diye vahiy geldi. İyşa'nm Dâvûd'dan gayri, bütün çocuklarını Nebiye getir­diler. Fakat Nebi:

«Rabhim celle şânühün bildirdiği vasıflar bunlarda yok.» dedi. Bunun üzerine İyşa:

«Bir oğlum daha var, koyun güder, kısa boylu ve pek zayıf olduğu  için  halktan  utanıp  getirmedim.»   dedi.

Tâlût, hemen Davud'un bulunduğu vadiye gitti. Yağmur yağ­mış, etrafı su almıştı, Davud'u, iki koyunu selden geçirirken gör­dü. İçinden:

«İşte,  Câlût'u öldürecek olan budur,  başkası değildir.»  dedi.

Tâlût'la birlikte orduların bulunduğu yere gelirlerken, yolda, Dâvûd Aleyhisselâm üç taş gördü. Taşlardan biri:

«Ben Hârûn Aleyhisselâm'ın taşıydım, benimle filân meliki öl­dürdü» dedi.

Diğeri:

«Ben Mûsâ Aleyhisselâm'm taşıydım, benimle filân meliki öl­dürdü.»  dedi.

Üçüncüsü de:

«Ben o taşım ki, benimle Câlût'u öldüreceksin.»  dedi.

Dâvûd üç taşı da alıp heybesine attı.

Sür'atle orduların bulunduğu yere geldiler. Câlût, tekrar mey­dan okudu: «Tâlût!» diye haykırdı «Benimle sen mi cenk edecek­sin, yoksa bir pehlivan mı göndereceksin?.»

Tâlût, Dâvûd Aleyhisselâm'a, atını, zırhını ve silâhım vermek istedi. Fakat O:

«Bana bunların hiçbiri hacet değil, Rabbim bana yardım eder­se, silâhı ne yapayım? Rabbimin yardımı olmazsa ne kadar mü­kemmel silâh olursa  olsun,  kırılır.»   dedi.

Sapanını aldı ve Câlût'a doğru yürüdü. Câlût, güçlü kuvvetli bir adamdı. Askerlerini yararak meydana çıktı. Hemen Dâvûd heybesinden çıkardığı üç taşı sapanına koydu. «Bismillah» deyip Câlût'a attı. Akabinde, Hak Teâlâ'nın izniyle, onu cansız yere ser­di. Bunun üzerine askeri şaşırdı ve dağıldı. Bu hâl Müslümanları pek sevindirdi. Yıllardır mağlûb oldukları düşmana gaalib gel­mişlerdi.

Dâvûd Aleyhisselâm, bu başarıyı müteakib Tâlût'a geldi.  Ve: «Va'dettiğini yerine  getir.»  dedi.  Kızını istedi.  Fakat Tâlût: «Kızımı nikâh  akçesiz mi  almak istiyorsun?»   dedi.  Dâvûd: «Sen benimle nikâh akçesi şart etmedin, benim bir şeyim yok. Dilersen bir şey takdir et, yavaş yavaş onu sana ödeyeyim» diye

cevâb verdi. Tâlût:

«Mülkten nasibini nikâh akçesi olarak ver.» dedi. Bu teklif Benî İsrail'i kızdırdı. Tâlût'a hücum ettiler:

«Niçin Davud'a zulmediyor, va'dini yerine getirmiyorsun?» de­diler.

Tâlût,   Beni  İsrail'in  Davud'a  olan  sevgisini  görünce   sözünü

değiştirdi:

«Ben ondan kızım için mal istemiyorum ve takati olmayan bir şeyi teklif etmiyorum. Dâvûd, cenkçi bir er. Etrafımızda çok düş­manımız var. Onlardan iki yüzünü öldürsün. Kızımı ona vereyim.»

dedi.

Dâvûd, bu teklifi kabul etti. Filhakika, ikiyüz kişi öldürdü. Tâ­lût da kızını ona vermek zorunda kaldı. Bu suretle mülkün yarı­sına da sâhib oldu. Benî îsrâîl buna pek sevindi. Her yerde onun meziyetlerini metheder oldu.

Bu hâl Tâlût'u kıskandırdı. O'nu hile ile öldürmeyi kurdu. O zamanlar Enbiyâ ve Melikler asâ ile yürürlerdi. Tâlût'un başı al­tın toplu ve ucu demirli bir asası vardı. Bir gün, Dâvûd, yerine otururken ansızm asasını üzerine attı. Dâvûd, atik davrandı, başını çekti,   asâ duvara   saplandı, bu suretle   muhakkak bir   ölümden

kurtuldu Dâvûd;

«Ne o,' beni öldürmeyi mi kurdun?»  dedi. Tâlût:

«Hayır, maksadım, cesaretini sınamaktı, yoksa korktun mu ben, Hak Teâlâ'dan gayri kimseden korkmam.

diye cevâb verdi. Sonra, duvardan asayı çekti. Tâlût'u korkutmak için:

«Haydi öyleyse, şimdi sen de benim asamın karşısında dur, ce­saretini bana göster, göreyim, Tevrat'ta, fenalığın karşılığı fena­lıktır, diye yazıyor.» dedi. Fakat Tâîût çok yalvardı. Özür diledi.

O da, O'nu afvetti.

Buna rağmen, aradan bir müddet geçince Tâlût, bir gece, yi­ne Dâvûd Aleyhisselâm'ı öldürmeye niyet etti. Dâvûd bunu haber aldı. Zevcesine bir tulum şarab getirtti. Onu yattığı yatağın içine koydu. Üzerini yorganla örttü. Tâlût, Dâvûd zanniyle, geceleyin yatağa şiddetli bir kılıç salladı. Şarab saçılıp kokusu etrafa yayıl­dı. Tâlût, nihayet rakibini öldürdüğünü sanarak, sevinerek çıkıp gitti. «Allah, Davud'a rahmet etsin, çok şarab içmiş.» dedi. Fakat sonra hakikati öğrenince, kalbine korku düştü. Yattığı vakit, evi­nin her yanını kilitlemeye,  ve  etrafında muhafızlar   bekletmeye başladı.

Bir gece, herkes uyuduktan sonra, Dâvûd Aleyhisselâm, Ta-lût'un evine geldi. Muhafızların uykuya dalmış, kapıların açılmış olduğunu gördü. Tâlût da derin bir ?aykuya dalmıştı. Basma, aya­ğına, sağına ve soluna birer ok dikerek bırakıp gitti.

Tâlût uyandığı vakit, okları gördü:

«Cenâb-i Hak Davud'a rahmet etsin, ben fırsat bulunca O'nu Öldürmek istiyorum. Fakat O, bu fırsattan faydalanmamış.»  dedi.

Ertesi gece, Dâvûd Aleyhisselâm, yine O'na uyurken gitti. Bu sefer, abdest ibriğini ve bardağını aldı. Sakalından birkaç kıl yol­du, elbisesinden de bir parça keserek ayrıldı.

Bir gün Tâlût, atla kıra çıkmıştı. Dâvûd Aleyhisselâm'ın ken­disinden uzakta, yaya gitmekte olduğunu gördü. Hemen üzerine atmı sürdü. Fakat Dâvûd, atik davrandı. Koşarak gözden kaybol-, du. Bir mağaraya girip saklandı. O anda bir örümcek, mağaranın ağzına yuva yaptı.

Tâlût, bu mağaraya geldiği vakit;

«Eğer Dâvûd buraya girseydi, bu örümcek yuvasını bozardı.» dedi. Ve ayrılıp gitti. Dâvûd Aleyhisselâm da orada âbidlere ka­tılıp ibâdete yüz tuttu.

Âlimler, bu vak'ayı da işitince, Dâvûd Aleyhisselâm'a suîkasd-etmek istediği için, Tâlût'a ta'netmeye başladılar. O da kendisine ta'nedenleri birer birer öldürdü. O kadar âlimlerden bir kadından başka kimse kalmadı. Bir gün onun da öldürülmesini emredince, Hak Teâlâ,  cellâdın kalbine merhamet verdi:

«Âlime ihtiyaç var, bari bu kadın kalsın.» diyerek O'nu sak­ladı. Tâİüt'u da «Kadım öldürdüm»  diye kandırdı.

Aradan zaman geçti. Tâlût'un kalbine pişmanlık geldi. Ve ge­ceyi gündüze katıp ağlamaya yöneldi. Her gece makbere makbe-re dolaşır,  «Bana, tevbe vâr olduğunu bilen Allah için bana ha­ber versin.» diye ölülere yalvarırdı. Bir gece bir kabirden-.

«Yâ Tâlût! Bize dünyâda diriliğimizi çok gördün, şimdi de ka­birlerimizde ezâ etmeye başladın» diye bir ses işitti. Üzüntüsü da­ha ziyâde arttı. Yanmda dâima birlikte dolaştırdığı cellâdının bile merhamet damarları kabardı.

Cellât dedi ki:

«Ey meliki Senin hâlin o melikin hâline benziyor ki, bir gece bir kasabaya girmişti. Bu sırada bir horoz ötmüş, horozun bu va­kitsiz ötüşünden vehme kapılarak kasabanm bütün horozlarını bo-ğazlatmıştı. Sonra yaptığını bir an için unutmuş, yatarken adam­larına: «Horoz öterken beni uyandırın da yolumuza devam edelim» demişti.  «Kasabada tek horoz bırakmadın ki,  öttüğünü işitelim.» diye  cevâb  vermişlerdi.  Sen de ey melik,  dîne  âid müşkillerimizi soracak tek âlim bırakmadın...»

Tâlût'un üzüntüsü büsbütün arttı. Cellâd:

«Sana bir âlim haber verirdim, fakat korkarım ki O'nu öldü­rürsün.»  dedi.

Tâlût:

«EVıyâzübülah, artık kimseyi nahak yere öldürmem» diye ce­vâb verdi. Cellâd da sakladığı âlim kadının bulunduğu yeri haber verdi. İkisi birlikte kadının evine gittiler. Tâlût, dışarıda kaldı. Cel­lâd,  içeri  girdi.  Kadına dedi ki:

«Seni ölümden kurtarıp  gizlediğim için bir hakka sâhib mi­yim?» Kadın:  «Evet!» dedi. Bunun üzerine cellâd,

«Senden bir hacetim var, Tâlût kapıda bekliyor, günâhlarına tevbe için bir çâre var mı diye soruyor» dedi.

Âlim kadın:

«Ben bir çâre bilmiyorum. Fakat Eşmoil Aleyhisselâm'ın kabrini biliyorsunuz. O'na gidelim. Olur ki maksadımıza ereriz.» diye cevâb verdi.

Üçü birlikte Eşmoil Aleyhisselâm'ın kabrine gittiler. Kadın duâ etti. Tâlût ve cellâd «Âmîn» dediler. Akabinde Eşmoil Aley-hisselâm'm başından toprağı silkip kabrinden çıktığını gördüler.

Âlim kadın:

«Tâlût, kendisi için tevbeye bir çâre var mıdır diye soruyor. dedi.

Eşmoil Aleyhisselâm, .Tâlût'a;

«Benden sonra neler yaptın?» diye sordu.

Tâlût:

«Fenalık nâmına bir şey kalmadı ki ben onu işlememiş ola­yım. Şimdi sana, tevbeye çâre istemeye geldim.» diye cevâb verdi.

Eşmoil Aleyhisselâm, şu tavsiyede bulundu:

«Tevben sudur ki, oğullarınla muharebeye gidersin. Onları ileriye cenge gönderirsin. Cümlesi önünde katledilir. En sonunda kendin cenge girersin. Ve ölünceye kadar cenk edersin.»

Eşmoil Aleyhisselâm bu sözleri söyledikten sonra tekrar kab­rine girdi ve ölü oldu. Tâlût, büsbütün kederlendi. Oğullarının kendisine  itaat etmemesi korkusu yara üzerine yara oldu.

Ertesi gün, çocukları Tâlût'un yanma geldikleri vakit, baba­larının pek kederli olduğunu görüp merak ettiler. Tâlût dedi ki:

«Çocuklarım, ben ateşe atüsam, beni kurtarmak için canınızı feda eder miydiniz?»

Çocukları: «Hay hay!» dediler. «Sen mihnette ölürken bize ra­hat gerekmez. Ne yapmamızı istiyorsun?»

Tâlût, hâdiseyi olduğu gibi çocuklarına anlattı.  Çocukları:

«Mademki sen ölümü seçtin, senden sonra biz hayâtı ne ede­lim? Nereye gidersen, senden ayrılmayız, birlikte gideriz.» dediler.

Bilâhare Tâlût, on oğlu ile cenge gitti. Çocukları, birer birer cenkte can verdi. En sonra da kendisi katledildi. Kırk yıl melîklik etmişti.

Tâlût'un ölümünden sonra bütün Benî îsrâîl, Dâvûd Aleyhis-selâm'a yöneldi. Nübüvvet ve mülk onda toplandı. Halbuki o zama­na kadar nübüvvet ve mülkten her biri ayrı ayrı kimselerde olur­du. Yine o zamana kadar Benî İsrâîl müttehid bir hâlde değildi. Dâvûd Aleyhisselâm, toprak bütünlüğünü de te'nıîn etti. Bu se-. beble buyuruldu ki:

Allah Teâlâ, Dâvûd Aleyhisselâm'a mülk ve nübüvvet verdi. Ve dilediğini O'na öğretti,

Zırh san'ati, Zebur, güzel' ses. Zebur'u okuduğu vakit, en vahşî hayvanlar yanma gelir, boyunlarını uzatırlardı. Kuşlar başının üzerinde havada kanad açıp dururlar, ona gölge olurlardı. Su akarken akmaz, rüzgâr eserken dururdu. Ve bir hasta ona do-kunsa, şifa' bulurdu.

Eğer Allah Teâlâ'nın insanları birbiriyle defetmesi olma­saydı, arz, muhakkak fesada uğrardı. Fakat Hak Teâlâ âlemlere fazl sahibidir. [253]

 

252 (îşte bu kıssalar, Hak Teâlâ'nın âyetleridir M. onları sa-n& tilâvet ediyoruz. Sen, gönderilen Peygamberlerdensin.) [254]

 

253 (Bu  sûrede  kıssaları zikredilen  Peygamberlerin  bâ'zıla-rını bâ'zılarına üstün kıldık. Allah Teâlâ bunlardan ba'zısı ile söy-v leşti. Ba'zısının da derecesini yükseltti.)

Hak Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm'la Sina Dağı'nda Ve Resûl-ü Ek­rem Efendimizle de Mirâc gecesi söyleşti.

Dereceleri üstün olan Peygamberlerin en üstünü şübhesiz Efendimiz (S.A.V.)'dir. Her Nebiye bir Âyet verildiyse, o Âyetin misli Peygamber (S.A.V.) Efendimize de verilmiştir. Resûl-ü Ek­rem, işaretiyle ayın şakkolması gibi, ayrılışına hurma kütüğünün inleyişi, taş ve ağaçların ona selâm vermesi gibi, hayvanların ri-sâletine şehâdeti ve parmakları arasından su kaynaması gibi ve nihayet, ins ve cirmin benzerim meydana getirmekten âciz kal­dıkları Kur'ân-ı Azimüşşân gibi nice âyât ve mu'cizâtla diğerle­rine üstün kılınmıştır.

Meryem'in oğlu îsâ'ya açık deliller ve mu'cizeler verdik. Ve O'nu Rûh-ı Kudüsle (Cebrail Aleyhisselâmla) te'yîd ettik. Eğer Hak Teâlâ dileseydi, Peygamberlerin, arkasındaki ümmetler, ken­dilerine o açık deliller geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin ihtilâfa düştüler. Ba'zısı, (Allah Teâlâ'mn tevfîkiyle) îmân etti. Ba'zısı da (yüz çevirip) kâfir oldu. Eğer, yine Allah Teâlâ di­leseydi, birbirlerini Öldürmezler (hepsi hidâyet üzere) birleşirler­di. Fakat Hak Teâlâ dilediğini işler, (fazliyle kimine îmânı tevfîk eder ve adliyle kimini dalâlette bırakır.) [255]

 

254 (Ey îmân edenler! Size verdiğimiz maldan üzerinize in-fâkı îcâbettiğimiz şeyi eda edin. O gün erişmeden ki, onda alım satım yok (ki infâk edecek bir şey alasınız veya bir şeyinizi feda edib azabından kurtulasmız.) Dostluk da yok, (dostlarınız sizi nuahaza ettirmesin. Hak Teâlâ'dan izinsiz) şefaat de yok. Zekâtı terk-eden  kâfirler  nefislerine  zulmedicilerdir.)

Zekâtı terk edenlere kâfirler denilmesi, terk etmek kâfirlerin sıfatlarından olduğu içindir. [256]

 

255 (Allah,  yegâne  ma'büd-ı  haktır.   Ondan  başka  ma'bûd yoktur. Hayât sıfatiyle muttasıf baki', dâim, ebedîdir. Halkın umu­runa kaaîmdir. O'nu ne gaflet basar, ne uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun mülküdür. O'nun izni olmaksızın kim yanında şefaat edebilir?  O, yarattıklarının,  önlerinde ve  arkalarında ne  varsa, hepsini bilir.  Onlarsa,  O'nun malûmatından hiçbirini kavrıyamazlar,  ancak dilediği kadarını kavrıyabüirler.)O'nun kürsüsü gökleri ve yeri ihata etmiştir  Tefsir yazanlar Kürsî hakkında ihtilâf etmişlerdir. Hasan Basri'ye göre Kürsî,  Arş'ın     kendisidir.  Ebû Hüreyre'ye  göre Kürsî, Arş'ın önüne konmuştur. Ba'zı hadîslerin ifâdesine göre, yerle gökler Kürsî'nin yanında  sahrada  bir halka gibi  kalırlar.  Kürsî de Arş'ın yanında sahrada bir halka gibi kalır. İbn-i Abbas  (R.A.):

«Yedi kat gökler, Kürsî'nin içinde bir kalkan üzerine bırakıl­mış yedi dirhem gibidir. demiştir.

Ve bunların  (göklerin ve yerin) muhafazası O'na ağırlık ve meşakkat vermez. O, pek ulu, pek büyüktür.

Resûl-ü Ekrem Efendimiz,

«Kur'ân'da en büyük Âyet, Âyet'ül-ktirsî'dir. Hak Teâlâ, Âye-t'ül-kürsîyi okuyan kimse için, bir Melek gönderir ki, onu okuduğu saatten ertesi günü o saate kadar onun hasenelerini yazar, sey-yielerini mahveder.» buyurmuşlardır. [257]

 

256 (Dînde zorlama yoktur. Hak, dalâletten cidden ayrılmış­tır.)

Açık Âyetlerle îmân küfürden ayrılmıştır, ki îmân, di saadete, küfür de sermedi şekâvete götürür.  Aklı adam, bu apaçık deliller karşısında îmân eder,  saadet erer. Zora ihtiyâç yoktur.

Kim ki Şeytan'a  (putlara, Allah Teâlâ'dan tian  veya  ibâdetten  meneden  şeylere)  tir ve bilir. [258]

 

257 (Allah Teâlâ, îmân edenlerin velîsidir (dostu ve yardımcisıdır). Onları zulmetten nura çıkarır.

Karanlıktan, hidâyet ve tevfîkiyle cehilden, hava ve hevesine uymaktan, vesveselere kapılmaktan, küfre götüren şübhelerden çıkarır, hidâyet nuruna idhâl eder, ki kâmil îmân onunla husul bulur.                                   

Kâfir olanların velîleri de Şeytanlardır, ki onları aydınlık-dan karanlıklara çıkarırlar. İşte bunlar ateşliktirler ve dâim ora­da kalacaklardır. [259]

 

258 (Allah  Teâlâ,  kendisine mülk (saltanat) verdiği İçin (gururlanarak)   İbrahim  Aleyhisselâmla  Rabbî  hakkında  çekişen, (hüccet yarışma kalkışan)   kâfiri görmedin mi?)

Bu  kâfir  Nemrûd'du.    Gururundan   Allahhk  iddiasına   kalk­mıştı. Müfessirler, münazaranın zamanı üzerinde ihtilâf etmişler­dir.  Mukaatil'e  göre,  bu,  İbrahim  Aleyhisselâm'ın putları kırdığı için, atıldığı zindandan, yakılmak üzere  çıkarıldığı zamandı.  Ba'-zılarına göre de; münazara, ateşe atıldıktan sonra, bir kıtlık sene­si esnasında yapılmıştı.  Nemrûd  o  yıl, yalnız  kendisinden başka kimsede bulunmayan buğday ve  sair hububatı halka dağıtırken, her gelene: «Rabbin kimdir?» diye soruyor, ve ancak «Sensin!» di­ye müsbet  cevâb verenin  erzakını veriyordu.  Bu arada İbrahim Aleyhisselâm da buğday almak üzere kendisine müracaat etmiş, aynı suâl O'na da sorulmuştu. O da:

«Benim Rabbim öldürür ve diriltir.»  diye cevâb vermişti.  Bu sebeble istediği buğday kendisine verilmemiş, geri döndürülmüştü, îbrâhim  Aleyhisselâm,  evine  dönerken,  yolda ailesini birden­bire ye'se düşürmemek için, çuvallarını kumla doldurmuştu. Fa­kat, bir müddet sonra refikası çuvalları açtığı zaman, en iyi cins­ten unla dolu olduğunu gördü.   Bununla pişirdiği   yemeği önüne getirdiği vakit İbrahim Aleyhisselâm refikasına sordu: «Bunu ne ile yaptınız?» Refikası:

«Getirdiğin undan» diye cevâb verdi. O vakit İbrahim Aley­hisselâm, bunun Allah'ın rahmetinden olduğunu bildi ve O'na hamd ve şükretti.

(Hani Nemrûd, îbrâhim Aleyhisselâm'a: «Rabbin kimdir?» diye sormuştu) İbrahim Aleyhisselâm «Benim Rabbim hem diriltir, hem Öldürür» dedi. Nemrûd: «Onu ben yaparım» dedi. (Ölümden afivle diriltir, ve katille öldürürüm.)

Filhakika iki kişi getirip birini öldürdü ve diğerini salıverdi. [ îbrâhim  (Aleyhisselâm cevâb verdi:)   «Benim Rabbim  (Allah Teâlâ), Güneş'i doğudan getiriyor, haydi sen de onu Batı'dan ge­tir» deyiverince, kâfir donakaldı.

îbrâhim Aleyhisselam münazarada gaalib geldi. Allah Teâlâ   (hidâyeti kabul  etmiyerek)   nefislerine  zulmeden kavmi muvaffak etmez. [260]

 

259 (Yâhûd o kimse gibi ki, binalarının çatıları çökmüş, du­varları çatılarının üzerine yıkılmış bir şehre uğramıştı.)

Bu şehir ve şehre uğrayan kimse hakkında ihtilâf vardır. Şeh­re uğrayan Uzeyr bin Şerhiya veya Hızır . Aleyhisselâm'dı, yâhûd bir kâfirdi. Şehir için de Beyt'ül Makdîs, veya taundan kaçanların şehri, yâhûd Beyt'ül Makdis'den iki fersah uzaklıkta (KaryettiT-mebJdi, denilmiştir.

Allah Teâlâ, bu ölüyü nasıl diriltir, dedi. Bunun üzerine Hak Teâlâ, onu yüz yıl öldürdükten sonra diriltti. Ve ne kadar kaldın? diye sordu. O da: «Bir gün veya bir günden az» diye cevâb verdk Allah Teâlâ buyurdu: Hayır, belki yüz yıl kaldın. Öyle iken yiye­ceğine, içeceğine bak, bu uzun zaman zarfında nasıl bozulmamış. Ve merkebine bak!

Kemikleri nasıl dağılmamış.

Seni insanlara bir ibret nişanesi kılacağız.

Rivayet edilir ki, merkebine binerek kavminin yanma geldi. Ve ben Uzeyr'inı diye kendini tanıttı. Fakat kimse inanmadı. Bu­nun üzerine Tevrat'ı ezber okudu. İçlerinden kimse Tevrat'ı ezberlemis değildi.  Buna inandılar ve fakat,  hâşâ O'na Allah'ın oğlu, dediler.

Yine rivayet edilir ki, Uzeyr, yerine döndüğü vakit gençti, fa­kat çocukları ihtiyarlamıştı. Kavmi, sözlerini dinledikleri zaman, bu yüz yıllık sözdür, demişlerdi.

 (Ve merkebine, yâhûd dirileceklerine taaccüb ettiğin) Ölüle­rin kemiklerine bak ki, onu nasıl diriltiriz. (Yâhûd, onları nasıl bir­leştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz.)

Vaktâ ki O'na hak zahir oldu; şimdi bildim ki, dedi, Hak cel-le ve alâ (diriltmeye ve öldürmeye ve bundan gayri) herşeye kud­rette beliğdir. [261]

 

260 (Hani  İbrahim   Aleyhisselâm,   Allah   Teâlâ'ya,   «Yâ  Rab-, bi! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster., demişti.)

Rivayet edildiğine göre, ibrahim Aleyhisselâm'ın bu sorusuna şu sebeb olmuştu: Bir gün, bir deniz kıyısında bir cesed görmüştü. Cesedi, kara ve deniz hayvanları âdeta aralarında taksim etmiş­lerdi. Deniz içine aldığı vakit, denizdekilere, karaya bıraktığı va­kit de karadakilere yem olmaktaydı. Kalanını da rüzgâr savurup dağıtmaktaydı.  İbrahim  Aleyhisselâm:

«Yâ Rafabi! Bu param parça cesedi, biliyorum ki, diriltirsin, fa­kat nasıl dirilttiğini bana göstermeni istiyorum, tâ ki bunu göz­lerimle görüp kalbim mutmain olsun.»  demişti.

Hak Teâlâ O'na hitabetti: Yoksa benim diriltmeye kaadir ol­duğuma imân etmedin mi? dedi. İbrahim Aleyhisselâni: «Evet, inandım, fakat görerek kalbimin mutmain olmasını istiyorum.» dedi. Allah Teâlâ buyurdu: Öyle ise dört kuş al. Şekillerini belle­mek için kendine yönelt. İyice tanı. Sonra onları parça parça ayır ve her parçasını  bir dağ  üzerine bırak.

Derler ki: Bu kuşlar tavus, horoz, güvercin ve kargaydı. Müfessirlerin beyânına göre: Hak Teâlâ ibrahim (A.S.)'e, o kuşları boğazlayıp tüylerini yolmasını, etlerini doğramasını, etle­rini, tüylerini ve kanlarını birbirine katmasını ve her kuşu dör­der parçaya ayırarak birer dağın üzerine koymasını emretmiş. Ba'zılari; «Her kuşu yedi parçaya bölmesini ve her birinden birer parça alarak yedi dağın üzerine koymasını, başlarını elinde tut­masını ve bundan sonra: Allah'ın izni ile gelin! diye çağırmasını emretmiştir.» demişlerdir. İbrahim (A.S.) kuşları çağırmış. Ne gör­sün. Kuşlarm karışan cüzleri bir birinden ayrılarak havada dört tane başsız kuş cüssesi meydana gelmiş! Sonra her kuş gelerek ba­şına  kavuşmuş.

Bunda şuna işaret edilmiştir ki: Tavus mecmâ-ı zînettir. Onun başını kopar ve gözlerini dünyâ zînetlerine kapa. Horoz, şehvete düşkündür, onu boğazla, şehvet bedeninden kurtul. Güvercin he­veslerinin peşindedir, onu kes, heveslerine uymaktan sakın. Karga ihtiras kaynağıdır, onu katlet! ihtiraslarına gem vur. Kim nefsinde bu dört sıfatı öldürürse ebedî hayâta ulaşmış olur.

Sonra onları (Allah'ın izniyle, yanıma gel diye) çağır, sana koşa koşa gelsinler. Bil ki Allah Teâlâ Azîz'dir. (İrâde ettiği şey­den âciz kalmaz. Her işlediğinde veya terk ettiğinde) hikmet-i bâliğa sahibidir. [262]

 

261 (Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin hâli, yedi ba­şak bitiren ve her başağında yüz tâ^ıe bulunan bir taneye benzer.)

Hak Teâlâ dilediğine kat kat verir. Allah Teâlâ Vâsi'dir (fazladan, verdiği ziyâde, O'na darlık vermez.) Alimdir, (infâk edenin niyyeti ve infâk kudretini bilir.)  [263]

 

282 (Onlar ki mallarını Allah Teâlâ'nm tâatine İnfâk eder­ler.)

Tebûk Gazvesi için hazırlanan ve (Ceyş-i usret) denilen ordu­nun teçhizi için Hazret-i Osman bin deve, Abdurrahman bin Avf da dört bin dirhem harcetmişlerdi. Âyet-i Kerimenin bunları talti-fen nazil olduğu rivayet edilir. Maamafih hükmü, nüzul sebebine mahsûs değildir.

Sonra verdiklerinin arkasından başa kakmazlar, gönül İn­citmeyi reva görmezler. Onların. Rableri indinde ecirleri vardır. Onlara bir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir. [264]

 

263 (Güzel  bir  söz,  bir mağfiret   (sâile  gönül  okşayıcı  söz söylemek, isteğini tatlı sözlerle reddetmek, sâilin fakir hâlini ört­mek, hoşa gider bir va'd, bir din kardeşi için gıyabında edilen gü­zel bir duâ, ara bulmak için sarf edilen söz) arkasına eza takılan sadakadan hayırlıdır. Allah Teâlâ başa kakılan, eziyet edilen in-fâktan Ganîdir, Halim'dir. (Sadakasiyle başa kakan ve eziyet ede­ne de ukubetini tacil etmez.) [265]

 

264 (Ey îmân edenler! Sadakalarınızın ecrini, başa kakarak, eza ederek ibtal etmeyiniz.)

O münafığın ibtâli gibi ki, sırf gösteriş için, kerîm ve sahî iesinler diye, malını infâk eder de, ne Allah Teâlâ'ya, ve ne son süne inanmaz.

Onun hâli, üzerinde toprak bulunan kaypak bir kayaya ben­zer ki, şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz bırakır. Bu riyakârlar, kazandıkları (bu vasftaki amelleri) ndan sevaba nail olamazlar. (Taştaki toprağın yağmurla akıp gitmesi gibi bu amel­lerinden faydalanamazlar, kaybolur, gider). Allah Teâlâ kafirleri hayır ve irşada bidayet etmez.

Bu kavl-i kerimden kolaylıkla anlaşılmıştır ki,, ne gösteriş, ne sonradan başa kakarak, ezâ ederek yapılan infâk caiz değildir. Mü'minin behemehal bundan kaçınması gerekir.

Resûl-ü Ekrem  (S.A.V.)  Efendimiz:

«Ma'siyetler içinde sizin için en ziyâde korktuğum ma'siyet, küçük şirktir»  buyurdular. Ashâb sordu:

«Yâ ResûlaPah! Küçük şirk nedir?»  Buyurdu ki:

«Riyadır. Hak celle ve alâ Kıyamet Günü kullarına amelleri­nin mükâfatını verdiği vakit, mürâilere diyecek ki: Dünyâda ri­yakârlık ettiğiniz kimselerin yanına gidin, mükâfat bulur musu­nuz, görün!»

Yine Peygamber   (S.A.V.)   Efendimiz buyurdular ki:

«Hak celle ve alâ, Kıyamet Günü, üç sınıf halktan hesâb so­racak. Bîri dünyâda Kur'ân lâfız ve ma'nâsmı toplayan kimse ki, Hak Teâlâ, ona:  (Sana verdiğim ilimle ne yaptın?)  diyecek. O, ce-vâb verecek:  (Yâ Rabbi! Geceleyin Sana ibâdet için kıyam ettim). Fakat Allah ve Melâike onu tekzîb edecek. Hak Teâlâ O'na diye­cek ki:  (Belki bununla maksadın, halkın sana kaarib ve âlim de­meleriydi. Bu muradına ise erdin.) Diğeri mal sahibi kimse ki, Hak Teâlâ, O'na:  (Sana verdiğim malla ne yaptın?)  diyecek, O, cevâb verecek:  (Yâ Rabbi! Onunla sıla-i rahmettim, malımı, hayra sarî-ettinı). Fakat Allah ve Melâike O'nu tekzîb edecek. Hak Teâlâ, O'­na diyecek ki: Belki bununla maksadın, halkın seni kerîm ve sahî olarak anmalarıydı. Bu muradına ise  dünyâda erdin). Biri de  o kimsedir ki, gazada  öldürülmüştür.  Hak  Teâlâ  O'na  da:   (Benim için ne işledin?)  diyecek. O, cevâb verecek:   (Yâ Rabbi! Senin yo­lunda gaza edip öldürüldüm). Fakat Hak Teâlâ ve Melâike O'nu tekzîb edecek.   Hak celle ve alâ ona diyecek ki:   (Belki   bununla, maksadın, halkın sana cesur ve şeci demeleriydi. Dünyâda bu mu­radına ise erdin). İşte Cehennem bu üç sınıf halkla kızdırılacak.» [266]

 

265 (Allah Teâlâ'nm rızâsını arayan ve nefislerinde sada­kalarının sevabını bulacaklarını bilen ve tesbît ederek mallarını tasadduk ve infâk edenlerin hâli. Yüksek bir yerdeki güzel bir bah­çenin hâline benzer ki, bol bir yağmur düşer de meyvalarını iki misli verir. Bol yağmur düşmese de ona çisenti yeter, Allah Teâlâ işlediklerinizi görüyor. ) Kıya­met Günü, tam muhtâc oldukları bir zamanda, amellerinden fay-dalan-amıyacaklardır. Filhakika pişmanlık duyacaklar, fakat bu da bir şeye yaramıyacaktır.

İşte Hak Teâlâ, âyetlerini tefekkür edesiniz diye, böyle bil­dirir. [267]

 

267 (Ey îmân edenler! Allah Teâlâ'nın tâatine infâkı, kazan­dıklarınızın ve yerden sizin için çıkardıklarınızın helâl ve temizle­rinden yapın!.)

Bu kavl-i kerîmde ticâret ve san'atla kazancın mubah oldu­ğuna ve kazancın iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrıldığına delâ­let vardır.

Bir Hadîs-i Şerifte:

«Kişinin en temiz yiyeceği helâl kazancından olanıdır, evlâdı da kazancındandır.»  buyurulmuştur.

Diğer bir Hadîs-i Şerifte de:

«Bir kimse, haram kazancından tasadduk etse kabul olunmaz, infâk etse bereket bulmaz ve saklarsa ateşte onun için azık olur. Kötülük,  kötülüğü  mahvetmez,  belki  kötülük  iyilikle  mahvolur.»

buyurulmuştur.

Ekser âlimlere göre bu emir, zekât hakkındadır. Maamafîh, ta-tavvû hâlinde de aynı şekilde hareket etmek lâzımdır.

Başka bir Hadîs-i şerifte de:

«Bir kimse bir ağaç veya ekin eker de, insan, kuş ve hayvan­lardan herhangi bir mahlûk ondan yerse, yenilen, onun için sada­ka olur.»  buyurulmuştur.

Âdi malı kasdetmeyin, ki onu infâk ediyorsunuz. Halbuki bir hak karşılığı o âdi şey size verilse almazdınız. Meğer ki, bütün haklarınızın kaybolacağı korkusu ile,' göz yummuş olasınız. Bilin ki Allah Teâlâ (sizin infâkuıızdan) ganîdir. (Size onu emretmesi sırf faydalanmanız içindir. Ve onu kabul ve sevâbıyle) Hamîd'dir. [268]

 

268 (Şeytan, sizi yoksullukla korkutur. (Der ki; malmı tut, tasadduk edersen fakir olursun). Size cimriliği ve zekât verme­meyi emreder. Hak Teâlâ ise (sadaka ve zekât vermekle) size mağ­firet (ve fazl-u kerem) va'dediyor. Allah Teâlâ'nm infâk eden kim­seye fazlı vâsidir. İnfâkını bilir ve Âhirette sevabını verir.) [269]

 

269 (Hak Teâlâ dilediğine hikmet verir. Kime hikmet veri­lirse ona bir çok hayırlar da verilir, (Ve o hayır Âhirette artar, ek­silmez). Bunu ancak kâmil akıl sâhibleri düşünür.)

Nafakadan ne infâk     ederseniz ve ne nezreylerseniz,

Hak Teâlâ, onu bilir. Nefislerine zulmedenlerin yardımcıları yok­tur. [270]

 

271 (Sadakalarınızı aşikâre verirseniz ne gökçek olur. Eğer gizlice fakirlere verirseniz bu hakkınızda daha hayırlıdır. Günâh­larınızdan bir kısmını mahveder.)

Sadaka gerek açık ve gerek gizli verilmiş olsun, makbuldür. Fakat gizli vermek efdaldir. Bir Hadîs-i şerifte:

«Gizli verilen sadaka, Rabbirâlemîn'in gazabını söndürür.» bu-yurulmuştur.

Âyet-i kerîme nafile hakkındadır. Farz olan sadakalarda halkı teşvik etmek gayesiyle, aşikâre vermek daha iyidir.

İbn-i Abbas (R.A.)'dan .rivayet edildiğine göre: Nafile sada­kanın gizlenmesi açıklanmasından yetmiş kat, ve farz sadakanın açıklanması gizlenmesinden yirmi beş kat efdaldir.

Allah Teâlâ yaptıklarınızdan haberdârdır. (Sadakalarınızı açıklayın veya gizleyin, sevabını verir.) [271]

 

272 (Onların hidâyeti, sana vâcib değildir. Fakat Allah, di­lediği kimseye hidâyet eder.)

Belki saha vâcib olan onları güzellikle teşvik ve irşâddır. Kö­tülüklerden jnehyetmek ve azâbla korkutmaktır.

Saîd bin Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, Müslümanlar, zimmet ehline (İslamların himaye ve tabiiyetinde bulunan gayri müslim kavimlerin) fakirlerine tasadduk ederlerdi. Müslüman fa­kirler çoğalınca,  Resûl-ü Ekrem  Efendimiz,  Müslümanları  onlara

ihtiyâç hissedip de Islâmiyeti kabul etsinler, diye sadaka vermek­ten menetti. Bunun üzerine bu Âyet-i kerime nazil oldu.

Müslümanlar eskisi gibi Yahudilere ve zimmet ehline sadaka

verir oldular.

Bu Âyet-i kerîmede, kâfirlere tasaddukun cevazına delâlet var­dır.

Maldan ne infâk ederseniz faydası kendînizedir. İnîâkımz ancak, Hak Teâlâ'nın rızâsı için olsun. Maldan her ne ki infâk eder­seniz sevabı size tamamen Ödenir. Asla sevabının noksaniyle zulmolunmazsınız. [272]

 

273  Bundan maksâd «Suffe nin fakirlerinden dört yüz ta kadarf Va otururlarda Bütün vakltlenm üme ve

Diğer bir kavle   göre de, bundan maksad alehtlak ,Allah Tealâ'mn tâatine vakfeden fatelerdor.

Ki bu sebebten yeryüzünde dolaşmaya (kazanca ve ticârete) muktedir değillerdir. Hâllerini bilmeyen, (istemekten çekindikleri için) zengin zanneder. Sen onları simalarından; (zafiyet ve yüzle­rinin sarılığından, giyinişlerindeki perişanlıktan) tanırsın. Halktan bir şey istemezler. (Pek muztar kaldıkları takdirde de ısrar etmez­ler.) Maldan ne ki infâk ederseniz Allah Teâlâ onu bilir (ve ecri­ni verir.)

Bir Hadîs-i şerifte:

«İçinizden birinizin ipini alarak arkasında bir yük odun getirip bunu bir mikdâr hurmaya satması dilencilik etmekten çok hayır­lıdır. Halk ona ister versin, ister vermesin.» buyurulmuştur. İslâ­miyet dilenciliği tecviz etmez.

Başka bir Hadîs-i şerîfde:

«Kim bir dilencilik kapısı açarsa; her hâlde Allah, ona bir fakr kapısı açar. Kim müstağni bulunursa Allah onu muhtâc bırakmaz. Kim iffetli olmaya çalışır, istemekten sakınırsa Allah ona iffet ve­rir.» buyurulmuştur.

Bir Hadîs-i şerîfde de:

«Hukuk-u ilâhiye âid günâhlar içinde öyleleri vardır ki, oruç, namaz, Hacc, Umre gibi ibâdetler gufrana sebeb olmaz da, geçim yolunda çekilen gam ve meşakkatler o yoldaki günâha keffâret olabilir»  meâlindedir.

Bir Hadis-i şerîfde de:

«Ashâb sâlihlerden bir zâtı, gündüz oruç tutar, gece ibâdet eder ve çok zikreder diye medhetmişlerdi. Resûl-ü Ekrem Efendi­miz:

«Yiyeceğini, içeceğini kim te'mîn ediyor?» dedi. «Biz bakıyo­ruz» dediler. Bunun üzerine Efendimiz:

«Cümleniz ondan hayırlısınız.»  buyurdular.

Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz, Tebûk Gazvesinden döndükle­ri vakit, Hazret-i Muâz, kendilerini istikbâl edip musâfaha etmiş­ti.  Efendimiz   (S.A.V.):

«Yâ Muâz!  Ellerin nasırlanmış.»  buyurdular.  Muâz: «Evet, kazma elimde toprakla meşgul oluyorum ve bu sayede ailemi  geçindiriyorum»   deyince,   Fahr-i  Kâinat,  Muâz'ı  öptü  ve:

«Bu eli Cehennem yakmaz.» buyurdu. [273]

 

274 (Gece, gündüz, gizli, aşikâr Allah yolunda mallarını in­fâk edenlerin Rableri indinde ecirleri hazırdır. Onlar için korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir. )

Ibn-i Abbas  (R.A.)'dan rivayet edildiğine göre, bu Âyet-i kerî- Ali îbn-i Ebû Tâlib kerremallahü vecheh hakkında dört dirhemi vardı.  Başka parası yoktu,  birini gündüz, birini aşikâre, birini gizli mfak etmişti. [274]

 

275 (O kimseler ki ribâ yerler, Kıyamet Günü kabirlerinden, Şeytan çarpmış da deliye dönmüş bir kimse gibi kalkarlar. Bu on­ların, alım satım ribâ gibidir, demeleri yüzündendir. Halbuki Al­lah Teâlâ, alım satımı helâl, ribâyı haram kıldı,» buyurmuştur.)

Ribâ, faiz demektir. Faizcilik, câhiliyet devrinden kalmadır. Birine muayyen bir müddet için ödünç para verirlerse, ondan mu­ayyen bir ziyâde alırlardı. Müddet dolar da ödeyemezse borçlu: «Sen, müddeti uzat; ben de faizi arttırayım.» derdi. Kendilerine: . «Bu yaptığınız faizciliktir.» denilirse: «Ribâ alış veriş gibidir.» di­yerek faizi alış-verişe kıyâs ederlerdi. Halbuki aralarındaki fark meydandadır. Bir dirhem yerine iki dirhem veren kimse bir dir­hemini zayi' eder. Fakat bir dirhem değerindeki malı iki dirheme satın alan birşey kaybetmez. O, ya buna muhtaç olmuştur, yâhûd aldığı malın revacı budur.

Bilmelidir ki, ticâret için jnalda fazla fiyat istemek haram de­ğildir. Haram olan Peygamber (S.A.V.)'in beyân ettiği husûsi zi­yâdedir. Bu ziyâde husûsi malda olur. Hadîs-i şerîfde:

«Altım altına, gümüşü gümüşe, buğdayı buğdaya, arpayı ar­paya, hurmayı hurmaya ye tuzu tuza ancak bir birine müsavi, maîı malına ve peşin olarak satın! Ama altını gümüşe, gümüşü altı­na, buğdayı arpaya, arpayı buğdaya, hurmayı tuza ve tuzu hur­maya peşin olmak şartı ile dilediğiniz gibi satabilirsiniz. İki mal bir cinsden ise ziyâdeyi veren de alan da faizcilik yapmış olur. Bunda alanla veren müsavidir.» buyurulmuştur.

Peygamber (S.A.V.), bu hadîsde altı şey hakkında ribâyı nas-sân bildirmiştir. Sair ribâ hükümleri bu altı şeye kıyâsla sabit olur. Bu husûsda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Tafsilâtı Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh kitablarındadır.

Peygamber  (S.A.V.):

«Ribâyı alana, verene, yazana, şâhid olana Allah lâ'net etti. Bu la'nette hepsi müsavidir.» buyurmuştur.

Diğer bir hadîsde:

«Ribâ yetmiş çeşiddir. Allah indinde bunların en hafifi ana-sile zina eden gibidir.»  buyurulmuştur.

Kim ki Rabbinden bir öğüt erişir de ribâ yemeye son verirse nehiyden Önce geçen günâhı mağfiret olunur. Ve aldığı ribâ geri alınmaz. Hakkındaki hüküm Hak Teâlâ'ya âiddir. Kim ki, ribâ ha­ram kılındıktan sonra helâl diyerek ona dönerse, onlar ateşliktir­ler ve dâim orada kalacaklardır. [275]

 

276 (Allah Teâlâ ribânm bereketini giderir, ribâ giren malı mahveder. Sadakaların sevabım katlar, (içinden sadaka çıkan ma­la bereket verir.) Allah Teâlâ haramı, helâl tanımakta ısrar ve ir-tikâb eden günahkârlardan razı olmaz ve onları sevmez, )

Zlffil îmân edip sâlih ameller işleyenler, beş vakit namazı âdâb ve rükünlerine riâyet ederek edâ edenler ve zekât verenlerin Rableri indinde ecirleri vardır. Onlara korku yoktur, mahzun da olacakdeğillerdir. [276]

 

278 (Ey îmân edenler! Allah Teâlâ'dan korkun, ribâdan he­nüz alınmamış bakiyeyi terkedin. Eğer ribânın haram olduğuna İmân edenlerdenseniz.)

Rivayete göre; Abbas b. Abdilmuttalib ile Osman b. Affân (R. A.), hurma için ba'zı kimselere selem yapmışlardı. Hurma kemâle

gelince  sâhibleri:

«Eğer siz hurmadan bütün hakkınızı alırsanız kendimize ye­tecek hurma kalmaz. Razı olursanız hakkinizin yarısını verelim, yarısını da ziyâdesi ile gelecek seneye veririz.» dediler.

Onlar da razı oldular. Zamanı gelince, haklarını aldıklarında ziyâdeyi de istediler. O zaman bu âyet-i kerime indi. Ve Peygam­ber (S.A.V.) kendilerini ziyâde istemekten nehy buyurdu. Onlar da vazgeçtiler. [277]

 

279  (Eğer ribânm bakiyesini terketmezseniz, Allah Teâlâ, ve Resulüne karşı harbe girmiş olduğunuzu bilin.)

Allah Teâlâ'nın harbi; ateş ve Resulünün kılıcıdır, denilmiştir.

Şayet (ribâyı helâl tanımaktan) tevbe ederseniz sermâyeniz yine sizindir. Bu suretle ne zulmetmiş ve ne zulmedilmiş olursu­nuz. [278]

 

280 (Eğer borçlu sıkıntıda ise, hüküm, genişlik vaktine ka­dar beklemek, ona mühlet vermektir. Bu gibi borçlarda alacağınızı tasadduk etmek, nail olacağınız ecri bilirseniz,  sizin için mühlet vermekten daha hayırlıdır.)

Bir hadîs-i şerîfde:

«Kim vâdesi gelen alacağına mühlet verir, te'hîr ederse, geçen her gün için  o alacağını tasadduk  etmiş  gibi  sevaba  nail  olur.»

buyurulmuştur.

Başka bir Hadîs-i şerîfde de:

«Sıkıntı içinde bulunan borçluya mühlet veren veya alacağı­nın bir kısmını veya hepsini bağışlayan bir kimseyi, Hak Teâlâ, Kıyamet Gününün sık in alarmdan kurtarır.»  buyurulmuştur.

Diğer bir Hadîs-i şerif de:

«Sıkıntıda bulunan borçluya mühlet veren veya alacağının bir kısmından veya hepsinden vazgeçen bir kimseyi Hak Teâlâ, Kı­yamet Günü Arş'ının gölgesinde gölgelendirir. Halbuki o gün, onun gölgesinden başka gölge yoktur.»  meâlindedir.

-Yine bir Hadîs-i şerîfde:

«Zenginin borcunu ödemeyi geciktirmesi zulümdür. İçinizden bir kimsenin, zengin borçlusundan hakkını almak için onu tazyik etmesinde beis yoktur.»  buyurulmuştur.

Diğer bir Hadîs-i şerif de:

«Mü'minin ruhu muallâktadır, borcunu ödeyinceye kadar ye­rine vâsıl olmaz.» meâlindedir. [279]

 

281 (O günden korkun ki, o gün, Allah'a döneceksiniz. Ki­şinin, hayır ve şer ne kazanmışsa, cezası o gün tamamen verilir. Hiç bir kimse az mükâfat almak veya çok ceza görmekle mağdur edilmez.)

îbn-i Abbas (R.A.)'ın beyânına göre Cebrail (A.S.)'in Peygamberimiz   (S.A.V.)'e indirdiği son âyet budur,  onu getirdiğinde: «Bu âyeti Bakara sûresinden 280. âyetin basma koy!» demiştir.

Bundan sonra Peygamber (S.A.V.) Efendimiz 21 veya 9, yâhûd 7 gün, yâhûd 3 saat yaşamış; Hicretin il. senesi Rebiulevvel ayı­nın altıncı Pazartesi günü zeval vakti vefat etmiştir. îbn-i Abbas: «En son inen âyet ribâ âyetidir.» demiştir. [280]

 

282  (Ey îmân edenler! Birbirinizden muayyen va'de İle borç alıp verdiğiniz zaman onu yazın!)

Bu borç, ister aHm-saümdan mütevellid olsun, ister almaca bir mala karşılık peşin verilen bir para olsun, ister ödünç veril­miş bulunsun, müsavidir. Hak sahibinin va'desi gelmeden önce, hakkını istemesi caiz değildir. Eğer va'de karz içinse, ekseri ule­mâya göre ona riâyet gerekmez. Borcun yazılması ba'zı ulemâya göre vâcib ve ba'zılarına göre de müstehâbdır. Fakat bir kısım ulemâ indinde borç ve rehinin yazılması bu Âyet-i kerîmeye isti­naden farzdır.

Ve bunu aranızda (taraflardan hiçbirine meyletmiyecek, iki tarafın haklarını gözetecek tarafsız) bir kâtib-i âdil yazsın. Ve Al­lah Teâl'nın kendisine Öğrettiği veçhile yazmaktan çekinmesin de yazsın! Borçlu olan kimse de borcunu imlâ ve ikrar etsin Ve (kâtib ve üzerinde hak olan kişi), Rabbi Teâlâ'dan korksun da, o haktan zerre kadar bir şey eksik bırakmasın.

Eğer üzerinde hak bulunan borçlu (malını israf ve telef eden bir) sefih, veya zayıf (küçük, veya çok ihtiyar) ve bunak, yâhûd (dilsizlik, tutukluk, dil bilmezlik gibi her hangi bir sebeble) bizzat başkasından hakkını (istemeye ve söyleyip) yazdırmaya gü­cü yetmezse o talep ve ikrân onun yerine, velîsi (veya vasi, ve­kil veya tercümanı) yazdırsın. Ve bunu hak ve sıdk ile yapsın.

Erkeklerden iki şâhid de getirin, ki İcâbında borca şahadet etsinler. Eğer iki erkek bulunmazsa, o zaman doğruluğuna emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadın şâhid olsunlar, ka­dınlardan biri unutursa, diğeri hatırlatır.

Bu âyet-i kerîme'de kadınların akılları noksan ve zabıtları ek-. sik olduğuna, unutkanlıklarına işaret vardır.

Bilinmelidir ki, şâhidliğin kabulü için yedi şart vardır. Bun­lar; islâm, hürriyet, akıl, bulûğ, adalet, mürüvvet ve bir de töh­met bulunmamaktır. îmdi:

1) Kâfirlerin   şâhidliği kabul edilmez.   Zîrâ yalancıların şâ-hidliği kabul olunmazsa, kâfirinki evleviyetle kabul olunmaz. Çün­kü o, Allah'a karşı yalan söyler. Hanefîlere göre, Zimmîlerin (îs-lâm memleketi teb'asından olan gayr-ı müslimlerin)   birbirlerine .şâhidlikleri caizdir.

2) Kölelerin şâhidliği caiz değildir. Bunu yalnız Îbn4 Mes'ud, Enes b. Mâlik   (R.A.)   ile Kâdi Şüreyh caiz  görmüşlerdir.

3) Delinin sözü makbul değildir. Şâhidliği nasıl makbul olur?

4) Çocukların şâhidliği makbul değildir.  Zîrâ Teâlâ Hazret­leri:   «Doğruluğuna emin olduğunuz kimselerden..»  buyurmuştur.

5) Adalet şarttır.  Adalet; büyük günâhlardan sakınmak, kü­çük günâhları ısrar ve devamla yapmamaktır.

6) Mürüvvet de  şarttır.   Mürüvvet;  insanlık demektir.  Bun­dan murâd, edeb ve terbiyeli, heybetli olmakdır.

7) Töhmet bulunmamak dahî şarttır. Bu sebebden düşmanın, düşmana şâhidliği makbul değildir. Ve eğer menfaat varsa, kişinin oğluna ye babasına şâhidliği makbul değildir. Menfaat yoksa mak­buldür.

Kendi menfaati için şâhidlik yapanın şâhidliği dahi kabul edilmez. Bu husûsda Fıkıh Kitablannda tafsilât vardır.

Şâhidler, şahadetin edasına davet edildikleri vakit imtina etmesinler. Az olsun, çok olsun onu va'desine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah Teâlâ indinde adalete daha muvafık, şaha­det için daha sağlam, şübheye düşmemenize daha yakındır. Me­ğer ki elden ele alıp verdiğiniz hazır bir ticâret (yâni peşin para ile yapılan bir ticâret) olsun. Bu takdirde, (niza ve unutkanlık ba­his konusu olmayacağı için) bunu yazmamanızda beis yoktur. Ahm-satım yaptığınız vakit de şâhid tutun. Kâtibe de, şâhidlik ede­ne de zarar verilmesin.

Yâhûd kâtib ve şâhid da'vete icabet etmemekle, hak sahibini zarara sokmasınlar. Kâtib yazmaktan, şâhid şahadetten imtina etmesin. Veya yerine başkalarını bulmak mümkünken, işleriyle meşgul olanlar, işlerinden alıkonulmasın. Veya kâtibe ücreti ve şahide hakkı verilmemekle ızrar edilmesin. Bu âyetteki emirlerin ekseri ulemâya göre nedib ifâde ettiği söylenir.

Eğer ızrar eder, nehyolunduğunuz şeyi işlerseniz bu tâatten çıkmaktır, ki kendinize dokunacak bir fısk olur. Hak Teâlâ'nın emrine ve nehyine aykırı hareketten sakının, azabından korkun: Allah Teâlâ, işlerinize âid hükümlerini size öğretiyor. Hak Teâlâ, her şeyi hakkiyle bilir. [281]

 

283 (Eğer seferde iseniz, bir kâtib de bulamadınızsa, bu tak-dîrde rehin kâfi.)

Bu rehinde sefer şart değildir. Sefere çıkmayan kimse dahi rehin alabilir. Zîrâ Hz. Âişe CR. Anhâ.)'den rivayet olunduğuna gö­re, Peygamber (S.A.V.) Medine'de ailesi için bir Yahûdiden 20 öl­çek arpa alıp, o'na zırhını rehin vermiştir. Ortada sefer yoktur.

Birbirinize emniyetiniz varsa, kendisine emniyet edilen ki­şi, Rabbi Teâlâ'dan korksun, hıyanet ve hakkı inkârdan sakınsın da emânetini tamamen ödesin.

Şahadete çağırıldığınız zaman onu gizlemeyin. Kim gizlerse mutlak kalbi günahkârdır. Allah Teâlâ, yaptıklarınızı hakkiyle bilir. [282]

 

284 (Göklerde  ve yerde ne  varsa hepsi Allah Teâlâ'nındır. Kalhlerinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Hak celle ve ala onun hesâbmı sizden alır. Dilediğini mağfiret ve dilediğine azâb-eder. Allah Teâîâ, her şeye hakkiyle kaadirdir,) [283]

 

285 (Muhammed Aleyhisseîâm ve müzminler, Rab Teâlâ'dan ona indirileni (Kur'ân-ı Kerîm'i) tasdik ettiler. Muhammed Aley­hisseîâm ve mü'minlerden her biri, Allah Teâlâ'nm vahdaniyetini, Meleklerinin mükerrem kulları olduğunu, Kitablarının O'nun kelâmı kadîmi (olup ondaki helâlin helâl, haramın haram) ve Peygamberlerinin (emiı-, nehiy, va'dü va'dini kullarına, tebliğ edici ve itaati vâcib) kulları bulunduğunu tasdik ettiler. Allah Teâlâ1-nın Peygamberlerinden hiçbirini (Yahûdî ve Nasrânilerin yaptığı gibi kimini tasdik ve kimini tekzib ederek) ayırdetmeyiz. «Ey Rabbimiz! İşittik, emrine itaat ettik. Senden gufranını dileriz ve akı­bet (ölümümüzden sonra) varılacak merci ancak sensin» dediler) [284]

 

286 (Allah Teâlâ, hiç kimseye takati olmayan şeyi teklîf etmez. Herkesin kazandığı hayrın ecir ve sevabı kendinedir. Ve ka­zandığı şerrin de günâhı ve ika abı kendinedir. (Hayrın faydası kendisinedir. Şerr'i de kimseye zarar vermez.) Ey Rabbimiz! Şayet unutur veya hatâ edersek bizi muâhaza buyurma!)

Bir Hadîs-i şerlfde:

«Hatâ, unutkanlık veya ikrahla işlenen günâhların muâhazası ümmetimden kaldırıldı.» buyurulmuştur.

Ey Rabbimiz! Bizden evvelki ümmetlere yüklediğin ağır yü­kü bize yükleme.

Rivayet edilir ki: Hak celle ve alâ, onlara elli namaz ve mal­larının dörtte birini zekât farz kılmıştı. Elbiselerine necaset bulaşsa, keserlerdi. İçlerinden biri bir günâh işlese, o günâhı sabah­leyin kapısının önünde yazılmış bulurdu.

Ey Rabbimiz! Takat getiremeyeceğimiz yükü bize yükleme! Günâhlarımızı afvınla izâle et! Bize mağfiret eyle Bize rahmet et! Bizim nasır, hafız ve velîyy-i umurumuz Sensin. Kâfirlere karşı bi­ze yardım et!

Rivayet edilir ki: Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, Mirâc ge­cesi bu duayı okumuş, Melekler; «Âmîn» demişler ve Cenâb-ı Hak, icabet buyurmuştur.

Sahİh-i Müslim'de îbn-i Mes'ud (R.A.)'dan rivayet edildiğine göre, Resûl-ü Ekrem Efendimize Mirâc gecesi üç şey verilmiştir: Beş vakit namaz, Bakara sûresinin sonu, Muhammed ümmetinden şirk koşmayan kimsenin büyük günâhları m n afvı, Beyzâvî'de de kaydedildiğine nazaran, Resûlü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz:

«Hak celle ve alâ halkı, halketmezden iki bin yıl evvel, kudret eliyle yazdığı Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti Cennet hazî­nesinden inzal etti. Kim o âyetleri Yatsıdan sonra okursa, bütün gece ibâdet etmişçesine sevaba nail olur.» buyurmuşlardır. [285]

 



[1] Yalnız çu iki âyet: câm»leri Mekke'de nazil olmuştur. Bâzılarına göre 285 veya 287 âyettir

[2] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/24.

[3] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/24-25.

[4] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/25-26.

[5] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/26-27.

[6] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/27.

[7] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/2728.

[8] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/28.

[9] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/28-29.

[10] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/29.

[11] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/29-30.

[12] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/30.

[13] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/30.

[14] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/30.

[15] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/31.

[16] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/31.

[17] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/31.

[18] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/31-32.

[19] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/32.

[20] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/32.

[21] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/32-33.

[22] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/33-34.

[23] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/34-35.

[24] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/35.

[25] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/35-36.

[26] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/36-37.

[27] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/37-38.

[28] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/38.

[29] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/38-39

[30] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/39-40.

[31] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/40.

[32] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/40.

[33] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/40.

[34] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/41.

[35] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/41.

[36] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/42.

[37] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/42.

[38] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/43.

[39] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/43.

[40] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/43-44.

[41] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/44-45.

[42] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/45.

[43] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/45.

[44] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/45.

[45] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/46.

[46] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/46.

[47] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/46.

[48] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/46-47.

[49] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/47-48.

[50] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/48-49.

[51] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/49-50.

[52] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/50.

[53] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/50.

[54] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/50-51.

[55] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/51.

[56] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/51-52.

[57] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/52.

[58] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/53.

[59] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/53.53-54.

[60] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/54-55.

[61] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/55.

[62] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/55-56.

[63] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/56.

[64] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/56-57.

[65] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/57.

[66] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/57-58.

[67] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/58.

[68] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/58

[69] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/58.

[70] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/59-60.

[71] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/60.

[72] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/60-61.

[73] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/61-62.

[74] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/62.

[75] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/63.

[76] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/63.

[77] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/63.

[78] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/63-64.

[79] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/64-65.

[80] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/65.

[81] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/65.

[82] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/65.

[83] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/66.

[84] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/66-67.

[85] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/67.

[86] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/67-68.

[87] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/68.

[88] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/68-69.

[89] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/69.

[90] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/69-70.

[91] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/70.

[92] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/70.

[93] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/71.

[94] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/71.

[95] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/71.

[96] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/71-73.

[97] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/73.

[98] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/73.

[99] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/73-74.

[100] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/74.

[101] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/74-78.

[102] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/78.

[103] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/78-79.

[104] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/79.

[105] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/79-80.

[106] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/80.

[107] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/80.

[108] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/81.

[109] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/81.

[110] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/82.

[111] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/82.

[112] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/82-83.

[113] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/83.

[114] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/84.

[115] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/85.

[116] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/85.

[117] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/85.

[118] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/85.

[119] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/86.

[120] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/86.

[121] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/86.

[122] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/87.

[123] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/87-88.

[124] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/88-90.

[125] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/90.

[126] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/91.

[127] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/91.

[128] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/91.

[129] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/92.

[130] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/92.

[131] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/92-93.

[132] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/93.

[133] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/93.

[134] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/94.

[135] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/94-95.

[136] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/95.

[137] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/95.

[138] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/95-96.

[139] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/96.

[140] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/97.

[141] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/97-98.

[142] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/98-99.

[143] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/100.

[144] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/100.

[145] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/100-101.

[146] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/101.

[147] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/101.

[148] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/102.

[149] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/102.

[150] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/102.

[151] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/103.

[152] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/103.

[153] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/103-104.

[154] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/104.

[155] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/104-105.

[156] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/105.

[157] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/106.

[158] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/106.

[159] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/106.

[160] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/106.

[161] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/107.

[162] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/107.

[163] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/108.

[164] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/108.

[165] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/109.

[166] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/109-110.

[167] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/110.

[168] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/110.

[169] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/110.

[170] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/111.

[171] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/111.

[172] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/112.

[173] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/112.

[174] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/113-114.

[175] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/114-115.

[176] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/115.

[177] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/116-117.

[178] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/117.

[179] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/117.

[180] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/117-118.

[181] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/118.

[182] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/119-123.

[183] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/123-124.

[184] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/125-126.

[185] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/126-127.

[186] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/127-128.

[187] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/128.

[188] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/128-129.

[189] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/129.

[190] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/129.

[191] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/129-130.

[192] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/130.

[193] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/131.

[194] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/131-132.

[195] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/132-133.

[196] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/133.

[197] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/133-134.

[198] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/134-135.

[199] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/136.

[200] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/137.

[201] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/138.

[202] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/138-139.

[203] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/139.

[204] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/140.

[205] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/140.

[206] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/141.

[207] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/141.

[208] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/141.

[209] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/141-142.

[210] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/142

[211] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/142

[212] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/143

[213] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/143

[214] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/143.

[215] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/144.

[216] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/145.

[217] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/145-146.

[218] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/146-147.

[219] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/147-148.

[220] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/148.

[221] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/149-150.

[222] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/151-152.

[223] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/152-153.

[224] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/153-154.

[225] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/154.

[226] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/155.

[227] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/155-156.

[228] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/156.

[229] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/156.

[230] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/156-157.

[231] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/157-158.

[232] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/158.

[233] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/158-159.

[234] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/159.

[235] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/160.

[236] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/160.

[237] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/161.

[238] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/161

[239] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/162.

[240] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/162-163.

[241] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/164.

[242] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/164-165.

[243] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/165.

[244] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/165.

[245] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/165-166.

[246] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/166.

[247] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/166-167.

[248] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/167-169.

[249] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/169-170.

[250] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/170-171.

[251] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/172-173.

[252] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/173.

[253] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/174-178.

[254] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/179.

[255] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/179.

[256] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/180.

[257] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/181.

[258] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/181.

[259] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/182.

[260] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/182-183.

[261] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/184-185.

[262] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/185-186.

[263] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/186-187.

[264] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/187.

[265] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/187.

[266] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/187-188.

[267] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/189-190.

[268] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/190-191.

[269] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/191.

[270] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/191.

[271] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/192.

[272] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/192-193.

[273] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/193-194.

[274] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/194-195.

[275] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/195-196.

[276] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/196.

[277] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/197.

[278] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/197.

[279] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/197-198.

[280] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/198.

[281] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/199-201.

[282] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/202.

[283] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/202.

[284] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/203.

[285] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/203-204.