3 - AL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

Medine'de nazil olmuştur,  200 Âyettir

(Rahman ve  Rahim  olan Allah'ın adiyle)[1]

 

1 (Elif, lâm, mîm!) [2]

 

2 (Allah Teâlâ, Mâ'bûd-ü bilhak ilâh O'dur. O'ndan başka mâ'bûd yoktur. Bakî, dâim ve halkın umuruna kaaimdir.)

Mukaatil İbn-i Süleyman, bu sûrenin ük âyetlerinin nüzul se­bebinin yine Yahudiler olduğuna kaaildir. Buna karşılık, Muhanv med ibn-i îshak, Mübâhele Âyetinin, yânî (Âyet: 62) âyetinin başına kadar olan âyetlerin Nasrânîler hak­kında indirildiğine kaaiî bulunmaktadır ki, hemen bütün müfes-sirler de bu kanaattedirler. Bu husûsda Necrân Nasrânilerinin Resûlüllah   (S.A.V.)   ile bir  münazarası  rivayet   edilmektedir.

Mu'cem'ül-Büldân'da, Necrân, biri Yemen, diğeri Havran ve üçüncüsü Küfe civarında olmak üzere üç kasabanın müşterek is­midir. Burada mevzuubahs olan Yemen Necrâm'dır, O tarihte Nas-rânîlerin dînî merkezlerinden biriydi. İşte buradan Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimize murahhas olarak bir hey'et gelmişti. Tarihte buna Vefd-i Necrân» denir. Altmış kişiydiler. İçlerinden on dör­dü büyükleri, on dördün içinde üçü de en büyükleri idi.

Emirleri El-Âkıb, vezirleri El-Eyhem, dini reisleri de Ebû Ha­rise ibn-i Alkame idi. Bu zâtın ilmî şöhreti vardı. Tedrisâtta bu­lunuyor ve emrine verilmiş olan birçok kiliseleri idare ediyordu. Çok zengindi.

Hey'et, bir gün, İkindi Namazından sonra Mescid-i Şerif de Efendimizin huzurlarına girdi. Bu sırada, ibâdet vakitleri gelmiş olduğu için, Mescid-i Şerîf de doğuya yönelerek ibâdet etmeye başlamışlar, Resûlüllah Efendimiz de: «Bırakınız, ibâdet etsinler» buyurmuştu, ibâdeti müteakib, Âkıb, El-Eyhem, Ebû Harise, Re­sûl-ü Ekrem Efendimizle konuşmuşlardı. Konuşma esnasında^ «Hazret-i îsâ, hâşâ, kâh Allah'tır, kâh Allah'ın oğludur, kâh sâlisü selâsedir»  diyorlardı.

îsâ'nm Allahlığma, ölüleri diriltmesini, hastalan iyi etmesini, gaybı haber vermesini delil olarak gösteriyorlar; Allah'ın oğlu ol­masına da: Zirâ belli bir babası yoktur.» diyorlardı. Sâlisü selâse (üçün, üçüncüsü) sözü için de «Allah, yaptık, kıldık diyor. Eğer bir olsaydı yaptım derdi.»  diye istidlal ediyorlardı.

Fahr-i Kâinat Efendimiz, bunlara İslâm'ı teklif etti:

«Biz, senden evvel İslama girmişiz.» dediler. Resûl-ü Ekrem:

«Yalan söylediniz. Allah Teâlâ'ya oğul isnâd edişiniz, îmânı­nızı tekzîb eder.»  buyurdu.

«Allah'ın oğlu değilse, o halde bunun babası kim?»  dediler.

Bunu müteakib Resûlüllah (S.A.V.) ile aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:

Resûlüllah   (S.A.V.):

«Bilmiyor musunuz ki, Allah, hayy-ü lâ yemûddur. îsâ'ya ise fânilik ânz olur.»

«Evet!»

«Bilmiyor musunuz ki, babasına benzemiyen hiçbir evlâd yok­tur.»

«Evet!»       .

«Bilmiyor musunuz ki, Rabblmiz her şeyin üzerine Kayyumdur. Onu mfzeder, nzüdandmr. Halbuki Isâ, böyle bir şeye mâlik midir?»

«Hayır!»

«Bilmiyor musunuz ki, Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte hiçbir şey gizli değildir. îsâ ise Allah'ın bildirdiğinden gayri bir şey bi­lir mi?»

«Hayır!»

«Rabbimiz, îsâ'yı rahimde dilediği gibi tasvir etti, bunu bili­yor musunuz?»

«Evet!»

«Rabbimiz yemez, içmez, hadesten münezzehtir, bunu da bili­yor musunuz?»

«Evet!»

«îsâ'ya anası bir kadının hâmil olduğu gibi hâmil olmuş ve kadının vaz-ı hamli gibi onu vaz'etmiş, o da bir çocuğun gıda al­dığı gibi gıda almıştı. Sonra da yer içerdi, hades yapardı. Bunu da biliyorsunuz değil mi?»

«Evet!»

«O hâlde îsâ, zannettiğiniz gibi nasıl olur?» buyurdu. Onlar da sükût ettiler. Maamafîh, sonra yine inâd ettiler de: «Yâ Muhammedi Sen onun kelimetullah ve rûh-un minh  (Al­lah'ın kelimesi ve ondan bir rûh)   olduğu zanmnda değil misin?»

«Evet!»  buyuruldu. dediler.

«Eh... İşte bu bize yeter!» diye, yine bilerek inkâr yoluna sap­tılar.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak,  sûrenin başından  seksen küsur

âyet inzal buyurdu. Nihayet Âl-i İmrân Sûresinin 61. âyeti inzal buyurulunca:

«Yâ Ebel-Kaasım! Bizi bırak, işimizi görelim de sonra gelir, dediğini yaparız» dediler ve ayrıldılar. Aralarında konuştukları za­man o üçten birisi:

«Anladınız ya, Muhammed hakîkaten Peygamber. Sahibiniz hakkındaki nizâı ne güzel hâl ve fasletti. Bilirsiniz ki, her hangi bir kavim, bir Peygamber ile mülâ'aneye kalkışırsa, büyüğü kü­çüğü mahvolur. Eğer bunu yaparsanız kökünüz kurur. Mademki dîninizde kalmak istiyorsunuz, o hâlde bu zâtla düşmanlığı terk ve bir anlaşma yaparak memleketinize gidiniz  dedi.

Tekrar huzûr-u risâlete geldiler. Ve:

«Yâ Ebel-Kaasım, biz seninle mülâ'ane etmemeye ve fakat se­ni dininde bırakıp kendi dînimizde kalmaya karar verdik. Yalnız, biz senden razıyız, ashabından bize bir zât gönder de ihtilaflı iş­lerimizi hâlletsin, bize hakem olsun.» dediler. 'Cenâb-ı Peygamber:

«Öğle sonu bana gelin de size bir hakem tâyin edeyim.» dedi.

Hazret-i Ömer (R.A.): «Ben hiçbir zaman imareti sevmedim, fakat o gün benim ta'yîn edileceğimi ümit etmiştim. Öğle nama­zını kıldık. Resûl-ü Ekrem sağma ve soluna bakıyor, göz gezdiri­yordu. Ben de, beni görsün diye uzanıyordum. Nihayet Ubeyde-tübnülcerrâîrı gördü, çağırdı: «Onlarla git, aralarmda çıkacak ih­tilâfları hâllet, hakem ol!» buyurdu. Tek arzu ettiğim me'mûriyeti de Ebû Ubeyde alıp gitti.» dermiş.

Hâsılı, Necrânîler, îslâmiyeti kabul etmemişlerse de, bir an­laşma yapmak suretiyle, îslâm tabiiyetini kabul etmişler ve bera­berlerinde bir hakem alıp götürmüşlerdi.

Hey'et içinde, yalnız Ebû Harise ibn-i Alkame'nin kardeşi Kürz ibn-i Alkame îslâmiyeti kabul etmişti ve bunu açıklamıştı da. Nec-rân'dan hareket ettikleri vakit, Kürz, ağabeysi Hârise'nin yanın­daymış. Söz arasında Harise:

«Vallahi, o, bizim beklemekte olduğumuz Peygamber.» demiş:

Kürz:

«Peki, bunu bildiğin hâlde, ondan seni meneden ne?» diye sor­muş. O da:

«Kırallar bize çok servet verdiler. Şimdi ona îmân etsek hep­sini elimizden alırlar» diye cevâb vermiş.

Bu cevâb Kürz'ün kalbinde bir ukde olmuş, nihayet konuşma­nın cereyanını ta'kîb ettikten sonra, îslâmiyeti kabul ettiğini hi­kâye etmiştir.

Dünya sevgisi, birçoklarını işte böyle Hakkı kabulden menet-miştir. Âl-i Îmrân Sûresi, Âyet: 14 bu ruhî haleti ne güzel anlatır. [3]

 

3-4 (Yâ Muhammedi Hak celle ve alâ sana Kur'ân'ı adlile (veya haberlerinde sıdkile veyâhûd Allah Teâlâ tarafından gön­derildiğine dâir delillerle) kendinden evvelki Kitablan Ctevhîd, sevâblar, haberler ve ba'zı şeriatlarda) tasdik eder olduğu hâlde, inzal etti.)

Ve Kur'ân'ı indirmeden Önce de, nâsa hidâyet olarak Mû-sâ'ya Tevrat'ı ve îsâ'ya İncil'i indirmişti Hak ile bâtılı ayırdeden diğer Kitablan da indirdi.                   .

Onlar ki Hak Teâlâ'nın âyetlerine kâfir oldular. Şübhesiz onlara (Dünyâda ve Âhirette, küfürleri yüzünden) şiddetli bir azâb vardır. [4]

 

5 (Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte bir şey gizli kalmaz.  (Her şeyi bilir. Kâfirlerin küfrüne, mü'nıinin İmânına muttalidir. Kıya­met Günü herkese amellerinin cezasını verir.) [5]

 

6 (Döl yataklarında size (erkek, dişi, beyaz, siyah, çirkin, gü­zel)  dilediği şekil ve keyfiyette suret veren O'dur. O'ndan gayri ilâh yoktur. Azîz ve Hakîm O'dur.)

Peygamber  (S.A.V.)   şöyle buyurmuştur:

«Sizden biriniz bedeni annesinin karnında kırk gün meni ola­rak toplanır. Sonra 40 gün kan pıhtısı, 40 gün et parçası olur. On­dan sonra Allah Teâlâ ona dört emirle bir Melek gönderir. Bu Melek onun rakını, amelîni, ecelini ve şaki mi yoksa mes'ûd mu olacağını yazar. Sizden biriniz Cennetlik işler yapar. Hattâ Cennet'e girmesine bir arşın kalır. Ama kader yetişip Cehennemlik bir' iş yapar; ve Cehennem'e girer. Bîriniz Cehennemlik iş yapar; Cehennem'e girmesine bir arşın' kalır. Ona da kader yetişip Cen­netlik iş yapar ve Cennet'e girer.» [6]

 

7 (Sana Kur'ân'ı Allah Teâlâ inzal etti. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir ki, bunlar Kitabın aslıdır. Bir kısmı da müte-şâbihdirler.)

Muhkem âyetler: Ma'nâsı açık, hakkında işkâl ve tereddüd husule gelmiyen âyetlerdir.

Müteşâbih ise; muhkemin zıddıdır. Onun ma'nâsmı anlamaya imkan yoktur.

Fakat kalblerinde eğrilik bulunanlar (muhkem âyetleri bıra­kırlar da) fitne aramak (Hakkı karıştırmak, halkı şübheye düşü­rüp doğru yoldan saptırmak kasdiyle) ve isteklerine göre te'vîl et­mek  için müteşâbih  olan  âyetlere  tâbi'  olurlar.

Halbuki onun te'vilini Allah Teâlâ'dan başka kimse bilmez. İlimde rüsûh sahibi olanlar da: «Biz, ona inandık, muhkemi, mü-teşâbihi, her biri, Rabbimiz Allah Teâlâ tarafındandır, hepsi hak­tır» derler. Bunları kâmil akıl sâhiblerinden başkası düşünemez.

Yâhûd bunlardan yalnız kâmil akıl sâhibleri öğüt kabul eder. [7]

 

8 Ey Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra, kaîble-rimizi yanıltma. Bize kendi katından rahmet ihsan eyle. (Günâh­larımızı mağfiret et!)  Cümlenin murâdını veren Sen'sin.

Bu Âyet-i kerimede, hidâyet ve dalâletin Allah Teâlâ'dan ol­duğuna delâlet vardır.  Bir Hadîs-i. şerîfde:

«Kalb, meşî'et-i ilâhiyye indinde rüzgârın her yana döndürdü­ğü bir çöl nebatının  rişesi gibidir.»  buyurulmuştur.

Efendimiz:

«Ey kalbleri hâlden hâle tahvil eden Allah'ım! Kalbîerimizi Dîn-i İslâm üzere tesbit et.»  diye duâ ederlerdi. [8]

 

9 (Ey Rabbimiz! Geleceğinde hiç şübhe olmayan bir günde, muhakkak ki  Sen insanları toplayacaksın.  Şübhesiz Allah Teala va'dinden dönmez, derler.) [9]

 

10 (Onlar ki kâfir oldular, ne malları, ne oğulları  (dünyâda ve  Âhirette)   Allah  Teâlâ'nın  azabından  kendüerini  kurtaramaz. Onlar Cehennem'in tutuşturacak odunudur.) [10]

 

11 (O  kâfirlerin  Resûlüllah'ı   tekzîbde   ve   hakkı   inkârda âdetleri)  Fir'avun oğullarının âdetleri gibidir.)

Ve onlardan önce geçen ümmetlerin kâfirleri de bizim Ki-tablarımızı ve Resullere verdiğimiz delillerimizi tekzıb etmişlerdi. (Senin kavminin tekzib etmesi gibi.

Hak Teâlâ onlara günâhları yüzünden ikaab etti. Allahı Te­âlâ'nın (âyetlerini ve Resullerini tekzib edenlere) ıkaabı şiddet­lidir. [11]

 

12 (Yâ Muhammedi Kâfirlere de ki: Siz mutlak mağlûb ola­caksınız ve Cehennem'de bir yere götürüleceksiniz ki, o ne fena dit döşek (bir makar) dır.)

İbn-i Abbâs   (R.A.)'dan     rivayet edildiğine  göre; Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Bedir Gazasında Kureyş'e gaalib gelerek Me-dîne'ye döndüğü vakit, Yahudilere:

«Allah Teâlâ'nın azabından korkun, İslâm'a gelin, ki Kureyşe erişen musibet size de ermesin, kaldı ki Peygamberliğimi Kitabı­nızdan bilmektesiniz.» buyurmuştu. Dediler -ki:

«Yâ Muhammedi Sen, buna aldanma, harb ilmini bilmiyen bir kavme olan muzafferiyetini öne sürerek bizi onlara kıyâs etme ve bize gaalib geleceğini sanma.»

Âyet-ı celîle bunun üzerine nazil olmuştur. Ve filhakika bilâ­hare hepsi mağlûb ve perişan olmuşlardır. [12]

 

13 (Bedir Gazvesinde çarpışan iki cemiyette sizin için bir ibret vardı. Onlardan biri Hak Teâlâ'nın tâatinde vuruşuyordu, di­ğeri de kâfirdi.)

Allah yolunda vuruşanlar, Resûlullah ve ashabı idi. Üçyüzon-üç kişiydiler. Yetmiş yedisi muhacir, ikiyüz otuzaltısı da Ensâr-dandı. İçlerinde üç atlı ve yetmiş develeri vardı. Nöbetleşe biner­lerdi. Hattâ Resûl-ü Ekrem ile Hazret-i Ali ibn-i Ebû Tâlib ve Zeyd bin Harise radiyallahü anhümâ için bir deve olup, üçü nöbetle binerdi. Kâfirler ise; dokuzyüzelli kişi idi. Ve hepsi zırhlı idi. İçle­rinden yüzü atlı ve yediyüzü develi idi. Gerek adet ve gerek silâh bakımından îslâmlara kat kat üstün idiler.

Bedir Gazası, Peygamber (S.A.VJ  Efendimizin ilk gazaları idi.

Onlar, Müslümanları gözleriyle kendilerinin iki misli görü­yorlardı.

Müslümanlar üçyüz bu kadar, müşrikler de dokuzyüz bu ka­dar kişi olduğuna göre, kâfirler, mü'minleri iki misli, yâhûd ken­dilerinin iki misli kadar, ya altıyüz hu kadar, veya iki bine yalan görüyorlardı. Ve nihayet kalblerine' korku düşmüş ve bozulmuş­lardı.         

Allah Tefti,  dilediğini yardımiyle  te'yîd eder.  Bunda basi­ret sâhibleri için bir ibret vardır. [13]

 

14 (İnsanlara:   Kadınlar,    oğullar,   yığın   yığın   biriktirilmiş altın ve gümüş, salma ve güzel atlar, deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanlar,  ekinler kabilinden  şehevat  sevgisi  bezendi)

Fakat bunlar dünyâ hayâtının geçici metaldir. Nihayet va­rılacak yerin bütün güzelliği Allah yanındadır. [14]

 

15 (Yâ Muhammedi De ki: İstediklerinizden daha hayırlısı­nı size haber vereyim mi?

Şirk ve günâhlardan ve dünyâ zînetleriyle süslenmekten sa­kınanlar için, Allah Teâlâ indinde, altından ırmaklar akan Cen­netler vardır.

Ki orada dâimi olarak kalacaklardır. Bir de, zahirî ve bâtını bütün ayıplardan temizlenmiş zevceler ve Allah Teâlâ'nın rızâsı vardır  (ki bu, ni'metlerin en büyüğüdür.

Allah Teâlâ kullarının amellerini görür, (ihsan ehline sevâb verir, isâet ehline de ikaab.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

«Hak celle ve alâ Cennet ehline, Benden razı oldunuz mu? di­yecek. Diyecekler ki: Ey Rabbimiz! Niçin razı olmayalım ki bize amellerimizle lâyık olmadığız hâlde, mahzâ fazlından ni'metle-rinin en üstününü veriyorsun. Onlar-ı Hak buyuracak! Şimdi, sizi ihsânlanmın efdali rızâma mahal kıldım. Bundan böyle artık ebe­diyen size gazâbetmem)

Bu Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre: Allah Teâlâ'nın ni'-metlerinin ednâsı dünyâ metaldir, üstünü, Allah rızâsı, ortası da Cennet ve naîmdir. [15]

 

16 (Onlar, Hak Teâlâ'ya tazarrû edip derler ki Ey Rabbi-miz! Sana ve Resulüne îmân ettik. Artık günâhlarımızı mağfiret et, ve bizi   ateş   azabından   koru. [16]

 

17 (Ki tâate, musibetlere, isyan ve aykırı hareketten sakın­maya) sabredic ilerdir. îmânlarında, sâlih amellerinde, kendileri ile Allah Teâlâ veya halk arasındaki sözlerinde gerçek olanlardır. Ve Allah Teâlâ'ya itaat ediciler, Allah Teâlâ'nın tâatinde malları­nı infâk edicilerdir. Ve seherlerde namaz kılıcılardır.

Veya Sabah. Namazım cemâatle kılıcılardır. Gecenin sonuna. Seher denilmesi, sabaha yakın olduğu içindir. Veya onlar ki te-heccüdlerini sehere kadar uzatarak sonra istiğfar edicilerdir.

Nâfi der ki: İbn-i Ömer (R.A.) geceyi ihya ederdi. Seher olunca, tâ sabah oluncaya kadar istiğfar ve duâ ile meşgul olurdu.

Peygamber   (S.A.V)  Efendimiz buyurmuşlar:

«Her gecenin üçte biri kaldığı vakit, Hak Teâlâ der ki: Ben, bu mülkün ve her şeyin halik ve mâlikiyim, kim Bana duâ eder­se O'na icabet ederim, kim Benden bir şey isterse O'na veririm. Kim günâhının mağfiretini dilerse O'nu bağışlarım.

Lokman Hekim de oğluna: «Horozdan daha âciz olma, seher yakti horoz öterken seni uykuda bulmasın» demiş. [17]

 

18  (Allah Teâlâ, kendisinden gayri  ilâh olmadığını,  vahdâ-niyyetine delâlet eden delillerle, âyetleriyle açıkladı.

Rivayet edildiğine göre: Şam'dan iki seyyah Yahudi âlimi, Me­dine'yi gördükleri vakit, biri diğerine:

Bu şehir, âhir zaman peygamberinin şehrine pek benziyor, demişti.   Nihayet   huzûr-u risâletpenâhiye   girdiler.    Kitablarmda ta'rîf edilen vasıflarından O'nu tanıdılar. Dediler ki:

Senden bir şey soracağız. Eğer bunu bize haber verirsen, doğruluğuna inanırız, sana imân ederiz. Kitâbullahta en büyük şa­hadet nedir?

Resûl-ü Ekrem, bu Âyet-i kerimeyi    okudu. İkisi de îslâm'a geldiler.

Ve  Melekler  Allah   Teâlâ'nın  vahdâniyyetini  İkrar   ettiler. sâhibleri de vahdâniyyetinî tasdik eylediler.

O, emir ve nehyinde adli ikaamet eder olduğu hâlde. (Yâhûd, ilim sâhibleri vahdâniyyet-i bâriye hüccet ikaamet ettikleri hâlde.)

O'ndan gayri ilâh yoktur.

O Allah-ü azîmüşşân ki tevhid etmiyene intikam eder ki, benzerine hiçbir müntekim kaadir olmaz. Dilediğine hükmeder, hiç kimse O'nu tahvile kaadir değildir. [18]

 

19 (Şübhesiz. Allah Teâlâ indinde hak dîn  islâm  İslâm Dîninde, kendilerine Kitab venlenler ancak, kîkati bildikten sonra, hased ve ihtirasları yüzünden ihtilâfa düş­tüler.)

Yâhûd riyaset hırsı yüzünden. Yoksa şübhe ettikleri için de­ğil, içlerinden bir kısmi; «İslâm Dîni, haktır» dediler. Bir kısmı, «Bu, bizim için değil,» dediler. Bir kısmı da külliyen inkâr ettiler.

Rebî bin Enes (R.A.) der ki:

«Müsâ Aleyhisselâm, ölüm döşeğinde, Benî îsrâîl âlimlerinden yetmiş kişiyi çağırıp Tevrat'ı onlara emânet etmiş. Yûşâ Aleyhis-selâm'ı da kendisine halife ta'yin etmişti. Fakat bilâhare bunların ileri gelenleri tefrikaya düştüler, birbirlerini öldürdüler. O ka­dar ki, Uzeyr, Allah'ın oğludur, dediler.»

Bir rivayete göre de: «Bu Âyet-i kerîme, Vefd-i Necrân hak­kında nazil olmuştur. Bunlar da îsâ Aîeyhisselâm hakkında ihti­lâfa düşmüşler, hâşâ. O'na, Allah'ın oğludur,» demişlerdi.

Kim Allah'ın âyetlerine küfrederse, şübhe yok ki Allah Teâlâ tez hesâb görücüdür.

Halkın bütün işlediklerini bilir, hatırlamaya, düşünmeye değildir. [19]

 

20 (Yâ Muhammed! Dîn hususunda, Yahudiler ve Nasâra, seninle mücâdele ederlerse de ki: «Ben, bana tâbi' olanlarla bir­likte, kendimi Allah Teâlâ'ya teslim etmişimdir.)

Yâ Muhammed! Kitab verilenlere ve Arahın müşriklerine de de kii «Siz, İslâmı kabul ettiniz mi?» Eğer tevhîdde ve Muham­med Aleyhisselânı'ı tasdikte ihlâs ederlerse, dalâletten çıkmış, hi­dâyete ermişlerdir. Eğer İslâm'dan yüz çevirirlerse, sana vâcib olan ancak risâletini tebliğdir (yoksa hidâyet değil.) Allah Teâlâ, kullarının tasdik ve tekzibini görücüdür. [20]

 

21 (Onlar ki, Hak Teâlâ'mn âyetlerine ve Peygamberlerine verdiği mu'cizelere kâfir oldular ve babalarının nahak yere Pey­gamberlerini katillerine  razı  oldular ve  halktan  adille  emreden­leri de öldürdüler; onları azâb-ı elîm ile müjdele.) [21]

 

22 (Onların dünyâda ve  Âhirette  amelleri  heder olmuştur. Ve onları Allah'ın azabından kurtaracak da yoktur.)

îsrâîl oğullarının Nebilerine Kitab gelmez, belki vahiy gelir­di. Gelen vahyi kavimlerine söyledikleri vakit onları öldürürlerdi. Bunu tasdik eden kimselerden mârufu emir ve münkeri nehye-denleri de öldürürlerdi.

Ebû Ubeydetibnilcerrâh (R.A.) anlatıyor: Peygamberimiz Aley-hisselâm'a dedim ki:

Yâ Resûlallahl Kıyamet Gününde azabı şiddetli olan kim­seler kimlerdir?

Resûl-ü Ekrem buyurdu:

Peygamberlerini   öldüren,   münkerle   emreden,    mâruftan meneden kimseler.

Sonra bu Âyet-i kerîmeyi okudu ve dedi ki:

Yâ Ebâ Ubeyde! İsrail oğulları bir saat içinde kırk üç Nebi Öldürdüler. Keza âbidlermden yüz on kişiyi de mârufu emir ve münkeri nehyettikleri için öldürmüşlerdi. [22]

 

23 (Tevrat'tan (veya semavî Kitablardan) kendilerine na-sib verilenlere ilmin ermedi mi? Aralarında hakem olması için Ki-tâbullah'a da'vet olunurlar.)

Rivayet edilir kii Bir gün Resûl-ü Ekrem (S.A.V.); Yahudilerin dershanesine gitmiş, kendilerini îmâna da'vet etmişti. Nuaym ibn-i Amr ve Haris bin Zeyd dediler ki:

«Yâ Muhammedi Sen de Dîn üzeresin?» Dedi kîj -İbrahim Aleyhisselâm'ın dînindeyim,»

«Fakat İbrahim Yahûdî idi»  dediler. Resûl-ü Ekrem dedi ki: «Gelin, Tevrat'a müracaat edelim, o aramızda hakem olsun.»

Fakat imtina etmişlerdi.

Sonra  içlerinden  bir  kısmı  yüz  çevirerek  dönüp  gider.

İbn-i Abbas (R.A), rivayet eder: Hayber ahâlîsinden bir er­kekle kadın zina etmişlerdi. Kitablarında recmedilmeleri yazılı ol­duğu hâlde, ikisi de tanınmış bir aileden oldukları için, recmet-mek istemediler. Fakat mes'eleyi büsbütün örtbas etmek de müm­kün olmadı. Nihayet haklarındaki hükmü Peygamber Efendimi­ze havale ettiler. Efendimiz, recmlerine hükmetti. Kıyameti ko­pardılar. «Recmedilmelerine hükmedilemez.» dediler. Resûl-ü Ek­rem: «Benimle aranızda Tevrat hakem olsun» dedi. Bu teklifi kabul ederek âlimlerden îbn-i Sûrya'yı huzûr-u risâlete getirdiler. îbn-i Sûrya, recmin zikredildiği yeri açtı. Fakat elini recm âyetinin üze­rine koyarak nıâbadini okudu. Abdullah bin Selâm (R.A.) da Efen­dimizin huzurlarında idi. «Yâ Eesûlallah! Recm âyetini okumayıp geçti.» dedi. S_onra Kitabtan îbn-i Sûrya'nm elini kaldırarak âyeti okudu. Peygamber Efendimiz de kadını ve erkeği recmettirdi. Fa­kat Yahudiler bundan hoşlanmarmşlardı. Âyet-i kerîme bu hâdise üzerine nazil olmuştur. [23]

 

24 (Onların haktan yüz çevirmeleri, bize sayılı günlerin mâ­adasında ateş dokunmaz demeleri yüzündendir. Onları dînlerin­de, babalan şefaat eder iftiraları mağrur etti.) [24]

 

25 (Onları, vukuunda şübhe olmayan bir gün için topladı­ğımız zaman hâlleri nice olur? )

O gün, her nefsin hayır ve şer kazandığının karşılığı tama­men verilir. Zulüm de görmezler.

iyilikleri eksilmez, kötülüklerinden fazla azâb görmezler. Bu  Âyet-i kerîmede  ibâdetin  ibtâl     edilmeyeceğine  ve  îmân edenlerin  ateşte  ebediyen  kalmıyacaklarına  delâlet  vardır.  Îmân ve amelin karşılığı ne ateşte ve ne ona girmeden evvel olur. Belki kurtulduktan sonra olur. [25]                                                           

 

26 (Yâ Muhammedi De ki: Ey mülkün sahibi Allahım)

Rivayet edilir ki: Mekke'nin fethi üzerine Resûlüîlah (S.A.V.) ümmetine Fars ve Rûm mülklerini va'detmişti. Münafıklar ve Ya­hudiler: «Muhamrned nerede. Fars ve Rûm nerede? îkisi de kuv­vetli. Muhammed'e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, Fars ve Rûm devletlerine tamah ediyor. Bu nasıl olur? Olacak şey değü> dedi­ler. Bunun üzerine bu Âyet-i kerîme nazil oldu.

[Mülkü dilediğine verir ve dilediğinden alırsın. ] Mülkü Arab'a verip Fars ve Rûm'dan giderirsin. Yâhûd mül­kü enbiyâya verir,  zorbalardan  giderirsin.  Veya mülkü Âdemoğ-luna verir, İblis ve askerlerinden giderirsin. [ Dilediğini aziz ve dilediğini zelîl edersin. 3 Muhammed Aleyhisselâm ve ashabını aziz ettin; gaalib ve mu­zaffer olarak on bin kişi Mekke'ye girdiler. Ebû Cehil ve ashabını zelîl ettin, hepsinin başı kesildi. Veya îmân hidâyetiyle azîz, küfür Ve dalâletle zelîl edersin. Yâhûd tâatle azîz, ma'siyetle zelil eder­sin. Veya nusratla aziz, kahırla zelîl edersin. Veyâhûd zenginlikle azîz, fakrîle zelîl edersin. Veya kanâat ve rızâ ile azîz, hırs ve ta­mahla zelil edersin. Hayır ve şer, Senin elindedir. Muhakkak ki Sen, her şeye kadirsin.

Hendek Gazasında Medine'nin etrafına hendek kazılması ka­rarlaştırılmıştı. Herkes kendisine isabet eden yeri kazmakta idi. Heon kişiye kırk zira' ayrılmıştı. Amr ibn-i Avf, Selmân-ı Fârisî, Huzeyfe, Numân ibn-i Mukrin ve Ensârdan altı kişiye isabet eden yerde gayet büyük bir kaya zuhur etti. Külünkler işlemez oldu. Çok çalıştılar. Kayayı kıramadılar. Nihayet Selmân-ı Fârisî'yi Resûl-ü Ekrem'e göndererek vaziyeti haber verdiler.

Resûlüllah, Selmân'la birlikte hendeğe indi. Mübarek eline kü-lüngü aldı. Ve «Bismillah» deyip vurdu. Kayanın üçte birini ye­rinden kopardı. Hemen: «AHâhü ekber, bana Şam'ın anahtarları verildi, vallahi ben, şu saatte Şam'ın kırmızı köşklerini görüyo­rum», buyurdu.

Sonra yine, «Bismillah» diyerek külüngü vurdu. Kayanın üç­te birini daha kopardı. Ve hemen: «Allahü ekber, Fars ikliminin anahtarları verildi, vallahi ben, şu anda medâin-i kisrâ'nın beyaz köşklerini görüyorum» buyurdu.

.Müteakiben, üçüncü defa olarak, keza «Bismillah» deyip kü-lünkle kayaya vurdu. Geri kalan parçayı da yerinden kopardı. Bu sefer de.' «AHâhü ekber, Yemen'in anahtarları verildi, vallahi ben, şimdi Saıı'a'nm kapılarını görüyorum», buyurdu.

Müslümanlar pek sevindiler. «Elhamdülillah, bu gerçek bir vardır. Bize büyük bir muzafferiyet müjdelemektedir.» dediler. Fa­kat münafıklar: «Ne acâyib insanlarsınız, sizi boş ümitlere düşü­rüyor, asılsız va'dlerle aldatıyor. Yesrîb'den Hıyre ve medâin-i kis-râ kasırlarını gördüğünü söylüyor. Halbuki muharebeye çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz.» de­diler. Hattâ muhasara uzayıp da îslânım geçim sıkıntısı başgöste-rince, bunu fırsat bilerek: «Muhammed, bize Kayser ve kisrâ'nın hazînelerini vâ'detti ama, bugün, hendek içinde mahpus, bir adım bile atamıyoruz.» demeğe başladılar. Fakat muzafferiyet mev'ûd idi. Nitekim şiddetli rüzgâr ve göze görünmez askerle düşman or­dusu bozuldu. Ve Müslümanlar muzaffer oldu.

Diğer bir rivayete göre Âyet-i kerîme, bu münâsebetle nâzü ol­muştur. [26]

 

27 (Geceyi gündüze, gündüzü de geceye id hâl edersin ve ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. )

Nutfeden hayvan ve hayvandan nutfe çıkarırsın. Veya yumur­tadan kuş, kuştan yumurta çıkarırsın. Yâhûd kâfirden mü'min ve mü'minden kâfir çıkarırsın. Zîrâ, mü'minin kalbi diri ve kâfirin kalbi ölüdür,

Dilediğine de hesâbsız rızık verirsin.

Bu âyetlerin fazüeti hakkında bir hayli haber mevcûddur. Ez­cümle Ebû Eyyûb-i Ensârl ve Hazret-i Ali kerremallahü veche'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:

«Hak celle ve alâ Fatiha Sûresini, Âyete'Ikürsî'yi, ve Alı im­rân Sûresinde (Şehidâllâhü) dan (İnneddîne) ye kadar ve (Küllillâ-hümme) den (Bigayrı hısâb) a kadar iki âyetin inzalini dilediği zaman, Allah Teâlâ ile aralarında hiçbir hicâb yoktu. Arş-ı ilâhiye yapışarak dediler ki: «Ey Rabbimiz! Bizi arzma, günâh yuvasına, isyan ehline indiriyorsun.» Hak celle ve alâ buyurdu: «îzzim ve ce­lâlim hakkı için, bir kimse ki her farz namazı müteakib sizi okur­sa kusurlarının afv ve mükâfatım Cennet kılacağım. Ve onu ha-zîre-i kudüste iskân edeceğim. Her gün kendisine yetmiş kere na­zar edeceğim. Ve yetmiş hacetini kaza edeceğim ki, ednâsı mağfi­rettir. Ve O'nu her düşman ve hasedciden koruyacağım. .O'na yar­dım edeceğim.» [27]

 

28 (Mü'minler, mü'minlerin gayri, kâfirleri dost edinmesin­ler)

Hazret-i Abbas'tan rivayet edildiğine göre: Münafıkların reisi, Abdullah ibn-i Ubeyy ve arkadaşları Yahudiler ve müşriklerle dostluk ve onları Müslümanların ahvâlinden haberdar ediyorlar­dı. Resûl-ü Ekrem aleyhine muzafferiyet ümid ediyorlardı. Nazil olan bu Âyet-i kerîme ile mü'minler bundan nehyedüdı.

Kim kâfirleri dost edinirse Allah Teâlâ'nm dostluğundan bir şeyde değildir.

Kâfirleri dost edinenlerin Allah Teâlâ'dan ilişiği kesilmiş olur. Allah'ın dostluğu kalmaz.

Meğer ki onlardan korkmuş olasınız.

Hâkim oldukları yerde bulunmak, serlerini defetmek gibi bir sebeble. Bu takdirde, kalbindeki îmâna halel gelmemek şartiyle dille müdârat caizdir.

Hak Teâlâ, sizi küffarla dostluktan ve menâhiyi irtikâbdan kendi azâbiyle  korkutur.  Nihayet merciiniz Allah Teâlâ'dır. [28]

 

29 (De ki Yâ Muhammedi Kalblerüıizde kâfirlere karşı olan dostluğu gerek gizleyin, gerek açıklayın. Hak Teâlâ, onu bilir. Gök­lerde ve yerde ne varsa onları da bilir. (Böyle iken kâfirlerle olan dostluğunuz O'na nasıl gizli kalır?) Hak Teâlâ, her şeye kaadirdir. Ctkaabından sakının.) [29]

 

30 (Kıyamet Günü, her nefis, hayır ve şer, dünyâda işledi­ğini hazır bulur. Hayrına sevinir ve şerrine yerinip temenni eder ki n'olaydı, o şerle kendisi arasındaki mesafe uzak olsaydı. Allah Teâlâ, sizi azabından sakındırır. Allah Teâlâ, kullarını pek esir­geyicidir) [30]

 

31 (Yâ Muhammedi   (Yahudi ve Nasârâ'ya)  de kiı Eğer siz Allah Teâlâ'yı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin. Günâhlarınızı mağfiret etsin. Allah Teâlâ, mağfiret ve rahmet edicidir.) [31]

 

32 (De ki: Allah Teâlâ ve resulüne itaat edin. Eğer Allah Teâlâ ve resulüne itaatten yüz çevirirseniz (kâfirlersiniz.) Hak Teâlâ ise, kâfirleri sevmez. (Yaptıklarına razı olmaz. Ve onları mağ­firet etmez.) 3                                                                                    Rivayet edildiğine göre, Yahudiler ve Nasârâ, «Biz, Allah Te-âlâ'nın dostlarıyız», yâhûd Vefd-i Necrân, «Bizim, îsâ Aleyhisse-lâm'a ibâdetimiz, Allah Teâlâ'ya sevgimizdendir.» demekteydiler. 31 inci Âyet-i kerîme ile emrolundular. Fakat münafık Abdullah ibn-i Übeyy: «Muhammed kendisine tâati, Allah Teâlâ'ya tâat gibi tutuyor. Ve bize Nasârâmn, îsâ'ya sevgisine benzer bir sevgi ile kendisini sevmemizi emrediyor.» demeye başladı. Bunun üzerine bu Âyet-i kerîme nâzü oldu. Ve böyle bir şübhenin vârid olamıyacağmı gösterdi.

Peygamber  (S.A.V.)  Efendimiz.

«Bütün ümmetim Cennet'e girer, yalnız istinkâf edenler gir­mez.»  buyurdu. Dediler ki:

«Ondan kim istinkâf eder?»

«Bana, itaat eden Cennet'e girer, isyan eden istinkâf eder.» buyurdular.

Bu Hadîs-i şerîfde şer'a itaatten yüz çevirmenin küfür ve Al­lah Teâlâ'nın muhabbetine münâfi olduğuna delâlet vardır. [32]

 

33 (Gerçek Allah Teâlâ, Âdem, Nûh Aleyhisselâmları, ÂM İbrahim ve ÂM İmrân'ı âlemler üzerine mümtaz kıldı.)

Bu Âyet-i kerîme ile bunların, Meleklere üstünlükleri istidlal edilmiştir.

ÂM İbrahim'den murâd; İsmail, İshâk ve ikisinin evlâdıdır, ki Peygamber Efendimiz de bu meyandadır. Fakat ÂM Imrân'da an­laşmazlık vardır.

Bir kavle göre; Mûsâ ve Hârûn Aleyhisselâmların babaları îm­rân bin Yasher bin Kaahes bin Lâvi bin Ya'kûb'dur.

Diğer kavle göre ise; Hazret-i Meryem'in babası İmrân bin Mâsan'dır. Masan, Süleyman Aleyhisselâm'm oğullarındandır. Her iki İmrâri arasında binsekizyüz senelik bir zaman farkı vardu. [33]

 

34 (Onlar  hepsi birbirinden  gelmiş  bir  zürriyettir.   (Yâhûd hepsi tevhid dîninden). Allah Teâlâ, işitici ve bilicidir) [34]

 

35 ( İmrân bin Mâsan'ın zevcesi   (İsâ Aleyhisselâm'm anne­annesi)   Hanne bint-i Fâkuuza dedi kiî  «Yâ Rabbil Karnımdakini âzâdlı kul olarak hizmetine nezrettim. Bu nezrimi kabul et. Sen niyazımı işitici ve niyyetimi bilicisin.)

Rivayet edildiğine göre, Fâkuuza'nm iki kızı vardı. Biri Han­ne ve diğeri îyşâ. Hanne, îmrân'm ve İyşâ Zekeriyyâ Aleyhisselâm zevcesi idi.

Hanne, bir gün bir ağacın altında gölgeleniyordu. Bir tavu­sun yavrusunu yedirdiğini gördü. İhtiyarlamış, artık çocuktan ke­silmiş bir kadındı. Böyle iken çocuk doğurma arzusunu hissetti. Ve: «İlâhî! Eğer bana bir çocuk ihsan edersen, onu Beyt'il Makdis hizmetine nezrettim.» dedi. O vakit erkek çocukları, Beyt'ü Mak­dis hizmetine nezretmek pek sevâblı idi. Çocuk baliğ oluncaya ka­dar mescidde kalırdı.

Cenâb-ı Hak, Hanne'nin niyazını kabul buyurdu. Gebe kaldı. Zevci: «Çocuk doğmadan nezretmekliğin hiç iyi olmadı» dedi. «Ya çocuk kız olursa ne yapacaksın?» Kız çocukların nezri caiz de­ğildi. Bu sırada İmrân. vefat etti. [35]

 

36 (Vaktâ ki Hanne doğurdu, «Ya Rabbi, gerçekten kız do­ğurdum.»  dedi.)

Mahzun oldu. Erkek doğuracağını ümit etmekteydi. Halbuki, Allah Teâlâ, O'nun ne doğurduğunu bilirdi. Beyt'il Makdis hizmeti için erkek, kız gibi değildir. Adını Meryem koydum. Yâ Rab, O'nu ve zürriyetini rahmetinden, kovulmuş Şeytan'ın Şer­rinden Sana sığındırırım, dedi.

Peygamber   (S.A.V)   şöyle  buyurmuştur;

«Yeni doğan hiç bir çocuk yoktur ki,doğarken Şeytan O'na dokunmasın. O'nun dokunmasından çocuk ağlar. Bundan yalnız Meryem ile oğlu müstesna kalmıştır,» Yâni Hanne'nin Allah'a sı­ğınması sebebi ile ikisini Şeytan korumuştur. [36]

 

37 (Rabbi  Teâlâ,  Hanne'den,   Meryem'i   güzel  bir  kabul  ile (erkek yerine)  kabul buyurdu. Ve güzel bir surette yetiştirdi. )

Rivayet edildiğine  göre,  Hanne  doğurunca,  O'nu bir hırkaya sardı. Ve mescide götürüp Yahudi âlimlerinin yanma bıraktı. «Bu, Allah Teâlâ'ya nezirdir,  hakkında    bildiğiniz gibi hareket edin,» dedi. Masan sülâlesinden olması i'tibâriyle  âlimler, nezre hüsn-ü kabul gösterdiler ve terbiyesine itinâ etmeyi kararlaştırdılar. Ze-keriyya Aleyhisselâm «O'nu terbiyeye en lâyık olan Ben'im,» dedi. «Çünkü teyzesi nikâhım altındadır.» Fakat bu teklifi âlimler kabul etmedi. Nihayet kur'aya başvurdular. Yirmi yedi kişiydiler. Tevrat yazdıkları kalemleri nehre bıraktılar. Hepsinin kalemi battı. Yal­nız Zekeriyyâ Aleyhisselâm'ın kalemi su üstünde kaldı ve kur'ayı kazandı.

Zekeriyya Aleyhisselâm, O'nu kefaletine aldı.  Zevcesinin yanma götürdü. Bu suretle Hazret-i Meryem,  teyzesi  İyşâ'nm  yanında  büyüdü.     Sonra  Hazret-i  Zekeriyya,   O'na Beyt'ü Makdis'de husûsi bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem,  oda­sına çekildi. İbâdetle meşgul oluyordu. Yanına Hazret-i Zeker iy-ya'dan başka kimse giremezdi. Yiyeceğini ve  içeceğini yalnız o vermekteydi. Fakat:

Zekeriyya Aleyhisselâm, ne zaman mihraba (Meryem'in çardak gibi olan odasına) girse, Kışın, Yaz ve Yazın, Kış meyvaları bulurdu. Yâ Meryem! Bu rızık, sana nereden geliyor? Halbuki bu mevsimde, bu çeşit meyva bulunmaz. Kaldı ki, odanın kapısı da kilitli, der. Meryem de: «Bu, Allah Teâlâ'dan. Hak Teâlâ, dilediği­ne hesâbsız rızık verir» derdi.

Rivayet edilir ki: Bir kıtlık senesiydi. Zekeriyya Aleyhisselâm, Meryem'e bakamaz hâle gelmişti. Bir gün, Beni İsrail'e: «Görüyor­sunuz ki ihtiyarladım. Meryem'i bakmaya takatim kalmadı. İçiniz­den biriniz O'nu himayesine alsın,» dedi. Kıtlık yüzünden hepsi sı­kıntıda idi. îtizâr ettiler. Nihayet kur'a atmayı uygun buldular. Kur'a, amcasının oğlu Yûsuf bin Ya'kûb'a isabet etti. Yûsuf, ge­reği gibi kazanamamaktaydı. Marangozdu! Geçim zorluğu içindey­di. Bunu hisseden Meryem: «Yûsuf! Hak Teâlâ'ya iyi zanda bulun. O, seni rızıklandırır.» dedi. Filhakika, kazancı umduğundan ziyâ­de arttı.

Zekeriyya Aleyhisselâm, ne zaman kendilerini ziyaret etse, ev­lerini yiyecekle dolu bulmaktaydı. «Yâ Meryem! Bu rızık nereden geliyor?» diye sorar, O da:  «Allah Teâlâ'dan» diye cevâb verirdi.

Zekeriyya Aleyhisselâm, «Meryem'e bu rızık ve bu vakitsiz meyvaları veren Rab Teâlâ, elbette ki bize de bir çocuk ihsan et­meye kaadirdnv diye düşündü. Hiç çocuğu olmamıştı. Mihraba girip kapısını kilitledi. Ve: [37]

 

38  (İbrada Rabbine niyaz etti. Dedi ki: «Yâ Rabbi! Nezdin-den. bana temiz ve mübarek bir evlâd bağışla, ki Sen duaya ica­bet edicisin. ) [38]

 

39 (Mihrâbda  namaz  kılmaktayken     Cebrail  Aleyhisselâm, O'na nida etti: «Allah Teâlâ, sana kendisinden gelen kelimeyi (yâni îsâ Aleyhisselâm'ı) tasdik edici, kavminin seyyidi, nefsini şehevat-tan habsedici ve sâlihlerden bir Nebî olmak üzere Yahya adlı bir çocuk müjdeler.» dedi. [39]

 

40 (Zekeriyya Aleyhisselâm dedi ki: Yâ Rab!  Benim nasü çocuğum  olur? Ki ihtiyarlık  çattı.   (Doksan     dokuz  yaşındaydı). Karım da kısır. (O da doksan sekiz yaşında.) Hak Teâlâ buyurdui Böyle de olsa, Allah, dilediğini yapar.) [40]

 

41 (Zekeriyya dedi ki: «Yâ Rabbi! Bana bir alâmet göster (kizevcemin gebe olduğunu bileyim ve sana şükür için ibâdetimi artırayım.)

Hak Teâlâ buyurdu: Sana alâmet, üç gün işaretleşme müs­tesna, 'halkla konuşmamandır. Rabbin çelle şânühüye çok zikir ve sabah, akşam dâima teşbih et! [41]

 

42 (Hani Cebrail Aleyhisselâm: «Ey Meryem! Hak Teâîâ, seni ibâdet ve ismetle güzide kıldı. Günâhtan, hayz ve nifâstan, erkeklerle temastan pak ve bütün kadınlara Üstün kıldı.» demişti )

Peygamber  (S.A.V.)  Efendimiz;

«Erkekler arasında çok kâmil insanlar vardır. Fakat kadınlardan kâmil olan ancak, Meryem bint-i îmrân ve Firavun'un zev­cesi Asiye'dir. Asiye'nin kadınlar üzerine üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir» buyurmuşlardır.

ESaşka bir Hadis-i şerîfde de:

«Kadınlar içinde olgunları. Meryem bint-i îmrân, Hatice bint-i Huveyld, Fâtıma bint-i Muhammed ve Firavun'un karısı Asiye'dir» buyurulmuştur. [42]

 

43 (Yâ Meryem! Rabbin celle şânuhû'ya tâate devam et. Secde eyle! Rükû' edenlerle birlikte rükû' et.)

Meryem, bununla emredildiği zaman, namaza durmaktan ayaklan şişmiş ve her birinden  kanlar  akmıştı. [43]

 

44 (Yâ Muhammed!  Bu Meryem,  Zekeriyya,  Yahya  ve  îsâ kıssası; gayb haberlerdendir ki, Biz onu sana vahyediyoruz. Onlar, Meryem'in terbiyesini hangisi tekeffül edecek diye, Tevrat yazdık­ları kalemlerini kur'a için nehire bıraktıkları zaman  sen  yanla­rında değildin. Bu hususta çekiştikleri vakitte de yine yanlarında değildin.) [44]

 

45 (Hani  Melekler   demişlerdi:   «Ey   Meryem!   Allah   Teâlâ kendisinden gelen bir kelimeyle sana müjdeliyor. Adı Mesîh, Mer­yem oğlu İsa'dır. Dünyâda ve Âhirette şanı yücedir. Ve Allah nez-dinde mukarreb olanlardandır.)

Hz. îsâ Aleyhisselâm'a niçin Mesîh denildiğinde müfessirler ihtilâf etmişlerdir.

Mesîhı Meshedümiş yâhûd mesheden demektir. Ba'züarma gö­re; pisliklerden, günâhlardan silinip paklandığı için O'na bu isim verilmiştir. Yâhûcl doğduğunda  içyağı veya bereketle  mesh edil-; diği için Mesîh, denilmiştir.                                                             

Şeytan musallat olmasın diye Cebrail (A.S.), kanadı ile O'na; dokunduğu için; hangi hastaya dokunsa iyileştiği için; yeryüzünde; çok seyahat ettiği için Mesih denildiğini söyleyenler de vardır. Deccal'a, Mesîh denilmesi ise, bir gözü silik olduğundandır.     [45]        

 

46 (O, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşa­caktır, sâlihlerdendir.) [46]

 

47 (Meryem dedi ki: «Ey Rabbim! Benim nasıl çocuğum ola­bilir ki, bana hiçbir insan dokunmamıştır?» Allah Teâlâ buyurdu: «Gerçi öyledir, fakat Hak Teâlâ, dilediğini halkeder. Bir şeyi iste­yince, ona ol der, o da oluverir) [47]

 

48  (Hak Teâlâ, ona Kitab ye hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğre­tecek.) [48]

 

49 (Ve onu îsrâîl oğullarına Peygamber edecek, onlara diye­cek ki)

Ben, size Rabbinizden (sözümü tasdik eder) bir âyetle (bir mu'cizeyle)   geldim.

Sizi çamurdan kuş gibi bir şey yapar ve üflerim. Allah'ın izniyle derhâl (uçar)  bir kuş olur.

Yine Allah'ın izniyle anadan doğma kör ve abraşı iyi ede­rim, ölüleri diriltirim. Evlerinizde (görmediğim) yediğiniz ve birik­tirdiğiniz şeyleri size haber veririm. Bunda sizin için, eğer îmân edicilerdenseniz,  (Peygamberliğime dâir)  kat'î bir âyet vardır.

Bu Âyet-i kerimede zikredilen kuş, rivayet edildiğine göre, ya­rasadır, denilmiştir. Yarasa, şeklen kuş gibidir. Fakat insana ben­zer. Memeleri ve dişleri vardır. Hayz görür ve doğurur.

Diriltilen ölüler de dört kişidir. Ve bunlardan biri Nuh Aley hisselâm'in oğlu Şam'dır, Sâm, diriltildikten ve Hazret-i îsâ ile ko­nuştuktan sonra, yine ölmüş ve fakat diğerleri yaşamışlar. Hattâ çocukları olmuş.

Hastalıkları iyi edilen kimselerin adedinin de ellibin olduğu rivayet edilir. [49]

 

50 (Ve benden evvel nazil olan Tevrat'ı tasdik eder olduğum hâlde haram kılınan ba'zı şeyleri helâl kılmak için size geldim.

Rahibiniz celle Şânüh'den size başka bir mu'cize de getirdim. Ar­tık, Allah Teâlâ'dan korkun ve bana itaat edin. ) [50]

 

51  (Şübhe yok ki Allah Teâlâ, benim ve sizin, hepimizin Rab-bidir. O'na ibâdet edin, ki en doğru yol budur.) [51]

 

52 (Vaktâ ki îsâ Aleyhisselâm, onlardan küfrü hissetti, «Al­lah yolunda bana yardım edenler kimlerdir?» dedi. Havariler: «Biz Allah'ın dîninin yardımcılarıyız, Allah Teâlâ'ya îmân ettik. Sen şâ-hid ol ki, yâ îsâ, biz hiç şübhesiz müslümanlarız dediler.edenlerle yaz.

Rivayet edildiğine göre, Allah Teâlâ, îsâ AleyhisselânVı nübüv­vetle kendilerine gönderdiği zaman, îsrâîloğulları O'nu ve Haz­ret-i Meryem'i aralarından kovmuşlardı. Bir hayli yolculuk ettik­ten sonra nihayet bir kasabada bir adamın evine müsafir oldu­lar. Ev sâhibleri kendilerine bol bol ikramda bulundu.

O kasabanın zâlim bir emîri vardı. Bir gün, evin erkeği, eve pek kederli olarak döndü. Karısının yanında bulunan Meryem, bu­nun sebebini sor.du. Dediler ki: «Kasabamızın zâlim bir emîri var­dır. Kendisinin ve askerlerinin yiyecek ve içkisini te'mîne her güa. bir kişiyi mecbur eder. Bugün nöbet, bize geldi. Fakat elimiz dar. Ne yapalım diye düşünmekteyiz. Merhamet bilmeyen bir adamdır. Bize zulmetmesinden endişe etmekte ve üzülmekteyiz.»

Meryem, hâllerini .îsâ Aleyhisselâm'a anlattı. îsâ: «Duâ eder­sem, gerçi bu zaruretten kurtulurlar, fakat bu yüzden kargaşalık olur.» dedi. Meryem: «Bize çok iyilik ettiler. Bizim de kendilerine mukabele etmemiz yerinde olacaktır.» diye isrâr etti:

Hazret-i îsâ; «Tencerelerinizi ve küplerinizi su ile doldurun.» dedi. Sonra duâ etti. Tencerelerdeki sular aş, küplerdeki sular şa­rab oldu. Bu sırada Emîr de geldi. Yeyip içti. Fakat şarab pek ne­fisti. «Bunu nereden getirdiniz?» diye sordu. Bir yerin ismini ver­diler, inanmadı. «Ben de oranın şarabını içerim, ama bu şarab ona benzemiyor.» dedi. Ve doğruyu söylemeleri için ev sahibini tehdîd etti. Nihayet hâdiseyi anlatmaya mecbur oldular.

Emîrin, hâdiseden iki, üç ay evvel vefat eden bir oğlu vardı. «Bunu yapan kimsenin Allah indinde duası kabul olunur. Her Mi­de, duâsiyle oğlumu da diriltmeye muktedirdir.» diye düşündü. Ve îsâ'ya, oğlunu diriltmesi için ısrar etti.

Hazret-i îsâ: «Olur. Fakat halk, oğlunu diriîmiş görürlerse is­yan . çıkarırlar.» dedi. Emîr, bundan korkmadığını söyledi ve duâ etmesini rica etti. O da, kendisini ve annesini dilediği yere git­mekten menetmemek şartıyle duâ etmeye razı oldu. Ve duâ etti­ği gibi, Emîr'in oğlu dirildi.

Fakat akabinde, Hazret-i Isâ'mn dediği çıktı. Halk, çocuğun dirildiğini görünce, silâha sarıldı. Büyük bir isyan çıktı. Kendisi kâfi gelmiyormuş gibi bir de «Oğlunun zulmüne tahammül edeme­yiz» dediler.

îsâ, bu sırada yola çıkmıştı. Yolda bir takını Havarilere rasgeî-di. Balık avlamaktaydılar. îsâ, bunlara: «Gelin, birlikte gidelim» diye teklif etti. «Bundan daha hayırlı bir işe, nisan avına çıkalım» dedi.

«Sen kimsin?» diye sordular.

Cevâb verdi: «Meryem'in oğlu îsâ'yım, Allah'ın kulu ve Kesû-lüyüm.» Hepsi îmân ederek, îsâ'ya arkadaş oldu. Birlikte yola düş­tüler,

Havarilerin avcı oldukları rivayet edilir, 'Elbiseleri beyaz ol­duğu için bu suretle isimlendirilmişlerdir. Diğer bir rivayete göre de bunlar, elbise temizleyicileriydiler. Bir rivayete nazaran da, sar-mimi ve teiniz kalbli insanlar oldukları için bu şekilde isimlen­dirilmişlerdir. [52]

 

54 ( O küfürlerini hissettiği Yahudiler, îsâ Aleyhisselâm'a mekrettiler (gizlice katle teşebbüs ettiler). Allah Teâlâ da onlara meretti.)

O şekilde ki, îsâ Aleyhisselâm'ı öğe çıkardı. Ve onu,öldürmeye teşebbüs edeni, O'nun kılığına koydu. îsâ Aleyhisselâm zanniyle O'nu katlettiler,

îtan-i Abbas  (R.A.)  demiştir ki: «îsâ  Yahudilerden bir cemâate  rastlamış.  Bunlar,  O'nu  görünce  kendisine  ve  annesine dil uzatmışlar. O da, onlara beddua etmiş. Yahudiler,  domuz su­retine girmişler. Reislerine, Yahûzâ derlermiş. Bu hâlden korkup Hz. îsâ'yı öldürmek için adamlarını toplamış.  Cenâb-ı Hak,  Ceb­rail   CA.S.)'i göndermiş.  O îsâ   (A.S.)'yı bir pencere deliğine koy­muş. Tavanda, bir pencere varmış. Hak Teâlâ, îsâ  (A.S.)'yı bura­dan  gökyüzüne  kaldırmış.  Yahûzâ,  Tatyanos  isminde   birini  Hz. îsâ'yı öldürmeye nıe'mûr ~ etmiş.  Fakat o pencerede Hz.  îsâ'yı bu­lamamış.  Biraz  durunca Yahudiler  Hz.  îsâ'yı öldürdü  sanmışlar. Halbuki Allah Teâlâ, O'nu Hz. îsâ şekline çevirmiş. Dışarı çıkınca, O'nu îsâ zannederek öldürmüş ve asmışlar. Hz. Meryem, îsâ (A.S.)' ya hâmile kaldığında 13 yaşında imiş. O'nu, Beyt-i Lahim'de do­ğurmuş, îsâ  (A.S.), 30 yaşında Peygamber gönderilmiş. 33 yaşında iken Ramazan'ın Kadir Gecesinde Kudüs'deki Beyt'il Makdis'deki göklere kaldırılmış. Ondan sonra, annesi altı yıl daha yaşamış. Allah Teâlâ,  hilekârlığa karşı ceza verenlerin  en hayırhsıdır. [53]

 

55 (O zaman Allah Teâlâ buyurdu: «Ey îsâ, ştibhesiz Ben, seni alacağım. Seni mahalli kerametime (Allah'tan başka hâkim olmayacak bir yere) Meleklerimin mekarrma kaldıracağım. Seni kâfirlerin  arasından  çıkaracak,  şerlerinden  kurtaracağım.)

Yâhûd sana kasdeden kâfirlerden seni tathîr ve halâs edece­ğim.

Müslümanlara göre Hz. îsâ, diri olarak gökyüzüne kaldırılmış­tır. Hıristiyanlara   göre,   öldükten   yedi   saat   sonra  kaldırılmıştır.

Fakat bu inanç yanlıştır.

Buhârî ile Müslim'in rivayet ettikleri bir hadîsde Hz, îsâ'nın -Kıyamet'e yakın yeryüzüne  ineceği,  bizim Peygamberimizin şeri­atı ile hükmedeceği, Deccal'ı, domuzu öldüreceği, haçı kıracağı ve cizyeyi vaz' edeceği bildirilmiştir.

Bir rivayete göre; yeryüzünde 7 sene, başka bir rivayete göre, 40 sene kalacağı ve vefat ederek Cenaze Namazının kılınacağı be­yân edilmiştir.

Bu iki rivayetten, O'nun yeryüzünde bulunduğu müddetin, bü­tünü kasdedümiş de olabilir. Gökyüzüne kaldırılmazdan Önce 33, indikten sonra 7 sene kalacaktır.

Ve sana tâbi' olanları, Kıyamet Gününe kadar, sana ve dî­nine kâfir olanlara üstün kılacağım.

Yâni seni tasdik edenleri kılıç ve hüccetle, seni inkâr edenle­rin üstünde  tutacağım.  Galebe*  onların olacak.

Sonra gerek tâbi' olanların, gerek kâfirlerin hepinizin dö­nüşü Banadır. İşte o zaman, aranızda ihtilâf ettiğiniz şeyler hak­kında hükmü Ben vereceğim. [54]

 

56 (Fakat) o kâfir olanları dünyâda (katil, esaret, cizye, ve zilletle) ve Âhirette en şiddetli bir azâbla azâblandiracağım. Onların bir yardımcısı da yoktur. [55]

 

57 (îmân edip de sâlih ameller işleyenlerin ise ecirlerini ta­mamen edâ ederiz. Allah Teâlâ, zâlimleri sevmez  (kâfirlere rah­met etmez.) [56]

 

58  (Sana tilâvet ettiğimiz bu kıssalar, nübüvvet alâmetlerin-dendir. Muhkem olan Kur'ân'dandır.)

Yâhûd hikmetleri müştemil olan Kur'ân'dandır. - Levh-i Mah-f ûz'dan [57]

 

59 (Allah  Teâlâ indinde  îsâ Aleyhisselâmın hâli (babasız dünyâya gelişi, babasız ve anasız halkolunan)  Âdem'in hâli gibi­dir.)

Hak Teâlâ, Âdem'i topraktan halketti. Sonra da O'na, insan ol dedi. Derekab İnsan oldu.

 

60 (îsâ Aleyhisselâm hakkındaki) bu doğru (haber) Rab-bin tarafından (bildirilmiştir). Binâenaleyh, şübhe edenlerden olma!

Gerçi bu hitâb Peygamber Aleyhisselam'adır. Fakat maksâd, ümmetidir. [58]

 

61 (Allah Teâla'nm kulu ve Resulü olduğu sana ilim ve hüc­cetle geldikten sonra, bu hususta kim, seninle mücâdele ederse onlara de ki Gelin!)

Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Siz de gelin. Biz de gelelim. Sonra Allah Teâlâ'ya duâ edip yalvaralım. Allah'ın lâ'netini (îsâ Aleyhisselâm hakkında) yalan söyleyenlerin üzerine kılalım.

Bu Âyet-i kerîmeye, Mübâhele âyeti denir. Hangi taraf yalancı ise, ona Allah lâ'net etsin,  diye karşılıklı lâ'netleşmek demektir. Âyet, Necrân Hıristiyanları hakkında nazil olmuştur. Resûl-ü Ekrem,  onları mübâheleye da'vet etmişti.  Fakat Necrânhlar,  bu da'vete karşı bir gün mühlet istemişlerdi. Reisleri Âkıb:

«Dostlarım, bu mübâheleden sakınalım. Muhammed'in bir Pey­gamber olduğuna hiç şübhe yoktur. Ben, öyle düşünüyorum ki bunlar, Allah Teâlâ'dan niyaz ettiler mi, dağı yerinden koparır­lar. Küçük büyük hepimiz helak oluruz. îyisi mi, bir anlaşma ya-.pıp memleketimize gidelim.» demişti.

Filhakika, ertesi gijn, mübâheleye girişmiyeceklerini söylemiş­ler, Resûlüllah (S.A.V.) da, onları dînlerinde, serbest bırakmış, memleketlerine dönmüşlerdi. [59]

 

62 (Isa Aleyhisselâm ve Meryem R. anhâ'ya dâir) bu ha­berler hiç şühhesiz doğru haberlerdir. (îsâ, Allah Teâlâ'nm kulu ve Resûlü'dür.) Ve Allah Teâlâ'dan gayri ilâh yoktur. Ve şübhesiz Allah Teâlâ, Aziz ve Hakimdir.

Yegâne gaalibdir. Hüküm ve hikmet sahibidir. [60]

 

63  (Eğer Hak'tan yüz çevirirlerse, Allah Teâlâ,  ifsâd eden­leri hakkiyle bilir. (Ve cezalarını verir.) [61]

 

64 (De ki «Ey Kitab ehli!   (Yahudiler ve Hıristiyanlar,  se­mavî Kitablar ve Peygamberler hakkında bir ihtilâfımız yok)  ara­mızda müsâvî olan bir kelimeye gelin.)

Allah Teâlâ'dan gayriye ibâdet etmeyelim. Hiçbir şeyi Allah Teâlâ'ya eş tutmayalım. Allah'ı bırakıp içimizden bir kısmını Rafr edinmiyelim. Şayet yine Ctevhîdden) yüz çevirirlerse şâhid olun, ki biz tevhîdde muhlisleriz, deyin. [62]

 

65 (Ey Kitab ehli (ey Yahudi ve Hıristiyanlar) İbrahim Aley­hisselâm hakkında   (her biriniz kendi     dininizde zanniyle) niçin mücâdele ediyorsunuz! Halbuki Tevrat da, İncil de İbrahim Aley-hisselâm'dan sonra indirilmiştir. Bunu da mı akıl etmiyorsunuz?)

İbrahim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm'dan bin ve îsâ Aley­hisselâm'dan iki bin yıl evvel yaşamıştır. Onların dîninde olmala­rına elbette imkân yoktu. [63]

 

66 (Sizler o kimselersiniz ki  (pek az)   bildiğiniz şeyler hak­kında   (Mûsâ ve îsâ Aleyhisselâmlar     hakkında inâd yüzünden) mücâdele ettiniz. Fakat  (Kitabınızda olmayıp)  hiç bilmediğiniz bir şey için (îbrâhim Aleyhisselâm hakkında) hâlâ ne diye münâkaşa ediyorsunuz?   (Sizin mücâdele ettiğiniz şeyi)  Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz.) [64]

 

67 (İbrahim Aleyhisselâm ne Yahûdî ve ne Nasrânî idi. Bel­ki pak ve muvahhîd bir Müslümandı, o müşriklerden de değildi ) [65]

 

68 (Gerçek, insanların İbrahim Aleyhisselâm'a en yakıyni (zamanında) ona tâbi olan ümmetidir. Ve bu Peygamber (Muhammed Aleyhisselâm) ile O'na îmân edenlerdir. Allah Teâlâ, mü'-minlerin velîsi ve yardımcısıdır.) [66]

 

69 (Kitab ehlinden bir   zümre,  sizi dîninizden   döndürmeyi temenni etti.)

Bu Âyet-i kerîme, Muâz bin Cebel, Huzeyfetübnül Yemâni, Ammâr bin Yâsir hakkında nazil olmuştur. Bu mübarek zâtları Yahudiliğe da'vet etmeye cesaret etmişlerdi.

Halbuki onlar sâde nefislerini idlâl ederler (idlâllerinin ve­bali yine kendilerine döner)  fakat bilmezler. [67]

 

70 (Ey ehli Kitab! Tevrat ve İncil'de gördüğünüz hâlde ni­çin Kur'ân'a ve Muhammed Aleyhisselâtü vesselamın na'tine kâfir oluyorsunuz? ) [68]

 

71 (Ey Kitab ehli! Bilip dururken niçin hakkı, bâtılla karış­tırıyorsunuz, hakkı gizliyorsunuz? ) [69]

 

72 (Kitab ehlinden bir zümre, diğerlerine dediler ki Şu müminler, üzerine indirilen Kur'ân'a sabahleyin îmân edin (Kâ'be' dönerek namaz kılın)   ve îmân ettiğiniz şeyi akşam üzeri inkâr edin. (Namazınızı Sahreye - Beyt'il Makdis'de takdis edilen meş­hur bir taş yönelerek kılın). Tâ ki mü'minler dinlerinden şübhe edip, dîninize dönsünler.)

Rivayet edildiğine göre, bunlar on iki kişi idiler.  «Sabahleyin islâm dinine girelim, akşam üzeri de çıkıp dînimize dönelim. Bize sorulduğu vakit de, İslâm dinine girdikten sonra kitabımıza bak­tık. Âlimlerimizle konuştuk. Nihayet kanaat getirdik ki, bizim di­nimiz haktır. Muhammedin dini bâtıldır, Tevrat'ta yazılı olan âhir zaman Peygamberi bu değildir.» diyelim diye aralarında anlaş­mışlardı. Bu suretle zihinleri karıştırmış olacaklar, herkesi tered­düde düşürecekler, ortada bir sürü mürted peyda olacaktı.

Hak Teâlâ, bu Âyet-i kerîme ile onların hilelerini mü'minlere bildirdi. [70]

 

73 (Ve  kendi  dîninize  tâbi'  olan  kimseden başkasına  inan­mayın. De kii Her hâlde hidâyet, Allah Teâlâ'nm hidâyetidir.)

Dilediğini îmâna hidâyet eder. Hileniz O'na zarar vermez.

Bu nazm-ı celîl, bir cümlei mûtarızadır. Bundan sonra yine o zümrenin sözü devam etmektedir.

Size verilen şeylerin benzerinin (kudret helvası, bıldırcın kuşu, gibi ni'metlerin ve mu'cizelerin) başkasına da verildiğine, yâhûd onların (Müslümanların) Habbiniz indinde size karşı de­liller, hüccetler getireceklerine inanmayın.

De ki İlim ve hikmet, fazilet, tevfîk ve hidâyet Allah Te-âlâ'nm kudret elindedir. Onu dilediğine verir. Allah-ü azımüşşân Vasî'dir  (ihsanı boldur)   Alîm'dir   (her şeyi hakkıyle bilendir). [71]

 

74 (Allah Teâlâ, nübüvvet ve İslâm'ı dilediğine tahsîs eder. Hak Teâlâ, en büyük fazl sahibidir.) [72]

 

75 (Kitab ehlinden öyle kimse vardır ki Sen, O'na emaneten bir kantar versen  (inkâr etmeksizin)  onu sana eksiksiz öder.)

Peygamberimize îmân eden Yahûdî âlimlerinden Abdullah bin Selâm'a Kureyş'ten biri emaneten bin okka altın bırakmış, bilâha­re o, bunu eksiksiz iade etmişti.

Yine onlardan öyle kimse vardır ki, ona emaneten tek bir altın versen -ayak diremedikçe- onu sana iade etmez. (Hıya­net eder)

Öbürlerine çok para versen, kolayca alırsın. Bunlara az para versen. İsrarla isteyip durmadıkça, veya da'vâya kalkışmadıkça alamazsın.

Yine Yahudilerden Fenhas ibn-i Âzura'ya diğer bir Kureyşli bir altın emânet etmiş, fakat o inkâr etmişti. Bu hıyanetin sebebi de adam sen de, ümnıîlerin, okuyup yazması olmayanların hakkı mı olurmuş, senedi, müeyyidesi bulunmayan ve hele dîni ayrı olan kimselerin hakkını yemek helâldir, i'tikadında bulunmaları yü­zündendir.

Hiyânetîerüıin sebebi sudun Bize bu cahil Arapların malını almakta günâh yoktur derler. Bu iddia ile Allah Teâlâ'ya karşı ya­lan söylerler.  Hâlbuki hiyânetin haram  olduğunu bilirler. [73]

 

76 (Hayır,  onların  üzerlerine,  nahak  yere  aldıkları  malda, vebal vardır. Kim, Allah Teâlâ'nm ahdine vefa eder,(Kur'ân ve Muhammed Aleyhisselâm'a inanır, emânetini edâ eder)  küfür, hı­yanet ve ahdi bozmaktan sakınırsa, Allah Teâlâ da o sakınanları sever. [74]

 

77 (Onlar ki Allah Teâlâ ile olan ahidlerini, ve O'nun is­mine yeminlerini dünyânın  az malı ile  değiştirirler,  işte  onların Âhirette nasîbleri yoktur. Allah Teâlâ Kıyamet günü onlara ferah verir şey söylemez. Ne onlara rahmetle bakar, ve ne onları sena eder,   (Günâhtan temizlemez).  Onlar için elîm bir azâb vardır.)

Bu  Âyet-i kerîme,  Yahudi  âlimleri  hakkında nazil  olmuştur.

Sırf menfaatlerini korumak için, Tevrat'ta olan na't ve ahdi giz­lemişler, değiştirmişler, aksini yazıp sonra da, «Bu, Allah tarafın­dan», diye yemin etmişlerdi.

Peygamber  (S.A.V.)  şöyle buyurmuştur:

«Üç sınıf insan vardır ki, Allah Teâlâ, Kıyamet gününde on­larla konuşmayacak, onlara bakmayacaktır. Bunlara acıklı bir azâb vardır. Birincisi yalan yere yeminle bir müslümanın malım ibtâl edendir. İkincisi: İkindi namazından sonra yemin ederek ma­una başkasının daha çok verdiğini iddia eden yalancıdır. Uçuncu-sü- Suyunun fazlasını başkasına vermeyendir. Hak Teala, ona: Sen dünyâda suyunun fazlasını vermediğin gibi Ben de, bugün sana fazl-u keremimi vermem! diyecektir. [75]

 

78 (Kitab ehlinden bir zümre vardır ki, o tahrif olunanı Ki-tabtan sanasmız diye Kitabı, ağızlarını eğerek, bükerek okurlar. Halbuki o Kitabtan değildir.)

Bunlar Kâ'b b.-Eşref, Mâlik b. Dayf, Hayy b. Ahtab, Ebu ba-lebe b. Amr ve başkaları idi.

Allah'ın Kitabını değiştirip, bozar ve ağızlarını yamultur; dil­lerini bükerlerdi..Maksâdlan,   okuduklarım   Allah'ın Kitabı diye

kabul ettirmekti.

Ve bu, Allah Teâlâ tarafındandır derler. Halbuki Allah ta­rafından değildir.

Allah Teâlâ'ya karşı bile bile yalan söylerler. [76]

 

79 (Hiç bir insana yaraşmaz, ki Allah Teâlâ ona Kitab, fe-him, ilim ve nübüvvet verdikten sonra insanlara Allah'ı bırakın da bana kul olun desin. Fakat o, öğrettiğiniz, okuduğunuz ve okut­tuğunuz Kitab sayesinde dînde, ilim ve amelde kâmil ve sabit olun, der.) [77]

 

80 (Ve sizin Melâike ve Peygamberleri Rabler edinmenizi de emretmez.)

Sâbiî'lerin ve Kureyş'in Meleklere, hâşâ, Allah'ın kızları deme­leri gibi, Ve Yahudilerin Üzeyr, hâşâ, Allah'ın oğlu ve Nasârâ'nın Mesih, hâşâ, Allah'ın oğludur demeleri gibi.

Hiç size Müslüman olduktan sonra küfrü emreder mi? [78]

 

81 (Hani   Allah   Teâlâ,   (geçmiş)   peygamberler   ve   ümmetlerinden: Celâlim hakkı için size Kitab ve hikmetten her ne verdimse, sonra size beraberinizdeki Kitabı tasdik edici bir Peygamber ge­lince her hâlde ona îmân ve yardım edeceksiniz, diye ahid ve misâk almıştı.)

Hak Teâlâ (Enbiyâya): îkrâr ettiniz mi, ve bunun üzerine ahdimi kabul ettiniz mi? buyurdu. İkrar ettik, dediler. Hak Teâlâi Öyleyse, birbirinize ve ümmetlerinize şâhid olun, Ben de sizinle beraber şahadet edenlerdenim, buyurdu. [79]

 

82 (Kim ki bu ikrardan sonra yüz çevirirse, onlar âsîler ve îmândan çıkanlardır.) [80]

 

83 (Onlar, Allah'ın dîninden gayri bir din mi arıyorlar? Hal­buki göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez O'na teslîm oldu­lar. Hepsi de O'na dönecekler.) [81]

 

84 (De ki= Biz Allah Teâlâ'ya inandık. Bize inzal olunan Kur'an'a ve ibrahim, İsmail, îshâk, ve Ya'kûb Aleyhisse amlara ve Ya'kûb oğullarına inzal olunanlara ve Musa, Isâ Aleyhısselâmlara Peygamberlere Rableri tarafından verilenlere !mân ettik. O Peygamberlerin birini, diğerinden ayırdetmeyiz. Allah Teâlâ'y» ibadette münkaad ve muhlisleriz.) [82]

 

85 (Kim İslâm'dan gayri bir dîn ararsa, ondan bu din asla kabul olunmaz. Ve o, Âhirette ziyan edicilerdendir) [83]

 

86 (Allah Teâlâ, îmân ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahadet eyledikten ve kendilerine de açık deliller geldikten sonra kafir olanlara nasıl hidâyet eder? Allah Teâlâ, irtidâd ile nefisle­rine zulmeden kavme hidâyet etmez. )

Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Bu âyetin zahiri müs-lüman olduktan sonra dîninden dönen bir kimsenin asla tevbesi kabul edikniyeceğini gösteriyor. Halbuki, Cenâb-ı Hak, nice mür-tedlerin tevbesini kabul etmiştir. Biz tevbekâr olan nice zâlimler gördük?.»

Cevâb şudur: Âyetden murâd; kâfir olarak devam eden mür­teciler zâlim olarak giden zâlimlerdir. Yoksa tevbeleri kabul edil­mez demek   değildir. Tevbe ederlerse onların   tevbeleri de kabul

edilir. [84]

 

87 (O irtidâd edenlerin cezalan, Allah Teâlâ'dan, Melekler­den ve bütün insanlardan üzerlerine lâ'net ve rahmetten tarddır.) [85]

 

88 (Onlar   ebediyen  O'nun   (bu   lâ'netin  ve   Cehennem'in) içindedirler. Azâbları hafifletilmez ve kendilerine mühlet ve aman verilmez.) [86]

 

89 (Meğer ki ihlâsla o hâlden dönüp tevbe etsinler.   (Amel­lerini fesâdcian, salâha; zulümden, adle; küfürden, îmâna; serden, hayra tahvil etsinler.)    Allah Teâlâ Gafûr'dur. O, küfür içinde ol­mayanı yargılayıcıdır. Tevbe edenleri esirger.)

Rivayet edildiğine göre; bu Âyet-i kerîme nazil olduğu vakit, irtidâdda bulunan Haris bin Süveyde'nin kardeşi, Mekke'ye emin bir adam gönderdi. Haris, âyeti okuyup düşündükten sonra o emin adama: «Ben, senden hiç yalan söz işitmedim. Kardeşim de Resû-lüllah'a iltirâ etmez. Resûlüllah da yalan söylemez ve Allah Teâlâ, bütün va'dlerine sâdık ve kullarına Rahimdir. Böyle iken, ben ni­çin ümidimi keseyim?»  dedi. Sonra tevbe ederek Medine'ye geldi ve tevbesi kabul edildi.

Haris, Mekke'den Medine'ye dönerken, ahbâblarından daha on bir kişiye tevbe teklif etmişti. Fakat kabul etmediler. «Biz hâ­lâ Muhammed'in mağlûbiyetim beklemekteyiz.» dediler. Onun üzerine, bu Âyet-i kerîme nazil oldu: [87]

 

90 (îmânlarından sonra kâfir olanların ve küfürlerinde se­batla onu artıranların tevbeleri kabul olunmaz. Bunlar hep dalâV içinde kalmış sapıklardır.) [88]

 

91 (Şübhe yok ki, kâfir olup da küfür halindeyken ölenler, velev dünyâ dolusu altını olup da kendisini kurtarmak için feda etseler, hiçbiri asla kabul olunmıyac aktır. Onlar için elîm bir azâb vardır. Onların, yardım edip azâbtan kurtaracak kimseleri de yoktur.) [89]

 

92 (Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla iyilik ve hay­ra (yâhûd Cennet'e) nail olamazsınız. Ne ki infâk ederseniz, Allah Teâlâ,  onu hakkiyle  bilir ve  mükâfatını verir.)

Ba'zı âlimler; bu âyetin hükmünün mensûh olduğuna kaaü olmuşlardır. Fakat esah olan mensûh olmadığıdır. İnfâktan mak-sâd, zekâttır. Sevdiğiniz maldan zekât vermedikçe saadete ere­mez, Cennet'e giremezsiniz. Nefsinizi cimrilikten ve mal sevgisin­den temizlemiş olmazsınız, demek olur. Yâhûd, zekât verildikten sonra bu, bir nafile sadakasıdır. Allah Teâlâ'ya gizli kalan hiçbir şey yoktur. O'nun yolunda infâk edilen her şeyi Allah Teâlâ bilir, dünyâda hakkını verir, Âhirette de sevabını ve derecelerini artırır.

Ömer bin Abdül-Azîz, yüklerle şeker alıp sadaka ederdi. De­diler ki: «Niçin parasını değil de, şeker alıp sadaka ediyorsun?» Dedi ki: «Bu şeker, bana paradan daha sevgilidir, şekeri çok se­verini.»

Âyet-i kerîme nazil olunca, Hazret-i Ömer (R.A.İ, çok sevdiği bir cariyesini azâd etmişti.

Abdullah bin Ömer de güzel bir câriye satın almıştı. O'nu pek severdi. Birkaç gün yanında kaldıktan sonra âzâd etti ve birisiyle evlendirdi. Zaman geçti. Câriye bir erkek çocuk doğurdu. Abdullan, çocuğu kucaklar, «Sende, annenin kokusunu buluyorum.» derdi. Dediler ki: «Allah Teâlâ, anasını sana rızık etmişti. Mademki çok seviyordun, niçin bıraktın?» «Bu âyeti işitmediniz mi, kişi sev­diğini vermeyince  sevdiğini elde  edemez.»  dedi.

Harun Reşîd'in zevcesi Zübeyde, otuzbin altın harcetmiş, bir mushaf yazdırmıştı. Tamamlanıp da kendisine getirdikleri vakit bu Âyet-i kerîmeyi okuyunca, hemen mushafı kapayıp: «Alın bunu, hediye edin. Şu anda bu mushaftan daha çok sevdiğim bir çey yoktur.» dedi.

Âyet-i kerîme nazil olunca, Ebû Talhâ (R.A.) Huzuru Risâlete gelmişti. En sevdiği malı olan Bîrhâ bahçesini Allah yolunda ta-sadduk edeceğini söyledi. Resûl-ü Ekrem de onu, sadaka olarak, yakın akrabasına, amcasının oğullarına vermesini tavsiye buyur­du.

Zeyd bin Harise (R.A.), Seyl admdaki atını huzuru saadete getirdi. Cenâb-ı Peygamberden tasadduk buyurmasını rica etti. O da, atı Üsâme bin Zeyd   (R.A.)'e verdi.

Hasan Basri Hazretleri der ki: Bir kimse sevdiği bir tek hur­mayı bile Allah rızâsı için tasadduk ederse bu âyetteki iyilik ve hayra mazhâr olmuş olur. [90]

 

93 (Tevrat indirilmeden evvel İsrail'in nefsine haram kıldığı şeylerden başka bütün yiyecekler İsrâiloğuHan için helâldi. Onla­ra de kiî Eğer sadıklarsanız Tevrat'ı getirip okuyun.)

Şaşırmışlar,  Tevrat'ı  getirip  okumaya  cesaret  edememişlerdi.

Yahudiler, Efendimize: «Sen, tbrâhim dîninde bulunduğunu iddia ediyorsun. Halbuki O, senin gibi deve eti yemez ve südünü içmezdi.» demişlerdi. Yâhûd «O, haram olanlar Tevrat'la haram kılınmıştır.»   diye  iddia  etmişlerdi.   Âyet-i kerîme  bu  iddiayı red için nazil olmuştur.

İşin hakikati şu idi: Ya'kûb Aleyhisselâm, sancılı bir hastalı­ğa yakalanmıştı. Geceleyin sancının şiddetinden uyuyamaz hâle gelmişti. «Allah şifa' verirse, en sevdiğim yemeği yemiyeyim.» di­ye nezretti. Zaman geçti. Cenâb-ı Hak şifa' ihsan buyurdu. O da çok sevdiği şeyi; deve eti ile südünü yememeye başladı. Nezrini tuttu. Yahudiler güya O'na uyarak ba'zı yemekleri yemiyorlardı ve bu tahrîm Tevrat'ta yazılıdır, diye iddia etmekteydiler. [91]

 

94 (Kim ki bu hüccetten sonra (helâl ve haram hakkında) Allah Teâlâ'ya karşı yalan söyler (ve iftira eder) se işte onlar ne­fislerine zuhnedicilerdir.) [92]

 

95 (De ki (Her haberinde olduğu gibi-, helâl ve haram habe­rinde de) Hak Teâlâ gerçekçidir.  (Yahudiler yalancıdırlar.)  O hâl­de muvahhid ve pak olan İbrahim    Aleyhisselâm'ın dînine tâbi' olun. O, müşriklerden değildi.) [93]

 

96 (Gerçek insanların   ibâdet ve ziyareti için  kurulan mâbed, Mekke'deki Beyt'tir ki (faydası ve hayrı çok) aynı bereket ve âlemler için mahz-ı hidâyettir.) [94]

 

97 (Orada  açık  alâmetler,  İbrahim  Aleyhisselâm'ın  makaamı vardır. Kira oraya girerse (taarruz, katil ve yağmadan) emîn olur.)

Oraya tazim ve Hak Teâla'ya yakınlaşmak kasdiyle dâhil olan Kıyamet günü  azâbtan emin olur,  denilmiştir.

Bir kimsenin üzerine kısas veya şer'i bir ceza vâcib olduğunda Harem'e iltica etse, orada bulunduğu müddetçe kendisine doku­nulmaz. Yalnız îmâm A'zam'a göre oradan çıkmaya mecbur bı­rakılır. Ama suçu Harem'de işlerse bil'ittifâk cezası orada verilir.

îbn-i Abbas (R.A.)'a göre, şeriatın icâb ettiği ölüm cezası ora­da tatbik edilir.

Bir Hadîs-i şerifde:

«Mekke'nin hararetine gündüzün bir saat sabreden kimseye iki yüz yıllık mesafe Cehennem ırak olur.» buyurulmuştur.

Başka bir Hadîs-i şerîfde de; Peygamber Efendimiz; «Harem-i Mekke veya Harem-i Medine'de vefat eden bir kimse, Kıyamet gününün şiddetlerinden emîn olduğu hâlde diriltilir.» buyurmuş­lardır.

Yoluna (gidip gelmeye) gücü yetenlere Allah için Beyt-i Şe­rifi Haco ve ziyaret etmeleri, insanlar üzerine farz kılındı.

Bakara sûresinde, Hacc hakkında gerekli malûmat verilmişti. Burada Haccm  farziyeti te'kîden  tesbît edilmiş  bulunmaktadır.

Kim küfrederse (Yâni, kim haccın vücûbuna inanmaz veya Hacc üzerine vâcib olduktan sonra aniden haccetmezse,) şübhesiz Hak Teâlâ bütün âlemlerden (Haccı edenden ve etmiyenden) Ga­nîdir.

Âlemlerden müstağnidir. Onların ibâdetlerine asla muhtaç de­ğildir. [95]

 

98 (De ki: Ey Kitab ehli! Allah, bütün yaptıklarınıza muttali iken niçin O'nun âyetlerini inkâr ediyorsunuz.) [96]

 

99 (De ki: Ey Kitab ehli! Hak dîn, İslâm olduğunu bilirken, niçin îmân edenleri Allah yolundan döndürmek, istikâmetten mey­letmek  istiyorsunuz?  Allah  Teâlâ,  yaptıklarınızdan      (mü'minleri İslâm'dan döndürmek  için  ettiğiniz  hileden)   gaafil  değildir.) [97]

 

100 (Ey mü'minler! Eğer siz o Kitab verilenlerin içlerinden herhangi bir fırkaya itaat ederseniz, sizi îmân etmişken döndürür, kâfir ederler.)

Bu Âyeti kerîme Evs ve Hazrec kabilelerinden bir topluluk arasında zuhura gelen bir hâdise üzerine nazil olmuştur.

Şemmas ibn-i Kays adında ihtiyar bir Yahudi vardı. Müslü­manlara karşı müthiş bir kin ve hased beslemekteydi. Bir gün Evs ve Hazrec kabilelerinden bir kısım ashâb, bir yere oturup tatlı tatlı konuşurlarken bir Yahudi yanlarından geçti. Câhiliyyet dev­rinde aralarında şiddetli bir düşmanlık hüküm süren bu kimseler arasında teessüs eden bu sevgi ve samimiyeti çekemedi. «Valla­hi,» dedi, «Bunlar böyle toplandıkça bizim buralarda bir yerimiz kalmaz.» Sonra beraberindeki bir Yahudi delikanlısına emretti: «Haydi, git, şunlarm araşma otur. Duğas vak'asını ve daha ev­velkileri hatırlarına getir. Ve o zaman söyledikleri şiirlerden par­çalar oku.» dedi.

Duğas, câhiliyet devrinde yüz yirmi yıl birbirlerine düşman olarak yaşamış olan Evs ve Hazrec arasında yapılan son muhare­be idi. Muzafferiyet Evs'te kalmıştı. Evs ile Hazrec aslen iki kar­deş imişler.

Delikanlı kendisine emredileni yaptı. Ve Şemmas ibn-i Kays'ın beklediği de oldu. Derhâl bir münâkaşa kapısı açıldı. Taraflar övünmeye başladı. Ve nihayet münâkaşa münazaaya döndü. Evsten Evs bin Kayz, Hazrec'den Hübar ibn-i Sahr sıçramışlar, birbir­lerine girmişlerdi. «Bugün, yine öyle bir gün yaparız» demişlerdi, îki taraf silâha sarılmışlardı.

İçlerinden biri, hâdiseyi hemen Resûl-ü Ekrem'e haber verdi. Efendimiz, maiyetlerinde Muhacirinden bir kafile ile birlikte der­hâl vak'a mahalline geldi: «Ey Müslümanlar! Ben henüz aranızda bulunurken câhiliyyet dâ'vasını mı yapıyorsunuz? Cenâb-ı Hak, sizi islâm'a hidâyet etti. Küfürden kurtardı. Kerem ve inâyetiyle câhiliyyenin kökünü kesti. Aranızı te'lîf etti. Böyle iken yine küfre mi dönüyorsunuz? diye nasihat etti. Bu Âyet-i kerîmeyi okudu.

Bu sözler üzerine derhâl taraflar, bir Şeytan tuzağına düştüklerini  anladılar.  Ellerinden  silâhlarını attılar.  Göz yaşları  dö­kerek birbirleriyle sarmaştılar.

Câbir (R.A.) der ki: O' gün gibi başlangıcı çok çirkin, sonu fevkalâde  güzel bir gün görmedim.» [98]

 

101 (Halbuki siz nasıl kâfir olursunuz ki, size Allah Teâlâ'-nın âyetleri okunuyor ve Resûlüllah içinizdedir. Kim Allah'a sım­sıkı sanlırsa muhakkak doğru yola hidâyet olunmuştur.) [99]

 

102 (Ey îmân edenler! Allah Teâlâ'dan nasıl korunmak ge­rekse, Öyle korunun. (Hakkiyle mütteki olun). Ve ancak Müslüman olduğunuz hâlde ölümü bulun.)

tbn-i Mes'ûd (R.A.) der ki: «Takva Allah Teâlâ'ya tam ma'nâ siyle itaat etmek, isyan etmemek, şükredip küfrâna düşmemek, dâima zikir üzere bulunup unutmamaktır.» [100]

 

103 (Hepiniz  Hablüllâh'a   (Allah  ipine)   sımsıkı  tutunun.)

Hablüüâh'dan nıaksâd; Kur'ân'dır; islâm Dinidir; Allah Teâlâ'-nın emirlerine itaattir veya ihiâstır.» denilmiştir. Bir Hadis-i şerîf-de:                                                         .

«Kur'ân-ı Azîmüşşân, Allah Teâlâ  habl-i metinidir.» buyurulmuştur.

Ve haktan (yâhûd birbirinizden) ayrılmayuı. Hak TeâlâV nın size olan nfmetini yâdedin. Hani sizler birbirhıize düşmandı­nız. Hak Teâlâ, kalblerinizi îslâmla birleştirdi. Onun ni'metiyle kardeş oldunuz.                                                                      

Ve yine siz ateşten bir çukurun kenarındaydım. Oradan da sizi, O kurtardı. İşte Allah, âyetlerini böyle bildiriyor, tâ ki hidâyet bulaşınız. [101]

 

104 (İçinizden halkı hayra da'vet eder bir cemâat olsun, ki ma'rûfu emir ve münkeri nehyetsüı. İşte felah bulanlar onlardır.)

Bir Hadis-i şerlfde:

«Nefsim yed-i kudretinde olan Allah Teâlâ'ya yemîn ederim ki; ma'rûfu emir ve münkeri nehyedin. Etmezseniz korkarım ki Hak Teâlâ, size azâb eder. Onun defi için ettiğiniz duayı da geri gönderir.» buyurulnıuştur.

Diğer bir Hadîs-i şerîfde de:

«İnsanlar, ne zaman bir münkeri görüp değiştirmezlerse, kor­kulur ki Hak Teâlâ onlara azabını umûmî gönderir.» buyurulmuştur.

Hazret-i Ebû Zer Gıfâri'den rivayet edilmiştir: Ebû Bekr (R. A.)  dedi ki:

Yâ Resûlallah! Müşriklerle kıtalden gayri cihâd var mıdır?» Resûl-ü Ekrem buyurdu:

«Evet, yâ Ebû Bekr! Hak Teâlâ'nm yeryüzünde şehidlerden ef-dal mücâhit kulları vardır. Yeryüzünde yürür, yerde rizıklamr-lar. Hak celle ve alâ semâda Melâikeye onlarla iftihar eder. Ve onlar1 için Cennet'i süsler. Ümm-ü Seleme'nin Resûlüllah için süs­lendiği gibi.»

Hazret-i Ebû Bekr sordu:

«Yâ Resûlallah! Bunlar ne vasıfta kimselerdir?» Resûl-ü Ek­rem:

«İyiliği emir ve kötülüğü nehyedenler, sâlihlere muhabbet ve fâcirlere buğzedenlerdir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah Teâ-lâ'ya yemm ederim ki, Cennet'te onların şehidlerin köşklerinden güzel köşkleri vardır. Her birine üç yüz huri verilir. Ne zaman bun­lardan birine baksa der ki: Hatırlar mısm ki, falan gün falan yer­de iyiliği emir ve kötülüğü nehyetmiştin.>» buyurdular.

Ma'rûf; akim ve şer'in beğendiği, Kitab'a ve sünnete uygun olan şeylerdir. Münker de bunun zıddıdır. [102]

 

105 (Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, birbirle­rinden ayrılıp (dînlerinde) ihtilâfa düşenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azâb vardır.) [103]

 

106 (Kıyamet günü, yüzlerin kimi bembeyaz, kimi simsiyah olur. Yüzleri siyah olanlara denir ki: Siz îmânınızdan sonra kâfir mi oldunuz? O hâlde, küfrünüzden ötürü Cehennem azabını ta­dın.)

İbn-i Abbâs (R.A.) demiştir ki: «Kıyamet gününde her kavi­me ibâdet ettikleri şeyin yanma gitmeleri emrolunacak. Gidecek­ler, fakat mahzun olacaklar. Üzüntülerinden yüzleri kararacak. Ortada yalnız ehl-i kıble mûslürnanîarla yahûdîler ve hıristiyan-lar kalacak, ve nereye gönderileceklerini bilemiyecekler. Derken onlara da Allah'ın irâdesi tecellî edecek. Dünyada ona itaatla sec­de edenler derhal secdeye varacaklar,. Ehl-i Kitab ile münafıklar secde edemiyecekler. Sonra Allah'ın iznile başlarını kaldırınca mü'minlerin yüzleri kar gibi beyaz olacak. Münafıklarla Ehl-i Ki­tab onları görünce kederlerinden yüzleri simsiyah olacak ve;

«Ey Rabbimiz, bize ne oldu ki, müşrik olmadığımız hâlde yüz­lerimiz karardı,»  diyecekler. Cenâb-ı Hak, meleklere:

«Şunlara bakm, kendileri için nasıl yalan söylediler.» diyecek.

Ma'nâ ehline göre, yüzlerin beyazlığından murâd: Salih amel­lere ve sevâblara sevinmekden yüzlerin parlaklığı; kararmasın­dan murâd da; kötü amellere ve Allah'ın azabına mahzun olduk­larından yüzlerinin soimasıdır. [104]

 

107 (Yüzleri beyaz olanlar ise Allah Teâlâ'nm rahmetinde (Yâni Cennette) dir. Orada ebediyen kalırlar.) [105]

 

108 (Bunlar, Allah Teâlâ'nm   (hükümlerini açıklayan)   âyet­leridir, ki sana doğru olarak tilâvet ediyoruz.

Allah Teâlâ, âlem­lere zulmetmeyi murâd etmez.)

Hiçbir haksızlıkta bulunmaz. [106]

 

109 (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Ve bütün işler Allah'a rücû' eder.) [107]

 

110 (Siz, insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir üm­metsiniz.)

Maksâd; Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhâcirîyn, yâhûd ashâdır, denilmiştir.

Hazret-i Ömer   (R.A.):

«Bu haslet, bizden evvelimiz içindir, Âhirimiz için değil,» de­miştir.

Fakat ekser ulemânın kanaatine göre bu Âyet-i kerîme ile murâd; bütün mü'minlerdir. Bir hadis-i şerifde:

«Enbiyâya, benden evvel ve ümmetlerine benim ümmetimden evvel Cennet'e girmeleri haram kılındı.»  buyurulmuştur.

Ma'rûfla emir ve münkerden nehyedersiniz. Allah Teâlâ'mn birliğine inanırsınız. Eğer Kitab ehli de' Yahûdîler ve Nasrânîler) İmân etselerdi, elbette haklarında hayırlı olurdu. İçlerinden bir kısmı îmân etmişlerdir. Ama ekserisi dînden çıkmış fâsıklardır.

îmân edenler Abdullah bin. Selâm ve ashabı gibi olanlardı. Dinden çıkmış olanlar da Kâ'b bin Eşref ve ashabı gibi olanlardı. Yahudilerin ileri gelenleri, imân edenlere, Abdullah bin Selâm ve ashabına ezâ ederlerdi. [108]

 

111 (Onlar size asla zarar veremezler, belki incitirler. Şayet, sizinle  çarpışırlarsa münhezim  olur,  geri dönüp  kaçarlar.  Sonra da kimseden yardım görmezler.) [109]

 

112 (Nerede bulunsalar, (Öldürülmek, esîr edilmek, malları ellerinden alınmak, cizye vermek, her yerde Müslümanlar ve Hı­ristiyanlar arasında hakîr olmak gibi) üzerlerine zillet vuruldu. Meğer ki Allah Teâlâ'nın ve mü'minlerin ahd-ü emânına sarılmış olsunlar. Döne dolaşa Allah'ın gazabına müstahak oldular. Üzer­lerine fakr-u zillet de vuruldu. Zîrâ, Allah Teâlâ'nm âyetlerine kâ­fir olmuşlar ve nahak yere Peygamberleri öldürmüşlerdi. Zîrâ is­yan etmişler, aşırı gitmişlerdi.) [110]

 

113 (Kitab ehli, Allah indinde, aynı derecede değillerdir.: Ki­tab ehlinden bir zümre vardır, ki Allah'ın dîninde îmânla müsta­kim, Allah'ın Kitabiyle âmil, salât ve tâate kaaimdir. Gecenin sa­atlerinde namaz kılar oldukları hâlde Allah'ın âyetlerini okurlar.) [111]

 

114 (Allah   Teâlâ'nın   birliğine,   Âhiret      gününe   ulanırlar, Ma'rûfla emir ve münkerden nehyederler. Hayır işlerinde çabuk­luk gösterirler. (Hayırlara koşarlar.) İşte onlar, sâlihlerdendirler.) [112]

 

115 (Onlar ne ki, hayır işlerlerse Âhirette mükâfatsiz kal­mazlar. Allah Teâlâ, o müttekîleri bilir)

Bir Hadîs-i şerifde:

«Hayırlı amel eskimez, fena amel unutulmaz. Allah celle şânühüya fena ermez, her amelin cezasını verir.» buyurulmuştur. [113]

 

116 (Kâfir  olanların ne  malları  ve ne     oğulları onları Al­lah'ın azabından kurtaramaz. Onlar ateşliktir ve orada dâim ka­lacaklardır.) [114]

 

117 (Onların  bu  dünyâ  hayâtında   (gösteriş  veya  övünmek için, münafıkların riya ve korku ile)  harcettikleri şey, nefislerine zulmeden bir kavmin ekinlerine dokunarak onu mahveden kavu­rucu ve soğuk bir rüzgâra benzer. Allah Teâlâ, onlara  (ekinlerini itlafla veya sarfettiklerini ziyaa uğratarak)  zulmetmedi. Fakat on­lar   (isyanla,  mallarını yerine  sarfetmemekle)   nefislerine  zulmet­tiler.) [115]

 

118 (Ey îmân edenler! Müslümanlardan gayriyi dost ve sır­daş edinmeyin (tâ ki esrarınızı öğrenmesinler). Onlar, sizi ifsâd ve fenalık etmekte kusur etmezler. Zahmet ve meşakkate düşme­nizi isterler. Sözlerinden size olan nefret ve düşmanlıkları belli olmaktadır. Fakat göğüslerinde sakladıkları düşmanlık, açıkladıkla­rından daha büyüktür. İşte size âyetlerimizi açıkça bildirdik. Akıl ederseniz.)   [116]                                                                       

 

119 (Ey îman edenler!) Siz o kimselersiniz ki, onları sever­siniz, onlarsa sizi sevmezler. Siz Kitablarm hepsine îmân edersi­niz (onlarsa, sizin Kitabınıza inanmazlar.) Ne zaman sizinle bu-luşsaları «Biz de sizin gibi îmân ettik» derler. Birbirleriyle başba-şa kaldıkları vakit de öfkelerinden parmaklarının uçlarını ısırır­lar. De ki: Öfkenizle ölün. Şübhesiz Allah Teâlâ, onların kalble-rindeki (düşmanhklarau, kin ve hasedlerini) bilir.) [117]

 

120 (Eğer siz   (Düşmana karşı muzafferiyet, ganimet, maîşet bolluğu gibi) bir iyilik erişirse onları yerindirir,  (hezimet, za­rar ve darlık gibi) bir musibet geldiği vakit de sevinirler.)

Şayet onların ezasına sabreder, (Allah Teâlâ'dan) korunur-sanız onların hileleri size asla zarar vermez. Hak Teâlâ, onların amellerini bilir.   (Ve mücâzâtını verir.)  [118]

 

121 (Hani, sen, bir sabah erkenden, mü'minleri muharebe için elverişli yerlere yerleştirmek üzere, ailenden ayrılmıştın. Al­lah Teâlâ, sözlerinizi işitir, niyyetlerinizi bilir.) [119]

 

122 (O zaman içinizden iki taife, korkup ric'at etmek iste­mişlerdi. Halbuki Allah Teâlâ, onların yardımcısı idi. Mü'minler Allah Teâlâ'ya tevekkül etmelidirler.)

Bu ki Âyet-i kerîmede Uhud Gazası anılmaktadır.

Bedir muharebesinde perişan olan Kureyşliler, Müslümanlar­dan bu mağlûbiyetin intikamını almak hevesine kapılmışlardı. Ebû Süfyan'ın kumandasında üç bin kişilik bir ordu ile Mekke'den çık­tılar. Yediyüzü zırhlı ve ikiyüzü atlıydı. Üçbin de develeri vardı. Cenge onbeş kadın da iştirak etmişti. Def çalıyorlar, ve askeri gay­rete getirecek şiirler okuyorlardı.

Hicretin üçüncü yılı Şevvalin on ikinci Çarşamba günü Medi-ne-i Münevvere hizasına geldiler ve Uhud Dağı yanındaki Ay-neyn» denilen dağın eteğinde karargâh kurdular. Bundan haber­dâr olan Resûl-ü Ekrem (S.A.V.), âdetleri üzere, durumu ashâbiy? le istişare etti. Bu arada münafıkların reisi Abdullah ibn-i Übeyy ibn-i Selûl'ü de çağırmışlardı. Abdullah, bir istişare için, Resûl-ü Ekrem   (S.A.V.)   tarafından ilk defa çağırılmış  bulunmaktaydı.

Efendimiz; Cum'a gecesi, rüyalarında birtakım sığırların bo­ğazlandığını görmüş, Zülfikaar adlı kılıcın ucu kırılıp bir gedik peyda olmuş.

Arkalarına sağlam bir zırh giyip mübarek elini zırhın yaka­sına sokmuşlar.

Resûl-ü Ekrem   (S.A.V.), bu rüyayı ashâb-ı kirâmma söyledi:

«Boğazlanan sığırlar ashabımdan katlolunacak kimselere ve kılıcımın ucundaki gedik, ehl-i beytimden birinin katlolunacağına işarettir. Muhkem zırh da Medine şehridir.» diye tâbir etti.

«Şu hâle nazaran, Medine içinde durunuz. Düşman içeri hü­cum ederse tedafüi ve tahaffûzî cenk ediniz.» diye buyurdu. As­hâb-ı kiramdan ba'züarı da bu re'yi münâsib gördü.

Münafıkların reisi Abdullah ibn-i Übeyy ibn-i  Selûl de aynı re'yde bulundu:

«Yâ Resûlallah, câhiliyyet devrinde, ne zaman Medine'den çıktıksa, mağlûb olduk. Müdafaa harbi yaptığımız takdirde ise, dâima gâlîb geldik dedi.

Hakikaten savunma harbi, duruma göre en uygunu idi. Me­dine'nin etrafı binalar ve duvarlarla çevrilmiş ve geçitleri istih­kâmlarla kapatılmış olduğu için bir kale gibiydi. Resûl-ü Ekrem'in rüyasında gördüğü gibi sağlam bir zırha benziyordu. Binâenaleyh, bir müddetcik Medine-i Münevvere'de kalınsa, Kureyş, ordugâh­larında durup Müslümanların çıkmalarını bekledikleri takdirde, Urban'a usanç gelecek ve bir haylisi savuşup gitmiş olacaktı. Me­dine üzerine hücum ettikleri takdirde ise, okla birçoğu telef edi­lebilirdi. Her iki şekilde de Kureyş za'fa uğrayacak, sonra, hâlin îcâbma göre, dışarı çıkılarak muharebeyi kazanmak kolay ola­caktı.

Fakat Bedir Gazasında bulunmayan yiğitler, orada bulunan gazilerin nail oldukları ecir ve mesûbatı, şehidlerin vâsıl olduk­ları dereceleri Resûl-ü Ekrem'den işittikleri için pek üzülmektey­diler:

«Yâ Resûlallah,  biz Allah'dan bugünü isterdik.  Bizleri dışarı

çıkar,  düşmanlarımızla  göğüs  göğüse  cenk edelim.»  dediler.

Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem, çaresiz, dışarı çıkıp meydan muharebesi yapmaya karar verdi:

«Sebat ederseniz, bu defa da Cenâb-ı Hak size yardımlarım ihsan eder.»  buyurdu.

Cum'a hutbesinde cihâdın faziletlerini anlattı, ikindi Nama­zını cemâatle edâ ettikten sonra Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer'le be­raber hücre-i mutahharasma gitti. İkisi birlikte Resûl-ü Ekrem'in imamesini düzelttiler ve sefer elbisesini giydirdiler.

Resûl-ü Ekrem birbiri üzerine iki zırh giydi. Kılıcını kuşanıp yine onlarla birlikte hücre-i mutahharasmdan dışarı çıktı.

Askerlikte en mühim kaide, kumandanın emirlerine harfiyen riâyet etmek, O'nun re'y ve tedbîrine asla karışmamaktır. Şu hâle nazaran Resûl-ü Ekrem Hazretleri tahaffûzî cengi tensib etmiş­ken, onu meydan muharebesine mecbur etmek büyük bir hatâ idi.

Bu sebeble Evs kabilesinin reisi ve Ensâr'ın en büyüklerinden Sa'd ibn-i Muâz, meydan cengi yapılmasında ısrar edenleri tevbîh etti:                                                                          

«Siz Resûlüllah'ı istemeyerek çıkmaya mecbur ettiniz. İşi O'-na bırakmalıydınız. O'na vahiy gelir. İşin gereğini O sizden daha âlâ bilir.»  dedi.

Filhakika onlar da nâdîm olmuşlardı. Resûl-ü Ekrem hücre-i mutahharadan çıktığı vakit:

«Yâ Resûlallah! Biz, senin emrine muhalefet etmeyi. Hatâ et­tik. Nasıl düşünmekte isen öyle yap.» dediler.

Resûl-ü Ekrem ise, onların ısrarı üzerine silâhlanıp atına bin­mek üzere idi:

«Bir Peygamber için silâhlandıktan sonra harbetmeden geri dönmek yaraşmaz.» buyurdular. Ve hemen atlarına binip ordu-yu saadet ile Medine dışına çıktılar. İbn-i Ümmü Mektûm'u Medine'­de kaymakam bıraktılar.

Medine ile Uhud arasındaki mesafe bir saatten azdır. Ancak o gün, oraya kadar varmayıp yarı yolda Şeyhâyn denilen mevki­de gecelediler. Üsâme ibn-i Zeyd, Abdullah ibn-i Ömer, Zeyd ibn-i Sabit ve Ebû Saîdülhudri gibi çocukları Resûl-ü Ekrem buradan geri çevirdi.

Seher vakti bin kişiden ibaret olan orduyu saadet, Uhud Da­ğına doğru hareket etti.

Fakat münafıkların reisi Abdullah ibn-i Übeyy ibn-i Selûl, kendisine tâbi' olan üç yüz kişi ile birlikte bu sırada buradan geri  Niçin  kendimizi  ve  evlâdlanmızı  katlettirelim?» dedi.  Amr ibn-i Hazrec-el Ensârî,  arkalarından koştu:

«Peygamberinizi bırakıp nereye gidiyorsunuz? AUah Teâlâ'dan korkmuyor musunuz?» dedi. Bu fena hareketlerine mâni' olmak istedi. Fakat muvaffak olamadı. Abdullah ibn-i Übeyy, re'yine mu­halefet edildiğine kızmıştı:

«Çocukların sözlerini dinledi de benimkim dinlemedi, eğer kı­talin hak olduğunu bilseydik size uyardık. Fakat re'y. hatâ ile ol­muştur. Kıtal, hak değildir. Niçin kendimizi tehlikeye atalım?» di­ye cevâb verdi.                                              

Bu hâdise Hazreç kabilesinden Harise kolunu ve Evs kabile­sinden Benî Seleme kolunu tereddüde düşürmüş ise de bu mücer-red bir Şeytani vesvese idi. Cenâb-ı Hakk'm hidâyeti erişti. Müna­fıklara uymayıp orduyu saadetten ayrılmadılar. îşte «Hani sizden iki taife, az kaldı bozuluyordu!» nazm-ı celîli ile bu hâdiseye işaret buyurulmaktadır. Hak Teâlâ,  onları korudu.

Orduyu hümâyun ikisi atlı, yüzü zırhlı olmak üzere yediyüz kişiden ibaret kalmıştı. Halbuki bilindiği gibi müşrikler, üçbin ki­şi idi.        

Fahr-i Âlem, Uhud'da Şi'b denilen mevkide, muharebe için ashâbını, Medine'ye karşı saff yaptı. Arkalarını Uhud'a verdi. Müşi rikler de îslâm ordusunun karşısındaki çorak yerde saff olmuşlardı.                                                                                                  

îslâm ordusunun sol tarafındaki Ayneyn Dağındaki vadiden düşman süvarisinin hücum etmesi, melhuz bulunduğundan Re­sûl-ü Ekrem, Abdullah ibn-i Cübeyr Hazretlerini elli kemankeşle, süvari hücumunu menetmek için, o vadinin ağzına me'mûr bu­yurdu. Ve:

«Düşman gerek gaalib gelsin, gerek mağlûb olsun, benden Tıir haber gelmedikçe buradan ayrılmayınız.» diye kat'î emir verdi, îşte «Mü'minlere harb yerleri hazırlıyordun» âyeti bunları ihtar­dır. Ailesinden murâd da Hazret-i Âişe'dir. O gün, Resûlüllah, O'-nun yanından hareket buyurmuşlardı.

Muharebe başlar başlamaz ashâb-ı kiram arslanlar gibi dö-ğüştü. Bir aralık, muharebe pek ziyâde şiddet buldu. Ve Kureyş ordusu fena hâlde bozuldu. Hattâ İslâm askerleri düşman ordu­gâhını gaaret ve yağma etmeye koyuldular. Resûlüllah'm buyur­duğu olmuştu. Cenâb-ı Hak, mü'minlere yardım buyurmuştu.

Fakat Ayneyn Dağındaki kemankeşler bu hâli görünce arka­daşları gibi ganimet almak için emr-i Nebeviyi unuttular. Kuman­danları Abdullah ibn-i Cübeyr'in sözlerini dinlemiyerek:  «Düşman "bozuldu, ganimet, ey cemâat ganimet!» diye etrafa dağıldılar. Ku­reyş ordusunun sağ kol kumandam Hâlid ibn-i Velid, bu fırsatı ganimet bildi. Ordu-yu saadetin sol cenahına bir kaç kere hücum et­meyi tasavvur etmiş, fakat kemankeşlerden  sakınıp bu  niyyetini icra edememişti. Hemen ganimet için dağılan kemankeşler üzeri­ne şiddetle  hücum  etti.  Yerinde  sebat  ederek kımıldamıyan  Ab­dullah ve yanında yedi, sekiz kişiden ibaret kalan arkadaşlarını da şehîd ettikten sonra îslâm ordusunun sol cenahından dolaşıp arka taraftan hücum ile Müslümanları şaşırttı ve içlerine büyük bir tefrika  düşürdü.   Galibiyet,  birdenbire  mağlûbiyete   dönüver­mişti.

Bu karışıklık arasında Hazret-i Hamza; «Vahşi» nâmında Ha-beçli bir köle tarafından şehîd edildi. Ensâr-ı kiramdan daha bir­çok zevat şehid oldu.

Müşrikler, Hazret-i Fahr-i Âlem üzerine şiddetle hücuma baş­ladılar, îbn-i Kami, attığı taşla Resûl-ü Ekrem'i yanağından yara­ladı. Kibar ashâb-ı kiramdan birkaçı Hazret-i Peygambef'i muhâfazaya çalışıyorlardı.  Ebû  Dûcâne,  Resûl-ü Ekrem'in üzerine  ka­panıp gelen oklara vücûdunu siper etti. Birçok yerinden yaralandı.

Talhâ ibn-i Ubeydullah, havale olunan bir kılıcı koliyle kar­şıladı. Bir eli kesildi. Hazret-i Abdurrahman bin Avf, yirmi kadar yara aldı. Ayağı topal oldu. Hazret-i Sa'd ibn-i Ebi Vakkas, o gün binden ziyâde ok attı. Hazret-i Ebû Ubeyde ibn-i Cerrah, Resûl-ü Ekrem'in yanağına batan zırh halkalarını dişleriyle çıkardığından iki ön dişi düştü.

Yine bu sırada Müslümanlar arasında Hazret-i Fahr-i Âlem'in şehâdeti haberi yayıldı. Bu rivayet herkesi dehşet ve perişanlık içinde bıraktı. Hattâ ba'ziları dağıldılar, Medine yolunu tuttular. O vakit, Hazret-i Enes bin Nadr; «Ey Müslümanlar! Muhammed katlolunduysa, Tanrısı bakîdir. Dîn-i nıübîn uğruna cenk edip de şehîd olarak O'na kavuşmak istemez misiniz?» diye ashaba cesâ-. ret verdi. Ve şehîd oluncaya kadar dövüştü  (Radıyallâhü anh).

Ashâb-ı kiramdan Kâ'b ibn-i Mâlik-el-Hazreci Hazretleri de karşıdan Resûl-ü Ekrem'i görmüş ve bunu etraftaki Müslümanlara haber vermişti. Nihayet şaşkınlık zail oldu. Tekrar ashâb, bi­rer ikişer Resûlüllah'm yanına toplandı. Ve yeniden hücuma baş­ladılar. Beklenilmiyen bu hâl, müşrikleri ürküttü. Kalblerine kor­ku düştü Gaalib geldikleri hâlde muharebeden feragat ettiler. Müslümanları istedikleri gibi bütün bütün mahvedemiyeceklerini anladılar. Muzafferiyetlerinden istifâde edemediler. Mekke yolu­nu tutup geri döndüler.                                               

Eğer Resûl-ü Ekrem'in re'y ve tedbirlerine müdâhale edilme­miş ve emirlerine harfiyen riâyet edilmiş olsaydı, Müslümanlar gaalib geldikten sonra bu musibete uğramamış olacaklardı. Yet­miş kişi şehîd olmuştu. Bir o kadar da yaralı vardı. Şehîdlerin altısı Muhacirinden, geri kalanı da Ensârdandı.   .

Resûl-ü Ekrem de şühedâyı defnettikten sonra yüzü mecruh ve kalbi mahzun olarak ashâb-ı kirâmiyle beraber Uhud'dan kal­kıp Medine'ye döndü.

Fakat bu hâl, ashaba min tarafülâh bir terbiye-i mâneviye olduğu gibi İslâm Dîninin dost ve düşmanı da ayrıldı. Ve sahih olan Müslümanlar seçildi.

Kureyş ordusu dönüp giderken, yolda îkrime ibn-i Ebû Cehil, Kureyş ileri gelenlerine: «Ne iş gördünüz? Bu derece muzaffer ol­muşken Muhammedîleri bütün bütün yok etmeden geri döndünüz. Çok geçmeden onlar yine toplanırlar. Ve intikam almak üzere üze­rimize gelirler. Akıllıca hareket şudur ki, dönüp Medine'ye gide­lim, Müslümanları kökünden mahvedelim.» dedi.

Fakat: «Şayet Evs ve Hazrec kabileleri bu kadar maktul ver-f diklerine kızıp, cenge çıkmamış olanları da katılarak, intikam alf maya kalkışırlarsa o zaman iş aksine döner, iyisi mi hazır muzaf­fer  olmuşken  ağzımızın  tadiyle  Mekke'ye   dönelim.»   dediler.

Ebû Süfyan ise bu iki re'y arasında mütereddid, fakat îkri-me'nin fikrine mütemayil görünmekte idi. Kureyş içinde İslamla­rın dostları vardı. Yolda yapılan bu münâkaşa akabinde Resûl-ü Ekrem Efendimiz'e haber verildi. Kısa bir istişareden sonra, dünkü muharebeden dolayı Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek ve düşmana göz dağı vermek üzere çıkıp arkalarına düşmek su­retini münâsib gördüler. Sabah namazını müteakib. bütün ashâb-ı kiram hazırlandı. Hattâ yaralı olanlar bile yara ve berelerini sa­rıp geldiler. Resûl-ü Ekrem, Livâ-i şerifi Aii ibn-i Ebû Tâlib Haz­retlerine vererek   atlarına bindi. Altıyüzotuz   kadar Uhud gâzile-riyle Medine'den çıkarak Hamra-i Esed denilen mevkide konak­ladı

Kureyş de biraz ileride konaklamış bulunmaktaydı. Resûl-ü Ekrem'in arkalarına düştüğünü haber alınca kalblerine büsbütün korku düştü. Hemen ordularını kaldırıp göç ettiler. Ve Mekke'ye doğru yol aldılar.

Bu suretle Uhud Gazası sona ermiş oldu. [120]

 

123 (Bedir'de siz  (az ve maddeten düşmandan son derece) zayıfken Allah Teâlâ, size yardım etti.  (Muzaffer oldunuz.)  Artık Allah Teâlâ'dan korunun, tâ ki ni'metine şükür etmiş olasınız. [121]

 

124 (o vakit mü'minlere:  «Rabbinizin   mdirilen üçbin Me­lekle sizeimdâd etmesi kifayet etmez mi? Çordun.) [122]

 

125 (Evet, siz sabreder ve Peygamberinize mvhalefetten sakınırsanız, düşmanlarınız gazâbla gelecek olurlarsa, Rabbiniz celle şânuh, size beş bin nişanlı Melekle imdâd eder.)

Bedir Gazasında, evvelce Medine ahâlîsinin hayvanlarını sü­rüp götürmüş olan Kürz ibn-i Câbir'in çöl Araplariyle Kureyş'e yardım için geleceği işitilmişti. Kureyş ordusunun kuvveti zâten Müslümanlara nisbetle kat kat ziyâde olduğu için bu haber, Müs­lümanlar arasında telâş ve endişeyi mûcib olmuştu. Bunun üze­rine taraf-ı Bâri'den Melekler ile ehl-i îslâma imdâd olunacağı teb-şîr buyuruldu. Ve sonra da bu yardım sayesinde müşrikler boz-, ğuna uğradı.

îlkin bin Melekle imdâd buyurulmuştu. Sonra Kürz'ün yardım edeceği haberi üzerine indirilen üçbin Melekle müşriklerin hezi­meti çabuklaştırıldı. Eğer bu sırada Kürz, imdâd edecek olursa - mü'minîerin sabır ve ittikâ etmeleri şartıyle - (müsevvimiyn) yânî nişanlı, sırmaları belli beş bin Melâike daha gönderileceği va'd buyuruldu.

Düşmana imdâd gelmemiş ve muzafferiyet de te'mîn edilmiş bulunduğu için bu beşbin Melâike-i müsevvimîne hacet kalmamış olacağı istidlal olunabilirse de indirilmiş ve fakat harbe iştirak etmemiş olduklarına. dâir rivayetler vardır.

Rivayete göre Melekler nişan olmak üzere sarı veya beyaz sarık sarmış; uçlarını omuzlarına sarkıtmış ve alaca, atlara bin­mişlerdi. Hasan Basrî, bu beşbin Melâikenin Kıyamete kadar harb-lerde mü'minlere yardım edeceğini söylemiştir. [123]

 

126 (Allah Teâlâ, size bu imdadı, ancak fethi tebşir ve yar­dım va'diyle kalbiniz mutmain olsun diye yaptı. Yoksa yardım an­cak o yegâne gaalib ve   hakim olan Allah-ü   azimüşşân tarafındandır.) [124]

 

127 (Allah Teâlâ -kâfirlerden bir kısmını kessin veya pe-rîşan etsin de  (geri kalanlar da) hâib ve hâsir, münhezimen dö­nüp gitsinler diye size yardım etti.) [125]

 

128 (Onların emrinden senin için bir şey yoktur. (Belki cümle umurun mâliki Allah Teâlâ'dır). Dilerse, onları helak eder veya (İslâm'a gelirlerse) tevbelerini kabul eder, yâhûd (küfürle­rinde isrâr ederlerse)  azâb eder. Çünkü onlar, zâlimlerdir.)

Bu Âyet-i Kerimenin nüzul sebebinde müfessirler ihtilâf etinişlerdir.

1- Resûl-ü Ekrem, Necidlilere, ashabından onları îslâma da'vet ve Kur'ân-ı Kerîm ta'lim etmek üzere yetmiş kişi gönder­mişti.  Fakat haklarında evvelce  teminat verilmiş  olmasına rağmen, Necidliler Bi'r-i Ma'ûne'de' altrmşsekiz sahabeyi nahak yere şehid etmişlerdi. Resûl-ü Ekrem, vak'ayı haber aldıkları vakit fev­kalâde mahzun olmuşlar, bir ay her sabah, onlara beddua etmişlerdi. Âyet-i kerîme bu Bi'r-i Ma'ûn'e vak'ası üzerine nazil olmuştu.

2- Resûl-ü Ekrem,  Uhud Gazasında yaralandıkları vakit, bir kavim nasıl felah bulur ki Peygamberlerini yaralıyorlar diye beddua etmiş, ve Âyet-i kerîme bu sebeble nazil olmuştu.

3 - Uhud  Gazasında,   Müslümanlardan   bir   çoklarını  müş tiklerin muhtelif yerlerinden kestikleri görülmüştü. Ashâb, «Eğer Allah, bize fırsat verirse biz de misliyle mukabele ederiz.» demiş­lerdi. Âyet, bunu menetmek maksadiyle nazil olmuştu.

4- Resûl-ü Ekrem, kâfirlerin köklerinin kırılması, yok olma­ları için beddua edince bu Âyet-i Kerîme ile menolunmuşlardı. Zi­ra sonradan içlerinden birçoğu İslâm'ı kabul edecekti. [126]

 

129 (Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah Teâlâ'nmdır. Kullarından dilediğini mağfiret ve dilediğine azâb eder. Allah-ü azimüşşân kullarına mağfiret ve rahmet etmekte beliğdir.) [127]

 

130 (Ey îmân  edenler!  Ribftyi,  kat kat yemeyin.  Allah Te-âlâ'dan korkun, ki felah bulaşınız.) [128]

 

131 (Ve  kâfirler  için  hazırlanan  o  ateşten  sakının.) [129]

 

132 (Allah Teâlâ'ya ve Resulüne itaat edin, ki rahmet olunasınız.) [130]

 

133 (Etabbiniz celle şânuhün mağfiretine, gökler ve yer kadar geniş olan Cennet'e koşun, ki müttekîler içnı hazırlanmıştır.)

Bu gösterir ki, Cennet hâlen mevcûddur. Rivayet  edildiğine  göre,  Hazreto Ömer ibn-i Hattâb   (R.A.), ashâbiyle bir mecliste oturmakta idi. Yahudilerden bir grup gelip dedi ki:

«Siz,  Cennet'in  genişliği  gökler ve  yer kadardır,  diyorsunuz.

Peki, o hâlde Cehennem nerede?»

Hazret-i Ömer cevâb verdi:

«Gece geldiği zaman gündüz, gündüz geldiği zaman gece ne­rede olur?» Yâni Allah'ın dilediği yerdedir. [131]

 

134 (O müttekîler,  varlıkta da,  yoklukta da  infâk  ederler; öfkelerini  yenerler;   (zarar  gördükleri  kimselere   karşı,   muktedir oldukları hâlde intikama kalkışmazlar) ve insanların suçlarını ba­ğışlarlar. Allah Teâlâ, ihsan edenleri sever.)

Rivayet edildiğine göre, îmâm Hüseyin bin Ali (R.A.) bir gün müsâfirleriyle sofra başında otururlarken, kölesi getirdiği bir ka­se sıcak yemeği, ayağı sürçerek, Hazret-i Hüseyin'in mübarek ba­şına dökmüştü. Hazret-i Hüseyin, hiddetle kölesinin yüzüne baktı Köle «Öfkelerini yenerler,»  dedi.                                     

Hazret-i îmâm-Gazabı yendim, buyurdu.

Köle tekrar- «İnsanların suçlarını bağışlarlar,»  dedi.

O da- «Affeyledim,» buyurdu.                                           

Müteakiben köle- «Allah ihsan edenleri sever,» dedi.     

Bunun üzerine Hazret-i Hüseyin (R.A.) «Seni âzâdettün,» buyurdular. [132]

 

135 (Onlar ki hayâsızlık ettikleri (pek çirkin bir harekette bulundukları) veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah Teâlâ’yı (ve va'ıyd ve ikaabım) hatırlayıp günâhlarından tevbe ve istiğ­far ederler. Allah Teâlâ'dan gayri günâhları mağfiret eden kim var? Bir de işledikleri günâh üzerinde ısrar etmezler. İsrarın za­rar verdiğini, Allah Teâlâ'mn yarhgadığım bilirler.)

Rivayet edildiğine göre, Ensâr'dan bir hurma satıcısı vardı. Bir gün hurma almak üzere dükkânına fevkalâde güzel bir kadm gelmişti. Gönlü kadına meyleden satıcı: «Dükkândaki hurmalar taze değildir, fakat evimde tazesi var, geliniz, size ondan vereyim.» diyerek kadını evine götürdü ve evde müşterisine sarkıntılık et­meye kalkıştı. Fakat kadın: «Allah'dan kork, ırzıma tasallut etme­ye ne hakkın var?» diye haykırınca o anda nedamet duydu. Koşarak Hazret-i Peygamber'e gitti ve keyfiyeti anlattı. Fahr-i Âlem, satıcıyı tevbîhe hazırlandığı sırada bu Âyet- kerîme nazil oldu! [133]

 

136 (îşte onların sevabı Rableri celle şânühden mağfiret, ve altından ırmaklar akan Cennetlerdir, ki orada ebediyen kalırlar. (Bu mağfiret ve Cennetler)  tâat ehline ne güzel ecir olur. [134]

 

137 (Sizden evvel birçok vak'alar, şeriatlar gelip geçti. Yer­yüzünde gezin, dolaşın da, Peygamberleri tekzîb edenlerin akıbet­leri nasıl olmuş, görün!) [135]

 

138 (Kur'ân'da bu kıssalar, halka hakkı beyândır. Müttekİ-ler için 'bir hidâyet ve nasihattir.) [136]

 

139 (Uhud vak'asmda size isabet eden şeyden)  fütur getir­meyin, mahzun olmayın. Şayet siz  (Allah Teâlâ'nm va'd ve yar­dımına)   inanıyorsanız,  onlardan üstünsünüz.)

Hak üzeresiniz. Savaşınız, Allah içindir. Ölenleriniz Cennet'-tedir. Onlarsa bâtıl üzeredirler. Şeytân için vuruşuyorlar. Ölenleri Cehennem'dedir. Muzafferiyet, akıbet sizindir. [137]

 

140 (Eğer size  (Uhud'da) yara ve elem isabet ettiyse, onla­ra da  (Bedir'de)  isabet etmişti. Biz günleri  (günlerin şâhîd oldu­ğu sevinç ve kederi, galebe ve mağlûbiyeti)  insanlar arasında na­kil ve devrettiririz. (Bir gün birini sevindirir, diğerini yerindiririz) tâ ki AHah Teâlâ, îmân üzere sebat edenleri, etmiyenden ayırdet-sin.  Tâ ki (muharebe  meydanında     sabredenler,  göğüs  gerenler için)  şehîdler alsın, şâhidler   edinsin. Allah Teâlâ, zâlimleri sev­mez.) [138]

 

141 (Bir de, mü'minleri günâhlardan   temizlemek, kâfirleri tedricen mahv-ü helak etmek için.) [139]

 

142 (Yoksa siz, Allah Teâlâ içinizden cihâd edenlerle  (mu­harebe meydanında)  sabır ve metanet gösterenleri belli etmeden Cennet'e girivereceğinizi mi sandınız? ) [140]

 

143 (Yemîn  ederim ki, siz  Ölümle  karşılaşmadan  önce  şehîd olarak ölmeyi temenni ediyordunuz. İşte, onu gördünüz. Fakat bir seyirci gibi bakıyordunuz.)

Bu hitâb, Bedir Gazasında bulunmayan ashabadır. Medine'den çıkmak, Uhud'da meydan muharebesi yapmak için Efendimize ıs­rar etmişlerdi. Bedir şehîdlerinin nail oldukları derecâta nail ol­mak emelindeydiler. Fakat Hazret-i Fahr-i Âlem'in şehâdeti haberi duyulduğu vakit, ba'zıları dağıhvermiştiler. Ve bir kısmı Medine yolunu tutmuştu.   Dehşet ve perişanlık   içinde   kalmıştılar.  Hattâ içlerinden Abdullah ibn-i Übeyy'e gidelim de bize Ebû Süfyan'dan aman alıversin, diyenler oldu. Muhammed, Peygamber olsaydı öl­mezdi diyen münafıklara raslandı. Bu Âyet-i Kerîme ile kendile­rini bu şâyiâ' karşısında   korkuya   kaptıran   ashâb,   zemm   edil. [141]

 

144 (Muhammed (Aleyhisselâm), Peygamberden başka bir . şey değildir. O'ndan evvel daha nice Peygamberler gelip geçmiş­tir. (O da, Onlar gibi göçecektir.) O, şayet ölür veya öldürülürse (dininizden veya cihaddan) ökçelerinizin üstünde (gerisin geriye) dönecek misiniz? Kim (gerisin geriye) dönerse, Allah Teâlâ'ya za­rarı dokunmaz. (Belki kendisine zarar etmiş olur.) Allah Teâlâ (ni'met-i İslâm'a ve onun üzere sebatla) şükredenlere mükâfatını verecektir.) [142]

 

145 (Allah Teâlâ'nın izni (emri ve kazası) olmadıkça kim­seye ölüm yoktur. Zîrâ her nefis için Allah Teâlâ ilm-i ezelîsin­de ecel-i, müsemmâ vardır.)

Vakti Levh-i Mahfûz'da yazılmıştır. Ne ileri gider ve ne geri kalir.

Kim dünyâ için çalışırsa Bizf O'na dünyâda takdir ettiğimiz­den dilediğimizi veririz. Kim tâatle Âhiret sevabını isterse, O'na da, ondan ihsan ederiz.  Şükredenleri mükâfatlandıracağız.

Peygamber  (S.A.V.), bir Hadîs-i şeriflerinde:

«Ameller, ancak ve ancak niyyetlere göredir. Herkese yaptığı! işden neyjl kasd etti ise, o verilir. İmdi bir kimse Allah ve Resulü için hicret etti ise, ecri Allah'a düşer. Hicreti ile dünyalık veya biıf kadınla evlenmeyi kasd ederse, nasibi o kasdettiği şeydir.» buyurmuştur.

Başka bir Hadisde:

«Ümmetimin şehîdlerinin ekserisi döşeklerinde ölenlerdir. İki harb saf finin arasında öldürülen çok adam vardır ki, niyyetini Allah bilir,» buyurmuş; diğer bir hadîsde de:                              

«Bir kimse, bir kadınla nıa'lûm bir mehr üzerine evlenir de, onu ödemeye niyyet etmezse, o kimse Allah indinde zânîdir. ve bir kimse birinden borç alır da ödemeye niyyet etmezse, o kimse hırsızdır.» buyurulmuştur.                                                               

Beni Isrâîle âid bir haberde bildirildiğine göre: Kıtlık bir se­nede, bir adam Kum tepelerinin yanından geçerken: «Şu kumlar yiyecek olsa da, Allah için onları halka dağıtsam!» diye gönlünden geçirmiş. Arkacığmdan Allah Teâlâ., zamanın Peygamberine vah sureti ile bildirmiş  ki:

«O kulumun sadakası makbuldür.» Yâni kum tepeleri yiyecek olmuş da tasadduk etmiş kadar sevâb vermiş.

Ba'zı ulemâya göre:  iyi niyyet küçük,  hayrı büyüktür.  Kötü niyyet ise büyük,  hayrı küçüktür.  îş, niyyettecıir.  Kesûlüllah   (S.A.V.):

«Mü'minin   niyyeti,   amelinden   hayırlıdır.»   buyurmuştur. [143]

 

146 (Nice   Peygamberler,   beraberlerindeki   birçok   cemâatle birlikte vuruştular.  (Öldürdüler, öldürüldüler). Fakat Allah Teâlâ-nın yolunda uğradıkları musibetler yüzünden fütur getirmediler. (Dînlerinde veya düşman karşısında)  za'f göstermediler.   (Düşma­na) boyun da eğmediler. (Belki Allah Teâlâ'nın emrine, Nebilerinin taatine ve düşmanla cihâda sabrettiler.) Allah Teâlâ (şiddet ve be­lâya)  sabredenleri sever.) [144]

 

147 (Onların   (düşmanla karşılaştıkları vakit)   sözleri ancak şu idii «Yâ Rab! Günâhlarımızı ve işimizde taşkınlıklarımızı mağ­firet et, muharebe meydanında ayaklarımızı diret, kâfirlere karşı bize yardım et!) [145]

 

148 (Allah Teâlâ, onlara (bu duaları ve cenkte sabırları se­bebiyle)  dünya sevabından nusrat, ganimet, şeref ve Âhirette de ni'metin en güzeli olan Cennet'i verdi. Allah-ü azîmüşşân sabır ve tâat eden muhsinleri sever.) [146]

 

149 (Ey îmân edenler! Şayet kâfirlere itaat, edecek olursa­nız, sizi geriye  {küfre, şirke)  döndürürler. Dünyâda da, Âhirette de huşrân içinde kalırsınız. ) [147]

 

151 (Allah Teâlâ'nın hakkında hiçbir hüccet ve bürhân in­dirmediği şeyleri O'na şerife koştukları için, o kâfirlerin kalbleri-ne korku salacağız. Onların karargâhı ateştir. Zâlimlerin barına­cakları yer ne kadar fenadır.)       [148]             

 

152 (Yemin ederim, ki Allah Teâlâ size olan (nusrât ve za­fer)  va'dine sâdık kaldı. İzniyle onları kolayca  (perişan edip)  öl­dürdünüz.  Fakat  sevdiğiniz     zaferi   (ganimeti)   size  gösterdikten sonra za'f gösterdiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz.  (Peygam­berinize ve Emîrinize)  ısyân ettiniz (de ikiye bölündünüz.)  Kimi­niz dünyâyı istiyordu (ganimete gitti). Ve kiminiz Âhireti diliyor­du   (şehid oluncaya kadar yerlerinde  kaldı).  Sonra  Allah Teâlâ, sizi (hezimet mesâibine, sabrınızı)  denemek için onlardan geri çe­virdi. Maamafîh,   (Resûlüllah'ın   emrine muhalefetten   pişmanlık duyduğunuz için)  sizi afvetti. Ailah-ü azîmüşşân afvle mü'minle-re fazledicidir.

Uhud'dan Medine'ye dönerlerken ashâbtan bâ'züari: «Allah Teâlâ, bize yardım ve zafer va'detmişken bu musîbet, nereden geldi?» demişlerdi. Bu Âyet-i Kerîme nazil oldu. Hak Teâlâ'nm va'di, takva ve sabırla meşruttu. Bu şarta muhalefet et­mişlerdi. Okçular, Hazret-i Peygamberin tabiye ettiği ve her ne olursa olsun ayrılmayınız, dediği mevkiden ayrılmışlar, kuman­danları Abdullah bin Cübeyr'in emrini dinlememişlerdi. Düşmanın sınmış ve kaçmaya başlamış olduğu bir sırada itaatsizlik etmiş­ler, ganimet peşine düşmüşlerdi. Bu yüzden de muhakkak olan bir zaferi kaybetmişlerdi. [149]

 

153 (Hani kaçıp dağa çıkıyordunuz. Kimseye dönüp bakmı­yordunuz. Resiilüllah ise arkanızdan (Ey Allah'ın kulları, Ben Al­lah'ın peygamberiyim, Bana gelin diye) çağırıyordu. (Gelmediniz). Alîah da sizi gam üstüne gamla cezalandırdı, tâ ki ne kaybettiği­niz fetih ve ganimete ve ne isabet eden katil ve hezimete mahzun olmayasmız. Allah-ü azîmüşşân bütün yaptıklarınızdan haberdâr) [150]

 

154 (Allah Teâlâ, bu gamdan sonra size bir emniyet indirdi. Hafif )ir uyku ki, içinizden bir taifeyi sarıp kaplamıştı. Bir taife de (ki münafıklardır), nefisleri kaygısına düşmüşlerdi. Allah Teâ-lâ'ya n£& olmayan bir zan, câhiliyyet ehlinin zannı gibi bir zan besliyorlardı. «Bize va'dolunan zafer ve nusrattan bir nasîb var mı?» diyorlardı. De ki: «Bütün iş, Allah Teâlâ'nındır.» )

Nusrat, zafer, kaza ve kader yalnız Allah Teâlâ'nm elindedir. Onlar, sana izhâr etmedikleri şeyi içlerinde gizliyorlar. (Ken­di kendilerine ve baş başa kaldıkları vakit birbirlerine)   diyorlar kiı «Bizim, bu işten (zafer ve nusretten) bir payımız olsaydı, bu­rada öldürülmezdik.»

Biz de hezimete uğramazdık.

De ki (Gazaya çıkmayıp da) «Eğer evlerinizde (Medine'de) de olsaydınız, üzerlerine (Levh-i Mahfûz'da) Öldürülmeleri yazıl­mış olanlar, Öldürülecekleri yerlere çıkacaklar, yine Öldürüleceklerdi.

Medine'de kalmak onlara fayda vermiş olmıyacaktı. Allah Te­âlâ'nm takdirini kimse bozamaz.

Allah Teâlâ kalblerinizdeki ihlâs ve nifakı meydana koymak, kalblerinizdeki vesveseyi pâk kılmak için böyle irâde etti. Allah Teâlâ, kalblerinizde olan hayır ve şerri hakkıyle bilir. [151]

 

155 (Uhud'da) İki ordunun karşılaştığı gün İçinizde yüz çevirenler yok mu? Onları (merkezden ayrılmak, ganimete haris olmak, Resûlüllah'a muhalefet etmek gibi) ba'zı amelleri yüzün­den Şeytan ayaklarım kaydırmak istedi. Allah Teâlâ, onların (tev-be ve i'tizârları sebebiyle) günâhlarını afvetti. Allah-ü azîmüşşân, günâhları mağfiret eder. Günahkârın ukubetine acele etmez. Tâ ki tevbe ed) [152]

 

156 (Ey îmân edenler! Siz o kâfirler  (münafıklar)  gibi ol­mayın. Onlar seyahate çıkıp da ölen veya gazaya gidip de öldü­rülen kardeş ve ahbabları için; «Şayet bizim yanımızda olaydılar, ölmez ve öldürülmezlerdi» derler.)

Allah Teâlâ, bunu onların kalblerinde gam ve hasret kıldı. Dirilten de, öldüren de Allah Teâlâ'dır. Allah-ü azîmüşşân, bütün yaptıklarınızı hakkıyle bilir. [153]

 

157 (Yemin ederim, ki Allah yolunda Ölseniz de, Öldürülse-niz de Allah Teâlâ'nın rahmet ve mağfireti, onların   (kâfirlerin) hayâtta kalıp da toplayacakları dünyâ menfaatlerinden daha ha­yırlıdır.) [154]

 

158 (Yemin ederim. Ölseniz de, öldürülseniz de elbette akı­bet, Allah Teâlâ'ya haşrolunacaksınız.) [155]

 

159 (Allah Teâlâ'nın rahmetiyledir ki onlara  (Ühud'dan ka­banlara)  mülâyemet gösterdin.  Şayet kaba, katı yürekli olsaydın elbette etrafından dağılırlardı. Onların kusurlarını afvet, yarh-ğanmalarım dile. tş hususunda onlarla müşavere et. Sonra da az­mettin mi, artık Allah Teâîâ'ya mütevekkil ol. Allah-ü azîmüş­şân tevekkül edenleri sever) [156]

 

160 (Allah  Teâlâ,  size  yardım  ederse  sizi  yenecek  yoktur. Şayet yardımsız bırakırsa, O'ndan gayri kim size yardım edebilir? O hâlde mü'minler, Allah Teâîâ'ya tevekkül etsinler. )

Onların, O'ndan gayri yardımcıları yoktur. [157]

 

161 (Bir Peygamber için ganimetlere hıyanet etmek? Olur şey değil! Kim ki hıyanet ederse Kıyamet günü, hıyanet ettiği o şeyin vebalini yüklenerek gelir. Sonra herkes (hayır ve serden) kazandığı ile cezalanır. Onlar zulmolunmazlar. (Ne itaat edenin se­vabı eksilir ve ne âsînin ikaabı artabilir)

Bedir Gazasında, ganimetler arasında bulunan bir kırmızı kadife kaybolmuştu. Ba'zı münafıklar «Onu her hâlde Resûlüllah almıştır,» diye isnâdda bulunmak istemişlerdi. Âyet-i Kerîme bu hâdise üzerine nazil oldu. [158]

 

162 (Tâatle, Allah Teâlâ'nın rızâsına tabî' olan, Hak Teâlâ rnn gazabına uğrayan ve makamı Cehennem olan kimse gibi mi­dir? O ne fena dönülecek yerdir.) [159]

 

163 (Allah Teâlâ'mn rızâsına ittibâ edenler ise, Allah indin­de,  derece  sahihleridir.   Allah-ü  azîmüşşân,   onların   yaptıklarım görür.) [160]

 

164 (Gerçekten  Allah Teâlâ mü'minlere büyük bir lûtufta bulundu. Onlara içlerinden ve kendilerinden âyetlerini okur, on­ları  tezkiye  eder, Kitab  ve  hikmeti  öğretir  bir  Peygamber  gön­derdi. Halbuki daha evvel apaçık bir dalâlet içkideydiler) [161]

 

165 (Size  (Bedir'de)  hasımlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir musibet (Uhud'da) geliverince (Allah Teâlâ, bize yar­dım va'dettiği hâlde) bu nereden geldi mi? dediniz. De ki: (Al­lah'ın Peygamberine muhalefet ettiğiniz için) bu kendinizden ol­du. Allah Teâlâ, her şeye kaadirdir.)

Filhakika Uhud'da Müslümanlardan yetmiş kişi şehîd olmuş­tu. Fakat Bedir'de müşriklerden yetmiş kişi katledilmiş, yetmiş ki­şi de esir olmuştu. [162]

 

166 (Uhud'da)   İki  ordu  karşılaştığı  gün  size  gelen  musi­bet Allah Teâlâ'nm kazâsiyle idi ve mü'niinlerin sebatını göster­mek ve temyiz içindi. [163]

 

167 (Münafıkların nifak ve   husûmetlerini  de  meydana  çı­karmak ve temyiz içindi. Onlara: Gelin, Allah yolunda muharebe edin, yâhûd düşmanı  (mücâhidlerin adedini   çoğaltmak suretiyle kendiniz, mal ve evlâdınız üzerinden) defedin denildiği vakit: On­lar, biz harb usûlünü bilseydik, elbette size tabî' olurduk, dediler)

Yâhûd:

«Eğer harb denilmeye değer bir şey bilseydik, size ittibâ eder­dik. Yaptığınız harb değildir, belki kendinizi tehlikeye koymaktır. Bu, yanlış bir görüşle başlanmış bir harbdir,» dediler.

Onlar, o gün îmândan ziyâde küfre yakındılar. Dilleriyle, kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlardı. Allah-ü azîmüşşân, onla­rın gizledikleri şeyi bilir. [164]

 

168 (Onlar (Uhud günü Medine'de oturan münafıklar), mu­harebeye giden akrabaları için:  «Bizi dinleyip gitmemiş olsalardı, öldürülmezlerdi» dediler. Onlara: «Eğer gerçekseniz, nefislerinizden ölümü defedin» de.)

Yâni, o hâlde gücünüz yetiyorsa kendinizden ölümü ve sebeblerini defedin.

Keşşaf: Uhud muharebesinden sonra, bu sözü söyledikleri gün münafıklardan, Müslümanlardan şehîd olanların sayısınca, yetmiş kişinin öldüğünü kaydeder. [165]

 

169 (Allah yolunda ölenleri, Ölüler zannetmeyin. BiTakis, On­lar, Rableri indinde diridirler. Cennet ni'metleriyle rizıklanırlar. ) [166]

 

170 (Allah Teâlâ'nm mahzâ fazl-u kereminden onlara ver­diği şeref ve ni'metten sevinç içindedirler. Ve (henüz şehîd olma­mış)  kendilerinden sonraya kalan   arkadaşlarına -(nail   oldukları saadette) kafiyen korku ve hüzün olmadığını müjdelemek ve tah­rif etmek isterler.)

îmâm Ahmed ibn-i Hanbel'in, îbn-i Abbas Hazretlerinden tah-ric ettikleri bir hadîs-i şerifde şöyle buyurulmuştur:

«Uhud'da şehîd olan arkadaşlarınızın ruhlarını Allah Teâlâ yeşil kuşların kursaklarına koydu. Onlar, Cennet'in ırmakların­dan içer ve meyvalarından yerler. Ve Arş'm gölgesinde muallak altın kandillere girip İstirahat ederler. Vaktâ ki, yerlerinden ve yaşayışlarından hoşlandılar, «N'olaydı, Allah Teâlâ'nın bize neler lütfettiğini arkadaşlarımız bilselerdi de, cihâddan çekinmeseler, harbden gocunmasalardi.» dediler. Allah Teâlâ: «Tarafınızdan Ben, onlara bunu tebliğ ederim,» buyurdu. Ve bu âyetleri inzal etti.

Tİrmizî'nin  Câbir  ibn-i Abdullah Hazretlerinden tahric  ettiği diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle rivayet edilmiştir:

Câbir (R.A.)  dedi ki:

«Bir gün Resûl-ü Ekrem, bana rastgeldi. «Yâ Câbir, seni mahzûn görüyorum, neye?» dedi.

«Yâ Resûlallah!»  dedim.  «Babam 'şehîd oldu, çoluk çocuk ve borç bıraktı.»

Buyurdu ki: «Allah Tealâ'nın, babam nasıl kabul buyurduğu­nu sana müjdeliyeyim mi?"

«Evet!» dedim.

Buyurdu ki: «Allah Teâlâ, hiç kimseye perde arkasından başka bir veçhile söz söylemedi. Babanı ise ihya etti de onunla yüz yüze konuştu. -Ey kulum! dile benden, sana vereyim, dedi. O da

Yâ Rab! Bana hayat ver de yolunda ikinci defa öleyim, dedi. Allah Teâlâ Benden onlar bir daha dönmezler, buyurdu. O da;

Yâ Rab! Arkamdan tebliğ et, dedi. Allah Teâlâ da, bu Âyeti in­zal buyurdu.  (Âyet: 169).

îki hadisin de vukuu mümkün olduğu gibi; bu, bir âyet, diğeri birkaç âyet hakkında olduğuna göre iki rivayet arasında bir mu­halefet de yoktur. [167]

 

171 (Onlar, Allah Teâlâ'dan ihsan olunan Cennet, ni'met ve fazlile ferâhlann ve mü'minlerin ecrini zayi' etmediğini görürler.) [168]

 

172 (O mü'minler ki   (Uhud'da)   yaralandıktan sonra Allah Teâlâ'nm ve Resulünün emrine icabet ettiler. Onlardan iyilik ve ittikâ edenler için pek büyük bir ecir vardır.)

Daha önce de kısaca anlatıldığı veçhile, Ebû Süfyan ve arka­daşları Uhud'dan çekilip Revha denilen yere geldikleri vakit piş­manlık duymuşlardı: «Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı, köklerini kesmeliyiz.»  diyerek dönüp tekrar hücum etmek istemişlerdi.

Bunu haber alan Resûl-ü Ekrem, Kureyşi yıldırmak ve kendi­sinin ve ashabının kuvvetini göstermek için Ebû Süfyan'ı takibe karar vermişler, ashabını buna teşvik ederek hemen ertesi gün Medine'nin sekiz mil uzağında bulunan Hamra-i Esed denilen ye­re  kadar ilerlemişlerdi.

Yalnız ashâb yaralı ve pek yorgundu. Yolda çok zahmet çe­kiyorlardı. Fakat ecirlerini kaybetmemek için katlanıyorlardı. İç­lerinde öyle yaralılar vardı ki, münâvebe ile birbirlerini sırtların­da taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz sonra binen inip al­tındakini yükleniyordu. Yine içlerinde birbirlerine dayanarak yü­rüyenler çoktu.

Bu Âyet-i Kerîme, işte bu durumda iken Resûlüllah'm emir ve da'vetine icabet eden bu mü'minler hakkında nazil olmuştur. [169]

 

173 (Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: Düşman­larınız size karşı (harbetmek için sayısız) asker topladılar. (Mu­harebe kudretiniz yok) onlardan korkun» dediler de bu söz onla­rın îmânlarım, cesaretlerini artırdı. «Allah-ü azîmüşşân bize yeter, O, ne güzel vekil  (hasbünallâhü ve himelvekiyl)»  dediler.)

Düşmanla  cenge  çıktılar. [170]

 

174 (Sonra da (oradan) kendilerine bir zarar dokunmaksi-zm Allah Teâlâ'dan selâmet ni'meti ve ticâret kâriyle döndüler. (ttâat, sebat, şecaat ve cesaretle) Allah Teâlâ*nın rızâsına tâbi* ol­dular. Allah-Ü azîmüşşân en büyük fazıl sâhtbidir.) [171]

 

175 ( Size o haberi getiren Şeytan, ancak dostlarını korku­tur. Siz ondan korkmayın. Eğer îmân edenlerdenseniz benden korkunl )

Bu Âyetler Bedr-i Suğra (Küçük Bedir)  seferi hakkında nazil oldu.

Ebû Süfyan Uhud'dan Mekke'ye dönerken, Hazret-i Muhammed' Gelecek sene sizinle Bedir'de buluşalım, demişti.   Ömer'ül Fârûk (R.A.)   Hazretleri de Resûl-ü Ekrem   (S.A.V.)'in emriyle: «İnşâallah» diye cevâb vermişti.

O gün gelince Ebû Süfyan, filhakika müşriklerle beraber Mekke'den ayrıldı. Fakat Allah kalbine korku düşürmüştü. Harb-etmeye güvenemiyordu. O sırada Nuaynı bin Mes'ûd-el-Eşcai'ye rastladı. Nuaym umre yapmış geliyordu.

Yâ Nuaym! dedi, Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpış­mayı kararlaştırmıştık. Fakat bak, bu sene kurak, bize her hâlde hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz bir sene yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben çıkmamış olursam cür'eti artar. Medine'ye git. Kuvvetimizin büyüklüğünden bahsederek onları korkut. Medine'den çıkmamalarını te'min et. Sana on deve vereyim!

Ebû Süfyan'ın teklifini kabul eden Nuaym, Medine'ye geldi. Müslümanların sefer için hazırlanmakta olduklarını gördü.           

Bence bu yaptığınız hareket doğru değil, dedi. Onlar, mem­leketinize geldiler, birçoğunuzu öldürdüler. Şimdi üzerlerine gidi­yorsunuz. Büyük bir ordu hazırlamışlar. Vallahi hiç biriniz sağ kalmazsınız,  iyisi mi bu işten vazgeçiniz lehinize olur.

Fakat, Müslümanlar üzerinde bu sözler müessir olmadı. Sâde­ce «Hasbünallâhü ve nimelvekîyl» demekle iktifa ettiler.

Nihayet Zilkade aynıda Resûl-ü Ekrem, Livâ-i şerifi Hazret-i -  Ali'ye verdi. Bin beş  yüz mücâhidle  Medine'den çıkarak Bedir'e geldi.

Ebû Süfyan, Resûl-ü Ekrem'in kuvvetli bir ordu ile hareket ettiğini işitince büsbütün ürktü. Ordusunu alarak Mekke'ye dön­dü. Bedir'de Peygamber Efendimiz ve ashabı kimseye tesadüf et­mediler. Fakat Kureyş'in bu yüzden i'tibârı kırıldı. Müslümanlar şan ve şeref buldu.

Bedir'de her yıl Zilkade ayında panayır kurulurdu. Her taraf­tan buraya ticâret için birçok halk gelirdi. Bu fırsattan istifâde ederek Müslümanlar -ticâret mallarım da birlikte getirdikleri için- panayırda güzel alışveriş ettiler. îyi bir kazanç sağladılar.

Bire iki kazandılar. Sekiz gün sonra da memnunlukla Medine'ye döndüler. îşte, yukarıda da söylediğimiz gibi bu âyetler, bu hâdi­se üzerine nazil oldu. [172]

 

176 (O küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Onlar Allah Teâlâ'nın dostlarına hiçbir şeyle zarar veremezler.  (Belki kendile­ri zarar ederler). Allah Teâlâ, oniarm Âhirette hiçbir nasibi ol­mamasını ister. Onlar için pek büyük bîr azâb vardır.) [173]

 

177 (Onlar ki îmâna bedel küfrü ihtiyar ettiler, Allah Teâlâ'-ya (kulları için ihtiyar ettiği îslâm Dînine) hiçbir veçhile zarar ve­remezler. Onlar için elim bir azâb vardır.) [174]

 

178 (Sakın o kâfirler, kendilerine verdiğimiz mühlet (ve ömürlerini uzatışımızı) haklarında hayırlıdır zannetmesinler. Biz, onlara sırf günâhları artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için rüs-vay edici bir azâb vardır. [175]

 

179 (Allah Teâlâ, mü'minleri asla bulunduğunuz hâlde bıra^ kaçak değildir. Nihayet murdarı, temizden (münafığı, muhlisten) ayıracaktır.)

Allah Teâlâ, sizi gaybe de muttali kılmayacaktır (ki onunla kalblerde- olan küfrü veya îmânı bilesiniz.) Fakat Allah Teâlâ, Pey­gamberlerinden dilediğini seçer (ba'zı mugayyebâtı onlara bildi­rir). İmdi Allah Teâlâ'ya ve Peygamberlerine îmân edin. Eğer îmân eder (şirk ve nifaktan) korunursanız, sizin için çok büyük bir ecir vardır.

«Muhammed büyük da'vâda.  Fakat kalbimizden gaafil.  Kim muhlis, kim münafık ne bilir?» demişlerdi. [176]

 

180 (Allah Teâlâ'nm fazl-u kereminden verdiği şeyi, Allah yolunda infak etmeyip, cimrilik edenler, zannetmesinler ki, bu haklarında hayırlıdır. Belki bu, onlar için serdir. O cimrilik ettik­leri şey, Kıyamet Gününde boyunlarına ateşten halka olur. Gök­lerin ve yerin mîrâsı Allah Teâlâ'nındır. Allah-ü azîmüşşân, her ne yaparsanız haberdârdır.)

Bir Hadis-i şertfde:

«Kim ki Allah Teâlâ'nın ihsan buyurduğu malın zekâtını ver­mezse, Kıyamet Günü o mal, O'na bîr yılan kılığında gelir. Zehirli iki dili vardır. Boynuna dolanır ve avurtlarını uzun zaman sokar durur. Ben, senin malın ve hazînendim diye ona bildirir.» buyurulmuştur. [177]

 

181( Elbette Hak celle ve alâî «Allah Teâlâ, fakirdir, biz zenginiz» diyenlerin sözlerini işitti. Onların o sözlerini ve nahak yere Peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve «Tadın o yangın azabını» diyeceğiz.)

Rivayet edilir ki; Hazret-i Ebû Belir (R.A.), bir gün Yahudi­lerin dershanelerine gitmişti. Bir takım Yahudiler, Fenhas bin Azûra'nm başına toplanmışlardı. Fenhas, Yahudi bilginlerinin ileri gelenlerinden bir adamdı.

Ebû Bekr:

Yazık Fenhas, dedi. Allah'tan kork ve Müslüman ol Sen çok  iyi  bilirsin  ki, Muhammed  Allah'ın Peygamberidir.  Onu ya­nındaki  Tevrat'ta yazılmış bulursun. Fenhas cevâb verdi:

Vallahi Ebû Bekr!  Bizim Allah'a  ihtiyâcımız  yok,  O,  bize muhtaç. Ve biz O'na, O'nun bize yalvardığı kadar yalvarmıyoruz. Herhalde biz O'ndan müstağniyiz, zenginiz. Efendinizin zannettiği gibi,  O zengin olsaydı, bizden istikraza tenezzül  etmezdi.  O,  bizi faizden menediyor. Fakat bize faiz va'dediyor. Zengin olsaydı, bize faiz vermezdi.»

Bu sözler, Ebû Bekr'i öfkelendirdi. Fenhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat attı ve dedi ki:

Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, eğer aramızda bir ahid olmasaydı şimdi    boynunu vururdum,  ey Al­lah'ın düşmanı!

Fenhas, Hazret-i Peygambere şikâyet etti:

Yâ Muhammed! Bak Ebû Bekr bana ne yaptı? dedi. Resûl-ü Ekrem, Ebû Bekr'e:

Bu yaptığına sebeb neydi? diye sordu. O da hâdiseyi olduğu gibi anlattı.

Fenhas:

Ben böyle bir şey söylemedim!  diye inkâr etti.

İşte Âyet-i Kerime, bu hâdise üzerine ve Hazret-i Ebû Bekr'i tasdiken nazil olmuştur. [178]

 

182 (Bu azâb ellerinizin takdim ettiği veballer yüzündendir. Allah Teâlâ, kullarına zulmedici değildir.) [179]

 

183 (Onlart «Allah Teâlâ, bize Tevrat'ta ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiçbir Peygambere îmân etmemekliği-mizi emir ve vasiyyet etti.» dediler.)

Kurban, Allah Teâlâ'ya ibâdete yarayan şeydir. Hayvan kes­mek, sadaka vermek ve sair hayırlı işler gibi. Rivayete göre: Benî İsrail'e kurban ve ganimetler helâl değildi. Kurban keser veya ga­nimet alırlarsa gökyüzünden dumansız beyaz bir ateş inerek onu yakardı. Bu, onun kabul olunduğuna alâmet idi. Kabul edilmeyen kurban olduğu gibi kalırdı.

Süddî diyor ki: «Allah Teâlâ, Benî İsrail'e: Size Peygamber ol­duğunu söyleyen kim gelirse, kurban getirip o kurbanı gökten inen bir ateş yemedikçe tasdik etmeyin! Yalnız îsâ ile Muhammed (S.A.V.)  geldiğinde onları bir şey istemeden tasdik edin! buyurmuş­tur.»

De ki: Benden Önce gelen (Zekeriyya, Yahya, Şa'yâ ve sair katlolunan) Peygamberler apaçık deliller ve mu'cizelerle ve dedi­ğiniz kurbanla1 size gelmişlerdi. Sözünüzde gerçekseniz onları niçin katlettiniz?.    [180]                                                                              

 

184 (Onlar, seni tekzîb ederlerse melûl olma. Senden önce gelen Peygamberler de hüccetler, mu'cizeler, sahifeler, şerâyi ve ahkâmı bildiren Kitapla gelmişlerken tekzîb olunmuşlardı) [181]

 

185 (Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet Günü hayır ve şer amellerinin cezası tamamen verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırı­lır da Cennet'e konulursa muradına ermiş olur. Dünyâ hayâtı al­datıcı bir metadır.) [182]

 

186 (Yemîn ederim.  Siz mallarınızda ve canlarınızda imti­han olunacaksınız. Gerek sizden önce Kitâb verilenlerden ve ge­rek müşriklerden çok incitici sözler işiteceksiniz. Şayet sabreder, (Allah'ın emirlerine aykırı hareketten)  sakınırsanız işte bu, azm-olunacak işlerdendir.) [183]

 

187 (Hani Allah Teâlâ, kendilerine Kitab verilenlerden. «'(Celâlim hakkı için) hiçbir şey saklamaksızın Kitabı beyân ve ilân edeceksiniz» diye mîsâk almıştı. Onlarsa mîsâkı arkalarına bıraktılar ve onu az bir bahâ ile sattılar. Ne kötü alış-verişte bumdular.)

Bir Hadîs-i şerîfde:

«Dîn ilmini gizleyenin, Kıyamet Günü ağzına ateşten gem vu­rulur.» buyurulmuştur. [184]

 

188 (Yaptıkları ile mağrur ve yapmadıklarlyle medhedil-mekten hoşlanan kimselerin sakın azâbtan kurtulacak bir mevki­de bulunacaklarını zannetme. Asla zannetme. Onlar için elîm bir azâb vardır.)

Bu âyetin inmesine muhtelif sebebler rivayet edilmiştir. Şöy­le ki:

1- Peygamber  (S.A.V.), Yahudilere Teviâtda olan bir şeyi

sormuş. Onlarsa, aksini söylemiş ve kendilerini samîmi göstererek sevinmişlerdi.  Âyet, bu sebeble indirildi.

2- Bir  cemâat,     Peygamber   (S.A.V.)   ile  harbe  gitmediler. Sonra; «Gitmemekte yarar gördük.» diyerek özür dilediler; ve bu­nunla övülmek istediler. Âyet bunun üzerine indi.

3- Münafıklar hakkında inmiştir. Bunlar yaptıkları müna­fıklığa sevinirler; aslı olmayan fiil ve îmânları ile övülmek ister­lerdi. [185]

 

189 (Göklerin ve yerin mülkü Allah Teâlâ'nındır. O, her şe­ye kaadirdir.) [186]

 

190 (Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün bir­biri ardınca gelip gidişinde kâmil akü sahihleri için Âyetler (ibret verici deliller)  vardır.)

Bir Hadîs-i şerîfde:

«Bu âyeti okuyup da tefekkür etmiyen kimseye yazıklar ol­sun.» buyurulmuştur. [187]

 

191 (Onlar (o kâmil akıl sahihleri) ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah Teâlâ'yı zikrederler)

Ibn-i Abbâs (R.A.)'ın beyânına göre bu, namaz hakkındadır. Musalli, namazım iktidarına göre: ayakta iken, otururken, veya yan üstü yatarken edâ eder.

Peygamber Efendimiz'den hastanın namazını nasıl kılacağı sorulmuş, «Ayakta iken, muktedir değil ise otururken, ona da muk­tedir değilse  yanı üstüne yatarken.», buyurmuşlardır.

Göklerin ve yerin yaradılışını tefekkür ederler. Ve derler kii Ey Rabbimiz! Sen, bunları boşuna yaratmadın. Münezzehsin. Bizi ateş azabından koru!

İbn-i Avn der ki: «Fikirler, gafleti giderir. Kalbe haşyet getirir.»

Peygamber   CS.A.V.)   Efendimiz:

«Tefekkür gibi ibâdet yoktur.»  buyurmuşlardır.

Yine Peygamber  (S.A.V.)  Efendimiz:

«Bir kimse yatarken başını kaldırıp semâya ve yıldızlara bak­tı. Yâ Rabbi! Varlığına şahadet ederim. Beni mağfiret et, diye ni­yaz Allah Teâlâ da, O'na rahmetiyle nazar ve mağfiret etti.» buyurmuşlardır. [188]

 

192 (Ey Rabbimiz!  Şübhe  yok ki sen kimi ateşe  sokarsan, O'nu rüsvây edersin. Nefislerine zulmedenlerin yardımcıları yok­tur.) [189]

 

193 (Ey Rabbimiz!  Biz, Rabbiniz celle şânühuya îmân edin diye insanları îmâna da'vet eden bir münâdi işittik. O'na icabetle îmâna geldik. İmdi Yâ Rabbi! Bize mağfiret et (büyük, küçük) gü­nâhlarımızı  ört!   Ruhumuzu  iyilik  edenlerle   (sulehâ  ile)   birlikte kabzet.)

Münâdiden maksâd: Peygamberimiz sailallahü teâlâ aleyhi ve sellem  veya  Kur'ân'dır. [190]

 

194 ( Ey   Rabbimiz!   Peygamberlerine   karşı   bize   va'dettikle-rini İhsan buyur. Kıyamet Günü bizi rüsvây etme. Şübhe yok ki, Sen va'dine hulfetmezsin.) [191]

 

195 (Rableri celle şânüh, onların dualarına icabet edip bu yurdu ki: Ben sizden, erkek olsun, kadın olsun,  (ki dinde, yardım da erkek kadm birdir) bana tâat edenin ecrini elbette zayi' et­mem. Onlar ki (dinlerini sıyânet için) vatanlarından hicret etti­ler. Ve yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eza gördüler. Ci­hâda gittiler ve bu uğurda katlolundular. Andolsun, onların gü­nâhlarını mahvedeceğim. Onları altından ırmaklar akan Cennet­lere koyacağım. Bu lûtuflar onlara, Allah indinde, ecir ve mükâ­fattır. Sevâbm en güzeli ise, Allah Teâlâ yanmdadır.) [192]

 

196 (Kâfir  olanların  refah  içinde  diyar  diyar  dolaşmaları, Yâ Muhammed, mü'minleri aldatmasın. )

Ba'zı mü'minler,. müşrikleri refah içinde görüp, «Allah'ın düş-, manian hayırda, bizler ise zaruret içindeyiz» demişlerdi. Tesliye için bu Âyet-i Kerîme nazil oldu. [193]

 

197 (Kâfirlerin ni'meti çabuk zail olacak)  az  (ve değersiz) bir metadır. Sonra varacakları yer Cehennemdir. O, ne kötü ya­taktır.) [194]

 

198 (Onlar ki  şirkten  ve  Rablerînin  ikaabından  sakınarak dünyâ  metâına  mağrur  olmadılar.  Onlar  için  altından  ırmaklar akan Cennetler, Allah Teâlâ tarafından hazırlanmış sofralar var­dır. Orada ebediyen kalırlar. Allah nezdindeki ni'metler mütteküer için  (dünyâ metâından)  daha hayırlıdır.) [195]

 

199 (Sübhesiz, Kitab  ehlinden öyleleri vardır ki, Allah Te-âlâ'ya, size inzal olunan Kur'ân'a ve onlara inzal olunan Tevrat ve İncil'e, Allah Teâlâ'nm azabından korkarak ve sevabını uma­rak, mütevâzi oldukları hâlde îmân ederler. Allah Teâlâ'nm Âyet­lerini  az bir bahâ ile  satmazlar.   (Tahrif ve  ketmetmezler).  İşte onların Rableri indinde ecirleri vardır. Allah Teâlâ, tez hesâb gö­rücüdür.)

Bu Âyet-i, Kerîmenin, Musevi iken Müslüman olan Abdullah bin Selâm ve arkadaşlarının veya Hıristiyan iken, Müslüman olan Necranlılardan kırk, Habeşlilerden otuz ve Rumlardan sekiz ki cem'an seksen zâtın İslâmları dolayısiyle nazil olduğu rivayet edi İbn-i Abbas, Câbir ve Katâde'ye göre ise, Âyet, Habeş Meliki Edhime hakkında nazil  olmuştur.

Necâşî'nin vefatı üzerine Resûlüllah (S.A.V.) Bakî'e giderek, gıyaben Cenaze Namazını kılmışlar, bunun üzerine münafıklar: «Hiç görmediği bir Nasrânî üzerine namaz kılıyor.» demişlerdi. En şayi' olan rivayet budur. Necâşî Hicretin dokuzuncu senesinde ve­fat etmişti.

Bir rivayete göre de, Âyet-i Kerîme Kitab ehlinden bütün imân edenler hakkında nazil olmuştur ki, Mücâhid buna kaaildir. [196]

 

200 (Ey îmân edenler: (Tâatin meşakkatlerine, ve başınıza gelen musibetlere) sabredin. Ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Serhadlerde cenk etmeye âmâde olun. Allah Teâlâ'dan ko­runun ki felah bulaşınız. )

Bir Hadîs-i Şerîfde:

«Bir kimse Cum'a günü Âl-i İmrân sûresini okusa, tâ Güneş batıncaya kadar Allah Teâlâ ve Melâikesi O'na salât eder.  buyurulmuştur. [197]

 



[1] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/205.

[2] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/205.

[3] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/205-208.

[4] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/208-209.

[5] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/209.

[6] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/209-210.

[7] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/210.

[8] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/210.

[9] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/211.

[10] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/211.

[11] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/211.

[12] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/211-212.

[13] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/212-213.

[14] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/213.

[15] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/213-214.

[16] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/214.

[17] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/214.

[18] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/214-215.

[19] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/215-216.

[20] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/216.

[21] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/217.

[22] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/217.

[23] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/217-218.

[24] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/218.

[25] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/218.

[26] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/219-220.

[27] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/220-221.

[28] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/221-222.

[29] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/222.

[30] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/222.

[31] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/222.

[32] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/222-223.

[33] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/223.

[34] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/224.

[35] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/224.

[36] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/225.

[37] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/225-226.

[38] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/226-227.

[39] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/227.

[40] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/227.

[41] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/227.

[42] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/227-228.

[43] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/228.

[44] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/228.

[45] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/228-229.

[46] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/229.

[47] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/229.

[48] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/229

[49] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/230.

[50] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/230-231.

[51] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/231.

[52] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/231-232.

[53] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/232-233.

[54] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/233-234.

[55] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/234.

[56] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/234.

[57] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/234.

[58] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/234-235.

[59] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/235.

[60] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/235.

[61] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/236.

[62] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/236.

[63] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/236-237.

[64] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/237.

[65] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/237.

[66] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/237.

[67] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/238.

[68] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/238.

[69] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/238.

[70] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/238-239.

[71] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/239.

[72] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/239.

[73] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/239-240.

[74] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/240.

[75] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/240-241.

[76] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/241-242.

[77] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/242.

[78] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/242.

[79] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/242-243.

[80] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/243.

[81] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/243.

[82] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/243-244.

[83] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/244.

[84] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/244.

[85] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/244.

[86] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/244.

[87] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/244-245.

[88] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/245.

[89] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/245.

[90] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/246.

[91] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/246-247.

[92] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/247.

[93] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/247.

[94] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/247.

[95] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/247-248.

[96] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/249.

[97] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/249.

[98] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/249250.

[99] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/250.

[100] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/250.

[101] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/250-251.

[102] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/251-252.

[103] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/252.

[104] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/252-253.

[105] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/253.

[106] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/253.

[107] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/253.

[108] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/254.

[109] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/254.

[110] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/255.

[111] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/255.

[112] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/255.

[113] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/255.

[114] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/256.

[115] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/256.

[116] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/256-257.

[117] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/257.

[118] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/257-258.

[119] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/258.

[120] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/258-263.

[121] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/263.

[122] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/263.

[123] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/263-264.

[124] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/264.

[125] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/264.

[126] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/265.

[127] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/265.

[128] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/266.

[129] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/266.

[130] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/266.

[131] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/266.

[132] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/266-267.

[133] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/267-268.

[134] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/268.

[135] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/268.

[136] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/268.

[137] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/268.

[138] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/269.

[139] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/269.

[140] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/269.

[141] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/269.

[142] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/270.

[143] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/270-271.

[144] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/272.

[145] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/272.

[146] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/272.

[147] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/272.

[148] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/273.

[149] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/273.

[150] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/274.

[151] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/275.

[152] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/276.

[153] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/276.

[154] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/276.

[155] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/277.

[156] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/277.

[157] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/277.

[158] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/278.

[159] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/278.

[160] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/278.

[161] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/278.

[162] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/278-279.

[163] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/279.

[164] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/279

[165] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/280.

[166] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/280.

[167] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/280-281.

[168] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/282.

[169] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/282.

[170] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/282.

[171] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/282.

[172] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/283-284.

[173] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/284.

[174] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/284.

[175] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/285.

[176] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/285.

[177] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/285.

[178] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/286-287.

[179] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/287.

[180] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/287-288.

[181] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/288

[182] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/288.

[183] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/288.

[184] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/289.

[185] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/289-290.

[186] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/290.

[187] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/290

[188] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/290-291..

[189] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/291.

[190] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/291.

[191] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/291.

[192] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/291-292.

[193] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/292.

[194] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/292.

[195] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/293.

[196] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/293.

[197] Ahmed Davudoğlu, Kur’an-ı Kerim Meâli Ve Tefsiri Tibyân Tefsîri, Akpınar Yayınları: 1/293.